İşçi sözü temmuz 2014
DESCRIPTION
İşçi Sözü'nün Temmuz 2014 tarihli 1. sayısıTRANSCRIPT
İşçi Sözüİşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
“Yetki Yasası” çözümün önünü açacak mı?Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilebilmek için mutlak suretteKürtlerin oylarına ihtiyacı olduğu dikkate alındığında, bu yasayla, Kürtsorununun çözümünden çok, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesininhedeflendiği görülüyor. Aykut Özer> 4
Alışın her yerdeler!Devlet, medya ve toplum gözünde bu insanlar, sapkın, hastalıklı olarak yan-sıtılarak ötekileştirilmektedir. Oysaki sağlıklı, bilinçli ve modern bir toplumyaşamı için, biliyoruz ki, doğru yol farklı renkleri, zenginlikleri olan bireylerinbirbirlerini tanımaları ve anlamalarından geçiyor. Hepsinden önce, LGBTİhakları insan haklarıdır. A. Çelik>7
Türkiye siyasi tarihinde ilk kez cumhurbaşkanıhalkın oyuyla seçilecek. Bu yüzden sonuçlarınınönceden kestirilebilmesi pek mümkün değilsede, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik vesiyasi durum ile uluslar arası konjonktür dikkatealındığında, seçim süreci ve sonuçlarının ülkesiyasetinde derin yarılmalara yol açması bek-leniyor.
AKP kurulduğundan beri katıldığı tüm se-çimlerde kesin bir başarı sağlamış olmasına
karşın, bu defa kazansa da neticeleri itibariylekaybedeceği bir seçim sürecine girmiş görü-nüyor. Zira AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Er-doğan’ın seçimi kazanıp Çankaya Köşküne çık-ması halinde, onun yerini kimin alacağı konu-sunda parti içinde çatışma yaşanması güçlübir ihtimaldir. Ayrıca bugüne değin partiyi sü-rükleyen bu siyasetçinin yokluğunda, gelecekyıl yapılacak milletvekili seçimlerinde, zatengerilemeye başlamış oy oranının, AKP’yi yeniden
iktidar yapmaya yetmeyeceği öngörülebilir.Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetmesi ha-linde ise, ilk defa bir seçimde yenilmiş olacak.Bu da, AKP’nin toplum nezdinde itibarını kay-bedip düşüşe geçmesine, yeni ittifaklar aran-maya başlanmasına ya da partinin siyasi kadrolarıarasında ayrışma yaşanmasına yol açabilir.
> Devamı 2. sayfada
Çankaya köşkünün yoluDiyarbakır’dan geçiyor
Yatağan işçilerinin eylemleri sürüyor
Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik sant-
rallerinin özelleştirme sürecine karşı, bu tesis-
lerde çalışan enerji ve maden işçileri, yaklaşık
1 yıldır eylemdeler. Eylemler, Ankara ve Yata-
ğan’da eş zamanlı olarak sürüyor.
Oya Öznur> 3
Şırnak: Kürt yoksullarının sınıf
mücadelesiyle kaçınılmaz yüzleşmesiSon bir ay içerisinde 5 kişinin yaşamını yitirdiği
Şırnak maden ocaklarında çalışan işçiler, tıpkı Soma’lımaden işçileri gibi “Maden Ocakları Kapatılmasın”dediler. Ölümcül koşullarda çalışan maden işçilerininbu talepleri, “makul” kafaların anlayamayacağı birgerçekliktir.
N.Cemal> 9
Şişe-Cam’da grev yasağı işçi sınıfınıve demokrasiyi tehdit ediyor
20 Haziran’da greve çıkan Kristal-İş Sendikasına
üye 5800 cam işçisinin grevi, “milli güvenlik ve genel
sağlık için tehdit oluşturduğu” gerekçesiyle, Bakanlar
Kurulunca 60 gün ertelendi. Grevin kaldığı yerden
devam edebilmesi için, sendikanın başvurusu üzerine,
Danıştay’ın, Bakanlar Kurulu kararının yürütmesini
durdurması gerekiyor.
Mustafa Eker> 14
Temmuz 2014 / Sayı 1Fiyatı 1,5 TL
Çankaya köşkünün yoluDiyarbakır’dan geçiyor
Sermaye toplumsal kutuplaşmaya müdahale ediyor
İslami bir siyasi kimliğe sahip olan diplomat-aka-demisyen Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, CHP ve MHPtarafından, ortak cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi,kamuoyu açısından sürpriz oldu. Ayrıca CHP içinde,laikçilerin tepkisine yol açtı. Çünkü ülke siyasetineegemen olan kutuplaşma dikkate alındığında, CHP-MHP bloğunun milliyetçi- laik bir siyasetçiyi adaygöstermesi bekleniyordu.
İhsanoğlu gibi bir siyasi kişiliğin muhalefetin adayıolarak öne çıkarılmasının birinci nedeni AKP’nin ta-banından oy alabilme potansiyeli taşıdığı kanaatidir.Bu yaklaşım, yerel seçimlerde de CHP’nin aday seçiminedamgasını vurmuştu. Özellikle, Ankara, İstanbul veHatay gibi kentlerde gösterdiği belediye başkanıadaylarının siyasi kimlikleri bunun en çarpıcı örneğidir.Kısacası, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddinİhsanoğlu’nu, kendilerine seçimleri kazandıracak birisim olarak görmektedirler.
Ancak iki büyük muhalefet par-tisinin Ekmeleddin İhsanoğlu’nuaday göstermesinin ardında, dahaönemli bir siyasi neden ve serma-yenin tercihlerinin yattığını ileri sür-mek kehanet olmayacaktır. Kapitalistsınıf, toplumda kültürel temelde ya-şanan kutuplaşmadan son derecerahatsızdır. Bu durumu kendileri veülkenin geleceği bakımından tehditolarak görmektedirler. Bölgede, butedirginliği haklı gösterecek siyasigelişmeler yaşanmaktadır. Suriye veIrak’ta, mezhep, ideoloji ve etnik te-melde bir savaş sürmektedir. İşte milliyetçi-laikçi mu-halefet bloğunun, İslam Birliği Teşkilatının 10 yılsüreyle başkanlığını yapmış olan ve kültürel olarakİslami değerlere bağlılığı tartışılmaz ama aynı zamanda,siyasi olarak uluslar arası kapitalizme sadık bir kişiyicumhurbaşkanı adayı olarak göstermesini, bu ku-tuplaşmayı ortadan kaldırmaya dönük bir adım olarakgörmek gerekir. Yerli ve uluslar arası sermayenin tel-kinlerinin de sonucu olarak yapılan böyle bir adayseçimini, milliyetçi-laikçi muhalefetin, iktidar partisinekarşı yürüttüğü ideolojik mücadelede, bir geri adımıolarak değerlendirmek doğru olacaktır.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi, CHPiçindeki şahin laikçilerde islamofobi alerjisine sebepolsa da, parti yönetiminin toplum dinamiklerineuyum sağlama çabasının gelecek süreçte de belirleyiciolacağını gösteriyor. CHP yönetimi, ülke seçmeninin
milliyetçi ve İslamcı duruşa olan yatkın köklerine ses-lenmenin, partinin geleneksel elitist ve bürokratikyapısına karşı üstün gelmesini umuyor. Ancak belir-ledikleri adayın kimliği tam olarak bu yapıya uygundeğil. Halka yakın aktif bir politikacı yerine, adı, uluslararası politika ile ilgilenmeyen geniş halk tabakası içinyabancı bir akademisyeni tercih etmeleri, yine partigeleneklerinin bir tezahürü olsa gerek.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sonucu Kürtsiyaseti belirleyecek
Beş ay önce yapılan yerel seçimlerin sonuçlarınınaritmetik olarak değerlendirilmesi bile, cumhurbaş-kanının kim olacağını Kürt siyasetinin tavrının belir-leyeceğini ortaya koyuyor. HDP eş genel başkanı Se-lahattin Demirtaş’ı cumhurbaşkanı adayı olarak gös-teren Kürt siyasetinin, Demirtaş’ın ilk turda elenmesihalinde, ikinci turda alacağı tavır yaşamsal önemtaşıyor. İktidar ve ana muhalefet partisi de bu gerçeğinfarkında. “Çözüm sürecinde” bugüne değin ayak sü-
rüyen ve oyalama politikası takipedip, hiçbir olumlu yasal ve ku-rumsal düzenleme yapmayan hü-kümet, bir yasa tasarısını apar toparMeclis’e gönderdi. “Çözüm sürecine”dönük bir çerçeve oluşturan bu ta-sarı, özünde bir yetki yasası. Yani,çözüm sürecinde hükümete yasaldayanak sağlayan bir içeriğe sahip.Hükümetin bu yetkileri ileride kul-lanıp kullanmayacağı ya da ne içinve ne ölçüde kullanacağı meçhul.AKP’nin bu yasa tasarısını, gecikmeliolarak, bu süreçte gündeme getir-
mesinin, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürtlerinoylarını almaya dönük olduğu ayan beyan ortada.Buna karşılık, CHP lideri Kılıçdaroğlu da, bir yandanbölge illerinde toplantılara katılarak, diğer yandanAKP’nin Meclis’e gönderdiği “Yetki Yasasını” destek-leyeceğini açıklayarak, Kürtlere şirin gözükmeye ça-lışıyor. “Feleğin çemberinden geçmiş” olan Kürt siya-setinin, “ağzına çalınan bir parmak balla” tatminolarak, yarışan taraflardan birine angaje olması müm-kün değil. Kürt hareketinin seçimlerdeki siyasi tutumu,Öcalan’ın sunduğu, “kapsayıcı olan adayın destek-lenmesi” perspektifinin nasıl yorumlanıp uygulanacağıile ilişkilidir.
İlkay Öngören
İşçi Sözü Aylık, Süreli Siyasi YayınTarih: Temmuz 2014, Sayı: 1Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Gü-ven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul, Tel: 0212 544 66 34Sahibi: Özgür Yayınevi, Özgür Yıldırım Sorumlu Müdür: R. Cem AvcıAdres: Şehremini Mah. Gaspıralı Sok.No: 28, 1.Blok, 1.dükkânFatih, İstanbulWeb: www.iscisozu.org
ÇIKARKENTürkiye’nin de içinde bulunduğu bölge ateş çemberi
içinde, yanıyor. Bu yangın, her geçen gün, farklı
ülkeleri kapsayarak genişliyor. İlk bakışta mezhep
temelli bir boğazlaşma görüntüsü vermesine karşın,
bölge, çok daha karmaşık ve çok yönlü çelişkileri
içinde barındıran bir mücadele alanına dönmüş
durumda.
Bu yangının Türkiye’ye de sıçraması, hatta sarması
kaçınılmaz görünüyor. Bunun iki temel nedeni var.
Birincisi, AKP iktidarının, bölgesel güç olma
ihtirasıyla bu kavganın içine bodoslama dalması ve
bu çerçevede “şeytanla işbirliği yapması”. İkinci
nedeni ise, içeride iktidarını sağlamlaştırmak adına,
toplumu kutuplaştırarak, en ufak bir kıvılcımla
patlayacak hale getirmesi.
Bizi ilgilendiren temel mesele, işçi sınıfının da bu
kutuplaşmadan etkilenerek kendi içinde bölünmüş
olmasıdır. Çünkü savaşların, sömürünün, eşitsizliğin
müsebbibi olan, doğayı katleden, tüm insanlığı
yıkıma götüren kapitalist sisteme son verecek,
sömürünün ve eşitsizliğin olmadığı adil bir düzen
olan sosyalizmi kuracak yegâne güç işçi sınıfıdır.
İşçiler, toplumsal ve siyasi mücadelede, kendi
sınıfsal konumlarını esas alarak değil, Sünni-Alevi,
Türk-Kürt gibi mezhepsel ya da etnik kimlikleri ya
da farklı burjuva siyasi eğilimlerin destekçisi olarak
yer almaktadırlar. Toplumda mağdurların ve
ezilenlerin yanında yer alarak, özgürlük, eşitlik,
adalet ve demokrasi mücadelesini tavizsiz olarak
sahiplenmekle birlikte, toplumsal ve siyasi
mücadelede kendi bağımsız sınıf politikasıyla yer
almak, işçi sınıfı için, yaşamsal önem taşımaktadır.
Bunu yapabilmesinin iki koşulu var. Birincisi,
burjuva ideolojisinin etkilerinden kurtulup, işçi sınıfı
ideolojisinin etki alanını genişletmek. İkincisi ise,
ekonomik ve politik temelde mücadelesini
yükselterek, toplumsal sahnede bağımsız bir sınıf
olarak yerini almaktır.
İşçi Sözü, iki konuda da işçi sınıfına yardımcı
olmayı hedeflemektedir. Bu hedefe bağlı olarak, işçi
sınıfının burjuva ideolojisinden ve burjuva siyasi
eğilimlerden kurtulması için, işçi sınıfının siyasi
mücadele deneyim, birikim ve bilgisini sınıfa
taşımaya çalışacaktır. Kapitalist sistemi, onun siyasi
temsilcilerini ve eğilimlerini teşhir edecektir.
Toplumdaki bütün sınıflar hakkında, ezen-ezilen
ilişkileri konusunda, işçi sınıfını aydınlatacak, sınıf
perspektifinin oluşmasına katkı sunacaktır.
İşçi Sözü, ayrıca, işçilerin kurtuluşunun kendi eseri
olacağının bilinciyle, işçi sınıfının inisiyatif
kazanmasına, mücadele deneyimlerini geliştirmesine
yardımcı olacaktır. Bunu yaparken, doğruların
mutlak bilgisine sahip olduğu yanılsamasıyla,
ikameci, dayatmacı, sekter politikalar gütmek yerine,
işçilerin yaşayarak öğrenmesini sağlayacaktır. Söz,
yetki ve kararın işçilere ait olduğu gerçeğini bir an
bile akıldan çıkarmayacaktır. İşçilere, bir öğretmen
gibi yaklaşmayacak; sınıfla tüm ilişkilerinde,
öğrenme-öğretme diyalektiğini hayata geçirecektir.
Öz olarak, İşçi Sözü, işçilerin, gözü, kulağı ve sesi
olacaktır.
2 İşçi Sözü Temmuz 2014
Milliyetçi-laikçi muhalefet blo-ğunun, İslam Birliği Teşkilatının10 yıl süreyle başkanlığını yap-mış olan ve kültürel olarak İsla-
mi değerlere bağlılığı tartışıl-maz ama aynı zamanda, siyasiolarak, uluslar arası kapitaliz-me sadık bir kişiyi cumhurbaş-kanı adayı olarak göstermesiniülkeye egemen olan kutuplaş-mayı ortadan kaldırmaya dö-
nük bir adım olarak da görmekgerekir.
3Temmuz 2014 İşçi Sözü
Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy
termik santrallerinin özelleştirme
sürecine karşı, bu tesislerde çalı-
şan enerji ve maden işçileri, yak-
laşık 1 yıldır eylemdeler. Eylem-
ler, Ankara ve Yatağan’da eş za-
manlı olarak sürüyor. Özelleştirme
ihalesinin son teklifleri 10 Ni-
san’da verildi, ihale ise 12 Hazi-
ran’da gerçekleştirildi. İşçiler ise
tüm bu süreci Ankara’da direniş
çadırında gruplar halinde nöbet tu-
tarak geçirdiler.
İşçilerin Ankara’daki her türlü
eylemi polis şiddetiyle, biber ga-
zıyla, TOMA’lardan sıkılan basın-
çlı suyla engellenmek istendi.
AKP Hükümeti, 2010 yılında TE-
KEL işçilerinin Türk-İş Genel
Merkez’i önünde çadır kurup 78
gün boyunca yaptıkları direnişin
bir benzerinin yaşanmaması için
sert tedbirler aldı. TEKEL işçileri-
nin eylemi tüm ülke genelinde
gündeme oturmuş ve özelleştirme
kapsamındaki tüm işyerleri için
örnek olmuştu. AKP Hükümeti,
Şişecam grevinin ertelenmesinden
de görüldüğü üzere, işçi sınıfının
hiçbir hak mücadelesine geçit ver-
me niyetinde değil. İşçi mücadele-
lerini daha başlangıç aşamasında
boğmak için her türlü önlemi alı-
yor. Yatağan işçilerinin demokra-
tik tepkilerine ve en küçük eylem-
lerine bile polisin en sert şekilde
saldırmasının sebebi bu.
Yatağan işçilerinin mücadelesi
karşısında, Türk-İş yönetiminin
tavrı da AKP Hükümeti’nden fark-
lı değil. Özelleştirme uygulamala-
rına imza atan AKP Hükümeti’nin
yanında yer alan Türk-İş yönetimi,
Yatağan işçilerinin eylem ve di-
renişlerini geriletecek açıklamalar
yaptı. Öyle ki Türk-İş Genel Baş-
kanı Ergün Atalay, direniş çadırını
ziyaret edip, “Genel grev yapama-
yız, yapamayacağım bir şey için
nasıl söz vereyim, onu yapmak
için Türkiye’de uçağı, gemiyi hep-
sini durdurmam lazım. Bu 50 se-
nedir olmamış bir şey. Şubat’ta 50
bin kişilik miting yaptık…” de-
mekte sakınca görmedi. Beş bin
işçinin işsiz kalacak olması, gü-
vencesiz ve esnek çalışma koşulla-
rına mecbur bırakılması karşısın-
da, “büyük bir miting”den fazlası
yapılamazmış! Soma’da 301 ma-
den işçisinin katledilmesi karşısın-
da, göstermelik saygı duruşundan
fazlasına gerek görmeyen Türk-İş
yönetiminden daha fazlasını bek-
lemek saflık olurdu.
Türk-İş Başkanı’nın odası
işgal edildi
Türk-İş yönetiminin, mücadele-
yi sahiplenmek bir yana, gerilet-
meye çalışan tutumu karşısında,
Yatağan işçilerinin sabrı taştı. 10
Haziran günü işçiler Türk-İş Ge-
nel Merkezi’ne yürüyüp Başkan’ın
odasını işgal ettiler. Tıpkı 2010 yı-
lında TEKEL işçilerinin yaptığı
gibi, sendikanın kendi evleri oldu-
ğunu söyleyerek “işçiyi satanı biz
de satarız” dediler. Başkan’la, Ce-
nevre’de olması sebebiyle görüşe-
mediler; ancak sabır taşının çatla-
dığını gösterdiler.
TEKEL işçilerinin, sendika bü-
rokrasisine karşı Mayıs 2010'da
Türk-İş 1. Bölge Temsilciliği ve
Temmuz 2010’da Türk-İş Genel
Merkezi işgal eylemlerini, Ekim
2010’da ise Tekgıda-İş Sendikası
önünde başlayan 78 günlük protes-
to eylemini görmeyen, duymayan,
sahiplenmeyen kimi sol/sosyalist
çevreler ise Yatağan işçilerinin ey-
lemini görmeyi, duymayı, hatta
duyurmayı “tercih” ettiler. İşçile-
rin sendika bürokratlarına karşı
mücadeleleri karşısında, konfede-
rasyon ve sendika yönetimlerinde
kimlerin olduğuna bakılarak tavır
alınması, vahim bir çelişki olarak
orta yerde duruyor. Yatağan işçile-
rinin tepkisi Türk-İş yönetimi ile
sınırlı olunca, bir anda sendikala-
rın işçilerin evi olduğunun hatır-
lanması açıklanmaya muhtaç bir
sınıfsal tavır.
İşçiler ampul patlattı
4 Temmuz günü Rekabet Kuru-
mu, Yatağan, Yeniköy ve Kemer-
köy termik santrallerinin özelleş-
tirme ihalesini onayladı. Böylece
Elsan Elektrik Şirketi'nin, 3 sant-
rali, tüm taşınır ve taşınmaz mal-
varlığı ve 50 yıllık kömür rezervi
ile birlikte satın aldığı ihale onay-
lanmış oldu. İhale bedelinin 3 mil-
yar 760 milyar dolar olduğu söyle-
niyor. Rekabet Kurumu’nun kara-
rından sonra Yatağan işçileri, ilçe-
lerindeki Madenci Anıtı önünde
toplanarak AKP ilçe binasına yü-
rüdüler.
Eylem sırasında yapılan açıkla-
mada, işçilerin bu mücadelenin
gerçek sahipleri oldukları belirti-
lerek, “Bütün uyarılara rağmen
Başbakan devri onaylarsa alıcı fir-
maları santrallere ve madenlere
sokacak mısınız” diye soruldu. İş-
çiler hep bir ağızdan “hayır” diye-
rek ihaleyi alan firmayı işyerlerine
sokmayacaklarını haykırdılar. Da-
ha sonra AKP binası önüne siyah
çelenk bıraktılar. Yanlarında getir-
dikleri ampulleri patlattılar ve
“AKP’nin ampulünü işçiler patla-
tacak” diyerek mücadeleye devam
edeceklerini duyurdular.
Oya Öznur
Yatağan işçilerinineylemleri sürüyor
4 İşçi Sözü Temmuz 2014
“Yetki Yasası” çözümünönünü açacak mı?
Hükümet, Kürt tarafının öteden
beri talep ettiği, müzakerelere hukuki
bir zemin kazandıracak yasa tasarısını
Meclis’e sundu. Yasa içeriği itibariyle
bir yetki yasası. Kürt sorununun çö-
zümü konusunda Hükümete geniş
yetkiler tanıyor. Yasa Meclis’te onay-
landıktan sonra hükümet, kendisine
verilen yetkileri kullanacak mı, kulla-
nacaksa ne şekilde kullanacak, hükü-
metin atacağı adımlar çözümün önü-
nü açacak mı? Bütün bunlar belirsiz.
Yasa tasarısı üç açıdan yenilik ta-
şıyor. Birinci olarak, hükümet, müza-
kere sürecinin, kurumsal olarak arka-
sında duruyor, sorumluluğunu üstle-
niyor. Bilindiği gibi, daha önce İmra-
lı’da Öcalan, Oslo’da KCK yetkilileri
ile yapılan görüşmeleri, hükümet üst-
lenmemişti. Irkçı, milliyetçi muhale-
fetin, “teröristlerle görüşüyor, müza-
kere yapıyorsunuz” yönündeki suçla-
malarını, “biz görüşmüyoruz ama
devlet isterse görüşür” gibi garip bir
yaklaşımla savuşturmaya kalkmışlar-
dı. Bu yasa ile müzakerenin yürütül-
mesi ve koordinasyonu ile kişilerin
görevlendirilmesi konusunda hükü-
met yetkili kılınıyor. Yani müzakere
sürecinin hukuki sorumluluğunu üst-
leniyor.
İkinci olarak, yasa ile hükümete,
“çözüm sürecinde” yurtiçi veya yurt-
dışında, çeşitli kişi, kurum ve kuru-
luşlarla görüşme yapma yetkisi tanı-
nıyor. Böylece, hükümetin görevlen-
dirdiği kişilerin, siyasi iktidar adına,
KCK’nin Kandil ya da Avrupa’daki
yetkilileri ile de görüşmelerinin önü
açılıyor.
Üçüncü olarak, hükümetin talimatı
doğrultusunda, bu görüşmeleri yürü-
ten kişilerin ve görevlilerin, cezai, hu-
kuki ve idari açıdan soruşturulmaları-
nın önü kesiliyor. Bilindiği gibi, Oslo
görüşmelerinin ardın-
dan, hükümetin, “para-
lel yargı” adını verdiği
Özel Yetkili Savcılar,
MİT Müsteşarı Hakan
Fidan ve bazı MİT yet-
kililerini, “teröristlerle”
görüştükleri gerekçe-
siyle ifade vermeye ça-
ğırmışlardı. Hükümet,
o zaman, apar topar
“kişiye özel” bir yasa çıkartarak, bun-
ların soruşturulup, kovuşturulmaları-
nın önüne geçmişti. Bu yasaya göre,
savcılar bir daha buna teşebbüs ede-
meyecekler.
“Terör sorunu” mu, Kürt sorunu mu?
Yasa, müzakerelerin devam edece-
ği konusunda, Kürtlere ve kamuoyu-
na güven verse de, bunun hangi te-
melde süreceği ve neyi hedeflediği
konusunda kuşkular doğuruyor. Bir
kere en baştan yasanın ismi sakat:
“Terörün Sona Erdirilmesi ve Top-
lumsal Bütünleşmenin Güçlendiril-
mesine Dair Kanun”. Yasanın böyle
adlandırılması bile, kırk yıllık köhne-
miş zihniyetin, bu hükümetle de sür-
mekte olduğunu gösteriyor. Yani, so-
run, bir halkın, halk olmaktan kay-
naklanan meşru haklarının tanınması,
taleplerinin yerine getirilmesi değil,
3–5 bin Kürt gencinin, bu amaçla eli-
ne silah alıp dağa çıkmış olması ola-
rak görülüyor. Burada
sebep-sonuç ilişkisini
tersine çeviren hüküme-
tin yaklaşımı müzakere-
lerin geleceği açısından
güven vermiyor. Yasa-
nın hiçbir yerinde, bıra-
kın “Kürt sorununu”,
“Kürt” kelimesi bile
geçmiyor. Öcalan’ın,
HDP heyetiyle görüş-
mesinde söylediği gibi, Cumhuriyet
tarihinde hiçbir yasa ya da resmi, hu-
kuki metinde “Kürt” kelimesinin geç-
memesi, sorunun çözümü bakımın-
dan, devlet için psikolojik bir eşik
oluşturuyor. Gerek bu metinle gerek-
se genel yaklaşımıyla, AKP hükümeti
de bu eşiğe takılıp kalmış görünüyor.
Başlı başına bu olgu bile, müzakere-
lerin geleceği konusunda umutsuzluk
yaratıyor.
Kürt siyasi hareketine karşı yıpratma savaşı sürüyor
Bir yandan Öcalan ile görüşmeler
sürer ve buna yasal bir zemin kazan-
dırılırken diğer yandan, siyasi iktida-
rın, Kürt siyasi hareketini yıpratmaya
dönük hamleleri dikkat çekiyor. Ka-
muoyuna ilk yansıyan, çocuklarının
PKK tarafından kaçırıldıklarını ileri
süren annelerin Diyarbakır Büyükşe-
hir Belediyesi önünde yaptıkları ey-
lemdi. Kürt siyasi hareketini hedef
alan bu eylem medya tarafından yay-
gın olarak işlendiği gibi, hükümet
çevrelerince de desteklendi. Bizzat
Başbakan Erdoğan, bu anneleri Anka-
ra’da kabul etti. Roboski’de çocukları
bombalanarak öldürülen annelerden
esirgediği yakınlığı, bunlara gösterdi.
Derik’te, çöp ve uyuşturucu sorunu
gerekçe gösterilerek, BDP’li beledi-
yeyi hedef alan bir toplumsal gösteri
düzenlendi. Diyarbakır’da, belediye-
nin aldığı halktan yana tedbirlerden
zarar gören Silvanlı otobüsçüler, Bü-
yükşehir Belediyesini bastı. Kısacası,
bir kısım Kürdün, Kürt siyasi hareke-
tini yıpratmayı hedefleyen ve Kürtler
arasında bölünme ve kutuplaşma ya-
ratma potansiyeli taşıyan toplumsal
eylemlerinde gözle görülür bir artış
kaydedildi. Her ne kadar bunların bir
bölümünün maddi temelleri bulunabi-
lir ise de, benzer eylemlerin üst üste
gelmesi, bir yerlerde kurgulanıp yön-
lendirildikleri kanaatini güçlendiriyor.
Yine Kürt aileler arasında öteden beri
süren husumete dayanan ve ağırlıkla
korucuların rol oynadığı öldürme ey-
lemleri giderek artıyor ve Kürtlerin
toplumsal birliğini tehdit eden bir bo-
yut kazanıyor.
İlk olarak, Kürt meselesi bağla-
mında gerçek yaşamda hüküm süren
gelişmeler, söylem ve kâğıt üzerinde
yazılanlarla çelişiyor. Diğer yandan,
Kürtler tarafından iki yıldır ısrarla ta-
lep edilmesine karşın, yasa tasarısı,
ancak Cumhurbaşkanlığı seçimleri
öncesinde Meclis’e getiriliyor. Recep
Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı
seçilebilmek için mutlak surette Kürt-
lerin oylarına ihtiyacı olduğu dikkate
alındığında, bu yasayla, Kürt sorunu-
nun çözümünden çok, Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanı seçilmesinin hedef-
lendiği görülüyor.
Aykut Özer
Recep Tayyip Erdoğan’ınCumhurbaşkanı seçilebil-mek için mutlak surette
Kürtlerin oylarına ihtiyacıolduğu dikkate alındığın-da, bu yasayla, Kürt soru-nunun çözümünden çok,Erdoğan’ın Cumhurbaş-kanı seçilmesinin hedef-
lendiği görülüyor.
5Temmuz 2014 İşçi Sözü
Politik yargılama AnayasaMahkemesi’nden döndü
Askeri darbe yoluyla hükümeti de-
virmeye teşebbüs ettikleri gerekçesiyle,
Özel Yetkili Mahkemece ağır hapis
cezalarına çarptırılan ve bu cezaları
Yargıtay tarafından da onaylanan “Bal-
yoz Davası” hükümlüsü subaylar ser-
best bırakıldı. Adil yargılanma hakla-
rının ihlâl edildiği gerekçesiyle, bireysel
başvuru hakkını kullanarak, Anayasa
Mahkemesine müracaat eden hüküm-
lülerin şikâyeti Yüksek Mahkemece
haklı bulundu ve bu kişilerin yeniden
yargılanmasına karar verildi. Her ne
kadar, sanıkların yeniden yargılama
sonucunda yine cezalandırılmaları teo-
rik olarak mümkünse de, Anayasa
Mahkemesinin bu tasarrufunu örtülü
bir af olarak değerlendirmek yanlış
olmayacaktır.
Daha önce de, Özel Yetkili Mah-
kemece ağır hapis cezalarına çarptırılan
ve dosyaları Yargıtay’a gönderilen “Er-
genekon Davası” sanıkları, uzun süre
tutuklu kaldıkları gerekçesiyle, serbest
bırakılmıştı. Yine, KCK Davalarının
tutuklu sanıkları kitleler halinde tahliye
ediliyor. Bütün bunlar, siyasi yargıla-
maların tıkandığını gösteriyor. Hukuk
dışı yargılamalar ile bunun sonuçları,
Yüksek Mahkeme kararlarıyla geçersiz
ilân ediliyor. Bu durum, hukukun,
siyasi yargılamalara üstün geldiğini
gösterse de, aslında yeni oluşan siyasi
dengelerin bir sonucudur. Dün, siyasi
iktidar her türden muhalifini suçlu ilan
ederek, siyasi yargılamalar sonucu tas-
fiye etmeye çalışırken, 17 Aralık Ope-
rasyonu ile bizatihi kendisi hedef tah-
tasına oturdu. Kendi kullandığı silah
ile vurulma noktasına geldi. Bunun
üzerine eski uygulamalarından vaz-
geçmek ve geçmişteki yanlışlarını telafi
etmek zorunda kaldı.
Yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıbir milattır
Tahliye edilen bazı “Balyoz Davası”
sanıklarının, “17 Aralık operasyonu
olmasaydı biz hâlâ hapiste yatıyor
olurduk” tespiti doğrudur. Başta Baş-
bakan olmak üzere AKP yetkilileri,
siyasi iktidara yakın çevreleri hedef
alan bu yolsuzluk ve rüşvet operas-
yonlarını, kendilerine yönelik bir darbe
girişimi olarak değerlendirdiler. Darbeci
olmakla suçladıkları devlet görevlilerini
hızla yargı ve güvenlik birimlerinden
tasfiye etmeye giriştiler. Binlerce polis
ile yüzlerce savcı ve yargıç, bulun-
dukları önemli mevkilerden alınarak
pasif görevlere atandılar. Ancak, siyasi
iktidarın bu suçlaması, “darbeci” gü-
venlik görevlisi, savcı ve yargıçların
geçmişteki tasarruflarını da tartışılır
hale getirdi. Buna bağlı olarak, “Erge-
nekon”, “Balyoz”, “KCK”, “Devrimci
Karargâh” vb. siyasi davaların meş-
ruiyeti ortadan kalktı. Son noktayı da
Anayasa Mahkemesi koydu ve bu da-
vaları fiilen geçersiz ilân etti.
Bir başka açıdan bakılacak olursa,
son tahliye ve örtülü afları, devlet için-
deki bölünmenin bir tezahürü olarak
da görmek mümkündür. Başta yüksek
yargı olmak üzere, devlet kurumlarında
şöyle bir kanaat oluştu: “Eğer, siyasi
iktidarın rüşvet ve yolsuzlukları yar-
gılanıp cezalandırılamıyorsa; bunun
önü hükümet tarafından kesiliyorsa, o
zaman “darbeciler” de, komplocu çe-
teler” de, “bölücüler” de yargılanma-
malıdır, cezalandırılmamalıdır.” İşte o
nedenle son gelinen durumu, yönetici
sınıf içindeki ve ezilenler ile egemen
sınıflar arasındaki yeni oluşan denge-
lerin bir yansıması olarak görmek
doğru olacaktır.
“Yavuz hırsız ev sahibini bastırır”
Başbakan, aslında, muhaliflerinin
Anayasa Mahkemesi kararlarıyla ser-
best kalması ve hatta aklanmasından
rahatsız ve tedirgin olsa da, bu du-
rumdan kendisine pay çıkarmaktan
geri kalmıyor. 2010 yılında yapılan
anayasa değişiklikleri ile Anayasa Mah-
kemesine bireysel başvuru hakkının
yolunu kendilerinin açtığını, dolayısıyla
sanıkların özgürlüklerini kendilerine
borçlu olduğunu iddia ediyor. Kendisine
teşekkür etmeleri gerektiğini söylüyor.
Oysa hükümet, anayasa değişikliklerine
bu hükmü eklerken, gelecekte bu gibi
sonuçlar doğuracağını öngörmemişti.
Onun derdi, devletin hukuki tasarruf-
larından mağdur olanların doğrudan
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
(AİHM) başvurmasını engellemek, ara-
ya bir bariyer daha eklemekti. Çünkü
AİHM’e yapılan hemen her başvuru,
devletin mahkûmiyetiyle sonuçlanıyor;
devletin hem itibarı sarsılıyor hem de
mağdurlara büyük tutarlarda tazminat
ödemek zorunda kalıyordu. Hükümetin
amacı bunun önünü kesmekti.
Aslında, başta mağdurlar olmak
üzere, kamuoyunun önemli bir kesimi,
bugün “cemaate” ya da “paralel dev-
lete” mal edilmeye çalışılsa da, siyasi
yargılamalardan AKP iktidarının so-
rumlu olduğunu, bugün “paralel devlet”
ilan ettiği unsurlarla suç ortaklığı içinde
bulunduğunu gayet iyi biliyor. Siyasi
yargılamaları, muhaliflerini tasfiye ede-
rek, iktidarını güçlendirmek için kul-
landığını da biliyor. İktidar bloğunun
iç çelişkileri yüzünden bu noktaya gel-
diğini ve son gelişmeleri kabullenmek
zorunda kaldığını görüyor. O nedenle
siyasi davaların mağdurları ve arkala-
rındaki toplumsal güçler, hükümete
müteşekkir olmak şöyle dursun, “ bu
daha başlangıç, mücadeleye devam”
şiarını benimsemiş olarak, önümüzdeki
günlerde siyasi iktidardan hesap sor-
maya hazırlanıyor.
Aykut Özer
Siyasi davaların mağdurlarıve arkalarındaki toplumsalgüçler, hükümete müteşek-kir olmak şöyle dursun, “
bu daha başlangıç, mücade-leye devam” şiarını benim-semiş olarak, önümüzdekigünlerde siyasi iktidardan
hesap sormaya hazırlanıyor.
6 İşçi Sözü Temmuz 2014
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yasatasarısını, “Kadına el kaldıran insanlığael kaldırmıştır, çocuğa el kaldıran,şiddet uygulayan, bir insan dahi ola-mayacak derecede alçalmıştır. Son ha-zırlığını yaptığımız yasa tasarısı, bukonuyla ilgili cezaları ciddi manadaartıran bir yasa tasarısı olacaktır. Böyle,bir kapıdan gir, öbür kapıdan çık yok...Çok ciddi ağır cezalar getiren bir yasaldüzenlemeyi Meclis'e Pazartesi günügönderiyoruz” diye duyurmuştu. Cinsel suçlarla ilgili maddeler de içe-ren, Türk Ceza Kanunu (TCK) ilebazı kanunlarda değişiklik yapılmasıhakkında kanun tasarısı, kadın örgüt-lerinden gelen tüm itirazlara rağmen,Meclis Genel Kurulu'nda kabul edildi.Kadın ve çocuk hakları örgütleriningörüşleri dikkate alınmadan hazırlanantasarı, kadınların tüm itirazlarına vebu itirazlara destek veren Meclis’tekimuhalefet partilerinin değişiklik öner-gelerine rağmen, AKP’nin her zamankianti-demokratik tutumuyla, bir kelimebile değişiklik yapılmadan Meclis’tengeçirildi.Ancak cinsel şiddetle mücadele içinkurumsal mekanizmalar oluşturulma-dan, kâğıt üzerinde yasaları ağırlaş-tırmak/hafifletmek, bu toplumsal so-runu çözüme ulaştırmaz. Bergama’da,18 Haziran’da 4. duruşması görülenDikili’deki liseli genç kıza tecavüzdavasında olduğu gibi. Suç sabit, ka-nıtlar ortada ve genç kızın beyanı esasalınması gerekirken, mahkeme, sanığımağdur gibi göstermekte, tecavüzcüyüpolis korumasına alıp, davayı sürekliileri bir tarihe atmakta (10 Eylül’e).Tecavüz, taciz, kadın, trans cinayetlerikonusunda ‘sicili bozuk’ bir adaletsistemiyle karşı karşıyayız! Tecavüz-cüleri koruyan bu adalet sistemi teca-vüze ortak olanlar kervanında.Hukukçuların belirttiği gibi, bizim asıl
sorunumuz cezaların arttırılması değil.Biz cezaların az olmasından değil,uygulanmamasından şikâyet ediyoruz.Cinsiyetçi yargı süreçleri nedeniylemevcut yasaların uygulaması zatensıkıntılıdır. Mahkemeler bu kadardüşük cezaları şu anda bile uygula-mıyor. Bundan sonra da, yüksek ce-zaları, bu kadar zayıf ceza hukukudüzenlemeleriyle uygulamayacaklarıaçık. Uygulama sorunlarını görmeyenbir ceza artırımı, aslında daha fazlacezasızlık getirecek. Diğer yargı alan-larında ciddi ve yapısal değişikliklergetiren bir pakette, cinsel suçlar vitrinolarak kullanıldı.TCK’nın birçok maddesinde değişikliköneren bir yasada, kadına karşı şiddet
ve kadın cinayetleri konusunda tekbir düzenleme yok. Tam tersine, ka-dınlara tecavüz sırasında uygulanan/uy-gulanacak şiddet konusunda erkeklereyeni “ceza indirimleri” geliyor. Cinayetdavalarında haksız tahrik indirimininuygulanmasının önüne geçecek birdüzenleme yapılmıyor. Yasaya, cinseltaciz, cinsel saldırı ve cinsel istismarsuçlarında “çocuğun ve kadının be-yanının esas alınması ve aksini ispatyükümlülüğünün erkekte olmasına”ilişkin de hiçbir hüküm konulmamış.Yasada zaman aşımı korunuyor, cinseltaciz ve kimi cinsel saldırı suçlarındaşikâyet süresi 6 ayla sınırlandırılıyor.15–18 yaş arası gençlerin kendi rıza-larıyla giriştiği cinsel eylemlerin cezasıarttırılıyor. Flört eden genç kadın veerkekler (ve hatta aileleri), daha uzunsürelerle hapse atılma tehdidiyle ce-zalandırılmak isteniyor. Karşı çıkılması
gereken önemli bir nokta da, 15–18yaş arasındaki çocukların cinsel ilişkidebulunmalarının cezalandırılması. Cinselsuç; şiddet içeren, zorlama olan birsuçtur. Ama çocukların cinsel ilişkisineceza getirmeleri, ilk cinsel deneyim-lerini yaşamak isteyen çocuklara sapıkmuamelesi yapıp, onları da cinsel suçişliyormuş durumuna düşürecek.Yürürlükteki yasa maddesini değişti-rerek, çocukların yetişkinler tarafındanistismar edildiği durumlar için, “taciz”ve “saldırı” ayrımı getiriliyor. Bu daçocukların taciz edilmesi halinde ce-zanın düşmesi anlamına geliyor. Yasadasanıkların “tedavisinden” söz edilmesi,devlet nezdinde eylemin hala bir suçdeğil, hastalık olarak görüldüğünügösteriyor. Tedaviden söz ederek, busuç toplumun önünde tıbbileştirilmeyeçalışılıyor.Bir diğer konu; Adli Tıp mekanizmasıiyi çalışmadığı için, cinsel saldırılardaAdli Tıp’tan alınan ruh sağlığı raporunutamamen kaldırılıyor. Mevcut yargı-lama sisteminde Adli Tıp raporu ağır-laştırıcı bir unsur. Ama mahkemelerbunu artık ağırlaştırıcı unsurdan çıkarıp,suçun temel unsuru gibi uyguluyorlarve biz buna karşı çıkıyorduk. Ancakadli tıp raporu, suçun etkilerinin araş-tırılması ve bu etkilerin yargılama sü-recinde göz önünde bulundurulmasıaçısından önemli. Ama devletin birbirimi kötü çalışıyor diye yasa maddesikaldırılıyor. Yapılması gereken devletinkurumlarının iyi çalışmasının sağlan-masıdır.Bu haliyle kabul edilen yasa çocuklarıkorumayı değil, muhafazakârlaştırmayıve cinsel özgürlüklerin sınırlandırıl-masını amaçlıyor; gençlerin flörtüyle,ülkemizde büyük bir sorun olan “çocukyaşta ve zorla evlendirmeler” konusuiki ayrı konudur ve bu konuda top-lumda bir algı yanlışlığı yaratmamakgerek.Cinsel taciz ve saldırı önlenmeyecek,çocuklar ve kadınlar korunmayacak,saldırganlar üzerinde caydırıcı etkisiolmayacak ve mevcut yasalar biledoğru düzgün uygulanmazken, tersinetecavüzcüler cesaretlendirilecek. ‘Ağırcezalar var!’ diyerek yutturulmaya ça-lışılan bu torba yasaya itirazımız var!Erkek egemen zihniyet ve muhafazakârbakış açısı değişmedikçe, çıkarılanhiç bir yasa, tecavüzü, tacizi, kadın-trans cinayetlerini engellemeyecektir.
A. Çelik
Sözde ceza artırımı özde cezasızlık
Erkek egemen zihniyet ve muha-fazakâr bakış açısı değişmedikçe,çıkarılan hiç bir yasa, tecavüzü,tacizi, kadın-trans cinayetlerini
engellemeyecektir.
Güzelyalı Halk Forumu’ndaGözdağı belgeseli
Gezi eylemlerinin birinci yılında,İzmir Güzelyalı halk formu olarakbir araya geldik. Bundan sonrakisüreçte neler yapabileceğimizi tar-tıştık. İlk olarak, bir grup arkadaşınSoma’ya gidip destek olması veyapılabilecekler hakkında görüş-mesini konuştuk. Bu karar üzerinebir grup arkadaş Soma’ya gitti. Ar-kadaşlarımızın izlenimleri ve yapı-lacaklar hakkında ileriki günlerdetartışacağız.
24 Haziran’da Can Dündar im-zalı ‘Gözdağı’ belgeseli gösterimiyapıldı. Gösterim için yoğun birkatılım oldu. Belgesel izlerken sıksık ‘Bu Daha Başlangıç MücadeleyeDevam’ sloganı atıldı. Belgesel bi-timinde B. Çakır kısa bir konuşmayaptı. Bu güne kadar siyasi iktidarınher fırsatta halkı aşağıladığını,ayak takımı olarak gördüğünü, as-kerlik yan gelip yatma yeri değildirdediğini, çapulcu gibi sözlerle ez-meye çalıştığını söyledi. En sonyaşanan Soma cinayetini kader,fıtrat, iş kazası şeklinde ifade ettiğini,halkın ve emekçilerin karşı tepkilervermesiyle de Diyanet İşleri’nin‘Önce önlemini alacaksın sonrakader diyebilirsin.’ şeklinde cami-lerde hutbe okuttuğunu anlattı.Avrupa’da 50 yıldır iş kazası olma-dığını, Türkiye’nin Avrupa’da iş ci-nayetlerinde birinci, dünyada üçün-cü olduğunun altını çizdi. Maliyetdüşürme, patronların daha fazlakar hırsı nedeniyle 301 insan iş ci-nayetine kurban gitmiştir diyerekbitirdiği konuşması olumlu tepkileraldı.
1 Temmuz’da Sivas katliamınıanma etkinliği düzenlenecek.
İşçi Sözü - Haber
7Temmuz 2014 İşçi Sözü
Her yıl Haziran ayının sonunda,LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel,trans, interseks) bireyler ile homo-fobi, transfobi karşıtı bireyler, biraraya gelerek, tüm dünyada Onur Yü-rüyüşü gerçekleştiriyorlar. 1969 yı-lında New York’ta, Stonewall Innadlı barda, baskı, şiddet ve ayrımcı-lığa dayanamayan eşcinseller ayak-lanmış; kendileri üzerinde baskıkuran polisi bara hapsetmiş ve 4 günboyunca sokaklarda çatışılmış, ey-lemler yapılmıştır. LGBTİ mücadele-nin dönüm noktalarından biri olangün, dünyanın her yerinde onur haf-tası ve onur yürüyüşü yapılarak kut-lanmaktadır. Burada onur ilekastedilen kişinin kendi oluşununonurudur; kendi varoluşundan utan-mamasıdır.
Türkiye'de Onur Haftası, ilk defa1993'te "Cinsel Özgürlük Haftası" adı
ile kutlanmak istenmiş; ancak döne-min İstanbul valiliğinin izin verme-mesi nedeniyle etkinlikler o yılgerçekleştirilememiştir. 2005 yılındanberi ise Türkiye'de Onur Yürüyüşleri,İstanbul, Ankara, Antalya, Bursa ve2013 yılından itibaren de İzmir olmaküzere, farklı şehirlerde kutlanmakta-dır.
LGBTİ konusu cinsiyet kimliği vecinsel yönelimlere dairdir; bu konudailk yapılması gereken de farkındalıkyaratmaktır. LGBTİ bireylerin var ol-duğunun, onların da toplumdaki tümdiğer bireylerle eşit haklara sahip ol-duklarının, bu bireylerin hastalıklı ol-madıklarının farkındalığı ve dahasonra toplumda kabulü olmalıdır. Sözkonusu, LGBTİ bireylerin sorunlarıve vermek zorunda kaldıkları müca-deleler olunca, genelde kulaklar tıka-nır; o bireylerin varlığı yadsınır.
LGBTİ bireylerin varlığına taham-mülsüzlük, kimi zaman, onlarınyaşam haklarının ellerinden alınma-sına kadar uzanır. Nefret suçları ve ci-nayetleri işlenir. Bunu yapan ailedenveya dışarıdan biri olabilir. Toplum-dan dışlanmamak için, LGBTİ birey-ler çoğunlukla cinsiyet kimliklerini veyönelimlerini saklayarak yaşamak zo-runda kalırlar. Bu da ikiyüzlü, onuradokunan bir yaşamdır. Özellikle transbireylerin cinsel kimliği hemen anla-şıldığından, onlara yönelik baskı,taciz daha çok görülmekte, hatta bubireyler sık sık tecavüze uğramakta-dırlar. Trans bireyleri kimse işe almakistemediğinden, bu kişiler seks işçili-ğine itilmektedirler. Bir de üstüne üst-lük, cinsiyet geçişi yaparken vekimliklerini değiştirmek istedikle-rinde bin bir zorlukla karşılaşmakta-dırlar.
Burada demokratik kitle örgütlerinedüşen görev, cinsiyet kimliği ve cin-sel yönelimler üzerine komisyonlarve sekreterliklerin kurulması ve arttı-rılmasıdır. Bu konuyla ilgili bildirilerhazırlanması ve eğitimler verilmesi-dir. Eğitim-Sen’in ikisi İstanbul’da,biri İzmir’de olmak üzere, üç LGBTİkomisyonu var. Sayıları yetersiz ol-masına karşın, şimdiye kadar yaptık-ları etkinlikler ve katkılar değerlidir.İzmir 2 Nolu Şube LGBTİ Komis-yonu, “Dikkat Trans Var” ve “BenimÇocuğum” filmlerini izletip, LGBTİaktivistler ve LGBTİ bireylerin ailele-rini çağırıp onlarla sohbetler gerçek-leştirmiştir. Bu yolla, öğretmenlerde,özellikle okulda cinsel kimliğini ve
cinsel yönelimini saklayan LGBTİöğrenciler ve LGBTİ öğretmenlerüzerine yeniden düşünme ve doğruyaklaşım geliştirme noktasında adım-lar atılmasına yardımcı olmuşlardır.Yine bu çerçevede, bu konuda müca-dele veren Kaos GL, Siyah PembeÜçgen, Listag’la tanışılmış ve ilktemas sağlanmıştır.
Bu yıl, İzmir’de ikincisi gerçekleşti-rilen Onur Yürüyüşünde, basın açık-lamasını okuyan siyah pembe üçgenaktivisti Demet Yanardağ’ın söyledik-leri çok anlamlıydı: "Eminim bir günbu devletin başına bir LGBTİ bireygelecek. Biz o gün kimseden öç alma-yacağız. Erk devleti, kendinden farklıgördüğü bizleri yok sayıp parçala-maya çalışmakta. Yine bu çarkın diş-lerini kıracak olan bizim direnmegayretimiz ve inancımız olacak".
Toplumda var olan önyargı, herke-sin kadın ya da erkek olarak doğduğuve cinsel tercihinin de karşı cinse yö-nelik olması gerektiği şeklindedir.Oysa kişilerin kendilerini kadın ya daerkek olarak mı hissettiği ya da ki-minle birlikte olmayı tercih ettiği as-lında ne devleti ne medyayı ne deheteroseks diğer bireyleri ilgilendirir.Devlet, medya ve toplum gözünde buinsanlar, sapkın, hastalıklı olarak yan-sıtılarak ötekileştirilmektedir. Oysakisağlıklı, bilinçli ve modern bir toplumyaşamı için, biliyoruz ki, doğru yolfarklı renkleri, zenginlikleri olan bi-reylerin birbirlerini tanımaları ve an-lamalarından geçiyor. Hepsindenönce, LGBTİ hakları insan haklarıdır.
A. Çelik
Alışın her yerdeler!
Onur yürüyüşüİlk kez 2003 yılında yaklaşık 30 kişi ta-
rafından düzenlenen LGBTİ Onur Yürüyüşügeçen yıl Gezi süreciyle doğal olarak anatemasını "direniş" yapmış ve 100 binkatılama ulaşmıştı. Bu yıl 12. si gerçekleş-tirilen yürüyüşün ana konusu "temas”tı.
Eşcinselleri, transları ahlak söylemlerive nefret cinayetleriyle baskılayıp şiddetemahkûm etmeye çalışan iktidara karşı onbinler bu temayı hayata geçirerek birbirlerinesarılarak sel olup aktı. Kendileri gibi gör-mezden gelinen ötekileştirilmeye çalışılanherkese, her şeye sahip çıkarak ve bunu ik-tidarın çatık kaşlı suratına kahkahalarlahaykırarak coşkuyla yürüdüler.
Kendi sözleriyle ifade edersek “benze-meyenlerin yan yanalığıyla özgürleşerek"yürüdüler. İstiklal caddesinde dalga geçtikleridevletin her sokak başına yığılmış, korkak,müstehzi zavallılığı dışında herkese do-kundular. Tomaların üzerine rengârenk bay-
raklarını asıp sözlerini yazdılar. Ne geziyiunuttular, ne Lice'yi. Hiçbir şeyi döküp kır-madan birbirlerine "nerdesin aşkım?" diyeseslenerek, "bu daha başlangıç mücadeleyedevam" ve "sevişe sevişe kazanacağız" di-yerek neşe içinde sokaklarda aktılar.
Gezi’nin en önemli sonuçlarından birisanırım bu. Bugüne kadar kimliklerini giz-lemek zorunda bırakılan LGBTİ bireylerdayatılan bütün toplumsal normlara, "nor-malliklere" inat var olduklarını haykırıp"alışın buradayız" diyorlar. Hatta "heteroysanüzülme herkesin bir kusuru vardır!" diyerekdayatma "normalliklerle" dalga geçiyorlar.En azından yılda bir gün de olsa saklanmagereği duymadan, aslında verdikleri zorlumücadeleyle giderek daha görünür olarakve kendileri dışında daha çok destekçibularak var oluyorlar. Tek başına bu bileGezi’nin sağladığı bir özgürleşme değilmidir? Birileri baskı ve şiddet görürken,diğerleri özgür olduğunu düşünebilir mi?
Bu yıl yaptıkları basın açıklamasından
bir bölümü okuyalım:“2013 yazında zaman ve mekân tüm
anlamını yitirmişti zira kısacık bir aya birömür, küçücük bir parka bir dünya sığdır-mıştık. Ufkumuzun ne kadar dar, çemberi-mizin ne kadar geniş olduğunu fark etmiştik.2013 Onur Haftası başladığında temamız“Direniş”ti, tüm hayatımız direnişti, halada öyle… Hepimiz birer direnişçiydikçünkü onurlu bir yaşam sürmenin yolu di-renmekten geçiyordu. 2013 İstanbul LGBTİOnur Yürüyüşü sona erdiğinde, bir dahahiç yalnız hissetmeyeceğimizi biliyorduk.İstiklal Caddesi’ni gökkuşağı renkleriylekaplayan on binlerce kişi, biricik ve birlikte,öfkeli ve neşeli, tüm insanlığı kuşatan, özel-likle yaşadığımız topraklarda son yıllardadaha da saldırganlaşan, adına “ahlak” denilen,“normal” denilen, “namus” denilen baskıaraçlarının gölgesinde kalmamak için hepbirlikte bağırdık."
Yürüyüşte söylenen, yazılan oncayaratıcı sözün esas olarak siyasal iktidarı
hedef aldığı gerçek ancak bu erkek egemen,cinsiyetçi, ayrımcı düzeni var eden sadeceAKP değil. LGBTİ bireylerin duvarlarayazıp sloganlaştırdıkları sözler bu gerçeğiifade ediyor. Yani eşcinseller, translar sadecemuhafazakâr kesimlerden değil sol, hattaMarksist çevrelerden de gördükleri benzerideolojik tavır ve duyarsızlıklardan şikâ-yetçiler. Kadına ve farklı cinsel kimliklereyönelik baskı ve cinayetleri hazırlayan birtoplumsal zemin var. Cinsiyetçi ötekileştiriciküfür ve espriler de farkında olmadan buzemini besliyor.
İktidarın kurduğu kimlik kategorilerinisorgulayan, farklı cinsellikleri dışlamayanegemen kültüre eklemlenmek yerine onudönüştürme potansiyeli taşıyan ciddi birmücadele var. Şimdi duvara "Marks Engels'isevebilir bunda ne var?" diye yazan aklınkarşısında durup yeniden düşünmeli veartık kimse kendini farklı olduğu için yalnızhissetmemeli...
Bahadır Altan
8 İşçi Sözü Temmuz 2014
301 Maden işçisinin “iş kazası” adıaltında açık seçik bir şekilde katledildiğiSoma’da katliam devam ediyor. Çünkükatliama neden olan vahşi kapitalizminölümcül kâr hırsı ve zihniyeti devamediyor. Başbakanından hükümetine, ta-şeron firma niteliğindeki Soma Hol-ding’den tensilcilerine kadar, elbirliğiiçinde yeni katliamlara kapıyı açık bı-rakan savunu ve “mukadderat” terane-lerine devam ediliyor.
“Ölmeye özenmek”Soma’da katledilen maden işçilerinin
geride kalan ailelerinin tazminat talep-leriyle mahkemelere başvurduğu bugünlerde, katledilen işçilerin çıkarılankömürden çok daha değersiz görüldüğüaçıkça itiraf ediliyor. Uyarı sensörlerininkapatılarak tehlikenin görmezden ge-lindiğinin, yani maden işçilerinin ha-yatının hiçe sayıldığının açığa çıkarakresmileşmesinin ardından, buna nedenolan vahşi kâr hırsının savunusuyla dayüzleşiyoruz. Balıkesir’in Savaştepeilçesinden İsmail Değirmen’in ailesitarafından açılan 393 bin liralık tazminatdavasında, taşeron firma Soma Kömürİşletmeleri Anonim Şirketi avukatlarıtarafından yapılan itiraz tek kelimeyleparababaları düzenine yakışır nitelik-
tedir. Şirket avukatlarına göre istenentazminat “Felaketi özlenir hale getirecekkadar çok…” Vahşi kapitalist kâr hırslarıdevlet ve AKP hükümetince teşvik edi-len kan emici patronlar işçileri ölümünesömürüyorlar. Katlettikleri işçilerin ai-lelerinin tazminat taleplerini ise, iste-diğiniz o parayı verirsek bütün işçilerölmeye gönüllü olur ve özenirler, di-yerek itiraz ediyorlar. Parababalarınave avukatlarına göre ölen işçinin 393
bin liralık bir hayati değeri yok ve ola-maz. Bu yaklaşım Soma’da yaşananişçi katliamının tüm can alıcılığıylahala sürdüğünü göstermektedir.
“Asıl işveren devlettir”“Madenler kamulaştırılsın!” talep-
lerinin sıkça dillendirildiğini, kimi sol-cuların da Soma’nın ardından devletkapitalizminin bu sinik talebini baştacı ettiğini görüyoruz. Mevcut para-babaları düzeni içinde ve vahşi kapitalistkâr döngüsünde devletleştirmenin sos-
yalist bir söylem ve sosla savunulmasıbüyük bir yanılsamadır. Taşeronlaştır-manın iş cinayetlerindeki ölüm oranınıyedi kat artırdığı, taşeron sisteminintek kelimeyle ölüm demek olduğunukimse reddedemez. Tıpkı ölümcül ta-şeron gerçekliğinin kamu işletmeleriylesınırlı olmadığının reddedilemez birgerçeklik olması gibi. Soma’da katle-dilen İsmail Değirmen’in (ve diğerle-rinin) avukatları, Soma maden ocakla-rının asıl işvereninin devlet olduğundan,Soma holdingin ise “hizmet alımına”istinaden taşeron firma konumunda ol-masından hareketle mahkemeye baş-vurmuştur. Bu nedenle de davalılar lis-tesinin başına Türkiye Kömür İşletmeleriGenel Müdürlüğü Ege Linyit İşletmesiMüessese Müdürlüğü’nü koymuşlardır.Açılan dava(lar)daki ikinci davalı iseSoma Kömür İşletmeleri Anonim Şir-ketidir. Madenler yasal olarak zatendevlete ait olup kamu malıdır ve “ka-mulaştırılsın” talepleri bir yanılsamanınürünü olarak eksik ve yanlıştır. Bunoktada; Taşeronlaştırmaya karşı çı-kılmalı, işçi sağlığı ve işçi güvenliğiesas alınmalı, sermayeden ve devlettenbağımsız olarak üretimde işçi kontrolügündeme getirilmelidir. Bütün bunlarmevcut parababaları düzeni içinde geçici
ve geçişsel nitelikte taleplerdir. Bütüntaleplerimiz mutlaka ve mutlaka tümkötülüklerin babası olan kapitalizminyıkılmasını esas almalıdır.
Taşeron şirket olan Soma Kömürİşletmeleri Anonim Şirketi avukatları“tazminat çok yüksek ve özendirici”derken ölen işçileri ve ailelerini biryana atıp şirketlerinin iflas edeceğindenyakınıyorlar. Parababaları düzenine vevahşi kâr hırsına dayalı bu savunmanınhesap işlemleri de aynı anlayışın ürünü;“Her aile için 400 bin TL üzerindentazminat hesaplanması durumunda şirket120 milyon 400 bin TL gibi ‘uçuk’ birtazminat tutarıyla karşı karşıya kala-caktır.” Avukatların, “adalet mülküntemelidir” yazan mahkemeye yönelikolarak şirketimiz iflas etmesin uyarı-larının yanı sıra bir de tehditleri var.Tek geçim kaynağı maden işçiliği olan6 bin işçi, sanki taşeron işçiliğine mah-kûmlarmış gibi, taşeron firmanın iflasıdurumunda işsiz kalmakla tehdit edili-yorlar.
Soma’da açılan davaları ve yargısüreçlerini yadsımamak ve takip etmekgerekiyor. Hukuk mücadelesi sınıf mü-cadelesinin bir parçası olmakla birlikteana hattı değildir ve hiçbir zaman içinfiili mücadelenin yerini tutamaz. Hattaişgal, grev, direniş gibi fiili mücadele-lerin yerini hukuk mücadelesinin aldığı,aldırıldığı birçok örnekte gerilemeleryaşandığı ve sınıf mücadelesinin pasifizeedildiği bir gerçektir. Sınıf mücadele-sinin hedefine ulaşması ve taleplerinkarşılanabilmesi için fiili mücadeleşarttır.
Taşeron işçiliği kader, iş cinayetlerimukadderat değildir:
Taşeron Sistemine ve İş Cinayetle-rine Son!
İşçi Sağlığı ve İşçi Güvenliği EsasAlınmalıdır!
Üretimde İşçi Kontrolü!N. Cemal
Soma’da katliam sürüyor!
Soma’da eksik olansınıfsal sorgulamadır
Soma’da düzenlenen ‘Taşeronlaş-maya ve İş Cinayetlerine Son’ mitin-ginin kamuoyunda bıraktığı izlenimişin arka planında önemli ayrışmalarve kırılmalar olduğunu gösteriyor. ZiraSoma’da yaşanan kıyımda, söz konusuinsanların yaşamı, devlet ve onu elindebulunduran muktedirler tarafından birbiçimde insan öğütme makinesi halinedönüştürülmüş durumdadır. Buna kar-şın, Soma’da yaşanan cinayet olağan-
laştırılarak, kaderci katliamların birsonucu olarak içselleştirilen bir vakaolarak görülüyor. Hal böyle oluncasonuca ilişkin haykırışların ve baş-kaldırının gelip dayandığı nokta, işinvahameti, insan yaşamını sonlandıranbir dramla sonuçlaması oluyor. Buradaeksik olan, sınıfsal bir çıkışın ve sor-gulamanın sonucu değiştirmeye yönelikbir hareket içermemesidir.
Bundan daha da vahim olan busistemin yapı taşlarından olan taşe-ronlaştırma mantığının süreç içindetoplumun bütün katmanlarında kanık-
sanması ve onunla barışık ve uyumluolmanın bir yaşam tarzı haline geti-rilmesidir. Bu kabulleniş sonucundabirçok farklı saptamalar ve yanılsa-malarla karşı karşıya gelinmesi sonu-cunda, eylemin içeriğine ilişkin pekçok yanlışa da taraf olundu.
Miting sonunda yapılan tespitlerdeSoma’ya bağlı mühendislerin ve işçi-lerin bir an önce iş başı yapmalarınıngerekliliği savunulurken, iş yeriningüvenilirliği ve işin sürdürülmesininzorunluluğu öne çıkarılmıştır. Bu nok-tada kesinlikle sert tavır alınması ge-
rekir. Çünkü işçi sağlığı ve iş güvenliğikonusunda hiçbir önlemin alınmadığıve alınacağına dair de hiç bir olumluintiba oluşmadığı ortadadır. Soma’lımadenciler tedirgindir.
Öte yandan, yine miting sonrasındayapılan değerlendirmelerde taşeron-laştırmayı masaya yatırma ve sorgu-lama yönünde sınıfsal perspektiftenyoksun davranışlar içine girilmiştir.
Mustafa Tanrıverdi(1990 Zonguldak grevi ve 1992
Kozlu grizusunu yaşayan maden işçi-lerinden)
Taşeronlaştırmaya karşı çı-kılmalı, işçi sağlığı ve işçi gü-venliği esas alınmalı, serma-yeden ve devletten bağımsız
olarak üretimde işçi kontrolügündeme getirilmelidir.
9Temmuz 2014 İşçi Sözü
Son bir ay içerisinde 5 kişinin ya-şamını yitirdiği Şırnak maden ocakla-rında çalışan işçiler, tıpkı Soma’lımaden işçileri gibi “Maden OcaklarıKapatılmasın” dediler. Ölümcül koşul-larda çalışan maden işçilerinin bu ta-lepleri, “makul” kafaların anlayama-yacağı bir gerçekliktir. Durum böyleolunca da en “devrimci” bakış açılarıve en “sosyalist” planlamacılar bile,başta maden işçileri olmak üzere, işçisınıfına yabancılaşmaya hızla devamediyorlar. “Şırnak Halkının Tek GeçimKaynağı Olan Kömür Ocakları Kapa-tılmasın”, “Kömür Ocaklarımızı Geriİstiyoruz” ve “Ekmeğime Dokunma”pankartları açarak yollara düşüp hay-kıran, valilik binasına yürüyen madenişçilerini anlamak için soyut ilkelerdendaha çok somut çözümler üreten geçişpolitikalarına ihtiyacımız var.
Ölümlerden ölüm beğenŞırnaklı yoksul Kürt köylüleri -tıpkı
Soma’da olduğu gibi- merkezi hükümetpolitikalarının sonucu olarak yıllardırçiftçilik ve hayvancılık yapamıyorlar.Şırnak’ta tarım adeta faili belli bir ci-nayete kurban gitmiş durumda. Savaşkoşulları ise bu atmosferin ana belirle-yeni. Otuz yıldır artarak devam edengöçle birlikte çalışacak bir iş bulama-manın ekonomik cenderesi arasındakalan yoksul Şırnaklılara ne kalıyordersiniz? Ölümlerden ölüm beğenmekgibi bir gerçek mi?
Şırnaklı emekçiler ölümcül koşul-larda ve insanlıktan çıkaracak yöntem-lerle de olsa maden ocaklarında çalışmakzorunda kalıyorlar. “Allah hiç kimseyiaçlıkla terbiye etmesin” özdeyişininanlamını en iyi bilenlerin başında madenişçilerinin geldiğinden hiç şüphemiz
yok. Biz bu gerçeği katliam sonrasıgittiğimiz Soma’da gözlerimizle gördük.Arkadaşlarının cenazeleri daha madenocağından çıkarılamamışken, boyunlarıbükük bir şekilde “başka ne iş yapabi-liriz ki, o ocağa inmeye ve çalışmayamecburuz” demişlerdi. Roboski katliamısonrasında yaptığımız taziye ziyaret-lerinde de ölüme ve açlığa mahkûmedilen bir halkın tanığı olmuştuk.
Maden ocakları Şırnaklıların nere-deyse tek geçim kaynağı. Bu gerçekliğive başka iş alanlarının açılmıyor oluşunubildiğimiz kadar, bu gerçekliğin birdevlet ve hükümet politikası olduğunuda bilmek zorundayız. Maden ocakla-rında işçi sağlığına ve can güvenliğineyönelik önlemler alınmıyor. Bunun ye-rine kömür ocaklarının kapatılmasıgündeme getiriliyor ve uygulamaya so-kuluyor. Şırnak valiliğine yürüyen ma-den işçilerinin talepleri de işte bu nok-taya odaklanıyor; “Maden ocaklarınınkapatılmasını değil, çalışma şartlarınıniyileştirilerek halkımızın hizmetine açıl-masını istiyoruz” diyorlar.
Sınıf mücadelesi gerçeğiSoma’daki gelir kaynağını elinin
tersiyle itmeyen ve Soma’daki madenocaklarını kapatmak gibi bir gündemiolmayan hükümet, “hizmet alımı” yo-luna gittiği taşeron şirketlerle ilişkilerinide yeniden düzenlemeyi hedefliyor.Şırnak’ta ise bu yöntem ve çabayı bilegöstermeye gerek duymuyor. Şırnaklıemekçileri, kendi coğrafyalarında, eko-
nomik yönden sömürmeye bile layıkbulmuyor. Hal böyle olunca da Şırnakmaden işçilerinin “Şırnak Halkının TekGeçim Kaynağı Olan Kömür OcaklarıKapatılmasın” talepleriyle yaptığı yü-rüyüşte maden ocaklarının işletmecileride yer alabiliyor. Bu durum çözümüzor bir sınıf mücadelesi denklemi de-ğildir. Sorun, nasıl ve nereden baktığı-mızla ilgilidir. Tıpkı çözüm gibi. Hep-sinden önemlisi ise Kürt yoksullarınınkaçınılmaz bir şekilde sınıf mücadelesigerçeğiyle yüzleşmeleridir.
Peki, devletin ve AKP hükümetininhedef ve amacı ne? Karadeniz ve birçokbölgede olduğu gibi bu bölgede de da-yatılan tek seçenek termik santraller.Bu durum “ölümlerden ölüm beğen”seçeneğinin bir başka yüzü değil mi?Şırnaklı emekçiler ise, elektrikleri ke-silmiş ve fiilen kapatılmış maden ocak-larının açılmasını istiyorlar. “Emek veekmek alanlarımızdan elinizi çekin”diyorlar.
TaleplerimizSadece kamuda değil, özel sektörde
de bir kanser illeti gibi yayılan taşeronsisteminin vahşi kâr hırsının işçi ölüm-lerini ve katliamları artırdığını çok iyibiliyoruz. Taşeron sisteminin ölüm de-mek olduğunu da çok iyi biliyoruz.Acil taleplerimizin başına “TaşeronSistemine Son” verilmesini koyuyoruz.Çalışma koşulları olarak “İşçi Sağlığıve İşçi Güvenliği” esas alınmalıdır di-yoruz. “İş Saatleri Kısaltılsın” diyorve “İnsanca Yaşayacak Ücret” talepediyoruz. Bütün bunların hayata geçi-rilebilmesi için sınıf mücadelesi açı-sından yükselen bir ivmenin gerekliliğiunutulmaması gereken bir gerçektir.
N.Cemal
Şırnak: Kürt yoksullarının sınıfmücadelesiyle kaçınılmaz yüzleşmesi
Soma’dan sonra Şırnak’taki
madenlerde 3 Haziran’da 1 işçi,
11 Haziran’da 3 işçi, 18 Hazi-
ran’da 1 işçi göçük ve zehirlenme
sonucu can verdi. Şırnak’taki
madenlerden Türkiye’nin kömür
ihtiyacının yüzde 10’u karşıla-
nıyor.
Şırnak merkeze 10 km uzak-
lıktaki açık ve kapalı maden sa-
hasında 62 kuyu ve 25 açık kö-
mür işletmesi bulunuyor. Net
olarak kaç işçinin çalıştığı bi-
linmeyen ocaklarda dönüşümlü
olarak 3 binin üzerinde işçinin
çalıştığı belirtiliyor.
İşçiler 80 cm çapındaki bo-
rulardan yerin 150-200 metre al-
tına ince bir halatla sarkıtılıyor.
Maskesiz, baretsiz çalışıyorlar.
Galerilerde 12-30 arasında işçi
çalışabiliyor. Aynı anda çok sa-
yıda kişinin ölmeyişi, galerilerin
küçük ve buralarda çalışan işçi
sayısının az olmasına bağlanı-
yor.
İşçiler günlüğü 50 TL’ye ça-
lışıyor. Madende çalışanların yaş
ortalaması 55. Aralarında çocuk
işçi de bulunuyor. Çocuklar ise
günlük 5 ila 20 liralık yevmiye
ile çalışıyor. Maden işçileri astım,
akciğer kanseri ve diğer solunum
yolu hastalıklarına yakalanıyor.
Madenlerin kapatılmaması için
ölen işçilerin sessiz sedasız gö-
müldüğü anlatılıyor.
Kapatılan ve elektrikleri ke-
silen maden ocaklarında çalışan
işçi ve işçi yakınları 21 Hazi-
ran’da valiliğe yürüdü. İşçiler
“Şırnak halkının tek geçim kay-
nağı olan kömür ocakları kapa-
tılmasın”, “Ekmeğime dokunma”
yazılı pankartlar açtı.
“Maden ocaklarının kapatıl-masını değil, çalışma şartla-rının iyileştirilerek halkımı-zın hizmetine açılmasını isti-
yoruz”
10 İşçi Sözü Temmuz 2014
İstanbul Üniversitesi, 2012 yılı Ağus-
tos ayında Çapa ve Cerrahpaşa Hastaneleri
ile Haseki Kardiyoloji Enstitüsü'nde ça-
lışan biz taşeron işçilerinin ücretlerinden
%5 kesinti yaptı ve yol paralarını kesti.
Çapa'da bu karara karşı eylemler yaptık
ve taşeron işçileri olarak 3,5 gün iş bı-
raktık. Beyazıt'taki rektörlüğe yürüdük
ve dilekçelerimizle itirazlarımızı bildirdik.
Üniversite yönetim ise, "zarar ettiklerini,
taşeron işçilerinin de fedakârlık etmesi
gerektiğini" söyleyerek geri adım atmadı.
2014 yılı Mart ayına gelince ücret
kesintisi ile ilgili yapılan şikâyetler sonuç
verdi. Çalışma Bakanlığı müfettişlerinin
yaptığı teftiş sonucunda bu kesintilerin
haksız olduğu ortaya çıktı. Yeniden ey-
lemler ve basın açıklamaları yaptık. Ke-
sintilerin iade edilmesini ve bundan son-
raki ücretlerin kesinti yapılmadan öden-
mesini istedik. Yönetimin oyalama tak-
tiklerine karşı 4 gün iş bıraktık, çalışmadık
ve hakkımız olanı istedik. Bir taraftan
da üniversite yönetimine yazılı başvuru
yaptık.
Dilekçemize verilen cevap "özrü ka-
bahatinden büyük" denilecek cinsten.
Yaptıkları kesintilerle sırtımızdan ne
kadar kar elde ettiklerini itiraf ediyorlar.
Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü'nün
8 Mayıs 2014 tarihli yazısının ekinde, 3
Mayıs 2012 tarihli bir başka yazı var.
Bu yazıda ücretlerimizi kesmeye nasıl
karar verdikleri yer alıyor. Vekil İşletme
Müdürü Prof. Dr. Recep Güloğlu imzalı
bu yazıda; hizmet alımı kapsamındaki
personel (temizlik, güvenlik, personel)
belirtilerek, "personele yol ve yemek zo-
runlu olmadığı halde ödendi, son birkaç
ihalede ise yemek ücreti teklif edilmedi,
bunun yerine hasta ve nöbetçi personel
için hazırlanan yemekten faydalandırıl-
dılar, yol içinse 6,22 TL brüt ücret bir
personel için günlük 3 adet İETT bileti
ödendi" deniliyor. Arkasından da 2012'de
yapılacak yeni ihale için hastaneler genel
direktörlüğüne alternatif öneriler sırala-
nıyor:
1. öneri "yol ücreti" başlıklı. 313 gü-
venlik personeline 1 adet bilet verildiğinde
aylık 16.845 TL, 2 adet bilet verildiğinde
aylık 33.691 TL, 3 adet bilet verildiğinde
aylık 50.618 TL ücret ödeniyormuş! 727
temizlik personeline günlük 1 adet bilet
verildiğinde aylık 39.127 TL, 2 adet bilet
verildiğinde aylık 78.254 TL, 3 adet bilet
verildiğinde aylık 117.570 TL ücret ve-
riliyormuş! 2242 kişilik diğer personele
günlük 1 adet bilet verildiğinde aylık
102.100 TL, 2 adet bilet verildiğinde
aylık 204.201 TL, 3 adet bilet verildiğinde
aylık 306.795 TL ücret veriliyormuş!
Yani personele verilen 3 bilet kesilirse
üniversite büyük kazanç sağlayacakmış!
2. öneri ise "personele verilen ücret-
lerin düşürülmesi" başlıklı. 2242 personel
için en düşük ücretliden %5, en yüksek
ücretliden %35 kesinti yapılması halinde
aylık 242.137 TL, yıllık 2.905.641 TL
elde edilecekmiş!
Yazının sonunda Döner Sermaye İş-
letme Müdürü diyor ki, yol paralarını ve
ücretleri bu şekilde kesersek "döner ser-
maye bütçesinden yapılan giderleri azaltır,
azami tasarruf sağlarız". Üniversite Rek-
törlüğü de Döner Sermaye İşletme Mü-
dürlüğü'nün bu teklifini hemen kabul
edip taşeron işçilerinin ücretlerini ve yol
parasını kesiyor! Yani bir el hesaplıyor,
diğer el kesiyor. Al gülüm ver gülüm,
göstermelik bir oyun...
Sanki biz taşeron işçilerinin açlık sı-
nırının altındaki ücretini değil de lüks
harcamalarımızı kısıyorlar! Sırtımızdan
kar etmenin hesaplarını bu kadar kolay
yapmışlar...
Sormak gerekir, "azami tasarruf sağ-
lamak" için yazılan bu yazıda niçin başka
bir "öneri" yok. Taşeron işçisinin ücretini
keserek "tasarruf" etmeyi düşünen, bu
teklifi yazan, imzalayan, uygulayan yö-
neticiler, kendi ücretlerinden bir kesinti
yapılmasını da teklif ettiler mi? Üniversite
yönetimi "azami tasarruf sağlamak için"
nasıl "fedakârlık" yaptı mı acaba? Tabi
ki hayır. Daha fazla kazanç için sürekli
olarak işçilerin maaşından keserek çalıp
çırpmak, patronların en temel sömürü
taktiğidir. Üniversite yönetimi de işçi
düşmanı bu taktiği gayet iyi kullanıyor
ve ücretlerimizden çalıyor.
Öyle ki Döner Sermaye İşletme Mü-
dürlüğü 8 Mayıs tarihli cevabında, iş
müfettişlerinin raporuna değinip, "2015
yılı ihalesi hazırlıklarımız başladı, 2015
yılı uygulamamız ne olacak" diye hasta-
neler genel direktörlüğüne soruyor? 2012
tarihli yazıda işçiler aleyhine öneriler sı-
ralamayı, "yol parasını kesersek şu kadar,
ücretleri kesersek bu kadar kar ederiz"
demesini biliyordunuz da, "kesinti yapmak
yasal değilmiş, kesilen tutarı iade edelim,
2015 ihalesini de kesintisiz yapalım" de-
meyi bilmiyor musunuz? Taşeron işçileri
aleyhine hesap yap, kesinti yapalım de,
iş kesintinin iadesine gelince "bu beni
aşar, direktörlük karar versin" diyerek
işin içinden sıyrıl. Yok öyle yağma...
Yağma yok! Ücret ve yol parası ke-
sintisinin haksız olduğunu, yasal olma-
dığını biliyoruz. Bu kesintilerin alınteri
hırsızlığı olduğunu biliyoruz. Bunu Ça-
lışma Bakanlığı müfettişleri de söylüyor.
Ücretimizin bir kuruşundan da, kadrolu
çalışma hakkımızdan da vazgeçmeye ni-
yetimiz yok. Hastane yönetiminin 8
Mayıs tarihli bu hırsızlık itirafı, mücadele
etmekte ne kadar haklı olduğumuzu bir
kez daha ortaya koydu.
Şurası bir gerçeklik ki İ.Ü. Hastane-
lerinde çalışan bütün emekçiler az ya da
çok sömürülüyorlar. Çözüm yolu ise
birleşik ve fiili mücadeleden geçiyor,
bütün emek örgütlerinin birleşik müca-
delesinden…
Biz haklıyız, biz kazanacağız!
Mecnun ÇINAR
İ.Ü. Taşeron İşçisi
Üniversitede hırsız vaaarr!
Küfür iş bıraktırdı301 maden işçisinin katledildiği
Soma’da maden işçilerinin tepkive duyarlılıkları devam ediyor.
1 Temmuz sabahı İmbat madenocağında çalışan işçilere amirlerdenbirinin hakaret ve küfür etmesiüzerine vardiyası biten işçiler pro-testo ederek ocaktan çıkmadılar.Öğle vardiyasına gelen işçiler iseocağa inmeyerek topluca iş bırak-tılar.
1 saat süren iş bırakma eylemiyöneticilerin ocakta bulunan işçilerinyanına giderek özür dilemeleri üze-rine sona erdi.
İşçi Sözü - Haber
Şırnak’ta maden ocaklarıneden kapatıldı?
Şırnak’ta 2013 yılında özel birmaden işletmesinde göçük mey-dana geldi. Ardından da Enerji veTabii Kaynaklar Bakanlığı Madenİşleri Genel Müdürlüğü yetkilileri ta-rafından bir rapor hazırlandı. Ra-porda; Şırnak’ta kuyu sistemiyle ça-lışan tüm maden ocaklarının kapa-tılması gerektiği, açık sistemle çalışandiğer ocakların ise basamak siteminegeçene kadar üretime ara verme-sinin zorunlu olduğu belirtildi.
2014 yılı başından itibaren özelidare ekiplerince, bu rapordan ha-reketle, yollara uyarı tabelaları asıldı.Bu süre zarfında, raporda belirtilenhususlara dair, maden ocağı işlet-mecileri tarafından önlemler alınıpdüzenlemeler yapılmadı.
Son yaşanan iş cinayetlerinin ar-dından ise Şırnak valiliğinin emriyletüm maden ocaklarının elektriklerikesildi. Maden ocakları fiilen kapa-tılmış ve işlemez hale getirilmiş ol-du.
İşçi Sözü - Haber
11Temmuz 2014 İşçi Sözü
Irak’ta kaosun sorumlusuemperyalistler ve işbirlikçileridir
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD), ge-
çen ay Irak’ın ikinci büyük kenti Mu-
sul’u, ardından da çoğunluğunu Sünni-
lerin oluşturduğu, Ramadi, Felluce ve
Tikrit’i ele geçirdi. Irak ordusu, IŞİD’e
direnmedi. Aynı durum Kerkük’te de
yaşandı; Kerkük’te de silah bırakan
Irak ordusundan boşalan yeri Kürt peş-
mergeler doldurdu ve kentte yönetimi
ele geçirdi. IŞİD, Türkmenlerin yaşadı-
ğı Telafer’i de ele geçirdi. Telafer’in
düşmesiyle Şii Türkmenler kenti terk
etti.
Suriye’nin kuzeyindeki petrol ya-
taklarını elinde tutan ve işleten IŞİD’in,
Irak’ın en büyük petrol rafinerisi Bey-
ci’yi ve Musul Merkez Bankası kasa-
sındaki 400 milyon dolar nakit parayı
da ele geçirerek, dünyanın en zengin ci-
hatçı örgütü haline geldiğinden söz edi-
liyor.
IŞİD ele geçirdiği yerlerde kitlesel
katliamlar yapıyor, insanlık suçu işli-
yor. Suriye’de insanların kafasını ke-
sen, ciğerlerini söküp yiyen örgütün,
burada da aynı vahşeti sürdürdüğü gö-
rülüyor. Kafasını vücudundan ayırdığı
insanların kellesini top olarak kullanıp,
Dünya Futbol Şampiyonası ile alay edi-
yor. Tigrit’te katlettiği 1700 Şii’nin gö-
rüntülerini dünyaya servis ediyor.
Yıllardır Maliki’nin ötekileştirici,
dışlayıcı ve ayrımcı politikalarını da
bahane ederek, hem Şiilere karşı bom-
balı saldırılar düzenleyip hem de Şii
kisvesi altında Sünnilere karşı eylemler
gerçekleştiren ve bu yolla mezhepler
arası iç çatışmayı körükleyen IŞİD’in,
Musul ve çevresini ele geçirmesiyle
Irak fiilen üçe bölünüyor.
Başta ABD olmak üzere batılı em-
peryalist merkezlerle karmaşık ilişkile-
re sahip olan ve bölge devletleri tarafın-
dan taşeron olarak kullanılan IŞİD ara-
cılığıyla, Irak kanlı bir iç savaşa sürük-
leniyor.
AKP IŞİD ile kol kolaIŞİD, Suriye’de bir taraftan Esad re-
jimine karşı savaşır dolayısıyla batının
yardımlarına mazhar olurken, diğer
yandan Rojava’da Kürtlere savaş açar.
Rojava’da oluşan özerk yönetimin statü
kazanmasını istemeyen, bu durumun
kendi Kürtleri için örnek oluşturacağı
ve içerideki Kürt mücadelesini gelişti-
receğinden çekinen AKP, özerk yöneti-
min yıkılması için çeteleri teşvik edip,
destekliyor.
New York Times dâhil, batıda ya-
yınlanan birçok gazetede, Kürtlere ve
Baas rejimine karşı savaşan çetelere,
Türkiye’nin lojistik destek sunduğuna
dair çok sayıda haber yayınlandı. Tür-
kiye adeta Pakistanlaştı. Cumhurbaşka-
nı Abdullah Gül’ün, “Afganistan’ın Ak-
deniz’in kıyısına gelmesinden” endişe
duyduğuna dair beyanı, bu durumun iti-
rafı gibidir.
Türk egemen sınıfı ve AKP, IŞİD’i,
uzun vadeli stratejilerin bir gereği ola-
rak destekliyor. Çünkü onlar için Suri-
ye’nin, Irak’ın toprak bütünlüğü, de-
mokrasi ile yönetilip yönetilmediğinin
hiçbir değeri yoktur. Onlar için önemli
olan, Türk sermayesinin bölgedeki yatı-
rımları ve pazar paylarının korunup, ge-
liştirilmesidir. Bu nedenle, IŞİD’in
hamlesi, Türkiye egemenlerine bölgede
savaş ve yayılmacı politikalar izleme
gerekçesi ve fırsatı vermektedir.
IŞİD’in, Musul ve çevre illeri ele
geçirerek kitle katliamları gerçekleştir-
mesi, ayrıca Türkiye’nin Musul Baş-
konsolosluğunu basıp 49 görevliyi re-
hin almasına rağmen, AKP tarafından
tehdit olarak algılanmaması, aralarında
derin ilişikler olduğuna dair bir işaret
olarak görülmelidir.
IŞİD’in son hamlesi bölgesel sava-şı körüklüyor
ABD askeri Irak’tan çekildikten
sonra, bölge ülkeleri arasında,
ABD’den doğan güvenlik boşluğunu
doldurmak, Irak üzerinde hegemonya
oluşturmak için kıyasıya bir rekabet
sürdürülmektedir.
AKP iktidarı, Barzani yönetimi ile
kurduğu ekonomik-siyasi ilişkiler yo-
luyla, Kürtlere hamilik etme pozisyo-
nuna giriyor. Ayrıca Irak petrollerinden
pay kapmak için, Kürt Yönetimi ile
Maliki arasındaki çelişkileri körüklü-
yor. Barzani, Rojava’yı boğmak için,
sınırının kendi tarafına çukur kazarken,
sınırın diğer yanına AKP duvar örüyor.
Suudi- Katar ekseni IŞİD’in finansörlü-
ğünü üstleniyor.
IŞİD’in, son hamlesi ile Irak-İran-
Suriye Şii yayını zayıflatması ve Türki-
ye sınırına dayanması, bölgeyi kaosa
sürüklüyor. Irak’ı yeniden dış müdaha-
lelere açık hale getiriyor. ABD bölgeye
uçak gemisi gönderiyor. Buna karşılık,
Maliki rejimine arka çıkan İran, ‘kutsal
yerlere saldırı’ bahanesini kullanarak,
müdahale edebileceğinin sinyallerini
veriyor.
Ortaya çıkan siyasi kaos, Türki-
ye’ye, Türkmenleri “koruma”, batı em-
peryalizmine “terörle mücadele” ve
“enerji güvenliğini sağlama”, İran’a ise
Şii katliamını ve kutsal mekânlarını ko-
rumak bahanelerini öne sürerek, bölge-
ye müdahale için gerekçe vermektedir.
Bu çerçevede, IŞİD’in hamlesi Irak’ın
bölünmesi ve mezhepler arası bir iç sa-
vaşa sürüklenmesi, Kürtler tarafından
bir fırsattan çok, tehdit olarak algılan-
malıdır.
Mustafa Eker
Gazze Saldırı altındaİsrail'in 8 Temmuz'dan bu yana Gaz-
ze'ye yönelik sürdürdüğü hava saldırıla-rında ölenlerin sayısı 160'ı aştı.
İsrail Başbakanı Netanyahu ‘hiçbiruluslarası baskının Gazze’ye saldırılarıdurduramayacağını’ söyledi.
Netanyahu, “Hamas’ı artan bir güçlevuracağız. Operasyonun ne zaman bite-ceğini bilmiyoruz” dedi.
Gazze’de ölenlerin sayısı, bu haberinhazırlandığı sırada 166’ya çıktı. 1120 ki-şinin yaralandığı bildiriliyor.
Filistin İnsan Hakları Merkezi’ne göreölenlerin 130’dan fazlası sivil. Kurbanlar
arasında 35 çocuk, 26 kadın bulunuyor. Filistin İnsan Hakları Merkezi, 147
evin tamamen yıkıldığını, yüzlercesininde kullanılamaz hale geldiğini belirtti.
Filistin radyolarının aktardığına göre,İsrail komandoları Gazze’ye kara harakatıbaşlattığında, Hamas’la sıcak çatışma ya-şandı.
İsrail ordusu kuzeydeki Beyt Lahyave çevresinde oturanları uyararak, evleriniterk etmelerini istedi.
Binlerce Filistinli evlerini terk etti,kuzeyden kaçan 4 bin kadar Filistinli,BM’nin mülteci okullarına sığındı.
İşçi Sözü-Haber
Ortaya çıkan siyasi kaos, Türki-ye’ye, Türkmenleri “koruma”, ba-tı emperyalizmine “terörle müca-dele” ve “enerji güvenliğini sağla-ma”, İran’a ise Şii katliamını vekutsal mekânlarını korumak ba-hanelerini kullanarak, bölgeye
müdahale için gerekçe vermekte-dir. Bu çerçevede, IŞİD’in hamle-si Irak’ın bölünmesi ve mezheplerarası bir iç savaşa sürüklenmesi,Kürtler tarafından bir fırsattan
çok, tehdit olarak algılanmalıdır.
12 İşçi Sözü Temmuz 2014
Rehin alma olayı AKP’nin bölgesiyasetinin iflasıdır
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) adlıradikal dinci örgütün Musul’u ele ge-çirmesinin ardından, Türkiye’nin MusulBaşkonsolosluğunu basarak, sayılarıelliyi bulan diplomat, diplomat yakınıve güvenlik görevlisini rehin alması,kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı.Bu çerçevede, AKP hükümetinin Or-tadoğu politikası ve Suriye iç savaşındaIŞİD örgütü ile ilişkileri yoğun bir şe-kilde tartışılmaya başlandı. Buna karşılıkhükümet, rehin alma konusunda yayınyasağı getiren bir yargı kararı aldırdı.Kararın gerekçesi olarak da, rehinelerin
yaşamı ve rehineleri kurtarma çabala-rının baltalanması gösterildi.
Ancak bunun da ötesinde, Başbakanbaşta olmak üzere, AKP çevrelerininrehin alma olayına yaklaşımı ilginçti.Genel eğilim olayın önemsizleştirilmesive vahametinin hafifleştirilmeye çalı-şılmasıydı. Başbakan, örgütten sözederken, “terörist” sıfatını kullanmaktanözenle kaçınıyor, “İŞİD unsurları” ifa-desini kullanıyordu. Ayrıca rehinelerisağ salim kurtaracaklarından emin birşekilde, egosunu şişirerek, “Irak’ın tümhücrelerine nüfuz etmişiz” şeklinde ko-
nuşuyordu. AKP çevreleri de “rehine”kelimesini kullanmadıkları gibi, bu ki-şilerin rehin tutulduklarına dair kuş-kularını ifade ediyorlardı.
Bu tür yaklaşımların iki temel nedeniolduğu söylenebilir. Birincisi, hükümetinOrtadoğu politikasının iflas ettiğiningizlenmeye çalışılmasıdır. Suriye’de,gerek Baas rejimine gerekse Kürtlerekarşı IŞİD ile işbirliği yapıp bu örgütüdestekleyen siyasi iktidarın, bu yanlışpolitikası, bir “bumerang” gibi dönüpkendisini vurmuştur. Bu gizlenmek is-tenmektedir. İkinci olarak, siyasi iktidar,
Ortadoğu’da sürmekte olan mezhep te-melli boğazlaşmadan siyasi çıkar eldeetme umudundadır ve bu süreçte “Sünniipine” sarılmıştır. IŞİD de Sünni bloğunen güçlü örgütüdür; onun zaferi Sün-nilerin zaferi olacaktır. O nedenle, siyasiiktidar, IŞİD’in bağnaz, katliamcı vebarbar yönünü değil, Sünni olma yanınıöne çıkarmakta ve bu örgütün her türlüvahşetini ve bu arada Türkiyeli diplomatve konsolosluk görevlilerinin rehinealınmasını görmezden gelmekte, kü-çümsemektedir.
Hükümetin rehine olayındaki bu ra-hat ve vurdumduymaz tavrı, çeşitlikomplo teorilerinin de ortaya atılmasınayol açmaktadır. KCK Yürütme Komitesiüyesi Murat Karayılan, bir söyleşisinde,rehin alma olayının bir danışıklı dövüşolduğunu iddia etmekte ve Türkiye’ninIŞİD ile derin işbirliğini gizleme vebatılı ülkelerde oluşan bu yöndeki ka-naatin yıkılmasını sağlamaya dönükolduğunu savunmaktadır. Yine kimimuhalif çevreler, rehinelerin, cumhur-başkanlığı seçimlerinde bir koz olarakkullanılacağını, seçimlerin hemen ön-cesinde serbest bırakılmaları sağlanı-larak, Erdoğan’a puan kazandırılmakistendiğini ileri sürmektedirler. Gerçekne yönde olursa olsun, rehine olayıAKP hükümetini ve onun bölge politi-kasını vurmuş, sorgulanmasına yol aç-mıştır.
Necdet Seçer
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) adlıradikal dinci örgütün, Irak’ın ikincibüyük kenti Musul’da kontrolü elinegeçirmesiyle başlayan ve iç savaşadönüşme riski taşıyan çatışmalar, zatenkırılgan olan Türkiye ekonomisiniolumsuz yönde etkiledi. Çatışmalarınyoğunlaşmasıyla birlikte, dünyanınönde gelen petrol üreticisi ve ihracatçısıülkelerinden olan Irak’ın petrol üretimive ihracatının düşmesi tehlikesi ortayaçıktı. Bu duruma tepki veren uluslararası piyasalarda, petrolün varil fiya-tında 10 dolarlık artış meydana geldi.Bu durumun kalıcı hale gelmesi, Tür-
kiye’nin petrol faturasında yıllık 4,5milyar dolar artışa yol açacak.
İkinci olarak, Kürdistan bölgesiylebirlikte Irak, Türkiye’nin en fazla ih-racat yaptığı ülkeler sıralamasında2.sırada. Bu ülkeye yılda on milyardoları aşkın ihracat gerçekleştiriliyor.Gerek mal dolaşım güvenliğinin teh-likeye girmesi, gerek halkın tasarrufeğilimine girmesi gerekse ülke eko-nomisinde askeri harcamaların payınınyükselmesi nedeniyle, Türkiye’nin buülkeye yıllık ihracatında 2,5 milyardolarlık kayıp öngörülüyor.
Bunun yanında, ekonominin aske-
rileşmesine bağlı olarak, Kürdistanbölgesindeki müteahhitlik faaliyetle-rinin, ihracatın azalmasının doğal so-nucu olarak da nakliyecilik faaliyet-lerinin gerilemesiyle, Türkiye ekono-misinde 1,5 milyar dolarlık bir kayıpmeydana geleceği düşünülüyor. Sonuçolarak, Iraktaki çatışmaların boyutlanıpiç savaşa dönüşmesinin Türkiye eko-nomisine faturasının 8–8,5 milyardolar olması hesaplanıyor. Ülke milligelirinin yüzde birine tekabül edenbu kaybın başka yollarla telafi edilmeside mümkün görünmüyor. Bunun eko-nomik büyümeye olumsuz etkisinin
yanı sıra özellikle Kürt illerinde önemliölçüde işsizliğe ve gelir kaybına yolaçması muhtemel. Bu durumun sadeceekonomik değil siyasi sonuçları daolacak ve Kürt halkının hoşnutsuzluğuartarak, siyasi istikrarı etkileyecektir.Kısacası, siyasi iktidarın şimdiye kadarmüttefik olarak gördüğü İŞİD, son as-keri hamlesi ve Türkiyeli diplomatlarırehin almasıyla, AKP hükümetinin si-yasi itibarını sarsmakla kalmamış, aynızamanda ülkenin ekonomik sorunlarınayenilerini eklemiştir.
İşçi Sözü Haber
IŞİD ekonomiyi de vurdu
13Temmuz 2014 İşçi Sözü
Dünya Kupası’nın görünmeyen yüzü:
İşçi direnişleri
Geçen ay başlayan Dünya Kupası,Brezilya’da yoğun protestolarla, grevve direnişlerle karşılandı. Bu protestolaraslında geçen yıl toplu taşıma ücretlerineyapılan zamlara ve Dünya Kupasınayapılan aşırı harcamalara karşı gerçek-leşen gösterilerin bir devamıydı. Yıl-lardır, krizi bahane ederek kemer sıkmapolitikası izleyen, ‘kaynak yok’ diyereksosyal harcamaları kısan, milyonlarcainsanı gettolarda yoksulluk ve sefaletiçinde yaşamaya mahkûm eden Brezilyaİşçi Partisi Hükümeti’nin, Dünya Kupasıve 2016’da yapılacak olimpiyatlar sözkonusu olunca, tam tersi tutum takın-ması ve bol keseden para harcamasıişçi sınıfını öfkelendirdi. Dilma Rousseffhükümetinin ikiyüzlülüğünü ve burjuvakarakterini gözle önüne serdi.
Topu topu bir ay sürecek kupayı iz-lemeye gelecek zenginler için yeni lüksoteller ve binalar inşa edilmesi, on ikidevasa stadyumun yapılması, bunu ya-pacak inşaat şirketlerini ve futbol ku-lüplerini finanse etmek için 20 milyardolar kaynak ayrılması, grev ve diren-işleri tetikledi. Halkı maçın yapılacağıstadyumların çevresinden uzaklaştırmak,stadyumlara yer ve yol açmak için ya-pılan yıkımlardan 170 bin gettolununetkilendiğinden söz ediliyor. Evsizişçiler hareketi (MTST), bunun üzerine,Kupa’ya bir hafta kala on bin kişilikbir gösteri düzenledi.
Kamu fonlarının, Dünya Kupasıiçin özel inşaat şirketlerine, futbol ku-lüplerine peşkeş çekilmesiyle, yıllardırkamu hizmetlerinin sübvanse edilme-mesi, eğitime-sağlığa, ulaşıma kaynak
aktarılmaması arasındaki çelişkiyi farkeden öğretmenler ve sağlık çalışanları,ücret artışı talebi ile greve çıktı. Bunlarabelediye ve fabrika çalışanlarının dakatılmasıyla, grevlerin yaygınlaşması,Dünya Kupası maçlarını zora soktu.
Brezilya işçileri, spora meraklıama ihtiyaçlarının da farkında
‘Dünya Kupası için para varsa kamuulaşımı için neden para yok’ diyenyaklaşık 9700 metro çalışanı, maçlarabir hafta kala, % 10 zam talebiylegreve çıktı. Brezilya’nın 16 milyon nü-fuslu ikinci büyük kenti Rio de Janei-ro’da, Dünya Kupasının başladığı gün,üç ayrı hava alanında çalışanlar iş bı-raktı. Buna karşı, Brezilya mahkemeleri,Metro İşçileri Sendikasına, kamu hiz-metini engellediği gerekçesiyle, 170.000dolar ceza kesti. Grevin devam ettiğiher gün için de 222.000 dolar cezaödemesine karar verdi. Ama aynı hü-kümet, göstericilere müdahale etme-yebileceği endişesiyle, zam talep ederekgrev kararı alan Ulusal Polis Sendika-sının isteğini kabul edip, polislerin üc-retlerine % 15,8 oranında zam yaptı
İşçi Partisi 2002’de iktidara geldi.İzlediği kemer sıkma politikaları veIMF programlarıyla Brezilya’yı dün-yanın sekizinci büyük ekonomisi haline
getirirken, toplumsal eşitsizlik ve ada-letsizlik de arttı. Sınıflar arası uçurumolabildiğince derinleşti. Yoksullara yap-tıkları yiyecek yardımların, kamuya aitmilyarlarca dolar tutarındaki parayı kü-resel elitleri-zenginleri eğlendirmekiçin spor tesisleri yaparak harcamahakkını kendilerine verdiğine inandılar.İşçi kitlelerinin, Dünya Kupasını Bre-zilya’ya getirme prestiji ile kendi ta-leplerinden vazgeçeceğini düşündüler.Hükümetin bu spor etkinliklerine har-cadığı, kulüplere ve şirketlere aktardığıpara ile yoksulların gündelik temel ih-tiyaçlarını karşılamak için vermektenkaçındığı destek arasındaki büyük farkıgöremeyeceğini sandılar.
İşçiler, ücretlerinin ve temel kamuhizmetlerinin iyileştirilmesi için gerekliparanın var olduğunu gördüler. İşçipartisinin, Brezilya kapitalist sınıfına,uluslararası kapitalist sistem içinde say-gınlık kazandırmak için Dünya Kupasınıkullandığını, bunun için savurganlıkyaptığını fark ettiler. Kitlesel eylemlerle,grev ve direnişlerle hükümeti baskı al-tına almak, ücretlerini iyileştirmek, ka-munun eğitime-sağlığa ayırdığı fonlarıarttırmak, konut sorununda yaşananadaletsizlik ve eşitsizlikleri düzeltmekiçin güçlerinin olduğunu fark ettilerve greve gittiler.
Kitleleri uyutma ve futbol ku-lüplerini finanse etme işlevi gören Dün-ya Kupası, Brezilya’da tersten bir etkidebulundu. Sınıf bilincinin ve mücadele-sinin gelişmesine ve yükselmesine yolaçtı.
Mustafa Eker
Kitleleri uyutma ve futbol ku-lüplerini finanse etme işlevigören Dünya Kupası, Brezil-
ya’da tersten bir etkide bulun-du. Sınıf bilincinin ve mücade-lesinin gelişmesine ve yüksel-
mesine yol açtı.
Avrupa İnsan Hakları Mahke-mesi (AİHM), Ergenekon soruş-turması kapsamında gözaltına alı-nıp, OdaTV davasında tutuklu ola-rak yargılanan araştırmacı gazete-ciler Nedim Şener ve Ahmet Şık’ınyargılandığı dava için güvenlik ihlaliyapıldığına ve ifade özgürlüğününkısıtlandığına hükmetti.
Gazeteciler AİHM’ne 2011 yı-lında tutukluluk nedeniyle araştır-macı gazetecilik mesleklerini sür-düremedikleri, somut delil olmak-sızın tutuklandıkları ve tutukluluk-larının yasallığına itiraz edemediklerigerekçeleri ile başvurmuşlardı.
Türk hükümeti AİHM’ne davayıreddetmesi gerektiğini söylese de,mahkeme tutukluluk süresinin budenli uzamasını meşru kılacak “ye-terli” ve “inandırıcı” delil sunula-madığı sonucuna vardı. MahkemeNedim Şener'e 20 bin, Ahmet Şık’aise 10 bin Euro manevi tazminatödenmesi gerektiği kararını aldı.
Kararı değerlendiren Ahmet Şıkkararın tutuklu gazeteciler için em-sal oluşturması gerektiğini söyledi.Kararın ifade özgürlüğüyle ilgili bö-lümünün Anayasa Mahkemesi içinde içtihat oluşturması bekleniyor.
İşçi Sözü Haber
Siemens 11 bin çalışanıişten atacak
Dünya çapında 360 bin çalışanasahip olan Siemens, 11 bin 600çalışanı işten çıkararak yılda 11milyar Euro tasarruf yapmayı plan-lıyor.
Siemens'in orta vadede ise, 51bin çalışana sahip tıbbi teknolojiüretimi yapan şirketi kapatmasıplanlanıyor. Siemens'in tıbbi tek-noloji şirketi şu anda yılda 13.6milyar Euro ciro yapıyor.
İşçi Sözü Haber
14 İşçi Sözü Temmuz 2014
20 Haziran’da greve çıkan Kristal-İş
Sendikasına üye 5800 cam işçisinin grevi,
“milli güvenlik ve genel sağlık için tehdit
oluşturduğu” gerekçesiyle, Bakanlar Ku-
rulunca 60 gün ertelendi. Grevin kaldığı
yerden devam edebilmesi için, sendikanın
başvurusu üzerine, Danıştay’ın, Bakanlar
Kurulu kararının yürütmesini durdurması
gerekiyor. Danıştay’dan bu yönde bir
karar çıksa bile, Hükümet yeni bir erte-
leme kararı ile grevin önüne geçebiliyor.
Dolayısıyla bu 60 gün erteleme, grev
hakkının kullanımını fiilen ortadan kal-
dırması ile grev yasağı işlevi görüyor.
Bu durum cam grevinde daha önce de
yaşandı. Yani, AKP’nin cam grevine bu
ilk müdahalesi değil.
O yıllarda henüz yeni iktidar olan ve
2003–2004 Cam Grevini kapitalist sınıfın
gözüne girmek için erteleyen AKP, on
yıl sonra, rüştünü ispatlamış, kapitalist
sınıfın hizmetkârı ve rejimin sahibi ol-
duğunu göstermiştir. Çalışma hayatını
piyasanın ihtiyaçlarına uygun olarak bi-
çimlendirmiş bir burjuva partisi kimliği
ile Cam Grevinin karşısına, bugün yeniden
çıkıyor.
Pencere, otomobil camının, çay bar-
dağı üretiminin durmasının, milli güvenlik
için tehdit oluşturduğunu söylemek işçi-
lerle alay etmektir. Cam grevi, “milli
güvenlik” için bir tehdit değil, patronun
aşırı kâr hırsını frenlemeye dönük bir
adımdır. İşçilerin yasal hakkıdır. Grev
hakkı ulusal değil, sınıfsal bir meseledir.
Demokrasinin varlığı yokluğu sorunudur.
AKP ulusal çıkarların arkasına saklanarak,
patronların çıkarlarını savunmaktadır.
İşçi ücretlerinin en yüksek olduğu iş
kollarından birisi olan cam sektöründe,
son on-on beş yıldır uygulanan bu baskı
ve yasaklar nedeniyle, sömürü olabildi-
ğince artmış, ücretler gerilerken, Şişe
Cam Holding, işçilerin sırtından, Rusya,
Bulgaristan, Gürcistan ve diğer birçok
ülkede üretim ve yatırımı olan bir dünya
markası haline gelmiştir.
Şişe-Cam grevi son dönemlerin en
kitlesel grevi olması nedeniyle, sınıfın
diğer kesimleri ve geniş kitleler tarafından
görülür hale gelebilir, esin kaynağı oluş-
turabilirdi. Cumhurbaşkanlığı seçim sü-
recinde, Erdoğan’ın durumunu olumsuz
etkileyebilirdi. AKP eliyle baskılanan
grev hakkının ve sendikal hakların kul-
lanımına yeniden işlerlik kazandırabilirdi.
Bu yüzden de ‘ne kadar az ücret, o kadar
çok kâr’ mantığına göre işleyen kapitalist
düzenin istikrarı için bir tehdit unsuru
olarak görülen grev engellenmeliydi!
Sendika bürokratları Kristal-İş grevine
sahip çıkmadı. Çünkü TİS taleplerini en-
flasyon artışına endekslemiş olan sendi-
kacılar, Kristal-İş’in enflasyon oranının
üzerinde ücret artışı, iyileştirme, ilk işe
giriş ücretini yukarı çekme gibi taleple-
rinin, kendileri için de bir sorun oluştu-
racağını görerek, mücadeleye omuz ver-
mekten kaçındılar. Çünkü onlar da biliyor
ki, mücadele sadece patronların ve siyasi
iktidarın değil, sendika bürokrasisinin
de panzehiridir.
AKP’nin yasalarla zaten iyice sınır-
landırılmış olan grev hakkının kullanımını,
milli güvenlik ve benzeri gerekçelerin
arkasına saklanarak engellemesi, grev
hakkının yasaklanması, sendikal hakların
kullanımını engellemesine karşı, cam iş-
çilerinin yükselttiği mücadeleye sahip
çıkılmalı. AKP’nin grev kırıcı, yasakçı
ve baskıcı zihniyeti ile ona tepki göster-
meyen sendika bürokrasisinin teslimiyetçi
tutumu teşhir edilmelidir.
Mustafa Eker
Şişe-Cam’da grev yasağı işçi sınıfını ve demokrasiyi tehdit ediyor
31 Mayıs 2013 sabahı 4:45’Te Gezi
Parkı’na polis saldırısı gerçekleştirildiğinde
oradaydım. O güne dair yazdıklarımı sosyal
medyada paylaşmam, sonrasında başımı
biraz ağrıtmıştı. Ama benim içimde kalan
bir şey vardı. Aynı gün sabah başlayan fiili
direnişimiz bütün gün sürmüştü. Öğle sa-
atlerinde Taksim meydanında gerçekleş-
tirdiğimiz ve polisin vahşi saldırısına
uğrayan (Sırrı Süreyya Önder’in yaralandığı)
oturma eylemimizde Gümüşsuyu istika-
metine çekilenler arasındaydım. Polis sal-
dırısı ve gaz bulutları arasında orada bulunan
büfenin sattığı içme sularına dalmış, parasını
ödeyemeden oradan uzaklaşmak zorunda
kalmıştım. İçtiğim o suyun parasını öde-
meliydim. Benim için bu çok önemliydi.
Gezi direnişinin 1. yılı bunun için bir vesile
olmalıydı. Bu vesileyle de o güne dair
yazdığım notları bulup çıkardım ve bir
kez daha okudum:
Devrim sanki göz kırptıGezi Parkı direnişinin ikinci gününün
gecesindeyiz. Birlik, beraberlik ve daya-
nışma, ikramlar içinde geçiyor. Şarkılar
marşlar söyleniyor. Festival havası hâkim.
Örgütlü ve deneyimli olanlar işin ciddiyetinin
farkındalar. Keyifli değiller. Özgür yolda-
şımla birlikte dinleniyor, etrafa bakıp dü-
şünüyor ve konuşuyoruz. “Bu akşam ça-
dırdasın değil mi?” diye sorup, “Bak artık
çadırımız var” diyor. Saat sabahın dördü
olmuş, üstümüze üstümüze geliyorlar. Po-
lisin saldırıya hazırlığını hissedebiliyoruz.
Göz göze geliyor ve hazırlanıyoruz. Gaz
maskelerimizi takıp Gezi Parkı’nda uyuyan
kimsesizleri, evsizleri ve arkadaşlarımızı
uyandırmaya başlıyoruz. Derken yüzlerce
polis kaskının üstümüze gelişini görüyoruz.
Çantamdaki düdüğü çıkartıp uzun uzun
çalmaya başlıyorum. Nöbet bekleyen ar-
kadaşlara, “geliyorlar hazırlanın” diye ba-
ğırıyorum. Ardından da sloganlarla uyan-
dırmaya çalışıyoruz. Özgür yoldaşımın ‘Bu
saldırıyı zaten bekliyorduk’ diyen bakışları
arasında ilk gaz bombaları ayaklarımızın
dibine düşüyor. Bir süre sonra göz gözü
görmüyor. Kaçacak yer dahi yok. Ya has-
tanelik etmek ya da öldürmek için gaz ve
ses bombaları atıyorlar. Düşenler, ezilenler,
gazdan boğulanlar var. Birbirimizi kaybetmiş
durumdayız. Önce bu gaz bulutundan kur-
tulmalı sonra arkadaşlarımızı bulmalıyız,
dedim. Divan otelinin yanına çıktığımızda
TOMA’lar peş peşe gelmeye ve tazyikli
su sıkmaya başladı. Polis gaz bombası at-
maya devam ediyordu. Nefes alamıyorduk.
Bir grup Hilton otelinin arkasından içeri
girip Harbiye tarafına yöneliyoruz. Harbi-
ye’ye geldiğimizde her yer harp alanı gibi.
Gözlerimdeki o kimyasalları temizleyip
gözyaşlarımı silerken birinin bana seslen-
diğini duyuyorum. Sesin sahibini karşımda
görünce kendime gelip rahat bir nefes alı-
yorum. Sabah saat beş ve Cemal yoldaşım
karşımda. “Nasıl buldum seni?” diyor ve
derken Özgür de yanımıza geliyor…
Barikatlar kurulup direniş başlıyor…
Direniş gün boyu devam ediyor… Direniş
geceye uzanıyor… Direnişçiler ertesi sa-
bahın ilk ışıklarını karşılıyorlar… 1 Haziran
sabahından öğle saatlerine doğru uzanırken
gün bizim için daha yeni başlıyor… Dire-
nişte… Mücadelede… Taksim Meydanı’na
giriyoruz… Gezi Parkı’na giriyoruz… Polis
geri çekilmek zorunda kalıyor… Gerisi
malum; Gezi parkı komünü, paradan ve
devletten arınmış zamanlar, birlik mücadele
ve dayanışmanın ders çıkarılacak o güzel
günleri… Ve iki ağaç arasında asılı duran
o pankart: Devrim Sanki Göz Kırptı
Bu daha başlangıçGezi direnişinin birinci yıldönümünde
işyerimden çıkıp Taksim’e yöneliyorum.
Her yer sivil ve resmi polislerce kuşatılmış
durumda. Güçlükle de olsa Galatasaray
yönünden İstiklal caddesine girmeyi başa-
rıyorum. Bir süre sonra Taksim Meydanı
ve İstiklal Caddesi’ne sadece girişler değil,
çıkışlar bile yasaklanıyor. Her sokak başına
bir TOMA düşüyor. Dozerler ve itfaiye
araçları polis araçlarına destek olarak bek-
letiliyor. İstiklal Caddesi’nde kurulan Gezi
Komün Mutfağı, Gezi Kütüphanesi ve
“Gezi Direnişinin 1. Yılı” vurgusuyla kay-
bettiğimiz canlarımızın resimlerini taşıyan
tişört stantlarını görüyorum. Stanttaki o
tanıdık yüze yönelip sarılıyor ve “Bu daha
başlangıç” diyorum. O da bana “Mücadeleye
devam” diyor. Beklenen polis saldırıları
başlıyor. O gün beni Harbiye’de bulan yol-
daşım ve stanttaki diğer yoldaşlar Gezi
Kütüphanesi kitaplarını veriyorlar. Çay,
simit ve kaşar peyniri servisi yapıyorlar.
Tişört dağıtıyorlar. Hepsi de parasız, tıpkı
Gezi Parkı sürecinde olduğu gibi. Polis
saldırılarına karşı İstiklal caddesinin ortasında
oturup kitap okuyanlar var. Aslında onlar
devlet terörüne karşı meydan okuyorlar.
Yoldaşımın kulağına eğiliyor ve “O suyun
parasını gidip ödemeliyim” diyorum. Ko-
münlerimizde paranın hiç bir geçerliliği
yok, ama bu başka bir şey. Evet, ödemeli-
yim.
Mahir Kara (Taşeron işçisi)
Gezi Direnişi: 1 yıl önce 1 yıl sonra
15Temmuz 2014 İşçi Sözü
Tekgıda-İş Sendikası İstanbul Avrupa
Yakası Şube Başkanlığı'na seçildikten
sonra sendika genel merkezi tarafından
tasfiye edilen ,'le süreci ve gelinen son
durumu konuştuk. Sendikalara ve sendika
bürokrasisine dair tabloyu ortaya koyan
bu söyleşiyi özetle sunuyoruz:
" Mücadele süreci boyunca yaşanılan
haksızlıklara seyirci kalmaktan ziyade
bu haksızlıklara şöyle veya böyle destek
verip yardımcı olanlarla da karşılaştım.
Sol basın içinde yer alan bazı siyasal ta-
rafların bu tutumlarının bilinçli bir yol
ve tarz olduğunu gördüm. Sendikal süreçte
demokrasi ve mücadeleyi esas aldım ve
2011 yılının Eylül ayında Tekgıda-İş Sen-
dikası 11. Olağan Kongresi'nde bu söy-
lemler ile yola çıktım. Ancak sendika yö-
netimine aday olmak için bile suyun başını
tutanlardan 'izin' almak gibi bir zorunlu-
luğun olduğunu öğrenmiş oldum. Ardından
da sıkı bir genel başkan sorgusu ve muhtelif
tehditler geldi. Genel kurul kürsüsüne
çıkıp gerçekleri söylemenin sırası ancak
basın ve misafirler gittikten sonra gelebildi.
Bu durum 'kol kırılır yen içinde kalır' de-
mekti. Beni hemen hiçbir alakam olmayan
bir grupla ilişkilendirmeye çalıştılar, suç-
lamak için bahaneler aradılar. Bunun adı
ve yöntemi ise 'kulp takma' idi. Beni hiç
yazmadığım bir mektubu yazmak ve şu-
belere kongre öncesi dağıtmakla suçladılar.
Bu mektubu yazan da, yazdıran da, dağıtan
da ben değildim. Yazanı da dağıtanı da
biliyorum, tanıyorum ve artık eminim ki
onlar da biliyorlar. Derken hemen ücretli
yöneticilik kadrom kaldırıldı ve işçiler ile
görüşmemin önüne engeller getirildi. Ör-
gütlü olduğum işyerlerine giriş çıkışım
yasaklandı. Bu vesileyle anladım ki; sen-
dika genel merkez yönetimi işyerlerindeki
örgütlülük süreçlerini işçilere değil de iş-
verene dayanarak ve güvenerek sürdür-
mekte...
İstanbul 12. İş Mahkemesi'nde dava
açtım. Hukuksuz bulduğum kararlara
rağmen çalışmalarıma devam ettim. Elit
Çikolata için Çalışma Bakanlığı'na teftiş
talebi yazar yazmaz ve bu yazıların birer
nüshasını sendikanın genel merkezine
ulaştırır ulaştırmaz 11 aylık uzaklaştırma
cezasına çarptırıldım. Uzaklaştırma kararını
da hukuksuz bulduğum için cezanın iptali
için yine İstanbul 12. İş Mahkemesi'nde
dava açtım. 30.12.2011 günü 'genel başkan
Mustafa Türkel’in sendikal haklarını şu-
beden çıkmayarak engellediğim' gerek-
çesiyle gözaltına aldıırıldım ve bu sırada
çilingir marifetiyle şubem teslim alındı.
18.01.2012 günü İstanbul 12. İş Mahkemesi
hakkımda verilen uzaklaştırma cezasını
durdurdu. Kararı sendikaya ve işyerlerine
noter vasıtasıyla tebliğ ettim. Buna rağmen
işyerlerine girişim engellenmeye devam
etti. Bu durumu protesto etmek için Efes
Pilsen fabrikası önünde sendika önlüğü
ve şapkasıyla beklemeye başladım. Bu
sefer de şubemin yönetim ve yedeklerini
istifa ettirerek, 'şubeniz münfesih olmuştur'
diye bir yazı gönderdiler. Sendika genel
merkezinin, işvereni de arkasına alarak,
seçilmiş işçilerden oluşan bir şube yöne-
timini istifa ettirebileceğini görmüş oldum.
08.04.2012 günü sendika genel merkezinde
olağanüstü şube kongresi tertip edildi. İş-
çilere alenen tehditler savuran genel başkan
Mustafa Türkel, kendisini Divan Kurulu’na
seçtiremeyince, salondan ve salonun bu-
lunduğu genel merkez binasından kaçtı.
Kaçarken hazirun cetvelini de alıp gitti.
15.04.2012 günü seçim mahalline dele-
gelerden önce gelen Güngören İlçe Seçim
Kurulu önünde hiçbir sendika genel merkez
yöneticisi olmadan bir seçim yapıldı ve
tek liste halinde tekrar şube başkanı se-
çildim. Yeni seçilmiş yönetim kurulumuz
sendika genel merkezi tarafından tanınmadı
ve binaya dahi sokulmadı.
Toplam 13 ay süren hukuk mücadelesi
sürecinde ekonomik şartlar beni zorladı.
Özgıda-İş Sendikası'ndan gelen iş teklifini
kabul ettim. Tekgıda-İş Sendikası derhal
mahkemeye giderek, 'dava konusuz kaldı
Muzaffer Dilek istifa etti,' diyerek davanın
reddini istedi. Mahkeme buna rağmen da-
vayı kabul ederek Mustafa Türkel’in şah-
sıma karşı yaptığı tüm uygulamaların hu-
kuksuz olduğunu karara bağladı. Karar
temyiz edildi. Yargıtay 9. Dairesi tarafından
dosya onanarak karar kesinleşmiş oldu.
Şimdi sıra işçilere, işçilerin demokratik
haklarına saygı göstermeyen sendikanın,
bu yargı kararına saygı gösterip göster-
meyeceğine geldi."
İşçi Sözü - Haber Söyleşi
Tek Gıda-İş sendikası ve sendika bürokrasisi
6545 sayılı Türk Ceza Kanunu İle
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun, kısaca bilmem kaçıncı “torba
yasa”, 28.06.2014 tarihli ve 29044 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girdi.
Bu yasa ile yapılan değişikliklerden
2797 sayılı Yargıtay Kanunu da nasibini
aldı.
Yargıtay’ın 23’i hukuk, 15’i ceza dai-
resi olmak üzere zaten 38 olan daire
sayısı halen aynı. Ancak bu değişiklikte
kaç dairenin hukuk kaçının ise ceza ola-
cağı şimdilik bir muamma! Bu belirleme
Yargıtay Büyük Genel Kurulu’na bıra-
kılmış. Kanun’un yürürlüğe girmesi ile
Hukuk ve Ceza Daireleri’nin sayıları be-
lirlenecek ve yeniden bir işbölümü yapı-
lacak.
Önceki haliyle daireler arasındaki iş
bölümlerinin belirlenmesinde ilgili bel-
geler esas alınmaktayken; artık mahkeme
kararlarındaki niteleme, iddianame/id-
dianame yerine geçen belgeler esas alı-
narak işbölümü yapılacak. Bu belirlemeler
sonrası mevcut tüm dosyaların dairesi
değişecek yani. Bu değişikliklerin zaten
ağır işleyen temyiz sürecini hızlandır-
mayacağı açık. Yıllardır bekleyen dosyalar
bu değişiklik sonrası yeni dairelerine
gönderilip bir süre daha beklemeye devam
edecek!
Öte yandan bu Kanun’la, Yargıtay’ın
yapılanmasında köklü değişiklikler de
yapılıyor. Öyle ki, düzenlemenin eski
halinde Yargıtay Birinci Başkanı olabil-
mek için en az dört yıl Yargıtay üyeliği
yapmak yeterliydi. Değişiklikle en az on
yıl üyelik yapmış olma şartı getirildi.
Keza Birinci Başkan Vekili, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı, Başsavcı Vekili
ve Daire Başkanı olabilmek için üyelikte
geçirilmesi gereken en az süre üç yıldan
beş yıla çıkarıldı.
Bununla birlikte öncekinden farklı
olarak Genel Sekreter’in de beş yıl Yar-
gıtay üyeliği yapmış olması koşulu geti-
rildi. Görev süresi iki yıl olarak belirlenen
Genel Sekreter’in, görevin sona erme-
sinden sonra bir kez daha seçilebileceği
de düzenlendi. Birinci Başkanlık Kuru-
lu’na seçilecek üye sayılarında da artış
yapıldı. Birinci Başkanlık Kurulu’na üye
seçilebilme koşulu da “üç yıl süreyle
Yargıtay üyeliğinde çalışmış olma” olarak
belirlendi.
Kanun’daki en önemli düzenleme ise
“Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren
3 gün içerisinde Genel Sekreter ve Yar-
dımcılarının, 7 gün içinde de 1. Başkanlık
Kurulu’nun bu değişikliklere uygun olarak
yeniden belirlenecek olması”.
Yani bu Kanun’la Yargıtay’ın yapısı
baştan sona değiştiriliyor.
Kuşkusuz ki yıllardır hem söylemleri
hem de atamaları ile yargıya müdahale
eden iktidar bu kez de Kanun değişikliği
yaparak emellerine ulaşmaya çalışıyor.
Hükümet, son altı ayda “cemaat operas-
yonu”, “paralel yapının tasfiyesi” gibi
gerekçelerle önce Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştirdi.
Ardından yaz kararnamesi ile 2 bin 300
hakim ve savcının görev yerini değiştirdi.
Şimdi de Yargıtay’ın yapısına kendi is-
teğine daha uygun bir biçim vermeye
çalışıyor. Kısacası aradığımız “adalet”
daha da uzaklaşıyor…
Nagihan Bulduk
“Torba”da Yargıtay için ne vardı?
İşçi SözüB ü t ü n ü l k e l e r i ni ş ç i l e r i , b i r l e ş i n !
Köz, N. Cemal imzalı bir roman.Daha önce Tekelin Elleri-Mücadele veYordam kitabında Tekel işçilerinin dire-nişini içeriden bir dille (bildiri, belge vedirenişçilerin anlatımlarıyla) bizlere aktaranN. Cemal, bu kez roman dilini tercihetmiş. Romanın ana eksenini yine bir işçidirenişi oluşturuyor. Bu kez kendimiziZonguldak maden işçilerinin grevinde vebüyük Ankara yürüyüşünün içinde bulu-yoruz. Tekelin Elleri-Mücadele ve Yordamiçin yapılan bir söyleşide N. Cemal “benim
tek isteğim işçilerin okuyabilmesi" demişti.Maden işçilerinin grev ve yürüyüşünüroman diliyle yazma tercihini bu vurguyuhatırlatarak sorunca; "Evet. İşçi arkadaş-larımın daha rahat okumasını istiyorum.O nedenle roman dilini tercih ettim” di-yor.
Köz, 12 Eylül 1980 askeri darbesininacımasız işkence sahneleriyle başlıyor.İstanbul Sansaryan Han ve Ankara MamakAskeri Cezaevi, askeri mahkeme yargı-lanmaları, yargısız infazlar, gözaltında
kayıplar, Cumartesi Anneleri… Hepsibirden romanın yapı taşlarını oluşturmuş."Köz, sence de sert ve acımasız işkencesahneleri içermiyor mu?" N. Cemal busoruyu soruyla yanıtlıyor: “Sert olan ro-mandaki işkence sahneleri mi yoksa iş-kence denilen fiilin bizzat kendisi mi?Dikkat ederseniz roman karakterlerindenbirisi ‘Bir kez daha anladı ki işkence veişkencehane hayal edilemez, ancak yaşanır’değerlendirmesinde bulunuyor. Köz tas-laklar halinde ortaya çıkmaya başladığındailk bölümlerini sevgili Bilgesu Erenus’agösterme fırsatı buldum. Bu benim içinbüyük bir şanstı. Bilgesu da işkence sah-neleri için benzer şeyler söylemişti. ‘Bunlarıromanına koyma’ gibi bir usta tavsiyesindeasla bulunmadı. Ama ‘genç işçi arkadaşlarbu satırlardan korkabilir' demeyi de ihmaletmedi. Acımasız olan yazdıklarım değil,işkencenin kendisidir ve bu bir gerçektir.İşkence bir insanlık suçudur. Bu suçubütün devletler gibi bu devlet de defalarcaişlemiştir, işlemeye de devam etmektedir."
"Köz, 12 Eylül 1980 ile 3 Mart 1992arasında geçiyor. Yeni bir 12 Eylül romanımı?" sorusuna N. Cemal'in verdiği yanıtnet; “Bu fili tutuğunuz yerden tarif etmeyebenzer ki, bütününe baktığınızda ortayafarklı bir tablo çıkar.”
Romanın ana zeminini 1990-1991Zonguldak maden işçileri grevi oluşturuyor."Yazdıkların tamamıyla kurmaca mı yoksatanık anlatımlarına mı dayanıyor?" soru-suna ise şöyle yanıt veriyor; “Köz kendiyaratmış olduğum karakterler üzerineörülmüş bir roman. Karakterlerin tümühayatın içinden çıktılar. Efraim ustadanAysema ve Ayfer’e, Ahmet’ten Işık veDeniz’e kadar hepsi hayatımın ve haya-tımızın bir parçası. Madencilerin grevive Ankara yürüyüşü ise romanımı ve ya-rattığım karakterleri sergilediğim gerçekbir sahnedir. Bire bir yansıtma kaygısıtaşısaydım ortaya roman tadında okunacakbir şey çıkmazdı. Evet, ‘tanık anlatımları’da var. Ama o tanık da benim. 1990-1991 Zonguldak grevini ve büyük Ankarayürüyüşünü günü gününe yaşadım. Ro-manımdaki karakterleri süzüp çıkarabi-leceğim ve yeniden ete kemiğe büründü-rebileceğim o kadar çok maden işçisi ta-nıdım ki. Evlerinde kaldım, aylarca sof-
ralarını paylaştım.” Köz sadece Zonguldak grevini anlat-
mıyor. İşkencede sorgulanan devrimci iş-çiler perdeyi aralıyor. Yeraltı dünyasındanbir mafya kesiti var: Antalya’dan başlayıpAnkara’ya uzanan bir "fuhuş pazarı", An-kara’nın pavyonlar âlemi, ceketleri om-zunda gezinen "delikanlılar" ve kanlıpiyasa hesaplaşmaları. Sanayileşmeye vekapitalist gelişmeye karşı ayak diremeyeçabalayan bir esnaf. Ve bol anasonluçilingir sofraları... Yani bir anlamda 12Eylül sonrasının memleket hali anlatılı-yor.
Kızıl Sakal Kamil, Kazmacı Ramazan,Kıvırcık Ali ve Çavdar Mehmet’i soru-yoruz: “Onlar, 1965 Kozlu maden işçile-rinin kanla bastırılan isyanından sufleleralıyorlar. Onların içine donanma erleritarafından katledilen Satılmış Tepe veMehmet Çavdar’ın ölümsüz ruhları girmiş.O kuşağın uzantısı olan madenciler bütünyaşananların canlı hafızası olup aktar-mışlar” diyor. Zonguldak grevinin "efsane"ismi Şemsi Denizer ise, resmi tarih anla-tımlarının peçesi yırtılarak, gerçek yüzüylekarşımıza çıkıyor.
Köz'de oldukça güçlü kadın karak-terlerle karşılaşıyoruz. Erkeklerin dünyasınıbirer matkap gibi içten içe oyuyor, derin-liklerine kadar işliyorlar. Kadın eliyleşekil veriyorlar. Yeter karakteri bu erildünyaya da kendilerine dayatılan kölelikkaderine de yeter demesini bilen kadın-lardan. Kapitalizmin erkek egemen dün-yasını temel alan romanda kaderlerineboyun eğmeyen Aysema ve Ayfer gibibaşka kadınlar da var. Dişe diş mücadeleediyorlar. Bedel ödüyorlar. Bedel ödeti-yorlar.
N. Cemal'in Nisan 2013 tarihini taşıyanromanı Temmuz 2014'de h2o Kitap tara-fından yayımlandı. 12 Eylül generallerininyargılandığı davanın sonuçlandığı, Soma'da301 maden işçisinin katledildiği, işçilerinsendika bürokrasilerine karşı sesleriniyükseltmeye çalıştığı ve Gezi isyanınınbirinci yılını devirdiği bugünlerde yakıntarihimize dair hafıza tazelemekte faydavar. Hem de roman tadında.
Oya Öznur
Köz: Anlatılan senin hikâyendir!
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır