golge e-dergi 37. sayi

118
EKİM 2010 SAYI 37

Upload: goelge-e-dergi

Post on 10-Mar-2016

245 views

Category:

Documents


2 download

DESCRIPTION

Bu sayının çizgi romanları fatih Yürür’ün yazıp Görçem Gözde Ölmez’in çizdiği Rüyadam ‘Gölge’, Hakan Tacal’ın yazıp çizdiği Taştan Mafya 2. bölüm, Firuz Kutal’ın yazıp çizdiği İnsanlık İçin Küçük, Haydar İçin Büyük Adım. Çizgi roman incelemelerinde bu sayıda Tunç Pekmen’in Bir Marvel Çıkmazı; Mutantlar dosyası, Gökçe Mehmet Ay’ın The Red Star: The Battle of Kar Dathras Gate incelemesini okuyabilirsiniz. İlk defa Türkiye’de yayınlanan Dart Vader çizgi roman özel albümü için gelen Dave Prowse ile arkadaşımız Hasan Nadir Derin Gölge’ye özel bir röportaj yaptı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’si çizgi roman oldu. Çizer Oğuz Demir’le yaptığımız özel röportajı ve Mehmet Berk Yaltırık’ın İlk Gayri Resmi Korku Romanımız Gulyabani dosyasını bu sayımızda okuyabilirsiniz.

TRANSCRIPT

Page 1: Golge e-Dergi 37. Sayi

EKİM 2010 SAYI 37

Page 2: Golge e-Dergi 37. Sayi

KAPAKİÇİ YAZISI Sözü uzatmaya gerek yok. İşte yine ayın ilk günü karşınızdayız. Hep söz verdiğimiz gibi. Allah utandırmasın ;) Bilenler bilmeyenlere, duyanlar duymayanlara söylesin. 37. sayımız ve birlikte geçen 3 yılımız hayırlı olsun...

A.Hamdi YÜKSEL

Gölge e-Dergi ye ulaşmak için Http://GolgeDergi.Blogspot.com

Editörü : Ahmet Hamdi Yüksel [email protected]

Yayın Kurulu: Oğuz Özteker, Hasan Nadir Derin, Mehmet Kaan Sevinç, Sadık Yemni, Rıdvan

Şoray, Utku Tönel, Şükrü Bağcı

Kapak: Gökberk Kaya

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.

Tüm yazılardan yazarları, çizimlerden çizerleri sorumludur.

http://twitter.com/GolgeDergi

http://issuu.com/golgedergi

http://golgedergi.deviantart.com

Page 3: Golge e-Dergi 37. Sayi

İÇİNDEKİLER4 / Darth Vader İle Baş başa Yarım Saat Hasan Nadir DERİN9 / Şeytanla Bir Anlaşma Ova Ceren İNCEKARAOĞLU15 / Rüyadam Yazan Fatih YÜRÜR Çizen Gerçem Gözde ÖLMEZ17 / İlk Gayri Resmi Korku Romanımız Mehmet Berk YALTIRIK23 / Gulyabani’nin Çizgi Roman Macerası Gölge ÖZEL Röportajı27 / Katil Kim? Fatih DANACI30 / Şantaj Merasimi Şeyda KOÇ33 / Wellcome To Hell Mustafa KILCI35 / Bir Marvel Çıkmazı : Mutantlar Tunç PEKMEN43 / Ölümün Fısıltısı Engin DİKKULAK48 / İnsanlık İçin Küçük, Haydar İçin Büyük Adım Yazan- Çizen Firuz KUTAL52 / Dedenin Dişleri Atilla BİLGEN56 / Dawn Of The Dead Yasin ‘Devilboy’ KARAKAYA59 / Senin Başına Da Gelebilir Merve VERAL61 / Resident Evil: Afterlife Fikret KARAKURT63 / Yemin Ve Öç İnceleme Hakan TUNÇ66 / Yazarının Kaleminden ‘Yemin Ve Öç’ Mehmet İhsan TATARİ69 / Kızıl Yıldız Düştüğünde Gökçe Mehmet AY71 / Tanrı beni Bağışlasın Yağmur TELORMAN75 / Yazmak Ve Yazmak Üzerine Rafet Tolga CANKURT77 / Where The Wild Things Are Melahat YILMAZ79 / Küçük Kırmızı Balık Ege GÖRGÜN84 / Paramparça Aşklar Ve Köpekler Ozancan DEMİRIŞIK88 / Kızıl Elmas 2. Bölüm Can ÇELİKEL92 / H 499 Sadık YEMNİ98 / The Little Shop Of Horrors Masis ÜŞENMEZ101 / Taştan Mafya 2. Bölüm Yazan Çizen Hakan TACAL108 / Gece Ve Gündüz Barış SAYDAM112 / Met1n Funda Özlem ŞERAN

Page 4: Golge e-Dergi 37. Sayi

DARTH VADER’LA BAŞBAŞA YARIM SAAT Geçtiğimiz ay (Eylül 2010), Star Wars serisinde Darth Vader maskesinin altındaki adam olan Dave Prowse ülkemizdeydi. Prowse JBC Yayıncılık tarafın-dan Türkiye’ye özel olarak hazırlanan Darth Vader çizgi romanının imza gününe katılmak üzere ülke-mize geldi ve Ankara’da bir, İstanbul’da iki adet ol-mak üzere üç imza gününe ve bir Star Wars partisine katıldı. Biz de henüz imza günleri başlamadan önce Ankara’da kaldığı otelde kendisi ile özel bir söyleşi yapma fırsatı bulduk. Söyleşinin gerçekleşmesinde-ki katkılarından dolayı JBC Yayıncılık’tan Ertan Ergil’e teşekkür ederiz.

Ülkemize hoş geldiniz Bay Prowse. Sizinle tanış-mak bir şeref. Siz çok tanınan bir film serisinin çok önemli bir parçasısınız. Bugün çok büyük bir fenomene dönüşmüş bir seri bu, çok büyük fan grupları var. İlk filmi çekerken böyle bir başarı hayal etmiş miydiniz?

Hayır. Bu kadar büyük bir film olacağını hiç düşün-memiştim. İlk filmi çekerken bu benim için sadece diğerleri gibi bir filmdi. Hatta ikincisi ve üçüncüsü-

nün olacağını bile bilmiyordum. Hatta kimi zaman çok başarılı olmayacağını bile düşündüm. Çün-kü filmi çekerken özellikle özel efektler ile ilgili sorunlar yaşadık. Ya hazır değillerdi ya da istenen şekilde olmuyordu. Sette de çeşitli problemler yaşadık.

İlk filmin yapımının çok zor olduğunu biliyoruz. Hatta pek çok stüdyo filmi kabul etmemiş ve sonunda 20th Century Fox filmi yapmayı kabul etmiş.Doğrudur. 20th Century Fox’un bir filmiydi. George Lucas’la da ilk kez Star Wars’un yapımından bir süre önce Fox’un ofisinde görüştük. Beni Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange (Otomatik Porta-kal) filminde görmüş ve bana bir rol teklif etmek istemiş. Bu arada A Clockwork Orange’ın benim için çok önemli bir film olduğunu da eklemek isterim. Çok kısa bir süre gösterimde kalabildi ama Kubrick bu filmle ilgili pek çok ölüm tehdidi almıştı. Çok kısa bir süre gösterilmiş olmasına rağmen şanslıyım ki George Lucas görmüş, beni beğenmiş ve 5 yıl sonra Star Wars çekileceği zaman beni hatırlamış. Londra’ya geldiğinde de beni aradığına dair haber geldi ve kendisiyle Fox’un ofisinde buluştuk. Lucas bana önce Chewbacca rolünü önerdi. Nasıl bir şey dediğimde kıllı bir gorile benzi-yor cevabını alınca oynamak istemedim. Oynayabileceğim başka bir rol yok mu deyince filmin en kötü karakteri var bir de dedi. Ben de bu rolü kabul ettim.

Ancak filmde yüzünüz de hiç görünmüyor, sesiniz de hiç duyulmuyor aslında.

Aslında her üç filmde de sette ben konuştum. Ancak ilk filmin çekimlerinin ortasında sonradan ses-lendirme yapılması gerektiğine karar verildi. Çünkü ne söylersem söyleyeyim bir maskenin arkasın-da konuşuyordum. Her ne kadar sette herkes beni duysa ve anlasa da ses film için uygun değildi.

Page 5: Golge e-Dergi 37. Sayi

Lucas da bunu dert etmememi, çekimler sonrasında tüm diyalogların tekrar kaydedileceğini söyle-di. Ben de sonradan stüdyoya girip kendimi konuşacağımı zannetmiştim doğrusu. Film bittiğinde stüdyodaki çalışmaları yapmak için Amerika’ya gittiler. Bu durumda karşılarına iki seçenek çıktı. Ya beni Londra’dan Amerika’ya getirteceklerdi ya da Amerikalı çok tanınmış bir dublaj sanatçısını kullanacaklardı. Maliyetinin daha az olacağını düşünerek ikinci seçeneği seçmişler. Ama seslendir-meyi yapan James Earl Jones’un sesi de gerçekten çok başarılıydı.

Serinin en önemli anlarından biri Darth Vader’ın Luke’a babası olduğunu söylediği andır. Sizin bu sahnede Darth Vader’ın söylediklerini önceden bilmediğiniz, sonradan seslendir-mede değiştirildiği söylenir. Gerçekten doğru mudur bu bilgi?

Gerçekten de bilmiyordum. Filmi seyirciyle beraber ilk seyrettiğimde ben de onlar gibi ilk kez du-yuyordum bunu ve çok şaşırdım.Bu arada ilginç bir bilgi de vereyim size. Ben henüz James Earl Jones ile hiç tanışmadım. Yakın za-manda Londra’ya bir tiyatro oyunu oynamaya gelmişti. O dönem James Earl Jones’un oğlundan babasının benimle tanışmak istediğine dair bir telefon aldım. Ancak ben de o dönem Londra’da değildim. Hatırlarsanız bir ara yanardağ patlamış ve küller nedeni ile tüm uçuşların iptal olmuştu. İşte o günlerde oluyor bu. Bir süre o Londra’yı ben de kaldığım yeri terk edemedik. Küller dağıldı-ğında da Amerika’ya dönmesi gerekti ve bu yüzden hâlâ karşılaşabilmiş değiliz. Ama birkaç hafta önce evimde oturup televizyon izlerken bir telefon çaldı ve telefonda “Ben James Earl Jones,” diyen görkemli bir ses vardı. Şöyle bir titredim doğrusu. New York’tan arıyormuş ve Amerika’ya yolum düştüğünde artık görüşelim dedi. Planlamayı yaptık, umuyorum ki Ekim ayında kendisiyle bir ye-mek yiyeceğiz.

Page 6: Golge e-Dergi 37. Sayi

Üçüncü filmde sonunda Darth Vader’ın yüzünü görürüz ama gördüğümüz yüz yine sizin de-ğildir.

Evet. Bu kez Sebastian Shaw’un yüzünü görürüz. Sanırım Shaw, Sir Alec Guinness’in arkadaşıydı ve bu nedenle onun ricası ile filme dâhil oldu. Ama zaten o sahnede yoğun bir makyaj vardı. Bu nedenle ben oynasaydım bile muhtemelen beni hiç tanıyamayacaktınız. Hatta bu nedenle oyna-madığıma memnun bile sayılırım.

Yeni üçlemede ise Darth Vader’ın gençliğini Hayden Christensen oynadı. Bu filmler hakkın-da ne düşünüyorsunuz?

Filmleri izledim ama çok sevmedim. Özellikle The Phantom Menace berbattı. Hele o Jar Jar Binks yok mu? Ama asıl sorun filmler arasındaki zaman ve teknoloji uyumundaki problemdi bence. Son-radan çekilen Episode 1-2-3’de inanılmaz bir teknoloji vardı. Ama bizim çektiğimiz Episode 4-5-6’da elimizde öyle bir teknoloji yoktu ve filmler de bunu yansıtıyordu. Hâlbuki sıralamaya baktığınızda hikâyede önce büyük bir teknoloji varken sonra birdenbire o teknoloji kaybolmuş gibiydi. Ben hâlâ eski üçlemenin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bence George Lucas yeni üçleme ile hikâye an-latmaktan çok teknoloji ile neler yapabileceğini göstermek istedi.

En fazla tanındığınız rolünüz Darth Vader ama oynadığınız ya da oynamak istediğiniz sizin için özel başka bir rol var mı?

Oynamak istediğim bazı rollere çok yaklaştım ama sonuçta olmadı. Mesela Bond filmlerindeki Jaws rolü. Daha önce birkaç Bond filmi çekmiş olan Guy Hamilton çekilecek yeni film için benimle bağ-lantıya geçmiş ve bir Bond filminde kötü karakteri oynamayı düşünüp düşünmediğimi sormuştu. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Ne yazık ki filmin çekimleri başlamadan önce Hamilton kovul-du ve Lewis Gilbert filmin yönetmeni olarak seçildi. O da Richard Kiel’ın bu rolü oynamasını istedi.

Page 7: Golge e-Dergi 37. Sayi

Peki ya Superman? Bu film için Christopher Reeve’e vücut çalıştırdığınızı biliyoruz. Siz bu rolü oynamayı ister miydiniz?

Hayatımda hiçbir rolü oynamak için bu kadar uğraşmadım. Fakat hem yönetmen, hem yapımcı, hem de kast yönetmeni tarafından ayrı ayrı reddedildim. Fizik olarak tam istediğimiz gibisin dedi-ler. Uzun boy, kaslı bir vücut, güçlü kollar. O zamanlar gerçekten iri ve kaslı idim. Ama Superman bir Amerikan kahramanı, onu mutlaka bir Amerikalı oynamalı dediler. Bir İngiliz’in bu rolü oynamasına sıcak bakılmadı. Amerikan seyircisinin bu durumu kabullenemeyeceği düşünüldü.

Star Wars için üretilmiş pek çok materyal var ve dünyanın dört bir köşesinde de bu ürünleri toparlayıp koleksiyon yapan insanlar mevcut. Sizin kendinize özel bir Star Wars koleksiyo-nunuz var mı?

Birkaç parça bir şeyler olsa da öyle önemli bir koleksiyonum yok. En önemlisi, çekimlerde kullan-dığımız maskelerden biri halen bende. Bir de sevdiğim bir heykelim var. Onlar dışında çok fazla bir şey yok.

Son zamanlarda George Lucas ile bazı sorunlar yaşadığınızı duyduk. Resmi Star Wars top-lantılarına katılmanız yasaklanmış. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?

Doğrusu bu konu hakkında çok fazla konuşmak istemiyorum. Ama yaşadığım problemin George Lucas ile olmadığını vurgulamalıyım. O çok iyi bir yönetmen ve iyi bir insandır. Fazla konuşmayı sevmez, onunla uzun bir muhabbete giremezsiniz o kadar. Ama dediğim gibi iyi bir insandır. Be-nim yaşadığım problem Lucasfilm şirketi ile. Şirket ile zaten bir takım problemlerimiz vardı. Yaptı-ğım söyleşilerde bana bununla ilgili sorular sorulduğunda her şey çok güzel gidiyor demek yerine gerçek düşüncelerimi söyledim. Onlar da şirket olarak benim söylediğim bazı sözlerin onlar ta-rafından kabul edilemez olduğuna karar verdiler ve Lucasfilm’in düzenlediği etkinliklere katılma-mı engellediler. Özellikle “Celebration V”a katılamadığım için üzgünüm (“Celebration” etkinlikleri, Lucasfilm’in Star Wars serisi için önemli olan günlerde düzenlediği büyük etkinlikler. 1999 yılından beri 5’i Amerika’da olmak üzere tüm dünyada 7 adet “Celebration” etkinliği gerçekleştirildi. Dave Prowse, Ağustos 2010’da yapılan etkinliğe katılamadığından bahsediyor – HND’nin notu).

Darth Vader’ı canlandırmadan önce vücut çalıştığınızı ve halter sporu ile uğraştığınızı bili-yoruz.

1960 benim için önemli bir yıldı bu konuda. Vücut geliştirme ile ilgili önemli bir şampiyonaya ka-tılmıştım. Müsabaka sonrası hakemlerin başkanı yanıma gelerek bana asla birinci olamayacağımı söyledi. Ben de şaşırdım ve neden diye sordum. O an oradaki en iri yarışmacı bendim, gerekirse daha da çok çalışırdım. Bana fiziğimde hiçbir sorun olmadığını ama ayaklarımım çok çirkin oldu-ğunu söyledi. Çok anlam veremedim ama anladım ki vücut geliştirme sporunda benim için pek bir gelecek yoktu. Ben de güçlü kuvvetli olduğum için halter sporuna geçiş yaptım. 1961 yılında İngiltere’deki ulusal şampiyonada üçüncü oldum, 1962’de ise birinciydim. Aynı yıl Avustralya’daki şampiyonada İngiltere’yi temsil ettim. 63 ve 64’de yine İngiltere’de birinciydim. 64’de Tokyo’daki olimpiyatlara katılmak üzere çalışıyorduk ama son saniyede bütçe kısıtlarından dolayı Tokyo’ya gi-decek takımda kısıtlamaya gittiler ve ben de Tokyo’ya gidemeyenler arasında yer aldım. 1968 Olim-piyatları için çalışmaya devam ettim ama o tarihte rakiplerim de çok güçlenmişti. Olamadı.

Halen gayet iyi gözüküyorsunuz. Vücut çalışmaya devam ediyor musunuz?

Yakın zamanda geçirdiğim bazı hastalıklardan dolayı bir süredir durdurmak zorunda kaldım ama

Page 8: Golge e-Dergi 37. Sayi

çok düzenli olmasa da çalışmaya hep devam ettim.

Türkiye’ye özel olarak hazırlanan Darth Vader çizgi roman kitabının imza günlerine katıl-mak üzere ülkemize geldiniz. Daha önce Türkiye’yi ziyaret etmiş miydiniz?

Yıllar önce bir tatil için gelmiştim. Çok güzel bir sahil beldesiydi. Şu anda adını hatırlamıyorum ama orada çok güzel bir tatil geçirmiştim.

Peki, Darth Vader çizgi romanını nasıl buldunuz?

Çok güzel gerçekten. Ben gazete kâğıdına benzer bir baskı bekliyordum, cildi ve baskısı çok kaliteli olmuş, çok beğendim.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Umarım güzel bir söyleşi olmuştur.

Hasan Nadir DERİNwww.sinemamanyaklari.com

Page 9: Golge e-Dergi 37. Sayi

gölgesinde şadırvanıngünlerce bekledi.

insan olmak istiyordukanatlarından kurtulmak.

şadırvanda aktıkça sukanatları inceldi.

ve kaldırınca kanadınıiçinde bir yılan gördü.

değişmiş kabuğuzarı incelmiş.

boynunu uzatıp derine baksaçürümüş bir oğul görecekti

bakmadı hiç.

Bejan Matur

ŞEYTANLA BİR ANLAŞMA Felektepe Camisi’nin avlusunda genç bir kadın oturuyordu iki gündür. Hiç kimse onu fark etmemişti, kimseler görmemişti kocaman biçimsiz kanatlarını, şeffaf tenini, akı olmayan iri gözleri-ni, tırnaksız ellerini. Ne abdest alan takunyalı amcaların nasırlı ayakları, ne de kuran kursuna gelen çocukların yaramaz başlarının haberi yoktu caminin avlusunda bir meleğin oturduğundan. Melek iki koca gündür caminin avlusunda insan olmayı bekliyordu. Hayatında en çok istedi-ği şey kanatlarından kurtulmaktı, şeffaf tenini, aksız gözlerini, tırnaksız ellerini ve ayaklarını insan uzuvları ile değiştirmek. Acıyı hissetmek istiyordu, pişmanlığı, ölümlülüğü, çaresizliği, çirkinliği. Sağ elini karnına bastırmış, avucunun içinde tuttuğu sımsıkı özünü serbest bırakmak için Şeytan'ı bekleyen bu meleğin adı Lef'di. Lef, arkasında bir sinek vızıltısı duyduğunu sanarak döndüğünde, küçük bir erkek çocuğu ile göz göze geldi. İlk anda, çocuğun onu görebilmesinden dolayı telaşlandıysa da, onun gözlerindeki insani olmayan parlaklığı görünce, sakinleşti. Çocuk dudaklarını dahi kımıldatmadan konuştu: "Bi-raz geç kaldım, kusuruma bakma." Lef, "Önemli değil..." dedi. Meleklerin zaman algısı yoktu, iki gün veya iki yıl farksızdı onlar için. "Hâlâ kararlı mısın? Sonra pişman olma," dedi Şeytan muzip bir gülümsemeyle. Burnundaki kurumuş sümükler ve kollarındaki yara izleri ile gerçek bir çocuktan farksızdı. "Ben kararımı çoktan verdim. Sorgulanacak bir şey yok. İnsan olmak istiyorum…" Şeytan gözlerini Lef'e dikti, başını hafifçe yukarı kaldırdı. Bu akıl almaz derecede güzel yara-tığın, fani, çirkin, kusurlu bir insana dönüşmek istemesini anlayamıyordu bir türlü. "Bana neden olduğunu anlatacak mısın peki? Neden insan olmak istiyorsun? Benimle pa-zarlığa oturacak, özünü bana verecek kadar önemli olan ne?" "Sen… Sen insanları sevmiyor olabilirsin, onları hakir görüyor olabilirsin iblis. Ben onlara hayranım. Doğup büyüyorlar. Her günü tek bir kere yaşıyorlar. Düşünsene, bu gün benim için ya-

Page 10: Golge e-Dergi 37. Sayi

rınla aynı. Ama onlar, onların hayatlarında bir tek bu! Yaşamlarının bir sonu var. Yaşamlarını seçme şansları var onların. Bizse sadece sonsuzuz... Dünya hayatını istiyorum ben... Sonsuzluğa bir insan hayatı kadar mola vermek istiyorum anlıyor musun beni?" durakladı. Asıl gerçeği şeytana söyleyip söylememe konusunda kararsızdı. Dudak büktü şeytan: "İnan anlamıyorum… Bana salt gerçeği anlatmıyorsun. Seni İnsan ol-maya her ne itiyorsa, değmeyecek. Bunu sana baştan söylüyorum. Pişman olup tekrar melek olmak istersen bunu yapacak gücüm yok bilesin." Lef kendini bıraktı: "Ben bir insana âşık oldum." Şeytan'ın gözleri fal taşı gibi açıldı: "Ne dedin sen be?" "Ben insanlardan birine tutuldum işte. Beni istese de, istemese de onunla bir hayat yaşama şansını kullanmak istiyorum. Beni istemese bile, onu her gün görebilirim. Yakınında olurum. O da beni görür. Uzun bir zamandır her gün gidip onu seyrediyorum, benim farkımda bile değil! Ben onun sureti ile divane olmuşken onun gözleri beni görmeden, geçip gidiyor üzerimden." Şeytan şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. "Sen gerçekten cehennemliksin." Eli ile gökyüzünü işaret etti. "Sana kimse acımaz, Geldiğin yere asla dönemeyeceksin. Ama eminim cehennemde buluşabiliriz." Gözlerini Lef'in karnına indirerek sevimli sevimli gülümsedi. "Uzun zamandır bir melek özüne bu kadar yakında olmamıştım. Onu yakınımda hissetmek bile kendimi fevkalade hissettiriyor bana. Haydi ver." Lef iki elini uzatıp gün ışığına çıkarmaya korkarcasına avuçlarında tuttuğu özünü şeytanın çocuk ellerine bıraktı. Sonra sırtını döndü. Saf kalbi kırılmıştı, bir daha konuşmak, görmek istemi-yordu onu. Arkası dönükken, özünü hâlâ çok yakında hissederken fısıldadı "Kanatlarım yok olacak değil mi?" Şeytanın sesi soğuk bir rüzgâr gibi okşadı başını. "Her şey istediğin gibi olacak." Lef özünün uzaklaştığını hissediyordu şimdi. İki göğsünün ortasına bir acı peyda olmuştu. Bacakları titreyerek oturduğu yerden kalktı, ama az önce hissetmediği güneş gözlerine öyle bir hücum etti ki, gerisin geriye yere düştü. Ellerini sırtına götürdüğünde kanatları yoktu, göğsündeki acı şiddetli bir çarpıntıya dönüşmüştü. Şeytanın onu kandırdığını, canını teslim ettiğini düşünerek, kendinden geçti. "Ana! Kız anaaa, burada bir kadın bayılmış ha! Koş çabuk koş" Takunya seslerinin arasından seçtiği bu çığlık Lef'in ayılmasına sebep olmuştu. Meraklı su-ratlarla çevriliydi şimdi, "Bacım, iyi misin?" Ne diyeceğini bilemedi. Heyecandan elini ayağını nereye koyacağını bilemiyordu, insanların arasındaydı, onu görebiliyorlardı! Gözlerinden yaşlar akarken, "Evet!" dedi. Sesi artık eski berraklı-ğında değildi, ellerine baktı hemen. İnsan elleriydi! Kanatları da yoktu artık, sevinçle haykırdı. “Evet! Evet, çok iyiyim…” Etraftakiler, yazık garibana, deli herhalde diye yavaş yavaş dağılırken, Lef bacaklarının ara-sındaki rahatsız yapışkanlığı hissetti. Kanıyordu. Lef bacaklarının arasına giysisinden koparttığı parçaları yerleştirdi. Kadın olmak demek böyle bir his, diye düşündü içinden: Bedeli kanla ödeniyor. Kanamak korkunç bir histi, bacaklarını sımsıkı kapatıp hiç açmamak ve kanın akışını durdurmak istiyordu. Ama durmamalıydı, gitmesi gereken bir yer vardı. O'nun yanına gitmeliydi. Sokaklar boyu yürüdü. Yanından geçen insanlar, üstünde basit beyaz bir elbise ile yalınayak, meczup gibi gezen bu garip kadına dönüp bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Nihayet onun evine vardığında, kalbinin heyecandan teklemesine aldırmadan durdu. Tekir bir kedi hevesle so-kulup ayaklarına süründü. Lef kedinin başını okşadı. Dokunabilmek ne kadar da güzeldi, hayvanın sevgi dolu yüzüne bakıp onun ne kadar masum olduğunu düşünmekten kendini alamadı. Şey-

Page 11: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 12: Golge e-Dergi 37. Sayi

tan haksızdı. Dünyada güzel şeyler de vardı işte, sağda solda insanların yanından geçen, önem-senmeyen, fark etmeden geçilen güzellikler. İnsanların problemi buydu işte, hayatın güzelliklerini görememek... Sevdiği adamın da bunu yapamadığını biliyordu Lef, ama ona öğretmek istiyordu. Dünyanın, hayatın güzelliklerinin tadını almak istiyordu onunla. Artık kanatları olmadığı için onun balkonuna uçamıyordu, içeri girmesinin de hiçbir yolu yoktu. Beklemeye başladı. Nihayet, adam aşağıya indiğinde yanına doğru yürüdü. Adamın karşısında durduğunda, yüzünde bir parça tanı-dıklık bulmuş şaşkınlık dolu bakışlarından geceler boyu onun rüyalarına girme uğraşlarının başa-rılı olduğunu anladı. Elini uzatıp adamın yanağına dokundu, aynen tekir kediyi sevdiği gibi. Daha sıcaktı bu yanak, daha yumuşaktı, can doluydu. Lef'in yanaklarından yaşlar süzüldü, bacaklarının arasından kanların aktığı gibi. "Senin için geldim," dedi adama. Cevap yoktu karşısındaki yüzden, reddedilme korkusuna dayanamayarak gözlerini yumdu. Kendini adamın kollarının arasında bul-duğunda onun kokusunu içine çekti dolu dolu, insanların kokusu olduğunu hiç bilmiyordu. Ne de olsa melekler kokmazdı. Melekler âşık da olmazdı ama… Acaba benim de bir kokum var mı? diye düşündü. Mutluluk içinde baş döndürücü bir rüzgâr gibi esiyordu. Kanatlarından kurtulmaya değmişti. Tekir kedi onları apartmana girene kadar izledikten sonra, "Aptal!" dedi içinden. "Hep böyle süreceğini sanıyor!" Kulaklarını oynata oynata oranın adresini kaydetti hafızasına. İlerde gelip Lef'i kontrol edecekti mutlaka... Ara sokağa girip çöp tenekelerinin arasında kaybolurken kıkırdıyordu: "Meleklere karşı zaafım var, kahretsin!"

Ova Ceren İNCEKARAOĞLU

İllüstrasyonEmre ÖZDAMARLAR

http://drawziness.blogspot.com

Page 13: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 14: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 15: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 16: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 17: Golge e-Dergi 37. Sayi

İLK GAYRİ RESMİ KORKU ROMANIMIZ: GULYABANİ

“Gulyabani” kelimesi sanırım hiç birinize yabancı gelmeyecektir. Kemal Sunal’ın tanınmış filmlerinden olan bir karakter olarak, çocukluk kâbuslarımıza giren ve arada sırada “Gulyabani’den ben de korkardım,” sözüyle hatırladığımız bir hayaldir. Acaba kaç kişi bu karakterin ünlü yazarlarımızdan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” isimli romanından uyarlama olduğunu bilmektedir? Belki fantastik kurgunun ağırlıklı olduğu bu dergide tanıyanlar için bir Hüseyin Rahmi Gürpınar eserinin incelemesi ilk başta garip gelebilir. Çünkü bilindiği üzere Gürpınar natüralist olduğu kadar realist romanlar yazmış, eserlerinde pozitivist düşüncelerini savunmuş bir yazardır. Ne enteresandır ki Gulyabani gibi gayri resmi olarak ilk korku romanlarımızdan birisi sayılabilecek olan bir eserin yazarıdır. Üstelik eserin önsözündeki bir okur mektubu o dönemde halk arasında sözlü bir korku ve fantastik edebiyatı geleneğinin izlerini göstermesi açısından ve yazarında bu geleneği reddederek belki ilk Türk fantastik korku romanının yazarı olabilecekken bundan vazgeçmesiyle ilgili olarak barındırdığı ilginç bir anekdotu barındırması açısından önemlidir.

1912 yılında basılan “Gulyabani” romanının orijinal basımı. Kapağında büyük harflerle “Hüseyin Rahmi, Gulyabani” yazmakta, en altta “Kütübhane-i Asker-i – Bab-ı Âli Caddesi” yazmakta. Kapağındaki romana uygun yapılmış gulyabani resmi, modern dönem basımlarındaki kapaklarından sinema uyarlamasına kadar etkili olmuştur. Bugün filmle hatırladığımız o figürün ilk halidir.

Page 18: Golge e-Dergi 37. Sayi

Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944)

“Gulyabani” ve Hüseyin Rahmi Gürpınar 1912 yılında yazılmış Gulyabani, tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar romanıdır. Onun pozitivizmi savunan, halkın boş inançlarını, cinlere, perilere ve tuhaf olaylara inanmasını eleştiren romanlarından biridir. Zaten Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinin birçoğunda bu önemli bir husustur. Onun eserlerinde doğal ve gerçekçi bir üslupla o dönemin İstanbul’undaki insanların hayatlarından, konuşmalarından kesitler sunarken aynı zamanda onların değer yargılarını, boş inançlarını ve katı gelenekçiliklerini eleştirmektedir. Okuyucuyu bilinçlendirmeye, boş inançlardan ve çağ dışılıktan uzaklaştırırken bunu bu inanışların gülünç yönlerini ön plana çıkartarak yapmaktadır. Bu nedenle bazı eserlerinde bu öğreticiliğin dozu kaçtığı için romanın estetiğini bozsa bile yazarın en belirgin özelliği olagelmiştir. Halkın değer yargılarını ve yaşayışını değiştirmek için sanatı bir araç olarak gördüğünden, eserlerinde bu yaşayışın her yönünü eleştirmekten çekinmemiştir. Ama buna karşın halkı dışlamaz, bilakis sanatın seçkinler arasından çıkartılıp halkın arasına karışmasını, halkın bu şekilde değer yargılarını değiştirebileceğini savunur. Ayrıca mükemmel bir gözlemcidir. Devrin İstanbul tiplerini, vapurlardan şenliklere, ev hanımlarının oturmalarından kır gezilerine oldukça geniş bir mekân ve şahıs onun eserlerinde adeta zaman makinesine binmiş gibi okuyucuya o dönemi birebir yaşatmaktadır. Romanlarında da bu tipleri iki grupta toplar. Eleştirdiği gelenekleri ve görenekleri tutucu bir şekilde muhafaza edenler ile Batı’nın akla, bilime dayanan pozitivist zihniyetini savunanlar arasındaki çatışma söz konusudur. Bu özellik Gulyabani’de de kendini göstermektedir. Okumak isteyenlere sonunu söylemek gibi olmasın da zaten yazarın duruşu aşağı yukarı belli olduğu için romanın sonunun tıpkı filmdekine benzer bir sonla biteceği malumunuzdur. Ama sonunu bilseniz bile okunması gereken bir eserdir çünkü yazar öyle bir tasvir etmiştir ki romandaki korkuyu, gündüz vakti bile etkisinde kalmanız olasıdır. Yukarıda da söylediğim gibi bu eser gayri resmi ilk korku romanımız benzetmesini boş yere hak etmemektedir. Roman bir korku hikâyesi gibi

Page 19: Golge e-Dergi 37. Sayi

başlar, daha ilk sayfalarda Üsküdar yakınlarındaki Yediçobanlar Çiftliği’ne çalışmaya giden hizmetkâr Muhsine’nin yaşadıkları romanın içindeki korkunun habercisidir. Sadece gulyabani yoktur, periler, kıllı tüylü oradan oraya gezen cinler ve nice tuhaflıklar vardır. Ama korku dolu olaylara rağmen oradaki çalışanlardan biri olan Hasan ile Muhsine sağduyu ve zekânın yardımıyla, oyunu ortaya çıkartırlar. Evin hanımını gulyabani kılığına girerek korkutanların ondan para sızdırmaya çalışan yeğenleri olduğu anlaşılır. Romanı yahut yeni çıkan çizgi romanını özellikle geceleri okursanız alacağınız zevki garanti edebilirim. Yazar için “Keşke korku yazarı olsaymış” dedirteceğinden kuşkunuz olmasın. (Detaylı bilgiler için bkz. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.7-19.)

Sözlü Korku Geleneği ve İlk Gayri Resmi Korku Romanı Gulyabani romanı tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar hikâyesi olsa da yukarıda da değindiğim gibi içerisinde gayri resmi olarak bizim o zamana değin sözlü gelenekte yaşatılan ve yazılı geleneğe aktarılması gayri resmi olarak bu romanda yapılmıştır. Kaldı ki Gürpınar’ın bu tür tasvirleriyle dolu hemen hemen benzer içerikli romanlarında da sonucu belli olsa bile korku unsurları sözlü geleneğin ürpertici hikâyelerini aratmamaktadır. Mesela Cadı’yı, Dirilen İskelet’i, Mezarından Kalkan Şehit’i bu eserler arasında gösterebiliriz. Doğrudan bir kabulleniş yoktur ama sanki yazar fantastik edebiyata göz kırpmıştır. Bunu ülkemizde korku edebiyatı adına yazılmış ilk eser olan, Bram Stoker’in başarılı bir adaptasyonu sayabileceğimiz, tarihçi Ali Rıza Seyfi’nin yazmış olduğu “Kazıklı Voyvoda” (1997’de “Drakula İstanbul’da” adıyla basıldı) romanında de görebiliriz. Fantastik olayları içerse de roman asıl olarak bir tarihçinin elinden çıkmadır ve içerdiği milliyetçi unsurlar dönemin kültürel havasından ziyade yazarın kendi tarih görüşünün yansımasından etkilenmiştir. Nitekim Ali Rıza Seyfi’nin eserlerine baktığımız zaman Drakula romanı fantastik yönüyle sırıtır çünkü diğer eserleri Barbaros Hayrettin Paşa ve Deli Arslan gibi tarihsel kahramanlık öyküleridir. Reşad Ekrem Koçu’nun, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin ve Şevket Rado’nun kahramanlık dolu akıncı maceralarının anlatıldığı geleneğin bir temsilcisidir. Bu bilgiler çerçevesinde Drakula İstanbul’da romanında aslında eski bir Türk düşmanı olan Kazıklı Voyvoda’ya karşı mücadele eden kişiler vardır. Romandan cümle cümle alıntı yapmaya gerek yok, karakterlerden Van Helsing yerine geçen Resuhi Bey’in Sultan Abdülhamid zamanında siyasi nedenlerle Trablusgarp’a sürülen tıbbiyeli bir genç olduğu, diğer karakterlerden ikisinin Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış bir subay ve Kuvayi Milliye gönüllüsü olduğu satır aralarında hatırlatılmaktadır. Bu minvalde tarihsel bir roman olmasına rağmen adaptasyon nedeniyle de olsa fantastik edebiyata göz kırpmaktadır. Ama bu romanda ayrı bir incelemenin konusudur. Aynı göz kırpmayı Gulyabani’de de görmekteyiz. Yazar gerçekçide olsa natüralistte olsa yazdığı eser ister istemez fantastik korku edebiyatına meyil etmektedir ve yazar bunu yazabileceği halde görüşleri nedeniyle bunu reddetmektedir. Pozitivist olmayıp Ali Rıza Seyfi gibi bir şekilde geleneğe bağlı kalsa bile yine Seyfi gibi fantastik yazsa bile tarihsel içerikli, fantastik korku’ya göz kırpan bir başka eser yazmış olurdu. Gulyabani’nin önsözü yerine yazılan bir okur mektubunda, ki benim elimdeki basımda böyle yapılmıştır diğerlerinde bu var mıdır bilemem, Hüseyin Rahmi Gürpınar’a eski İstanbul’da ihtiyar bir hanım ve yazarın cevabı Türkiye’de korku edebiyatına neden ilk etapta soğuk bakıldığının bir göstergesidir. Yazara mektup gönderen hanım yazara, kendisi gibi yaşlı İstanbul hanımlarıyla birlikte oturup yaptığı sohbetlerden bahseder. Romanlarını onlara sesli bir şekilde okumaktan hoşlandığını kendisi ve yaşıtları gibi İstanbul hanımlarının konuşmalarını birebir yansıttığı için bundan büyük keyif

Page 20: Golge e-Dergi 37. Sayi

aldıklarını belirtir daha sonra bu hanımların anlayabileceği, sevebileceği türden “romanla masal arasında” şeyler yazmasını istemektedir. (Alıntıdır) “Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşambakarısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız.”(Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.24.)

İhtiyar hanımın bu mektubunda görüldüğü gibi bizdeki sözlü geleneğin, kış geceleri çocuklar ve büyükler arasında anlatılan korku hikâyelerinin günümüzdeki öğrenci yurtlarında konuşulan “üç harfli muhabbetlerinden” de eskiye dayandığı zaten bilinmektedir. Hüseyin Rahmi’de bu geleneğe göz kırpış vardır, Ali Rıza Seyfi’de ise birebir bu sözlü geleneğe, kış gecesi anlatılan çocukların korktuğu hikâyelere değinir. Hüseyin Rahmi Gürpınar da zaten Gulyabani’de anlattıklarıyla, fantastik olanı yerden yere vurduğu halde ilk etapta korku unsurunu öyle bir kullanır ve anlatır ki bu sözlü korku geleneğinden farkı yoktur.

Ayrıca bu mektubun bir özelliği de, bizlere o dönemde sözlü korku geleneğinin yazıya geçirilmesini ve korku edebiyatının başlamasına dair bir arzunun görülmesidir. Demek ki o dönemde de şimdi olduğu gibi edebiyatımızda korku edebiyatından da eserler görmek isteyen bir taban vardı. Bu taban genelde azınlıkta kalıp yazamaya çalışan kesimi de alayla karşılaşılmışsa da bu tür bir isteğin izleri ve ürünleri çeşitli dönemde yazılmış korku eserlerinde görülmektedir (Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi ve Hamdi Varoğlu’nun Ölmez Adamların Evi v.b). Hatta sözlü korku geleneğinin başlatıcılarından sayabileceğimiz meddah öykülerinin ve masallarının yazıya döküldüğü ve çok sattığı 1970’lerde (Seyfizülyezen Hikâyesi, Seyfülmülk, Şahmeran v.b) bu çizgi biraz aşılmaya çalışılmış ama başarılı olamamıştır.

Peki, korku edebiyatına nende soğuk bakıldı ya da en azından Hüseyin Rahmi Gürpınar neden bu türde yazmayı reddetti? Bunun cevabı da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın mektubundadır. Bizde o dönemde Yahya Kemal Beyatlı’nın eleştirilerinde de görüldüğü üzere korku edebiyatı, çoğu yazar ve edebiyatçı tarafından dışlanmıştır. Bunun nedenlerinden Giovanni Scognamillo’nun yazdığı “Dehşetin Kapıları” adlı incelemede Güven Turan’ın yazdığı önsözde bahsedilmiştir. Modern Türk edebiyatı ilk etapta halkı aydınlatma amacını güttüğünden ve bu alanda eserler verdiğinden dolayı, o dönemde ki ilk öykü denemeleri ağır bir şekilde tenkit edilmiştir. Bu anlayış günümüze kadar etkisini korumuştur halende vardır, bazı edebiyatçılar tarafından fantastik korku eleştirilir, çocukça gelir, gerçekleri yazmak varken hayalleri yazmanın saçmalık olduğu savunulur. Eğer okul yıllarınızda korku kitabı okumanızı eleştiren ve hatta iğneleyen hocalarla karşılaştıysanız belki bu satırları okurken belki onları da hatırlayacaksınız.

Peki, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu okuyucuya verdiği cevap ne olmuştur?Hüseyin Rahmi Gürpınar okuyucusuna bu söylediğini yapmanın zor olduğunu zira bugüne

kadar hiçbir şekilde doğaüstü bir yaratıkla karışlaşmadığını, görmediğini, görenlerinde yeminler etmesine rağmen onların sözlerine inanmadığını söylemektedir. Ama sonrasında yazdıkları çok şaşırtıcıdır! Yazar yazdıklarının etkisinde kaldığını, kendisinin de korktuğunu itiraf eder ama bunları neden yazmadığına dair de kendi görüşüne göre bir nedeni vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar bir gözlemcidir, natüralisttir. O gördüğü şeyleri kendi üslubuyla birleştirerek yazmaktadır. Belki korku ve heyecan unsuru kendisini bile etkileyecek denli gerçekçidir, ama bir gulyabani ya da cini görmeden, gözlemleyemeden yazamayacağını belirtir. Bu yorumunda pozitivist biri olarak boş inançlara bakış açısına dair kendi görüşünü bize de üstü kapalı bir şekilde anlatmaktadır hatta romanlarında sıkça görülen, kişilerin psikolojik olarak gördükleri ve duydukları şeyleri tuhaf varlıklar zannettiğini, korku

Page 21: Golge e-Dergi 37. Sayi

gücünün bu psikolojik etkiden geldiğini de söylemektedir ama müstehzi bir şekilde. (Alıntıdır) “Tavsiyenize uyarak masalı şimdiki romanlar derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser (Gulyabani romanı) geldi. Bu hikâyede gariplikler yahut tabiatüstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve görünüşte bir gulyabani, bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi… Hikâyeme bilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz… Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu aciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün önüne koyabileceğim?... Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak?” (Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.25-26.)

Sahnede, Beyaz Perdede, Müzikte “Gulyabani”den Esintiler “Gulyabani” romanının dışına çıkarak başka alanlarda ve bilhassa korku özelliğiyle günümüze kadar kendisini taşıyabilen bir kült olmuştur. Sinemadan tiyatroya, müzik kliplerine kadar pek çok yerde kendisini gösterebilmiş bir eserdir. Gulyabani ilk olarak 1965 yılında oyunlaştırılarak Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir. Radyo oyunu ise yine Lale Oraloğlu’nun arasında bulunduğu sanatçılar tarafından 2004 yılında TRT Radyosu’nda yayınlanmıştır. Sinema versiyonu ise Ertem Eğilmez’in yönetmenliğinde 1976’da yapılmıştır ve çoğumuzun Gulyabani’yi tanıması bu film sayesinde olmuştur. Senaryoyu Sadık

“Süt Kardeşler” 1976 –Yönetmen: Ertem Eğilmez, Senaryo: Sadık Şendil

Page 22: Golge e-Dergi 37. Sayi

Şendil yapmıştır ve hikâye doğrudan Gulyabani romanını değil, Kemal Sunal, Şener Şen ve Halit Akçatepe gibi oyuncuların karşılıklı güldürüsüne dayanan başka bir senaryo olan “Süt Kardeşler” adını taşımaktadır. Konuyu ve filmi hepiniz bildiğiniz için burada bahsetmeyeceğim ama romanla aralarındaki yaşlı hanımı korkutup mirasına çöreklenmek için delirtmeye çalışılması teması söz konusudur. Ama tema aynı olsa, esinlenme aynı olsa bile bambaşka bir hikâye ve film çıkar ortaya. Gulyabani tipinin popülerleşmesi ve hepimizce tanınır hale gelmesi bundan sonra başlar. Hatta Gulyabani tipi o kadar baskındır ki filmin korsan CD satıcılarında ve internetteki film izleme sitelerinde aratılan adı “Gulyabani”dir, Süt Kardeşler’e oranla daha çok ön plandadır. Zaten yukarıda da bahsettim, yazarın kendisi bile eserle ilgili yaşadığı tuhaf korku hisleri esere de yansıyor ama başka bir senaryoda olsa gulyabani tiplemesi yine ve bu sefer daha popüler bir şekilde kitleleri korkutuyor. Günümüzde bizim kuşak arasındaki sayısız geyik konularından biri olan “Gulyabani’den ben de korkardım” lafı Umut Sarıkaya’nın iki karikatürüne dahi yansımıştır. Bir karikatüründe bildiğimiz Alien, Gulyabani’ye bakarak küçükken kendisinin de korktuğunu söylemektedir, yine başka bir Umut Sarıkaya karikatüründe bu sefer ünlü gerilim yönetmeni Alfred Hitchcock’un ağzından gulyabaniye bakarak korku sinemasının bu kadar basit olmadığını, şeklin karton olduğunu söyler, karedeki bir adamda Hitchcock’a bu ülkede gulyabani karakterinin herkesi ünlü yönetmenden daha çok korkuttuğunu söylemekte bu iki karikatürde popüler kültüre yansımaları rahatlıkla görülmektedir. Gulyabani karakterini müzik dünyasında da görmekteyiz. Replikas grubunun Aralık 2000’de piyasaya sürülen “Köledoyuran” isimli albümünün 7.şarkısı “Gulyabani müzik”tir. Aylin Aslım ve Tayfası grubunun 30 Nisan 2005’te piyasaya sürdüğü “Gülyabani” isimli albümün şarkılarından olan “Gülyabani”nin klibinde Süt Kardeşler filmine ve meşhur gulyabani karakterine yapılan göndermeler söz konusudur.

Aylin Aslım ve Tayfası-“Gülyabani” şarkısının klibinde gulyabani tiplemesi

Mehmet Berk YALTIRIK

Page 23: Golge e-Dergi 37. Sayi

GULYABANİ’NİN ÇİZGİ ROMAN MACERASI Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’si Oğuz Demir’in elinden çigi romana dönüştü ve kitabevi raflarında ye-rini aldı. Biz de Gölge e-Dergi olarak Oğuz Demir’e Gulyabani’nin çizgi roman mace-rasını konuştuk.

Oğuz Demir kimdir, kısaca anlatır mısınız?

1971 yılında Denizli'de doğdum. İlk ve orta eğitmini Denizli'de tamamladım. 1993 yılında Anadolu Ünv. Güzel Sanatlar Fak. Grafik Bölü-münden mezun olup İstanbul'a yerleştim.1993 den bu yana çeşitli yayınevleri, ajans ve dergilerde illüstrasyon, çizgi roman, karikatür çalışmalarım sürüyor.

Everest Yayınevi ile Gulyabani projesi nasıl ortaya çıktı? Bu yayınevinin isteği mi yok-sa sizin teklifiniz mi?

Everest’le daha önce çocuk kitapları konusun-da çalışmalarımız olmuştu. Gulyabani projesi de, yayınevinin bana sunduğu birkaç çizgi roman projesinden biriydi. Çizgi roman formatına çok uygun olduğunu düşündüğüm için Gulyabani’yi seçtim.

Senaryoyu siz mi yazdınız yoksa Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserini yayınevi size çizgi ro-man için senaryolaştırıp mı verdi?

Kendi yazdığım senaryo üzerinde daha rahat hareket edebileceğimi düşündüğüm için senaryoyu kendim yazmayı tercih ettim.

Page 24: Golge e-Dergi 37. Sayi

Siz kitaptaki mekân karakterler ve dönem konusunda kitaba sadık kaldınız mı?

Mekan, karakterler konusunda kitaba sadık kalmaya özen gösterdim. Bu konuda yazarın yazdığı-nın dışına çıkmayı çok doğru bulmuyorum zaten. Ama çizgi roman dili ve roman dili farklı olduğun-dan olayların akışında, konuşmalarda çizgi romanın biçimine özgü bazı düzenlemeler yaptım.

Gulyabani Türk edebiyatında bir klasik. Yinede çoğumuz Gulyabani’yi Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan okumak yerine filme uyarlanmış Süt Kardeşler filminden hatırlarız. Yüz yıl ol-muş nerede ise yazılalı sizden önce kimse çizgi romana uyarlamadı değil mi?

Süt Kardeşler filmini çok severim. Çocukluğumdan beri kimbilir kaç kere izlemişimdir. Çoğu insanın aklındaki “Gulyabani” figürü bu filmden kalmıştır. Ama film Gulyabani kitabının bir uyarlaması de-ğil. Bambaşka bir film. İçinde Gulyabani romanına gönderme yapacak bir Gulyabani figürü olması ve birkaç olay benzerliği dışında benzer bir şey yok. Zaten Sütkardeşler filminin bu şekilde bir id-diası da yok. Süt Kardeşler’i saymazsak Gulyabani’nin kitaba ya da herhangi başka bir sanat dalına uyarlanmış halini bilmiyorum. Zannediyorum çizgi roman ilk.

Ne kadar zamanda oluştu kitap? Düşünme, senaryo yazım ve çizim aşamaları?

Kitap haftanın 5 günü, günde ortalama 8-9 saat çalışmayla toplam 4 ay sürdü. 1 ay senaryo /taslak çizimler, kalan 3 ay da çizim, renklendirme, düzeltiler vs...

Bize Gulyabani’yi çizerken aklınızdan neler geçtiğini biraz olsun anlatabilir misiniz? Sizce nasıl bir şey Gulyabani?

Gulyabani’yi çizerken bunun temelde bir korku romanı olduğunu unutmamak gerek. Ama Gulyabani’de bir korku romanından daha fazlası var. Romanı çizgi roman yapmak için basmakalıp

Page 25: Golge e-Dergi 37. Sayi

korku figürlerini ardarda ekleyerek kağıda dökmek yeterli değil. Gulyabani, korku romanı olduğu kadar da mizahi de bir roman. Bu eğlenceli anlatımı da çiz-gilere yansıtmak gerekiyor. Çizerken buna dikkat et-tim. Okur, kitabı okurken neşelensin de istedim.

Hüseyin Rahmi’nin başka bir kitabını çizgilemek ya da bir başka edebiyat klasiğini çizgi roman yapmak gibi bir projeniz var mı yakın zamanda?

Zaman ne gösterir bilmiyorum. Şu an Hüseyin Rah-mi Gürpınar projesi yok. Ama Everest’in öncülüğünü yaptığı, Türk edebiyatında en az Hüseyin Rahmi Gür-pınar kadar yeri olan bir çok yazarın çizgi roman uyar-lamalarının çoğalarak devam edeceğine inanıyorum.

Bu çizgi romanı hazırlarken günde kaç saat çalış-tınız? Model ya da referans kullandınız mı?

Çalışma, 4 ay boyunca günde ortalama 8-9 saat sür-dü. Karakterlerde model veya referans kullanmadım. Yalnız, o döneme ait bazı objelerde, eşya ve kıyafet-lerde internetten ve kitaplardan yararlandım.

Sizin çizgi romanınızdan önce Cemil Cahit Yavuz’un çizdiği Veda çizgi romanı geldi Everest’ten. Sanırım Everest Türk edebiyatının çağdaş ve klasik sayılan eserlerinden çizgi romanlar yapmaya devam edecek. Ben bir okur olarak Everest’i takdir ederek izliyorum. Siz okurları nasıl görüyorsunuz bir çizer olarak mesela NTV Yayınları Macbeth basıp 40 bin satı-yorsa Gulyabani’ye nasıl bir talep olur-olmalı?

Çizgi romanın beğenilmesi tabii ki hoşuma gider, fakat birşeyler çizerken hiç “okur ne düşünür” ya da “kaç satar” diye hiç düşünmedim. Fakat gözlemim şudur ki, eğer ben bir işi yaparken keyif alıyorsam ve mutlu oluyorsam, okur da onu seviyor. Gulyabani’yi çizmek zahmetli ve zor bir sü-reçti. Ama her aşamasında keyif aldım ve eğlendim. Bu yüzden okurun da aynı keyfi alacağını ve Gulyabani’yi seveceğini düşünüyorum.

Everest yayınevi ile yeni dönemde yeni çizgi roman projeleriniz var mı?

Evet. Çizgi roman alanında projeler devam edecek.

Biz Oğuz Demir’i genellikle çocuklar için hazırladığı çizgi romanlardan hatırlıyoruz. Çocuk çizgi romanları hazırlamaya, çocuk kitapları resimlemeye devam ediyorsunuz değil mi?

Benim 1993 den bu yana yaptığım iş ağırlıklı olarak çocuk kitabı illüstrasyonları üzerine zaten. Şu an çizgi romanlardan dolayı biraz yavaşlamış olsa da o konuda da çalışmaktan keyif alıyorum. Ço-cuk kitabı resimlemeye devam edeceğim.

Takip ettiğiniz çizgi roman serileri var mı ya da yazar-çizerine göre mi takip edersiniz çizgi romanları? Şu adamın da çizgi romanı çıksa da okusak diye beklentide olduğunuz bir çizer var mı?

Page 26: Golge e-Dergi 37. Sayi

Klasikleri hala seviyorum. Mesela Mister No’yu, Alaska’yı hala keyif alarak okuyorum. Yayınevleri-nin son dönemlerdeki çizgi romana yaklaşımları ve yeni çizgi roman anlayışı da, hem çizerler hem de okurlar için yeni ufuklar açıyor. Beklentim, Gırgır dönemindeki çizerlerin çizimlerinin toplanma-sı. Mesela ilk aklıma gelen isimler, Engin Ergönültaş, Sencer... Ayrıca İlban Ertem, Suat Gönülay gibi çizerlerin kitaplarını raflarda görmek de çok güzel.

Türkiye’de çizgi romanın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çizgi romanın geleceği sanatın her alanında olduğu gibi, yeni şeylerin yapılmasına bağlı. Okurun ilgisini çekecek yeni şeyler yapıldığı sürece çizgi roman varolur. Mesela şu sıra dünya edebiyatının önemli klasiklerinin çizgi roman uyarlamaları bir bir çıkarken Türk yazarların romanlarını çizgi ro-mana uyarlamak fikrinin hem türk edebiyatına hem çizgi romana çok şey katacağına inanıyorum.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim .

Page 27: Golge e-Dergi 37. Sayi

KATİL KİM?En derin arzularımla duyduğum öldürme hissine karşı koymak, önüne geçebilmek için tüm

uğraşılarımın nafile olduklarını öğreniyorum. Onca yıllık çabalarımın sonuçsuz kaldığını görmek bir zaman kaybı demekse de kendimi avutacak yönlerini bulmaya çalışıyorum. Her işlediğim cinayetle ellerimi daha çok kana bulasam da, insanlaşan yanımı keşfediyorum. Bu da kaderim olan lanetli yolda hayata tutunmamı sağlayan moral kaynağım oluyor. Aldığım masum yaşamların ıstırabını yüreğimde hissederken, bir yandan da duyduğum vicdan azabının tarif edilemez üzüntüsünü yaşıyorum.

Her şey büyükbabamın öldüğü gün başlamıştı. Olağan seyreden bir akşamda ansızın kalbinin durması benim için yıkım olmuştu. Ailemden geriye kalan yalnızca o vardı ve bir şekilde beni yalnız bırakmıştı. Bu trajik olay ne benim ne de komşularımızın beklediği bir şeydi.

Apartman sakinleri hariç, hayatı yalnızca dede ve torun olarak paylaşıyorduk. Yemeğimizden soluduğumuz havaya kadar her şeyimiz ortaktı. Sıkı iki arkadaş gibi dertlerimizi dinler, monoton hayatı çekilir hale getirirdik. Onun sağlık sorunları yaşadığına daha önce ne tanık olmuş ne de duymuştum. Altmışını devirmiş bir ihtiyar olarak tek kötü alışkanlığı piposuydu. Gül kökünden yapılmış piposunun dumanı hiç eksik olmazdı. Başının üzerinde kümemsi bir bulut yaratır, ince esprileriyle beni neşelendirirdi. Hâlâ kulaklarımda çınlar zekâ ürünü söylevleri:

“Başımdaki bulutlar umarım yağmur getirmez. Pipomun sönmesini istemem çünkü…”Yok olmasına rağmen kulaklarıma kazınmış sesi, hayallerimdeki görüntüsü işlediğim korkunç

cinayetler yüzünden aklımı yitirmememi sağlayan yegane dayanağım oldu.O gün ağzından duman çıkmadığını fark etmiştim. Bu ancak son nefesini vermiş bir bedenden

beklenecek bir hareketti. Göğsünü dinlemiş ancak kaburgalarının hareketini hissedememiştim. Bir ayna alıp, üzerinde buhar olup oluşturmayacağına bakmayı düşündüysem de bunu yapmadım. Çünkü nefes almaktan çok tütün çekiyordu ciğerlerine. Nefes vermek yerine zehir üflüyordu havaya. Onun buharını ise zaten görememiştim. Öldüğünü kabullenmekten başka bir şansım yoktu. Ve öyle de yapmıştım.

Hayatına son vermesine vesile olan piposunu alıp fırlatmak istemiştim. Onu yakmak, küllerini bir daha yakmak için büyük bir arzu duymuştum. Cansız ve soluksuz ağzından çekip aldığım pipoya değmemle beraber lanetin bedenimi sardığını hissetmiştim. İçimi titreten bir soğukluğun ürpertisini yaşamıştım. İşte o gün uğursuz günlerin miladı olmuştu. Büyük babamı kaybetmenin üzüntüsünün ötesinde şeytani bir gücün boyunduruğu altına girmiştim.

O güne kadar sigara dahi kullanmamıştım. Ciğerlerim kırmızıydı ve is ile boğulmamıştı. Ancak dedemin ölüsünün yanında başladığım pipo sevdam hiçbir zaman sona ermedi. Tahmin edilenin aksine yeni alışkanlığımın nedeni tütünün keyif verici özelliği değildi. Stresli olduğunda insanların rahatlamasını, endorfin salgılamasını sağlayan zehir değildi. Tek bir nefesi için milyarlar harcatabilecek bağımlılık da… O habis ve şeytani aletin ta kendisiydi. Belki de asırlar önce kara ayinlerle işlenmiş tahta parçasıydı. Bir iblisin musallat olduğu antikaydı.

Dumanını tüttürüyor, onun fısıltılarını beynimin içinde duyuyordum. Bir an olsun elimden bırakamıyordum. Onun şeytani gücü içimdeki kötü benliğin çıkmasına neden oluyordu. Ta derinlerden gelen saf kötülüğümü insanoğlunun üzerine salıyordu. Onu dinlememek mümkün değildi. Söylediklerine kulak tıkamanın imkânı yoktu. Çünkü o, ruhumun içindeydi.

Bir süre ona karşı direnmeye çalışmıştım. Emrettiklerini yapmamaya, tıpkı bir asi gibi muhalif olmaya çaba göstermiştim. Her denemem ise başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Pipodan uzaklaşma

Page 28: Golge e-Dergi 37. Sayi

fikrini birkaç kere aklıma getirdiysem de, onun yıkıcı gazabıyla karşılaşmıştım. Tek bir yol vardı izleyeceğim. Pipoyla ve sahibiyle yaşamayı öğrenecektim.

İçimdeki varlık gün geçtikçe beni daha da esir alıyordu. Önceleri ayda bir açlığı nüksediyor, cinayet işlemem için zorluyordu. Gece yarılarında; tünellerde, köprü altlarında onlarca insanı katlettim. Bunları tıpkı Mr. Hyde gibi, karanlık gölgemin esiri olarak yaptım. Ancak zaman geçtikçe açlık süresi azalmaya, iştahı daha da kabarmaya başladı. Kanlı vakaların içinde, işkencelerin merkezinde buldum kendimi.

Büyük babam bana geçmişinden çok söz etmezdi. Sahip olduklarından, babaannemden, bozulmuş şehirlerin eski güzelliklerinden, atalarından bahsetmezdi. Acaba bu pipo ona geçmişinden mi miras kalmıştı? Yoksa bir şekilde kader, dedemi; sonrasında da beni mi seçmişti? Düşündüğüm ve çılgınlığın eşiğine getiren bu soruların yanıtını ise az da olsa bulabilmiştim. İkisinin de doğru sorular olmadığını anlamam için yıllarımı harcamam gerekiyormuş. Çünkü evden dışarı adımını atmayan dedemi cinayete zorlayan bir varlık yoktu. Sapkın bilinçaltını tetikleyecek bir güce tanıklık etmemiştim. Tek bir odada beraberce geçirdiğimiz yıllarda en ufak bir aşırılık görmemiştim.

O halde tek bir mantıklı açıklama kalıyordu geriye. Bu baphomet bana musallat olmuştu. Bana ait olan bir eşya yoluyla zihnimi ele geçirmişti. Nasıl ya da neden olduğunu hala çözemesem de onun etkisi altına girmiştim.

Bu şeytandan kurtulmanın bir yolu olarak intiharı düşünmeye başladığımda ise hayal edemeyeceğim bir kötülüğü yapmam için beni zorlamıştı. En yakın arkadaşımı yavaşça öldürtmüş, işkence yaptırtmıştı. Masum ellerimi, kendi arzularıyla kirletmişti. Kötülüğün merkezine kendisiyle beraber beni de götürmüştü.

* * *

Pipom ağzımda, eskiden ev arkadaşımın oturduğu yerde oturuyorum. Karşımda güzel bir bayan, ağzımdan yayılan dumanlı bulutlar yüzünden onu sisli görüyorum. Tıpkı eskisi gibi küçücük evimde iki kişiyiz. Ancak rollerin değiştiğini fark ettim ve gülümsedim. Artık tütünü ile kendini zehirleyen adam bendim. Çok yaşlanmamıştım belki ama günahlarım, tenimi olmasa da ruhumu yıpratmıştı.

Evlenmeyi düşündüğüm kadın ile ilk defa beraber olacaktım. Uzun zamandır tatmadığım zevkleri yaşayacaktım. Dedemin ölümünden sonra evime gelen bu ziyaretçi bir nebze olsun uzun zamandır yaşayamadığım normal hayatın özlemini unutturmuştu sanki. Onu kısa bir süre önce tanımama rağmen bir şekilde âşık olmuştum. Bu duyguların ise karşılıklı olduklarını ümit ediyordum.

Ona açılmak, hislerimi anlatmak istiyordum. Güzel bir hayat sağlayabileceğime inanmasını istiyordum. Çift kişilikli hayatımda zor da olsa buna inanmak istiyordum! Beni belki de bu dertten yalnızca sevginin gücü kurtarabilirdi. Yalnızlığımın son bulmasıyla

içimdekini yok edebilirdim.Tüm cesaretimi topladım. Ona her şeyi anlatacaktım. Evlilik niyetimi, sıradan ama mutlu

geçecek bir hayatı… Hemen zihnimdeki ikinci ses ortaya çıktı. Ağzımdan çıkardığım dumanların arasından yüzünü seçebiliyor, dikkatle baktığımda net

bir şekilde görebiliyordum. Ruhani bir varlık olarak bildiğim bu kötü ruhun cisimleşmiş halinden koktuğumu saklamaya çalıştım. Gerilen yüzüm ile mimiklerimi örtmek için çabaladım. Ancak bunu

Page 29: Golge e-Dergi 37. Sayi

başaramamış olsam gerek ki bana sorunun ne olduğunu sordu. Verebilecek hiçbir cevabım yoktu. Hayatımı esir alan bir cinden bahsedemezdim. Gözlerimin

önündeki görüntüyü, kulaklarımın içinde dolaşan “öldür” seslerini anlatamazdım. Evlenmemiz durumunda bir gün söyleme ihtimalim her zaman vardı ama bu denli çabuk değildi. Saklamak zorundaydım özel durumumu. En önemlisi ise dinlememeliydim onun buyruklarını!

Ama tüm hayallerim bir anda yok oldu. Ben henüz başlamakta olan ilişkimiz için çabalarken; o evi terk etmek istedi. Beni mutsuz ve yalnız hayatıma mahkûm etmek için terk etti. Durdurmaya çalışsam da dinlemedi. Bana hakaretler yağdırdı, aşağıladı. İşte o an ağzımdaki pipoyu çıkardım ve üstüne yürüdüm. İnsanüstü bir kuvvetle boğazını sıktım ve ciğerlerine giden havayı yolunu kapadım.

Onu öldürürken kafamın içindeki sesler yoktu artık. Öldürmek için pipoya ihtiyaç duymuyordum. Bir yalanın kurbanı değildim. Yalnız sürdürdüğüm ve sürdüreceğim hayatımda iblisin, baphometin, şeytanın, cinin kim olduğunu sonunda anladım. Katil benden başkası değildi!

Fatih DANACI

Page 30: Golge e-Dergi 37. Sayi

ŞANTAJ MERASİMİYani şimdi oldu mu bu? Günlerdir bekliyorum ve sen bana hayır olmadı mı diyorsun?Napabilirim. Dediğin gibi yaptım. Eve gittim sabaha karşı 04.00 civarı adam horul horul

uyuyor; öyle uyuyor ki kapıyı açmadan horultusunu duymak mümkün. İçeri girdim. Bu yeni çelik model kapılar sağ olsun, yağdan kıl çeker gibi… Onda sorun yok. Eve girdiğimde; açık kalan TV kap kacak arasında dolanan kedi ve bir de adamın horultusu.

Aradım, aradım, aradım fakat yok.Her yere baktığına emin misin?Evet baktım!Eeehh!... Daha sabahın körü beni neden uyandırdın be adam?Konu o değil, evde biri daha vardı.Bu akşam yalnız olacaktı. İstediğimi bana getirmedikten sonra çok da mühim değil. Sabah

sabah muhabbet etmek istiyorsan yanlış yerdesin. Haydi, git işine… Varsa tabii, uyuyacağım ben…

Söylenerek yatağına giden adamı, Neco, ince ama kararlı ses tonu ile durdurdu.Öyle değil. Sen bana haksız yere içeri tıkılacağını söylemedin mi, delilleri istemedin mi?Geç onları şimdi. Dosyayı bulamamışsın işte.Aslında bir şeyler buldum ama o beklediğin şekil değil yani dosya değil.Nasıl?Eve girdikten sonra beş dakika falan geçti belki daha fazla, o kadar sessizdim ki o gürültüde

komik kalıyordu sessizlik çabam.Dalga mı geçiyorsun? Taksit taksit…Sonra banyodan gelen kadın mırıltısı duydum. Şarkı mırıldanıyor biri diye düşündüm.

Kaçmakla saklanmak arasında kalakaldım. Kadını kapı aralığından görebiliyordum. Sen de biliyorsun daire çok da büyük değil. Kütüphanenin kenarına sinip izlemeye başladım.

Banyoda buharlanmış aynayı sildi. Saçlarına şöyle bir çeki düzen verdi. Buhardan etraf zor görünüyordu. Düşü yeni bitmiş olmalıydı. TV’nin ışığında banyodan çıkıp ışığı söndürdü. Çalışma masasına doğru ilerledi. Nefes dahi alamıyordum. Çok yakınımdaydı vücut losyonunun keskin kokusu hâlâ burnumda…

Nasıl bir kadındı?Kumral, orta boyda, balıketinde, saçları kısa bir kadın... Yüzünü yakından göremedim.Anladım asistanı o, yıllardır beraberler. Kadın o aşağılık adamdan kurtulamadı bir türlü. Onun

için de elinde bir şeyler saklıyor olmalı. Yoksa kadının o pislikle ne işi olabilir!Sonra?Sonrası ağzım kurudu, var mı içecek bir şeylerin?Sabahın köründe ne içeceksin Neco?Kahve yeterli.Ok. Kaynamasını bile beklemediği suya iki kaşık kahve atıp eline tutuşturdu Neco’nun

Sabah işlerim var üç saatim kaldı. Umarım anlatacakların kayda değer şeylerdir.Evet! Kadın bilgisayarın başına oturdu. Işığı bütün yüzünü ve açıkta kalan boynunu kapladı.

TV’nin gürültüsü ve adamın horultusu olmasa beni de çoktan fark ederdi diye düşündüm. Birkaç dosya karıştırdı, CD’ye yükledi Yaptığı iş ve kontrol on dakikayı bulmamıştı…

Sonra ne oldu Neco?Sonra o CD’yi masanın ucuna yerleştirir gibi yavaşça bıraktı ve odasına çekildi. Kapıyı

kapatırken bana doğru direkt baktı. Yavaşça kapıyı kapadı.O zamana kadar ayakta duran Sami oturdu koltuğa.

Page 31: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 32: Golge e-Dergi 37. Sayi

Ciddi misin?Evet.Ver şu CD’yi?Hayır, önce neler olduğunu bilmek istiyorum.Tanışıyoruz diye kanki olmadık Neco; senin işine yaramaz!Ama dosya bende değil mi?O içeride yatan adamla yıllar öncesine dayanan bir dostluğumuz var. Ticari hayatta yolunu

aldı ben siyasette. Bir gün benim siyasette ilk yıllarım. Evinde ufak özel bir parti verdi. Yıllarca parti ile beni sömürdü. Gerisi malum! Ver şimdi.

Ok. Al bakalım.Çok keyifliyim Neco çook! Ödemen burada al ve çık şimdi. İşlerim var.Sehpaya cebinden çıkarıp fırlattığı zarfa bir kez daha bakmadan üst kata çıktı.Neco da içemediği kahvesini bırakıp evden çıkmıştı.Dışarı çıktığında dükkânlarını açmaya hazırlananları gördü. Etrafa bakındı, gazete büfesinin

önünde duran gazetelerden bir tane çekti. Sokağın ucundan köşeyi dönüp, sahil yoluna saptı. İleride bankta oturan kadının yanına oturup ona doğru döndü.

Günaydın aşkım!Günaydın Neco!Elinde salladığı CD ile bir kahkaha savurdu.Gazetede ne var?Yıllardır ünlü kişileri ve siyasetçileri şantajları ile bezdiren ünlü iş adamı Tarık Sırrı’nın cinayet

haberi!Aaaa! diyerek söylendi kadın.Ben onu dün akşam bıraktığımda horul horul uyuyordu hâlbuki.Ve birlikte güldüler bu kez Neco:Birileri bu ölüm haberine çok sevinecek.“Bu sevinçleri çok sürmez ama,” diyerek karşılık vermişti kadın.

Şeyda KOÇwww.seydakoc.com

İllüstrasyonMehmet SEVİNÇ

http://mehmetsevinc.deviantart.com

Page 33: Golge e-Dergi 37. Sayi

WELCOME TO HELL

TWITTER18. kattan düşenleri yalnız ben görmüş olamam değil mi?

Latest about 20 hours ago

Eve dönüp de tüm yaşadıklarımın ne anlama geldiğini düşünürken zulada dar zamanlar için sakladığım votkaların dibini bulmam uzun sürmemişti. Son kadehi bitirdikten sonra 2 şişe votkayı ne kadar çabuk bitirdiğimi düşünerek kanepede sızmıştım.

Saat: 03.33

Salondayım pencereden sokağı turuncu renge boyayan ve etrafa ölüm kadar sessiz ve ku-tuplar kadar soğuk bir hava katan sokak lambasının pencereden giren ışıklarının salonun karan-lığına avına çullanan sırtlanın acımasızlığıyla tecavüzünü izliyorum. Kanepenin sırtına attığım sol ayağımı indirerek o turuncu ışığın delice saldırısına karşı koyabilen köşedeki kitaplığa dikkat kesi-liyorum. Karanlığın içinde kitaplığın üzerinde oturarak ayaklarını birbirine bağlamış bir halde bir sağa bir sola sallanan bir karaltı görüyorum. Karaltı hafifçe ıslıkla bir şarkı çalıyor. “Oğlum Teoman” diyorum “çok içtin kâbusun geldi bak”. Ben kendimle konuşmamı bitirir bitirmez “o şarkı Hammer of the Gods” diyen bir ses geliyor karanlıkların içerisindeki karaltıdan. Ses kanımı dondurup ense kökümden sırtımdan aşağıya doğru buz gibi bir ter damlasının akmasına neden oluyor. “Olamaz bu benim sesim” diyorum. Salınımlarını bırakan karaltı ayaklarını bağdaş kurarak kitaplığın üze-rinde hareketsizce durarak gözlerinden çıkan kırmızı ateşlere eşlik eden kan damlalarına aldırış etmeden bana bakmakta. Ani bir hareketle ayağa sıçrayıp kitaplığın üzerinde hoplayıp zıplamaya başlıyor. O kadar rahat davranıyor ki hali ormanda pan flüt çalan orman cinlerine benziyor hali. Bir süre dans ettikten sonra yine bağdaş kurarak oturup ellerini dua eder gibi yüzüne tutuyor. Avuç içinden çıkan buz mavisi ışık yüzünü aydınlatıyor. O haldeyken beni göz hapsine alıyor. Yüzü bana ait ve bakışları gözlerimi eritip içime akıtmaya başladığında yerinde tek hareketle sıçrayıp hemen önümdeki sehpanın üzerine konuyor. Sehpanın üzerinde ayakta durarak ellerini beline koyarak tıpkı benim yaptığım kafasını sağa ve sola doğru çevirterek kütletiyor. Sonrasında ise kapkara kol-larını bana doğru uzatarak ellerini ağzıma sokuyor ve yavaşça yukarı ve aşağı ekseninde ikiye ayıra-rak içeri doğru yol alıyor. Donmuş ve çaresiz bir halde yavaş yavaş hareketlerini izleyerek çürümüş yumurta kokulu karaltının ağzımdan içeri biran önce girmesi için dua ediyorum. Ve dualarım kabul edilip de karaltı mideme oturduğunda tek hatırladığım delice dönen yarı karanlık bir odadaki ka-nepeden oturmaya çabalamam oluyor. On binlerce yıl boyunca insanlara yardımcı olan meleklerin yorgunluğuna sahipmişim gibi bir yorgunlukla gözlerimi açıyorum. Gözlerimi açmamla bulunduğum yerin tamamının kırmızı ve tonlarına sahip renklerde olduğunu görüyorum. Sokaktaki kalabalıktan havadaki uçan kargalara kadar her şey kırmızı. Birden kulakları sağır eden bir gürültüyle bir grup karaltının tam karşımdaki uzakça bir tepede bulunan ve normalde olsa yemyeşil olması gereken, şimdiyse yavruağzı renkte ağaçların bulunduğu bir korunun içerisinde bulunan ve tahminime göre 18 katlı bir binaya çar-pıyorlar. Çarpma neticesinde ortaya çıkan manzara ise tam anlamıyla can pazarı oluyor. Yıkılan duvarlardan içeri giren karaltılar içerde büyük bir gürültüyle patladıktan sonra binanın sağlam ka-lan yerlerinden koyu kırmızı alevler çıkartıyor. İçerideki insanların çığlıklarını duyuyorum. Çığlıkla-

Page 34: Golge e-Dergi 37. Sayi

ra eşlik eden kırılan kemiklerin, vücuda giren camların ve demirlerin, tonlarca ağırlıktaki betonun ve çeliğin altında ezilen insanların seslerini duyuyorum. Tepe ile aramda rahat 600 metre mesafe olmasına rağmen ölen insanların akan kanlarının, kusmuklarının, idrarlarının kokusu genzimi yakı-yor. Sol serçe parmağımı buz gibi bir el kavrıyor. Soluma bakıyorum beni buraya getiren, minik bir kopyam olan ve boyu dizime bile gelmeyen evimdeki karaltı bana bakarak “daha önce gördükle-rinin hepsi, burada olanlar daha başlangıç” diyor. Karaltının sözlerine anlam vermeye çalışırken bir sızı hissediyorum; başımı kaldırıyorum ve az önce o binaya çarpıp harabeye çeviren füze benzeri karaltıların görece minik versiyonları vücuduma giriyor. İçimde önce büyük bir ateş ve acı sonra da bir serinlik hissediyorum. Dizlerimin üzerine çöküp tespih böceği gibi kıvrılıyorum. Ensemden de bir karaltı girdiğinde benliğimi kaybediyorum. Bilincimi kaybetmeden önce doktordan çıktığımda gördüğüm aksak adamın sesi kulaklarımda patlamalar yaratıyor: “Ne yaparsan yap kaderinden kur-tulamazsın”

Mustafa [email protected]

Page 35: Golge e-Dergi 37. Sayi

Bir Marvel Çıkmazı : MUTANTLAR Marvel evreninde “mutant” ne demektir? Kısaca açıklayayım. Marvel’in ağır topları olan yazar Stan Lee ve çizer Jack Kirby, 1963 yılında “Avengers” dışında bir “grup süper kahramanlar” çizgi romanı çıkartmak istediklerinde, o zamanın en meşhur proble-miyle karşılaştılar. Bu kahramanların güçlerini nasıl kazandıkları, ya da daha genel olarak bilinen “orijin” hikâyeleri. Bir tane kahraman için bile bir orijin bulmak zordu, peki ya beş tane olurlarsa? Stan Lee işte burada muhteşem bir fikre imza attı. Bu kahramanlar doğuştan süper güçlerle doğmuş olacaklardı ve bunu da vücutlarında bulunan X kromozomundaki değişiklik (mutasyon) sebep olacaktı. Bu şekilde sonu gelmeyen süper kahraman ve süper kötü karakterler üretilebilirdi. Genç çocukların bir okula gitmesi gerektiğine göre, bu mutantlar da bir okula gidecekler, hem ders görecekler hem de mutant güçlerini kullanmakta uzmanlaşacaklardı.

Orijinal X-Men takımı

Page 36: Golge e-Dergi 37. Sayi

İlk mutant hikâyeleri Eylül 1963 yılda “Uncanny X-Men” ile başladı. Burada 5 tane beyaz genç mutant çocuğun hikâyeleri anlatıldı. Bu kahramanlar daha sonra X-Men evreninin bel kemiğini oluşturacaklardı. Bunlar Cyclops, Beast, Angel, Ice-Man, Phoenix ve de öğretmenleri Charles Xavier idi. Ciddi bir havadan uzak, eğlenceli ve iddiasız bir çizgi roman olarak X-Men’ler yayın hayatına atıldılar. 70’li yıllara gelindiğinde satışlar o kadar düşüktü ki, X-Men’lerin kapatılması düşünülüyor-du. “Son bir şans” düşüncesiyle, gruba yepyeni mutantlar katıldı. Bu mutantlar ilk X-Men’ler gibi steril tecrübesiz gençler değildiler. O zamanlar için oldukça radikal bir karar verildi ve gruba değişik ırklardan, ülkelerden ve yaşlardan mutantlar getirtildi. Bu yeni grup, X-Men’lerin ilerde çok popüler olacak karakterlerini barındırıyordu. Bunlar Kanadalı 40 yaşlarında, gizli bir geçmişi olan Wolveri-ne; Kenya’dan bir tanrıça olduğuna inanılan Storm, bir kahramandan çok iblise benzeyen Alman Nightcrawler, İrlandalı emekli bir polis memuru olan Banshee, Rus bir çiftçi olan Colossus ve de bir saf kan Apaçi olan Thunderbird’di. Amerikan okurları, o ana kadar hiç bu kadar “ucube”nin bir araya gelip takım kurduklarını – özellikle de süper kahraman olarak – görmemişlerdi. Hele ana karak-terlerinden birinin daha ilk sayılarda öldüğü (Thunderbird) hiç görülmemişti. Chris Claremont’un yazarlığı, Dave Cockrum ve John Bryne’in çizerliğiyle, çizgi roman 80’li yıllarda birden parladı ve en popüler çizgi romanlardan biri oldu.

2. Jenerasyon X-Men’ler

80-90’lı yıllarda çizgi roman o kadar popüler oldu ki, Marvel bir ayda farklı mutant grupların-dan oluşan 4-5 çizgi roman çıkartmaya başladı. 90’lı yılların başında X dergilerinin hepsi Marvel’in en yıldız çizerleri tarafından çiziliyordu ve çoğu hikâye de ya Chris Claremont’un onayından geçi-yordu, ya da onun tarafından yazılıyordu. Marvel’in çizerlere ve yazarlara gereken önemi verme-diği gerekçesiyle firmadan ayrılan çizerlerin Image firmasını kurmasıyla ve de bir süre sonra Chris Claremont’un da onlara katılmasıyla, Marvel’in parıldayan yıldızı sönmeye başladı.

Page 37: Golge e-Dergi 37. Sayi

Image dergisi kurulur kurulmaz, çizerlerin ilk yaptıkları Marvel’a çamur atan söyleşiler vermek ve kendi çizgi romanlarını tanıtmak oldu. Hemen arkasından Marvel’dan atılan Jim Shooter’ın kur-duğu Valiant firmasının çizgi romanları da piyasaya akmaya başladı. Uzun zamandır sessiz duran Dark Horse firması bu çizgi roman piyasasındaki hareketi kaçırmadı ve bir sürü film adaptasyonu Manga çizgi romanlarını piyasaya sürmekte kalmadı, kendi dergilerini de çıkartmaya başladı. Piya-sada suni bir çizgi roman patlaması yaşanıyordu. Her gün yepyeni çizgi romanlar çıkıyor, başkaları kapanıyor, koleksiyoncular, “ilerde para yapar” gerekçesiyle Hologram kapak, farklı kapak, fosfor kapak ayırt etmeden ne bulurlarsa alıyorlar, okumadan bir yerde muhafaza ediyor, fiyatları borsa gibi takip ediyor, fiyatlar yükselince geri satıyorlardı. (Bu çılgınlıktan ben de bir şekilde nasibimi almıştım. 5 USD vererek aldığım bir çizgi roman bir ay sonra 50 USD’yi bulunca satmıştım. Bir sa-hafta gördüğüm ve yanımda hiç para olmadığı için alamadığım bir çizgi roman bir hafta sonra 400 USD’ye alıcı arıyordu.)

Image’ın kurucularından olan Jim Lee’nin Marvel’da çalışırken yaptığı bir X-Men çizimi

Marvel dergisi bir anda alevlerin ortasında kalakalmıştı. Çok güzel konular içermesine rağ-men, fazla bilinmeyen çizgi romanları satılmıyordu, buna rağmen Image dergisinin konusu olma-yan fakat oldukça detaylı çizimler içeren çizgi romanları kapış kapış gidiyordu. Marvel değişik bir strateji güttü, az satış yapan tüm çizgi romanlarını durdurdu, onun yerine çok satan çizgi romanla-ra ağırlık vermeye başladı. Artık her ay piyasada 7-8 farklı “X” dergisi bulunabiliyordu. Hepsi eskiye göre daha modern çizimler içeriyordu, fakat birbirinden bağımsız yazarların çıkarttığı bu dergiler, orijinal hikâyelerine uymuyorlar, hatta aynı zamanda yayınlanan dergiler birbirleriyle çakışıyorlar-dı. Mesela X-Men’de bir tuzağa düşüp bir hapiste kurtarılmayı beklenen Nightcrawler, başka bir

Page 38: Golge e-Dergi 37. Sayi

dergide konuk sanatçı olarak gözüküyor, okuyucular hangisine inanacaklarını bilemiyorlardı. Cla-remont, yıllar sonra yaptığı bir konuşmada “X-Men’leri toparlamak için 17 senemi verdim, Marvel’ın bunu tamamen mahvetmesi sadece 6 ay sürdü,” demiştir.

X-Men Amerikan- Manga dönemi

2000li yıllarda Marvel’ın baş editörü Joe Quesada, Marvel’i ve X-Men’leri bu düştükleri dipsiz kuyudan çıkart-mayı başarmıştır. Şu anda Marvel evrenindeki mutant sa-yısı (198 hikâyesiyle) bir kontrol altına alınmıştır, hikâyeler yine ortak hazırlanmaktadır. Peki o zaman neden bu yazıya Marvel çıkmazı: Mu-tantlar dedim? Anlatayım. İlk hata, mutant’ların popülerleşmesiyle, Marvel’in en eski (hatta bazı kaynaklara göre ilk) kahramanlarından Denizler Prensi Namor’un bir mutant olduğunu ortaya çı-kartmaları oldu. Bu hareket ne eski ne de yeni fan’lar tara-fından kabul görmedi. Satışları düşük olan bir çizgi roma-nın, mutant popülerliğinden yararlanılması için yapılan bir hareket gibi görüldü. Sonuç olarak, satışlar artmadığı gibi eski fanlar da küstü ve çizgi roman yayından kaldırıldı.

“Yeni” bir mutant . Denizler Prensi Namor .

Başka bir hata ise, ellerindeki çoğu popüler yazar ve çizeri kaybeden Marvel’in, diğer yazar ve çizerleri el-lerinde tutmak için bir sürü serbestlik verilmesi oldu. Bunun üzerine her yeni yetme yazar, sonuçlarını düşünmeden “Yeni Wolverine” yaratma düşüncesiyle bir sürü yeni karakterler yarattılar. Çizer-ler de o zaman yeni yeni popülerleşme-ye başlayan manga çılgınlığından etki-lenerek, karakterleri Amerikan çizim stili ile Japon stili arası bir şeye benzettiler. Sonuç tam bir felaket oldu. Bir X-Men dergisi alan kişi, karşısında 836 tane ha-yatında hiç görmediği koca gözlü kaba-rık saçlı karakter görüp “Ulan acaba yan-lış dergi mi aldım” diye önce kapağını kontrol ediyor, kapaktaki X-Men yazısını

Page 39: Golge e-Dergi 37. Sayi

görenler dehşet içinde bağırıp oradan kaçıyorlardı. Marvel bu zaman aralığında iki kez iflas ettiğini deklare ederek başka finansörlerden destek aradı. Başka bir hata, popüler kahramanların inek gibi sağılması oldu. Bir dönem boyunca ayda 10’a yakın “X” dergisi, 2 tane farklı “Wolverine” dergisi, 1 tane de “Gambit” dergisi çıkmaya başladı. Bu az önce bahsettiğim “manga özentisi” dönemle yaklaşık aynı döneme denk geldi. Aşırı kaslı ve kıllı bir manga Wolverine’i mümkünse görmeyeyim diyenler, ayda 15 kere karşılaşmaya başladılar. Neredeyse her 2 güne bir Wolverine. Sonuç, çok da kötü olmadı aslında. “Ayda 20 tane olsun, ça-murdan olsun, benim olsun” kafasındaki veletler harçlıklarını buralara harcadılar. Ama veteran çizgi roman okuyucuları bu dönemden hâlâ utançla bahsederler. Ama bence yapılan en büyük hata ve tam bir çıkmaz olan konu: Morlocklar Paradoksu’dur.

Callisto ve Morlocklar

Page 40: Golge e-Dergi 37. Sayi

Stan Lee, mutant fikrini ortaya attığında aslında bir altın madenini keşfettiğinin farkında değildi. Bunu fark eden ve geliştiren Claremont oldu. Claremont X-Men’lerin tüm hikâyelerinde şu ana fikri kullandı. “Bir grup insan, sırf genetikleri farklı diye, aslında huzur içinde yaşamak istedikleri dünya tarafından dışlanıyorlar ve nefret ediliyorlar.” Bu aslında o yıllarda Amerika’da yaşayan farklı etnik grupların (Asyalı, zenci, Hispanic), farklı dine ait kişilerin (Müslüman, Hindu, Yahudi), farklı ülkelerden gelenlerin (Puerto Rico, İspanya, Meksika) ve de farklı eğilimleri olan kişilerin (homo-seksüeller, transseksüeller) içinde bulunduğu durumla birebirdi. Claremont daha da ileriye gitti ve X-Men’leri kuran Profesör Charles Xavier’i “Mutantlar ve İnsanlar kardeştir” tarzı demeçler ver-dirmeye ve bir “X-Rüyası” olarak adlandırılan bir pasifist konuşmacıya döndürdü (Martin Luther King’in “Benim bir rüyam var” diye başlayan konuşmalarından esinlenildiği kesindir.) Claremont, X-Men’leri bu şekilde götürürken, çok büyük bir hata yaptı ve “Morlocklar” adın-da, bir mutant grubu yarattı. Peki, kimdir bu Morlocklar? Morlocklar, mutasyonları yüzünden dışarıdaki dünyada yaşayamayacak kadar çirkin olan mutantların, Manhattan’da yer altı kanalizasyon, yağmur ve metro tünellerinde kurdukları küçük topluluğun ismidir. Morlocklar mutant olmalarına rağmen, genelde ya çok fazla işe yaramayan güçleri vardır (sütü tereyağına çevirmek, çiçeklerin açmasını sağlamak) ya da evvelden bahsetti-ğim gibi görünüşleri dış dünyadaki insanlardan çok değişiktir. (Sadece 1 sayıda çıkan Meme adında bir karakterin gücü dokunduğu insanın vücudunu kendine katmaktı, yaklaşık 10 kişiye dokunduğu için sırtından ve göğsünden eller, kollar çıkıyordu ve yüzü gözlerle ve kulaklarla kaplıydı.) İşte burada X-Men felsefesi sarsılmaya başlar. Tüm mutantlar ve insanlar eşitse, Morlockların da gruba alınması gerekir. Ama insanların bakış açısından korkulduğu için Morlocklar gruba alın-mazlar. Bir ülkü uğruna daha ufak bir grubun göz ardı edilmesi doğru mudur? Bu eşitlik midir? Eğer mutantlar kendi aralarında eşit değillerse, nasıl dış dünyadaki eşitlikten bahsedebilirler?

Gerçek bir X-Adam. Chris Claremont

Chris Claremont Morlock grubunu ya-ratırken bu sorularla çok karşı karşıya gelmiş , ve kendi yarattığı anti-tezi çözmekte zorlan-mıştı. En sonunda farklı bir çözüm bulmak zorunda kaldı. Morlockların lideri Callisto ile X-Menlerin lideri Storm’a liderlik düellosu yaptırttı, ve Storm bu düelloyu kazandı. Yeni lider Storm, Morlocklara özgürlük seçeneği veremeden, Morlocklar tünellerde yaşamak istediklerini beyan ettiler ve tünellerin karan-lık köşelerine doğru uzaklaştılar. Problem or-tadan kalkmıştı, anti-tez kendi içinde hallol-muştu. Ama bazen yaratılan karakterler , ya-ratıcılarının hayal gücünden bağımsız hare-ket ederler. Okuyuculardan gelen baskılar üzerine Morlocklar zaman zaman yeryüzüne çıktılar , ve de X-Men’lerle değişik savaşlar içi-ne girdiler. Chris Clarement’tan sonra gelen bazı yazarlar bu anti-tezi hiç dikkate almadan Morlocklar kötü adamlarmış gibi davrandılar , kimisi ise tam aslına sadık kalıp bu anti-tezi değişik denemelerle çözmeye çalıştılar.

Page 41: Golge e-Dergi 37. Sayi

Bir denemelerinde, Marrow adında dış görünüşü gayet itici olan bir Morlock’u yeryüzüne çı-kartıp, X-Men gurubuna kattılar. Sonuç felaketti. En büyük hataları, zaten kendi çirkin görüntüsün-den nefret eden genç ve ergen bir Morlock kızı, X-Men grubuna sokmak oldu. Çirkin olduğu için güzel insanlardan nefret eden bir Morlock; okuyucuların sempatisini toplayamadı. Bunun üzerine yazarlar Marrow’un çirkinliğini bir şekilde azaltma yoluna gittiler. Bu hareketi yaparak , kendilerini iyice bir paradoksa sokmuş oldular. Çünkü güzelleştiği için hem X-Men’ler hem de okuyucu tarafın-dan kabul gören bir karakter, tamamen yüzeysel güzelliği ön plana çıkarttığı için eşitlik felsefesine tamamen ters düşüyordu.

Terörist bir Morlock Grubu : Gene-Nation

Page 42: Golge e-Dergi 37. Sayi

En sonunda, çoğu yazarın “sorunu çözemezsen ortadan kaldır” klişesi işledi ve Marrow, ken-di başına karar vererek gruptan ayrıldı. Ucuz bir çözüm olsa da, Marrow’un gruptan ayrılması bir süreliğine Morlock-X-Men ilişkilerindeki paradoksu ortadan kaldırdı. Peki X-Men’ler, Morlocklarla ilgili sorunu nasıl çözdüler? İşte burada 2-3 yazarın kafa kafaya vererek “M Day” “Decimation” “Son of M” gibi cross-over’lar yazmaları devreye giriyor. Bu cross-over’larda artık sayıları milyonlara vuran Mutantlar birden dünyadan silindi ve toplam 198 tane Mutant kaldı. Böyle olunca X-Men grubu “şu koca dünyada bir avuç adam kaldık, gelin canlar bir olalım” şeklinde bir çağrı yaptılar ve tüm güçlerini yitirmemiş mutantları kucaklarına bastılar. Böylece uzun zamandır hem başlarına bela olan Mor-locklardan kurtulmuş, hem de “Hepimizi eşitiz” inancını iyice kuvvetlendirmiş oldular. Malesef ben bunun tamamen bir tesadüften ibaret olduğunu tahmin ediyorum, çünkü çoğu Amerikalı velet, Morlock’ların yarattığı bu paradoksun farkında bile değildi. Onlar için önemli olan mutant sayısının azalmasıyla, mutant çizgi romanlara sınır getirilmesiydi. Gönül isterdi ki, çok daha düzgün bir çözümle bu işi halletselerdi, ama atalarımızın dediği gibi “Geç olması, hiç olmamasından iyidir” (Not: Morlocklar 1983 yılında ortaya çıktılar, “198” cross-over’ı ise 2006 yılında tamamlandı.) Şu anda Morlock paradoksu bir şekilde çözülmüş gibi görünüyor, ama ilerde tekrar mutant sayıları artınca, bu paradoksun tekrar yaşanıp yaşanmayacağını merak etmiyor değilim.

Tunç PEKMENwww.uzunjohn.com

Page 43: Golge e-Dergi 37. Sayi

ÖLÜMÜN FISILTISI Karanlık gecenin içinde, dalların arasından vuran ay ışığı mezarlığı aydınlatmaya çalışıyordu. Esen rüzgâr yerdeki yaprakları uçuşturmakla kalmıyor, ayrıca sayfaları nemli ve sararmış defterin yapraklarını da savuruyordu. Bir eliyle defteri tutmaya çalışırken, diğer eliyle hem kalemini tutup hem de mezarların üstündeki yazıları okunur hale getirmeye çalışıyordu üstlerindeki tozu silerek. Saçları da yerde uçuşan yapraklarla aynı kaderi paylaşıyordu. Başından aşağı kıvrılarak inen saçları bazen geriye doğru uçuşup, Mephisto’nun nefesi yüzüne geliyormuş görüntüsü veriyordu ona. Yüzündeki kemikler zayıflıktan belirginleşmiş, yanakları çukurdu. Gözlerinin altındaki torbalar uy-kusuzluğunun ve bağımlı olduğu hapların göstergesiydi. Gözkapakları yarı kapanıktı ama onların arkasında gri gözleri uyanık olduğunu gösteriyordu. Gözlerindeki ince kırmızı damarlar ona şeyta-ni bir bakış veriyordu. Üzerindeki siyah palto ve altındaki gri pantolon biraz büyük geliyordu ona. Tek düşüncesi, mezarların üstündeki yazıları defterine not etmekti. O yazılar ölümü simge-liyordu. Yaşanmışlıkları, geride kalanları, acıyı gösteriyordu. Ölümün defterini tutuyordu uzun ve kemikli parmaklarında. Her mezarın başına dikildiğinde acının verdiği keyfi yaşıyordu içinde. Mut-luluk ona keyif veremiyordu. Bunaltı ve sıkıntı veriyordu yalnızca. Bir kızla yatmak bile huzurunu kaçırıyordu. Kendini farklı hissediyordu buradayken. Aradığı yaşam buydu. Aradığı ölümdü. Toprağın al-tındaki ölüm... Yağmur başlamadan doldurmalıydı sayfalarını. Bir mezarın önünde eğilmişti. Eliyle silmeye başladı mezar taşını. “Gözlerini kapadı açtığı günkü gibi, İlk görünen sözler büyük bir içtenlikle anlatıyordu ölümü. Doğuşunu görmüş biri yazmıştı bu sözleri belli ki. Biraz daha sildiğinde sözlerin devamını da gördü. Ve hayata döndü ölmüş gibi...” Mezar taşları havadaki fırtınayı onun içine taşımayı başarıyordu. Defterini mezar taşının üs-tüne koyup, üstünde eğilerek yazmaya başladı bu sözleri de diğer sözlerin yanına. Ölüm ve doğum tarihleri veya toprağın altında kimin yattığıyla ilgilenmiyordu. Tek ilgilendiği o sözlerdi. Bir önceki sayfada yazan sözler ölümü kabullenen insanların acısıyla doluydu. Soğuktan titreyen elleri o söz-leri yazarken acıyı içinde hissetmişti. “Geride bıraktıkların hep seni düşünecek, Ölümün sessiz çığlığı içimizi yakacak...’’ Kalemi defterin üstünde gezinirken saçları gözlerinin önüne düşmüştü. Saçlarının arasından görüyordu defteri. Dizleri yerdeki toprağa dokunuyordu. Gömülenlerin kanları, etleri; kemikleri dı-şındaki vücutlarına ait her yeri toprağa karışmıştı. Burada toprak yaşayan bir ölüydü. İnsanların içinde kendini rahatsız hissediyordu. Onlardan farklı olduğunu düşünüyordu her an. İşte bu yüzden buradaydı. Kimseye görünmeden yapmalıydı buradaki işini. Pek hoş karşıla-mazlardı çünkü burada yaptıklarını. Toprağın altındakiler diğerlerine hiç benzemiyordu. Onlar çok anlayışlıydı. Ne görünüşüne laf ediyorlardı, ne de gözlerini dikip bakıyorlardı ona... Bir mezardan bir mezara geçerken sözler defterine kazınıyordu. Ölümün soğukluğu içine işliyordu. Yaşama dair tek şey onun kaleminin vızıltısıydı. Yerde uçuşan yapraklar, mezarların üs-tündeki çiçekler, ağaçların kuru dalları, hepsi ölümün sembolüydü. Yaşam belirtisi olan tek şey de ölümü anlatıyordu. Rüzgârın uğultusu içinde başka bir ses kulağına takılmıştı. Bir fısıltı gibiydi. “Hayır!” diyordu kuru ve tok bir ses. Nereden geldiğini tam anlamamıştı ve biraz durup bunu anlamaya karar verdi.

Page 44: Golge e-Dergi 37. Sayi

Mezarlık bekçisi olabilirdi sesin sahibi. Ama eğer bekçi olsaydı şimdiye kadar yanına gelmişti. Kalp atışları biraz hızlanarak kendi işini yapmaya koyuldu. Bir başka mezarın başına dikilip yazılanları okumaya koyuldu. Mezarlık çok eski ve geniş bir araziye sahipti. Şehirden uzak olduğu için hiç ışık yoktu orayı aydınlatacak. Yeni gittiği mezarın üstünde yazan sözler içinin bir kez daha ürpermesine sebep oldu. “İçimdeki fısıltı olmaya devam edeceksin...’’ Toprağa dizini dayadığı sırada hayır diyen sesi yeniden duymuştu. “Buradan çıkmalıyım!” Geriye doğru sıçradı elindeki kalemi düşürerek. Sesin toprağın altından geldiğine emindi. Ne yapa-cağını bilemez hâlde doğrulup ayağa kalktı. Yorgunluk ve rüzgâr birleşip ona oyun oynuyor olma-lıydı. Mezara doğru yeniden yaklaşıp kulağını mezar taşına dayadı. İnleme sesi geldi kulağına. Acı dolu, pişmanlık dolu, vahşet dolu bir inleme sesi. Kulağını ayırdı hemen mezar taşından ve yerden kalemini alıp sakinleşmek için durdu. Duy-duğu sesin rüzgârın oynadığı bir oyun mu yoksa mezarın altından mı geldiğini anlamanın tek bir yolu vardı. Önce kulağını başka bir mezara dayamalıydı. En yakınında bulunan bir başka mezara yöneldi ve önünde eğilip önce sildi üzerini. Bu sefer-ki amacı mezar taşının üstündeki yazıyı okumak ve defterine yazmak değildi ama içindeki heyecan ve mezarlıkta edindiği alışkanlık onu silmeye yöneltmişti. “En kısa sürede toprağın altındaki hayatına katılacağım.” Kulağını taşa doğru yaklaştırdı ve bu sefer de “Yardım edin!” sesini duydu. Bu sesi üçüncü kez duyduğu için artık daha olağan karşılıyordu. Toprağın altındaki bedenler hayat bulmuştu. Ve şimdi çıkmak istiyorlardı oradan. Ama bu imkânsızdı. Ölümden sonraki hayat bu olamazdı... Panik içinde elindeki ölüm defterini ve kalemini mezar taşının arkasına koydu mezar taşı rüzgârı kessin diye. Toprağa her yaklaştığında yerden gelen ses artıyordu biraz daha. Elini toprağa koydu ve eliyle kazmaya başladı. Toprağı etrafa savururken tırnaklarının içi toprak doldu. Avuç içle-ri kararmıştı ve kan sızıyordu yanlarından. İçindeki acı fırtınası elinin acısını duymasını engelledi. Mezarı kazarken sesin artmasını bekledi ama gelen ses pek de değişmedi. Eli tabuta dokun-duğunda kalbi heyecandan yerinden çıkacak gibi oldu. Eğer yanında haplarını getirmiş olsaydı hepsini birden ağzına atabilirdi. Ellerini tabutun kenarına koydu ve yavaşça aralamaya başladı. Gıcırdayarak açılırken için-den iskelet ellerin çıkıp boğazına sarılmasını bekledi ama beklediği gibi olmadı. İçinde böcekler ve örümcek ağları bulunan mezar boyunca uzanmış bir kemik yığını vardı yalnızca. Mezar taşından daha ölü bir şekilde yatıyordu. Başına aldığı bir darbe yüzünden ölmüş olmalıydı. Çünkü kafatası vücudundan ayrı duruyordu. Kafası ve vücudu aynı tabutun içinde olduğu için kendini şanslı say-malıydı yine de. Nereden geldiği belli olmayan sesi yeniden duydu tabutun içine bakarken. “Burada olmak istemiyorum!” Sesin sahibinin bu tabutta olmadığı belliydi. Tabutu kapatacakken yağmur yağmaya başladı. Deri kaplı defterini aldı ve üstündeki su damlalarının akışını izlerken ıslanmasını istemediği ve şimdi buradan ayrılamayacağı için onu ta-buta koymaya karar verdi. Elindeki kan ve toprak defterin kabına bulaşmıştı. Ölümün defterini tabutun içindeki iskeletin yanına koyarken; “Ona iyi bak.” dedi ve tabutun kapağını hızla kapadı. Elleriyle eştiği toprakları yine elleriyle tabutun üstüne atmaya başladı hızla. Bu işi toprak ıslanma-dan yapmalıydı. Yoksa tabutun içindeki kafasını bile korumayı başaramamış kemik yığını, defterini ıslanmaktan koruyamazdı. Yeterince toprağı tabutun üstüne attıktan sonra ses bir kez daha inlemeye başladı. Bu sefer

Page 45: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 46: Golge e-Dergi 37. Sayi

daha acı doluydu. Bir şeyler yapmalıydı. O acının kaynağını bulmalıydı. Keyif alıyordu bu acıdan ve yakından bakmak istiyordu. Yaşayan ölüyü bulmak istiyordu. Bir başka mezarın yanına yaklaşıp kazmaya başladı. Tabutu açtığında sesin kaynağının orda da olmadığını anladı. Gece uzundu. Mezardan mezara giderken gecenin daha da uzayacağını anla-mıştı. Sesin seviyesi nereye giderse gitsin değişmiyordu hemen hemen. Sadece yere yaklaştığında biraz artıyordu. Tırnakları kırılmış, elleri kan içindeydi. Yağan yağmur ve yerdeki toprak giysilerinin üstünde birleşmişti. Bu hâliyle biri onu tabutun kapağını açmışken görse, dirildiğini sanırdı. Saçlarının ara-sındaki çamur, sesin nereden geldiğini anlamak için kafasını bir sağa bir sola çevirdiğinde savrulu-yordu. Mezarlıktaki sesleri duymadan önce yaptığı iş ona ufak bir keyif veriyordu ama yorucu değil-di. Şimdi ise içinde merak uyanmış, yorgunluktan ve acıdan vücudu zevk içinde kıvranıyordu. En son kazdığı mezarın içinde de aradığını bulamamıştı. Gözüne biraz uzakta, şekli aşağıyı gösteren bir ok işareti gibi kıvrılmış mezar taşı takıldı. Aslında bir mezar taşı da olmayabilirdi. “Burada ölmek istemiyorum!” Sesi yeniden duyduğunda yeni gördüğü mezara yönelmişti bile. Mezar taşına baktığında üzerinde yazı olmadığını görmüştü. Üstünden süzülen yağmur taşı temizlemişti. Yine de eliyle taşı yokladı. Ama gerçekten üstünde yazı yoktu. Doğum ve ölüm tarihi bile yazmıyordu. Yerin altından gelen ses biraz daha artmıştı burada. İçinde hissediyordu adeta. Eğilip kazmaya başladı yeniden elleriyle. Bu sefer tabutun üstüne diğerlerinden daha çok toprak atılmış olmalıydı. Elleri artık uyuşmaya başlamıştı. Yine de durmaksızın kazmaya devam etti. Aşağıdan dayanılmaz, yürek parçalayan bir haykırış duyuldu. Sonra ses “Bitti...” dedi yorgun bir şe-kilde. İnlemeler azalıyordu, ses bitmeden bu mezarı açmalıydı. Daha da hızla kazdı. Ayağının altındaki toprak oynamıştı. Biraz göçtüğünü hissetti. Ayağa kalkmaya çalıştığı anda toprak göçtü ve kendini aşağı doğru düşerken buldu. “Hayır!” diye bağırırken kolu topraktan bir duvara sürtünerek yere düştü. Sağ bacağından dal kırılmış gibi bir ses duydu. O anda vücudundaki bütün acı sağ bacağına toplanmıştı. İki metrelik bir çukurun içindeydi şimdi. Sağ ayağı yan dönmüş, bileğiyle bacağının birleş-tiği yerde kemik dışarı doğru fırlamıştı ve toprağı kanla suluyordu. Acıyla inliyordu. Ne yapacağını bilemez hâldeydi. Yukarıdan vuran ay ışığı yalnızca belinden aşağısını aydınlatıyordu. Kendini biraz zorlayarak sırtını duvara yasladı. Ayağına bakarken hayatındaki en büyük acıyı duyduğunu hissetti. Hayatındaki en büyük keyif. Yaklaşık bir gündür vücudunu uyuşturan haplardan almamıştı ve gece boyunca yaptığı yorucu iş zihnini açık tutmasına yardım etmişti. Bu yüzden acıyı her yanında his-sedebiliyordu. Bu çukuru kimin neden kazdığını, içinin neden boş olduğunu düşünecek hâlde değildi. Göz-leri kararıyordu artık acıdan. Duyduğu keyif kısa sürmüştü. Artık buradan çıkmak istiyordu. “Bura-dan çıkmak istiyorum!” diye bağırdı. Onu duyacak kimse olmadığını biliyordu aslında. Bekçi yakın-larda olsaydı tüm gece mezarlıkta gezinip mezarları kazmasına izin vermezdi zaten. Gök gürültüsü, yağmur ve hızla esen rüzgâr da kimsenin onu duymamasını sağlıyordu. İçinde bulunduğu çukur rüzgârın taşıdığı toprak ve yapraklarla doluyordu arada. Altındaki toprak da bir süre sonra suyu ememeyecek kadar doyacaktı ve belki de boğularak can verecekti burada. Kendini ölüme yakın hissettiğinde hayranlık duyduğu ölüm şimdi onu korkutmuştu. “Yardım edin!” diye bağırırken de onu kimse duymadı. Bacağının acısından inliyordu artık. Acısı dayanılmaz bir hâl almıştı. Gözleri hem yağmur hem de gözyaşları yüzünden ıslanmıştı. Koluna sildi gözünü ve kolundaki toprak üstünde oluşan kırmızılık başının da kanadığını gösterdi ona. Aşağı düşerken bir

Page 47: Golge e-Dergi 37. Sayi

darbe de oraya almış olmalıydı. Diğer kolu da düşerken duvara sürtündüğü için ağrıyordu. Ama şu an bacağındaki dışarı fırlamış kemik dışında hiçbir şey düşünemiyordu. İnlemeye başladı. “Burada olmak istemiyorum!” diye bağırdı. Ağladığı için burnundan nefes alamıyordu, ağ-zından aldığı nefes de boğazını kuruttuğu için bağırırken boğazı acıyordu. “Burada ölmek istemiyorum!” diye bağırırken tüm acısının arasında aklına çukura düşmeden önce yaptığı şey geldi. Takip ettiği fısıltı ölüp de dirilmiş insanların sesi değil, ölümden korkan biri-nin sesiydi. Yukarıdayken aşağıdan gelen acı ona keyif verirken, şimdi acının sahibi olmuştu. Başını yukarı doğru kaldırdı. Dikilip tırmanamayacak kadar yüksekti. Gök gürültüsünden önce her yer bir kez daha aydınlandığında aşağıyı işaret eden boş me-zar taşının üstündeki yazıları gördü. Az önce bomboş duran taşın üstünde şimdi doğum ve ölüm tarihi, isim, hatta ölüm defterine yazılacak bir söz bile vardı. “Ölümden sonrasını bilmek istesek bile, Ölüm bizi almak istediğinde Orada bulunmak istemeyiz...’’ İçini acı dolu, pişmanlık dolu, vahşet dolu bir korku kapladı. Ölüm buradaydı. Hayranlık duy-duğu ölüm şimdi yanında uzanmış yatıyordu. Birazdan içini kaplayacağını biliyordu. Dudakların-dan dökülen “Bitti..” sözcüğü ağzından çıkan son sözcüktü. İnlemeleri artık kesiliyordu. Hissettiği acı, korku onu terk ediyordu. Tüm duyguları birer birer uzaklaşıyordu ondan. Merak ettiği yere doğ-ru gidiyordu. İçini kaplayan tek bir şey vardı. Ölüm...

Engin Dİ[email protected]

İllüstrasyonGülümhan “Roselyn” ERASLAN

http://roselynsketches.blogspot.comhttp://roselyn.deviantart.com

Page 48: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 49: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 50: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 51: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 52: Golge e-Dergi 37. Sayi

DEDENİN DİŞLERİ Ali Dede, hastalandığından beri, üç gözlü evin tek sıcak yeri olan salonda, sobanın hemen yanındaki çekyatta yatmaktaydı. Yakalandığı amansız illet, görenin gıpta ettiği heybetli cüssesini kısa zamanda eritmişti. Ne kollarında derman, ne de ayaklarında onu taşıyacak kuvvet kalmıştı. İçindeki tüm su çekilmiş gibiydi. Kuruyan derisinin altındaki kemikleri, insanın içini acıtacak dere-cede belirginleşmişti. Yüzünün rengi sararmış, gözlerinin feri sönmüştü. Bünyesinin bu kadar za-yıflamasından olsa gerek, odanın onca sıcaklığına karşın hep üşürdü. Bu yüzden, salonun kapısını hep kapalı tutar, havalandırmak için bile pencereyi açtırmazdı. Buna rağmen içinin titremesi hiç geçmezdi. “Ocağı batmayası gelin, sobaya kömür atsana,” diye gün boyu söylenip dururken, batta-niyesine de sıkı sıkıya sarılırdı. Odaya sinmiş ilaç kokusunun üstüne, böylece bir de vücudundan ya-yılan ekşi ter ifrazatı eklenmiş olurdu. Sıcağın etkisiyle giderek yoğunlaşan bu koku, içeriye girenin midesini hemen altüst ederdi. Akşam olunca tüm ailenin bir araya geldiği yer yine bu salon olurdu. Bir süre sonra da ne kokuyu duyarlardı, ne de dedenin söylenmelerini. O akşam da her zaman olduğu gibi salonda oturmuş, televizyon seyrediyorlardı. Ali Dede yatağından doğrulup oğlunun yüzüne bakmaya başladı. Hüseyin, “Hayırdır baba bir sıkıntın mı var,” diye sordu “Çok şükür demeyi çok isterdim; ama görüyorsun durumumu. Kimsenin yardımı olmadan bırak bir yere gitmeyi, ayağa bile kalkamıyorum. Tek kurtuluş ölmek, o da ha deyince olmuyor ki... Anneni almakta acele eden Azrail, sıra bana gelince nedense nazlanıyor. En çok da size üzülüyo-rum, benim yüzümden ne düzeniniz kaldı, ne de huzurunuz.” “O nasıl söz baba? Sen ailemizin direğisin. Haklısın, hastalığın biraz uzun sürdü. Haliyle de bunaldın; ama doktorun dediğini unuttun mu? İyileşmeye başlamışsın bile. Tek sorun, kendini bı-rakmış olman. Moralini biraz toplarsan, çok yakında ayağa kalkarsın.” “Boş sözler bunlar… Boşuna kendini kandırma, bu yataktan ancak cenazem kalkar.” “Ne olursun böyle konuşma. İnancını yitirirsen nasıl iyileşirsin? Küçükken, ‘İstedikten sonra insanın yapamayacağı şey yoktur,’ diye öğüt veren sen değil miydin? Yalan mıydı bu söylediklerin? Bırak kendine acımayı da, kalk yataktan. Bak çocuklar masanın etrafına oturdular, yemeğe başla-mak için seni bekliyorlar.” “Aç değilim, yemeyeceğim.” “Baba, ne olursun üzme beni. Yemek yemezsen gücünü nasıl toplayacaksın? İyileşmek iste-miyor musun?” “Yesem de, yemesem de değişen bir şey olmayacak!” “Denemeden bilemezsin ki babacığım.” “Benim için kendini üzüp durma oğlum. Tek kurtuluşum ölüm, tek sıkıntım ise beklemek. Bi-liyor musun; nedense Azrail’in beni uykuda yakalayacağına inanıyorum. Bu yüzden her gece yatar-ken; ‘Tamam,’ diyorum kendi kendime, ‘bu son uykum, bitiyor artık çilem.’ Sabah uyanınca umutla etrafıma bakınıyorum, aynı yerde olduğumu görünce de, başımı yastığa gömüp, ağlıyorum.” “Gördün mü? Azrail’in seni almaya niyeti yok. İstesen de istemesen de bizimle berabersin. Bu yüzden kalk ve yemeğini ye.” “Anneni ne kadar kıskandığımı anlatamam. Kimseye muhtaç olmadan yitip gitti bu dünya-dan. Azrail onun nesini beğendi dersin?” “Bence annem engelliyordur. Bizi yalnız bırakmaman için anlaşma yapmıştır.” “Bak buna inanırım. Aklına koyduğunu yapar o kadın… Yalnız anlamadığım hiç mi özlemedi beni?” “Özlemiştir de, bize kıyamıyordur. Bak tarhananın kokusu buraya kadar geldi. Yanında da en sevdiğin yemek var; sulu köfte ile bulgur pilavı.”

Page 53: Golge e-Dergi 37. Sayi

“Güzel söylüyorsun da, hangi dişlerle yiyeceğim onları ?” “Takmaların var ya baba” “Doğru. Otuz sene önce yaptırdığım, artık hiçbir işe yaramayan, ağzımı her açtığımda yerin-den fırlayıp, midenizi ayağa kaldıran dişlerim var Allah’a şükür…” “Bu kadar kötü olduğunu neden daha önce söylemedin?” “Benim gibi her gece ölümü bekleyen adama diş mi yaptıracaktın yoksa?” “Tabii ki. Yarın sabah dişçiye gidiyoruz baba, itiraz istemem.” Ali Dede’nin birden gözleri parladı. Üzerinden battaniyeyi atıp yatağın kenarına oturdu. Uzun zamandan beri ilk defa gülüyordu. “Doğru mu duydum? Diş mi yaptıracaksın?” “Elbette.” Dudaklarındaki gülümseme birden dondu. Sağ eliyle uzun gri sakalını sıvazlarken gözleri çok uzaklara dalmıştı. “Ne düşünüyorsun baba? “Dünyanın parasını isterler şimdi. Bu yok halinle altından nasıl kalkarsın? Ya borca gireceksin ya da çocuklarının nafakasından keseceksin? Benim için değmez evlat. Şunun şurasında kaç gün-lük ömrüm kaldı ki…” “Merak etme baba, kardeşlerimle bir araya gelir hallederiz.” “Yardım eder mi onlar da? “Kesinlikle.” “O zaman tamam. Vay be sonunda yeni dişlerim olacak. Uzun zamandır hiç bir şey almadım kendime, bir don bile. Nasılsa gidiyorum, masrafa ne gerek var diye düşündüm; ama diş işi başka. Bir kere insan daha güzel yemek yer, yediğinden tat alır velhasıl yaşadığını hisseder be evlat. Rahat-ça konuşup gülmesi de cabası. Kim bilir bakarsın gücümü de toplarım?” “Mutlaka. İki üç aya kalmaz eveririz bile.” “Haydi oradan zevzek” Sabah uyandığında, babasını her zamanki gibi yatakta değil sandalyede oturur görünce şa-şırdı. Yardımsız ayağa bile kalkmayan Ali Dede, yataktan kalkmakla kalmamış üstünü de değiştir-mişti. “Hele şükür uyandın be evlat. Ben hazırım gidebiliriz.” “Sabah sabah nereye gideceğiz? “Unuttun mu, dişçiye.” “Bu saatte daha açmamıştır bile. Hele ben işe gidip bir izin alayım sonra hallederiz.” Öğleden sonra gittikleri diş hekimi, Ali Dede’yi muayene ettikten sonra başını iki yana sal-layarak, “Durum pek iç açıcı değil, damakları çok aşınmış. Yapsak bile pek randımanlı olmayacak, oynar,” dedi. Hüseyin göz ucuyla babasına baktı, çökmüştü. Hayata tutunmak için bir amacı kalmamış gibiydi. Üzülme baba seni kolay kolay teslim etmeyeceğim, diye içinden geçirdikten sonra, “Şimdi-kinden daha iyi olmaz mı?” diye sordu. “Yapacağımız protezler tabii ki eskisinden daha iyi olacak. Söylemek istediğim sıkı tutmaya-cağı; ama sabrederse zamanla oturur.” “Bize o kadarı da yeter doktor bey.” Oğlunun bu sözleri üzerine Ali Dede sevinçle başını yerden kaldırarak, “Tabii ki yeter. Sen elinden geleni yap, ben dayanırım,” dedi. “Sorun yoksa ölçüyü alalım.” “Ne zaman biter?” “On beş günde” “Biraz daha çabuk olsa…”

Page 54: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 55: Golge e-Dergi 37. Sayi

“Elimden geleni yaparım dede, tasalanma.” O günden sonra evde konuşulan tek konu, Ali Dede’nin dişleri oldu. Tüm aile heyecanla pro-tezlerin takılacağı günü bekliyordu. Kulaktan dolma bilgilerini bıkmaksızın dedeye anlatıp durdu-lar. Sıkıldıklarında, dişler takıldığında çehresinin nasıl değişeceğini tartıştılar. Her seferinde de, sözü dönüp dolaştırıp evlenmesine getiriyorlardı. Söylenenleri sessizce dinleyen Ali dede sıra evliliğe gelince, “Tövbe estağfurullah, hiç öyle şey olur mu?” diyerek mahcup bir tavırla gülüyordu. Dişini yaptırmaya başladıktan sonra gözle görülür bir şekilde iyileşmeye de başlamıştı. Artık tüm gün yatmadığı gibi üşümüyordu da. Randevu günlerinde, erkenden kalkıp giyiniyor ve biran önce yola çıkmak için oğluna baskı yapıyordu. “Baba daha saat yedi, doktor bizi on birde çağırdı, bu saatte gitsek kapıda bekleyeceğiz,” demesine aldırmıyor, “Yol halidir oğlum, geç kalmaktansa erken gitmek daha iyidir,” diyordu. Ölçü faslı bitip sıra dişli provaya geldiği gün, doktordan önce muayenehaneye gittiler. Mum-larla tutturulmuş dişler, ağzına konulduğunda tüm görünüşü birden değişti. Bembeyaz dişlerle on yaş birden gençleşmişti. Doktorun verdiği aynaya uzun zaman baktıktan sonra, “Ellerine sağlık doktorcuğum, çok güzel olmuş,” diyerek koltuktan kalktı. “Dur dedeciğim nereye? Bu daha bitmiş hali değil. Beğendiysen haftaya takarız.” “Çok geç değil mi? Benim o kadar sabrım yok, biraz daha öne alsak…” “Dediğin gibi olsun, Cuma günü gel.” “Cuma mı? Güzel. Hayırlı bir günde işi bitireceğiz desene. Göreceksin bak, dişler ne vuracak, ne de oynayacak.” “İnşallah dede, inşallah…” Perşembe akşamı heyecandan yerinde duramıyordu. Yemeğini yerken Ayşe’ye dönüp, “Ya-rın dişlerimin şerefine tavuklu bulgur yapsana be gelin,” dedi. Sonra da, provada gördüğü dişleri, belki de bininci kez anlatmaya başladı. Banyoda ellerini yıkarken birden öksürmeye başladı. Yanına gelen oğluna,“Telaşlanma be evlat. Yemekte bir şey boğazıma kaçtı bir türlü çıkartamıyorum,” dedi. Su içirdiler. Sırtına kuvvetle vurdular; ama yine de öksürüğünü kesemediler. Bunun üzerine apar topar hastaneye gittiler. Üstünkörü muayene eden doktor, “Alerjik bir reaksiyon. İlacını yazdım, eve götürebilirsiniz,” dedi. Kapıdan içeri girer girmez öksürüğü başladığı gibi birden kesildi. Ama bu sefer de yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu. “Yatağıma yatırın beni,” dedi. Bir süre sonra da derin bir uykuya daldı. Gece yarısı Ali Dede’nin, “Hüseyiiiiin” diye bağırmasıyla yataktan fırlayıp can havliyle koştular yanına. Gözlerini zorlukla aralayıp zor duyulan bir sesle, “Ölüyorum evladım, koş kardeşlerini çağır,” dedi. “Baba hastaneye götüreyim.” “Gerek yok oğlum, vadem doldu. Çok geç olmadan çağır kardeşlerini.” Sabaha karşı tüm evlatları başucunda toplanmıştı. Hepsiyle tek tek vedalaştı. Ezan sesini duyunca gülümseyip başını iki yana salladı. “İşte Cuma oldu. Güya bugün dişim takılacaktı, kısmet değilmiş. Annen kıskandı herhalde. Bu dişlerle üstüme birini alır diye korkup, yolladı Azrail’i yanıma.” Diş hekimi sabah muayenehanesine geldiğinde Hüseyin’in beklediğini gördü. Gözleri dede-yi aradıysa da göremedi. Bunun üzerine, “Beraber geldiğinizi sanmıştım. Galiba dişlerin hazır olup olmadığını öğrenmen için seni erkenden yolladı. Meraklanmasın hazır, git getir dedeyi,” dedi. “Dedeyi sabaha karşı kaybettik Doktor Bey. Sizden dişleri istemeye geldim Onları takmayı çok istiyordu. Bari tabutunda yanına koyalım.”

Atilla BİLGEN

İllüstrasyonYağmur TELORMAN

http://rosyfingereddawn.deviantart.com

Page 56: Golge e-Dergi 37. Sayi

DAWN OF THE DEAD (2004)‘When There’s No More Room In Hell The Dead Will Walk The Earth’

Gizemli bir virüs insanları beyinsiz, et yiyici zombilere dönüştürmeye başlayınca, bir avuç insan hayatta ve aynı zamanda insan olarak kalabilmek için umutsuz bir savaş başlatır...

Orijinal “Dawn of the Dead” George Romero’nun Zafer Anıtı’dır. Bu film eleştirmenler tarafından ortak olarak zombi korku sinemasında çıtayı yükselten bir başarı olarak takdir edildi ve yönetmenin bir önceki filmi olan ‘Night the Living Dead’ ile beraber türün en sevilen ikonlarından biri olarak Romero’nun korku sineması tarihinde koltuğunu garantiledi. Filmde, alışveriş merkezi kültürünün ve günümüzdeki insan doğasının eleştirel incelemesi türün en sert dalgacılarını bile etkiledi. Tüm bunları söylemiş olmakla beraber ben hiçbir zaman orijinal filmin gerçek bir fanatiği olamadım. (‘Day of the Dead’ fanatiğiyim.) Sebebi ne olursa olsun filmde herkesin bulduğu güzel şeyleri ben bulamıyorum. Sonuçta orijinal film benim damak zevkime göre galiba biraz fazla ağır…

Fakat bu söylediklerimden tabii ki filmin bütün elementlerinin kötü olduğu anlamı çıkartılamaz. Bu tarz bir korku filminin hakkının verilebilmesi için bazı karakter derinlikleri ve bu karakterlerden korkmak için bir takım nedenler gerekli. İzleyiciler kurbanlara duygusal olarak bağlanmalı ve karınlarında büyüyen korku çukuru için bir açıklamaya sahip olmalıdır. Orijinal filmde bu bahsettiğim elementlerden çok fazla miktarda da olabilir. Karakterlerin amaçları

Page 57: Golge e-Dergi 37. Sayi

doğrultusunda performans göstermesi yerine, karakter gelişimine fazla odaklanmalarının dolgu malzemesi gibi kullanıldığı ve donuk hale geldiği ince bir çizgi var (en azından benim için). Dikkatimizi sürdürebilmemiz için bir eylem olmalı. Bir zombi filminde bu eylem ise kanlı ölümler ve yaşayanların parçalanmaları demek. Elbette, filmde bu tür sahneler bakımından bir eksiklik yok, ama filmin iki saat sürdüğü düşünüldüğünde bu sahneler az ve aralarında çok zaman var.

Her neyse hatırımda kaldığına göre ben yeniden yapımı değerlendiriyordum, değil mi, orijinali değil. Efsane Johnny Cash’in ‘When The Man Comes Around’ parçasıyla açılış yapan ve bir saat kırk dakika süren bu yeniden yapım, orijinale yönelik beklentilerimi tamamen karşıladı. 100 dakika katıksız bir şekilde zombilerin sıvılaştırıldığını ve katledildiğini izliyorsunuz demek istemiyorum. Orijinal filmi oluşturan pek çok elementin yanı sıra, film, daha yoğun bir aksiyonu cesaret ile birleştirmiş durumda. Bana göre bu, mükemmel bir modern zombi filmi (kişisel favorim sonsuza kadar Fulci’nin ‘Zombie Flesh Eaters’’ı olarak kalacak olsa da).

Filmin değişkenlik gösterdiği bir başka konu da, orijinal filmin senaryosunda terkedilmiş bir alışveriş merkezine sığınan insan grubunun aynen bulunması, ancak bunun ötesinde hikâyenin gidişatının tamamen değişmiş olması. Filmlerin yeniden çekimlerini orijinalden ayıran bir miktar yaratıcı boşluğa yer bırakılmalıdır (hepimiz ‘Psycho/Sapık’’ın sahne sahne yeniden çekiminin ne kadar rezalet olduğunu biliyoruz) Fakat böyle bir durumda bile, genellikle her iki filmde de birbirine benzeyen hikâye elementleri olur. Bu filmde tek bağlantı lokasyon. Hiçbir karakter tekrarlanmamış, hiçbir sahne kopyalanmamış. Gerçekten buna Zack Snyder’ın ‘Dawn of the Dead’’i demek gerekir, tıpkı Stanley Kubrick’in kendini ‘The Shining’ ile ilgili olarak Stephen King’den ayırması gibi. Diğer karakterlerden ayrılan bir grup şüpheci bu filmde de mevcut olsa da (dört kişiden değil üç kişiden oluşan bir grup) bunların orijinal filmdeki karakterlerle hiçbir ilgileri yok ve her karakter, zombilerle savaşırken mükemmel bir şekilde geliştiriliyor. Filmin üçte ikisi boyunca her karaktere bir bakış fırlattıktan sonra devamında zaten temeli atılmış olan beğenilebilir karakterler geliştiriliyor.

Bu filmin temelini oluşturan diğer önemli yön de ekranda böylesine ikna edici bir gerçekliği

Page 58: Golge e-Dergi 37. Sayi

yaratabilme becerisi. Eğer birinin bir kıyamet gününü hayal etmesi gerekseydi, herkesin kendi hayatı için savaştığı tam bir kaos, imha ve genel bozulma olurdu ve “Dawn of the Dead” de bu durum harika bir şekilde resmediliyor. Bu düşünce, daha fazla grafik öğelere sahip ve Romero’nun mavi ve homurdanan kötü adamlarından daha gerçekçi, yeni ve hızlı zombiler tarafından destekleniyor. Bu, ortaya daha önce görülmemiş bir durum çıkarıyor: Daha önce fazla bir tehdit oluşturmayan, yavaş ve aptal zombiler ortalıkta amaçsız bir şekilde dolaşıyordu (ve hatta korkulacak bir şeyin parçası gibi bile değillerdi). Orijinal filmdeki şüphecilerin zombilere yem olması, onların birer salak olduğunu düşünmeme yol açıyor. Bu yeni zombiler yalnızca ağır aksak yürüyen et yiyiciler gibi değil, hızlılar ve sürekli hareket halindeler. Yani bir barikat ne kadar güvenli gibi görünüyor olursa olsun, dışarıdaki zombiler eninde sonunda güvenli eve girecekler.

Bu filmdeki grubun daha geniş sayıda kişiden oluşması, sağlıklı insanlar arasında daha fazla iç çatışmaya yol açıyor. Bu da orijinal filmdeki kadar büyük bir çapta olmasa da finaldeki çatışmaya yansıyor ve sonuçta hep beraber, ortak bir amaç için kavga veriyorlar. Gruptaki şüphecilerin kahramanlarımızla çatışan kişilikler olmaları dolayısıyla durumlarına pek acımasak da, bütün film boyunca suyu çıkarılmadan sürdürülen ve Richard Cheese’in “Down with the Sickness” (Kahrolsun Hastalık) adlı şarkısı ile vurgulanan karanlık mizahla birlikte finalde kendilerine sempati duyulmasını başarıyorlar. Sözü edilen son sahne bütün filmi mükemmel bir şekilde özetliyor: Aksiyon, karanlık mizah, mükemmel karakterler ve bitmeyen bir çaresizlik.

Yasin ‘Devilboy’ KARAKAYAwww.korkusitesi.com

Page 59: Golge e-Dergi 37. Sayi

SENİN BAŞINA DA GELEBİLİR "İçinde cılız umutlar beslediğin yalnızlığı-nı özlersin," diyordu yazar yazdığı denemenin son cümlesinde. Kaç kişinin yalnızlığında umut kumba-rası tavan yapmıştır ya da kaç kişi sustuklarının için-de patlamasından korkarak kaçmıştır kendisinden? Defalarca yaşadın belki de. İşte tam öyle bir duyguydu. Arkana bakmadan deli gibi koşma isteği uyandırıyordu. Ateşe de atlasan, batağa da saplan-san umurunda olmayacak kadar derin bir acıydı. Ne fedakârlıkların gelir aklına, ne onun için uğruna yak-tığın gemiler. Öncesinde ayaklarını yerden kesmiş, rüya gibi diye nitelendirdiğin kişi tahtından inmiş ve bıçağı sırtına saplayarak ayaklarını yeniden toprakla buluşmuştur. Önce acının verdiği duyguyla kör olan gözlerindeki keskinliği, sonra da içinde yanan ateşi hissedersin. Kor olana kadar kıvranırsın. Oysa hiçbir anlamı kalmamıştır. Küfretsen neye yarar, bağırıp ça-

ğırsan neye yarar. İşte tam karşında değil miydi? Sana dünyanın hem en güzel duygularını hem de en korkulu kâbusları yaşatan kişi. Keşkeler, eğerler, oysalar, amalar, sıra sıra gözyaşı gibi sıralanıp akar yüreğinden. Üzerine yazılmış kitaplar, şiirler, şarkılar eşlik eder sana. Bak benim gibi hissetmiş o da, aynı şeyi yazmış, ben de böyle hissetmiştim. Yalnız değilmişsin. Herkes yaşayabiliyor ve herkes aynı cümlelerle ifade edecek kadar evrenselmiş meğer duy-gular. Kalabalık yalnızlıklar başlar bu kez. Yanındakinin aslında sadece etten ibaret olduğunu his-sedersin. Sonra? Bıçağın yavaş yavaş sızan kanıyla kirlenirken koyulaştığını hissedersin. Soğumaya başlarken acılar yüzünde tuhaf bir tebessüm bırakmaya başlar. Uyanma zamanıdır artık. Seçtiğin şarkılar bile yavaş yavaş değişecek, cümlelerin artık o kadar acı vermeyecek, teselliyle sana sarf edilen onca cümle, onca tavsiye havada asılı bile kalmayacak ve yine yazarın dediği gibi, umutlar taşıdığın yalnızlığına geri döneceksin. Neydi peki tüm bu yaşadıkların? Geçmişe dönüp, işlenen bir günah ararsın. Çünkü bedel olduğuna inanırsın. Mutlaka bir şeyi yanlış yapmışsındır ve sana geri dönmüştür. Mevlana'ya sarılırsın sonra. Kendini bulursun aşka dair yazdığı sözlerde. Ardından Can Yücel, Nazım Hikmet ve benzeri şairler eşlik eder sana. Bir insana bakınca aynı anda hem deli gibi nefret edip, hem de deli gibi sevmek gibi iğrenç bir duyguyu yaşatmıştır sana onca zaman. Düşünürsün sonra... Nasıl bir şey ki bu? Söyleyeyim sana: Öyle bir şey ki bu… Tövbe de bozdurur, Yemin de, kural da tanımaz; kaide de...

Page 60: Golge e-Dergi 37. Sayi

Sınır da tanımaz, seviye de… Kimyasal bir olay desen, H2O’dan ibaret bildiklerin o dersten kalan. Nasıl çözeceksin, nasıl avutacaksın kendini? Bakacaksın herkes aynı şeyi söylüyor. Zaman… Öyle bir ilaç ki zaman, iğne gibi önce canını yakar sonra etkisini gösterir. Sinek ısırığına mı dönüşüyordu ne? Unutuyor musun? Silik kareler mi geliyor gözünün önüne? Bak, umut dolu bir şarkı çalıyor! Şu karşıdan gelen sana mı gülümsüyor ne? Gözlerinde başka bir pırıltı mı var? Haydi canım sen de, yeniden denemek mi? Her gün yeni bir umutla bakmak varken neye yarar gidenin ardından bu kadar üzülmek? Ey şu an bunu okumakta olan okuyucu; Bunları okuyup da “Haydi oradan,” diyorsan, hâlâ o ateşin içinde yanıyorsun demektir. “Çok zor, yazmakla olmaz bu iş,” diyorsan tedaviyi baştan reddetmişsindir. “Aşk için yazılmış binlerce ucuz yazılardan biri diyorsan,” haklı olabilirsin. Eğer yazmaktan daha iyi bir ilaç bulabilmişsen de, bana mail atabilirsin... Bak kahvem soğudu, gene gevezeliğim tuttu. Aşk, iyi hoş yaşanan bir şey de hayatın tadı tuzu da, onda be arkadaş… Acısı bile tatlıdır tatmasını bilene. Hava kararırken klavyeyi görmekte zorlandığımı fark ediyorum yazımı bitirirken. Çünkü yazıp yazıp siliyorum kelimeleri. Hayat gibi işte… Keşke o kadar basit düzeltebilsek hataları ama yine de mutlu olunmalı. Bir "dj", her gece programını bitirirken der ki "Bir başkasının başına gelen her şey senin başına da gelebilir. Çünkü gelmemesi için hiçbir neden yok."

Merve [email protected]

Page 61: Golge e-Dergi 37. Sayi

RESIDENT EVIL: AFTERLIFE Eskiden cuma geceleri televizyonda bin bir türlü eciş bücüş korku ve bilim kurgu filmine rastlardım. Bunları izleye izleye korku ve bilim kurgu janrına inceden bir hâkimiyet sahibi olduğu-mu ileriki yıllarda idrak ettim. İzlediğim filmler meğer The Exorcist'inden, Omen'ine, Evil Dead'inden Alien'ına bu sinemanın klasikleriymiş. Bunların dışında hiç eksik olmayan başıboş tehlikeli yaratık-ları tasvir eden B-filmleri, seksenlerin meşhur zombi gediklileri falan derken başka hiçbir sinema türüne bu kadar bağlı olamadığımı fark ettim. İşte bundandır ki Resident Evil gibi tıraş bir film seri-sini hala can-ı gönülden takip ediyorum, her izlediğim filminden de ayrı zevk alıyorum. Resident Evil filmleri, aynı oyunları gibi hikâye anlatma mevzusunda ziyadesiyle geri zekâlı mertebesinde at koştursa da kendine has boş bir çekiciliği olduğunu kabul etmek gerek. Umbrella Corporation isimli maksadını hâlâ çözemediğimiz (gerçi biz arkadaşlar arasında safi amaçlarının insanlar üzerinde deney yapmak ve yeraltında üsler kurmak olduğuna kanaat getirdik) bir uluslar arası şirketin sağda solda virüsler salıp insanları zombileştirdikten sonra Alice'in ağır çekimde du-varları yıkıp, zombileri ve emir kulu askerleri hacamat etmesi üzerine kurulu bir seriden dört film çıkartabilen Paul W. S. Anderson'ı omuzlarda taşımak lazım gelir. “Peki, neden izliyorsun oğlum bu filmleri?” Az evvel dedim ya “cuma gecesi korku filmleri” diye, o tadı alıyorum resmen. “Kötü oldu-ğunu bilen film iyidir” diye bir kaide yok lakin bu seri, kötü taraflarını eğlenceli bir tavırla törpüleye-rek alttan altta 2000'lerin akılda kalıcı serilerinden biri oldu. Roger Ebert hâlâ “Kızlarınızı bu filmleri seven bir erkekle evlendirmeyin,” diye yakınadursun, Resident Evil: Afterlife vizyona girdiği hafta Box Office'te birinci sıraya yükseldi ve sadece Amerika'da 26 milyon dolar hâsılat elde etti. Nedir Resident Evil serisini en azından gişe bazında bu kadar başarılı kılan dersen, benim şahsi kanaatim, zombi alt janrında kendine özgü bir atmosfer yakalamış olması. Öyle ki bu filmde neredeyse hiç zombi yok. Filmin ekseni zombilerden Alice'in davasına kaymış ziyadesiyle. Film 3. filmin sonuyla bağlantılı olarak Tokyo'nun yeraltında (!) kurulu olan Umbrella üssün-

Page 62: Golge e-Dergi 37. Sayi

de başlıyor. Gerçek kötülerden Albert Wesker'in peşinden gelen çoğul Alice'ler filmin ilk on dakika-sında görünüp sonra sanki hiç böyle bir şey olmamış gibi sırra kadem basıyorlar. 3. filmde soyadına vakıf olamadığımız oyunun esas hatunlarından Claire Redfield meşhur amnezi senaryo oyunuyla filme dâhil oluyor. En büyük bomba ise uzun zamandır beklenen Chris Redfield rolünde hapisha-neden hâlâ yırtamamış ailemizin mahkûmu Wentworth Miller. Virüsten ve zombilerden kurtulmuş insanların barındığı Arcadia isimli gemiyi arayan Alice bir yandan da dünyayı Albert Wesker'a dar etmeye uğraş veriyor. Albert Wesker ise apayrı bir mevzu. Wesker oyundakiyle birebir örtüşecek şekilde bir destansı kötü. Adam o raddede kötü ki bir safhadan sonra artık belli başlı bir niyeti ol-madığını düşünmeye başladım. Maksat kötülük olsun. Bir de yine oyundaki gibi ölmek bilmiyor. Yanlış saymadıysam film boyunca 4 kere kesin ölümden sıyrık almadan kurtuldu. Bunların arasında kıyamet, iki helikopter kazası ve kafaya sıkılan sayısız kurşun var. Mutasyon ve nüfuzlu mevkilerde tanıdık faktörü bir yere kadar. 3D mevzusuna çok sıcak bakmıyorum lakin filmin seyirci çekmesi açısından oldukça yararlı bir unsur. Paul W. S. Anderson da bunun farkında olacak ki film boyunca muhtelif aksiyon anında ağır çekime bağlayıp “bak soldaki bardak, sağdaki masadan daha yakın duruyor” tadı yakalamak için yoğun çaba sarf etmiş. Bu sahnelerin çoğunda da gayet başarılı. Filmin görselliği ve atmosferi seriye yeni bir şey katmasa da (2. ve 3. film bu minvalde en başarılı örnekler.) müzikleri serinin en iyisi. Bilhassa A Perfect Circle'dan “The Outsider” in son sahnedeki yardımıyla salya akıtmak işten bile değil.Diyeceğim odur ki; Resident Evil: Afterlife serinin en iyi filmi değil. Yıllarca unutamayacağınız bir aksiyon şaheseri hiç değil. Ama hem oyunlara yaptığı güzel göndermeler, hem tüm filmler içinde senaryoyu birbirine zayıf bağlantılarla da olsa bağlaması ve tutarlılığını koruması açısından kayda değer bir eğlenceli seyirlik. Ya Hollywood son zamanlarda bilim-kurgu, aksiyon türünde eğlenceli filmler çıkarmaya başladı ya da artık benim beynim iyice hoşaf oldu da önüme gelen her şeyi kabul etmeye başladım. Dip Not: Jill Valentine'a ne oldu diyenler filmden sonra salondan hemen çıkmasın.

Fikret [email protected]

Page 63: Golge e-Dergi 37. Sayi

YEMİN VE ÖÇ | İnceleme“Edilen bir intikam yemini ve sonrasında

gelişen macera...” Sanırım bana bu kitabı tek cümle ile özetle derseniz size bunu söylerim. Çünkü olayın başlangıcı ve sonrasında vuku bulan maceranın dile getirilebilecek en yalın hali bu kanaatimce. Fakat içeriği bir o kadar zengin, bir o kadar sürükleyici...

Yemin ve Öç, M. İhsan Tatari adlı yazarın, bir öykü seçkisi için yazmış olduğu kısa hikâyeden ibaretti ilk başta. Ve sonrası ise tamamen fantastik denebilecek bir zaman dilimi içerisinde, şu an sadece hayal meyal hatırlayabildiğim, sarhoşluğundan ancak kurtulabildiğim anılardan ibaret. Çünkü yazarın kendisi aşağıda belirtiyor ama ben bile şaşkınlıkla izledim kitabın basılı hale kadarki geliş sürecini. Oysa sadece bir bölümlük öyküydü, sonra çok beğenildiği için aynı seçkide yeni bir devam öyküsü gelmişti. Sonra...

Sonra bir baktık e-kitap halini alıyor bu kısa ama kocaman bir dünya barındıran macera. Ve e-kitabı çıktı, birçok olumlu yorum geldi. Sonra

okuyucular arasından biri çıktı, ben böyle değil, şöyle okumak istiyorum, dedi. İlk başta sadece güzel bir düşünce elbet dedik, çünkü ötesi görünmüyordu ufukta. Ama bunu söyleyen kişi ısrar etti, destek oldu. Tam önümüzde uzanan ve ucu bucağı belli olmayan yolun kapısını araladı. İlk başta o kapıdan sızan ışık ile gözlerimiz kamaştı, bir süre açamaz olduk. Fakat yavaş yavaş alıştık ve o ışıkla birlikte içimizde bir umut yeşermiş oldu.

“Acaba?” dedik. “Acaba olabilir mi?”Biz böyle düşünürken bir yandan kitabın basım hazırlıkları, diğer yandan gelen inanılmaz

yardımlar ve emin olun hâlâ daha tam olarak çözemediğim ve benim için her zaman sihirli bir dönem olarak kalacak zaman içerisinde her şey tamamlandı. Artık içimizdeki umut filizlenmiş ve hızla büyümeye başlamıştı. Bu esnada daha büyüyemeden kuruyacak mı acaba diye düşünürken, kapıyı aralayan ve yolumuzu açan kişiden bir cevap geldi. “Kitap basıldı arkadaşlar. Ne zaman alıyorum imzalısından bir tane?”

Sevgili İhsan’ın o anki duyguları ilk başta da belirttiğim gibi aşağı kısımda yazıyor ama ben halen inanamıyordum. Çünkü kitaplar ilk olarak sahibine, yani yazarına gitti. Ondan aldığım ilk izlenimler, filizlenmiş olan kökleri dallandırıp, budaklandırmıştı. Çünkü küçücük bir öykü koskocaman bir kitap haline gelmişti...

Ve nihayetinde kitap elime geçti. O paketi ilk açış, kitapları göz ucuyla ilk görüş, sonra ilk dokunuş, kokusunun tek nefesle içime çektiğim ilk an...

Biliyorum biraz garip anlatım oldu ama gerçekten öyle. Hani ilk çocuğunu eline alır ya insan, o duyguyu yaşadım sanki... Kayıp Rıhtım’ın ilk e-kitabından sonra aynı kitap ile ilk basılı halini görmem emin olun benliğimde tarif edilemez duygular yarattı.

Acayip duygusal geçen birkaç paragrafın ardından kafayı şöyle bir sallayıp kendime geliyorum.

Page 64: Golge e-Dergi 37. Sayi

“Kendine gelsene, burada kitabın sende yarattığı etkiden insanlara ne? Sen görüşlerini yaz geç,” diye bir içses duyuyorum ve hemen tepeden tırnağa silkinip kısaca olumlu ve olumsuz eleştirilerime geçiyorum.

Öncelikle kitap Unutulmuş Diyarlar evreninde geçiyor. Fakat bu evrenin kitaplarını okumamışsanız ya da adını bile duymamışsanız sakın dert etmeyin! Çünkü yer isimleri haricinde tamamen orijinal bir kurgu sizleri bekliyor. Evrenin içerisinde geçen bir karakter (ki bu Harke Harpell oluyor) dışında – o da sadece kitaba eğlence katsın diye – her şey farklı bir kurgu ve zemine dayanıyor. Ben kendi adıma Unutulmuş Diyarlar’ın sadece ilk serisini okumuş biri olarak zerre kadar yabancılık çekmedim ki bir kez daha tekrar ediyorum sizler de çekmeyeceksinizdir...

Bunun dışında kitabın en beğendiğim yanlarından biri hemen ikinci sayfada maceraya başlıyor olmamız. Hani ilk başta kısa ama yeterli bir özet sunulup hemen maceraya geçiş ile direkt olarak bağlanıyorsunuz kurguya. Zaten yazarın sade ve yalın

bir dil kullanması ile cümlelerde adaptasyon sorunu yaşamıyorsunuz. Brann adlı barbar ve Korban adlı cücenin buluşması ve daha sonraki asıl maceraları ise gecikmeden karşınıza çıkıyor.

Bana sorarsanız bu kitabın en güzel yanı, sanırım fantastik edebiyat türünün bu kısmını seven okuyucular için inanılmaz bir his yaratması. Çünkü okurken kendinizi adeta üçüncü bir yoldaş olarak ikilinin yanında buluyor ve onlarla birlikte kâh eğleniyor kâh duygulanıyorsunuz. Yazarın bu konudaki başarısı ve okuyucu üzerinde gösterdiği etki takdire şayan gerçekten.

Şimdi kılıçlı kalkanlı, bir evren tabanı kullanılarak yazılan hikâye olunca daha önceden okuduğumuz seriler ile benzetme yapılmaz mı? Yapılır elbette! Ama kötü anlamda ya da benzeri olmuş manada değil, tam tersine o türü de düşündükçe daha da keyif alasınız diye...

Benim aklıma ilk başta ne yalan söyleyeyim Brann denilince Tanis geldi. Fakat bu düşünce aklımdan anında siliniverdi, UD evreni alt yapı olarak alındığına göre Drizzt olabilir miydi? Başta Brann’in babasının elinde gördüğümüz çift elli kılıç neticesinde neden olmasındı? Fakat hayır, daha bunu düşünmenize fırsat bırakmadan çürütmesi bir oluyordu hikâyenin devamı...

Sonra aklıma Legolas ve Gimli geldi. Evet, bana sorarsanız illa bir yakıştırma yapılacaksa benzetilebilecek en güzel iki örnek. Brann’a tam olarak Legolas diyemesek de Korban’ın inatçı cüce Gimli’den kalır yanı yoktu! Ayrıca kitabın bir bölümünde geçen şu cümleyi de alıntılayamadan geçemeyeceğim: “Ah şu cüceler! Birini tanıyorsan, hepsini tanıyorsun demektir...” Tamı tamına katılıyorum.

Kitabın sevdiğim diğer bir kısmı ise, betimlemeler ve benzetmelerin harikulade olduğu! Örneğin; çıkan bir çatışma esnasında okuyuculara direkt olarak gerçekçi cümleler ile gidişatı sunması, kavgayı tamı tamına gözünüzde canlandırmanıza neden oluyor. Bu sadece kavga için değil ayrıca diğer bölümler içinde geçerli. Bence kitabın güzel olmasını ve okunurluluğunu sağlayan en önemli etkenlerden bir tanesi buydu.

Dediğim gibi kitapta hoşuma giden birçok şey vardı. Bunlardan bir diğeri, ilginç bir şekilde kitabın ortalarında rastlayacağımız bir yarı-orc neden oluyor. Genellikle içerisinde bu türlü tanınan

Page 65: Golge e-Dergi 37. Sayi

ırkları (orc, elf, buçukluk vs...) bulunduran kitaplarda bunların melez olanlarını görmemiz işten bile değildir. Hatta Ejderha Mızrağı serisinde başkahramanlarımızdan biri de yarı-elftir. Şu başta Brann’e benzettiğim karakter olan Tanis hani. Mesela orada Tanis’in hayatı boyunca maruz kaldığı küçük düşürücü olaylara dâhil oluruz. İnsanlar ve elfler tarafından tam olarak benimsenmiyor, bundan dolayı da bizim gözümüzde acayip melankolik bir izlenim bırakıyordu.

Burada da bahsettiğim olaylar yarı-orca ait. Sevmediğimiz o karakter hakkında bir bölüm var ki; insanlar tarafından aşağılanması, orclar tarafından ise daha da beter hale getirilmesi içerisinde ki öfkeyi gitgide ortaya çıkartmış ve her iki ırktan da intikam almaya yemin etmiş bu yarı-orc. Sona yakın maceralardaki kilit isimlerden birisi de bu karakter oluyor diyerek kapatıyorum.

Şimdi kendi kitabımız diye eleştiri yapmayacak mıyız yani? Olur mu öyle pohpohlamakla sadece? Madem bir inceleme yapıyoruz elbette ki tüm yönlerinden göz atacağız. Yazarın ilk uzun soluklu macerası olduğu için elbette hatalar var, yok değil. Ama eğlenceli konuşmaların arasında unutulup gidiyor resmen, ben birkaç tane yakalamış olmama rağmen devam eden kurguyla birlikte akıldan uçup gidiyor. İyi bir şey aslında, demek ki çok büyük ve dikkate değer değil bu hatalar.

Fakat mesela, bazı cümle akışlarında yaşanan tekrar durumu eksi bir sayı katıyor haneye. Örneğin not aldıklarımdan bir tanesi olan 179. sayfanın hemen başında Brann’in “Şimdi ona neden Maymuncuk dediklerini anlıyorum sanırım.” diye bir cümlesi geçmiyor. Hemen bir sonraki sayfanın başında ise bu sefer Korban’ın “Şimdi ona neden Maymuncuk denildiğini anlıyorum galiba.” dediği cümleye rastlıyoruz. Aradan çok fazla konuşma geçmediği halde böyle iki cümlenin birbiri ardına gelmiş olması anlam bakımından konuşmaları yutuyor ve okuyucu algısı açısından olumsuz bir sonuç doğuruyor.

Bunun beraberinde samimiyet duygusu biraz fazla gibi. Yeni tanışan iki kişinin bir süre sonra birbirlerine dost diye hitap etmeleri bana pek gerçekçi gelemiyor bir türlü. Yabancılar bu konuda bence çok iyi, direkt olarak aradaki mesafeyi belli bir süre çok iyi koruyabiliyorlar. Fakat ben bu sorunu sadece Yemin ve Öç’te görmedim. Örneğin; daha öncelerden okumuş olduğum Ozanın Şarkısı adlı kitapta da aynı durum ile sıkça karşılaşmıştım. Bu nedenledir ki hani tam olarak hata diyemiyorum bu samimiyet duygusuna. Sanırım bizim milletin kanında var bu sıcakkanlı davranma duygusu! Kötü bir şey mi? Hâşâ! Ben aksini söylemiyorum ama öyle bir evrende ve öyle bir dönemde hele de geçmişini tam olarak tanımadığın birilerine de hemencecik güvenmeyi tam olarak gerçekçi bulmuyorum.

Eğer biraz daha konuşursam İhsan’ın yazmış olduğu yazı güme gidecek. O yüzden bağlıyorum: “Yemin ve Öç” sizin de dâhil olacağınız ve heyecanla eşsiz bir maceraya atılacağınız kapının anahtarı görevini görüyor adeta. Yapmanız gereken tek şey kitabı elinize almak ve kapak sayfasını çevirmek...

Bir ilk olmasının yanı sıra böyle güzellikte ve kaliteli şekilde basılması insanın içini kıpraştırıyor. Umarım sizler de beğenirsiniz. Kitabı almak isterseniz tek yapmanız gereken [email protected] adresine “Kitabı istiyorum!” benzeri bir mail atmanız ve dönüş olarak vereceğimiz hesap numaralarından bir tanesine 10 TL yatırmanız. Sonrası,

Sonrasız “eşsiz bir macera!”Hepinize iyi okumalar...

Hakan TUNÇ

Page 66: Golge e-Dergi 37. Sayi

YAZARININ KALEMİNDEN “YEMİN VE ÖÇ”Çok değil sadece birkaç ay önce görücüye

çıkmış bir roman Yemin ve Öç. İlk olarak Kayıp Rıhtım adlı internet sitesinin fantastik edebiyatseverlere sunduğu bir e-kitap projesi olarak çıktı karşımıza. Sonra o küçük proje kabına sığmaz oldu, büyüdü, gelişti ve kapağıyla, sayfalarıyla, çizimleriyle gerçek bir kitap haline gelmeyi başardı. Peki, nasıl oldu da o küçük proje bunca yolu aşıp kocaman bir kitap haline geldi? İşte bu yazı bu sürecin öyküsünü anlatıyor. Hem de kendi yazarının elinden…

Yemin ve Öç’ü kaleme almaya ilk başladığımda, Kayıp Rıhtım’ın her ay düzenli olarak yayınladığı “Aylık Öykü Seçkisi” için yazılmış kısa bir maceradan ibaretti aslında. Yanlış hatırlamıyorsam o ayki seçkinin teması “Köle” idi. Bir akşam evimde oturmuş, “Bu tema için

nasıl bir hikâye yazabilirim acaba?” diye kara kara düşünürken beynimin bir köşesinde esir düşmüş bir barbarın öfkeli portresi canlanıverdi. Eğer fantastik edebiyata şöyle kıyısından köşesinden biraz bulaşmışsanız barbarların özgürlüklerine ne kadar düşkün olduğunu ve bunu kaybetmemek adına ellerinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu biliyorsunuzdur. Bu fikir o kadar hoşuma gitti ki hemen kalemime sarıldım ve sonunun nerelere varacağını bilmeden o ilk satırları yazdım;

“Sıçrayan Geyik Kabilesi oldukça zor günler geçiriyordu çünkü kış bu yıl çok erken ve çok şiddetli bastırmıştı. Buzyeli Vadisi’nin kışları her zaman sert olurdu ama bu kez her zamankinden de zorlu geçeceğe benziyordu.”

Buzyeli Vadisi… Bu isim kendiliğinden, birdenbire dökülüvermişti kâğıda. Unutulmuş Diyarlar kitaplarından oldukça aşina olduğumuz isme şöyle bir baktım, “Neden olmasın?” dedim ve memnuniyetle gülümseyerek hikâyenin geri kalanını yazmaya devam ettim. Sonrasında ise içinde korsanların, öfkeli bir cücenin ve edilen iki intikam yeminin geçtiği oldukça sürükleyici bir macera ortaya çıkmış oldu.

Aldığım ilk tepkiler oldukça olumluydu. Hatta itiraf etmek gerekirse beklediğimden de iyiydi. Hemen hemen okuyan herkes hikâyemi çok beğendiğini söylüyor, devamını yazmam konusunda beni yüreklendiriyordu. Eğer yazmazsam +3 kızılcık sopaları ile beni kovalayacakları şeklinde tehditler savurmayı da ihmal etmiyorlardı elbette…

Buna pek gönlüm olmamasına rağmen bir-iki ay sonra yine bir başka seçki için, bu kez “Kül” teması için kaleme aldım hikâyenin devamını. Geri dönüşler yine çok olumuydu. Hatta yorumculardan biri, kendisi Gölge yazarlarından Onur Selamet oluyor bu arada, bu hikâyenin bununla sınırlı kalmamasını, daha da büyütülerek bir e-kitap haline getirilmesi fikrini öne sürmüştü. Kim? Ben? Bir e-kitap yazacağım ha? Yok daha neler… Bu fikrin diğer üyeler tarafından çok tutulacağını nereden bilebilirdim ki?

En nihayetinde Rıhtım’ın kapalı kapıları ardında yapılan uzun toplantılar sonucunda bu projenin hayata geçirilmesine oy birliği ile karar verildi. Bu oy birliğinin sağlanmasında Hurin’in üzerimize savurduğu ışın kılıcının (evet, ne var?) ve Fırtınakıran’ın yılanbaşlı kamçısının nazik darbelerinin yarattığı etki de büyüktü elbette. Bunun akabinde beni kollarımdan sürükleyerek, içerisinde tavana kadar yükselen kâğıt yığınlarının, bir daktilonun ve bir parça kuru ekmek ile

Page 67: Golge e-Dergi 37. Sayi

suyun bulunduğu bir odaya tıktılar. Ardından ağır kapıları üzerime sürgüleyip hep birlikte bu haberi kutlamaya gittiler.

Üç ay boyunca, gerek evde gerekse iş yerinde bulduğum boş zamanlarda macera üzerinde çalışmaya devam ettim. Yazdıkça hikâye daha da genişledi, içine kimi Harkle Harpell gibi daha önceden tanıdığımız, kimi ise benim hayal gücümün oluşturduğu yeni karakterler eklendi. Hatta işin içerisine benim gibi birer Baldur’s Gate hayranı olan kişileri gülümsetecek bir şeyler bile ekledim. Bu esnada TSR’ın çıkardığı yardımcı kitaplardan ve haritalardan bol bol yardım aldım, araştırmalar yaptım ve elimden geldiğince Unutulmuş Diyarlar konseptine uygun kalmaya çalıştım. Öyle ki kitapta adı geçen hiçbir şehir, hiçbir dağ, hiçbir han uydurma değil. Aksine hepsi gerçek birer UD öğesi…

Üç ayın sonunda yazılı metin tamamlandı ve işi ustalarına devretme zamanı geldi. Kayıp Rıhtım’dan hatırlayacağınız Hakan “Magicalbronze” Tunç ve Onur “DarLy OpuS”

Selamet düzelti ve sayfa düzeni ile ilgilenirken yine Gölge’den tanıdığınız çizer arkadaşlarımız A.Gökhan Gültekin ve Celalettin Ceylan’da güçlü çizgileri ile kapak resmini ve iç çizimleri hazırladılar. (İzninizle burada çizer arkadaşlarla iletişime geçme konusundaki yardımlarından dolayı sevgili Ahmet Yüksel ağabeyime de teşekkür etmek istiyorum). E-kitabımız nihayet görücüye çıkmaya hazırdı.

Hiçbir kâr amacı gütmeden, fantastik eser okumayı seven kitleye bir armağan misali ücretsiz olarak yayınladık e-kitabımızı. Aralarında Sadık Yemni ve Aşkın Güngör gibi çok değerli insanların bulunduğu birbirinden güzel yorumlar ve tebrikler aldık bu projemiz için. Ne de olsa Kayıp Rıhtım’ın ilk e-kitabıydı karşımızdaki. Artık arkama yaslanıp bu zevki yaşama ve biraz da dinlenme zamanıydı benim için… Ya da en azından ben öyle sanıyordum. Maceramın orada bitmeyeceğini nereden bilebilirdim ki?

Önce şöyle bir yorum peydahlandı; “Mit (bu ben oluyorum, internet âlemindeki ismim), kusura bakmayın. Anlamadım. Kitap çıkardınız. Bu şahane bir haber! İyi de niye indirip okuyayım ki? Ben bu kitabı elime alıp okumak istiyorum. Hem de kabına, içindekilere indirip bakmadan elime almak istiyorum. Söyler misiniz ben bu kitabı nereden satın alabilirim?”

Ardından şöyle bir yorum geldi; “Üzgünüm Mit. Ben eski biriyim, e-kitap falan bilmem. Bizde kitap ele alınır, koklanır, öyle okunur. Diyeceksiniz ki maliyeti var. Kim basacak? Kaça basacak? Benim bloğumun adı biliyorsunuz ki Hayal Kahvem! Genelde hayal kurarım. Bir bakmışım ki hayalim gerçek olmuş. Şimdi ben Hayal Kahvem’de bir hayal kurmalıyım. Demeliyim ki Mit’in kitabı basılsın, hatta Mit tarafından imzalansın bana gelsin! Dur bakalım Mit... Hayaller gerçek olur bazen. Tabii çok istersen... Hayat ne oyunlar oynar insana bir bilsen…”

Bu yorumların sahibi “Hayal Kahvem” isimli güzide blog sayfasının yazarı Vildan Ceyhan’dan

Page 68: Golge e-Dergi 37. Sayi

başkası değildi. Hayalleri gerçeğe dönüştürmek konusunda üstüne olmayan bu değerli insan bir anda yelkenlerin iplerini eline aldı ve proje bambaşka sulara doğru sürüklenmeye başladı. Ben, “Durun yahu, ne oluyoruz,” demeye kalmadan Vildan Ceyhan, Hakan Ceyhan, Hakan Tunç ve pek tabii ki değerli yazar, kıymetli şahsiyet Aşkın Güngör’den oluşan bir ekip, bir kitap kardeşliği kuruldu. Neyse ki yazılı materyal hali hazırda elimizde bulunuyordu da yeniden bir odaya kapatılmak zorunda kalmamıştım. Ben şaşkın bakışlarla birbirinden harika insanlardan oluşan bu ekibi izlerken kitap hazırlanmış, düzenlenmiş ve baskıya hazır hale getirilmişti bile (Kocaman bir teşekkür de buradan bu güzel insanlara).

İşte o noktada bir başka sorun ile karşılaştık, telif hakları… Yemin ve Öç ilk başta bir e-kitap, ücretsiz bir hizmet olarak tasarlandığı için böyle bir sorunumuz yoktu. Fakat ne zaman ki iş basılı kitap haline getirmeye geldi işte o anda Unutulmuş Diyarlar’ın bir Wizard of the Coast markası olduğu kafamıza dank ediverdi. Maalesef bunu fark edebilmek için kitabın basılmış olmasını beklememiz gerekiyordu. Eğer bastırmadan önce fark etseydik büyük bir ihtimalle kitap çok farklı bir diyarda, muhtemelen tarafımızdan oluşturulmuş orijinal bir evrende (tercihim her zaman budur) geçecek şekilde yeniden tasarlanacaktı. Ama o zaman da Diyarlar hakkında yaptığım onca araştırma, Harkle Harpell ve benzeri kişiler ve yerler, onca güzelim espri de boşa gidecekti. Sonunda her işte bir hayır vardır diyerek kitabı bu şekilde okurların beğenisine sunmaya karar verdik. Sonrasını biliyorsunuz zaten; Kayıp Rıhtım’ın ilk e-kitabından sonra ilk basılı kitabı da bizlerle…

Şunu belirtmekte özellikle fayda görüyorum. Bu kitabı kesinlikle maddi bir çıkar güderek hazırlamadık. Tek amacımız bizim gibi fantastik edebiyata gönül vermiş Türk okuyuculara bir çeşit hediye, bir armağan sunmaktı. Gönülden gelen, el emeği göz nuru harcanmış gerçek bir eser… Şükür ki bunu başardık. En azından ben başardığımıza inanıyorum. Eğer okuma fırsatı bulursanız sizin de bana hak vereceğinizi umuyorum.

Hepinize şimdiden keyifli okumalar…Mehmet İhsan TATARİ

Dip Not:Kitabın künye bilgilerine ve çıktığı ilk gün aldığı yorumlara bu adresten ulaşabilirsiniz.http://www.kayiprihtim.org/portal/yemin-ve-oc/

Page 69: Golge e-Dergi 37. Sayi

THE RED STAR: THE BATTLE OF KAR DATHRAS GATE Kızıl Yıldız Düştüğünde

Amerikan tarzı ile Avrupa tarzı çizgi romanlar birbirinden çok farklıdır. Amerikan tarzı çizgi romanların çoğu belli aralıklarla çıktığından yazar ama özellikle çizer bu zamanlamaya yetişebil-mek için çok yorulur. Bu yorgunluk yüzünden ne yazık ki çizerler istediği performansı her seferin-de gösteremez. Bazen çok sevdiğiniz çizerlerin berbat işlerini görmenizin sebebi budur. The Red Star'da başka bir yöntem deniyor Team Red Star ve dergi içlerine sinmeden yayınlamıyorlar. On yıldan fazla zaman geçmiş olsa da çizimlerdeki göz alıcı güzelliğin sebeplerinden biri bu. The Red Star'i anlatırken hikâyeden çok çizimlerden bahsetmemin sebebi de Team Red Star'ın 1999'da bilgisayar çizimlerini yaratıcı bir şekilde kullanmış olması. O zamanlar daha pek bu teknik kullanılmazken büyük planlarda, üç boyutlu çizim programlarının gücünün kullanarak yaratılan sahneler nefes kesici. Hele bilgisayarın yarattığı efektler o kadar güzeller ki, başka çizgi romanlarda da gözünüz arıyor. Hikâyeye gelince Mitik Sovyet Rusya'da geçiyor hikâye. İsmi Birleşik Kızıl Yıldız Cumhuri-yeti (İngilizcesi: United Republic of Red Star) kısaltması URRS olan bu devlete yıkılmadan önceki Sovyetler model alınmış hikâyede. Kızıl Yıldız için savaşa giden ve kendilerini feda eden askerlerin mezarında başlıyor ilk sahne. Orada sonucu yıkım olan Kar Dathras Geçidindeki savaşı eşini kaybet-miş Maya'nın gözünden tekrar yaşıyoruz. Ayakları yerden metrelerce yukarıda bir köprüden giden trenden sonsuza uzanan mezar taşlarını gördüğünüz bir sahne ile açılan kitap iddiasını ilk sayfada ortaya koyuyor.

Çift sayfa mezarlıklar üzerinden geçen tren

Page 70: Golge e-Dergi 37. Sayi

Dünyası büyünün var olduğu ancak daha şehirli bir eser olan The Red Star'da yıkılan devle-tin izlerini takip ediyoruz. Maya'nın peşinden ve öldü sanılan ancak daha büyük bir savaşa girmiş olan eşi Marcus Antares'in ve onların etrafındaki karakterlerin hikâyesi sizi sarıyor.Büyücü Maya'nın saldırısını anlatan aşağıdaki sayfa aslında genel havası hakkında da fikir veriyor. Maya'nın içindeki büyüyü protokole uygun olarak silah olarak kullandığı an. Tercümesi:

1. kare: Ben devletin yanan iradesiyim2. kare: Ona direnenleri yolundan temizleyen bir cehennemi ateşiyim

3. kare: Zarar verildi ve protokol devam ediyor.

Belki Sovyetlerin yıkılışını izlemiş, o zamanlar haberleri takip etmiş olduğumdan bu hikâye beni oldukça etkiledi. Gözlerinin önünde, her şeylerini feda etmeye hazır olsalar da yozlaşma ve dış etkenlerin pençesinde kızıl yıldızlarının söndüğünü gören karakterler kahramanlaştılar. Bu da serinin Amerika'da çok beğenilmesine rağmen tutmamasının sebeplerinden birini oluşturdu. Amerikan okuyucusu kendi ülkesinin kahramanlığını anlatan hikâyeleri okumak istiyor, sa-nıyorum bu olmayan hikâyelerde de başka unsurlar bulursa satın alıyor. Ancak kaybolmuş olsa da bilinçaltında hala kötülükle özdeşleştirdiği bir devletin kahramanlık hikâyesini okumak istemedi-ler. Birey, devlet ilişkisi üzerine ilginç ve aslında çok Amerikan laflar eden bu çizgi roman da sadece hobi ile ilgilenen koleksiyoncuların ilgisini çekti. Bir başka sıkıntı da çizgi roman okuyucusunun Avrupa'daki gibi bitince çıkan ve düzensiz yayınlanan bir esere ilgi göstermemesi oldu. Onlar dü-zenli tüketecekleri çizgi romanlar ararken bu deney ne yazık ki pek iyi sonuçlanmadı. Hikâyenin devamını anlatan üç cilt daha var, çizimle ve çizgi romanla ilgilenenlere tavsiye ederim.

Gökçe Mehmet AYhttp://turkcebkf.wordpress.com

https://twitter.com/kisalar

Page 71: Golge e-Dergi 37. Sayi

TANRI BENİ BAĞIŞLASIN“Tanrı beni bağışlasın, peder. Ben çok günah işledim.”Yaşlı Katolik rahibi, bakire olduğu sanılan genç bir tazenin günahlarını yeni dinlemiş, o

günkü işinin bittiğini düşünerek kısacık bir an için hayalinde henüz rahip olmadığı ve köyünün güzel kızlarıyla oynaştığı gençlik günlerine dönme lüksünü tanımıştı kendine. Bunu yaparken yavaşçacık bir hareketle, sıcak günah çıkarma kabinini terk etmek üzere atkısına uzanmıştı. Ama karanlık, yorgun ve hırıltılı bir sesin Tanrı’dan af dilediğini duyunca irkildi. Kabininin diğer kısmına bir kul girmişti.

“Oğlum…” dedi ağır ağır. “Saat epey geç oldu. Çok yaşlı olmasam dinlerdim elbette seni. Ama hava buz gibi ve ben artık gidip dinlenmeliyim. Günahların yarına kadar–”

“Yarına kadar yaşamayabilirim, peder. Yarın öbür dünyada olabilirim… Kısa konuşacağım.”O böyle söyleyince peder titredi. Adamın ölümcül bir hastalığı olup olmadığını merak etti.

Duyduğu ses yorgun ve hırıltılı olmasının dışında sağlıklı sayılabilirdi. Ölümcül bir hastalık değil herhalde, diye düşündü yaşlı rahip. Adamın sesine hâkim olan aciliyet hissi dikkatini çekti. “Yoksa öldürülecek mi?” dedi içinden.

“Nasıl öleceğimin ne önemi var? Sadece işinizi yapın,” dedi adam hafif hiddetle. Bunu duyan peder korku ile irkildi. Boynundaki hacı sıkı sıkı elinde tuttu ve nefes bile almadı. En doğal sesi ile:

“Peki, oğlum. Sorgulamayacağım. Ne anlatmak istiyorsan anlatabilirsin bana.” Rahibin eli çok yavaşça, oturduğu taburenin altındaki butona doğru ilerledi. Butona dokunmayı başardığı anda kilisenin gardiyan droidleri saniyeler içerisinde orada olacak ve karşısında oturan kâfirin, daha herhangi bir şey yapmak için parmağını bile oynatamadan sonu gelecekti.

“Merak etme, peder. Anlatacaklarım çok kısa ve öz. Beni anlayabilmeniz umudu ile geldim buraya.”

Pederin eli çok ağır bir biçimde ilerledi butona doğru.“Anlat, oğlum. Dinliyorum.”İşte! İşte pederin eli butonun yanındaydı. Peki ya buton neredeydi?“Beni ne sanıyorsunuz, peder? O görmeye alıştığınız kenar mahalle cadılarından biri mi?

Düşünceleriniz sessiz ve sakin manastır duvarlarında yankılanan Ramazan davulu sesi kadar net… Ve bir o kadar da sinir bozucu.”

Buton yoktu! Yoktu! Butonun olması gereken yer dümdüzdü. Sanki orada daha önce hiç buton var olmamış gibi.

Rahip, yaşından beklenmeyecek bir hızla ayağa fırlayıp dar kabinden çıkmak üzere kendini kapıya attı. Ama daha bu hareketi yaptığı anda artık hareket edemeyeceğini, hatta ses bile çıkaramayacağını anladı. Kabinleri birbirinden ayıran ahşap oyma gürültü ile kırılmış, arkasından çıkan yumruk yapılmış, bembeyaz el rahibin sadece birkaç santim ötesinde duruyordu ve çevresi uğursuz bir karanlık ve soğuk ile çevrelenmiş rahip ne kıpırdayabiliyor, ne de ses çıkarabiliyordu. Boğazını garip bir yumru tıkamış gibiydi.

“Dinleyeceksiniz,” dedi adam, sakince. Elini kabinine geri çekti, ancak rahibi felç eden karanlık çekilmemişti. Rahibin gözleri aradaki delikten günah çıkartanın siluetini görmeye çalıştı. Ancak tek görebildiği yoğun karanlıktı. Bir de kabinden acı verici bir keder duygusu salınıyordu. Bu iyi, diye düşündü rahip. Bir avcı mutlaka kabinin önünden geçecektir. O zaman rezonans detektörü burada ters bir şeyler döndüğünü tespit ede… Rahip daha düşüncelerini bitirmeden diğer kabinde ani, mavi bir ışık parladı. Bir şimşek sesi geldi. Az sonra rahip kabine bir daha bakınca mum ışığında iç yüzeyin kurşunla kaplanmış olduğunu gördü.

Page 72: Golge e-Dergi 37. Sayi

Derken adam, uzun bir iç geçirdikten sonra, hırıltılı fakat etkileyici sesi ile anlatmaya başladı.

“Ve işte karanlık uzanıverdi toprakların üzerine, yorgun bir kara ejderhanın tüm mahmurluğuyla. İstemeden ve hatta bilmeden dehşet salıyor tüm insanların yüreğine, fakat acı verme isteği yok bu davranışta, yalnızca gereği olduğundan yapıyor bunu... Siz hiç diğer insanların ruhlarına açacağınız yaraların kaygısını gütmeden, düşünemeyen bir varlık gibi, sadece size verilen emri yerine getirmenin huzurunu tatmadınız mı?

“Tatmadıysanız... Tatmak istemeyin.“Ölümsüz olmak isteyen birçok büyücü tanıdım ve hiçbirine büyücü sıfatını layık görmedim,

çünkü büyücü olmak, arif olmayı gerektirir ve arif olanlar ölümsüzlüğün bedelinin daha çok acı, ödülünün ise daha çok çılgınlık olduğunu bilirler... Eğer biraz bilge olabilseydim o gün, Tanrı’ya secde etmezdim... Ölümsüzlerin ardından ağlayanı yoktur, ölümsüzlerin adına kadeh kaldırılmaz, ölümsüzler bu dünya için sadece yalnız –ve görmezden gelinen– hayaletlerdir, oysa ölümsüzlere tapınanlar bile bir yerden sonra yenilik isterler. Doğanın olağan bir kuralı da olsa, Tanrı’nın kurduğu düzende ilahi adalet karmaşasının bir parçası bile olsa; ölmek, mantıklıdır. Her şeyin bir yerde bitmesi gerekir, hayatın en önemli parçası olan acının en büyük temsilcisidir ve elbette, zaman değiştikçe var olan her şeyin değişmesi gerekir. Zaman, Tanrı’yı tahtından edebilecek tek kudrettir ve en büyük düşmanlarımız kendi ellerimizle yarattıklarımızdır. O nedenle ölümsüz olmak için ölmeyi, yani zamana boyun eğmeyi göze almalısınız... Ölüm anınızda tüm acılarınızın sona erdiğini düşünerek, son kez öldüğünüzün bilinciyle, arkanızdan ağlayanların çektiği acıların onları olgunlaştırmak için gerekli olduğunu bilerek hayata gözlerinizi kapamanın getireceği huzuru hissedebileceğinize inanıyor musunuz?

“...Ben hissettim... Fakat şimdi hiç hissetmemiş olmayı diliyorum.“Tüm dünyanın tek bir varlığın parmağının ucunda döndürdüğü bir küre olduğuna

inanmayı istememiştim. Ancak, kendi gözlerimle gördüğüm o varlıktı bana aklımda işkence eden ve çıldırmadan önce son gördüğüm onun gözleriydi. Ölümsüzleri öldürmek için pek çok yol tasarlamıştım önceden ama onun karşısına çıktığımda o yolların yalnızca beni bataklıklardan geçirip, karanlık yollardan yürütüp sonunda boş bir çukurda ölüme terk edecek düşmanlar olduğunu fark ettim. Nice sonra öğreniyorum ölümsüzleri öldürmenin tek yolunun onları unutmaktan geçtiğini.

“...Ve ben bugün unutulmayı bekliyorum.“Pek çok hata yaptım ancak yalnızca yaptığım iyi şeyleri görüyorum ve yalnızca o iyi şeylerden

bahsediyorum artık. Çünkü insanların davranışlarındaki doğrular daha yatkın oluyor unutulmaya. Acılar içinde ölen annem ve babam için yaptıklarım, taptığım, bu günün şeytanı olan kadim tanrılar için, kalbinde sevgi barındıramayan birinin bile sevebileceği bütün o insanlar için ve tabi bu büyük, lâkin sadece bir ölümsüzün parmağının ucunda dönen kırılgan, cam dünya uğruna kurban ettiğim aklım için yaptıklarım... O aklı benden çalan da ilahi adalet karmaşasının saçmalığını fark etmemi sağlayan ve tek dengenin güç ile karanlık arasındaki olduğunu öğreten Tanrı’ydı.

“Yani inandığım tüm değerler aslında birer yalandı. Ve ben hâlâ bu fikre uyum sağlamayı başaramadığımdan ölümsüzlüğüme lanet ediyorum.”

Adam bir kez daha uzun bir iç geçirdi. “Nerelerdesin yaşlı kara kuzgun?“Ancak şimdi ölümsüz olmak için ölen Mesih’i anlıyorum.“Ölümsüz olmanın bedelini ancak ölüler ödeyebilir.“Çünkü ölüler geçmişi değiştirebilirler.“Karanlık çöktü bile yeryüzüne ve şimdi benim bilincimi örtüyor siyah, acımasız bir peçe

Page 73: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 74: Golge e-Dergi 37. Sayi

gibi. Daha şimdiden duyuyorum uzaklardan yankılana yankılana gelen acı bir kuzgun feryadı. Mavi bir ışıltı kaplıyor ellerimi ve titriyorum yalnızlığın getirdiği korkuyla... Hayatı boyunca yalnız olan biri ölürken neden yalnız olmaktan korksun?

“Belki de mutlu olması gereken tek anın o olduğunu bildiğinden...“Son kez bakıyorum gökyüzüne, gözümde o yüceliğin ulaşılmazlığından doğan gözyaşı...“Huzura ermek için unutulmayı beklerken bile yapamıyorum… Vazgeçemiyorum

ruhumdan… Hâlâ daha fazlasını istiyorum…”Rahibin, adamın sözlerini bitirdiğini anlaması için birkaç saniye gerekti. Birkaç dakika

adamın anlattıklarını analiz edince de dehşete düştü. Ölümsüz mü? Ölümsüz mü? Tanrı’yla direkt münasebet mi? Bu karşısındaki sadece tek bir kişi olabilirdi. Kısa bir sessizliğin ardından rahip, diğer kabinde bir kıpırdanma duydu. Adam ayağa kalkıyor olmalıydı.

“Ben kimim, peder?” diye sordu adam, karanlık bir ses tonuyla.Rahip, dilinin çözüldüğünü ve boğazındaki yumrunun gittiğini fark etti. Bu sefer de korkudan

konuşamıyordu.“Korkmayın. Konuşun lütfen.”“Sen… Se-sen…”“Konuşun,” dedi adam, sözcüğün üstüne basa basa.“Sen-sen… Of, İsa aşkına… Senn… Lu-lu… Şeytansın sen! Şeytan! Ve bu kutsal mekâna

girebildiğine göre… Sen Deccal’sin!”Çok kısa bir sessizliğin ardından kabinde ani bir kahkaha patladı. Adam histerik ve korkutucu

bir biçimde kahkahalar atıyor, bir yandan da rahibin anlamadığı bir dilde bir şeyler söylüyor, kendi söyledikleri üzerine daha da çok kahkaha atıyordu. Kahkahalar rahibin dehşetle sıkışmış kalbine ve hatta vücudundaki her boşluğa doluyor, rahibin ipliğe bağlı mantığını çekiştiriyor, rahibi deliliğe davet ediyordu. Rahip daha fazla kahkaha duymak istemiyordu. İstemiyordu! Sanki beyni haşlanacak ve eriyip kulaklarından, burnundan boşalacakmış gibi hissediyordu. “Sus… N’olur sus!”

Rahip bunu düşünür düşünmez adam kahkahayı kesti. Parlatılmış kemikten bir bıçak parıldadı mum ışığında. Rahip korku ile gerilerek gözlerini boğazına doğrultulan bıçağa dikti. Bıçağın ışıltısı, adamın üzerine yansıdığı yeri ısırıyor gibiydi.

“Peder, ne demiş olduğunuzun farkında değilsiniz. Az önce duyduğum şey…” Bunu söylerken bıçağı rahibin gırtlağına yasladı. “…bu gece hayatınızı kurtardı.”

Bıçak, rahibin boynundaki hacın ipini kesti. Metal haç tıkırtıyla yere düştü. Rahip boynunu eğip hacın düştüğü yere baktı, sonra yeniden adama baktı. Ama karşısında kimse yoktu.

Sabah olmadan Papa’ya haber verilmeliydi. Vakit kaybetmeden yöredeki tüm cadı avcıları göreve çağırılmalı ve son teknoloji ürünü silahlarla donatılıp yanlarına droidler verilerek bu adamın peşine gönderilmeliydi. Yoksa bu büyücü, cadı, iblis ya da her neyse, çok hızlı bir şekilde izini kaybettirebilirdi. Rahip acele ile kabinin kapısını itekledi.

Fakat kapı ve tüm kabin, kurşun ile kaplanmıştı… En ufak deliğine kadar.

Yağmur TELORMANhttp://rosyfingereddawn.deviantart.com

Page 75: Golge e-Dergi 37. Sayi

YAZMAK VE YAZMAK ÜZERİNEKalemi eline alır ve yazmaya başlarsın ya da klavyenin tuşlarına güzel bir ritimle vurur

parmakların. Böyle anlatılır işte yazmak, aynı benim şu anda yapmaya başladığım gibi. Düşüncelerin büyük bir hızda kaleminden kâğıda tutkuyla sarılırlar. Öyle bir hızla düşünürsünüz ki adeta trans içindesinizdir çoğu zaman. Kelimeleri düşünmezsiniz sadece kendi kendinize konuşursunuz. Noktalama işaretleri, yazım kuralları o hızda bile sizin karar vermenize gerek kalmadan kendilerini oraya koyuverirler işte.

Ben de böyle başladım yazmaya. Bir gün elimde sadece bir kâğıt ve kalemle. Tabii ki kimse sizi buna zorlayamaz, bir dersin sınavına yazacağınız yazı kadar küçük düşürücü bir eylem de yoktur yazmak konusunda. Neden böyle yapılır ki insanlara, öğrencilere... Yazma şevkini kırar çoğu zaman, tıpkı düşünceler o an kâğıda geçemeyince bastırılan kalemin ucu gibi.

Biri sizi zorlamaz da şans eseri o kalemin ucunu kâğıtla buluşturursanız gerçek macera da böyle başlar işte. Derinlere, oldukça derinlere bir yolculuk başlar. İlk kelimelerle başlar aklınızdaki düşüncelerin derinlerine inmek. Her kelimede daha da derine inersiniz. Kalemin sivri ucu düşüncelerinizi deler geçer, oradaki hazineleri ortaya çıkartır. Son noktayı koyduğunuzda ise düşüncelerin katmanını aşmış, kalbinizin en derinine özlemini ömür boyu hissedeceğiniz bir dokunuş gerçekleştirmiştir.

Ah, o kalemi eline almak yok mu? Her an aklınız ordadır. Nefes almayı dahi unutuverirsiniz başladınız mı. Kendinizi tatmin edene kadar süren bir trans halidir bu. Hatta pek çok tutkulu yazar için süresizdir bu trans hali. Ellerine bir kalem almaya gördüler mi başlayıverirler kelimeleri bir yapbozun parçaları gibi birbirleri ile birleştirmeye.

Bunu neden yazıyorum diye sormayın bana, belki siz de bir şeyler yazdınız daha önce. Bunun ne olduğunu zaten biliyorsunuz. İşte o garip trans halindendir bu yazı. Kalemin ucunun kalbime dokunmasını istediğimdendir. O yüzden bir iki kelime diye başlayan bu yazının hâlâ devam etmesi. Trenin lokomotifini koyduktan sonra ona bir vagon daha eklersiniz, bir tane daha

Page 76: Golge e-Dergi 37. Sayi

ama doyamazsınız. Size ilk başlayışımdan bahsetmiştim sanırım, biraz daha açıklayayım o zaman. Belki de sizin

hayatınızda henüz böyle bir dönüm noktası olmamıştır. Bu yazıyı okur okumaz olabilir, belki de yıllar sonra aklınızda beliren bir iki düşünce ve kelimelerim başlatır sizi bu alışkanlığa.

Öğrencilik hayatımın en sıkıcı ödeviydi yazmak bir zamanlar, kompozisyon sınavı dedin mi gözlerim korkuyla büyür ellerim kaleme dokunacağı için kenetlenir kalırdı. Eve verilenleri ise hep bir başkasına yazdırırdım. Bir gün geldi, internette dolaşırken yazmakla ilgili bir site keşfettim. Kitap okumaya her zaman tutkuluydum, başkalarının yazdıklarını da görünce bir anda etkilenivermiştim. Neden ben de yapamayacaktım ki? Aldım elime kalemi ve bir şeyler yazdım.

Kötüydü elbette ki, daha henüz olgunlaşmamıştım. Gerçi yazmak konusunda hiç bir zaman olgunlaşılamadığı kanısındayım. İyi yazmak bir noktayla sınırlandırılabilir mi? Hiç sanmıyorum. Yine de ilk kelimelerim diğer okuduklarımla kıyaslayınca oldukça basitlerdi. Henüz kalemimden çıkan şeylere hâkim bile değildim. Bir cümle öbürünü bile tutmayabilirdi.Sonra bu kötü yazılarla başlayan serüven hocaların ve internetten yazma tutkusuna sahip, tanıştığım diğer insanların da katkılarıyla ilerledi ve şu anki durumuna geldi. Yine de bir şey yazıp bir öncekine baktığımdan memnun kalamadığımı da biliyorum.

Belki bu yazıyı okuyunca da lafı fazla uzattığımı fark edebilirim ama bunu da değiştirmeyi düşünmüyorum. O anki duygu ve düşüncelerimle oluşmuş bu yazıyla ilgili sadece o an önemlidir diğer düşünceler önemli değildir. Her neyse; ne dersiniz, eğer hiç denemediyseniz belki siz de bir gün yazmaya başlarsınız? Neden olmasın ki?

Rafet Tolga CANKURT

Page 77: Golge e-Dergi 37. Sayi

WHERE THE WILD THINGS ARE Hangimiz çocuk olmadık da bilinmeyen bir ülkenin kendimizden kat be kat büyük beden-lerine hükmetmedik hayallerimiz de? İstemedik mi sonu hep mutlu biten ve kimsenin incinmediği bir dünyayı? Hep oyunların oynandığı ama kimsenin ağlamadığı? İlgilenilen ve sevginin hep kah-kahalarla gösterildiği bir dünya… Küçük kahramanımız Max’in hayali de tam olarak buydu. Yalnız ve ilgiye muhtaç bir çocuktu o. Sevginin elle tutulmadığı ve çoğu zaman amaçlar arasında silinip gittiği bir dünya da o kendi hayallerine ve inşa ettiklerine saygı duyacak, sevgi gösterecek ve takdir edecek bir el arıyordu. Bulamadığında ise çılgınlığın kollarında korkularını çığlıklarla anlatmaya çalışıyordu. Umutsuzluk yıkımın kardeşidir ve küçük bir çocuk umutsuzluğa düştüğünde çaresizce zarar verir. Eşinden boşanmış ve kendini işine vermiş bir anne ve gençliğinden gayrı düşüncesi olmayan bir kız kardeşle hayatına devam eden Max bir gün kurduğu kalesi ilgi göremeyince tamamen çıldır-mak suretiyle annesini ısırıp, üzerine giydiği kurt kostümüyle çılgınlar gibi koşarak evinden kaçar. O gün güneşin öleceğini, artık sevilmediğini ve dünya denen garip ilde ondan daha değerli şeyler olduğunu öğrenir. Ayrıca donmuş mısırdan nefret etmektedir. Koşar, koşar… Ta ki bir sandal bulana kadar. Macera her çocuğu çağıran bir büyüdür. Max bu büyünün eşiğinde denizler aşarak bir adaya varır. Bizi de davet ettiği çılgın şeylerin dünyasında sırf onlar onu yemesin diye bir yalan uydurur kendine. O gizli güçleri olan bir kraldır ve daha öncesinde onlardan çok daha büyük canavarları bile yok etmiştir. Bu garip kalabalık mutsuzluklarına bir çare bulmanın derdiyle Max’e sorarlar. Sen dünyanın tüm sırlarını bilen bir kralsın. Yani onların tüm dertlerine çözüm buluyordun öyle mi? Max başı önünde yalanını sürdürür. Evet der. Peki ya yalnızlığın diye sorar Carol? Yalnızdır, sevdiği tek kadın onu terk etmiştir öfkesine dayanamayarak. Devam eder tüm mutsuzlukları bizden uzak tutabilir misin? Cevap yine evettir. Ve macera böylece başlar. Yaralanan kocaman yaratıklar görür-

Page 78: Golge e-Dergi 37. Sayi

sünüz devamında. Aslında bizim gibi kaygıları olan aşkı bilen, terk edilmenin acısını iliklerine kadar hisseden. Hep birlikte uyumanın keyfine varan ve oyun oynamayı seven çılgın şeyler görürsünüz seyriniz devam ettikçe. Bak hepimizi mutlu edecek Judiht der biri ve Judiht aslında hepimizin içten içe hissettiği o cümleyi kurar mutluluk her zaman mutlu olmanın en iyi yolu değildir. Ormanlar, çöller ve denizin büyüsüyle, bir çocuğun kendini kanıtlama çabasıdır bu film. Samimi atmosferi ve çocukluğumuzdan kalma hep korktuğumuz ama merak etmekten asla vazgeçmediğimiz cana-varların eşliğinde akıp gider. Judiht, Ira, Alexandra, Carol, KW, Douglas… Onların eşliğinde hayal dünyalarımızın açılan kapılarından yeni bir masala bakıyor olacaksınız film boyunca. Filmin en sevdiğim repliklerinden biri de Carol ve kral Max’in çölden geçerken söyledikleri olmuştu seyrettiğimde. Carol güneşin öleceğini biliyor muydun? Carol güneşe bakar ve böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyler. Öyle bir şey olamaz der, endişelidir aslında. Sen kralsın, hem bana baksana ben kocamanım. Bizim gibi adamlar nasıl olur da bunun gibi küçücük bir şey için endişelenebilirler? Yönetmenliğini Spike Jonze’nin yaptığı 2009 Amerikan Alman ortak yapımı bir macera Whe-re The Wild Things Are. Maurice Sendak’ın aynı isimli romanından uyarlanmış. Senaryosunun yazı-mını Spike Jonze, Dave Eggers üstlenmiş. Filmin sıcacık müziklerini ise Carter Burwell ve Karen Or-zolek birlikte yapmışlar. Kralımız olan Max karakterin de ise küçük ise küçük oyuncu Max Records’u görüyoruz. Kurt kostümü giymiş küçük bir çocuğun gözlerinden yeniden sevgiyi. Aileyi ve yapıp yıkmanın nasıl bir duygu olduğunu anlıyoruz bu filmle. Üstüne üstlük hiç yargısız ve dış görünüşe önem vermeden… Seyretmeniz tavsiye edilir. Şu çılgın şeyleri bir de kendi gözlerinizle görebilme-niz için.

Melahat YILMAZ

Page 79: Golge e-Dergi 37. Sayi

KÜÇÜK KIRMIZI BALIK2 Nisan Bugün küçük, kırmızı bir balık aldım. Dışarı çıkarken böyle bir şey yoktu aklımda, o şirin

balıkçığı gördüğüm anda karar verdim. Karşı konulmaz bir istek uyanmıştı içimde. On birinci balığım oldu. Çok düşündüm ama ona layık bir isim bir türlü bulamadım.

Satıcı bile yeni balığımın cinsini bilmiyordu. Söylediğine göre yeni siparişlerin içinden çıkmıştı. Araya yanlışlıkla karışmış olmalıydı. Neyse, zaten cinsi kimin umurunda. Küçük kırmızı bir balık işte…

İçeriden yine gürültüler geliyor. Annemle babam kavga ediyor olmalı. Bazen onlardan nefret ediyorum.

4 Nisan Ağabeyim bugün beni dövdü. Oysa tek suçum odasına girip dergilerine bakmaktı. Anneme

söyledim beni dövdüğünü. Annem, “O büyüğün, döver de sever de,” dedi. Oysa benim kardeşim olsa hiç dövmezdim. İnşallah ağabeyimden büyük biri de onu döver.

Not: Akvaryumdaki balıklarımı saydım. İki tane eksik çıktı. Ne oldu anlayamadım.

7 NisanBugün okula yeni bir kız yazıldı. Adı S... Çok tatlı. Şimdiye kadar hiçbir kıza ilgi duymamıştım.

Yanına gidip onunla tanıştım. (Bunu yaptığıma hâlâ inanamıyorum.) Galiba o da benden hoşlandı. Kankam B…, “Senin nerenden hoşlanacak, salak!” dedi ama olsun, B… kızlardan ne anlar ki?

Page 80: Golge e-Dergi 37. Sayi

Not: Akvaryumda yalnız üç balık kalmış. Küçük kırmızı balıktan şüpheleniyorum. Çünkü onu aldığımda böyle büyük değildi. O günden bugüne üç dört kat büyümüş neredeyse.

9 NisanBugün hem çok mutluyum, hem çok mutsuzum.Çok mutluyum çünkü S…’ı sinemaya davet ettim. Kabul etti. Yarın değil, öbür gün okuldan

sonra buluşacağız. Onunla ne konuşacağım ki ben? Ya dilim tutulursa... Öf, kötü mü yaptım acaba onu davet etmekle?

Çok mutsuzum çünkü artık yalnızca bir balığım var. Ağabeyime sordum, balıklarıma o mu bir şey yaptı diye. Bana vurdu. Benim aptal balıklarımla ne işi olurmuş onun. Galiba dergilerini karıştırdım diye bana hâlâ kızgın ve benden intikam alıyor. Neyse ki küçük kırmızı balığım hâlâ duruyor. Bu kadar büyüdüğüne inanamıyorum. Cinsi böyle herhalde. Hızlı büyüyor. Ama daha nereye kadar büyüyebilir ki? Balık yemi de dayanmıyor artık. Ekmek falan de vereyim bari.

10 NisanS… randevuya gelmedi. Okulun çıkışında üç saat bekledim ama gelmedi. Ne oldu acaba?

Neyse yarın öğrenirim. Son derste hastalandı falan herhalde. Ama yine de kendimi çok kötü hissediyorum. Yemekte ağzıma bir lokma koymadım. Köftelerimi çaktırmadan akvaryumun içine attım. Küçük kırmızı balığım dört köfteyi de sildi süpürdü. Demek et de yiyor benim cici balığım. Annemler yattıktan sonra, dolaptan ona et vereceğim. Bakalım yiyecek mi? Ne güzel, aynı piranha gibi!

11 NisanKızlardan nefret ediyorum. Hepsinden nefret ediyorum. Özellikle S…’tan. Orospu ne olacak.

Hasta falan değilmiş. Bugün okulda onu basket takımının kaptanıyla gördüm. Yanına gittiğimde yüzüme bile bakmadı. M…’a sırıtıp duruyordu yalnızca. Ona mutlaka bir ders vermeliyim bir plan yapmalıyım.

Küçük kırmızı balığım dün gece verdiğim bütün etleri yemiş. Annem inşallah dolaptaki etlerin azaldığını fark etmez. Başka bir çare düşünmeliyim. Her geçen gün büyüyen balığımın, iştahı da büyüyor. Daha ne kadar büyüyecek acaba?

15 NisanBalığımdaki değişiklik inanılmaz boyutlarda. Böyle giderse akvaryum ona yetmeyecek. Her

şeyi yiyor. Hiçbir şeye hayır dediği yok. Çok eğlenceli. Dün ‘petshop’ta hamstırları seyrederken aklıma harika bir fikir geldi. Üç tane hamstır satın aldım hemen. Akşam onları canlı canlı akvaryumun içine attım. Ne manzaraydı. Jaws’ı seyreder gibi oldum valla. Göz açıp kapayıncaya kadar üçünü de mideye indirdi balığım. Sanırım geçen gün ona sapanla avladığım kuşlardan daha çok sevdi hamstırları. Yarın da bir güvercin getireceğim sevgili balığıma.

Bu arada S…’la ilgili intikam planım hazır. Okulda harika bir balığım olduğunu bütün gevezelere anlatıyorum. Şöyle güzel, şöyle akıllı falan diye abartıyorum biraz tabii. (Bir de neler yediğini bilseler!) Eninde sonunda S…’ın kulağına gidecek bu anlattıklarım. Dayanamayıp yanıma gelecek, bana yılışıklık yapacak. Ne de olsa balığım sayesinde artık popüler biri sayılırım. İsterse bir gün gelip balığımı görebileceğini söyleyeceğim ona. Ve elini suya sokmasın sağlayacağım bir bahaneyle. Epey yanacak canı. Beni aldatmak ne demekmiş öğrenecek.

Page 81: Golge e-Dergi 37. Sayi

16 NisanGüvercinden son anda vazgeçtim. Güvercinden daha kolay ve eğlenceli yiyecekler var.

Şansıma mahallenin kedilerinden biri on-on beş gün önce apartman boşluğuna doğurdu. Yavrulardan birini aldım. Balığımın çok hoşuna gitti bu ziyafet.

18 NisanS… bugün yanıma geldi. Nasıl olduğumu falan sordu bana. Herkes şu meşhur balığımdan

söz ediyormuş. Onu yarın okuldan sonra bize gelebileceğini söyledim. Çok sevindi. Apartman boşluğundaki yavrulardan geriye kalan ikisini, hatta annesini de balığıma

yedirmeye karar verdim. Anneleri beni biraz zorlayabilir ama olsun, balığım için her şeyi yaparım ben. Operasyon bu gece olacak.

21 NisanBaşım fena halde dertte. Polis her yerde S…’ı arıyor. Bana bir sürü soru sordular. Ağzımdan

bir şey kaçırmadım. Onlara, S…’ın balığımı görmek için bize geldiğini, sonra evine döndüğünü söyledim. Bize geldiğini saklamadım, geleceğini birilerine söylemiş olabilirdi çünkü. Kızlar çenelerini hiç tutamazlar.

Page 82: Golge e-Dergi 37. Sayi

Olanlara hâlâ inanamıyorum. O gün S… geldi. Akvaryumun yanına gittik. Balığıma hayran oldu. Planladığım gibi ona, isterse balığımı dokunabileceğini söyledim. Başta biraz çekindi, oldukça büyüktü ne de olsa benim küçük kırmızı balığım. Okuldaki kızlara hava atma arzusu korkusundan daha baskın çıktı. Elini suya soktu. Yalnızca biraz canı acıyacak sanıyordum. En kötüsü bir parmağını kaybeder diyordum.

Önce hiçbir şey olmadı. Sonra birden göğsüne kadar akvaryumun içine çekildi. Ayakları yerden kesildi. Gözlerimin önünde yavaş yavaş akvaryumun içine girdi. S..’tan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Balığım onu yemişti. Çok korkmuştum. Neyse ki delil falan kalmamıştı. Aslan balığım benim!

Artık bir problem yok. Polis suçu bir sapığa ya da tinerci çocuklara yükleyecek gibi geliyor bana. S…’a gelince... Aslında pek de kötü olmadı. Yaptığının karşılıksız kalacağını düşünmemişti herhalde.

23 NisanAğabeyimden nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Onun topunu bir daha

sokağa çıkarırsam kolumu kıracağını söyledi. Bunu söylerken kolumu öyle bir kıvırıyordu ki, avaz avaz bağırıyordum acıdan. Bana ders olsunmuş. Ben ona gösteririm!

24 NisanBugün ağabeyimden de kurtuldum. Bizimkilere ağabeyimin arkadaşları ile tatile çıktığını

söyleyeceğim. Onun manyaklıklarına alışkın olduklarından umursayacaklarını zannetmiyorum. Annemle babam ağabeyime benzemediğim için ara sıra methederler beni.

Aslan balığım beni bütün dertlerimden teker teker kurtarıyor. Artık benim de ona bir iyilik yapmam gerekiyor. Onu küçük akvaryumundan kurtarıp, yeni bir yere yerleştirmem gerek. Aklıma şimdilik bir tek küvet geliyor. Ama bu işi annemle babama çaktırmadan nasıl yapacağım ki?

27 NisanSevimli küçük kırmızı balığımı küvete taşıdım. Banyonun kapısını kilitleyip, anahtarını sakladım.

Akşam anneme anahtarın kaybolduğunu söyleyeceğim. Banyoyu bir süre kullanmayıversinler. Balığımı onlar yattıktan sonra gizli gizli besleyebilirim. Mahallede bir sürü kedi köpek var nasıl olsa. Apartman komşularımızın küçük çocuklarını da yenilebilecekler listeme aldım.

29 NisanAnnem bugün çıldırdı. Babamı beceriksizlikle suçladı. Bir kapıyı açamamışmış. Utancından

eve misafir davet edemiyormuş. Babam bu akşam da anahtar bulunmazsa, kapıyı kıracağını söyledi de annem sakinleşti. Hemen bir şeyler düşünmem gerekiyordu. Babamın dikkatini başka yöne çekmek için annemden faydalanmaya karar verdim.

Banyonun kapısını sessizce açıp içeri girdim. Sonra anneme seslendim. Kapının açık olduğunu görünce çok sevindi. İçeri girdiğinde ona küvetin içinde bir şeyler olduğunu söyledim. Küvetten biraz uzaklaşıp onun yaklaşmasına izin verdim. Annem içine bakabilmek için küvetin kenarına iyice yaklaştığında arkasına geçip onu sertçe ittim. Balığım annemi yerken biraz içim burkulmadı desem yalan olur.

29 NisanBabam eve döndüğünde annemin evi terk ettiğini söyledim. Artık seninle yaşamaya

Page 83: Golge e-Dergi 37. Sayi

dayanamıyormuş, dedim ona. Babamın yüzünün aldığı şekli görmeliydiniz. Koltuğa çöktü kaldı öylece.

10 MayısAnnemin eşyalarını sattım. Acayip para yaptım. Okulu kırıp bütün gün bilgisayar salonlarına

takılacağım. Babam ruh gibi. Benim ne yaptığımla hiç ilgilenmiyor. 15 MayısBabam günlerdir ağzına lokma koymadı. İşe falan da gittiği yok. Her şeyi boşladı. Onun

bu hali beni çok üzüyor. Babamı da annemin yanına göndermeyi düşünüyorum. Ama bana kim bakacak o zaman.

20 MayısBabamın acılarına son verdim. Küveti onun için doldurduğumu, sıcak bir banyonun ona

iyi geleceğini söyledim önce. Yalnız bir sorun var dedim, “Banyonun ışığı nedense yanmıyor.” (Sandalyeye çıkıp ampulü gevşetmiştim.) Ama holün ışığıyla idare edebilirdi. Sorun olmayacağını söyledi. Hatta öylesi daha iyiymiş. Hemen üstünü çıkarıp, bornozunu giydi. Banyoya girdikten sonra yalnızca cılız bir çığlık duydum. Babam artık acı çekmediği için mutluyum.

22 MayısBugün amcamların yanına taşınıyorum. Keyfime diyecek yok. Çok mutluyum. Çünkü

amcamlar koca bir villada oturuyorlar. Üstelik villanın kendisi gibi kocaman bir de havuzu var. Küvet küçük geliyordu zaten. Küçük kırmızı balığım yeni yuvasını çok sevecek. Ege GÖRGÜN İllüstrasyon Yunus KOCATEPE http://yunuskocatepe.deviantart.com

Page 84: Golge e-Dergi 37. Sayi

PARAMPARÇA AŞKLAR KÖPEKLERAMORES PERROS

Sen ve planların… Babaannem ne derdi, biliyor musun? “Tanrı’yı güldürmek istiyorsanız, ona planlarınızı anlatın.”

Susana

İnsanlar iflah olmaz: Daima plan kurarlar, bozarlar. Kurarlar, bozarlar… Plan kurmak, Amores Perros’un genç ve toy annesi Susana’nın söylediği gibi gülünçtür belki, ama vicdansız olmak zorunda değildir: İşin içine nahoş eylemler girmedikçe tabii. Tıpkı Octavio’ya olduğu gibi: Tek istediği, güzeller güzeli Susana’yla beraber olabilmek. Hayatı, ona duyduğu aşkın etrafında dönüyor. Yegâne arzusu, Susana. Paraya duyduğu açlık da bu yüzden. Zenginlik hayalleri kuran, paraya araçtansa amaç olarak bakan biri değil: Ağabeyi Ramiro’dan farkı da bu. Ramiro, görünüşe göre pek de âşık olmadığı, sık sık hırpaladığı karısını da, sevimli bebeğini de ikinci plana atıyor: Kasiyerlikten pek para kazanamadığı için, hırsızlığa başvurup, market soyuyor. Pişman gibi de görünmüyor…

Octavio’nun nahoş eylemleri bu aşamada devreye giriyor. Sevdiceği Susana’yla beraber kaçabilmek için gereken parayı kazanabilmesi, tek bir yolla mümkün: Akıl almaz bir kuvvete sahip köpeğini dövüşlere sokmak…

Senarist Guillermo Arriaga, kalemini oynatırken, karakterlerini keskin ölçütlerle yargılamıyor: Art niyetini her hareketiyle ifşa eden Ramiro ve sırf kazanmak (‘oyunu’ kazanmak ya da ‘para’ kazanmak, fark etmiyor) uğruna onlarca köpeği paramparça eden Jaroco hariç hiç kimseye gaddar davranmıyor. Ne aşkı uğruna vicdanını hiçe sayan Octavio’yu yazarken ‘kör göze parmak’ mesajlar vermeye yelteniyor, ne de her şeye rağmen kocası Ramiro’yu sevmeye devam eden Susana’yı… O yalnızca, sebepleri ve sonuçları sade ama gerçekçi bir üslupla aktarıyor: Bir noktadan sonra, gerçekçi olanla sert olanı bir araya getiren de hayatın ta kendisi oluyor. Her şeyin her şeye rağmen mutlu sonla bittiği bir hikâye anlatmıyor bize: Hollywood’dan aşina olduğumuz pembe gözlükleri

Page 85: Golge e-Dergi 37. Sayi

paramparça ediyor ve yerlerine zift karası olanları koyuyor: Kötülerin kazandığı, iyilerin kaybettiği bir hikâye de değil bu: Kötü olanın kazandığı, arada kalanınsa kaybettiği bir hikâye: Aşk ve nefret arasında kalanın, kolay ve zor arasında kalanın, hayat ve ölüm arasında kalanın, merhamet ve cefa arasında kalanın… Hangisini seçerlerse seçsinler, ancak ve ancak geçici bir huzura kavuşabilen, vakti geldiğinde sonsuz sefaleti kucaklayan insanların…

Filmin ikinci hikâyesinin merkezindeki Valeria ise, inanmak istemediği ama buna mecbur kaldığı bir hakikatle yüzleşiyor: Güzellik, o parlak günlerinde zannettiği gibi mütemadi değil: Bir otomobil, kâbusu oluyor (paramparça bir köpeği peşlerindeki canilerden kurtarmaya çalışan iki genci barındıran bir otomobil – bu kadar ipucu kâfi) ve modellik kariyerini sona erdiriyor. Beraber yaşamaya başladıkları sevgilisi Daniel hariç sevgisini yönelttiği tek canlı olan köpeği Richie de salonun ortasındaki çukura düşüp günler boyu ortadan kaybolduğunda, tutunabileceği hiçbir dal kalmıyor. Gerçeklerle yüzleşmek istemiyor, tesadüflerin yüzüne çarptığı gerçeği kabullenmek istemiyor, aslında Valeria hiçbir şey istemiyor… Güzeller güzeli Valeria uğruna karısını ve çocuklarını terk eden Daniel için de azap günleri başlıyor. Bir şeylerin değerini bilmekle ilgili bir hikâye bu: Erken kararlar vermemek gerektiğiyle ilgili bir hikâye, yere göğe sığdırılamayan aşkın ne kadar kolay ve ne kadar çabuk sönüp gidebileceğiyle ilgili bir hikâye…

Düzgünce kotarıldığı hâlde, Valeria’nın (ve Daniel’in ve Richie’nin) hikâyesi, Amores Perros’un aksayan bacağı: Bazı izleyiciler filme olan bağlılıklarını ve dikkatlerini bu bölümde kaybedebiliyor. Üstelik Valeria ve Richie arasındaki ilişkinin, Octavio ve El Chivo’nun köpekleriyle kurdukları bağ kadar ilginç ve etkileyici olduğu söylenemez. Neyse ki çok geçmeden üçüncü hikâyeye adım atıyoruz ve bir gizem çözülüyor: Filmin başından beri rastladığımız, saçı sakalı birbirine karışmış, yaşlı adam. Karısı ve kızından oluşa güzel bir aile kurmuş öğretmenlik yapıyorken, inandıkları uğruna hepsini

Page 86: Golge e-Dergi 37. Sayi

feda eden, hapse giren, kızı tarafından öldü bilinen El Chivo… Hapisten çıktığında kiralık katillik yapacak kadar sefil bir duruma düşen ama hâlâ sahip olduğu olanca şefkati beslediği köpeklere yönelten El Chivo… Bir yerden sonra, inandıkları ve sevdikleri arasındaki dengeyi kurmakta ne kadar başarısız olduğu kafasına dank eden ve durumu düzeltmek için harekete geçecek cesareti dahi bulabilen El Chivo… İki otomobilin birbirine girdiği bir trafik kazasından çekip aldığı yaralı köpeği iyileştiren, besleyen, diğer köpeklerinin yanına koyan, ama eve döndüğünde tüyler ürpertici, kan kırmızısı bir manzaraya tanık olan El Chivo…

Birbiriyle kesişen hayatları Arriaga’nın hikâyeleştirip, Iñárritu’nun görselliğe dökmesine itirazı olanlar var: Bunun inandırıcılıktan uzak bir yöntem olduğuna, üstelik üç filmde hatta dört filmde birden (Amores Perros, 21 Grams, Babel, The Burning Plain) uygulanmasında yatan mübalağaya dikkati çekiyorlar. Hâlbuki durum hiç de öyle değil: Gerçek hayatta da insanların yolu -muhatapları ister bilinçsiz olsunlar, ister bilinçli- kesişiyor: Tek fark, bizim buna tanık olmamamız ve tanık olmadığımız için pek umursamamamız, hatta ‘yok saymamız’. Amores Perros’taki gibi bir trafik kazası yaşadığınızı varsayın: Tek zararlı çıkan siz mi olacaksınız? Bu kazanın yol açtığı hikâyeler sadece sizin hakkınızda mı olacak? Kesinlikle hayır. Üstelik hayatların kesişmesine yol açan tek şey trafik kazası olmak zorunda değil: Aynı insana duyulan aşk, aynı insana beslenen nefret veya intikam arzusu, birbirine eş ya da birbirine zıt çıkarlar. Ve daha pek çok şey…

Yönetmen Alejandro González Iñárritu, hareketli kamerası ve seçtiği renk tonlarıyla, eğlenceli olmadığı hâlde göz kamaştırabilen, kusursuza yakın bir illüzyon sunuyor izleyiciye. Dilediklerinizi değil, olması gerekeni sunan, yine de sizi doyurabilen bir üslup belliyor.

Oyunculuklardan söz edersek, üstüne basa basa vurgulamak gereken iki isim mevcut: Amores Perros’tan sonra, Eternal Sunshine of the Spotless Mind’in ayak izlerini takip eden Michel Gondry yapıtı La science des rêves’te ve Alfonso Cuarón’un gençliğe alışılmadık bir bakış atan Y tu

Page 87: Golge e-Dergi 37. Sayi

mamá también’inde de izlediğimiz Gael García Bernal, sempatik görünümünü bahane edip rolünü karikatürize etme fırsatı olduğu hâlde bundan kaçınıyor ve emek isteyen ama Octavio’ya son derece yakışan bir performans sergiliyor. Tıpkı Bernal gibi Y tu mamá también’de ve bunun yanı sıra Pierce Brosnan’lı James Bond filmlerinden biri olan Die Another Day’de izlediğimiz Emilio Echevarría ise, senaryonun kilit karakteri El Chivo’ya, ketum vücut dilini dengeleyen, hüzün ve mizahın iç içe geçtiği bir yorum getiriyor.

Iñárritu da bu iki ismin en dişe dokunur performansları gösterdiğini fark etmiş olacak, pek çok yönetmenin yaptığı vefasızlığı (bir yönetmen olarak dikkate alınmalarını sağlayan ilk filmlerindeki oyuncularla bir daha hiç çalışmamak) yapmadı ve üçüncü filmi Babel’de onlara rol verdi. Üstelik Amores Perros’ta Octavio’nun annesi olarak izlediğimiz Adriana Barraza, Babel’de gene Gael Garcia Bernal’in yani Santiago’nun teyzesi, çocuk bakıcısı Amelia’yı canlandırdı.

Uzun lafın kısası Amores Perros, istemeseler de hayatta ışığa değil yalnızca karanlığa tanık olan, bunun değişmesi ve ışığın galip gelmesi umudunu taşıyan, ayrıca mutluluğun sanatsal bir değer taşımadığını, sefaletin edebiyata olduğu kadar sinemaya da katbekat elverişli olduğunun farkında olan, gerçekleri görmezden gelmeyen ve sanatlarını icra ederken özensiz davranmayı kendilerine yediremeyen iki insanın, senarist Guillermo Arriaga’nın ve yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun bir araya gelip bize sunduğu şahane bir film.

Ozancan DEMİRIŞIK

Page 88: Golge e-Dergi 37. Sayi

KIZIL ELMASII. BÖLÜM

Igrisil’in katılmasıyla savaş insan grubun tarafına dönmüştü. Vendril ve Uvonak kamunlarla uğraşırken kara pelerinli yabancıyı fark etmemişlerdi. Igrisil yaratıklarla dövüşürken bir yandan da aklındaki asıl planını uygulamaya çalışıyordu. Radanov’un bir gözünün üzerinde olduğunu biliyordu. Önce o gözü kapatması gerekiyordu. Yavaşça ona yaklaşmalıydı. Tamamen doğal bir şekilde, zorunluluktan doğmuş gibi. Bunu yapmanın yolunu biliyordu.

Kamun’un saldırılarından sürekli kaçınarak sola, genç savaşçıya iyice yaklaştı Radanov bir gariplik olduğunu, az önce kendisini kurtarıp iki yaratığı haklayan bu adamın sıradan darbelere karşı zorlanmasının tuhaflığını fark etmişti ama karşısındaki kamunun saldırısına kalkanını kaldırmakla meşgulken bunu yeterince düşünemiyordu.

Igrisil, oldukça basit savurma darbesine karşı gereğinden fazla sıçrayıp Radanov’un arkasına geçti. Göz açıp kapayıncaya dek hançerinin kabzasını savaşçının ensesine indirdi. Radanov hafif bir inlemeyle bayıldı.

Igrisil kamunların bir anlık şaşkınlığından faydalanıp iki yaratığın arasından takla attı, ayağa kalkıp Vendril’e doğru hızla koşmaya başladı.

Çizmelerinin topuklarından çok parmak uçlarına basarak bir kedi kadar sessizce, savaşan kahverengi pelerinli figürün arkasına geldi. Vendril’in kemerine bağlı küçük kesenin ipini hançerinin bir hareketiyle kesti. Keseyi gömleğinin ceplerinden birine koydu ve hızla yerde yatan başka bir yaratığa doğru koştu. Elması çalınan savaşçının hiçbir şeyden haberi yoktu.

Igrisil, barbarın öldürdüğü başsız cesedin yanına gidip çömeldi, silahıyla gömleğin göğüs kısmını yırttı. Küçük bir iç cep gördü ve elini daldırıp çıkardığında aradığı ikinci nesnenin, yani gökyüzü mavisinde titrek bir ışık yayan yüzüğü bulmuş olduğunu gördü.

İşi bitmişti.Savrulan kara peleriniyle kendisine saldırmaya yeltenen bir yaratıktan sıyrıldı ve hızla

arbededen uzaklaştı. Gerisin geriye koşup ara sokaktan çıktı ve Yuvarisien’in karanlık caddelerinde kayboldu.

Radanov kendine geldiğine dövüş bitmişti. Başında şiddetli bir ağrı vardı. İki insanı bulanık halde seçebildi.

“Sonunda,” dedi Uvonak. “Rad, bunu kim yaptı? Hiçbir yaratığın senden hoşlanıp da baygın bırakacağını sanmam,” dedi Vendril.

Uvonak öfkeyle hırladı. “Bunu kim yaptıysa dokuz cehenneme kadar yolu var. Asıl sorunumuz şu, elmas nerede? Ayrıca onu alan kimse yaratığın boynundan yüzüğü de almış. Kim? Kim?”

Radanov’un başında şimşekler çaktı. Gözleri büyüdü. Doğruldu, şaşkın bir halde bakarken ağzından tek bir sözcük çıktı: “Hain…” * * *

Tüm gücüyle koşuyordu. “Gün doğmadan bana ulaş,” demişti Kızıl Göz. Büyücüyü kızdırmak hiç doğru bir davranış olmazdı. Bitmez tükenmez hırsıyla gözlerine bakmıştı Igrisil’in. Elmas ve yüzük, ikisini de ele geçirince elde edeceği güç rakibi Koris’i yenmesine yetip de artacaktı bile. Hükümdar ailesinden gelen iki büyücü, kralın ölümüyle boş kalan tahta geçebilmek için birbirleriyle güç mücadelesine girmişlerdi. Henüz açıktan açığa savaşmamışlardı. İkisi de diğerini yeneceğinden

Page 89: Golge e-Dergi 37. Sayi

emin olacak kadar güç toplamamıştı.Koris, kanalizasyonlarda yaşayan kamunların bir şekilde büyü gücü olan bir elması ele

geçirdiğini casuslarıyla öğrenmişti. Bu taşın kendi yüzüğünden bile kuvvetli olduğunu anlayınca kamunlara yüzük karşılığında elması teklif etmişti. O yaratıklar büyünün gücü hakkında pek bir şey bilmezdi. Zorbalıkla almayı hiç düşünmemişti bile. Kamunlar sayıca şehre denkti. Onlarla şimdi girişilecek bir mücadele rakibine karşı güç kaybına yol açardı. Buna göz yumamazdı. Barbar ve ekibini bunun için görevlendirmişti. Üç özel adamı... Fazla insan dikkat çekerdi, Kızıl Göz’ün kulağına bir şeyler gitmesini istemiyordu. Oysa bunun için artık çok geçti.

Kızıl Göz’ün adamı Igrisil, bu iş için tam aradığı insandı. İkisini de ele geçirmişti. Ama yaptığı işten en küçük bir haz duymuyordu. İhanetten nefret ederdi ama az önce tam da bunu yapmıştı. Hepsi büyücünün verdiği söz içindi.

“Bana o iki güçlü nesneyi getir ben de seni özgürlüğüne kavuşturayım. İstediğin şehre gidersin. Keseni yaşayacak kadar altınla da doldururum. Benim için yeterince iş yaptın. Bunu hak ettin, ama son bir görev kaldı. Son Igrisil, ardından özgürsün.”

Ajan için kabul etmemek aptallık olurdu.Hayallerinin gerçekleşmesine bu kötü, karanlık, kokuşmuş şehirden kurtulmasına az kalmıştı.

Orada birkaç yüz metre ötede büyücünün karargâhı duruyordu. Nöbetçiler kendisini tanıyıp hemen yol verdi. Merdivenleri koşarak çıktı. Büyücünün karşısına

çıktı.Sakallı ve kızıl cüppeli, kanca burunlu, uzun ve ağrımaya başlamış saçları olan büyücü onu

görünce hızla koltuğundan doğruldu. “Getirdin mi?” Igrisil cevap olarak iki büyülü nesneyi de verdi. Büyücünün gözleri kısıldı, yavaşça gülümsedi sonra kahkahasını salıverdi.“İyi iş Igrisil. Sana güvenebileceğimi biliyordum.”“Peki ya özgür-”Büyücü elini kaldırıp sözünü kesti.“Sabır, Igrisil, sabır. Yakında o çok istediğin özgürlüğüne kavuşacaksın ama bunun için

yarını beklemen gerekiyor, benim özel ajanım, yarını. Koris canını bağışlamam için yalvarırken, düşmanlarım değersiz yürekleri için korkuyla titrerken, Yuvarisien’de herkes beni fısıldayacak. Kızıl Göz!”

* * *

Gün henüz doğmamış, alacakaranlık yeni yeni, diyarların üstünden çekilmeye başlamıştı. Koris’in karargâhında gerginlik her kalp atımında yükseliyordu. Büyücü, Kızıl Göz’ün üstüne yürüdüğünü öğrenmişti. Nedenini biliyordu. Üç adamının dün geceki başarısızlığı, aralarına katılıp onlara ihanet eden esrarengiz yabancının varlığıyla birleşince her şeyi açıklıyordu.

Koris bugünden sonra ya tahta çıkacağını ya da ruhunun bedeninden ayrılacağını biliyordu. Bu dövüş için hazırdı.

Çok geçmeden muhafızlarının çığlıkları sessizliğini bozunca koltuğundan ayağa kalktı. Birkaç çatırtı ve alev harlamasına benzer bir ses geldi. Koris odasının kapısının dışında büyünün havadaki titreşimlerini hissetti. Auranın değişiminden Kızıl Göz’ün muhafızlara ateş enerjisi yolladığını anlayabiliyordu. Yanan ve kül olan cesetlerin görüntüsü gözünün önüne geldi. Yarım dakika sonra kapısı telekineziyle zorlandığında, konsantre oldu, ellerini önünde birleştirip aşağı ve yukarı doğru

Page 90: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 91: Golge e-Dergi 37. Sayi

açtı. Bir büyü kalkanı küresi kendini tamamen sardı. Bu kalkandan herhangi bir nesne veya bir insan içeri girebilirdi fakat büyü geçemezdi.

Kapının kilidi parçalanıp açıldı ve Kızıl Göz içeri girdi. Etrafında kendi büyü kalkanı vardı. “Sonunda geldin,” dedi Koris sakin bir tavırla.“Evet, Koris. Sana güçlünün kim olduğunu öğretmek için.”Kızıl Göz ellerini hızla yukarı çekip aşağı indirdi ve avuçları açık şekilde ileri uzattı. Ardından

büyü sözlerini haykırdı. “İncarix!” “ Scuana!” “Rovalin!” ardı ardına ateş dalgaları, yaşam emici ışınlar ve çatallanan bir yıldırım Kızıl Göz’ün ellerinden Koris’e fırladı. Büyücü olanca gücüyle kaçınmaya çalıştı. Hepsine karşı kalkanına güvenemezdi. Kaçamadığı birkaç ışın ve yıldırım kalkanını fazlasıyla zayıflatmıştı bile. Saldırı sırası Koris’teydi. Ellerinin dairesel hareketleriyle birlikte “Havuan ksalen renu!” diye haykırdı. Çatırdayan tavandan büyük bir kiriş kopup Kızıl Göz’ün üzerine düştü. Büyücü ellerini yukarı kaldırıp kirişi kalkanından bir kaç santim yukarıda durdurdu. Kollarını ileri savurmasıyla kiriş bir ölüm oku gibi Koris’e fırladı. Büyücü de kendi telekinezi büyüsüyle durdurunca iki güç birbiriyle kafa kafaya çarpıştı ve kiriş havada asılı kaldı. İki büyücünün gücü de birbirine denk duruyordu. Güç savaşının şiddeti odanın içinde büyücülerin algılayacağı titreşimlere neden oluyordu.

Kızıl Göz’ün çılgınca kahkaha atmaya başlaması Koris’in dikkatini bozmuştu. Hasmına dikkatle baktı. Büyücünün gözleri kuvvetli bir kızıllıkla parlıyor, yüzüğü ve kolyesi ışıldıyordu. Ani bir güç patlaması Koris’in iradesini yenmeye yetti ve büyücüyü duvara fırlattı. Koris’in gördüğü son şey hayatını sonlandıracak olan kirişti.

* * *

Soğuk, karlı bir vadide hızlı adımlarla uzaklaşıyordu şehirden, eski hayatından ve karanlıklardan. Özgürlüğünün, yeni yaşamının ilk adımlarıydı attığı. Igrisil, uzun zaman sonra gülümsüyordu. Yeni, medeni ve adaletin hüküm sürdüğü şehirlere giden yol Igrisil’i bekliyordu.

Can ÇELİKEL

İllüstrasyonGülhan SEVİNÇ

Page 92: Golge e-Dergi 37. Sayi

H 499Miyaviye’ye

7 Temmuz Çarşamba – Özgürlük Parkı “Lisede numaram 499’du.”Salih Keskin, beyaz pamuklu elbise, beyaz çorap ve beyaz ayakkabılar giymiş kumral kıza

bezgince baktı. On üç, on dört yaşında falan olmalıydı. Onlardan biriydi yine. Neyse ki, bugün 7 Temmuz’du. Yarın bütün bunlar mazide kalacaktı inşallah.

“499 dedim.”“Anladım.”“Bana kızgın değilsin umarım.”Salih önce az ileride spor yapan orta yaşlı kimselere baktı. Sonra bakışlarını yeniden beyazlı

kıza çevirdi. Simsiyah gözlü, elma memeli, hoş bir kızdı. Daha sabahın 10.32’siydi. Kız, sabahın üçüncü sırnaşığıydı. İlki altıyı birkaç dakika geçe uykusunun en tatlı yerindeyken gelmişti. İkinci de abisiyle kahvaltı ederken. Evde kalsa durumu belli ederdi. O nedenle sık sık bu parka gelir olmuştu. Burada tenha bir yerde oturup kediler ve kargalarla konuşması göze batmamaktaydı.

“Değilim. Benim numaram başka.”Kız şaşırmıştı. “499 değil misin yani?”Salih içini çekti ve “Öyleyim de. Sınıf numaram değil. İş başka.”Kız meraklı bir yüz ifadesiyle gelip yanına oturdu. Salih hafif ter ve ten kokusunu almaktaydı.

Saçlarını yeşil sabunla yıkamıştı. Anneannesi de öyle yapardı.“Nasıl yani?”Orta uzunluktaki saçları pırıl pırıldı. Teni ve kiraz dudaklarının kırmızı rengi sıhhat ışıyordu.

Kız normalde Salih’in çok beğendiği tiplerdendi. Bu şekilde karşılaşmaları yazıktı. “Adın ne senin?” “Ayla. 14 yaşındayım. Sen?”“Yaşıtız.” Salih kızın uzattığı elini istemeden sıktı. Biraz nemli, serin bir teni vardı. Şimdi iş çığırından

çıkacaktı. Kızın gözleri birden irileşti. Önce kaba etlerini ondan uzaklaştırdı. Sonra ayağa kalktı. “Sen...”“Benim 499’um seninkinden farklı.”“Aman Tanrım, inanılmaz bir şey. İlk kez başıma geliyor.”“Benim de. 14 Mayıs’tan bu yana daha doğrusu.”Salih’in çok sakince ve bu tür şeylere alışkın bir şekilde konuşması kızı etkilemişti, ama yüzü

allak bullaktı hâlâ. “Baştan biliyor muydun yani?”Salih başını salladı ve avucuyla bankın üstüne vurdu. Rahatlığı, onu olduğu gibi kabul etmesi

kızı gevşetmişti, ama hâlâ vahşi bir ceylan gibi tetikte duruyordu. “Ne olmuş sana böyle?”Her şey iki ay önce SBS sınavlarına hazırlanırken başlamıştı. Evde özel ders alıyor, buna ek

olarak da yakınlardaki bir etüde gidiyordu. Robert Kolej için 500 üzerinden en az 498 puan almak gerekmekteydi. İşi zordu yani. Ailece bu konular ele alınırken Nafize teyzesi hipnozla puan telkini yapıyorlar muhabbetini açmıştı. Bu gerçekti. Kendisi bile bunu yaptıran iki, üç kişi tanıyordu. Baştan beri muhalefet etmesi bir işe yaramamıştı. 497’yi geçebilmesi için bu tür bir takviye almasında karar kılınmıştı. Tanıdık çevrelerinin önerdiği bir profesöre gidilmiş ve ilk hipnoz seansı 14 Mayıs Cuma

Page 93: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 94: Golge e-Dergi 37. Sayi

günü 14.00’de yapılmıştı. Başta doktor olmak üzere herkes çok iyi gitti diye kutlamıştı kendisini. Adam ona kadar sayacağım demişti. Sona gelmeden Salih ipi koparmıştı. Sonra gözlerini tekrar muayenehaneye açtığında aradan on sekiz dakika geçmişti sadece. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Yapılan işlem de basitti zaten. ‘Sen bu yıl SBS sınavlarında 499 puan alabilirsin.’ Telkin bundan ibaretti. Seans sonrası kutlama niyetine pastaneye gidilmişti. O gece bu kız türü kimselerin ilkiyle karşılaşmıştı. Gece yarısı ikide… Yatak odasına gelen yaşıtı bir kızdı. Üzerinde uzun bir tişört ve siyah pantolon vardı. Ayla gibi çok sıhhatli ve gerçek gibi görünmekteydi. Uzun siyah saçlı, ince yapılıydı. Adı Safinaz’dı. Halası eczacıydı. Kız 4,99 gram saf morfinle intihar etmişti. Üç ay önce. Annesinin ve ablasının anlayışsızlığını protesto etmek için. Salih sonradan çok düşünmüştü. Kızın gerçek halini kavradığında neden ortalığı ayağa kaldırmamıştı? Kaç kez aklından geçirmesine rağmen Hipnoz–499 model ziyaretçilerinden kimseye söz etmemişti. Evde başkaları varken yapılan ziyaretlerde yüzünü bozmamayı çok çabuk öğrenmişti. Birkaç kez kendi kendine konuşurken yakalanmıştı haliyle. Bunu çok ders çalışmanın verdiği strese yorarak anlayışla karşılamışlardı.

Ayla anlattıklarını dinleyince üzerindeki yabansı çekimserlik yok oldu. Gelip tekrar banka oturdu. Bu defa ilki kadar yakınına sokulmamıştı yalnız.

“Niye 500 değil?”“İlk akla gelen telkinin 500 puan için yapılmasıydı, ama anneannem aşırı mükemmellik engel

çıkarır, dedi. Uğursuzluk çekmesin diye 499 yaptılar.”“Öyle olmasa karşılaşamayacaktık.”“Safinaz da öyle dedi.”Ayla’nın yüzündeki belli belirsiz kıskançlık izlerini fark etmek hoştu.“Hipnoz seni bize açtı yani?”“Öyle.”“Peki, niye ben senin hayatta denen durumda olduğunu hemen fark edemedim?”“Bunu diğerleriyle de konuştuk,” dedi Salih. “Sanırım hipnoz beni sizlere has bölgeye açarken

aradaki farkı bir şekilde hissedilmez hale getirdi. Safi... Diğerleri de aynı fikirde. Bize yatkınsın diyorlardı.”

“Şu ana kadar böyle kaç kişiyi tanıdın?”Salih düşündü. “15–20 kişi falan,” dedi. “Bazen bütün gün kimse gelmez. Bazen de gün boyunca

dört beş ziyaretçim olur. İyi ki okullar kapalı. Sınıfta yanıma gelseler ne yapardım bilmiyorum. Bazı kimseleri tek bir kez gördüm. Bir amca vardı. Piyango biletine 50.000 lira çıkmış. Son üç numarası 499’muş. Kayınbiraderi bileti ele geçirmek için onu öldürmüş. Adını unuttum şimdi. O adamı tek bir kez gördüm mesela. Safinaz bir ara haftada üç dört defa gelirdi. İki haftadır ortalarda yok. Dün ortalık sakindi. Kimse yoktu. Bazen öyle oluyor. Bugün arife diye başım kalabalık. Sen üçüncüsün. Daha öğlen olmadı.”

“Neden arife?” “Yarın SBS sonuçları açıklanacak. Puanlar belli olacak. Cevap anahtarı önceden yayınlanmıştı.

Oradan da biliyorum, neredeyse eminim 450 puanı geçemeyeceğim. Eve hiç bozuntuya vermedim haliyle. Böylece hipnozun amacı hiçleşecek ve 499’larla ilişkim sona erecek.”

“Bunu çok mu istiyorsun?”Salih ölü olup da bir şekilde ziyaretine gelebilen, fiziki olarak dokunulabilen, ama onunkinden

başka gözlere kapalı olan varlıklardan baştaki kadar korkmuyordu. Alışmıştı hızla. Bazıları kızdı ve yaşıtıydı ayrıca. Bu yakınlarda çeşitli nedenlerden ölmüşlerdi. Bu hayat dolu insanların genç yaşta ölüp gitmiş olmaları çok yazıktı. Üzülüyordu. Onlara bağlanıyordu. Bu empati gücünü artırıyordu. Kendi kız kardeşi ölmüş gibi yeise kapılıyordu. Bir yanı bu âlemle temasta kalmayı istiyordu, ama normal bir hayat sürebilmesi için onlardan tamamen kopmasının şart olduğunu düşünüyordu. Yaz

Page 95: Golge e-Dergi 37. Sayi

tatili gibi uçucu bir serüven kalacaktı arkada. Saatler kalmıştı.“Evet. Bir şey daha var. Benim adım Salih Barış Saruhan. SBS yani. SBS gelecek yıla değişiyor.

OKS olacakmış galiba. Benle bu yönden de ilintisi bitecek.”Kız sağ eline aralarında otuz santimlik mesafenin ortasına koyunca Salih son gün nasıl olsa

diye düşünerek elini kızınkinin üstüne koydu. Serin ve nemli ten kızın ölü olabileceğiyle ilgili tek bir sinyal vermemekteydi. Salih ziyaretçilerinin genç yaşta ölmüş numarası yapan cinler olabileceğini de düşünmüştü. Anneannesi cinlerle ilgili neler anlatmazdı ki. Yemeklerin tadını değiştiriyor, bazı eşyaları yerinden oynatıyor, sevdikleri insanlarla evleniyor ve hatta çocuk bile doğuruyorlardı. Bu âlemi tanımaktan bir şekilde memnundu. Yaşamı sıradan denen kanaldan sapmıştı. Bu âlem eğlenceliydi, ilginçti. Kimseler inanmayacak da olsa anlatacak olağanüstü anıları vardı. Kendine güveni bile artmıştı. Olgunlaşmıştı bu son bir ay içinde. Hipnozun esas hedefini ıskalasa da aslında büyük piyangoyu tutturduğunu düşünmekteydi. Ayrıcalıklı olmanın zevki başkaydı, ama eski halini de özlüyordu zaman zaman.

“Seni çok sevdim Salih. Keşke...” Gözleri karşılaşınca kız gülümsedi.Salih de kızdan çok hoşlanmıştı, ama yarını iple çekmekteydi. Dananın kuyruğu kopunca

evdeki gerilimli bekleyiş bitecek ve bu gizli âleme açılan kapı örtülecekti. Çok düşünmüştü. 450 puanın bile altında kalacağından adı kadar emindi.

Kız onun sessiz kalması üzerine içini çekti ve elini alttan usulca kaydırarak yerinden doğruldu. Bir şey demeden Mustafa Mazhar Bey Caddesi tarafına doğru birkaç adım attı. Durakladı ve üzüntülü bir şekilde el sallayarak yoluna devam etti. Kızın yürüyüşünü izleyen Salih yerinden fırlayıp arkasından gitmemek için kendini güç tuttu. Normal hayatına dönmesine saatler kalmıştı. Bunu her şeyden çok istediğine inanmıyordu eskisi kadar. Ağzı bu lafları ediyor, ama yüreği durumu tasdikleşmiyordu pek. 14 Mayıs hipnozu zihninin yepyeni bir bölgesini keşfetmesine vesile olmuştu. Kız ağaçların ardında kaybolunca az ilerisinde duran iki kargaya baktı. Acaba hayvanlar arasında da bu tür varlıklar var mıydı?

* * *

8 Temmuz Perşembe – Özgürlük Parkı Salih dün bu saatlerde oturduğu banka kurulmuştu. Yanına okumak için bir çizgi roman

almışsa da henüz tek bir sayfasına bile dokunmamıştı. 446 puanlık sonuç evde ağdalı bir şok yaratmıştı. Özel ders, etüt ve hipnoz bir işe yaramamıştı. Çok açıkça söylenmiyordu tabii, ama bu hezimet sahip olduğu mutena imkânları değerlendirememiş olan Salih’in sicil defterine kara harflerle yazılmıştı. Okulun yanı sıra özel ders almaktan, etüde gidip saatler harcamaktan ne denli sıkıldığını düşündü. Hipnozla ona bu bunaltıcı ortamı değiştirecek bir şey sunmuşlardı. O da bitmişti şimdi. Alışacaklardı. Hep beraber. Birkaç gün sonra normal hayat iyice otururdu rayına.

Annesi yaşında bir kadın elinde bir torba arkasında on kadar kedi az ilerisinden geçmekteydi. Saçları boyama sarışın olan bu kadını tanıyordu. Parkta ardında kediler biraz gezer sonra hayvanları beslerdi. Kediler velinimetlerini çok iyi tanımaktaydılar. Daha görür görmez üzerine koşuyor ve bir daha da yanından ayrılmıyorlardı.

Bugün hava ağaçların altında bile çok sıcaktı. Salih gerinerek etrafına baktı. Spor alanında yaşlıca bir adam vardı sadece. Sarı plastik bir aparata oturmuş iki koluyla demir çubuğu aşağıya doğru çekiyordu. Beyaz kısa saçlı, kocaman göbekli bir adamdı. İki defa çekiyor, uzun uzun etrafı seyrettikten sonra iki defa daha çekiyordu. Sıcaktan hiç idman yapacak hali yoktu besbelli.

Salih’in canı içecek bir şey çekmişti. Sol arkasında duran büfeye gitmeyi düşünürken yerinde çakılıverdi. Tam karşısından Ayla geliyordu. Üzerinde sarı kısa bir etek ve uçuk yeşil bir tişört vardı.

Page 96: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 97: Golge e-Dergi 37. Sayi

Ayakkabıları dünkü gibi beyazdı. Ayakları çorapsızdı. Çok güzeldi. Yüzü gülüyordu. “Merhaba, çok sıcak di mi?”“Ama sen…”Kız yanına oturdu. Bu defa kolu değecek kadar yakındı. Parlak kumral saçları yine yeşil sabun

kokuyordu. “Beni beklemiyordun değil mi? Ben de öyle. İçimden bir hisle buraya gelince... Baktım ki, ordasın. 499 puan tutturdun demek?”

“Hayır. 446’da kaldım. Annem babam çok üzüldüler.”“O halde...”“Sana açılan hat hâlâ açık.”“Sevinmedin mi beni gördüğüne?”Salih sevinmişti kızı gördüğüne gerçekten. Başıyla olumladı. Dünden beri aklını yırtacak gibi

geren soruyu sorma zamanı gelmişti. “Sen nasıl öldün Ayla?” “Araba kazasında. İstanbul’dan babamın arabasıyla Bursa’ya gidiyorduk. Babam hatalı bir

şekilde öndeki arabayı solladı. Sonra her şey olup bitiverdi. Bir hafta önce sabah on civarı falandı. Benden iki yaş küçük kız kardeşim ve annem de benim gibi olay anında öldü. Onları kazadan sonra bir daha hiç görmedim. Kim bilir ne yapıyorlardır şimdi. Babam sağ. Gitmem hiç yanına. Küsüm ona. ”

Salih’in dedesi kendi yaptığı radyolarla övünürdü. Osilatör, alıcı, verici, frekans, iyonosfer kelimelerini bebekliğinden beri duyardı. Hipnozun beynine yaptığı şeyin 499 FM gibi bir şey olduğunu sanmıştı önce. Frekans değişince etki kendini iptal edecekti. Şimdi beyninin sonsuza dek kanal 499’a kurulduğunu anlıyordu.

Kız düşüncelerini okumuştu sanki. “Aynı okula gideceğiz,” dedi. “Aynı sıralarda oturacağız. Beraber ders çalışacağız, gezeceğiz, tozacağız. Beraber büyüceğiz kısacası.”

Salih tevekkülle başını salladı. Kız sağ eliyle delikanlının hemen yakınındaki sol elini tuttu. Serin ve nemli yüzeyler. Canlı birine ait ten algısı Salih’i sarstı yeniden.

“Bu gece istersen sana taşınırım. Bir bavulla. Çok eşyam yok zaten.” Salih elinde olmadan sırıttı. “Tamam.” Annesi ilk hipnoz seansından çıktığında ‘Artık yeni

hayatın başlıyor,’ demişti. Kadın haklı çıkmıştı. Daha 14,5 yaşındaydı. Bu geceden itibaren çok hoşuna giden bir kızla birlikte yaşamaya başlayacaktı. İşin en güzel tarafı bunun için izin almasına gerek yoktu. Özel dersler ve kurslarla aylarca bunaldıktan sonra yeterli puan tutturamayan SBSzedeler arasındaki en şanslı kimse oydu mutlaka. Teselli mükâfatı muhteşemdi.

Salih ani bir kararla ayağa kalktı. Kızın elini bırakmadığı için o da doğrulmuştu. “Şimdi gidelim bize. Önce senin bavulunu alırız,” dedi.

Kız mutlulukla gülümsedi ve elini sıktı. “Bavulum hemen şuracıkta. Kapıdan çıkınca telefon kulübesi var ya. Onun arkasına koydum.”

Parkın evlerine yakın olan giriş kapısından çıkarlarken parka ait olan kulağı işaretli iri beyaz köpek Ayla’ya bakıp dostça kıykıyladı. Salih, bir ay öncesine kadar böyle bir yeni hayatı hayal bile edemezdim, diye düşünmekteydi. Karnındaki kelebekleri hissetmeye başlamıştı.

Sadık YEMNİ

İllüstrasyonMehmet SEVİNÇ

http://mehmetsevinc.deviantart.com

Page 98: Golge e-Dergi 37. Sayi

THE LITTLE SHOP OF HORRORSHer şey B sinemanın babalarından Roger

Corman’ın 2 günde bir film çeksek nasıl olur demesi ile başladı. 1960 tarihli The Little Shop of Horrors 30.000 USD’lik bütçesi ile kara komedi/korku filmi olarak sinema tarihine kült kategorisinden giriş yaptı.

Jonathan Haze, Jackie Joseph, Mel Welles ve Dick Miller gibi Corman oyuncularının yanında küçük ama etkili bir rolde sahneye çıkan Jack Nicholson gibi bir starın da doğuşunu müjdeledi.

Aslında konusu itibari ile bir uzaylı istilasını anlatan film bütçe kısıtları nedeni ile minimalist bir set ortamında çekilmiş, hatta başka filmler için kurulan setlerde izin almadan çekim yapılmış, genel olarak bütçenin büyük kısmı bitkinin yaratılışında kullanılmıştı. Bol bol kahkahaya neden olacak senaryosu ile de film o zamanın bilim kurgu sinemasına da eğlenceli bir bakış açısı sunmaktaydı.

Filmimizin hikâyesi Gravis Mushnick’in sahibi

olduğu ufak bir çiçekçi dükkânında geçer. Dükkânda güzeller güzeli Audrey ve hep bir kaybeden olmuş Seymour çalışmaktadır. Bir gün Seymour farklı türlerden kırma bir bitki yaratır. Sinekyiyen’e benzeyen bu bitki su, güneş gibi normal gıdalara cevap vermez. Audrey’e olan aşkından, bitkiye Audrey Jr. adını verir.

Ancak bir gün Seymour yanlışlıkla parmağını keser ve bitkinin kanla beslendiğini anlar. Bitki kan içtikçe büyür ve gelişir. Konuşmaya başlayan bitki Seymour’dan daha fazla kan ister. Artık ikili

Page 99: Golge e-Dergi 37. Sayi

arasında böylece bir bağ oluşur. Seymour insanlar ile bitkiyi beslemeye başlar. Ancak bitki tomurcuk açınca ölen insanların suratları belirir.

Filmin bu versiyonunun ilginç bir yanı da ana rollerindeki Gravis Mushnick ve Siddie Shiva karakterleri Türkiyeli Yahudi aksanı ile konuşur ve bu kültürden gibi davranırlar. Böylece filme de değişik bir espri anlayışı damga vurur. Hatta film bu yüzden Anti-semitist olarak da yaftalanmıştır.

Film Corman’ın sahip olduğu şirketinin de son işidir. Film tamamlandıktan sonra 1960 Cannes Film Festivalinde Mario Bava’nın Black Sunday’i ile beraber gösterilir ve olumlu eleştiriler alır. Ancak Corman filme inanmadığı için copyright haklarını almaz ve böylece Public Domain’e düşen film yönetmene pek bir kâr getirmez. Ancak tüm TV kanallarında gösterildiği için ünü her geçen gün artar.

Page 100: Golge e-Dergi 37. Sayi

Filmin 2 günde çekilmesinin nedeni de ilginç bir kanun değişikliğidir. Sanatçı haklarının arttırılması için 1960 yılında yürürlüğe girecek kanun Corman’ın eski bütçelerle B-film yapmasını imkânsız kılar ve bu yüzden 1959’da Corman kanunun yürürlüğe girmesine günler kala filmini bitirir.

1980’lere gelindiğinde artık The Little Shop of Horrors sevilen bir film olmuştur. Bu ünü fırsat bilen Alan Menken ve Howard Ashman filmi Broadway’e uyarlar ve ortaya eğlencelik bir müzikal çıkar. Müzikal’in film haklarını önceleri Spielberg almak ister ve Martin Scorsese’yi yönetmen koltuğuna oturtup filmi 3-D çekmeyi düşünür. Ancak neyse ki sinema tanrıları bu saçmalığa izin vermez de film 1986 yılında Frank Oz yönetiminde müzikal olarak tekrar sinemaya uyarlanır.

İlk filmin 30.000 USD’lik bütçesine gönderme olsun diye film 30 milyon USD’ye çekilir. Rick Moranis, Ellen Greene, Vincent Gardenia, Steve Martin, James Belushi (Audrey II’nin sesi), John Candy, Steve Martin, Bill Murray gibi dönemin birçok ünlü komedyeni filmde irili ufaklı rollerde oynar.

Özellikle Steve Martin ve Bill Murray’nin oynadıkları sadist doktor/mazoşist hasta sahnesi aşılması güç kült bir komedi sahnesi olarak hafızlara kazınmıştır.

Film konu olarak aynı olsa da müzikalin getirdiği eğlence ile birleşerek ilginç bir yapım olarak sinema tarihine geçmiştir. En büyük fark bu versiyonda bitki bir uzaylı istilacı olarak dünyaya gelmiştir.

Özellikle müzikaldeki haliyle çekilen orijinal son 23 dakikasının gelen tepkiler nedeni ile filmden çıkarılarak iyi sonla bitirilmesi büyük merak uyandırmıştır. Öyle ki kısıtlı süre yayımlanan orijinal sonu içeren DVD’ler koleksiyoncular tarafından 150 dolar gibi fiyatlara alınmaktadır hâlâ.

Frank Oz ve filmin ekibi de aslında filmin orijinal hali ile gösterilmesini isterler ancak tam renkli ve kurgulanmış olarak bu hali uzun süre bulunamaz. Merak edenler bu sona youtube’dan artık ulaşabilirler. Tabii youtube’a ulaşabilirler mi, o meçhul.

The Little Shop of Horrors aslında sinema öğrencilerine ders olarak okutulması gereken bir film. Bir B-film olarak başlayıp günümüzde bile hâlâ fanlarını peşinden sürükleyen minik bir hazine. Başarının minimalist bir senaryo ile de yakalanabileceğini gösteren bir cevher.

Masis ÜŞENMEZ [email protected]

www.otekisinema.com

Page 101: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 102: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 103: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 104: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 105: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 106: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 107: Golge e-Dergi 37. Sayi
Page 108: Golge e-Dergi 37. Sayi

GECE VE GÜNDÜZ: Pastişi Bol Bir “Seyirlik”

James Mangold’un daha önceki filmlerini izlediyseniz, özellikle filmlerindeki karakterlerin bir değişim gösterdiğini, olay örgüsünün karakterlerin değişimine olanak tanıdığını ve her karakterin hikâyede belli oranda bir etkinliğinin olduğunu fark etmişsinizdir. Güç Bölgesi (Cop Land, 1997), Kimlik (Identity, 2003), Sınırları Aşmak (Walk the Line, 2005) ve yeniden çevrim 3:10 Treni (3:10 to Yuma, 2007) filmlerinde özellikle bu yapı çok bariz bir şekilde göze çarpar. Mangold’un filmlerindeki karakterlerin derinliğini ve birbirleriyle ilişkilerini Jung’un arketipleri üzerinden açıklamaya çalışmak yönetmenin filmlerinde kurduğu ve kurmaya çalıştığı yapının değerini vurgulamak açısından önemlidir.

Sigmund Freud’un “kişisel bilinçdışı” kavramına, Carl Jung “kolektif bilinçdışı” kavramını ekleyerek, aslında her bireyde iki farklı bilinçdışının var olduğuna işaret eder. Kişisel bilinçdışı, kişilerin yaşadıkları birtakım şeyleri baskı altına almak suretiyle onları bilinçlerinden dışlayarak, kendi bilinçaltlarına itmesini ifade eder. Kolektif bilinçdışı ise, kişisel deneyimlerden bağımsız olarak her bireyde bulunan ve nesilden nesle aktarıldığı düşünülen temel arketiplere göndermede bulunur. Arketipler, hiç değişmeyen, düşlerde ya da masallarda, mitoslarda ya da evren-doğum inançlarında görülen ayrıcalıklı temalardır.1 Jung, arketipleri “insan psikesinde doğuştan var olan ilksel imgeler” olarak tanımlarken2; kesin sınırlarını çizmemekle birlikte onları belirli sınıflar altında toplar. (Yaratılış, ölümsüzlük ve kahramanlık gibi…) Özellikle casusluk filmlerini ve özelinde de Gece ve Gündüz (Knight and Day, 2010) filmini düşünürsek, bu noktada kahramanlık arketipine biraz daha yoğunlaşmamız faydalı olacaktır.

Kahraman Arketipi ve AntagonistÖmer Tecimer’e göre kahramanlık motifi; “Bireysel dönüşüm ve kurtarıcılık öğelerini içerir.

Arayış (olanaksız görevler ve zorlu sınavlar), inisiyasyon (olgunlaşma, bilgelik yoluna giriş, ölüm ve yeniden doğum) ve kendini feda etme (suçları üstlenen, herkesi kurtaran günah keçisi) gibi temel durumları yineler.”3 Bir arketipsel motifin gerçekleşmesi için bir yolculuk, bir dönüşüm ve değişim süreci gereklidir. Bir şey ya da biri karakterin bilinçaltındaki arketipsel rolünü harekete geçirmelidir. Gölgede kalan, bilinçaltında gizlenen çekinik özelliklerin ortaya çıkması için bir katalizör gereklidir. James Mangold’un Güç Bölgesi, 3:10 Treni ve son filmi Gece ve Gündüz’ü birlikte düşündüğümüzde, Mangold bu değişimi filmlerinde bir antagonist aracılığıyla ortaya çıkarır. Kahramanın yolculuğa çıkmasını ve karakterini bütünsel kılmasını sağlayan öğe, onun karşısında bulunan ve onu zorlayarak adeta ona meydan okuyan bir “karşıt kişi”dir. Bu anlamda, Gece ve Gündüz’ün Bondvari

1 ÖmerTecimer,Sinema:ModernMitoloji,PlanBYayınları,2006,s.942 a.g.e.,s.973 a.g.e.,s.98

Page 109: Golge e-Dergi 37. Sayi

kahramanı Roy Miller’ın harekete geçmesini ve hayatındaki eksikliklerin farkına vararak, karakterinin tamamlanmasını sağlayan itici güç filmdeki antagonist Fitzgerald olur.

Mangold’un filmlerinde klişe “stereotipik kötü adam” karakterleri yerine “arketip kötü adam” karakterlerini kullanmasının bir diğer nedeni de, protagonist (kahraman) ve antagonist (karşıt kahraman) karakterlerinin rolleri gereği taşıdıkları muğlaklıktır. Kahraman kolektif bilinçdışıyla bütünleşmeden gerçek karakterini ortaya çıkaramaz. Bu da doğal olarak karşıt kahramanın bu süreçte ön plana çıkmasına ve hikâyenin esas kahramanıymış gibi gözükmesine neden olur. Kahramanın yolculuğu anlam kazandıkça, roller değişir ve herkesin esas karakteri ortaya çıkar. Aynı zamanda karaktere derinlik ve anlam katan bu süreci yönetmen Mangold şu şekilde açıklar: “Bir karakter her gün uyanıp da ‘insanlığa bugün hangi kötülüğü yapabilirim?’ demez. Her oyuncu kendi öyküsünün kahramanıdır. Karakterlerin neyi yaptıklarının ya da yapmadıklarının arkasında bir amaç veya bir arzu vardır.”4 Bu şekilde karakterler mutlak iyi ya da mutlak kötü olmaktan sıyrılarak, içsel bir çatışma yaşar ve bir dönüşüm sürecinin içine girerek derinlik kazanır. İki tarafın da varoluş amacı iyilik ya da kötülüğe indirgenmemiş olur. Bu özellikler karakterlerin doğuştan kazandığı özellikler değil, tekrarlanan davranışlar sayesinde belirginleşen özelliklerdir. Karakterlerin amaçları ve değişim gösterecekleri bir süreç olmadığı takdirde, karakterler kolayca stereotiplere dönüşerek, değişmez ve öngörülebilir bir durumda kalırlar. Ayrıca karakterlerin bir amaçlarının olması seyircinin karakterle özdeşleşmesinin sağlanması açısından da önemlidir. Aristoteles’in Poetika’sında temellerini attığı klasik dramatik yapının işleyişi bu şekilde sağlama alınır. Seyirci iyi ya da kötü diye bir ayrım yapmaksızın belli bir amaç uğrunda mücadele eden karakterin yolcuğuna ortak olarak, kendisini bu yolculukta karakterle özdeşleştirir. Alfred Hitchcock bunun önemini şu 4 Aktaran:EbruÇeliktuğ,SinemaDergisi,Temmuz2010,s.48

Page 110: Golge e-Dergi 37. Sayi

şekilde özetler: “Serüvene dayalı bir dramada, başkişinin bir amacı olmalıdır. Bu filmin gelişimi için hayati önem taşıdığı gibi, izleyicinin katılmasını sağlamada da anahtar rolü oynar.”5

Silik Karakterler ve Yüzeysel Kalan ReferanslarBuraya kadar yönetmen James Mangold’un filmlerinde genellikle başarıyla uyguladığı yaygın

bir teoriden ve bu teorinin öneminden bahsettik. Bu noktadan sonraysa, Mangold’un bu teoriyi uygularken yaşadığı sıkıntıları Gece ve Gündüz filmi üzerinden anlatmaya çalışacağız. Her şeyden önce Jung’un arketip teorisine bağlı kalarak bir kahramanın yolculuğu anlatılıyorsa eğer, böyle bir anlatının yan karakterlerinin de güçlü olması gerekir. Hikâyeler kahramanın (ya da kahramanların) yolculuğu üzerine kurulu olsa da bu süreçte bu kahramanlara etki eden, onlara yardımcı olan akıl hocaları, onları yolculukları boyunca sınayan eşik bekçileri, onların değişimine etki eden güvenilmez ve değişken karakterlerin güçlü bir şekilde varlığı hissedilmelidir. Gece ve Gündüz’ün belki de en büyük eksikliği buradadır. Filmde yer alan ana kahramanlar (Roy Miller ve June Havens) dışındaki bütün karakterler, karşıt kahraman Fitzgerald’da dâhil olmak üzere, filmde çok silik kalır. Özellikle Roy Miller’ın karşısında duran Fitzgerald, ne Miller’ın karizmasına ve inandırıcılığına sahiptir ne de filmdeki şaşırtmacının inandırıcı olabilmesi için yeterince ön plana çıkmaktadır. Karşıt kahramanın bu kadar geri planda kalması, filmin muğlaklık temeline kurulan atmosferinin de zedelenmesine neden olur. Bu yüzden, film, yönetmenin kendisine referans kaynağı olarak aldığı Alfred Hitchcock’un Gizli Teşkilat’ından (North by Northwest, 1959) ve Stanley Donen’in Öldüren Şüphe’sinden (Charade, 1963) çok sıklıkla James Bond ve Görevimiz Tehlike filmlerine yakın bir yerde durur.

Gizli Teşkilat’taki Cary Grant ve Eva Marie Saint’in canlandırdığı karakterlerin durumları Gece ve Gündüz’de bir zıtlık içinde verilir. Bu sefer içine düştüğü olay örgüsünü şaşkın bakışlarla takip eden, hayatındaki eksiklikleri gidermek için bir türlü kendinde yeterli cesareti bulamayan şehirli karakteri bir kadın canlandırır. Cameron Diaz’ın canlandırdığı bu karakter ayrıca Öldüren Şüphe’deki Audrey Hepburn’ün oynadığı kadın karakter gibi sevimli, hazır cevap ve partnerine bütün yalanlarına rağmen kolayca tutulan bir yapıdadır. Bu şekilde yönetmen Mangold, referans kaynaklarından kendisine günümüz romantik-komedilerinde görmeye alışık olduğumuzdan farklı bir şekilde kolektif bilinçdışıyla bütünleşmeye çalışan bir melez karakter yaratır. Ne çok yüzeysel ne de çok cesur ve derinlikli… Fakat Mangold’un es geçtiği bir şey vardır: Öldüren Şüphe, hiçbir zaman (belki de kilisedeki merasim sekansını ayrı tutabiliriz bu genellemeden) bir Hithcockyen gerilim barındırmaz. Bunun başlıca nedeni, filmdeki kadın karakterin erkek karakterin bütün yalanlarına rağmen ona her defasında kolayca inanmasıdır. Filmin finalini hatırlarsak; sütunların ortasında silahlı iki adamın arasında kalan kadının kimi seçeceği konusunda yaratılan suni gerilime rağmen seyircinin kafasında bir soru işareti yoktur. Daha önce defalarca tekrarlandığı üzere kadın karakter yine Cary Grant’in canlandırdığı erkek karaktere güvenecektir. Oysa Hitchcock’un Gizli Teşkilat’ını hatırlarsak, filmin en meşhur sekansında Cary Grant’ın oynadığı karakter uçakla takip edilerek büyük bir felaketten kurtulur, sonra da otel odasında kendisini oyuna getiren kadını bulur. Bu karşılaşma sahnesinde, erkeğin kadına vereceği tepkiyi tahmin etmek çok zordur. Ve dahası bu tepkiden çok bu ikili arasında olması muhtemel ilişkinin gidişatı tamamen sürüncemeye bırakılır. James Mangold Gece ve Gündüz’de bu açıdan bakıldığında Gizli Teşkilat tarzı bir hikâyeyi kendisine temel alarak, karakterleri arasında Öldüren Şüphe filmindekine benzer bir ilişki kurar. Fakat bunların hepsi son kertede bir pastişin ötesine geçemez.

Gece ve Gündüz bu haliyle yazın vizyona giren diğer “popcorn” filmlere nazaran farklı bir tat

5 FrançoisTruffaut,Hitchcock,Çeviren:İlyasHızlı,AfaYayınları,1987,s.98

Page 111: Golge e-Dergi 37. Sayi

verse de, netice itibariyle hem referanslarından hem de James Mangold’un filmografisindeki mevzu bahis ettiğim filmlerden geride kalır. Zaman zaman zorlayıcı bir hale gelen aksiyon sahneleri ana kahramanların yolculuklarının ve değişimlerinin geri planda kalmasına, önemini yitirmesine neden olur. Bu da olay örgüsünün filmdeki diğer her şeyin önüne geçmesi riskini beraberinde getirir. Anlatı, karakter merkezli (psikolojik) bir anlatı olmasına rağmen, yer yer anlatının olay merkezli (apsikolojik) bir görünüme bürünmesine sebebiyet verir.6 Netice itibariyle filmin finalinde Mangold iki kahramanın dönüşümünü tamamladığını şık bir romantik sahneyle gösterse de, yolda yaşananlar çoğunlukla yolculuğun önüne geçmiştir. Fiziksel yolculuğun albenisi ve aksiyonun cezbedeciliği altında ezilen Gece ve Gündüz, belki de bu sayede daha iyisi olabilecekken bir “seyirlik” olmakla yetinir.

Barış SAYDAMwww.avrupasinemasi.com

6 TzvetanTodorovanlatılarıikiyeayırır:1)Olay-merkezli(apsikolojik)anlatılar2)Karaktermerkezli(psikolojik)anlatılar.Karaktermerkezlianlatılar,eylemlerin,karakterianlatmayahizmetettiğianlatılardır.Olaymerkezlianlatılardaisekarakter,olaylarıngelişiminehizmetedenişlevselbiraraçtır.Aktaran:AyşenOluk,KlasikAnlatıSineması,HayaletKitap,2008,s.58

Page 112: Golge e-Dergi 37. Sayi

MET1N “Kalkın efendim, kahvaltınız hazır.” Tepki vermezse bir süre sonra başından gideceğini düşündü. Fakat onun yerine güneş filtrelerinin açılma sesini duydu.

“Hava sıcaklığı otuz iki derece, yağmur beklenmiyor. Güzel bir gün olacak efendim.” “Off!” “Kahvaltıyı odanıza getirmemi ister misiniz?” “Git başımdan!” “Ama efendim…” “Ve bana efendim demeyi de kes!” “Peki ef…” Uykusu kaçmıştı artık, kırpıştırdığı gözlerini ona dikti. Karşısında ne yapacağını şaşırmış halde duruyordu; küçük bir çocuk gibiydi. Bir an onu böyle terslediği için üzüldü. Ne de olsa ondan başka kimsesi yoktu. “Bu konuyu daha önce de konuştuk, bana efendim demeni istemiyorum. Ne o öyle kölemmişsin gibi!” Karşısında ezilip büzüldüğünü görünce ses tonunu yumuşattı. “Söyle bakayım, ne diyecektin bana?” “Me… Metin…” “Aferin. Metin ya da arkadaşım, dostum. Daha da iyisi ‘kanka’ de bana, tamam mı? Söyle bakalım.” “Kan…ka…” “Evet, işte böyle! Bir daha?” “Kanka.” “Güzel! Cümle içinde?” “Kahvaltı hazır kanka, buraya getireyim mi?” “Mükemmel!” “Tamam, hemen getiriyorum.” “Hayır hayır! Onun için demedim, ‘kanka’ demen hoşuma gittiği için… Neyse ya, tamam. Sen getirme bir şey, ben şimdi geliyorum.” “Peki, kanka.” Onun süklüm püklüm odadan çıkışını izleyip iç geçirdi. Her şey iyiydi güzeldi de, bir türlü şu “Efendim”li, sizli bizli konuşmalardan vazgeçirememişti onu. Teknoloji de bir yere kadardı işte; istediği her şeyi yaptırabilirdi ama bunları içinden gelerek, isteyerek yapmasını sağlayamazdı. Bir makine ne kadar içten ve sıcak olabilirse, bir robotun arkadaşlığı da ancak bu kadar olurdu. Oysa ne kadar uğraşmıştı. Şu yapayalnız hayatında bir can yoldaşı olsun diye gidip en son model, en ileri teknoloji ürününü almıştı. Yetmemiş, ona da yine en son çıkan programları yükleterek bir insan gibi davranıp konuşmasını sağlamıştı. Fena değildi gerçi; evin içinde dolaşıp işlerini görüyor, onunla konuşuyordu. Bazen iki insan gibi sohbet ettikleri bile oluyordu. O zaman neredeyse yalnız olmadığına inanacak gibi olurdu Metin ama o an çabucak sona erer, robot yine sadece bir makine olduğunu hatırlatırdı. Geriye metalik, soğuk ve buruk bir yalnızlık duygusu

Page 113: Golge e-Dergi 37. Sayi

kalırdı. Yalnızdı Metin; ne ailesi, ne de bir arkadaşı vardı. Asosyal bir tipti, arkadaş edinemezdi. Hoş, dışarı çıktığı da yoktu. Önceleri gerek görmüyordu; fakat zamanla tuhaf bir alışkanlığa dönüşmüştü bu hal. İhtiyaçlarını nasılsa teknolojinin çeşitli nimetleriyle karşılıyordu. Bir tek yalnızlığına çare bulamıyordu. Bir ara hipernet’i kullanmayı denedi ama sanal ortamda kurduğu arkadaşlıklar ona yetmiyordu. Cam ekranı kapattığında yine yalnız kalıyordu. “Bir ailem olsaydı böyle olmazdı,” diye düşündü; “daha doğrusu ailem hayatta olsaydı.” Babası ve hiç tanıyamadığı annesiyle ağabeyi yanında olsaydı hiç yalnızlık çekmez, o da mutlu olabilirdi. Fakat annesi onu doğururken ölmüş; ağabeyi de o doğmadan çok önce küçük bir çocukken bir kazaya kurban gitmişti. Babası ise çok sevdiği bu iki insanın acısıyla kahrolmuş; kendi hayatını mahvettiği gibi, Metin’in hayatını da karartmıştı. Gerçi yaşasaydı, ona bile razıydı Metin ama babası seneler önce vefat etmişti. Geride bir tek Metin kalmıştı; yalnız ve mutsuz. Karamsar düşünceleri kovmak ister gibi kafasını salladı ve yataktan kalktı. Banyoya gidip çabucak bir duş aldı. Yaptığı şey duş almak değildi aslında; kırk yıl önce su kaynakları yok denecek kadar azaldığından beri banyo yapmak için kuru temizleme yöntemi kullanılıyordu. Metin de küvetindeki duşluğu çalıştırdı ve vücuduna püskürtülen hijyenik gazın gözeneklerine nüfuz etmesini bekledi. Beş dakika sonra hoş kokular içinde, temizlenmiş olarak çıktı banyodan. Fakat kafasındaki kötü düşüncelerden o kadar kolay kurtulamamıştı. Evlik tulumunu giyerken aklı hala olmayan ailesindeydi. Yine yalnız kahvaltı yapacağı düşüncesi içini daraltıyordu. Salona geçtiğinde, ‘kankası’ her şeyi hazırlamış, onu bekliyordu. En sevdiği koltuk, Metin üzerine otururken istediği şekli aldı. Kahvaltısı hemen yanı başında, enjekte edilmek üzere hazırdı. Robot kankası ona yardımcı olmak üzere ileri atıldı ama Metin onu durdurdu. Kendisi yapardı; bayıldığından değil ama robotun en ufak işlerini bile yapması sinirine dokunuyordu. O bir hizmetçi değil, arkadaş istiyordu! Yeşil sıvıyla dolu serumu ayaklı çengele taktı, ucundaki şırınganın iğnesini de bileğindeki kapakçığa yerleştirdi. Aşırı kilolarına önlem olarak doktor tarafından takılan bu kapakçıktan besleniyordu artık. Sıvı diyetine başladığından beri hayatı zehir olmuştu; önceden çok harikaymış gibi… Keyifsizce arkasına yaslanırken robot kankası ana ekranı açtı. Cam düzlemin üzerinde saatten hava durumuna, haberlerden eğlence seçeneklerine kadar bir sürü menü belirdi. Saatin kaç olduğu umurunda değildi; hava durumunu da kankası olacak o robot yumurtlamıştı zaten. Eğlence ise aşina olmadığı bir kavramdı. Yerinde huzursuzca kıpırdanarak haberleri seçti. “Senin için yapabileceğim bir şey var mı, kanka?” Kafasını çevirmeden robota baktı. ‘Evet ya, şöyle karşıma geç de iki el tavla atalım seninle!’ diyesi geldi, tıpkı o eski filmlerdeki adamlar gibi. Muhtemelen kabul ederdi; yüklenen programlar arasında nostaljik oyunlar da vardı. Fakat o ruhsuz robot bunun zevkini de kaçırmayı becerirdi bir şekilde. “Yok, sağ ol,” diyerek önündeki ekrana verdi dikkatini. Haberler görsel bir şekilde akıp gidiyordu önünde, sesi kısmıştı. Ölümler, soyların ve kaynakların tükenişi, politikacıların vaatleri, gelişen teknolojiyle dünyayı kurtaracağını iddia eden bilim adamları… Hepsinden bıkmıştı artık; değişen bir şey yoktu. Fakat kanalları değiştirirken bir şey çekti dikkatini. Genç, güzel bir kadın cam ekrandan ona gülümsüyordu. Dudakları kıpırdıyordu ama Metin anlamıyordu. Hemen sesi açtı.

Page 114: Golge e-Dergi 37. Sayi

“Tüm dünyayı gezdiniz, hatta uzayda da seyahat ettiniz. Gelişen teknoloji sayesinde en büyük hayallerinize, en uçuk fantezilerinize de yolculuk ettiniz. Artık gidebileceğiniz yeni bir yer, görebileceğiniz yeni bir şey yok. Öyleyse sizi eskiye götürüyoruz! Şirketimiz Nostalji A.Ş. ile artık anılarınız geçmişte kalmayacak, onları yeniden yaşayabileceksiniz! Bizimle birlikte gelin, geçmişe yolculuk yapın. Hem de çok uygun fiyatlarla! Hemen tıklayın, hemen ışınlanın! Bu fırsatı kaçırmayın ya da kaçırdığınız fırsatlara geri dönün!” Bu muydu yenilik? Bu muydu kaçırılmayacak fırsat? Yıllar önce deney amacıyla atılan bir atom bombası yanlışlıkla(!) uzay-zaman halkasını kırdığından beri vardı zamanda yolculuk. Aslında sadece geçmişe gidilebiliyordu; malum izafiyet teorisi vs. Metin hiçbir zaman bu tür şeyleri anlamamıştı; fakat umurunda da değildi. Gitmeyi isteyeceği bir geçmişi olmadıktan sonra zamanda yolculuk yapmanın ne gibi bir anlamı olacaktı ki? Annesiz geçirdiği çocukluğuna mı, babasının ilgisizliğiyle heba olan gençliğine mi dönecekti? Hep tanımak istediği ağabeyi ise her zaman için ulaşılmaz olarak kalacaktı onun için.

Fakat yine de kendini elini uzatmış, cam ekrandaki görünmez butona basarken buldu. Ne amaçla yapmıştı, nasıl olacaktı bilmiyordu ama aklına gelen düşüncenin büyüsüne kapılmıştı. Gerçekten olabilir miydi, yapabilir miydi? Onu ya da onları geri getirebilir miydi; hem de hiç gitmemişler gibi?

* * *

“Hoş geldiniz Metin Bey, bugün nasılsınız?” “İyiyim, teşekkürler.” “Evet, sağlık testlerinden geçmişsiniz. Ön ödeme… Hımmm, tüm ödemeler yapılmış, güzel…” Metin’in babasından kalan parayla hiç çalışmadan rahat rahat yaşadığını bilmeyen paragöz doktor oldukça etkilenmiş görünüyordu. Müşterisine daha bir özenle yaklaşarak gülümsedi. “Her şey hazır. Peki siz hazır mısınız?” Hayatı boyunca farkında olmadan bu anı beklemişti Metin. Fakat yine de içindeki heyecan onu bir an duraklattı. “Evet… Hazırım.” “Çok güzel… Arkanıza yaslanın lütfen.” Doktor, parmaklarını önünde duran bir dizi klavyenin üzerinde dolaştırdı. Çevresini kaplayan monitörlerden bazı verileri kontrol etti. “İki bin yedi yılına gitmek istiyormuşsunuz, on yedi Eylül Pazartesi saat on altı kırk, öyle mi?” “Evet.” Tarihi dakikası dakikasına tam olarak ayarlamıştı, hiçbir yanılma payı olmasını istemiyordu. Her şeyi en ince detayına kadar planlamıştı. “Hımm, koordinatları da vermişsiniz. Ne istediğini bilen yolcuları severim.” Doktor yalaka bir gülüşle son kez onayını aldı Metin’in. Hiçbir aksilik olmaması için her bilgiyi tekrar tekrar kontrol ediyorlardı. Metin de içinden tekrarlayıp kontrol ediyordu planını. “Pekâlâ, gözlerinizi kapatın Metin Bey ve sıkı tutunun!” Bu, doktorun her zaman yaptığı aptal şakalardan biriydi ve bazı müşterileri güldürürdü. Fakat Metin üzerinde hiçbir etkisi olmamıştı. Doktor bozulduğunu belli etmeyerek sistemi çalıştırdı ve yolcusunun bağlantılarını bir kez daha kontrol ederek son bir dilekte bulundu. “İyi yolculuklar!”

Page 115: Golge e-Dergi 37. Sayi

* * *

Metin gözlerini açtığında kalabalık bir caddenin ortasındaydı. Arabalar yoldan vızır vızır geçiyor, aceleyle oradan oraya koşturan insanlar Metin’in yanından yürüyüp gidiyorlardı. Binalar, araçlar, insanlar, hatta kaldırımlar bile çok yabancıydı; tıpkı eski filmlerdeki bir sahne gibi. Fakat bulunduğu yer çok tanıdıktı. Adı gibi, çehresi de değişmiş olsa bile eski Taksim Meydanı’nda olduğunu biliyordu. Tam istediği gibi… Etrafıyla fazla oyalanmadan meydandaki saate baktı, on altı kırktı tam olarak. “Güzel,” diye düşündü, “Tam zamanında.”

Etrafına daha bir dikkatle bakmaya başladı. Üzerine üzerine gelen kalabalığın tuhaf giyim tarzına ve ilkelliklerine aldırmadı; tek bir şey arıyordu o. Ve çok geçmeden de buldu. Yolun karşı tarafından bir kadınla bir çocuk geliyordu. Genç kadın küçük oğlanı elinden tutmuştu. Birlikte yolun kenarındaki trafik lambasına – o zamanlar öyle deniyordu, diye hatırladı Metin – doğru yürüdüler. Kadının güzel yüzünde mutlu bir ifade vardı. Çocuk ise kıpır kıpırdı; yerinde duramıyor, zaman zaman annesine zor anlar yaşatıyordu. Kadın, çocuğun annesiydi; biliyordu Metin. Çünkü o, aynı zamanda da kendi annesiydi. Babasından onun ve ağabeyinin nasıl öldüğünü kaç defa dinlemişti kim bilir. Resimleri, görüntüleri, hatta ses kayıtları elinden düşmezdi zaten. Babasıyla tek bağlantılarıydı ağabeyinin ve annesinin ölümü. Özellikle annesi doğumunda öldüğü için ölümünden Metin’i sorumlu tutmuş, daha küçücük bir çocukken beynine kazımıştı bu acı anıyı. O yüzden çok iyi biliyordu karşısında duran genç kadının annesi, yanındaki çocuğun ise abisi olduğunu.

Page 116: Golge e-Dergi 37. Sayi

Defalarca beyninde oynattığı sahne şimdi tam önünde oluşmaktaydı. Metin ağır adımlarla kaldırımın kenarına yaklaştı, ışığın yanmasını bekleyen diğer insanlarla birlikte duruyordu. Gözlerini genç kadınla çocuğa dikmişti. Ve kırmızı ışık yandı. Kalabalık kımıldadı, yayalar karşıdan karşıya geçiyorlardı. Kadınla çocuk da yürümeye başladılar duran arabaların önünden. Bu süre içinde çocuk devamlı huysuzluk yapıyor, annesinin elini çekiştirip duruyordu. Annesi ise ona aldırmadan çocuğu caddenin karşısına geçirdi. Tekrar yeşil ışık yandığında çoktan kaldırıma çıkmışlardı. Metin’in tam yanına geldiklerinde durdular; annesinin telefonu çalmıştı. Metin o zamanlar kullanılan telefonların ilkel şekillerine bakıp gülümsedi ama asıl hoşuna giden annesinin onun bu kadar yakınında durmasıydı. Annesi canlı olarak karşısındaydı, hem de uzansa dokunabilecek kadar gerçekti. Genç kadın çantasından telefonunu çıkartırken Metin hayran hayran onu izledi. Fakat kendini kaptırmamaya dikkat ediyordu. Zamanı gelmişti. Annesi telefonla konuşurken oğlu elinden kurtulmuştu. Yerinde duramayan küçük çocuk özgürlüğüne kavuşmanın heyecanıyla birden caddeye doğru fırladı. Arabalar hızla geçip gidiyorlardı. Çocuğu gören, uyaran ya da duran kimse yoktu; Metin’in abisi ezilecekti. Daha doğrusu geçmişte böyle olmuştu. Şimdiyse Metin buradaydı; geçmişi değiştirmek için. Zaman yolculuklarında geçmişi değiştirecek herhangi bir şey yapmak yasaktı; bunun için sıkı önlemler alınmıştı. Fakat iki bin yedinin on yedi Eylül Pazartesi gününde saat on altı kırk beşte, Metin kollarını uzatıp, önünden koşan çocuğu caddeye fırlamadan yakaladığında bu önlemlerin hiçbiri işlemiyordu. Metin, abisini kollarında sıkı sıkı tutarken, robot kankasına da, yaptığı bu son iyilik için teşekkür etti. Zaten dostlar(!) başka ne içindi ki? Metin çocuğu tuttu. Çocuk önce şaşırdı, sonra Metin’in kollarında çırpınmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu. Annesi geldi, çocuğa baktı, Metin’e baktı. Bir şeyler söylüyordu ama Metin duymuyordu. Çocuk kollarından kurtulup annesine sarıldı. Kadın yine bir şeyler söyledi, gülümsüyordu. Teşekkür ettiğini düşündü Metin, annesi ne kadar da kibardı. O da bir şeyler söylemek istedi ama ağzını açamadı. Hareket edemiyordu; donmuş gibiydi. Kendini çok tuhaf hissediyordu; daha doğrusu hiçbir şey hissedemiyordu. Birden olmuştu her şey; dünya ayaklarının altından kayıp gitmişti sanki. Bir anda her yer karardı; içi çekildi Metin’in. Kara bir deliğe düşer gibi yok olmadan önce son hatırladığı şey annesinin endişeli yüzü oldu.

* * *

“Nasıl yani?” “Öyle yani!” “Bu çok saçma!” “Ağzını topla!” Karşısındakine yarı isyankâr, yarı şaşkın bir ifadeyle baktı. Adam demeye dili varmıyordu; çünkü insan değildi. Ölmediğinden nasıl eminse, bundan da o kadar emindi. “Ben ölemem!” “Nedenmiş o?” Bir yüzü yoktu karşısındakinin; daha çok ışık saçan bir gölgeyi andırıyordu. İnsan siluetindeydi ama sesindeki alaycı tondan, ukala bir tip olduğunu çıkarmıştı Metin. Zaten hiçbir sorusuna da doğru düzgün yanıt vermiyordu. Bu tuhaf yer neresiydi? O kimdi? Ona ne olmuştu? Bir tek bu sonuncunun yanıtını veriyordu karşısındaki ama Metin ona inanmıyordu.

Page 117: Golge e-Dergi 37. Sayi

“Ben ölmedim tamam mı?!” “Nereden biliyorsun?” “Sen nerden biliyorsun!” “Benim işim bu, ufaklık!” “Bana ufaklık deme!” “Kanka dememi mi tercih edersin?” Metin dehşet içinde ona baktı. “Ne? Nasıl yani? Sen!” “Off yeter ama ya! Daha bir sürü işim var, seninle mi uğraşacağım? Öldün dedik ya!” “Hayır!” “Evet! Bak son kez anlatıyorum; bi’ kerizlik yapıp geçmişi değiştirmeye kalktın ve daha da büyük bir kerizlik yapıp başardın! Ağabeyini kurtardın, o yaşıyor, sense öldün!” “Ama neden?!” “Çünkü salakçığım; annen ağabeyinin ölümünden sonra seni doğurmaya karar vermişti, onun acısını unutmak için. Fakat senin sayende, ağabeyin ölmedi ve annen de başka bir çocuk yapmadı. Teknik olarak sen hiç doğmadın, anladın mı şimdi?” Metin kalakaldı öylece; hiçbir şey diyemedi. Işıklı gölge devam etti. “Ha bu arada, merak ediyorsan söyleyeyim; annen de yaşıyor. Seni doğurmadığı için otomatikman ölmedi zaten. Ne hoş, değil mi?” Metin yaşadığı derin şokun çatallaştırdığı sesiyle sordu, gerçi artık bir sesi var mıydı onu da bilmiyordu. “Ama ben?” “Valla senin ne olacağını hiç bilmiyorum, kanka. Zaten burada yeterince karışıklığa yol açtın ama sonunun pek de iyi olacağını sanmam! Eee, kendin kaşındın, müstahaktır sana!”

* * *

“Efendim, müsait misiniz?” “Tabii, buyur geç içeri… Nasılsın bakalım ‘robot kankası’?!” “Aman efendim, yapmayın n’olur.” “Niye, çok mu sıkıldın?” “Sıkılmaktan değil de… Devamlı rol yapmak tuhaf oluyor, hele de karşınızdakini kontrol etmek zorsa.” “Hımmm… Raporunu hazırladın sanırım.” “Evet, efendim.” “Seni dinliyorum.” “Öncelikle çalışmalarımızda çok ileri bir noktaya geldiğimizi belirteyim. MET1N projesi hiçbir teknik sorun olmadan amacına ulaştı; insan fizyolojisiyle robot mekaniğini çok başarılı bir şekilde bir araya getirdik. Hatta bir takım önemsiz yan etkileri saymazsak bu konuda sıfır hata yaptığımızı bile söyleyebilirim.” “Yan etki mi?” “Evet, efendim ama endişe edecek bir şey yok. Uyum aşamasında ortaya çıkan ufak aksaklıklar; aşırı kilo, melankoli gibi. Aşılamayacak şeyler değil.” “Haa iyi… Devam et.” “Fakat araştırmamızda karşılaştığımız asıl problem deneyin başarısız olmasına neden oldu.

Page 118: Golge e-Dergi 37. Sayi

Bunu hiç beklemiyorduk.” “Nedir o?” “İnsan doğası… Bunu aştığımızı düşünüyorduk ama hala karşımıza çıkıyor; en ilkel canlıdan, en gelişmişine kadar.” “Roboklonlarda da mı?” “Maalesef… Klonlarda olması normaldi ama roboklonlarda çıkacağını hiç tahmin edemedik. Robot hata denetim sisteminin insan psikolojisinden kaynaklanan sorunları, tıpkı diğer sorun ve hastalıkları çözdüğü gibi, kendiliğinden çözeceğini sanmıştık. Fakat öyle olmadı; sistem problemi çözmek yerine onu içselleştirdi. Kendine yeni bir gerçeklik yarattı ve psikotik davranışlar göstermeye başladı. Bu da onun sonunu hazırladı. Yani kısaca, insan doğası teknolojiye baskın çıktı.” “İlginç… Bunun neden olduğunu bulabildiniz mi?” “Araştırmamız devam ediyor ama büyük ihtimalle kullandığımız MET geninden kaynaklandığını düşünüyoruz. MET 1.Nesil roboklonlarda hep aynı sorunla karşılaştık. Fakat araştırmamız devam ediyor, yakında çözeceğimizden şüphem yok.” “Projeye ikinci nesillerle mi devam edilecek?” “Evet efendim.” “Güzel. Dilerim başarırsınız profesör. Bu sefer iyi haberler bekliyorum. Haydi bakalım, MET2N projesi hayırlı olsun!”

Funda Özlem ŞERAN

İllüstrasyonGalip KARADENİZ

http://gailee.deviantart.com/