golge e-dergi aralik 2011 sayi 51

48
Aralık 2011 Sayı 51

Upload: goelge-e-dergi

Post on 10-Mar-2016

253 views

Category:

Documents


6 download

DESCRIPTION

Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

TRANSCRIPT

Page 1: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Aralık 2011 Sayı 51

Page 2: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Merhaba…

Başta Gölge e-Dergi ile ilgili güzel bir gelişmeyi paylaşmak istiyorum sizlerle.Sinema sanatının önemli etkinliklerinden biri olan Gezici Festival’in sponsorları arasında Gölge e-Dergimiz de bulunmaktadır artık.

Başta sinema ile başlayan bu tür desteklerimiz, çizgi roman, frp, öykü gibi dergimizin içeriğini oluşturan diğer keyifli paylaşımlar içinde sürecektir.

2011 yılının bu son sayısı ile birlikteyiz yine.Acısıyla, tatlısıyla, iyisiyle, kötüsüyle bir koca seneyi devirdik hep beraber.Hep beraberdik bir sene boyunca. Yazdık, çizdik, okuduk.

Yazmak, çizmek gibi zor ve meşakkatli bir uğraşta eserleri ile bize destek veren, dergimizi takip eden, paylaşan tüm dostlara selam olsun.

Dostlarla birlikteydik, yeni yıllarda da, yeni sayılarda da yine hep beraber olmaktır dileğimiz.

İyi okumalar…Mehmet Kaan SEVİNÇ

3

51. Sayı ile tekrar birlikteyiz.

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com

Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ [email protected]

Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ,

Gülhan D SEVİNÇ.

Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ

Kapak: Nadir KUTLUHAN

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve

özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.

http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/GolgeDergi

http://golgedergi/deviantart.com

İÇİNDEKİLER

04-15 Sinema- Gezici Festival

16-18 Haberler- Gölge e-Dergi İstanbul

Tüyap 30'uncu Kitap Fuarı'ndaydı.

19-21 Öykü-Güney Kore

22-25 Kitaplık-Ölümle Randevu-1

26-27 Çizgi Roman- Rüya Adam

28-32 Çizgi Roman İnceleme- Süper

Kahraman Kostümleri

33-38 Öykü- İktidar Değiştiğinde

39-42 Sinema- Alkollü Usta Jackie Chan

43-44 Kitaplık-Şemsiye Akademisi

45-47 Röportaj-Hasan Nadir DERİN

48-53 Çizgi Roman -Sonsuz Koşu

54-58 Öykü- Hortlak Gelin

59-62 Oyun İnceleme- Sislerin Ardındaki

Karanlık Topraklar

63-68 Öykü- Yaşam Bağı

69-76 Çizgi Roman- Alaca Doğan

77-78 Sinema- What Dreams My Come

79-83 Öykü- Kuşların Üzerine Basan Adam

84-87 Sinema- Ankara'da Yeni Bir Festival

88-94 Çizgi Roman- Bir Masalımız Var

İbretlik

Page 3: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Sinema

Gezici Festival 17 YaşındaGezici Festival, 17. kez yollara düşüyor. Böyle cümleler kurunca insan yaşlandığını hissediyor doğrusu.

1995 yılında bir üniversite öğrencisiyken Gezici Festival’in ilk kez düzenlendiğini dün gibi hatırlıyorum. O yılın kataloğuna bakınca Ingmar Bergman toplu gösterisinde ustanın pek çok başyapıtını izlediğimi (ki Bergman için Gezici Festival’in favori yönetmenlerinden biri desek yanlış olmaz herhalde), Lars von Trier’in Krallık’ını sinemada izleme şansı bulduğunu hatırlıyorum. O zaman şimdiki gibi festival programındaki hemen her filmi takip edemiyordum tabii. 2000 yılında festivalin altıncı yılında, festival ben askerden gelmeden bir gün önce başlıyordu ve ben daha Ankara’daki eş dost akraba ile görüşmeden festivali takibe girişiyordum. Benim için bir başka iz bırakan yıl da 2008. Bu yıl ilk (ve şimdiye kadar tek) defa Ankara’ya uğramayan festival gösterimlerine Kars’da başlayacaktı. Ben nicedir beklediğim festivali takip edemeyeceğime yanarken ve yıllar içinde festivali takip ede ede bir şekilde tanıştığım festival yönetimine bu konuda dert yanarken bir anda hiç beklemediğim bir teklif almıştım: “o zaman seni Kars’ta konuk edelim”. Üzüntüm bir anda sevince dönmüştü ve o yıl belki de kendi adıma en keyifli Gezici Festival’i yaşamıştım.

Bu yıl Gezici Festival’in başka bir özelliği de var benim için. İkinci sayısından beri yazarı olduğum ve bir süredir yayın kurulunda yer aldığım Gölge e-Dergi bu yıl ilk defa festivalin destekçilerinden biri oluyor. Festivalin gelenekselleşen Gezici Gazete’sinde ve festivalin tanıtım filminde Gölge’nin logosunun görmek büyük keyif. Bu yazısı yazarken aynı tanıtım filmini beyazperdede izlemeyi, festival kataloğunda Gölge Kız’ı görmeyi iple çekiyorum.

Her neyse bu uzunca ve çok kişisel girişten sonra bu yıl 2-8 Aralık arasında Ankara’da, 9-12 Aralık arasında Sinop’ta, 14-18 Aralık arasında da İzmir’de Gezici Festival’i takip edecek olanlara bölüm başlıklarına göre konularına çok dalmadan bir miktar filmlerden bahsedelim.

Dünya Sineması:Festivalin bu bölümü her zaman yeni keşiflerin

yer aldığı bir bölüm olur. Elbette ustaların yeni filmleri de eksik olmaz. Önce ustalardan başlayalım. Festivalin ilk yılında olduğu gibi bu yıl da bir Lars von Trier filmi var programda. Cannes Film Festivali’nde filmden çok Trier’in basın toplantısındaki yorumları ile adından söz ettiren ama Kirsten Dunst’a da bir en iyi kadın oyuncu ödülü kazandırmayı başaran Melankoli (Melancholia) bu bölümün kendi adıma en merakla beklediğim filmi. Eminim ki Trier yine izlemeye değer bir film yapmıştır.

Usta sinemacı Aki Kaurismäki’nin yeni filmi Umut Limanı (Le Havre), Antalya’da izleyip yorumlarımı yazdığım bir filmdi. Ustayı sevenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bir film. Kaurismäki sinemasına bir yenilik getirmiyor belki ama onu sevmemize neden olan her şey de bu filmde var. Onu tanımayanlar ise sinemasının özelliklerini görmek için bu filmi tercih edebilirler.

Sinema

4 5

Page 4: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Siyah-beyaz, sessiz ve 1.33:1 formatında bir film. Evet, festivallerde zaman zaman böyle filmler izliyoruz ama genellikle 1920’ler, 1930’lardan gelen filmler oluyor bunlar. Bu kez karşımızda bu özellikleri taşıyan 2011 yapımı bir film var: Artist. Bu film de bu yılın Cannes Film Festivali’nde coşkuyla karşılanan, bitiminde dakikalarca alkışlanan filmlerden biriydi. Jean Dujardin’e de en iyi erkek oyuncu ödülü getirdi. Hatta Oscar’larda pek Fransız filmi görmeyiz ama hem filmin hem de Dujardin’in adaylar arasında yer alabileceği konuşuluyor. Demek ki kaçırmamak gereken bir film.

Bu bölümdeki diğer filmler hakkında çok fazla bilgim yok ama 4.5 yaşındaki başrol oyuncusu ile dikkat çeken Nana, Krzystof Kieslowski’nin öğrencisi olan Greg Zglinski’nin çektiği Cesaret (Wymyk) ve Avusturya’nın Oscar adayı Nefes (Atmen) de izlenmesi gereken filmler arasında gözüküyor.

Türkiye 2011:Festivalin Türk sinemasına ayırdığı bu bölümde

yılın önemli Türk filmlerinden bazılarını görüyoruz. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi ve Gelecek Uzun Sürer her ne kadar gösterime girmiş olsa da vizyonda izleyememiş olanlar kadar filmleri tekrar izlemek ve yönetmen ve film ekibine soru sormak isteyenlerin tercih edebileceği yapımlar. Zaten özellikle Gelecek Uzun Sürer birden fazla kez izlenmeyi hakeden bir film.

Bunun yanında Antalya’da en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazanan ve sinema yazarlarının festivalin iyi filmleri arasında saydıkları Geriye Kalan da merak uyandırıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın ilk dönem filmlerinin değişmez oyuncularından olarak bildiğimiz Muzaffer Özdemir’in Yurt filmi de merakla beklediğimiz bir başka yapım. Entelköy Efeköy’e Karşı ve Yangın Var ise festivalin Ankara ayağının açılış ve kapanış filmleri olarak dikkat çekiyor.

Zeki Demirkubuz: Kıskandığım Amerikan Filmleri:Gezici Festival ilk kez bu yıl, bir yönetmenin seçtiği

filmlerden oluşan bir bölüm hazırlamış. Bu bölümde yer alan filmler John Schlesinger’dan Geceyarısı Kovboyu (Midnight Cowboy), John Huston’dan Uygunsuzlar

(The Misfits), Sam Peckinpah’dan Köpekler (Straw Dogs) ve Sydney Pollack’dan Yakuza (The Yakuza). Gösterimlerin başında Zeki Demirkubuz’un sunum da yapacak olması filmleri daha da dikkat çekici kılıyor. Her biri için uzun uzun yazılar yazılabilecek olan bu filmleri yaşı belli bir sınırın altındaki sinemaseverler ancak televizyonda ya da ev sinemasında seyretmiş olmalılar (benim açımdan durum bu şekilde). Ama bu filmleri sinema perdesinde izleme fırsatı kaçırılmamalı, hele hiç izlenmediyse bu filmleri izlemek her sinemaseverin boynunun borcu olmalı (hadi zamanı ve bütçesi kısıtlı olanlar için Yakuza’nın diğerleri yanında biraz daha zayıf kaldığını söyleyelim ama diğerleri için mazeret kabul edilmez, sinemayı seviyorum diyen izlemeli).

Dardenne Kardeşler Toplu Gösterisi:Bu konuda sözü birkaç sayfa ilerideki Barış Saydam’ın yazısına devrediyorum. Yine de içimde

kalmasın, keşke beş filmlik seçki altıya çıksaydı da Dardenne kardeşlerin izlemediğim tek filmi L'enfant da seçkiye dahil olsaydı diyorum.

Bahar İsyancıdır:2011 yılı Arap dünyasında “Arap Baharı” olarak

anılan bir grup eyleme sahne oldu. Tunus, Mısır ve Libya’nın yoğun olarak etkilendiği, bu ülkelerdeki baskıcı rejimlerin devrildiği bu dönemin etkileri başka ülkelerde de sürüyor. Gezici Festival de bu önemli döneme Bahar İsyancıdır bölümünde toplam 7 kısa ve uzun film ve Can Ertuna, Emrah Göker, Foti Benlisoy ve Koray Löker’in katılacağı bir panel ile bir bakış atıyor. Özellikle bu konuya ilgi duyanların kayıtsız kalması gereken bir bölüm.

Tuncel Kurtiz'in Göçmenleri:Bu bölümde Tuncel Kurtiz’in 1979 tarihli ilk (ve

galiba tek) yönetmenlik denemesi olan Gül Hasan filmi yer alıyor. Bu filmde Kurtiz sahtekar bir yönetmen üzerinden İsveç’te yaşayan göçmenleri, ırkçılık sorununu ele alıyor. Gezici Gazete’de belirtildiği gibi zamanında işlediği konular nedeniyle ne Türkiye’de ne de İsveç’te çok sevilmemiş ve unutturulmaya çalışılmış bir film. Bugün yeniden keşfetmek güzel olacak.

Sınıf - Yakın Plan:Bu bölümde Pier Paolo Pasolini’nin Öfke (La Rabbia)

filmi yer alıyor. Bir belgesel olarak tanımlayabileceğimiz bu film Pasolini’nin etkisi ile tamamen gerçek arşiv görüntülerinden oluşsa da bildik belgesellerden farklı bir yerde duruyor. Yine festivalin izlenmesi gereken filmlerinden. Ama Gezici Festival bu bölümü sadece tek bir filmle bırakmıyor Prof. Dr. Korkut Boratav, Doç Dr.

Sinema Sinema

6 7

Page 5: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Ahmet Haşim Köse ve Dr. Serdal Bahçe’nin katılımıyla yapılacak olan panelde sınıf kavramını ele alıyor. Ayrıca her yıl festival kapsamında çıkarılmakta olan kitap da bu konuya ayrılmış. Bu yılki kitabın adı “Sınıf İlişkileri: Sureti Soldurulmuş Bir Resim midir?” adını taşıyor.

Mieke Bal: 'Kültürün Susturduğu':Gezici Festival’in ilgi çekici bölümlerinden biri

de akademisyen, eleştirmen ve yönetmen Mieke Bal’ın Deliliğin Uzun Tarihi (A Long History of Madness) filminin gösterileceği ve Bal’ın bir masterclass düzenleyeceği bu bölüm. Gerçekten ilginç bir filme benzeyen Deliliğin Uzun Tarihi, beş ülkede çekilen, 12 farklı dilin konuşulduğu, altı asıra yayılan bir hikâyeye sahip bir yapım.

Kısa İyidir, Kısaca Finlandiya, Kuzeyin Kovboyları: Aki Kaurismäki, Çocuk Filmleri:

Kısa filmlerin yer aldığı bu dört bölümü birlikte ele aldığımız için bu bölümleri önemsemediğimiz düşünülmesin. Kısa metraj filmleri de en az uzun metrajlar kadar önemsiyoruz. Sadece bu filmler hakkında çok fazla bilgimiz olmadığı için birlikte ele alıyoruz. Kısa İyidir, Gezici Festival’in klasik bölümlerinden biri. Bu yıl bu bölümde 17 film yer alıyor. Eminim ki aralarında yine keşfettiğimiz için pek mutlu olacağımız, aklımızdan çıkmayacak filmler yer alıyordur. Finlandiya’dan gelen 8 filmin yer aldığı Kısaca Finlandiya bölümü için de aynı cümleleri kurmak mümkün.

Kısa filmlerin en dikkat çekenleri ise Aki Kaurismäki’nin yönettiği 8 kısa film. 1986 ile 2011 yılları arasında çekilmiş bu 8 film, festivalin Dünya Sineması bölümündeki Umut Limanı filmine tamamlayıcı olacak ve Kaurismäki’nin sinemasını daha iyi tanımaya yardımcı olacak. Elbette bu filmlerin pek çoğunda Kaurismäki’nin kurulmasına ön ayak olduğu Fin rock grubu Leningrad Cowboys da yer alacak.

Çocuklar için yapılmış kısa filmler de Gezici Festival’in ayrılmaz bir parçası. Bu yıl bu bölümde Fransa ve Belçika’dan gelen 6 kısa film gösteriliyor. Bu bölümdeki filmler küçük çocuğu olan anne babalara zaten önerilir ama diğer sinemaseverlere de çocuk filmi deyip geçmemek gerektiğini, zaman zaman aralarında gerçekten eğlenceli filmler çıktığını hatırlatmak gerek.

Gezici Festival’in filmlere ayrılmış bölümleri bunlar, ancak bu bölümlerin yanında Ersan Ocak, Okan Cem Çırakoğlu ve Özcan Yağcı’nın düzenleyeceği Senaryo Atölyesi, Mieke Driessen ve Jenny van den Broeke’un düzenleyeceği Çocuklarla Canlandırma Atölyesi ve Tv8’de yayınlanan En Heyacanlı Yeri adlı sinema programının yapımcısı ve sunucusu Ceylan Özçelik’in “Dikkat Çekim Var” başlıklı söyleşisi de festivalin önemli bölümleri arasında.

Festival öncesinde söyleyeceklerimiz şimdilik bu kadar. Önümüzdeki ay festival günlüğünde buluşmak üzere.

Hasan Nadir DERİNhttp://sinemamanyaklari.com/

Sinema

Dardenne Kardeşler Filmleri Gezici Festival’de

Gezici Festival bu sene “Dardenne Kardeşler: Vicdan ve Kader” başlığı altında, yönetmenlerin beş ödüllü filminin toplu gösterimine ev sahipliği yapıyor. Cannes Film Festivali gibi Avrupa sinemasına yön veren bir festivalde iki kez en büyük ödül olan “Altın Palmiye”ye uzanan Dardenne Kardeşler, hiç şüphesiz bu başarılarını gerçekçi anlatım tarzlarına borçlu. Tıpkı etkilendikleri İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin kurucularından Roberto Rossellini gibi belgesel bir gerçeklikle kurmacayı birleştiren, bunu yaparken de estetikten de ödün vermeyen yönetmenler, filmlerinde Avrupa’nın “gösterilmeyen” yüzünü görünür kılıyor.

Belgesel çekerek sinemaya başlayan yönetmenler, ilk çalışmalarında konu edindikleri göçmenlik sorununa uzun metrajlarında da değinir. İlk çıkışlarını da göçmenlerin Belçika’da yaşadığı sorunları anlatan Söz (La Promesse, 1996) filmiyle gerçekleştirir. Göçmenlere kalacak yer ayarlayan, onların ülkede yaşamaları için gerekli düzenlemeleri yapan bir babanın ve oğlunun hayatlarına yoğunlaşan yapımda, merkezi nokta ise göçmenlerin yaşadığı sorunlardır. Göçmenlerin yaşam şartları olağanca gerçekliğiyle ekrana yansırken,

Sinema

8 9

Page 6: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Sinema

göçmenlerin maruz kaldığı insanlık dışı davranışlar, dolandırıcılık ve şiddet gibi öğeler de birer birer su yüzüne çıkar. Hikâyenin ana ekseni göçmen hikâyeleri ve göçmenlerin yaşam şekilleri olsa da, baba-oğul arasında yaşanan gerilim ve vicdani hesaplaşma öne çıkar.

İşsizlik, yaşam mücadelesi ve Rosetta…Söz’den üç yıl sonra yönetmenler Rosetta (1999)’yı

çeker. Belçika’daki göçmenlerin yaşam mücadelesini anlattıktan sonra ikili, annesiyle birlikte bir karavanda yaşayan Rosetta’nın hayata tutunma çabasını ekrana taşır. Güç bela bulduğu işini kaybetmemek için elinden geleni yapan Rosetta bir de alkolik annesine bakmakla yükümlüdür. Bir süre sonra hayatın zorlukları ister istemez Rosetta’nın karakterini de değiştirmeye başlar. Çevresindekiler Rosetta’nın kalın duvarına çarpıp geri dönerken, duvarın öte yanında Rosetta da kendi yalnızlığına mahkûm olur. Tüm dünyanın “refah toplumu” olarak gördüğü Avrupa’nın göbeğinde yaşamasına rağmen, Rosetta yaşadığı yerin öyle olmadığının canlı kanıtıdır.

Rosetta’da ülkelerindeki sınıfsal eşitsizliği, işsizliği, hayatın zorluklarını ve sıradan insanların yaşam mücadelesini anlatan ikili, bu filmle ilk “Altın Palmiye”lerine de uzanır. Fakat kazandıkları ödülden çok artık Dardenne Kardeşler gittikçe daha da sadeleşecek olan sinemasal üsluplarını da kabul ettirmiş olur. Hikâyedeki çatışma noktalarını, tıpkı Söz’de olduğu gibi iki ayrı eksende veren yönetmenler, bu şekilde filmlerinin çift katmanlı yapısını da gözler önüne serer. Söz’de göçmenlerin topluma ayak uydurma çabalarından doğan gerilim, baba-oğul özelinde kendini gösterirken, Rosetta’da da anne-kız arasındaki gerilim, aynı zamanda birey ve toplum arasındaki gerilime vurguda bulunur.

Oğul ve kusursuz bir sinematografi…Dardenne Kardeşler, Rosetta’dan üç yıl sonra Oğul

(Le Fils, 2002)’la muhteşem bir geri dönüş yapar. Çocuklarını kaybeden ve bu olaydan sonra toparlanamayarak ayrılan bir karı-kocanın hayatını, suç ve kefaret kavramları çevresinde inceleyen Oğul, belirtilmese de üç aşamadan oluşur. Bu aşamaları kaçış, yüzleşme ve uzlaşma şeklinde ifade etmek mümkündür. Oğlunu kaybeden Olivier, önce oğlunun katiliyle yüzleşmekten kaçınır fakat bir süre sonra bu yüzleşmeden kaçamayacağının farkına varır. Filmin sonunda ise iki taraf da sessiz bir uzlaşmaya razı olur. Neredeyse bir belgesel kadar sakin ilerleyen, yakın planlarla karakterleri genelde yüz hatlarıyla gösteren ve ilk yarım saatte konusuyla ilgili herhangi bir ipucu vermeyen Oğul, ikilinin sinemasal olarak da en yalın filmidir.

Lorna’nın Sessizliği ve sessizliğin bedeli…Yönetmenlere Cannes’da “En İyi Senaryo” ödülü getiren Lorna’nın Sessizliği (Le Silence de Lorna,

Sinema

2008), alışık olduğumuz Dardenne Kardeşler konularından birini, yani göçmenlerin yaşamını konu alır. Arnavutluk’tan Belçika’ya gelen Lorna, Belçika vatandaşı olmak için bir Belçikalı ile evlenir. Bir çete tarafından ayarlanan evlilik, aslında Lorna’nın Belçika vatandaşı olduktan sonra zengin göçmenleri de kendisi gibi Belçika vatandaşı yapmak için sergilenen bir oyundan ibarettir. Bu düzmece evlilik oyunu da küçük bir çete tarafından yürütülür. Çetenin acımasız ve katı kuralları bir süre sonra Lorna’nın hoşuna gitmez ve Lorna ile çete üyeleri arasında sessiz bir gerilim başlar.

Lorna’nın Sessizliği sürükleyici ve merak uyandıran hikâyesinin yanında, yaşama umuduna dair de çok kırılgan dokunuşlarla özellikle başkarakteri Lorna’nın yaşadıklarını seyircilerle paylaşır. Rosetta kadar olmasa da Lorna da güçlü bir Dardenne Kardeşler karakteridir. İlk yarım saatlik zaman diliminde onun sertliği izleyenleri şaşırtsa da yönetmenler Lorna karakterini yavaş yavaş izleyiciye tanıtır. Her zamanki mesafeli ve soğuk yaklaşımlarıyla, Lorna’nın kendi içinde yaşadığı bütün çatışmaları olağanca çıplaklığıyla seyircilere gösterir. Toplumun baskısı, kimlik sorunu, bir türlü kurtulamadığı çete üyelerinin zorlamaları ve yalandan evlendiği Claudy’e karşı her geçen gün artan sevgisi, Lorna’nın davranışlarını şekillendirmede kilit rol oynar.

Dardenne Kardeşler sinemasının özeti: Bisikletli Çocuk

Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle “Jüri Büyük Ödülü”nü paylaşan Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo), yetiştirme yurdundan babasını bulmak için kaçan ve bulduğunda babası tarafından tekrar yüzüstü bırakılan on iki yaşındaki bir çocuğun hikâyesini anlatır. Bisikletli Çocuk da tıpkı diğer Dardenne Kardeşler filmlerinde olduğu gibi omuz hizasında duran izlenimci bir kamerayla başkarakterinin gözünden bizleri yavaş yavaş bir çıkmazın içine sürükleyerek, vicdani bir hesaplaşma içine çeker. Yönetmenlerin diğer filmlerine nazaran Bisikletli Çocuk, daha fazla seyircinin içine girebileceği ve takip edebileceği bir yapım olsa da, yönetmenlerin temel izleklerini taşımaları ve geldikleri noktayı işaret etmesi bakımından önemlidir.

Barış SAYDAM

10 11

Page 7: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Sinema

Gezici Festivali Düzenleyenlerden Dinleyelim

En başından beri büyük bir keyifle takip ettiğimiz Gezici Festival 17 yaşına basmış. Bu 17 yıl içinde yurtiçi ve yurtdışında onlarca farklı yere gitmişler, farklı seyircileri farklı filmlerle buluşturmuşlar. Bu yıl güzergâhını Ankara, Sinop ve İzmir olarak belirleyen Gezici Festival’in arkasındaki isim olan Ahmet Boyacıoğlu ile bir söyleşi yapmak istedik.

Öncelikle belki de yüzlerce defa cevapladığınız bir soru ile başlayalım. Gezici Festival fikri nasıl oluştu, hedefleriniz nelerdi?

Ahmet Boyacıoğlu: Dünyadaki ilginç fikirlerden birçoğunun can sıkıntısı sonucu ortaya çıktığını düşünüyoruz. 1995 yılında, o zamana kadar yapılmış en başarılı Ankara Film Festivali’ni yaptıktan üç ay sonra, hiç unutmuyoruz 5 Haziran günü yapılan vakıf toplantısında bizi festivalden attılar. 8-9 kişilik bir ekiptik. İşimizi hem seviyorduk hem de iyi yapıyorduk. Ve bu olaya çok canımız sıkıldı. Düşündük taşındık,

Gezici Festival’i yapmaya karar verdik. Hem sadece Ankara’da oturmaktan kurtulup filmlerimizle gezecektik hem de yeni insanlar, yeni kentler tanıyacaktık.

Ayrıca bir yıl boyunca büyük özverilerle hazırladığımız programın daha çok izleyiciyle buluşmasını istedik. Ülkemizde kültür sanat etkinlikleri yalnızca büyük şehirlerde yapılıyor, biz kimsenin gitmediği yerlere sinemayı götürmeyi amaçladık.

Geçtiğimiz 17 yıla baktığınızda, başladığınız zaman amaçladığınız hedefleri gerçekleştirebildiğinizi düşünüyor musunuz?

1995’den bu yana ülkemizde ve dünyada çok şey değişti. Dijital sinema bir devrim olarak gelip hayatımıza yerleşti. İnternet denilen tuhaf bir şey ortaya çıktı. Sinema çok farklı bir yere geldi. Ve bu değişen zaman içinde Gezici Festival hala ilk yılki heyecanıyla yoluna devam ediyor. Geçen yıllar içinde Anadolu’nun birçok kentinde binlerce izleyiciye ulaştık. Sineması olmayan kentler Gezici Festival sayesinde sinemaya kavuştu. Sanıyoruz birkaç sinemacının yetişmesine de katkıda bulunmuşuzdur. 1995’den bu yana yaptığımız etkinliklere bakınca hedefimize ulaştığımızı düşünüyoruz.

Gezici Festival’in tarihine baktığımızda dönem dönem farklı illerin merkez konumuna geldiğini görüyoruz. Her ne kadar Ankara merkezli bir dernek olsanız da festival için genellikle farklı şehirleri öne çıkardınız. Başlangıcında İzmir, sonra Bursa, Kars ve Artvin. Yanlış bir tespitse düzeltin ama sanırım bu değişikliklerin sebepleri çoğunlukla belediyelerin değişimleri oldu. Genel olarak Türkiye’deki diğer festivallere de baktığımızda belediye desteklerinin büyük rol oynadığını görüyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Gezici Festival konuk olduğu kentlerde genellikle Belediyelerden destek aldı. Her seçimden sonra, yeni gelen Belediye Başkanı’nın kültüre ve sanata yaklaşımı da Gezici Festival’in o kentteki konukluğunda etkili oldu. 9 yıl boyunca Festival’in merkezi Bursa’ydı. Bir yerel seçim sonrası yollarımız ayrıldı. O zamanki Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu’nun sinema sevgisi ve kentini tanıtma çabası sonucu beş yıl boyunca Kars’a konuk olduk. Yerel seçimlerden sonra yeni seçilen Başkan’ın ilk demeçlerinden biri ‘artık Festival yapmayacağız’ oldu. Oysa o beş yıllık dönemde Kars’ta teknik donanımlı, Dolby digital ses sistemine sahip bir sinema açılmış ve kentte dört film çekilmişti. Kars tüm Türkiye’de hala festivali ile tanınıyor. Ancak Gezici Festival için o günler geride kaldı. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi her yerel seçim sonrası bazı sürprizlerle karşılaşmamız mümkün. Ama biz göçebeyiz, önümüzde bir kapı kapanırsa bir kapı açılır, biz de yolumuza devam ederiz.

Dışardan baktığımda Gezici Festival’in gittiği şehirlerde bir değişim yarattığını görüyorum. Özellikle Kars, Gezici Festival döneminde bir film platosu haline geldi adeta. Ama yerel yönetimler bunun değerini bilemedi sanki. Bunun nedeni nedir sizce?

Bazı insanlar için kültür sanat hiçbir şey ifade etmiyor. Üstelik tutucu küçük Anadolu kentleri, ki biz bunu derin Anadolu olarak adlandırıyoruz, bazen değişimden de rahatsız oluyor. Şüphesiz Gezici Festival ile beraber Kars’ta çok olumlu gelişmeler yaşandı. Bu bizim saptamamız değil, herkes söylüyor. Kars’a yıllar

Sinema

12 13

Page 8: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

sonra tekrar gittiğimizde kentin içine kapandığını gözlemledik. Sokaklarda karşılaştığımız insanlar Gezici Festival’in tekrar gelip gelmeyeceğini soruyorlardı ama bu artık çok zor. İnsanlarımız kültür ve sanata değer veren belediye başkanlarını seçmeye başladığı zaman bu ülkede birçok şeyin değişeceğini umuyoruz.

Gelelim bu yılki festivale. Bu yıl Adana ve Antalya’da yarışan Türk filmleri için sinema yazarlarının genel yorumları çok olumlu olmadı. Gezici’nin Türk Sineması 2011 seçkisi her iki festivalde öne çıkan filmleri içeriyor gibi gözüküyor. Bunu yanında popüler kanattan da birkaç film var programda. Sizin yeni Türk sineması ile ilgili yorumlarınız ve seçkideki filmler hakkındaki görüşlerininiz nelerdir?

Ülkemiz sinemasının son yıllarda büyük ilerleme kaydettiğini düşünüyoruz. Yılda ortalama 70-80 uzun metrajlı filmin çekilmesi, bu filmlerin gişede Amerikan filmlerinden daha başarılı olarak yüzde 50’nin üzerinde izlenme oranı elde etmesi, ayrıca yurtdışı festivallerde alınan ödüller bunun göstergesidir. Sinema uzun süreli bir uğraş. Sinema yazarlarının iki festivalde beş tane beğenmedikleri film izledikten sonra olumsuz tepki vermelerini anlamlandıramıyoruz. Programımızda festivallerin yarışmalarında boy gösteren filmlerin yanı sıra Ankara ve Sinop’ta Türkiye galalarını düzenleyeceğimiz iki popüler film de var: Efeköy Entelköy’e Karşı ve Yangın Var. Yıllar önce de Babam ve Oğlum’u yönetmen ve oyuncularının katılımıyla Bursa’da açılış filmimiz olarak göstermiştik. Başka bir deyişle festivalde popüler film gösterilmez gibi bir düşüncemiz ve popüler film fobimiz yok. Sinemamızın asıl ihtiyacı olan filmler, hem yurt içi ve yurtdışı festivallerde gösterilebilen, hem de izleyicilerden olumlu tepkiler alan filmlerdir. Böyle filmlerin sayısının artması sinemamızın daha iyi bir yere geldiğinin göstergesi olacaktır.

Film festivallerinin benim için en önemli özelliklerinden biri başka yerde izleme şansımız olmayan filmleri izlemektir. Bu yılki festivalin Dünya sineması seçkisinde Lars von Trier, Aki Kaurismaki gibi ustaların yeni filmleri ile The Artist gibi adını bolca duyduğumuz filmler var. Elbette bunları kaçırmamak gerek ama özellikle çok da tanımadığımız yönetmenlerden gelen filmler hakkında neler söylemek istersiniz?

Bizim festivalimizin konumu diğer festivallerden biraz farklı. İlk kez konuk olacağımız Sinop’ta halen gösterim yapan bir sinema yok. Sinoplulara Lars Von Trier’i, The Artist’i ve Aki Kaurismaki’yi göstermeyi de Gezici Festival olarak önemsiyoruz.

Bu yılki festivalin en heyecan verici bölümlerinden biri de Zeki Demirkubuz’un “Kıskandığım Amerikan Filmleri” başlığı altında seçtiği filmler. Bu seçkideki filmler gerçekten de her sinemaseverin beyazperdede görmesi gereken filmler. Hafızam beni yanıltmıyorsa ilk defa böyle bir bölüm yapıyorsunuz. Bu fikrin çıkış noktası nedir ve bundan sonra devam etmeyi düşünüyor musunuz? Kişisel olarak Reha Erdem’in yaptığı benzer bir seçki çok ilgimi çeker mesela.

Bir festival her yıl kendini yenilemek durumundadır. Gezici Festival’de de her yıl yeni fikirlerle yeni bölümler oluşturmak çabasındayız. Son 16 yılın Gezici Festival programlarına baktığınızda sürekli birbirinden

farklı bölümler görebilirsiniz. Kendimizi tekrar etmemeye çalışıyoruz. Bu yıl da Zeki Demirkubuz’dan bizim için bir seçki yapmasını ve festival sırasında da bu filmlerin gösteriminden önce sahneye çıkıp bu filmleri seçmesinin nedenlerini anlatmasını istedik. Önümüzdeki yıllarda da buna benzer ya da daha farklı seçkileri izleyicilerimize sunabiliriz.

Dardenne kardeşler bölümünden bahsetmeden geçmeyelim. Avrupa sinemasının bu önemli yönetmenleri beş filmleri ile festivalde yer alıyorlar. Kısaca Dardenne kardeşlerin sineması hakkında neler düşündüğünüzü de öğrenebilir miyiz?

Dardenne Kardeşler bizim çok beğendiğimiz yönetmenler. Bir önceki sorunuzda belirttiğiniz gibi filmleri çok az kişi tarafından izleniyor. Dolayısıyla onların toplu gösterimlerini yapmak bizim için çok önemliydi.

Kısa filmler konusunda Gezici Festival’in her zaman ayrı bir yeri olmuştur benim için. Genel olarak festivalin tümünde de geçerli olduğunu söyleyebileceğimiz az ama öz film fikrini kısa filmlerde de uyguluyorsunuz ve kısa filmler de 35mm olmalı kuralından taviz vermiyorsunuz. Böylece kısa filmleri de olması gerek kalitede izliyoruz. Çocuk filmleri bölümü de en baştan beri taviz vermediğiniz bir bölüm ve inanın çocuklar dışında seyircileri de var bu filmlerin. Küçük çocuklarını getirip kulağıma “çocuk bahane aslında, bu animasyonlar kaçmaz” diyen arkadaşlarım var mesela. Bu bölümler hakkında söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kısa filmlerin seçiminde diğer programlarda olduğu gibi çok seçici davrandığımız bir gerçek. 35mm konusundaki ısrarımız görüntü kalitesi açısından önemli. Bunu sürdürmeyi düşünüyoruz. Bu yıl Belçika ve Fransa’dan çocuklar için kısa filmlerimiz var. Ayrıca Finlandiya kısa filmlerinden bir seçki ve onu tamamlayan Aki Kaurismaki kısa filmlerini de programımıza aldık.

Elbette Gezici Festival sadece filmlerden ibaret olmuyor. Farklı etkinlikler, atölyeler, her yıl festival kapsamında hazırlanan bir sinema kitabı. Bu yıl festivalin bu kısımları ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Bu yıl Arap ülkelerinde yaşanan politik ve sosyal olayları ele alan filmlerden oluşan, adını Bahar İsyancıdır koyduğumuz bir panelimiz var. Can Ertuna, Emrah Göker, Foti Benlisoy ve Koray Löker Arap Baharı panelinin katılımcıları. Festivalin bu yılki temalarından biri olan ve bu kapsamda Sınıf İlişkileri: Sureti Soldurulmuş Bir Resim midir? adlı kitabın hazırlandığı sınıf konusunda ise Prof. Dr. Korkut Boratav, Doç. Dr. Haşim Köse ve Dr. Serdal Bahçe’nin katılımlarıyla bir söyleşi düzenlenecek. Hollandalı tanınmış akademisyen ve eleştirmen Mieke Bal’ın video art sergisi ve filminin gösteriminin ardından düzenleyeceği masterclass da bu yılın sürprizlerinden.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?Lütfen gelip filmlerimizi izleyin, etkinliklerimize katılın.

Söyleşi: Hasan Nadir DERİN

http://sinemamanyaklari.com/

SinemaSinema

14 15

Page 9: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Haberler Haberler

Gölge e-Dergi olarak, dergimizin içeriğini oluşturan ve sizlerle buluşturan ortak paydalarımız Çizgi Roman, Sinema, Kitap vb. konularındaki her türlü etkinliğe elimizden geldiğince katkıda bulunup, imza, söyleşi, panel gibi organizasyonlarda da bulunmaya çalışıyoruz.

İstanbul Tüyap 30’cu Kitap Fuarı etkinliği kitap severler ve bizler içinde oldukça yoğun geçti.

Gölge e-Dergi yazarları Giovanni Scognamillo, Aylin Ünal ve Fatih Danacı Laika Standın da Sadık Yemni de Çizmeli Kedi Standın da kitaplarını imzaladılar, hayranları ile buluştular…

Gölge e-Dergi İstanbul Tüyap 30’uncu

Kitap Fuarı’ndaydı.

16 17

Page 10: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Güney Kore“Çocukluktan beri chopstick kullandıkları için cerrahların, doktorların falan elleri çok hassas

oluyormuş.”“Ne, duyamadım,” diyor.“Chopstick kullandıkları için cerrahların elleri hassas oluyormuş.” Tekrarladığım cümleyi ‘vay’layarak

karşılıyor. Daha sonra “Ekonomimiz dünyada 15. sıradaymış,” diyor. Şaşkınlıkla başımı çeviriyor ve televizyondaki yazıyı okuyorum. Gerçekten de doğru söylüyor. Şaşkınlığım bir nebze daha artarken bir üst satırı okuyorum. Başlık olan kısmı. Yani aşağıda yazan herşeyi kapsayan kısmı. Güney Kore.

“Bizim değil, Güney Kore’ninki öyleymiş,” diyorum. Cevap vermiyor. “Bizimki neden öyle değil?” deyip soran gözlerle bakıyor. Ağzı, kulakları, gözleri, her bir yeri benden cevap bekliyor. (Duyular kardeşliği.) Vereceğim cevabı düşünüyorum. Cevap aklıma gelir gelmez sandalyeye çöküyorum. Kolumu masaya yaslıyorum. Aslında tam ambiyansı oluşturabilmek için kafamın tepesindeki saçların dökülmesi, yanların kalması, yakmakta olacağım sigarayı senelerdir kullanmanın sonucunda sararmış bıyıklarım (hatırı sayılır bir bıyık tabii) olmalı. Maalesef bu koşulları ne ben, ne de doğa ana, ne de teknoloji baba bir dakikada gerçekleştirebiliriz. O yüzden sandalyeye çöküp, kolumu masaya yaslayıp ve sesime çok çekmiş bir ton vermeye çalışarak geri kalan ambiyans için karşımdakinin hayal gücüne güveniyorum.

“Türkiye son 15’tedir ancak. İlk 15’e girmek için ohooo…” diyorum. Onca rol kesmemin içine “Aman hep de böyle diyorlar neden öyle olmasın ki? Ne farkı var Türkiye’nin Güney Kore’den,” diyerek sıçıyor. “Peki, bizim ilk 15’e girmemiz için ne yapmamız gerekiyor?” Cnbc-e’nin ekonomi programını izlediğim için sanırım benden akılcı bir yanıt bekliyor. Oysa bilmiyor ki renkli bir ekranı olduğu (borsa şeritleri, haber altyazıları vb.) ve o saatte diğer kanallarda kayda değer hiçbir şey olmadığı için orayı izliyorum. Cevap verme süremi fazla uzatmadan ona istediğini veriyorum. “İthalat yerine ihracat yapmalıyız.” Hangisi dışa satım hangisi dıştan alım bir türlü bilmediğimden düzeltme payı olmasın diye aklıma geleni söylüyorum. “Hammadde yerine, işlenmiş madde satmalıyız. Kişi başına düşen milli gelir artmalı,” Meğer girişimcilik derslerinde uyurken bilinçaltıma o bilgiler kazınmış ve bu sorunun sorulmasını bekliyorlarmış bugüne kadar. Döktürmeye devam ediyorum. “Yani elin adamı kotun kumaşını bizden 5 liraya alıp, onu işleyip bize 100 lira olarak satmamalı,” dememle de noktayı koyuyorum. Bu örneği de verdiysem artık içimdeki amcayı uyandırdım demektir. Zaten içimde yaşayan bir babaanneden şüphelenirken bir de amca çıktı başıma. Biraz daha kurcalasam elti, görümce gibi karmaşık ilişki ağlarıyla bezenmiş yerel bir aile bulacağımdan endişeleniyorum ve bu endişe beni ayak parmak uçlarımdan saçlarımın ucuna kadar kavrıyor.

“Samsung da onların biliyor musun? LG de onların.” Deminki konu kapandığı için Samsung ve LG’nin CEO’larını, hatta CEO yetmez bizzat kurucularını bulup teşekkür edebilirim, hazır karşılaşmışken de kendim için iş isteyebilirim şu an. Televizyondaki arabaları görüp “Hyundai de onlarınmış,” diyorum. Şu anda iki züğürt resmen zenginler için kendimizi yoruyoruz. Sanki Güney Kore bizi duyacak da aslında götü kalkmış, ama belli etmemeye çalışıp şişinerek “Gelin bakalım gençler bir dondurma ısmarlayayım size,” diyerek salondan gelecekmiş gibi.

Teknoloji fuarında sıra robotlara geliyor. Asıl şaşkınlığını buraya saklamış ses tonuyla “Ya robotu nasıl yapıyorlar çok acayip değil mi? Yürüyor konuşuyor,” diyor.

“Biz de yapıyoruz oğlum robot. İTÜ’nün kendi yaptığı robotları var. Hatta futbol bile oynuyorlar.” Ve

Öykü

Ve tabiiki Gölge e-Dergi ekibi olarak, Çizgi Roman Derneği ile Büyük Usta Suat Yalaz’ı bu önemli etkinlik’te yalnız bırakmadık.Gölge e-Dergi

Çizgi Roman Derneği’nin düzenlemiş olduğu ustaların imza günün de Bedri Koraman ve Abdullah Turhan sağlık sorunları nedeni ile etkinliğe katılamasa da büyük usta Suat Yalaz hayranları ile bir araya geldi Karaoğlan ve Sony Ringo çizgi roman kitaplarını imzalayıp okurlar ile bol bol sohbet edip fotograf çektirdi.

Haberler

18 19

Page 11: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

bu sözlerimi futbol oynayan robotun taklidini yaparak taçlandırıyorum. Rezaletim şu an. ‘Bir insan kendi kendini nasıl bitirir?’ başlıklı konu tezinin canlı temasıyım. Etkilenmediğini gösteren ses tonuyla “Peki ne var o robotlarda?” diye soruyor.

“Yapay beyin var geri kalanı da teneke, plastik işte,” diyerek indirgemeye çalışıyorum durumu. Benimki, komşunun çalışkan oğlunu örnek gösteren annesine karşın “Aman o da sade ders çalışmayı biliyor. Asosyal inek,” deyip bok atan çocuğun durumuyla özdeş. Tek farkım canhıraş bir şekilde yalnız ve güzel ülkemi düze çıkarmaya çalışırken Asya’nın incisi Kore’yi olabildiğince gömmeye çalışmam.

“Peki, yapay beyni nasıl yapıyorlar?” diyerek sorusunu devam ettiriyor. Bu soruları soran kardeşimin tek tük sivilce çıkmaya başlayan yüzüne bakarak insanın gelişimini sorguluyorum. Doğuyoruz, merak ediyoruz, dilimiz yetmeye başladığında onu bunu sormaya başlıyoruz ama “masa” diyeceğimize “mata” falan diyebiliyoruz, bebeğiz çünkü. Büyükler de bu zavallı halimize gülüp bizimle eğleniyorlar. Sonra evden çıkıp dünyayı görüyoruz ve sorularımız katlanıyor. Okulda öğretmene soruyoruz, evde ana babamıza soruyoruz, akraba gezmesinde amca teyzeye soruyoruz, zamanla bilmişleşiyoruz, soru sorduklarımızın cevabını beğenmeyip bacağımıza bakmadan onlara öğretmeye kalkıyoruz, sinir bozuculaşıyoruz, etrafımızdakiler bir an önce büyümemizi istiyorlar, sonra gerçekten de bir anda büyüyoruz, ergenlik denen insan zekâsının çözemediği o salak evreye giriyoruz, o soran çenemiz sadece bir şey satın alınmasını istediğimizde açılıyor veya annemize çemkirmek için. Bu sorgulamayı boşuna okumadınız. Sadede geliyorum. “Bu çocuk ergenliğe girmeye başladı hâlâ niye bu kadar soru soruyor, hâlbuki gerekli gereksiz trip atıp içine kapanması gerekirdi?” diye düşünüyorum. O kısacık anda ben bunların tümünü düşündüm evet. Onun elimde olmayan gelişimini tartışmak yerine sorusuna cevap veriyorum. “Çip var onun içinde.” Final sorusu ise tam beklediğim yerden geliyor. “Peki, çipi nasıl yapıyorlar?”

“Çipi yapmayı bilsem burada karpuz kesiyor olmam değil mi?” diyerek hem konuyu kapatıyorum, hem esprili cevaplıyorum, hem de karpuz kesmeyi bitiriyorum. Üçü bir arada. Demişken kahve istedi canım. Ben karpuz-kahve uyumunu sorgulamadan yazı bitsin en iyisi. Sevgiler.

Yazan: Begüm ERDEM llüstrasyon: İlker YATI [email protected]

ÖyküÖykü

20 21

Page 12: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Telefon çaldığında sıcak bir günde bir otel odasına yerleşmenin ilk kırk iki dakikasında yapılan her şeyi sırasıyla tamamlamıştım. İki yazlık ceket, iki pantolon, üç gömlek dolaptaki askılara asılmış, iç çamaşırlarım üst rafa dizilmişti. Bir kurşun kalem, silgi ve bulmaca kitabı komodinin üzerindeki standart yerini almıştı. Dizüstü bilgisayarım diğer yatağın üstündeydi. Soğuk duşun diriltici etkisiyle iki yatak arasındaki alanda durmuş tül perdenin arkasından dışarıya bakmaktaydı. Üzerimde sadece pantolonum ve yanımda getirdiğim tokyo terliklerim vardı. Arayan numara tanıdıktı.

“Merhaba Marion.” “Merhaba Mete. Geldin mi?” “Evet.” “Harika. Saat on buçukta buluşalım.Uygun mu.” “Tamam. Nerede?” “Lobide. Yeri biliyorsun değil mi?” “Bahargülü Oteli, 607 numara.” “Mete... Gelebildiğine ne kadar sevindim bilemezsin.” “Birazdan görüşürüz Marion.” Ona yirmi vardı ve Bahargülü oteli yüz metre mesafedeydi. Siyah bir tişört giyip tabancamı kuşandım.

Marion’un sesindeki ferahlamışlık tınısı ve buluşma yeri olarak otel lobisini seçmesi bunu yapıp yapmama konusundaki minik tereddütümü silivermişti. Krem rengi yazlık ceketle kıyafetimi tamamlayıp, küçük bir televizyonun konduğu masanın arkasındaki aynada kendime baktım. Son üç yıldır Glock17C taşıdığım için ceketlerimi özel olarak diktirmekteydim.

Otelden çıkınca Atatürk Bulvarı’nın taşıdığı insan seline karıştım. Nüfusu kışları altmış yetmiş bin kişi olan ada, şu anda yarım milyonu sollamış durumdaydı. Kuşadası son yıllarda giderek seyrelse de sıkça geldiğim bir yer olduğu için iyi tanımaktaydım.

Bahargülü otelinin ön kapısından içeri girdim. Lobi tıka basa insan doluydu. Yaş ortalaması yirmi olan genç bir grup otele giriş yapmaktaydı. Hava hızlı ve temparementli konuşulan İspanyolca ile titreşmekteydi. Marion’u görebilmek için bakındım. Sağ tarafta kahvaltı ve yemek yenen bölüm vardı. Çoğu sırt çantalı olan gençleri yararak o tarafa yürüdüm. Kadın ortalarda yoktu. Saatime baktım. On buçuğu beş geçiyordu. Tekrar resepsiyon tarafına gittim. Kadın altıncı katta kaldığı için asansörle gelecekti. Böylelikle hemen görebilirdim. Dakikalar geçti iki asansörün kapıları defalarca açıldı ve kapandı. Marion gelmedi.

Kitaplık Kitaplık

Ölümle Randevu1

Bulut gelir Ada’ya, çek eşeği odaya. Bütün gün yağmur yağacak.Bulut gelir Söke’ye, çek eşeği köşeye. Kısa süreli yağış bekleniyor.Bulut gider Aydın’a, bak işine gücüne. Hava güneşli olacak.

Kuşadası Halk Deyişi

22 23

Page 13: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Kitaplık

On kırk yedide bana verdiği Türkiye numarasından telefonla kendisini aradım. Sekiz çalıştan sonra telefon meşgul sesi verdi. Üç beş günlüğüne kullanmak üzere aldığı için olacak telesekreter uygulamasını etkinleştirmemişti. Marion telefonu ikinci çalışında da almayınca resepsiyona doğru yürüdüm. Biri kadın iki genç resepsiyonist bir sürü müşteriyle başa çıkmak için arı gibi çalışmaktaydı.

Siyah saçlı, hoş yüzlü genç kadının birkaç saniye boş kalmasından yararlanarak 607 numarayı aramasını rica ettim. Genç kadın yüzümden işin önemini hissetmişti. İri kahverengi gözlerindeki itiraz ışıltısı pek hafif yandı ve söndü. Kendi açısından haklıydı. O kadar işin gücün arasında kadın erkek buluşması biraz bekleyebilirdi.

“Almıyor efendim.” Tekrar saatime baktım. Neredeyse on birdi. Sarı alarmdan kırmızı alarma geçmiştim. Ceketimin sağ

cebinde hazır tuttuğum kartlarımdan birini çıkarıp kadına uzattım. “Otel idarecilerinden biriyle görüşmek istiyorum. Acilen. Çok önemli bir durum söz konusu olabilir.”

Genç resepsiyonist karta bir göz attı. Yanakları allanmıştı. Kartta ODAK - Özel Dedektiflik ve Araştırma Bürosu sahibi olduğum yazılıydı. Adres yazılı değildi. Sadece 0216 ile başlayan telefon numarası nedeniyle İstanbul’da ikamet ettiğim belli olmaktaydı.

“607’de kalan Marion Palmer’la burada 22.30’da buluşacaktık. Kendisiyle bir saat önce telefonda görüştüm. Ciddi bir sorunla karşı karşıya olmamız mümkün.”

“Bir dakika efendim.” Genç kadın kartımı alarak arkadaki odaya gitti. Diğer resepsiyonist genç İspanyol müşterilerle

meşgul olurken yan gözle beni kesmekteydi. Asansörlerin kapıları açılıp kapanmaya devam ediyordu, ama Marion görünürlerde yoktu. Sezgilerim cayır cayırdı. Bir şeyler yolunda değildi. Bu çok açıktı artık.

Resepsiyonist kadın yanında orta boylu, krem rengi pantolon, beyaz gömlek giymiş tel çerçeve gözlüklü bir adamla odadan çıktı ve işinin başına döndü. Kısa siyah saçlı, buğday tenli, kırk başlarında olduğunu tahmin ettiğim adam yanıma geldi. Kartımı sol elinde tutmaktaydı.

“Adım Sabri Eğilmez. Otel menejeriyim. Efendim şu anda çok kalabalığız. Tam olarak mesele nedir?” Adama üç beş satırla olan biteni kısaca özetledim ve 607 numaralı odaya bakmak istediğimi

söyledim. “Bu otel kurallarına aykırıdır.” “Sabri bey, açık konuşayım. Birazdan yanımda resmi üniformalı polislerle de gelebilirim. Bu otel için

iyi bir imaj olmayabilir. Paparazilerin dikkatini çekebilir. Tam sezonun ortasında. Eğer ciddi bir şey yoksa... Hamfendi odasında değilse mesela, her şey sessizce hallolur.”

“Müşterimize ait bir odayı açmamızı istiyorsunuz.” Dedi Sabri bey. İtiraz tonu bayağı hafiflemişti. “Ve mümkün olduğu kadar çabuk. Üstelik bayan Palmer benim de müşterimdir.” Sabri beyin kararsızlığı sürüyordu. Beni polise gitmek zorunda bırakırsa ciddi bir zaman kaybına

neden olacaktı. Emniyet teşkilatı Ada nüfusunun neredeyse on kat artttığı bir zamanda kimbilir kaç işle birden aynı anda cebelleşmekteydi.

“Bir dakika lütfen.” Sabri bey restoran tarafına doğru yürümekteydi. Asansör tarafına baktım. Hâlâ bir ümitle Marion’u

görmeyi uman bir yanım vardı. Yüzünde utangaç bir ifadeyle, bin bir özür dileyerek gelecek ve falanca nedenden saati unuttuğunu söyleyecekti.

Kadının kocası Harry Palmer ile 2007 – 2009 arasında belli periyotlarla İstanbul’da beraber çalışmıştık. Kaçakçılık masası dedektifiydi. Londra-İstanbul arasında belge sahteciliği yapan, sahte kimlik ve ölüm ilmühaberi ile sigorta şirketlerini dolandıran bir çeteyi çökertmeye çalışmaktaydık. Bu çetenin narkotiği

Kitaplık

ilgilendiren yanı da olduğu için geniş katılımlı bir çalışma ekibiydik. Harry’den Marion’un bahsini defalarca duymuştum. Adam o sıralarda iki yıldır evli olduğu karısına deli gibi aşıktı. İstanbul’a geldiğinde neredeyse her gün telefonla konuşmaktaydı. 2009 yılının sonbaharında Londra’ya gittiğimde kendisiyle tanışmıştım. Fotoğraflarından daha güzel ve cana yakındı. Kimsesiz çocuklara aile ve bakacak kurum bulan özel bir şirketin sahibesiydi. Trafalgar meydanına yakın Rose Dust adlı hoş bir kafede çay sohbeti icra etmiştik. Londra’dan Paris’e gitmek üzereydim. Akşam yemeği teklifini reddetmek zorunda kalmıştım.

İspanyol turistler ikişer üçer asansörlerle yukarı katlara çıkmaya başlamışlardı. Lobi biraz rahatlamaya başlıyordu. Sabri beyin yanında uzun boylu, lacivert pantolon üzerine beyaz gömlek giymiş iri yapılı kumral bir delikanlıyla geldiğini gördüm.

“Hemen gidip bir bakalım Mete bey.” Birlikte boş asansör kabinine girdik. Delikanlı altıncı katın düğmesine bastı. “Belki randevu için başka bir yere gitmiştir. Dalgınlıkla.” Dedi Sabri bey. “O durumda telefonuma cevap verirdi.” Dedim. “Değişiklik nedeniyle beni arardı. Çünkü beni buraya

kendisi davet etti. Ayrıca bayan Palmer Londra’da büyük bir organizasyonun başıdır. Kolay kolay yanlış yere gitmez.”

Adam sessiz kalarak iç geçirdi. Boş yere alarm düğmesine basmayacağıma kani olmuş gibiydi. Asansörden çıkınca uzun boylu delikanlı önden yürüdü. 607 numaralı oda holün sonuna doğru sağ taraftaydı. Delikanlı gömlek cebinden her kapıyı açan elektronik bir kart çıkardı. Kartı yuvasına soktu ve açılan kapıyı itti. İçerisi karanlıktı. Leylak bazlı bir parfüm kokusu diğer kokuları bastırmıştı. Kart girişte hemen sağda duran yuvaya girince ışıklar yandı.

İki yatak da yapılıydı. Yataklardan cama yakın olanın üstünde beyaz bir yazlık ceket durmaktaydı. Öylesine atılmış gibiydi. Hemen yanında 15 ekran bir dizüstü durmaktaydı. Fişi çekikti. Kullanım dışıydı.

Tuşa dokunup banyoyu aydınlattım. Küvetin perdesi örtülü değildi. Sadece bir ayak görülmekteydi. Turuncu ayakkabılı bir ayak. Küvete yaklaştım. Marion gözleri yarı aralık bir şekilde küvetin içinde sırt üstü yatmaktaydı. Sağ kolunun alt yarısı belinin altındaydı. Turuncu tişörtünün göğüs kısmının sol tarafında gül goncası büyüklüğünde kırmızı bir leke vardı. Beyaza yakın sarı saçları sol gözünü neredeyse örtmüş durumdaydı. Beyaz eteği dizlerinden iyice yukarı sıyrılmıştı. Sol kolunun dirseğine yakın kısmında mor lekeler vardı. Kolundan tutularak buraya süreklendiği belliydi. Apar topar küvetin içine tıkılırken her nasılsa iki ayakkabısı da ayağında kalmıştı. Kadın tam dışarı çıkmaya hazırlandığı sırada baskına uğramıştı. Eğilip yanağına dokundum. Teni sıcaktı daha.

“Bu... Ne yapacağız?” Sağ yanımda duran Sabri beyin heyecandan yüzü allak bullak olmuştu. Delikanlı daha soğukkanlıydı.

Onlu yaşlardayken bol bol Testere, Hostel, CSI vb.cinsinden filmleri izlemiş kuşaktandı ne de olsa. “Kapıyı kapatıp çıkıcaz.” Dedim. “Hiçbir şeye dokunmayacağız. Siz hemen emniyeti arayın. Silahla

işlenmiş cinayet deyin. Cinayet masasından birini... Ben konuşurum. Aşağıda polislerin gelmelerini bekleyelim.”

“Böyle bir şey ilk defa... İlk defa görüyorum bunu. Bunca yıldır otelciyim.”dedi Sabri bey. Üçümüz doluşunca çok daralmış olan banyoda durmaktaydık. Anlayışla başımı salladım. Susturucu

bir tabancayla bu kadar kalabalık bir otelde ve bu saatte cinayet işlenmesi sıradan gerçekliğe ait bir şey değildi.

24 25

Page 14: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

26 27

BAŞLANGIÇ

Çizgiroman Çizgiroman

Page 15: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

ÇizgiRomanİnceleme

Bir süper kahraman’ı dışarıda gezerken diğer insanlardan ayıran en önemli unsurlardan bir tanesi, giydiği kostümdür. Bu kostüm gerek zırhtan yapılmış olsun, gerekse çoğu kahramanın kullandığı vücuda yapışan “spandex” kumaşından olsun, o kahramana özgü ve özel bir kostümdür ve o kahramanla özdeşleşmiştir. Superman, günümüze kadar gelen en eski ve en popüler süper-kahraman olduğundan kostümü oldukça ikoniktir ve çoğu ondan sonra gelen kahraman kostümleri, onunki baz alınarak yapılmıştır. Yine de her kostüm birbirinden farklıdır. Bazı süper kahramanlar canlı renkleri tercih ederken, bazı kahramanlar mat renkleri tercih ederler. Kimisi modern bir görünüm yakalar, kimisi özellikle kendine eski tarz bir görünüm verir; kimi yıllardır aynı kıyafeti kullanır, kimiyse 2-3 senede bir kostüm değiştirir. Bu yazımda bu kostümlerin hangi unsurlara dikkat edilerek seçildiklerinden bahsedeceğim.

Kostüm tipleri çok fazladır, ama bir süper kahramanın kostümünün neler uyması gerektiğine dair belli kriterler vardır.

1- Rahat hareket edebilme : İlk çıkan süper kahramanlar Shade ve Phantom (yani Gölge ve Kızılmaske) ‘dirler. Fantom, ilk vücuda yapışan spandex kumaşından kostüm giyen süper kahramandır. Bu süper kahramanların spandex giyme özelliğinin birden fazla nedeni vardır. En “gerçek” nedeni, çizere kolaylık sağlamak içindir. Çıplak bir vücudu çok rahat çizen bir çizerin tek yapacağı şey, çıplak vücudu boyayarak kostüm elde etmektir. Daha çizgi-romansal nedeni ise süper kahraman’ın rahat hareket etmesini sağlamak içindir. Apartman tepelerinde hoplayıp zıplayan bir kahramanın en rahat edeceği kostüm spandex’tir.

2- Gizli kimliğini saklama : Bir süper kahraman’ın en önemli problemi gizli kimliği’dir. Eğer tüm halk tarafından tanınıyorsa ve gizli kimliği yoksa ( Fantastic Four elemanları gibi) o zaman bu öenmli bir

ÇizgiRomanİnceleme

sorun değildir. Ama diğer şekilde sevdikleri kişilerin zarar görmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden kahramanların çoğu bir maskeyle yüzlerini gizlerler. Bu modern zamanlarda çoğu kahraman parmak izlerinin alınmasını engellemek amacıyla eldiven de kullanmaktadırlar. Bir süper kahraman standart domino maskesi denen maskeyle yüzünü gizleyebilir ( Yalnız süvari ve Fantom gibi eski stil kahramanların kullandığı maske) ya da örümcek adam gibi tüm yüzünü maskeyle saklayabilir. Günümüzde çoğu kahraman saçları, burnu ve ağzı açıkta bırakan bir maskeyi tercih etmektedir.

3- Alet-edevat ve silah çantaları : Eğer bir süper kahraman bir silah ya da alet taşıyorsa, genelde bunu hareketlerini kısıtlamayacak bir şekilde taşıması gerekmektedir. Çoğu spandex giydiğinden aletlerini zaten ceplerinde taşıyamazlar. Bu yüzden değişik yollara başvurulur. Bazı kahramanlar silahlarını alet kemerlerinde (Batman) taşırlar, bazılarıysa silahlarını bacaklarına ya da kollarına bağlarlar ( Elektra). Bir kısım süper kahraman da sırt çantası (Solo) kullanırlar. Bazı kahramanlar kostümlerini işlevsel hale dönüştürürler ve kendi kostümlerinde silahlarını saklarlar. ( Gambit, trenökotunda bir iskambil destesi taşır)

4- Amblem : Bazı kahramanların kostümlerinin belirgin yerlerinde; adlarını,güçlerini ya da temsil ettikleri kişilikleri belirten semboller bulunur. 1940’lı yıllarda Superman ile başlayan bu trend, zamanla oldukça azalmıştır. Büründükleri hayvan’ın simgesini taşıyanlara örnek olarak Batman ve Spider-Man; kendi isimlerini kostümlerinde taşıyanlara örnek olarak Daredevil ve Superman verilebilir.

5- Pelerin : Superman’la başlayan ve artık çok kullanılmayan bir trend daha. Kesinlikle uçan bir karakterde çok havalı durmasına rağmen, normalde çok kullanışsız olduğundan ve çizerler için de zorluk çıkardığından şu sıralar DC’nin sadece klasik kahramanlarında görünür, Marvel’da ise pelerinli kahraman nerdeyse yok denecek kadar azdır.

Bazı kostümlerin, tanınabilirlik dışında kullanım amaçları vardır, bazı kostümlerse çok farklı amaçlarla dizayn edilirler. Bunlara da kısaca bakacak olursak.

1. İkonik kostümler : Kostümlü kahramanların babası Superman’dir ve kırmızı-mavi kostümü ilk kostüm olarak kabul edilmektedir. Bunun gibi çok eskiden beri hayatımızda olan kahramanların kostümlerini ilk bakışta tanırız. Bu tarz kostümler ikonik’tir ve değiştiği takdirde çoğu okuyucu tarafından reddedilirler. Bu ikonik kostümlere örnek olarak Superman, Batmen ve Örümcek Adam’ın kostümlerini verebiliriz.

Süper Kahraman

Kostümleri

28 29

Page 16: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

ÇizgiRomanİnceleme

2. Büründüğü hayvanın ya da kişiliğin kimliğini abartan kostümler: Bazı karakterler kendilerini bir hayvana benzetirler (Batman, Black Panther veya örümcek adam gibi ) Ya da bazı karakterler kendilerini daha mitolojik ya da korkunç bir yaratığa benzetirler (Daredevil gibi) Bu karakterler kostümlerini büründükleri kişiliğe benzetirler. Batman, dev bir yarasaya benzer; Örümcek adam kostümü mavi-kırmızı olmasına rağmen duvara yapışıp hareket ettiğinde kostümünün de etkisiyle dev bir örümceğe benzer. Daredevil kıpkırmızı giyindiğinden zıplayan kırmızı bir şeytana benzemektedir.

3. Ruh halini yansıtan kostümler : Bir karakterin kostümü, o karakterin tavrını ve ruh durumunu da belirleyebilir. Mesela ciddi kahramanlar olan Batman ve Punisher hep simsiyah kostümler giyerler. Daha renkli ve şakacı olan Spider-Man’ın kostümünün renkleri ise canlıdır.

4. Militarist kostümler, üniformalar : Bazı kahramanlar , dünyada ya da dünyadışında bir askeri lejyona bağlıdırlar. Bunların kostümleri , aslında birliklerinin üniformalarıdır. Bazıları kendi üniformalarında ufak tefek değişiklikler yaparak kendilerini özgünleştirirler. Bu tarz karakterlere Green Lantern, Dark Stars örnek olarak verilebilir.

5. Diğer üniformalar : Militarist bir gruba dahil olmayan, fakat başka bir kuruluşa bağlı olduklarını anlatan uniformalar da vardır. Bunları giyen kahramanlar, askeri bir gruba dahil olmadıkları halde başka bir grubun üyeleri olduklarını belirtirler. Genelde bu tarz gruplara üye olanlar, askeri eğitim almamış olsalar da belli bir savunma-saldırı eğitimi alırlar. Üye oldukları grubun işaretleri üniformalarında yer alır. En iyi örnek : X-Men’ler ve Legion of Super Heroes’a bağlı kahramanlar.

6. Tarihi kişilikler : Mitolojik kişilikler ya da tarihten zamanımıza kadar gelen kahramanlar genellikle geldikleri zamanı hatırlatan kostümler giyerler. Hercules ve Thor, kullanışsız ve demode olmalarına rağmen hala o zamanki giysilerini giymektedirler.

7. Tematik kostümler : Bazı kahramanlar, güçlerinin tarzına uygun kostümleri giyinirler. Mesela Ghost Rider, bir motorsiklet sürücüsü olduğundan, dönüştüğünde motorcuların giydiği deri elbiseleri giyer. Zatanna büyü güçleri olan bir kahramandır ve kostümü de sahne illüzyonları yapan birisinin kostümüdür. Green Arrow, okçu olduğundan Robin Hood tarzı bir kostüm kuşanır.

8. Milliyetçi kıyafetler: Eğer bir ulusal kahramansa genelde ismiyle ve kostümüyle o ülkeyi temsil ederler. Kostümleri, o ülkenin bayraklarının stilize edilmiş ve kostüme dönüştürülmüş halidir. Örnek : Captain America ve Captain Britain.

9. Zırh : Bazı kahramanlar, vücutlarının bir kısmını ya da tamamen zırhla kuşanırlar. Bu Batman’ın yaptığı gibi sadece savunmayı arttırmak için de olabildiği gibi, Demir Adam gibi tamamen zırhla döşenip bu zırhla uçmak ve savaşmak için de kullanılabilir.

10. Kostümün kendisinin güçlerinin olması : Bazı durumlarda kostüm bir uzaylı ya da farklı bir boyuttan gelen bir canlı olup, giyen kişiye süper güçler kazandırabilir. Örnek : Venom ve Spawn.

11. Kostümsüzler : Bazı kahramanlar kostüm kullanmazlar. Bunlar kahraman olduklarını iddia etmedikleri için ( John Constantine) ya da yaratılışları gereği giysi giymdikleri için ( Swamp Thing) kostüm giymezler. Bunun dışında 90’lı yıllarda kostüm saçmalığından sıkılan kahramanlar ( Luke Cage) da kostümlerini çıkartıp atmışlardır. Bazı kahramanlar ya kaçtıkları ya da saklanmada oldukları için ( Gen13, runaways) kostüm kullanmazlar.

ÇizgiRomanİnceleme

30 31

Page 17: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

ÇizgiRomanİnceleme

Öykü

Saçları tamamen beyazlaşmış olan adamın aklı belediyeden almayı umduğu ihaledeydi, bu yüzden karşısında oturan kadının söylediklerini duymuyordu bile. Dinlermişçesine arada bir kafasını sallayıp durumu idare ediyor, ardından yine kendi dünyasına dalıyordu. “Ah be.” Diyordu içinden “ah şu ihaleyi kazasız belasız bir kopartabilsem, tüm sıkıntılarımdan kurtulurum.” Tek umudu karısındaydı. Hani tüm gününü mukabelelerde, sohbetlerde geçiren, kocasının doğal isteklerini görmezden gelen, vaktinden önce kendisini bu hayattan soyutlamış buna karşın belediye başkanının eşiyle arası çok iyi olan karısında. Günün birinde ona muhtaç olacağı hiç aklına gelmezdi; ama ne çare ki iktidar artık onun gibi düşünenlerin elindeydi. Bir ricasıyla şu an kapalı gibi görünen tüm kapılar açılabilirdi. Konuyu karısına ilk açtığında önce “Günah”, ısrar ettiğinde ise isteksizce “bir denerim.”demişti. Bu düşünceler içinde kıvranırken gözü karşısında oturan kadının göğüs dekoltesine takıldı. Tek kelimeyle muhteşem gözüküyorlardı. “Şuraya bak bu da kadın, evdeki de… Gel gör ki biri insanın canına can katıyor, diğeri yaşamdan bıktırıyor. Hele şu ihaleyi bir kapayım bilirim yapacağımı… Altmışıma merdiven dayamışım, şimdi yaşamayacaksam ne zaman yaşayacağım?” Diye içinden geçirdikten sonra yemeğini yemeye devam etti.

Saçları sarıya boyanmış olan kadın elinde tuttuğu çatalı tabağın kenarına bıraktıktan sonra, gözlerini adama dikti ve “Hamileyim.” dedi. Bu sözü sıradan bir şeyden bahsedermişçesine öylesine umursamaz bir tavırla söylemişti ki, o an tüm dikkatini tabağındaki etin yağlı kısımlarını bıçağıyla ayırmaya veren beyaz saçlı adam neden bahsettiğinin ayrımına bile varamadı. Tamamen içgüdüsel bir tepkiyle başını salladı, ardından yağlarından temizlediği küçük bir et parçasını çatalına batırıp ağzına attı. Hiç acele etmeksizin ağır bir şekilde lokmasını çiğnerken, kadın onun bu önemsemez tavrı karşısında şaşkınlığa düşmüştü. Duyduğu hayal kırıklılığını belli etmemeye çalışarak, “Senin için bir sorun olmadığına göre o zaman doğururum.” deyince adam birden irkildi ve çiğnemekte olduğu fakat henüz öğütemediği et parçası da o şaşkınlıkla boğazına kaçtı. Nefes alamıyordu. Öksürmeye başladı. Gözlerinden yaşlar gelene kadar ardı ardına öksürdü, ardından masadaki su dolu bardağı kapıp sonuna kadar içti. Kadın onun bu panik halini donuk gözlerle seyretti. İçinden ne ona yardım etmek geldi, ne de konuşmak. Vermek istediği mesaj sonunda yerine ulaşmıştı ve bundan böyle düşünmesi gereken kendisi değildi. Adam peçeteyle gözlerindeki yaşları sildikten sonra kadına baktı. Önemli bir şey söylememişçesine rahatça yemeğine devam ettiğini görünce şaşkınlığı daha da arttı. “Yanlış duydum galiba, bir arkadaşından bahsediyor olmalı. Yoksa bu kadar sakin olamazdı.” Diye içinden geçirmesine karşın yine de içine bir kurt düşmüştü. Neden bahsettiğini sormayı deli gibi istemesine rağmen, hem “Sen beni dinlemiyor musun?” diye fırça yemekten, hem de alacağı yanıtın olumsuz çıkmasından dolayı buna cesaret edemiyordu. “En iyisi beklemeli.” Diye düşünmesine karşın kendini tutamadı ve “Kimden bahsediyorsun?” diye sordu. Kadın, adama kırgın bir şekilde baktı ve “Her zaman ki gibi beni dinlemiyordun, değil mi?” dedi.

“Estağfurullah kraliçem o nasıl söz? Can kulağıyla dinliyordum.““O zaman neden “neyi” diye soruyorsun? Hamile olduğuma göre elbette çocuğumuzu doğuracağım.” “Hamile misin? Nasıl olur?“Evet hamileyim, nasıl olduğunu da çok iyi biliyorsun?” Kadının bu son sözü karşısında beyaz saçlı adam kahpe bir kursunla sırtından vurulmuşçasına sarsıldı.

Gözleri seğirmeye, kulakları vınlamaya başladı. Parmakları kendiliğinden gevşedi ve elinde sıkı sıkıya tuttuğu çatal tabağının üstüne düştü. Kadının doğurmasına izin vermesi mümkün değildi. Ne pahasına

İktidar Değiştiğinde

Gelişen teknolojiyle beraber kahramanların da kostümleri çağa ayak uydurmaktadır. Fakat son zamanlarda “nostalji” modasından etkilenen bazı kahramanlar Superman gibi ikonik kostümler tercih etmektedirler. (Örnek : Invincible) Zamanla yeni fikirler ortaya çıktıkça, kahramanların da kostümlerinin sürekli değişeceği şüphesiz. Her zamanki gibi, bize sadece beklemek ve görmek kalıyor.

Tunç PEKMENwww.uzunjohn.com

32 33

Page 18: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

olursa olsun bundan kurtulmalıydı, bu telaşla, “Olamaz, mümkün değil” diye mırıldandı. Kadın onun bu halini görünce kendini tutamayarak güldü, ardından da “Beni yatağa attığında hiç böyle konuşmuyordun. Aksine çok güzel olacak diyordun.” dedi.

“Ama hamile kalacağını hiç düşünmemiştim.”“Sayende kaldım.”“Korunmuyor muydun?”“Hayır, tıpkı senin gibi...” İçinden, “Ne yapayım o şeyi takmayı sevmiyorum.” diye itiraf etse de kadının o gece kendisini uyardığını

anımsayınca, sessiz kalmayı tercih etti. Saçları sarıya boyanmış kadınla dört ay önce tanışmışlardı. Karısında görmediği cilveler, seksi kıyafetler, parfüm kokuları daha ilk andan itibaren başını döndürmüş ve o günden sonra da aklından hiç çıkmamıştı. Bir ay boyunca peşini hiç bırakmamış, sonunda amacına ulaşmıştı. O akşamın anıları aklına gelince, “Ama ne geceydi” diye içinden geçirdi. Önce bir balıkçı lokantasına ardından da otele gitmişlerdi. Gerek alkolün etkisiyle, gerekse alışık olmadığından eczaneden o plastik nesneyi almayı unutmuştu. Yatağa girdiklerinde kadın hatırlatmış olsa da, “Boş ver, biz eski tüfeğiz bir şey olmaz kraliçem.” demişti. O günden sonra arada görüşmelerine rağmen bir daha birlikte olamamışlardı, tüm umudu bu gecedeydi; ama şimdi de bu bela çıkmıştı başına.

“Bu kadar panik yapmana gerek yok doğuracak olan da benim, acı çekecek olan da.” “Doğurmak mı?”“İnanmayacaksın ama hamile kalınca istesen de istemesen de dokuz ay sonra kapıyı biri çalıyor.”“İşler tam yoluna giriyor dediğim sırada başıma gelene bak. Bir duyulursa tüm itibarım yerle bir

olduğu gibi ihalede de avucumdan uçup gider. Bu işi bir şekilde halletmek lazım.” Diye düşündüğü sırada kadın sabırsız bir şekilde “Söylesene sen ne düşünüyorsun hayatım?” diye sordu. Ardından adamın yanıtını beklemeden, “Bana soracak olursan doğuralım derim. Nasılsa birbirimizi seviyoruz, karından kurtulup benimle evlenmen için iyi bir fırsat.. Büyüklerimiz boşuna çocukta keramet vardır dememişler.”

“Nikâhta keramet vardır.”“Aman sende takıldığın şeye bak, nikâhın arkasından bebek gelmez mi, gerçi bizde tam tersi oldu

ama boş ver.”“Bir dakika kraliçem önce biraz sakin olalım.”“Karnımda çocuğumuzu taşırken nasıl sakin olabilirim. Sende benim kadar heyecanlısın değil mi

hayatım?”“Tabi ki heyecanlıyım ama şu ortamda doğurman olanaksız.”“Neden? Yoksa beni sevmiyor musun?”“Seviyorum elbette kraliçem, ama iktidar bu tip olayları onaylamıyor.”“Onaylamazsa onaylamasın, onlara ne?”“Durumumu biliyorsun tüm umudumu belediyeden alacağım ihaleye bağladım, belediye kimin

elinde; iktidarın. Bu olay bir duyulursa benimle asla iş yapmazlar. Çocuğumuzun beş parasız olmasını istemezsin değil mi?

“Elbette istemem, peki ne yapacağız?”“Galiba en mantıklısı aldırmak.”“Aldırmak mı?”Kadın bu sözü söyledikten sonra iki eliyle yüzünü kapatıp hıçkırmaya başladı. Adam ne yapacağını

bilmez halde etrafına bakındı. Lokantadaki meraklı bakışların üzerlerinde olduğunu görünce kadına doğru

Öykü

yanaşıp, “Ne olur kendini böyle koyuverme baksana herkes bize bakıyor.”“Aklın fikrin başkalarının ne diyeceğinde beni hiç düşünmüyorsun.”“Düşünmez olur muyum kraliçem ama ne olur biraz anlayışlı ol, hele şu iktidardan kurtulalım ondan

sonra istersen dördüz doğur.”“Ya iktidar değişmezse?”“Mümkün değil. Kısa zamanda giderler.”“Madem sen öyle istiyorsun, artık ne diyebilirim ki...”Bu sözlerin ardından, önce dudaklarını kanatırcasına ısırdı, sonra da bakışlarını kaçırdı. Burun

kanatlarına doğru sessizce akan gözyaşları, saçları beyazlaşmış adamın kendisini kötü hissetmesine sebep oldu. Bir an, ne pahasına olursa olsun karısından boşanıp kadınla evlenmeyi düşündü. Maddi durumu kötü olmasına kötüydü, ama iki gönül bir olduktan sonra aşılmayacak engel de yoktu. “Hiç değilse ömrümün son dönemlerinde gönlünce yaşarım.” Diye içinden geçirdi ve düşüncesini kadına söylemek için doğrulduğunda, birden doğacak olan çocuk aklına geldi. Ona iyi bir gelecek sağlayamayacağının bilinci, yüreğini nasırlaştırdı, arzularını unutturdu ve dudaklarından “Bu işi halledecek iyi bir doktor biliyor musun?” kelimelerinin çıkmasına sebep oldu.

“Doktor mu?”“Kürtaj için.”“Onu da mı ben bulacağım? Sen ne işe yararsın?”“Öyle deme kraliçem, hayatım boyunca kadın doğumcuya gitmişliğim mi var? Tek tanıdığım bizim

hanımın gittiği doktor; ama ona da gidemeyiz ki.”“Çok pahallı olduğu için mi?” “O nasıl söz kraliçem, senin sağlığının yanında paranın ne önemi var. Benim endişem olayın

duyulması.” “Ben canımın derdindeyken senin düşündüğüne bak.”“Hele şu iktidar değişsin bak her şey nasıl da güzel olacak. Ama ne olursun şimdi biraz mantıklı ol.”“Başka çarem mi var?”İri gözleri yeniden yaşarmaya başlamıştı. Kadının kırmızı ojeli parmaklarını avuçlarının içine alıp

sıkıca sıktı ve “Ne olursun ağlama kraliçem, sana söz veriyorum şu ihaleyi alır almaz hemen boşayacağım karımı.” dedi.

“Doğru mu söylüyorsun?“Sana yalan söyleyebilir miyim kraliçem.”“Sürekli gittiğim bir doktor var, o bu işi halleder.”“Ağzı sıkı mıdır?”“Kızmayayım diyorum ama sürekli üstüme geliyorsun. Eli iyi midir, sana bir şey olursa dayanamam

diyeceğine nelerle uğraşıyorsun.”“Sustum kraliçem. Bundan böyle sen ne dersen o olacak.”“Gerçi büyük diye almayabilir?”“Büyük mü?”“Üç aylık olabilir?”“Neden şimdiye kadar söylemedin?”“Sanki seni her gün görüyorum da… Bir aydır Ankara’da olan ben miyim?”“Ama her gün telefonlaşıyorduk.”

Öykü

34 35

Page 19: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

“Konuşuyorduk ama böyle güzel bir haberi telefonda söylemek istemedim. Romantik bir ortamda açılayım, haberi duyunca sevinçten çıldıran gözlerine bizzat şahit olayım dedim. Kim bilir belki evlenme teklifi bile eder diye hayal ettim.”

“Ya doğurmak zorunda kalırsan?”“O zaman doğururum. Bu kadar ruhsuz olabileceğine inanamıyorum. Madem her şey telefonla

hallediliyor bundan böyle beni arzuladığında sakın yatağıma gelme, bir telefon aç ben seni tatmin ederim.”Saçları beyazlaşmış adam bu söz karşısında kızardı. Tek kelimeyle saçmalamıştı. “Özür dilerim

kraliçem, heyecanıma ver. Akıtacağın bir damla gözyaşın için ölürüm”“Keşke kızabilsem sana, ama inan ki yapamıyorum. Anlasana seviyorum seni.”“Ben de kraliçem.”“Neyse üzülme doktor işini hallederim. Yıllardır ona gidiyorum, beni kırmaz; ama büyükse çok para

isteyebilir.”“Para önemli değil kraliçem, yeter ki sana bir şey olmasın.”Kadın doğum doktoru; ufak tefek, esmer, tepesi açık, asabi birisiydi. Muayenehanesi, varoş semtlerdeki

apartmanlardan birinin giriş katındaydı. Yaklaşık yirmi yıldır buradaydı. İhtisasını bitirdiğinde gönlünde yatan aslan gözde semtlerden birinde yer açmak olsa da, maddi olanaksızlıklar yüzünden varoşları tercih etmişti. İlk yıllarında, “Hele birkaç yıl çalışıp para kazanayım sonra nasılsa taşınırım.” diye düşünmesine karşın, bir türlü ayrılamamış ve bu içinde bir ukde olarak kalmıştı. Özellikle sınıf arkadaşlarının muayenehanelerini, hasta profillerini görünce günlerce kendi kendine söylenip dururdu. “Ben de doktorum onlar da. Bilgi desen var, el pratiği desen hepsinden iyiyim, öyle olduğu halde neden onlar en iyi yerlerdeyken ben bu ter kokulu insanlarla uğraşıyorum?” Çekip gidememesinin aslında en büyük sebebi, iyi para kazanmasıydı. Vizitesinin ucuz olması, hastaları çiçek arayan arılar gibi muayenehanesine çekiyordu. Beş yıl öncesine kadar hafta sonu, gece, bayram demeden deliler gibi çalışmıştı. Ve bir gün geldi, iktidar değişti. Önce muayenehanelere inanılmaz kısıtlamalar getirildi, artık en basit müdahaleleri bile tam donanımlı sağlık kuruluşlarında yapmak zorundaydı, ardından devlet muayenehaneleri görmezden gelerek özel hastanelerle anlaştı. Bir zamanlar “Yoruldum, hasta bakmak istemiyorum.” diye şikâyet ederken, şimdi kapı zilinin çalmasına hasret kalmıştı. Artık muayenehanesine gelenler; ya ilaçlarını nasıl kullanacağını soranlardı, ya da yaptırdığı tahlillerle ilgili bilgi almak isteyenler. Son zamanlarda sinirleri iyice bozulmuştu, önüne gelen herkese “Bu iktidar bitirdi bizi, bırakacağım bu mesleği.” diyordu. Elinden başka bir iş gelse gerçekten de bırakacaktı, ama ne yazık ki kendi mesleğinden başka hiçbir işten anlamıyordu.

Odasında köşeden köşeye gidip gelirken saatine baktı, ikiyi çeyrek geçiyordu ve daha bir hasta gelmemişti. “Anlaşılan bugün de boş bir gün olacak.” Diye düşündüğü sırada kapıyı çalan sekreteri, “Bir kadın sizinle görüşmek istiyor.” dedi. Gelenin gerçek bir hasta olmasını umut ederek koltuğuna oturduğu sırada, içeriye önce ağır bir parfüm kokusu girdi, ardından saçları sarıya boyalı kadın. Hemen tanımıştı, eski hastalarındandı. Kadının bir adım gerisinde duran ve babası olduğunu tahmin ettiği altmış yaşlarında, beyaz saçlı, ince bıyıklı, takım elbiseli, sağ elinde fötr şapkasını tutan adama söyle bir baktıktan sonra, “Hoş geldiniz.” dedi. Kadın, en muhafazakâr bir insanı bile tahrik edecek ses tonuyla, “Hoş bulduk doktorcuğum.” derken beyaz saçlı adam, titrek ve çekingen bir edayla “İyi günler.” dedi.

“Görüşmeyeli nasılsınız bakalım.”“Gayet iyiyim doktorcuğum.” “Ne güzel. O zaman sorun ne?” “Hamileyim.”

Doktor kadının konuşmasını can kulağıyla dinlerken göz ucuyla adama baktı, başını suçlu bir çocuk gibi öne eğmişti. “Yoksa babası değil mi?” Diye içinden geçirmesine karşın düşüncesini kendisine sakladı ve “Gözün aydın.” dedi.

“Öyle deme doktorcuğum, biraz vakitsiz oldu.” “Yani?”“Anlayacağın şu an hazır değiliz ve aldırmak istiyoruz.”“Önce bir muayene edip kaç haftalık olduğuna bakalım, umarım fazla gecikmemişinizdir, yoksa bir

şey yapamam.” Saçları beyazlaşmış adam bu sözler üzerine başını yerden kaldırdı ve “İstirham ederim Doktor Bey,

büyük de olsa lütfen bizi geri göndermeyin ve bu dertten kurtarın.” dedi. “Biliyorsunuz; gebelik on haftalıktan büyük olduğunda kürtaj yapmamız kanunen yasak, artı küçükse

bile artık muayenehanede müdahale edemiyoruz.”“Neden efendim?”“İktidar yüzünden, bu iş hastane ortamında olacak diye kararname çıkarttılar. ”“Ah bu iktidar ah… Doktor Bey hastaneye gidecek olursak olay resmiyet kazanır ve biz de bunu

istemiyoruz. Sizden istirhamım eğer mümkünse burada halletmeniz.” “Merak etme hayatım doktorcuğum beni kırmaz.”“Kırmak istemem ama çok riskli, bu da size haliyle biraz pahallıya mal olur.”“Aman doktorcuğum para önemli değil, sen yeter ki bizi bu dertten kurtar, öyle değil mi hayatım?”Adam tüm bakışların üzerinde olduğunu hissedince, önce cebinden çıkarttığı beyaz mendiliyle

alnında biriken terleri sildi, sonra da zor duyulan bir sesle, “Elbette.” dedi. “O zaman önce bir muayene edelim ayrıntıları daha sonra konuşuruz.” “Hayatım sen biraz dışarıda bekleyiver.” Bu söz üzerine adam ayağa kalktı ve masanın üstüne bıraktığı şapkasını alıp sessizce dışarı çıktı.“Siz de söyle uzanın ultrasonla bir bakalım.” “Gerek yok doktorcuğum.”“Nasıl yani?”“Çünkü hamile değilim.” “…”“Bak doktorcuğum zengin zannedip bu adamla birlikte oldum; ama gel gör ki yanılmışım. Ne zaman

bir şey istesem, “Hele şu iktidar değişsin sonra ne dilersen dile benden.” diyor da başka bir şey demiyor. İşimiz iktidara kaldıysa ölme eşeğim ölme... Ben de adamı terk etmeden önce bunun acısını bir güzel çıkartayım dedim.”

“Eee”“Kürtaj ettim diyeceksin.” “Kesinlikle olmaz.”“Kırma beni doktorcuğum. İsteyebildiğin kadar da iste adamdan, ne koparırsak üçte biri senin.”İkilemde kalmıştı; bir yanı kesinlikle olmaz derken, diğer yanı hiç kaçırma diyordu. Vicdanın daha

ağır bastığını hissedince birden panikledi ve adeta kelimeleri yutarak, “Kaç para isteyeceğiz?” diye sordu.“Ona sen karar ver.”“Dört bin çok mu?”“Hiç de değil. Benim gibi bir tazeyle yatmanın bedeli çok daha fazla.”

Öykü

36 37

Page 20: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

“O zaman altı bin diyelim.”Adam, hamileliğin on bir haftalık olduğunu ve kürtajın yasal olarak mümkün olmadığını öğrenince

sarsıldı. Israrla bir çıkış yolunun olup olmadığını sordu. “Çok fazla denetim var, duyulursa meslek hayatım sonlanır. Sizi de anlıyorum; ama dediğim gibi çok

riskli. İllaki hallet diyorsanız bu iş altı bin liradan aşağıya olmaz.”“Altı bin mi?“Kabul etmezseniz daha çok sevinirim. Zira yapmak istemiyorum” “Yaptırmaya mecburuz Doktor Bey. Yalnız üzerimde o kadar para yok isterseniz siz başlayın ben

parayı tedarik edip geleyim.” “Beni burada bir başıma mı bırakacaksın hayatım?”Yanımda o kadar para yok, Doktor Bey müsaade ederse ücretini sabah takdim edeyim.”“Olanaksız.”“O zaman git aşkım, ama benim için dua etmeyi sakın unutma.”Adam gittikten sonra, doktorla saçları sarıya boyalı kadın kahvelerini içip muhabbet etmeye

başladılar. İki saat sonra adam telefon etti. Parayı bulduğunu ve şu anda yolda olduğunu söyleyip kadının durumunu sordu. Operasyonun başarılı olduğunu duyunca da “Çok şükür.”diyerek telefonu kapattı.

Ne o gün, ne de diğer günlerde saçları beyazlaşmış adam bir daha ortaya çıkmadı. Kadının yaptığı araştırmalar sonunda; adamın İstanbul’da yaşamadığı, ancak arada bir kısa süreliğine gelip gittiğini öğrendilerse de, adresini ve hangi belediyeden ihaleyi kapmaya çalıştığını hiçbir zaman bulamadılar.

Yazan: Atilla BİLGEN

Sinema

Chan Kong-Sang(Hong Kong doğumlu Chan) ya da Jackie Chan Sing Lung ya da bilinen adıyla Jackie Chan 1954 yılında Hong Kong'da fakir ama mutlu Charles ve Lee-lee Chan'ın oğlu olarak dünyaya gelmiştir.

Fransız elçiliğinde çalışan ailesi onun daha iyi bir geleceğe sahip olması için 7 yaşında Pekin Opera'sına yazdırmıştır. Chan burada hem sesini kullanmayı hem rol yapmayı hem de uzak doğu savaş sporlarını öğrenmiştir.

Alkollü Usta Jackie Chan

38 39

Page 21: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Usta Yu Jim Yuen'in öğrencisi olan Chan burada Shaolin Kung-fu, Tae Kwon Do ve Hapkido çalışmıştır. Hapkido büyük ustası Jin Pal Kim'den siyah kuşak kazanmış olup, ustası gördüğü en çalışkan öğrencilerden biri olduğunu söylemiştir(adam ünlü olduktan sonra ne söyleyecek zaten).

Okulun en iyi öğrencilerinden oluşan “yedi küçük gelecek” oyuncu grubuna katılıp Yuen Lo sahne adını alan Chan burada tanıştığı iki arkadaşı Sammo Hung ve Yuen Biao ile oynadıkları filmlerle Hong Kong'un üç ejderi lakabını alacaklardır.

Bu grup ile ilk olarak Big and Little Wong Tin Bar filmini çeviren Chan çocuk yaşta sayısız filmde rol alarak kariyerinin ilk adımlarını atar.

Daha 17 yaşına geldiğinde Chan iki Bruce Lee filmi Fist of Fury ve Enter the Dragon'da dublör olarak rol alır. Hemen sonrasında ise Little Tiger of Canton filmi ile ilk başrol deneyimini yaşar.

1976 yılında Willie Chan adlı bir prodüktörün keşfi ile Lo Wei ve Snake in the Eagle’s Shadow filmlerinde başrol oynayan Chan yavaş yavaş kendi komedi-dövüş stilini oluşturmaya başlar. Böylece ilk büyük çıkışını yaptığı Drunken Master'ın da kapıları kendisine açılmış olur.

1995 yılında oynadığı Rumble in the Bronx'da amcasını motosiklet çetesinden kurtarmaya çalışan Chan Hollywood'a da adım atar. Eğlenceli kişiliği ile benzerlerinin aksine Hollywood'da tutunabilen usta, Chris Tucker ile beraber rol aldığı 1998 yapımı Rush Hour ile de kariyerinin zirvesine çıkar.

Chan, Guiness rekorlar kitabına “yaşayan en çalışkan dublör” olarak geçmiştir. Dublörlükte zaten en büyük başarının yaşamak olduğunu düşünürsek Chan'in değerini daha iyi anlarız. Filmlerindeki tüm zor kareografileri kendi hazırlayıp uygulayan Chan, kafatasından ayak parmaklarına kadar neredeyse tüm kemiklerini setlerde kırmıştır.

Sinema Sinema

Ayrıca aktör batıda pek bilinmese de Hong Kong ve uzak doğu simalarında sayısız albüme imza atmış sevilen bir şarkıcıdır.

En baba Chan filmleri;Uzak doğu dövüş filmlerini sevenler için Chan'in yeri her zaman

ayrı olacaktır. Aktörün kariyerindeki sayısız filme baktığımız zaman benim için öne çıkanları şöyle listeleyebilirim;

Drunken Master&Legend of Drunken MasterGelmiş geçmiş en iyi uzak doğu dövüş sanatı filmlerinden olan

seri tüm dövüş kareografilerindeki başarı ve mizah anlayışı ile bir klasik olmuştur.

Project A19. yüzyıl Hong Kong'unda geçen film İngilizlerin egemenliğindeki

Hong Kong'un arka sokaklarındaki korsanlara göz atar. 80'lerin en eğlenceli serilerinden biridir. Police Story SerisiChan'in yakaladığı mafya başına bela olur ve bir polisin suçu

Chan'e atılır. Olaylar gelişir... Dragons ForeverChan'in bir avukatı canlandırdığı film eski ejder kardeşler üçlüsünü

bir araya getiren en iyi filmlerdendir. Snake in the Eagle's ShadowYılan vuruşu! Video yıllarının en güzel hitlerinden olan yapımda

Chan başlarda dövüşemeyen itilip kakılan bir kaybedenken bir ustanın onu bulup yılan stilini göstermesi ile dayaktan dayağa koşar.

Armour of God II: Operation CondorChan'in kafatasını kıran film olarak tarihe geçmiştir. Aktör Nazi altınlarının peşinde sahara çöllerine

düşer. Heart of DragonChan'in en duygusal işlerinden olan film zeka geriliği yaşayan kardeşinin kaçırılan bir polisin

hikayesini anlatır. Rush HourChan'in en çok gişe yapan filmlerinden ve kesinlikle en komiği. Kariyerini bir üst seviyeye taşımıştır.

40 41

Page 22: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Rumble in the BronxHollywood'a attığı ilk adım olarak

başarılı bir filmdir. Who am i? Helikopter kazası geçiren bir ajanı

oynayan Chan'in karakteri hafızasını bu kaza sonucu kaybeder. Ancak peşinde başka ajanlar vardır ve kendisi neler olduğunu anlamamaktadır.

Bu listeye gönül bağımız yüzünden Chan'ın İstanbul'da çektiği Altın Yumruk İstanbul'da (The Accidental Spy)'ı da katabiliriz.

Chan'in sanki sokaktaki kahveden çıkmış amca modundaki sempatik hali, 70'lerden günümüze gelişen aksiyon filmlerine uyum sağlayan yeniliklere açık tavrı ve korkusuz yapısı filmlerini her zaman seyirciye sevdirmeyi başarmıştır. Sayısız kez iş yapmayan filmlerle batma noktasına gelmesine rağmen yılmadan film çekmeye devam etmesi de karakterinin sağlamlığını ve sinema sevgisine şapka çıkarmamız gerektiğini gösteriyor.

Yeni nesillerin idolleri olarak gördükleri, ne iş yaptıklarını bile bilmediğim Justin Bieber, Zac Efron(isimleri google'dan bulduğumu itiraf edeyim) gibi garipleri düşününce doğudan Bruce Lee, Jackie Chan'e batıdan Van Damme'dan Arnold'a bizim çocukluk idollerimiz aklıma geliyor ve ne kadar şanslı olduğumuzu anlıyorum. En güzel şey 80'lerde çocuk olmakmış.

Masis ÜŞENMEZ

www.otekisinema.com

Sinema Kitaplık

Her şey Dünya genelinde gerçekleşen sıra dışı bir olay ile başlar. Daha önce hiçbir gebelik belirtisi göstermeyen kadınlar, ardı ardına 43 çocuk dünyaya getirirler. Milyoner mucit Reginald Hargreeves ise bu çocuklardan 7 tanesini evlat edinir. Kendisine bunun nedeni sorulduğunda ise sadece 'Dünyayı Kurtarmak İçin' der.

Hargreeves, sıra dışı güçleri olan bu çocukları eğitmek için Şemsiye Akademisini kurar. Bu akademi çocuklar için içlerindeki güçleri keşfetmeyi sağlayacak bir aile olacaktır; fakat bu aile çok da kalıcı olmayacaktır.

Yirmi yılın yarattığı bir yol ayrılığından sonra üvey babalarının ölümü üzerine tekrar bir araya gelirler. Çoktan kendi hayatlarını

Şemsiye Akademisi: Cilt 1 – Kıyamet Senfonisi

42 43

Eserin Adı : Şemsiye Akademisi Cilt 1 : Kıyamet Senfonisi Eserin Orijinal Adı : The Umbrella Academy Volume 1 : Apocalypse Suite Sayfa Sayısı : 184 Materyal : 135 Gr Parlak Kuşe İç Sayfalar : 300 Gr Parlak Kuşe Kapak : Amerikan İplik Cilt Yazan : Gerard Way Çizen : Gabriel Ba Çevirmen : Sina Şehim Editör : Bora Öngürer Yayına Hazırlayan : Berk Şentürk Yayın Sorumlusu : İlker Sözdinler

Yayın Yönetmeni : Ertan Ergil ISBN : 978-605-62417-0-3 Fiyat : 25.00 TL. Aldığı Ödüller Amazon.com : 2008 En İyi Çizgi Roman Eisner Ödülleri : 2009 En İyi Grafik Roman Ödülü En İyi Kapak

Artisti Ödülü En İyi Renklendirme Artisti Ödülü En İyi Çizim Artisti Ödülü

Book Expo America : 2009 En İyi Çizgi Roman New York Times : En İyi Satanlar Young Adult Library Service Association (YALSA): Gençler İçin Okunması Gereken En İyi 10 Çizgi

Roman Ödülü.

Page 23: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Kitaplık Röportaj

-Hasan bize Gölge e-Dergi’ye nasıl katıldığını anlatır mısın?2008 yılının ortalarında üyesi olduğum Resimli Roman forumunda da yer alan bir grup arkadaş

Gölge adlı bir dergi çıkarmaya başlamışlardı. Benim de çeşitli yerlerde sinema üzerine yazdığımı görünce dergiye yazı verebilir misin diye bir istek geldi. 2. sayıdan beri Gölge’nin içindeyim ve o gün bugündür her ay Gölge için en az bir yazı hazırlıyorum (sevgili editörlerim hemen her ay yazımı geciktirdiğimi ama mutlaka gönderdiğimi bilirler). Zaman için yayın kuruluna da dahil oldum. Umarım bu birliktelik daha uzun yıllar devam eder.

-Senin Gölge’den önce zaten sinemamanyakları adında bir bloğun vardı. Nereden geliyor bu sinema ilgisi?

Çocukken televizyonda İstiklal Marşı okunmadan yatmadığımı hatırlıyorum. İyi de bir öğrenciydim ama tam bir televizyon bağımlısıydım. Dışarı çıkıp maç yapmak ya da mahallenin çocukları ile tüftüf savaşı yapmak yerine evde oturup televizyon seyretmeyi tercih ederdim. Yine o yaşlarda geceleri Alfred Hitchcock filmlerini izlerken biraz da korktuğum için annemi zorla yanımda oturttuğumu hatırlıyorum. Hep söylerim, o yıllarda TRT’de yaptıkları sinema kuşakları ile önce Atilla Dorsay, sonra Vecdi Sayar ve Rekin Teksoy benim sinemayı sevmemde en çok rol oynayan isimlerin başında gelirler. Bugün hatırlıyorum da biraz daha

Hasan Nadir DERİNGölge Dergi’de bu güne kadar en çok kim yazmış diye bir toparlama yapsak mutlaka birinci Hasan Nadir Derin olur. Yirmi sayfa yazdığı sayıları hatırlıyorum. Zaten festival günlükleri ve Oscar değerlendirmeleri artık Gölge’nin klasiklerinden. Bu sayının Gölge ekibi röportajına kurban olarak Hasan’ı seçtik, bakalım sorularımıza cevapları da o uzun sinema yazıları gibi olacak mı?

kurmuş grup üyeleri, bu toplanmanın ardından hem dünyayı yok etmek isteyen kötü güçlerle hem de kendi aralarındaki yirmi yılın silemediği gerginliklerle amansız bir savaşa girmek zorunda kalacaklardır.

Şemsiye Akademisi piyasaya çıktığı sene, Eisner ödülleri başta olmak üzere, En İyi Grafik Roman, En İyi Hikaye, En İyi Renklendirme, En İyi Kapak Tasarımı gibi pek çok dalda ödüller kazanmıştır. New York Times Best Selling ve Amazon.com tarafından 2008'in En İyi Çizgi Romanı Seçilmiştir.

44 45

İçimizden Biri

Page 24: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

büyüdüğümde hemen her hafta onların programlarına o hafta yayınladıkları filmlerle ilgili mektuplar gönderirdim. O zaman İnternet yok tabii, elle yazıp postaneden yolladığımız mektuplardan bahsediyorum. Keşke akıl etseymişim de o mektuplardan birer kopya da kendime alsaymışım. Kimbilir neler yazmıştım.

Yavaş yavaş sinema üzerine yazmak da izlemek kadar bir tutku olmaya başladı ve buralara geldik işte.

-Peki sinema üzerine bir eğitim aldın mı?Akademik anlamda herhangi bir sinema eğitimi almadım. Yukarıda da bahsettiğim gibi benim

sinema eğitimim TRT’nin sinema kuşaklarına dayanır. Ama o dönemin tek kanallı (sonradan ikiye çıkmıştı) ve sansürlü televizyonunda sinema tarihinin en önemli filmlerini, başka yerde izleme şansımız olmayan nice filmleri izlerdik. Belki biraz kesilmiş olurdu falan ama yine de bugünkü durumdan çok daha iyiydi. O gün izlediğim filmlerin pek çoğunu bugün belki de yüzlerce kanala çıkmış televizyonlarımızda izlemeyi hayal bile edemiyorum. Pek çoğunun DVD’si bile çıkmıyor ülkemizde.

-Sürekli seni festivallerde görüyoruz. Festival filmleri ile vizyon filmleri epeyce farklı oluyor. Senin favori türün hangisi sinemada?

Aslında vizyon filmlerini de kaçırmadan takip ediyorum ama festivallerde izlediğim filmler üzerine yazmak daha çekici geliyor. Hem diğerleri hakkında yorum bulmak çok daha rahat oluyor hem de festivallerde sıradışı filmler izlemek daha keyifli oluyor. Ama bunu yaparken popüler sinemayı dışlayanlardan da değilim.

-Filmleri ülkelerine ya da yönetmenlerine göre mi değerlendirirsin yoksa türüne göre mi?Çok klasik olacak ama iyi film olduktan sonra hangi ülkeden geldiği, türü benim için farketmez. Bilim

kurgu da severim, romantik komedi de, müzikal de korku da. Her türden film benim ilgimi çekebilir. Yine de bazı yönetmenlere zaafım vardır. Kötü denebilecek bir film çekseler bile olumsuz bir şey demek içimden gelmez.

-Favori yönetmenlerin kimler? (yerli ve yabancı)Stanley Kubrick gelmiş geçmiş en iyi yönetmendir bence. Benim için çok özel bir yeri vardır.

Yüksek lisans tezimi yazdığım sırada kaybetmiştik kendisini ve tezimi ona adamıştım (merak eden varsa Endüstri Mühendisiyim). Alfred Hitchcock ve Krzysztof Kieslowski de ayılıp bayıldığım isimlerdendir. Yaşayan yönetmenlere gelirsek Martin Scorsese, David Lynch gibi isimleri sayabilirim. Az önce bahsettiğim gönlümde ayrı bir yeri olan yönetmenlere en iyi örnek ise Steven Spielberg’tir herhalde. Çocukken beni çok etkileyen filmlere imza attığı için belki de hiçbir filmi için kötü olmuş diyemem asla. Neyse ki bunu dedirtecek filmler de çekmez pek…

Türk sinemasına gelince, Ömer Kavur ve Metin Erksan favori yönetmenlerim arasında yer alır. Yakın dönemden ise Reha Erdem’e önünü alamadığım bir hayranlık duyuyorum. Zeki Demirkubuz filmlerini de çok severim.

-En çok seyrettiğin, seyretmekten hiç bıkmadığın filmler var mı?Olmaz mı. Kubrick’in en sevdiğim filmi 2001, repliklerini adeta ezbere bildiğim Pulp Fiction, Star

Wars’un ilk iki filmi (Episode 4 ve 5 yani) ve Üç Renk: Mavi ilk aklıma gelenler. Ama herhalde hemen her filmini birden fazla izlediğim defalarca da izleyebileceğim yönetmen Hitchcock’tur.

-Dergide severek, beğenerek okuduğun kimler var?Düşününce fark ettim ki genellikle yazıları okurken yazarının kim olduğuna pek dikkat etmiyorum.

Galiba bu durum zamanında üniversitede asistanlık yaparken okuduğum ödevlerin kimler tarafından

Röportaj

yazıldığına bakmamak için özel bir çaba sarf ettiğim günlerden kalma bir özellik. Bazen tarzından kimin yazmış olduğu anlaşılabiliyor elbette. Onlardan birkaç örnek vereyim. Öncelikle sinema ile ilgili olduğum için o alanda yazanlardan Masis Üşenmez ve son zamanlarda aramızda göremesek de Barış Saydam, öyküleri ile Oğuz Özteker ve Fatih Danacı, RüyAdam ile Fatih Yürür ve Berçem Gözde Ölmez ilk aklıma gelen isimler. Elbette ki unuttuğum onlarca isim vardır. Kusura bakmasınlar.

Yazarlardan bahsetmişken bu vesile ile aramızda konuştuğumuz birkaç şeyi belirtmek istedim. Yazı gönderen bazı arkadaşların ne yazık ki temel Türkçe kurallarını bilmediklerini ya da hiç dikkat etmediklerini görüyorum. Özellikle öykü yazan arkadaşların bu kuralları yemiş yutmuş, sonra yazmaya girişmiş olmasını beklerim. Bir de yine öykü yazarı bazı genç arkadaşlar, çarpıcı bir son yazmayı öyküyü ölümle bitirmek olarak görüyorlar. Biraz daha yaratıcılığa ihtiyacımız var.

-Birde senin hakkında bir dedikodu almış yürümüş, dergiyi masa üzerinde bir klasör açmış indirip orada biriktiriyormuşsun ama okumuyormuşsun. Var mı bu işin doğrusu?

Bir ürperti oldu bak şimdi. Birisi omuzumun üstünden beni izliyor adeta. O klasör masaüstünde değil de G diskinde aslında. Hani dergimiz Gölge ya, baş harfler tutuyor ya ondan (gayet ciddiyim).

Şimdi o okuma okumama olayı şöyle açıkçası. Her ay sevgili editörlerimiz son okuma için dergiyi bize gönderiyorlar. İşte o sırada düzeltmeleri yapmak için dergiye başından başlayıp didik didik ederek okumaya girişiyorum. Düzeltmelerin deadline’ına kadar dergiyi bitirirsem ne ala, bitmezse geri kalan kısmı sonra okunacak kategorisine girip orada bekleyebiliyor doğrusu.

-Bundan sonra sinemaya ait hayallerin neler? Blog ve dergi yetecek mi yoksa festivallerde jüri yada organizasyon komitelerinde filan da görecek miyiz seni?

Aslında çevremdeki insanlar bir kitap yaz artık diyorlar sürekli olarak. Ama zaman ayırmak, o işe konsantre olmak gerekiyor. Eh ben de aynı zamanda başka bir işte de çalışırken vizyon filmlerini kaçırmaz, festivalleri takip ederken başka bir şey yapmaya da pek az vakit kalıyor. Aslında tüm zamanımı sinema ile ilgili bir şeyler yaparak geçirmeyi arzu ederim ama hayat öyle gelişmiyor işte. Şimdilik günün birinde yurtdışı festivallere de gidip Gölge’ye oradan da günceler yazar mıyım acaba diye düşünüyorum. Cannes, Berlin, Toronto film festivallerini izlemek ilginç deneyimler olur eminim.

-Gölge’ye dair bir planın var mı?Gölge’nin belli bir okuyucu kitlesi var. Bu kitleyi arttırmak, Gölge’nin bu camiada daha fazla tanınmasını

sağlamak isterim elbette. Bir süredir festivallerde Gölge daha aktif rol oynamalı diye düşünüyordum ve bu konuda çalışmalar yürütüyordum. Bu ay okuyucularımız bunun ilk sonuçlarını görecekler. Gölge olarak bu yılki Gezici Festival’in basın destekçilerinden biri olduk. Bu tip işbirliklerinin güzel sonuçlar doğuracağını umuyorum.

-Bize zaman ayırdığın için teşekkür ediyoruz.Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Ahmet YÜKSEL

Röportaj

46 47

Page 25: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

48 49

Çizgiroman Çizgiroman

Page 26: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

50 51

Çizgiroman Çizgiroman

Page 27: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

52 53

Çizgiroman Çizgiroman

Page 28: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

Hortlak GelinRivayet edenler ve eserlerinde nakledenler, tarihçiler ve vakanüvisler, meddahlar, hikâyeciler,

kıssacılar anlatır, köy kahvelerinde ve soğuk kış gecelerinde geniş odalarda soba başında anlatılır ki Sultan Mahmud Han-ı Sanî saltanatında, Vilayet-i Rum’da eli kanlı gözü kara, zalim kere zalim bir eşkıya türemişti. Vaka-ı Hayriye’de her nasılsa canını cellat kemendinden ve dahi eşkinci tüfenginden, topçuların odalarını yıktığı güllenin ateşinden kurtarmış asi yeniçerilerden olma, Öküzebinmez Abdülharis derler bir kıyıcı kişiydi. Bu şahıs, önceleri Belgrad kalesi civarında meskûn ahaliye her türlü tecavüz ve zararda bulunmuş, Sırp İsyanı öncesinde bölgede Müslim ve gâvur, kanına ve namusuna musallat olduğu insanlardan bin türlü beddua almış sonunda isyan patlak verince gerisingeri şehr-i Kostantiniyye’ye dönmüştü. Kendisi gibi kötü ahlaklı ve kötü yaradılışlı yoldaşlarıyla, yeniçerilik sancağı altında türlü cinayetler, soygunlar yapmış, bekâr hanlarında ve izbe saray harabelerinde, evlerinden yolunda gidenlerden, analarının yanından kaldırdığı kızlarla oğlanlarla adamlarına ziyafet çektiren, güpegündüz şehrin çayırlarında dansöz bile oynatmaktan çekinmeyen bir kara suretli, kem bakışlı, bir oturuşta okka okka et yiyip şarap içse bana mısın demez, karakoncolos benzeri bir âdem kişiydi. Vakay-ı Hayriye’den sonra hükümet kılıncından kellesini kurtararak, kalan yoldaşlarıyla canını Üsküdar yakasına atan Öküzebinmez, izini tozunu kaybettirip Anadolu’nun dağlarına yaylalarına vurmuş kendini. Etrafına kısa sürede kendisi gibi şer yaradılışlı yoldaşlarını toplayarak bu kez namlı bir eşkıya reisi olarak cinayetlerine ve soygunlarına devam etti. Kimi yerleşik kimi göçer, kimi Müslim kimi Hristiyan kimi Mecusi, hırsız, uğursuz, nursuz, kuduz ve günahkâr, Müslüman’ı imamı asmaktan Hristiyan’ı kilise basmaktan çekinmez, vahşilikte birbiriyle yarışır, gözünü kan bürümüş, (bu tabirlerin bir kısmı Reşad Ekrem Koçu’nun “Patrona Halil” kitabından esinlenerek yazılmıştır) ne kız ne oğlan ne masum kimsenin gözünün yaşına bakmaz, ırzı bozuk, güzelleri put yapıp tapar, haydut, eşkıya, katil yedi göbek silsilesi gaddar ve tecavüzcü ne kadar adam varsa Öküzebinmez’in ardında at sürer olmuşlardı. Belde kılıç, elde tüfek, gözlerde kin, ağızlarda küfür nereye vardılarsa veba gibi kara bela gibi masumların üzerine karabasanmışçasına çökmüşler, çok can almışlar, çokça kan dökmüşler, ırzına tasallut edilmedik bir masum bırakmamışlar. Aldıkları bedduanın, ahın, lanetin, ahın haddi hesabı yokmuş ki, Balkan yörelerinden geldiği için bir hayli batıl inançlı olan Öküzebinmez, büyücüleri, sihirbazları ve falcıları koruyup kollar, sanat ve ilim sahibi hüddamlara dokunmaz onların gadrına ve gazabına uğramamak için onlara ilişmezdi. Yaşlılığının da şafakta sökün etmesi ile birlikte eskisi kadar cinayet ve tecavüz etmese de soygunlarından geri durmaz, nereye gitse talan ederdi. Ne paşanın ne eli kılıçlı beli tüfekli yiğitlerin hakkından gelemediği bu uğursuz eşkıya, böylece mal ve para alması karşılığında ırza cana dokunmamış “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” zihniyetini haklı çıkarırcasına ahaliyle arasında görülmez bir antlaşma akdetmişti. Hiçbir kimse yoktu ki bu şakinin eceliyle ölmeyeceğine inansın. Ne kurşun işler ne kılınç çalar, kendi gibi çeteyi dağıtır sancakbeylerinin paşaların müfrezelerini kolcularını sindirir yaman ve acar bir hayduttu. Soyu Balkan vilayetlerine dayandığından, buradan gelen göçmenler arasında anasının veya babasının hortlaklar, cadılar, upirler soyundan geldiğine inanılır, bu nedenle kurşun ve kılıç işlemez derlerdi onun için. Tüm kötülüğü bundan bildiler.

Lakin bu eşkıya öyle beddualar almış, öyle kişilerin kanına girmişti ki günahlarını taşımaya deve kervanları bulunsa sayıları kâfi gelmezdi. Zira eline beline kuvvetli, zalim, yaman hem de korkusuz bu eşkıya canı çekse sarayında padişahı bile basıp tüm ahaliyi sindirip tahta geçeceğine inanırdı. Başına geleceklerden habersiz bu eşkıya sanıyordu ki, cihanda kimse kendisine güç yetiremez, ne kurşun ne kılıç ne hastalık ne

Öykü

54 55

Page 29: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

beddua ayağını kaydıramaz. Aslında tüm bunların nedeni, muhtemelen kaderin bir tecellisi olarak hem ecelini hem de belasını başka bir şeylerin, daha ötelerden bir varlığın elinden bulacak olmasıydı. Hüküm vakti gelene kadar, vadesi dolana kadar kendi sonunu getirecek olan korkunç sona doğru ömrünü talan ve tecavüzle geçirmeye devam etti. Yeryüzünde çatmadığı adam kalmamış bu deli eşkıya en son öyle bir şeye çatmıştı ki yaşamı bir nice eşkıyaya, hayduda ibret olmuştu. Hangi dağ köyü bilinmez köyün birisinin namını ve zenginliğini işitmişti. Her eşkıya gibi ona bağlı casuslarıyla her köyden, zenginlikten, gelip giden tüccardan haberi olur adamlarıyla ona göre hareket ederdi. Mezardan leş çıkaran çakallarla ayı kovalar kurt sürülerinin uluduğu, beşikteki bebelerle eşikteki gelinleri kapıp göklere çıkaran kartallarla akbabalarının uluştuğu, eşkıyaların eğlendikten sonra kafalarını kesip kayalıkların üstüne fırlattıkları cesetlerin tepesine üşüşmüş baykuşların ve puhuların ötüştüğü, cinlerin perilerin padişahlığı zamanında dikildiğine inanılan devasa kale duvarlarının ve sütunların, lanetlenerek taşa dönüşen insanların suretlerinin bulunduğu yücelerden bir dağın ıssız bir köşesinde, mağara ağzında yakılan ateşler başında ziyafet çekiyorlardı. Yalnız kendisine görünür casusunun geldiği haber edilince ejderha misali üzerine çöktüğü taze masumenin üzerinden kalkarak kirli urbasını sırtına geçirip kirli sakallarını kaşıyarak yakaladığı bitleri pireleri haklaya haklaya ziyafete çökmüş adamlarının arasından geçerek kendisini bekleyen casusun ağzından dinledi köyün hikâyesini. Koyun sürülerini dinledikçe ağzını şapırdattı, balları, yağları, peynirleri duydu, pekmezleri ve yastık altında saklanan altınları ve süslü işlemeli kumaşları, Hint ülkesinden gelme ipeklileri duydukça avuçlarının içi kaşındı. Köydeki gökçe gözlü gelinleri, ak gerdanlı kızları işittikçe iştahı kabardı. Adamlarına emir verdi, geceye kalmadan köye varmak için kılıçlarını tüfeklerini alıp atlarına binerek kayaların üstünden atlaya atlaya vadilere indiler. Kara haber misali hiçbir yere sapmadan uğramadan köyün yolunu tuttular. O sırada Öküzebinmez Abdülharis ve çetesinin yolunu tuttuğu köyde düğün hazırlığı vardı. Başka bir köyden damat alayı, gelini almak üzere eşekleri, atları ve develeriyle köyün meydanına durmuş, davullu zurnalı şenlik yapılmaktaymış. Tam gelinin evden çıkıp damadın atına bindirileceği sırada kızılca kıyamet kopmuş. Gök gürültüsü misali tüfekler birbiri ardından patlarken, kılıçlarını abalarını savura savura köyün dört bir yanından gözü kanlı eşkıyalar meydana doğru ilerlemişler. Tarifini kulaktan kulağa duydukları Öküzebinmez’i görür görmez dünya gözlerine zindan olmuş, yüreklerine korku düşmüş. Eşkıya önüne geleni vura yıka herkesi meydana toplamış, girdiği evlerden ne kadar erzak varsa, ne kadar altın, yükte hafif pahada ağır ne varsa yüklenmişler. Damat alayının sürülerine ve çeyizlerine dahi el koymuşlar. Ganimetleri yüklenince her biri kendi gözüne hoş görünen görçek kızları, gelinleri, oğlanları ellerini bağlayıp sürükleyerek çıkarmışlar. Bu sırada damat Öküzebinmez’e saldırmış, gelini fırsat bilip ağlaya ağlaya köyden kaçmış. Öküzebinmez bir deli fırtına, bir bela yağmuru tek tokatta damadı yere yuvarlamış, gözü kanlı adamları kılıçlarıyla hançerleriyle akbaba gibi damadın başına üşüştüğünde atına atlayıp gelinin ardına düşmüş. Gelin can havliyle kaçarken, Öküzebinmez alıcı kuş gibi insan eti çiğnemeye alışmış gaddar atıyla gulyabani gibi sallana sallana düştü kızın peşine. Tüfeğini doğrulttu “Kaçma!” diye böğürdü, dağlar taşlar inledi, köylülerin ağlamalarına karıştı sesi. Şeytan dürttü, asıldı tetiğe gece saçlı, gök gözlü gelinin akça elbisesi al kızıl kana boyandı. Gelin devrildi düştü olduğu yere. Öküzebinmez, ki zalimin önde gideni gaddar kere gaddar zerre acıma duymadan gerisingeri köye döndü. Köylülerin gözündeki korku daha bir büyümüş, hepsinin beti benzi atmıştı. Zaten elleri hep silahta gezen, yanındaki gözü kanlı yoldaşından bile kuşkulanan, her şeyden şüphelenen, taştan topraktan havadan bile bir mana çıkaran eşkıyalar köylülerin bu korkulu hallerinden şüpheye düştüler. Uğursuz bir şeylerin kokusunu almışlardı, atları bile huzursuzlanmış gibiydi. Öküzebinmez köye girdiğinde köyün ihtiyarlarından biri bağıra çağıra ağlamaya başladı. Diğer köylülerde onunla birlikte dövünüyordu. Eşkıya onların bu hallerine şaşırmış, kendilerinden değil de gelinin

ölümünden korkmalarına anlam verememişti. İhtiyarlardan biri bağırdı: “Be hey ahmaklar! Bizim başımıza olmadık işler açtınız, canımıza ırzımıza kast ettiğiniz yetmedi de başımıza birde cin belasını sardınız! Sizde bizde kurtulamayız artık, cinlerin şeytanların şerrine uğrayacağız! Bu kız cinlidir! Bunun annesi nikahtan evvel hamile kalmıştır. Dağlarda kırlarsa çok yalnız gezerdi, bir gün kayboldu önce cesedini ardından kapı önünde bebesini bulduk. O gün bugündür o kıza kim hased ettiyse kim kötü gözle baktıysa ecinnilerin gazabına uğradı. Ya çarpıldı, ağzı burnu yamuldu, ağzı ters döndü yahut işleri rast gitmedi, ocağı dağıldı. Köye girip çıkan, şenlik yapan ecinninin haddi hesabı yoktu. Kızı gelin gönderip kurtulalım dedik, bir öksüz kızcağızdı. Akşam ezanından sonra alayı dışarı uğrar, ecinni akrabaları gelip sizi bulur!” diyerek bütün hikâyeyi anlattı. Öküzebinmez her ne kadar cinden periden tırsındı duysa bile, namına halel getirmemek için etkilenmemiş gibi yaptı. Alacaklarını aldıktan sonra bazı evleri ateşe verip köyden ayrıldılar. Bazılarını yaktılar. İnsanlar korkunç çığlıklar atarken vadiyi dolduran kesif et kokusunun altında geldikleri gibi dağlara döndüler.

Akşama doğru sofralar kurulmuş, şaraplar akmış, kazanlar kaynamış. Eşkıyalar âleme koyulmuşlar. Kahkahaları, kızların çığlıkları, etlerin cızırtıları birbirine karışmada, bir kızıl âlem tertiplenmede. Öküzebinmez o gün dinlediği korkulu hikâyenin etkisiyle ne bir şeyler yiyebildi ne bir kıza ilişebildi. Atlar kadar huzursuzlanmış, huzursuzluğu adamlarına da sirayet etmesin diye sofradan kalkıp kendi şahsi mağarasına çıkıp yirmi türlü ayının tilkinin postundan yapılma yatağına çöküp, üstüne başına kürkleri çekip uyumaya çalışmıştı. Mağarada ateş yandığı halde üzerinde nedensiz bir üşüme ve huzursuzluk havası vardı. Aklına yıllar öncesinde Belgrad kalesinde kaldığı dönemlerde, gecenin köründe sarhoş yoldaşlarının birbirlerine anlattıkları korkulu hikayeler üşüştü. Mezarından kalkanlar, evlerin mahzeninden gelen uğultular, ormanlarda gördükleri kefeni uçuşan ölüler, dağ yollarındaki ıssız köylerden gelen şenlikler ve ışıltılara dair anlatılar, kendi çocuklarının kanını içenler, mezardan çıkardıkları taze cesetlerin kemiklerini kemirmekte olan şiş göbekli tuhaf yaratıklar, ismi gece anılmaması gereken bir nice uğursuz ve tarifsiz varlık, her biri aklından heyulalar sürüsü gibi geçip gidiyordu. Böyle düşünerek uykuya dalmıştı, sabahın olmasını istiyordu. Bir türlü huzura ermediğinden uyuyamadı içinde tarifsiz bir sıkıntı vardı. Ne oldu ne olmadı sanki mağarada biri peyda olmuşta kendisine sesleniyormuş gibi tuhaf bir ses duydu. Gözlerini araladığında mağarasında beyaz giysilere bürünmüş birinin gölgeler içinde beklediğini gördü. Rüya mı gerçek mi olduğunu anlayamadan o beyazlı kişinin mağaradan usulca çıktığını görünce, ne olup olmadığını anlamak için korkusuna rağmen yatağından çıkarak mağaranın dışına çıktı. Kayalıkların tepesinde beklemekte olan beyazlı birisi vardı kendisini çağıran.

Sadece kendisinin anladığı bir lisanda sesleniyordu ve sadece kendisi duyuyordu. Korkulu bir halde adım adım beyazlıya yanaştı. Ay ışığı altında gördüğü şey karşısında neredeyse aklını kaçıracaktı. Gündüz vakti kurşunla öldürdüğü gelin capcanlı karşısındaydı. Üstünde beyaz elbisesine saçılmış kızıl kanlar ışıl ışıl parlamakta, siyah saçları üzerinde ay ışığı şavkımaktaydı. Kızın gözleri değişmişti. Gök rengi değil, fersiz, ışıksız kapkara kömüre kesmişti gözleri. İfadesiz, duygusuz, bomboş bir kuyu ağzı gibi Öküzebinmez’in gözlerine bakıyordu. Koca eşkıya havaleye tutulmuş gibi titriyordu. Korkudan dili tutulmuş, çığlık bile atamıyordu. Kız upuzun kollarını ona doğru uzatıp konuştu:

“Toprak attılar üstüme! Toprak gözlerimi kapattı, boğazıma doldu! Çıkar beni! Çıkar beni!”Öküzebinmez bilinmezlerin demine devranına çoktan karışmıştı. Uçuşan beyaz elbiseli kızın ardından

düşe kalka kayalardan aşağıya indi. Eşkıyalar başlarının yaptığından habersiz, âleme eğlenceye devam ediyorlardı. Derken her biri başka yerden sesler duyarak mağaralardan dışarıya uğradılar. Sanki dağ taş dile gelmişti, sadece kendilerinin duyabileceği lisanlarda konuşmaktaydı sesler. Mağaranın dışında bekleşirken

Öykü

56 57

Page 30: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

üstlerine başlarına pisliklerin atıldığını, taşların toprakların atıldığını gördüler. Ömürlerinde zerre ellerini göğe açmamış adamlar medrese softaları gibi bin bir duaya yakarışlara başladılar. Ay ışığı altında kayalıklara attıkları ölü oğlanların, kızların parçalanmış cesetlerinin ağır aksak yürüyerek kendilerine yaklaştıklarını gördüklerinde akılları başlarına gitti. Dağların ıssızında perilerin ve devlerin gazabına uğradılar.

Ertesi gün dağ civarında pek çok deli gördü köylüler. Eşkıya olduklarını bildikleri adamı delirmiş gördüklerinde şaştılar. Hiç biri akıl sır erdiremedi. Gözlerinin feri kaybolmuş, korkun şeyleri, tuhaf öyküler mırıldanmakta olan eşkıyaları ya boğup öldürdüler ya da taşlarla kovalayan köy delileri haline soktular. Meşhur Öküzebinmez’in ölüsünü en son bastığı köyün yakınlarında gördüler. Canına kıydığı taze gelinin mezarının başında ağzı yüzü kaymış, rengi solmuş bir tuhaf halde buldular. Boğularak öldürülmüş, boğazına ölü gelinin kanlı elleri yapışmıştı. Hortlak gelinin gadrına uğrayan eşkıyaların hikâyesi, nesilden nesle anlatıldı. Öküzebinmez’in korkulu hakikatini duyan nice büyük eşkıyalar, efeler cinlerin ve masumların bedduasına uğramamak adına o ara yüce dağlarda toplanıp “eşkıya” ve “zeybek” töresini kabul ettiler, mazluma el kaldırmamaya, tacize soyguna el uzatmamaya yemin ettiler o dur ki nerede bir zalim eşkıya çıksa ya kurşunla ya bedduanın gadrıyla helak oldu.

Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Oyunİnceleme

Soğuk bir Aralık ayından herkese selamlar. Kasım ayında bol bol üşüdük, bu ay da üşümeye devam edeceğiz. Bu ayın sonunda 2012 yılına da giriyoruz, hadi şimdiden geçmiş olsun. TAM 1 SENE SONRA KIYAMET KOPACAAAAK! Öhöm, neyse!

Geçen ay fantastik açıdan çok yoğun bir ay yaşadık. Önce İstanbul Kitap Fuarı’nda çıkan yepyeni fantastik kitaplar, sonrasında Öteki Dünyalar Edebiyatı etkinliği ve Kasım sonunda da KONTAKT etkinliği bütün hafta sonlarımı yedi doğrusu ama her şey çok güzeldi. Keşke her ay böyle olsa. (Bu etkinlikler ile ilgili detayları FRPNET sitesinde bulabilirsiniz. Hem sitemiz de yenilendi, bakmadıysanız bir de onun için bakın.

Sislerin Ardındaki Karanlık Topraklar:

58 59

Page 31: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Fantastik diyarları bu ay da sizlere anlatmaya devam edeceğim. Havalar erken kararıyor, zaman zaman sessiz ara sokaklardan geçerken ensemizde hissettiğimiz soğuk tüylerimizi diken diken yapıyor. Hal ve durum böyleyken bu ay Ravenloft diyarını tanıtalım bari.

TSR Inc. tarafından ilk olarak 1983 yılında başlı başına bir FRP macerası olarak ortaya çıkan Ravenloft diyarı, 1990 yılında resmi bir diyara dönüştü. Daha önceleri karanlık diyarlara, ölümün hüküm sürdüğü topraklara sadece küçük maceralarda rastlarken başlı başına böyle bir diyar FRP oyuncularını karanlık bir yöne çekti. 1990 yılında bu diyarın sisteme oturtulması ile Advanced Dungeons & Dragons oyuncuları, oyunlarını gece mum ışığın etrafında oynamaya başladılar. Zombilerin, vampirlerin, kurtadamların, iskeletlerin ve karanlığın pek çok yaratığının hüküm sürdüğü bu topraklarda gezinmek oyunculara farklı deneyimler yaşatmaya başladı. Sadece epik bir macera yaşamaya alışmış olan kahramanlar artık korkularla yüzleşmeye başlamak zorundaydı.

Ravenloft diyarından biraz bahsedelim. Ravenloft diyarı tek bir toprak parçasından oluşmamaktadır. Hatta Ravenloft’un kendi başına bir diyar olduğunu söylemek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Zaten Ravenloft, bir yarı-düzlem (demiplane) olma özelliği taşır. Ravenloft, ilk kez Strahd Von Zarovich ismindeki bir vampirin çektiği ve çektirdiği acılar sonrasında onun etrafında şekilleniyor. Ravenloft’taki ilk bölge Strahd’ın yönettiği Barovia bölgesidir. (Bu hikayeyi “Sislerin Vampiri” ve “Ben Strahd – Bir Vampirin Anıları” isimli kitaplarda okuyabilirsiniz.) Ravenloft’taki bölgelerin sınırları sisler tarafından çevrilidir. Bu sislerin içinden geçme şansınız yoktur. Barovia’dan çıkmak isteyen biri sislere girdiğinde ne kadar giderse gitsin

Oyunİnceleme

vardığı yer yine Barovia olacaktır. Bu durumu ufak istisnalar vardır. Vistani diye anılan çingene benzeri bir hayat yaşayan topluluk, buldukları bir sır ile sislerin arasından geçip başka bölgelere geçebilmektedirler.

Barovia’dan sonra başka bölgeler de şekillenmiştir. Şekillenme olayı şu şekilde gerçekleşir genelde; halkına ızdırap eden, etrafındaki yaşayanlarına acı çektiren bir toprak lordu, yaptıklarının karşılığında sisler tarafından Ravenloft’a gönderiliyor fakat bu gönderilme sırasında lordun kendi toprağı ve o toprak üzerinde yaşayanlar da Ravenloft’a gidiyorlar. Bu olayın, bir tür cezalandırma şeklinde işlediği düşünülüyor. Bu toprakların Ravenloft’a taşınması sonucu diyarda pek çok bölge oluşmuş oluyor. O bölgelerin başındaki kişilere de Bölge Lordu (Domain Lord) deniyor.

Bölge Lordları, güçlerine göre farklı özelliklere ayrılıyor. Düşük güçteki bir bölge lordunun o bölgeyi siyasi olarak yönetmek dışında fazla bir gücü yokken daha güçlü bir bölge lordu, sahibi olduğu bölgenin iklimine ve yer şekillerine kadar kontrol edebilme yeteneğine sahiptir.

Bölge Lordlarının bir diğer özelliği de topraklarında olan biten olaylardan telepatik olarak haberdar olabilirler. Topraklarında yaşayan güçlü bir büyücüyü veya güçlü bir savaşçıyı hissedebilirler. Kendi halkının da yaptıklarını bu şekilde takip edebilirler.

Bunun dışında kendi topraklarının güvenli kalmasını da telepatik olarak sağlarlar. Kendi bölgelerine başka bir boyuttan gelen biri olursa veya sislerden geçerek gelen biri olursa bu kişiyi hissederler. Bölgeye dışarıdan giren kişi ne kadar güçlü bir karakter ise his de o kadar kuvvetlidir. Yani bölgeye giren bir çiftçi bölge lordunu çok az rahatsız ederken bölgeye giren kadim bir büyücü bölge lordunun fiziksel sarsılmasına bile sebep olabilir.

Oyunun oynanışı da bilinen Dungeons & Dragons sisteminden biraz farklı. Bu karanlık ve korkunç diyara uygun bir yapı daha sisteme eklenmiş. Endişe, Korku ve Delilik (Fear, Horror ve Madness) diye nitelendirebileceğimiz bir yapı mevcut. Bunlar için bir kurtarma atışı (check) vardır. Mesela karanlık bir ormanda yürüyorsunuz ve yanınızda bir arkadaşınız var. Yaklaşık 10 metre gibi bir mesafeden homurtuya benzer bir ses duyuyorsunuz. Bu durumda oyun yöneticisi sizden Endişe kurtarma zarı atmanızı isteyebilir. Eğer zarı tutturamazsanız oldukça endişelenirsiniz ve paniğe daha eğilimli hale gelirsiniz. Benzer bir durumda homurtu duymak yerine bir çığlık sesi duyup sağınıza baktığınızda bir zombinin yerde yatan bir kadını parçaladığını görürseniz Korku kurtarma zarı atmanız gerekebilir. Durumun ilerleyen aşamasında yanınızdaki arkadaşınızın bir anda kanlar içerisinde kaldığını, karanlık bir ormanda yalnız başınıza olduğunuzu farkettiğinizde ve arkanızdan size doğru koşan bir vampir gördüğünüzde Delilik kurtarma zarı atmanız olası. Gördüğünüz üzere korkunun dozajı da duruma göre değişmektedir.

Örneğin 5 kişi karanlık bir sokakta ilerlerken önünüzden aniden bir gölgenin geçtiğini görmeniz sizi o kadar korkutmazken, sadece ayışığının camlardan vurduğu ve sizin de gizlice girdiğiniz bir kalede yalnız başınızayken önünüzden bir gölgenin geçmesi sizi çok daha fazla korkutacaktır. Bu durumlar Domains of Dread isimli kitapta belirtilmişken spontane olarak da oyun yöneticisi tarafından karar verilebilir. Ravenloft diyarı bu nedenle aksiyonun ve Power Play’in arka planda olduğu, rol yapmanın ve hissetmenin daha ön planda olduğu bir oyun sistemidir.

Ravenloft’un bir diğer yanı ise buraya giren kişilerin çıkamamasıdır. Sisler, Ravenloft’ta bir nevi tanrı gibidir ve içeri girenlerin çıkmasına izin vermez. Mesela Faerun’dan buraya düşen bir kimse canı istediğinde tekrar Faerun’a dönemez. Bazı istisnalar ve çıkış yolları vardır ama bunları inceleyerek sizin bulmanız heyecan katacaktır. Ben size bir tanesini söyleyeyim; Sithicus (Lord Soth tarafından yönetilen bir bölgedir. “Kara Gül Şövalyesi” isimli kitapta anlatılır. OKUYUN!) bölgesinin güneyinde “Vampir kenderler”in olduğu bir adada bir boyut kapısı olduğu ve bu kapının Krynn’e açıldığı söylenir ancak bu boyut kapısından geçen

Oyunİnceleme

60 61

Page 32: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

Büyük bir acı içerisinde gözlerimi açtım. Neler olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tek hissettiğim, derin, daha önce hiç hissetmediğim kadar derin bir acıydı. Giderek katlanan, hiçbir zaman bitmeyeceğine inandığım sonsuz bu duygu tüm benliğimi esir almıştı. Ağlamak istiyor, yaşadığım ıstırabı gözyaşlarımla akıtmak istiyordum. Kendimi zorladıysam da başaramıyor, nafile çabalarım beni bilinmezliğin içine sürüklüyordu.

Her geçen saniye içine çekildiğim panik duygusu artıyordu. Göz kapaklarımın izin verdiği ölçüde gözlerimi daha da açtığımda bulanık görüşüm düzeldi. Göreceklerimle birlikte her şey anlam kazanacaktı. Ancak çözümleneceğine inandığım soruların yerine, daha önce hiç yaşamadığım bir korku yerleşti. Panik dalgasının yerini alan bu duygu, gördüklerim karşısında vücudumun verdiği basit bir tepkiydi aslında. Çünkü tam karşımda yine “ben” duruyordum! Yatağımda uzanmış olan vücudum çaresizce kıpırdamaya çalışıyordu. İşte o an uykuda olduğumu idrak ettim. Ne bir göze, ne de bir vücuda sahip olduğumu anladığımda ise ölümün tarif edilemez soğukluğunu hissettim.

Uzanıp, kendi vücuduma dokunmak istedim. Onu -aslında kendimi- uyandırarak bir şekilde yaşananlara son verecektim. Ancak ölümün gizemli çekiciliğinden kaynaklansa gerek yapmıyor, bunun yerine giderek yükseliyordum ve ancak tavana geldiğimde durabildim.

Ama nasıl oluyor da bedenimden ayrılmıştım? Bu bilinmezliğin cevabı aklımı kurcalayan sonsuz soruların içinde gizli olmalıydı.

Havada asılı kaldığım anlarda herhangi bir şekle sahip değildim. Ruhuma kılıf vazifesi gören bedenimden ayrılmıştım ve saf enerji halinde odamın içinde dolaşıyordum. Gördüklerimi hafızama kazıyor, sonsuza dek hatırlayacağım tatsız anıların kırıntılarını oluşturuyordum. Birden kendi yaşadıklarımı bir kenara bırakıp, aynı odayı paylaştığım küçük kardeşimin yatağına baktım. Ona kardeşim diyorum, çünkü iki kardeş gibi büyümüştük. Kaderin ikimize oynadığı oyun benzerdi ve bir şekilde aynı evin çatısı altında buluşmuştuk. İlkokul çağlarında olmasına rağmen hala benim odamda yatmakta ısrar ediyordu. Hayatımdaki en değerli varlığın bu masum isteğine karşı koyamadığımdan ben de izin veriyordum.

Sarışın ve tombul yüzlü kardeşim gözlerini sımsıkı kapamıştı. Yorganını omuzlarına kadar örtmüş, dizlerini karnına çekmiş, savunmasız bir şekilde yatağında uyuyordu. Huzurlu olup olmadığını bilmiyordum. Çünkü tavandaki “ben”i görüp görmediğinden emin değildim. Küçük bedenine bilmeden ne büyük yaralar açmış olabileceğimi düşündükçe kendimi suçlamaktan öteye gidemiyordum.

Bir an gözlerini aralayıp bedenime baktı ve tekrar kapadı. Omzuna kadar çekili olan yorgana sımsıkı sarılarak tüm vücudunu yorganın altına sakladı. Bir şekilde kalkan vazifesi gören yorgan gözlerine perde çekiyordu, ancak işkence gören bir bedenden çıkabilecek incelikteki feryatlarım karşısında çaresiz kalıyordu.

Ne ilginç bir rüya içerisinde bulmuştum kendimi. Ruhum bedenimden ayrılıyor, havaya yükseliyor, ama bir yandan gözlerim görmeye, beynim tahlil etmeye devam ediyordu. Ruhumun gösteremediği fiziksel devinimleri yataktaki zayıf vücudum dile getiriyordu. Peki yaşadığım şiddetli acının sebebi neydi? Yoksa bu bir rüya değil miydi? Bir ölüm anı mıydı? Yoksa astral bir yolculuğun başlangıcı mıydı?

Ya da ruhunu serbest bırakıp özgürce dolaşmalarına izin veren yoga üstatlarının yaşadığı türden bir ermişlik miydi?

Yaşam Bağı

Oyunİnceleme

olmamıştır. Malum, vampir kenderler! Ayrıca yıldızların konumlarına göre oluşan rastgele kapılar da vardır ama yerleri rastgele belirdiği için sabit değildir.

Ravenloft, uzun bir süre Dungeons & Dragons sistemine ait bir yapıdayken Dungeons & Dragons 3rd Edition çıkması ile birlikte kapatılmış ve White Wolf’a satılmıştır. Fakat bu satış, anlaşmalı bir şekilde gerçekleşmiştir. Mesela bir dönem Ravenloft topraklarında boy gösteren Lord Soth karakteri aynı zamanda Ejderha Mızrağı serisine ait bir karakter olduğu için White Wolf’a satılmamıştır. Wizards of the Coast, Ravenloft romanları çıkarmaya da devam etmiştir fakat oyun haklarını ve Ravenloft logosunu White Wolf’a devretmiştir.

2010 yılında Wizards of the Coast firması, Castle Ravenloft adıyla bir kutu oyunu yayınladı ve oyun oldukça da başarılı oldu. Ara ara Ravenloft hikayeleri geçmesine rağmen en başarılı oyun sistemi ve hikayeleri 90’lı yıllarda Advanced Dungeons & Dragons sisteminde kalmıştır.

Ravenloft konseptini iyi anlayabilmeniz için H.P. Lovecraft’ın ve Edgar Allan Poe’nun kitaplarını okumanızı öneririm. Ayrıca ülkemizde de yayınlanan Ravenloft kitaplarını mutlaka okuyun. Daha geçen ay “Karanlık Ruhlar Gobleni” isimli kitap Türkçe olarak ilk kez yayınlandı. Benim size önerim önce “Sislerin Vampiri”, sonrasında “Ben, Strahd – Bir Vampirin Anıları”, “Ben, Strahd – Azalin’le Savaş” kitaplarını okumanız. Sonrasında da “Kara Gül Şövalyesi” ve “Kara Gül’ün Hayaleti” kitaplarını okumanızı öneririm.

Eğer gotik korku türü hikayeleri ve atmosferi seviyorsanız hemen kendinize bir Ravenloft oyun yöneticisi bulun ve bu karanlık ortama dalın. Hem Ravenloft romanları hem de diyar hakkında daha detaylı bilgi için FRPNET sitesini inceleyebilirsiniz. Bir sonraki ay, 2012’de görüşmek dileğiyle.

Şimdilik iyi oyunlar.“Ne dilediğinize dikkat edin, Ravenloft’un karanlık güçleri sizi duyabilir.”

Kayra Keri KÜPÇÜ

www.FRPNET.net

62 63

Page 33: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

Olamazdı! Çünkü böyle bir tecrübeyi daha önce hiç yaşamamıştım. Dehşet verici bu anları hayatımda bir kez

dahi yaşamış olsaydım asla unutmazdım. Artık hayatımın sonuna kadar unutamayacağım gibi!Tıpkı küçük kardeşimin de yapamayacağı gibi…Küçük kardeşim! Zorluklar içine doğmuş kimsesiz bir çocuktu. O da annesiz ve babasız büyümüş,

çoğu yetim ve öksüz gibi yetimhaneye sığınmıştı. Benim kadar şanslı değildi. Ben ise hiç görmemiştim sıkışık ranzalarla dolu olan bir yetimhaneyi. Havasını hiç solumamıştım ya da gizilice tuvaletlerinde sigara içmemiştim. Dedemin çatısı altında büyümüş, anne ve babamın yokluğunu dolduran tonton dedem ile birlikte çocukluğumu yaşamıştım. Ama küçük kardeşim, kaderin engebeli yollarını kullanarak dünyaya gelmişti. Ne kadar da zor olmalıydı hayata 1-0 yenik başlamak.

Hayatta sahip olduğu ve ailesi olarak kabul edeceği tek kişi bendim. Aynı durum benim için de geçerliydi. Ve ikimiz, dedemin birkaç yıl önce satın aldığı çok da küçük sayılmayacak bir ev içinde yaşıyorduk. Zaten tanışmamız da bu ev vesilesi ile olmuştu. Ergenlik çağına girince dedemin yanından taşınmak istemiştim. Her daim anlayışlı ve sağduyulu olan büyük babam ise çocukça isteğimi kabul etmişti. Yaşadığımız muhitte bir ev satın almış, bana arkadaş olması için de yetimhaneden kimsesiz bir çocuğu evlat edinmişti. İnsan, dedem gibi nüfuzlu biri olunca bu tarz zor işleri kolayca hallediyordu. Ve bir şekilde küçük kardeşim ile birlikte yaşamaya başlamıştık. Hem ihtiyaç duyduğum aile sevgisini onunla gideriyor, hem de hayatımda ilk defa sorumluluk almamın bilincini yaşıyordum. Ama her şeyden önce onun ailesi olabilmeye çalışıyordum. Çünkü annesini ve babasını hayatında hiç tanımamış birinin yüreğinde ne denli büyük yaralar barındırdığını iyi bilirdim. Bu gece ona hiçbirini yaşatamamış, bilakis akıl almaz bir olaya tanıklık etmesine vesile olmuştum.

Bu rüyayı bir an önce sonlandırmalıydım ancak uyanmak istememin sebep olduğu ironinin de farkındaydım. Çocukluk hayallerimi süsleyen yegâne şey uçmaktı. Ancak uçak kullanmak ya da pilotların yaptığı türden değildi hayallerim. Sırtımda gizlediğim bir kanat ile uçurumdan atlamak, ya da uzak yolculukları rüzgârın esintisi eşliğinde kat etmekti. Ya da hızlıca atılan adımların ardından havalanarak, özgürce uçmanın tadını çıkarmaktı. Bazen denizi yalarcasına üzerinden geçmek, bazen de bulutların içinde ilerlemek. Çok nadir olarak görürdüm bu tarz rüyaları. Her defasında ise içimi huzur kaplardı. Mutluluk duygusundan kaynaklansa gerek, uyandığımda vücudumun her bir uzvunun dinlendiğini, tüm kötülüklerden arındığımı hissederdim. Şimdi de bir şekilde uçuyordum ancak hissetmem gereken dinginlik yerini korkuya bırakmıştı.

Tüm bu düşünceler içinde kim bilir ne kadar zaman geçmişti. Eğer rüyada isem –ki öyle olduğunu umuyordum- yaşadığım cehennem dolu anlar yalnızca saniyelerden ibaretti. Ancak hiçbir rüya bu denli gerçekçi olamazdı, olmamalıydı. Rüyalar, insanlar için bir kaçıştı ve keyif veren, bedeni dinlendiren anılardan oluşmalıydı.

İçinde bulunduğum durumu düşündükçe neyin gerçek, neyin gerçek olmadığını; nelerin gerçekleşebileceğini, nelerin gerçekleşemeyeceğini bilemiyordum. Bilinmezliğin içinde dolaşırken ruhumun tekrar bedenime çekildiğini hissettim. O kadar hızlı bedenime geri döndüm ki, hatırlayabildiğim yalnızca beyaz, parlayan bir ışık oldu. Sanki odanın içinde bir şimşek çakmıştı ve tüm yaşananlar bu patlama ile birlikte sona ermişti. Ruhum, bedenime geri dönmüştü ve yataktan çığlık atarak uyandım. Karnımda ise insanın için gıcıklayan bir karıncalaşma hissettim. Nasıl ki, yıllar önce göbek bağım bana hayat verdiyse,

Öykü

karın bölgemden vücuduma süzülen ruhum da bir kez daha bana yaşamı bahşetmişti. Bedenim ve ruhum tekrar birleşmiş, sessiz çığlıklarım gözyaşlarına dönüşmüştü. Uykudan uyandığımda, tüm bunların yalnızca bir rüyadan ibaret olduğunu düşünecektim ki, bunu yapmadım. Zira yaşananların rüya olmadığını biliyordum...

Ertesi gün kahvaltı masasında ikimiz de tek bir kelime etmedik. Geçen gece yaşananlar, sanki hiç gerçekleşmemişti. Her şeyi geride bırakmak istiyordum. Ancak masadaki sessizlik, çoğu kelimeden fazlasını anlatıyordu. Dün gece, en az benim kadar tanıklık ettiği bu doğaüstü olay karşısında, kardeşimle ne konuşacağımı da bilemiyordum. Yataktaki bedenimden yükselen ruhumun nasıl bir şekle sahip olduğunu sormak istiyor, inleyen bedenimin yarattığı dehşet senfonisinin ne denli korkutucu olduğunu öğrenmek istiyordum, ancak masum bir çocuğun korkusunu daha da deşmekten korkuyordum.

Kahvaltıyı bitirmek üzereydik ki, telefon çaldı. İkimiz arasındaki sessizlik, telefondan yükselen sesle bölünmüştü. Oturduğum sandalyeden kalkarak telefonluğun yanına hızlı adımlarla gittim. Kapanmadan yetişmek istiyordum. Ahizeyi kaldırırken kardeşimle birlikte paylaştığım bu evin, iki kişi için bir hayli büyük olduğunu bir kez daha hatırladım. Ancak evi üzerime geçirip, satabilmem için 18 yaşını doldurmalıydım. Bunun için bir mevsim daha geçmesi gerekiyordu ve işte o zaman yetişkin bir kadın olacaktım.

Kulağıma sıkıca dayadığım ahizenin karşısından gelen sesi duymakta zorluk çekiyordum. Ne kadar uğraştıysam da konuşulanlardan pek bir şey anlamıyor, her cümlesini birkaç defa tekrar etmesini söylüyordum. “Dedeniz” diyor, “dün gece” diyor, “uyku” diyor, ancak söyledikleri herhangi bir anlam ihtiva etmiyordu. Kibar bir şekilde sakin olmasını ve tane tane konuşmasını istediğimde derin bir nefes aldı.

“Dedeniz dün sabaha karşı uykusunda ölü olarak bulundu” dediğinde ise bu sefer ben kekelemenin eşiğine geldim. Ancak büyük bir metanetle kendime engel oldum ve ağlamamak için direndim. Başım döndü ve düşmemek için tutunabileceğim birini aradım. Hatta sarılacak, omzunda ağlayabileceğim birinin varlığını arzuladım. Ancak şu an yanımda olmasını istediğim tek kişi dedemdi ve onu da az önce kaybettiğim haberini almıştım.

Her zaman güçlü bir kız olmaya çalışmıştım. Kardeşimin sorumluluğunu üzerime almam, hem okuyan hem de çalışan biri olarak ev geçindirme cesaretini göstermem bunun en büyük kanıtıydı. Bu sebeple telefon konuşmasını bitirene kadar ağlamadım. Ancak ahizeyi yerine koymamla birlikte gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Dün gece işkence çeken ruhum ağlayamazken şimdi mavi gözlerim, kan kırmızısına bürününceye kadar gözyaşlarını akıtıyordu. Hıçkırıklarımı duyan kardeşim yanıma geldiğinde ise dedemizi kaybettiğimizi söyledim. Yükselen feryatlarıma eşlik eden kardeşim, var gücüyle küçük ellerini belime doladı. Öz dedesi değildi belki, anca, ona karşı büyük bir sevgi besliyordu. Hayatında benden başka kimsesi kalmamıştı. Belki beni de kaybedeceği düşüncesiyle o kadar sıkı sarılmıştı belime. Ya da küçük zihni, bir ölüm karşısında ne tepki vereceğini bilemiyordu.

Bir süre ağlamaya devam ettik. Kendimize geldiğimizde saatler geçmişti. Hala 18’ine basmamıştım ancak artık gerçek bir kadın olduğumu biliyordum. Sorumluluklarım artmıştı ve bunun bilinci içerisinde kardeşimi hazırlayıp okuluna gönderdim. Ne olursa olsun hayatına devam etmeliydi. Benim için her şeyden önemliydi ve onun gelecekteki kâbuslarını üzerime almaya hazırdım. O an, tüm hayatımı kardeşimin mutluluğu için harcayacağıma ant içtim. Zira hayatta başka amacımın kalmadığına inanıyordum. Onu, herkesten, her şeyden çok sevecektim!

64 65

Page 34: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

İki kez tekrarladığı bu cümleyi söyledikten sonra duraklamış, derin bir nefes aldıktan sonra devam etmişti. Anlattıklarına göre, göbek bağımın kesilmesinin hemen ardından ağlamam kesilmiş, yeni doğan bedenim soğuyarak sanki bir buz kütlesine dönüşmüş. Ufacık ve masum olan bedenimden ise mor ışığa benzeyen bir parlaklık yayılmış. Elinden düşürdüğü çıplak bedenim yerde cansız yatarken, mor ışıksa yükselmeye devam etmiş. Hastanenin beyaz renkli tavanına değdiğinde ise ancak durabilmiş. Bir çift göze ya da şekle sahip değilmiş, ancak kesinlikle bir yaşam formu olduğuna inanıyordu doktor yaşadıklarını anlatırken. Başarısız bir doğum yaptırmanın pişmanlığını ve bilinmezliğin korkusunu yaşarken tüm duygularının karmakarışık olduğunu söylüyordu.

Amniyotik sıvı ile kaplı bedenime hızlı bir şekilde dönen mavi ışığın ardından tekrar ağlamaya başlamışım ve doktor, yerde yatan çelimsiz ve ıslak vücudumu eline almak için kısa bir süre tereddüt etmiş. Küçük bedenimin hayatta olduğunu anladıktan sonra da tüm müdahalelerine rağmen annemi kurtaramamış. “Bir bebek hayata dönerken, buna karşılık Azrail de bir can aldı” diye cümlesini tamamlamıştı.

Doktor, hatıralarını boşluğa bakarak anlatmıştı. Benden gizlenmiş bu gerçeği öğrendiğimde ise aynı boşluğa bu sefer benim gözlerim yönelmişti. O bebeğin yaşadıklarının, aslında kendi hayat hikâyem olduğunu söylememiştim. Çoğu şeyi olduğu gibi bu durumu da içime atmıştım. Zira paylaşmamın bir anlamı da yoktu. Yatağa yattığım zamanlarda uykuya dalana kadar yaşadığım ıstırabı anlatsam kimse inanmazdı. Ruhumun, bedenimden her ayrılışında bir sevdiğimi kaybettiğimi söylesem bana deli derlerdi. Hangi rasyonel mantık bunları kabul ederdi ki? Hayatta kaybedeceğim tek bir kişi kalmışken onu sevmemekten başka ne yapabilirdim? Bir başkasını seversem, onu da öldürmenin eşiğine davet etmiş olmaz mıydım?

Yaşlı bedenimden ayrılan ruhum yine yükselmişti. Yatakta kıvranan bedenime bakarken aklıma ise tek bir şey geliyordu. Artık yetişkin bir adam olan küçük kardeşim! Gizli gerçeği keşfettiğimde onu kendimden uzaklaştırmıştım. Kısa zamanda aramızdaki bağı nefrete dönüştürürken, yıllarca kurmaya çalıştığım sevgiyi yok etmiş, kendime bir düşman kazanmıştım. Hâlbuki insanların sevgisini kazanmak ne kadar da zordu!

Yıllardır konuşmasak da, onu hala seviyordum. Silip atabileceğim türden değildi kardeşime karşı hissettiklerim. Eğer ruhum bedenime geri dönerse onu kaybedebilirdim ve bir başka kaybı daha kaldıramazdım. Geride bir ölüm bırakacağımı bilerek, bu lanetin yinelenmesini istemiyordum.

Özel yöntemlerle ruhun bedenden ayrılabileceğini anlatan pek çok kitap okumuştum. Hepsinde de beden ile ruh arasında var olan bir bağdan bahsediliyordu. Bu bağın izin verdiği ölçüde ruhun hareket edebileceğini başkalarına ait tecrübelerden öğrenmiştim. Eğer ruh, uzak mesafelere giderse bu bağın kopacağından ve gerçek ölümün yaşanacağından haberdar olmuştum. Bilgiler hafızamda vardı ancak bu konularda uzman olduğum söylenemezdi. Hatırlayabildiğim tek bir anıya sahipken bunu deneme imkânını yakalamamıştım. Ama bir şekilde öğrenmeliydim. Küçük kardeşimin yanına gidip, onun sağ olup olmadığına bakmalıydım. Hem onu kurtarabilir, hem de ölümüme neden olarak her şeye son verebilirdim. Eğer bu gece bir yaşam alınacaksa, o, benimki olmalıydı. Ne pahasına olursa olsun yaşam bağımı koparmalıydım. Ölümüm, belki de bu lanetin kırılması için tek yoldu.

Yaşam bağı! Bu benim ürettiğim bir tabirdi ve ismimdeki harfleri değiştirerek elde etmiştim. İsmimden dolayı insanlar bana türlü lakaplar takarlardı. Kimileri ismimi kısaltır, kimileri ise değiştirir, hayatım ile özdeşleştirdikleri bir şekle sokarlardı. Kendimi insanlardan soyutlamaya başladığım zamanlarda, yalnız ve tekdüze yaşantımı görenler arkamdan“elim” derken; gençlik yıllarımda masmavi gözlerime, sarı saçlarıma ve hafif sivri kulaklarıma aldananlar “elf” lakabını uygun görmüşlerdi. Bazıları da yalnızca “elif” diye vurguluyordu ismimi, ama bunun altında Arapçanın ilk harfi olmasından kaynaklı sarkastik bir yaklaşım

Gece olduğunda kardeşim yanımda uyumak istedi. Yine hayır diyemedim ve huzur içinde uykuya dalmasını izledikten sonra ben de gözleri kapadım. Aklıma dün gece yaşadıklarım geldi. Zayıf düşmüş bünyemin, bir defa daha aynı yükü taşıyabileceğinden emin değildim. Ama yaşananlar, yaşayacaklarım elimde değildi. Ne bir vakti, ne de bir mekânı vardı.

Ani bir sarsıntıdan sonra gözlerimi açtım. Hiç vakit geçmemişti ki yıllar önce hafızama kazıdığım o gece yarısını hatırladım. Üzerinden 28 yıl geçmişti ama dün yaşanmışçasına canlı tutmuştum belleğimde. Ve aynı acı tüm benliğimi esir aldı. Bir kez daha ölümün ne demek olduğunu anladım. Yüreğimi çevreleyen görünmez bir yarayı, kalbimin her atışıyla birlikte ayaklarımın ucuna kadar hissediyordum. Ömrüm boyunca kaçmaya çalıştığım gerçekle tekrar karşılaşmıştım.

O zamanlar ergen bir kız bile değildim. Hayatım şimdikinden çok daha farklıydı. “Lanetli gece” olarak addettiğim dakikaların ardından ise tüm yaşamım değişmişti –çok sonraları bir kez daha değişeceğini nereden bilebilirdim ki? Beni kapalı gözlerle izleyen küçük kardeşime, o dehşet anını unutturmak için var gücümle çalışmış, bunda başarılı da olmuştum. Şimdi iyi bir kariyere sahipken, ben ise kendini eve hapseden birine dönüşmüştüm ve onu uzaktan izliyordum. O geceyi sorgulayan, geçmişini öğrenmeye çalışan ben, hayat yolunda hiç tahmin etmediğim bir noktaya gelmiştim.

Gençlik yıllarımda, sıradan bir gece vaktinde şahit olduğum gizemi çözmek için büyük çaba gösteriyordum. Araştırmalarda bulunuyor, kitaplar okuyor, gerçek yaşam hikâyeleri dinliyordum. Tüm çabalarıma rağmen ise bir sonuca ulaşamamıştım. Kimileri bunun basit bir rüya olduğunu söylerken, kimileri ise özel bir yetenek olduğunu vurguluyordu. Hatta Hint felsefesi üzerine kurslara bile katılmıştım ancak sorularımı tatmin edecek yanıtları bulamamıştım.

Aslında yıllar önce yaşadığım tek gecelik bir olay beni bu duruma sürüklememişti. Yalnız ve mutsuz yaşlı bir kadına kim dönüşmek isterdi ki? Çevremdeki insanlarla iletişimimi koparmam, hatta kardeşim ile aramızdaki sevgiyi nefrete dönüştürmem ruhsal bir bozukluk değildi. Nihayetinde güzel bir kadındım ve evlenmeyi düşünmememin, bir başkasını sevmememin sebebi çok daha farklıydı.

Yaptığım araştırmalar, geçmişimi kurcalamama neden olmuştu. Bir ebeveyne hiçbir zaman sahip olmamıştım ve bu sebeple her şeyin başladığı, yani doğumumun yapıldığı hastaneye kadar araştırmalarımı geri götürmüştüm. Tüm soruların cevabına ise orada ulaşmıştım.

1983 yılının arşivlerine girebilmem için çok uğraşmam gerekti. Nihayetinde kişisel merakımdan kaynaklanan sorularımı kimse yanıtlama nezaketini göstermezdi. Ben de gazeteci olduğuma dair yalanlar söylemiş, yetim ve öksüz olarak doğan çocuklar üzerine bir makale hazırladığımı hastane yetkililerine inandırmıştım. Hatta gazeteci kimliğimi gösteren bir kartvizit bile bastırmıştım. Kısa bir incelemeden sonra da doğumumu yaptıran doktoru bulmakta zorluk çekmemiştim. Müteakip günlerde onunla tanışmış ve şahit olduğu “mucizeyi” öğrenmiştim.

“Sıradan bir doğumdu” diye söze başlamıştı doktor. Sezaryen doğumu annemin tercih etmediğini, doğal yollarla çocuk sahibi olmak istediğini bile hatırlıyordu. Yüzlerce doğum yaptıran bir doktorun bu denli detayları anlatması beni bir yandan mutlu ederken, bir yandan tedirgin etmişti. Tüm yaşananları sakin bir şekilde anlatırken, konuşmasının değiştiği, sesinin çatallaştığı o cümle birden ağzından dökülüvermişti:

“Ta ki göbek bağı kesilene kadar!”

Öykü Öykü

66 67

Page 35: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

yatıyordu. Çalıştığım dönemde ise sonuna hanım ekleniyor, bu sefer ismim, duygusuz ve samimiyetten uzak bir şekle bürünüyordu. Ben ise “life” yani “yaşam” kelimesini bulmuştum. Ölüm ile yaşam arasındaki çizgide dolaşıyordum ve kendi yaşamıma tutunurken, bir başkasının hayatını sonlandırıyordum. Tek kelime, tüm hayatımı özetliyordu sanki. Şimdi de yaşam bağını koparmaya niyetliydim.

Var gücümle havada asılı kalan ruhumu zorladım ve gökyüzüne açılan pencereden dışarı çıktım. Bir kuvvet beni geri çağırıyordu ancak buna direnmeye çalışıyordum. Sanki yatağımda biri vardı ve bedenimi sarsarak beni uyandırmaya, ruhumun tekrar bedenime girmesine gayret gösteriyordu. Ancak direnmeliydim.

Kardeşimin evi bir sokak ötedeydi ve gökyüzünde ilerlemeye devam etmeliydim.Kendi benliğimle savaşırken, birden rahatladığımı hissettim. Uçmanın neden olduğu özgürlüğü ilk

defa yaşıyordum. Çocukluğumda gördüğüm rüyalar kadar huzur verici bu anın tam ortasındaydım. Ancak keyif veren duygularımdan uzaklaşarak, asıl yapmam gereken şeylere odaklanmalıydım. Kardeşimin evine doğru ilerlemeye devam ettim. Beşinci kattaki evinin camına vardığımda içeri girdim. Karısıyla birlikte yaşadıkları bu evde mutluluklarına gölge düşürecek hiçbir şeyin yaşanmasını istemiyordum. Bunun için Tanrı’ya pek çok kez dua ettim.

Yatak odalarına ulaştığımda kapının içinden geçerek odaya girdim. Artık bilinen gerçeklik düzleminin çok ötesindeydim ve yapmayı istediğim tüm hareketlerim programlanmışçasına, düşüncelerimden çok daha önce gerçekleşiyordu. Rüya-gerçeklik arası diye adlandırabileceğim bu düzlemde karşılaştığım manzara ise ürpermeme neden oldu. Her ne kadar bir bedene sahip olmasam da, hislerimi ifade edecek en doğru kelime buydu.

Küçük kardeşim yerde yatıyor, hemen yanı başında sevgili eşi ise ağıtlar yakıyordu. Kimseyle sırlarını paylaşmayan ben, bu durum karşısında herkese yaşadıklarımı anlatma ihtiyacı duyuyordum. Üç kez yaşadığım bu durumun bir tesadüf olmadığını insanlara göstermek istiyordum. Ama hiçbirini yapamayacaktım.

Kardeşimi de kaybetmekle birlikte var oluş amacım da yok olmuştu. Çaresizce evime döndüğümde cansız bedenime bir daha giremeyeceğimi de biliyordum. Tüm pişmanlıklarını, tüm dertlerini geride bırakan ruhum artık serbest kalmıştı ve gökyüzünde mavi bir ışık olarak dolaşıyordu; belki sonsuza, belki de bir başka beden buluncaya kadar…

Bu öykü, gerçek yaşam tecrübelerinden esinlenerek kurgulanmıştır.

Yazan: Fatih DANACI

68 69

Çizgiroman

Page 36: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

70 71

Çizgiroman Çizgiroman

Page 37: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

72 73

Çizgiroman Çizgiroman

Page 38: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

74 75

Çizgiroman Çizgiroman

Page 39: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Gençken bir gölde çok güzel bir kızla tanıştım…

Chris Nielsen ve karısı Annie birbirlerine sonsuz sevgiyle bağlı mutlu bir çifttir. İlk acılarını çocuklarını kaybetmekle yaşar ikili. Chris tüm sevgisini ve şefkatini karısını çocuklarının kaybının verdiği depresyondan çıkarmak için kullanır. Bir gün o da öldüğünde Annie’yi derin bir acı ve umutsuzluk kaplar. Annie yaşamına kendi elleriyle son verir. Chris’in asıl görevi ise burada başlar. O yüreğine ve aşkına sonuna kadar inandığı karısını düştüğü cehennem çukurundan çıkarmalıdır. Çünkü iyi insanlar kendilerini affedemedikleri için cehenneme giderler…

What Dreams May Come 1998 yapımı 113 dakikadan oluşan lirik bir masal niteliğinde. Dante’nin İlahi Komedyasından esinlenmiş ve Richard Matheson’un aynı adlı romanından Ronald Bass tarafından sinemaya uyarlanan film başından sonuna kadar kocaman bir tablo. Hem de Chagall tadında. Yönetmenliğini River Queen, Alien3 ve The Navigator: A Mediaeval Odyssey’den hatırlayacağınız Vincent Ward üstlenmiş ve ortaya görsel bir şiir çıkmış. İzlerken aşkı renklere boyayan bu tablodan öylesine etkileniyorsunuz ki konusundan ziyade görünen sizi aşka getiriyor. Maviler, lacivertler, kırmızılar etrafınızı sararken siz aşkı, ruh ikizini cehenneme kadar takip eden bir adamın gözünden seyrediyorsunuz. Biz izleyicilerine ölümün ve aşkın tüm renklerini adım adım gösteren yönetmen hem içimizi hem de dışımızı boyuyor.

What Dreams May Come

Sinema

76 77

Çizgiroman

Page 40: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Kuşların Üzerine Basan Adam

Öykü

Bu hikâyeyi anlatmam gerekiyor. En azından tamamen delirmeden insanların bunu bilmesi gerekiyor. Zaman hakkında bildiğim tek şey Aralık 2027 tarihinde olduğumuz. Yedi yılı aşkın bir süredir bu tımarhanenin üçüncü katında 12B numaralı odasındayım. Doktorlar üç yıldır güneş ışığına doğrudan maruz kalmamı yasakladılar. Kaç defa onlara, onu gördüğümü söyledim; o güneşle dans ediyordu. Gün gelecek güneşi de kandıracak ve ışıksız kaldığımız gibi güneşsiz de kalacaktık. İnsanlar benim gözlerimle görebilselerdi keşke, nasıl sevincimizi çaldıysa, güneşimizi de bizden uzaklaştıracaktı bir gün, az kaldı hissedebiliyorum bunu.

Onun ne olduğunu ya da kim olduğunu bilmiyorum. Aslında onu hiç göremedim ama gölgesini çalmayı başarabilmiştim. Beni gerçekten çok uğraştırmıştı. Önceden bilseydim bir düğme ile onu kandırabileceğimi bu kadar zahmete girmezdim. Bir dakika hikâyeye ortadan başlamamalıyım. En başından anlatmalıyım her şeyi. Bu doktorun verdiği ilaçlardan nefret ediyorum ama aklımı toparlamamı sağlıyor. Nicedir hemşireler ilacımı vermeye gelmediler. Biraz beklesem birazdan gelirler herhalde. Kalem ve kâğıtlara sahip olduğumdan beri doktorlar daha sakin olduğumu söylüyorlar. Hâlbuki bana hiç değişmemişim gibi geliyor. Kahretsin! Size anlatmam gereken şeyler var ve ben kendimden bahsediyorum. O güneşi kandırabilmeyi becerecek elbet ve çok fazla zamanımız kalmadığına inanıyorum. Zaman azalıyor. Hemşireleri bekliyorum. Kâğıt titriyor sanki, rüzgâr mı esmeye başladı ne.

HAYIR! Ben yapmadım. BIRAK ONLARI!!! Anneciğim kardeşim nerde? Hayır anne benim bir kardeşim vardı ve hâlâ var, var olması lazım. Bırak beni kahrolası. Uçamazsın artık gölgeni hapsettim. O benim artık. Ha ha ha!

Kahretsin gerçekten deliriyorum, bu ilaçlar olmasa aklımı başıma toplamam imkânsız olacaktı. Gerçekten burada olabildiğime şükrediyorum bazen. Dışarıda olsam neler yapardım kim bilir. Neyse artık aklım başında ve size anlatmam gereken dünyanın en ilginç ve kim bilir belki son hikâyesidir. İnsan ırkının başına gelen en kötü şeyi ve beni delirten şeyi öğreneceksiniz. Deli olduğunu kabullenen kaç deli var ki şu dünyada; hatta deli olduğunu kabul eden gerçekten delimidir ki? Güneş onunla gittiğinde ben de gideceğim onunla beraber, artık o bana ben ona bağlıyım.

Önceden de bahsettiğim gibi onun ne olduğunu ya da kim olduğunu bilmiyorum. Ondan ilk bahsedildiğini bir çocuktan duydum. O sırada Kadıköy’den vapurla karşıya geçiyordum. Çocuk annesine;

“Anne bak, adam kuşların üzerine basarak uçuyor,” dedi. İlk defa ondan bahsedildiğini o zaman duydum. Çocuk annesine onu anlatıyordu. Kuşların üzerine

basan adamı. Vapurların ardında uçan martıların üzerine basarak ilerliyordu. Bir balerin edasıyla bir kuştan diğer kuşa ilerliyor havada süzülüyordu. O zaman tüm çocuklar martıları seyrediyorlardı hâlbuki şimdi anlıyorum ki onlar aslında martıları değil, kuşların üzerine basan adamı seyrediyorlardı. Büyüklerden biri ne zaman martılara dönse o daha yukarı sıçrıyor, kuşların üzerine basarak daha yükseklere çıkıyordu. Büyükler ne zaman başını çevirse, tekrardan aşağılara iniyor; çocuklara gülümsemeye devam ediyordu. Ben bunları nerden mi biliyorum, ondan bir parçaya sahip olduğumu söyleyebilirim. Onu da anlatacağım her şey sırayla.

Çocuğun ondan bahsettiğini anlamadım tabii ki önceleri, üzerinde bile düşünmemiştim. Ama onun planları vardı ve o gün planlarını yürürlüğe koymaya başlamıştı. O insanlık tarihi boyunca bizimleydi hep,

Anlatım o denli akıcı ki içine girmeden duramadığınız bir aşk masalını yaşıyor ve seyir boyunca hayıflanıyorsunuz ben neden böyle bir aşka düşmedim hiç diye. Aslında sinemada klasik hale gelmiş bir konuyu gayet başarılı anlatan yapım sırf bu renkli ve bir o kadar da sade anlatımı dolayısıyla seyredilmeye değer hale geliyor. Film gösterime girdiği tarihte çok fazla ses getiremese de yıllar içinde hak ettiği yeri almayı başardı. Varlığı, aşkı, değer ölçülerini felsefi bir bakış açısıyla irdeleyen yapım tüm o ağdalı sözlerinin arasında sunduğu renk cümbüşü ile izleyene hem ders veriyor hem de izlemeyi kolay hale getiriyor. Cümlelerin ağdalı dünyasından sıkıldığınızda renklere, karşınızda uzanan tabloya sarılıp izlemeye devam edebiliyorsunuz keyifle. Bu açıdan da anlatmak istediğini ölçüyü kaçırmadan, görselliği akıllıca kullanarak anlatan bir film diyebiliriz.

Tabi özellikle Robin Williams’ın muhteşem performansının da bunda çok büyük bir etkisi var. Oyuncu filmi içinde özümseyip kendi renklerini de bu tabloya katmışa benzer. Ona yine başarılı oyunculuklarıyla Cuba Gooding Jr. ve Annabella Sciorra eşlik ediyorlar.

Bir erkeğe sadece onunla beraber olmak için cehennemi cennete tercih ettirecek kadar mükemmel biri olduğun için teşekkür ederim. Böyle bir teşekkür hayal edebilir misiniz? Ya da siz hiç bu şekilde teşekkür edebildiniz mi birine? Hayatımızda her an (ki anlar bizim rakamlara bağladığımız bir bilinmezden ibarettir) bir şeyler değişirken beraber yaşlanmayı yürekten dilediğiniz biri oldu mu hiç? Adı ruh eşi ya da her neyse… Ben hâlâ arıyorum bana cenneti cehenneme tercih ettirecek olanı.

Gelişen değişen her şeyin arasında aramaktan hiç vazgeçmememiz gereken belki de tek şey aşk. Cismani, ruhani ya da ilahi… Adlar adları doğurur. Sizi asıl olandan ayırır. Ben ayırmıyorum bu yüzden. Hâlâ seyretmediyseniz izleyin. Bırakın aşk yolunu bu tablodan bulsun size geri dönsün. Lakin herkesin cehennemi ayrıdır. Sadece ateş ve acıdan oluşmaz. Asıl cehennem yolunda gitmeyen hayatınızdır. Aşkla…

Melahat YILMAZwww.otekisinema.com

Sinema

78 79

Page 41: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü Öykü

Yunanlılar ona Pan, İskandinavlar Loki, Sümerler Kelley, Eski Türkler Erlik Han diyorlardı. Onun binlerce ismi vardı. Ve o son kez Dünya’ya geri geldi. İki ışığımızı da almaya geldi ve alacaktı da. Tüm kutsal kitaplarda yazan kıyamet oydu. O olmalıydı, bundan sonrası olmayacaktı. O kuşların üzerine basarak süzülüyordu havada ve tek isteği ışığımız, geleceğimizdi.

İlk kötü haberler o vapura bindiğim zamandan iki yıl sonra geldi. İlk ışıklarımız çalınmıştı. Önceleri umursamadım, işe yani başlamıştım, kendi hayatımı kuruyordum. Hâlbuki bilmiyordum ki o kadar uğraş verdiğim toplumda yer edilme çabama karşın toplumun kendisi yakında sönecekti.

Kuşların üzerine basan adam sessiz ve kendinden emin adımlarla ilerliyordu. Kayıp ışıkların sayısı artmıştı, onu ilk duyduğum andan itibaren on yılı aşkın bir süre geçmişti. Bilim adamları insan neslinin tükeneceğinden bahsediliyordu. O ışıklarımızı çalmıştı. Ve insanlar farkına varmaya başlamışlardı artık bir gelecek yoktu.

Deli bir insanın saçmalarına kim ne kadar inanacak. Belki bu yazdıklarım size ulaşamayacak bile. Bir umut, belki bir deli saçmasından para kazanabileceğini düşünen bir hastabakıcı çıkacak ve bu yazdıklarımı kalan insanlara ulaştıracak. Buna inancım olmasa belki yazmazdım bu hikâyeyi.

Dünya üzerinde gördüğüm son çocuk Kadıköy’de, Uzun Hafız Sokak’taydı. Kuşların üzerine basan adamdan ilk bahsedildiğini duyduğum zamandan beri 10 yılı aşkın zaman geçmişti. Artık yeni bebekler doğmuyordu, insanlığı kaplayan bir hastalık vardı, tüm insan ırkı kısırlaşmıştı. Bilim adamları bunu solunum yoluyla bulaşan bir virüse bağladı, radikal dinciler buna Tanrı’nın Eli dedi. Fütüristler babalarımızın bizi cezalandırdığını söyledi. Hiçbiri bilmiyordu ki Kuşların Üzerine Basan Adam aldı onları, ışıklarımızı, çocuklarımızı çaldı.

Nereden başlayacağım bilmiyorum, ama sanırsam bir grup bilim adamının insan ırkının sonu hakkındaki teorilerini dünyaya duyurmalarından başlasam sanırsam her şey daha açık olacaktır. İnsan ırkının % 37,8’inin kısırlaştığını ve bu hızla giderse 150 yıl sonra Dünya’da insan ırkından kimsenin kalmayacağını duyurdular. Birçokları, özellikle medya onlarla fazlasıyla dalga geçti, teorilerini yeni genetik keşiflerle çürütüyorlar, insan ırkının bundan sonra daha sağlıklı daha uzun ömürlü olacağından bahsediyorlardı. Ama şimdi biliyorum ki o bilim adamları biliyordu yanıldıkları tek nokta insan ırkının 150 yılı kaldığı değil, 20 yılının bile kalmadığıdır.

Burada televizyon seyretmemize izin var, en azından daha az tehlikeli delilerin, daha az diyorum ki siz söyleyin tehlikeli olamayan deli tımarhaneye kapatılır mıydı hiç? Televizyonda dünyadaki en genç insanın 28 yaşındaki Çinli bir adam olduğunu söylemişlerdi, o kadar ünlü olmuştu ki etrafındaki korumalar hayranlarından daha çok gibi gelmişti bana. Bununla beraber bilim adamlarının insan ırkının sonu hakkındaki teorilerinden iki yıl geçmemişti ki sadece çocuklarda görülen gizemli bir hastalık bir anda ortaya çıktı. İlk olarak hangi ülkede ortaya çıktı bilinmiyor, neyin hastalığa neden olduğu, belirtilileri bilinmiyor, çocuklar bir anda yere yıkılıp düşüveriyorlar, tek bilinen özellik hepsinin gülümsemesi ve ellerini gökyüzüne uzatmışken bir anda yere yığılmaları. Bilim adamları hastalığın beyinde olduğunu, halüsinasyonlara sebep olduğunu söylüyorlar, ama ben biliyorum çocukların neye, kime uzandıklarını.

Dediğim gibi son çocuğu, benim gördüğüm son çocuk, Uzun Hafız sokağında, Kadıköy’deydi. O sırada çocuk gökyüzüne uzanmaya sanki birisinin elini tutmaya çalışıyordu ve yüzünde sanki binlerce şekerin sahibi olmuş gibi saf bir mutluluk, cennetten düşme bir gülümseme vardı. Ama başımı kaldırıp yukarı baktığımda martıların arasında bir gölge görür gibi oldum, sanki bir şeyler martıları yönlendiriyordu.

Martılar çok alçaktan uçuyordu, tamam Kadıköy’de bu normaldi, ama bu kadar içeride sokakta değil, martıları takip ettim, o gölge bir görülüyor bir kayboluyordu. Bir an iki kızgın gözün bana baktığını görür gibi oldum, aklımı kaybediyorum, ne yapıyorum ben diye kendime sormak istedim ama martıları takip etmeye devam ettim. Martı sürüsü nereye gidecekti ki; tabii ki kendilerine simit atılan vapurların üzerinde

80 81

Page 42: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Öykü

uçamaya kısmetlerin peşinden gitmeye. Bir an geri dönüp işime bakmayı düşündüm, ama ayaklarım benden daha meraklılardı martıları takip etmeye devam ettiler ve o gölge bir kaybolup bir geri geliyordu, gözleri ise bir daha hiç görmedim.

Ben de martıların peşinden Karaköy vapuruna bindim son anda, şimdi binmez olaydım işime gücüme baksaydım diye hayıflanmadan duramıyorum, en azından tımarhanede olmaz cahilde olsa mutlu olur insanlığın sonunu beklerdim; ama şimdi çok şey biliyorum ve kimsenin inanmadığı bir peygamber gibi deli damgası yemiş hatta kendi Tanrım tarafımdan bile unutulmuş durumdayım. Tamam, kabul ediyorum deli damgasını zaten delirdiğim için yedim ama o vapura binmeseydim delirmeyecektim ki. En azından bir 20 yıl daha delirmezdim diye düşünüyorum.

Vapura bindiğimde seyyar satıcından aldığım simidi martılara atmaya başladım, onları kendime çekip gölgeyi daha yakından görmek istiyordum, ama martıların simidime karşı iştahsızlıkları gölgeyi yakından görmemi engelliyordu, gölge bir siluet gibi var olup olamadığına inanamadığım bir ışık gibi kaybolup duruyordu. Hani gözünüzün ucuyla birini gördüğünü sanırsınız ya hâlbuki kimse yoktur, onun gibiydi tek farkı göz ucuyla değil direkt gözlerimin karşısında bu olayın cereyan etmesiydi. Bazı martıların gruptan ayrılıp simide atılmaya kalkışması anında sanki üzerlerine bir ağırlık binmiş gibi bir anda daha bir iki santim daha alçaktan uçmaya başlamalarıyla ilk defa o gölgeyi tam olarak gördüm. Tam olarak topuğunu aslında.

Gölgenin gerçek olup olmadığını anlamak için Paris’in Akhilleus’un topuğuna nişan aldığı gibi ben de gölgenin topuğuna nişan aldım ve attığım simide atılan bir martının gölgenin topuğuna vurması ile gölge hareket halindeki vapura düştü. İste o zaman gölgeyi tam olarak görebildim, 12 yaşındaki bir çocuğun vücuduna sahipti gölge, benim yarım kadar boyu vardı, tam anlamıyla bir gölgeydi bir kişi değil, yarı saydam 12 yaşındaki bir çocuğun gölgesiydi.

Gölge yuvarlanır yuvarlanmaz üzerine atıldım, 12 yaşındaki bir çocuğa benzettiğim şeyi çok kolay idare edebileceğimi düşünüyordum, ama umduğumdan daha güçlü çıktı gölge, benimle boğuşmaya başladı elimden kaçmaya martılara doğru atılmaya çalışıyordu. Martılar da sanki ona çekilirmiş gibi sanki bir iple bağlıymış gibi gölgenin etrafında daireler çiziyor, bir yükseliyor bir alçalıyorlardı. İste o sırada bir anlık bana bakan o gözlerin sahibini görür gibi oldum, sarı saçlı ufak bir çocuk olduğunu biliyorum artık, binlerce adını, nereden geldiğini, neden bunu yaptığını biliyorum. Keşke bilmeseydim bu o kadar dayanılmaz bir acı ki bazen onun için oturup saatlerce ağladığım oluyor. O ne kadar yalnız ve terk edilmiş bir çocuktu, bunların hiçbirini o istememişti, yoksa istemiş miydi. Kendi kaosu içinde kaybolup var olan bu çocuğun bir parçası artık benim de içimde ve ben onun için üzülsem mi, onsan nefret mi etsem diye düşünerek kendi kaosumu yaratıyorum.

Yine konudan konuya atlıyorum, hiçbir zaman iyi bir yazar olamayacağımı biliyordum zaten, ondan olsa gerek birkaç hikâye denemesinden sonra bıraktım bu işi, şimdi lütfen kısıtlı yeteneğimle idare edin ve dünyanın sonunun başlangıcını kalemimden dökülen ağıtla özümsemeye bakın. Nerede kalmıştım, ah! Gölgeyle boğuşuyordum ve martılar etrafında dönüyordu. İnsanlara bana yardım etmesini o çocuğu yakalamaları için bağırdım, gölgeyi benim halledeceğimi söyledim. Sanırsam insanlar benim için ilk defa o zaman deli diye düşünmüşledir. Onlar ne gölgeyi ne de çocuğu görebiliyorlardı. Gölgeyle boğuşmaya devam ederken birkaç vapur görevlisi gelip beni kollarımdan tutarak götürmeye başladılar, son anda ellerimde gölgenin topuğunu yakaladım ve sımsıkı tuttum, görevliler beni götürürken gölgede benimle beraber sürükleniyor martıların çığlıkları gökyüzünde yankılanıyordu. Bu kadar kuvvetten sonra bir kumaşın yırtılma sesini duydum, ardından acı dolu bir çığlık ve bir cismin suya düşen sesini, suya düşen sesi başkaları da duymuş olacak ki insanlar vapurun korkuluklarından herhangi bir düşen var mı diye denize

baktılar, ama tek gördükleri denize dalıp efendilerinin peşinden giden martılardı. Görevliler beni vapurun motor dairesine hapsettiler, başıma da bir kişi diktiler. Avucumdaki gölge

kaybolmuştu ama şimdi biliyorum o kaybolmadı, yaşamak için benim gölgeme tutundu. Tüm varlığını, tüm yaşamını dünyanın kuruluşundan beri süre gelen tüm hayatı gözlerimin önünden geçti, sanırsam o sıra krize girmiş olmalıyım, görevliler beni bir ambulansla hastaneye kaldırmışlar, çığlıklarım ve söylediklerimin doğrultusunda da bu tımarhaneye tıkılmışım. İlk iki yıl kendimde olmadığımı deli saçmalarımı söylemeye devam ettiğimi söylüyorlar ama ben hiçbir şey hatırlamıyorum; arada bir krizlerim geri geliyor hatırlamak istemediğim bana ait olmayan anılar.

O çocuk kim mi, size o çocuğun kim olduğunu söyleyeceğim, o çocuk Âdem ile Havva’nın ilk torunu, o çocuk Habil’in kardeşi, katili, Kabil’in ilk oğlu, o çocuk Azazil diye bilinen cinin, şimdiki adıyla iblis diye anılan şeytanın Kabil’den olma oğlu.

Haydi, eski hikâyeyi hepiniz biliyorsunuz bana burada tekrar anlattırmayın ama kitaplarda yazmayan bir şeyi ben biliyorum, Tanrı’nın bile kullarının bilmesinin istemediği gerçeği ben biliyorum. Azazil ile Kabil’in çocuğunu, İnsandan olma cinden doğma, iki babası olan ama anne şefkatinden yoksun büyüyen çocuğu. Ona acıyorum, onun için ağlıyorum anne şefkatinden yoksunluğunda bir dünya ömrü kadar yaşadığından, bir yandan da ondan nefret ediyorum, ışıklarımızı çaldığından, babalarının kötülüğünü devam ettirdiğinden.

Neden güneşle dans edip de onu kandırmaya çalıştığını bilmiyordum ta ki bugüne kadar, yazmaya başladıkça mantıklı geliyor artık her şey, gölgesini çaldığımdan beri o uçamıyor, çocukları kandıramıyor, dünyanın sonunu acı ile getiremiyor, gölgesinden yoksun o bir hiç.

Ama tüm ışıklar sönerse, tüm gölgeler de yok olacak ve en büyük ışığı söndürerek o tüm gölgeleri öldürecek ve gölgesiz eski ihtişamına geri kavuşacak, her güneşe baktığımda onun güneşle dansını, kavalıyla ona kur yapmasını etrafında nasıl döndüğünü görüyor ama elimden bir şey gelmediğinden krizlere giriyor, çıldırıyor, kimsenin anlamadığı dilde bağırıp çağırıyorum. Aslında sinir krizlerine giren ben değilim, onun, Azazil’in çocuğunun gölgesi, Kabil’in piçinin gölgesi, çünkü o ölürse çocukta ölecek, bunu bir tek ben bir de gölge biliyor ve bunu çocuğa söyleyememek onu delirtiyor.

Şimdi gülebilirim artık, dünyanın sonu zaten gelecekti, bırakın şimdi gelsin artık en azından acılar yok, hastalıklar bitecek, yüzyıllarca sürebilecek işkenceler olmayacak, hızlı keskin bir ölüm tüm insanlar için olacak, Poe’unu “Eiros ile Charmion’un Sohbeti” adlı hikâyesinde olduğu gibi hızlı kolay bir ölüm tüm dünya için. Ama ateşler içinde değil bu sefer, bir anda donarak ölecek dünya. Artık gölgenin gücüne vakıfım, artık sarı saçlı piçle beraberim, çok az kaldı güneşi kandıracak ve güneşin ruhu onunla birlikte gelecek, bilim adamları kâinat tarihinde gerçekleşecek en hızlı ve dünyaya en yakın süper novayı maalesef göremeyecekler, bilemeyecekler bile. Güneşin ruhu Kuşların üzerine basan adamla beraber gittiğinden 8 dakika sonra dünya donacak, son güneş ışınları dünyaya vardığından hemen sonra dünya güneşin süper novasını görebilecek ve o muhteşem görüntüyle tüm gölgeler ölecek, dünya sonsuz karanlığa, sonsuz buza hapsolacak. Kıyamet gününde dünyanın ateşler içinde olacağını kim söylediyse, ona yanıldığını öbür tarafta söyleyeceğim sanırsam. Tek tesellim, o piçin de benimle birlikte son 8 dakikasını yaşıyor olacağını bilmek, tabii başka bir gölge bulmazsa o 8 dakikada, bulabilir mi yoksa; o yarı cin yarı insan piç sonsuza kadar yaşayabilir mi, Tanrım ne olur olmasın, yine kriz geliyor gözlerimin önünden kırmızı kıvılcımlar çakmaya başladı bile…

Yazan: Şuayip KONAÇOĞLU İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ

Öykü

82 83

Page 43: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Sinema

Geçtiğimiz aylarda Ankara’da yeni bir festival olacağı haberleri duyulmaya başlamıştı. Vizyonda çoğunlukla birbirine benzer filmler izleyen biz sinemaseverler her yeni festivali mutlulukla karşılıyoruz. Üstelik bu festivalde vizyonda görme imkânımızın neredeyse hiç olmadığı filmler göreceğimiz festivalin adından ve temasından da belliydi. KuirFest adı verilen bu festivalde bir hafta boyunca LGBT temalı filmler gösterilecekti. İlk anda bu kısaltmanın ne anlama geldiğini anlamayan okuyucularımız için lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüel kelimelerinin baş harflerinden oluştuğunu söyleyelim.

Bu festivali daha önce duymamış olan okuyucularımızdan bir kısmının zihninde şu anda “nasıl festivalmiş o”, “yazının sonrasını okumaya gerek kalmadı” gibi fikirler oluştu mu acaba? Gölge e-Dergi’nin okuyucularından böyle yorumlar beklemem ama olabilir de. Şimdi doğruya doğru, farklı cinsel kimliklerle ilgili herhangi bir problemim olmamasına karşın ben de festivali takip etmeye karar verdiğimde bir hafta boyunca sadece LGBT temalı filmleri izlemenin fazla gelip gelmeyeceği yönünde endişelerim vardı. Hatta seyirci kitlesinin çok kendi içinde bir kitle olup olmayacağı, kendimi rahat hissedip hissetmeyeceğim konusunda bile bir miktar soru işareti oluşmuştu kafamda. Eh bazen insan kendisinde olmadığını düşündüğü önyargıları tam olarak yenemediğini fark ediyor işte.

Ama festival sonunda bu festivali de diğerleri kadar yoğun bir programla takip etme kararımdan

memnun kaldım. İyi seçilmiş, güzel filmler izledik. Doğrusunu söylemek gerekirse seyirci kitlesi açısından da diğer festivallerde zaman zaman yaşadığım sağdan soldan gelen fısıldaşmalara ya da hışırtılara maruz kalmadığımı belirtmeliyim. Festivalin seyirci kitlesinden de gayet memnun kaldım yani. Ankara’nın bildiğim, tanıdığım festival takipçilerinden çoğu da festivaldeydi ama genel seyirci kitlesinin de biraz geri durduğunu gözlemledim açıkçası. Başka bir festivalde oynasa salonu doldurabilecek Tomboy ya da Zehir (Poison) gibi filmler yarı yarıya dolu salonlara oynadı. Yine de festivali düzenleyenlerle konuştuğumda festivalin ilk yılı için bu seyirci sayısının iyi olduğunu hatta beklediklerinden iyi olduğunu belirttiler. Umuyorum gelecek yıl daha fazla seyirci olur da festival ayaklarını yere daha sağlam basmaya başlar ve Ankara’nın kalıcı bir festivali daha olur.

Festival ile ilgili bir diğer ilginç nokta da film sonrası söyleşilerden birinde öğrendiğimiz üzere festivalin destekçilerinden bazılarının logolarının festival dokümanlarında kullanılmasını istememeleri oldu. Belli ki festivalin teması nedeniyle adlarının bu festival ile beraber anılmasını istememişler. Bu durum aklıma festivaldeki belgesellerden birinde lezbiyenlerin portre fotoğraflarından oluşan bir sergi için fotoğraf çerçevesi yapan ustanın, kendi deyimiyle “homoların” gelip ona iş yaptırdıkları ortaya çıkarsa kariyerinin tehlikeye girmesinden endişelenmesini getirdi. Umuyorum ki önümüzdeki yıllarda bu tip düşünceler de azalsın.

Festivalin bitiş tarihi ile Gölge e-Dergi’nin yeni sayısının çıkış tarihi arasında çok az zaman olduğu için detaylı bir festival günlüğünü yetiştirmek mümkün olamadı. Ancak genel olarak programda öne çıkan, beğendiğimiz filmlere kısaca bakalım.

Festivalin en çok ilgi gören filmleri bu yıl Antalya’da da kendilerinden söz ettiren Türk filmleri Zenne ve Nar oldular. Ben bu filmleri Antalya’da izlediğim için KuirFest programına almadım ama festival takipçilerinden aldığım geri bildirimler her iki filmin de çok beğenildiği yönünde oldu. Festivalin diğer yerli filmleri Kült başlıklı bölümdeydi. 1992 tarihli Dönersen Islık Çal, İstanbul’un arka sokaklarında toplum dışına itilmiş karakterleri ile dikkat çeken bir Orhan Oğuz filmiydi. Fikret Kuşkan’ın çok başarılı travesti kompozisyonu, filmi ilk seyretmemin üzerinden yıllar geçse de aklımda canlı bir şekilde kalmış (bu vesileyle Fikret Kuşkan’ı tekrar sinema filmlerinde görmek istediğimizi belirtelim). Köçek filmi ise Müjde Ar’ın erkek olarak başlayıp, kadın olarak bitirdiği çok ilgi çekici bir filmdi. 1975 yılında çekilmiş bu film için iyi bir film demem mümkün değil ama o kadar ilginç noktalara gidip geliyordu ki filmi izlerken sürekli olarak aynı konuyu bugün başka bir yönetmen ele alsa iyi bir film ortaya çıkabilir diye düşündüm. Hele finale doğru bir gökkuşağı sahnesi var ki sonrasında olanları kesinlikle görmek lazım. Keşke film o şekilde bitseydi.

Yabancı filmler arasında yukarda adını andığım Tomboy benim için festivalin en iyilerinden biri oldu. Kendisini erkek gibi hisseden ama fiziksel olarak kız olan bir çocuğun yeni taşındığı bölgede tanıştığı arkadaşlarına kendisini erkek olarak tanıtmasını ele alan film, bu konuyu çok başarılı bir şekilde anlatıyordu ve başroldeki Zoé Héran’ın performansı da görmeye değerdi.

Sinema

Ankara’da Yeni Bir Festival: KuirFest

84 85

Page 44: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

İspanya yapımı Ander ise Bask bölgesinin uçsuz bucaksız doğasında iki erkeğin aşkını duyarlılıkla anlatıyordu. Bir patron-işçi ilişkisinden aşka dönüşen bu birlikteliğin gelişimini inandırıcı bir şekilde anlatan yönetmen ve senaryo yazarı Roberto Castón, yan karakterlerin öykülerini de boşlamıyordu. Köyün orta yaşlı fahişesi Reme ve Ander’in annesinin hikayeleri de gayet dokunaklıydı.

Festivalde seyrettiğim filmler arasında ilk üç seçmem gerekirse üçüncü film de 80 Gün İçin (80 Egunean / For 80 Days) olur. Bu film de 50 yıl sonra tekrar karşılaşan iki çocukluk arkadaşının arasında gelişenleri konu ediyordu. Biri o ilk gençlik yıllarından sonra lezbiyen olduğunu anlamış ve hayatını o şekilde çizmişken diğeri ise evlenmiş ve aile kurmuştu ve belki de lezbiyen olabileceğinin farkına ancak 60’lı yaşlarında varabiliyordu. Bu tip bir filmde kadının kocasının kötü bir karakter olarak çizilmesi ve yıllar yılı kadının eziyet çektiğinin gösterilmesi kolay bir çözüm olabilirdi. Oysa ufak tefek sorunlar olmasına rağmen iyi bir evlilik ve belki anlayışsız ama karısını seven bir koca karakteri filmi çok daha gerçekçi yapıyordu.

Romeolar (Romeos) filminin de adını anmadan geçmeyelim. Son derece dinamik bir anlatımı olan bu film bir trans erkekle eşcinsel bir erkeğin aşkını anlatıyordu. Filmin anlatımındaki başarı bir yana, cinsel kimliklerin ne kadar farklı tanımlanabildiği, zaman zaman eşcinsel topluluğun da kendi önyargıları olduğu konusunda insanın zihnini zorlayan bir yapımdı. Karakterlerin yaşadığı bölgede ve arkadaş çevrelerinde gey veya lezbiyen olmanın son derece doğal karşılandığını görüyorduk. Karakterler hiçbir şeyden çekinmeden hayatlarını bu şekilde sürdürebiliyorlardı, ancak trans olmak bu grup içinde de alay edilecek bir durumken, gey bir erkeğin bir trans erkekle beraber olması da onun için utanılacak bir durum haline geliyordu. Çoğunlukla kendisi alay konusu olan bir topluluk için ilginç bir durum.

Bu filmler dışında 18 yüzyılda İngiltere’de açıkça lezbiyen olarak yaşayan, hatta resmi olmasa da bir kilisede bir kadınla evlenen ve yaşadıklarını en ince ve mahrem ayrıntıları ile şifreli günlüklerine yansıtan Anne Lister’in hayatını anlatan biri belgesel iki film, ünlü yazar Jean Genet’in zaman zaman bir erkek vücudu güzellemesine dönüşen 1950 tarihli tek filmi Bir Aşk Şarkısı (Un chant d'amour / A Song of Love) ve Todd Haynes’in Genet’in eserlerinin serbest bir uyarlamasını yaptığı Zehir (Poison) da festivalin diğer öne çıkan filmleriydi.

Bunlar dışında festivalde pek çok kısa film ve belgesel de izledik. Bunlarla ilgili daha detaylı yorumlarımı merak edenler Sinema Manyakları blogunda bulabilirler.

Ayrıca festivalde pek çok filmin sonunda söyleşiler

Sinema

ve ilginç atölye çalışmaları da vardı. Söyleşiler filmleri tamamlayıcı oldu gerçekten ama atölye çalışmalarına katılma şansım olmadı. Doğrusu Kuirtango ya da Kendi Dildonu Kendin Yap atölyelerine katılmak için önyargılarımı yenmekten biraz daha fazlası gerekirdi sanırım…

Son söz olarak hepsini daha önceki festivallerden tanıdığım, KuirFest için canla başla çalışan Bilge Taş, Mehmet Uğur Yüksel, Hande Erdil ve Gizem Bayıksel’e bu güzel festival ve tüm yardımları için teşekkürler. Daha nice festivallere.

Hasan Nadir DERİNhttp://sinemamanyaklari.com/

Sinema

86 87

Page 45: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

Deniz ÖZKARDEŞLER

88 89

Çizgiroman Çizgiroman

Page 46: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

90 91

Çizgiroman Çizgiroman

Page 47: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

92 93

Çizgiroman Çizgiroman

Page 48: Golge e-Dergi Aralik 2011 Sayi 51

94