tepki ve değişim dergisi 34. sayı

16

Upload: derlenis

Post on 08-Apr-2015

357 views

Category:

Documents


13 download

DESCRIPTION

*********************************** * * http://www.tepkivedegisim.org/ * * ***********************************Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayısı (Kasım 2010), e-dergi olarak yayına girdi. Dergimizde görev almak için sorumlu(muhabirlik ve dağıtım) olabilirsiniz. http://www.tepkivedegisim.org/?page_id=13 adresinde konu ile ilgili bilgiyi bulabilir ve http://www.facebook.com/tepkivedegisimdergisi adresindeki profilden bilgi alabilirsiniz.**********************************Tepki ve Değişim'de bu ay neler var?**********************************O. Aktaş - TüketimÖ.Kurtuluş - Sabıkalı CumhuriyetA. Sapaz - Kemalizmi ve cumhuriyeti anlamakÖ. Bakioğlu - Yurtsever olmak, devrimci olamktırU. Nar - Avrupa’da neler oluyor?S. Beyoğlı - Unvansız isimlerT. Madanooğlu - Ülkemizde sosyal devlet anlayışı ve eğitimB. Aydın - Daha çok evet çıkar!Ö. Gülsoy - Yetti mi? Ayrı durup aynı vurabildiniz mi?B. Aydın - 3. Dünya Savaşına atılan adımB. Yaraşçı - Esaretin özgürlüğüD. Oruç - “Oyun ve şizofreni”E. Yayla - Altyapı ve üstyapı üzerineA. Türhan - Uydurma, yaşat!Kapak konusu - Türban kime yarıyor?**********************************Her türlü soru için iletişim adresi : [email protected] ve [email protected]**********************************Abonelik için:http://www.tepkivedegisim.org/?page_id=15**********************************Basılı yayınlarımıza ulaşmak içinhttp://www.tepkivedegisim.org/?p=630

TRANSCRIPT

Page 1: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Kasım 2010 Sayı:34 Kuruluş Tarihi: 1.9.2007 Ayda bir yayınlanır Ederi: 1,5 TL

I WANT YOUto Joın my new slave army! *

* Yeni köle orduma katılmanı istiyorum!

EMİR BÜYÜK YERDEN:Kapak KonusuTürban kime yarıyor?

U.NAR - AVRUPA’DA NELER OLUYOR?YYanı başımızdaki Yunanistan örneğini de incelemekte fayda var. (...) Çünkü artık bu tarz işçi sınıfı menzilli toplumsal muhalefeti susturmak için bir takım tavizleri verebilme inisiyati-fine sahip bir konum da fine sahip bir konum da dahi değiller reformist ve revizyonist partiler olarak atfedilen siyasi kuruluşlar. Onlar da artık Neo-Liberalizmin küresel çapta etkin olmasıyla siyaseten rakip olsalar da niteliksel olarak aynı egemen konu-munda bulundukları Burjuva Liberalleriyle aynı tas aynı hamam politikalar üreterek kazanılmış birçok sosyal hakkı gasp ederek, krizin faturasını emekçilere kesen bir konumda..

Ö.GÜLSOY - Yetti mi? Ayrı durup, aynı vurabildiniz mi? TTophane’de “yetmez ama evet” safsatasını yutan “saflarımız”, kallaviyeli bir dayak yedikten sonra, akıl hocaları onları terbiye etme amacıyla “zavallı muhafaza-kar halkımızın hassas duduygularıyla oynamakla” suçladılar. Oynanan yatro şaheseri, olayın hangi tarandan bakarsanız bakın, sizi güldürmeye yeter. Böyle bir soytarılık yok. O kadar ki, olayın suçlusu da, mağduru da, suçluların da, suçluların gözalna alınsa bile serbest bırakılacağını biliyordu. O yüzden araya bakanlar girdi, verdikleri mesaj her zaman-kiydi: “Yavaş yavaş…”

Page 2: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

GÜNDEM Sivil darbe

1980’li yıllarda, hem iç, hem dış dinamik, Türkiye’de bir “askeri darbe” üretmiştir. Gerek bu “askeri yönetimin” doğrudan sorumlu olduğu 1980-1983 yılları, gerekse dolaylı olarak ülkeyi denetlediği, 1983–1987 dönemi, Türkiye’nin bugün ki halini hazırlar, iç ve dış dinamik öğelerinin “yozlaştırıcı” etkilerinin hızlandırıldığı “güncel” müdahaleleri simgeler.1980–1987 yılları, yozlaşmanın yukardan aşağı bir yöntemle en kolay gerçekleştirilebildiği “hiyerarşik ve kapalı yöntemle en kolay gerçekleştirilebildiği “hiyerarşik ve kapalı toplum” dönemidir de aynı zamanda.

Bugünkü bunalımı hazırlayan iç ve dış dinamik öğelerinin, güncel olarak hızlandırılması, “kapalı toplum” döneminde ve “tepeden” gerçekleştirildiği için çok etkili olmuştur.

Yozlaşma “tepeden” yani ülkeyi yönetenler eliyle başlatıldığı için derhal bütün kurumlara sirayet etmiş ve bugünkü duruma hızla gelinmiştir. İşte bu “genel toplumsal yozlaşmadan” kurtulmanın tek ve biricik yöntemi, “açık toplum” ilkelerini, “hukuk devleti uygulamalarını” yani “şeffaflığı” ve “adaleti”, güçlendirerek yaygınlaştırmaktır. Bunun yolu da “daha etkin ve daha yaygın demokrasi”yi işler hale getirmektihale getirmektir. Gelgelelim AKP hükümeti kendi demokrasisini yaratma durumunda gerçekleştirdiği Anayasa Değişikliği, Ülkenin gidişini içinden çıkılamaz bir faşist yönetime götürme-ktedir. Yürütülen politikalarla Toplumun demokratikleşme süreci durdurulmaya ve sosyo-kültürel değişim süreçleri tersine çevrilmeye çalışılmıştır. AKP hükümetiyle başlayan ekonomik liberalizmin getirdiği canlılık, toplumsal, siyasal ve kültürel süreçlerdeki uzun vadeli tehdidin ve tehlikenin yeterince algılanmasını önlemiştir.

Bu süreçte emperyalist devletlerin“iç dinamik öğelerinin sonuçları” artık bir bunalıma dönüştüğü, uluslararası emperyal-izmin “mikro milliyetçilik” etkisi, “globalleşme” adı altında yeniden büyük bir güçle tüm dünyayı ve dolayısıyla Türkiye’yi pençesine alması, yaratılmak istenilen “Köleci Dünya Düzeni” Türkiye’nin konumu ve yöneticilerinin basiretsiz, teslimiyetçi politikaları Türkiye’yi içerisine çekmek istedikleri karanlık çembere doğru ilerlemektediçembere doğru ilerlemektedir, toplumu yönlendirmekle sorumlu aydınların halk yanlısı olup toplumu bilinçlendirmeleri gerekliliğiyle hareket etmeleri gerekir.

Ve bütün bunların sonucu olarak, AKP son darbesini vurmuş ve ülkenin dönüşümünü sağlamıştır. Bu dönüşümü Graham Fuller, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” olarak adlandırmıştır. HSYK’nın, Anayasa mahkemesinin, iktidar taraftarlığına girmesi ile birlikte, sivil darbe gerçekleşmiştir. Bu darbeye karşı mücadele etmek de, bir görevdir.

Ahmet Ç[email protected]@tepkivedegisim.org

2 Gündem3 O. Aktaş - Tüketim4 Ö.Kurtuluş - Sabıkalı Cumhuriyet5 A. Sapaz - Kemalizmi ve cumhuriyeti anlamak6 Ö. Bakioğlu - Yurtsever olmak, devrimci olamktır8 U. Nar - Avrupa’da neler oluyor?10 S. Beyoğlı - Unvansız isimler10 S. Beyoğlı - Unvansız isimler11 T. Madanooğlu - Ülkemizde sosyal devlet anlayışı ve eğitim11 B. Aydın - Daha çok evet çıkar!12 Ö. Gülsoy - Yetti mi? Ayrı durup aynı vurabildiniz mi?13 B. Aydın - 3. Dünya Savaşına atılan adım14 B. Yaraşçı - Esaretin özgürlüğü14 D. Oruç - “Oyun ve şizofreni”15 E. Yayla - Altyapı ve üstyapı üzerine15 E. Yayla - Altyapı ve üstyapı üzerine15 A. Türhan - Uydurma, yaşat!16 Kapak konusu - Türban kime yarıyor?

Page 3: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

KırâathâneOya Aktaş

[email protected]

TÜKETİM Günümüzdeki tüketim çılgınlığını tetikleyen “Kapitalizm”in tüm medya ve teknolojiyi kulla-narak bizleri her anlamda denetlemeye çalıştığını görmemiz gerekiyor. Reklam v.b birçok yön-temle, kişilerde sahte ihtiyaçlar doğurulması ve bu sahte ihtiyaçların sürekli dürtülerek kişi pes edene kadar görsel uyaranlar ile sürekli desteklenmesi, bir süre sonra artık düşünmeyen ama tüketen insan yığınları haline gelmemize neden olmaktadır. Sanırım tüm dünyayı kapsayan bu halin yeni bir Global Tüketim Ahlakı oluşturulması ile önüne geçebiliriz.

Kitlesel manipülasyon hatta daha da ileri gidip bir tür kitlesel hipnoza maruz kalındığını düşünüyorum... Düşünememe halinin başka ne tür bir açıklaması olabilir ki?

Aşağıdaki haber; Borla çalışan araba üretildi, maliyeti 200 TL olan 1 kg bor ile 19 000 km yol yapabiliyor.(1100kg... oto sabit 100 km süratle giderse) Bu demek oluyor ki Petrole son. Tam tersine Batılı ülkeler bor işletmeciliğinin kansere yol açtığını iddia ederek BOR madeninden so-ğutma çabası içindeler. Oysa bu mucize maden kanser tedavisinde de kullanılmaktadır. Türkiye kıskaçta. Arabayı bor madeniyle çalıştıracak patentli 600 proje olduğu ortaya çıktı.

TÜRKİYE, dünyada bor rezervinin yüzde 73̀üne sahip Ve Türkiye GELECEĞİN DUBAİSİDİR ve uluslararası teröristler Türkiye uyanmadan bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyor. Türkiye, Dünya Bor rezervlerinin % 73 ne sahip. Arazi satışlarını görün bundan böyle...

Rastlantı bu ya bu haberin ardından aldığım duyumlara göre Karadeniz’de onlarca baraj yapmaya karar vermişler. Karadeniz de baraja ihtiyaç mı varmış diye gereksiz bir soru sorunca süper bir yanıt geldi. Neymiş temiz içme suyu barajı olacakmış. Uzmanların söylediğine göre Karadeniz Bölgesinin arazi koşullarında yapmayı planladıkları barajların nihai ömrü 10 yıl. Bu dolgu barajlar 10 yılda dolacak ve baraj niteliğini kaybedecek. Peki, sonra ne olacak? Baraj yapmak için insanların fındık tarlalarını üç kuruşa istimlâk edecekler, 10 yıl sonra aynı yerleri altlarındaki maden nedeniyle istediği şekilde değerlendirecekler.

Şimdi baraj istimlâk için insanların ellerin- den alınacak arazilerin gerçek değerini ve o ara- zilerin altındaki doğal kaynakları cahil halk bilmi yor. Daha da ilginç olanı dünya fındık üretiminin % 80 yapan Türkiye olmasına rağmen, fındık bor- sası Almanya’da! Ve ne ilginçtir fındık fiyatları düşüyor! Ne de olsa fındık tarlaları lazım baraj yapmak için...

Bergama civarında da ilk başta üç kuruşa aldılar zeytinlikleri, sonrasında halk uyandı ama olan olmuştu...

Ne desek boş mu demeliyiz? Yoksa bütün bunlar söylemeye devam mı etmeliyiz?

Page 4: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Özcan Kurtuluş[email protected]

SABIKALI CUMHURİYET Bazı şeyler ne kadar tuhaf. Tuhaf olan bir şey yok aslında bu ülkede. Ben ne demeye çalışıyorum? Şunu demeye çalışıyorum! Mustafa Kemal Atatürk'ün yadigarı olan Savarona yanda fuhuş yapılmasına ilişkin tepkiler çığ gibi büyüyor da, ama herhalde bir şeyin farkında değiller. Ya da bazıları bilmemezlikten geliyor. Bu ülkede devlet eliyle zaten fuhuş sektörü işleliyor! Beyaz saray adıyla bilinen genelevlerinden alınan vergilerle beden careni yürütüyorlar. Ülkemizde çok kez görmekteyizdir ki burjuva medyasında fuhuş operasyonlarının yapıldığını ve yaka paça (!) ele geçirildiğinden bahsederler ve emniyet güçlerini de kahraman ilan ederler. Ya peki işin aslı? Operasyon yapılıyor ve birileri yaka paça teslim alınıyor. Ama bu ahlaksızlığı önlemek için değil, bütün mesele yasal olmadığından. Sorun fuhuşun yapılıyor olmasından değil yani. Devlen kendisi başlı başına ahlâksız bir unsur… Bunun içinse ses çıkaran yok. Söz konusu Atatürk'ün ya olunca milliyetçi duygular volkan gibi patlıyor. Bir insana insana verilen değer o yaan daha az.

Kapitalizmin yaratmış olduğu kirlilik ülkemizi ve dünyayı, halkımızı, halklarımızı bataklığa sürüklüyor. Savarona’ya verilecek tepkiden önce devlen kendi eliyle yürüüğü fuhuş sektörüne ses yükseltmek gerek. O yapılan operasyonlarsa tamamen devlen kirli işletmeciliğini örtmek adına tak-ksel bir örtüdür. Bu ülkede yaşanan her şey ark alışıldık ve kimse şaşırmıyor. Burada yaşanabilecek bütün ihmaller mevcut, yaşanıyor da! Buna öylesine alışmışız ki sıradan bir tepki verebiliyoruz. Bu öylesine kötü bir alışkanlık ki boş verciliğe kadar varabiliyor iş. Memlekene, emeğine sahip çıkmaktan vazgeçip kendini kurtarmaya yöneliyor bazıları. Alışrıyorlar ve vazgeçiriyorlar. Bu da kapi-talizmin, empetalizmin, emperyalizmin bir tür takksel caydırma tekniğidir. Bu bizlere açılan psikolojik savaşa karşı kimileri beyaz bayrağı açarak mevcut düzene kendisini teslim ediyor ve bu aşağılık sistem içinde çürümeye devam ediyor.

Kimileriyse direnmeye inadına devam ediyor. Bizler gibi! Biz direnmeye devam ediyoruz! Bu ahlâksızlığa, bu yalana, bu dolana, bu yağmacılığa ve talana göz yummaya ve bu küstahlıklarıyla onları rahat bırakmaya hiç mi hiç niyemiz yok. Kapitalizmin özü budur zaten. Bencilleşrmek, ahlâksızlaşrmak, yoksulun daha fazla yoksullaşması, kendi sistemine karşılık yeni bir dünya düzeni isteyenlere karşın fiziki ve psikolojik bir savaş yürütmek, kaos yaratmak yıldırma polikalarını uygula-mak ve topyekun bütün insanlık değerlerine saldırmak. Kısacası kendi maddi çıkarları uğruna insanlığı mundar etmek... Kültürel ve ahlâki yozlaşmayı hızlandırarak kendi hakimiyene hükmeder. Türkiye’nin de durumu budude durumu budur.

Yaşanan her şeyi normal bir şeymiş gibi görerek bunlarla mücadele etmeyende bundan sorumlu-dur. Diline, kültürüne ve değerlerine sahip çıkmayan her toplum tarih sahnesinden silinmeye mah-kumdur. Nasıl ki bu ülkede bu yasal beden care büyük bir skandal ise buna göz yummak, sessiz kalmak ve alet olmak da o kadar insanlık namına ve halk adına büyük skandal ve ahlâksızlıkr. Kapital-izme, emperyalizme ve de yaratmış olduğu ahlâki ve kültürel erozyona karşı savaşmak her yerde sürülmekte olan kirli oyunlara karşı sesimizi yükselterek insanca bir yaşam adına ilk adımı atmış olalım.

Page 5: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Aylin [email protected]

KEMALİZMİ VE CUMHURİYETİ ANLAMAK- Kemalizm: Mustafa Kemal'in düşünce, ilke, devrim ve eylemlerini kapsayan ve ülke kuran bir parnin amblemi olan al okla ifade edilen devrim ideolojisidir.- Kemalizm: Anadolu' da örgütlenen ve gelişen akımın doğal ürünüdür. Cumhuriyet Halk Parsi'nin 4.Kurultayında kabul edilen 1935 programında Mustafa Kemal tarandan doğrudan kullanılarak kendi düşünce yapısının ve sisteminin adıdır.- - Kemalizm: Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik olarak da ifade edilir.- Kemalizm: Türkiye’nin temel yapı taşlarını oluşturan sosyal hayat, örgütlü toplum, ekonomi, polika, eğim, kültür, sanat gibi köklü reformların gerçekleşmesini sağlayan düşünsel ve eylemsel uygulamaların tümüdür.- Kemalizm: Dünyanın zorunlu kılmadığı toplumsal ve polik düzeni yaratan ve harekete geçirendir. - - Kemalizm: 1900'lü yıllarda dünyadaki fikir akımları arasında çağdaş ve aydınlanmacı tek anlayışr. Ne yazık ki Cumhuriyet tarihimiz boyunca haksız ve ahlaksız saldırılara maruz kalmış ve planlı programlı yıpratma ve karalama sürecinden geçmişr ve geçmeye devam etmektedir. Kemalist düşünce sistemine saldıranlar, Kemalizm’in demokrasiyle bağdaşmadığını ve Türkiye'nin demokrakleşme sürecinde büyük engel olduğunu her seferinde dile gerenler, Türkiye' de yaşanan bugünkü iç savaşı görmezden gelir ve ancak Kemalizm polikasıyla çıkış yolunun sağlanacağını çok iyi bilir fakat menfaatlerine uygun düşmediğinden küstahça reddeder. Ulu Önder bir enkazın küllerinden yerine çağdaş Türkiye Cumhuriye kurmuş, insanları kul-luktan çıkarıp vatandaş statüsüne kazandırmış, kadınlarımıza seçme-seçilme hakkı verilmiş ve onlarında insan olduklarını hharlap devlet yöneminde bulunmalarını sağlamış yıllardır Türk insanının ortaçağ zihniyenden çağdaş ve muasır mede-niyet seviyesine ulaşmasında önderlik etmiş, egemenliği kayıt-sız şartsız bizlere emanet etmişr. Tehlikenin farkında mısınız, uyarılarıyla dalga geçen Ba’-nın ve uşaklarının emanete hıyanet etmelerine izin vermemek bizlerin öncelikli vazifesidir. Türk Halkı her şeyden önce Mustafa Kemal'in ve Cumhuri-yet'in bu topraklar için ne denli kutsal olduğunun farkına var-malı... Cumhuriyet'in stak değil diyalekk bir unsur olduğunu ve çağın şartlarına göre temelini bozmadan daha ileriye götür-mek için gerekli kudren damarlarımızdaki asil kanda olduğu kadar aklımızda da olduğunu harlatmak isterim. Unutulmamalıdır ki Ulus egemenliğin temel sahibidir. Sizleri en derin Kemalist duygularımla selamlıyorum.

Page 6: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Özkan Bakioğ[email protected]

YURTSEVER OLMAK, DEVRİMCİ OLMAKTIR Gecenin karanlığında yol almak kolaydır demiyorum. Benim böyle bir iddiam yok. Şahsi fikrim, memleket sevmek asla kolay bir iş değildir. Aksine, memleke sevmek, hayanı ortaya koymakr ki, bir defa hayanı ortaya koymuşsan bir daha asla onu kazanamazsın. Bunun için yurtsever olmak, yurt için çabalamak her zaman iiralara maruz kalmayı gerekrmişr.

Yurtseverler, şiddete maruz kalması her dönemde muhakkak olan kişilerdir. Benim, bu güne kadar gördüğüm en büyük yurtsever Gazi Mustafa Kemal’dir. Bu büyük yurtseveri bilmek gerek. Onun izlediği yol, kurtuluşun ve bağımsızlığın yoludur. Haya boyunca bağımsızlığı kişisel ve toplumsal anlamda ülkü edinmiş biri olan Gazi, her dönem için Türk mille-nin özelliklede Türk gençliğinin değişmez önderidir. Onun ülküsel çizgisini takip etmek, bizim için nura erişmekr. Bundan kuşku duymamalıyız. Bu memleket için hayanı ortaya koyan o yüce insanı, doğrudan, kendi algı seviyemizi onun istediği gibi durmadan gibi durmadan gelişrerek anlamalıyız. Onu bilmeyen bir Türk mille-gençliği, çoktan yozlaşmış, tası-tarağı gitmek-sürülmek üzere hazır etmiş, bilincini köreltmişr. Bu korkunç bir şeydir.Böyle bir şeyi nasıl hoş görebiliriz?

Toplumsal anlamda bulunduğumuz düşük algısal düzlemde ne Atatürk’e, nede İslam’a uymayan, Din-Kemalizm çelişkisini kabul etmemiz gerekir. Bize sunulan dikta ideolojilerin içinde hapsolduğumuzu açık yüreklilikle ifade etmek isyorum. Komünist-kapitalist, Liberal-Sosyalist, Laik-Dinci gibi bir sürü kampa ayrılan fikirsel dünyamızın birlikte olması gerekmiyor mu?

Bu soruya genel cevap şudur: Efendim ne olmuş fikri ayrılıklar varsa, sonuçta bu demokrasinin bir gereğidir. Bu cevap, apaçık saçmalıkr. Hangi demokrasi? Bu soruyu adama sormazlar mı? Doğuda insanlar ağa baskısıyla, bölgesel unsurların baskısıyla oy veriyor, konuşuyorken, hangi demokrasiden bahsediyoruz? İnsanların yoksul olduğu bir toplumda hükmü, parası olanlar verir. Patronların ak dediğine yoksul işçinin kara demesini mi bekliyorsunuz? Öyle bir düzende yaşıyoruz ki parası iyi, iş yok diye can güvenliği olmadığı halde hâlâ Tuzla tersanelerinde işçiler ses çıkarmadan çalışıyor. BiBirçok fabrikada sendikal hareketler kırılamayınca patron maaşlara zam yapı veriyor ve böylelikle ortada da sorun falan kalmıyor. Peki, gerçek bu mu? Nerde işçinin hakları, hürriyetleri? Bir işçi baba, çocuğunu günde sadece iki kez çocuğu uyurken göre biliyorsa ve buna hiç kimse ses çıkarmıyorsa siz ilerde o baba sevgisi nedir bilmeyen çocuktan ne bekleyebil-irsiniz? Kimse, kimsenin arkasına saklanmasın. Dedelerimiz, babalarımız böyle yeş ve manzara ortada. Aile kurumunu o kadar zedelediler ki, ark insanlar ailenin ne olduğunu bilmez vaziyee, sadece kendi arzularını gidermek için evlenir hale geldi. Geçmişte ağa ve ortam baskısıyla baba sevgisi, ana sevgisi bilmeyen çocukların ilerde karısına, çocuğuna yapğı şidde, muameleyi nasıl örtebiliriz. Asosyal gençler, asosyal çocuklar, asosyal bireyler ve biz böyle bir toplumda demokrasiden bahsediyoruz. Tek kelime ile saçmalık.

Bir kere şunu asla unutmayalım ki, sınıfların olduğu toplum, geri kalmış ve asla demokrasiyi uygulayamayacak olan toplumdur. Patron-ağa-şeyh-şık-yöneci-efendi-bey gibi güç sahibi sömürü odakları varken, sade vatandaş nasıl kendi kararını verebilir? Patron ne derse odur. Patronun işçiye uyguladığı sömürüyü görmezden gelen ama bu sömürüden nemalanan par veya gruplar ise böylelikle ikdardır. Böyle bir mekanizma ile demokrasinin ne alakası var beyler? İnsanını kendi eliyle sömürü düzenine hapseden bu sisteme siz demokrasimi diyorsunuz? Sizi bilmem ama biz bu demokrasiye, Burjuva diktatörlüğü diyoruz. Benim şahsi fikrim ise, bu düzen apaçık sömürü odaklı, demokrak diktatör-lülüktür. Diyeceksin ki saçmaladın. Heh… işte bende sana onu diyorum, sende sabahtan beri saçmalıyorsun. İnsanların davayı çakmaması adına demokrasiyi dile dolamış, özgürlükçülük oynuyorsun. Vazgeç efendim, vazgeç.

Oysa gerçekler oldukça açıkr. Demokrasi için sınıfsızlaşmak şarr. Gazinin hedef gösterdiği muhasır medeniyetler seviyesi, sınıfsız-kaynaşmış-aydın-üreten toplum seviyesidir. Ben böyle diyince sivri akılılar çıkıp, efendim öle diyorsun da bugün modern toplumların hepsi kapitalist diyecekr. Bende ona şunu diyeceğim, o toplumlar ne yapıyor? Irak’ı sömürüyor, Afganistan’ı sömürüyor, Arabistan’ı sömürüyor, yoksul Güney Asya ülkelerini sömürüyor… Peki sen? Senin ülkende onların ki gibi bir yerleri sömürüyor mu? Hayır sömürmüyor. Neden? Çünkü senin ülken zalim değil mazlumdur. AyrıAyrıca, onlar kendilerine modern dedi diye, dışa iki cila ap parladılar diye modern mi olmuşlar? Bugün o toplumlarda yaşanan ailesel, kültürel çöküntü dünyanın neresinde var? Hani göster, o toplumlar nerde kültürel eser veriyor? Kendile-rini övmekten başka hiçbir şey yapkları yok. Doğu medeniyenin üstünü kapatma gayre içindeler. Böyle bir toplumsal düzeni mi örnek alıyorsunuz?

Page 7: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Oysa bizim bir milli modelimiz var. Bugün bu modeli sosyalist Venezüella uyguluyor ve bunu açıkça ifade ediyor. Sayın Banu Avar’ın yakın zamanda izlediğim bir videosunda bu durum karşısında gözyaşlarına hakim olamadığını anla ğını harlıyorum. Kendi milleni esaret alna alan bu diktatörlükleri mi örnek alalım? Yoksal gerçek demokrak düzenimizi kendi özgünlüğümüzle inşa mı edelim? Yurt sevgisi azıcık damarda gezen her kimse bu soruya açıkça cevap verir. Fakat memleket sevmeyi bilmeyen ba budalaları her zaman kem-küm etmeye mahkûmdur.

Toplumsal düzlemde içinde bulunduğumuz düzen faşisr. Her şekilde toplumu ayrışmaya iten bu düzen nasıl demokrak oluyormuş? Sağcı-solcu, Sünni-Alevi, dinci-laik gibi birçok ayrımla karşı karşıyayız. Bu ayrımların yanına birde ideolojik ayrımları koyalım. Sol bile içinde bölünmüş. Birçok gruptan oluşan bir toplum, kuşkusuz belli odakların oyununa sahne olmuş bir toplumdur. Bu oyunları yıkmak, putları yıkmakla mümkün olur. Putlar orda dururken ne Allah inancı yaşana bilir, neden inanmama özgürlüğü olabilir. Çünkü Allah inancı olanda o puta tapacakr, olmayanda tapacakr. Allah inancı olana put, Allah’a yakınlaşrıcı olarak sunulasunulacak, inançsıza da gerçekler olarak sunulacak. Yani öle ya da böle, bütün insanlar putlara taprılacakr. Tapmayanlar ise komikr ama dinden de, dinsizlikten de aforoz edileceklerdir. Yani dinde de, dinsizlikte de yeri olmamasına rağmen putperestlik, dinin de, dinsizliğinde gereği gibi gösteriliyor.

Gerçekler ise sunulandan çok farklı. Toplumsal hengâmeyi yaratmak adına yozlaşrılan bütün kavramlar, gerçeğin önüne çekilen bir perde görevi görüyor. İnsan olma şerefine düşen görev ise, bu perdeleri yırp atmakr. Gerçeğin önüne çekilen duvarları yıkmakr. Sınıflı şirk toplumunun küfür araçlarını yani putlarını yıkmakr. Putları ileri sürerek halkı sömüren Firavunların karşısına ASAYI dikmekr.

Kendi öz benliğimize dönüşün sırrı, yokluğumuzun farkına varmakta ve görev olan varlığa yönelmektedir. Kendi iç dina-miklerimizi katlederek, onları körelterek hiçbir şey yapamayız. Bağımsızlık, birlikte olmaktan; birlik ise bütün olabilmekten gelir. Biz eğer içte bölünmüşlük yaşarsak asla ama asla bağımsız olamayız. İçsel dönüşüm palavraları adı alnda yapılanlara sessiz kalırsak, içten çöküşü yaşarız.

Güçlü bir devleen korkmamızın sebebi, güçlü devlet dedikleri zavallı devletlerin hep vurdu-kırdıyı güç sanmalarıdır. Oysa güç, irade sahibi olup, bağımsızlığı muhafaza edebilmekr. Kendi halkını sömüren veya sömürülmesine ses çıkaramayan bir devlet, güçlü olamaz. Güçlü devlet, halk odaklı devle r. Halkın örgütlü hali olan devlet ancak halk odaklı devlet olabilir. Burjuvazi anlamda devlet, halkın örgütlü hali değil, halkın dışında, halkı kontrol alnda tutma aracı olan devle r. Türk zihniyenden bundan seneler önce 1 şeyi sildiler. Şu dönemde de 2. şeyi siliyorlar. Kuşkum yok ki sırada olan son şeydir. Şöyle bir harlayalım, tarihçileri-mizin mizin Türk denildiğinde hangi ikilemeyi öne çıkarıyordu? Ordu-Millet. Bu aslında bir palavradır. Çünkü Türk zihniyende Devlet-Ordu-Millet birliği vardır. Devlet millidir, Orduda öyle. Dolayısıyla her şey millet odaklıdır. Siz hiç, halka eziyet eden Türk hükümdarına rastladınız mı? Böyle bir şey olduğunda uzun süre boyun eğen bir Türk millene rastladınız mı? Tabii ki de böyle bir şey yok. Çünkü bizde belirleyici olan mille r.

Bu devlet yapısına vurulan ilk darbe, yapının üçlemesinden devle çıkarıp, devle millen üstünde göstermek oldu. Şu dönemde de orduyu bu ikilemeden çıkarıyorlar. Kuşkum yok ki, yarında mille birip bu yapıyı tamamen çökertecekler. Oysa bizim özgünlüğümüz bu üçlemenin işlevinde açığa çıkar. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriye bu üçleme temelinde olmuştur. Bugün ise bu temeli yıkıp yerine, Burjuva Diktatörlüğünü geriyorlar.

BurjuBurjuva diktatörlüğü dediğimiz şey, sınıfsal temelde olmak üzere toplumu bin bir parçaya bölen, şirk ve küfrü hat saada tutan ve böylelikle de insanları kontrol alnda tutan bir çeşit sömürü düzenidir. Bu düzenin İslam’daki karşılığı Efendi düzenidir. Bu düzenin dini putperestlikr. Düzenin zihniye ise Firavunizmdir. Bu karanlığa karşı mücadele şarr. Bunu başarabilecekler ise yurtseverl-erden başkası değildir. Onun için derim ki, yurtsever olmak, devrimci olmakr…

Page 8: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

AVRUPA’DA NELER OLUYOR? Sarkozy Hükümenin Fransa’da minimum emeklilik yaşını 60’dan 62’ye, emeklilik maaşı alınabilecek yaşı da 65’ten 67’ye çıkarma planlarına karşı başlayan kitlesel direniş hareketleri, işçilerin birçok yerde greve gitmesiyle artarak devam ediyor. Avrupa’nın diğer birçok ülkesinde de krizin faturasının emekçilere kesilmesi ve birçok sosyal hakkın gasp edilmesine yönelik ortaya konan tepkiler çeşitli direniş ve kitlesel gösterilerle aynı şekilde devam ediyor. Bu tepkilerin nereye varacağını şimdilik kesrmek çok zor ama geçmişte yaşanılan deneyimlerin ne şekilde bir sonuç verdiğine tekrar göz atmakta fayda var.

Avrupa’da özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası uygulanmaya başlayan Keynezyen iksadi polikaların bir sonucu olarak oluşan “Sosyal Refah Devle”ni sonuçları bakımından irdelersek ; bu dönemde bir çok sosyal, siyasal, iksadi vb... haklar en alt sınıfa kadar tanınmış bu şekilde işçi sınının, alt zümre ve tabakaların kısmen de olsa bir sosyal ve siyasal güvenceye sahip olduğu bir durum oluşmuştur. Bu uygulama aynı zamanda birçok şeye de gebe olmuştur, işçi aristokrasisini körüklediği gibi revizyonist ve reformist hareketler de bu dönemde kök salabilmişler ve Avrupa da ki bir çok “Devrimci, An-EmpeEmperyalist, Sosyalist” hareken önüne geçebilmişr. Yani hak arayan bir kitlenin asgari şartlarda dahi olsa hakkını kazanabildiği, egemen sınıfların gerek taviz gerek ise bu sınıf menzilli toplumsal hareketlerinin daha da siyasallaşarak sistem karşı bir hale dönüşmesini önlemek için bu tarz bir uygulamayı devreye soktuğu bir ortamda maalesef sonuçlar "Devrimcilerin, sosyalistlerin" aleyhine dönerek 68’ de Fransa tandanslı başlayan hareketlerin çok fazla filizlenmeden söndüğü bir duruma dönüşmüştür.

Peki, bugünü nasıl okumalıyız, bugün nasıl bir mücadele koşulları var? Bunu tarşabiliriz ama Avrupa’da da ark Küresel çapta egemen olan Neo-Liberal sistemin yara ğı travmaların insanları nasıl sokağa döktüğü ortada! Ark Sosyal Refah Devle uygulamasının kırınları dahi yok edilmiş durumda.. Birçok sosyal, siyasal, iksadi hak işçi sınının, üretmen alt kesimin elinden alınmış bir durum da ve daha fazlası da istenmekte. Yani ark Avrupa’daki mantalite de Neo-Liberalizmin tamamen etkin olmasıyla değiş, o yukarıda bahse ğimiz olayların tekrarlanması imkansız gibi.. Çünkü o dönem güçlü bir Doğu Bloku ve Reel Sosyalizm gerçeği vardı ve dünyanın birçok yerinde işçi hahareketleri örgütlü ve güçlü bir biçimdeydi, en azından bir dayanak noktaları ve egemen-lerin korkacağı bir konumdaydılar. Fakat sü-rekli bahse ğim gibi Neo-Liberal sistemin egemen olduğu bir Dünya da ark hiçbir şey eskisi gibi olmayacakr. Tabi Avrupa'daki bu durum güçlü bir kıvılcımı ateşler mi bunu za-man gösterecek. Ama doğru polikalar üre-lip doğru takk ve strateji eşliğinde bir yol haritası çizilip izlenirse bu tarz hareketlerin daha da siyasallaşacağını ve daha da akf bir hale geleceğini düşünüyorum.

Utku [email protected]

Page 9: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Yanı başımızdaki Yunanistan örneğini de incelemekte fayda var. Karamanlis'in YDP'si küresel krizin Yunanistan da yarattığı travmalar sonucu ortaya çıkan hareketlerle epey yıprandı ve iktidardan indi-rilip yerine Sosyal Demokrat bir parti olan PASOK iktidara getirildi ama bu hareketler dinmek şöyle dursun artarak daha da genişledi. Çünkü artık bu tarz işçi sınıfı menzilli toplumsal muhalefeti sustur-mak için bir takım tavizleri verebilme inisiyatifine sahip bir konum da dahi değiller reformist ve revizyonist partiler olarak atfedilen siyasi kuruluşlar. Onlar da artık Neo-Liberalizmin küresel çapta etkin olmasıyla siyaseten rakip olsalar da niteliksel olarak aynı egemen konumunda bulundukları Burjuva Liberalleriyle aynı tas aynı hamam politikalar üreterek kazanılmış birçok sosyal hakkı gasp ederek, krizin faturasını emekçilere kesen bir konumda..

İngiltere’de de David Cameron’un açıkladığı, 2.Dünya Savaşından bu yana ki en büyük kemer sıkma paketinin ardından da, İngiltere’de toplumsal muhalefetin ayaklanması bekleniyor. İngiltere’nin köklü bir partisi olan İşçi Partisi “Labour Party”( Adı İşçi Partisi olsa da niteliksel olarak “Marksist” tandanslı bir parti değildir) A.Giddens’ın teorileştir-diği “3.YOL” teoremini temel bir doktrin olarak be-nimseyerek, Küreselleşme Çağında Yeni Sol olarak atfedilen bu doktrin ile Blair önderliğinde 1997 yılın-da iktidara gelmişlerdi. Bu süre zarfından 2010 yılınakadar iktidarda bulunan İşçi Partisi, geliştirmiş oldu-ğu bu yeni söylemin ışığında daha piyasacı bir ğu bu yeni söylemin ışığında daha piyasacı bir konumda yer almış ve İngiltere’yi ABD’nin en yakın müttefiki olarak Irak Savaşına sokmuştu. İktidarda bulunduğu süre zarfında ve Irak Savaşı sonrası müttefiki olarak Irak Savaşına sokmuştu. İktidarda bulunduğu süre zarfında ve Irak Savaşı sonrası oluşan ağır tablo ile birlikte iyice gözden düşen İşçi Partisi, 2010 yılındaki seçimlerle birlikte iktidarı Muhafazakâr Parti’ye devretti. Muhafazakâr Parti’de halefinden farksız bir şekilde sürdürdüğü sert iktisadi önlemleri İngiltere tarihinin 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır kemer sıkma programıyla taçlandırmak istiyor. Bu program dahilinde kamu harcamalarında ciddi oran bir kesinti öngörülüyor ve kamu sektöründe çalışan yarım milyona yakın insanın işsiz kalabileceği söyleniyor. Tüm bunlara rağmen İngiltere halkı şimdilik fazla tepki göstermese de yasalaştırılmak istenen “kemer sıkma” taslağını protesto etmek için başkent Londra'da birkaç bin kişinin katıldığı gösteriler düzenlendi. Bu taslağını protesto etmek için başkent Londra'da birkaç bin kişinin katıldığı gösteriler düzenlendi. Bu gösteride yapılan konuşmalarda göstericiler: hükümetin faturayı, milyarlarca dolarlık paketlerle kurtarılan bankalara ödettirilmesi gerektiğini açıkladılar. Bununla birlikte bazı sendikalar da, Fransa'dakine benzer protestolar hazırlamayı planlıyorlar. Fakat gelen haberlere göre İngitere'deki büyük sendikalar bu protesto gösterilerini 2011 yılının Mart ayında yapacaklarını açıklamışlar. Görüldüğü gibi, bu karar, büyük sendikaların açıkça "ipe un serme" yolunu seçtiklerini gösteriyor. Sendikaların bu tutarsız tavrına karşılık İngiliz İşçi Sınıfının ve halkının nasıl bir tavır takınacağı önü-müzdeki günlerde gösterecekleri tepkilerle anlaşılacaktır.

Page 10: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Selda Beyoğ[email protected]

UNVANSIZ İSİMLER İsimler, insanların kimliğini mi düşüncelerini mi yansıtır? Verilen, bahşedilen adlar, görünende mi yoksa görünmeyen bir gerçeklikte var olan ruhlara mı bahşedilmiştir. Ne kadar çok isim hayatımızda ve o isimler ne kadar çok gerçekliği bize yansıtmakta tartışılası bir konudur…

İşte bu noktada, kişi, kendi ismini korumak amacıyla kendi öz benliğindeki düşüncelerini kimi zaman yansıtamamakta (yanlış algılanma modeli),kimi zamanda yansıtırken sahtelik denen kavramla görünmeyen bir gerçeklik sergilemektedir. İnsanoğlu yüzyıllardır adlarla yaşar. Doğduğundan ölümüne ona verilen ismi düşünür, o ismin ne yapması gerektiğini... Ve o isme unvan ekleme çabasına girer..İster istemez her birey isminin önüne bir unvan çabasındadır ki, bu unvan insanlar arasındaki rekabetin,insan kavramını insansızlaştırma çabasının bir ürünü olarak son bulur en sonunda.

Peki, siz, isminizin önüne hangi unvanı eklemek istersiniz… Akademik bir unvan, yönetici unvanı... En tehlikelisi devletten aldığın başkanlık unvanı… Çok hassas bir terazide kullanılası olan bu unvan, günümüzde uzun tartışmalara sebep oluyor… Kimisi şu birey bu unvanı hak etmiyor derken kimisi hak ediyor diyerek iddialarını sürdürüyor… Peki, o başkan? O kendine hiç hak edip hak etmediğini soruyor mudur? Sanırım hayır…

Çünkü soramaz, sorsa da kendine vereceği cevaplar sübjektif kalacaktır. İnsanları kayırmanın yanında kendini de kayıracaktır. Ve zamanla kaydığı ahlak terazisine yerleşecek, hastalıklı bir koltuk sevdasına ulaşacaktır. Önce ismi önemlidir insan için, ama bir kere o ismin önüne bir unvan konuldu mu öncelikler kendini yükselme hırsına, yükselme hırsıda hızla yere çakılmama uğruna sağlam paraşütlere büyük paralar yatırma sevdasına dönüşecektir.

Hiç kimse ne önemlisi de birey bunu fark edemeyecek, fark ettirme olasılığına karşı da kulaklarını en pahalı küpelerle tıkayacaktır. Ne gariptir ki, ahlak insanın doğasında olup, sonrasında doğasından çıkıp parasına yayılan bir araç olmuştur.

Egoizmin savunuculuğunu yapan Hobbes, insanların sıklıkla veya en azından zaman zaman serg-iledikleri diğerkâmlık veya başkalarının iyiliğini istemenin, evrensel olduğu ileri sürülen egoist eylem tarzına aykırı düştüğü için açıklanmaya muhtaç olduğunu görmüştür. Hobbes’u sadaka verirken gören Anglikan papazının eline geçen fırsat gözünü önce kör etmiş, sonrasında öğrendiği tutumla ise kendi gözünü oymak durumunda kalmıştır.

Ve Hobbes 17.yy da bunlar dile getirmiştir. Şimdi biz, biz kaçıncı yüzyıldayız? Hala savaşıyoruz insanla, insanın insanıyla savaşıyoruz. Tanrı’nın insanıyla savaşıyoruz. En son mezar taşımızda yazan unvansız isimlerimize bakıp tanrıyla savaşıyoruz. Biz insanlar, her zaman savaşıyoruz kendi benliğimizde... Bu yüzden hepimiz her zaman yorgun düşüncelerle yaşayıp, yorgun düşüncelerle yönetiliyoruz. Biz her halükarda savaşmak zorunda kalıyoruz, unvanlarımız ise bize bizim için savaşacak adlar bahşediyor.

Ama bir gün gelecektir ki, yorgun, yıpranmış, örümcekleşmiş bir beyin, bizi yönetemeyecek. Başını kaldırıp TC’nin tek başkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün resmine bakacak, gözlerini kaçırıp onun gözlerindeki unvanı görünce, kendi unvanından utanıp, hatasını dile getirecektir.İşte sadece zaman… Sadece zaman… Zaman!

Page 11: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

ÜLKEMİZDE SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI VE EĞİTİM Bağış… Gönüllülük esasına dayanarak bir kuruma ya da kuruluşa maddi manevi yapılacak yardımların tümüne verilen addır. Fakat Türkiye'de bunun böyle kullanıldığına pek şahit olamıyoruz. Özellikle devletin eğitim kurumlarında. Örneğin herhangi bir devlet okuluna çocuğunuzu ve ya yakınınızı kaydetmeye gittiğiniz zaman karşınıza bağış sözcüğü çıkıyor. Fakat bu bağış gönüllülük esasına dayanmamakta aksine zorunlu olarak vermelisiniz. Yoksa okula öğrenciyi kaydetmeme gibi tehditlerle karşı karşıya kalıyorsunuz... Peki devlet okullarında okumak tamamıyla ücretsiz değil midir? Bu sözde ' bağış'lar ne için istenmekte? Yani öğrenci hem devlet okuluna gidecek hem de yılda belli bir miktar para bağışlamak zorunda olacak? Nerede kaldı ücretsiz eğitim? Nerede kaldı sosyal devlet anlayışı? Peki ya asgari ücretle geçinen ailelerin evlatları ne yapacak? Bu ülkede asgari ücret açlık sınırında altındadır. Yani insanlar kendini doyuramazken geçinme sıkıntısı çekerken her yıl ücretsiz denen devlet okullarına para mı verecek? Sonra birileri çıkıp 'önce eğitim' nutukları atmaktan geri kalmıyor. Yani problemi kendi üretip üzerinden primi kendi yapıyor!

Bizleri uyutmaya çalışıyorlar! Eğitimsizlik kimlerine işine yarıyor acaba? Halkın eğitimsiz kalması, biat kül-türüyle yetişmesi kimin işine yarayacak? Yani Devlet kapitalizmi ayakta tutmak için elinden geleni yapacak çarkların arasında ezilen asgari ücretle geçinmeye çalışan ailelerin şanssız çocukları mı olacak? Hayır Efendim! Mustafa Kemal'in devrimleri emanet ettiği gençlik bunlara izin vermemelidir! Devlet sosyal devlet anlayışından VAZ-GE-ÇE-MEZ! Bu halka yutturulmaya çalışılan kapitalizm palavrasının babası Adam Smith yüz yıllar önce 'Eğitim ve Sağlık Özel sektöre bırakılamaz' diyecekti! Fakat bunların liberalliği nerelerinden anladığı belli oluyor. Kaldı ki bu ülke Mustafa Kemal'in gösterdiği yoldan gitmeye mecburdur! Devletçilik ilkesinden vazgeçilemez! Toplumda önem teşkil eden kuruluşlar devlet kontrolünde kalmalıdır. Eğitim ve Sağlık gibi sektörlerin sermayeye devredilmesi ülkemizdeki fırsat eşitliğinin sonu demektir. Bakınız öyle bir ülkede yaşıyoruz ki maliye bakanımız Ulu Önderin 'beni Türk hekim-lerine emanet ediniz' sözünü es geçerek Amerikalarda ameliyat olmaya gidiyor. Peki ya asgari ücretle geçinmeye çalışan emekçi kısmı ne yapsın? çalışan emekçi kısmı ne yapsın? Ülkemizde eğitim ücretsizdir ve bunu değiştirmeye çalışacak zihniyet karşısında duracak Mustafa Kemal'in devriminin bekçileri vardır! Ve bu bekçilerin tek bir başucu eseri vardır: Bursa Nutku! Her türlü zorluğa göğüs germek Mustafa Kemal'e minnet borcumuzdur! Herkesi bilinçli olmaya çağırıyorum!

Baran Aydı[email protected]

DAHA ÇOK EVET ÇIKAR! Yine referandum yine karşılıklı hile yapıldığına dair onlarca mail ve yazı… Yine söylüyoruz! Her an söylemeye devam edeceğiz! Yeni bir Çağa geçiyoruz! Bu çağda emperyalizmin silahları farklı! Soğuk savaş stratejileri ile emperyal-izmin enformasyonik psikolojik harekâtına karşı duramayız! Dün bilgisayarlara aktarılan oylarda, çeşitli yazılımlar ile hile yapılmadığının garantisini kim verebilir? Hala dışarıdan teknoloji ihraç eden NATO üyesi TSK mı ? Yoksa insanların sandık başında uyanık olması için çağrı yapan partililer mi? Biran önce yeni stratejiler üretilmeli! Bunlar teknoloji odaklı enformasyon stratejileri olmalı! YOKSA DAHA ÇOK EVET ÇIKAR! Mustafa Akgül, Linux Kullanıcıları Derneği ile birlikte SEÇSİS ile ilgili yaptığı yazılı açıklamada, SEÇSİS’e denetim ve daha katılımcı bir yapı gerektiğini savundu. İnternet Teknolojileri Derneği (INETD) Başkanı Mustafa Akgül, kamu-oyunda en ufak bir tereddüt olmaması için Seçim Sistemi (SEÇSİS) gibi bilişim sistemlerinin hem üretim hem de işletim aşamasında uzmanlarca denetlenmesi gerektiğini ve bu denetimlerin dönemsel olarak yinelenmesi, sonuçlarının da kamuoyuna duyurulması gerektiğini belirtti. Mustafa Akgül, Linux Kullanıcıları Derneği ile birlikte SEÇSİS ile ilgili yaptığı yazılı açıklamada, SEÇSİS’e denetim ve daha katılımcı bir yapı gerektiğini savundu. Daha önceki seçimlerde seçmen kütüklerinde bazı hataların, son yerel seçimde de seçim sonuçlarının merkeze aktarımı ve değerlendirilmesi sırasında bazı tıkanıkların yaşandığına işaret eden Akgül, açıklamada, ”Tüm bunlar, toplumda kaygıların doğmasına neden olmuştur. Bilişim alanındaki sivil toplum kuruluşları olarak bu kaygıların giderilmesi ve daha saydam bir seçim yapılması konusunda görüş ve önerilerimizi paylaşmayı, toplumsal görevimiz sayıyoruz” ifadesini kullandı.

Tugay MadanoğluErzurum il komitesi üyesi

Page 12: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Özgür Gü[email protected]

YETTİ Mİ? AYRI DURUPAYNI VURABİLDİNİZ Mİ? Referandumdan bir gün sonra, “13 Eylül 2010 günü nasıl bir gün oldu?” diye sormuştur bir çok kişi kendine… Uzun bir of çekip, ikdarın yargıya takunyalı darbesi olarak yorumlayan da var, özelleşrmelerin daha kolaylaşacağından yakınanlar da var. Ama 13 Eylül 2010’un sonrasını gördükçe, bir kısmın yüzünde acı bir tebessüm ve elinde bulundurduğu, üzerinde “hayır” yazan bir turnusol kağıdı var. Yıllardır ülkenin dış güçler tarandan yöneldiğini, ikdar parsinin demokrat olmadığını ve ülkemizde emperyalizmin işbirlikçisi bir sürü hareket olduğunu, bundan iyi kanıtlayamazdı hayırcılar.

Sürece kısaca bir göz atalım. Öncelikle, karşı devrimin kendi çocuklarının başını yemesi, doğal bir meseledir. Tophane’de “yetmez ama evet” safsatasını yutan “saflarımız”, kallaviyeli bir dayak yedikten sonra, akıl hocaları onları terbiye etme amacıyla “zavallı muhafazakar halkımızın hassas duygularıyla oynamakla” suçladılar. Oynanan yatro şaheseri, olayın hangi tarandan bakarsanız bakın, sizi güldürmeye yeter. Böyle bir soytarılık yok. O kadar ki, olayın suçlusu da, mağduru da, suçluların gözalna alınsa bile serbest bırakılacağını biliyordu. O yüzden araya bakanlar girdi, verdikleri mesaj her zamankiydi: “Yavaş yavaş…”

Sonrasında olan ise daha fena bir komedi… Ana muhalefet parsinin “müthiş” atağını, sanırız AKP bir 8 yıl daha arasa bulamazdı. Başkanlığa gelişi bütün bir şaibe olan Kemal Kılıçdaroğlu, AKP’ye öyle bir orta yap ki, gol yapmayana aşk olsun. Türkiye’de onlarca sorun dururken, önce 27 Mayısçılara saldıran, sonra da Erbakan’a destek gönderen, en sonunda Türkiye’de laiklik sorunu yoktur diyen Kılıçdaroğlu, türbanın üniversitelerde serbest bırakılması için, al son derece boş bir öneri ortaya a . Bu öneriye sadece AKP’liler değil, CHP’liler bile güldü. Çünkü bu otokrat, işbirlikçi parden, dokunulmazlıkların kaldırılması, ilkokul seviyesine türbanın girmemesi, kamu alanında alanında çalışanların türban takmaması istendi. Haydi diyelim ki, güçlü bir örgütün var ve üniversitedeki türbanlıyı dönüştürecek güce sahip… O zaman hakikaten türban nereye girerse girsin, onlara türbanın bir palavra olduğunu anlatmak için var gücümüzle çalışırdık. Ancak böyle bir mesele de yok, çünkü CHP’nin gençlik kollarının, AKP’deki para kölesi ve liberal sevdalısı gençlikten farkı yoktur. En basit kanıt ise, gençlik kolları örgütü genel başkanının, Amerika başkanı ile ilgili söyledikleri:

“- Obama, dünyaya yeni bir ışık gerdi bence. ABD’nin o eski siyaseni kırdı. Obama’nın genç profili hoşumuza gidiyor. Dünyadaki değişime ayak uydurduğunu görüyorum. Liderlerin değişime ayak uydurması çok önemli… Tayyip Erdoğan’ın bilişim çağıyla ilgisi olduğunu söyleyemeyiz ama Obama’nın öyle bir etkileşimi var. Gençler izliyor Obama’yı. Ben de Obama’yı beğeniyorum.”

Çok şaşırmamak gerek, Umut Oran, Gürsel Tekin gibi para babaları, yıllardır parnin temeli olan 6 ok ile hesaplaşmak gerekir diyince, Umut Tunç’dan da başka bir şey beklemek komik olurdu.Bu Bu komedinin sonrasında, AKP’nin bir numaralı “pasif” destekçisi olan BDP’nin, yine işbirlikleri sonucunda karşılık bulamaması ortaya çık. Referandumda KİP’in eylemlerinin önüne geçmeye çalışan, haa sonrasında KİP ile hükümet arasında 6 maddelik bir mutabakan sağlandığını belirten BDP, KCK operasyonu ile birlikte hala madur pozisyonda. Hayırcılar, Kürt vatandaşlarımıza ve referandumu boykot eden sosyalist hareketlere, ısrarla bu anayasaya hayır denilmesini isterken, BDP ise AKP ile uzlaşma ve pasif destek uğraşlarını sürdürdü (bkz. S.Demirtaş’ın ming konuşmaları). Şimdiyse KCK davalarında, Tayyip Erdoğan’ın samimiyeni ölçeceklerini söylüy-orlaorlar. Ölçebildiniz mi efendiler? Siz Türkiye halklarına güveneceğinize, derdinizi Amerika’ya anlarsanız, daha çok yüz üstü kalırsınız.

Peki akf destekçi olan ve Tophane’de dayak yiyenlere akıl hocalığı yapan, ekolojist(!), feminist, an-homofobik(!), Troçkist(!), Hrant Dink dostu(!), Devrimci “solcu” işçi parlilerin, HSYK ve Anayasa Mahkemesi seçimlerinde düştüğü durumlara ne demeli? O kadar yapmacıklar ki, İngiltere’deki parlerinden adam gerip, birkaç kelime Türkçe öğretseler,

Page 13: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

daha samimi kılıf bulurlar yedikleri halta. Ama biz çok iyi biliyoruz ki, DSİP, görevi tamamen çarpıtma olan, sonra da “şaşkın” numarası yapan, bir soytarı topluluğu olmayı, Ufuk Uras ve onun parsi EDP’den muhteşem bir şekilde aldı.Büyük ihmal birçok DSİP ve EDP’li, yüzsüz bir şekilde, Karadeniz’de, Rize’de, Munzur’da, HES uygulamalarına karşı “ekolojist” damarları ile “katle rmeyiz” diyeceklerdir. Ama bu “zeki” ajanların verdikdikleri oylarıyla, saydığımız yerl-erdeki bir çok koruma alanı ve çevre harikaları, hem tahrip olacak, hem de AKP tarandan “babalar” gibi salacak. Ama bunu tek bir Türkiye Cumhuriye vatandaşı bile bunlara karşı çıkmak için dava açamayacak.

Daha komedyamız bitmedi. EDP’nin olası “onursal üyelerinden”, haa yaşasa belki EDP’ye geçemesi muhtemel olan, DSİP’in adına “dostları” sıfa ile grup oluşturduğu Hrant Dink’in kalleri ile aynı saa olunmasına ne demeli (harlayacaksınız, BBP de evet sandaydı ve Ogün Samast, BBP teşkilandan çıkmış). Hayırcılara ısrarla “siz MHP cephes-indesiniz” diyen soytarılar, kaller ile aynı saa olmaktan utanmadılar mı (üstüne üstlük, MHP’lilerin bir çoğu da evet verdi)? Peki, hukukun ayaklar alnda alınarak, kalin “çocuk” olarak yargılanmasına, bunu yaparken de “taş atan çocuklaçocuklar” yasasından yararlanmasına ve bunlardan birinin de bir KİP’li olan Serap Eser’in kali olmasına, hanginiz bir kez olsun karşı çıknız? “Hrant Dink’in dostları”, bu skandal karar sonrasında evlerine gidip, saatlerce ağlamışr, peki bunlara biz msah gözyaşları desek, hanginiz karşı çıkacaksınız? Sayenizde kurtulan kallerden hangisinin hesabını verebilecek-siniz? HSYK seçimlerine 16-0’ı görünce, kafanıza taş düşmüş gibi “bu hükümet vesayedir dediniz. Günaydın! A alan Üsküdar’ı geç! Şimdi sormak gerekir siz soytarılara, YETTİ Mİ?

Boykotçulara da sormak gerek (özellikle kendilerine sosyalist diyenlere), bildirinizdeki gibi “ayrı durup, aynı vur”abildiniz mi? Doğru, ayrı durarak, halkın muhafazakar faşizm tarandan bağlanmış prangalarına öyle bir mahkum e ler ki, a kları her sloganda aynaya bakıp kendilerine küfredebilirler rahatlıkla. Hele hele, ideolojik olarak al son derece boş boykot kararı, bu örgütlerin ne kadar Marksizm/Leninizm’den uzaklaşğının kanıdır. Zaten ne zaman yakındılar ki? 40 yıldır derlenmeyen sol, ilk kez derlenmeyi “düşünmeye” başladı. Bu da hayır cephesi ile gerçekleş.Buraya kadar durumu özetleyip, bol bol karanlığa lanet okuduk. Peki ya ışık nerede?

Işık, kesin olarak mücadele etmekr. Günümüzde serzenişte bulunanları gördükçe, onları dönüştürmek ve mücadel-eye dahil etmek için kaçımız gönüllüyüz, kaçımız örgütlüyüz, kaçımız bilinçliyiz? Bunları çözmek için yapacağımız şey, en yakınımızdaki parde örgütlenmekr. Çünkü öyle bir sürece girdik ki, dün birbirleri ile kanlı bıçaklı parler, ideolojik tüm ayrılıklara rağmen, kabul edilebilir bir dayanışma göstermekte. Ancak bu kadarı yeterli değil. Yıllardır dergimizde yapğımız gibi, okumanın çeşitliliği, gelenekçilik yerine derlenişçilik, ortak yönlere eğilim, sovyet tarzı yapılanmayı sağlamak… Esağlamak… Eğer bu isteklerle o parlerde örgütlenirseniz, bu gerçek mücadeledir. Bunun dışındaki her türlü sorgulamazlık, birer çaresizlikr. Emperyalizme karşı tek silahımız budur. Kısacası boykotçu soytarılar gibi “ayrı durup, aynı vurmak” bir palavradır!

Bu yöntemi uygulamak için tek bir engel vardır, kendimiz. Kendimize sürekli olarak çizdiğimiz kariyer hedefleri, kişisel istekler, korkular ve kuruntular, bizi bu yoldan alıkoyandır. Şunu açık yüreklilikle söyleyelim, önünüze koyduğunuz her türlü hayal, istek ve fikir, bu sistemde çöpün dibini boylayacakr. Özellikle işsizlik yüzünden umutsuzluğa düşen arkadaşlarımız, bu dediğimi daha iyi anlamalılar.

Önümüzdeki dönem, ilginç bir dönemdir. AKP’nin Çin ile girdiği iş birliği, Rusya’nın Afganistan’a girişi, PKK’nın eylem-sizlik kararları, BDP’lilerin gösterdiği yakın temaslar, CHP’deki tüzük değişiklikleri, Kırmızı kitaptaki değişimler vs… empery-alizmin yüzünü yumuşatacağı ve işçi sını hareketle-rini önleyeceğinin göstergeleri olarak sayılabilir. Çün-kü genel olarak kendini kabul e rmiş ve BOP’u uygu-lamak için her türlü gücü ile saldıran neo-liberaller, bu dönemde tek güç olup, son rötuşlarını verecekr saldırı için. Bu güce Rusya’yı, Çin’i ve Hindistan’ı da katmaya çalışacak o-lan neo-liberaller, Türkiye’ye de bu konumda ekono-mik olarak bağımlı, ama karar vermede bağımsız bir rol verip, yeni bir yayılma rolü verebilirler. Yine bu noktada gördükleri tek bir engel var: an-NATO’cular. An-Natocu birliği, direnişini sürdürmek için birleş-melidimelidir. Bu yüzden yukarıda saydığımız çözümlerin en temeli olan birleşim, kaçınılmaz, tarihsel sonuçtur.

Page 14: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Duygu Oruç[email protected]

"OYUN ve ŞİZOFRENİ"Küçüktük, Bizim gibiydi düşlerimiz,Mutluluğu ise sonsuz…Sokaklar bizimdi,Sobe sesleri inlerdi mahallemizi.Ebeden saklanmak nasıl da güEbeden saklanmak nasıl da güzeldi. Hepimiz Polyanna idik,Hepimiz Don Kişot…Büyüdük,Düşlerimizi terk e k düşüncelerimize…Çocuk sesleri öldü ark kenmizde,YYa da kaç, dur, teslim ol sesleri,Duyarsızlaşrdı bizi güzel seslere…Çocukluktan bize kalan saklanmak oldu,Hala vazgeçemedik oyunumuzdan,Oyunun tek kuralı vardı,Sobelemek yasak…İki seçenek sundular biİki seçenek sundular bize,Ya düşünmeyeceksin ya kaçacaksın.Kaçk.Çünkü bize bir şey olmazdı.Çünkü biz Don Kişot, biz Polyanna idik.İyi düşünürsek her şey iyi olurdu,PPolyanna böyle öğretmiş,Don Kişot tek başına kazanmışken savaşı,Bu kadar kişiyle zafer kaçınılmazdı.Biliyorduk, raha k ve zafer bizimdi…Sobelendik!Demir kapılar kapanınca üstümüze,Anladık ki,Anladık ki,Polyanna saçma bir oyun,Don Kişot ise, şizofreniyi öğretmiş bize.

ESARETİN ÖZGÜRLÜĞÜ Israrla karanlığa iliyor insanlık, ileri gideceğimiz yerde geriye yöneliyoruz hızlı adımlarla, yönlendiriliyoruz daha doğrusu. Dört duvar arasına kapatma ile kara çarşan modernize edilmiş hali türbana bürünmek arasında ne gibi bir fark var. Ne Kuran da ne kanunda türbanın yeri yok, babaannelerimizin de başörtüsü vardı, türbanla alakası olmayan. Atatürk'ün yapğı tüm devrimlere açıkça saldırı var ve dikkat edilirse bu çok açık ortada. Nedir bunun amacı, neden mumyalanmış gibi bezlere bürünüyor insanlar, ayrıca bunu özgürlük olarak nitelendirenlerde var oysa örtünenlerde bunların arasında. Amerika’nın gerdiği dayatmalardan bir tanesi, iyi incelenirse rahibe kıyafetleri ile bire bir aynı, Neden acaba bu benzerlik? Nerede üreliyor ki bu meşhur türban? Kimler kazanıyor bunun parasını bunlar üzerinde çok uzun düşünmeye bile gerek yok aslında çok açık. İnsanları yıllarca sağ sol diye birbirlerine düşürdüler, bugün de açık kapalı olarak aynı duruma gerilmeye çalışılıyor işte çook güvendiğiniz sevgili ABD amcacığınız. Napsın gözü ülkemizde kaldı ey halkım bu masallara kanacağına ülkene sahip çık. O topraklar için nice canlar verildi, şimdi şehitlerimizde yollara dökülenler türbanlı eşleriyle, ABD kardeşliği ile ne kadar samimiler. Konuşulacak o kadar çok önemli konu var ki neden durup durup türbanı gündeme türbanı gündeme gerirler bir anlam veremiyorum. Sokakta yatan çocuklardan haberi var mı onların başında türban kolunda aln, parmağında pırlanta umurunda mı dünya. Neyine güvenirsiniz ki bu insanların, neyi samimi sizce? Yarınınızın ne garansi var ki karanlığın ardına düşüp gidiyor-sunuz. Çok uzun zamandır çok istediğim bir konuyu paylaşayım türbandan daha değerli. Çocuk esirgeme kurumlarında sevgiden uzak büyüyen çocuklar. Kimlerin aklındadır ki şimdi. Bir saani ayırmak zor mu gelir. Para oyuncak istemez o çocuklar, sevgi tek istedikleri, tek ihyaçları olan para her yerden gelir ama sevgi yürektedir herhangi bir değerle bir karşılıkla gös-teremezsin. Türbana sayfalar ayıran medya etrana bakmaz mı hiç asıl önemli olan o kadar çok şey var ki aramaya gerek yok göz önünde. Gerçi haber kanalları reklam aracı olarak kullanıldığı için bu tür şeylere hiç gerek kalmıyor galiba. Paramı alır otururum manğı mı gazetecilik… Bana mı yanlış öğreldi diye düşünüyor insan bazen, ilginç… Esaremize kapılar sonuna kadar açık, ya ilericiliğimize, devrimciliğimize, insan haklarımıza, geçimimize, sosyal yaşama, açlığa, açıkta kalan insanlığa kapılar sözde açık oysa. Ölen maden-cimize, direnen işçimize, hakkını arayan memurumuzu, doğruyu savunan adalemize Silivri’de yer hazır oysa. Köleleşmeye, bir emir alnda yaşam sürmeye bu kadar mı hazırdı bu millet. Bu kadar mı bıkkın mücadeleden, bugün hazıra alışn amca yarın kömür, şeker bulamazsın o zaman ne yapacaksın arkanda hep soyguncu bir devlet olmayacak, bugün sa n seninle beraber herkesin hayanı, yarın ne yapacaksın? Aydınlığın kapaldı karanlıklara, sesin çıkmadı oysa....

Behiye Yaraşçı[email protected]

Page 15: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

Emre [email protected]

ALT YAPI VE ÜST YAPI ÜZERİNE Toplumlar varoluşundan bu yana çeşitli şekillerde yönetilmişlerdir.(ilkel komünizm-feodalizm-kapitalizm) Bu yönetim şekilleri insanların düşünce, yaşayış, kişisel ve fiziksel gelişimi, sağlık koşulları üzerinde etkili olmuştur. Kapitalist toplumlar yaratmış olduğu düzeni insanların beynine öyle işler ki bir şeylerin yanlış olduğunu anlayamaz hale gelirsiniz.

Ekonomi, sınıf savaşlarının temelini oluşturduğu gibi kapitalist toplumların da üzerinde durduğu en önemli konulardan birisidir. Marx’a göre bir toplumun alt yapısı denilen ekonomik yapı, o toplumun üst yapısı denilen yani ahlaki, hukuki, dini görüşleri ve sanat anlayışını belirler. O halde kapitalist bir toplum sadece insanları ekonomik olarak sömürmekle kalmaz aynı zamanda kendi sanat anlayışını , hukukunu , sosyal yaşam tarzını , dini görüşlerini de empoze etmeye çalışır. Böylece kapitalizm istediği burjuva sistemini kurmuş olur. Bu tür toplumlarda insanların özgür düşünce gücü kısıtlanır hatta ve hatta çeşitli yöntemlerle psikolojik ve fiziksel baskı uygulanır.

Felsefe yapacak olursak şu soruları sorabiliriz : Alt yapının varoluş sebebi nedir ? Ekonomi neden insan yaşamı üzerinde bu kadar etkilidir? Alt yapının etkisi olmadan üst yapı oluşturulabilir mi ? Oluşturulabilirse insan yaşamında ne gibi değişikler olabilir? Alt yapı olmadan üst yapı oluşturulabilir ancak toplumun yönetim şekli özgürlükçü düşün-meye açık, insan emeğine önem veren , farklılıklara saygı gösteren , sömürücü bir düzen sistemini benimsemeyen yani “sosyalist bir toplum” niteliği gösterdiği ölçüde bu gerçekleşebilir. Alt yapı olmadan üst yapının oluşturulması insan yaşamında büyük farklılıklara da neden olacaktır. Çünkü amaç burjuvanın istediği bir üst yapı sistemi değil halkın yararına olacak bir üst yapı modelidihalkın yararına olacak bir üst yapı modelidir. Sanat burjuva sistemi içindir anlayışı yerine sanat halk içindir anlayışı hakim olacaktır.

Bir toplumun ideolojisi toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarını korumaya yöneliktir. Bu ideoloji alt yapı ve üst yapıyla birleşerek bir bütünlük oluşturur. Böylece sistem geleceğini biraz olsun garanti altına almış olur. Kapitalizmin örmüş olduğu bu görünmez ağları fark edip alt yapı – üst yapı ilişkisinin ( temelde ekonominin) burjuva kesiminin çıkarları doğrultusunda kullanılmasına tepki göstermeliyiz. Tepkiler değişimleri meydana getirir. Değişimlerse tüm insanlığı kurtarabilir.

Alev Tü[email protected]

UYDURMA, YAŞAT! 1982 Anayasa’sına göre, Türkiye Cumhuriye laik bir devle r. Laik bir devlet olması nedeniyle, bütün dinlere, inançlara, dinsizliğe eşit mesafede durması gerekmektedir. Bu anlamda da, dini tercihleri ne olursa olsun tüm vatandaşlara/ dini cemaatlere eşit muamelede bulunmak, ibadetlerinde, din eğiminde, örgütlenmelerinde, eşit haklar, imkânlar sağlayacak yasal düzenlemelerde/uygulamalarda bulunmak zorundadır. Kısaca devletlerin dini olmamalıdır. Zorunlu din dersi, sözde laik bir devlet anlayışıyla bağdaşmaz. İçinde yaşadığımız devlee 20 milyon Alevi vatandaş mevcuur. Ve yine yaşadığımız devlee cem evleri ibadet alanı sayıl-mamakta, daha çok Hanefi kesime hitap eden ve kendin başka tüm dinleri aşağılayan bir ‘’din kültürü ve ahlak bilgisi’’ dersi zorunlu kılınmaktadır… Ve yine ne tesadüür ki bu devlet ‘’laiklik, özgürlük’’ gibi kavramlardan bahsedebilmektedir. Bu sorun sadece Alevi’lerin sorunu olmaktan çıkmış, sözde laik bir devlee yaşadığına sanan herkesin düşünce ve inanç özgürlüğüne aykırı olarak çocuklarına zorunlu din dersi verilmesi, inanç ve düşünceleriyle örtüşmeyen bir eğim alma dayatması temel insan haklarına aaykırıdır. Bu doğrultuda sözde her türlü inanç özgürlüğüne açık olan devlemizin zorunlu din derslerini inatla devam e rmekte, yaşayan diğer mezhep ve dinleri asime etmektedir. Zorunlu din dersi çocuklarımıza ilkokul 4. sınıan ibaren verilmekte ve biat etmelerini öğrelmektedir. Biat kültürü bilindiği üzere; sorgulamamakta, araşrmamakta, tarşmamakta, biat eden bir nesil yeş-rmektedir. Bu kültürle yeşen çocuk, sistemin bir parçası olarak eteksiz bir birey olup çıkmaktadır. Oysaki din derslerinde tüm dinler ya da dinsizlik tarafsız olarak ele alınıp, dini tercihleri yapabileceği bilinç ve olgunlukta olduğu çağda verilmelidir. Bir diğer çelişkide; din derslerinde Âdem ve Havva’yı işleyip o dersten çıkan öğrenci, fen bilgisi dersinde evrim teorisini duymaktadır. Kuran’da Nuh tufanı olarak geçen olayın MÖ 2 bin yılında Sümerlerin Gılgamış Destanı’nın aynısı olduğunu gören öğrencinin kafası karışmakta, bilme olan güveni sarsılmaktadır. Bu olay ‘din dersi’ niteliğinden çıkıp ‘İslam’ öğreleri haline gelmiş, devlen kişisel özgürlüğe olan yaklaşımını ortaya koymaktadır. Tüm bu nedenle; zorunlu din dersi uygulamasını ve nüfus cüzdanlarında dini inanç hanesine “babamızın dini”nin yazılmasını kişisel hak ve özgürlüklere aykırı buluyoruz. Bu yaprımların kaldırılması tekrardan talep ediyoruz.

Page 16: Tepki ve Değişim Dergisi 34. sayı

TÜRBAN KİME YARIYOR? 2008 yılında, Emre Aköz’ün de yer aldığı bir televizyon programında, bir profesörümüz sözü eline alıp, ayağa kalkıyor ve yumruğunu sallayarak, ön sırada oturan türbanlı öğrencilere şu sözü söylüyordu: “Türban, emperyalizmin bayrağıdır!” İki yıl boyunca, bu cümlenin anlamını kavramak için, bir çok olay yaşadık. Ancak şu 2 ayda yaşadıklarımız, daha öğreci olamazdı. Graham Fuller’ın “Yeni Türkiye Cumhuriye” adını koyduğu ülkemizin, abdestli kapitalizmin kutsal simgesi olan türban ve badem bıyığın egemenliği alna sokma çalışmaları, 2 ay önce başarıya ulaş. Kendi militanlarını yıllardır hazırlayan AKP, sonunda adımını a ve ülkenin her ortak malına, kendi simgelerini sokmayı başardı. Kısacası “ılımlı İslam” kazandı. Dolayısıyla emperyalizm kazandı. Neo-liberalizm, aslında feodalizm ile kapitalizmin 1970’lerden beri yapğı ortaklığın adıdır. Ve bu ortaklıkta bize biçilen pay, kadınımıza feodalizm baskısını, kısıtlayıcılığını yaşatmakr. Çünkü ancak böylece neo-liberalizm at koşturabilecekr topraklarımızda. Özgürlüğü bacak arasında ve saç telinde arayan zihniyet, kâr sistemini de, sömürü sistemini de, baskı sistemini de anlayamaz. Bu yüzden özgürlüklerden bahsetmesi saçmadır. Ancak bu çarpıtma ile özgürlük tanımı değişmişr. Ark Türkiye’de özgürlüğün tek koşulu vardır. O da türbandır. Eğer başınızda türban varsa, size olan bakış değişikr. Zengin olabilir, erken yaşta evlenebilir, okulda okuyabilir, hemen yükselebilir, mülakatlardan tek tek sekrmeden geçilebilir, en yüksek mevkilere gelinebilir, KPSS’yi çakrmadan kazanabilir, din üzerine uzun nutuklar atabilirsiniz. Ama başınız açıksa, vay halinize... Zengin olmak milyarda bir şans. Erken yaşta evlenmek, o da milyarda bir şans, Berlusconi’nin sözünü dinlerseniz tabii ki. Okulda okumak, eh, eğer harçlarınızı ya da özel okul masraflarınızı karşılayabilecek şansınız vavarsa, belki. Devlemiz size burs mu koklatacak? Kariyer yapmak? Neyse ki Özal tarzı da kirlenmiş kapitalizm çarkları arasında yerini almakta, onurunuzu satacaksanız belki o olur. KPSS kazanmak? Ka-zansan ne olur? Mülakaa eleniyorsun. Din üzerine yorum yapmak? Sus, abdestsiz seni(!) Yıllardır bahse ğimiz bu bakış açısı ve bu ayrımlardı. Hem dini yanlış yorumlayan ve yozlaşranların saprmaları yüzünden yapılan baskı(bu konuda Eren Erdem arkadaşımızın bir çok makalesi var), hem de türbanlı ile başı açık arasındaki fark, bizim okullarda ve kamu alanında türbana karşı çıkışımızın başlıca nedenidir. Diğer taraan, bu oyuna alet olan genç kadınların okuyamaması, daha doğrusu erkek egemen zihniyet yüzünden okuurulmamasına karşı, alınacak tek önlem, türbanın okullarda serbest kalmasıdır. Ama, hangi şartlarda? * Türbanın dinde yerine olmadığına dair “net” ve “kesin” kanıtlar ortaya konmuştur. Bunlar genç kadınlarımız ile paylaşılmalıdır. * Mesele emek sömürüsü meselesi olmalıdır, özgürlüğe buradan bakış gelişrilmelidir.