tarih ogretiminde tarihi romanlarin yeri mehmed niyazi nin romanlari the role of novels in history...
TRANSCRIPT
T.C. Marmara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı
Tarih Eğitimi Bilim Dalı
TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ - MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI
(Yüksek Lisans Tezi)
Hakan DÜZGÜN
Đstanbul, 2008
T.C. Marmara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı
Tarih Eğitimi Bilim Dalı
TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ - MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI
(Yüksek Lisans Tezi)
Hakan DÜZGÜN
Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mustafa AKSOY
Đstanbul, 2008
T.C. Marmara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı
Tarih Eğitimi Bilim Dalı
Hakan DÜZGÜN tarafından hazırlanan TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ- MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI başlıklı bu çalışma, 15.10.2008 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda başarılı bulunarak jürimiz tarafından Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir.
Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mustafa AKSOY ………….………… Juri Üyesi: Doç. Dr. Dursun DĐLEK …………………… Juri Üyesi: Yrd. Doç. Dr. Cemal SARAÇ ................................
Đstanbul – 2008
i
ÖZET
TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ
- MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI
Bu çalışmada tarih ve edebiyat ilişkisi içerisinde, tarihi romanların tarih öğretiminde
kullanılması üzerinde durulmuştur. Tarih öğretiminde kullanılabilecek tarihi
romanlara örnek olarak Mehmed Niyazi’nin, 1910’lu yıllarda Batı Trakya’da
meydana gelen gelişmeleri konu edindiği “Yazılamamış Destanlar”; Birinci Dünya
Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’ni anlatan “Çanakkale Mahşeri” ve 20. yüzyılın
başından Mondros Mütarekesi’ne kadar Yemen ve Yemen’deki gelişmelere bağlı
olarak Arap Yarımadası’ndaki olayları konu edindiği “Yemen! Ah Yemen!” adlı
eserleri incelenmiştir.
Đlk ve orta öğretim kurumlarında tarih öğretiminden istenilen verimliliğin
alınamadığı, tarih derslerinin öğrencinin ilgisini çekmekten uzak olduğu, çeşitli
araştırmalar sonucunda dile getirilmiştir. Bu sonuçlar doğrultusunda tarih
öğretiminde yeni yaklaşımlara ihtiyaç duyulmuştur. Yaptığımız çalışmayla eğitim
kurumlarında, son yıllarda popülerliği artan tarihi romanlardan faydalanılmasının
öğrencileri etkin kılması, tarihsel bilincin ve milli şuurun oluşmasına katkısı
irdelenmiştir.
Yapılan çalışmayla tarihi romanların özellikleri incelenmiş ve tarih öğretiminde
kullanılması uygun olan tarihi romanın özelliklerinin neler olması gerektiği üzerinde
de durulmuştur.
Bu çalışma son yıllarda sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan ve genel kabul
gören nitel araştırma teknikleriyle gerçekleştirilmiştir. Veri toplama metodu olarak
tarama modeli ve nitel araştırma teknikleri doğrultusunda doküman analizi
yapılmıştır.
Anahtar sözcükler: Tarih, roman, tarih öğretimi, tarihi roman, tarihsel bilinç.
ii
ABSTRACT
THE ROLE OF NOVELS IN HISTORY TEACHING
- MEHMED NĐYAZĐ’S NOVELS
In this study according to history and literature relationship, we will question how
important history books to be used in teaching history. As examples of books that
could be used in teaching history “Yazılamamış Destanlar” that Mehmet Niyazi
wrote about events happening in Batı Trakya in 1910s, “Çanakkale Mahşeri” that
gives ideas about what happened in Çanakkale side in World War One and “Yemen!
Ah Yemen!” he wrote about Arabian Peninsula according to Yemen and events in
Yemen from beginning of 20th Century to Mondros Mütarekesi have been analyzed.
It is clear depending on some researches that in primary and secondary school
education expected productivity can’t be provided in history lessons and students
don’t show interest to the lesson. Because of this reason new approaches are required
in history teaching.
In the wake of our studies we realized that benefiting from some novels that have
been popular nowadays we can make the students active and it will play an important
role on students to gain historical knowledge and national consciousness.
By the help of our studies, the features of historical novels have been analyzed. The
historical books which are suitable to be used in history teaching has to be formed
depending on real historic events, time, places and characters in terms of serious
researches and responsibility of reflecting history.
These researches have been formed by qualitative searching teaching techniques
which is common and generally accepted in social science. As a data method,
searching sources method and documentary analysis have been used.
Key words: History, novel, history teaching, historical novel, historical
consciousness.
iii
ĐÇĐNDEKĐLER
ÖZET....................... ........................................................................................ i
ABSTRACT ...................................................................................................ii
ĐÇĐNDEKĐLER .............................................................................................iii
I.BÖLÜM
1.1. GĐRĐŞ...................................................................................................... 1
1.2. Mehmed Niyazi’nin Hayatı, Eserleri ve Tarihi Romanlarını Yazarken
Kullandığı Usul................................................................................................ 5
1.2.1. Mehmed Niyazi’nin Hayatı .................................................................... 5
1.2.2. Mehmed Niyazi’nin Eserleri......................................................................7
1.2.3. Mehmed Niyazi’nin Tarihi Romanlarını Yazarken Kullandığı Usul........8
1.3. Problem Durumu.................................................................................... 18
1.4. Amaç ..................................................................................................... 19
1.5. Önem ..................................................................................................... 19
1.6. Araştırmanın Yöntemi............................................................................ 22
1.7. Veri Toplama Teknikleri ........................................................................ 25
II. BÖLÜM
ROMAN, TARĐH VE TARĐHĐ ROMANLA ĐLGĐLĐ ARAŞTIRMALAR ... 26
2.1. Roman Nedir? ........................................................................................ 26
2.2. Romanın Ortaya Çıkışı ve Tarihi ............................................................ 29
2.2.1. Türk Romanın Tarihi............................................................................ 33
2.2.1.1. Đlk Kuşak (1860 – 1876) .................................................................. 35
2.2.1.2. Đkinci Kuşak ( 1876 – 1896) ............................................................. 35
2.2.1.3. Servet-i Fünun ( Edebiyat-ı Cedide) (1896 – 1901)........................... 35
2.2.1.4. Fecr-i Ati dönemi ( 1909 – 1912)...................................................... 36
2.2.1.5. Milli Edebiyat Akımı (1911 – 1923)................................................. 36
2.2.1.6. Cumhuriyet dönemi (1923 - …)........................................................ 37
2.3. Tarihi Roman ......................................................................................... 38
2.3.1. Tarihi Roman Türleri............................................................................ 42
iv
2.3.2. Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı............................................................... 48
2.3.3. Türk Edebiyatında Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi ............. 52
2.4. Eğitim – Öğretim ................................................................................... 67
2.5. Tarih ...................................................................................................... 69
2.6. Tarih, Tarih Öğretimi ve Tarihi Roman Đlişkisi....................................... 72
2.7. Tarihi Romanların Milli Şuur Ve Milli Kimliğin Oluşmasındaki Etkisi .. 80
2.8. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması ................................ 85
2.8.1. Tarihi Romanların Tarih Öğretiminde Kullanılmasına Dair .................. 94
Pedagojik Yaklaşımlar ................................................................................... 94
2.8.1.1. Rousseau ve Dewey’nin Yaklaşımı................................................... 94
2.8.1.2. Smith, Monson ve Dobson’nun Yaklaşımları.................................... 96
2.8.1.3. Bılof’ın, Van Middendorp ve Lee’nin Yaklaşımları .......................... 98
2.8.1.4. Dance ve Egan’ın Yaklaşımı ............................................................ 99
2.8.1.5. N.C.S.S Raporu ve Nawrot’un Yaklaşımı ....................................... 101
2.8.1.6. Danks ve Levstik’in Yaklaşımı....................................................... 102
2.8.1.7. Gallo- Barksdale ve Savage- Savage’nin Yaklaşımı........................ 104
2.8.1.8. Harris ve Austin’in Yaklaşımı ....................................................... 104
2.8.2. Tarihi Romanları Belirleme Ölçüleri .................................................. 105
2.8.3. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanın Kullanılmasının Yararları ............ 110
III. BÖLÜM
MEHMET NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI’NIN DEĞERLENDĐRĐLMESĐ . 115
3.1. Yazılamamış Destanlar.......................................................................... 116
3.2. Yemen! Ah Yemen! .............................................................................. 152
3.3. Çanakkale Mahşeri................................................................................ 200
IV. BÖLÜM
SONUÇ VE ÖNERĐLER .............................................................................. 243
4.1. Sonuç ................................................................................................... 243
4.2. Öneriler................................................................................................ 246
KAYNAKÇA ................................................................................................. 248
1
I.BÖLÜM
1.1. GĐRĐŞ
Tarih, kültürel mirasımızın önemli bir parçası olan, toplumu oluşturan bireyler
arasında ortak değerlerin oluşmasını sağlayarak toplumu kaynaştıran; milli şuurun
güçlenmesini sağlayarak öğrencileri, dolayısıyla vatandaşları millete ve devlete sadık
bireyler haline getiren; yaşama uyum sağlama becerisi kazandırarak, bireylerin
kendine ve milletine güvenini sağlayan önemli bir alandır. Bu denli yararları olan
tarih ilminin öğrenciler tarafından iyi idrak edilmesi de bir o kadar önemlidir. Bu
noktada tarih öğretiminin ne şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğiyle ilgili tartışmalar
ortaya çıkmaktadır.
Bu tartışmaların yoğunlaştığı noktalardan bir tanesi, okullarda kullanılan teknik ve
yöntemlerin yanlış olduğu üzerinedir. Bu durumla ilgili birçok akademisyen, tarih
dersinin okullarda tek düze bir şekilde ve farklı kaynaklardan yararlanma yoluna
gidilmeden, ders kitabı doğrultusunda öğretmen merkezli bir ders işlemenin söz
konusu olduğunu dile getirmektedir. Okullarda mevcut olan bu tür bir uygulamanın
öğrenciyi dersten soğuttuğu, tarih dersinin amaçladığı kazanımların öğrenci
tarafından edinilemediği çeşitli araştırmalar sonucunda ortaya konulmuştur. Bu
sorunun çözümü noktasında, özellikle üniversitelerin Tarih Eğitimi bölümlerinde
yeni araştırmalar yapılmış ve yeni çalışmalara girilmiştir. Bu çalışmalar sonucunda
ilköğretim okullarında uygulanmaya başlanan ve aşamalı olarak liselerde de
uygulanacak yapılandırmacı (oluşturmacı) programlar oluşturulmuştur.
Akar ve Yıldırım (Öztürk ve Dilek, 2005, 92) oluşturmacılıkla ilgili şu hususu dile
getirirler: “Eğitim felsefesi ve program geliştirme açılarından bakıldığında
oluşturmacılık, nesnelliğin öne çıkarıldığı pozitivist paradigmanın aksine bilginin
yorumlandığını ve karşılıklı yansıtmalar ve tartışmalar sonucunda bilginin
oluşturulduğunu savunur”.
2
Burada da belirtildiği gibi yapılandırmacılık doğrultusunda hazırlanan ders
programlarına göre öğrenen, öğretme-öğrenme sürecinde pasif değil etkin olmak
durumundadır. Bu etkin olma durumu öğrenciyi yaratıcı kılmakta, bu yaratıcılık
öğrencinin karşılaşacağı problemleri kolayca çözmesini sağlamaktadır. Bu yöntemle
gerçekleştirilen tarih öğretimi de, tarihsel bilincin oluşumuna katkı sağlamakta ve tarih
dersinin kazanımlarına ulaşma kolaylaşmaktadır. Bu durumu ifade ettikten sonra şimdi
de roman hususuna değinmekte fayda var.
Edebi türler içinde önemli bir yer edinen roman, insanın kendini ve içinde yaşadığı
toplumu ifade etmenin en güzel yollarından birini oluşturmaktadır. Roman yazarı,
kendini ve toplumunu anlatırken belli bir kurgu oluşturmaktadır. Ancak bu kurgunun
gerçekle bir ilgisinin olmadığını iddia etmek veya böyle bir sonuca varmak çoğu
zaman gerçeği yansıtmayabilir. Nitekim yazarın da düşünceleri, zihinsel oluşumu
kendi yaşantıları, içinde yaşadığı toplumun yapısı ve beslendiği kültürel değerler vs.
ile oluşmaktadır. Neticede, yaşadığımız ortam belli bir gerçeklikten veya değerler
bütününden oluştuğundan, herhangi bir konuda zihnimizde tasarladığımız olaylar, bu
gerçeklik ve değerler bütününden bağımsız değildir; bunun bir yansıması, bir
parçasıdır. Dolayısıyla edebi eserlerin de, özelde de romanın belli bir gerçekliği ifade
ettiği ortaya çıkmaktadır.
Romanın belli bir gerçeklik üzerine kurulu olmasının yanı sıra tarihsel olaylardan
beslenmesi, bazen de tarihçiler için kaynak teşkil etmesi haliyle roman ve tarih
birbirlerini tamamlayan bütünler olarak karşımıza çıkmaktadır ki, tarihsel kaynakların
ilk örneklerine ya da ilk roman örneklerinden günümüze kadar yazılan edebi ürünlere
baktığımızda tarih ve romanın birbirinden yararlandığını görebilmekteyiz. Çoğu
zaman tarihi olaylar belli bir öyküleme yoluyla aktarılmış ve aynı şekilde roman ya
da öykülerin konularını da tarihi olaylar oluşturmuştur. Çelik’e (2002, 50) göre de:
“Roman yazarı, tarihçinin malzemesini alır, muhayyilesinde yoğurarak, bilinmeyenler
üzerine bir kurgu oluşturarak, tarih malzemesini yeniden insanların dikkatine sunar”.
E. H. Carr (1996, 18) “ tarih pek çok parçası kayıp bir iç içe geçmeli bulmacadır”
der. Bu kayıp parçaları bulmak ta tarihçilere düşmektedir. Ancak tarih tek başına bu
3
bulmacanın üstesinden gelebilir mi? Bu husus tartışmalıdır. Bizce tarihin kayıp
noktalarını ortaya çıkarmak sadece tarihçilerin, tarihi olayları ortaya çıkarma
yöntemleriyle mümkün olmayabilir. Bu durumda başvurulması gereken önemli bir
yöntem, sosyal bilimlere bütünsel yaklaşılması ve sosyal bilimlerin verileri ve
yöntemleriyle bu boşlukları doldurmaktır. Bu boşlukları doldurma fırsatını iyi
değerlendiren bir roman türü olarak karşımıza tarihi roman çıkmaktadır. Tarihi
roman yazarları, tarihi olayları malzeme edinerek kendi sanatlarını icra etme yoluna
gitmişlerdir. Tarihi roman yazarı bazen tarihi olaydan hareketle, tarihi olayın zaman,
mekan ve şahsiyetlerinden apayrı bir kurgu ortaya çıkarabilmektedir. Bazen de tarihi
roman yazarı, ele aldığı tarihi olay hakkında detaylı bir araştırmaya girişmekte ve
eserini oluştururken tarihi olaya sadık kalmayı tercih etmektedir. Eserlerini
incelediğimiz Mehmed Niyazi, eserlerini kaleme alırken, titiz ve uzun süren
araştırmalar sonucunda, bir tarihçi sorumluluğunda hareket etmiştir.∗ Bundan
hareketle tarihi romanın, tarih öğretiminde kullanılıp kullanılamayacağını irdeledik.
Tarih öğretiminde kulanılabilecek tarihi romanların, birtakım kıstaslara sahip olası
fikriyle, tarih öğretiminde kullanılan eserin, tarihi olaylarla bir bütün oluşturuyor
olması, tarihe sadık kalınarak ele alınmış olması gibi özelliklere sahip olması önem
arz etmektedir.
Yalçın (2002, 250-251) da tarihi romanla ilgili şu açıklamaları yapmaktadır: “[Tarihi
roman], tarihin yeniden kurulduğu ve yapıldığı sanal bir anlatım şeklidir. [Tarihi
romanda], gerçek ve itibari karakterler görülebilir. Đyi bir tarihi roman yazarı, seçtiği
zaman diliminin gerçeklerini aynen yansıtmak için çalışır.”
Tarihi romanın gerçeğe sadık kalma, kalmama, tarihi romanın tanımı ve diğer
hususlarla ilgili tartışma, karşılaştırmalar tarihçiler ve edebiyatçıların görüşleri
doğrultusunda çalışmamızda ele alınmıştır.
Bu çalışmada ilk olarak bir edebi tür olarak roman ele alınmış ve romanın tanımı,
ortaya çıkışı ve tarihsel süreçteki gelişimi incelendikten sonra; Türk romanının
ortaya çıkışı ve gelişimiyle devam edilmiştir. Bu çalışmalar yapılırken geniş bir
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
4
literatür taramasına girişilmiş ve farklı kaynaklar, farklı görüşlerin aktarılmasına
dikkat edilmiştir. Bu hususların açığa kavuşturulmasıyla, çalışma alanımızın ana
konusunu oluşturan tarihi romana geçilmiştir. Tarihi romanla ilgili çalışmalarımız da
titizlikle ele alınmış ve tarihi romanla ilgili tanımlamalar, tartışmalar analiz
edildikten sonra dünyada ve ülkemizde tarihi romanın ortaya çıkışı ve gelişimi
aktarılmıştır.
Çalışmamız disiplinler arası bir araştırma olduğundan, çalışmamızda romanla ilgili
hususlar belirtilirken devamında tarihle ilgili bilgilerede yer verilmiş; tarihin ve tarih
eğitiminin tarihi romanla ilişkisi üzerinde yoğunlaşılmıştır.
Çalışmamızın bütününü tamamlayan parçalardan bir tanesi de eğitim-öğretimdir.
Toplumların oluşumuyla birlikte sistemli bir faaliyet alanına dönüşen eğitim-
öğretim, toplumların gelişim ve dönüşümü gerçekleştiren, aynı zamanda toplumları
geleceğe hazırlayan önemli bir faaliyet alanıdır. Günümüzde uluslar arası alanda
meydana gelen gelişmelerle ve teknolojinin iletişim, ulaşım alanlarında
kullanılmasıyla birlikte küreselleşme olgusu ortaya çıkmış ve giyinme tarzı, yemek
kültürü, eğlenme tarzı vb. gibi dünya toplumları arasında yeni ortak değerler
oluşmaya başlamıştır. Bu doğrultuda eğitim ve öğretimin önemi daha da artmıştır.
Nitekim gelişimini kendi tarihsel sürecinde oluşan değerleri üzerine kuramayan
toplumlar, günümüzdeki hızlı değişimler sonucunda kendi öz benliklerini
yitirebilmekte ve dünyaya ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlarıyla hükmeden
toplumların değerlerini benimseyebilmektedir. Toplumumuz çok uzun bir maziye
sahip olup bu uzun tarihi süreçte oluşan siyasal, sosyal, ekonomik değerler bütünü
toplumumuzun bugününü güçlü bir şekilde var etmesiyle birlikte bir dejenerasyon
sürecine de girdiğimizi uluslar arası alandaki gelişmeler bağlamında iddia edebiliriz.
Bu anlamda toplumların kendilerini var eden ve tüm mazileri boyunca oluşagelen
değerleri doğrultusunda gelişimlerini sürdürmeleri son derece önem arz etmektedir.
Bu durunda da bilinçli bir şekilde ve tarihsel bir farkındalıkla eğitim-öğretimin
planlanması gerekmektedir. Biz de bu anlamda tarihi romanların, tarih öğretimde
kullanılmasının eğitim-öğretim ve tarih öğretimi açısından yeri üzerinde durduk.
5
1.2. Mehmed Niyazi’nin Hayatı, Eserleri ve Tarihi Romanlarını Yazarken
Kullandığı Usul
1.2.1. Mehmed Niyazi’nin Hayatı
Mehmed Niyazi, 1942 yılında Adapazarı’nın Akyazı ilçesine bağlı Boztepe
Köyü’nde doğmuştur. Đlk ve ortaokulu Akyazı’da tamamlayan Mehmed Niyazi, lise
öğrenimi için 1956’da Đstanbul’a gitmiştir. Đstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ne
başlayan Mehmed Niyazi, derslerine gelen Mahir Đz’in kendisini etkileyen ilk
şahsiyetlerden biri olduğunu belirtmektedir. Mehmet Niyazi, Nihal Atsız ve Mahir Đz
gibi hocaların etkisiyle o dönemlerde sanat ve tarih çevresiyle tanışır.
Mehmed Niyazi, Haydarpaşa Lisesi’ndeki eğitimini 1959’da tamamladı. Đstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam ederken, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçişte
gösterdiği başarıdan dolayı Edebiyat Fakültesi’nin bir dalında sertifika alma hakkını
kazandı ve “Edebiyat Fakültesi Felsefe Sertifikası”nı aldı.
Mehmed Niyazi, üniversitenin ilk yıllarında Peyami Safa, Necip Fazıl gibi değerli
şahsiyetlerle tanışır ve bu şahsiyetler Mehmed Niyazi’nin fikri ve edebi kişiliğinin
oluşmasında etkili olurlar. Mehmed Niyazi, bu dönemle ilgili şu bilgileri verir:
Tabi üniversite yıllarında muhafazakâr çevrede Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Hilmi Oflaz, Ziya Nur Aksun bu gibi büyük adamların, Osman Yüksel Serdengeçti etrafında büyüdük. Onların gösterdiği kitapları okuduk. Haytamızda bunlar çok etkili oldu. Bilhassa benim hayatımda romanla ilgilendiğim için Peyami Safa’nın etkisinin altını çizmemiz lazım. ∗
Üniversite yıllarında Mehmed Niyazi’nin hayat felsefesinin belirlenmesinde etkili
olan en önemli hususlardan biri Marmara Kahvesi’nde yapılan sohbetlerdir. Mehmet
Niyazi, “Dahiler ve Deliler” adlı eserinde daha çok Marmara Kahvesi’nde yaptığı ∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
6
sohbetleri, yaşadıklarını, orada karşılaştığı ve etkilendiği kişileri kaleme almıştır.
60’lı yılların siyasi, edebi-sanatsal, felsefi tartışmaların çok yoğun olduğu Marmara
Kahvesi’nde,
Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Sedat Ümran gibi şair ve düşünürler; Mükrimin Halil Yinanç, Ali Saib Atademir, Nuri Karahöyüklü, Erol Güngör, Ziya Nur Aksun, Mehmet Genç gibi aydınlar, sohbetleri ve tartışmalarıyla farkında olmadan kendilerini dinleyen gençlere, özellikle Mehmed Niyazi Özdemir’e rehber olmuşlardır (Çelik, 2003, 136).
1964 yılında Ötüken Yayınevi’nin kuruluşuna öncülük eden Mehmed Niyazi,
yayınevinin kuruluş gerekçesini şu şekilde aktarmaktadır:
Bizim camiada yayınevi yoktu. Basılmıyordu kitaplar, basılsa da satılmıyordu. Ben biraz varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Đki üç arkadaş daha bir araya geldik. Tabi onların maddi imkanları çok kısıtlıydı. Çok iyi arkadaşlardı, emeklerini koydular. Maksat Peyami Safa’nın, Necip Fazıl’ın elline para vermekti. Ve Peyami Safa, Necip Fazıl’ın kitaplarını basmak için Ötüken Yayınevini kurduk.∗
Yazı hayatına Ötüken Yayınevi’nde basılan kitaplara önsöz ve kapak yazıları
yazmakla başlayan Mehmed Niyazi’nin, ilk yazısı Milli Hürel Dergisi’nde 1967’de
yayınlanır. Mehmed Niyazi, ilk romanı olan “Varolmak Kavgası”nda Đmam
Hatiplileri konu edinir. Onların ızdırabını anlatan, idealizmlerini kuvvetlendiren
kitaplar yazılmasını ister. Ancak herhangi bir sonucun alınamaması üzerine, kendisi
bu sorumluluğu üstlenir. Mehmed Niyazi, ilk romanı olan “Varolmak Kavgası” ile
ilgili şu bilgileri verir:
Tabi o roman acemiliklerimizle dolu olan bir romandı. Ama çok tutuldu. Belki yazdığımdaki samimiyetten dolayı, üçüncü baskısından sonra yıllarca basılmadı o. Ama çok büyük talep olduğu için bir daha elden geçirerek, fuzuli yerleri bize göre atarak, tekrar basılmaya başlandı. Ve yazarlık hayatımıza böylece başlamış olduk.∗
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
7
O dönem en büyük eksikliklerinin dışa açık olamamaları olarak belirten Mehmed
Niyazi, Avrupa’ya gitmeye karar verir. 1968’de yurtdışına çıkan Mehmed Niyazi,
yurtdışındaki faaliyetlerini şöyle anlatır:
Avrupa’ya gittim. Devlet felsefesi konusunda doktora yapmayı düşünüyordum. Brilon diye bir kasabada Goethe Enstitüsü vardı. Lisan öğrenmek için orada altı ay devam ettim. Sonra Marlburg’da doktoraya başladım. Hocamız [Prof. Dr. Ditrich Pirson] sonra Bonn’a, sonra da Köln’e tayin oldu. Burada Türk Kamu Hukukunda Temel Hürriyetler (Yerleşme Hürriyeti, Meslek Seçme Hürriyeti, Đktisadi Faaliyet Hürriyeti) bu hürriyetler üzerinde Türk devletlerinde bu hürriyetlerin gelişimi konulu doktora yaptık. ∗
Mehmed Niyazi, 1989 yılında Türkiye’ye döndü. Türkiye’ye döndükten sonra ilmi
ve edebi çalışmalarına yoğun bir şekilde devam eder. Zamanını kütüphanelerde, önce
Beyazıt Devlet Kütüphanesi daha sonra Türkiye Diyanet Vakfı Đslam Araştırmaları
Merkezi (ĐSAM), geçiren Mehmed Niyazi, Türkiye’ye dönüş amacının, ülkemizde
eksik olan tarih şuurunu milletimize aşılamak amacıyla tarihi roman çalışması
yürütmek ve bu konuda yoğunlaşmak olarak belirtir.
1987’den beri Zaman Gazetesi’nde yazmaya devam eden Mehmed Niyazi’nin
değişik dergilerde haftalık ve aylık yazıları da çıkmaktadır. Rahatsızlığından dolayı
bulunduğu Adapazarı’nın Akyazı ilçesinde, Boztepe Köyü yaylasında ziyaret
ettiğimiz (23.08.2008) Mehmed Niyazi, bundan sonraki çalışmalarıyla ilgili şu
bilgileri verdi: “Sağlığım el verirse “Plevne”yi yazmak istiyorum, “Đstanbul’un
Fethi”ni yazmak istiyorum, “Osmanlı’nın Kuruluşu”nu yazmak istiyorum. Bundan
sonra kalan ömrümde yine tarih konularında okumak ve yazmak istiyorum”.
1.2.2. Mehmed Niyazi’nin Eserleri
Romanları:
1. Varolmak Kavgası, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1970, 238 s.
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
8
2. Yazılamamış Destanlar, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1991, 256 s. 3. Ölüm Daha Güzeldi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1992, 184 s. 4. Đki Dünya Arasında, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1995, 196 s.
5. Çanakkale Mahşeri, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1998, 535 s.
6. Dahiler ve Deliler, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2001, 344 s. 7. Yemen! Ah Yemen!, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2004, 463 s. 8. Daha Dün Yaşadılar, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2006, 280 s.
Hikayeleri:
1. Bayram Hediyesi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1971, 184 s. Düşünce Eserleri:
1. Millet ve Türk Milliyetçiliği, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1979, 231 s. 2. Đslam Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1988, 222 s.
3. Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1993, 293 s.
4. Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2000, 212
s.
5. Türkiye’nin Meseleleri I –Kültür-, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1992, 240 s.
6. Türkiye’nin Meseleleri II –Devlet-, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1992, 240 s.
7. Türk Tarih Felsefesi, Ötüken Neşriyat, 2008, 319 s.
Mehmed Niyazi, ayrıca haftada bir günlük gazetede ve çeşitli dergilerde yazılar
yazmaktadır.
1.2.3. Mehmed Niyazi’nin Tarihi Romanlarını Yazarken Kullandığı Usul
9
Tarih öğretiminin önemli amaçları arasında, tarihi bilgileri tarihsel gerçekliğinden
sapmayacak bir şekilde yeni nesillere öğreterek tarihsel bir bilinç oluşturmaktır.
Ancak tarih öğretiminde dile getirilen problemler; başta öğrencilerin tarih dersine
karşı olumsuz tutumu, tarihin doğru bir şekilde öğretilip öğretilemediği tartışmaları,
kimi zaman tarihin tek yönlü ve ideolojik amaçlara hizmet edecek şekilde
öğretilmeye çalışılması önemli sorunlar olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu
sorunlar tarih öğretiminde yeni yöntemlere başvurulması fikrini gündeme getirmiştir.
Bu doğrultuda tarih öğretiminde tarihi romanlardan faydalanılmasının yararlı olduğu
düşünülmektedir. Ancak tarih öğretiminde tarihi romanlardan yararlanma hususunda
da şu önemli sorunlar karşımıza çıkmaktadır ki, o da tarihi romanın ne kadar tarihi
gerçeği yansıtıp yansıtmadığıdır. Birçok tarihi romanda tarihsel olaylar tahrip
edilmekte, mazideki kahramanların özellikleriyle oynanabilmekte ya da tarihte hiç
görülmemiş kahramanlar yaratılabilmektedir.
Tarihi gerçekleri yansıtmayan veya tarihsel gerçekleri saptıran tarihi romanların tarih
öğretiminde kullanılması öğrencileri yanlış bilgilendirebileceği, yanlış
yönlendirebileceği ve öğrencilerde ya da tarih okuyucusunun zihninde bulanıklığa
sebep olabileceğinden, bu tür eserlerin tarih öğretiminde materyal niyetine
kullanılmaması gerekmektedir. Kullanılması durumunda da, ders öğretmeninin ele
alınan eserin özellikleri hakkında öğrenciyi önceden bilgilendirmesi gerekmektedir
ki, buda öğretmeni yeni bir çalışmanın içine yönlendirmektedir. Öğretmenlerin böyle
bir çalışmaya istekli olup olmayacakları ise ayrıca bir araştırma konusunu
oluşturmaktadır.
Belirttiğimiz bu durumda tarih öğretiminde tarihi gerçeklerle oynamayan, tarihsel
doğruları saptırmadan aktaran tarihi romanlara başvurulması önemli bir durumu ifade
etmektedir. Bu çalışmada da Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının tercih
edilmesinde bu hususlar göz önünde bulundurulmuştur.
10
Mehmed Niyazi, tarihi roman yazarlığındaki temel görevinin tarihi hakikatleri
çarpıtmadan aktarmak olduğunu belirtmektedir. Çalışmalarını bilim adamı titizliğiyle
gerçekleştiren Mehmed Niyazi, detaylı araştırmalarla bütün yönleriyle ortaya
koyduğu tarihsel olayları roman ya da hikayeye dönüştürür. Tarihi yeni nesillere
sevdirmek ve gençlerde tarih şuuru oluşturmak istediğini belirten Mehmed Niyazi,
tarihi romanın önemini şu şekilde anlatır: “Ve dikkatimi şu çekmiştir,
Shakspeare’den önce Đngiltere çok gelişmemiş basit bir devlettir. Ama Shakspeare’in
verdiği ruhla Đngiltere büyük bir imparatorluk olmuştur. Onun için roman, tarihle
buluştuğu zaman çok etkili olur. O kanaatteyim”.∗
Tarihi, roman aracılığıyla ve gerçekliğinden saptırmadan aktarmak, tarih öğrenen
öğrencinin ilgisini çekeceğinden ve dersi sıkıcı olmaktan kurtaracağından tarih
öğretiminde tarihi romanın kullanılması bu anlamda yarar sağlayabileceği gibi
Mehmed Niyazi’nin belirttiği Đngiltere örneğinde Shakspeare’in etkisine benzer
şekilde ülkemizde de tarihsel bilinç doğrultusunda milli şuurlanma gerçekleşebilir.
Mehmed Niyazi, eserlerini ele alırken tarihe sadık kalmıştır (Çelik, 2003). Bu
sadakat eserin kurgulanmasında herhangi bir sorun yaratmamıştır. Çünkü yazarın
seçtiği konular, kendi yaşandıkları dönem itibarıyla olağanüstü insan çabalarını
ihtiva etmektedir. Bu konular aynı zamanda tarihimizin dönüm noktalarını da
oluşturmaktadır. Çalışmamızda Mehmed Niyazi’nin “Yazılamamış Destanlar”,
“Yemen! Ah Yemen!” ve “Çanakkale Mahşeri” adlı eserleri incelenmiştir. Yeni
Şafak Gazetesi (2002), “Yazılamamış Destanlar”ı şöyle özetlemektedir.
… [D]evletler oyununun içinde ülkenin bir parçasını korumaya ant içmiş bir avuç insanın inanılmaz macerasını konu alıyor. Mehmed Niyazi büyük amcası Süleyman Özdemir’e ithaf ettiği romanına “Yazılamamış Destanlar” adını layık görmüş. Teşkilat -ı Mahsusa elemanları tarafından müthiş bir mücadele sonucunda 31 Ağustos 1913`de Batı Trakya’da kurulan, kendi adına parası, bayrağı olan müstakil bir Türk hükümetinin hikayesini anlatıyor.
* Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
11
Mehmed Niyazi, eserlerini oluştururken tarihsel olayların gerçekliğinden sapmazken
aynı zamanda tarih bilimi açısından son derece önem arz eden mekam hususuna da
dikkat etmiş ve gerçek mekandan hareket etmiştir. Tarih tanımlanırken yer, zaman ve
sebep-sonuç ilişkisi önalana çıkmaktadır. Mehmed Niyazi’de de tarihi öğretme amacı
olduğundan tarihi olayları bütün yönleriyle ele almıştır. Örneğin “Yazılamamış
Destanlar” romanı Sakarya’nın Akyazı ilçesinden başlar. Burası yazarın memleketi
olduğundan mekanın betimlemesinin gerçeğe uygun olmadığı düşünülemez. Bu
eserde daha çok geçen yerler Muradlı Tepeleri, Çorlu, Habipçe, Koşukavak,
Karabayır, Çatalca, Eğridere, Gümülcine ve en sık olarak savaşın asıl odak noktası
diyebileceğimiz Edirne’dir. Mehmed Niyazi ile yaptığımız 23 Ağustos 2008 tarihli
görüşmede, kitaplarda geçen yerlerin bir bir gezildiği ve savaşın cereyan ettiği
bölgelerin bizzat görüldüğü dile getirilmiştir.
Mehmed Niyazi’nin “ Yazılamamış Destanlar” adlı eserinde 19. yüzyılın başlarında
Balkanlar’da cereyan eden olaylar irdelenmiş, Birinci Balkan Savaşı sonucunda
Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmesi
sonucunda, kaybedilen vatan topraklarını tekrar yurda katmak amacıyla bir araya
gelen gönüllü birlikler ve Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının mücadelesi konu
edinilmiştir. Yukarda da belirttiğimiz gibi konu ele alınırken tarihe sadık kalınmış ve
karakterler olayın içinde olan, gerçek tarihi şahsiyetlerden seçilmiştir. Bu önemli
şahsiyetlerin başında Enver Paşa ve Eşref Bey gelmektedir. Bu durumla ilgili
Mehmed Niyazi şunları söylemektedir:
Ceddimize layık eserler gün ışığına çıkarmayı düşünüyorsak, önce sağlıklı bir hafızaya dolayısıyla sağlıklı bir idrake kavuşmak zorundayız. Kanaatimce insan tabiatın değil tarihin çocuğudur. Bir kişi, kimin, hangi özelliklere sahip bir insanın evladı olduğunu bilirse kendisini daha iyi değerlendirir (Hasanoğlu: 2004).
Mehmed Niyazi, Đkinci Balkan Savaşı olarak da tarihe geçen bu olaylarda, gün
ışığına çıkmamış ya da çıkarılamamış kişi ve durumları ortaya koymuştur.
Balkanlar’da, Trablusgarp’ta ve Arap Yarımadası’nda inanılmaz kahramanlıklar
gösteren Eşref Bey (Kuşçubaşı), tarih ders kitaplarında şimdiye kadar işlenmemiş ve
12
eğitim-öğretim aşamasında öğrenciler tarafından hakkında bilgi edinilememiştir.
Oysa Eşref Bey, gösterdiği çabayla, milleti uğruna katlandığı zorluklarla her
bakımdan özenilecek, örnek gösterilecek tarihi şahsiyetlerdendir. Eşref Bey gibi Türk
tarihinde yaptıkları çalışmalarla, tarihsel gelişimimize yön veren nice kahramanı
eserleri vasıtasıyla Türk milletine hatırlatan Mehmed Niyazi toplumda milli şuurun
oluşumuna da katkıda bulunmuştur.
Tarihe karşı bir tarihçi sorumluluğu ile hareket ederek tarihi romanları kaleme alan
Mehmed Niyazi, “Yazılamamış Destanlar”ı yazma safhasında yaptığı çalışmaları
şöyle aktarmaktadır:
Birinci ve Đkinci Balkan savaşları hakkında ne yazılmışsa bulabildiğim kadarıyla hepsini okumuşumdur. Bir defa tarihteki olayları o günün şartlarında değerlendirmek lazım. Bugünden dünkü insanlara düşmanlık veya dostluk yapmanın manasını ben kavrayabilmiş değilim. O döneme dair yabancı kaynaklardan bulabildiğimi okudum. ... Ve tarihteki kahramanlarla oynamak tarihi romanlarda son derece yanlıştır. Bu kahramanların fonksiyonu neyse onu ifade etmek kaydıyla ağırlığı Đkinci Balkan Harbin’e vermek üzere “Yazılamamış Destanlar”ı yazdık. Tabi savaşlarda sıradan kahramanlar da önemli olduğu için. Eşref Kuşcubaşı, Selim Sami, Cihangiroğlu Đbrahim gibi isimlerin yanı sıra sıradan kahramanlardan tespit edebildiklerimizi, önemli bulduklarımızı koyduk.∗
Mehmed Niyazi, ele aldığı konuyla ilgili bütün yazılı kaynakları okuyarak, gerçeği
ortaya koymaya çalışmaktadır. Aynı zamanda, tarihi olayların geçtiği dönemin
koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ve geçmiş olaylar veya insanlara karşı
dostluk ya da düşmanlığın beslenemeyeceği anlayışı, Mehmed Niyazi’deki bilimsel
bakış açısının ve tarihe karşı sorumluluk içerisinde hareket edildiğinin göstergesidir.
Günümüze kadar bazı araştırmalarla ortaya konulmasına rağmen toplumda fazla
bilinmeyen, tarih öğretiminde de gerektiği gibi yer verilmeyen diğer bir husus “Batı
Trakya Türk Cumhuriyeti” diye tarihte Balkanlar’da bir Türk devletinin kurulmuş
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
13
olmasıdır. Đmparatorlukların tek tek çöktüğü, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin de
parçalandığı bir ortamda böyle bir devletin nasıl kurulduğu, kuruluşunda hangi
tarihsel faktörlerin rol oynadığı ya da neden kısa sürede devlete son verildiğiyle ilgili
tarihsel araştırmalara yer verilerek bu araştırmaların kamuoyuna sunulması açısından
da, çalışmamızın katkısı olacağı düşüncesindeyiz. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin
kuruluş aşamalarını, devletin uygulamalarını, komşu devletlerle olan ilişkilerini ve
devlete son verilmesi aşamalarını detaylı bir şekilde ihtiva eden Mehmed Niyazi’nin
“Yazılamamış Destanlar” adlı eseri kamuoyunda fazla bilinmeyen bir konuyu ele
aldığından önem kazanmaktadır.
Mehmed Niyazi, “Yazılamamış Destanlar”da olduğu gibi “Çanakkale Mahşeri”nde
de gerçeği olduğu gibi aktarmak amacıyla mekan unsurundan faydalanır. Yukarda
belirttiğimiz tarihte kendisiyle yaptığımız görüşmede Mehmed Niyazi, Çanakkale’ye
eserini yazarken en az onbeş kez gittiğini belirtmiştir. Mehmed Niyazi, Çanakkale’yi
ziyaret ederken aynı zamanda bazı yer adlarının özellikle Alman kaynaklarında
yanlış belirtildiği ve bu yanlışları da düzelttiğini belirtmiştir. Savaşın başlangıcından
sonuna kadar savaşın cereyan ettiği tüm bölgelere eserinde yer veren Mehmed
Niyazi, aynı zamanda bu yerlerin coğrafi özelliklerini de yer vererek okuyucunun
zihninde canlanmasını sağlamaktadır. Bu durum itibariyle de okuyucunun kendini
olayın içinde hissedebilmesi tarihi olayın daha iyi anlaşılması ve unutulmaması
açısından önemli bir sorunu ortadan kaldırabileceği düşünülmektedir.
Mehmed Niyazi, “Çanakkale Mahşeri”ni yazma safhasında Çanakkale Savaşı’yla
ilgili yaptığı çalışmaları 23.08.2008’de yaptığımız görüşmede şöyle anlattı:
Çanakkale’yi pek fazla bilmezdim. Almanya’da yaşlı bir profesör yanıma geldi. Delikanlı o Çanakkale’yi bir daha yapabilir misiniz dedi. Bilmiyorum yaparız herhalde niye yapmayalım filan… bu soruyla ben 5-6 defa daha muhatap oldum. Farklı kişiler tarafından. Sonra ben Çanakkale’yi merak etmeye başladım. Almanya’da yedi yüze yakın hatırat buldum. Hatıratın tamamı Çanakkale’yle alakalı değil. Ama adam subay Çanakkale’de de görev yapmış, hatırat yazmış yirmi sayfası Çanakkale’yle ilgili mesela. O bölümleri okudum. Bu anlattığım 1990’lar. Sonra bizdeki Çanakkale hakkında yazılmış kitapları topladım. On sayfalık kitaplar da dahil hepsi 24 tane. Đntepe Topçuları, şunlar bunlar… Bir tane de yeni bir roman çıkmıştı
14
“Geldiler Gördüler ve Gittiler” Sepetçioğlu’nun. Onun dışında hiçbir şey yoktu. Ve ben Çanakkale’yi yazmayı boynuma borç bildim ve çalışmaya başladım tabi. Epeyce zamanımızı aldı, yedi senemizi filan aldı.
Diğer eserlerinde olduğu gibi “Çanakkale Mahşeri”nde de, gün ışığına çıkarılamamış
olaylar, kahramanlar gün ışığına çıkarılarak, Türk tarihi ve Türk milletinin hizmetine
sunulmuştur. Mehmed Niyazi, “Çanakkale Mahşeri” ve genelde de tarihi roman
yazmadaki amaçlarından bazılarını şöyle açıklamaktadır:
Tarihimizdeki çok önemli bir olayı yerine oturtmak, yetişen nesillerin o atmosferi teneffüs etmelerini, ondan gıdalaşmalarını sağlamak için Çanakkale Mahşeri’ni yazdığımı söylersem, herhalde boyumu aşan bir iddiada bulunmuş olmam. Batılılar tarihle iç içe yaşarlar, hafızaları engindir, ona bağlı olarak idrakleri de kuşatıcıdır. Dünyanın geldiği yeri bildikleri için gideceği yeri de tahmin ediyorlar. Doğu, yazboz tahtasına dönmüştür. Ahmed’in yaptığını Mehmed, Mehmed’in yaptığını Ali bozar. Herkes kendisini evrenin merkezi kabul eder. Tarih bilinmediği için ahali de onu bir lütuf zanneder. Halbuki hayat taş üstüne taş koymakla yükselir, zenginleşir. Tarihî romanlar idrakimizi, hayatımızı derinleştirecektir. Tarihimizi seveceğiz. Đnsan sevdiğini yakından tanımak ister. Tarihimizi iştiyakla öğrenmeye çalışacağız, tarihimizi öğrendikçe içinde bulunduğumuz durumu gerçekçi bir tarzda analiz edeceğiz. Bu da bize önemli yarınlar getirecektir (Hasanoğlu: 2004).
Mehmed Niyazi, Çanakkale’yi konu edinirken aynı zamanda dönemin de bir
fotoğrafını çekmektedir. Okuyucu 1910’lu yıllarda dünyadaki genel siyasi durumun
bilincine varmakta ve bu farkına varış aynı zamanda Çanakkale Savaşı’nın da sebep
ve sonuçlarını ortaya koymaktadır. Mehmed Niyazi, yaptığının tarih olmadığını
ancak tarihi doğru anlatmaya çalıştığını şöyle belirtmektedir:
Yazdığımızın tarih olmadığını biliyoruz. Ama tarihi olayları aksettirmek aynı zamanda roman yazmak; zaten tarihi romanların zorluğu burada yatmaktadır. Tarih değil roman ama hakikatle uyum içerisinde örtüşmek durumundadır.∗
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
15
Kuşkusuz tarihi olayları tam olarak anlayabilmek için, tarihi olayın cereyan ettiği
coğrafi mekanı da iyi bilmek gerekmektedir. Mehmet Niyazi de, bu bilinçle hareket
etmiştir. Kitaplarını yazma safhasında devamlı suretle gerektiği takdirde ele aldığı
tarihi olayın geçtiği yerleri gidip bizzat görerek incelemiş ve bu araştırmasından
sonra eserlerini şekillendirmiştir. Örneğin “Çanakkale Mahşeri”ni yazarken olayın
geçtiği yeri doğru anlatmak için yaptığı çalışmayı da Mehmed Niyazi şöyle
anlatmaktadır:
Çanakkale’yi yazarken devamlı Çanakkale’ye gittim. En azından bir onbeş defa yazım sırasında gittim. Almanlar tabi Çikolata Tepesi, şu tepesi bu tepesi demiş ama tabi adam yabancı, harp içerisinde yanlış da tespit etmiş olabilir. Bakalım doğru mu diye gittim. Ve pek çoğunda yanlışlar da vardı, onları düzelttik. ∗
Mehmed Niyazi, “Yemen! Ah Yemen” adlı tarihi belgesel niteliğindeki esrine bir
haritayla başlamaktadır. Diğer tarihi romanlarında olduğu gibi “Yemen! Ah
Yemen”de de uzun süren araştırmalar sonucunda elde edilen bilgiler ışığında tarihi
gerçekleri yansıtmayı hedefleyen Mehmed Niyazi, bu eserinde de tarihi gerçeği
olduğu gibi aktarmak amacıyla Yemen’deki gelişmelerin olduğu tüm yerleri düzenli
bir şekilde olay akışıyla tutarlı bir şekilde eserine yerleştirmiştir. Kitap okunmadan
eserde yer verilen haritayı incelemek okuyucunun kitabı okurken zihinsel bir
organizasyona gitme fırsatı verebilmektedir. Aynı şekilde kitabın okunmasından
sonra tekrar harita incelendiğinde olay akışı da okuyucunun zihninde
canlanabilmektedir. Haritada belirtilen yerler ile romanda anlatılan olayların tarih
öğrencisinin zihninde canlanması, tarihi romanın tarih öğretimine katkılarından biri
olarak ifade edebiliriz. “Yemen! Ah Yemen” de Hudeyde, Bacil, Hacil, Meneha,
Ravza, Şahare, Huş, Babül Mendep Boğazı ve Yemen’in başkenti San’a kitapta sıkça
geçen yerlerin başında gelmektedir.
Mehmed Niyazi’nin (2005b), “Yemen! Ah Yemen!” adlı eserinin arka kapağındaki
not şöyle yazılmıştır: “… Ansiklopediler “Yemen’de ölen Türklerin sayısını tarih
bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor” derlerken nesillerle süren dramımızı
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
16
anlatıyorlar; fakat hiçbir dram unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir.”
Yemen gerçekten de Anadolu insanı için iyileşemez bir yara gibidir. Yemen’e
gidenler adına türküler, ağıtlar yakılmış; şiirler yazılmış ve bunlar dilden dile
günümüze kadar ulaşmıştır. Çok büyük acıların yaşandığı, çok büyük kayıpların
verildiği bunun yanı sıra büyük bir vatan toprağının kaybedildiği Yemen, ihmal
edilmiş ve araştırılıp açıklığa kavuşturulamamış ve böylelikle de toplumun yaralarına
merhem bulunamamıştır.
Mehmed Niyazi, Yemen’in bu durumunun tesiri altında kalarak Yemen’i kaleme
almıştır. Diğer eserlerinde olduğu gibi “Yemen! Ah Yemen!”i yazarken de Mehmed
Niyazi yoğun bir araştırma içine girdiğini anlatmaktadır.
... Benim niyetim tarihimizi gençlerimize öğretmek, dolayısıyla Yemen tabi hepimizin içinde bir acıdır. Ama sadece adını biliyoruz, başka bir şey bilmiyoruz. Yemen’i ele aldık, işte oradaki bütün dokümanları okuduk. Oradaki batılıların bölücü hareketlerini incelemeye çalıştık. Ve o Yemen’de gördüğümüz bütün kahramanlar gerçek, yaşamış kahramanlardır.∗
Mehmed Niyazi, aydın olmanın topluma karşı verdiği sorumlulukla hareket ederek
ele aldığı “Yemen! Ah Yemen!”i yazmasındaki amacını şu şekilde açıklar:
Acizane tarihi bir atmosfer oluşturma gayreti içindeyim. Yeni nesiller o atmosferi teneffüs ederek yetişirlerse, ciddi bir tarih şuuruna sahip oluruz. Ve biz milletçe tarih şuuruna sahip bir nesle çok muhtacız. Çünkü tarih şuuru kadar doğru yön gösteren bir pusula, ne de onun kadar bir milletin, bir memleketin sigortası olan bir fenomen vardır (Öztürk: 2004).
Mehmet Niyazi, “Yemen! Ah Yemen!” adlı eserini yazarken de Yemen’e gidip yine
coğrafi mekanı doğrulama yoluna gitmiştir. Mehmed Niyazi, bu alanda yaptığı
çalışmayı da şöyle aktarır:
Tabi Çanakkale gibi Edirne gibi sık sık gidemeyeceğimiz Yemen romanını yazdıktan sonra basılmadan önce elimize aldık Yemen’e gittik 11 gün orda kalıp yalnız o yerlerin doğru mu yanlış mı, sanat
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
17
okulu burada mı şurada mı? ...Yani kitabın inandırıcılığı sadece kahramanlara bağlı değil, o coğrafya, o atmosfere de bağlı. Bu bakımdan benim için mühim bunlar.∗
Mehmed Niyazi’nin büyük hassasiyetle eserlerinde üzerinde durduğu ve yukarda da
değindiğimiz tarihi romanlarındaki kahramanlar hususudur. Mehmet Niyazi, tarihteki
kahramanlarla oynamanın yanlış olduğunu sık sık dile getirir. Mazide devlete ve
millete büyük hizmeti olan kahramanların gençlere doğru tanıtılmasının milli şuurun
oluşmasında etkili olduğunu belirten Mehmed Niyazi, detaylı araştırmalarla
günışığına çıkardığı tarihi kahramanları, içinde bulundukları olaylarla birlikte,
herhangi bir saptırmaya yer vermeyecek şekilde kaleme almıştır. Tarihi
romanlarındaki karakterlerin tamamı gerçek olan Mehmed Niyazi, sadece
“Çanakkale Mahşeri”nde iki tane gerçek olmayan karaktere yer vermiştir. Mehmed
Niyazi, bunun sebebini ise şöyle açıklamaktadır: “ Đki tane yaramaz tip var; biri
Mendebur Đdris, diğeri de Muzır Ruşen’dir. Onları da herkes kahramandır
demesinler. Hiç yaramaz Osmanlı askeri yok mu? Sorusuna muhatap olmayayım
diye onları ben koydum” der.∗
Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarında karşımıza çıkan diğer önemli husus ise,
eserlerde geçen zamanın gerçek zaman olmasıdır. Mehmed Niyazi “Yazılamamış
Destanlar”da gelişmeler 1912- 1913 yıllarına denk gelmektedir. “Çanakkale
Mahşeri”nde ise Mehmed Niyazi, Çanakkale Savaşı’nı ilk saldırıdan savaşın zaferle
sonuçlanmasına kadar tarihi süreç içerisinde aktarmaktadır. Bu gelişmelerde 19
Şubat 1915’ten 18 Mart 1916’ya kadar devam etmektedir. Birinci Dünya Savaşı
yıllarına denk gelen bu dönemde meydana gelen diğer gelişmelerin etkileri de esere
yansıtılmıştır. “Yemen! Ah Yemen” romanında ise Mehmed Niyazi, 1905’te
Yemen’de ortaya çıkan isyanlarla eserine başlar ve Yemen’deki gelişmeler tarihsel
süreç içerisinde 1918’deki Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar devam eder.
Yemen anlatılırken özellikle mektuplar ve telgraflarla kesin tarihler verilmiştir. Yine
Yemen olayları uzun bir süreci kapsadığından, bu süreçte Osmanlı Devleti ve
dünyada cereyan eden olaylar da esere yansıtılmıştır. Böylelikle dönemin tarihsel
∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.
18
olaylarının bir bütün halinde okuyucu tarafından algılanması da tarih öğretimi
açısından önem arz edebilmektedir.
1.3. Problem Durumu
Ülkemiz eğitim sisteminde tarih öğretimi, önemli bir yer tutmaktadır.
Đlköğretim birinci kademede başlayan tarih öğretimi, üniversitelerimizdeki
programlarda da sürdürülmektedir. Ancak yakın zamana kadar verilen tarih
eğitimi doyurucu olamamıştır (Dilek, 2001; Tekeli, 1998). Konular hayattan
kopukmuş şeklinde algılanmış ve tarih dersleri çekilemeyen, can sıkıcı dersler
olarak ya da insan yaşamına bir şey katmayan konulardan oluştuğu yargısı
hâkim olmuştur.
Dilek’e (2001, 18) göre;
Tarih değişimin bilimidir. O geçmişten günümüze yaşanan olaylar arasındaki farklılık ve benzerlikleri incelerken, olaylarla insanlar arasındaki ilişkileri, insanların olaylar karşısında gösterdiği tepkileri ve bu tepkilerdeki değişimi, bireysel, kültürel ve toplumsal değişimi, değişimdeki sürekliliği, değişimde yaşanan sebep-sonuç ilişkilerini konu alanı olarak seçer.
Dilek’in değindiği bu kavramlar yani tarihin konu alanları, tarih öğretiminde
tarihsel romanlarla daha anlamlı hale getirilebilir. Tarihi romanın tarih
eğitiminde kullanılması, geçmişimizle ilgili bilgi edinmenin dışında tarihsel
düşüncenin gelişmesine de olanak sağlayabileceği düşünülmektedir.
Bilgi edinmeyi ve tarihsel düşüncenin gelişmesini sağlayacak olan tarihi
romanların birtakım özelliklere sahip olası gerekmektedir. Burada işaret
ettiğimiz, özellikle tarih öğretiminde kullanılacak olan tarihi romanlar içindir.
Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının seçilmesinde, bu romanların tarih
öğretiminde kullanılabilecek niteliklere sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının özellikleri “Mehmed Niyazi’nin Tarihi
Romanlarını Yazarken Kullandığı Usul” başlığı altında bu bölüm içinde
19
belirtilmiştir. Bu özellikler Mehmed Niyazi’nin eserlerinin analizi safhasında
eserlerle bütünlük içerisinde ayrıntılı bir şekilde incelecnecektir.
Edebiyat ve tarih, ölü olarak nitelendirilen geçmişin hayat damarlarıdır. Geçmiş
üzerine bugün ve bugün üzerine de gelecek inşa edilecekse, yeni nesiller, tarih
öğretiminde tarihi romandan faydalanmalıdır.
1.4. Amaç
Bu çalışmanın amacı, tarihi romanların tarih öğretiminde kullanılarak, tarihsel
bilginin insanlar için ne ifade ettiğini, mazideki insanlar arası ilişkilerin nasıl
şekillendiğini ve edebi bir söylemle tarihsel bilgilerin tarih öğretiminde nasıl
aktarılabileceğini; Mehmed Niyazi’nin romanlarında hangi dönemlere
değinildiğini ve tarih öğretiminde, bu romanların yerinin ne olduğunu ortaya
koymaktır.
Hedeflenen diğer amaçlar şöyle sıralanabilir:
1. Tarihi romanın tarih öğretiminde ne şekilde kullanılabileceğini tespit
etmek,
2. Mehmed Niyazi’nin incelenecek olan tarihi romanlarının genel
özelliklerini tespit etmek,
3. Mehmed Niyazi’nin romanlarındaki tarihi bilgiyi tespit etmek,
4. Mehmed Niyazi’nin romanlarının, tarih öğretiminin hangi aşamalarında
kullanılabileceğini belirlemek,
5. Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının, tarih öğretimi açısından
önemini ortaya koyma hedeflenmektedir.
1.5. Önem
20
“Roman toplumun ve insanın aynasıdır.” Tarihsel içerikli romanlarda,
geçmişteki insan her yönüyle ortaya konulmaktadır. Đnsanlar duygularıyla,
düşünceleriyle, sosyal yönleriyle, siyasi faaliyetleriyle, kültürel ve ekonomik
etkinlikleriyle tarihsel romanın içinde yer alırlar. Dolayısıyla tarihsel roman,
önemli bir tarihsel materyal olarak kullanılabilir. Tarihi romanın, tarih
öğretiminde kullanılması, tarihsel düşünce becerilerinin kazandırılması
açısından önem taşımaktadır.
Geleneksel tarih öğretimindeki bilgi aktarmaya dayanan anlayış, tarihsel
romanın kullanılmasıyla yerini tarihsel düş gücü, empati ve yaratıcılığa
bırakacak, ders kitaplarındaki bilgilerle romanlardaki bilgilerin
karşılaştırılmasıyla öğrencinin bir sorgulama içine girmesi de önem arz etmiş
olacaktır.
Bunlarla birlikte tarihi romanlar, gelişen ve çok hızlı bir şekilde değişen
dünyada eğitim kurumlarımızda yetişen yeni nesillerin benliklerini
yitirmemeleri, kültürel ve sosyal çatışmalara girmeden sağlıklı bir gelişme
gerçekleştirmeleri açısından da önem taşımaktadır.
Şimşek (2003), “Tarihsel Hikâyeye Yönelik Öğretmen Görüşleri” konulu deneysel
çalışmasında, Türkiye’de tarihsel hikâyenin, eğitim öğretim ortamına uygun kalite ve
sayı bakımından yetersiz olduğu; konulara uygun tarihsel hikâye başvuru kitabının
öğretmenler tarafından ihtiyaç olarak görüldüğü ve öğretmenlerin öykülerle tarih
öğretimine olumlu baktıkları sonucuna varmıştır. Bu doğrultuda yapılan literatür
çalişması sonucunda tarihi romana dayalı çalışmalarında yeterli düzeyde olmadığı
saptanmıştır. Bu nedenle tarihi romanın tarih öğretiminde kullanılmasını araştıran bu
çalışmanın tarih derslerinde öğrencilerin anlama ve anlamlandırma düzeylerini
artırabilmeleri açısından önem taşımaktadır.
Tarih öğretiminde öğretmen merkezli ve ders kitabıyla sınarlı materyal kullanılması,
bilgilerin ders kitabı aracılığıyla aktarılması yeterli görünmemekte ve bu durumda
öğrencilerin tarih dersine karşı olumsuz tavır takınmaları durumunun ortaya çıkması
sözkonusu olabilir. Ancak tarih derslerinde tarihi romanın kullanılmasıyla öğrenci
21
ilgisinin derse yoğunlaşacağı, aynı zamanda öğrencilerin güdülenme düzeylerinin
artacağı düşünülmektedir.
Bu anlamda seçilen tarihi romanın da özellikleri bakımından önem taşıdığı hususunun
gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Tarihi romanın özelliklerinin öneminden
hareketle tarih öğretiminde kullanılan eserlerin tarihsel bilgileri çarpıtmayan, okuyucuyu
farklı yönlendirmelere sevk etmeyen ya da bir çelişkiler yumağı yaratmaması önem
taşımaktadır. Bu noktada tarihi romanı kaleme alan yazar, yazarın tarihe bakış açısı ve
eserle ne amaçlandığı hususları da önemli olmaktadır.
Mehmed Niyazi, yeni nesillere tarihi sevdirme amacı gütmektedir. Yeni nesillerin
geçmiş, bugün ve gelecek bağlantılarını kurarak kendilerini ve ülkeyi geliştirmelerinde
sağlıklı tarihsel bilgilerle oluşmuş bir tarih bilincinin önemli olduğu Mehmed Niyazi
tarafından da düşünülmesi ve eserlerin bu bilinçle oluşturulması önem taşımaktadır.
Mehmed Niyazi, eserlerini kaleme alırken bir tarihçi sorumluluğuyla hereket etmesi,
eserlerini detaylı tarihsel araştırmalara dayandırması, gerçek tarihi bilgilerin ortaya
çıkarılmasında ve öğrencilerin bir edebi eserin etkileyiciliğiyle tarihi olayları
öğrenebilmesi açısından önemlidir.
Mehmed Niyazi’nin öğrencileri tarihi olayların sebeplerini ve bu olayların insan
yaşamı üzerindeki sonuçlarını düşünmeye yöneltmesi, öğrencilerin sıradan insanların
sıra dışılıklarını görmeleri, günümüz insanlarının da aynı şekilde karşı karşıya
kaldıkları mücadelelerle ve zayıflıklarla karşılaşabilecekleri yönünde düşünmeye
yöneltmesi açısından önemlidir.
Tarihi roman, tüm bilgilerin birbirlerine bağlı bulunduklarını göstermek yoluyla
öğrencilerin müfredat programını aşmalarını sağlayacak bir türdür. Mehemed
Niyazi’nin de eserlerinde olaylar arasında bağlantılar kurması, dönemin sosyal,
ekonomik ve siyasal koşullarını da eserlerine yansıtması, ayrıca bu koşulların
dönemin insanı üzerindeki etkisini detaylı bir şekilde açıklaması, öğrencilerin olayın
geçtiği dönem hakkında bütünsel bir tarihi bilgiye sahip olmaları açısından önem
taşımaktadır.
22
1.6. Araştırmanın Yöntemi
Bütün disiplerin inceleme alanları doğrultusunda kullandıkları bir takım metodlar
mevcuttur. Metod bir çalışmanın istenilen sonucu vermesinde büyük bir etkiye
sahiptir. Đstenilen sonuca ulaşmanın en önemli yolu, seçilen yöntemdir. Araştırmanın
yapıldığı alan tarihle ilgi olduğunda kullanacağımız yolların sayısıda azalmaktadır.
Đnsanların geçmişi anlama, öğrenme arzusu tarih ilmiyle uğraşam bilim adamlarını
yeni yöntenlere, yeni yollar bulmaya yöneltmiştir.
Bu yeni yollardan bir tanesi disiplinler arası bir çalışmayla bütün hakkında bir
sonuca varmadır. Geçmişi ve geçmişteki insanı anlamak içinde bütüncül bir bakış
açısına sahip olmak gerekmektedir. Çünkü insanı anlamak için, insan davranışlarının
birbirleriyle etkileşim içerisinde olduğunu kabul ertmek gerekmektedir. Örneğin
savaşta bir yakınının şehit düşmesi üzerine ağıtlar yakan bir annenin durumunu
sadece psikolojinin kavramlarıyla açıklayabilir miyiz? “Kadın bir travma geçiriyor”
yargısı gerçeği ortaya koymak için yeterli mi? Dolayısıyla sosyal bilimlere bir bütün
halinde bakmakla ancak insanı anlayabileceğimiz kanatindeyim. Bu haliyle
çalışmamız edebiyat ve tarih, aynı zamanda eğitim bilimi alanlarını ilgilendiren ortak
bir çalışmadır.
Bu araştırma, genel anlamda tarihi romanların tarih öğretiminde kullanılabilirliliğini,
özel anlamda ise Mehmed Niyazi’nin üç tarihi romanının tarih öğretimindeki yerini
tespit etmeye yönelik bir araştırma olarak tasarlanmıştır.
Bu araştırma nitel bir desene sahiptir. Yıldırım ve Şimşek (2005, 39) nitel
araştırmayı “Gözlem, görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama
yöntemlerinin kullanıldığı, algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül
bir biçimde ortaya konmasına yönelik nitel bir sürecin izlendiği araştırma” olarak
açıklamışlardır.
23
Nitel araştırmalar bilirli özelliklere sahiptir. Bu özellikleri (Yıldırım ve Şimşek
2005, 41): “(1) doğal ortama duyarlık, (2) araştırmacının katılımcı rolü, (3) bütüncül
yaklaşım, (4) algıların ortaya konması, (5) araştırma deseninde esneklik, (6)
tümevarımcı analiz ve (7) nitel veri” olarak belirtmiştir.
Son zamanlarda sosyal bilimlerde yaygın kullanılmaya başlanan nitel araştırmalar ilk
olarak sosyolojide geliştirilmiş daha sonra ise diğer sosyal bilimlerde benimsenen bir
yaklaşım haline gelmiştir. Yukarda belirtilen nitel araştırmaların özellikleri
doğrultusunda bütüncül yaklaşımın önemini Bogdan ve Biklen (1992) şöyle
açıklamaktadır:
Bir bütünün, onu oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir anlam ifade ettiği gerçeğinden hareketle araştırma konusu bütüncül bir yaklaşımla belirlenir ve toplanan veriler, bütüncül bir yaklaşımla analiz edilir (Akt., Yıdırım ve Şimşek, 2005, 44).
Bu çalışma da, sosyal bilimler içinde disiplinler arası bir durum arz etmektedir.
Özellikle tarih, edebiyat, sosyoloji ve eğitim-öğretim ilişkisi yoğun bir şekilde
işlenmiştir. Bu bakımdan bütüncül bir yaklaşım araştırmada benimsenmiştir.
Nitel araştırmaların diğer önemli bir özelliği tümevarımcı analizdir. Glaser ve
Strauss’un (1967) tümevarımcı analiz ile ilgili fikirlerini Yıdırım ve Şimşek (2005,
47) şu şekilde dile getirmektedir:
Nitel araştırmada tümevarım ilkesi hakimdir. Araştırmacı topladığı tanımlayıcı ve ayrıntılı verilerden yola çıkarak incelediği probleme ilişkin ana temaları ortaya çıkarma, topladığı verileri anlamlı bir yapıya kavuşturma, yani bu verilerden yola çıkarak bir kuram oluşturma (grounded theory) çabası içindedir.
Yaptığımız çalışma da yukarda açıklanan nitel araştırmaların tümevarımcı analiz
özelliğiyle örtüşmektedir. Nitekim çalışmada öncelikle parçaların toplanmasına daha
sonrada bu parçalar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılmasına ve neticede bir
bütünsel sonuca varma durumu sözkonusudur. Bu çerçeve içerisinde çalışmanın
konusunu oluşturan tarihi romanın roman, tarih ve öğretimle olan ilişkileri ortaya
24
koymak amacıyla detaylı bir kaynak taramasıyla veriler elde edilecektir. Bu veriler
sonucunda tarihi romanın özellikleri belirlenmiş olacaktır. Tarihi romanın
özelliklerinin belirlenmesiylede Mehmed Niyazi’nin tarihi romanları tahlil
edilecektir. Elde ettiğimiz tüm verilerin sonucunda ise tarihi romanların tarih
öğretimindeki yerinin ne olduğu sonucu çıkarılmaya çalışılacaktır.
Bu çalışmada yukarda belirtiğimiz yöntem çerçevesinde, yine bir nitel araştırma
tekniği olan döküman analizi sonucunda elde edilen verilerle ele alınan olguların ve
süreçlerin kendilerine özgü şartları olması nedeniyle, ilişkilendirmeler yapılırken
yorumlamalara başvurulacaktır.
Yazıcı’ya (1999,109) göre, “modern yorumcu yaklaşım 19. yüzyılın sonları ve 20.
yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Özellikle Wilhelm Dilthey ve Henrich Richart
tarafından geliştirilen yorumcu yaklaşım Pozitivist bilim anlayışına karşı olarak
ortaya çıkmıştır”.
Yorumcu yaklaşımda sosyal fenomenlerin analizi ile ilgili olarak Yazıcı (1999, 109-
110) şu görüşleri dile getirir:
Sosyal fenomen (kurumlar, sosyal aktivite, davranış) özü gereği anlamlıdır ve bu anlam sosyal aktörlerin ona verdiği anlamla anlaşılır. Öyleyse, sosyal fenomen onu gerçekleştiren aktörlerin görüş noktasından hareketle anlaşılmalı ve açıklanmalıdır.
Bu fikirler bağlamında bu araştırmada incelenen tarihi romanlar tarih, tarih öğretimi,
toplumsal yapı içindeki ilişkisi içerisinde yorumlanmıştır. Bu çalışmada yazar, yapıt,
toplum ve okur ilişkisi bağlamında Mehmed Niyazi’nin eserlerini nasıl
oluşturduğunu ve ne tür prensiplerle eserlerini kaleme aldığı, ele alınan tarihsel
olayların esere nasıl yansıtıldığı, ele alınan olayın geçtiği dönemin toplum yapısı
hakkında bilgi verip vermediği ve eserlerin okur üzerinde ne tür bir etki
bırakabileceği, eserlerin nasıl tarih öğretiminde kullanılabileceği üzerinde durulmuş
ve yorumlamaya gidilmiştir.
25
1.7. Veri Toplama Teknikleri
Tarihçilerin en çok kullandıkları veri toplama metodu doküman incelemesidir.
Tarihsel olaylarda doğrudan gözlem ya da görüşme olanağı mümkün değildir.
Dolayısıyla tarihsel araştırmalarda doküman analizi tek başına veri toplama yöntemi
olarak kullanılabilmektedir. Yıldırım ve Şimşek’e (2005, 387) göre doküman
incelemesi, “ araştırılması hedeflenen olgu veya olgular hakkında bilgi içeren yazılı
materyallerin analizini kapsar.” Bu materyaller çok çeşitlilik gösterebilmektedir.
Kitaplar, gazeteler, antlaşmalar, dergiler, günlükler vb. gibi…
Bu çalışmada tarama araştırmasıyla elde edilen verilerin değerlendirilmesinin yanı
sıra, araştırmanın esasını oluşturan tarihi romanın tarih öğretimindeki yerine örnek
olarak aldığımız Mehmed Niyazi’nin, “Yemen! Ah! Yemen! , “Çanakkale Mahşeri”
ve “ Yazılmamış Destanlar” adlı tarih içerikli üç romanı analiz edilecektir.
Mehmed Niyazi’nin eserlerinin incelenmesinde, bir veri elde etme yolu olarak
görüşmenin de kullanılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir. Bu düşünce
doğrultusunda Mehmed Niyazi’nin hayatı, eserleri, eserlerini yazarken kullandığı
usul vb. gibi konularda bilgi edinmek amacıyla Mehmed Niyazi ile görüşmeler
yapılacaktır.
26
II. BÖLÜM
ROMAN, TARĐH VE TARĐHĐ ROMANLA ĐLGĐLĐ ARAŞTIRMALAR
2.1. Roman Nedir?
Edebiyat yaşamın aynası olarak ifade edilmiştir. Çoğu zaman gündelik yaşam içinde
göremediklerimizi bizlere gösteren bir insan işlevidir edebiyat. Bazen içinde
yaşadığımız toplumun, algıladıklarımızdan ibaret olmadığı; bazen yaşamımızı
şekillendiren tarihimizin bildiklerimizden çok farklı olduğunu; bazen de hayatımıza
katmamız gereken binlerce tadın ve görmemiz gereken binlerce acının olduğunu
gösteren bir aynadır edebiyat ve edebiyat içinde roman.
Sanatsal etkinlikte bulunan her insanın yaşamında roman bir şekilde vardır. Hızla
değişen dünyada bilgi artışının sağladığı kolaylıklarla birlikte inanılmaz bir karmaşa
yarattığı da ortadadır. Bu karmaşa içinde roman yaşamı bütünlük içinde görmemize
katkı yapmaktadır. Bu durumda romanın ne olduğunu açıklığa kavuşturmak
çalışmamız açısından yararlı olacaktır.
Hawthorn (1986), Oxford Đngilizce Sözlüğü’nde romanı şu şekilde tanımlamaktadır;
Roman, belirli uzunluğa sahip, içinde geçmiş ya da çağdaş zamanlardaki gerçek hayatın temsilcileri olan kişilerin ve olayların az ya da çok bir kompleks plan içinde canlandırıldığı kurgusal mensur anlatım ve ya hikâyedir (Akt.: Özdemir, 2000, 6).
Tanımda da belirtildiği gibi roman, kurgusaldır. Yazar eserini oluştururken belli bir
zihinsel etkinlikle bir kurmaca gerçekleştirir. Yazarın kurgusunda gerçek mekânlara,
kişilere ya da olaylara yer verilebilir. Ancak, belirttiğimiz bu durumlar romancının
duygusal ve düşünsel süzgecinden geçerek kurgusunu bütünleyen unsurlar olmuştur.
Gerçekliklerini muhafaza etmekten daha ziyade “gerçek hayatın temsilcileri” halinde
yer edinmişlerdir.
27
Roman, düzyazı biçiminde olan bir anlatım, bir “söyleme”dir. Romanda, tiyatroda ya
da sinemada olduğu gibi izlediğimiz, bize gösterilen belirli bir kurgu bütünü yoktur.
Yazarın okuyucuya anlattıkları, söyledikleri vardır. Çoğu zaman romancı
duygularıyla yoğurduğu serüveni anlatır.
Lukacs (2003, 95) da, romanın bu serüven yönünü şu şekilde vurgulamaktadır:
“Roman içselliğin serüvenini anlatır; romanın içeriği, kendini bulmak için yola
çıkan, serüvenlerle kendini sınayıp kanıtlamak ve kendini kanıtlayarak özünü
bulmak için serüvenlere atılan ruhun öyküsüdür”.
Sadık Tural (2000, 15–19) ise, romanın tahkiye türünden bir edebi tarz olduğunu
belirterek, şöyle bir tanımlama yapmıştır:
Bir ben’in duyduğunu, düşündüğünü tasavvur veya tecrübe ettiğini; başkalarının merakını, heyecanını ve ilgisini uyandıracak tarzda anlatması tahkiye (narration), olay ağının ve ben’lerin çoğalması ise, tahkiye tarzının roman adlı türünün oluşmasını hazırlar. Merak unsurunun çoğalarak, insan, zaman ve mekânı zenginleştirip şekillendirdiği tahkiyeli eserlere roman denir.
Tural (2000, 15), tahkiyenin yedi asli unsuru olduğunu belirtir.
Bunlar:
1. Đnsan
2. Zaman
3. Mekân
4. Merak unsuru
5. Đnsan dışında kalan, ilişkiye girilen, görünen varlıklar.
6. Başka bayutların varlıkları ve Yaratan
7. Dil ve üsluptur.
Yapılan bu tanımlarla birlikte Özdemir (1999, 229) ise romanı, “…düz yazıya
dayanan, genellikle insanların serüvenlerini, iç dünyalarını, toplumsal bir olay ya da
28
olguyu, insan ilişkilerini ve değişik insanlık durumlarını öykülemeyi amaçlayan bir
anlatı” olarak tanımlamaktadır.
Edebiyat eleştirmenleri romanı genellikle iki boyutuyla ele almaktadır. Bunlardan
birincisi sanatsal ve estetik amaçların ötesinde, ticari amaçları öncelikli hale getiren,
çabuk tüketilip aynı zamanda çabuk unutulan, edebi değerden yoksun olduğu iddia
edilen “ popüler romanlar”dır.
Đkicisi ise, sanatsal ve estetik kaygılarla ele alınan, ticari amaçları öncelik haline
getirmeyen, yansıtmadan daha ziyade yorumlamaya yer veren, özgün eserlerden
oluşan “estetik romanlar”dır.
Hulki Aktunç’a göre, “iki tür yazar var, iki tür sanatçı var: yansıtanlar ve
yorumlayanlar”(Akt. Sağlık 2000, 24). Yansıtanlar olarak değerlendirilen romanlar
ya da romancılar sanat kaygısından çok okuru öncelikli amaç edinirken;
yorumlayanlar olarak değerlendirilen roman ya da romancılar ise sanat kaygısını
öncelikli hale getirmişlerdir.
Argunşah (1990, 24) da bu husus doğrultusunda aşağıdaki açıklamalara
değinmektedir;
Đnsanlara öncelikle bir okuma zevki ve alışkanlığı kazandırmayı gaye edinen popüler edebiyat, okuyucusuna hoş vakit geçirten, eğlendiren yayınların yer aldığı alandır. Tarihi roman bu sahada, genel olarak biraz şüpheli olan sanat değeri yüzünden aşk romanları, macera romanları, son yıllarda ise bilim-kurgu romanlarıyla yan yanadır. Ancak burada romanı bir sanat eseri, roman yazarlığını da sanatkârlık zaviyesinden gören tarihi roman ve romancıları ayırmak gerekir.
Moran (2006, 23) ise edebi-sanatsal eleştiri olarak Platon’un görüşlerini bizlere
aktarmaktadır;
Sanat eserleri gerçekliği yansıtmaz, bizi hakikate iletmez; tersine hakikatten uzaklaştırır bizi. Asıl gerçekliği değil de şu görünen yüzeysel gerçekliği yansıtan sanatçı hakikatten uzaklaşan bir adamdır. Đnsanın amacı idea’lara yönelmek olmalıdır.
29
Yaptığımız incelemelerde, sanat yapıtlarının ortaya konulmasından yeniçağın
sonlarına kadar sanat eserlerinin güzellikleriyle estetik zevk uyandırma düşüncesinin
oluşmadığını söyleyebiliriz. Sanat eserlerinin “belli bir işte kullanılmak üzere
yapıldığını” (Moran 2006, 25) görmekteyiz.
Bu aşamada Mehmed Niyazi’nin de romana bakış açısını ortaya kaymak
gerekmektedir. Eserlerini inceleyeceğimiz Mehmed Niyazi, romanın bir olayın
anlatılması olmadığını, aynı şekilde bizi gerçek dünyadan çıkarıp hayal alamine
götüren ve “hoş saatler yaşatan sihirli bir değnek” de olmadığını belirtir. Mehmed
Niyazi romanla ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur:
[Roman] bir devrin, bir memleketin, bir sosyal grubun, bir insanın iç portresidir. Tarihçide, sosyologda, siyaside göremeyeceğimiz çizgileri, yorumları romancıda buluruz. Bunları iyi verebilmek için romancı karakter seçimine, konu bütünlüğüne, usluba, kelime seçimine, dikkat etmelidir (Keleş, 1990, 10).
Bunlarla birlikte sanatın öz istediğini vurgulayan Mehmed Niyazi, edebiyatın özelde
romanın sade ve samimi olması gerektiğini belirtir. Bu özellikler doğrultusunda
Mehmed Niyazi’nin eserlerinin konularını genellikle tarihi olaylar ve gerçek hayatan
seçilen olaylar oluşturmaktadır.
Mehmed Niyazi, ele aldığı konular hakkında detaylı araştırmalar yaparak, olayı gün
ışığına çıkarır ve bu titiz çalışmalardan sonra gerçek hayattan alınan olay ya da tarihi
olay gerçekliğinden veya doğruluğundan bir şey yitirmeden öyküye ve romana
dönüşür. Bu haliyle Mehmed Niyazi eserleriyle tarihi yeni nesillere sevdirme,
öğretme gayesini de gütmektedir.
2.2. Romanın Ortaya Çıkışı ve Tarihi
Belirli bir kurgulamayla ortaya konulan sanatsal etkinliklerin, insanın tarih
sahnesinde toplu halde yaşamaya başlamasıyla birlikte başladığını söylemek yanlış
30
olmaz. Gerek yazılı olsun, gerekse sözlü olsun mevcut edebiyatta kurmacanın her
dönem var olduğunu görmekteyiz. Edebiyat veya sanat kavramlarını kullanmamızın
nedeni de zaten bu eserlerin belirli bir kurgu ihtiva etmeleri, bir bütünlük arz
etmelerinden kaynaklanır.
Đlk kurmaca anlatımları, bugünkü modern romanla kıyaslamamız ve bugünün
romanının özelliklerini belirttiğimiz bu ilk anlatımlarda aramamız söz konusu
değildir. Đlk edebiyat örnekleri genellikle nesirden daha ziyade nazım şeklinde
yazılmışlardır. Yaşanan gerçek hayat anlatılmamış; tanrıların ve efsanevi
kahramanların hayatları betimlenmiştir.
Hawthorn (1986), romanın ortaya çıkışında “romans”ın önemli katkıları olduğunu
belirtmektedir.
17.yüzyıl Fransa’sında gelişen ve efsanevi kahramanlar yerine, hayli stilize ve idealize edilmiş saray hayatını anlatan şövalye romansı, katı ama incelmiş davranış kuralları üzerinde yükselir. Şövalye romansıda yerini aldığı destan gibi, çoğunlukla tabiat unsurlar içerir (Akt. Özdemir, 2000, 7).
Bugünkü modern romanın ortaya çıkışını birçok edebiyat tarihçisi, burjuva
toplumunun oluşmaya başladığı 18. yüzyıla bağlamıştır. Ancak, bugün tanımlanan
kimliğinden bazı önemli farklılıklar içerse de Ortaçağ ve Rönesans edebiyatında da
roman örneklerine rastlanmaktadır.
Hawthorn’a (1986) göre, romanın oluşup, gelişmesinde;
1. Okuma yazma oranının artması 2. Matbaa 3. Pazar ekonomisi 4. Bireyciliğin yükselişi etkili olmuştur (akt. Özdemir, 2000, 8–9).
Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren kâğıdın daha ucuza ve bol miktarda
selülozdan üretilmeye başlanması, modern matbaanın icadıyla birlikte yazılı belge
sayısında inanılmaz derecede bir artma görülmüş, yeni fikirler ve düşünceler kısa
31
zamanda, hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır. Bu durumun doğal bir sonucu
olarak da okuma yazma oranı artmıştır. Kültür düzeyi yükselmiştir. Bu gelişmeler
edebi-sanatsal zevklerin gelişmesini de sağlamıştır.
Aytaç (1998, 97), Rönesans dönemi dönüşümünü şu şekilde aktarmaktadır;
Rönesans’ın aradığı yeni hayat ideali ve üslubu yönündeki gelişmeler, hayat ve dünya görüşündeki ağırlık merkezini, dini yönden estetik yöne kaydırdı. …Artık bundan böyle insanın ideal imajını, dünyayı dini duygular açısından yaşayan ve dini değerlere hâkim bir yer veren “dini insan” değil, serbestçe yaratan san’atkar, şair… v.b. gibi çeşitli alanlarda faaliyet gösteren bir “estetik şahsiyet” teşkil etmektedir. Böylece edebiyat, güzel sanatlar ve politika alanlarında hür, kendi bilincine sahip yeni bir insan ortaya çıkmaktadır.
Ortaya çıkan bu yeni hür insan, günümüzün çok önemli bir edebi türü olan romanın
da ortaya çıkmasında son derece etkili olmuştur.
Roman okuması genel olarak bireysel bir etkinliktir. Herhangi bir roman üzerine
grup halinde tartışmalar olmasına rağmen, bir grubun bir romanı okuması pek
olanaklı değildir. Tarihte de bu tür etkinlikler pek az görülmüştür. Hawthorn,
“roman; tek başına okuyucu kitlesinin satın alabileceği bir fiyata, çok sayıda nüsha
üretebilen matbaa makinesinin çocuğudur”der (Akt., Özdemir, 2000, 8).
Romanın ortaya çıkmasında ve yayılmasında yukarda belirttiğimiz hususların
yanında, romancı ile okur arasında yer alan yayıncı ya da başka bir şekilde de ifade
edilebilen bir tür ekonomik etkinliğin olduğudur. Orta sınıf olarak ifade edilen sınıfın
yükselişi ile romanın ortaya çıkıp gelişmesi birbiriyle yakından ilişkilidir. “Roman
yapısı, tüm edebi yapılar içinde, ekonomik yapılara, piyasa üretimi ve mübadele
yapısına en direkt olarak bağlı olan yapıdır”( Goldmann, 1995, 42).
Burada görüldüğü üzere bireyciliğin yükselişi önemli bir husus olarak ortaya
çıkmaktadır. Roman genelde kişiyi bireyleştirir, bireyin tercihleri, duruşu,
mücadelesi, toplum içindeki yerini konu edinir. Romancının bu tercihine karşılık
okuyucuda kendi bireyselliğinin ifadesini romanda bulmaktadır.
32
Goldmann’da (1995, 25) Roman Sosyolojisi adlı eserinde romanı; “... piyasa için
yapılan üretiminin doğurduğu bireyci toplumun günlük yaşamının edebiyat
alanındaki yansıması” olarak tanımlamaktadır. Bununla birlikte Goldmann (1995,
31–32):
Hiçbir önemli eser, tamamıyla bireysel bir deneyimin yansıması olamaz; roman türü, kavramlaşmamış dokunaklı bir tatminsizlik ve ya toplum içinde, ya da romancıların çoğunun içinde bulunduğu orta tabakada gelişmiş nitel değerlere duyulan dokunaklı bir özlem ölçüsünde var olabilmiş ya da gelişebilmiştir, diye eklemektedir.
Romana destanlar, kahramanlık öyküleri, masallar ve söylencelerin kaynaklık
ettiğini görmekteyiz. Şövalye ve kahramanlık öyküleri, anılar, mitolojik öykülerin
mirası üzerine kurulan romanın ilk örneklerini Pikaresk roman anlayışıyla
görmekteyiz. Pikaresk roman türünün ilk örneği, “Lazarillo de Tormes
eleştirmenlerce ilk modern roman kabul edilen Don Quijote’den 52 yıl önce, 1554’te
yayımlanmıştır”(Kumrular, 2000, 33).
Pikaresk roman, modern romana öncülük etmiş ve modern romanın da ilk temsilcisi
durumundadır. “Pikaresk roman anlayışıyla "yeni bir insan tipi" ortaya çıkarılır.
Romandaki ana figür olan "tip" dünyaya ve toplumsal yaşama "aşağıdan yukarıya
doğru yönelmiş" bir bakışla bakar, bu eksende gezgin bir ruhla yaşar. Sürekli bir
dönüşüm içindedir” (Nanelidere, 2001).
Bu bağlamda edebiyat tarihçileri ilk modern roman örneği olarak 17. yüzyılda
yazılan ve hala güncelliğinden pek bir şey yetirmeyen, Miguel de Cervantes’in
(1547–1616) Don Quijote (1605–1615) adlı yapıtını verirler.
18. yüzyılda ise Đngiliz edebiyatının önemli örnekler ortaya koyduğunu görüyoruz.
Đngiliz romancılar Samuel Richardson’un (1689–1761) Clarissa’a ve Henry
Fielding'in (1707–1754) Tom Jones ile romana katkı sağladıklarına rastlamaktayız.
18. yüzyıla gelindiğinde romanın etkinlik alanı genişlerken; yaşanmışlık
duygusunun ağır bastığı olayların "hikâye" edilmesiyle de yeni bir dönem başlar.
33
Daniel Defoe'nün (1660-1731) Robinson Crusoe'de (1719) "ıssız ada"ya sığınan
insanın serüvenini anlatmasını roman sanatının gelişimine katkı olarak alabiliriz.
Roman sanatının "anılar"ın ötesinde bir edebiyat türü olduğunun, belki de altını en
iyi çizen, bir romandır.
18.yüzyılda Avrupa’da “Aydınlanma Dönemi”nin yaşandığını ve romanında bu
dönemin etkisinde gelişerek önemli ürünler ortaya koyduğunu görmekteyiz.
Aydınlanma düşüncesiyle toplumsal gelişmenin hızlandığı, bilim ve teknolojide
birçok şeyin önünün açıldığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde, günümüzde de
önemini koruyan Goethe’nin (1749–1832) Faust’u (1831) dünya edebiyatının seçkin
bir örneği olarak ortaya çıkmıştır. Ve bu eser yeniçağın simgesi haline gelmiştir.
Diderot (1713–1784) Rameau'nun Yeğeni'ni (1762–63), J. J. Rousseau (1712–1778)
Yalnız Gezerin Hayalleri'ni yazar. Puşkin (1799–1837) Yüzbaşının Kızı, Lermontov
(1814–1841) Zamanımızın Bir Kahramanı romanlarıyla; Victor Hugo (1802–1885)
Sefiller adlı eseriyle döneme ışık tutmuştur. Bu eserler genellikle romantizm
akımının etkisinde olan eserlerdir.
Ondokuzuncu yüzyıl romanıyla ilgili bilgileri Nanelidere (2001) şu şekilde aktarır:
Romanda bakış açısının kurulması, anlatım biçiminin belirlenmesi, romanın yapısını oluştururken kahraman, çevre, olay ekseninde gelişen bireysel ve toplumsal durumların romanın bu yapısı içinde yer alış biçimi. . . gibi roman sanatına dair sorunlar 19. Yüzyıl romanıyla gündeme gelir, ele alınır. Roman kuramının asıl oluşma süreci de bu dönemde başlar. Stendhal (1783–1842), Balzac (1799–1850) Flaubert (1821–1880), Turgenyev (1818–1883), Dostoyevski (1821–1881), Tolstoy (1828–1910), Zola (1840–1902), Henry James (1843–1916), Proust (1843–1916) yüzyılın önemli romancıları olarak öne çıkmaktadırlar.
2.2.1. Türk Romanın Tarihi
Roman, edebiyatımıza Avrupa’dan gelen bir türdür. Özellikle Fransız edebiyatı,
Osmanlı Devleti’nde nesir türünün oluşup gelişmesinde son derece etkili olmuştur.
34
1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanı, Osmanlının siyasi, askeri, kültürel yönden
Avrupa’yı örnek almaya başladığı dönemin başlangıcı olmuştur. Fransa ile olan
ilişkilerimiz bu dönemde daha yoğundur. Avrupa’ya gönderilen öğrencilerinde
Avrupa edebiyat etkisinin Osmanlıya girmesinde rolü büyük olmuştur.
Türk edebiyatında, özellikle roman türünün ortaya çıkıp gelişmesinde ilk çevirilerin
önemli etkisi olduğunu görüyoruz.
Yılmaz (2002, 23), ilk çevirilerle ilgili şu bilgileri vermektedir;
Yazarlarımızı derinden etkileyen ilk çeviriler Fransız edebiyatındandır. Đlk çeviri, Fransız yazarı Fenelon’un Telemaque adlı romanıdır. Eser, 1859 yılında Yusuf Kamil Paşa tarafından çevrilmiştir. Đkinci çeviri, Victor Hugo’nun Les Miserables’idir. Ceride-i Havadis’te Mağdurin Hikâyesi adıyla tefrika edilen ve çevirmeni bilinmeyen bu eserin romanımızı derinden etkilediğini biliyoruz. Daha sonraki çeviriler “Sefiller” adını alacak ve çeşitli kişilerce birçok kez çevirisi yapılarak basılacaktır.
Çoğu edebiyatçı, Çağdaş Türk Edebiyatını ya da Yeni Türk Edebiyatı olarak
adlandırdıklarını Tanzimat’tan itibaren başlatırlar. Tanzimat’tan bugüne kadar
Çağdaş Türk Edebiyatı bazı dönemlere ayrılmaktadır.
Kavcar (1994, 7), bu döneleri aşağıdaki şekilde belirtmektedir.
1. Tanzimat Dönemi (1839 – 1896)
a) Hazırlık Dönemi ( 1839 – 1860)
b) Đlk Kuşak (1860 – 1876)
c) Đkinci Kuşak ( 1876 – 1896)
2. Servet-i Fünun ( Edebiyat-ı Cedide) (1896 – 1901)
3. Fecr-i Ati dönemi ( 1909 – 1912)
4. Milli Edebiyat Akımı (1911 – 1923)
5. Cumhuriyet dönemi (1923 - …)
35
2.2.1.1. Đlk Kuşak (1860 – 1876)
Tanzimat döneminin ilk kuşak edebiyatçıları “toplum için sanat” anlayışını
benimseyen Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Mithat’tır. Bu dönemde
Şemseddin Sami “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adıyla ilk Türk romanını yazar.
Şahin’e ( 2000, 45) göre;
Tanzimat’ın ilanından sonra gelen Türk edebiyatını, klasik Türk edebiyatından ayıran en önemli özellik yeni türler vesilesi ile kaleme alınan edebi metinlerde, modernist fikirlerin yayılmaya çalışılmış olmasıdır. (…) Bu edebiyat, imparatorluğun siyasi ve sosyal durumu ile ilgili modernist fikirlerin yaygınlaştırılması gibi bir fonksiyon üstlenmiştir.
2.2.1.2. Đkinci Kuşak ( 1876 – 1896)
Tanzimat döneminin ikinci kuşak edebiyatçıları, “sanat için sanat” anlayışını
benimseyerek sosyal ve siyasi konulardan daha ziyade bireysel konuları önalanda
tutarlar. Dönemin başlıca sanatçıları, Abdülhak Hamit, Recaizade Ekrem, Sami
Paşazade Sezai’dir. Đlk köy romanı olarak bilinen “Karabibik” Nabizade Nazım
tarafından bu dönemde yayımlanmıştır.
Kavcar (2004, 13), Tanzimat edebiyatı ikinci kuşak dönemine dair şu bilgileri verir:
Đkinci kuşak şair ve yazarları, sosyal faydayı geri plana atarlar. Onlara göre sanat, sosyal faydayı arayan bir araçtan çok, bireysel tutku ve ıstırapları anlatan estetik bir varlıktır. … Bu dönemde, edebiyatımıza “gerçekçilik” anlayışının giderek artan bir hızla girmeye başladığı görülür.
2.2.1.3. Servet-i Fünun ( Edebiyat-ı Cedide) (1896 – 1901)
36
Bu dönem edebiyatı, Tevfik Fikret’in yönetimindeki Servet-i Fünun dergisi etrafında
toplanan edebiyatçılardan oluşmuştur. Tevfik Fikret, Cenap Sahabettin, Süleyman
Nazif, Hüseyin Suat, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın,
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ahmet Şuayp dönemin en önemli edebiyatçılarıdır.
Servet-i Fünun dönemi Türk romanı, modern manada ilk romanlarımızın ortaya
konduğu edebiyat devresidir. (…) herhangi bir tezden ziyade, hayatı, bireyi irdeleyen
ve anlatan bir edebiyatın hayatla bağı daha sıkı görünmektedir. Servet-i Fünun
romancısının hayat karşısında kesin, ispatlanabilir, şaşmaz doğrular yoktur. Onları
idare eden insanın bireysel trajedisidir (Şahin, 2000, 51).
2.2.1.4. Fecr-i Ati dönemi ( 1909 – 1912)
1909’da bir araya gelen topluluğun en önemli temsilcileri: Ahmet Haşim, Ali Canip,
Yakup Kadri, Fuat Köprülü, Refik Halit, Hamdullah Suphi ve Şehabettin
Süleyman’dır.
Bu dönem edebiyatçıları, bilim, edebiyat ve dil alanlarında yapacakları çalışmalarla
Batı’yla olan ilişkileri yoğunlaştıracaklarını bildirmişlerdir.
2.2.1.5. Milli Edebiyat Akımı (1911 – 1923)
1911 yılında Ömer Seyfettin ve arkadaşları tarafından çıkarılan “Genç Kalemler”
dergisi edebiyatta milliyetçilik akımının başlamasında etkili olmuştur. Konuyla ilgili
Sadık Tural ( 1992, 486) aşağıdaki bilgileri aktarmaktadır;
Milli Edebiyat akımı; dilde ‘Yeni Lisan’. ‘Gökçe Türkçe’, ‘Beyaz Lisan’, ‘Sade Türkçe’ ifadeleriyle halkla bütünleşen ve zenginleştirilmesi gereken bir dil anlayışını savunmakta idi. Edebiyattan ise, milli kelimesinin ‘iptidai’, şalvarlı bir edebiyat değil, ‘ibdaî’ milli lisanla söylenmiş nazım ve nesir anlaşılıyordu”.
37
Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Halide Edip, Yakup Kadri, Fuat Köprülü,
Reşat Nuri bu dönemin en güzel örneklerini verirler.
2.2.1.6. Cumhuriyet dönemi (1923 - …)
“Bu dönemde Kemalizm ideolojisi ve yurtseverlik konuları, Kurtuluş Savaşı coşkusu
ile birlikte geniş bir yer tutar. Konuşma dilinin yazı dili olarak kullanılması
yolundaki anlayış giderek güçlenir.” (Kavcar, 1994, 18). Bu dönemde milli hareketin
devam ettiğini hata siyasi destekle daha güçlendiğini görüyoruz.
Şahin’e (2000, 58) göre, “Cumhuriyet devri Türk romanının ana fonksiyonlarından
birisi, Türklük bilincinin yayılması yolunda yapılan neşriyat ise diğeri de muasır
medeniyetin fikir atmosferini ülkeye taşımak şeklinde tespit edilebilir”.
Cumhuriyetin ilk yıllarında eser veren edebiyatçılar Milli Edebiyatın önemli
temsilcileri olan Halide Edip, Peyami Safa, Reşat Nuri gibi şahsiyetlerle birlikte
Hüseyin Rahmi, Sadri Ertem gibi edebiyatçılarda bu dönemde kendilerini
göstermişlerdir.
1940’tan sonra dünya klasiklerinin çevrilmeye başlanması, önemli bir kültür
atılımının gerçekleşmesini sağlamaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından dünya
edebiyatının seçkin örneklerinin Türkçeye kazandırılması ile hem Batı hem de Doğu
edebiyatı, felsefesi ve bilgisi tanınmış oldu.
1950’lerden sonra Köy romanı Türk edebiyatının önemli bir bölümünü
oluşturacaktır. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın’ın romanlarında ortak
temalarla köy işlenmiştir. Bu eserler Anadolu kültürünün canlılığını korumasında,
sade bir dilin kullanılmasında ve cumhuriyet fikirlerinin aktarılmasında önemli
işlevler görmüştür.
Buraya kadar olan çalışmamızın bu bölümünde roman kavramı, romanın ortaya
çıkışı, romanın ülkemize gelişi ve ülkemizde romanın gelişimiyle ilgili bilgiler
38
işlendi. Bundan sonra ise tarihi roman ve tarihi romanın dünya edebiyatı ve Türk
edebiyatı içinde nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği hususları üzerinde durulacaktır.
2.3. Tarihi Roman
Edebiyat tarihi incelendiğinde, Đlkçağ’dan 18.yüzyıla kadar edebiyatla tarihin birlikte
ele alındığını görmekteyiz. Tarihsel metinlerde ya da edebi metinlerde hem tarih
bilgisinin, hem edebi bilginin, ayrıca estetik unsurlarında bir arada bulunduğunu
tahlil edebilmekteyiz.
Edebiyat ve tarihin birbirinden ayrılması hususunda Yalçın-Çelik (2005, 58), şu
bilgileri aktarmaktadır;
Neo-Klasik dönemle birlikte, edebiyatın kesin kuralları ortaya konmuştur. Böylece ‘tarih’ ve ‘edebiyat’ arasında, bilgi kuramlarına dayalı sınırlar oluşmaya başlamıştır. Tarihin bir bütün olarak algılanma fikri ise, 18.yüzyıl sonlarında 19.yüzyıl başında Schiller’in, ‘evrensel tarih’ kavramı ile gündeme gelmiştir.
Tekeli (1998, 68) de tarihin 17.yüzyıldan itibaren edebiyattan farklılaştığını ve
tarihin içindeki retorik unsurların elenmeye başladığını belirterek “bu farklılaşma
tarihi değiştirdiği kadar edebiyatı da değiştirmiştir. Ama biçim olarak anlatı,
çekiciliğini korumuştur” der.
Tarih ve edebiyatın birbirlerinden ayrılmasına rağmen, tarihi roman, edebiyat ve
tarihin ortak bir noktada buluştukları bir tür olmuştur. Tarihi romanda hem tarihin
verilerinden, hem de edebi unsurlardan yararlanılmaktadır. Edebiyat eleştirmenleri
tarafından popüler roman olarak ifade edilen tarihi roman belki de edebiyat ürünleri
içinde en çok tartışılan edebi türdür. Tarihi roman bir taraftan edebiyatçılar
tarafından tartışılırken ki burada daha çok edebi yön üzerinde durulmaktadır;
tarihçiler için ise eserin tarihsel bilgiye sadık kalıp kalmadığı ve tarihsel düşünceye
katkısının olup olmadığı noktasında tartışmaktadırlar.
39
Bu hususlar göz önünde bulundurularak bundan sonraki bölümde, tartışmalarıyla
birlikte tarihi romanın ne olup olmadığı ve tanımlamasına değinilecektir.
Tarihi roman edebiyat sözlüklerinden A Dictionary of Literary Term’de
“Historical Novel” başlığıyla şu şekilde tarif edilmektedir:
Tarihi yeniden bina eden ve onu hayal olarak yeniden yaratan bir anlatım şeklidir. Karakterler tarihi olabilir veya hayali olarak ortaya çıkarılabilirler. Đyi bir tarihi roman yazarı seçtiği dönemin muhtemel durumlarını ortaya çıkarmaya çalışır (Akt. Argunşah, 1990, 10).
Buna göre tarihi roman, geçmiş dönemleri, geçmişte yaşanmış olayları, geçmiş
dönemlerde yaşamış kahramanların yaşamlarını konu edinen ve bu konuları
yeniden yapılandıran edebi eserdir.
Sadık Tural, tarihi romana getirdiği tanımlamayla bu konuda önemli bir katkıda
bulunmuştur. Tural’a (1991, 231) göre: “Yazarı tarafından gözlenememiş bir
devri, tarihi hakikatlere sadık kalarak anlatan romanlara tarihi roman adı
verilir”.
Tural, tarihi romanda işlenen konunun, romancı tarafından gözlenemeyen
geçmiş devirlerde yaşanmış olaylardan oluşması gerektiğini vurgulayarak
tarihte yaşanmış olaylara ve olgulara sadık kalınması gerektiğini de
vurgulamaktadır.
Tarihi roman üzerine önemli çalışmalarda bulunan ve değerli bir
akademisyenimiz olan Hülya Argunşah (2002, 444) ise tarihi romanı şu şekilde
tanımlamaktadır: “Tarihi roman başlangıç ve sonucu geçmiş zaman içinde
gerçekleşmiş olan hadiselerin, devirlerin ve bu devirlerde yaşamış olan
insanların hikâyelerinin edebi ölçüler içerisinde yeniden inşa edilmesidir”.
Argunşah’ın özellikle belirttiği husus, edebi ölçülerdir. Edebi ölçüler göz
önünde bulundurulduğunda ise edebiyatın kurgulama esasına dayanan bir tür
40
olduğu gerçeğini bilmemiz gerektiğidir. Kurgulamanın olduğu bir edebi
çalışmada tarihsel gerçeği aramak çokta mantıklı değildir. Bu durumda tarihi
romanın işlediği gerçek ile tarihi hakikatler arasında çok önemli bir fark ortaya
çıkmaktadır. O da romanın kurgu sonucunda ortaya çıkardığı kendi gerçeğidir.
Roman sırtını gerçeğe dayamıştır. Ancak her anlatma bir yeniden kurgulama olduğuna göre romanda dış dünyanın gerçeğinin, anlatan kişi, anlatılan zaman vb. gibi bir takım unsurlar sayesinde ve kurgulama süreci içerisinde değişime ya da yorumlamaya uğramasından, yani gerçeğin değiştirilmesinden söz ediyoruz demektir. Yazar, mevcut malzemeyi kültürü, dünya görüşü, psikolojik ve birikimlerinin gölgesinde yeniden şekillendirir. Ona yeni bir bütünlük kazandırır (Argunşah, 2002, 440).
Alman yazar Alfred Döblin’de, “tarihsel roman her şeyden önce bir romandır, tarih
değil” diyor ( Akt. Göğebakan 2004, 13). Burada şu önemli husus ön plana çıkıyor,
tarihi gerçekten beslenen tarihi romanda, tarihsel gerçeklerin yorumlanması söz
konusudur. Alain, tarihi aydınlatan unsurun roman olduğunu söylerken, belirttiğimiz
bu hususu kastetmekteydi sanırım. Yine tarih kuramı alanında gerçek bir otorite
kabul edilen Carr’a (1996, 34) göre de, “tarih yorum demektir”.
Đster tarihi romanda olsun, ister diğer roman türlerinde olsun, edebi eser yeni ve
kendine özgü bir gerçeklik yaratmaktadır ki, bu gerçeklik estetik bir gerçekliktir.
Şerif Aktaş’ta, tarihi gerçek ile romandaki gerçeklik hususunda şunlara
değinmektedir:
… Her ne kadar tarihi gerçeğin aksettirildiği iddia edilirse de, bu eserler mahiyet itibariyle tarihi zamanda yapılan bir bozulmanın mekân ve şahıs kadrosunda yapılan bir seçimin mahsulü olduklarından yaşanmış hadiselerin belirli bir mizaç ve düşünce aracılığıyla yorumundan ibarettir” der (Akt. Argunşah, 2002, 445).
Yukarda yaptığımız tanımlamaların yanı sıra Türk edebiyatında önemli şahsiyetler
olan Alemdar Yalçın, Gürsel Aytaç ve Fethi Naci’nin yaptığı tanımlamalara
değinmek çalışmamız açısından yarar sağlayacaktır. Aytaç (1999, 244), tarihi
romanı, “Konusunu tarihi şahsiyetlerden ya da olaylardan alan, tarih gerçekliğini
41
kurmaca (fiktif) olayların yaratılmasında kullanan roman çeşidi” olarak tanımlarken;
Yalçın (1992, 187):
Tarihi roman, kendi iç mantık dokusu çerçevesinde mutlaka tarihi çevre, mekân ve olaylarla kahramanın karakteri arasındaki dengeyi kuracak kadar zengin tarih kültürümüzü romancı yeteneği ile birleştirebilmelidir” diye tanımlamaktadır.
Bahri Ata (2000, 161) Mershon ve Hoffman’dan tarihi romanla ilgili aşağıdaki
bilgileri aktarmaktadır.
Tarihi karakterleri ve durumları ilham kaynağı olarak kullanan romanlara ve resimli kitaplara genellikle tarihi roman denir. Tarihi roman; konusu, tarihi olaylar ve kişilerle ilgili [olan] romandır. Bununla birlikte, bunlar, tarihi olduğu ispatlanamayacak unsurlar içerebilir.
Bu çalışmamızda romanlarını inceleyeceğimiz Mehmed Niyazi ise özellikle klasik
roman yazarının her yönden hür olduğunu, ancak tarihi roman yazarının gerçeklere
sadık kalması gerektiğini vurgulamaktadır. Mehmed Niyazi, (Sonraki bölümlerde
daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.) tarihi roman üzerine düşüncelerini şöyle
dile getirmektedir:
Öncelikle yazar her bakımdan hürdür. Konuyu istediği gibi kurgular, kahramanını istediği gibi tanzim eder, görevler verir. Klasik romanda romancı alabildiğine hürdür. Benim kanaatime göre tarihi romanda yazar tarihi olaylarla bağımlı ve sadık kalmak mecburiyetindedir. Ciddi bir yazar olayları olduğu gibi yansıtmayı görev bilir. Tarihi roman okuyan birinin tarihi de öğrenmesi gerekmektedir. Tarihi romanda kurgu romancının harcı olmadığı için yazmak istediği tarihi olaydan nasıl bir senaryo çıkarabilirimin güçlüğü içerisindedir. Tarihi roman, sorumluluğu çok ağır olan bir roman türüdür (Yazıcı, 1999).
Sadık Tural (1982, 225) da, tarihi roman yazarının eserini oluşturmadan önce,
eserinin konusuyla ilgili her türlü tarihi belgeye başvurarak, yoğun bir araştırma
yapması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Tarih romancısı vesikanın ortaya
koyduğu malzemeyi önce öğrenir; sonra kendisine tesir eden unsurlar arasında
42
seçmeler, ayıklamalar yapar; daha sonra da edebi yaratmanın sihri ile onlara can
verir”.
Tarihi romanla ilgili yukarda yaptığımız çalışma, tarihi romanda bulunan üç
özelliği dikkatimizi çekmiştir:
1. Okuyucuda gerçeklik duygusu uyandırmak,
2. Yaşanmış olan gerçeklerin yazar tarafından edebi bir üslupla yeniden
kurgulanması,
3. Tarihi romanda geçen konu ya da konuların yazarın yaşadığı
dönemden önce yaşanmasıdır.
2.3.1. Tarihi Roman Türleri
Tarihi romanların, alt türlere ayrılması hususuna edebiyatçılar, çalışmalarında fazla
yer vermemişlerdir. Eğitim bilimciler ve tarihçilerin, tarihi romanı alt türlere ayırarak
incelediklerini görsek de, bu incelemelerin çok kapsayıcı olmadıklarını
söyleyebiliriz. Kimi araştırmacılar, tarihi romancının kullandığı yönteme göre bir
sınıflandırmaya giderken; kimi araştırmacılarda tarihi romanları yazıldığı döneme
göre sınıflandırmıştır.
Blos üç tip tarihi romandan söz etmektedir. 1. Kurgusal anılar 2. Kurgusal aile tarihi 3. Araştırmalara dayalı roman ( Akt. Ata 2000, 162)
Edebiyat eleştirmenleri, romanın zaten kurgusal olduğunu ve araştırmaya dayalı
tarihi romanların didaktik bilgiler içermesinden, ders verme amaçlı olduğu izlenimi
yaratacağı veya romandaki yaratıcılığı sınırlayacağı doğrultusunda fikir
yürütmüşlerdir.
Argunşah (2002, 448) bu konuyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:
43
Tarihi devir hakkında araştırmalar yapıp o devrin önemli hadiselerine işaret eden fakat buna rağmen yazdıklarıyla tarihi macera romanı boyutlarını aşamayan pek çok yazar vardır. … Asıl gayeleri, tarihe karşı bir ilgi uyandırmaktır. … Okuyucunun psikolojisini çok iyi bilirler. Buna dayanarak onun hoşuna giden şeyleri yazarlar. … Çoğu zaman kurguda tekrara düşen bu yazarların gayesi, mümkün olduğu kadar beğendirmek ve çok satmaktır. Çok beğenilen ve satılan kahramanın hikâyesinin anlatıldığı romanlar seriler halinde devam ettirilebilmektedir.
Argunşah, popüler tarihi romanların destan ve halk hikâyelerinin yerini aldığını ve
roman karakterinin destan karakteri gibi “düz bir karakter yapısına” sahip olduğunu
belirttikten sonra şu örnekleri vermektedir: “Murat Sertoğlu’nun Battal Gazi (1967),
Battal Gazi’nin Oğlu (1967), Battal Gazi’nin Oğlu’nun Đntikamı (1970)” adlı
eserlerin yanı sıra yazar şu örnekleri de eklemektedir: “Oğuz Özdeş’in Karapençe
(1965), Karapençe Estegonda (1966), Karapençe’nin Đntikamı (1966), Karapençe’nin
Oğlu (1967), Karapençe Voyvodaya Karşı (1967) adlı romanları bu duruma iyi birer
örnektir” (2002,448).
Hoffman ise, tarihi romanın kurgu yönünü göz önünde bulundurarak, iki tür tarihi
kurgu olduğunu aşağıdaki örnekleriyle birlikte belirtmektedir.
1. Ortam tarihseldir, ancak çalışmanın içeriğinde tarihi olay veya kişi yoktur.
“Karen Cushmann’ın Catherine Called Birdy adlı kitabı buna örnektir”.
2. Tarihi kurgudaki ortam ve karakterler olgulara dayanmaktadır. “Patricia
Gauch’nin Thunder at Gettyburg adlı kitabı buna örnektir” (Akt. Ata 2000,
162).
Karakışla (2000, 353) ise, tarihi romanı dört kategoriye ayırarak incelemektedir:
1. Temel olarak alınan tarihi olaylar üzerine kurgusal bir öykü oluşturulur. “
‘Bir Güzel Aşk Hikâyesi’ gibi, olmayan karakterler yaratılır ve o günün
44
şartlarına uygun olarak yaratılır. ‘Üç Đstanbul’ ve ‘Sultan Hamit Düşerken’
buna örnektir.”
2. Tarihi olaylar zinciri olduğu gibi alınarak roman şeklinde tarih anlatılır.
Karakışla “Jönler” romanını örnek olarak vermiştir.
3. Ele alınan bir tarihsel dönem, arka plan olarak kullanılır ve bunun üzerine
kurgu kurulur. Amin Maalouf’un “Semerkant” adlı eseri örnek verilmiştir.
4. Bu kategoride “ideolojik tarihi romanlar” yer almaktadır. Tarihi geçmiş bir
temel olarak alınır ve tarih yeniden kurulur veya yorumlanır. “Yavuz Sultan
Selim Ağlıyor”, “Bir Fedainin Günlüğü”, “Küçük Ağa”; “Kurt Kanunu”, ve
“Kutsal Đsyan” örnek gösterilmiştir.
Tarihi romanların sınıflandırılmasında dikkatimizi çeken başka bir örnek ise
Yılmaz’ın (2000) yapmış olduğu tasniftir. Yılmaz tarihi romanı üç gruba ayırmıştır:
1. Yazarla anlattığı dönemin durumuna göre tarihi romanlar:
a) Yazarın şahidi olduğu dönemi anlattığı tarihi romanlar,
b) Yazarın şahidi olmadığı ancak kaynaklar vasıtasıyla edindiği bilgi
birikiminin mahsulü olan tarihi romanlar.
2. Konularına göre tarihi romanlar:
a) Yalnızca belli bir dönemi konu alan tarihi romanlar, b) Farklı tarihi devirlerdeki olayları birbirleriyle mukayeseli olarak işleyen
tarihi romanlar.
3. Konunun işlenişine, kurgusuna göre tarihi romanlar:
45
a) Tarihi konuyu edebi esere dönüştürürken estetik ölçülerin dikkate alındığı
tarihi romanlar,
b) Popüler tarihi romanlar (Akt. Öztürk 2002, 43 – 44).
Şimdiye kadar yaptığımız sınıflandırmalarda da görüldüğü gibi araştırmacılar tarihi
romanın türleriyle ilgili farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Daha öncede belirttiğimiz
gibi roman türleri içerisinde üzerinde en çok tartışılan tür tarihi romandır ve bu
tartışmaların sürdüğünü de belirtmek gerekir. Sınıflandırmalardaki farklılığın ana
sebebi buradan kaynaklanmaktadır.
Yalçın-Çelik ise, kurgu ve anlatım özellikleri açısından, 1980 sonrası
edebiyatımızdaki tarihi romanları üç ana başlıkla sınıflandırmıştır.
1. Kronolojiye dayalı gerçekçi tarihi romanlar:
Bu tür romanlarda tarihi gerçeklere uyulduğunu görüyoruz. Gerçeklere uymanın
yanı sıra bu eserlerde sanatsal değere de yer verilmiştir. “Bu romanlarda temel
sorun, tarihe ait gerçekliğin ve ayrıntıların romanlarda yer almasıdır. … Bu tarzı
işleyen tarihi romanlar, önemini ve popülerliğini günümüz dâhil, edebiyat
tarihimizin hiçbir danemin de kaybetmemiştir” (Yalçın-Çelik 2005, 76).
a) Popüler tarihi romanlar:
1980 sonrası popüler tarihi romanların özellikleriyle ilgili Oktay (2003) şunları
dile getirmektedir:
1980 sonrası Türk romanı […] toplumsal/siyasal tabanını iyiden iyiye yitirmiş olarak görünüyor. Estetik sorunlar, erotik/pornografik sahne düzenlemeleri, geçmişe taşınmış ve güncel sorun bağlamıyla eklemlenemeyen gösterişçi bir siyasal düzenek ve polisiye kurgu öne çıkmış durumda (Akt. Yalçın-Çelik 2005, 77).
1980 sonrasında popüler kültürün etkileri yaşamımızın her alanına girip, bizleri
etkiledi. Bu noktada Oktay’ın değindiklerini yerinde buluyoruz. Bu dönemde tüketim
46
kültürünün topluma egemen unsur olduğunu söyleyebiliriz. Yaşam tarzları,
ihtiyaçlar, zevkler, alış verişlerimiz metalaşan bir ortam doğrultusunda şekillendirildi
ya da şekillendi. Edebiyatta bu durumdan nasibini alan bir alan oldu.
Sağlık’a (2000, 28–29–30) göre de,
Popüler romancılar, romanlarını kısır ve kopyacı bir muhayyile ile yazarlar. … Yaşadıkları devirlerde ‘meşhur romancı’ adlarıyla [ünlenirler], sanat kaygısı yoktur; Popüler romanlarda, kişilerin tutkuları öne çıkarılır. … Eserin adı önemlidir. Buda okuyucuyu cezp edicidir. … Okunduktan sonra, okurun kafasında sadece ‘öykü’ kalır. … Roman kişileri yaşadıklar toplumun görüş açısının pek dışına çıkmazlar. … Popüler romanlarda günlük hayatın ihtiyaçlarına ve sorunlarına yönelik fikirler yer alır; … Popüler roman okurlarının, eğitim ve kültür seviyeleri genelde düşüktür. … Genelde boş zamanlarını değerlendirmek, duygusal ve ideolojik beklentilerine karşılık bulmak için okurlar.
b) Biyografik, anı tarzında tarihi romanlar:
Bu tarz tarihi romanlar da kronolojiye dayalıdır. “Biyografi, otobiyografi ve belgesel
bir tür olarak tarihle yakından ilişkilendirilebilir bir yapıya sahiptir” (Yalçın-Çelik
2005, 80).
Bu tarz tarihi romanların yaygınlaşmasında, son dönemlerde tarih ve tarih eğitimi
alanında ortaya çıkan yeni anlayışlar etkili olmuştur. Sosyal tarih, kişisel tarih, yerel
tarih, özel tarih gibi farklı tarih yaklaşımları hem edebiyatçıları, hem de okurları
etkilemiştir. “ Tarih yazarları ve romancılar bu dönemde kişilerin, özel kurum ve
kuruluşların, yeni bir bakış açısından, profesyonel bir iş olarak kaleme almışlardır”
(Yalçın-Çelik 2005, 80).
2. Modernist kurgu ile yazılan tarihi roman:
47
Bu tarz romanlarda Peyami Safa’nın “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” ve Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde ilk örneklerini gördüğümüz
gibi bilinç akımı, edebi alıntı, montaj, yeni bir zaman kurgusunun kullanılarak
yazılan tarihi romanlardır.
Bu tarz romanlarda görülen önemli bir husus, edebiyatçıları oluşturdukları edebi
eserlerinde sanatsal yöne ağırlık vermeleridir. “Artık sanatın hayatla değil, sanat ile
ilgisinin kurulması gerekliliği kabul görmeye başlamıştır”(Yalçın-Çelik 2005, 81).
3. Postmodern tarihi romanlar:
Postmodernizm, öncelikle Avrupa’da ortaya çıkıp dünyaya yayılmıştır. Şu anda
ülkemizde ve dünyada etkileri çok belirgin olan bu akının Türk edebiyatındaki ilk
örneklerini Orhan Pamuk vermiştir. Özellikle Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale”, “Kara
Kitap” ve “Benim Adım Kırmızı” adlı eserleri bu türün ortaya çıkmasında etkili
olmuştur.
Postmodern tarihi romanların ortaya çıkmasında, Yeni Tarihselcilik kuramı’nın da
etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu kuramla tarihin yorumsal yönü ön plana
çıkarılmıştır. Birçok tarihçinin, tarihin yorumdan ibaret olduğunu savunmaları
edebiyat ile tarih arasındaki ilişkinin de gelişmesine neden olmuştur. Edebiyatçılar
tarihin kurgu yönünü kullanarak eserler vermişlerdir. “Bu anlayışa göre, tarih
metinleri, bilimsel gerçekleri yansıtmaktan çok, geçmişi yorumlayan kurgular olarak
kabul edilmektedir” (Yalçın-Çelik 2005, 83).
Edebiyatımızda çok değerli edebi eserlerin verilmesiyle birlikte, özellikle son
dönemlerde postmodern tarzda yazılan tarihi romanların sanatsal yönden belli bir
düzeye ulaşamadıklarını görebilmekteyiz. Bizce, bu durumun ana sebebi, tarihi
konuların işlenmesine rağmen yeterli seviyede tarih bilgisine sahip olunmamasıdır.
Tarih bilimindeki yeni düşüncelerin takip edilememesi ya da tarih felsefesinin
araştırılamaması edebi ürünlerin hem edebi özelliklerini, hem de tarihsel özelliklerini
olumsuz yönde etkilediğini söyleyebiliriz.
48
Buna karşılık Mehmed Niyazi ise, bir tarihçi sorumluluğu taşıyarak eserlerini kaleme
almıştır. Mehmed Niyazi’nin eserlerinde tarihi olay zinciri olduğu şekliyle alınarak
kurgulanmıştır. Roman kurgusu sadece olay zinciri üzerine kurulu olmakla kalmaz
aynı zamanda mekan unsuru gerçeğiyle birebir ele alınarak eserlere yansıtılmıştır.
Mehmed Niyazi eserlerinde zaman hususuna da dikkat etmiş ve gerçek zamanı
kullanmıştır. Genellikle şahidi olmadığı olayları seçen Mehmed Niyazi, bu olayları
kaynaklar vasıtasıyla elde edilen bilgi birikimiyle tarihi romana dönüştürmüştür.
2.3.2. Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı
Bilim dünyasında, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren pozitivizm, geçerli felsefi
altyapıyı ve yöntemi oluşturan temel fikir olarak ortaya çıktı. Pozitivizm bütün
bilimlerde olduğu gibi tarih bilimi üzerinde de etkili oldu. Daha doğrusu tarih,
bu düşüncenin ortaya çıkıp bilim dünyasına egemen olmasıyla bilim haline
gelmiştir. Tarihin yanı sıra edebiyatta da roman tarzı, oluşumunu bu dönemde
tamamlamıştır. Yukarda roman üzerinde yaptığımız incelemeyi yeterli
bulduğumuzdan tekrar değinilmeyecek. Ancak romana göre tarihi romanın
ortaya çıkışının daha geç olduğunu söyleyebiliriz. Tarihi romanın ortaya
çıkmasında etkili olsa da, tarihi romanın çoğu zaman pozitivizme dayalı bir
noktadan saptığını ve on dokuzuncu yüzyılda romantizm akımının etkisiyle
ortaya çıktığını da söyleyebiliriz.
Tural’a göre;
Romantikler tarihe yönelip milli benlik, kimlik ve kişilik arayışlarının fikri ve edebi örneği olan eserler vermişlerdir. Bu eserlerin hareket noktası, içinde yaşanılan zamanın çirkinliklerinden, mazinin muhteşem ve huzur verdiğine inanılan, düzenli olduğu kabul edilen devrelerine sığınmak olmuştur. Halka yakınlaşma, vatan ve millet sevgisi, geçmiş muhabbeti, edebi mahsullerin bünyesinden tarih araştırıcılığına, oradan da siyasi hayata sıçramıştır (Akt. Öztürk 2002, 28–29).
49
Destanlar, menkıbeler, gazavatnameler, cenk’namelerde anlatılan efsanevi,
hayali hadiselerin yerini edebiyatta tarihi roman almıştır. Mitoslar, kahramanlık
öyküleri, destanlar, masallar hem birer tarihi ürün, hem de birer edebi ürün
olarak bilimin inceleme alanına girmektedirler. Bu türler tarihi romana
kaynaklık etmiş ve tarihi roman günümüzde belirttiğimiz bu türlerin yerini
almıştır.
Modern roman, burjuvazinin doğuşu, şehirlerdeki hayatın ve ilişkilerin karmaşıklaşması, örf ve adetlerin değişmesiyle ortaya çıkmıştır. Đstilalara uğrayan milletler, geçmişe özlem duymuşlar, kimlik arayışlarına yönelmişlerdir. “Ulus” bilincine kavuşan toplumlar verdikleri istiklal mücadelesi sebebiyle, hatıralarında iz bırakan olayları romanlaştırma yoluna gitmişlerdir. Böylelikle “tarihi roman” dediğimiz tür ortaya çıkmıştır (Fedai, 1998, 6).
Lukacs, bir romana tarihi roman dememiz için tarihi konuları içermesinin yeterli
olmadığını, Scott’an önce yazılmış tarih konulu romanların “yalnızca Antik dönemin
ve Ortaçağın ‘mit’ merkezli öncü yapıtlarının” ve 17. ve 18. yüzyılda yazılmış tarih
konulu romanlar da tarihsel roman kavramını aydınlığa kavuşturacak unsurlar
içermediğini belirtmektedir. Lukacs’ın bu bilgileri doğrultusunda Göğebakan, tarihi
romanı, “herhangi bir tarihsel dönemi ya da olayı gerçeğe yakın, ama sanatsal bir
biçimde aktaran bir roman türüdür”der (Göğebakan, 2004, 14 – 15).
Bu anlamda ilk tarihi romanın Sir Wolter Scott’un “Waverley” (1814) adlı eseri
olduğunu görüyoruz (Yalçın, 1992). Yaptığımız literatür çalışmasında tarihsel
romanlar üzerine inceleme yapan tüm yazınbilimciler bu eseri ilk tarihi roman olarak
gösterirler. Scott, bu eserde tarihsel bir gerçeklik üzerine, kendi hikâyesini roman
kurgusuyla oluşturmaktadır.
Yalçın, Wolter Scott’la ilgili şu bilgileri vermiştir:
Scott’un 1814-1819 yılları arasında yazdığı romanlarının tamamının konusu Đskoçya’dır. Đskoçya’nın bağımsızlık mücadelesi içindeki doğal güzellikleri, tarihi çevresi ve halkın aristokratik yapısı, yazarın ruh dünyası üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. … Onu, tarihi roman türünün kurucusu yapan Đskoçya ile ilgili zengin tarih kültürü,
50
romanlarının konusunu kısa zamanda Đskoçya ve Đngiltere’nin dışına çıkarmıştır (Akt. Öztürk 2002, 30).
Göğebakan’a göre Scott, “Waverly”de “gerçek bir tarihsel olayın içerisine kurmaca”
olarak öyküyü yerleştirir. “Đvanhoe”de ise, öykü “tarihsel gerçeklik üzerinde
kurulmasına rağmen bütünüyle kurmaca bir figür ve onun etrafında” olan olaylar
anlatılmaktadır (2004, 24).
Erkan Sevinç (2004) ise, tarihi romanın ilk örnekleri ve önemine şu şekilde
değinmektedir:
Walter Scott, Đskoçya’nın Edinburgh kentinde doğdu ve hukuk tahsilini bitirene dek bu kentte yaşadı. 1814 yılında “Waverly” adlı romanını yayınladı. Hepsi de Đskoç tarihindeki olaylardan esinlenerek yazılan Waverly romanlarından, 1820 tarihli “Kara Şövalye” ile Đngiltere tarihine geçer. 1823’de yazdığı “Quentin Durward”ın konusu ise Fransız Devrimi’ne aittir, Scott’un.
Tarihi romanın ortaya çıkmasında yukarda belirttiğimiz hususların yanı sıra Fransız
Đhtilali (1789) diğer önemli hususlardan biridir. Fransız Đhtilali, doğurduğu sonuçlarla
önce Avrupa’da, daha sonrada Avrupa’yı çevreleyen alanlarda etkili olmuştur.
Özellikle milliyetçilik/ulusçuluk ve bağımsızlık fikirleri o dönemin
imparatorluklarının yıkılmasında ve milli devletlerin kurulmasında temel neden
olduğu açıktır. Dolayısıyla milli devletlerin ortaya çıkışı ile tarihi romanların ortaya
çıkışının aynı dönemlere denk gelmesi anlamlıdır.
Milletlerin, milli benlik edinme dönemlerinde tarihe yönelmeleri olağan bir
durumdur. Her milletin tarihinde milli şuurun oluşması için tarihe yönelerek, tarihin
verilerinden yararlandığını görmekteyiz. Bu ilk tarihi romanlarda tarihi bilginin son
derece önemsendiğini Sevinç (2004), şu şekilde bize aktarmaktadır.
Gustave Flaubert, Fransız romanının en büyük devi ve ölümsüz eseri "Salammbo” yu yazarken ünlü Kartacalı komutanın güzel kızı’nın makyaj ve giyimini tasvir için; "Üç yüz cilt kitap karıştırdım" demişti. Tarihi bir roman yazmanın, olaylara sahne olan dönemi iyi bilmeyi gerektireceği kesin. Tarihi romanda birçok araştırma yapmak, kitaplar okumak, en zoru o karşına çıkan malzemeden en doğru kısımları
51
seçmek zorunda yazar. Bir romanın kendi özel dünyasını kurarken tarihten aldığın gerçekliği onun içine yerleştirmesi gerekir.
Fransız edebiyatında Flaubert dışında, Victor Hugo’nun “Notre Dame de Paris”,
“Sefiller”; Alfred de Vigny’nin “Çing Mars” adlı eseri; Balzac’ın “Đnsanlık
Komedyası”; Dumas’ın “Monte Cristo”, “Üç Silahşörler”, ve “Siyah Lale” adlı
eserler Fransa’daki tarihi romanın seçkin örnekleridir. Bu eserler milletlerin
bağımsızlık mücadelelerinde son derece etkili olmuş eserlerdir (Yımaz, 2000;
Boynukara, 1997; Türkeş, 2002).
Yukarda değindiğimiz tarihi romanların ilk örneklerinin dışında, Đngiltere’de Charles
Dickens’ın “Đki Şehrin Hikâyesi” ve William M. Thackeray’ın “Henry Esmand” adlı
eseri; Almanya’da Goethe’nin “Wilhelm Meister” adlı eseri de bu türün iyi
örneklerindendir (Türkeş, 2002).
Rusya’da ise tarih ve roman arasındaki ilişkiyi konu edinen ilk örnekler ve aynı
zamanda dünya klasikleri arasında gösterilen Alexandre Puşkin’in “Yüzbaşının
Kızı”, Nicola Gogol’un “Taras Bulba” adlı eserleri ile bugünün dünya edebiyatı
içinde hak ettiği saygın yeriyle Lev N. Tolstoy’un 1869 tarihli ünlü eseri “Savaş ve
Barış”tır (Yılmaz, 2000; Türkeş, 2002).
Gerek ülkemiz gerekse dünya edebiyatında tarihi, malzeme olarak alan edebi
ürünlerin sayısı her geçen gün artarak devam etmektedir. Tarihi romanlarda gerçekçi
anlatım tutumlarının yanı sıra modern kurgu yöntemlerinin kullanıldığı edebi ürünler
de ortaya çıkmış ve bu tür içinde yer edinmişlerdir. Özellikle tarih felsefesi
alanındaki yeni tutumlar tarihi romanların kurgu düzenini de etkilediğini
söyleyebiliriz. Tarihin bir yorum olduğu ve tarihin yazılmasında kurguya da yer
verildiğine dair yeni fikirler, yukarda da kısaca değindiğimiz Yeni Tarihselcilik
Kuramı’nın etkisiyle edebiyat alanında post modern tarihi roman örneklerinin ortaya
çıktığını görmekteyiz. Postmodern tarihi romana en iyi örnek Umberto Eco’nun
“Gülün Adı” adlı eseridir. Türk edebiyatında tarihi romana ayrı bir bölümde
değinileceğinden şu an için örnek verme gereği duymuyorum.
52
2.3.3. Türk Edebiyatında Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi
Türk edebiyatında tarihi romanın ortaya çıkışı 19. yüzyılda Avrupa’dan yapılan
çevirilerin etkisiyle olmuştur. Tarihi romandan önce, toplumumuzda tarihi konuları
işleyen birçok edebi tür bulunmaktaydı. Hem yazılı, hem de sözlü edebiyatımızın çok
zengin olduğunu sosyal yaşamımızda gördüğümüz gibi edebiyat ve tarih
araştırmacıları da bu zenginliği ortaya koymuşlardır.
Edebiyatımızda dini bir mahiyetle ele alınmış olan “menkıbeler”, Türk milletinin
değerlerini tarihin her döneminde en güzel şekliyle yansıtan “destanlar”, içerisinde
kurmacanın da olduğu ve halk arasında anlatılan “halk öyküleri” ile “efsaneler” tarihi
roman işlevi gören edebi türler olmuştur. Şirin’e (2000, 172) göre de, “tarihin
yazımına kaynaklık etmiş olan Gazavatnameler, Menakıbnameler, Fütuvetnameler”
tarihi romana kaynaklık etmişleridir.
Sadık Tural (1993, 70) da, Tanzimat dönemine kadar, tarihsel romanın yerine Dede
Korkut Hikâyeleri, cenk hikâyeleri, zafername ve gazavatname gibi epik karakterli
eserlerin yer aldığını belirtmektedir
Bu hususla ilgili Argunşah (1990, 2) şu bilgileri aktarmaktadır:
Đnsanlık en eski çağlardan beri ortak kavmi ve milli tecrübelerini anlata gelmiştir. Destanlar insanların bu tecrübelerini ihtiva eden en eski edebiyat ürünleridir. … Modern çağda destanların yerini romanlar almıştır. … Cemiyetimizde hata dünya edebiyatında, romanlardan önce insanlara bugünkü tarihi romandan aldıkları hazzı veren eserler bulunurdu. Bunların başında destanlar gelir. Bizim cemiyetimiz için destanlardan sonra Dede Korkut Hikayeleri, cenk hikayeleri, gazavatnameler, Battalnameler, Danişmentnameler, ve Saltuknameler de aynı hamasi duyguların tatmini, geliştirilmesi ve tecrübelerin nakledilmesi doğrultusunda ortaya çıkmış eserlerdir.
19. yüzyıldan itibaren sözlü edebiyat ürünlerinin yanı sıra yazılı edebiyat ürünleri de
hızla artmaya başladı. Đlk olarak Batı edebiyatından yapılan tarihi roman çevirileri
53
örneklerini görüyoruz. Bu ilk çevirilerin etkisi ve dönemin siyasal yapısının etkisiyle
edebiyatımızın tarihi roman türündeki ilk örneklerini de görmeye başlıyoruz. Batı
edebiyatından yapılan ilk örnekler, “Alexandre Dumas Pére’den Monte Cristo,
Kraliçe’nin Gerdanlığı, Üç Silahşör; Xavier de Montépin’den Fakirler Tabibi
(Yalçın-Çelik 2005, 63) adlı eserlerdir.
Türk edebiyatında tarihi romanın ilk örnekleriyle ilgili Çeri( 2000, 363) aşağıdaki
değerlendirmeyi yapmaktadır.
Tarihi roman diyemesek de konusu tarihten geçen romanlarıyla Ahmet Mithat Efendi’ye kadar götürebiliriz. Örneğin “Yeniçeriler” (1871), “Hasan Mellah” (1875), “Süleyman Musi” (1877), “Arnavutlar-Solyotlar” (1888) konuları tarihte geçen romanlardır. Ancak Türk edebiyatında tarih – roman ilişkisini ele alan hemen hemen bütün çalışmalar ilk tarihi roman olarak Namık Kemal’in “Cezmi” (1880) romanını kabul ederler.
Ahmet Mithat Efendi eserlerinde tarihi bir temel kullanmaktadır. Bugün yapılan
tarihi roman tanımlamaları göz önünde bulundurduğumuzda Ahmet Mithat’ın
eserlerinin tarihi romanın Türkiye’deki ilk örnekler olduğunu söyleyebiliriz. Namık
Kemal ise, eserinde tarihi bilinçli olarak işlemiştir. Tarihi romanın bu ilk
örneklerinde eserlerin ele alınışı ve eserlerden beklenen amacın farklı olduğunu
görüyoruz. Ahmet Mithat Efendi daha çok sanatsal/estetik yön üzerinde dururken
aynı zamanda romanı bir araç olarak da kullanılarak ansiklopedik bilgi vererek
halkın kültür düzeyi artırılmaya çalışılmıştır; Namık Kemal’in amacı Türk tarihini
işlemek, tarihi bilgiyi aktarmak ve milli şuuru uyandırmaktır.
Namık Kemal devletin kurtuluşunu maarif ve halkın eğitiminde görmüştür. Bu
nedenle tarihi romanlarında yeni bir insan ideali yaratmaya çalışmıştır. “Onun
iradeci, vazife anlayışına sahip kahraman insanı, roman ve tiyatro eserlerinde
cisimleşir. O, düşünce ve kavramlarını, kahramanlarının ağzından söyletir” (Şirin,
2000, 170).
Bu dönemin tarihi romanlarıyla ilgili Yalçın (1992) şu örnekleri de vermektedir.
Fazlı Necip’in “Dehşetler Đçinde I – III”, Ahmet Hilmi Bey’in “Öksüz Turgut” ve
54
Mehmet Hamdi tarafında yazılan “Define” adlı eserler ilk tarihi romanlar arasında
yer almaktadır.
Tarihi romanın ortaya çıkışı ve gelişimi kuşkusuz dönemin siyasi ve ekonomik
yapısıyla yakından ilgilidir. Tanzimat döneminde Avrupa ile olan ilişkilerimizin yeni
bir boyut kazanarak, Avrupa’nın her yönüyle tanınması romanın şekil ve içeriği
üzerinde etkili olurken; devletin içinde bulunduğu bunalımdan kurtarılmasıyla ilgili
fikirlerin tarihi romanın temel konularının başında geldiğini görmekteyiz. Roman
sosyal ve siyasi ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve sosyal ve siyasi
ihtiyaçları giderecek bir araç olarak da kullanılması şaşırtıcı değildir.
“Tanzimat’tan bugüne yaşanan yoğun sosyal ve siyasi şartlar içerisinde romancının
kendi bireyselliğini anlatacak bir lüksü olmamıştır” (Şahin, 2000, 50). Ancak Serveti
Fünun döneminde tarihi romana yüklenen amacın farklılaştığını hata tarihi romana
ilginin de azaldığını görmekteyiz. Serveti Fünun dönemi II. Abdülhamit’in iktidarda
olduğu zamanda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla istibdat döneminin sosyal ve siyasi
ortamı bu danem edebiyatçılarını bireysel konulara, yeni edebi türlere ve yeni üslup
arayışlarına sevk etmiştir.
Şahin (2000, 51) Serveti Fünun edebiyatıyla ilgili şu bilgileri aktarmaktadır.
Toplumsal davalar, büyük içtimai meseleler, cemiyete ait konjoktürel yaklaşımlar yerini, birtakım bireysel tahlillere ve değerlendirmelere bırakır. … Serveti Fünun dönemi Türk romanı, modern manada ilk romanlarımızın ortaya konduğu edebiyat devresidir. … Serveti Fünun romancısının hayat karşısında kesin, ispatlanabilir, şaşmaz doğruları yoktur. Onları idare eden insanın bireysel trajedisidir.
1908’de Osmanlı Devleti tekrar meşrutiyet yönetimine geçti. Sosyal ve siyasal
yönden II. Meşrutiyet ve sonrası Türk tarihinde büyük trajik olayların yaşandığı bir
dönem olmuştur. Mehmed Niyazi tarih içerikli eserlerinde bu dönemin önemli
olayları olan Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı, Yemen’ de meydana gelen olayları
konu edinmiştir. Mehmed Niyazi’nin eserleri daha sonra ayrıntılı olarak
incelenecektir. Bu dönem edebi eserlerinde Tanzimat döneminde olduğu gibi sosyal
55
ve siyasi olayların konu edindiğini görmekteyiz. Bu dönemin siyasi olaylarının
ülkemiz insanının kolay kolay unutamayacağı derin yaralar açtığını biliyoruz. Büyük
toprak kayıplarının olmasının yanı sıra yaşanan göçler ve dökülen kanlarla Balkan
Savaşları olmuştur. Bu savaşların hemen öncesinde Kuzey Afrika’yı tamamen
yitirdiğimiz Trablusgarp Savaşı, ardından dünyayı sarstığı gibi insanımızı eşi benzeri
olmayan olaylarla karşı karşıya bırakan Birinci Dünya Savaşı ve bu savaş sırasında
meydana gelen olaylar özellikle Kafkas ve Çanakkale cepheleri edebiyatçılarımızı ve
eserlerini etkilemiştir.
1908 – 1922 yılları arası Milli Edebiyat danemi olarak isimlendirilir. Bu dönem
olayları yukarda da değindiğimiz gibi tarihi romanların ana konusunu oluşturmuştur.
Bunun yanı sıra Milli Edebiyat döneminde “Türk tarihinin altın dönemlerini
anlatmak, Türk milletinin niteliklerini ön plana çıkarmak ve Türklük düşüncesini
canlandırmak amaçlanmıştır” (Yalçın-Çelik 2005, 65).
Tarihi romanın yanında bu dönemde, tarih içerikli hikayelerin de yazıldığını
görüyoruz. Burada Ömer Seyfettin “Pembe Đncili Kaftan”, “Kütük”, “Topuz”,
“Başını Vermeyen Şehit”, “Kızılelma Neresi” gibi eserleriyle belirtilmesi gereken
önemli bir edebiyatçıdır. Yine benzer özelliklerde hikâyeler yazan diğer bir
edebiyatçı ise Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur. Müftüoğlu’nun “Altınordu” adlı eseri
örnek verilebilir.
Bizim yukarıdaki ana başlıklarını belirttiğimiz Cumhuriyet dönemi romanına dair
Taner Timur (1991), “Mustafa Kemal’i ve kurtuluşçu cepheyi devrimci bir
yaklaşımla, gerçekçi bir yaklaşımla” ele alan bir romanın olmadığını dile
getirmektedir.
Türkeş (2000, 387) ise Cumhuriyet dönemi romanlarında gündelik hayat anlatılarıyla
ilgili şu önemli hususlara değinmektedir:
[19]60’lı yıllara kadar, geleneksel ilişkilerin, yaşam tarzı ve alışkanlıklarının, töre ve adetlerin aynı kaldığı, inkılâplara ilgisiz duran halkın inkılâplardan anladığının da devletin birtakım
56
buyruklarını yerine getirmek olduğu hemen görülmektedir. Buradan hareketle, Cumhuriyet’in ilanının, Cumhuriyet ideolojisinin merkezine oturan “Osmanlı’dan kopuş” iddiasına denk düşmediği ve resmi tarihte sözü edilen “büyük inkılâpların”, inkılâpları yaşayanların hayatında hiç de büyük değişikliklere neden olmadığı iddia edilebilir. Đstanbul aydını ise Đttihat döneminden bu yana batılılaşma seferberliğinin içindedir zaten.
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatına baktığımızda tarihi romana olan ilginin artığını
görüyoruz. Bu ilginin artmasında Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasının etkisi
önemlidir. Yine cumhuriyet döneminde edebi eserler Osmanlı Devleti’nin kuruluş,
yükseliş, yıkılışı; Birinci Dünya Savaşı, Đttihat ve Terakki, Kurtuluş Savaşı,
Çanakkale Savaşı ve savaşlardaki kahramanlıklar, yeni Cumhuriyet ile Atatürk ve
arkadaşlarını konu edinmişlerdir.
Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminde birçok edebiyatçımızın hem Milli
edebiyat, hem de Cumhuriyet edebiyatı dönemlerinde eser verdiklerini görüyoruz.
Bu dönemde yazılmış tarih içerikli romanlara şu örnekleri verebiliriz: Halide Edip
“Ateşten Gömlek” (1922), “Vurun Kahpeye” (1926); Yılmaz Akbulut “Bingöl
Cepheleri” (1971); Reşat Nuri Güntekin “Gizli El” (1920), “Yeşil Gece” (1928); Aka
Gündüz “Dikmen Yıldızı” (1928); Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Sodam ve
Gomore” (1924), “Hüküm Gecesi” (1927), “Yaban” (1932), “Bir Sürgün” (1938);
Burhan Cahit Morkaya “Đzmir’in Romanı” (1931), “Yüzbaşı Celal” (1933), “Cephe
Gerisi” (1934); Hasan Đzzettin Dinamo “Kutsal Savaş” (1966 – 1968), “Anadolu’da
Bir Yunan Askeri” ( 1988), “Kutsal Barış” (1972 – 1976); Refik Halit Karay “
Đstanbul’un Đç Yüzü” (1920); Mehmet Rauf “Halas” (1929); Nahit Sırrı Örik “Sultan
Hamit Düşerken” (1947); Ziya Mısırlı “Đstiklal Madalyası” (1966); Sedat Pınar
“Anadolu Destanı”(1971); Peyami Sefa “ Mahşer” (1924); Ercüment Ekrem Talu
“Kan ve Đman” (1922) (Türkeş, 2000; Yalçın-Çelik, 2005; Çeri 2000).
Türkeş (2000, 386) savaş zamanlarında yazılan romanların tarihi belge niteliğinde
olduğunu belirterek şu hususlara değinmektedir:
Gündelik hayatı ele alan edebiyat ürünlerinin, o dönemin ruhunu kavramakta önemli belgeler olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de,
57
romanlar ve öyküler – konu edindikleri geçmişin değil- yazıldıkları dönemin bireysel, toplumsal, hukuksal, siyasal ilişkilerinin kokusunu, rengini, seslerini taşırlar.
Yukarda belirttiğimiz konuların dışında bu dönemde Cumhuriyetin Đlanı’ndan sonra
ortaya atılan “Türk tarih tezi düşüncesi doğrultusunda” Türklüğü yüceltmek, Đslam
öncesi Türk kültür ve tarihini tanıtmak amacıyla tarih içerikli romanlar yazılmıştır.
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin açılmasıyla da Osmanlı tarihi dışındaki Türk
tarihine ilginin artığını görmekteyiz. Ancak Çeri (2000, 365), 1923–1990 yılları
arasında bu konuyla ilgili sadece on iki kitabın olduğunu ve bunlardan sekizinin
Cumhuriyetin ilk on yılında yazıldığını belirtmektedir.
Bu dönemle ilgili şu örnekleri verebiliriz: H. Nihal Atsız “Bozkurtların Ölümü”
(1946), “Bozkurtlar Diriliyor” (1949); Adalet Ergenekon “Tuyu-Kunlar” (1978);
Đskender Fahrettin “Asya’da Bir Güneş Doğuyor” (1933), “Sümer Kızı” (1933),
“Tanrının Oğlu” (1939); Abdullah Ziya Kozanoğlu “Kızıl Tuğ” (1927), “Atlı Han”
(1957), “Gültekin” (1958) (Yalçın-Çelik, 2005, 67; Çeri, 2000, 365).
Cumhuriyet döneminde popülist bir bakış açısıyla Osmanlı tarihini ele alan romanlar
yazılmıştır. Bu romanlardaki genel gaye tarih bilinci ve tarih sevgisi vermektir. Çeri
(2000, 364) 1990 öncesinde Osmanlının yükseliş devriyle ilgili çok sayıda tarihi
romanın yazıldığını belirtmektedir.
Osmanlının kuruluşunu anlatan roman sayısı on beş, fetret devrini anlatan on üç, yükselme devrini anlatan on altı, 17. yüzyılı işleyen on iki, 18. yüzyılı işleyen on iki, 19. yüzyılı işleyen on dört iken, Osmanlının yükselme dönemini anlatan roman sayısı otuz birdir. Bu sayıya eşit sayıda romana konu olmuş bir başka dönemde Balkan Savaşları ve Cumhuriyet’in ilk on yıllarını işleyen romanlardadır. Bu romanların sayısı da otuz ikidir. Ancak bu romanlarda Osmanlıdan çok, son dönemde vatanın kurtuluşu için halkın gösterdiği kahramanlıklar işlenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatan romanlarda da Osmanlının Türklük
yönü üzerinde durularak, Türklerin devlet kurmadaki yeteneklerinin vurgulandığını
görmekteyiz. “Osmanlının kuruluşunu konu alan romanlarda Osmanlının kuruluşu
58
daima kahramanlıklarla, övgüyle yüceltilerek işlenmiştir”(Çeri 2000, 366). Osmanlı
tarihinde yükselme döneminde, özellikle de Fatih Sultan Mehmet ve Đstanbul’un
Fethi övgüler ve kahramanlıklarla romanlarda yerini almıştır. Bu dönemle ilgili şu
örnekler verilebilir:
Đskender Fahrettin “Bizans’ın Son Günleri” (1930), “Đstanbul’u Nasıl Aldık” (1930);
Reşat Ekrem Koçu “Fatih Sultan Mehmet” (1975); Abdullah Ziya Kozanoğlu “ Fatih
Feneri” (1949); M. Necati Sepetçioğlu “Ebemkuşağı” (1980), “Sabır” (1980), “Gece
Vaktinde Gündönümü” (1980); Murat Sertoğlu “Bisans Alevler Đçinde” (1955);
Feridun Fazıl Tülbentçi “Đstanbul Kapılarında” (1954); Nizamettin Nazif
Tepedelenlioğlu “Fatih Devri” (1949); Barbaros Boykara “Konstantiniye Alındı”
(1974), “Fatih Sultan Mehmet” (1974) (Çeri, 2000; Yalçın-Çelik, 2005).
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve yükselişinde etkileri olduğu düşünülen halk
kahramanları ve denizcilerle ilgili de çok sayıda roman yazılmıştır. Bu eserlerde
bireysel kahramanlıkların ön planda yer aldığını ve işlendiğini görmekteyiz. Bu tarz
romanlarda kahramanlar genel olarak Türk ve Đslam kimlikleriyle ön plandadır.
Zalim olana karşı apansız bir mücadele söz konusudur. Bu tarz romanların ortaya
çıkmasında kuşkusuz Osmanlıya ve özelliklede Türklere karşı olan Batı’nın bakış
açısıdır. Türkler barbar olarak nitelendirilmiş ve ön yargıyla eleştirilmiştir. Osmanlı
aydını kendi halkını dahi küçümsemiş ve önceleri Araplar ile Farslar daha sonrada
Avrupa milletlerine hayranlık duymuştur. “… Sonunda Türk’ün yaşadığı topraklar
paylaşılmak istenmiştir. Đşte tarihi romanlarda yazarların bu fikirlere tepki
gösterdiği, bu durum karşısında bir savunu söylemi oluşturduğu görülür” (Çeri, 2000,
370).
Belirttiğimiz bu tarz tarihi romanlara şu örnekleri vermemiz yerinde olur:
Abdullah Ziya Kozanoğlu “Kozanoğlu” (1929), “Kolsuz Kahraman” (1930), “Savcı
Bey” (1931), “Malkoçoğlu” (1933), “Sencivanoğlu” (1938), “Kızıl Kadırga” (1962);
Reşat Ekrem Koçu “Forsa Halil (1962); Đskender Fahrettin “Barbaros” (1938);
Feridun Fazıl Tülbentçi “Barbaros hayrettin Geliyor” (1949), “Turgut Reis” (1958),
59
“Şanlı Kadırgalar” (1964); Ekrem Reşit “Hayreddin Barbaros” (1937); Oğuz Özdeş
“Karapençe” (1965), “Karapençe Estegonda” (1966), “Karapençe’nin Đntikamı”
(1966), “Karapençe’nin Oğlu” (1967), “Karapençe Voyvodaya Karşı” (1967); Yavuz
Bahadıroğlu “”Sunguroğlu” (1973), “Sunguroğlu Bizans Saraylarında” (1974),
“Çaka Bey” (1975), “Sunguroğlu Foça Korsanlarına Karşı” (1977); Yılmaz
Boyunağa “Denizler Ejderi” (1981), “Zafer Rüzgarları” (1989); Ziya Hanhan
“Baltaoğlu Bizansta” (1971), “Başın Sağolsun Akdeniz” (1971) ve “Doğan Reis”
(1970) bu yazarlar ve belirttiğimiz kitapları yukarda değindiğimiz hususları ön plana
çıkarmışlardır (Çeri, 2000, 366; Argunşah, 2002,448).
Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve yıkılışını da konu edinen çok sayıda tarihi roman
yazılmıştır. Osmanlının yıkılış dönemini işleyen tarihi romanlarda olumsuzlukların
temel sebebi Osmanlılık hususuna dayandırılmıştır. Osmanlı Devleti 16. yüzyıldan
itibaren duraklama dönemine, 17. yüzyıldan itibaren gerileme dönemine ve 19.
yüzyıldan itibaren de parçalanma dönemine girmiştir. Parçalanma dönemiyle ilgili
romanlarda da yıkılışın nedenleri 17. yüzyıla kadar götürülmektedir. Ancak yıkılışın
sebepleri bu tarz romanlarda detaylı bir şekilde işlenmemiştir. Parçalanmanın sebebi
olarak padişahların ya da devletin yönetiminde bulunanların kişisel başarısızlıkları,
zaafları gösterilmiştir. “Osmanlının yıkılışı, devlet yapısı, ekonomik, kültürel
nedenlerle açıklamak yerine kişisel başarısızlıkları, zaafları olarak işlenmiştir. Bu
kişisel başarısızlıkları, zaafları gösterenler çoğunlukla hükümdarlar bazen de diğer
yöneticiler ve aydınlardır” (Çeri, 2000, 366). Bu romanlarda da Türklük hususu
üzerinde durulmuş ve hem Osmanlıyı kurtarmaya çalışan, hem de Türk milletinin
varlığını devam ettirmesi Türk unsuruna başlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin parçalanmasıyla ilgili yazılmış tarihi romanlara şu örnekleri
verebiliriz: Fazlı Necip “Saraylarda Mecnunlar” (1928); Turhan Tan “Hürrem
Sultan” (1937), “Safiye Sultan” (1939), “Osmanlı Rasputini Cinci Hoca”
(Tarihsizdir); Mithat Cemal Kuntay “Üç Đstanbul” (1938); Nahid Sırrı Örik “Sultan
Hamid Düşerken” (1957); Abdullah Ziya Kozanoğlu “Sarı Benizli Adam” (1932),
“Patronalılar” (1934), “Dağlar Delisi” (1952); Enver Behnan Şapolyo “Yıldırım ve
Prenses Olivera” (1944); Feridun Fazıl Tülbentçi “Sultanların Aşkı” (1952), Reşat
60
Ekrem Koçu “Patrona Halil” (1967), “Kösem Sultan”; Mehmet Seyda “Sultan
Döşeği” (1969); Đskender Fahrettin “Abdülhamit ve Afrodit” (1929); Halide Edip
Adıvar “ Sinekli Bakkal” (1936); Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Hüküm Gecesi”
(1927) (Çeri, 2000; Argunşah, 1990; Enginün, 1986).
Tarihi romanları genel olarak incelediğimizde 1980’lere kadar tarihsel
romanlarımızın tarihi gerçekler doğrultusunda yazıldıklarını ya da “ romanlarda
anlatılan tarihi gerçekler, genel doğruların ve resmi tarih anlayışının belli ideolojiler
açısından bir yorumu ya da geleneksel anlayışın bir devamı olmuştur” (Yalçın-Çelik
2005, 74). Oysa 1980 sonrasında tarihi romanlarla ilgili, yukarda belirttiğimiz
anlayışın büyük ölçüde değiştiğini görmekteyiz. Bu dönemde tarih içerikli eserler
popüler bir dal haline gelir. Hem ticari anlamda kazanç sağlayan önemli bir iş olarak,
hem de kitlelerin tüketebileceği yeni yapay ihtiyaçlardan biri olarak görülmeye
başlanmıştır. Popüler kültürün desteklemesiyle - burada medyanın önemli özendirici
etkisini vurgulamak gerekir- kendine piyasa bulan tarihi roman 90’lı yıllarda
inanılmaz derecede artmıştır. Bu artış okuyucu üzerinde de son derece etkili
olmuştur. Okuma alışkanlığı, eğitim düzeyi yüksek ya da elit tabakadan geniş halk
kitlelerine doğru yayılma göstermiştir diyebiliriz.
Bu dönem eserlerin konusunu, Osmanlı dönemi Türklük kahramanları ya da Türklük
unsurunun ihmaliyle Osmanlının yıkılışa sürüklendiğini işleyen romanlar
oluşturmaz. Osmanlı tarihi içerisinde, eğitim, bilim, kültür, sosyal yaşam, ekonomik
yapı, mimari gibi unsurlar tarihi romanlarda işlenmeye başlanmıştır. Yine
Osmanlının sanat ve kültürel yapısının tek bir bakış açısıyla değil, farklı ve eleştirel
bir tutumun benimsenmiş olduğunu görmekteyiz. Bizce bu önemli bir husustur.
Özellikle tarih eğitimi açısından Osmanlının sosyal ve kültürel yapısının edebi
eserlerde konu edinilmesi yarar sağlayacaktır. Farklı bakış açılarıyla ve eleştirel bir
tutumla ele alınan tarihi romanların tarihsel düşüncenin oluşumuna da katkısı olacağı
muhakkaktır. Tek bir bakış açısıyla ele alınan ve ideolojik kaygılarla işlenen eserler,
tarihi eğitiminde tarihsel düşüncenin oluşumuna etkisi azdır ve bazen yanıltıcı
yönlendirmeler ihtiva edebilirler.
61
Çeri (2000, 370), Osmanlı tarihini konu alanı olarak olan tarihi romanlarla ilgili şu
saptamalarda bulunmaktadır:
Osmanlı Türklük unsurları dışında “öteki” olarak çizilmiştir romanlarda. 90’lı yıllardan sonra yazılan romanlarda “öteki” değildir artık Osmanlı ve böyle bir ortamda Osmanlının kültür, medeniyet ve askeri güçleri anlatılır. Osmanlının eleştirisi de kıyasıya vardır bu romanlarda ama bu eleştiri romancının “öteki”ni eleştirmesi değil “biz”i eleştirmesidir. Belki de bu nedenle bu eleştiri ’90’lı yıllardan önceki eleştirilerden çok tepki almıştır.
1980 sonrasında Osmanlı tarihini işleyen tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz:
Şemsettin Ünlü “Yüz Uzun Yıl” (1993); Nedim Gürsel “Boğazkesen/Fatih’in
Romanı” (1995); Selim Đleri “Cemil Şevket Bey Aynalı Dolaba Đki El Revolver”
(1997); Murat Erman “Beyazateş Adası” (1998); Đhsan Oktay Anar “Puslu Kıtalar
Atlası” (1995), “Kitabü’l Hiyel” (1996); Zülfü Livaneli “Engereğin Gözündeki
Kamaşma” (1996); Ahmet Altan “Kılıç Yarası Gibi” (1999); Selma Fındıklı “Nereye
Yüreğim” (1994), “Gözüm Yaşı Tuna Selidir Şimdi” (1997), “Saray Meydanında
Son Gece” (1999); Orhan Pamuk “Beyaz Kale” (1985), “Kara Kitap” (1990),
“Benim Adım Kırmızı” (1998) (Çeri, 2000; Doğan, 2000).
Cumhuriyet döneminde Osmanlıyı konu edinen romanların dışında, Cumhuriyet
tarihini de konu alanı olarak belirleyen çok sayıda tarihi roman olduğunu yukarda da
belirtik. Çalışmamızda Cumhuriyet’in çeşitli dönemlerini işleyen romanlara yer
vererek devam edilecektir.
Cumhuriyet’in ilk yılları son derece sancılı ve değişimin çok hızlı olduğu bir dönem
olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından Mustafa Kemal
Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilen inkılâplarla Cumhuriyet’in ana esasları
belirlenmektedir. Bir taraftan siyasal, hukuk, eğitim ve kültür, toplumsal, ekonomi
alanlarında inkılâplar gerçekleştirilirken; bir taraftan da cumhuriyete karşı ortaya
çıkan Şeyh Sait Đsyanı, Đzmir suikastı, ittihatçıların tavırları gibi sorunlarla
uğraşılmaktadır. Dolayısıyla belirttiğimiz bu sorunlar tarihi romanlarda kendine yer
bulmuşlardır. Bununla ilgili şu örnekleri verebiliriz.
62
Halide Edip Adıvar “Zeyno’nun Oğlu” (1926 – 1928); Kemal Bilbaşar “Cemo-
Memo” (1966–1968); Demirtaş Ceyhun “Asya” (1970); Kemal Tahir “Kurt Kanunu”
(1969) (Türkeş, 2000; Yalçın, 1998).
1920’li ve 1930’lu yıllarda yazılan tarihi romanların önemli bir bölümünde toplumsal
yaşamın eleştirisini bulmaktayız. Eğlence biçimi bu eserlerde eleştirilmiş, danslar,
balolar başta Reşat Nuri Güntekin olmak üzere birçok edebiyatçımız tarafından hiciv
edilmiştir. Doğu-batı karşılaştırmaları yapılarak, doğunun insani yönü üzerinde
durulmuştur. Bu dönemi ele alan yazarlarımızın çoğu, Osmanlı Devleti’nin yıkılıp
yeni Türk devletinin kuruluşu ve cumhuriyete geçiş sürecine tanıklık etmişlerdir.
Toplumsal eleştirinin, toplum karşılaştırmalarının vb. gibi konu edinen eserleri şöyle
örnekleyebiliriz: Reşat Nuri Güntekin “Gökyüzü” (1935), “Miskinler Tekkesi”
(1946), “Kavak Yelleri” (1950); Hüseyin Rahmi Gürpınar “Utanmaz Adam” (1930),
“Kokotlar Mektebi” (1928), “Şeytan Đşi” (1933); Mahmut Yesari “Çulluklar” (1927)
gibi eserler eleştirinin ya da döneme farklı bir açıdan yaklaşan romanlar olduğunu
görüyoruz (Şahin, 2000; Türkeş, 2000).
1930’lu yıllarda romanlarda ele alınan diğer önemli bir husus cumhuriyet
ideolojisinin halka yayılmasını sağlama noktasında romanın bir araç işlevi
görmesidir. “Muasır medeniyetin fikir atmosferini ülkeye taşımak”(Şahin, 2000, 58)
romanlarda işlenen esaslar içerisinde önemli bir yer edinir. Bu dönem romanların
çoğunluğunun mekan olarak Đstanbul ya da Ankara’yı seçtiklerini görüyoruz.
Cumhuriyetin onuncu yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Ethem Đzzet Benice
“On Yılın Romanı” (1932) yayınlanır. Bu roman “baştan sona cumhuriyet
ideolojisine adanmıştır” (Türkeş, 2000, 389). Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Ankara”
(1934), “Panorama” (1954); Mahmut Şevket Esendal “Ayaşlı ve Kiracıları” (1934)
(Yalçın-Çelik, 2005; Türkeş, 2000).
63
1930’lu yıllarda siyasi alanda meydana gelen gelişmelerde tarihi romanlarda
işlenmiştir. Bu yılların en önemli siyasi gelişmesi Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
açılışı ve daha sonra kapatılmasına rağmen bu partinin siyasi alanda yarattığı etki
romanlara konu olmuştur. Bu romanların belgelere dayalı gerçekçi bir tavır
sergilenerek oluşturulduklarını da söyleyebiliriz. Yukarda değindiğimiz Reşat Nuri
Güntekin’in “Kavak Yelleri” (1950); Kemal Tahir “Yol Ayrımı” (1971); Tarık Buğra
“Yağmur Beklerken” (1981) adlı eserler 30’lu yılların siyasi atmosferini yansıtırlar
(Türkeş, 2000).
1940’lı yıllar Türkiye’de sancılı yıllardır. II. Dünya Savaşı’nın etkisi ülkemizde
belirgindir. Türkiye savaşa katılmamıştır. Ancak sosyal, siyasal ve özelliklede
ekonomik alanlarda sıkıntıların yoğun olduğu bir dönem olmuştur. Siyasal alanda
Demokrat Parti’nin ortaya çıkışı ve Cumhuriyet Halk Partisi ile olan ilişkileri, yeni
siyasi ortamda Türkiye’nin dışa açılmaya başlaması, aynı zamanda halkın
beklentilerinin yine eksik kalması tarihi romanlara konu olurken; sosyal alanda
halkın yoksulluğu, karaborsa ve her yerde oluşan halk kuyrukları romanlarda yer
edinmiştir. Đlhan Engin “Göç Yolları Tıkadı” (1955); Esat Mahmut Karakurt “Ankara
Ekspresi” (1946); Oktay Akbal “Garipler Sokağı”; Şahap Sıtkı “Onbinlerin Dönüşü”
(1967), “Kimin Đçin” (1967); Cevdet Kudret “Havada Bulut Yok” (1959); Reşat Enis
“Ağlama Duvarı” (1949), “Yolgeçen Hanı” (1952); Fikret Arıt “Bu Hayatı Yaşamak
Lazım”(1955); Orhan Kemal “Vukuat Var” (1958); Halide Edip Adıvar “Sonsuz
Panayır” (1946); Samim Karagöz “Yılan Hikayesi” (1953) gibi eserler 1940 yıllarını
ele alan tarih içerikli romanlardır. II. Dünya Savaşı ve bu dönemde ortaya çıkan
olumsuzluklar belirttiğimiz bu eserlerde işlenmesine rağmen edebiyatçılar,
toplumbilimciler ve tarihçilerin bu döneme yeteri kadar ilgi göstermediklerini
görmekteyiz (Türkeş, 2000; Yalçın, 1998; Yalçın-Çelik, 2005).
Türkiye’de 1950’li yıllar son derece önemlidir. Bu dönem daha sonra, hata
günümüze kadar devam eden gelişim ve dönüşümlerin temelini oluşturmaktadır.
1950 seçimlerinin Demokrat Parti tarafından kazanılması ekonomik ve siyasi alanda
önemli değişimlerin başlangıcı ya da hızlandırıcısı olacaktır. Demokrat Parti’nin
halkçılık ve köylülük söylemleriyle geniş halk kitlelerini kendine bağladığını
64
görmekteyiz. Ki bu dönemde köy son derece önem arz eder, çünkü “1950 yılında
Türkiye nüfusunun % 80’i köylerde yaşamakta iken, % 20’si şehirdedir” (Şahin,
2000, 62). Ancak bu tarihten sonra şehirlere göç yoğunlaşmaya başlayacak.
Edebiyatçılarımız önce destekledikleri yeni iktidarı sonra eleştirmeye başlamışlardır.
Bu dönemin tarih içerikli eserlerinde ezen- ezilen, işçi-burjuva, köylü ve köylünün
sorunları, yoksulluklar ile haksızlıklar sol bir söylemle işlenmiştir.
1950- 1960 arası dönemi işleyen tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz: Orhan
Kemal “Hanımın Çiftliği” (1961); Attila Đlhan “Kurtlar Sofrası” (1961); Suat Derviş
“Aksaray’da Bir Perihan” (1964) adlı eserler en önemlileridir. Bu dönemde
zenginleşme, “Küçük Amerika olma sloganlarının etkisi altındaki kültürsüz burjuva
insan tipi (…) mülk ve eşya fetişizmi arkasındaki tutku” edebi eserlere konu
edilmiştir (Türkeş, 2000, 393).
Türkiye’de 1960’lı yıllar son derece önemli olaylara sahne olmuştur. 27 Mayıs askeri
darbesi ve darbenin ortaya çıkardığı yeni durum toplumu her yönüyle etkilemiştir.
Yine bu dönemde, hazırlanan yeni anayasanın getirdiği özgürlük ortamı, yeni sosyal
ve siyasal hareketlenmelerin -68 olayları gibi- ortaya çıkmasına neden olduğunu
söyleyebiliriz. Bu olayların tarihi romanlarda henüz yeterince yer almadığını
görüyoruz. Ancak bu durumun normal karşılanması gerekir. Çünkü yakın tarih
üzerindeki tartışmaların son derece hassasiyet arz ettiğini biliyoruz. Toplumsal,
politik ve bilimsel alanlarda yeteri kadar tartışılabilmiş olan olayların gerçekliği daha
açık bir şekilde ortaya çıkabilmektedir. Tarihsel içerikli edebi eserler de çoğu zaman,
belirttiğimiz bu gerçeklikten faydalanma yoluna gider.
Değindiğimiz hususlar doğrultusunda 1960’lı yıllarla ilgili şu örnekleri verebiliriz:
Samim Kocagöz “Đzmir’in Đçinde” (1973); Atilla Đlhan “Bıçağın Ucu” (1973),
“Sırtlan Payı” (1974), “Yaraya Tuz Basmak” (1978); Melih Cevdet “Gizli El” (1970)
(Türkeş, 2000; Yalçın-Çelik, 2005).
1950’ler de ortaya çıkan köye yöneliş 1960 ve 1970’li yıllarında önemini artırarak
devam edecektir. Bu dönemde edebiyatçılarımız “… henüz çevre bilincinin
65
oluşmadığı bir toplumda, köy ve köylüye ilişkin romanlar, (…)köylü-devlet ilişkisi
boyutunu ele almışlardır”(Şahin, 2000, 62). 60’lı yıllardan sonra köy romantizmi
yerini köy gerçekçiliğine bırakmakta ve birçok yazarımız bu dönemde köyü
eserlerine konu etmiştir. Yaşar Kemal “Đnce Memet”, “Yer Demir Gök Bakır”; Fakir
Baykurt “Yılanların Öcü”, “Irazcanın Dirliği”, “Amerikan Sargısı”, “Onuncu Köy”,
“Kaplumbağalar” gibi eserlerde köy sorunları toplumcu gerçekçi bir tarzda
işlenmiştir. Köy enstitülerinin mezun vermeleri ve bu anlamda eserler kaleme
almalarıyla köyü işleyen gerçekçi romanda artış görülmektedir (Şahin, 2000). Bu
dönem eserlerinde köy öğretmenine önemli görevler ve sorumluluklar yüklenmiştir.
Köy öğretmeni köylüyü aydınlatarak, cumhuriyet fikirlerini yayacaktır.
1980 sonrasında tarihi romanlara olan ilginin çok daha fazla arttığını görmekteyiz.
Bu dönem tarih içerikli edebi eserlerin önemli bir bölümünün popüler tarihi romanlar
olduğunu belirtmemiz gerekir. 1980 döneminde yazılan tarihi romanlarda, yazar ve
okur açısından 1980 öncesi edebi eserlerden önemli ölçüde farklılaşmaktadır. Ticari
amaçlı yazılan eserlerin önemli ölçüde okur bulması, edebiyatçıların bu eserler
üzerinde, edebi niteliklerinin çokça tartışılmasına neden olmuştur.
1980 sonrası tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz: Yıldız Balık “Okyanus Çiçeği”
(2001); Derman Bayladı “Nağmeler Tahtım Olsaydı: III. Selim’in Romanı” (1999);
Mehmet Coral “Bizans’ta Kayıp Zaman” (2000), “Işıklı Yazılsın Sonsuzluğa Adım”
(2001); Reha Çamuroğlu “Đsmail” (1999), “Son Yeniçeri” (2000); Yılmaz Çetiner
“Haremde Bir Venedikli: Nurbanu Sultan” (2001); Vecdi Çıracıoğlu “ Kara Büyülü
Uyku” (1999); Gülseren Engin “Cehenemde Bir Ada” (2001); Teoman Ergül “Selim
Đle Nurbanu”; Tülay Ferah “Mayo mu Osmanlı mı” (2001); Selma Fındıklı
“Gözümün Yaşı Tuna Selidir Şimdi” (1997), “Saray Meydanında Son Gece” (1999),
“Gümüşlü Martı” (2001); Necmi Gürsakal “Floransalı Karlo” (2001); Erdem
Katırcıoğlu “Đsa’nın Esrarengiz Havarisi Kuşkucu Thomas” (1999); Zuhal Kuyaş
“Aşela” (1985); Latife Mardin “Doğu Doğudur” (2001); Arzu Özköse “”ortasında
Bitiveren Aşk” ; Handan Öztürk “Mor Tecavüz” (2000); Kamuran Solmaz “Kiraze”
(2000);; Elif Şafak “Pinhan” (1997); Murat Erman “Beyazateş Adası” (1998); Ümit
Kıvanç “Gaib Romans” (1992); Ahmet Yurdakul “Kahramanlar Ölmeli” (1987); Erol
66
Toy “Yitik Ülkü I-II-III” (1995, 1996), “Yukarı Şehir” (1986), “Toprak Kurşun
Geçirmez” (1988), “Yüz Uzun Yıl” (1993); Sevinç Çokum “Hilal Görününce”
(1984), “Ağustos Başağı” (1989); Emine Işınsu “Cumhuriyet Türküsü”; Mehmed
Niyazi “Çanakkale Mahşeri” (1998); Serpil Ural “Nereye Yüreğim” (1994).
(Türkeş, 1998; Doğan, 2000;Yalçın-Çelik, 2005).
Yukarda belirttiğimiz eserlerin dışında daha çok 1980 sonrasında ortaya çıkan, ancak
1990’lı ve 2000’li yıllarda oldukça ses getiren postmodern tarihi romanlardır.
Postmodern tarihi romanların ortaya çıkıp yaygınlaşmasında Yeni Tarihselcilik
kuramının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yeni Tarihselcilik kuramının tarihi romana
zemin hazırlayan özelliği, bu kuramın “tarihi metinleri, bilimsel gerçekleri
yansıtmaktan çok, geçmişi yorumlayan kurgular olarak” (Yalçın-Çelik 2005, 83)
belirtmesidir. Yeni Tarihselcilik kuramına daha sonraki bölümde değinilecektir.
Burada amacımız 1980 sonrası dönemde postmodern tarzda yazılan tarihi romanların
belli başlı örneklerini vermektir.
Postmodern tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz: Orhan Pamuk “Cevdet Bey ve
Oğulları” (1982), “Beyaz Kale” (1985), “Kara Kitap” (1990), “Benim Adım
Kırmızı” (1999); Adalet Ağaoğlu “Romantik Bir Viyana Yazı” (1993); Hakan
Akdoğan “Nü Peride” (2000); Ahmet Altan “Yalnızlığın Özel Tarihi” (1991), “Kılıç
Yarası Gibi” (1998), “Đsyan Günlerinde Aşk” (2000); Mustafa Altunay “Gabel”
(1995); Đhsan Oktay Anar “Puslu Kıtalar Atlası” (1995), “Kitab’ül Hiyel” (1996);
“Efrasiyab’ın Hikayeleri” (1998); Erendiz Atasü “Dağın Öteki Yüzü” (1995); Faik
Baysal “Ateşi Yakanlar” (1992); Nermin Bezmen “Kurt Seyd ve Shura” (1992),
“Kurt Seyd ve Murka” (1993); Reha Bilge “Sur ve Sultan” (2001); Haldun Çubukçu
“Yıldızsayan” (1996); Murat Hiçyılmaz “Büyük Yapıt” ; Nedim Gürsel
“Bağazkesen” (1995), “Resinli Dünya” (2000); Selim Đleri “Cemil Şevket Bey
Aynalı Dolaba Đki El Rovelver” (1997); Bilge Karasu “Uzun Sürmüş Bir Günün
Akşamı” (1970), “Narla Đncire Gazel” (1995); Ahmet Karcılılar “Fotoğraf
Hikayeleri”; Emre Kongar “Hocaefendi’nin Sandukası” (1989); ayla Kutlu “Kadın
Destanı” (1994), “Emir Bey ve Kızları” (1998); Zülfü Livaneli “Engereğin
Gözündeki Karmaşa” (1996); Ahmet Sipahioğlu “1929” (1997); Elif Şafak “Araf”
67
(2004), “Mahrem” (2000); Buket Uzuner “Uzun Beyaz Bulut Gelibolu” (2001);
Ahmet Yorulmaz “Savaşın Çocukları” (1997) (Yalçın, 1998; Yalçın-Çelik, 2005;
Doğan, 2000; Enginün, 2006).
2.4. Eğitim – Öğretim
Đnsanların toplu yaşama geçmesiyle birlikte eğitim ve öğretin, topluluklar ya da
toplumlar için önemli bir husus olarak ortaya çıkmıştır. Toplumların gelişim
sürecinde eğitim ve öğretim giderek önem kazanmıştır. Günümüzde toplumların en
önemli faaliyet alanlarından biridir eğitim – öğretim. Kişinin gelişimi, bulunduğu
dönemden sonraki dönemlere hazırlık yapması, toplumda yer edinip sosyalleşmesi;
aynı zamanda toplumun devamlılığını sağlaması büyük ölçüde eğitim ve öğretime
bağlı görünmektedir.
Kavcar (1994, 1), “eğitim, çocuk olsun, genç olsun, yaşlı olsun insanlarda sosyal
hayata ve çağa uygun tutum ve davranış değişikliği sağlamaktır” diyor. Ona göre,
eğitimden beklenen üç esas vardır. Bunlar: “Dünü tanıma, bugünü kavratma ve
yarına hazırlamadır”.
Kavcar’ın bu açıklamaları doğrultusunda eğitimin tanımını şöyle aktarabiliriz:
Eğitim (Osm.:terbiye/Fr.-Đng: education, pedagogie): kişinin zihni, bedeni, duygusal, toplumsal yeteneklerinin, davranışlarının istenilen doğrultuda geliştirilmesi, ya da ona bir takım amaçlara dönük yeni yetenekler, davranışlar, bilgiler kazandırılması yolundaki çalışmaların tümüdür (Akyüz, 2004, 2).
Akyüz’e (2004) göre, eğitim hayat boyu süren, planlı ya da tesadüfü olabilen, “okul,
okuma – yazma, ders araç gereçleri ile ve bunların dışında aile veya bir çevre içinde,
kişisel yetişme vs. yollarıyla yapılan öğretme, öğrenme, bilgi aktarma” beceri
kazandıran çalışmaların tümünü kapsar. Eğitimin birçok düşünür tarafından farklı
şekillerde tanımlandığını görmekteyiz. Ertürk’e (1972, 12) göre, eğitim bireylerin
davranışlarında kendi yaşantıları yoluyla ve kasıtlı olarak istendik davranış
68
değişikliği sürecidir. Uzun bir dönemde Türk eğitim bilimcilerin bu tanımı kabul
ettiklerini ancak son dönemlerde, Ertürk’ün bu tanımından uzaklaşan eğitim
bilimcilerin de önemli yer tutuklarını söyleyebiliriz. Demirel ve Kaya’da (2004, 5)
eğitimi, “bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla kasıtlı olarak istendik
değişme oluşturma süreci” olarak tanımlamaktadır. Buna karşılık Oğuzkan (1993,
46) ise eğitimi, “…yeni kuşakların toplum yaşayışında yerlerini almak için
hazırlanırken, gereken bilgi, beceri ve anlayışlar elde etmelerine ve kişiliklerini
geliştirmelerine yardım etme etkinliği” olarak tanımlamaktadır. Değirmencioğlu’da
(1997, 3) eğitimi, “bir insan varlığının yetişmesi ve gelişmesini sağlamak üzere,
kendine özgü tüm imkanların onlar üzerinde kullanılması ve her birinin bizatihi
kendisi” diye belirtmektedir.
Felsefi alanda da eğitimle ilgili birçok tanımın yapıldığını görmekteyiz.
Butler’(1957), “Đdealizme göre eğitim, insanın bilinçlice ve özgürce Allah’a ulaşmak
için sürdürdüğü biteviye çabalardır”der. Felsefi bakış açılarının eğitimle ilgili
tanımları doğal olarak farklıdır. Đdealizmin bu tanımına karşılık; “realizme göre
eğitim, yeni kuşağa kültürel mirası aktararak, onları topluma uyuma hazırlama
sürecidir.” Pragmatist felsefede ise karşımıza daha farklı bir tanımlama çıkmaktadır.
“Pragmatizme göre eğitim, kişiyi yaşantılarını inşa yoluyla yeniden yetiştirme
sürecidir.” Ülkemizde son dönemlerinde pragmatist eğitim felsefesinin daha fazla ön
plana çıktığını görmekteyiz. Đlköğretimde uygulanmaya başlanan yeni eğitim
programının büyük ölçüde pragmatizme dayandığını söylemek yanlış olmaz (Akt.:
Sönmez, 2002, 31). “Marksizm göre eğitim, insanı çok yönlü eğitme, doğayı
denetleyerek onu değiştirecek ve üretimde bulunacak biçimde yetiştirme sürecidir.”
Sovyetler Birliği’nde bu program uygulanmıştır. Natüralizme göre ise, “eğitim,
kişinin doğal olgunlaşmasını artırma ve onun bu özelliğini göstermesini sağlama
sürecidir” (Sönmez, 2002, 3).
Öğretim ise eğitimin içinde yer alan bir kavramdır. Eğitim aşamalarının büyük bir
kısmı öğretim süreci içerisinde gerçekleşmektedir. Akyüz’ün (2004, 2) şu tanımı
eğitim çevrelerince genel kabul görmektedir.
69
Öğretim (Osm.: tedris, talim/Fr.-Đng.: enseignement, instruction): teşkilatlı ve düzenli olarak genellikle bir öğretim kurumunda (okul vs.) öğretmeler tarafından, öğrencilere, araç-gereç kullanarak bilgi aktarılması ve öğretilmesi çalışmalarının tümüdür.
Binbaşıoğlu (1994) ise, öğretimi, öğrenme sürecinin belli bir amaca ve plana göre
düzenli olarak uygun koşul ya da durumlarda yapılan bir sanat olarak tanımlarken;
Selçuk’ta (1998, 133) öğretimi, öğrenmenin gerçekleşmesiyle birlikte bireyde istenen
davranışları geliştirmek amacıyla yapılan iş, olarak tanımlamaktadır.
2.5. Tarih
Vella, tarih ve geçmiş sözcüklerinin genellikle aynı anlamda kullanıldığını, ancak
tarih ve geçmiş arasında birçok fark olduğunu belirtmektedir. “Geçmiş, hâlihazırda
olmuş her şeyi kapsar. Tarih ise geçmişi kaydeder, araştırır, inceler. Geçmiş, ne
olduğunun gerçeğidir. Tarih ise entelektüel tartışmadır.” Vella (2001) da, tarihin
geçmişin bir yorumu olduğuna inanmakta ve Keith Jenkins’in(1991) söylediği şu
sözlerle düşüncesini desteklemektedir, “gerçekten, geçmiş ve tarih birbirine doğru
akarlar.”
Tarih ilmine çok büyük katkıları olan E. H. Carr (1991), tarihi şöyle tanımlıyor:
‘’Tarih, tarihçi ile olaylar arasında bir etkileşim süreci, bugün ile yarın arasında
bir diyalogdur.’’ Burada yapmaya çalıştığımız tarihi tüm yönleriyle tanımlamak
değil elbette, konumuzu bütünleyen bir tanımlamayı yeterli görüyoruz. Tarihe
farklı bir tanımlama getiren Schilling’a (1971,5–6) göre ise:
Tarih, basit bir anlatım, bir hikâye olmadan önce, insanın kendi geçmişidir. Bugün onun başına gelenler, onun özümlediği, yaptığı, duyduğu ve düşündüğü şeyler ya yüzeyde, ya derindedir. (…) Veya eskiden var olan, hiç kuşkusuz geçmişin yüküyle ağırlaşmış fakat gelecekte de süre giden olaylardan ibarettir.
Bir yaşam ne kadar yüzeyde kalırsa kalsın, gene de geçmişine bağlıdır. (…) bir geçmişten yararlı bir gelecek çıkarmak için, bu geçmişin bizde, eylemin, duygunun, algının ve düşüncenin
70
şimdiki halinde, bilinçli olarak bulunması gerekir. …[T]arih, aynı zamanda, başımıza gelmiş olanların bugünkü bilincidir, şimdiki zaman için harekete geçirilebilen ve gelecek zamanı geçmişin körü körüne ve tıpatıp bir tekrarlanması olmaktan kurtaran bilinci.
Vella (2001), tarihin yorum olduğu noktasını vurgulamak üzere, kadın tarihine dair
şu saptamalarda bulunmaktadır. Kadının uzun süreler tarihten gizlendiğini, pek çok
tarihçinin kadını sistemli olarak çalışmalarının dışında tutuğunu belirtmektedir.
“Mevcut tarihsel anlatının merkezi olmadıkları için, sadece kadınlar değil, bütün
diğer gruplar, halk(lar) ve sosyal sınıflar göz ardı edildi.” Vella, verdiği bu
örneklerden de yolla çıkarak, olguların tarihçilerin karar vermesiyle tarihsel olgu
haline geldiğini iddia etmektedir. “Üzerinde çalıştığı konuyu seçmesinde bile tarihçi
çok seçicidir ”.
Tarihçiler, kendi kültürleri ve toplumlarının ürünüdür ve bunların ön yargı ve değerlerine bağımlıdır. Tarihçinin sorduğu sorular, zamanın aynı iyimserlik ve değerlerine bağımlıdır. Tarihçinin sorduğu sorular, zamanın aynı iyimserlik ve kötümserliklerini yansıtan toplumun sorunları tarafından belirlenir. E.H.Carr’ın (1961) söylediği gibi “tarihçiyi doğruluğu için övme, mimarı çok iyi kalas kullandığı için ya da binasını çok sağlam yaptığı için övmeye benzer.” Kitson Clark da (1967) işlevsel bilgi üzerinde konuşurken, “bu, tarihin dayandığı olgunun sadece çerçevesidir. Tarih değildir. Tarih olguların tekrarından fazla bir şeydir. Tarih, olguların yorumunu içermelidir” demektedir. (…)Đyi bir tarihçinin yaptığı iş, araştırdığı konuya yönelik bilgiyi ve bilinen bütün olguları kontrol etmek, karşılaştırmak ve sorgulamaktır (Vella, 2001).
Tarihçi, sosyal oluşumların ortaya çıkışını, bu oluşumlarda meydana gelen
farklılaşmayı, gerilimleri ve olguları, beşeri faktörlerin özelliklerini, düşüncenin
ortaya çıkışı ve etkilerini, edebi gelişmeleri, ekonomik ve siyasi alanlardaki
çatışmaları anlamaya ve açıklamaya çalışır.
Böylece elde edilen tarih bilgisi, insanların ve milletlerin yaşam biçimleri ve
gelecek kurgularını aydınlatır ve bunların düzenlenmesine yardımcı olur.
Aslında tarihi oluşumlar, milletlerin siyasi, bilimsel, iktisadi ve edebi/kültürel
alanlarda sergiledikleri gelişmelerin, yaptıkları açılımların ürünüdür. Milletlerin
71
tarihsel süreçte kat edeceği gelişim ve açılımlar medeniyetlerin ortaya
çıkmasına ve dünyaya egemen olunmasını sağlamaktadır. Tarihsel düşünceden
ve tarihi gelişimin dışında kalan milletler ise benliklerini yitirerek tarih
sahnesinden silinmektedirler. Başarılı olabilmek, tarihi akışın çok iyi
anlaşılmasına ve bu akışın kurallarının hiçbir zaman unutulmamasına, işlenen
hataların tekrarlanmamasına ve gerektiğinde yeni tedbirler alınmasına bağlıdır.
Böyle bir anlayış, tarihin aktörünün insan ve insan grupları olduğunun bilincine
varılması anlamına gelir.
Gerçekten tarihin öznesi insanın kendisidir. Ne var ki sadece, kendi şahsına,
çevresine, mensup olduğu topluma ve dünyaya karşı sorumluluk hissedebilen
insanlar tarihin öznesi olabilirler. Bu kavrayış ve bilinçten yoksun olanlar ise,
tarihin öznesi değil nesnesi diğer bir ifadeyle malzemeleri haline gelirler; çünkü
bunlar insiyatif sahibi olan diğer insanlar veya toplumlar tarafından
kullanılırlar.
Günümüzde dünyadaki değişimler, kitle iletişim araçlarının kullanım alanının
inanılmaz ölçülerde artmasıyla birlikte çok hızlı bir şekilde yayılabilmektedir.
Ülkemiz de bu dünyanın bir parçasıdır. Dünyadaki değişimin dışında kalmak
gibi bir lüksümüzün olmadığını biliyoruz, ancak ortaya çıkan yeni fikir ve
bilgilerin pasif alıcısı konumunda olmamamız gerektiğini de ısrarla belirtmek
gerekir. Tarih bilimi ve tarihle ilgili olan bilimlerdeki teorik gelişmelerin daha
çok Batı dünyasında ortaya konulduğunu ve ülkemizde de taraf bulup
gelişmelerine devam ettiklerini söyleyebiliriz. Yine, özellikle sosyal bilimlerde
ortaya çıkan yeni anlayışların iyi analiz edilip değerlendirilmesi ülkemizin
bilimsel alanda sergileyeceği atılımlarda son derece etkili olacağını belirtmek
gerekir. Bu bağlamda tarih ve tarih eğitiminin önemi daha açık bir şekilde
ortaya çıkmaktadır. Tarih felsefesi ve tarih biliminde yeni fikir akımlarını
oluşmasında kendi tarihimizdeki dinamikleri göz önünde bulundurmamız daha
doğru olacaktır. Tarih ilmiyle ilgili aşağıdaki hususlara değinmek çalışmamız
açısından yararlı olacaktır.
72
Sosyal bilimler içinde tarih ilmi, çok uzun dönemleri kapsayan bir deneyime
sahip olduğundan dolayı diğer sosyal bilimlere bir bakıma dayanak olmuş ve
çok önemli katkılarda bulunmuştur. Tarihin bu katkılarına rağmen bizim,
mazimizi tam olarak anlayabilmemiz için diğer sosyal bilimlerin verilerine de
ihtiyaç duyduğumuz muhakkaktır. Örneğin, siyasi tarihte bir padişahîn, bir
kralın ya da bir komutanın ruh hali dönem dönem önemli tarihi olaylarda etkili
olabilmiştir. Will & Ariel Durant (1998, 46) da bu hususa şöyle değinmektedir:
[Z]aman zaman Churchill’inki gibi belagati, bin tümene bedel olabilir; Napolyon’unki gibi, strateji ve taktiklerdeki uzak görüşlülüğü, savaşları ve kampanyaları kazandırarak devletler kurdurabilir. Eğer insanlara ilham vermek için seçtiği vasıtalarında [Hz.] Muhammed gibi bir peygamber ise, onun sözleri, yokluk ve mahrumiyet içinde kıvranan insanları, daha önce düşünemedikleri azmi vererek, hayret uyandırıcı güç haline getirebilir… [Bunlar] sayısız sebeplerin tesirleri ve sayısız tesirlerin sebepleridirler.
Belirttiğimiz bu bilgiler doğrultusunda tarih kavramının, insan faaliyetlerini ve bu
faaliyetlerin sonuçlarını, doğal olanın dışında insan tarafından gerçekleştirilmiş
ve yaratılmış bulunan kültürleri ifade ettiğini söyleyebiliriz.
2.6. Tarih, Tarih Öğretimi ve Tarihi Roman Đlişkisi
Tarih medeniyetlerin, milletlerin ve milletleri meydana getiren insanların geçmişidir.
Geçmişte vuku bulan olaylar ve ortaya çıkan olgular bugünün şekillenmesinde büyük
paya sahip olduğu gibi, geleceğin kurulmasında da büyük paya sahiptir. Đnsanların,
milletlerin, medeniyetlerin karşısına çıkabilecek hiçbir olay ya da durum
geçmişten/tarihten kopuk değildir.
Bu denli etkili ve çok boyutlu bir alanı dar kalıplar içerisine sıkıştırıp, belgelerle,
somut birincil ya da ikincil kaynaklarla izah etmek mümkün değildir. Bu durumda
tarihsel düşüncenin oluşumuna katkı sağlayacak tüm verilerin, tarih öğretiminde
kullanılması gerektiğini düşünmekteyiz. Tarih düşüncesinin oluşumuna katkı
73
sağlayacak bir alan olarak edebiyatı, edebiyat içinde tarihi romanı, tarihin
açıklanmasında önemli buluyoruz.
Bu bölümde tarih, tarih öğretimi ile tarihsel romanın ilişkisiyle ilgili tartışmalar
üzerinde durulacaktır. Barışta’ya (2007, 34) göre;
Edebiyatın tarihe eğilmesi, edebi olarak bir arkeolojik kazı yapması, o dönemin duygularını yakalamaya ve yeniden üretmeye yeterli olmayabilir çünkü; özellikle de bu tarih, son kuşakların ortak belleklerinden çok uzakta kalmış bir döneme aitse. Zorluk, tarihin oldukça belgelenmiş fiziki akışına karşılık, duygusal akışın çok az belgelenmiş ya da hiç belgelenmemiş olmasındandır; yazar, duyguyu kurgularken, hayal gücüyle bütünüyle yalnızdır bu yüzden.
Biz de edebi ürünlerin, birinci elden tarihsel kaynak olarak değerlendirilemeyeceğini
düşünmekle birlikte; edebi eserlerin, özelliklede tarihi romanların, tarihsel
düşüncenin oluşumunda önemli katkılar sağlayacağı kanısındayız.
Edebi eserin kurgudan ibaret olduğu gerçeğine karşılık, tarihsel çalışmalarda da
edebi eserlerde olduğu gibi, gerçeklere dayalı kurgusal yorumlar bulunmaktadır.
“…kurgulama tarihsel çalışmada bilgi, belge ve tarihçinin deneyimine dayandırılsa
da geçmişin yapılandırılmasında (…) doğan boşluklar tarihçinin düş gücünü
kullanarak” (Dilek ve Yapıcı (2005, 116) eksiklikleri tamamladığını görmekteyiz.
Kurgulama yazar, okuyucu ve edebi eserde kullanılan malzeme arasında bir etkileşim
oluşturmaktadır. Yazar, kullanılan tarihi malzeme ve kurgulama içerisinde, bunların
okuyucu ve okuyucunun deneyimleriyle buluşması “çok yönlü ve zengin bir
etkileşime” sebep olmaktadır. “(…)Döngüsel olarak devam eden tarihsel
yapılandırma süreci her iki taraf içinde geçerlidir ve yaratıcı bir etkinliktir” (Dilek ve
Yapıcı, 2005, 116).
Tarihi romanın okuyucuyla buluşması noktasında, yukarıda da değindiğimiz
gibi daha önceden yazar ve malzeme arasında oluşan etkileşimin okuyucuyu da
kendi dünyasına kattığını görüyoruz. Okuyucu burada çok yoğun bir
74
yapılandırma sürecini de yaşamaktadır. Yazarın yaratısına kendi deneyimleri,
siyasi fikirleri, sosyal yaşantısı ve geleceğe dair olan umutları çerçevesinde yeni
bir yaratı katmaktadır. Bu yaratıcı etkinliğin eğitim ve öğretim sürecinde yeterli
ölçüde kullanılamaması büyük bir eksiklik olarak görülmelidir. Yapılandırmacı
eğitim felsefesi doğrultusunda oluşturulan yeni eğitim programında edebiyat
içerikli derslerin dışında, Sosyal Bilgiler, Tarih, Coğrafya ile Vatandaşlık ve
Đnsan Hakları Eğitimi derslerinin de tarih içerikli edebi ürünlerle desteklenmesi
gerekmektedir. Yukarda değindiğimiz gibi yaratıcılık ve yapılandırma
okuyucunun kendisinde gerçekleştiğinden, edebi ürünlerin kullanılmasında da
öğrenci merkeze alınmalı ve tarihsel içerikli edebi ürünlerin okuması öğrenci
tarafından gerçekleştirilmeli ve sınıfla paylaşılarak değerlendirilmelidir.
Tarihi romanda yazar, tarihsel düş gücünü ya da tarihsel duyarlılığı
kullanmaktadır. Geçmişte yaşamış olayla ilgili bilgileri toplayan yazar, belge ve
bilgileri birleştirip yeni bir kurgu oluştururken boş kalan kısımları ya da
belgelenemeyen bölümlerle ilgili düşüncelerini yerleştirerek bir bütüne
ulaşmaktadır. Böylece tarihsel düşünce oluşmakta, eleştirel bakış açısı
geliştirilmekte ve çözüm yolları bulunmaya çalışılmaktadır.
Tarihi romanlar hem olanı, hem de olması gerekeni yansıtmakta, toplumun neyin
özlemini ya da neyde muzdarip olduğunu gösterirler. “Đnsanlara hatırlamaları
gereken temel unsurların altını çizerler”. Tarihi romanlar, “(…) Türk tarihinde bir
devamlılık arz eder ve idealleştirilmiş bir dünyanın algı kalıplarını yeni nesillere
aktarır” (Şirin, 2000, 175).
Bu durumda neyin gerçek olduğu hususu zihinleri kurcalamaya başlar. Coşkun’a
(2007) göre; “Tarih, toplumun her hangi bir unsuru olmaktan öte, toplumun
kimliğinin asli unsuru olma özelliğinden dolayı, nasıl işlenirse işlensin, toplum
tarafından çoğunlukla ‘doğru’ zannedilmekte ve ona göre bir yaklaşım ortaya
konulmaktadır”. “Đdealleştirilmiş bir dünyanın algı kalıpları”, gerçeğin çok ötesinde
bambaşka bir durumun da ifadesi olabilir. Argunşah (1990, 25) ise, popüler anlamda
tarihi roman yazan birçok romancının yeterli tarih bilgisine sahip olmadığını
75
belirterek şunları söylemektedir: “…Tarihin müphemiyetinden faydalanarak ve
okuyucularının zaten fazla bilgiye ihtiyaç duymadıklarına güvenerek basit tarihi
macera romanları yazmışlardır”. Bu çalışma açısından önem arz eden, tarihi romanın
tarih eğitimindeki yeri olduğundan, bu noktada eğitimcilere önemli bir görevin
düştüğü hususudur. Tarih öğretiminden sorumlu kişi, edebi eserlerin kullanımı
durumunda seçici bir yönteme başvurmalıdır.
Şirin (2000, 174) “yaşanılması arzu edilen bir süre sonra kültüre dönüştüğünde işte o
zaman insanların hayatlarını idare eden mekanizma haline gelir” diye belirtmektedir.
Tarih eğitimcisinin rolü, gerçeklerden kopuk, ütopik siyasi amaçların
gerçekleştirilmeye çalışılması olmamalı; tarihsel düşünceyi edinmiş, problem
çözebilen, hayatta kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarabilen, gerçekle yanlışı
birbirinden ayırabilen özgür bireyler yetiştirmek tarih eğitimcisinin görevi olmalıdır.
Güngör (1993) de tarihi romanın yukarda değindiğimiz hususuyla ilgili şu
açıklamaları yapmaktadır;
Tarihten büyük şahsiyetlerden bahsederken çok defa “bir devre adını veren”, “bir çağa damgasını basan”, “devir değiştiren” gibi ifadeler kullanırız. Bunlar tasvir sıfatı olarak kullanışlı ifadelerdir, ama genellikle yanlış bir tarih görüşünü de ima ederler. Bu yanlışlık çok defa kendi şahsi motiflerimizi başkalarına yakınlaştırmaktan ileri gelmektedir. Romancı eserinde, kahramanla kendi şahsını bir tuttuğu, yani kendi düşüncelerini kahramanın ağzından naklettiği için bu türlü hataya yatkın olur. Bu yüzden hadisenin sebep safhasında görülen insanları kolaylıkla neticenin failleri halinde göstermek pek mümkündür. Romancı bizim zihnimizi belli bir kıvama getirmeli fakat yarattığı potansiyeli kendi eliyle tüketmemelidir (Akt.: Şirin 2000, 176).
Tarihi romanın bu özelliği, tarih eğitimi açısından olumsuz bir durum olarak
karşımıza çıksa da, eğitimde kullanılması durumunda edebi eserlerin genel
özellikleriyle ilgili öğrencilere ön bilgilerin verilmesini önemli buluyoruz. Tarih
bilincinden yoksun olan ilköğretim ve bazen de ortaöğretim kurumlarındaki
öğrencilerin, edebi eserlerin genel özelliklerini bilmeden tarihi roman okuması
yapmaları bazen istenmeyen durumların ortaya çıkmasına da neden olabilir. Bu
76
durumda romancının isteği doğrultusunda öğrencinin düşünceleri şekillendirilebilir.
Çoğu zaman gerçeklerle uyuşmayan, kurgusal bilgilerin bir süzgeçten geçirilmeden,
mukayese edilmeden olduğu gibi benimsenmesi zihni bulanıklığa neden olmasının
yanı sıra tarih dersinin genel amaçlarına da ulaşılmada sorun yaratabilmektedir.
“Romancı, bizim muhayyilemizi bir kanala sevk edip daralttığında yani kendi olması
gerektiğini düşündüğü şeyi olanmış gibi gösterildiğinde tarih hakikaten uzaklaşıp
duygusal, hamasi bir alanın etkisine bizi kaptırmış demektir” (Şirin, 2000, 174).
Özçimen’e (2005) göre: “Tarihsel roman yazarı, her şeyden önce kendi bakış açısı ve
olayları yorumlama bilgisi ile bizim bildiğimiz bir tarihi yeniden üreten bir yorumcu
konumundadır”. Fürer’de (2000, 374): “Romanlar, geçmişin bugünkü hissedilen
varlığı ile artık dilediği gibi oynayabilirler.” Romanların şehre, şehirlerin
duvarlarına, meydanlarına, sokaklarına istedikleri tarihsel anlamları yüklediklerini ve
şehirleri hikayeler ile resimlerle doldurabildiklerini ve tarih bilincinin yansıtıcısı
yapabildiklerini söyler.
Tarihçi için de bunları söylemek mümkündür. Carr’ın “tarih yorumdan ibarettir”
sözünü tekrar hatırlarsak, günümüz tarih teorisyenlerinin çoğunun tarihçilerin
çalışmalarında yorumun ve gerçeklere dayandırılmış bir kurgulamanın yer aldığı
fikrini savunduklarını görürüz. Keith Jenkins (1997, 24), tarihin kaçınılmaz olarak
bir kişisel yapı olduğunu ve tarihçiyi bir anlatıcı belirtir. Tarihi, tarihçinin bakış
açısının dışa vurumu olarak kaldığını söyler ve “kendisi de kuşkulu olan doğrudan
bellekten farklı olarak tarih, başka birilerinin gözlerine ve seslerine dayanır; tarihi,
geçmişteki olaylarla bizim onlar hakkında okumalarımız arasında yer alan bir
yorumcu” vasıtasıyla gördüğümüzü belirtir. Dilek ve Yapıcı (2005, 119) ise, bu
durumun başka bir boyutuna da değinmektedir ki; bu da geçmişten günümüze kalan
tarihsel malzemeye de, malzemeyi oluşturan kişi veya kurumların yorumlarının
kattığıdır. “Yani tarihin malzemesi de bir bakıma geçmişin çıplak gerçekliğini değil
kendi gerçekliğini sunma cüretindedir”.
77
Yorumsuz tarihin anlamsız olduğunu belirten Carr, olguların ancak tarihçilerin
onlara başvurmasıyla ifade gücüne kavuşacağını söyler. Tarihin olgularının hiçbir
zaman tarihçinin önüne, oldukları gibi gelmediğini; olguları kayıt altına alanların
olduğunu ve bize ulaşan olguların kayıt tutanın zihninden yansıdığını belirtmektedir.
Olguların yanında belgelerde, kaydedildikleri dönemde, kayıt yapanların bakış
açılarını yansıtmaktadır. Bizim edindiğimiz bilgiler, belgeyi oluşturan kişinin istediği
bilgilerdir. Tarihçiler belgeler üzerinde çalışmalı ve onları işlemelidirler (Carr,
1978). Buradan hareketle, tarih ve tarih roman arasında –ki tarihi romanda bir
tarihsel araştırma süreci yaşanmışsa- yakın bir ilişkinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu
düşünceyi destekleyen önemli bir tarihçide Collingwood’ur. Collingwood, tarihi
süreci olayların birbirini takip etmesinden daha ziyade, olayların arkasında bulunan
ve olaylarla dile gelen düşünce süreçlerinden ibaret olduğunu söyler. Tarihçilerin bu
düşünce sürecini aradığını ve tarihin aslında bir düşünce tarihi olduğunu
savunmaktadır (Collingwood, 1990).
Mehmet Ali Kılıçbay (1998, 175) da, edebiyatın tarihi hem oluşturduğunu, hem
yorumladığını, hem de yazdığını söyleyerek kurgu üzerinde durmaktadır. Kılıçbay,
“edebiyatın estetik bir kurgulama olduğu ön kabulüne dayalı olarak, estetik kaygılar
taşıyan bir tarihçiliğin de, bilimsel niteliğinin yanı sıra, edebi bir tür olduğu ortaya
çıkmaktadır” diye belirtir.
Bu anlamda tarihi romanları, tarihten çok farklı bir alan olarak görmemek gerekir.
Özellikle konusunu tarihten alan edebi eserler oluşturulurken yazar bir tarih
araştırmasına girişmiş ise, bunu bir tarihsel vesika olarak değil ama tarihsel
düşüncenin oluşmasına katkı sağlayan bir ürün olarak değerlendirmek ve kullanmak
gerekmektedir. Sadık Tural (1991, 195), tarihi romanın şu özelliklerine
değinmektedir: “Tarih romancısı, vesikanın ortaya koyduğu malzemeyi önce öğrenir;
sonra kendisine tesir eden unsurlar arasında seçmeler yapar; daha sonra da, edebi
yaratmanın sihri ile onlara can verir.” Tural, tarihi romanların en önemli özelliği
olarak, “geçmiş bir hakikate dayanması” nı gösterir.
78
Doğan’da (2000, 140), tarih karşısında romancının yaşanmış ile yüz yüze olduğunu,
yaşanması mümkün olanı ise tarihteki boşlukları doldurarak gerçekleştirdiğini söyler.
“Tarihi romanın hız aldığı en önemli nokta da tarihte bulunduğu düşünülen bu
boşluklardır”.
Kaplan (1978, 304) ise, bu hususta daha temkinli davranmaktadır. Kaplan, “tarihi
romanın teferruatı bakımından tıpatıp tarihi vakıalara uygun olmasını istemek sanatın
mahiyetine aykırıdır” der. Sanat eserinin kendi içinde bir dünyası olduğunu ve sanat
eserinin bu doğrultuda değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.
Karakışla (2000, 358) da romanda, tarihi roman yazarının olayların akışını arka plana
aldığını, ancak olayların akışında gerçekte var olmayan bazı unsurlarında
yaratılabildiğini ve tarihi roman yazarının böyle bir hakkı olduğunu ancak tarihçinin
olmadığını belirtmektedir. Karakışla’ya göre, “tarih, tarihi roman yazmakta olan bir
romancı için üzerine kendi öyküsünü oturtabileceği bir platformdur”. Tarihçi için ise,
öykünün tarihin ta kendisi olduğunu belirtmektedir. Mete Tunçay’da (2000, 359)
tarihin nesnellik boyutuna değinerek, nesnelliğin “(…) var olan olguları doğru
yansıtmak, olmayan şeyi söylememek, olanı görmezlikten gelmemek şart” olduğunu
belirtikten sonra, romancının öngörülüğünün bu sınırlar içinde var olduğunu ve bu
sınırlara uyulması gerektiğini belirtir.
Dilek ve Yapıcı (2005, 119 – 120), tarihçi geçmişe ait eserleri araştırırken, insan
davranışlarının bu eserlere olan etkisinin de araştırılması gerektiğini belirterek;
tarihçilerin entelektüel faaliyetlerinin şu üç aşamadan oluşması gerektiğini
belirtmektedir:
Birincisi geçmişin izlerindeki insan davranışlarının yaratıcı etkilerini çözmektir. Buradan hareketle geçmişi yapılandırmada karşılaşılan boşlukları doldurmak için tarihçinin yaptığı yaratıcı düş gücü etkinliği ise ikinci aşamayı temsil eder. Tarihi eser her zaman yazarının edebi üslubu onu diğer tarihçilerden ayıran en önemli unsurlardan biridir. Bu da yaratıcı etkinliğin bulunduğu entelektüel faaliyetin üçüncü aşamasıdır.
79
Bu anlamda tarih öğretimi için tarihsel romanlardan faydalanarak, tarihsel düş
gücünü geliştirmek, öğrencide eleştirel, problemlere çözüm yolları arayan,
yaratıcı bir tarihsel bakış açısı kazandırılabilir. Goldmann (2005, 24), temelde
romanın, tarihi boyunca, bir biyografi ve toplumun yaşadığı olayların
kaydedildiği bir günlük olduğunu söyler. “Böyle bir günlüğün, az ya da çok
dönemin toplumunu yansıttığını görebilmek için bir sosyolog olmaya gerek”
olmadığını da belirtir.
Dilek (2001, 95) şu hususlara değinmektedir;
Tarih, geçmişi kanıtlar vasıtasıyla keşfeder. Bu deliller tarihsel verilerin (belge ve kalıntıların) tarihçiler tarafından işlenmesiyle oluşur. Oysa geçmişi keşfetmekte veya tarihsel gerçekleri ortaya çıkarmakta kullandığımız bu kanıtlar daima eksiktir. Geçmişi zihnimizde yapılandırmak için tarihsel düş gücümüzü (historical imagination) veya imgelem yeteneğimizi kullanırız. Bir bakıma tarihsel gerçekliği ararken delillerin eksikliğinden kaynaklanan belirsizlikleri bu şekilde açıklamaya çalışırız.
Tarih ve tarihi roman arasındaki ilişkiyi böylelikle açıklarken, hem edebiyat
çevrelerinde, hem de tarih ilmiyle uğraşan bilim adamlarının kabul ettiği ortak bir
nokta ortaya çıkmaktadır. Edebi ürünlerin, sanat eseri olmaları dolayısıyla gerçeği
yansıtıp yansıtmamada özgür bir alanda hareket ettiğini; edebi ürünler içerisinde yer
alan romanın genel anlamda kurgulama ürünü olduğunu herkes kabul etmektedir.
Tarih teorisyenlerinin de, özellikle 20. yüzyıl ve günümüzde yaptıkları çalışmalarla,
tarihi ürünlerde de kurguya yer verildiğini belirttiklerini görüyoruz. Ancak tarihçinin
kurgusu gerçeklere dayanmaktadır. Tarihsel kanıtlarla tamamlanamayan durumların,
tarihsel kurguyla açıklandığı belirtilmektedir.
Tarihi roman hususunda ise, özellikle tarihçilerin daha temkinli davrandıkları
görülüyor. Tarihi roman okuyucusunun, eserde geçen her türlü olay ve olguyu gerçek
olarak düşünmesi, tarih düşüncesinin oluşma sürecinde, tarih ilmi ve tarih
öğretiminin amaçlarının dışına çıkmaya sebep olabilir. Bunun yanı sıra tarihi
romanın, yazarın ideolojisi, yaşam algısı, beklentileri doğrultusunda şekillendiği ve
çok geniş kitleler tarafından okunan bu eserlerin, bilinçli ve tek taraflı bir
80
yönlendirmeye sebep olabileceği kaygısıdır. Bu nedenlerle tarih öğretiminde
kullanılacak edebi eserlerle ilgili eğitimcilere de önemli görevler düşüyor.
Eğitimcilerin, edebiyat ürünleri hakkında bilgi sahibi olmaları ve hangi edebi eserin,
eğitimin hangi aşamasında okunması gerektiğini bilmeleri gerekmektedir.
Bütün bu yorumlar ve tartışmalar neticesinde Mehmed Niyazi’nin eserlerine
baktığımızda şu hususlar karşımıza çıkmaktadır. Mehmed Niyazi, tarihi roman
yazmadaki amacının tarihi yeni nesillere sevdirmek olduğunu belirtmiştir. Tarihi
yeni nesillere sevdirerek, yeni nesillerin geçmiş-bugün ve gelecek bağlantısını
kurması tarihsel bir bilinçlenmeyi ifade etmektedir. Tarihsel bilince sahip bireyler ise
hem kendi gelişimlerini, hem de toplumlarının gelişimlerini daha sağlıklı bir şekilde
gerçekleştirebilirler.
Mehmed Niyazi’nin, tarih ve tarih eğitimi bağlamında, eserlerinin şu özellikleri de
son derece önem arz etmektedir. Birincisi ele alınan olayın gerçek olay olması,
ikincisi ele alınan gerçek olayın detaylı bir araştırmayla açıklığa kavuşturulması,
üçüncüsü okuyucuyu kendi içine çekebilecek bir kurgulamaya gidilmesidir. Bundan
haraketle Mehmed Niyazi gerçek olayları konu edindiğinden tarihle bir bağ
kurmuştur. Yine gerçek olaya sadık kalarak bir kurgulamaya gittiğinden Mehmed
Niyazi’nin ramanları tarih öğretimiyle de bağ oluşturma olanağına sahiptir.
2.7. Tarihi Romanların Milli Şuur Ve Milli Kimliğin Oluşmasındaki Etkisi
Yenilenen ilköğretim programlarında, Sosyal Bilgiler programında, ifade edilen;
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, vatanını ve milletini seven, haklarını bilen
ve kullanan, sorumluluklarını yerine getiren, millî bilince sahip bir vatandaş olarak
yetişir.” Genel hedefi ile “Türk kültürünü ve tarihini oluşturan temel öge ve süreçleri
kavrayarak, millî bilincin oluşmasını sağlayan kültürel mirasın korunması ve
geliştirilmesi gerektiğini kabul eder”(Safran 2005, 16) genel hedefi, milli şuurun
korunup geliştirilmesi ve milli bilinç doğrultusunda, milli kimliğin
şekillendirilmesini ifade etmektedir. Bu genel hedeflere ulaşabilmek için tarihi
öğrencilere sevdirmek gerekmektedir. Türkan, (1980, 72) göre: “… Tarihimiz, kronoloji
81
cetvelleri, hanedan sıralamaları, içinden çıkılmaz "Türk devletleri" saymalarıyla
sevimsiz bir ders haline gelmiştir”. Türkkan, tarihi romanlar tarihimizi sevdiren bir
eğitim tarzı olabileceğini ve tarih sevgisini daha da kökleştirebileceğini
belirtmektedir.
Biz milli bilinç doğrultusunda, milli kimliğin şekillendirilmesini önemli buluyoruz.
Milli bilinç ve bu doğrultuda milli kimliğin şekillenmesi büyük ölçüde tarih
bilincinin oluşmasına da bağlıdır. Jörn Rusen (1983) tarih bilinciyle ilgili şu ifadeleri
kullanmaktadır: “Tarihte, geçmişin salt var oluşu, tarih bilincini oluşturmaz. Tarih
bilincinin tam olarak oluşması için, bugün ve geçmiş arasında bilinçli bir bağlantı
kurulması –yani (tarihsel) anlatı olarak tespit edebildiğimiz zihinsel faaliyet-
gerekir”(Akt.: Furer 2000, 371). Bu anlamda ülkemiz eğitim programlarında ve ders
kitaplarında önemli sorunlar bulunmaktadır. Aksoy ve Kıcır’a (2003, 2448) göre,
“tarih bilincinin oluşabilmesi için, her şeyden önce tarih konuları arasında bir
uyumun ve sürekliliğin olması gerekir” ders kitabında ve konular arasında çelişkiler
bulunmamalıdır. “…Okullarda verilen tarih bilgisi ile öğrencilerin okul dışı sosyal
ortamda kazandıkları tarih bilgilerinin örtüşmemesi de olumsuz bir etken olarak
karşımıza çıkmaktadır”.
Çalışmamıza konu edindiğimiz tarihi romanlar, milli şuurun ve milli bilincin
oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Türk tarihinde uluslaşma sürecinde,
ulusçuluk fikirlerinin şekillenip, yaygınlaştırılmasında edebi ürünlere sıklıkla
başvurulduğunu görüyoruz. Türk edebiyatında tarihi romanın ilk örneklerinden
saydığımız Namık Kemal’in “Cezmi” (1880) adlı eserini buna örnek olarak
verebiliriz.
Mehmed Niyazi, konuyla ilgili şu bilgileri vermektedir:
Çanakkale Savaşı, genç nesillere milli şuur ve millet olma gururu aşılamada etkili bir unsurdur. Gençlik bu şuuru tarihi metinlerden elde edebilir. Fakat roman, hikaye ve şiir gibi sanat eserleri gençliğin milli bir duyarlık kazanmasında çok daha etkilidir. Çünkü sanat eserleri okuyucuya o atmosferi teneffüs ettirir. Đlmi olarak Çanakkale’yi anlatırsanız, kuru ve yavan olur. Zaten Necip Fazıl’ın
82
güzel bir teşhisi var. 400-500 senelik Alman dağınıklığını Bismark kurmadı der, ondan önce Goethe kurdu!..Burada sanatın gücü ortaya çıkıyor (Yazıcı, 1999).
Mehmed Niyazi ‘nin sanat eserlerinin millet olma gurunu yaşatması ve milli şuurun
oluşmasındaki etkisine değinirken bir edebiyatçı olan Hülya Argunşah da tarih
bilgisinin faydalarına değinmektedir. Argunşah (1990, 1), milletin kendi tarihini
bilmesi, milli karakterlerini tanıması ve geleceğine yön vermesini sağladığını ifade
eder ve “bu beraberinde tarih bilgisi ve sevgisini geliştirir. Tarih bilgisi ve sevgisi ise
milli şuuru doğurur”. Ziya Gökalp’ın fikirlerinden yararlanan Mustafa Kemal’in yeni
kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih politikasını belirlerken Türkleri bir bütün
halinde gören tarih görüşünü ortaya atması, bu durumun güzel bir örneğini
oluşturmaktadır.
Türk tarihinde edebi ürünlerin, milli benlik oluşumunda çok etkili olduğunu
söyleyebiliriz. Destanlarla büyüyen nesillerin, bu destanlardaki ana argümanları
benimsememesi mümkün değildir. Yine Türk tarihinde, tarihi romandan önce,
romanın işlevlerini gören “Dede Korkut Hikayeleri”, “Cenknameler”,
“Gazavatnameler”, “Battalnameler”, “Danişmentnameler” ve “Saltuknameler” milli
duyguların nesilden nesile aktarılmasında ve bugünkü milletimizin güçlü öz
değerleriyle dünyada kendini var etmesinde önemli bir paya sahiptirler.
Timur’a (1991, 194) göre: “Modern roman, burjuvazinin doğuşu, şehir hayatının
karmaşıklaşması ve örf ve adetlerin değişmesiyle ortaya çıkmıştır. Aynı dönem
ulusal akımların ve ulusal kimlik arayışlarının başladığı bir dönemdir”. Bu durumu
Avrupa’da daha iyi gözlemleyebilmekteyiz. Lukacs dâhil birçok edebiyatçı Batı’da
tarihi romanın ortaya çıkışında milli kaygıların etkili olduğunu belirtmektedir.
Millet olma aşamasında önemli bir işlev yüklenen tarihi romanda, karakterlerde de
kavimden millete geçiş sürecinde bir farklılığın ortaya çıktığını görüyoruz.
Đslamiyet’ten önce yani kavim devrinde, edebi eserlerde Bilge (kut), Alp (güç),
Ülüglü (kısmet) tiplerinin Đslamiyet’le birlikte yerini Veli, Ahi ve Gazi gibi tiplere
bıraktığını görüyoruz. “Kavim devri, kendisinden sonra gelen Ümmet devrinde yeni
83
bir mahiyet kazanarak devam etmiştir”(Şirin, 2000, 173). Đslamiyet döneminde
“kavim devrinin Bilgesi Veliye, Alpı Gaziye, Ülüglüsü Ahi’ye dönüşmüştür.” Millet
devrinde ise belirttiğimiz bu tiplerin dönem ve düşünce değişikliği doğrultusunda
yeni bir şekle büründüklerini görebiliyoruz. Alp ve Gazi tipleri, millet devrinde
“Vatanperver” olarak karşımıza çıkarken; Veli tipinin ise “Aydın” tipine
dönüştüğünü söyleyebiliriz (Şirin 2000).
Çalışmamızda tekrarlarla üzerinde durduğumuz önemli hususlardan biri, tarihe
yaklaşımımızdır. Özellikle tarih eğitiminde, tutarlı konu bütünlüğünün olmaması,
abartılı bir takım söylemlere yer verilmesi, sadece siyasal içerikli konuların ideolojik
bir doğrultuda programlara yerleştirilmesi tarih bilincinin oluşmasına engel teşkil
eder. Tarih bilincinden yoksun kişilikler geçmişin belirleyici rolünü göremezler. Bu
durumda kişiler bireysel yaşamlarında bir sürüklenmenin içine girmekten ve egemen
siyasal ya da kültürel erkin yönlendirmesi doğrultusunda hareket etmekten
kendilerini kurtaramazlar. Bir bütün halinde düşündüğümüzde ise, tarih bilincinden
yoksun bu tarz kişilerin oluşturduğu milletlerde milli bilinçten ya yoksundurlar ya da
temelsiz bir milliyetçilikle önalana çıkarlar. Bu durumda da kişilerde olduğu gibi
milletler de, ulusal belirleyicilerin ötesinde, uluslar arası bir takım güçlerin denetim
ve yönlendirmelerinden kendini koruyamazlar. (Karakuş, 2000, 66) edebiyatın
gençlerimizin hem kendilerini tanımasını, hem düşünce ufuklarının genişlemesini,
hem de “milli kimlik” kazanması bakımından son derece önemli olduğunu dile
getirmektedir. Đnsanlar edebiyat eserlerinde “kendi milletinin özelliklerini bulur,
tanır, benimser; çok sayıda düşünce/yargı kalıpları bulur, beğenir yeni ufuklar
kazanır; tarihten izler bulur, Türk'ün karakteristik vasıflarını öğrenir.
Bu nedenle tarih eğitiminde kullanılacak materyallerin iyi tahlil edilebilmesi, doğru
zamanda ve eğitim seviyesine uygun olması da göz önünde bulundurularak
seçilmelidir. Tarihi romanların da eğitimde kullanılmasında bu hususa dikkat
edilmelidir. Tarih eğitimcisinin, konuyla ilgili bilgi sahibi olması önemlidir. Şirin’e
(2000, 176) göre, “kahramanlar daima gerçekte olduklarından daha farklıdırlar.
Tarihi insanla, kahraman insan aynı kişiler değildir. Tarihi kişiyi
kahramanlaştırdığımızda aslında kendi olmasını istediğimiz iyi hasletleri ona
84
yükleriz”. Tarihin yazarın hayalindeki insan ve toplum için idealize edilmesi,
“çocuğun Türk tarihinin milli kahramanlarıyla sürekli olarak özdeşleşmesi
aracılığıyla, otoriteryenlik nüveleriyle norm otoriteryenliği arasında köprüyü yaratan,
destanî kahramanlara dayanan bir kültürün özel içeriğidir. Romantik ve ideolojik
eserlerde, çocukları eğitmek ve istenilen doğrultuda ona bir kimlik kazandırma,
devletin kurtuluşu olarak görülebilmiştir.
Çocuk bilirli bir değerler sistemi ve ideolojiyi, kahramanlar aracılığıyla sorgusuz sualsiz kabullenir, kendine mal eder, yetişkin olunca da çocukluğundaki bağlılıklarını sürdürmesi, gerek düzen güçleri, gerekse de muhalefetin çeşitli güçleri, çocuklardaki bu karakteristik özelliği körükler ve sömürürler (Şirin, 2000, 177).
Yukarda da değindiğimiz gibi tarih bilincinin oluşması noktasında ve tarihi bilginin
gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesinde bu tarz edebi eserlerin kullanılmasında
daha dikkatli davranılmalı ve eğer eserde, eserin edebi ve kurgusal yönüyle ilgili
bilgi verilmemişse, eğitimcinin bu doğrultuda öğrencilere bilgi aktarması gerekir.
Böylece öğrenciler, edebi eserde yazılanların tamamen doğru olmadığını bilecekler
ve mukayese etme becerisini geliştirebilirler. Ancak yapılan bir araştırmaya göre
öğretmenlerin tarihsel roman ve bu romanların tarih eğitiminde kullanılmasıyla ilgili
yeterli bilgiye sahip olmadıkları ortaya çıkmaktadır. Bu durumda öğretmenlerin
öğrencilere tarihsel roman önerememelerinin nedenleri, “hem öğretmenlerin
Türkiye’deki tarihsel roman potansiyelinden habersiz olmalarına hem de bir öğretim
materyali olarak tarihsel romanlardan nasıl yararlanılması gerektiğini bilmemeleri”
(Şimşek, 2006) olarak ortaya çıkmaktadır.
Ülkemizde tarihi romanın gelişimini aktarırken belirttiğimiz gibi meşrutiyet ve
sonrasında tarihi romanlara milli şuur ve milli kimlik kazandırma aracı olma işlevi
yüklenmiştir. Oğuzbaşaran (2000), Namık Kemal’in tarih içerikli eserlerinde, vatan
ve millet sevgisini, hürriyeti, insanlığı, iradenin gücünü, tarihi bilinci ve sevgisini,
yüce değerler için her türlü fedakarlıkta bulunmayı, mertliği, yiğitliği ve
kahramanlığı tema olarak seçtiğini belirtmektedir. Bu şekilde milli edebiyatın milli
kimlik oluşturulmasında önemli bir araç olduğu bir kez daha vurgulanmaktadır. Milli
85
kimliğin ne gibi özelliklere sahip olduğunu da burada belirtmeyi gerekli görüyoruz.
Anthony D. Smith (1994), milli kimliğin özelliklerini şöyle sıralamaktadır:
1. “Tarihi bir toprak/ülke, ya da yurt
2. Ortak mitler ve tarihi bellek
3. Ortak bir kitlesel kamu kültürü
4. Topluluğun bütün fertleri için geçerli hak ve ödevler
5. Topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket etme imkanına sahip
olduğu ortak bir ekonomi”(Akt.: Doğan, 2000, 145).
Milli kimliği belirten bu özelliklerin bireyler tarafından benimsenmesinde edebi
eserler etkili olabilir. Örneğin tarihi romanlar, orta öğretimde (lise) okuyan ergenlik
dönemindeki gençlerin ulusal bir tarih bilinci kazanmaları için etkili birer araçtır.
Tarihsel romanlar; gençlerin ders dışında bazı toplumsal değerleri kazanmalarında,
ulusal bir tarih bilincine ulaşmalarında, tarihi eğlenceli bir biçimde öğrenmelerinde
önemli bir işleve sahiptir (Şimşek, 2006, 2).
2.8. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması
Bugüne kadar yapılan çalışmalarda, yaptığımız gözlemlerde tarih eğitimiyle ilgili
önemli bazı tutumların geliştiğini tespit edebiliyoruz. Tarih eğitimi genel olarak
sıkıcı, yaşamla bağları olmayan, kuru bilgi yığınından ibaret olduğu ve sınavlarını
geçmek için ezberlenen daha sonra unutulan bir alan olarak algılana gelmiştir. Eğitim
– öğretim aşamasında öğrencilerde tarihe olan merakın az olmasına rağmen,
eğitimini tamamlamış olan yetişkinlerde ise tarihe olan merakın ciddi bir şekilde
ortaya çıktığını görebilmekteyiz. Yetişkin kitlenin başvurduğu kaynak olarak, tarihi
romanların başta geldiğini ve tarihi romanlardaki bilgilerin ise kesin doğru olduğu
fikri oluşmaktadır. Tunçay (2000, 5), “Romancının kötü bir oyun oynaması çok daha
önemli, çünkü ortaokulda okuduğu tarihi herkes unutuyor, ama romanda okuduğu taş
gibi sağlam kalıyor” diye belirtir. Bu çalışmada bizim savunduğumuz tarihi
romanların tarih öğretiminde kullanılarak, tarihsel düşüncenin gelişmesine katkı
sağlaması, mukayese imkânının oluşması vb. gibidir. Tarihsel içerikli edebi
86
eserlerde, eserde geçen olayların bir kurgulama ürünü olduğunun belirtilmesi de,
yanlış anlaşılmaların önüne geçebilmek adına, tarihçilerin önerileri arasında yer
almaktadır.
Tarih eğitiminin önemli amaçları arasında, bireylerin problem çözme becerisini
geliştirmeği görüyoruz. “Problem çözme, çok yönlü yeteneklerimizi, tutum ve
değerlerimizi geliştirerek bugün karşılaştığımız problemleri çözmenin yanı sıra,
ilerde karşılaşabileceğimiz problemlere yöntem bulma” bu yöntemler doğrultusunda
çözüm yolları geliştirmeyi ve bu çözüm yollarını da toplum ve bireylerin hizmetine
sunmayı gerektirir. “Tarih öğretiminde geçmiş, bugün ve gelecek bağlantısını
kurarak tarih bilincini geliştirebilmek” için tarih eğitiminde bu tür bir problem çözme
yaklaşımını gerekli kılmaktadır (Paykoç, 2000, 2-3). Dolayısıyla insanın bütünlüğüne
uygun olarak, öğrencinin her yönden gelişimini sağlamak duyuşsal, bilişsel ve
psikomotor yönden, eğitim sürecinin temel amaçlarındandır.
Vella (2001) da, bu düşüncelere paralel bir şekilde tarih eğitimiyle ilgili şu hususları
dile getirmektedir:
Eğer tarih, temelde geçerli yorumlar vermekle ilgiliyse, tarih dersinde, öğrencilere tarihsel materyali çözümlemede ve yorumlamada yardım edecek becerileri kazandırma üzerine odaklanması gerektiği tartışılmalıdır. Eğer biz tarihi bir olgudan sonra diğer olgu ile sınırlarsak, tarih öğretiminin en önemli hedefini kaybetmiş olacağız. Üstelik bir kişinin belleğinde tutabileceği olgu sayısı sınırlıdır. Becerilere ilişkin durum farklıdır. Bir kez beceri öğrenilince, gelecekte farklı durumlar için de kullanılabilir.
Bizce edebi ürünlerin, tarih öğretiminde kullanılması bu amaca hizmet edecek ve
bireylerde duyuşsal ve özellikle bilişsel yönden gelişimini sağlayacaktır.
Eğitim kurumlarında okutulan tarih ders kitaplarını incelediğimizde, ezberci bir
yaklaşımla, aynının tekrarına dayalı ve siyasi tarih yoğunluklu olduğunu
görmekteyiz. “Tarih bilinci ve ulusal kültür şuuru kazandırmak için ütopik ve
aşırı değer yargısı taşıyan bilgilerden vazgeçilerek tarih kendi gerçekliği içinde
değerlendirilmelidir”(Aksoy ve Kıcır, 2003, 2449). Her ne kadar amaç, ulusal ve
87
milli değerlerle kültürün aktarılması ile Türk toplumunun değerlerinin farkında
olmaksa da, bu doğrultuda oluşturulmuş programlar uygulamada yeterli verimi
sağlayamamıştır, diye düşünüyoruz.
Siyasal ve ulusal Türk Tarihi ünitelerinden oluşan tarih programları, sosyal
tarihimizi ihmal ederek öğrencilerin Türk toplumuna yabancılaşmasına ve Batı
kültür değerlerinin benimsemesine sebep olmuştur. Böylece, Türk kültürünün
özgün öğeleri arka planda kalmıştır. Dilek’e (2001, 8) göre; ‘’Tarih, genellikle,
okullarda sorgulanmayan, eleştirisi yapılmayan ve değişmeyen doğrular
manzumesi olarak okutulur”. Dilek’in tarih eğitimiyle igili bu tespitine bağlı
olarak Taner Timur romanların önemini şu şekilde açıklamaktadır. Timur (2002,
12), Tarihçi ve kamu gözlemcileri eserlerini siyasal hayatla sınırlı tutuklarını,
romancılarımızın ise, topluma daha geniş açıdan bakabildiklerini “…gerek örf ve
adetlerdeki, gerekse Braudel’in 'maddi uygarlık' dediği karmaşık bütünlükteki
evrimi daha iyi anlamamıza yardımcı” olduklarını belirtir. (Öztürk- Otluoğlu,
2002, 127) ise, tarihi romanların, olayların geçtiği “dönemin sosyal, ekonomik,
kültürel ve siyasi koşulları hakkında önemli ipuçları” verdiğini belirtirler. Bu
nedenle tarihi romanların, “tarih derslerinde kullanılabilecek edebi ürünler”
olduğunu belirtirler.
Şimşek’te (2006, 69), tarihçi ile romancının durumunu şu şekilde aktarmaktadır:
Tarihçi olayların fotoğrafını çekerken tarihsel roman yazarı kendi ifadesi ve yorumuyla tarihsel kişi, olay ya da olgulara ilişkin bir resim çizer. Çizilen resimde sanatçının üslubu ve yorumu çok belirgin olarak kendini hissettirir. Çekilen fotoğrafta ise, her ne kadar gerçeğe en yakın bir görüntü sağlanmış gibi görünse ya da fotoğrafın gerçeği bir aynadaki görüntü gibi yansıttığı düşünülse de, netice itibarıyla fotoğrafçının seçiminin, felsefesinin, dünyaya bakışının ve olayı algılayışının esere yansıması söz konusudur. Dolayısıyla, tarih yazımı ve kurmaca anlatılar arasındaki en büyük farklılığın, onların yorumsal yapısında, epistemolojik konumlarında ve geçmişi kendilerine özgü biçimde nasıl kavramsallaştırdıklarında bulunduğundan bahsedilebilir.
Tarih bilgilerini yükleme, ezberletme yerine evrensel bir tarih anlayışı ve tarih
bilinci oluşturma çabalarının ön plana çıkması sağlanabilmelidir. “…Tarihi
88
konular arasındaki tutarsızlıklar ve yanlışların yanında tarihi düz bir çizgi gibi
veya sadece beyaz ya da siyah olarak değerlendirmek”(Aksoy ve Kıcır, 2003,
2445) tarih bilincinin oluşmasını engellemektedir. Aksoy ve Kıcır’a göre, “Bu
anlayışın sonucu olarak tarih kutsallaştırılmış, ya yok farz edilmiş veya olduğu
gibi değil de olması gerektiği gibi yazılmıştır”.
Tarih, öğrenciyi geçmişe hapsetmemelidir. Tarih eğitimiyle, öğrencide tarih
bilinci geliştirilmeli, yaşadığı çağın farkında olan, kendi özgün kültür
değerlerini yaşayabilen ve medeniyetleri karşılaştırıp uyum sağlayabilme
yeteneğini geliştirebilmeli; kişide düşünce, yaratıcılık, kavrama gibi
yeteneklerini de geliştirebilmelidir. Tekeli (2000, 14), şu hususları dile
getirmektedir:
Tarih bilincinin bireyin geleceğe yöneliminde ona sorumluluk yüklediği saptaması yapmamız, bizi, bireyin toplum içinde bulunduğu gerçeğini hesaba katması noktasına getirmektedir.
…Birey, topluluk içinde var olmaktadır. Yaşam deneyini bu topluluğun üyesi olarak sürdürmektedir. Bu nedenle bugünü algılaması, geçmişi yorumlaması ve geleceğe yönelimine ilişkin anlatısını kurgularken, bu kurgunun en önemli öğelerinden biri, kendisini bir üyesi olarak bildiği topluluğa ilişkin algılamalarını, yorumlarını ve beklentileri oluştururken, bir diğeri de, bu toplulukla kendisi arasındaki ilişkinin niteliğine ve kendisine yüklediği sorumluluğa ilişkin bakışı olacaktır.
Bu şekilde sorumluluk sahibi bireylerin yetişmesi, sosyal bilimler ve tarihin çok
önemli işlevlerine dikkatimizi çekmektedir. Sosyolojinin, edebiyatın, sanatın
verileriyle zenginleştirilmiş, mazinin kavranmasını sağlayıp, bugünün
değerlendirilmesi ve geleciğin kurulması hususlarını ihtiva eden, yaratıcı ve
eleştirel bir bakış açısı kazandırabilecek, bilimsel kaygılar da güden tarih
programlarına ihtiyaç vardır.
Bu anlamda tarihi romanların, tarih eğitimine önemli katkı sağlayacağını
söyleyebiliriz. Semih Gümüş’te (1999, 21), tarihçilerin belgelerle, tarih bilincinin
verdiği imkânlarla maziye yapılan yolculuk sırasında “temizlediği döşenmiş taşları”
89
birde tarihsel roman yazarının “parlattığını ve tozların yerine rengârenk tozlar
serptiğini, siyah beyaz görünen tarihi renklendirdiğini” söyler. Tarihi romanda
bizimde beklediğimiz bundan farklı değildir.
Sosyal bilimleri genel olarak bir bütün kabul etmek gerekmektedir. Biz hayatı
parçalara bölerek, farklı zamanlarda farklı parçaları yaşamıyoruz. Oysa
günümüzde özellikle de eğitim-öğretim aşamasında sosyal bilimler arasında bir
uçurumun oluşturulduğunu söylemek yanlış olmaz. Okullarda sosyal bilimler
içinde yer olan alt alanların birbirleriyle bağlantı kuramadığını ve öğrencilerde
bu durum, sosyal bilimlerin çok farklı alanlar olduğu algısının gelişmesine
neden olmuştur. Bilimi tarihsiz kılarak her bir alanı kendi sınırları içine hapseden,
bir bütünlük bağlamında ele almayan bugünün belirleyici anlayışının doğru olmadığı
kanısındayız. Kuryel’e (2006) göre, “Bilimin, kültürle, siyasal ve ekonomik
kararlarla, yasam tarzları ve seçimleriyle yakından ilişkisi var. Tüm bunları; iyi/kötü,
doğru/yanlış, olumlu/olumsuz gibi pozitivist ikilemlerle açıklayamayız”. Bilime
tarihsel değerlerini vermek için, bilimin diğer bütün insan etkinlikleriyle olan
ilişkilerini açığa çıkarmak gerekiyor. Mills (2000, 168–169) sosyal bilimler açısından
şu değerlendirmeleri yapmaktadır;
(1) Sosyal araştırmanın her aşamasını rasyonalize ve standardize etmekle, soyutlanmış deneyimcilik türü entelektüel işlemlerin kendileri de “bürokratik” birer işlem olmaktadır. (2) Bu işlemler, insana ilişkin incelemelerin, genellikle kolektif ve sistemli bir biçimde, araştırma kurumları, araştırma kuruluşları soyutlanmış deneyimciliğin çok iyi uyumladığı bürokratik örgütler içinde yapılmasına yol açmış; başka hiçbir amacı olmasa bile, sırf etkinlik ve verimlilik amacıyla araştırma işlemlerini, ancak büyük bir şirketin muhasebe servislerinde görülebilecek derecede rutinleştirmiş bulunmaktadır.
Tarih öğretiminde farklı materyallere yer vermek, tarihsel, eleştirel ve problem
çözmeye yönelik bir anlayışın yerleşmesi noktasında zorunlu görülmektedir. Bu
materyaller içinde romanın, özelde tarihsel romanın tarih öğretiminde etkin
kullanılması, sosyal bilimlerin bir bütün halinde algılanması ve yaşamın da bu
doğrultuda şekillenmesini sağlayacak, bireylerin ufkunu genişletecek, sosyal ve
90
kültürel duyarlılığı artıracak, milli değerlerin öğrenip geliştirilmesi ve evrensel
değerlerinde benimsenmesini sağlayacaktır. Mills’e (2000,235) göre:
Tarihsel çalışmalara önem vermekle sadece toplumsal yapıların önemini kavrayabilme şansımızı artırmakla da kalmayız; tek bir toplumu bile, tek bir toplumun tek bir sorununu, üstelik sorunu durgun halinde bile anlayıp açıklayabilmemiz tarihsel materyalleri kullanmamızı gerektirir.
Tarih eğitiminde, yukarda da değindiğimiz gibi önemli hususlardan biride,
öğrencilerde problem çözme becerisinin geliştirilmesidir. Problem çözmeden
kastettiğimiz sadece yaşanılan anla ilgili bir husus değil, gelecekte
karşılaşacağımız sorunlara da yöntemler bulma ve bu yöntemleri toplumun
hizmetine sunabilmeyle ilgilidir. Peki, bu nasıl başarılabilir? Elbette ki, tarih
bilinci kazanmış bireylerle, çünkü tarih eğitimiyle tarih bilinci edinmiş olan
öğrenciler geçmiş, yaşanılan an ve gelecek arasında bağlantı kurabilmektedirler.
Bilişsel yönden gelişip, bu bağlantıları kurabilen kişi, toplumda sorumluluk
sahibi olduğunu da bilerek sorunlara çözüm yolları bulabilecektir. Ancak,
eleştirel ve yaratıcı düşünceden yoksun bir şekilde hazırlanmış tarih programları
bireyde problem çözme becerisini geliştiremezler.
Özellikle sorun 20. yüzyıl tarihi olunca, eğitim programlarını geliştiren
programcılar ve tarihçilerin kafaları iyice karışmaktadır. Çünkü bu yüzyıl,
kendisinden önce görülmemiş derecede büyük ve çok sayıda gelişmenin baş
gösterdiği bir yüzyıl olmuştur. Biz tarih eğitimcilerini ilgilendiren husus ise,
inanılmaz sayıda çok belgenin mevcudiyetidir ki bunların nasıl tasnif edileceği
ve hangi doğrultuda ders kitaplarına yansıtılacağı bir muammadır. Bu durumda
sosyal tarihin önemi daha da ön plana çıkmaktadır. Tarih derslerinin sadece
siyasi tarihten oluşmadığı, toplumsal, edebi, kültürel, ekonomik ve teknolojik
gelişmelerin de insanlar ve uluslar üzerinde son derece etkili olduğu ortaya
çıkmaktadır. Stradling (2003, XII-XIII) bu hususta şunlara değinmektedir:
Tarih öğretmeni öğrencisine öyle bir şekilde yardımcı olmalıdır ki, öğrenci hem yüzyıla ilişkin tutarlı bir genel bakış kazanarak olayların geniş kronolojik akışını kavrayabilsin, hem de
91
görünüşte ayrı gibi duran siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve entelektüel gelişmelerin birbirini nasıl etkilediklerini ve aralarındaki olası bağımlılık ilişkilerini görebilsin.
Đnsanın kendi tecrübelerini yeni kuşaklara aktarmada hep bir arada
kullanılagelmiş olan edebiyat ile tarih arasındaki bağın korunup, bu hususta yeni
açılımların yapılması tarih öğretimi açısından önem arz etmektedir. Đlber Ortaylı
(2001) Avrupa için şu tespitlerde bulunuyor;
(…) Yaşlı kıta, üç asırlık birikimini, büyük tarihçilerinin mirasını tarih araştırmacılığının sıkıcı monografileri aracılığıyla değil de, popüler kolay okunur romanlarla kitleye aktarma yolunu seçti ve bunu çok da iyi yapıyor. Böylelikle tarih bilgisi okullardan sonra ve onların dışında kitleye sızacak bir yol buluyor.
Tarih öğretiminde yazılı kaynak niteliğinde olan tarihi romanlar üzerinde
yoğunlaşan çalışmalarla, öğrenciler kilit tarihsel kavramları uygulama, romanın
anlattığı dönemle duygudaşlık gerçekleştirme, bilgileri analiz ederek
yorumlama, “çıkarsamalarda bulunma ve benimsenmiş anlatıyla ya da
açıklamayla karşılaştırıp test edebilecek sonuçlara ulaşma çabasına girerler”(
Stradling, 2003, 212).
Daha öncede bahsettiğimiz gibi, on dokuzuncu yüzyılda pozitivizmin, bilimin
paradigması haline gelmesi ve dünyadaki bilim çevreleri tarafından genel kabul
görmesi, tarihi de etkileyerek, tarihin pozitif bir bilim haline gelmesini
sağlamıştır. Destanlar, menkıbeler, gazavatnameler, cenk’namelerde anlatılan
efsanevi, hayali hadiselerin yerini edebiyatta tarihi roman almıştır. Pozitivizmle
birlikte tarih belgelere dayanan, olaylar ve tarihlerin kronolojisi mahiyetini
almıştır. Bu durum tarihi romanın ortaya çıkmasında etkili olsa da, tarihi roman
çoğu zaman pozitivizme dayalı bir noktadan sapmıştır.
Tarihsel romanın sınıf ortamına taşınarak tarih öğretiminde, tarihsel materyal
olarak kullanılması pozitivizmin katı kurallarının yavaş yavaş kalktığı bu
dönemde, yapılandırmacı öğretim yaklaşımına uygun bir yöntemin
kullanılmasını ifade eder. Sınıfta etkin tarihsel düş gücünün kullanıldığı,
92
geçmişin daha anlamlı hale getirildiği ve sıkılgan olmayan bir ders ortamının
sağlanması tarihsel düşüncenin edinilmesinde son derece önem arz etmektedir.
Samim Kocagöz (1976) şöyle der;
…Temelsiz bina olmaz. Cumhuriyetimizin tarihsel temellerini sadece tarih kitaplarında bırakırsak, kupkuru kalırız. Sanatın birçok yönü vardır. Bir yönü de geleceği atılım için toplumun ve insanın duygularını ayakta tutmak, geçmişe dayanarak geleceği aramaktır”(Akt. Argunşah,1990, 13).
Tarih öğretiminde materyal olarak kullanılabilecek olan tarihi romanlarda
yazarlar, dünle bugün arasında bağlantılar kurarlar ve kurulan bu bağlantılarla
geleceğe de ışık tutarlar. Milletin, milli değerlerini öğrenmesi ve yaşamında
uygulamaya devam etmesiyle milli şuur da canlı kalacaktır. Şimşek’te (2006),
“Tarihsel roman, özellikle orta öğretimde (lise) okuyan ergenlik dönemindeki
gençlerin, ulusal bir tarih bilinci kazanmaları için etkili bir araçtır” diye
belirtmektedir.
Sözünü ettiğimiz bu değerler ve milli şuur kuru tarih bilgisiyle
sağlanamamaktadır. Ezberci bir yöntemle aktarılan tarihi bilgiler, öğrencilerin
ilgisinden uzaktır. Aynı zamanda zihinsel bir süreç olan öğrenmeyle de uyum
içinde değildir. Çünkü kişi duyular aracılığıyla aldığı verileri anlamlandırdığı
oranda öğrenebilmektedir. Ravitch’de (1989, 89-91) tarihin bugünkü öğretim
şeklinin sıkıcı olduğunu belirtmektedir. “Tarih sınıflarında tarihi romanların
kullanımı; öğrencilerin başka zaman ve yerle aralarında bir bağ kurulmasına neden
olur. Tarihi romanlar tarihi öğrenmenin - tek yolu değildir, fakat çok iyi bir yoludur”
(Akt.: Öztürk 2002, 88).
Moffatt’a (1957, 157) göre de;
Tarihi roman tarihin anlaşılmasına yardım eder. Tarihi olaylara dayanan iyi bir romanın büyük bir öğretim kabiliyeti vardır. Çünkü hikaye çocuğun alaka ve dikkatini toplayabilir. Tarihi roman olaylara derinlik ve mana verir. Mazinin birçok kısımlarına renk, sıcaklık ve
93
hakikat ilave eder. Tarihe karşı hakiki bir merak uyandırır. Tarihi romanlar sadece zevk ve vakit geçirmek için bile okunuyor olsa sağlam tarihi bilgiler verirler.
Özçimen (2005) de, tarihi romanın bilgi verirken aynı zamanda zevk de verdiğini şu
sözleriyle ifade etmektedir:
Tarihi okumanın en keyifli yönlerinden birisi de, bütün büyük olaylar olup biterken, kıyıda köşede olaylardan çok da uzak olmayan insanların hikâyeleri. Tarihi o duygu ya da o bakış açısı ile anlatmak, her şeyden önce bu türe ilgi duyan okuyucular için, hem çok eğitici, hem öğretici hem de keyif verici bir oyun duygusu uyandırıyor.
Tarih öğretiminde öğrenci, tarihsel malzemeyle etkileşim içerisinde olmalıdır.
Çalışmamıza konu edindiğimiz tarihsel roman, öğrenciyi kendi içine çekerek
olayın yaşandığı döneme götürmekte, tarihsel düşüncenin ve düşünce
becerilerinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Öğrenci tarihi roman
okumasını gerçekleştirirken, kronolojiye dayalı bilgiler edinmekten çok yukarda
Carr ve Collingwood’un değindiğini belirttiğimiz hususlar ön alana çıkmaktadır.
Yani öğrenci, tarihi yorumlayabilmekte ve olayların arkasındaki düşünceyi
keşfetmektedir.
Korat (2001) ise, tarihi romanla ilgili şu eleştiride bulunmaktadır:
Tarihi "insanlaştırıp", edebiyatı sığlaştırınca ortaya "halk tipi" tarih romanları çıkıyor; yazar "amacına" okur da "aracına" kavuşuyor. Elli yıl önce tarihi yalnızca menkıbelerle "zihninde canlandıran", geçmişi ancak halk edebiyatının destan formu içinde kavrayabilen halkımız, şimdi tarihi yalnızca roman formu içinde öğrenebiliyor.
Öğrenme zihinsel bir süreçtir. Roman okuyucusu da zihinsel bir etkinlik
içerisinde olduğundan, yüksek düzeyde ve anlamlı bir öğrenme
gerçekleşmektedir. Tarih öğretiminde tarihi romanın kullanılmasıyla öğrenciye,
zihinsel bir sürece katılma fırsatı verilmiş olacak; aynı zamanda öğrenci tarihi
romandaki konunun geçtiği dönemin insanı gibi düşünmekle, tarihsel imgelem
ve tarihsel duygudaşlık (empati) gerçekleştirmektedir. “Tarihsel duyarlılık,
94
olaylara günümüz bakış açısından değil, geçmişin içinde bulunduğu şartlar
açısından bakmayı gerektirir” (Dilek, 2001, 87) diye belirtilmektedir.
Tarih eğitiminde, tarihsel romanı kullanmak okullarda interdisipliner bir yaklaşımın
da uygulanmasına zemin hazırlayacaktır. Ata’ya (2000,158) göre, “interdisipliner
yaklaşım, değişik bilgi alanları arasındaki ilişkileri vurgulayan bir yaklaşım ve
öğretim tarzıdır.” Đnterdisipliner yaklaşımın eğitim- öğretimde kullanılması yukarda
değindiğimiz sosyal bilimler arasındaki kopukluğu bir nebze de olsa giderebileceğine
inanıyoruz. Tabiî ki sadece tarih ve edebiyat arasında kurulabilecek bir korelasyon
(ilgileşim) yeterli olmayacaktır. Ancak çalışmamızın konu alanının dışına çıkmamak
adına, bu hususa değinilmeyecektir.
2.8.1. Tarihi Romanların Tarih Öğretiminde Kullanılmasına Dair
Pedagojik Yaklaşımlar
2.8.1.1. Rousseau ve Dewey’nin Yaklaşımı
Rousseau’ya göre, eğitimin amacı tabii bir insan yetiştirmektir. Doğal insan kendi
içinde birlik ve bütünlük gösterir. Rousseau’nun eğitimle ilgili yazdığı en önemli
eser “Emile”dir. Bu eserde Emile adlı çocuğun, küçüklüğünden yirmi bir yaşına
kadar eğitimciyle olan yaşamına ve eğitimine değinilmektedir. Bu eserde bireyci bir
eğitim modelinin sunulduğunu görüyoruz. Rousseau’ya göre, eğitim şu görevleri
yüklenmelidir:
1. Tabiatın gelişim yoluna engel olarak ortaya çıkan her şeyi ortadan kaldırmak,
2. Eğitimde geleneksel baskı metoduna son verilmelidir,
3. Çocuklar küçük yaştan itibaren meslek için değil, bir insan olarak
yetiştirilmelidir,
4. Eğitim çocuğun gelişim düzeyine uygun olmalıdır,
95
5. Đnsan bedensel yeteneklerinden başlayarak, duyusal, duygusal, zihinsel ve
sosyal yetenekleri ile bir bütün olarak yetiştirilmelidir (Aytaç, 1998, 188-
190).
Ata (2000, 159), konuyla ilgili şu bilgileri aktarmaktadır: 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Daniel Defoe tarafından yazılmış Robinson Kruze (1719) romanı etrafında bir eğitim bilim tartışması ile karşılaşmaktayız. Örneğin, Rousseau, Emile (1762) adlı kitabında La Fontaine'nin Fabl’larının çocuk için uygun olmadığını düşünürken, Robinson Kruze'yi çocuklara okutmanın önemini vurgulamaktaydı. Benzer şekilde Alman pedagog Herbart da aynı tavrı sergiledi. 1864'de, Tarihçi Lütfî de Robinson Kruze adlı kitabı Türkçe'ye çevirmiştir.
Ziya Paşa, Rousseau’nun Emile adlı kitabının çevrisini 1871'de tamamlayarak şöyle
der: “Bu kitap, o tarihe kadar süregelen terbiye yöntemlerini tamamen değiştirmiş ve
80 – 100 senedir Avrupa’nın ilerlemesine neden olduğu halde henüz dilimize
çevrilmemiştir”. Emile’deki değerli bilgilerin işimize çok yarayacağını da
belirtmektedir (Akyüz, 2004, 181).
John Dewey, Türk eğitim tarihinde etkili olmuş önemli bir düşünürdür. Ona göre,
öğrenci aktif olmalıdır. Đşlenen konuların öğrencilerin yaşamlarıyla ilişkili olması
gerektiğini belirtmektedir. Öğrencinin doğrudan tarihi eserlerle karşılaştırmanın daha
doğru olduğunu savunmuştur.
Dewey' e göre, Herbart Okulu'nun ilköğretim programlarında tarih dersinin zenginleşmesi konusunda pek çok yardımı olmakla beraber, Tarih ile Edebiyat arasındaki ilişkiyi abarttılar. Amerikan'nın Kolonizasyon tarihi ile Defoe'nin Robinson Kruzesi bir derece " tez " itibarıyle birbirinin aynıdır. Her ikisi de olgun bir uygarlığa sahip iken, birden bire sırf kendi kuvvetine dayanmak suretiyle işlenmemiş bir doğa ile mücadele etmek zorunda kalmış insanı temsil eder. Dewey'e göre, Robinson Kruze'yi ilköğretim 3. Sınıf ve 4. Sınıf çocuklarının ders programına koymak arabayı beygirin önüne koymak gibi bir şeydir. Burada Dewey şu soruyu sormaktadır; " Niçin çocuğa daha canlı ve etkisi daha büyük olan ve devamlı olan gerçeği vermiyoruz?" Ona göre, Robinson Kruze'yi okutmak yerine, çocukların düzeyinde yazılmış tarih-öncesi çağlara ilişkin olarak
96
insanların nasıl ilerlediğini gerçek hayattan yola çıkarak göstermek daha anlamlıdır (Ata, 2000, 159-160).
Dewey’nin tarih programı üç aşamadan oluşmaktadır:
1. Çocuğu muhtelif içtimai problemlerden haberdar etmek ve bunları sezdirmek için sade ve genel bir tarih,
2. Mahalli şartların bir kavme has muayyen faaliyetlerin mutalası,
3. Kronolojik bir genel tarih (Öztürk, 2002; Baymur, 1964)
Dewey'e göre, “Tarih öğrenmede asıl olan, insancıl bağlantı ve ilişkileri tanıyabilme gücünü edinmedir. Geçmişin bilgisi, bugünü anlamada anahtar olduğu için tarih öğretilmelidir. Geçmiş, günümüz tarihidir”. Daha da önemlisi, tarih, bir tarihçi için ne olursa olsun, eğitimci için aracısız bir sosyoloji olmalıdır (Akt.: Ata, 1998).
Kemal Kaya’nın, Erich Andraess’tan dilimize çevirdiği tarih fikrinin gelişmesine
dair makale serisi daha sonraki dönemleri etkilemiştir. Eric Andraess’ne göre; 3-7
yaşındaki çocuklar masal yaşı kademesinde bulunur. Bu yaşlardaki çocuklar özellikle
kahramanlık, doğa ve hayvan masallarından, öykülerinden zevk alırlar. 8-12 yaş arası
çocuklar ikinci aşamada bulunurlar. Robinson Kruze bu yaş için karakteristik bir
hikayedir. Bu döneme “Robinson yaşı” olarak ta adlandırılır. Robinson yaşındaki
çocuklarda büyük bir okuma içtihası mevcuttur (Baymur, 1964, 25–28; Güleryüz,
2002, 214).
2.8.1.2. Smith, Monson ve Dobson’nun Yaklaşımları
Smith, Monson ve Dobson’nun, ilköğretim sınıflarında tarihi romanların kullanılması
yöntemi ile okuma yetenekleri ve sosyal bilgiler dersi içeriklerinin
bütünleştirilmesini pozitif bir birleşik çalışma olarak görmektedirler. Birleşik çalışma
programları 21.yüzyılda öğrencilerin değişen ihtiyaçlarını karşılamak için ilköğretim
müfredat programlarının tüm safhalarını yeniden tanımlama teşebbüsleriyle
oluşturulmaktadır.
97
Smith, Monson ve Dobson’na (1992) göre, edebiyat içerikli eserlerin eğitimde
kullanılmasının öğrencilerin okuma başarılarına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Ders kitaplarından çok normal kitapların okunması öğretilen öğrenciler üstün kelime
başarısı, okuma idraki sergilemektedirler. Öğretmenler tarihi romanları okuma
eğitimi için kullanırken öğrenciler okuma yetenekleri geliştirip bunun yanı sıra tarihi
kavramları öğrenebilirler (Akt., Öztürk 2002, 48–49).
Smith ve diğerleri (1992, 370- 375) tarafından yapılan “Edebiyat Aracılığıyla Tarih
ve Okuma Eğitimlerini Bütünleştirmeye Yönelik Bir Araştırma” çalışma, “tarihsel
romanların bazı tarihsel kavramları ve okuma becerilerin öğretimini
destekleyebileceklerine dair literatür bilgileri sunulmuştur.” 1989–1990 öğretim
yılında Smith ve diğerleri tarafından bir eğitim/öğretim yılını kapsayan araştırmayla,
“tarihsel romanların da kullanıldığı deney grubunun, kontrol grubuna göre Amerikan
Tarihine ilişkin % 60 oranında daha fazla bilgiye sahip olduğu bulunmuştur”
(Şimşek, 2006).
Smith, Monson ve Dobson’nun Amerika’da yapılan araştırma sonucunda (Bu
araştırmada, öğretmenler bir eğitim yılı boyunca normal ders kitaplarının dışında,
Amerika tarihiyle ilgili üç tarihi romanın seçilerek okutulması ve oluşan tarihi
bilginin ölçülmesini içermektedir.) istatistikî analizlerin sonuçları ortaya
koymaktadır ki; öğretmenleri tarihi romanları okuma ve sosyal bilgiler bilgisi ile
tamamlanan öğrenciler öğretmenleri sadece temel okuma materyallerini ve sosyal
çalışmalar ders kitabını kullanan öğrencilerden daha çok tarihi ayrıntı, ana fikir ve
miktarca çok daha fazla tarihi bilgi bilmektedir (Akt., Öztürk 2002, 50).
Öğretmenlerin, “romanların kullanımı hakkında en çok neyi sevdiniz?” sorusuna
verilen cevaplar ortaya koymaktadır ki, öğrenciler temel bir okuma programına
devam etmektense tarihi romanları boylu boyunca çalışmayı tercih etmektedirler.
Smith, Monson ve Dobson’a (1992, 374) göre, “günümüz sosyal bilgiler reformu her
aşamada daha çok tarih bilgisi öğretmekte odaklanmaktadır.” Romanların zengin bir
sosyal içerik, olay, yer, karakter ve tema ambarı olduğunu ve romanlardan sosyal
98
bilgiler ve okuma bilgisine “birleşik çalışma” yaklaşımında en iyi şekilde
faydalanılması gerektiğini belirtirler (Akt., Öztürk 2002, 54).
2.8.1.3. Bılof’ın, Van Middendorp ve Lee’nin Yaklaşımları
Bılof (1996, 374), nitelikli bir hikayenin sınıfta rol yaparak öğrenmede başarılı bir
araç olduğunu belirtmektedir. Đlköğretim düzeyinde olduğu gibi lise seviyesinde de
tarihi romanlar kullanılır. “Tarihi romanların kullanımı öğrenci ilgisi ile toplum ve
tarihin değerlerini birleştirir”( Akt., Öztürk 2002, 54).
Van Middendorp ve Lee (1994) güçlü tarihi romanların öğrenciler arasında ilgili
sosyal bilimler kavramları geçmiş, şimdi ve gelecek meseleleri hakkında canlı
tartışmaların yaratacağını söylerler. Edebiyatın öğrencilerde ve sınıf ortamında,
pozitif bir etki oluşturduğunu belirtmektedirler. “Edebiyat bir tarih sınıfında bir ders
kitabının yapamayacağı şekilde anlamlı tecrübeler sağlayabilir sosyal bilimlerde
edebiyat kullanımı tarih ders kitapları ile bağlantılı birçok probleme kısmen cevap
verir (Akt., Öztürk 2002, 56).
Van Middendorp ve Lee’ye (1994) göre;
Sewall, sosyal bilgilerle ilgili kitap sayısı çokluğunu bıktırıcı ve bunaltıcı olarak tanımlamıştır. (…) 23 yıllık ders kitabı yazarı Scheuster, ders kitabı yazarlarının belli oranda gerçek ve gerçek olmayanları yazmaya zorlandığını açıklar. Aynı şekilde birçok önemli konu tarih kitaplarının dışında bırakılmıştır. Carroll tartışmalı ve değer yargılarıyla ilgili konuların büyük ölçüde göz ardı edildiğini söylemektedir. Davis ise, tartışmalı konuları ve değer yargıları olmayan bu yazıları akılcı olmayan, cansız ve sıkıcı anlatımlar olarak tanımlamaktadır. Eliat Woodward ve Nagel bu tarz bir tarih eğitiminin tesir altında bırakılan öğrencilerin tartışma, bakış akışı ve değer yargılarından mahrum bir dünya ve ülke görülü olacakların sonucundan endişe etmektedirler (Akt., Öztürk 2002, 56).
Van Middendorp ve Lee (1994) yaptıkları araştırmalarda edebiyatın, ilgi ve merakı
artırdığını ve öğrencilerde pozitif tecrübeler kazandırdığını tespit etmişlerdir.
Öğrencilerin, tarihi romanların sağladığı heyecan ve macerayla beslendiklerini ve
99
tarih eğitimi ilköğretimde sosyal bilgiler derslerinde kullanılması gerektiğini
önermişlerdir.
2.8.1.4. Dance ve Egan’ın Yaklaşımı
Dance (1976), “gençler tarafından tarihin her dönemi veya hiç olmasa pek çok
dönemleri hakkında, genellikle ciddi görünen metinler dışında başka dokümanların
kullanılabileceğini belirtmektedir.” Dance, ciddi metinlerin tarihçinin çalışma
araçları olduğunu ve eğitimde, tarihi değerlerle hikayenin çekiciliğini birleştiren
tarihi romanların son zamanlarda önemli başarılar elde ettiğini ve kullanılması
gerektiğini belirtmektedir (Akt., Öztürk 2002, 58)
Kanadalı eğitim bilimci Egan, hikayelerin müfredat programlarının tüm alanlarında
özellikle yararlı pedagojik gereçler olarak görüldüğünü belirtmektedir. “Bilhassa
tarihi olaylara insani tepkiler açısından vurgulamalarıyla hikayeler, esas olarak
tarihsel kavrayış tarzını öğretmenin başlangıcıdır.” Egan, öğrencilerin tarihi
anlamalarında tarihi romanların yararlı etkilerinin olduğunu belirtmektedir. “Hikaye
ile tarihi olaylara verilen insani karşılık vurgular; hikaye yoluyla temel oluşturmaya,
tarih anlayışının başlangıcına ve her türlü eleştirel analize haberci olmaktadır”
(Levstik, 1995, 113–114) (Akt., Öztürk 2002, 58).
Dilek ve Yapıcı (2005, 117), Đngiliz Ulusal Eğitim-Öğretim Programı ve Egan
tarafından öykülerin tarih eğitimindeki etkililiğinin dile getirildiğini belirtmektedir.
Egan, tarihsel anlamayı;
1. Mitsel evre (4 – 9 yaş)
2. Romantik evre (9 – 15 yaş)
3. Felsefi evre (15 – 20 yaş)
4. Đronik evre ( 20’li yaşlardan sonra) olmak üzere ayırmaktadır.
Egan, mitsel evrede tarihsel gerçekleri anlamayı sağlayacak yer, zaman, nedensellik
gibi kavramların henüz çocuklarda gelişmediğini belirtir. Bu dönemde “iyi ve kötü,
100
yanlış ve doğrular vardır.” Đlköğretimde işlenen sosyal bilgiler konuları öğrencinin
bildiği yakın çevresinden konular ve kavramlardan oluşmaktadır.
Çocuklar bu sıkıcı konulara ilgi duymaktan ziyade fantezi dünyasının karakterleri olan canavarlar, kötü üvey anneler ve tuhaf yerlerde yaşayan konuşan hayvanlara doğrudan ulaşma eğilimindedirler. Onlar, dünyayı ilköğretim programlarının içeriğinde yer alan somut kavramlarla değil hayal dünyalarında yaratıkları imgeler ve duygu dünyalarını oluşturan sevgi, nefret, korku, neşe, doğru ve yanlış gibi soyut kavramlarla algılarlar (Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).
“Romantik kavrama, okuma ve rasyonel düşünme ile gelişir”. Romantik evredeki bir
öğrenci, “yakından uzağa ilkesinin söylediğinin tersine Çin Seddi, Piramitler,
Dünya'nın en uzun adamı gibi insan deneyiminin uç noktaları ile meşgul olur”(Ata
2000,160). Romantik evrede, “tarihsel zaman, değişim, nedensellik ve öteki
kavramları ile birlikte dış dünyanın özerkliğine duyulan bir takdir hissi de gelişir.”
Romantik evrede çocuklar kendilerini öyküdeki karakterlerle özdeşleştirirler,
kendilerini öykünün bir parçası olarak görürler.
Çocuk öyküde geçen aşırılık, tuhaflık, mükemmellik vb. unsurların büyüsüne kapılır. Sınırsız gibi görünen yabancı bir dünyanın ani bir şekilde çocuk tarafından keşfi, onun gelişen benliği açısından bir tehdittir. Çocuk bu tehdide karşı kendisini savunmak ve onun üstesinden gelmek için öyküdeki en güçlü ve asil karakterler ve güçlerle romantik bağlantılar ve özdeşim kurma yollarını seçer. Bu evrede çocuk, geçmişle artan bir şekilde kişisel bir bağ kurar. Bu bağ geçmişte yaşamanın nasıl bir şey olduğu hakkındadır (Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).
Felsefi evrede, geçmiş bir bütün olarak algılanmaktadır. Öğrenciler, tarihin kendi
geçmişleri olduğunu bu evrede kavrarlar. “Çocukların tarihi kendi öyküleri olarak
görmeleri, onları öz kimliklerinin ve kendi dünyalarının bir şekilde geçmişte olan
olaylar tarafından belirlendiği anlayışına yöneltir (Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).
Đronik evrede, öğrenciler genellemelerin olayları açıklamada yetersiz olduğunu fark
ederler. Birey, “geçmişin yapılandırılmasında tarihçinin zihinsel etkinliğinin bu yasa
ve prensiplerden daha etkili olduğunun ve bu zihinsel etkinliğin asla masumiyet
taşımadığının farkındadır”. Đronik evrede “tarihsel anlama 'tarih tarih için yapılır'
101
anlayışına uygun olarak, pratik bireysel ihtiyaçların ötesinde farklı bir boyut
kazanır”(Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).
Egan (1997), geliştirdiği bu fikirler doğrultusunda bir öğretim programı ve pedagoji
önermektedir. Buna örnek olarak, “öğretmen, romantik aşamada bir öğrenciye
elektriğin bulunuşunu öğretirken, bunu Benjamin Franklin ve Thomas Edison gibi
kimselerin hayat hikayesi ve çabaları ile ilişkilendirmelidir (Akt., Ata 2000,160).
2.8.1.5. N.C.S.S Raporu ve Nawrot’un Yaklaşımı
Đlköğretim ve orta öğretimde bulunan gençler zaman kavramıyla ilgili bazı sorunlar
yaşasalar dahi, günümüzün nasıl oluştuğunu ve ülkelerinin mirasına minnettarlık
geliştirmeyi anlama ihtiyacı içerisindedirler. N.C.S.S ( National Commission Of
Social Studies ) raporuna (1989,16) göre, öğrenciler, edebi eserlerin aracılığıyla
tarihi miraslarına takdir geliştirebilirler. Bu raporda (1989,19), Levstik’in “tarih
öğretiminde kullanılan konuşma şeklinin öğrenci ilgilerini etkilediğine ve tarihi
roman şeklindeki tarihi bilgiyle karşılaşan çocukların tarihe ilgi ve heves
gösterdiklerine dair görüşene de yer verilmiştir” (Akt., Öztürk 2002, 59).
Barnes (1991) , yer kısıtlamalarının, kahramanların işlenişinde metinlerin sık sık
sınırlı kaldığını ve “sıradan insanların umutları, hayalleri, hüsranları ve başarıları
genellikle tamamıyla ihmal edilmektedir. N.C.S.S edebiyat dahil olmak üzere yazılı
öğrenme materyallerinin zengin bir karışımını kullanmayı tavsiye etmektedir” (Akt.,
Öztürk 2002, 59) diye belirtmektedir.
Nawrot (1996, 343) hepimizde mazinin etkileri olduğunu belirterek şu hususlara
değinmektedir:
Aile ağacı oluştururuz, çocuklarımıza kendi çocukluğumuzu anlatırız ve hikaye anlatımı vasıtasıyla kendi insanlarının tarihi öven ilkel kabile mensupları gibi geçmişteki insanlar hakkında efsaneler oluştururuz. Öğretmenler tarihi roman türünü geçmiş zamanları
102
öğrenme arzusunu tatmin etmeye ve aynı zamanda öğrenciler zengin bir edebi tecrübe sağlamaya yardım etmek için kullanabilirler.
Tarihi roman analiz yerine sentez sunarak okuyucuyu tecrübenin içine dahil eder. Đlgi asıl olayın üzerinedir ve insanlar araştırmanın amacıdır. Tüm çağlarda insan değişmez olarak görülmüştür. Hikaye içerikten alınan bir resim değil, dünyanın daha karmaşık bir resmi görünümündedir. Sonuç olarak tarihi roman olayların insan dizini üzerinde yoğunlaşarak tarihi çalışmaları insanileştirmektedir (Akt., Öztürk 2002, 59).
2.8.1.6. Danks ve Levstik’in Yaklaşımı
Levstik, tarihi kavrayış ve tarihi romanların tarih eğitiminde kullanılmasıyla ilgili
birçok araştırma yapmıştır. Levstik yaptığı araştırmalarla şu sonuçlara varmıştır.
Öğrencilerinde tarihi ilginin 5, 6 (5 yıl 6 ay) yaşında kendini gösterdiğini ve
öğrencinin köle devletlerini yöneten J. Davis’i öğrenmeyi reddettiğini görmüştür.
Öğrenci 7: 1 yaşında sanat çalışmaları ile tarih bilgisini birleştirmeye ve bazı özel
detayları sormaya başlamıştır. 8: 9 yaşındayken soruları tarihin etik yanıyla ilgili
olarak geniş bir çerçeveye yayılmıştır. Öğrencilerin çeşitli “sorularla ailesini haklının
yanında olup olmadığından emin olmak istemiştir.” Öğrencilerin 5. sınıf düzeyinde
tarihle ilgili önemli deneyimler ve ona destek olacak ilgilere sahip olduğu
belirlenmiştir. Öğrenci “yoğun Amerikan tarihi çalışmalarıyla ilk karşılaştığında
hatırlayacak bazı deneyimler ve ona destek olacak ilgileri zaten mevcut idi. Levstik
(1989, 115), araştırması sırasında birlikte çalıştığı öğrencinin, “tarihi romanın ders
kitaplarından çok daha tatmin edici olduğunu” ortaya koyduğunu fark etmiştir. Ders
kitaplarının “siyasi atmosfer veya olaylar ve bunların sebepleri hakkındaki
gerçeklerin detaylarını” tarihi romandan daha detaylı ve gerçekçi bir biçimde
işlemesine rağmen, öğrencinin daha çok insani yönü olan şu tür olaylara önem
verdiğini tespit etmiştir; “insanlar tarihi nasıl düşündüler?”, “ günlük çalışmaları
nasıldı?”, “ne giyerlerdi”, nasıl konuşurlardı”(Akt., Öztürk 2002, 60- 61).
Levstik, öğrencisinin edebi eserin, tarihin özel yollarla daha ayrıntılı anlatımına
olanak sağladığını, fark ettiğini görmüştür. “Böylece tarihte gerçek insanların olduğu
103
duygusunu hissettirmektedir. Olaylar insani yönü olmayan ders kitaplarında olduğu
kadar kesin değildir”. Öğrencinin önem verdiği detayların ve öğrenmek istediklerinin
“duygu, ahlak ve bireysel yargılama konularına doğrudan” bağlantılı olduğunu
görmüştür. Levstik’e (1989) göre, edebi eser basit olay diziminden çok daha fazlası
anlamına gelmektedir. Edebi eserlerde sebep sonuç bağlantıları vardır. “Böylelikle
öncelikli olayın sonraki olayın sebebi olduğu anlaşılmaktadır.” Tarih içerikli eserler
işledikleri olaylarla düzeni aşılamaktadır. Tarihi hikayeler, “ele aldığı konuların bir
başlangıcı ve sonu olduğunu ve sebep sonuç ilişkisini açıklamaktadır” (Akt., Öztürk
2002, 60- 61).
Levstik (1995, 114), tarihi romanın, tarih ders kitaplarının geniş incelemelerinin
dışında, bir yazarın tarihin bir parçasını ele alarak, onu derinlemesine incelemesi
sonucunda insan yaşamına dair ayrıntıları sunduğunu belirtmektedir (Şimşek, 2006).
Levstik (1995,113- 115) bir başka çalışmasında çocukların hikayeyi anlama ve kullanma becerilerini diğer yazım türlerini kullanma ve anlama becerilerinden daha üstün olduğunu belirtmektedir. Tarihi; bazı insanların, yerlerin olayların hikayesi olarak gören Levstik; Amerikan hikayelerinin biçim ve içeriğinde Amerikan tarihinin oluşturulduğu ve eleştirildiği bir çerçeve sağladığını düşünmektedir. Đnsanlar ve gruplar Amerikan hikayesinin hangi versiyonu anlatılırsa anlatılsın kendilerini bunun içinde, dışında veya karşısında hissedebilirler. Bu açıdan tarihi hikayeler etkili kültürel güçler durumuna geçmektedir.
(…) Edebi eser kronolojiyi öyküye çevirir. (…) Levstik yaptığı çalışmalarda tarihi romanların, bazı sınıf gruplarında pozitif öğrenci tepkimeleri elde ettiğini görmüştür. Bu çeşit anlatımda yazar sıkça genel tarih çalışmaları yazılarının dışında bırakılmış insani detayları öne çıkartarak tarihe ayna tutar. Eğer roman edebiyatla içli dışlı doğru tarihse okuyucu bazı insanların tarih hakkında neler hissettiklerini, günlük hayatlarını nasıl yaşadıklarını, ne giydiklerini, nasıl konuştuklarını anlarlar. Yazar anlatımı güçlendirmek için detayları organize eder (Akt., Öztürk 2002, 62- 63).
Lezstik (1989), edebi eselerin merkezinde farklı zıtlıkların olduğunu ve bu durumun
hikayeyi iki farklı versiyonda ele alınmasını sağladığını belirtmektedir. Edebi
eserlerdeki farklı görüşlerin iki konuyu gündeme getirdiğini belirtir. Birincisi,
“hikaye okuyucuların belli perspektif tespit etmelerini sağlarken, çocuk okuyucunun
104
gerçeklik arayışını etkileyecek ahlaki konuları da ortaya çıkarabilir”; ikicisi ise,
“okuyucu tarihi yorumsal ve ahlaki değerleri içeriyor olarak da düşünebilir.” Levstik
(1995), tarihin sadece kronoloji olması durumunda, tarihi anlama mantığının
olmadığını belirtmektedir. “Ancak hayati önemi olan ahlak ve ahlak bilimi
konularının yorumlarını da içeriyorsa, sadece anlamayla değil, aynı zamanda
kendimizi ve dünyayı anlamamızı sağlayacak yolla da alakalıdır (Akt., Öztürk 2002,
63).
2.8.1.7. Gallo- Barksdale ve Savage- Savage’nin Yaklaşımı
Gallo ve Barksdale (1993–286), romanların edebiyat içerikli dersler ve bu tür dersleri
okutan öğretmenler tarafından kullanıldığını, edebiyat içerikli dersler dışında roman
ya da tarihi romanlardan çok az yararlanıldığını belirtmektedir. “Bu araştırmacılar
tarih öğretmenlerine, öğrenciler için değerli, bütünleyici okuma deneyimleri olarak
tarihi romanların kullanımını tavsiye etmektedirler” (Öztürk, 2002, 64).
Savage-Savage’a (1993, 32) göre;
Müfredat programındaki son değişmeler ilk ve orta dereceli okullarda özellikle sosyal bilgiler zenginleştirmek için edebiyatı kullanarak ortaklaşa öğretilen konuların birleşmesini vurgulamaktadır. Çocuk edebiyatı sosyal bilgilerde konulan hedefleri başarmak için imkân dâhilinde yararlı bir materyal bolluğu sunar. Edebiyat ve edebiyat materyalleri, sosyal bilgilerin öğretiminde önemli bir rol oynamalıdır. Çünkü bu materyaller beşeri tecrübelerin hissi boyutunu çok güzel naklederler (Akt., Öztürk 2002, 64).
2.8.1.8. Harris ve Austin’in Yaklaşımı
Harris ve Austin’e (2000, 22) göre, “tarihsel roman okumanın, bütün gençlerin
davranışlarını kapsayan bir derecede bilgi sunmaları yerine, tarihin anlaşılmasına
yönelik ilgiyi uyanık tutması” beklenir. Harris ve Austin, tarihsel romanların genç
okuyucuya, “tarihsel bir problemin bir kısmını sunarak onun merakını uyandırmak
suretiyle onu, tarihi daha detaylı okumaya teşvik” ettiğini belirtmişlerdir. Tarihsel
105
roman okuyan genç okuyucular “yalnız bir değil birçok tarihin var olduğunu”
görürler. “Böylelikle tarihsel romanlar, okuyanların tarihi anlamalarında bir yardımcı
olarak bazı olayların farklı perspektiften farklı değerleri, bazı anlaşmazlıkların ve
gerçeklerin farklı içeriklerinin olabileceğini öğrenmelerini sağlar (Şimşek, 2006).
2.8.2. Tarihi Romanları Belirleme Ölçüleri
Genel olarak çalışmamızda tarihi romanın ne gibi özelliklere sahip olduğunu ve tarihi
romanla tarih ve tarih öğretimi arasında ne gibi bağlantıların olduğuna değindik. Bu
bölümde de tarih veya sosyal bilgiler tarih konuları açısından tarihi romanların hangi
ölçülere göre seçilmesi gerektiğine değinilecek.
Daha önceki bölümlerde, tarihi romanın özelliklerine ve tarihi romanın ülkemizde,
tarihsel süreç içerisindeki gelişimine değinirken, bu edebi eserlerin belli sosyal,
siyasal, ideolojik bir takım amaçlarla ortaya çıkıp yaygınlaştıklarını belirtmiştik.
Burada karşımıza önemli bir sorun çıkmaktadır. Tarih bilincinin öğrencilere
kazandırılması amaç edinildiği takdirde –ki bizim tarihsel romanı konu edinmemiz,
tarih bilincini sağlayacak bir araç olarak görmemizdendir- tarihi romanda birçok
özelliğin aranmasını gerektirmektedir.
Tarihi romanı, bağımsız edebi bir ürün olarak değerlendirdiğimizde çok fazla bir
sorun yokmuş gibi algılanmasına rağmen; biz tarihi romanı sadece estetik kaygılarla
kaleme alınan sanat ürünleri olduğu kanaatinde değiliz. Birçok edebiyat teorisyeni de
tarihi romanların estetik boyutu noktasında şikayetçi gibi görünmektedir. Burada
tarihsel çalışma olarak değerlendireceğimiz edebi eserlerin, tarihi gerçeklere ne kadar
sadık kalıp kalmadığı bizi öncelikle ilgilendirmektedir. Baymur’da (1964, 49), tarih
öğretiminde kullanacağımız tarihi romanların tarihi gerçeklere uygun sanatsal
yeterliliğe sahip ve öğrencilerin seviyesine uygun yazılması gerektiğini
belirtmektedir. Çünkü okullarımızda okutulan tarih dersinin çokta çekici olmadığı ve
bir tarih sevgisinin eğitim sürecinde oluşmadığını göz önünde bulundurduğumuzda,
tarihi gerçeklere uygun olmayacak şekilde, sadece kurgu ürünü olan eserlerin tarihi
106
roman olarak topluma sunulması, insanları yanlış yönlendireceği gibi sağlıklı bir
tarih bilincinin de oluşmasını engelleyebilmektedir.
Nawrot’ta (1996), eğitimde kullanılacak tarihsel romanların doğruluklarının önem
taşıdığından bahsetmektedir. Hiçbir şey tarihi gerçeklere aykırı olmamalıdır. Tarihsel
ilişkiler tahrip edilmemeli, hikaye konu edindiği zamanın özellikleri ve değer
yargılarını yansıtmalıdır. “Karakter ve olayların birçoğu kurgusal olduğunda bile,
hikaye bağlı bulunduğu zamana karşı dürüst olmalıdır” (Akt., Öztürk 2002, 66).
Tarihi romanların farklı niyetlerle yazıldığını ve tarih bilincinin oluşmasına katkı
sağlayan romanların varlığı söz konusu olduğu gibi, tarihi çarpıtarak insanları ve
toplumları yanlış yönlendiren tarihi romanlarda mevcuttur. Bu durumda tarihsel
içerikli edebi eserlerin tarih öğretiminde kullanılmasında, eğitimcilere özelde
öğretmenlere önemli sorumluluklar düşmektedir. Ancak bu noktada da karşımıza
bazı sorunların çıktığını daha önce belirtmiştik. Bu sorunların başında eğitimcilerin, -
kast ettiğimiz tarih eğitimcileri, özellikle öğretmenlerdir- edebi ürünler ve konumuzu
oluşturan tarihi romanlar hakkında yeterli bilgiye sahip olmamalarıdır.
Öğretmenlerin bu hususta bilgilenmeleri, tarihi romanların tarih eğitiminde
kullanılası açısından son derece önem arz etmektedir. Bu konuda geleceğe yapılacak
bir yatırım olarak, eğitim fakültelerinde okuyan tarih ve sosyal bilgiler öğretmen
adaylarının edebiyatla ilgili bilgi edinmeleri, tarih ve edebiyat bölümlerinin bu
hususla ilgili olarak işbirliğine gitmesini önemli buluyoruz.
Öğretmenler tarih derslerinde, konulara uygun tarihi romanları seçerek, öğrencilerin
seviyesini de göz önünde bulundurarak tarihi gerçeklere uygun yazılmış edebi
eserleri derslerde yardımcı unsurlar olarak kullanmalı ve dersleri daha verimli hale
getirmelidir. Ata (2000) resimli tarihi romanların, gerçeğe en yakın olan romanlar
olmaları ve pratik faydalar sağlayacağından tarih derslerinde kullanılması gerektiğini
belirtmektedir. Küçükahmet’te (1995) öğretmenlerin önereceği kitapların çekici
olması gerektiğini söyler. Çünkü öğrencilerin uygun resimlerle süslenmiş, kısa cümle
ve paragraflarla günlük konuşma diliyle yazılmış kitaplardan hoşlandığını
belirtmektedir.
107
Levstik’te (1989) bir öğrenciyle bir yıl boyunca yaptığı araştırma sonucunda,
öğrencinin en çok macera içerikli edebi ürünlerden hoşlandığını tespit etmiştir.
“Sonu daha başından belli olmayan”, karakterlerin daha çok gerçekte olan genç ve
ilginç tiplerin seçildiği tarihi romanların öğrencinin ilgisini çektiğini belirlemiştir
(Öztürk, 2002).
Ata (2000, 162) “tarihi romanı seçme kriterleri; ortam, stil, tema, karakter seçme
açısından” değerlendirilebileceğini belirtir.
Ortam:
1. Zaman ve mekan açısından ortam otantik olmalıdır, 2. Ortam ayrıntıyla tasvir edilmeli, hikaye ile birlikte işlenmelidir,
Stil:
1. Giriş kısmı entrikaya işaret etmeli, 2. Figüratif bir dil kullanılmalı, 3. Günlük ve gazeteler kullanılmalı, 4. Macera unsurlarını içermeli.
Tema:
1. Cesaretin fiziksel güçten daha önemli olduğu, 2. Đnsanların her türlü engeli aşabileceği, 3. Nefretin bir düşman olduğu, 4. Yurt sevgisi, 5. Cahilliğin ve önyargının yıkıcı olduğu, 6. Fiziksel eksikliklerin insanı insanlığından edemeyeceği,
7. Herkesin kahraman olabileceği. Karakter Seçme:
1. Karakterler gerçekçi olarak resmedilmelidir. 2. Hareket, düşünce ve görüşleri yaşadıkları dönem için doğru olmalıdır.
“Öyküler olay, olgu ve tarihsel kişilikleri betimleyerek bireyin zihnine semboller
vasıtasıyla soyut mesajlar yollamaktadır” (Dilek ve Yapıcı, 2005, 121). Bu
mesajların “bireyin yaratıcı düşünce becerileriyle” tekrar şekillendiği ve tarihsel
anlama için düş gücü süreçlerinin yaşatıldığı dile getirilmiştir. Burada tarihsel
108
anlamanın, tarihsel gerçeklerle çelişmemesi açısından, eğitim amaçlı kullanılan
öykülerde ya da romanlarda, yukarda da değindiğimiz tarihsel gerçeklerle
çelişmemesi, tarihi olguların sanatla kaynaştırılması, tarihi kayıtları çarpıtmayan,
aktarılan bilgilerin doğru olması gerekmektedir.
Cox ve Hughes (1998, 88) öykülerin bir takım özelliklerine değinmişlerdir. Bu
özelliklerin tarihi romanlar için de geçerli olduğunu düşünüyoruz.
Bunlar:
1. Çocuklara deneyimlerinin ötesinde farklı dünyalar sunmalı; 2. Çocukların öyküdeki kahramanların inanç ve eylemlerini
keşfederek sıradan ve güçlü olan insanların duygu ve olaylar karşısındaki tavır ve davranışları değerlendirmesine olanak tanımalı;
3. Çocuklara tarihsel terimleri ve yeni sözcükleri kazandıracak
nitelikte ve tarihsel terimlerin yoğun olarak kullanıldığı kaynaklarla çalışma gibi başka etkinlikleri destekleyecek şekilde düzenlenmeli;
4. Daha resmi bir bağlamda sunulduğu zaman zor ve hassas
gelebilecek fikirleri tanıtmada bir araç olmalı; 5. Đlgi ve heyecan yaratarak çocukların duygusal karşılıklar
vermesini sağlamalı ve duygusal alan üzerinde önemli bir etkiye sahip olmalı;
6. Araştırma ve kaynaklarla çalışmayı gerektiren sorular içermeli; 7. Kronolojik ve anlatım açısından tutarlılığı olmalı ve öğrencileri
belli bir düzen içerisinde geçmişi yeniden kurmaya yönlendirmeli; 8. Resim gibi görsel malzemelerle desteklenmeli ve öğrencilerin
geçmiş ile ilgili zihinsel imgelerine katkıda bulunmalı (Akt., Dilek ve Yapıcı 2005, 121–122).
Şahin’e (2000, 46) göre, “…edebi mahsuller, cemiyetin tarihi hakkında, konu
aldıkları devre ve o devir içindeki sosyal bir zümrenin hususiyetlerine taalluk eden
bilgileri içerirler.” Bu hususta da tarih eğitimcisinin dikkatli davranması
gerekmektedir. Çünkü tarihi romandan beklediğimiz tarihi yeniden öğretmek
değildir. Tarihi romandan ya da diğer edebi içerikli eserlerden beklediğimiz, tarih
109
bilincinin oluşmasında katkı sağlamasıdır. Bu nedenle, tarih öğretiminde kullanılan
edebi eserin, işlenen konuyu bütünleyecek bir mahiyette olması gerekmektedir.
Dönemin toplumunun ders kitaplarına yansımayan yönlerini yansıtabilmelidir.
Bılof (1996) tarihi roman seçimiyle ilgili öğretmenlere şu önerilerde bulunmaktadır:
1. Öğretmenler örencilerin okuma düzeylerine uygun, okuma becerilerini artıran, tarihi insanileştiren, öğrencilerin ilgi ve motivasyonlarını artıran ve tarihi kayıtları çarpıtmayan romanlar seçmelidirler. Romandaki olayların genel gidişatı doğru olmalıdır, içerikli bir hikaye anlatmalıdır .
2. Kriz durumlarında ya da ikilemlerde yer alan karakterler ki bunlar döneme uygun ve insani tecrübelere paralel olmalıdırlar, genellikle öğrencilerin ilgilerini çekerler. Đster hayal ürünü, ister tarihsel olsun, ya da her ikisi de olabilir bu karakterler dönemlerinin değerlerini ve motiflerini temsil etmelidirler.
3. Öğretmenler hikâyenin gerçek akışını düşündüklerinde; hareketin hareketsizliğe, düzenli diyalogların laf kalabalığına ve empatik karakter tahlilinin manasız betimlemeye tercih edildiğini göz önünde bulundurmalıdırlar.
4. Öğretmenler, birlik olsun diye özellikle bildikleri ve özel ilgileri olan bir roman seçmelidirler. Böylelikle karmaşık tarihi konuların aleyhte tesiri olan ve fazlasıyla basite indirgenmiş ele alınma tarzıyla baş edebilirler.
5. Roman, ister romansal olmayan kaynaklara yönelik yardımcı araştırmalar, ister romancının ya da tarihçinin çelişen metodolojiler tartışmalarında olsun tarih yazmanın önemini içeren etkinliklerle uyumlu olmalıdır.
6. Öğretmenler muhtemel seçimi, romanın atfedildiği bir grup sorumlu öğrenci ile test etmenin yardımcı olabileceğini keşfedeceklerdir. Bu grup, seçim hakkında tarafsız geri bildirim verebilirler ve en iyi modelin şahsi karar almak olduğu ödevler önerebilirler.
7. Tarihi içeriğe ve ödevin odağına hitap eden kitaplar dışındaki öğretim araçlarıyla donatılabilen bir romanın seçimi, öğretmenin anlamlı giriş, gelişme ve sonuç etkinlikleri organize etmesini sağlayacaktır
110
8. Öğretmenler her yıl farklılaştırılabilecek değişik ödevlere konu olabilecek roman seçiminden yararlanmalıdırlar. Ödevler romanın insani tarafıyla empati halinde olmalı ve eleştirel düşünce becerilerinin yüksek seviyelerine hitap edebilmelidir
9. Son olarak öğrencilerin romana olan hevesleri öğretmenin ortaya koyduğu ile yüksek oranda bağlantılı olacağından, tam benimsenmemiş bir romanla işe koyulmak pek doğru olmayacaktır. Böyle bir seçim sonuçları negatifleştirecektir. Doğru romanı buluncaya kadar bekleyip araştırmaya devam etmek gerekir (Akt., Öztürk 2002, 69–70).
2.8.3. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanın Kullanılmasının Yararları
Genel olarak tarih öğretiminde tarihi romanların kullanılmasıyla ilgili hususlara
“Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması” başlığı altında ve çalışmanın
genelinde değinilmiştir. Bu bölümde daha çok eğitimcilerin görüşleri doğrultusunda,
daha teknik bir yaklaşımla konu ele alınacaktır.
Tarih eğitiminin okullarda çokta zevkle işlenen, öğrencilerin ilgilerini çeken, tarih
bilincinin oluşması için yeterli düzeyde ve yaşamla bağlantılı konulardan
oluşmadığını dile getirmiştik. Bu anlamda edebi ürünler gibi öğrencilerin ilgilerini
çekebilecek materyallerin tarih öğretiminde kullanılması bir farklılık yaratacaktır.
Bizim savunduğumuz, tarih öğretiminin farklı materyallerle desteklenerek, yaşamla
bağlarının oluşturulması, öğrencilerin ilgilerini çekerken tarih bilincinin oluşmasını
sağlamaktır. Bu anlamda işlenen konuya göre bazen bir tarihi metin kullanılırken,
bazen bir fotoğraf, bazen bir karikatür, bazen bir oyun vb. olabilir. Ele aldığımız
konu itibariyle tarihi roman üzerinde duruyoruz. Aynı zamanda tarihi romanın, çok
önemli katkıları olacağı muhakkakken, tarih öğretiminde yeteri kadar kullanılamıyor
ya da sistemli bir şekilde hiç kullanılamıyor olması büyük kayıp olarak
değerlendiriyoruz.
Ata (2000, 164) sınıfta tarihi romanın kullanılmasının yararlarını şu şekilde
sıralamaktadır:
111
1. Geçmişteki günlük hayatı tasvir eden tarih, çocukların ilgisini çekebilir.
2. Roman ile tarih öğretimi tozlu geçmişe hayat vermeyi; sultanların,
köylülerin ve askerlerin yaşayışlarını canlı olarak anlatabilir. 3. Halkın bir grubunun, yaşam tarzının günlük ayrıntılarını edinmeyi
güçlendirebilir. 4. Tarihi roman, tarihi figürleri ders kitaplarına göre daha gerçekçi
yapar. 5. Sınıfta tarihi romanlar; dünyayı, kültürlerini ve kendi uluslarını
tarihlerini öğretmede kullanılabilir. 6. Yazarın eğilimlerini, olgu ile düşünce arasındaki farkı öğretmek
için kullanılabilir. 7. Tarihi roman, eğlenceli bir şekilde tarihi olguları öğretebilir. 8. Çocuklarda yurt ve ulus sevgisi uyandırır. 9. Çocukların, okuma ve yazma becerilerini geliştirir. 10. Derslerde, tarihi romanın kullanımı, çocukların geçmişte yaşamış
kimselerin neşe ve üzüntülerini hissetmelerine yardım eder. Dolaysıyla öğrencilerin empati becerisini geliştirir.
Silier (2000, 80) tarih kitapları yazarak onları öğretmenler aracılığıyla ezberletmenin
amaçlanmaması gerektiğini söyler. Öğrenci “…öğrenme, kendini geliştirme,
duygudaşlık geliştirme, sebep- sonuç ilişkisi geliştirme, kronolojik kavrayış
geliştirme, zaman içine kendini koyma gibi özellikleri” edinebilmelidir. Biz tarihi
romanın, belirttiğimiz bu hususlara önemli katkılar sağlayacağı inancındayız.
Nawrot (1996, 343-346), bizin değindiklerimizi de kapsayan bir şekilde tarihi
romanların, tarih öğretiminde kullanılmasının, aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı
öğrenciler için etkili ve yararlı bir yol alacağını belirtmektedir:
1. Roman, açıklama metinden daha kolay anlaşılmaktadır. 2. Roman gençlerin kendilerini anlatma ve dünyayı anlayışlarına daha
yakın bir yol alan sübjektif biçimde sunum yapmaktadır.
112
3. Brodine’in belirttiği gibi roman okuyarak, öğrenciler daimi bilgiler
oluşturmaktadır; detayları unutabilirler ancak zaman içinde bir yaşam sürecek bilgiyi akılda tutarlar.
4. Öğrenciler romanın olayları içinde duygusal olarak yer aldıklarında
hiç unutulmayacak etkiler oluşmaktadır. 5. Azaderson’un belirttiği gibi, tarihi hikayelendirme, okuyucuların
daha sonra gerçek bilgiye uyarlayacakları şemalar oluşturmalarını sağlar. Gerçekler hikaye içinde yerlerine oturtulduklarında, hafızaya kazınmış olmaktadırlar.
6. Tarihi romanın tarih öğretiminde çok önemli bir değeri vardır.
Çünkü tarihi roman, olaylarda insan faktörünün önemi ve insan davranışları üzerinde odaklanmaktadır.
7. Tarihi roman, öğrencilere insani sorunları inceleme fırsatı vererek,
öğrencileri sebep ve sonuç muhakemesi yapmaya yönlendirir ve dışardan gelen şartların insanları şahsi seçimler yapmaya zorladığının farkına varmalarını sağlar. Öğrencilere insan davranışlarının aşırılıklarını incelemek için uygun şartlar sağlar.
8. Tarihi roman eleştirel düşünceyi harekete geçirir. 9. Tarihi romanda karakterler zor kararlar vermek durumundadırlar.
Öğrenciler verdikleri kararlarla ilerlemeye yönlendirilirler. 10. Birçok tarihi roman bir konu üzerinde birbirleriyle çelişkili bakış
açıları sunar ki öğrenciler daha sonra bunları değerlendirme yeteneği kazanırlar.
11. Tarihi roman öğrencilerin kendi zaman ve yaşam şartlarının çok
dışında bir hayatı anlatmaktadır. Böylece okuyucu öğrenciler geçmiş ve şimdi arasında bağlantılar kurma, zaman içindeki gelişimlerini görmek için konuları takip etme, kendi dünyalarını şartlar içinde görmeye başlama ve geçmişin şimdiyi şekillendirmeye ne kadar yardımcı olduğunu anlama konularında bir bakıma tarihi romandan yardım almaktadırlar. Bu bilgi öğrencilerin şimdiki zamanda alınan kararların geleceği biçimlendireceğini anlamalarına neden olabilir.
12. Tarihi roman öğrencilerin yaratıcı tepkimeler geliştirmesine
yardımcı olabilir. 13. Tarihi roman okuyan öğrenciler yalnız olmadıklarının
farkındadırlar. Onlar diğer insanların da korkular yaşadıkları,
113
zorluklarla yüzleştikleri ve sorunlarının üstesinden geldikleri büyük bir dünyanın parçası olduklarını anlarlar.
14. Tarihi roman, yazma etkinlikleri için bir temel oluşturabilir. 15. Tarihi roman eleştirel okuma becerisini geliştirir. Öğrenciler gerçek
materyal ve yazarın hayal ürünü olan materyali böylelikle ayırabilmeyi, taraflılık, gerçek ya da düşünce delillerini görebilmeyi hikaye anlatıcısının bakış açısını ve karakterlerin değer yargılarını tanımlayabilmeyi, değişik karar ve davranışların sebep-sonuç ilişkilerini anlayabilmeyi öğrenirler.
16. Tarihi roman, öğrencilere okuduklarını anlamayı ve düzenleyebilme
yetisini sağlamakta kullanılabilir. 17. Tarihi roman okurken, öğrenciler tarihi mekana girip karakterlerle
yaşamaktadır. Karakterlerin acılarını, sancılarını ve zaferlerin sonundaki sevinçleri yaşarlar.
18. Levstik' e göre, tarihi romanda isim ve olaylar arka plan mekan ve
içeriği olarak verilmiştir. Böylelikle, öğrencilere tarih bilgisinden çok daha fazlası sağlanır; öğrenciler tarihi anlayışı benimsemektedirler.
19. Araştırmalar, tarihi romanın, olayların listesine sahip olmayı değil
de bir kişinin hikayesinin içinde yer almayı seven öğrencilerde ilgi uyandırdığını göstermiştir. Levstik'e göre bu ilgi sorular sormaya ve cevapların peşinden sürüklenmeye öğrencileri motive etmektedir.
20. Tarihi roman, tarihi öğretmenin en etkili yoludur. Öğrencilere
geçmişi yeniden yaşama imkanı sağlayarak, ders kitabından okudukları zamandan daha fazla hatırlamalarını sağlayarak tarihi olayların perde arkasını vermektedir. Öğrencileri tarihi olayların sebeplerini ve bu olayların insan yaşamı üzerindeki sonuçlarını düşünmeye yöneltmektedir. Aynı zamanda, tarihi roman öğrencileri edebiyatın gücüne maruz bırakmaktadır. Öğrenciler sıradan insanların sıra dışılıklarını görürler. Bu insanların, günümüz insanlarının da aynı şekilde karşı karşıya kaldıkları mücadelelerle ve zayıflıklarla karşılaştıklarını öğrenirler. Tarihi roman, tüm bilgilerin birbirlerine bağlı bulunduklarını göstermek suretiyle öğrencilerin müfredat programını aşmalarını sağlayacak bir türdür (Akt., Öztürk 2002, 86–88).
Bunlara ek olarak tarihi romanların tarih öğretiminde kullanılmasının yararlarından
çok önemli bulduğumuz ve yukarda da değindiğimiz, milli şuurun uyanmasındaki
etkisidir. Ülkemizin sahip olduğu coğrafyada üniter yapısını koruyarak, bölgede
114
güçlü ve örnek bir ülke olmasının temelinde yatan asıl unsur halkımızın bir bütün
olarak tarih bilinciyle milli şuura sahip olmasına bağlıdır. Milli şuurun
sağlanmasında romanların ve diğer edebi eserlerin son derece etkili olduğunu daha
önceki bölümlerde de belirtmiştik.
Romanı bir çağın ruhunu soluma aracı olarak görmemiz gerektiğini belirten Şirin’e
(2000, 178) göre, tarihi romanın amacının misyonerlik olmaması gerekir. Tarih ile
edebiyatın komşuluk ürünü olarak ortaya çıkan tarihi roman, “şayet bir takım misyonerlik
(toplum mühendisliği) faaliyetlerini içermiyorsa tarihi, belgelere boğulmuş, kasvetli bir
anlatımdan kurtarır ve tarihin daha çok kimseye ulaşmasını sağlar.” Dolayısıyla eğer tarihi
romanda, tarihi olay ve olgular çarpıtılıp özünden uzaklaşılmışsa bunun tarih bilinci ve milli
şuurun oluşmasında bir etkisi olmayacaktır. Tam tersine doğuracağı çelişkiler insanların
zihinlerinin bulanıklaşmasına sebep olacaktır. Bu nedenle tarih öğretiminde tarihi romanın
faydalı olmasını istiyorsak abartı unsurlarından arındırılmış, tarihi olay, olgu ve dönemlerine
saygılı olan tarihi romanları tercih etmeliyiz. Ancak bu tarz tarihi romanlar tarih bilincinin
oluşmasına katkı sağlar.
Levstik’te (1989) tarihi romanların yararlarını şu şekilde sıralamaktadır:
1. Tarihi roman, tarihi iyi kurgulanmış bir hikayenin tatmini ile bütünlemiş ve ona bütünlük ve sonuca çözüm anlayışı bahşetmiştir.
2. Tarihi roman, tarihi okuyucuyu doğru ve yanlışı anlamaya
zorlayan bir sosyal sistemin içinde yerleştirerek etik hale getirir. Kriz ve çelişkileriyle anlatım biçimi tarihi bilginin incelenmesinde alternatif yollar sunar.
3. Tarihi roman, okuyucunun tarihsel doğruluğu olan ilgisini geri
planda bırakarak hakim bir gerçeklik duygusu yaratır. Đyi bir hikaye tarihi doğruluktan daha etkili hale gelmektedir.
4. Tarihi roman, genç okuyucuyu tarihle bağlantılı hale getirmek
yoluyla, tarihi olaylarda insan faktörünü (insani yönleri) vurgulamaktadır.
5. Tarihi roman, ders kitabını değerlendirmede referans olarak
kullanılan tarihe, taraflı bakış açısını ön plana çıkarmaktadır. Ders kitabı tarihi romana karşıt olarak değerlendirilmiştir (Akt., Öztürk 2002, 93-94).
115
III. BÖLÜM
MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI’NIN DEĞERLENDĐRĐLMESĐ
Tarih milletlerin şuurunun oluşmasında önemli bir fonksiyona sahiptir. Burada
karşımıza çıkan önemli bir husus bu denli önemli olan tarihin gerçekten işlevini
yerine getirebilecek şekilde öğretilip öğretilmediğidir. Yukarda da değindiğimiz gibi
eğitim öğretim aşamasında tarih dersi çoğu zaman sıkıcı ve gereksiz bulunan bir ders
olarak karşımıza çıkmaktadır. Öğrencilerin tarih dersiyle ilgili temel amaçları
sınavlarda çıkacak sorulara yanıt verebilmektir. Bu durum tarih öğretimi ve tarihin
temel işlevlerinin yerine getirilmesi hususlarında karşımıza önemli sorunlar
çıkarmaktadır. Öğrenciler eğitim öğretim aşamasında tarih bilinci
kazanamayabilmektedir. Aynı zamanda tarih bilinci edinememiş kişilerden oluşan bir
kitle, tarihsel düşünce becerilerine de sahip olmayabilir.
Eğitim kurumlarında çalışan Tarih ve Sosyal Bilgiler öğretmenleri ile toplumun
yetişkin kesimleri, çoğu zaman öğrencilerin duyarsızlığından şikayet etmektedirler.
Bizde bu şikayetleri haklı bulmaktayız. Elbette ki bu sosyolojik araştırmalar
sonucunda tam nedenleriyle ortaya konulabilecek bir durumdur. Zamanın ilerlemesi,
kendisiyle birlikte büyük değişimler oluşturmaktadır. Uluslar arasındaki iletişimin
devletlerin iletişiminden halklara yayılması, farklı ulusların milletleri arasında
etkileşimi artırmakta ve uluslar arası ortak bir kültür oluşmaktadır. Bu uluslar arası
kültürün oluşmasında dünyaya siyasi, ekonomik alanda egemen olan devletlerin
kültür öğeleri temel oluşturmaktadır.
Egemen devletlerin kültürlerinin dünya kültürü haline gelmesi, Milletleri uzun
vadede ortadan kaldırabilmekte ve milletler öz benliklerini kaybetme riskiyle karşı
karşıya kalabilmektedirler. Avrupa merkezli düşünce kalıplarına sahip olan
insanların bu durumu kaçınılmaz olarak gördüğünü hatta duruma katkıda bulunma
çabasından da geri kalmadıklarını görmekteyiz. Biz dünyaya siyasi ve ekonomik
116
olarak egemen görünen devletlerin kültür öğelerinin diğer milletler tarafından
doğrudan benimsetilmesi taraftarı değiliz ve bunu bilimsel bulmamaktayız.
Eğer her milletin bilinci ve kültürü, öncelikle kendi geçmişinin ürünü ise, bu bilincin
ve kültürün kendini yeniden üretebilmesi ve gelişebilmesinin ön koşulu tarih
bilincinin ve tarihsel düşünme becerisinin gelecek nesillerde mevcut olmasına
bağlıdır. Tarih bilincinin insanlara kazandırılmasında kuşkusuz sistemli bir faaliyet
alanı olan eğitim - öğretimle mümkündür. Eğitim - öğretim aşamasındaki
öğrencilerin zihinsel yapıları yeni yeni şekillenmektedir. Bu aşamada bilimsel alt
yapısı iyi hazırlanmış; toplumun ve bireylerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek eğitim
programlarının uygulanması gerekmektedir. Tarih derslerinin işlenmesinde de farklı
materyallere yer verilerek öğrencinin ilgisi derste yoğunlaştırılmalı ve tarihe karşı
merak uyandırılmalıdır. Biz tarihi romanları, tarih derslerinde kullanılabilecek ve
öğrencilerin ilgilerini çekebilecek önemli materyaller olarak düşünmekteyiz. Aynı
zamanda her milletin kültürü ve bilinci öncelikle kendi geçmişinin ürünü olduğunu
biz kabullenmekte ve sosyal bilimler açısından da bunun bilimsel olduğunu
savunmaktayız.
Çalışmamızın şimdiye kadar olan bölümünde daha çok genel bilgi ve yorumlara yer
verildi. Bu aşamada ise örnek aldığımız Mehmed Niyazi’nin romanlarının tahlillerine
yer verilecektir. Đlk olarak “Yazılamamış Destanlar” incelenecektir. Daha sonra yine
önemli tarihi romanlar arasında yer alan “Yemen Ah Yemen” ve “Çanakkale
Mahşeri” adlı romanlar incelenecektir.
3.1. Yazılamamış Destanlar
Savaş tarihin bir gerçeğidir. Bu gerçek ister galibiyetle sonuçlansın ister
mağlubiyetle içinde hep tarif edilemez acılar barındırmaktadır. Bu acıların sadece bir
bölümünü cephede yaşananlar oluşturmaktadır. Asıl acılar cephenin gerisinde
yaşanmaktadır. Gencecik insanların parmaklarındaki altın yüzük ile silah hiç
birbirine yakışmasa da mesele vatan olunca bir can o da feda olunuyor elbette. Asıl
acı dediğimiz işte cephenin gerisindeki sevgilinin, nişanlının, eşin; annenin, babanın,
117
kardeşin acısıdır. Tarihsel çalışmalarda savaşların asıl bu sosyal boyutları görülmeli
ve geleceğe aktarılmalıdır. Savaşları birer tarihi olay olarak incelerken, savaşların
tüm boyutlarını görmek gerekmektedir. Aksi takdirde savaşların önemi ve
doğurdukları sonuçları tam olarak anlamak mümkün değildir.
1800’lü yılların sonları ile 1900’lü yılların başları Osmanlı Devleti için tam bir çöküş
dönemidir. Bu dönemde yaşananlar devletin yönetiminde bulunanlar ve
vatandaşlarda uzun bir süre unutulmaz acılara sebep olmuştur. Büyük toprak
kayıpları, toprak kayıplarıyla birlikte savaşlarda yitirdiğimiz genç bir neslin verdiği
acı henüz yüreklerimizde canlılığını korumaktadır.
Sakarya’nın Akyazılı Topal Ali’sinin topallığı ve değnekleri Aziziye Tabyaları’ndan
kalma. Topal Ali savaşın kendisinden alıp götürdüklerinin yanı sıra açlık ve sefaletle
uğraşırken başta Rusya olmak üzere Batılı devletlere güvenen dört Balkan devleti
Osmanlının Balkanlardaki topraklarını alıp kendi aralarında bölüşmek üzere saldırıya
geçmektedir.
Bu devletlerin başında Bulgaristan gelmektedir. 1396’da Osmanlı egemenliğine giren
Bulgaristan, 1877–1878 Osmanlı – Rus savaşının sonunda bir Prenslik haline geldi.
Rusya tarafından desteklenen Bulgarlar 1885’te Doğu Rumeli’yi işgal ederek Büyük
Bulgaristan’ı kurmak istiyorlardı. Osmanlı Devleti’nde Đkinci Meşrutiyet’in
ilanından sonra 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Đstanbul ve
Trakya başta olmak üzere Osmanlının topraklarına göz koyan Bulgarlar, Rusya’nın
desteğiyle de Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ’ı yanına alarak 1912’de Balkan
Savaşı’nı başlattı.
Savaşın tüm acılarını yüreğinde taşıyan Topal Ali ve ailesi, Birinci Balkan Savaşı
sürerken 1309’luların askere alınmasıyla tekrar sarsılmaktadırlar. Büyük oğul
Süleyman 1309’lu ve askere alınıyordu. Milletimiz için yurt savunması kutsal bir
görevdir. Yurt için canlar seve seve feda edilir. Bu milletimiz için tarihsel bir
olgudur. Tarihte “Ordu Millet” olarak adlandırılmış bir neslin evlatları için elbette
118
vatan savunması her türlü acıya rağmen en önde gelen en kutsal vazifelerden biridir.
Bu vazifenin verdiği bilinçle Süleyman Akyazı’dan askere uğurlanmaktadır.
Mehmed Niyazi, eserlerini yazarken tarihi olaylara sadık kalmıştır. Aynı zamanda
savaşların sosyal boyutlarına da yer veren Mehmed Niyazi’nin eserlerinin tarih
öğretiminde yardımcı kaynaklar olarak kullanılması, tarih öğretimine renk katacaktır.
Öğrenciler tarihi olayları anlamlandırdıkları ölçüde kavrayabilmekte ve tarihsel şuura
sahip olabilmektedirler. Balkan Savaşları’yla ilgili ders kitaplarında bir iki sayfayı
geçmeyen ve savaşın siyasi akışının ana noktaları salt bilgi olarak aktarılmaktadır.
Bu durumda öğrencinin savaşın tüm boyutlarını ve doğurduğu sonuçları anlaması ve
anlamlandırması zor görünmektedir. “Yazılamamış Destanlar” bu sorunu ortadan
kaldırabilecek nitelikte akıcı ve sade bir eserdir.
Cephede savaş sürerken Anadolu’da da anneler, babalar, kardeşler ve eşler savaşın
diğer bir cephesini oluştururlar. Her gün verilen onlarca şehitten acaba kendi
ailelerinden olan var mı? En ufak dedikodu dahi insanların yüreklerini yerinden
oynatmaya yetiyor. Topal Ali’de kasabadaki dedikoduları duyduğunda hemen
Askerlik Şubesi’nin yolunu tutar. “Abdullahoğulları’ndan Ali oğlu, binüçyüzdokuz
doğumlu Süleyman’ın künyesinin gelip gelmediğini öğrenmek istiyorum” (Mehmed
Niyazi, 2005a, 23).
Uzun süren savaşlar Anadolu’nun ekonomisini de alt üst etmiştir. Đnsanlar bin bir
zorlukla mücadele edip, kıt kanat geçinebiliyorlar. Osmanlıda üretim durma
noktasına gelmiştir. Burada şu hususlara değinmek yerinde olacaktır. Osmanlı
Devleti gerileme ve parçalanma sürecinde siyasi olayların dışında çok önemli
ekonomik sorunlarla da karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan en önemlisi
kapitülasyonlardır. Kapitülasyonlar Osmanlı yerli sanayisinin gelişimine ve yerli
üretiminin durmasına neden olmuştur. Sanayi Đnkılabı ile birlikte de Avrupa ‘da
ucuza üretilen malların Osmanlı piyasasını ele geçirdiğini söyleyebiliriz. Köy ve
kasabalarda çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşanların başına ise vergiler ve bozulan
toprak sistemi bela olmuştur. Mehmed Niyazi, ekonomik bozukluğu da kitabına
119
yansıtmış ve Anadolu’nun içinde bulunduğu durumu tasvir etmiştir. Mehmed Niyazi
(2005a, 23) Anadolu’daki yoksulluğu ve fedakarlığı okuyucuya şöyle aktarmaktadır:
Yıllardan beri üst başlarına bir şey almamışlardı; yamayıp, giyiyorlardı. Gaz, tuz, şeker çoğu zaman bulunamazdı; onlarsız da yaşanırdı. Ayşe’nin bütün derdi Süleyman’a üç-beş kuruş göndermekti. (…) Ayşe’nin hazırladığı bohçayı Mehmet eline aldı. Babasıyla çarşıya gidip bakkala sattılar. Aylardan beri görülmeyen tuz gelmişti; iki okka alarak Mehmet eve döndü. Topal Ali bir miktar çay ve tütün parası ayırdıktan sonra artanını Süleyman’a postaladı.
Mehmed Niyazi, olaylar arasında önemli bağlantılar da vermektedir. Dönemin
önemli olaylarından Trablusgarp Savaşı ilerleyen bölümlerde sıkça dile getirilecektir.
Kitabın ilk bölümlerinde zaman zaman bilgiler Miralay Rıfkı Bey ve Đmam Salih
Efendi aracılığıyla aktarılmaktadır. Anadolu’da kahvehane kültürü çok eskiye
dayanmaktadır. Đnsanlar kahvelerde oturarak dertleşir, sohbet eder, bildiklerini
birbirleriyle paylaşırlardı. Miralay Rıfkı Bey kahve sohbetlerinden birinde:
“…Đsteseydik Balkanlar’da bir tane gayrimüslim bırakmazdık. Dört beş yüzyıldır
sahip olduğumuz topraklardan atılıyoruz. Merhametimizin acısını
çekiyoruz”(Mehmed Niyazi, 2005, 26). Örneğine karşılık Đmam Salih Efendi:
Acaba Balkan topraklarımızın tamamı gayrimüslimlerden arındırılsaydı, güçlendikten sonra Batı ve Rusya saldırıp oraları almak istemeyecek miydi? “Ahalisinin tamamı Müslüman’dır” diyerek o bölgeleri bize mi bırakacaklardı? Đşte Kırım, tamamen Müslüman ve Türk’tü. Ne oldu?” (Mehmed Niyazi, 2005a, 27).
Eser bu tür tartışmalarla okuyucuyu daha da kendi içine çekmektedir. Böylece
okuyucu pasif durumdan kurtarılmakta, aktif kılınmaktadır. Tarihi roman
okuyucusunun bu aktifliği bilgileri karşılaştırma, mantıklı sonuçlar çıkarmasına
yardımcı olmaktadır. Bilgilerin karşılaştırılması zihinsel bir aktivite olduğundan,
tarihsel düşüncenin gelişimine ve eleştirel bakış açısının kazanılmasına yardımcı
olmaktadır.
120
“Yazılamamış Destanlar”ın en dokunaklı bölümlerinden biri Topal Ali’nin
Süleyman’ın şehit olduğu haberini almasıdır. Milletimizin vatan sevgisi her şeyden
önce gelmesine rağmen, evlat acısını bazen tarif etmek mümkün olmayabiliyor.
Ancak yazar bu acıyı, belki de birinci dereceden yaşamış olması ve hala ailesinin bu
acıların verdiği anıları muhafaza etmelerinden, okuyucuya kendi evlatlarını
yitirmişçesine bir hissiyata sevk etmektedir. Tarihin içinde acının, kahramanlığın,
yenilmişliklerin olduğunu okuyucu tarihi romanlar aracılığıyla algılayabilmektedir,
böylece. Bir bakıma roman, tarihe ruh vermektedir. Tarihi olaylarda yer alanların
insan olduğunu okuyucuya aktarmaktadır. Aksi takdirde siyasi tarihin kuru bilgileri,
tarihi insanların yaşadığı olayların ötesinde sanki başka bir dünyaymış ve
gereksizmiş gibi algılanmasına neden olmaktadır.
Topal Ali oğlunun şehit olmasının yanı sıra, düşmanın hızla ilerlemesi ve Edirne’nin
dahi elden çıkmasına kahrolmaktadır.
Yanya, Đskodra, bilhassa Edirne’de kahramanca direnişler olmuştu; ne yazık ki yeterli yardım gönderilemediğinden birer birer düşmüşlerdi. Edirne’nin düşman eline geçtiğini öğrenince Topal Ali’nin Süleyman’ına duyduğu acı daha da arttı. Günlerce aynı cümleyi zihninde evirip çevirdi “Ah oğlum! Sen gittin; Edirne de gitti! Bari orası elimizde kalsaydı!.. (Mehmed Niyazi, 2005a, 36).
Edirne’nin elden çıkması ve Bulgarların Çatalca’ya kadar ilerlemeleri üzerine
Osmanlı Devleti, Mayıs 1913’te Balkan devletleriyle Londra Antlaşması imzalamak
durumunda kalmıştır. Böylece Osmanlı Devleti, Midye-Enez hattının batısında kalan
tüm toprakları kaybetti.
Osmanlı Hükümeti’nin Ege Adaları ile Edirne’yi Balkanlı devletlere bırakmamak konusundaki tutumu nedeniyle Londra Konferansı uzamış; ancak yapılacak başka bir şey olmadığı için, Kamil Paşa başkanlığındaki Osmanlı Hükümeti, şartları kabul etmeyi kararlaştırdığı günlerde Đstanbul’da “Bâb-ı Âli Baskını” diye anılacak olan ve hükümet değişikliğiyle sonuçlanan darbe olmuştur. Đttihat ve Terakki Partisi’nin başta Enver Paşa olmak üzere bir grup subay, fedai takımı ve halktan oluşan taraftarları, Balkan Savaşı’ndaki başarısızlıktan mevcut hükümeti sorumlu tutmuş ve hükümet binasına yaptıkları bir baskınla Kamil Paşa Hükümeti’ni istifa ettirmişlerdir. Bâb-ı Âli Baskını olarak siyasî tarihimize geçen bu olayla Đttihat ve
121
Terakki Partisi, iktidarı tam anlamıyla ele geçirmiş ve kendi mutlak otorite ve hakimiyetlerini kurdukları Đttihat ve Terakki Partisi Dönemi başlamıştır (farabi.selcuk.edu.tr, 2002).
Yukarda da değinildiği gibi Osmanlı da önemli bir olay cereyan etmektedir. Yıl
1913, bir yandan Balkanlarda kaybedilen topraklar, diğer yandan milletin içinde
bulunduğu sefalet Osmanlının başkentinde tarihe Bab-ı Ali baskını olarak geçen
Đttihat ve Terakki Partisi’nin Enver Paşa öncülüğünde iktidarı ele geçirmesi olayı
gerçekleşmektedir. Mehmed Niyazi (2005a, 41-42), bu durumla ilgili gelişmeleri
şöyle aktarmaktadır:
Đttihat ve Terakki’nin Nuruosmaniye’deki merkezinden Enver Bey ata binip Bab-ı Ali’ye yürümüş. Yanında Yakup Cemil, Mümtaz, Mustafa Necip gibi silahşorlar de bulunuyormuş. Daha önce de Talat Bey ve bazı arkadaşları hoca kılığına girmişler ve Bab-ı Ali’ye yakın yerlere sızmışlar. Enver Bey’in yanında sarıklılarda varmış. Ellerinde bayraklarla tekbir getirerek yürürlerken çevreden de katılmalar başlamış. (…) Soğukkanlılığını hiç kaybetmeyen Kamil Paşa’ya Enver Bey, “Paşa Hazretleri, millet sizi istemiyor, istifa ediniz” demiş. Kamil Paşa hiçbir şey söylemeden bir süre Enver Bey’i süzdükten sonra Padişah Efendimize hitaben, mecbur bırakıldığı gerekçesiyle istifasını yazmış. Talat Bey müdahale ederek, çekilme izni istirhamına “Ahali ve asker tarafından vaki arzu üzerine” kaydını koydurtmuş. Kamil Paşa’nın istifasını alan Enver Bey saraya gidip Padişah Efendimize sunmuş, aynı gün Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığa tayin edilmiş.
Eser, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu bir bütün halinde ele almakla
önemini artırmaktadır. Tarihi olaylar incelenirken tüm boyutlarıyla ele alınması
durumunda, olayın anlaşılır hale gelmesine katkıda bulunmaktadır. Nitekim tarihsel
olaylar tek bir nedenden dolayı ortaya çıkmadıkları gibi sonuçları bakımından da
birden fazla sonuç doğurabilmektedirler. Eserin Osmanlı toplumunun ekonomik
yapısını, sosyal yapısını ve siyasi yapısını birlikte vermesinin eğitim-öğretim
aşamasındaki öğrencilerin konunun geçtiği dönemi daha iyi algılamasına ve
günümüz ile karşılaştırmasına neden olacak ve milli şuurun daha da kuvvetlenmesine
yardımcı olacaktır.
122
Yazar eserinde dönemin önemli bir özelliği olan fikir ayrılıklarına da yer
vermektedir. Tarihi olaylara tek bir pencereden bakamayız. Yani sahip olduğumuz
önyargılarımız ya da mevcut düşüncelerimizi doğrulayan tarih konulu eserlerde bir
eksikliğin olduğu muhakkaktır. Bu eksikliği gidermenin en doğru yolu ele aldığımız
konunun geçtiği dönemle ilgili tüm gerçekleri yansıtabilmekten geçmektedir.
Mehmed Niyazi (2005a, 43), Bab-ı Ali baskınının eleştirisini Đmam Salih Efendi
aracılığıyla dile getirmektedir.
Đttihatçılar Trakya’nın, Edirne’nin elden gidişini bahane ederek ayaklandılar. Halbuki Kamil Paşa Edirne ve çevresine müstakil bir statü vermeye ve bunu büyük devletlere kabul ettirmeye çalışıyordu. Başarılı olması da yakındı. … Đttihatçılar Londra barış projesini imza ediyorlar. Midye-Enez hattının ötesini bırakıyorlar. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum.
Ülkenin birlik ve bütünlük içinde geliştirilmesi, refaha kavuşturulması o dönemin
vatanseverlerinin ideali olduğu gibi günümüz insanının da idealini oluşturmaktadır.
“Birlik dirliktir, deriz; birlik isteriz; fakat bu birliğin kendi başkanlığımızda
gerçekleşmesinin peşindeyiz. …Başımızda kim olursa olsun deyip, el ele versek ne
olur. Eskiden değişik ayrılıklar vardı; şimdi de fırkacılık bunlara eklendi” (Mehmed
Niyazi 2005a, 43). Yazar burada söyledikleriyle okuyucuya mesaj vermektedir. Bu
mesajın algılanmasını önemli buluyoruz. Çünkü günümüzün önemli siyasal ve
toplumsal sorunlarından biride duyarsızlıktır. Bireyselleştirilmiş bir yaşam tarzı
insanlara kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Bu bireyselleştirilmiş yaşam tarzında
gündelik yaşamın getirdiklerinin ötesinde, çok fazla şey aranmamaktadır. Günümü
nasıl daha eğlenceli geçirebilirim anlayışına sahip bireylerin her hangi tarihsel,
sosyal, ekonomik ya da siyasal sorunla karşı karşıya kaldıklarında kendilerini bir
çözümsüzlüğün içinde bulduklarını, çözümsüzlüklerin kendini hep yeniden üreterek
sonuçta bir bireysel bunalıma; bu bireysel bunalım da toplumsal bir bunalıma neden
olduğunu söyleyebiliriz.
19. yüzyılın başlarında birliğini tamamlayan Đtalya, sömürgeci bir politika izlemeye
yönelmiştir. “Eski Roma Đmparatorluğu’nun sahip olduğu toprakları yeniden ele
geçirmek isteyen Đtalya, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de kontrolü ele geçirmek
istemiştir” (Akyüz Y. ve diğerleri, 1997, 35). Bu hedeflerine ulaşmak amacıyla
123
Osmanlı Devleti’nin güçsüz durumunu da göz önünde bulundurarak Trablusgarp’a
saldırmıştır. Mehmed Niyazi “Yazılamamış Destanlar”ın konusunu Đkinci Balkan
savaşları sırasında cereyan eden olaylar olarak belirlese de, döneme damgasını vuran
tarihi şahsiyetlere ve bu tarihi şahsiyetlerin faaliyetlerine de geniş yer vermektedir.
Bu da konuyu daha anlaşılır kılmaktadır. Bu şahsiyetlerin başında gelenler, özellikle
Enver Bey1 ve Eşref Bey’dir2. Bu kahramanlar Trablusgarp’ı Đtalyanlara karşı
1Enver Paşa (Asıl adı: Đsmail Enver): 22 Kasım 1881 Đstanbul'da doğdu - 4 Ağustos 1922 Tacikistan'da öldü, Osmanlı askeri ve politikacısı, Turancıdır. Soğukçeşme Askeri Rüştiyesinde öğrenim gördü. Harp okulunu 1899'da piyade teğmeni olarak bitirdikten sonra, 1902'te kurmay yüzbaşı olarak Harp Akademisinden mezun oldu. Selânik'teki üçüncü ordunun emrine girdi. 1906'da binbaşı oldu. Đttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasına katıldı. Bu topluluk içinde tutunup, kendini sevdirdi. II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde önemli rol oynadı. Makedonya Genel Müfettişliği ve Berlin Ateşemiliterliği gibi görevlerde bulundu. 31 Mart olayında Hareket Ordusuna katıldı. Đşkodra mutasarrıfı ve cephe komutanı olarak Đtalyan saldırısına başarıyla karşı koyan Enver Paşa, 1912'de yarbay oldu. 23 Ocak 1913'te Đttihat ve Terakki tarafından düzenlenen Babıali baskınına katıldı. Sadrazam Kamil Paşanın istifasını sağladı. Böylece Đttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı ele geçirmesinden sonra, Edirne'nin kurtarılmasında önemli rol oynadı. Bu başarısından sonra albaylığa ardından da tuğgeneralliğe yükselen Enver Paşa, 1914'te de 33 yaşında Sait Halim Paşa hükümetinde Harbiye nazırı oldu. Şehzade Süleyman'ın kızı Naciye Hanım ile evlendi. Orduda bazı düzenlemeler yapan Enver Paşa, Fransız modeli yerine Alman stilini uyguladı. Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşına Almanların yanında katılmasında en etkin rolü oynayan kişiydi. Edirne'nin geri alınmasını sağlayan, beklenmedik şekilde ani ve beklenmedik saldırıya dayalı askeri strateji anlayışıdır. Rusya'nın Kafkaslardan saldırması üzerine Sarıkamış harekatını düzenlemiş ve 90 bin askerin ölmesine neden olmuştur. Savaşının Osmanlı Đmparatorluğunun yenilgisi ile sonuçlanmasından sonra Đttihat ve Terakki partili arkadaşlarıyla birlikte bir Alman denizaltısıyla yurt dışına kaçtı, önce Odessa'ya, oradan da Berlin'e gitti; daha sonra Rusya'ya geçti. Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine katılmak istediyse de kabul edilmedi. 1920 Eylül'ünde Bakü'de Doğu Ulusları toplantısına katıldı ve Batum'da Türkiye Şuraları Partisini kurarak Türkistan'ı kurtarma hareketini başlattı. Turan Kağanlığı'nı kurmak için büyük uğraşlarda bulundu. 4 Ağustos 1922'de Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında bir çarpışmada mitralyöz kurşunlarıyla öldürüldü ve Çeğen köyüne defnedildi. 2 Eşref Sencer Kuşcubaşı ( 1873) 1873 yılında Đstanbul'da doğdu. Kafkasya'dan göç etmiş Sencer adlı bir Vubih ailesinden olan, Sultan Abdülaziz'in kuşcubaşısı Mustafa Nuri Bey'in oğludur. Harb Okulunun son sınıfında iken Yeni Osmanlılar'la ilişkisi olmakla suçlanarak Hicaz'a sürüldü. Buradan kaçarak Hindistan'a ve Avrupa'ya geçti. Sürgündeki Jön Türklerle işbirliği yaptı. Rumeli'de gizli Đttihat ve Terakki Cemiyeti'nin örgütlenmesinde çalıştı. Meşrutiyetin ilanından sonra da, Đmparatorluğun kaderine hakim olan bu partinin militan kadrosu içinde yer aldı. Balkan Savaşı'nın ikinci devresinde Bulgar'ları yenerek Edirne'yi kurtaran kuvvetlerin başında idi. Gönüllü kuvvetleriyle Batı Trakya'yı da ele geçirdi ve bunu da şeklen bağımsız bir Batı Trakya Đslam Cumhuriyeti kurdu (1913). Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularındandır. Bu örgütün başkanı olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kafkasya sınırlarında, Türkistan'da, Arabistan ve Kuzey Afrika ülkelerinde çeşitli eylemleri yönetti. Yemen'deki Osmanlı kuvvetlerine para ve mühimmat götüren bir kafilenin başında iken yaralanarak Đngiliz'lerin eline düştü ve Malta adasına sürüldü. Mondros Mütarekesinden sonra Đstanbul'a döndü. Milli Mücadeleye ilk katılanlardan biriydi. Đstanbul'daki Đlk direniş örgütlerinde, Kocaeli'nde ve Ege'de
124
gönüllü olarak ve kahramanca savunmuşlardı. Mehmed Niyazi (2005a, 45-46),
gelişmeleri şöyle aktarmaktadır:
Đtalyanların Trablus-Garp’ı işgaline hükümetimiz resmen müdahale etmek istememişti; zira müdahalemizle hiçbir sonuç alınamayacak, sadece güçsüzlüğümüz anlaşılacak, bu da yeni belalar davet edecekti. Genç subaylardan Enver Bey ile Eşref Bey, daha bir avuç vatan evladı izlenen siyaseti içlerine sindirememişlerdi. Savaşlarda galibiyet ve mağlubiyette vardı; elden gelen yapılmalıydı; vatan parçası savaşsız verilemezdi. … [Enver Bey ile Eşref Bey] kılık değiştirip, sahte pasaportlarla Trablus-Garp’a varmışlar. Çocukluğunu Arap Yarımadası’nda geçiren Eşref Bey lisanlarını bütün lehçeleriyle bildiği gibi, o diyarlarda sayısız dostları da bulunuyormuş. Şeyh Sünusi onlara sahip çıkınca karşı koymaya başlamışlar. … Balkan Savaşı’ndaki bozgun üzerine Harbiye Nazırı, Enver Bey’i Đstanbul’a çağırmış. O da gelip durumun fecaatini görünce Eşref Bey’e hemen gelmelerini bildirmiş.
Birinci Balkan Savaşı’nın durulduğu sıralardır. Topal Ali, Süleyman’ın acısını
unutmadan ikinci oğlu olan Mehmet askere alınmaktadır. Mehmet kendi tertibi
olanlarla birlikte gözyaşları arasında ve dualarla askere gönderilir. Mehmed
Niyazi’nin de eserinde belirttiği gibi Anadolu’da o dönemde olduğu gibi, günümüzde
de askere alınacak olanlar akrabalar, komşular hata tanımayanlar dâhil tarafından
dualarla yolcu edilir. Uzun süren ve çok sayıda şehidin verilmesi anna- babaları,
akrabaları v.s. tedirginlik içine soktuğundan, gözyaşlarıyla askerler yolcu
edilmektedir.
Mehmet geldiği birliğinde uzun boylu, haşmetli, zenci bir askerle karşılaşmakta ve
bu askere karşı büyük hayranlık duymaktadır. Bu şahıs Zenci Musa’dır. Musa Eşref
Bey’in emir eridir.
Kuvayı Milliye'nin örgütlenmesinde rol oynadı. Kuvayı Seyyare'nin T.B.M.M. güçleri tarafindan tasviyesi sırasında o da Yunan işgal bölgesine geçmek zorunda kaldı (1921). Burada da T.B.M.M. Hükümeti'ne karşı bazı eylemler içine girdiğinden Lozan Anlaşmasi'ndan sonra 150'likler listesine dahil edildi ve Türkiye'ye girmesi yasaklandı (1924). Uzun süre çeşitli ülkelerde yaşadıktan sonra 1938 yılında çıkarılan af yasasından yararlanarak Türkiye'ye döndü. Đzmir yakınlarındaki çiftliğinde bir süre yaşadıktan sonra orada öldü.
125
Aslen Sudanlı; ailesi Mısır’a gelip yerleşmiş. Daha sonra babası Girit’e göçmüş. Musa Girit’te doğmuş. Üç dört yaşında iken Mısır’a dedesinin yanına gelmiş, orada büyümüş. Mahallesi Türk olduğundan Türkçe’yi de öğrenmiş. Duymuş ki Trablus-Garp’ta Đtalyanlarla Müslümanlar savaşıyor; tüfeğini kapıp koşmuş. Sadık, kahraman, terbiyeli, dikkatli, halis bir mü’mindir (Mehmed Niyazi, 2005a, 60).
Cem Sökmen (2007) ise, “Mazlum Milletlerin Vicdanı: Zenci Musa” adlı yazısında
şu hususları belirtmektedir:
Mehmed Akif Ersoy’un “Eşref Bey’in emireri Zenci Musa , Omuzundan arşa yükseldi nebi Đsa..” diyerek Safahat’ına dahil ettiği Zenci Musa sadece Safahat’ta değil hepimizin gönlünde başköşede ağırlanmaya layık bir kahramandır. … Zenci Musa, Trablusgarp’tan Balkan Savaşına, Çanakkale’den Kudüs’e, Yemen’den Đstiklal Harbine kadar yangın neredeyse oraya koşmuş bu millet için canla başla mücadele etmiş bir yiğitler sultanıdır.
Mehmet askere alındıktan sonra, kışlada pekte alışık olmadığı bir durumla
karşılaşmaktadır. Kendilerinden daha yaşlı, sivil kıyafetli gruplar askeri birlikte
bulunmaktadır. Mehmet ve arkadaşları gruplara ayrılarak gönüllü birliklerine
katılmaktadırlar. Gönüllü kuvvetlerin genel kumandanı Eşref Bey’dir. Bu gönüllü
grupları içinde en çok dikkati çeken Van Gönüllüleri’dir. Van Gönüllüleri’nin
başında Đslam dünyasının saygın âlimlerinden Said Nursi bulunmaktadır. Bu
gönüllüler daha çok Said Nursi’nin öğrencilerinden oluşmaktadır. Diğer gönüllü
gruplarda ise Đslam dünyasının farklı bölgelerinden katılımlar mevcuttur.
Burada tarihte her zaman çok önemli bir fonksiyon olan din faktörünü irdelemek
gerekmektedir. Sudanlı Zenci Musa’yı, Girit’li Mamaka Mustafa’yı, Said Nursi’yi
bir araya getiren neden veya nedenler nelerdi? Mehmed Niyazi (2005a; 57–58), Said
Nursi’den şunları aktarmaktadır: “… Kara gün hepimizindir. Böyle bir günde din ve
devletin hizmetinde bulunmayacağız da ne zaman bulunacağız? … Ceddimize
olduğu gibi orada kalan kardeşlerimize de vecibelerimiz vardır.” Osmanlı Devleti,
bütün dinlere ve milletlere hoşgörülü davranmıştır. Yüzyıllarca birçok dini inanış ve
farklı milletler bir arada yaşamayı başarmışlardır. Ancak şunu da kolaylıkla
126
söyleyebiliriz. Osmanlı toplumunu bir arada tutan, özellikle Anadolu, Arap
Yarımadası, Kuzey Afrika, Balkanların önemli bir kısmı, din faktörüdür. Osmanlının
çöküş zamanında, topraklarımızın hızla elde çıkmasının karşısında Müslüman halk,
yurtlarını savunmayı aynı zamanda dini bir görev olarak algılamıştır. Anadolu’da
hala söylenen bir takım görüşler vardır. Bunlar: “Memleket gâvurun eline geçecekti”,
“Dinimiz elden gidiyordu” gibi sözlerdir. Düşmanın nereden geldiği, milletinin ne
olduğu önemli değildi. Önemli olan memleketimizin ve dinimizin kurtarılmasıydı.
Bu durumun en iyi örneğini, Birinci Dünya Savaşı’nda Đtilaf Devletleri’ne karşı
verdiğimiz Çanakkale Muharebesi’nde ve Kurtuluş Savaşı’nın tüm cephelerinde
görebilmekteyiz. Çanakkale’de yurdun dört bir yanından gelip şehitlik mertebesine
ulaşan insanımız; aynı düşünce ve duyguyla Kurtuluş Savaşı’nda kanını dökmüştür.
Bu duygu ve düşünce Enver Bey, Eşref Bey, Said Nursi, Mamaka Mustafa, Zenci
Musa ve daha nicelerini gönüllü olarak bir araya getirebiliyordu.
Osmanlı Devleti, Enver Bey ve Eşref Bey başta olmak üzere Trablus-Garp’ta
yaptıkları kahramanlıklara özenerek “Milli Kuvvetler” adı altında gönüllü birlikler
oluşturmaya çalışmıştı. Ancak bu kuvvetler daha çok mahkûmlar ve serserilerden
oluşturulmuştu. Bu durumda bu birliklere gönüllü demekte doğru değildir. Çünkü
bunlar içinde bulundukları durumdan kurtulmak isteyen ve vatana hizmet etmeleri
gerekirken suç işleyen kişilerden oluşmuş. Zamanla Osmanlının başına dert olacak
olan bu gruplardan kurtulmak için Nazın Paşa, Eşref Bey’den yardım isteyecektir.
…Rum köylerine saldırmışlar, rezalet çıkarmışlar. Adi hareketleri buradaki büyük devletlerin elçilerine koz verdi; Đstanbul’u işgal etmezlerse, büyük katliamlar olacağını söylemeye başladılar. Bu da bizi bir an önce anlaşma yapmaya, Edirne ve çevresini fedaya zorluyor (Mehmed Niyazi, 2005a, 65).
Osmanlı görevlilerinin bu tutumuna karşılık Eşref Bey askeri bilgisi ve mantıklı
çözümlemeleriyle, bu kuvvetlerin de vatan için hayırlı hale getirilmesini
sağlamaktadır. “Bu güruhu sıkı bir incelemeye tabi tutacağız. Islah edilmeyecekleri,
beceriksizleri ayırıp, askeri yolların yapılması için ‘Amele taburları’ kurarak
başlarına eli kamçılı insanlar vereceğiz. Đşe yarayabilecekleri birliklerimize
katacağız” (Mehmed Niyazi, 2005a, 65). Selim Sami Bey ile Cihangiroğlu Đbrahim
127
Bey bu kuvvetleri sıkı bir elemeden geçirdikten sonra, büyük kısmını askeri yolların
yapımına; işe askeri anlamda yarayacakları da Yıldız, Taksim ve Metris kışlalarında
sıkı talime tabi tutmuşlardır.
Birinci Balkan Savaşı, Londra Antlaşması’yla sonuçlanmıştı. Ancak Bulgarlar
Londra’da alınan kararlara uymada üzerlerine düşen vazifeleri yerine
getirmemektedirler. Bulgarlar, antlaşmada belirlenen Midye-Enez hattına
çekilmemişler ve Đstanbul yakınlarında bulunan Muradlı Tepeleri’nde
mevzilenmişlerdi. Bu arada Balkan Devletleri Osmanlıdan aldıkları toprakları kendi
aralarında paylaşamamışlar ve Balkanlar’da yeni yeni kargaşalar ortaya çıkmaya
başlamıştır.
Özellikle Makedonya’nın paylaşılması konusunda Balkan devletleri arasında anlaşmazlık çıktı. En büyük payı Bulgaristan almıştı. Bunu kendileri için tehlike gören Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ, Romanya’yı da yanlarına alarak Bulgaristan’a savaş açtı. Bu durumda Bulgarlar bütün cephelerde yenilmeye başladı. Bu fırsattan yaralanmak isteyen Osmanlı Devleti, Balkan devletlerine savaş açtı. Enver Bey komutasındaki Osmanlı birlikleri Kırklareli ve Edirne’yi Bulgarlardan geri aldılar. Bu oldubittiyi kabul eden Bulgarlar barış isteğinde bulundu. (Kalaycı, 2000, 17-19).
Yukarda aktardığımız paragraflar ilköğretim sekizinci sınıfların “T.C. Đnkılâp Tarihi
ve Atatürkçülük 8” ders kitabından alınmıştır. Ders kitabında bilgiler son derece
sınırlı ve yüzeysel aktarılmıştır. Temel siyasi noktaların belirtilmesi yeterli
görülmüştür. Osmanlıda ne tür olayların cereyan ettiğini, meydana gelen olayların
altında yatan temel nedenlerin neler olduğu, düşman eline geçen toprakların
kurtarılması sırasında yaşanan sosyal, ekonomik durumun ne olduğu ile tüm bunların
savaşı nasıl etkilediğine değinilmemektedir. Yine topraklarımızın kurtarılmasında
çok önemli bir işlevde bulunan, aslında bir düşüncenin de ifadesi olan gönüllü
kuvvetlerden ve Eşref Bey’den hiç söz edilmemektedir.
Öğrencilerin bu yüzeysel bilgilerle, işlenen konuyu anlamlandırması ve anlaması
mümkün görünmemektedir. Oysaki yakın tarihimiz, gelecek kuşakların siyasi,
128
kültürel ve iktisadi yaşamını belirlemede hala çok önemli bir fonksiyona sahiptir.
Bugün Balkanlar’da önemli miktarda Türk ve Müslüman nüfus yaşamaktadır. Bu
insanlarla münasebetlerimiz bulunmakta ve gelecek umutlarımız da, bu insanlarımız
da aynı şekilde bulunmaktadır. Yapılan savaşların yurt içinde ve yurt dışında kalan
din kardeşlerimiz ve soydaşlarımız için ne ifade ettiğine değinmeden geçmek, tarihi
görmezlikten gelmek demektir. Tarih, kendisinde vukuu bulan her türlü olayla bir
bütün olarak tarihtir. Bir bütün olarak tarihi ele almadığımız takdirde işlediğimiz
konuyu eksik bırakırız demektir. Toplumdan, toplumun yaşam tarzından, ne yenip ne
içildiğinden haberi olmayan tarihin milli şuur oluşturma gibi bir hedefinin
olamayacağı gibi, eleştirel düşünceyi ve tarihsel düşünce ve tarihsel bilincin
oluşmasına da katkısı olmayacaktır.
Yukarda ders kitabından aldığımız konuyu Mehmed Niyazi (2005a, 66) ise, şu
şekilde aktarmaktadır:
Balkan devletleri aldıkları yerleri paylaşmakta anlaşamıyorlardı, onların bu durumundan hükümette yararlanmayı düşünemiyordu. Çünkü en alt kademelerine kadar politik kavgaların girdiği, hatta partisine göre şapka giyen subayların kumanda ettiği ordudan ümidi yoktu. Bulgarların bir taarruzunda ordunun ne kadar direneceği belli olmadığından hükümet savaşın alevlenmesinden de endişe ediyordu. Memleketin iç işleri de acil ıslahat gerektirdiğinden hariciye nazırlığını da elinde bulunduran Sadrazam Said Halim Paşa, her ne pahasına olursa olsun, bir an önce savaşı sona erdirmek istiyordu. Mali sıkıntı had safhada idi; maaşlar verilemiyordu. Muhaliflerin Bodrum ve Sinop kalelerine sürülmeleri, uygulanan katı sansür, görünüşte huzur sağlamıştı. Ama sefaletin katı pençesinde için için kaynayan halk her an patlayabilirdi. Hükümet elden çıkan bütün toprakların vatandan ayrılışına kendini hazırlamıştı. Sadece Bab-ı Ali baskınına iştirak eden genç subaylar Bulgarların Edirne’ye kadar değilse bile, Londra Antlaşması’nda kabul edilen Midye-Enez hattına çekilmelerini istiyorlardı.
Bundan sonraki süreçte, başta Enver Paşa ve Eşref Bey olmak üzere vatanseverlerin,
hükümetin tavizkar ve çekingen tavırlarına pekte aldırış etmeden doğru bildiklerini
okuduklarını görmekteyiz. Đstanbul önlerinde en uç noktada bulunan Onuncu
Kolordu’nun Kurmay Başkanlığını Enver Paşa yürütmekteydi. Hükümettin en
129
çekindiği durum Enver Bey ve gönüllülerin liderliğini yürüten Eşref Bey’in saldırıya
geçmesiydi.
Bu arada Đstanbul’da birçok devletin gizli servisinin çalışma yürüttükleri bir yer
olmuştu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın3 ele geçirdiği, Alman gizli servisi tarafından yazılan
rapor, Enver ve Eşref beylerin izlendiğini ortaya koymaktadır.
Ele geçen bu rapor gizli servislerin çalışmaları hakkında onlara bir fikir vermişti. Eşref Bey’in kurduğu ve başkanlığını yaptığı Teşkilat-ı Mahsusa daha da güçlendirilmeliydi. Tutulan bir daire merkez haline getirildi, yardımcısı Süleyman Askeri bütün gününü bu dairede geçiriyor, gelen bilgileri değerlendiriyor, Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanlarını yönlendiriyordu (Mehmed Niyazi, 2005a, 68).
3Teşkilât-ı Mahsusa, 1913 yılında Sultan Mehmet Reşat'ın yayınlanmayan ve resmi olmayan bir fermanıyla Savaş Bakanlığı (eski adıyla Harbiye Nezareti) bünyesinde Đttihat ve Terakki tarafından kurulan Osmanlı Devleti'nin ilk gizli haber alma örgütüne verilen addır. Örgütün ilk daire başkanı Süleyman Askeri Bey, ikinci başkanı Ali Başhampa, son başkanı Hüsamettin Ertürk'tür. Misyonu Arap ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele etmek idi. Kurulma amacı Osmanlı Devleti'nde dağılma döneminde Ortadoğu üzerinde odaklanan yabancı haber alma faaliyetlerinin izlenebilmesi için bireysel bazda ve sınırlı nitelikte sürdürülen haber alma çalışmalarının bir merkezden organize biçimde yürütülmesine duyulan ihtiyaçtır. Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağılmıştır. Örgütün kurumsallaşması Balkan Savaşı'ndan sonra ivme kazanmıştır. Örgüt çoğunlukla iktidarı devirmeyi planlayan ve düşmanla işbirliği içerisinde olan güçleri bastırmakta kullanılmıştır. Örgütün, resmi kuruluş tarihi 1913 yılı olsa da, Enver Paşa komutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir. Enver Paşa savaş bakanı (Harbiye Nazırı) olmasından kısa bir süre sonra Teşkilât-ı Mahsusa'yı resmi statüsüne kavuşturmuş, dönemin yetenekli subaylarını örgüte üye yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu subaylar Kafkasya, Mısır ve Mezopotamya'daki özel askeri operasyonlarda kullanılmışlardır. 1915 yılındaki Süveyş Kanalı operasyonu buna bir örnektir. Bu operasyonda özel birlikler Osmanlı ordusunun ileri uçlarındaki vahaları ele geçirip tampon bölge oluşturmuşlardır. Birinci Dünya savaşında Arabistan, Sina Yarımadası, Yemen ve Kuzey Afrika'daki özel operasyonları örgütün efsanevi ismi Kuşçubaşı Eşref Bey (Eşref Sencer Kuşçubaşı) idare etmiştir. Örgütün haber alma alanındaki alt yapı ve tecrübe eksikliğiyle beraber savaş yıllarının ekonomik koşulları örgüt üyelerini istihbarat çalışmalarından çok çatışmalara yöneltmiştir. Teşkilatla ilgili tek akademik araştırmanın yazarı Philip Stoddart, birimin zirvede olduğu dönemde, örgüte kayıtlı 30 bin üye bulunduğundan bahsetmektedir. Stoddart'a göre, Teşkilat-ı Mahsusa, Ermenilerin sınır dışı edilmesinde herhangi bir rol oynamamıştır. 14 Kasım - 23 Kasım 2005 tarihleri arasında Yeni Şafak gazetesinde Abdullah Muradoğlu tarafından Teşkilât-ı Mahsusa hakkında 10 bölümlük bir yazı dizisi yayınlanmıştır. Bu yazı dizisine göre Teşkilât-ı Mahsusa'da görev yapmış ünlü kişilerden bazıları şunlardır: Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı, Teğmen Yakup Cemil, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musallimi, Ismail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey, Şerif Burgiba, Arabistan'da Ibnür Reşit, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay (16).
130
Hükümet Đstanbul’u tehdit eden Bulgar toplarından tedirgindi; bir an önce Bulgarların Londra Antlaşması’nda kabul edilen Midye-Enez hattına çekilmelerini istiyordu. Fakat onlar buna yanaşmıyorlar, Muradlı tepelerini ellerinden bırakmıyorlardı. Hükümet, Başkumandan vekili Ahmet Đzzet Paşa’ya Londra Antlaşması’nda kabul edilen sınıra ordunun yürümesini bildirdi ise de Ahmet Đzzet Paşa hükümetin bu kararının Bulgar kumandanlığına ileterek hududun tesbitine yetkili memurların gönderilmesini istedi. Bu istek karşısında Bulgarların tutumu sert oldu; böyle bir isteği dahi savaş ilanı sayabileceklerini büyük devletlere bildirince, Ahmet Đzzet Paşa hareketsiz kaldı. Bunun üzerine Enver Bey’in gayreti daha çabuk sonuç verdi; Ahmet Đzzet Paşa’ya Eşref Bey’in beklediği kararı tebliğ ettirdi. Eşref Bey, gönüllüleriyle, Enver Bey’in kurmay başkanlığını yaptığı Onuncu Kolordu’nun içinde müstakil bir tümen olarak yerini alacaktı (Mehmed Niyazi, 2005a, 73).
Đstanbul’daki siyasi istikrarsızlık ve düşmana karşı tavizkar tutum sürerken Enver
Bey ile Eşref Bey kararlılıklarını ve hazırlıklarını sürdürmektedirler. Bu arada
Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi karmaşa, zihinsel bulanıklık bazı gönüllü
kuvvetleri de etkilemeye başlamış ve sol cenahın ileri öncü taburunun kumandanı
Keçe Bekir, Makedonya Taburu’nu da yanına alarak isyan etmiştir. Cihangiroğlu
Đbrahim ve Eşref Bey’in kardeşi Selim Sami’nin başarılı taktikleriyle Keçe Bekir’in
kuvvetleri kuşatılarak isyana son verilir.
Görüldüğü gibi siyasi çalkantılar bazen vatanın, ülkenin çıkarlarıyla ters
düşebilmektedir. Oysaki siyasi fikirlerin amacı öncelikle kendi yurdunu ya da
dünyayı daha güzele, daha refaha ulaştırmaktır. Ancak insan faktörü önemlidir.
Kişisel çıkarların ya da yönlendirmelerin olduğu durumlarda siyasi fikirler ya da bazı
siyasi fikirleri benimseyenler gerçek amaçlarından sapabilmektedirler. Bu dönem
Osmanlı Devleti’nde de birçok siyasi fikir insanların zihinlerini kurcalamaktadır.
Ancak bu fikirler bazen vatandaşlar arasında bazen de ordu da ayrışmalara, kavgalara
sebebiyet vermiştir. Birinci Balkan Savaşı’nın kaybedilmesindeki önemli
sebeplerden biri de subaylar arasındaki fikir ayrılıklarının çok belirgin hale
gelmesidir. Oysaki bir ülkenin savunma gücünde kurumsal anlamda fikir ayrılığının
olmaması gerekmektedir.
131
Anadolu’da, Đstanbul’da yurdun her yanındaki vatandaşlar savaşlar, yenilgilerden
dolayı son derece huzursuz durumda. Savaşlar sadece cephede değil asıl etkisini
cephenin gerisinde göstermektedir. Evlatlarını bekleyen anne babalar, ekonominin
bozulması, devletin halka ulaşmasının zorlaşması gibi durumlarla karşı karşıya
kalınabilmektedir. Eşref Bey’in gönüllü kuvvetlerinin halk arasından ilerleyip batıya
hareket etmesi, bu gönüllüler arasında genç yaşlı her yaştan vatanseverin bulunması
halkı heyecanlandırmıştır.
Gönüllüler ilerlerken Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa, Enver Paşa, Eşref Bey, Selim
Sami, Cihangiroğlu Đbrahim Kumburgaz’da Kolordu Karargahı’nda toplanıp durum
değerlendirmesi yaparlarken Hurşit Paşa’nın tedirgin olduğu şu sözlerden
anlaşılmaktadır: “Evlatlarım, düşmanı Muradlı Tepelerinden söküp, Midye-Enez
hattına çekemezsek, her an Đstanbul’u işgal edebilir. Başarısız olmamızla da
Đstanbul’u işgal etmesi için eline fırsat vereceğiz. Çok tehlikeli bir oyuna başlıyoruz”
(Mehmed Niyazi, 2005a, 77).
Buna karşılık Enver Paşa, Eşref Bey, Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim son
derece kararlı ve inançlı davranmaktadırlar. Bu inanç karşısında artık plan
yapmaktan başka yapılacak bir şey yoktur. Düşmanın Muradlı Tepelerinden atılması
planları Enver Paşa ve Eşref Bey tarafından yapılır. Đlk saldırıyı Selim Sami
yapacaktır.
Đnsanı zor durumlardan kurtaran en önemli unsurlar inanç ve güvendir. Bu durum
devletler için de geçerlidir. Enver Paşa, Eşref Bey ve etraflarında herkesin bir inancı
vardı, düşman yurttan uzaklaştırılabilirdi. Düşmanı yurttan uzaklaştırma inancı bu
insanlara önemli ölçüde özgüven vermiştir. Yeter ki hükümet ya da merkezden engel
olunmasın. Bu inancın en önemli simgelerinden biri Mehmet Baba’dır. Mehmet
Baba doksanlı yaşlarında, Uşak gönüllüleri ile birlikte cephede yer almaktadır.
Doksan yaşında olan Mehmet Baba ileri yaşına rağmen gayreti, çırpınışıyla insanı
duygulandıran bir karakter çizmektedir. Mehmet Baba’nın gönlünde ve zihninde hep
şu vardı: “Ya Đlahi, Edirne Kalesi’ne şanlı bayrağımızı çekmeyi bana nasip eyle,
orada da emanetini teslim al”.
132
Said Nursi ise daha önce de değindiğimiz gibi bu kahramanlık destanında
anlatılamaz bir yere sahiptir. Bir ilim insanının talebelerini toplayıp gönüllü olarak
cepheye, savaşa katılması herkese hem çok önemli bir manevi güç vermiş hem de
çok önemli bir savaş desteği sağlamıştır. Said Nursi’nin talebelerine seslenişini
Mehmed Niyazi (2005a, 82), şöyle aktarmaktadır:
Evlatlarım, Bedir ilk iman savışıdır. Đman cephesinde baba, küfür cephesinde evlat, kardeşlerden biri bir cephede, diğeri karşı cephede bulunuyordu. O savaşta yere düşmeyen iman bayrağını, Allah’ın lütfuyla yüzyıllardan beri biz taşıyoruz. Tekrar ölüm kalım savaşına giriyoruz. Resulullah’ın bayrağını yere düşürmemek için hiçbir şeyimizi sakınmayacağız. Burada mağlup olursak, Đslam’ı çok karanlık günler beklemektedir. Fakat mademki Cenab-ı Allah dininin kıyamete kadar baki olduğunu buyuruyor, Allahu âlem biz burada muzaffer olacağız. Elbette bazılarımız şehit düşecektir. Önce gidenlerimizden geride kalanlarımızı fahr-i kâinat efendimiz sorarsa, şöyle söylesinler: “Ya Resulallah, son kişiye kadar bayrağınızı yere düşürmemek için yemin etmiştik. Burada bulunmayanlarımız bayrağınız altında vuruşuyorlardır.” Dinim, milletim, vatanım adına hepinize güveniyorum. Mevlam hepimizin yardımcısı olsun.
Yapılan tüm hazırlıklar ve saldırıyla birlikte Bulgarların tuttuğu Kumburgaz-Yaloz-
Şatoz hattı kırılıp Muradlı Tepeleri ele geçirildi. Muradlı Tepelerinin ele
geçirilmesiyle ilk zafer elde edilmiştir. Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa, Enver Paşa,
Eşref Bey durum değerlendirmesi yaparlarken herkesin memnun olduğu
görülmektedir. Hurşit Bey ve hükümetin amacı Midye-Enez hattına kadar olan
yerden düşmanın çekilmesiyken; Enver Paşa ve Eşref Bey’in amacı başta Edirne’yi
almaktı. Çünkü Edirne tarihi bir kenttir. Osmanlı’nın önemli simgelerinden biridir.
Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış, Osmanlı tarihinin en güzel eserlerinden biri
olan Mimar Sinan’ın yadigârı Selimiye Camii’ne ev sahipliği yapmaktadır. Dini
açıdan da bu nedenle Edirne önemli bir konumdadır. Herkesin gönlünden geçen
Edirne’yi tekrar vatan topraklarına katmaktır. Bu, toplumsal bir düşünce biçimidir,
yani toplumun düşüncesidir. Tarih konulu bir eserde dönemin düşüncesini yansıtmak
son derece önem arz eder. Tarihi gerçekler ancak dönemin siyasi, ekonomik,
toplumsal unsurlarının bir bütün halinde aktarılmasıyla anlaşılabilmekte ve bir anlam
ifade edebilmektedir. Bu anlamda yazarın başarılı bir yöntemi de dönemin olayları
133
arasında bağlantı kurmasıdır. Yine bu dönemde farklı olaylarda genelde aynı
şahsiyetlerin yer aldığını görmekteyiz. Örneğin Zenci Musa, Mamaka Mustafa, Selim
Sami gibi tarihi kahramanların Trablusgarp’ta Enver Paşa ve Eşref Bey’in birlikte
savaştıklanı yazar belirtirken aynı zamanda eserin farklı bölümlerinde Trablusgarp’ta
cereyan eden olaylara da atıfta bulunmaktadır.
Başta Eşref Bey olmak üzere tüm vatanseverlerin gönlünde yatan Edirne’yi
kurtarmaktır. Enver Paşa üstün bir çabayla Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa’yı bu
yönde ikna etmeyi başarmaktadır. Hurşit Paşa’nın ikna olmasında Eşref Bey’in şu
sözleri (Mehmed Niyazi, 2005a, 90) etkili olmaktadır:
Edirne’yi kurtarma ümidi ciddi olarak belirirse, bütün memleket ayağa kalkar, olağanüstülükler birbirini kovalar. Başarılı olamazsam, sorumlu bir mevkiim yok, Gönüllüler Genel Kumadanı’yım, yaptıklarım hükümeti ilgilendirmez. Beni cezalandırırsınız. Zaten böyle hacil yaşamaktansa ölmek daha iyidir.
Kolordu, Eşref Bey’e Bafra Gambotu Darç Torpidosu ve römork desteği sağlamayı
taahhüt ederek Eşref Bey’e destek sağlamaktadır. Eşref Bey gerekli hazırlıkları
yaptıktan sonra Marmara Ereğlisi Yüksek Askeri Đşgal Makamı’na “Hükümetinizle
aramızdaki mütareke sona ermiştir. Yirmi dakikaya kadar şehri terk etmeniz tebliğ
olunur. Bu süre içinde her ne sebeple olursa olsun şehir boşaltılmadığı takdirde
hücum edeceğimizi ve sonuçtan da tamamen sizin sorumlu olduğunuzu bildiririm.
Türk Gönüllü Kuvvetleri Kumandanı Eşref” (Mehmed Niyazi, 2005, 94) haberini eski
sadrazamlardan Tevfik Paşa’nın Fransızca bilen Neşet aracılığıyla Bulgarlara bildirir.
Ancak gelen olumsuz yanıt üzerine Marmara Ereğlisi düşmanın elinden kurtarılır.
Marmara Ereğlisi’nin kurtarılması bölge halkını sevince boğar. Yeni yerler
kurtarıldıkça gönüllü kuvvetlerin sayısı artmaktadır. Yine burada karşımıza çıkan
önemli bir boyut, Eşref Bey’in teşkilatçı bir özelliğe sahip olmasıdır. Çok özel bir
yeteneğe sahip olan Eşref Bey seçtiği insanlarla hem halkın sevgisini kazanmakta
hem de gönüllülere güç katmaktadır. Marmara Ereğlisi’ne askeri ve mülki amir olarak
Akovalı Đsmail Hakkı’yı bırakan Eşref Bey Tekirdağ’a yönelir. Tekirdağ çok zorlu
çarpışmalardan sonra ele geçiriliyor. Bulgarlar çok sayıda şehit vermiş çok sayıda
Bulgar da esir düşmüştür. Gönüllüler ise on dört şehit vermişlerdir.
134
Yazarın değindiği önemli bir husus da savaş gerçeğine karşılık, savaşın da tamamen
hukuksuzluk olmadığıdır. Günümüzde de uluslar arası alanda çok tartışılan bir
husustur, savaş hukuku. Savaşlarda şehitlere yapılan muamelenin, esirlere yapılan
muamelenin; sivil halka karşı nasıl davranılması gerektiği ile ilgili ortak bir kanaat
oluşmuştur. Bu da insanca davranmadır. Esirler ve sivil halk korunmalı ve ilgili
(güçlü taraf) üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Bu anlamda Mehmet
Niyazi’nin (2005a, 100), Said Nursi aracılığıyla aktardığı şu bilgiler önem arz
etmektedir:
Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim Beyler sert kumandanlarımızdanlar. Kinle de doludurlar; hatta tepeden tırnağa kin kesilseler bile haklıdırlar. Yalnız, düşman da olsa, ölülere ve esirlere iyi davranılması lazım. Hak hukuk gözetmeliyiz. Emir buyursanız da, maktullerin üzerlerinin aranmasına bizzat nezaret etseler. Kimden ne çıkarsa, mümkün mertebe hüviyetlerini tespit edip Bulgar mülki amirliğine teslim etsinler. Ölülerin defni için de gereken kolaylığı göstermemiz Müslümanlığımız ve insanlığımızın icabıdır.
Marmara Ereğlisi ve Tekirdağ’dan sonra Muradlı ve Çorlu düşmandan
temizlenmiştir. Bu durumu haber alan Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa ve Enver
Paşa sevinç yaşamaktadırlar. Hurşit Paşa, Enver Paşa komutasındaki birliklere de
ileri harekat izni vermiştir.
Eşref Bey ve emrindeki gönüllü kuvvetler Osmanlı’nın içinde bulunduğu yılgınlığı
ortadan kaldırmış, hem orduda hem de halkta bir zafer coşkusu ve heyecanı
oluşmuştur. Onuncu Kolordu Komutanı Hurşit Paşa ise, Đstanbul ile Enver ve Eşref
Beyler arasında kalmıştır. Đstanbul Hükümeti yoğun bir baskı yaparak ilerlemenin
durdurulmasını istemektedir. Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Ahmet Đzzet
Paşa bizzat irtibata geçip ilerlemenin durdurulmasını istemektedir. Gerekçe olarak
da: “Biliyorsunuz Londra Barış Antlaşması’na göre Midye-Enez hattı Bulgarlarla
aramızda sınır çizilmiş ve bunu düvel-i muazzama tekeffül etmiştir. Şimdi siz bu
hattı çok aştınız; başınıza gelecek belaları tahmin edebiliyor musunuz?” (Mehmed
Niyazi, 2005a, 112) Belirtildiği gibi hükümet batıdan, yani Düvel-i Muazzam’dan
çekinmektedir. Oysa batının göz önünde bulundurduğu kendi çıkarıdır. Avrupa kendi
135
menfaatleri doğrultusunda hareket etmekte ve olayları yönlendirmeye çalışmaktadır.
Eşref Bey de bunun farkındadır. Milli haysiyetimizin geri kazanılması ve kaybedilen
vatan topraklarının kurtarılması peşinde olan Eşref Bey hükümete şu yolu
göstermekte ve sorumluluğun kendilerinde olduğunu belirtmektedir:
Onlar bu işe başlarken, bizden bağımsız hareket ettiler; doğacak mesuliyet de onlara aittir. Bunlar asi insanlarsa, nizami kuvvetlerin gücü yetiyorsa, Divan-ı Harb’e sevk edilip, idam dahi edilebilirler. Zaten onlar ölümü göze alarak yola çıktılar. Tekirdağ, Çorlu’yu, Muradlı’yı, Ereğli’yi onlar kurtardı. Şimdi buraları terk mi edelim? … Bu dünyada hiçbir şey beklemiyorum milli haysiyetimizin biraz iadesinde ve elden çıkan vatan topraklarımızdan bir kısmının kazanılmasında emeğim geçerse, duyacağım haz bana yeter. Beyefendilerimiz zannediyorlar ki Düvel-i Muazzama’yı kızdırırsak, onlar da baldırı çıplak Balkanlıları üzerimize saldırtırlar, perişan oluruz. Her güçlünün takatini aşan hususların bulunduğunu değerli büyüklerimize anlatmamız lazımdır. … Ben Gönüllüler Genel Kumandanıyım. Onlarla başa çıkamazsak, bizi imha ederler. Önlerinden kaçıp, nizami kuvvetlere sığınırsak, bizleri yakalamış olursunuz. Başları olduğumdan da en büyük suçlu benimdir (Mehmed Niyazi, 2005a, 110–112).
Bu olaylar cereyan ederken başta Fransa ve Rusya olmak üzere büyük devletler
kuvvetlerimizin Midye-Enez hattını geçmelerine karşı çıkmaktaydılar. Hükümet bu
durumdan endişe ederek kabineyi toplayarak kuvvetlerimizin Midye-Enez hattına
geri çekilmesi kararını almakta ve bu kararı Eşref Bey’e bildirmek üzere bir heyet
göndermektedir. Üstün bir askeri yeteneğe sahip olan Eşref Bey, Selim Sami ve
Cihangiroğlu Đbrahim Bey’i çağırıp durum değerlendirmesi yaparken ortak bir
kanaatle Said Nursi’nin de görüşlerini almayı kararlaştırırlar. Said Nursi’nin şu
sözleri (Mehmed Niyazi, 2005a, 114-115) kuvvetlerimizin ilerlemesi yönünde ortak
karara dönüşür.
Kahraman kumandanım; mesuliyetinize iştirak etmemem için hiçbir sebep yoktur. Ecdadımızın kanlarıyla suladığı bu topraklar düşman çizmesiyle çiğnendikten, milyonlarca kardeşimiz düşman pençesinde inledikten sonra Said mesul olsa ne olur, olmasa ne olur. Van’dan hareket ederken başımı bu yola adadım. Sizleri önümde bulunca da zafere mutlak inandım ve elimden geldiği kadar yanınızda bulunuyorum. Eğer bir gün mesuliyet terettüp ederse, ben de en az Selim Sami Bey ve Cihangiroğlu Đbrahim Bey kadar sizinle beraber
136
mesul olmazsam, ciddi şekilde rencide olurum. Ne yapmamız gerektiği sorunuza gelince, çok açık cevap veriyorum: Planınızı yapınız, ilerlemeye devam edelim. Bugüne kadar düşmandan temizlediğimiz yerler halkın nezdinde fazla önemli değildir. Fakat Edirne çok önemlidir. Đkinci başşehrimiz olmasından ve bilhassa ulu camimiz Selimiye’nin orada bulunmasından milletimizin gözünde fevkalade değeri vardır. Edirne’yi kurtarabilirsek, mevkilerinden ve yarınki mesuliyetlerden endişelenen siyasilerimiz, paşalarımız geri vermezler; milletinin infialinden korkarlar. Ama şimdi, bunca kardeşimizin şahsiyeti ile kurtarılan toprakları geri veririler. Đnsanoğlu en kolay kendini kandırır; sonra başkalarını kandırmaya başlar. “Bunları geri vermeseydik, Đstanbul elimizden gidecekti” derler; buna inandıkları gibi inanacak çok ahmak da bulurlar. Bunun için vakit kaybetmeden ilerleyelim, derim.
Bir tarafta hükümet baskısı sürerken diğer tarafta kurtarılmayı bekleyen vatan
toprakları bulunuyordu. Eşref Bey ve gönüllüler hükümetten ümitlerini kesmelerine
rağmen, Enver Bey’in her zaman kendi yanlarında olacağının farkındaydılar. Onuncu
Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa’da maddi anlamda yapacağı çok fazla bir şey
olmamasına rağmen, gönlü Eşref Bey ve kuvvetlerinin yanındaydı. Bu durumda
gönüllülerin herhangi bir yenilgi almaması gerekiyordu. Çünkü gelecek bir yenilgi
hükümeti haklı çıkaracak, Bulgarların kendilerini toparlamalarına sebep olabilecekti.
Bu bilinçle harekete geçen Eşref Bey ve kuvvetleri Seyitler ve Lüleburgaz’ı ele
geçirirler.
Đstanbul’da hükümetin olumsuz tutumu sürerken Enver Bey Đstanbul’a giderek
durumu aktarmaktadır. Enver Bey ‘in Đstanbul’daki çabaları soncunda Đttihat ve
Terakki’nin tüm yetkilileri başta Talat Bey, Edirne’nin alınması yönünde bir kanaate
varmışlardır. Merkezden alınan bu destekle Enver Bey gönüllü kuvvetlerine
sağlayacağı yardımı Eşref Bey’e bildirir ve Edirne’nin kurtarılmasıyla ilgili planlar
yapılır. Hem milletimiz hem de Đttihat ve Terakki için Edirne’nin alınması çok önem
arz etmekteydi. Đttihat ve Terakki’nin Bab-ı Ali baskınını yapıp iktidarı ele
geçirmesinde etkili olan olaylardan biri Edirne’nin düşman eline geçmesiydi.
Dolayısıyla Edirne’nin tekrar vatan topraklarına katılması Đttihat ve Terakki iktidarını
meşruiyetini artıracak ve halk nezdinde itibarı artacaktı.
137
Devletlerin yönetimini ellerinde bulunduranlar, kendi güçlerini göstermek için
fırsatlar ararlar, bu durum iktidarın devamlılığını sağlamada önemlidir. Đkinci unsur
ise güven olayıdır. Halk iktidarın verdiği sözü yerine getirmeyi bekler. Sözlerin
tutulması güveni artırır ve iktidarın devamında etkili bir unsur olur. Bu nedenlerle
ittihat ve terakki için Edirne’nin geri alınması hem bir güç gösterisi olabilecek hem
de verilmiş sözlerin yerine getirilmesi olacaktı. Bu da Đttihat ve Terakki’nin halk
desteğiyle güçlü bir şekilde devamını sağlayabilecekti.
Eşref Bey seçkin bir birlikle şehre sızarak önemli mevkilere müdahale etmiş,
hükümet konağını ele geçirmişti. Bu sırada gönüllü kuvvetler ve Enver Paşa
komutasındaki düzenli birlikler kuşatmayı sıklaştırarak şehre girip Edirne’yi düşman
elinden kurtarırlar.
Yazarın eserde sık sık değindiği önemli hususlardan biri daha önce de kısaca
değindiğimiz, şehitliktir. Türk milleti nezdinde şehit olmak her insana nasip olmayan
yüce bir durumu izah etmektedir. Kültürümüzde de yerini almıştır, şehitlik. Đnsanımız
şehitlikleri ziyaret ederek dua eder, çeşitli dileklerde bulunur.
Müşir Deli Fuat Paşa’nın üç oğlu cephede savaşmaktadır. Müşir Deli Fuat daha önce
Eşref Bey’den çocuklarını kollamamasını tembih etmiş, vatan için üzerlerine düşen
görevi yerine getirmeleri gerektiğini belirtmişti. Üstün yararlar sağlayan Müşir Deli
Fuat Paşa’nın çocuklarından Reşid’in şehit düşmesi başta Eşref Bey ve Said Nursi
olmak üzere herkesi hüzünlendirmiştir. Reşid’in mezarının Selimiye’nin arkasında
bulunan ve şehzadelere ayrılmış olan yerde yapılması müftünün tepkisine neden olur.
Bu tepkiye karşı Eşref Bey şunları söyler: “Bu delikanlımız saydığımız bir
müşirimizin oğludur. Onu teselli etmek için burayı seçtik. Şehitlere hürmet
ettiğimizi, onları başımızın tacı olan Ali Osman’la bir tuttuğumuzu herkesin
bilmesinde fayda var. Çünkü daha çok şehit vereceğiz müftü efendi”. Her şeyin bir
bedeli olduğunu ve bugün şerefimizi korumak için ölmemiz gerekir diyen Müşir Deli
Fuat Paşa şunları söyler: “Ey Rabbim, en büyük emelim şehit olmaktı. Bu kadar
muharebelere girip çıktım; bana nasip olmadı Reşid’ime nasip oldu. Binlerce
şükrediyorum” (Mehmed Niyazi, 2005a, 147-151 ).
138
Batı devletleri uzun bir süreden beri Osmanlı’yı “Hasta Adam” olarak
adlandırıyorlardı ve Osmanlı’nın tarihe karışması için de çaba göstermekteydiler.
Birinci Balkan Savaşı’nın, Balkan Devletlerine kazandırdığı zafere şaşmayan
Avrupa, Edirne’nin geri alınması sırasında büyük şaşkınlığa düşmüşlerdir. Çünkü
Avrupalıların beklediği Bulgarların Đstanbul’a girmesiydi. Edirne’nin alınmasından
sonra Avrupa basınından birçok gazeteci Edirne’ye gelir. Yazar burada yarattığı
diyaloglarla hem tarihi bilgi aktarmakta hem de fikirlerini ya da dönemin genel
anlayışını okuyucuya aktarmaktadır. Örneğin Edirne’nin önemini Mehmet Baba’nın
ağzından şöyle (2005a,152) aktarmaktadır:
Edirne’yi kurtarmamız ve hükümet konağına bayrağımızı çekmeyi bana nasip eylemesi için Allah’a dua etmiştim. Cenab-ı Mevla duamı kabul buyurdu. Edirne’yi kurtardık ver hükümet konağına bayrağımız çekmek bana nasip oldu. Evime, evlatlarıma mektup yazarak, muradıma nail olduğumu bildirdim. Şimdi muradım şehit olmaktır. Böyle bir haber alırlarsa, üzülmemelerini, duam kabul edildiğinden sevinmelerini yazdım.
Eşref Bey ise Osmanlı Devleti’nin genel durumu ve amaçlarını şu şekilde
belirtmektedir:
Devletimizin toprakları geniştir. Ortaya koyacak taze kuvvetlerimiz daha çoktur. Zannettiğiniz gibi, hasta adam değiliz. Sıhhat ve dinamizmimizi yakında bütün dünya görecektir. Kusurumuz vaktinde davranmamaktır. Fakat artık bizi kimsenin gafil avlayamayacağını hadiseler sizlere de göstermiş olmalıdır. … Ata yadigârı topraklarımızı işgal eden Balkan Devletlerinin insanımıza yaptıkları zulmü mutlaka biliyorsunuzdur. O devletlerin arkalarında Avrupa ve Rusya’nın bulunduğunu da herhalde ilk defa benden duymuyorsunuz. Gayemiz kardeşlerimizi ve işgal altındaki topraklarımızı kurtarmaktır; fakat aramızda silah dengesizliği vardır. Bunun için sorunuza, “şehit oluncaya kadar” çeklinde cevap vermek istiyorum (Mehmed Niyazi, 2005a, 153).
Çalışmamızda daha önce de din faktörüne değinmiş ve örnekler vermiştik. Mehmed
Niyazi, Avrupalı gazetecilerin sorularına karşı Zenci Musa ve Said Nursi aracılığıyla
şu bilgileri aktarmaktadır: “Bir gün Mısır’da duydum ki Đtalyanlar Trablusgarp’a
139
çıkarma yapmışlar ve Đstanbul’dan gelen bir avuç subay onlara karşı koyuyormuş.
Ben de silahımı alıp, gönüllü iştirak ettim. Sonra da buraya geldik. Türk çocuklarını
Libya’nın savunmasına çeken ne ise, bizleri de aynı şey buraya getirdi.” (Mehmed
Niyazi, 155-157). Said Nursi ise şöyle der; “Devletimizi Türkler kurmuşlardır; ama
onu Đslam’a göre düzenlemişlerdir. Türkler devlet hayatında hiçbir zaman diğer
milletleri saf dışı etmemişler, liyakatları ölçüsünde devlete iştirak ettirmişlerdir.
Herkes biliyor ki Türklerin kurduğu bu devlet dünyada Đslamiyet’i temsil ediyor.
Onun yeryüzünden kalkması sadece Đslam dünyası için değil, bütün masumlar için
felaket olur” diye belirtir. Gazetecilerin, “Niçin Said-i Kürdi adını kullanıyorsunuz?”
sorusuna karşılık ise;
Kavmiyet davasında değilim hiç kimse kavmini seçmekte hür değildir. Kürtlerin menşeini merak ediyorsanız, tarihçi Đdris-i Bitlisi’yi okuyunuz. Bu devlete sahip çıkmamda menşe birliğimizi gerektirmez; çünkü ben Müslüman’ım ve bu devlet Đslam devletidir. Niçin Said-i Kürdi adını kullandığımı Yıldız Mahkemesi’nde izah etmiştim. Kürdi kavmiyet asabiyetimi değil, doğduğum bölgeye mensubiyetimi ifade eder. … Unutulmamalı ki Fatih, Yavuz, Kanuni, daha önce de Büyük Selçuklular, Karahanlılar zamanında Müslüman’dık; gücümüze hiçbir millet erişemezdi. Đslamiyet güçlü olmayı engelleseydi o zamanlar nasıl güçlü olabilirdik? Zannettiğiniz gibi, Hıristiyanlık tekâmül için kâfi olsaydı, ilk Hıristiyan devletlerden biri olan Habeşistan’ın en ileri ülkelerden birisi olması gerekirdi. Sonra Avrupa yeni Hıristiyan olmadı ki! Neredeyse iki bin yıldan beri Hıristiyan’dır. Đslam dünyasına karşı üstünlüğü son yüz elli yıldır ele geçirdi. “Gücü dinden geliyorsa, neden daha önce güçlü değildi?” sorusunu açıklamamız gerekmez mi? Demek ki Müslümanların güçsüzlüğünü, Hıristiyanların güçlülüğünü başka noktalarda aramak lazımdır (Mehmed Niyazi, 2005a, 157-158).
Hükümet ve başta Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Ahmet Đzzet Paşa’nın
kanaati pek olumlu değildi. Rusya ve Avrupa’dan gelen tepkiler hükümeti
korkutuyordu. Bu nedenle hükümet ordumuzun Midye- Enez hattına çekilmesi
yönünde Enver ve Eşref Beylere baskı yapmaya devam ediyordu. Eşref Bey ve
emrindeki gönüllü kuvvetler Đstanbul’dan ümidi kestiklerinden Bulgarlara saldırıp,
onların mühimmat ve silahlarına el koymaktaydılar. Cihangiroğlu Đbrahim, Selim
Sami ve Said Nursi’nin ileri harekâtıyla Habipçe, Yenice ve stratejik bir alan olan
Harmanlı ele geçirilir.
140
Türk milletindeki teşkilatçı yetenek Eşref Bey ve arkadaşlarında da mevcut olduğunu
belirtmiştik. Osmanlı’nın alınan toprakları kendi toprağı saymaması ve
kuvvetlerimizden geri çekilmelerini istemeleri; Eşref Bey ve arkadaşlarını yeni
çözüm yollarına yöneltmiştir. Balkan devletlerinin içinde bulundukları kargaşa,
Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki sürtüşmeler, Yunanistan’ın tavrını lehimize
olumlu hale getirmiştir. Mehmed Niyazi (2005a, 167) ele geçirilen yerlerin
teşkilatlandırılması ile ilgili bilgiyi Said Nursi ağzından aktarmaktadır. Said Nursi
teşkilat yapısın şöyle açıklar:
Kahraman kumandanım; ideale göre değil de, imkânlarımıza göre bir teşkilat düşünmeliyiz. Aksayan tarafları mutlaka olacaktır; onlar da zamanla düzeltilir. Bence teşkilat dini, idari ve adli olarak üçe ayrılmalıdır. Din bilgilerine sahip, sağlam karakterli bir kişi bulursak, onu imam olarak görevlendirelim. Ufak tefek davalara bakmak yetkisini de verelim. Đmamın yanında bir kişi de idari işleri yürütmelidir. Birkaç köyün merkezine idari işleri görenlerin bir üst kademesini kuralım. Buralarda kadılıklar da ihdas edelim. Bu merkezlerde, bizlere iltihak edenlerin arasından, orta yaşı geçkin aklı başında birisini de asayişten mesul olarak milis zabiti yapalım. Çevrede iltihak edenler çok fazla; bazılarını milis zabitlerinin emrine verelim. Tabi milis zabiti bölgedeki mülki amirin emrinde olmalıdır.
Eşref Bey komutasındaki kuvvetlerin ilerlemesi karşısında Bulgaristan, Edirne’nin 30
km batısına kadar olan yerleri Osmanlı’ya bırakma taahhüdüyle barış teklifinde
bulunmuştur. Bulgaristan’ın bu teklifte bulunmasında diğer Balkan devletlerine karşı
tutunamaması ve toprak kaybetmesinin yanı sıra Eşref Bey komutasındaki
birliklerimizin sürekli kuvvetlenerek ilerlemeye devam etmesi etkili olmuştur.
Bulgaristan’ın bu teklifinin yanı sıra Batılı devletlerin ve Rusya’nın tepkileri ve yeni
bir savaş ortamının oluşuyor olması Osmanlı’yı korkutuyordu. Bu gelişmeler üzerine
Đstanbul’un kararıyla Onuncu Kolordu Komutanı Hurşit Bey, Eşref Bey’e bir mektup
göndererek yakında barışın yapılacağını “millet ve memleket selameti” için hareketin
durdurulması ve Edirne’ye geri dönülmesini istemesi üzerine Eşref Bey ve
arkadaşları halkın temsilcilerini de toplayarak bir karara varmaya çalışmaktadırlar.
141
Burada bir demokrasi örneği sergilenmektedir. Zor durumda olan bölge halkına söz
hakkı ve karar verme yetkisi tanınmıştır. Bu durum bizlere Eşref Bey ve
arkadaşlarının nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğunu göstermektedir. Osmanlı
Devleti’nde Tanzimat Fermanı’ndan itibaren ciddi bir Batılılaşma süreci başlamış
aynı süreçte birçok düşünce akımı da ortaya çıkmıştır. Bu düşüncelerin yeşermesi de
elbette ki demokratik zihni bir yapının da olduğunun göstergesidir. Eşref Bey ve
arkadaşlarının bölge halkının kararına başvurması demokratik bir temayül olmasının
yanı sıra, insani bir sorumluluk olarak da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim zor
durumda bulunan insanların neden belirtilmeden yüzüstü bırakılmaları insani bir
davranış örneği olmazdı.
Eşref Bey ve Gönüllü Kuvvetler ile halkın yaptığı toplantı sonucunda, dünyada
meydana gelen gelişmelerden Đstanbul’un haberi olduğu, Bulgarların da halka zulüm
yapmayacaklarına dair teminat vermiş olmaları nedeniyle devletin çıkarları da göz
önünde bulundurularak birliklerin geri çekilmesi kararına varılmıştır.
Edirne’deki barış müzakereleri uzarken Said Nursi ve Eşref Bey derin sohbetlere
dalmakta ve memleket sorunlarını tartışmaktadırlar. Mehmed Niyazi, Said Nursi v e
Eiref Bey arasındaki diyalogla yaşanan sürecin bir eleştirisini yapmaktadır. Eşref Bey
ve Said Nursi için bu bir özeleştiridir:
Said Nursi:
Beylerbeyi Sarayı’nda hapis hayatı yaşayan Sultan Abdülhamid Han’a mektup yazmak istiyorum. Đlim, irfan, hürriyete yeteri kadar önem vermediğini zannederek makamında kendisini bizzat kendisine şikayet etmiştim. Şimdi meseleleri çok daha iyi anlıyorum. Balkanlar’ı bu kadar yıl ciddi bir dert çıkarmadan idare etmesi de onun siyasi dehasını gösteriyor. Şimdi ona mektup yazarak af dilemek istiyorum; aksi takdirde vicdanım katiyyen rahat etmez (Mehmed Niyazi, 2005a, 182) .
Eşref Bey de gençliklerinin ve mevcut siyasi yapının kendilerini etkilediğini ve
Sultan Abdülhamid Han’a karşı bazı girişimlerde bulunduğunu belirterek şunları
söyler:
142
Öyle propaganda yapılıyordu ki ister istemez inanıyorduk. Acı tecrübeler sonucu şu kanaate vardım. Hürriyet çok güzel bir şey; insan şahsiyeti onda kemale erer. Ama hürriyetten ancak milli basınla istifade edilir. Milli olmayan basın, hürriyeti kendi emellerine alet eder. Basını, memleketin şartlarını bilmeyenler de onlara inanır (Mehmed Niyazi, 2005a, 182) .
Eşref Bey kumandasındaki Türk birliklerinin Edirne’ye geri çekilmesi ve barış
görüşmelerinin uzaması Trakya’da yeni bir facia başlatmıştı. Ortaya çıkan Bulgar
çeteleri köyleri basarak Müslümanlara eziyet ediyor ve kıyımda bulunuyorlardı.
Mehmed Niyazi, küçük milletler zalim olur diye belirtir. Bulgarlar Yirminci yüzyıla
kadar Osmanlı egemenliğinde yaşamışlardı. Osmanlı Devleti uyguladığı politikayla
her milletin ya da her dine mensup insanların yaşamlarını rahatlıkla sürmelerini
sağlamıştı. Ancak Avrupa’da ortaya çıkıp dünyaya yayılan ulusçuluk fikirleri
öncelikle Balkan milletlerini harekete geçirmişti. Aslında Balkan milletlerini isyana
sürükleyen tek sebep milliyetçilik fikri değildi. Bu fikir Batılı büyük devletlerin
kullanabilecekleri iyi bir kozdu ve iyi kullandılar. Batı emperyalizminin dünyada baş
göstermesiyle sadece Osmanlı coğrafyasında değil, dünyanın dört bir yanında
isyanlar, savaşlar başlamış, mazlum milletler birbirlerini kırmanın yanı sıra
geleceklerini de Batının pek de insani olmayan ellerine bırakıyorlardı. Batının bu
politikası meyvelerini çok geçmeden verdi. Osmanlı Đmparatorlu gibi, insanlar
arasında din, dil, ırk ayrımı yapmayan; insanların müreffeh yaşamasını devlet
politikası seçmiş altı yüz yıllık imparatorluğun parçalanmasına sebep oldular. Balkan
devletleri Batının piyonu olurlarken, Ortadoğu’daki yerlerin Osmanlı’nın elinden
çıkmasıyla da, buralar doğrudan Batılıların sömürge alanları olmaya başlayacaktır.
Sömürgeciliğin sancılarını ise Ortadoğu halkları hala canlarını feda ederek
çekmektedirler. Bilimsel olarak tüm gerçekliğiyle Batı emperyalizminin doğurduğu
sonuçlar ortaya konmasına rağmen, ipleri hala elinde bulunduran bu devletler ya da
örgütler hala haklı olarak görülmekte, yapılan insanlık dışı uygulamalar meşru
zemine oturtulamaya çalışılmaktadır.
Belirttiğimiz bu sonuçları doğuran olayların Osmanlı coğrafyasında baş göstermesi,
tarihte nice kahramanlık örneği sergileyen milletimizin, yine inanılmaz
143
kahramanlıklarla Balkanlarda, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda canını feda ederek
bu yurdu zalimin pençesinden kurtarmayı başarmıştır.
Türk milletinin unutulmaması gereken kahramanlarından Enver Paşa ve Eşref Bey’in
de yüreği Bulgarların yaptıklarına dayanamamış ve yapılan zulmü durdurmak için
tekrar harekete geçmeyi zorunlu görmüşlerdir.
Bulgar çetelerinden zulümde bulunan Domuzcuyef Çetesi Koşukavak Köyü ve
çevresinde barınıyor, binbeşyüz kişilik kuvvetiyle Müslümanları yok etmeye
çalışıyordu. Gönüllü birlikleriyle saldırıya geçen Eşref Bey, Selim Sami, Mamaka
Mustafa ve Cihangiroğlu Đbrahim kanlı çatışmalardan sonra Domuzcuyef Çetesini
yok ederek Domuzcuyef’i köy halkının oluşturduğu jüri tarafından alınan kararla
idam ettiler. www.iskeceliler.com web adresinde de bu olay şöyle anlatılmaktadır:
II. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmaması konusunda sık sık nasihatlerde bulunan Batılı devletler, Edirne'nin kurtarılışından sonra Osmanlı yönetiminden Meriç nehrinin batısına geçilmeyeceğine dair garanti almışlardır. Ordumuz bu kuralı hiçe sayarak Edirne'nin kurtarılışının hemen sonrasında 3.000 kişilik bir akıncı müfrezesiyle Bulgaristan topraklarına girmiş; Habibçe, Harmanlı ve Hasköy'de akınlar gerçekleştirmiştir. Ancak nabız yoklama amacı taşıyan bu akınlar sonucu müfreze tahmin edilen tepkiyi görmüş ve Bulgaristan'ın Rusya ve Batının önde gelen devletlerine yaptığı baskı neticesinde Edirne'ye geri çekilmek zorunda kalmıştır. Tarihte “Edirne Fatihi” olarak da bilinen Enver Bey, bu 3000 kişilik müfreze içerisinden 16 subay ve 100 erden oluşan 116 kişilik bir çete kurdurmuş ve Eşref Kuşçubaşı'nın emrine verdiği bu birliği talimatıyla Edirne'den Ortaköy üzerine göndermiştir. Birlik, Ortaköy'e geldiğinde Papazköy civarındaki 1200 kişilik Bulgar Domuzciyef çetesi tarafından katledilen 400 Türk'ün cesetleriyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine Eşref Bey, Bulgar katilleri bulup cezalandırmak için Koşukavak üzerine yürümeye karar vermiş ve 16 Ağustos 1913'te Koşukavak'taki çarpışmada Bulgar çetesinden 83 er, Domuzciyef'le birlikte 5 subay ve 6 kaptan tutsak edilmiş, geri kalan ise dağıtılmış veya yok edilmiştir.
Koşukavak’tan sonra Batı Trakya’nın önemli yerleşim yerlerinden olan Kırcaali,
Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim’in ileri harekâtıyla gerçekleştirilen bir baskınla
ele geçirildi. Kırcaali’de de halkın günlük ihtiyaçlarını gidermek ve düzeni sağlamak
144
üzere bir teşkilat kuruldu ve teşkilatın başına eski belediye başkanı Mustafa Bey
getirildi. Kırcaali’den gücü yerinde olanlar silâhaltına alındı ve gönüllülerin gücüne
yeni güç katıldı.
Kırcaali zaferinden sonra Eşref Bey tekrar Edirne’ye çağırıldı. Ortaköy’de
Osmanlı’nın önde gelen şahsiyetleri hazır bulunmaktadır. Bunların başında kabine
üyesi Talat Bey ve Đbrahim Bey geliyordu. Edirne Valisi Hacı Adil Bey ve Enver
Bey de toplantıda hazır bulunuyorlardı. Talat Bey Eşref Bey’in başarılarını takdir
ettikten sonra, Eşref Bey’e gönüllü birliklerinin geri çekilmesi gerektiğini şu sözlerle
belirtti:
Ne çare ki içerde dirlik, düzenlik yok. El birliği edip, düşmanla nasıl boğuşalım? Hazine tamtakır; açlık, sefalet diz boyu. Orduda disiplinden eser kalmamış. Subayların kimisi kalpağını üç köşeli yapıyor, itilafçı oluyor; kimisi tepesini yukarı fırlatıyor, ittihatçı oluyor. Alaylı-mektepli ayrılığı da içinden çıkılmaz bir dert. Bu şartlarda ne yapabiliriz? […] Başta Padişah Efendimiz, hükümetimiz, partinin ileri gelenleri barış imzalamanın mutlak zaruretine inanıyorlar. Bizleri de görevlendirdiler. Burada hudut protokolu imzalamak, araziyi tesbit etmekle meşguluz. […] Orada yaşayan insanımızın hayatı büyük devletler tarafından garanti edildi. Zaten Bulgarlar, Sırp ve Yunanlılar’la çatışma halindedir. Bize barbarlık yapamazlar. Hududun ötesinde bulunduğumuzdan dolayı büyük devletler mesele çıkarmaktadır. Bunun için en süratli şekilde geri dönmeniz gerekmektedir” (Mehmed Niyazi, 2005a, 206-207).
Eşref Bey bölgede yaşanan Bulgar zulmünden bahsederek geri çekilmenin doğru
olmayacağını bildirdiyse de Talat Bey’in tavrına karşılık bölgede teşkilatlarda
görevlendirilen insanların da Bulgarların ellerine bırakılamayacağı ve onların da
getirilmesi gerektiğini Talat Bey’e bildirir. Ancak toplantı sonunda Eşref Bey’le
yalnız konuşan Enver Bey ilerlemelere devam etmelerini ve gerekli yardımların da
yapılacağını bildirmesi Eşref Bey’i sevindirir.
Đstanbul’da Hükümet dış baskılar Düvel-i Muazzama’ya karşı duyulan korku
nedeniyle -tabi ilerlemelerin de pek iyi gitmemesi söz konusudur- bir an önce
Bulgarlarla barış yapılması yanlısıdır. Buna karşılık Eşref Bey ve Enver Paşa
Bulgarların verdiği taahhüde ve Avrupalı devletlerin garantisine inanmamıştı.
145
Müslüman nüfusun bulunduğu yerlerin Bulgarlardan temizlenmesi gerektiğine
inanmışlardı. Bu nedenle Eşref Bey Trabzon Tümeninin kumanda kadrosunu Eşref
Bey’in emrine vermektedir. Eşref Bey, Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim
Đstanbul’da Hükümetin talep ve isteklerine karşı Enver Bey üzerindeki hükümet
baskısını azaltıp, Batı Trakya’da ilerlemek amacıyla bir plan ortaya atarlar. Selim
Sami’nin fikriyle, Selim Sami’nin şehit olduğu ve intikamının alınması amacıyla ileri
harekâta başlandığı haberi gazetelerde neşredilir. Bu durum, Eşref Bey ve
kuvvetlerinin ilerlemesini ve Enver Paşa’nın daha rahat etmesini sağlamıştır.
Bu arada Balkanlarda iç çalkantılar devam etmekte, Bulgaristan, Sırbistan ve
Yunanistan çatışmalar içindeyken Batı Trakya’da ortaya çıkan otorite boşluğunda
birçok Bulgar çetesi ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri olan Domuzcuyef Çetesinden
daha önce söz etmiştik. Yine bu çeteye benzeyen başka bir çete de Dana Çetesi’ydi.
Dana Çetesi de Müslüman köylerini basarak Müslümanlara zulümde bulunuyordu.
Selim Sami birliğiyle Dana Çetesi’ni Ferecik’te basıp yok ederek bölgede yaşayan
Müslümanların hem intikamını almış, hem de bölge insanının rahatlamasına vesile
olmuştu. Mehmed Niyazi (2005a, 223), bölgedeki durumla ilgili şu bilgileri
aktarmaktadır:
Trabzon’daki fırkanın seçkin subaylarıyla gönüllüler takviye edilmişti. Karargahını güçlendiren Eşref Bey, orduyu kısım kuvvetlerine ayırarak teşkilatlı bir hale getirdi. Topçu, süvari, piyade birliklerinin başına ihtisas sahibi subayları, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Kumandanlığına da Süleyman Askeri’yi tayin etmişti. Artık zamanın silahlarına ve teşkilatlarına sahiptiler.
Eşref Bey kumanda heyetini toplayarak durum değerlendirmesi yaptı. Gümülcine’nin
alınması gerekiyordu. Bu arada Kolordu Kumandanı’ndan dinamit lokumu istenmiş
ancak Kolordu Kumandanı Fahreddin Paşa olumsuz yanıt vermiştir. Osmanlı
Hükümeti Eşref Bey ve gönüllü kuvvetleri gözden çıkarmıştı. Fahreddin Paşa,
kolordunun savunma sınırlarına girerlerse Bulgarmış gibi ateş edeceklerini
bildirmişti. Eşref Bey ve kumanda heyeti kendi imkânlarını değerlendirip
Gümülcine’ye saldırı düzenleyerek kısa sürede düşmanı bölgeden temizlemeyi
başarmışlardır.
146
Daha önce de değindiğimiz gibi savaşların acımasızlığını en çok cephe gerisinde
bulunan ya da cephenin içinde, arada kalan halk çekmektedir. Batı Trakya’da da
gerek çeteler, gerekse düzenli Bulgar birlikleri çeşitli zulümlerde bulunmuşlardır. Bu
tür durumlar halkı demoralize ederek sosyal ortamı gerer ve toplumsal bir çöküntü
ortamı oluşturur. Tarihsel olayların uzun vadede sonuçları toplumun yapısının bu
süreç içinde incelenmesiyle daha iyi ortaya koyulabilir. Tarih öğretiminde tarihi
romana başvurulması bu anlamda katkı sağlayacak bir faktördür. Trakya’daki sosyal
ortamı göz önüne serecek önemli bir olayı Mehmed Niyazi (2005a, 227–228), şöyle
aktarmaktadır:
Hükümet Konağı’na çekilen bayrağı Selim Sami selamlarken yaşlı bir kadın genç bir kızı küfürler savurarak kovalıyordu. Genç kız koşarak Selim Sami’nin yanına geldi; göğsü kalkıp iniyor, kesik kesik konuşabiliyordu. “Bana ağu ver –eliyle karnına vurarak- buradaki Bulgar çocuğudur. Bir bıçak ver; karnımdakiyle öleyim.”
Savaşlarda panter kesilen Selim Sami’nin yüreği eriyecekmiş
gibi oldu. Yaşlı kadın da onlara yaklaştı. Selim Sami, “Atma” anlamında elini kaldırmasaydı, avucundaki taşları kıza vuracaktı. Selim Sami yaşlı kadına sordu:
“ –Sen bu kızın nesisin?” “ –Olmaz olaydım, anasıyım.” “ –Niçin kovalıyorsun?” “ –Karnında Bulgar piçi var!” “ –Kızın isteyerek mi yaptı?” “ –Yok, ırzına geçtiler.” “–O halde sana şimdi müftüyü çağırma cezası veriyorum.
Çağırmazsan seni kurşuna dizerim.” Kadın uzaklaşırken kıza döndü: “ –Ağlama kızım, ne suçun var.” Biraz sonra kadın sakallı birisiyle geldi. Selim Sami: “ –Sen müftü efendi misin?” diye sordu. “ –Evet efendim.”
Gözleri kan çanağına dönmüş kızı göstererek:
147
“ –Bu kızımızın hiçbir günahı yok” dedi. “ Kızımız çocuğunu sağ doğurursa, adını erkekse Sami, kızsa Samiye koyarsın. Adetlerimize göre yetiştirilmesine dikkat edersin. Annesi sütten kesildikten sonra çocuğu istemezse, adresime bildirirsin. Sağ isem ben, ölmüşsem ailemden biri gelip alır. Bu hizmetlerin şunları al bakayım. Durumun iyiyse çocuğa harcarsın.
Eşref Bey iki kuvvet arasında kalmış ve ne yapılması gerektiği ile ilgili düşünmekte
idi. Bir tarafta Bulgarlarla savaşırlarken diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin
kuvvetleri arasında kalan Eşref Bey ve Gönüller yöre halkıyla bir toplantı
düzenleyerek birlikte karar alma yoluna gittiler. Eşref Bey toplantı açılışında şunları
belirtti:
Değişik bölgelerden toplantımıza katılan halkımızın değerli önderleri ve aziz silah arkadaşlarım. Mücadelemiz devam ederken bazı meselelerle karşı karşıya geliyoruz. Hükümetimiz Balkan Devletlerinin yetkilileri ile barış masasına oturmuştur. Edirne’nin yaklaşık otuz kilometre batısından sınırın geçmesi prensip olarak kabul edildiği için, buradaki zaferlerimize hükümetimiz sahip çıkmadığı gibi, mücadelemizin de sıkıntı verdiğini ileriye sürüyor. Zaten epeyce bir zamandan beri sınır kabul ettikleri yere yaklaşırsak, bizi düşman görüp, ateş emri vereceğini söyleyen Fahreddin Paşa ve benzeri kumandanlar bize ulaşacak yardımlara engel olmaktadırlar. Her geçen gün daha net bir şekilde iki ateş arasında kalıyoruz. Bir tarafta yüce devletimizin hükümetine sadık, sözüm ona barışçı paşaların, diğer taraftan da Bulgarların namluları ucundayız” (Mehmed Niyazi, 2005a, 230).
Toplantıda yapılan tartışmalardan sonra müstakil bir devletin kurulması
kararlaştırılmaktadır. Burada alınan karar önemlidir. Çünkü devlet oluşumlarının çok
süreçleri, kurumsallaşmayı gerektirdiğini, aynı zamanda belli fikri bir zemine ihtiyaç
duyduğunu kabul edersek; burada alınan müstakil devlet kurma fikri Türk siyasi
geleneğinin bir sonucu olarak kabul etmek gerekmektedir. Tarihin her döneminde bir
Türk devletine tarihçi olarak tanık olmaktayız. Türk siyasi geleneğindeki teşkilatçı
yapı ve siyasal bir otorite oluşturma kabiliyeti Batı Trakya’da da böylece kendini
yeniden ortaya koymuştur.
Türel Yılmaz (1998) da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışını şu şekilde
aktarmaktadır:
148
Edirne’nin kurtarılmasından sonra Hurşit Paşa Kolordusu emrindeki akıncı müfrezesinde 116 kişilik bir çete, Enver Beyin emir ve talimatı ile Edirne’den Ortaköy’e gönderildi. Batı Trakya’ya 15 Ağustos 1913’de giren bu akıncı müfrezesinin başında Genel Çeteler Kumandanı Eşref Kuşçubaşı bulunuyordu. Müfreze, kısa zamanda Bulgar çetelerini yenerek, sırasıyla Ortaköy, Papazköy, Paşmaklı, Yenice, Habibçe, Harmanlı, Eğridere, Koşukavak, Kırcaali, Mestanlı, Cumaibala, Darıdere ve Nevrokopi’yi işgal etti. Ardından 31 Ağustos 1913’de kısa bir çarpışma ile Batı Trakya’nın merkezi olan Gümülcine, 1 Eylül 1913’de de Đskeçe işgal edildi. Gümülcine ve Đskeçe’nin kurtarılmasından sonra Batı Trakya’nın hakimiyeti tamamen milli kuvvetlerin eline geçmiş oluyordu. Đstanbul Hükümeti ise, bu başarıları Batılı devletleri ürkütmekten korktuğu için kabullenmeye yanaşmıyordu. Bu durumda Batı Trakya’daki milli birlikler için yapacak tek bir şey kalıyordu ki o da bu bölgede bir Türk hükümeti kurmaktı. Gümülcine’nin işgalinden sonra 31 Ağustos 1913’de “Batı Trakya Geçici Hükümeti” kurularak, başkanlığına Hoca Salih Efendi getirildi.
Mehmed Niyazi (2005a, 234), yeni devletin hürriyet ve istiklal bildirisiyle,
bayrağının belirlenmesini şöyle aktarmaktadır:
Meclis ilk iş olarak hürriyet ve istiklal bildirisiyle, “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”nin bağımsızlığını ilan etti. Eşref Bey’in bizzat tespit ettiği siyah, yeşil renklerden ve ay-yıldızdan oluşan bayrak yaptırıldı. Siyah matemi, yeşil Đslam birliğini, ay-yıldız da Türklüğü temsil ediyordu. Düzenli ordu durumuna dönüştürülen gönüllüler, Kuva-yı Milliye adını aldılar.
Kader Özlem (2006) ise, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili şu
bilgileri verir:
Gümülcine’nin kurtarılmasından sonra Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi kurulmuş ve reisliğine de Salih Hoca getirilmiştir. Ancak, Süleyman Askeri Bey Erkan-ı Harbiye ve Garbi Trakya Hükümeti Đcraiye reisi olarak bütün yetkileri elinde bulundurmakla bu hükümetin de üzerinde bir otoriteye sahip olmuştu. Batı Trakya’nın işgalinin genişlemesiyle Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti’nin kurulması, Sofya ve Đstanbul yönetimlerini şaşkınlığa uğratmış ve bu ilerleyişin büyük bir tehlikeye gebe olduğunu düşünen Büyük Devletler ise Osmanlı Devleti’ni uyarma yoluna gitmişlerdir. Dedeağaç haricinde Batı Trakya’nın tamamını kontrol altında tutan
149
Türk kuvvetinin Dedeağaç üzerine yürüyecekleriyle ilgili olarak istihbarat aldıklarını söyleyen Batılı devletler Osmanlı’dan kuvvetlerini geri çekmesini istediler. Bunların doğru olmadığını vurgulayan Osmanlı yönetimi birkaç birliğin sadece askeri manevralar için Meriç’i geçtiklerini, herhangi bir işgalin söz konusu olmadığını belirtmiş ve bölgeye giden kuvvetlerin derhal geri dönmelerini emretmiştir. Ancak geri çağrılan birliğin önde gelenleri bölgedeki Türk halkının yeniden baskı, zulüm ve sefalet altında yaşamalarından yana değildiler. Đstanbul yönetimince kendilerine tebliğ edilen emri hiçe sayarak Osmanlı Devleti’yle maddi ilişkilerini kesmekle kalmamış; Batı Trakya’da bağımsızlık ilan etmişlerdir. Netice itibariyle 12 Eylül 1913‘te Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla tarih sahnesine yeni bir Türk Devleti çıkmış bulunuyordu.
Balkan Devlerinin içinde bulunduğu siyasi kargaşa Batı Trakya Türk
Cumhuriyeti’nin işini kolaylaştırıyordu. Özellikle Yunanistan ve Bulgaristan
arasındaki anlaşmazlık, sonuçta bu her iki devletin de yeni Türk Cumhuriyeti’ne
sıcak bakmasına neden oluyordu. Bulgaristan’la kendileri arasında başka bir devletin
olmasına sıcak bakan Yunanistan’ın Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni tanıyacağını
bildirmesi Batıda büyük etki uyandırmaktadır. Bulgarlar da Ege Denizi’ne açılma
imkanlarının kalmaması nihayetinde Yunanistan’la sınır olmaktansa arada Batı
Trakya Türk Cumhuriyeti’nin bulunmasını kendi çıkarlarına daha uygun
bulmaktaydılar. Bizce dönemin siyasi ortamı her ne kadar bu iki devletin yeni Türk
Cumhuriyeti’ne sıcak bakmalarını sağlasa da, uzun vadede hem Yunanistan’ın hem
de Bulgaristan’ın Balkanlarda böyle bir devletin varlığına izin vermeyecekleridir.
Ortaya çıkan bu yeni oluşumun çok güçlü olmayacağı düşüncesi Yunanistan ve
Bulgaristan’ın işine yarayacağı kanaatini oluşturmaktaydı.
Türel Yılmaz (1998) da, Yunanistan’ın yeni Türk Cumhuriyeti’ne karşı tutumunu şu
şekilde aktarmaktadır:
Bulgaristan ve Osmanlı Devletinin aksine, Batı Trakya’da bir Türk Hükümetinin kurulmasına Yunanlılar olumlu gözle baktılar. Yunanlılar, Dedeağaç’ı hiçbir zorluk çıkarmadan kendi istekleriyle Batı Trakya Hükümetine teslim ettiler. Çünkü Yunanistan Đkinci Balkan Savaşından sonra imzalanan Bükreş Antlaşmasından itibaren, Bulgarların yönetiminde kalan Rumlara yapılacak muamele üzerinde anlaşamadıkları için Bulgaristan’a karşı bir politika izlemeye başlamıştı. Bu sebeple Yunanistan, Osmanlı-Bulgar görüşmeleri sırasında bir Osmanlı-Bulgar yakınlaşmasını önlemek amacıyla 2
150
Ekim 1913 tarihinde Dedeağaç şehir ve limanını Batı Trakya Hükümetine terk etti. Dedeağaç şehir ve limanını Batı Trakya Türk Hükümetine bıraktıktan sonra Yunanlılar, bu hükümet ile ilişki kurma yollarını aramaya başladılar. Bunun üzerine, herhangi bir yazılı garanti olmaksızın, sözle Mesta-Karasu’yu Batı Trakya-Yunanistan sınırı olarak kabule hazır olduklarını bildirdiler. Arkasından, silah ve para yardımında dahi bulunmayı teklif ettiler. Yunanistan’ın amacı, Bulgaristan’ı eski sınırına çekmek ve daha sonra da Batı Trakya’yı kendi topraklarına katmaktı. Ayrıca, Batı Trakya’da güçlü bir Bulgar devleti yerine, zayıf bir Türk hükümetinin kurulmasının gelecekteki planları için daha uygun olacağını da düşünmüştür.
Batı Trakya’daki Türk Cumhuriyeti teşkilatlanmasını tamamlamaya çalışırken Batılı
devletler Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını artırmakta ve Bulgaristan ile
Osmanlı arasında yapılacak barışın şartı olarak Eşref Bey ve gönüllü birliklerin
Edirne’nin otuz kilometre batısından geçen sınıra geçmeleri öne sürülüyordu. Batı
devletlerinin bu şartları ve baskıları dışında Rusya ise Osmanlı yönetimini Doğu
Anadolu’yu işgal etmekle tehdit ediyordu. Bu baskılar ve tehditlerin yanı sıra dünya
siyasetindeki dengesizlikler ve kaos ortamı giderek büyümekteydi. Avrupa’da
kurulan bloklar arasındaki çatışmanın yakın olduğu bilinmekteydi. Bu ortamda
Osmanlı Hükümeti Talat Bey’i Batı Trakya’ya göndermekte ve Eşref Bey’le yapılan
görüşmeler sonucunda Enver Bey’in de kanaatiyle, geri çekilme konusunda Eşref
Bey şu şartı öne sürmektedir: Burayı bir şartla terk ederiz. Cemal Paşa gelecek,
buraları Bulgarlara teslim edecek. Herhangi bir zulüm yapılırsa, önleyecek. Doğacak
maddi ve manevi bütün sorumlulukların Cemal Paşa’ya ait olduğu ilan edilecek
(Mehmed Niyazi, 2005a, 245).
Mehmed Niyazi (2005a, 249-250), Enver Bey’in neden Eşref Bey ve kuvvetlerinin
Edirne’ye çekilmesi gerektiğini şu şekilde aktarmaktadır:
Đngiltere ve Fransa, Almanya’ya karşı Rusya ile anlaşmışlar. Saflarını almak için boğazları, tabi Đstanbul’u Batı Anadolu’yu, Karadeniz Bölgesi’ni Doğu Anadolu’yu Rusya’ya vermişler. Biliyorsunuz ki Abdülaziz Han’ın Kırım’ı Ruslardan geri almak gayesiyle yaptırdığı donanmayı Abdülhamid Han’ın Đstinye’ye çekip, kara ordusuna önem vermesi, bir savaş zuhur ederse, Đngiltere’nin yanında yer almak içindi. Çünkü coğrafyasından dolayı ister istemez Đngiltere’nin kara
151
ordusu zayıf olacak, güçlü bir kara ordusuna sahip devlete ihtiyaç duyacaktı. Almanlardan aşırı ürken Đngilizler, Rusları tercih ettiler. Bunun da anlamı haritadan silinmemizdir. Đngilizlerin, Fransızların emellerini biliyoruz; kalanı da Ruslara peşkeş çekmişler.
… Bizi paylaşmanın savaşı olmasına rağmen dışında kalmanın bütün imkanlarını denemeliyiz; fakat kalamayacakmışız gibi de hazır olmalıyız. Abdülhamid Han da aynı şekilde düşünmedi mi? Savaşta Đngilizlerin yanında, galip devletlerin masasında olacakmış gibi hazırlığını yaptı. Bir yandan da Kerkük, Filistin gibi önemli yerleri üzerine tapu etti ve bunları devlet malından ayırdı. Çünkü bildiğiniz gibi devlet mağlup olunca malı galip devletin eline geçer; ferdi mülkiyet ise sahibinde kalır. Tabi Batılılar hukuka riayet eder, etmez; o ayrı mesele; ama her türlü ihtimali düşünerek hesap yapması önemli.
Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde siyasi hesaplaşmaların, savaş planlarının
çizildiği bir ortamda Cemal Paşa Osmanlı Hükümeti tarafından sınırı belirlemekle
görevlendirilir. Eşref Bey ve Gönüllüler “Galiplerin mağlubiyeti” denilen bir
duyguyla geri çekilmektedir. Kader Özlem, Eşref Bey ve Gönüllülerin geri
çekilmesi Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kendini feshi ile ilgili şu bilgileri
aktarmaktadır:
Bulgaristan’ın Batılı Devletler ve Rusya nezdinde yaptığı girişimler sonucu Osmanlı Devleti uluslar arası ilişkiler ekseninde hayli sıkıştırılmıştır. Bu baskılara daha fazla dayanamayan Osmanlı Devleti Bulgaristan’la 29 Eylül 1913’te Đstanbul Antlaşmasını imzalamış ve Batı Trakya’nın Bulgaristan’a ilhakını resmen onaylamıştır. Ayrıca, Batı Trakya Hükümeti üyelerinin ve bu hükümet yanlısı kişilerin Đstanbul Antlaşması’na uymaları ve bu yoldan vazgeçmeleri istenmiş, bu kişilerin bölgeyi en geç 25 Ekim 1913 gününe kadar Bulgarlara teslim etmeleri için mühlet verilmiştir. Nitekim 25 Ekim 1913’te Batı Trakya Müstakil Hükümeti kendini feshederken; Đstanbul’dan gelen Albay Cemal Bey’in gözetiminde Bulgar kuvvetleri bölgenin işgalini 30 Ekim’e kadar sessizce tamamlamışlardır. Ancak, Devletin silah ve cephanesi ileride yeniden kullanmak ümidiyle saklanmıştır (Özlem: 2006).
“Yazılamamış Destanlar”, Osmanlının çöküş sürecinde, bir milletin kendi varlığını
sürdürmede gösterdiği onurlu mücadeleyi gözler önüne sermektedir. Dört bir
taraftan kuşatılan vatan topraklarını korumada, milli bilincin ne denli önemli
olduğunu Batı Trakya’da, Çanakkale’de, Yemen’de ve Kurtuluş Savaşı’nın her
152
aşamasında görebilmekteyiz. Enver Paşa, Eşref Bey gibi tarihimizin önemli
şahsiyetlerinin çabalarını yazar en güzel örneklerle açıklamakta ve hak ettikleri
değeri bir nebze de olsa vermektedir. Ancak incelemiş olduğumuz bu eserde işlenen,
Balkanlardaki var olma mücadelemiz, Çanakkale’de gösterilen kahramanlıklarımız
ve Yemen’de çekilen acıların gün ışığına çıkarılmasında araştırmacıların ilgisinin
hak edilen değerde olmaması, milli değerlerimize ve tarihimize sahip çıkma
noktasında üzücü bir durumu ifade etmektedir.
3.2. Yemen! Ah Yemen!
Yemen Türk tarihinin karanlıkta kalmış yanlarından biridir. Yemen’de yaşanan acılar
Anadolu insanının hala derin yaralarından birini oluşturmaktadır. Yemen’e türküler
yakılmış ve bu türküler dilden dile günümüze ulaşmıştır. Anadolu insanı 300 bin
evladını Yemen topraklarına gömerken, tarihçilerin bu duruma yeteri kadar özen
göstermemeleri ilginçtir. Bu nedenle yazar Mehmed Niyazi’e teşekkürle bu bölüme
başlamayı bir borç bilirim.
Mehmed Niyazi, eserine bir Yemen haritasıyla başlamıştır. Yazarın ilk sözleri
(2005b, 7), şöyledir:
YEMEN ÇÖLÜ; nasıl bir ölü uykusundasın ki bunca şehidin kanı seni yeşertemedi. Anaların, gelinlerin ve nice yetimlerin ıssız yerlerde döktükleri gözyaşları yağmur olup üzerine yağsaydı; bağrından ormanlar fışkırırdı. Hala derin bir sükut içindesin; bir dile gelsen, neler anlatırsın, neler....
Esere, Mülazım (Teğmen) Ali’nin kumandasında bir hecin (hızlı koşan, tek hörgüçlü,
ince uzun bacaklı deve) mangası öncülüğünde, askeri mühimmat ve diğer ihtiyaç
malzemesi taşıyan bir kervanla birlikte Celaleddin’in, Kadirhanlı Adil’in
Hudeyde’den, Tehame Çölü’nden geçişiyle başlamaktadır.
Tarihi olaylarda her zaman coğrafi faktörlerin önemli etkileri görülmektedir.
Bu faktörlerin bazen olumlu, bazen de olumsuz etkilerinden söz etmek mümkündür.
153
Örneğin kalesini bir dağın zirvesine kuran komutan için son derece stratejik bir
savunma alanı oluşurken, bu kaleyi fethetmek için harekete gecen komutan için bu
son derece olumsuz bir durumu ifade etmektedir. Söz konusu Yemen olunca akla ilk
gelen elbette ki çöldür, engebeli arazisidir ve kuş uçmaz kervan geçmez
uçurumlardır.
Çöl acımasızlığını göstermede çok gecikmiyor ve yürüyenler arasında yer alan
Mustafa, çölün ilk kurbanı oluyordu. Kafilenin ilk uğradıkları yerleşim yeri Becil’dir.
Küçük bir nahiye olan Becil’de Mustafa’nın naaşı defnedilir ve bir akşamüstü yola
devam edilir. Kafilenin ikinci uğradığı yerleşim yeri Hacil’dir. Hacil’de bir gün
istirahat eden kafile sabaha doğru burada yoluna düşer. Amaçları sıcak basmadan
önlerindeki vadiyi geçmek ve kolay bir şekilde dağa tırmanarak yollarına devam
etmektir. Akşam varmadan dağın tepesinde kurulan Menehan ilçesine varırlar.
Burada tümen kumandanı Miralay Hasip tarafından karşılanıp, konaklayan kafile
sabah erkenden hareket eder. Bir sonraki durakları olan Sukulhamiş (Perşembe
Pazarı)’te bir gece konakladıktan sonra San’a’ya hareket ederler. San’a önemli bir
merkezdi. Đstanbul’dan gelen subayların ve memurların ana yerleşim birimleri burada
bulunuyordu. Mülazım Celaleddin’de burada birkaç yıl kalacağından kendine bir ev
bulmaya çalışmaktadır.
Mülazım Celaleddin kiralamak için ev ararken sanat okulu müdürü Necati Bey’le tanışmış, onun yardımıyla Đstanbul’a dönen bir subayın boşalttığı katı tutmuştu. Komşu olmuşlardı; tam karşısındaki ağaçlıklı bahçede oturan Necati bey Birecikliydi. Ama kendisi Fatih’te doğmuş, çocukluk yıllarını orada geçirmişti. Đlkokulu bitirdiğinde subay olan babası Yemen’e tayin edilmişti. Onu Galatasaray Sultanisi’ne vermişler, annesiyle babası Yemen’e gitmişlerdi. Bazı yazlar Yemen’den gelirler, bazı yazlar o Yemen’e giderdi. Annesi ölünce babası Yemenli hanımla evlendi. Yüksek öğrenimini bitirince çalışmak için babasının bulunduğu Yemen’i tercih etti. Görücü usulüyle evlenen Necati Bey Yemen’de mutlu bir hayat sürüyordu. En önemli meselesi Đstanbul’dan ayrı kalmaktı (Mehmed Niyazi, 2005b, 17–18).
Buradan hareketle şu iddiamızı tekrarlayabiliriz. Tarihi anlamak demek sadece
savaşları, savaşların sebep ve sonuçlarıyla birlikte o dönemde devletin başında
bulunan kişiyi ya da bir kumandanın hayatını öğrenmek demek değildir. Bunlar tarihi
154
olayların bir parçasını oluşturmaktadırlar ve yaşadıkları dönemin sosyal, ekonomik
siyasi ortamında anlam bulurlar. Dolayısıyla tarihi olayların geleceğe aktarılmasında
ele alınan olay, yaşandığı dönemin her yönüyle birlikte ele alınmalıdır. Osmanlı’yı
anlamak da ve özellikle son dönemlerini anlamak için bu değindiğimiz hususlar
hayati önem taşırlar. Đstanbullu bir ailenin Yemen’in çöllerine yerleşirken
yaşamındaki değişimi, yaşanan evin şekli, yenilen yemeğin ne olduğu, mevsimlerin
seyri, ekonomik faaliyetler, gelenek-görenekleri, dini inanışları vs. gibi hususların
tarihi olaylar üzerinde ve dönem insanı üzerinde etkili olduğunu kabul etmemek
mümkün değildir.
Mülazım Celaleddin de Necati Bey’e misafirken yenilen yemek, içilen kahveden
sonra “gat” denilen bir maddenin Necati Bey tarafından ikram edildiğini ve
çiğnendiğini, daha öncesinden de ayak bastığı Yemen topraklarında bunun çok
yaygın bir gelenek olduğunu görmüştür. Mehmed Niyazi “gatsız Yemen
düşünülemez” diye belirtmektedir. Bu durumda tarihçiye düşen görev Yemen’i “gat”
la birlikte ele almasıdır. Bu tarih okuyucusuna, öğrenciye ve gelecek nesillere karşı
tarihçinin bir borcu, sorumluluğu olarak algılanmaktadır.
Yazar Mehmed Niyazi (2005b, 19–20), gatla ilgili şu bilgileri aktarmaktadır. Nar ağacının filizlerine benziyor. Bu yapraklar koparıldıkça, gat ağacı yeniden filiz verir. Koparılan yaprakların kurumaması için otlara sarılır. Ezilmemeleri de gerekir; bundan dolayı böyle dalların arasına konur ve demet haline getirilir; güzelce bağlanır. Yaz kış demeden, her gün çarşıya getirilir ve satılır. Gatın tiryakiliği, tütün tiryakiliğinden daha zordur. Sigaranı satın alıp, bir yere yığabilirsin; fakat gatı her gün temin etmek zorundasın; bir sonraki güne kalırsa kurur. Kışın kahve buğudur. Yemenliler kahvenin çekirdeğini dışarıya satarlar, kabuğunu kaynatarak içerler. Harareti giderir. Kışırla Yemenliler su ihtiyaçlarının çoğunu karşıladıkları için mikroplu su içmek mecburiyetleri o oranda azalır. Gat çiğnemeye başlanınca, bir süre sonra vücut gevşer ve ter basar. Çiğnenen gatın ağızda yarattığı salya fazlalaşınca, önlerinde hazır duran tükürük hokkasına boşaltılır. Gatın çiğnenmesi ilkin neşe, sohbet iştiyakı verir; insan bambaşka bir iklime girer. Bu neşe, bu kabına sığmazlık bir süre sonra rehavete dönüşür; konuşmalar da biter; nargile dönemi başlar; giderek gözler süzülür; düşünme yerini hayale terk eder.
155
Necati Bey, gat çiğneyip gevşerken, Celaleddin’de merak ettiklerini sormaktadır.
Yemenliler niçin isyan ediyorlardı? Kim ne istiyordu? Bunda kimlerin nasıl bir etkisi
vardı? Mehmed Niyazi dönemin siyasi-ekonomik ve sosyal boyutlarını bir bütün
halinde ele alarak, Yemen’de ortaya çıkan ve sonu bir türlü gelmeyen isyanların
detaylı sebeplerini eserine yansıtarak okuyucuya aktarmaktadır.
Eserinin oluşturulmasında yoğun bir emeğin harcandığını, ilk sayfalarda tespit etmek
mümkündür. Altı yılı aşkın bir sürede harcanan yoğun emek, yapılan detaylı
araştırmalar sonucunda “Yemen! Ah Yemen” tarih içerikli bir roman olmanın ötesine
geçerek bir kaynak eser konumunda ele alınabilecek objektif bilgiler içerir hale
gelmiştir. Ayrıca çok geniş bir coğrafyanın tarihini, çok önemli bir dönemini
aydınlatmaya çalışmaktadır. 1904–1905 isyanlarıyla başlayan eser 1918 Mondros
Mütarekesi’nin imzalanması ve uygulanması süreçlerini ihtiva etmektedir. Bu
dönemin aktarılması elbette kolay değildir. Eserin başarılı yönlerinden biride Yemen
olayları aktarılırken Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı’yla
ve bu gelişmelerin ardında yatan sebeplerin neler olduğuyla dünyadaki, dönemin
konjonktürüyle iyi bağlantılar kurabilmesidir.
Mehmed Niyazi, Yemende çıkan isyanların sebeplerini Necati Bey aracılığıyla,
Mülazım Celaleddin’e şöyle aktarmaktadır.
Yemen halkı genellikle saf ve temizdir. Dünyada olup bitenlerden fazla haberleri yoktur. San’a’da ve bilhassa ülkenin dağlık kesiminde çoğunlukla Zeydiye mezhebi mensupları yaşar. Bunların inancına göre, başlarındaki imam, aynı zamanda devlet başkanı da olmalıdır. Böyle bir inancın nereden çıktığını sorgulamayı düşünmezler; sadece inanırlar. Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayan deniz yolunun üzerinde bulunmakla burası stratejik önem arz ediyor. Süveyş Kanalı açılınca, Babü’l-Mendep Boğazı’nın, Kızıldeniz’in önemi daha da artar. Osmanlı’nın Yemen’i elinde tutması, bu bölgelerde gözü olanları rahatsız ediyor. Zeydileri kışkırtıyorlar. Bir zamanlar Đngilizlerin teşvikiyle Seyyid Kasım kendisini mehdi ilan etmiş. Seyyid Yahya’yı mehdi vezirliğine getirmiş. Halkta taraftar da bulmuş. Bu isyan bastırılınca halkı Fakih Muhammed El-Hittacı’nın mehdiliğine, zenci Abdullah’ın da onun bayraktarı olduğuna inandırmışlar (Mehmed Niyazi, 2005b, 21).
156
Necati Bey’le Celaleddin’in sohbeti sürerken Necati Bey, son isyanı bastırılmasında
görev alan binbaşı babasının tuttuğu notları Celaleddin Bey’e verir. Tutulan hatıratın
ilk sayfasında “1322–1323 isyanına dair hatıralarım” başlığı bulunmaktadır. 23 Şubat
1323 de San’a’nın kuzey batısında bulunan Đra’da isyan patlak vermektedir. Bu tarih
1 Kasım 1904 tarihine denk gelmektedir. Miralay Ali Sayit Bey’in kumandasındaki
Otuzdokuzuncu Tümen, kaymakam Seyfi Bey’in emrindeki taburla takviye ederek
isyanı bastırmak üzere Tevfik Paşa tarafından görevlendirilir. Sanat okulu müdürü
Necati Bey’in binbaşı olan babası Otuzdokuzuncu Tümen de tabur komutanı olarak
görev yapmaktadır. Đsyanı bastırmak üzere harekete geçen askerler aynı zamanda
doğayla da mücadele vermektedir. Kayalık ve sarp bölgelerden, patikalardan yol
alırken, yanlarına top almaları mümkün değildir. Coğrafi yapıyı iyi bilen isyancılar
zaman zaman kurdukları pusularla askerlere ağır kayıplar vermektedirler. Teyfik
Paşa ise geniş bir alana yayılacak olan bir isyanı bastırarak genelkurmay, hükümet
hatta Padişahın gözüne girmeyi planlamaktadır. Bu plandan dolayıda isyanın ne
boyutlarda olduğunu Đstanbul’a iletmemekte ve yardım isteğinde bulunmamaktadır.
… Đsyan üzerine gidilen bölgede değil de, diğer yerlerde yayılıyor, köy köy güneye iniyordu. Kervanla Menaha’ya getirilen erzak yol kapandığı için orada kaldı. San’a’da kıtlık belirtileri görülünce, Teyfik Paşa, Miralay Ali Said Bey’e, orada durumu koruyabilecek kadar kuvvet bırakıp, Menaha’daki erzakı San’a’ya getirmesini emretti. Bu bir anlamda isyancıların gemini gevşetmek, yayılmalarına imkan hazırlamaktı (Mehmed Niyazi, 2005b, 25).
Burada karşınıza tarihin oluşumunda etkili olan diğer bir husus çıkmaktadır, oda
insan faktörüdür, karakter faktörüdür. Kuşkusuz her dahi, her kahraman kendi
toplumunun belirlemiş olduğu çerçeveler içerisinde ortaya çıkar ve o çerçeveleri
genişletir, aşar. Böylece toplum da gelişir, tarihi olaylarda ya da tarihin oluşumunda
etkili olan insan, fert insanlık tarihine katkı sağlarken, zaman zaman kendi milletini
ya da insanlığın geri gitmesini de sağlayabilir. Will ve Ariel Durant’ın (1998, 46) bu
durumla ilgili açıklamalarına daha önce değinilmişti.
San’a’nın iki saat kuzeyindeki Cedir Köyü’nün on yedi Kasım’da isyancıların eline
geçmesi Teyfik Paşa’yı telaşlandırmakta ve Teyfik Paşa tehlikeyi bertaraf etmek
157
amacıyla Ali Said Bey’den gereken tedbirleri alınmasını istemektedir. Ortaya çıkan
isyan hızla yayılmakta ve Đmam Yahya’nın birlikleri bir türlü durdurulamamaktadır,
Cinaf Köyü’nü ele geçiren asiler kolaylıkla San’a’nın dış mahallelerine dayanırlar.
San’a’nın düşme tehlikesine karşılık vilayet ve kolordu merkezleri Meneha’ya
taşınır, Meneha’da oturan Mekatıl denilen Rafiziler ise Đmam Yahya’nın isyanlarına
karşı Osmanlının yanında yer alırlar.
Savaşların ve isyanların en can alıcı noktalarından biride açlığın baş göstermesidir.
Osmanlı devleti 17.yüzyıldan itibaren önce duraklama ardından gerileme devrine
girmiştir, Dünya ticaret yolları değişmiş, Osmanlının elinde bulunan Đpek ve Baharat
yollarında istenilen kazanç sağlanamamıştı. Bunlarla beraber Đngiltere’de Sanayi
Đnkılâbı’nın ortaya çıkmasıyla el emeğine dayalı ekonomik etkinlikten fabrika
üretimine geçilmiş, sanayisini kuramayan Osmanlı ise, kapitülâsyonların etkisiyle de
bir hammadde kaynağı ve
pazar yeri haline gelmiş, yarı sömürge durumuna düşmüştü. Osmanlının ekonomik
olarak güç kaybına uğraması, halkında sefaletine neden oluyordu. Bu sefalet
ortamında halkın kışkırtmalardan daha kolay etkilendiğini ise psikoloji ve sosyoloji
bilimleri ortaya koymuştur. Đmam Yahya’nın 1904’de başlayan isyanı sırasında da
özelikle San’a’da kıtlık artmış, hayvan nesli neredeyse tükenme noktasına gelmiştir.
Buna bağlı olarak çok sayıda insan açlıktan dolayı yaşamını yitirmiştir. Will ve Ariel
Durant (1998, 71), ekonominin insanlar üzerinde etkili olduğunu belirtir ve şu
hususları aktarmaktadır: “Đnsanları yöneten insanlar, sadece eşyayı yöneten insanları
yönetirler ve parayı yöneten insanlar ise her şeyi ve herkesi yönetirler”.
Şubat ayının sonlarına doğru isyanın yavaşladığı, hücumların azaldığı görülür.
Bunun sebebi ise Hicaz’dan Arif Hikmet Paşa’nın yardıma gelmesidir, isyancılar
Arif Hikmet Paşa’nın kuvvetlerini engellemek üzere bir kısmı o yönde hareket
edince San’a’nın birazda olsa rahatlamasına aynı zaman da moral bulmasına sebep
olmuştur; ancak her türlü çabaya rağmen isyan kırılamıyordu.
San’a’nın doğu cephesini savunan, askerleriniz 7 Nisan’da artık dayanamayacaklarını anlayınca, kuzeye, bizim yanımıza çekildiler. Böylece önlerini açmış oldular; asiler San’a’ya fakat Birulazed şeyhi Hüseyin Zühre şehrin kuzey bölümüne hâkimdi; buranın güvenliğini
158
sağlayacağına dair Đmam Yahya’ya güvence verdi. Đmam Yahya’nın durumu kritikti. Hüseyin Zühre’yi de karşısına almamak için bu bölgenin yönetimini ona bıraktı San’a’da kalan sivil Türkler, Đmam Yahya’dan çekinen Sünni Yemenliler, o bölgeye, Şeyh Hüseyin Zühre’nin kanatları altına sığındılar (Mehmed Niyazi, 2005b, 29).
San’a’ya giren Đmam Yahya, hükümet konağına yerleşmişti. Bu sırada, Yemen’i iyi
tanıyan, bölgede mevcut bir güce sahip kabile başkanları ya da dini şahsiyetlerle
ilişkileri iyi olan, dirayetli bir insan olan Irak’ta görevli olan ve “Tatar” lakaplı Müşir
Ahmet Fevzi Paşa Yemen’deki bütün kuvvetlerin başına tayin edilir. Müşir Ahmet
Fevzi Paşa Hudeyde’de göreve başladıktan sonra hazırlıklarını tamamlar. Yüz on
dört tabur toplayıp bekler. Bu bekleyiş sırasında da kimseye fark ettirmeden Matar,
Hazıt, Bekil kabileleriyle görüşüp önlem aldıktan sonra San’a’ya doğru hareket eder.
Müşir’in bu başarısı askerin güven hissini güçlendirir. Sinan Paşa ile Sukulhamiş
arasında uzun ve dar bir koridor şeklinde olan Beva Boğazı ve Yazıl mevkiinde
pusuya karşılık önlem alırlar.
Askeri birlikler ve kervan aralarında boşluk bırakarak parça parça ilerlemeye başlamışlar. Bir kısmı Boğaz’a girerken, bir kısmı çıkacak tarzda bir pusuya düşerlerse, az kayıp vermenin planını uyguluyorlarmış. Hangi gruba ateş ederlerse etsinler, askerlerin ve kervanın büyük bölümü pusunun dışında kalacakmış (Mehmed Niyazi, 2005b, 32).
Kurdukları pusuyla ateşe başlayan isyancılar, Müşir Ahmet Fevzi Paşa’nın savunma
güvenliğini sağlaması, Mihrali Bey’in Alayı ile Of ve Atina (Pazar) gönüllülerin
gayretleriyle asi kuvvetler dağıtılır. Bu saldırı sırasında Beyt-i Selam Şeyhi de
hayatını kaybeder. Bundan sonra birlikler San’a üzerine hareket ederler. Ağustos
ayının on dokuzunda San’a isyancılardan temizlenir. San’a’da Şerare Meydanı’nda
sadece hasta ve yaralılar bulunuyor, bunlar dışında meydan bomboş bulunur.
San’a’daki durumu anlatmaya Mehmed Niyazi (2005b, 36), şöyle devam etmektedir:
Birulazep’e yakın köylerdeki hısım akrabalarına sığınanlar, Nukum Dağı’nın arkasındaki vadiye gizlenenler evlerine dönünce ortalık şenlendi. Askeri birliklerimizin, Sivas’tan gelen Mihrali Bey’in Hamidiye Alayı’nın, Ali Şerif Efendinin kumandasındaki Mapavri, Mustafa Efendinin emrindeki Polathane, başında Hamdi Efendinin bulunduğu Sürmene gönüllü taburlarının üç yüz elli deveden, pek çok katır ve attan oluşan erzak taşıyan kervanla San’a’ya girmeleri sevinç
159
çığlıkları ve gözyaşlarıyla karşılandı. Halktaki coşku kısa sürede biteceğe kesinlikle benzemiyordu.
San’a’nın asilerden kurtarılmasından sonra San’a’ya dokuz on saat mesafede bulunan
Maber üzerine hareket edildi. Miralay Ali Said Bey’in emrindeki Otuzdokuzuncu
Tümen’e iki tabur daha kaydırılmış, Sivas’tan gelen Mihrali Bey, Hamidiye Alayı;
Hafız Osman Efendi kumandasındaki Atina Taburu ve Đbrahim Efendi
kumandasındaki Rize Taburu harekete geçerek kısa sürede Maber bölgesi de kontrol
altına alınır. Đsyancıların elinde kalan son yer Ravza bölgesiydi, zaman kaybetmeden
Ravza’yı kuşatmak için Mihrali Bey’in Alayı kılavuz subaylarıyla takviye edilir.
Diğer vilayet ve kazaların gönüllü taburlarıyla harekat başlar. Burada doğa
koşullarının muhalefetiyle de karşılaşır. Askerlerin üzerinde Tehame Çölü’nde
giyilen yazlık elbiseler bulunuyor. Oysa Ravza, dağlık ve çok soğuk olan bir yerdir.
Ayrıca hem askerler hem de halk inanılmaz bir açlıkla mücadele ediyor. Arif Hikmet
Paşanın takviye kuvvetleriyle isyan bastırılmaya çalışılmaktadır.
Uzun süren Ravza kuşatması açlığı had safhaya ulaştırmış, isyancılar çocukları
yemeye başlamışlar. Bütün hazırlıkların yapılıp bir an önce Ravza’ya girilmeliydi.
Şehre yapılan saldırı bütün gece sürer ve gün ağardığında her tarafta yaralı ve şehit
cenazeleri yatmaktadır. Mülazım-ı Sani (Üsteğmen) Zekeriya Efendi de şehit
düşenler arasında bulunmaktadır. Đsyan sona erdirildikten sonra Doktor Fehim Beyin
raporu Muhyiddin Paşa’ya iletilir. Đsyan ve açlık birleşince ortaya şu korkunç tablo
çıkıyordu:
Yirmi üç kişi yenmişti; bunlardan ikisi subay çocuğu idi. Bu şoke edici durumun sarsıntısını henüz atlatamamışken Kaymakam Seyfi Bey içeriye girip selam verdi. —Kumandanım tespitimize göre otuz subayımız, sekiz yüz yirmi bir er ve erbaşımız şehit olmuş. Pek çokta yaralımız var. Onların tespitine, aynı zamanda tedavisine çalışıyoruz (Mehmed Niyazi, 2005b, 49).
Müşir Ahmet Fevzi Paşa kumandayı ele aldıktan sonra, isyanı tüm boyutlarıyla
Đstanbul’a rapor etmişti. Đsyanın bastırılabilmesi ve bu gelişmeler sırasında sergilenen
kahramanlıklar imparatorluğun başkentinde bu işin kökten çözülebileceği fikrini
160
uyandırmış ve Erkan-ı Harbiye Reisliği, Đmam Yahya’nın yakalanarak isyan
potansiyelinin tamamen ortadan kaldırılması emrini Müşir Ahmet Fevzi Paşa’ya
iletir. Ahmet Fevzi Paşa, çok deneyimli, bölgeyi iyi tanıyan ve ne zaman ne
yapacağını iyi bilen bir kumadandı. Ancak Yemen coğrafyası ve o dönemde sahip
olunan imkânlarla Đmam Yahya’yı ele geçirmek, kuvvetlerini tamamen ortadan
kaldırmak imkânsız olmasına rağmen, emir gelmiş ve emrin gereği yerine
getirilecekti. “Yemen Đmamı, Kasım Paşa Đmamı değildir” sözü bu dönemden kalmış
ve işin zorluğunu belirtmektedir.
Đmam Yahya, Şehare denen yeri kendine merkez seçmiştir. Şehare, coğrafi bakımdan
savunmaya elverişli bir mekân olduğundan tercih edilmiştir. Nukum Dağı’ndan
Sahara’ya tepeler, uçurumlar birbirlerini izler. Yol patika şeklindedir. Yazarın
belirttiği şekliyle askerler 1 km yolu, 4–5 saatte bazen bir günde ancak kat
edebiliyorlar. Đmam Yahya’nın merkezi Şehare üzerine yapılacak harekatta kırk
tabur, Mihrali Beyin alayı ve gönüllü kuvvetler hazırlanarak, harekat başlatılır. Ecbar
Vadisinde, Tuğgeneral (Mirliva) Yusuf Paşanın birlikleri, Mavari Taburu ve Zile
Bölüğü hücuma uğrar, Recam Vadisi’nde de Korgeneral (Ferik) Yusuf Paşanın
birlikleri hücuma uğrar. Bu hücumda çok sayıda şehit verilirken, çok sayıda askerde
yaralanır. Daha öncede değindiğimiz gibi coğrafi faktörlerin tarihi olaylar üzerindeki
etkisi büyüktür. Coğrafi faktörleri iyi kullanan taraf savaşlarda genellikle galip gelen
taraf olmaktadır. Böylece coğrafi faktörler tarihi gelişime yön vermişlerdir. Bu
bağlamda tekrar Yemen’de cereyan eden olaylara dönersek, Đmam Yahya’nın
kuvvetleri de bölgenin coğrafi yapısını çok iyi bildiklerinden bölgeye uyum da
sağlamışlardır. Bu avantajla sarp yerlerde hızlı hareket edip, kaçış yollarını iyi
kullanıyorlar ve yaptıkları saldırılarla Osmanlı birliklerinin ağır kayıp vermesine
neden olmuşlardır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen düzenli birlikler Şehare’ye
hareket etmekten vazgeçmemişlerdir.
Şehare’ye yaklaşmıştık; ne çare ki ağırlıklarımızla sarp dağları aşmamız mümkün değildi; vadileri takip etmek zorunda kalışımız yolumuzu uzatıyordu. Çıplak, kayalık dağların yarım ay şeklinde kuşattığı bir tepenin üzerine kurulmuş Huş’un dibinden geçiyorduk. Hırçın tabiatın koynunda küçük bir köydü. Bir avuç irili ufaklı kahverengindeki taş binalar tepenin değişik yerlerine gelişi güzel
161
serpilmişti. Evlerin aralarında cılız yeşillikler göze çarpıyordu. Yarın başına kondurulmuş ünlü kışla bütün dikkatini kendi iç dünyasına çevirmiş, dalgın, biraz da tedirgin bir kartalı andırıyordu. Dünyadan kopuk Huş’a sadece bulunduğumuz yerden gidilebilirdi; türküde vurgulandığı üzere yolu da yokuştu.
Uzun süren mücadelelerin ardından, Arapların “Şehare’tül Emir,” dedikleri imamların meşhur makarrı karşımıza çıktı. Đmamların isyanlarının kaynağı, işte bu üstesinden gelinemeyen vahşi tabiattı. Zendilerin üzerinde dünyevi ve uhrevi otoritesi bulunan imamlar burada yaşarlardı. Küçücük bir yer olan Şehare iki kısımdı; bir tarafı Şeharetül Emir, diğer tarafı Şeharetül Fes idi. Burası dünyada emsali görülmeyen mucizevî bir jeolojik olaydı; bu iki bölüm peynir kalıbına benzer şekilde birbirinden ayrılmıştı. Çok eski çağlarda bu iki kayalık parçayı bir mimar alabildiğine derin uçurumun üzerine tek taştan yaptığı kemerli köprü ile bir birine bağlamıştı. O yıkılınca, yerine daha basit bir köprü yapılmıştı (Mehmed Niyazi, 2005b, 57-58).
Yemen savaşçılarından, biri, Türk tarihine adını yazdıran kahramanlardan olan
Sultanın, “Yularsız Aslanım” dediği Mihrali Bey’di. Mihrali Bey Şehare
kuşatmasında sırtından yara alır. Ancak Mihrali Beyin durumunu kötüye götüren
amansız bir hastalığa “kolera”ya yakalanmasıydı. Doktorların bütün çabalarına
rağmen Mihrali Bey kurtarılamadı. Mihrali Beyin cephede yaşamını yitirmesi başta
Hamidiye Alayı olmak üzere bütün orduda büyük bir moral bozukluğuna sebep olur.
Tiflis’in Borcaali Sancağı’nda başlayan Mihrali Beyin maceralı hayatı Yemen’de bir
çam ağacının altında noktalanıyordu. Bu olaydan sonra Müşir Ahmet Fevzi Paşa,
Şehare kuşatmasını kaldırmak zorunda kalır. Birliklerin San’a’ya dönmesinden sonra
çok sayıda şehit vermiş Gönüllü Kırkıncı Hamidiye Alayı memleketine uğurlanır.
Đmam Yahya’nın 1902-1905’te çıkardığı isyan ve isyan sonrası Đmam Yahya’yı
ortadan kaldırmak amacıyla başlatılan Şehare kuşatması böylece son buluyordu.
Đsyan ve kuşatma sırasında Osmanlı birlikleri binlerce şehit vermiştir. Bu olaylardan
sonra Mülazım Celaleddin Yemen’in durumunu, Yemen’de olup-biten olayları
Đstanbul’da bulunan nişanlısı Hatice’ye mektupla iletmekte, Hatice’de Đstanbul’daki
gelişmeleri ve kendi durumlarını Celaleddin Beye iletirken kavuşmanın hayalini
kurmaktadır.
162
Değinmemiz gereken önemli başka bir hususta, Osmanlı 19. yüzyılda içinde
bulunduğu bunalımın 20. yüzyılda doruk noktasına ulaşmasında etkili olan
sömürgecilik, daha genel bir ifade ve günümüz anlamıyla emperyalizmdir. Kelime
anlamıyla “ imperium” sözcüğüne dayanan emperyalizm, diktatörlük gücü, bir
merkezden hükmetme, keyfi yönetim metotları anlamlarını taşımaktadır. 19.yüzyılda
siyasi literatürde kullanılmaya başlanan emperyalizm Đngiltere’nin sömürgeci
(kolonyan) politikaları için kullanılmış. Günümüzde ise daha çok ekonomik ve
sosyal alandaki egemen bir gücün etkinliğini ifade etmektedir.
15. yüzyılda Avrupalı devletlerin içine girdikleri arayış sonucunda, Coğrafi Keşifler
olarak adlandırdığımız yeni yolların bulunması sonucunu ortaya koymuştur. Avrupa
devletlerinden öncelikle Đspanya ve Portekiz sonra daha kalıcı ve etkin bir şekilde
Đngiltere ve Fransa keşfedilen yeni yerleri işgal ederek kendi hükümdarlıklarını
kurdular. Aynı zamanda bu yerlerde bulunan ekonomik kaynaklar da kullanılmaya
başlandı. Bu gelişme ile sömürgecilik ortaya çıkmıştır. Avrupa da bu ve benzeri
gelişmeler olurken Osmanlı Đmparatorluğu üç kıtaya yayılmış olmanın verdiği
güvenle de Avrupalı devletlerin içinde bulundukları arayış hususunda fazla meraklı
davranmamıştır. 18. yüzyılın ortalarından itibaren ise Đngiltere’de Sanayi Đnkılâbı’nın
ortaya çıkışıyla da sömürgecilik tüm dünyaya yayılmış Đngiltere “güneş batmayan
imparatorluk” olarak sıfatlandırılmıştı. Osmanlı devleti ise egemen olduğu alanlarda
sömürgeci bir anlayış ve politikaya sahip olmamıştır. Sanayi Đnkılabı sonrasında
ortaya çıkan hammadde ve pazar ihtiyacı, Avrupalı devletleri Osmanlı
egemenliğinde bulunan topraklara da göz dikmesine sebep olmuş ve başta Đngiltere
olmak üzere Avrupalı devletler Osmanlıdan kopan alanları sömürgeleştirmişlerdir.
Mehmed Niyazi (2005b, 77), 23.08.1910 tarihli Mülazım Mehmet Paşa’nın,
Mülazım Celaleddin’e gönderdiği mektupta şunları aktarmaktadır:
Bazılarının “Bizim Yemen’de ne işimiz var?” diye sık sık homurdandıklarını duyuyoruz. Bu beyinsizler “ Đngilizlerin Aden’de ne işi var?” sorusunu kendilerine neden sormuyorlar? Azıcık beyni olan Eritre’ye Đtalyanların, Cibutiye Fransızların hangi mantıkla yerleştirdiklerine kafa yormaz mı? Kızıldeniz’in, önemle Babü’l-Mendep Boğazının stratejik değerini anlamayan budaladır.
163
Đstanbul’un güvenliği nasıl batıda Tuna’ da başlarsa, güneyde de Babü’l-Mendep Boğazı’ndan başlar.
Yemen’de bulunan birliklerin başında Tevfik Paşa bulunuyor ancak Tevfik Paşa’nın
yaşlanması ve dünyada cereyan eden olayların dışında kalmasından dolayı yerine
Hasan Tahsin Paşa getirilmiştir. Hasan Tahsin Paşa da yaşlıydı. Yemen’e daha genç
ve dinamik bir kumandan gerekliydi. Bu nedenle Mehmet Ali Paşa
görevlendirilmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın görevlendirilmesinden sonra Yemen’de
yine hareketlilik baş göstermiştir. Đstanbul da bulunan Teşkilat-ı Mahsusa’nın
başında bulunan Eşref Bey de uyarıda bulunuyordu. Bunun üzerine;
Mehmet Ali Paşa, Emniyet Müdürü Atıf Bey ve Yemen’de nüfuz müdürlüğü yapan, aynı zamanda Teşkilat-ı Mahsusa’nın bölgedeki en yetkilisi olan Ahmet Hamdi Bey Valilik makamında yaptıkları durum değerlendirmesi toplantısında, Ahmet Hamdi Bey’in Yemen’de önemli gördüğü yerleri dolaşmasını kararlaştırdılar (Mehmed Niyazi, 2005b, 77).
Bu dönemde Osmanlının etrafı sarılıyor, alan gitgide daralıyordu. Cibuti’yi
Fransızlar, Eritre’yi Đtalyanlar, Aden’i Đngilizler sömürgeleştirmişti. Osmanlı Cezayir
ve Tunus’tan da çekilmişti. Teşkilatı-ı Mehsusa’nın başta Eşref Bey’in farkında
olduğu Yemen ve tüm Arap Yarımadası’nda, Đngiliz ve diğer Avrupa devletlerinin
casuslarının hararetli bir şekilde çalıştığıydı. Bu casusların (ajan) çalışmalarının,
tahriklerinin önüne nasıl geçilebilirdi. Ahmet Hamdi Bey bölgede araştırmaya başlar.
Đlk olarak, ihlaslı bir Müslüman ve Osmanlıya dost olan Vasil Şeyhi Kaniş ile
görüşür. Ahmet Hamdi Bey bu bölgede faaliyet gösteren ve halk arasında itibar
kazanan bir Đngiliz ajanı olan Abdullah Mansur’la ilgili bilgi alır. Abdullah Mansur,
Đngiltere de doğup büyümüştür. Đngiltere de “Hayvanlar ve Bitkiler Bilim
Akademisi” üyesi olduğu belirtilir. Şeyh Kaniş, Abdullah Mansur’un kuşlara çok
meraklı olduğunu ve Yemen’de kuşlarla ilgili araştırma yaptığını belirtir. Bu arada
Arapça’yı çok iyi bilen Abdullah Mansur bölgede çok iyi bir Müslüman olarak saygı
görür. Hudeyde’den, Cizan’dan ve Arap Yarımadans’ın her yerinden çok sayıda kişi
Abdullah Mansur’u ziyaret etmektedir.
164
Arapların isyan etmelerinin altında yatan nedenleri iyi anlamak gerekmektedir.
Avrupa devletlerinin Arapları kışkırtmak, isyana teşvik etmek amacıyla çok sayıda
ajan, misyoner görevlendirdiği tarihi kayıtlarda mevcuttur. Okullarımızda okutulan
kitaplarda gerek sömürgecilik-emperyalizm- , gerekse Avrupalı devletlerin sömürge
elde etmede gösterdikleri çabaların Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle bağlantısı
izlenememiş, bu konularla ilgili bilgilerde maalesef yüzeysel kalınmıştır. Bu anlamda
da “Yemen! Ah Yemen!” vb. gibi tarih içerikli edebi ürünlerin tarih öğretimine
katkılarının büyük olacağı kuşkusuzdur.
Ahmet Hamdi Bey, bir şekilde Abdullah Mansur’a ulaşmak ister. Bu amaçla
öncelikle Menaha bölgesinde bulunan Mükrimislerin dini liderleri Şeyh Nasır’la
karşılaşır. Ardından Beyt-i Müdde-i bölgesindeki Mükrimislerin lideri Şeyh Nasır’ın
amcası Şeyh Naci ile tanışır. Bu gelişme son derece önemlidir. Çünkü Abdullah
Mansur Beyt-i Müddei köyünde oturmaktadır. Đngiltere’nin Londra kentinden olan
Wayman Bury’nın Müslüman olduktan sonra Muhammed Mansur adını aldığı
belirtilir. Kısa boylu, çelimsiz, zayıf, büyük kafalı, ancak çok şık giyinen ve Mekke
modasına uygun başında kefiye taşıyan, Arabistanlı Laurance olarak ünlenen Đngiliz
ajanda Muhammed Mansur’u ziyaret etmişti. Ahmet Hamdi Bey durumun
vahametini düşünüyor ve nelerin yapılması gerektiğine dair planlar yapmaktadır.
Çünkü Abdullah Mansur bulunduğu bölgede önemli bir düğüm noktasını
oluşturuyor. Yemen’de Osmanlı karşıtı faaliyetlerin odağında da bulunabilirdi.
Mehmed Niyazi (2005b, 107), Yemen ve diğer Arap Yarımadası ülkelerindeki
Osmanlı karşıtı ve dıştan kaynaklanan faaliyetleri şöyle aktarmaktadır:
Yemen’in çölleri ve dağları Avrupalı kaynıyordu. Bunlardan bir bölümü kesinlikle askerdi; ama aralarında petrol mühendisleri, kimyagerler, jeologlar, mineraloglar, misyonerler gibi çeşitli mesleklere mensuplar da vardı. Fakat hepsi “eski eserler uzmanı” oldukları söylüyor, ellerindeki belgeler de mesleklerini eksiksiz doğruluyordu. Kimisi ihtida edip, Wayman Bury adını bırakmış nura gark olduğunu zihinlere çakmak için Abdullah Mansur’u almıştı; kimileri sularındaki madenleri araştırıyorlar; kimileri de Yemen’in güneşinde boy atan bitkilerde şifa arıyorlardı. Bazıları da insanlık medeniyetine beşik olmuş bu diyarlarda eski yazıları okuyorlardı!... Gruplar kazılara başlıyorlar, bir süre sonra orayı bırakıp bir başka
165
yerde devam ediyorlardı. Đngilizler, Fransızlar, Almanlar, Ruslar, Đtalyanlar Bedevi kılığına bürünmüşler, ellerindeki haritalarla dolaşıyorlardı. Kapitülasyonlara dayanarak istedikleri yerlerde konsolosluklar açıyorlardı. Aslında bunlar konsolosluk değil, birer karargahtı; sel gibi altın akıtıyorlardı. Hepsinin hedefi ortaktı; buralardaki petrol yataklarını, diğer yeraltı zenginliklerini tespit etmek onları ele geçirmek.
19. yüzyıldan itibaren dünyayı algılamak ve anlamlandırmak, bunun sonucunda
tarihsel bir bilince sahip olabilmek için tarihsel olayları daha öncesinden olduğundan
daha fazla detaylı incelemek ya da tarihsel olaylara etki eden farklı etmenlerin
varlığından haberdar olmak gerekmektedir. Bu nedenle ders kitaplarının oluşumunda
ya da tarih derslerinin işlenmesi sürecinde olayların bütün yönleriyle ve yaşandığı
dönemi yansıtacak nitelikte ele alınmalıdır. Ele aldığımız Yemen olaylarını,
Osmanlıya karşı oluşan tepkileri, yabancı devletlerin bu durumdaki etkilerini
anlamlandırabilmek için Fransız Đhtilali’nin ortaya çıkardığı düşüncelerden
haberimizin olması, Sanayi Đnkılabı’nın doğurduğu sonuçların farkında olunması,
sömürgecilik ve emperyalizm düşüncelerinin ne gibi olaylara neden olduğunu, nelere
sebep olabileceğini bilmek durumundayız. Bu belirttiğimiz olayların tarihsel
gelişimini, birbirleriyle olan ilişkilerini ve tarihsel olaylarla ilişkilerini anlamadan tek
başına ele alınmış tarihsel olayları anlamamız mümkün değildir. Đncelediğimiz
“Yemen! Ah Yemen!” olayları tüm yönleriyle ele alması, tarihsel olayların detaylı
incelemelerden sonra esere konu edinilmesi ve edebiyatla süslenerek okuyucuyu
olayların içine sürüklemesi nedenleriyle ilköğretim 8. Sınıf öğrencilerine ve
ortaöğretim düzeyindeki öğrencilere tarih dersi yardımcı materyali olarak
önerilebileceği kanaatini taşımaktayız.
1904–1905 isyanından sonra bir süre suskun kalan Đmam Yahya, tekrar harekete
geçmiş ve Yemen’de yeni bir isyan baş göstermişti. San’a’yı kuşatan Đmam
Yahya’nın kuvvetleri haberleşmeyi sağlayan tüm telgraf tellerini kesmişlerdi. Askeri
birlikler arasında sadece helyosta aracılığı ile haberleşme sağlanabiliyordu. Bu arada
Hudeyde’den gelen posta Sinanpaşa’ya ulaşmış ancak Đmam Yahya’nın
kuvvetlerinin San’a - Sinanpaşa yolunu kestiklerinden postanın San’a’ya ulaştırma
imkanının kalmadığını Sinanpaşa’daki istihkam taburunun kumandanı Trablusgarp’lı
166
Binbaşı Abdulkadir, Şuayb Dağı’ndaki helyosta vasıtasıyla Kolordu
Kumandanlığı’na bildiriyor, Binbaşı Şamlı Mülazım Sudi’nin karakolu isyancılara
teslim ettiğini de bildiriyordu.
San’a’daki Kolordu Kumandanı Mehmet Ali Paşa günde iki defa sadrazamlığa ve
Erkan-ı Harbiye Reisliği’ne bilgi veriyor, sur burçlarındaki nöbetçilerin sayısını
artırıyor ve San’a’da karışıklıkların meydana gelmemesi için değişik yerlere
karakollar kuruyordu. Bu arada kış şartları çetin geçiyor, isyancılar geceleri “moral
yıpratma savaşı”na başlamışlardı. Đsyancılar San’a-Ravza arasındaki tepelerde
geceleri ateşler yakarak halkın direnişini kırmaya, moral bozukluğu yaratmaya
çalışıyorlardı. San’a’da yaşayan halkın çoğunluğu Zeydi’ydi. Bunlar arasında Đmam
Yahya’ya bağlı olanlarda bulunuyor, ancak alınan önlemlerle San’a’da Đmam Yahya
yanlısı olanların faaliyetlerinin önüne geçildiği anlaşılmaktadır.
Kolordu Kumandanlığı Đmam Yahya üzerine yapılacak harekatın planını yapar.
Revza yönüne toplar kaydırılıyor, makineli tüfekler şehrin kuzeyinde toplanıyor. Bir
gece sabaha iki saat kala kuzeye açılan Şuub, Rum, Fekadif kapılarından birlikler
harekete geçer. Binbaşı Đlhami’nin kumandasındaki Birinci Tabur iki bölükle takviye
edilerek hücuma kalkacak, Binbaşı Mustafa komutasındaki Đkinci Tabur ise ihtiyatta
kalarak duruma göre hareket edecekti. Başlatılan harekat karşısında duramayacağını
anlayan Đmam Yahya’nın birlikleri geri çekilmek zorunda kalırlar. Revza yönündeki
tepeler asilerden temizlenirken, asiler yüz yetmiş dokuz kayıp verirler. Hücum eden
birliklerden ise otuz dört şehit, yirmi sekiz yaralı bulunmaktadır. Daha önceki
isyanda çok kötü olayların yaşandığı Revza, Mehmet Ali Paşa’yı endişelendiriyor.
Burada değerli bir kurmay olan Miralay Halit Cemal’in emrindeki üç tabura ek
olarak dört tabur daha görevlendiriyor.
Nisan ayında bahar ayının etkilerini iyice belirttiği bir dönemde Miralay Halit Cemal
saldırı olacağına dair haber gönderir. Daha sonra bölgede başlayan çatışmalar geride
yüzlerce ölü bırakarak sona erer ve Đmam Yahya’nın sağ kolu isyancıları teslim
olmak zorunda kalırlar. Yemen meselesini uzun vadeli görüşülmesi gerektiği
167
düşüncesi başkent de tartışılmaya başlanmış, Đmam Yahya ve Yemen’le ilgili Erkan-ı
Harbiye ve hükümetin fikrini Mehmet Ali Paşa Helyostadan öğreniyordu.
Đmam Yahya da insandı; onunla oturup konuşulabilirdi. Aden, Cibuti, Fas, Tunus, Cezayir gibi batılı emperyalistlerin eline geçmiş Đslam ülkelerinde neler cereyan ettiğini hiç değilse duymuştu. Hükümetin kararlılığı bu işin çözülmesine görevlendirdiği heyetten de anlaşılıyordu. Heyetin başkanlığına Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmed Đzzet Paşa tayin edilmişti. Kurmay heyetinde de seçme subaylar bulunuyordu. Hamidiye Kruvazörü ile Đstanbul’dan Hudeyde’ye hareket ettiler (Mehmed Niyazi, 2005b, 123).
Ahmet Đzzet Paşa ve beraberindeki heyet ihtişamlı bir törenle Hudeyde’de karşılanır.
Ahmet Đzzet Paşa’yı Menaha’daki Tümen Kumandanı Miralay Hasip karşılıyor ve
eşlik ediyordu. Ahmet Đzzet Paşa’nın düşüncelerini Mehmed Niyazi (2005, 125),
şöyle aktarmaktadır.
Bu isyanlardan bıkmışlardı; ama çekilirlerse mutlaka buraya Batılı emperyalistler, Aden’e, diğer yerlere olduğu gibi gelip yerleşirlerdi. Bunun da anlamı, hançerin biraz daha gırtlağa dayanmasıydı. Çekilmezlerse, ne insan güçleri, ne de maliyeleri dayanabiliyordu. Her isyanda pek çok asker ölüyor, maliye yüz binlerce altın kaybediyordu. Hükümet ve kurmay heyeti bu altınların bir bölümünü Đmam Yahya’ya verip geri kalan altınları ve askerleri kurtarmak düşüncesindeydiler. Yapılacak anlaşma sır olarak saklanırsa, başka bir yerden benzer bir istekle de karşılaşmayız, diyorlardı.
Ahmet Đzzet Paşa ve beraberindeki heyeti Bacil’de de Nahiye Müdürü Đhsan Efendi
ile Jandarma Kumandanı Yüzbaşı Asım karşılar. Bu arada Revza isyancılardan
temizlenmesine rağmen San’a’ isyancıların kuşatması altında; San’a’ kuşatmasının
ortadan kaldırmak için hazırlıklar son aşamaya gelir. San’a’ kuşatması üç koldan
yarılmaya çalışılacaktı. Otuzaltınca Alay, Kaymakam Şükrü komutasında merkezden
saldırıya geçecekti; Otuzsekizinci Alay Kurmay Binbaşı Selahaddin Adil sol taraftan,
Kırkıncı Alay ise Kaymakam Hüsnü’nün komutasında sağdan taarruza kalkacaktı.
Hazırda bekletilecek Miralay Hasip’in tümeni ise savaşın gidiş hattına göre gerekli
yerlere destek verecek panik durumun da ise düşmana karşı koyacaktı. Bu arada alay
müftüsü Đbrahim Hüseyin Efendi, askeri birlikleri dolaşarak şu hususları (Mehmed
Niyazi, 2005b, 131), izahat etmektedir.
168
—Karşımızdakilerin de Müslüman olmaları bizim şehit veya gazi olmamıza engel değildir. Kabul edin ki siz Mercidabık veya Ridaniye’desiniz; orada da karşımızda Müslümanlar vardı. O savaşlarda ordumuzun başarısızlığının milletimizi, ümmetimizi ne hale getireceğini bir düşünün! Daha sonraki Đslam âleminin gelişmesi, birbirlerini takip eden zaferlerimiz oralardaki şehitlerimizin kanlarının, gazilerimizin fedakarlıklarının üzerine bina edilmemiş midir? Şimdi ise daha feci bir durumla karşı karşıyayız. Siz burada sadece Yemenli asilerle değil onları kışkırtan, para ve silahla destekleyen Đngilizlerin, Fransızların öncü kuvvetleriyle savaşacaksınız. Elbette ki ölürseniz şehit, kalırsanız gazisiniz.
Yapılan planlar doğrultusunda harekete geçen birlikler yoğun çatışmaları sonucunda,
asiler Nukum Dağı’nın arkalarına çekilmeye başladılar. Çok sayıda asi öldürülmüş,
bununla birlikte de çok sayıda şehit verilmiştir. Halk da daha önceki isyanlarda
ortaya çıkan olumsuz durumların bir kez daha yaşanmasının önüne geçilmiş
olunmasından sevinçliydi. 1910 yılında başlayan Đmam Yahya’nın bu isyanının
bastırılmasıyla Ahmet Đzzet Paşa’da kurmay heyetiyle birlikte daha önce
Sinanpaşa’da yolu kesilen posta eşliğinde San’a’ya girer. Ahmet Đzzet Paşa San’a’da
halka seslenir, isyan sırasında yaralanan askerleri ziyaret eder.
Osmanlı Devleti, Yemen sorununu uzun vadeli çözmek amacıyla Erkan-ı Harbiye
Reisi Ahmet Đzzet Paşa’yı görevlendirmesinin de içinde bulunduğu ortamın, dünyada
cereyan eden olayların büyük etkisi bulunuyordu Avrupa devletleri arasında sömürge
elde etme yarışı hat safhaya ulaşmış, Avrupa’nın dolayısıyla dünyanın üzerinde kara
bulutlar dolaşıyordu. Avrupa da patlak verecek bir olay bir anda bütün dünyayı
saracaktı çünkü Avrupa devletleri dünyanın dört bir yanında sömürge elde etmişlerdi.
Bunun yanı sıra Balkanların durumu hiçte iç açıcı görünmüyordu. Balkan
devletlerinin Osmanlı devletine saldırı ihtimali çok yüksekti. Bu koşullarda Yemen
gibi imparatorluk merkezinden uzak, ancak stratejik açıdan önemli bir mevkide
devamlı sorunların yaşanması işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale getirebilirdi.
Ahmet Đzzet Paşa, Yemen Valisi ve Kolordu Kumandanı Mehmet Ali Paşa’nın
görüşlerini alarak San’a’da bulunan üç Zeydi ailesini vilayet makamına çağırarak şu
hususları onlara iletiyordu:
169
Gerek nizami kuvvetleri, gerekse Đmam Yahya’nın saflarında ölenler bizim evlatlarımızdır. Her genç evladımızın hayata gözlerini kapatmasıyla ümmetimiz bir değer, bir güç kaybediyor. Sonra bu evlatlarımızın anne, babalarını düşünmeliyiz; ateş düştüğü yeri yakar. Buna artık ‘dur’ demeliyiz. Ayrıca Hıristiyan alemi hızlı bir silahlanmanın içindedir; elbette bunları kendilerine değil biz Müslümanlara karşı kullanacaklar. Hepimiz gönül gönüle bir araya gelebilir, karşılarında durabilirsek belki bir sonuç elde edebiliriz. Aksi takdirde yeryüzünden silinmemiz mukadder bir hususu da belirtmek isterim; Đmam Yahya bu bölgede saygın bir mezhebin önderidir. Devletimiz bütün inançlara mezheplere değer verir; önderlerine saygı gösterir. Şimdiye kadar burada görev yapan vali ve kolordu komutanlarımız hatta diğer yetkililerimiz Đmam Yahya’ya maalesef yeteri kadar iyi davranmamış olabilirler. Hem bu hatamızı telafi etmek hem de buradaki insanlarımızı huzura kavuşturabilmek için sizi bir heyet olarak antlaşma metniyle Đmam Yahya’ya göndermek istiyorum. San’a sancağı da dahil olmak üzere Yemen’in Zeydiler’le meskun dağlık kısımlarda şeriat hükümlerine göre adalet tevzii yapacak kadılar ve vakıf memurlarını Đmam tespit edecek. Bir suiistimal iddiası bulunursa bunun delilleri Đmama bildirecek o da onları görevden alınmasını isteyecektir. Kimin tayine dileceğini, kimin görevden alınacağını imam belirleyecek, vilayete bildirecek; vilayette başkentten tayinlerini ve azillerini istirham edecektir. Vakıfların yönetimi de imama ait olacaktır. Devletimizi Đmamın bölgesinden Şer’i vergilerin dışında vergi almayacak. Şimdi söyleyeceğim hususu bir biz biliyoruz; bir de şimdi siz bileceksiniz; tabii birde imam bilecek; bunu hiçbir yerde söylemeyeceksiniz; metinde de yer almayacak; devlet sırrı olarak kalacaktır. Đmamın sosyal prestijini sürdürülebilmesi için gelip gidenini ağırlayabilmesi gerekmektedir. Masraflarını karşılamak amacıyla merkezi hükümet her yıl imama 20 bin altın ödeyecektir (Mehmed Niyazi, 2005b, 139).
Üç kişilik heyet Şehare’ye hareket edip, Đmam Yahya’nın görüşünü aldıktan sonra,
Đmamın San’a’ya yakın Zeydi Köyü Dean’a davetini Ahmet Đzzet Paşa’ya iletirler.
Dean’da yapılan görüşmeler sonucunda antlaşma metni imzalanır. Đmam Yahya’ya
verilecek 20 bin altın sözlü olarak kararlaştırılır.
Osmanlı Devleti’nin Erkan-ı Harbiye Reisi’ni görevlendirerek Yemen’e göndermesi,
tarihsel süreçte normal bir olayken, aynı kişinin bir bölgede yerleşik kabile reisiyle
bir antlaşma yapması bununla da yetinilmeyip her yıl 20 bin altının veriliyor
olmasının kabul edilmesi çokta karşılaşılan, olağan bir durumu ifade etmemektedir.
170
Bu durumda, Osmanlı devletinin zayıf düştüğünü ve kendi hakimiyeti altında
bulunan bir kabileye söz geçirmede zorluklar yaşadığını söyleyebiliriz.
Yemen Anadolu insanında derin izler bırakmıştır. Bu izler genelde de savaşa dair
izlerdir. Yemen’e gidenlerin gelmeyeceği inancını insanımız çok yoğun
yaşadığından, Yemen ve Yemen’e gidenlerle ilgili çok sayıda türkü yakılmış, çok
sayıda şiir yazılmıştır. “Yemen! Ah Yemen!” le de Mehmed Niyazi, Yemen’de
yaşananlara böylece bir ışık tutmaktadır. Daha öncede belirttiğimiz gibi tarihçilerin
üzerinde çok fazla çalışmadıkları tarihi bir dönemi ifade etmektedir, Yemen.
Yemen’de görev alan askerler bazen kaç yıllarını orada geçirdiklerini unuturlardı.
Bunu yazarın verdiği şu örneklerle destekleyebiliriz. Mülazım Celaleddin Đstanbul’da
oturdukları apartmanın bitişiğinde bakkallık yapan Rıfkı’nın oğlu Halim’le karşılaşır
(Mehmed Niyazi, 2005b, 152):
—Ne zamandan beri buradasınız? - Geçtiğimiz Şubat ayının 11’inde Yemen toprağına ayakbastım,
üç yıl oldu. - Terhisin yakın mı? Buruk bir gülümseme yüzünde yayılırken gözleri nemlendi. - Allah bilir. Normal olarak askerlik süremiz doldu; fakat bizim
terhis olmamız için Erkan-ı Harbiye’den emir gelmesi lazım. Bizden daha eskiler burada bize ne zaman sıra geleceğini kim bilebilir? Vapura binerken bir ihtiyar, “her yere giden gelir, hatta Moskof’a giden bile gelir, ama Yemen’e giden gelmez” diyerek ağlıyordu.
- Nerede görev yapıyorsun? - Buraya sekiz saat mesafede bir karakolda görev yapıyorum.
Altıncı Bölüğün Đkinci Takım’ına bağlı bir manga olarak San’a-Taiz yolunun belli bir bölümü gören bir burçta yol muhafızıyız.
Tarihi yaratanlar insanlardır. Tarihi anlamakta tarihteki insanın duygusunu, hissini
anlamakla mümkündür. Yemen’de Halim Çavuşu, nişanlısının mektuplarını bekleyen
Mülazım Celaleddin’i, o şehit düşerken Hatice’nin ondan cevap bekleyişini,
Trakya’da Eşref Bey’in hissini, zenci Musa’nın sadakatini, Çanakkale’de Ezineli
Yahya Çavuş’u, Oğuz Amca’yı, Molla Kazım’ı anlayabiliyor ve yaptıklarını
171
anlamlandırabiliyorsak, tarihi idrak etmişiz demektir. Aksi takdirde bir şeyler eksik
kalmıştır.
Bir gün sabah içtiması yapılırken Mehmet Ali Paşa, subayların konferans salonunda
toplanmalarını emreder. Toplantı salonuna gelen Kumandan Mehmet Ali Paşa şu
hitapta bulunur:
— Birkaç gün önce Đtalyanlar Libya’ya çıkarma yapmışlar. Özel kaynaklardan aldığımız haberlere göre de Kaymakam Enver Bey ile yıllarını Arap çöllerinde geçirmiş, çok iyi bir gerillacı olduğunu bildiğimiz Eşref Bey yerli halkı organize edip, karşı koymak için oraya hareket etmişler. Onlar bir şeyler yapabileceklerine inanırlarsa, diğer bazı genç subaylar da oraya gideceklermiş. Söylediklerimden de anlaşılacağı üzere Đtalya ile savaş halindeyiz. Yemen eyaletimizin hemen karşısındaki Eritre Đtalya’nın sömürgesidir. Orada bulunan Đtalyan askerleri sambuklar veya savaş gemileriyle topraklarımıza geçebilirler. Ayrıca Süveyş’ten veya Babü’l Mendep Boğazı’ndan zırhlıları gelebilir; Yemen’in herhangi bir yerine çıkarma yapabilirler. Her an savaşa sevk olacaklarmış gibi birliklerinizi hazırlayın. Ayrıca Đtalyanlar, “Libya’ya asker çıkardık; orayı ele geçirdik; siz de isyan edin!” tarzında buranın halkını tahrik edebilirler. Devletimizi ne kadar çeşitli gailelere sürüklerlerse, Trablusgarp’daki direncimiz o ölçüde azalır. Bunun için her an bir isyanla karşılaşabileceğimizi de unutmayın. Đtalyanların Libya’ya çıkarma yaptığını, yani başımızda çok ciddi bir dert bulunduğunu sakın bir yerde söylemeyin; “Böyle bir şey var mı?” diye soranlara “Bilmiyorum; olsaydı, duyardım.” Cevabını verin. Fırsat kollayanların ekmeklerine yağ sürmeyin (Mehmed Niyazi, 2005b, 167).
Çalışmalarımızın gerekli yerlerinde değindiğimiz bir husus vardır ki, o da olaylar
arasındaki bağlantılardır. Söz konusu bir tarihi olay ise, bu olayın mutlaka başka
olaylarla bağlantıları bulunmaktadır. Tarihsel olaylar, tarihi süreç içinde vuku
bulurlar. Mehmed Niyazi’de eserlerini ele alırken olaylar arsında ne gibi sebep-sonuç
ilişkisinin olduğunu ya da esere konu edilen olay veya olayların yaşandığı dönemin
nasıl bir tarihi süreç olduğunu eserlerinde işlemiştir. Yemen’de isyan çıkarken,
Trakya’da nelerin yaşandığına şahit olabilirsiniz. Çanakkale’de olup bitenlerden
haberiniz olabiliyor. Osmanlının içinde bulunduğu siyasi, ekonomik durum
gözlerinizin önüne serilebiliyor. Ya da sanayileşmiş Batı ülkelerinin, kendilerine
hammadde ve pazar bulmak, yaratmak için ne gibi faaliyetler içinde olduklarını
anlayabiliyorsunuz.
172
Đtalyanların Libya’ya saldırıları elbette Yemen’i de etkiliyordu. Osmanlı Devleti’ni
barışa zorlamak amacıyla Çanakkale’ye saldıran Đtalyanlar herhangi bir başarı elde
edemiyorlardı. Đtalya Libya’yı alma konusunda kararlı davranıyordu. Çünkü dünya
devletleri bloklaşmaya gidiyor, Đtalya ise bu bloklardan güçlü olanının yanında yer
almak amacıyla stratejik konumunu güçlendirmek istiyordu. Libya’da yerli halkı
tertipleyerek Đtalyanlara karşı başarılar Mustafa Kemal, Enver Paşa ve Eşref Bey
tarafından sağlanıyordu. Đtalya Osmanlı’yı barışa zorlamak için Eritre’den – Eritre o
zaman Đtalya sömürgesidir- Yemen’e kolaylıkla çıkmayı gerçekleştirebilirdi. Bu
ihtimale karşı Ertire’nin karşısında bulunan bölgeye birlikler kaydırıldı. Binbaşı
Đlhami’nin taburu, -Mülazım Celaleddin’de bu birlikler arasında yer almaktadır-
Hacil, Beyt’ül Fakih, Fazik ve Muha’dan geçen birlikler zorlu bir yolculuktan sonra
Ertire’nin karşısında bulunan ve çıkarma yapmaya en uygun bölgeye yerleşmeye
başladılar. Miralay Ali Said de iki piyade ve bir topçu taburuyla Taiz’den gelip bu
birliklere katıldı. Bu bölgede bulunan askerler savaşın getirdiği diğer bir acıyla
boğuşmaktaydılar. Bu askerleri son derece zor durumda bırakan hastalıklardı. Önce
askerler sıtmaya yakalanmış daha sonra ise kolera baş göstermişti. Her gün çok
sayıda asker hayatını kaybediyor, diğer hastalar içinde bulundukları acıyla, sonlarını
tahmin ederek bin bir acı birden yaşıyorlardı. Bu durumla ilgili Mehmed Niyazi
(2005b, 191-192), şunları aktarmaktadır:
Defnedilişleri de ayrı bir dertti! Öğle ve akşama doğru, biraz ilerde, gözlerinin önünde çukur kazılıyor, namazları kılınıp, iç çamaşırlarıyla gömülüyorlardı. Bilinçlerinin yerinde olması dramlarını onlara bütün haşinliğiyle duyuruyordu. Herkes için paha biçilmez bir değer olan akıl, onlar için bir felaketti. Çıldırmaları en büyük nimetti; fakat kaderleri onlardan bunu da esirgiyor, nasıl olacaklarını onlara gösteriyordu. Kim kiminle kara toprağa girecekti!... Nerede idi sevdikleri! Ana kucağında, baba ocağında ölmekle, bu çöllerde “su! su!” feryatlarıyla ölmek bir miydi?...
Eritre’nin karşısında mevzilenen birlikler “beş ay ondört” günlerini burada
geçiriyorlardı. Đtalyanlar Yemen’e saldırıda bulunmamışlardı. Osmanlı Devleti ile
Đtalya arasında imzalanan Ouchy (Uşi) Antlaşması’yla Trablusgarp ve Bingazi,
Đtalyanlara bırakılıyordu. Uzun süren bu bekleyiş sırasında birlikler açlık ve
susuzlukla birlikte, bazen ortalığı kavuran çöl güneşi, bazen ani yağışlarla ortaya
173
çıkan seller ve çamur içinde durmadan yayılan sıtma, kolera birliklerdeki askerlerin
yarsının canına mal olmuştu. “Nice yaşmaklı gelinler dul kaldıklarını öğrenecek,
yoksul çocuklar baba sevgisini tadamayıp el kapılarında göz yaşı dökeceklerdi!...”
(Mehmed Niyazi, 2005b,194)
Đtalyanlarla antlaşma yapılmış, ama memleket yeni bir savaş dalgasına tutulmuştur.
Bu sefer Balkanlar’da savaş patlak veriyordu. Balkan milletleri Fransız Đhtilali’nin
getirdiği yeni düşünce akımlarının etkisi ve Rusya’nın Panslavizm politikası
sonucunda 19.yüzyıl boyunca isyan etmiş ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdi.
Balkan milletlerinin Osmanlı’dan kopmasına sebep olan fikir başta milliyetçilikti.
Milliyetçilik fikriyle ulus devlet olgusu oluşmuş, imparatorluklar zayıflayıp,
parçalanarak yerlerini ulus devletlere bırakmıştı. Daha öncede belirttiğimiz gibi
sanayileşmiş Avrupa devletleri sanayilerini beslemek için sömürgeler elde etmek
istiyordu. Bu amaçla da Osmanlı egemenliğinde bulunan milletleri kışkırtarak
isyanlara neden oluyordu. Yemen’de de aynı yolu deniyorlardı. Özellikle Đngilizlerin
Yemen ve Ortadoğu’nun tamamında casus, misyonerlik faaliyetleri çok yoğundu.
Đngilizlerin Yemen’de faaliyet gösteren Wayman Bury (Abdullah Mansur)’nin peşine
Teşkilat-ı Mahsusa’dan Kurmay Binbaşı Üsküplü Osman takılmıştı. Kendini Edward
Osman olarak Lübnanlı bir Arap olarak tanıtıyor ve Abdullah Mansur’la iletişime
geçmenin yollarını arıyordu. Zeki bir subay olan Üsküplü Osman Arapça ve
Đngilizce’yi çok iyi biliyordu. Abdullah Mansur’la tanışma imkanı bulan Üsküplü
Osman, kendisinin Hıristiyan olmasına rağmen, dini hislerinin zayıf olduğunu belirtir
ve Abdullah Mansur’un örnek bir Đslam Şeyhi olarak kendisine yardım etmesini ister.
Aralarındaki ilişkiyi geliştiren Üsküplü Osman sık sık Abdullah Mansur’u ziyaret
ediyor ve dini nasihatler alıyordu. Yine bir ziyaretinde Osmanlı’ya karşı düşmanca
faaliyetlerde bulunan ve izini bulmaya çalıştığı Yezidi asıllı Ali Muhsin Askeri’yi
bulur. Üsküplü Osman bu ziyaretinde Abdullah Mansur’un Ali Muhsin Askeri’yle
yaptığı şu konuşmayı (Mehmed Niyazi, 2005b, 221) duyar:
Önümüzdeki ayın on birini on ikiye, yani cumayı cumartesiye bağlayan gece, sizin saatinizle akşamın altısı sularında Babü’l-Mendep Boğazı’nın yukarısında ki, Eritre ile Somali sınırının tam karşısına silahların ilk partisini sambuklar getirecek.
174
Bu bilgiyi Üsküplü Osman, Ahmet Hamdi Bey’e iletir. Ahmet Hamdi Bey de
Mahmut Ali Paşa’yı bilgilendirir. Yapılan durum değerlendirmesi sonucunda
Miralay Ali Said’in operasyon düzenleyerek silahları ele geçirmesi kararına varılır.
Babü’l Mendep Boğazı’nda yerlerini alan Miralay Ali Said, karaya çıkarılan ve
develere yüklenen silahları düzenlediği başarılı bir operasyonla ele geçirir.
Tarih öğretmeninin önemli amaçları arasında öğrencinin tarih bilincine sahip
olmasını sağlamaktır. Tarih bilincine sahip olan bireyler, tarihsel olayların ortaya
çıkış süreçlerini analiz edebilme kabiliyeti kazanabilmekte, bu kabiliyetle de tarihsel
olayların süreçlerini harekete geçiren etmenleri tespit edebilmektedirler. Tarihi
romanların, tarihi olayları senaryolaştırarak bir bütüne kavuşturmaları, olayları
detaylandırmaları öğrencinin ya da tarih okuyucusunun olayı anlamlandırmasına,
tarihi olayda etkisi olan unsurları daha kolay tespit etmesine olanak tanımaktadır.
Yemen olaylarında din konusunun misyonerler ve ajanlar tarafından istismar
edilmesi bölge halkını harekete geçiren hususlardan bir tanesidir. Mehmed Niyazi,
bu hususu eserinin değişik kısımlarında tartışarak okuyucusunun bu durumu
görmesini sağlamıştır. Đngiliz casusu Wayman Bury’nin ya da Arabistanlı
Laurence’in büründükleri durum dinin kullanılması yoluyla halkı, kitleleri
yönlendirmeye iyi örneklerdir. Wayman Bury yani Şeyh Abdullah Mansur,
sergilediği davranışlarla tam bir Đslam âlimi görünümüne bürünmüş ve faaliyette
bulunduğu bölgede halkın sempatisini kazanmıştır. Abdullah Mansur, Halifeliğin
Osmanlı’da olmasını Đslam’ın çöküş nedenlerinden gösteriyor ve halifeliğin tekrar
Araplara geçmesiyle Đslam’ında yüceleceği propagandasını yapmaktadır. Yazar
Mehmed Niyazi (2005b, 258), durumla ilgili şu hususları dile getirmektedir:
Çöl her şeyi tüketen bir ortamdır; ne dökersen, ne koyarsan, yok olup gider. Rabbül Âlemin insanlığa adeta “Her şeyi yok eden çöl, benim vahyettiğimi yok edemiyor; gözlerinizi yol gösteren bu gerçeğe çevirin; kurtuluş burada” dedi. Đlk Müslümanlar bu buyruğa uyduklarından göz kamaştırıcı başarı elde ettiler; emsaline rastlanılmayacak medeniyetler kurdular; ne yazık ki Türklerle birlikte bu aleme korkunç bir kabus çöktü. Sahabelerin, tabiinin, teba-i tabiinlerin ve onların ardından giden Müslümanların nur yolu izlerini takip edebilmemiz için, her ne pahasına olursa olsun, bu kabustan kurtulmalıyız. Bunun da biricik şartı Halifeliğin, sahibinin eline geçmesidir.
175
1913’te Yemen’de Kolordu da önemli değişiklikler yapılır. Mehmet Ali Paşa’nın
başka yere tayini üzerine vekil olarak Mirliva Hüseyin Paşa getirilir. Hüseyin
Paşa’nın vekilliği kısa sürer. Onun yerine de Mirliva Ahmet Tevfik Paşa getirilir.
Mahmut Nedim Bey vali olarak atanmış böylece Kolordu Kumandanlığı ile Valilik
birbirinden ayrılmıştı.
Osmanlı devleti 20.yüzyıl başında dört bir taraftan savaşın içinde kendini
bulmaktadır. Yemen’de yukarda belirttiğimiz gelişmeler olurken Balkanlarda I.
Balkan Savaşı hezimetle sonuçlanmış ve Bulgarlar Đstanbul yakınlarındaki Muradlı
Tepeleri’ne dayanmışlardır. Balkanlar’daki yenilgi ve Đstanbul’un içinde bulunduğu
tehlike haliyle memleketin her tarafında derin üzüntülere sebebiyet vermektedir.
Alman Kayzeri’nin de Đstanbul’un Bulgarlara ait olması gerektiğini belirten
demeçleri memleketin her tarafında kaygıyla takip edilmektedir. Yazarın Yemen’i
işlerken Balkan Savaşları’na ya da eş zamanlı benzer biçimde olaylar arasındaki
bağlantıları kurarak işlemesi, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ortamın,
Dünya’daki genel tarihsel akışın anlaşılmasında büyük kolaylık sağlamaktadır.
Yemen’e Enver Paşa, Eşref Bey ve bunların çevrelerinde bulunan genç subayların
10.cu Kolordu’nun gizli desteği ve gönüllülerinde çabasıyla Tekirdağ, Kırklareli ve
Edirne’yi geri aldıkları haberinin ulaşması, Yemen’de sevinç yaratır.
Bu sevinçli günlerden bir süre sonra Đzmir milletvekili Ubeydullah Efendi, Ahmed Đzzet Paşa ile Đmam Yahya arasında yapılan antlaşmayı onaylayan fermanla, Đmam Yahya’ya verilecek murassa Osmanlı nişanı, altın işlemeli enfiye kutusu, birkaç top ipekli kumaş ve daha değişik bazı hediyelerle San’a’ya geldi. Üç gün Vali Mahmud Nedim Bey’in misafiri olarak dinlendikten sonra, Sadrazamlığın emriyle Yemen Vilayeti mektupçusu Haşim Efendi’yi ve Jandarma Kumandanı Kaymakam Hilmi Bey’i yanına alarak, aralarında Yemenli askerlerin de bulunduğu iki manga muhafızla Şehare’ye hareket etti (Mehmed Niyazi, 2005b, 243).
Bu arada Vali Nedim Mahmut Bey’le Ahmet Hamdi Bey arasında geçen konuşmada,
Đngilizlerin Asir’de halkı silahlandırdıkları ve eğittikleri aynı zamanda Hudeyde’de
Đsviçre Konsolosluğu’nda tercüman olan Habib Yusuf’un halkı kışkırttığı ve Arap
176
Ayrılıkçılığını körükleyen doktor El-Cundi’nin yakın adamlarından olduğu belirtilir.
Yine Abdullah Mansur’un evinin bir karargah şeklinde kullanıldığı da belirtilir.
Ayrıca cahil ve fakir olan halkı kandırmak ve kışkırtmak amacıyla şu yalanın
uydurulduğu “iki Türk askeri öldürülmüş, karınlarından altın çıkmış” belirtiliyor ve
bu duruma bir an önce müdahale edilmesi gerektiği fikrinde birleştiler. Yemen’de bu
gelişmeler olurken Osmanlı yeni çalkantılarla sarsılmaya devem etmektedir.
1914 yılı Osmanlı Devleti için yoğun bir savaş ortamının tekrar başlaması demektir.
I. Dünya Savaşı başlamış ve Osmanlı da kendini bir anda savaşın ortasında
bulmuştur. 19.yüzyıl boyunca Đtilaf grubunda bulunan Đngiliz, Fransız ve Rusların
Osmanlı’ya karşı sergiledikleri politika genelde olumsuz olunca, Osmanlı Devleti ile
Almanya arasında yakınlaşma başlamıştır. Savaş başladıktan sonra bir süre
tarafsızlığını koruyan Osmanlı Devleti Enver Paşa’nın isteği doğrultusunda 2
Ağustos 1914’te Türk-Alman Đttifakı imzalanır. Osmanlı Devleti ile Almanya
arasında bu gelişmeler olurken; Almanya Đtalya’yı kendi yanına çekmek amacıyla iki
savaş gemisini Goben ve Bresleau’ı Akdeniz’e gönderirken buna engel olmak
isteyen Đtilaf Devletleri de bir filoyu Akdeniz’e indirdiler. Đtilaf filosundan kaçan
Alman gemileri Ege Denizi’nden geçip Çanakkale’ye girdiler. Bu dönemde Harbiye
Nazırı ve padişah adına Başkomutan olan Enver Paşa, bu gemilerin sığınma hakkı
isteğini kabul eder. Goben ve Bresleau’ın 23 Ekim 1914 de Karadeniz’e çıkıp Alman
Amiral Schuchan’ın komutasında Rus Liman ve gemilerine ateş açmaları sonucunda
2 Kasım’da Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.
Rusların Osmanlı Devleti’ne savaş açması haberi Yemen’e ulaşır ve Yemen’de
bulunan askerlerde bir telaşa girerler. Ahmet Tevfik Paşa şunları mırıldanırken
(Mehmed Niyazi, 2005, 252) “savaşla beraber doğduk, savaşla beraber ihtiyarladık,
korkarım ki savaşı miras aldığımız gibi, çocuklarımıza miras bırakacağız” askerlerin
aklından şu sorular geçmekteydi: Erkan-ı Harbiye Aden’de bulunan Đngilizlere,
Cibuti’de bulunan Fransızlara hücum etmelerini isteyecek miydi? Đngiliz ya da
Fransızlar onlara hücum ederler miydi?
177
Yemen’de askerlerin telaşları sürerken I. Dünya Savaşı da her cephede kendini iyice
hissettirmeye başlar. Yemen’de bulunan birlikler için Süveyş Kanalı hayati bir
öneme sahipti. Çünkü Yemen’e taşınan her türlü malzeme Süveyş Kanalı’ndan
geçmek durumundaydı. Đngilizlerin Süveyş Kanalı’nı kapatmaları, Yemen’e
ulaştırılacak her türlü mühimmat-malzeme hususunda büyük bir sorun ortaya
koyuyor ve askerlerin yiyecekleri, mühimmatları, postaları bu durumdan sonra trenle
Medine’ye ulaştırılıyor, buradan da kervanlarla Yemen’e ulaştırılıyordu. Diğer
taraftan Osmanlı’nın içinde bulunduğu durum gittikçe güçleşiyordu. Đtilaf Devleti
Çanakkale’ye saldırıyor, Ruslar Doğu Beyazıt’tan Anadolu’ya doğru ilerliyor,
Đngilizler ayrıca Basra’ya saldırıp Şattularap’tan yukarı doğru harekete geçmişlerdi.
Elbette ki Osmanlının her cephede savunması güç koşullarda sürüyor, ancak dar bir
zamanda savaşta bulunan Osmanlı tam bir felaketin eşiğindeydi.
Çanakkale’de kan gövdeyi götürürken, Đngiliz ve Fransızlar Mısır’ın Đskenderiye
şehrinde hazırlıklarını tamamladıkları birlikleri Çanakkale’ye sevk etmeye devam
ediyorlardı. Bu arada Osmanlı Erkan-ı Harbiye Reisliği, Aden’e düzenlenebilecek bir
hücumun Çanakkale’deki yüklerinin hafifletebileceği görüşünü Yemen’de bulunan
Kolorduya bildirir. Ancak inisiyatifi de yine Kolordu Kumandanlığına bırakır.
Kolordu Kumandanı Ahmet Tevfik Paşa en doğru kararı vermek isteğiyle
komutanlarıyla durum değerlendirmesi yapar. Yapılan değerlendirmelerin ortak
noktası Aden’e hücum düzenlediği takdirde Đngilizlerin Hindistan yolunun
güvenliğini sağlamak amacıyla bu bölgeye donanmanın bir kısmını sevk edeceğini,
böylece Çanakkale’de bir rahatlamanın söz konusu olabileceği görüşü ön plana çıkar.
Kolordu Kumandanı olarak Ahmet Tevfik Paşa Đngilizlere karşı Aden cephesinin açılmasına karar verdi ve birliklerin başına “Mıntakatü’l Hareket Kumandanı” unvanıyla yıllardan beri Yemen’de görev yapan, buraları karış karış bilen Miralay Ali Said’i tayin etti. Bu kere sefere iştirak edecek subaylara önceden bildirildi. Bunlardan birisi de Mülazım-ı Sani Celaleddin’di (Mehmed Niyazi, 2005b, 260).
39. Tümen, takviye edilmiş birliklerle Taiz yönüne sessizce harekete başlamış,
çölde yaz güneşinin kavurucu etkisi işlerini zorlaştırıyordu. Farklı birlikler
Taiz’de bulunuyor ve ilk hedef olarak Đngiliz idaresinde bulunan ve her biri
178
kabile sultanlarına ait olan ülkelerden oluşan Nevah-i Đtisa bölgesiydi. Harekata
devam eden Osmanlı birlikleri çok sayıda kabile sultanlığını ele geçirmiş ve
Aden’in çok önemli su kaynağı olan Şeyh Osman Köyü’ne yaklaşmışlardı.
Aden için çok önemli bir su membası olan bu bölgede Đngilizler savunmayı
güçlendirmişlerdi. Bölgeye yaklaşan Türk askerleri Đngilizlerin uzun menzilli
toplarının bombardımanına yakalanıyor, kendilerini korumak amacıyla derin
siperler oluşturuyorlardı.
Mıntıkatü’l Hareket Kumandanı Miralay Ali Said, Kolordu Kumandanlığı’na şu bilgiyi vererek Aden’e niçin giremediklerini açıkladı : “Uzun menzilli toplara sahip bulunmadığımız sürece, asker olarak yapabileceğimiz hiçbir şey yok; saldırmakla sadece vatan evlatlarını kırdırırız. Ahmed Tevfik Paşa, Ahmed Hamdi Bey, Miralay Ali Said’in ihtiyacını gidermek için çırpınırlarken Vali Mahmud Nedim Bey Đngilizlerin yönetimindeki Lahiç Sultanlığı’nın ve diğer Nevah-i Đtisa denilen sultanlıkların ana vatana katıldıklarını ilan etti (Mehmed Niyazi, 2005b, 270–271).
Şeyh Osman Köyü’ndeki su kaynağı Osmanlıların hedefi olmuştu. Bu su kaynağının
ele geçirilmesi durumunda Đngilizlerin Aden’de tutunmaları mümkün değildi. Bu
arada çarpışmalar yoğunlaşıyor, sıtma hastalığı da askerleri savaşamaz duruma
getiriyordu. Hastalığa yakalananlardan biri de Mülazım-ı San-i Celaleddin’di.
Celaleddin’in birliğinden on üç kişi şehit düşmüş, bazı askerler hastalıkla mücadele
ediyor, bazıları ise yaralanmıştı. Bunlar San’a’ya doğru harekete ederken, Aden
cephesi Taiz’den getirilen üç taburla güçlendiriliyordu. Aden’de devam eden savaşta
iki taraf arasında bir denge oluşmuş savaşın sonucu ise Birinci Dünya Savaşı’nın
nihai sonucuna kalmıştı.
Yemen’de bir yandan savaş, bir yandan memleketin içinde bulunduğu durum
kaygıyla takip edilirken, diğer taraftan Teşkilat-ı Mahsusa bölgede faaliyette bulunan
casuslar, halk kışkırtıcılarının peşine düşmekteydi. Đstihbarat biriminin önemli
şahsiyetlerinden biri olan Kadıköylü Fahreddin de Hudeyde’de Đsviçre
Konsolosluğu’nda tercüman olarak çalışır ve istihbarat subayı Yüzbaşı Đrfan’la
cumayı cumartesiye bağlayan akşamları görüşüyor ve bilgi paylaşımında
179
bulunuyordu. Fahreddin, Bağdat Nüfus Müdürlüğü’nden Hıristiyan ve adı da Tarık
Yahya olarak belirlenen bir kimlik belgesine sahipti. Tarık Yahya, Hristiyan
Arapların içinde bulunduğu ve Osmanlı’ya karşı olan bir gizli örgütün liderliğini
yapan Habib Yusuf’u yakın takibe almıştı. Tarık Yahya (Fahreddin) dialoğa geçtiği
Habib Yusuf’tan, ayrılıkçı Arapların, Đsviçre pasaportlu Đngiliz arkeolog ve maden
mühendislerinin –ki bunlar ajan olarak bölgede faaliyet göstermekteydiler-
Osmanlı’yla ilgili karar vermek üzere Beyt-i Muddei Köyü’nde Abdullah Mansur’un
evinde toplanacakları bilgisini Yüzbaşı Đrfan’a iletir. Yüzbaşı Đrfan aldığı istihbaratı
Menaha’da Üsküplü Osman’a iletir. Üsküplü Osman tüm hazırlıklarını yaptıktan
sonra bir gece sabaha doğru Abdullah Mansur’un evini ateşe verir. Evde bulunan
Arap ayrılıkçılar ve Đngiliz ajanlarının tamamı hayatını kaybeder. Bu durum
Đngilizlerin beklemediği, karşısında şaşkınlığa düştükleri bir olay oldu. Đngilizler bu
olayın ardından Đmam Yahya ya da Şeyh Đdris’i devreye koyarak kaybettikleri
ajanlarının öcünü alma peşine düştüler.
Bu arada üzerinden durulması gereken hususlardan biri de yazarın olayların vukuu
bulunmasından önce bu olaylara nasıl bir zemin hazırlandığını detaylı bir şekilde
araştırmasıdır. Her tarihi olay, kendisinden önce uygun bir zeminin oluşumunu
gerektirir. Belli koşullar belirlenmeden, uygun bir zemin oluşmadan bir tarihi olayın
vukuu bulması tarihte pek az rastlanmaktadır. Bu nedenle tarih öğretiminde göz
önünde bulundurulması gereken önemli bir husus olarak, tarihi olayların oluştukları
ortamı, zeminini öğrenciye aktarmaktır. Tarihi olayların hangi koşullarda geliştiği,
olayı tetikleyen unsurların neler olduğu, bu olayın nasıl bir zamanda ve süreçte
oluştuğu üzerinde durulması, olayın tüm yönleriyle anlaşılmasını sağlayacaktır.
Eğitim kurumlarında kullandığımız ders kitaplarının bu hususta önemli eksiklikler
içerdiğini söyleyebiliriz. Ders kitaplarının kronolojik bilgi yığını haline getirildiğini
birçok tarih bilimcisi dile getirmektedir. Dursun Dilek (2001,8) “tarih, genellikle
okullarımızda sorgulanmayan, eleştirisi yapılmayan ve değişmeyen doğrular
manzumesi olarak okutulur” der. Bu anlamda da tarih öğretiminde yardımcı kaynak
olarak etkin bir şekilde tarihi romanlardan faydalanmak Dilek’in belirttiği hususu
ortadan kaldırmaya katkıda bulunabilecektir. Ayrıca her tarihi olayın oluştuğu zemini
ders kitabına yansıtmakta bazen mümkün olmayabilir. Önemli olan tarih dersini ya
180
da tarih öğrencisini bir kaynağa bağımlı kılmamak, farklı alternatifler sunarak
öğrencinin olayı anlamlandırmasına katkıda bulunmaktır. “Yemen! Ah Yemen!”,
Osmanlı Devleti’nin 20.yüzyılın başında yaşadığı olaylara ve bu olayların oluşum
süreçlerine, olayların birbirleriyle olan bağlantılarına ışık tutması itibariyle, tarih
öğretiminde kullanılabileceği ve önemli bir katkı sağlayacağı kanaatini taşımaktayız.
Yemen’de batılıların kışkırttığı Şeyh Đdris’i, kendisini Hz. Peygamberlerin soyundan
geldiğini belirtirken, davranışlarıyla bölge halkının saygınlığını kazanmıştı. Sık sık
Mısır’ı ziyaret eden Şeyh Đdris’i Abu’ya döndüğünde halk tarafından coşkuyla
karşılanır. Çok sayıda Đngiliz, Đtalya ve Fransız Şeyhin cemaatinde yer alıyordu. Bu
durum yetkililerin dikkatini çekmiş ve Ahmet Hamdi Bey Yüzbaşı Şakir ve Abbas
Haşim’i Şeyh Đdris’i takip etmek amacıyla görevlendirmişti. Yüzbaşı Şakir’in
kendini Mekkeli Harb kabilesinden Hasan Harb olarak tanıtması işini
kolaylaştırıyordu ve böylece kolayca Şeyh Đdris’iyle dialoğa geçebiliyordu.
Şeyh Đdrisi’nin hareketlerinden endişe eden Ahmed Tevfik Paşa, Vali Mahmud Nedim Bey, istihbaratçı Ahmed Hamdi Bey kan akmaması için bir teşebbüse karar verdiler. En kalitelisinden bir kahve değirmeni, dört kilo kahve, sekiz kilo şeker, on kilo pirinç, seyidlerin giydiği ipekli kumaştan bir topla, bir zarfa üç bin lira koyup, Kurmay Binbaşı Sadri Bey’le Şeyh Đdrisi’ye gönderdiler (Mehmed Niyazi, 2005b, 300).
Yemen’de bu gelişmeler olurken, Şerif Hüseyin’in isyanı Hicaz bölgesinde yayılıyor
ve Yemen’deki birliklerin Medine üzerinden Đstanbul’la sağlanan temasları
kesiliyordu. Bununla birlikte Irak Cephesi’nde de olumsuz gelişmeler devam
etmekteydi. Burada savunma yapan 6. Ordu’nun mücadelesine rağmen Đngilizler
kuzeye doğru ilerlemiş, böylece kullanılan Bağdat yolu da kapanmış oluyordu. Bu
gelişmelerle Yemen bir ablukaya alınıyor, Đstanbul’la sadece telgrafla ulaşma imkanı
kalıyordu. Đstanbul’la telgrafla haberleşebilen Vali Mehmet Nedim Bey, Kolordu
Kumandanı Ahmet Tevfik Paşa, bulundukları bölgenin vahametini, baş gösteren
açlığı, kıtlığı Đstanbul’a bildiriyor, Đstanbul’daki yetkililer ise başta Eşref Bey ve
Enver Paşa bir an önce ablukanın kırılıp bir çare bulunması gerektiği
düşüncesindeydiler.
181
Osmanlı Devleti yüzyıllardır hüküm sürdüğü, hizmet ettiği, Đslam dünyasının kalbi
Arap Yarımadasını kaybediyordu. Bu durum gün geçtikçe kendisini daha da belli
ediyordu. Başta Mekke şerifi Hüseyin olmak üzere genel olarak Arapların önde
gelenleri isyan bayrağını açıyordu. Devlet-i Ali’ye karşı bu isyanların ortaya
çıkmasında etkili olan sebeplerin başında emperyalist devletlerin kışkırtma
politikaları geliyordu. Nitekim Đngilizler bölgeye altın akıtıyor, başta Şerif
Hüseyin’e, Lawrence vb. ajanlar aracılığıyla imparatorluk vaat ediyorlardı. Bütün
Arabistan’ı saran karışıklıklarla Medine’de mücadele eden çöl kaplanı Fahreddin
Paşa’da her taraftan kuşatılıyordu. Bu arada Arap dünyası hakkında çok bilgiye sahip
olan Eşref Bey, durumun vahametini bir mektupla Enver Paşa’ya bildiriyor. Aynı
mektupta kendisinin ailesiyle birlikte kalan ömrünü Đzmir’de sakin bir ortamda
geçirmek istediğini de belirtiyordu. Eşref Beyin bu kararını öğrenen Enver Bey,
Eşref Beyle görüşmek istediğini ve Beşiktaş Karakol Kumandanı Mithat Bey’in
Eşref Bey’e ulaşmasını emrediyordu.
Eşref Bey ve Enver Paşa Osmanlı tarihinin son dönemlerine adlarını birlikte yazdıran
iki önemli şahsiyettir. Birlikte Libya, Balkanlarda, I. Dünya Savaşı’nda
bulunmuşlardı. Enver Paşa’nın görüşme isteği bu nedenle Eşref Bey tarafından
reddedilemezdi. Her ikisinin de büyük sorumlulukları bulunuyordu. Enver Paşa
Başkumandan; Eşref Bey ise devletin içinde bulunduğu durumla ilgili en çok bilgiye
sahip aynı zamanda devletin can damarı olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanıydı.
Enver Paşa, Eşref Beyle olan görüşmesinde memleketin içinde bulunduğu durumu
izah etmekte ve isyan eden Şerif Hüseyin’den Hicaz ve diğer önemli yerleşim yerleri
ile ulaşım noktalarını kurtararak, Yemen’in yolunun açılması gerektiğini bildirir. Bu
durum da, ancak Eşref Bey’in yöntemleri ile mümkün olabileceğini belirtir. Đçinde
bulunduğu durumu da bir yandan düşünen Eşref Bey diğer yandan Arabistan’ın
kabilelerini, çölünü, ihanetlerini, susuzluğunu, kanlı boğuşmalarını, gözlerinin
önünde canlandırıyor ve Enver Paşa’ya şu cevabı veriyordu (Mehmed Niyazi, 2005b,
311-312):
Đlk hareket noktamız Yemen olabilir Paşa Hazretleri; Đmam Yahya’ya ümit verir, onun desteğini alabiliriz. Đbn-i Reşid’i de bu konuya kanalize edebileceğimi tahmin ediyorum; zaten kendisi, bildiğiniz üzere, sıkı bir Osmanlıcı’dır. Đmam Yahya’nın kuvvetlerini
182
alacağımızdan, Yemen’de Şeyh Đdrisi’den başka tehlike kalmayacağı için, oradaki düzenli kuvvetlerimizin bir kısmını da bunlara katar, güneyden bindirerek Şerif Hüseyin’in kuvvetlerini dağıtabiliriz. … Arabistan’da her şey hecinlerin üzerindedir. Buralarda düzenli ordu ile hareket etmek çok zordur. Çöllerde uzun uzadıya klasik savaşı sürdürmek imkansızdır. Nasıl ikmal yapılacak? Aç susuz o askerler çöllerde ne hale gelirler! Hecin süvarileri un ve hurma yerler; on beş günlük yiyeceklerini heybelerine doldururlar; bir kırba da su; işte size on beş gün savaşacak bir hecin süvari. Kim hecinine maharetle biner, tehlike beliren yerde, heciniyle biterse, yani istenilen yerde, istenilen zamanda bulunabilirse, zafer onundur. Vaktiyle bu konuyu çok düşünmüştüm; giderek fikirlerim kesin bir şekil aldı. Her bir hecin süvari alayımızı beşer yüz kişiden oluşturmalıyız. Her alayı düzenli ordumuzdan bir dağ bataryası, mitralyöz mangası ve bombacılarla takviye etmeliyiz. Alaylara Dağıstanlı Atıf Bey ve onun gibi bu alanda yetişmiş subaylar kumanda etmelidir.
Eşref Bey, bu planıyla Şerif Hüseyin’in birliklerini dağıtarak, Đngilizlerin Şerif
Hüseyin’e olan desteğini kesmek istiyordu. Şerif Hüseyin daha çok Cidde ve Yanbuğ
gibi Đngiliz donanmasının menzilinde bulunan kıyı kesimlerine hakimdi. Şerif
Hüseyin’in kuvvetleri daha çok Bedevilerden oluşuyordu. Eşref Bey ise, Bedevilerin
herhangi bir tehlike anında çabuk dağılan gruplar olduğunu Arabistan’daki
deneyimlerinden biliyordu. Eşref Bey bölgedeki sosyal yapıyı da çok iyi
bilmekteydi. Đngilizler Şerif Hüseyin’i desteklemekteydiler. Bu durumda bölgenin
önemli diğer güçlerine sahip olan kabile reisleri Đbni Suud ve Đbni Reşit onlara
karşıydı. Devlet tarafından Đbni Suud’a vaatlerde bulunulması, geniş yetkiler
tanınması gibi mali imkanların sağlanacağı yönünde bu vaatler bu kişilerin devletin
yanında yer almasını sağlayabilirdi.
Enver Paşa, Yemen’deki kolorduya ulaştırmak ve Hecinsüvari alaylarını oluşturmak
amacıyla Eşref Bey’e 300 bin altın verileceğini belirtir. Burada Eşref Bey ile birlikte
Zenci Musa ve Mamaka Mustafa gibi tarihi şahsiyetler yine karşımıza çıkmaktadır.
Eşref Beyin fedai grubunda bulunan bu şahsiyetler “Yazılmamış Destanlar” adlı
eserin incelenmesi sırasında ele alınmışlardı.
Mehmed Niyazi eserlerini oluşturmadan önce kapsamlı bir araştırma yapmaktan
kaçınmamıştır. Ele aldığı tarihi olayları bütün yönleri ile en ince detayları ile
183
araştırmış ve tarihi olayları öyküleştirme yoluna gitmiştir. Zenci Musa, Mamaka
Mustafa, Eşref Bey ve diğer karakterler Türk tarihinde saklı kalmış fazla
incelenmemiş kişilerdir. Mehmed Niyazi’nin eserlerinde geçen olaylar ya da
karakterler Türk tarihine önemli katkıları olan, dönüm noktalarını ifade eden olaylar
ve karakterlerdir. Tarihe sadık kalarak, roman sanatının verdiği avantajlarla bu
olaylar ve şahsiyetler tarihte hak ettikleri değeri bir nebze de olsa bu eserlerde
alabilmişlerdir. Çalışmamızda eserlerin içeriğini detaylı bir şekilde aktarmamızın
nedenlerinden bir tanesi de Mehmed Niyazi’nin eserlerinde gecen olayları ve
karakterleri akademik alanda da tanıtmaya bir nevi de olsa katkıda bulunmaktır.
Böylece çalışmamız bir tez olmanın ötesinde tarihi romanın genel özellikleri ile
birlikte bu eserleri de bir bütün olarak yansıtan bir kaynak konumuna getireceği
kanısındayız.
Eşref Bey kendisine verilecek altınların durumunu görüşmek üzere Levazım Bakanı
Đsmail Hakkı Paşa ile görüşür. Đsmail Hakkı Paşa, Yemen’de Eşref Bey’e çok
katkıları dokunabilecek bazı kişilerin kendisi ile tanışması gerektiğini bildirir.
Bunlardan biri Şerif Müzeygir’dir. Şerif Müzeygir, Đmam Yahya’nın yakın dostu
olduğundan bu kişi aracılığıyla Đmam Yahya’dan yardım alınabilirdi. Şeyh Müzeygir
Yemen’de isyan etmiş ve üzerine gönderilen bir taburu bozguna uğratınca onu takip
eden bir alay tarafından yakalanıp Rodos kalesine hapsedilir. Daha sonra affedilen
Şerif Müzeygir Đstanbul’da yaşamını sürdürmektedir. Diğer bir şahıs ise Ganalı bir
kabile şeyhi olan Ahmed Mücahit’tir. Levazım Bakanı Đsmail Hakkı Paşa’nın
önerdiği diğer kişi ise verilen zor görevden başarı ile çıkmış Mülazım-ı Sani
Yusuf’tur.
Durumdan da anlaşılabileceği üzere Osmanlı içinde bulunduğu her şartta bütün
imkanlarını zorlamakta, yetkililer kendilerine düşen görevleri yerine getirirken
yaşamlarıyla devletin varlığını sürdürülmesini bir düşünmüşlerdir. Bu sonucu tarih
ders kitaplarından çıkarmanın son derece güç olduğu aşikardır. Yazarın eserlerinde
kişisel ve toplumsal duyarlılığı titizlilikle yansıtmış olması tarih okuyucusunda ya da
öğrencilerde milli şuurun oluşmasında da önemli katkı sağlayacağı düşüncesindeyiz.
Neticede okuyucu okuduğu romanı kendi tarihiyle ilgili olması nedeniyle daha
hassas okuma etkinliği içine girecek; öğrenciler genç yaşta olmanın verdiği, zihinsel
184
gelişim dönemlerinin müsait olması itibariyle eserlerdeki karakterlerle özdeşim
kuracaklardır. Bu da öğrencide tarihsel duyarlılıkla birlikte, milli duyarlılık da
kazandıracaktır. Örneğin, Kafkaslardan gelip memlekete hizmet eden, hizmet
ederken yeni oluşumlara – Teşkilat-ı Mahsusa gibi- öncülük eden, Balkanlardaki
karışıklık içinde ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu durum itibariyle Trakya’da bir
devlet kurabilecek meziyette olan ve ilerlemiş yaşına rağmen, tüm yorgunluğuna
rağmen, bir ailesi olmasına rağmen Yemen’de ölüm-kalım savaşı vereceğini bile bile
Yemen’de görev alan Eşref Bey, her öğrencinin örnek alacağı vatan evlatlarından
sadece biridir.
Eşref Bey, Yemen’e doğru hareket etmek için son hazırlıklarını da tamamlıyordu.
Mülazım-ı Sani Yusuf, Mitralyöz mangasıyla, sivil olarak hazır bekliyor, 310 bin
altının teslim alınması amacıyla Zenci Musa birkaç kişiyle hazır bulunuyordu. Zenci
Musa’nın Trablusgarp Savaşı’ndan itibaren Eşref Bey’le hareket etmesi, Balkan
mücadelesinde büyük başarılara adını yazdırması ve Yemen’de de gönüllü olarak
vazife alması vatan sevgisinin bir göstergesidir. Sudan’dan Libya’ya; Libya’dan
Balkanlara, Balkanlardan Yemen’e mücadelesini sürdüren Zenci Musa tarihimizin
bir parçası ve gelecek nesillerinde bilmesi gereken bir kahramandır. Kendisi gibi nice
var olan ve bizim adlarını bilmediğimiz kahramanların örneği olarak da önemlidir.
Ayrıca Zenci Musa’da vatandaş olmanın getirdiği duyarlılığı da görmekteyiz. Her an
yeni bir cephenin açıldığı Osmanlı coğrafyasında Türkiye Cumhuriyeti gibi bir
devletin ortaya çıkması kuşkusuz vatandaşın duyarlılığının, fedakârlığının,
vatanperverliğinin bir sonucudur.
Eşref Bey Yemen’e hareket etmek üzere Şerif Müzeygir ve Ahmed Mücahit ile
buluşuyordu. Mehmed Niyazi (2005b, 321), gelişmeleri şöyle aktarmaya devam
etmektedir.
Eşref Beyin niyeti San’a’ya giderken çölde veya Kızıldeniz çevresinde karşılaşabilecekleri tehlikelere karşı koyabilmek, Đmam Yahya’nın kuvvetleriyle oluşturulacak birliklerde de çetin bir çekirdek vücuda getirmek için Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli vurucu elemanlarından yararlanmaktı. Değişik yerlerde bulunan Yüzbaşı Giritli Đsmail, Kozluklu Mehmed Asumba, Mülazım-ı Sani Behçet, Çallı Hüseyin Bey, Üsküdarlı Đbrahim Çavuş, Giritli Hüseyin Hulki,
185
Cihangirli Arap Abidin, Giritli Mamaka Mustafa, Arnavud Celal, Çerkez Rıfat Çavuş da üç gün zarfından çiftliğe geldiler. Bunlar nice mücadelelerle beraber bulunmuşlar, Azrail’in tırpanının savurduğu yerlerde gözlerini kırpmadan göğüs göğüse savaşmışlardı. Birine saplanacak süngünün önüne diğeri atlamıştı. Aralarında yaralanmamış kimse yoktu. Pek çok sadık, yiğit arkadaşlarının yüreklerinde taşıdıkları acılarının bütünleştirdiği bu cengâverlerin ekserisi yıllardan beri ardı ardına birkaç gün dinlenmemişti. Sina çöllerinde, Balkanlar’da, Edirne kapılarında, Kanal harekâtında, dağda, bayırda, baskında bulunduklarından üç öğün yemek yedikleri günler sayılacak kadar azdı.
Đzmir’de ailesinin yanında az vakit geçirdikten sonra yanındakilerle birlikte hareket
eden Eşref Bey Afyon’dan Pozantı’ya, oradan da Tarsus, Osmaniye ve Katman’dan
geçerek Halep’e ulaştılar. Halep’te bulunan Mülazım-ı Sani Eyüp Berzenç, bölgeyi
iyi tanıdığından gelenleri uygun yerlerde misafir etti. Halep’ten San’a’ya hareket
eden Eşref Bey, daha önce bildiği Damaskus Oteli’nde konaklarken buradaki
Teşkilat-ı Mahsusa yetkililerinden deniz yoluyla hareket etmelerinin mümkün
olmadığını öğrenen Eşref Bey için kara yoluyla San’a’ya ulaşmak tek alternatif
olarak kalmıştı. Şam Đstasyonundan beraberindekilerle Medine’ye hareket eden Eşref
Bey, Amman, Maan ve Tebük’ten geçerek altı günde Medine’ye ulaştılar. Eşref Bey
uzun yıllar Arabistan Yarımadası’nda kalmış ve mücadele etmişti. Burada Eşref Bey
“Kuşların Şeyhi” kuşların haber getirdiği anlamında, lakabı verilmişti.
Enver Paşa, Yemen’in yolunun tamamen kesilmiş olduğu haberini Fahreddin Paşa’ya
bildirmiş ve Yemen’deki Kolordu’yu kaderine terk etmek, Đmam Yahya ile yapılacak
işbirliğinden vazgeçmek gerektiğini bildirmişti. Bu durumda Yemen’e gitme ve
Đmam Yahya ile temas kurmanın yollarını bulma taktiği Eşref Bey’e bırakılmıştı.
Şeyh Hüseyin’in öncülük ettiği isyan önce Cidde ve Yanbuğ gibi kıyı kesimlerinde
bulunan ve Đngiliz donanmasının savunma alanına giren bölgede kilitlenmiş daha
sonra da bütün Arabistan’a giderek yayılıyordu. Bu arada iç kesimlere yayılan Şerif
Hüseyin’in kuvvetleri Yemen’e giden yolları kontrol altına almışlardı. Eşref Bey, bu
isyanın bastırılması ya da belirli bir alanda sınırlandırılması gerektiğini düşünüyordu.
Aksi durumda, Mısır’da hazır bulunan Đngiliz ordusu güneyden Kudüs’e doğru
hareket edecek ve Đngilizleri durdurmak mümkün olmayabilecekti. Bu amaçlarına
186
ulaşmak için Đngilizler demiryolu döşüyorlardı. Aynı zamanda Arabistan ve çöl
hakkında detaylı bilgilere sahip olan Đngilizler düzenli ordunun yapamayacağı
hareketi Şerif Hüseyin’in hecinsüvari birlikleri ile gerçekleştireceklerdi. Bunun için
Şerif Hüseyin’e para ve silah yardımlarını arttırmaktaydılar. Bütün bu gelişmelerin
farkında olan Eşref Bey için tek çıkar yol, Yemen’e bir şekilde ulaşarak, Đmam
Yahya’nın kuvvetleriyle isyanların üzerine gitmekti. Yemen’e hareket etme kararı
alan Eşref Bey’in planını Mehmed Niyazi (2005b, 337–338), şöyle aktarmaktadır:
Birbirine yakın, ama aynı anda ikisi beraber kuşatılamayacak kadar uzak mesafelerde giden, iki grup halinde yola çıkacaklardı; birbirlerinin tüfek seslerini duyabilmeliydiler. Gün doğmadan biraz önce on iki kişiden ibaret birinci kafile altınların üç yüz binini alıp yola koyulacak, üstü kendilerine kalacaktı. Göz kamaştırıcı büyük bir serveti hiç kimse böyle küçük bir gruba emanet edemezdi. Kendilerine kervan süsü verecek insanlar da inandırıcı bir tarzda seçileceklerdi. Bu kafilede Yemenli Şerif Muzeygir, sağlığına kavuşup Medine’ye gelen Ahmed Mücahid, yine Yemenli olan, cesaretiyle de o bölge halkının dilinde adı dolaşan Hacı Ali Mıgribi bulunacaktı. Samimi olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanlarını arayanlarla karşılaşırlarsa, aralarında en azından bazılarının adını duydukları bu insanların bulunması küçük kafileden şüphelenmelerini önlerdi. Arapçayı Yemen şivesiyle konuşan Yüzbaşı Rıfat, Şerif Müzeygir’in kayınbiraderi olacaktı. Đsmail Hakkı Paşa’nın tavsiye ettiği Mülazım-ı Sani Yusuf ise hiç Arapça bilmediği için, aslen Yemenli olup, Đstanbul’da doğup büyümüştü; San’a’ya akrabalarını görmeye gidiyordu. Mısırlı Zenci Musa da dört adamı on beş devesiyle Medine’den San’a’ya mal götürüyordu. Geri kalan develer diğerlerine ait olacaktı. Bu tedbirlere rağmen kuşatılırsa, silah atacaklar, diğer büyük kafile imdatlarına yetişmek için elinden gelebilen her şeyi yapacaktı. Arkalarında bir kapışma olursa, onlar develerini hızla Yemen’e doğru süreceklerdi.
Eşref Bey, kendisiyle birlikte hareket eden vatanperver kahramanlarla bir ölüm kalım
yoluna giriyordu. Tarihte milletin kaderini değiştiren olaylarda her zaman bir tehlike,
bir belirsizlik olmuştur. Bu durumlarda planlama, tarihsel deneyim ve yaşam
deneyimi ve cesaret devreye girmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in Đstanbul’u
fethederken yaptığı planlar. Uyguladığı savaş taktikleri, Yavuz Sultan Selim’in Mısır
Seferi. Çanakkale’deki yüz binlerce insanın canını feda etmesi, Mustafa Kemal’in
Kurtuluş Mücadelesi’ndeki kararlılığı, cesareti bu duruma verilebilecek sadece
birkaç örnektir. Eşref Bey, Dördüncü Ordu Kumandanı Fahreddin Paşa’dan yolların
187
kesik olduğu bilgisini almasına ve Erkan-ı Harbiye’nin bu yöndeki uyarısına rağmen
Yemen’e hareket etmesi tarihte örneğine az rastlanabilen bir cesaret örneğidir.
Yemen’e ulaşmaları, bir kolordunun ve büyük bir vatan parçasının kurtulması
anlamına geliyordu. Eşref Beyin planı doğrultusunda hazineyi alan birinci grup
şafakta Yemen’e hareket ettiler. Bu arada su haber tekrar Eşref beye intikal
ediyordu.
Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın Đngiliz, Fransız, Đtalyan subaylarıyla takviye edilmiş yirmi-yirmi beş bin kişilik bir kuvvetle Yemen güzergâhı üzerine sarkmakta olduğuna dair haberi az önce aldık. Hazineyi götüren birinci kafileyi kaderine terk ederek, gitmemenizi hassaten istirham ederim (Mehmed Niyazi, 2005b, 345).
Eşref Bey, tehlikeyi göze almıştı. Ancak yalnız değildi. Trablusgarp Savaşı’ndan
sonra bazıları Balkanlar’daki mücadelelerden beri birlikte hareket eden, çok sayıda
olayda, vatan savunmasında birlikte yer aldığı arkadaşlarının ne düşündüğünü, ne
yapmak istediklerini de öğrenmek istiyordu. Bu nedenle her zaman talim yaptıkları
Bi’r-i Osman mevkiinde arkadaşlarını toplayarak tüm bilgileri onlara da aktardı. Ve
son kararı onlara bırakıyordu. Kalabalığın arasından Mülazım-ı San-i Behçet şu
cevabı (Mehmed Niyazi, 2005b, 345) veriyor:
Kumandanım boşuna vakit geçiriyorsunuz. Ülkemizin ve milletimizin menfaati Yemen’e gidip, oradan elde edeceğimiz güçle Şerif Hüseyin’in kuvvetlerini dağıtmamızı gerektiriyorsa, bu konuda başarıp başaramayacağımıza dair hesap yapamayız; çünkü biz hesap adamı değil, görev adamıyız. O görevi yapmaya kalkarız; ya başarırız yahut da o uğurda ölürüz – tavrından çevresindekilere hitap ettiği de belli oluyordu – aksini düşünen var mı arkadaşlar?
Herkes kararını vermişti. Ebu Name üzerinden gidip öndeki kafileyi görünceye kadar
hızlı hareket edeceklerdi. Daha sonrada öndeki kafileyle aralarında belirli bir mesafe
bulundurarak yemene hareketlerine devam edeceklerdi.
Tarih öğretiminin önemli amaçlarından biride vatan sevgisini öğrencilere
kazandırmıştır. Vatan sevgisinin tarih öğretimi aracılığıyla kazandırılması için
öncelikle tarihin ve özelde Tarih derslerinin öğrenciye sevdirmekle bağlantılı olduğu
kanısındayız. Daha öncede belirttiğimiz üzere, eğitim sisteminde ilköğretim 8.ncı
188
sınıflarında ve ortaöğretimde daha belirgin olarak öğrencilerin tarih derslerini sıkıcı
buldukları, sadece sınavlarda başarılı olmak için bu derse çalıştıkları çeşitli
araştırmalarda ortaya konulmuş; farklı bilim adamları tarafından dile getirilmiştir.
Yine çalışmamızda sık sık değindiğimiz husus, tarihi roman aracılığıyla tarihe karşı
mevcut soğukluğun önemli ölçüde azalabileceğidir. Yukarıda gecen Eşref Bey ve
arkadaşlarının basarı olasılıklarının çok az olmasına rağmen, ancak başarılı olduğu
takdirde bir kolordunun ve Yemen'le birlikte Arap Yarımadası’nın kurtulabileceği
ihtimaline karşılık hayatlarını tehlikeye atmaları, ölümü göze almaları, vatan
sevgisinin en güzel örneği olduğu gibi; bunu okuyan öğrencide aynı olayı yasamakta,
aynı manevi hissi duymaktadır. Böylece vatan sevgisinin ne olduğu daha farklı bir
şekilde anlamlandırılabilecektir.
1917’nın ocak ayında Yemen’e doğru çölde arkadaşlarıyla hareket eden Eşref Bey’in
kafilesinde kırk üç silahşör, hayvanların bakımından sorumlu üç kişi, üç kılavuz, iki
aşçı ve gruba gönüllü olarak Medine'den katılan Hasan Zeytuni bulunuyordu.
Mehmed Niyazi (2005b, 348-349), Eşref Bey’in hislerini şöyle aktarmaktadır:
Eşref Bey bakışlarını yıllardan beri görev yaptığı, ölüm mengenesinde beraber girip çıktığı silahşorlarda gezdirirken künyesinde ‘Kabil şehrinin Gazi Sokağı’nda oturuyor’ kaydı bulunan Hacı Đbrahim’i, Sinop’un Camii Kebir Mahallesi’ndeki Saatçi Ömer Efendi sokağı sakini Mustafa’yı, Boyabat’ın Gökdere Mahallesi’nden Mehmed Fehmi’yi, Kahire’ye bağlı Zartum ilçesinin Ebuzeyd Mahallesi’nden Abdullah bin Mehmed’i, Saray Bosna’nın Delikli Köyü’nden Haydar’ı, Hakkâri’nin Hırnak Köyü’nden Salih’i, Üsküb’ün Ulanık Köyü’nden Hasan Nusret’i, babası Kafkasya’dan gelip, Şam’ın Kunaytıra ilçesinin Mansure Köyü’ne yerleşmiş Eyub Berzenc’i, Đstanbul’un Kadıköy semtindeki Kuşdili mevkiindeki Hasan Efendi Sokağı’nda oturan Đzzet’i, Vize’nin Demirköy’ündeki Mihalokos Mahallesinden Kortez Mustafa’yı, Medine’nin Asvat Mahallesi’nde oturan Habeşistanlı Mahbub’u, Cezayirli Mücahid Abdülhamid Serveri, Girit’in Hanya ilçesinden Mamaka Mustafa’yı, Medine’nin Nuhte Köyü’nden Hudeyfe’yi, Đşkodra’nın Midrani köyünden Arnavut Celal’i, Üsküdarlı Đbrahim’i, Dersimli Kürt Abdülkadir’i Lübnanlı Katolik Ragıp Hurşit’i, Dürzî Đsmail Feyzi’yi, Süryani Đsa’yı, keskin bir Alevi olan Kars’ın Sarıkamış ilçesinin Molla Mustafa Köyü’nden Hasan’ı, daha pek çok birbirinden her bakımdan farklı mücahidi, Medineli Hasan Zeytuni Efendiyi, neyin birleştirdiğini düşünüyordu. ‘Evet, ırkları, coğrafyaları, hatta inançları değişik olan bu insanları birleştiren Đslam’ın hoşgörüsünden kaynaklanan medeniyetimiz’ dedi kendi kendine.
189
Dinin tarihi olaylarda ve insanın tutumu ve davranışlara etkisine “Yazılamamış
Destanlar”ın incelenmesi sırasında değinilmişti. Bu arada da Eşref Bey’in yanında
yer alan farklı ırklardan ve farklı bölgelerden insanları bir araya getiren etkenlerden
bir tanesi, belki de en önemlisi dindi. Đslam dini Osmanlı Devleti için 20. Yüzyıla
kadar birleştirici, bütünleştirici bir unsur olmuştur. Osmanlı, milliyet anlayışı, dine
göre belirlenmiş, bütün Müslümanlar bir millet kabul edilmiştir. Müslüman olanlar
arasında ayrım yapılmamış, vatandaşlar yıllarca birlikte bulundukları bölgelerde
huzur içinde yaşamışlardır. Bu tutum Kafkaslardan Eşref Bey’i, Girit'ten Mamaka
Mustafa’yı; Dersim’den Kürt Abdulkadir'i, Sudan'dan Zenci Musa'yı bir araya
getiriyor ve kendilerine huzur ve hürriyet getiren Devleti Âliye göğüslerini siper
edebiliyorlardı. Diğer taraftan emperyalizmin etkisiyle, kışkırtmalarda isyana
kalkışan Şerif Hüseyin ve çevresindekiler, içinde bulundukları birliği, huzur ortamını
bozarak sömürgecilerin ekmeklerine yağ sürüyor ve Orta Doğu’yu günümüze kadar
isyanların, çatışmaların, ölümlerin, işgallerin ana yurdu haline getiriyordu. Bu
durumu görebilecek nitelikte tarihsel bilince sahip öğrencilerin yetiştirilmesi,
yukarıda bahsini ettiğimiz hususların iyi aktarılmasıyla yakından alakalıdır.
Eşref Bey’in beraberindeki kafileyle Haybere yaklaştıkça derin vadiler, uçurumlar
sıklaşmaya baslar. Özellikler Mızraa Vadisi çok derin bir bölge olduğundan bazen
kazma, küreklerle yol açıp öyle devam ediyorlardı. Kafilenin önünde hareket eden
kılavuzlardan Bedevi Abud, dar boğazı aştığında birden hecinini durdurur. Yoğun bir
kalabalığın kendilerine doğru hareket ettiğini gören Abud, geri dönüp hemen Eşref
Bey’e haber verir, gözetleme yaptığından kalabalığın önünde kırmızı renkli bir
bayrak görünce kalabalık grubun asi Şerif Hüseyin'e ait olduğunu anladı. Büyük
kalabalığın kendileri üzerine yürüdüğünü ve piyadelerin onları kuşatması için büyük
bir çember oluşturmaya başladıklarını gören Eşref Bey, birlikleri çeşitli birimlere
ayırarak mevzilendirir. Bir süre sonra ortalık mahşer gününü andırırcasına bir savaş
alanına dönüşür. Yirmi beş bin bedevi kırk üç kişinin üzerine yürüyor. Silah sesleri,
bomba patlamalarıyla ortalık bir anda kan gölüne donuyor. Gelişmeler şöyle
(Mehmed Niyazi, 2005b, 357–358) devam eder:
190
Eyüp Berzenç’in emrindeki makineli tüfeğe cephane taşıyan Medineli Mübarek ile Maanla Hulusi şehit düştüler. Tüfekle ateş etmeyi bırakıp onların görevini üstlenen Sinoplu Mustafa ile Tatar Latif yaralandılar; fakat yaraları ağır değildi; faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Makineli tüfek çavuşu Hüsnü’nün yere kapaklandığını dürbününün merceğinden Eşref Bey gördü, ‘öldü mü?’ diye endişelenirken Hüsnü Çavuş yerinden doğruldu; sol kolunu rahat hareket ettiremediğini Eşref Bey fark ediyordu. Çallı Hüseyin Beyle, Eyüp Berzenç’in mevzilerine düşman iyice sokulmuştu. Karşılarındaki binlerce kişilik silah gücüne karşı hiçbir şansları olmadığını bilmelerine, şehit ve yaralı vermelerine rağmen bir adım gerilemiyorlardı.
Şuanda tarihin kanlı sayfaları arasında adlarını andığımız kırk üç kahraman yirmi beş
bin kişiye karşı verdikleri inanılmaz mücadele 12 OCAK 1917’de London Times
gazetesinde sekiz sütun üzerinden manşetten ( Mehmed Niyazi, 2005,360) haber
veriliyordu. Bedevilerin her nara atışları Eşref Beyin yüreğini dağlıyordu. Çünkü
bedevilerin karşısındakini öldürünce bu naraları attığını, bu bölgede uzun yıllar
geçiren Eşref Bey iyi biliyordu. Günün ağarmasıyla bedevilerin Eşref Bey ve Đzzet’i
baygın halde bir tepecikte buluyorlar. Etrafı hemen sarılır. Kendine gelen Eşref Bey
etrafına göz gezdirdiğinde vadinin her tarafında yatan cesetleri gördükçe derin
üzüntülere boğulurken, çevresinde bulunanlarında anlamaları için Arapça şu
konuşmayı (Mehmed Niyazi, 2005b, 369–370) yapar:
—Sizler milletimize has kahramanlıkla dövüştünüz. Peygamber Efendimizin insanlığa rahmet olan sancağının burçtan inmemesi, dinimizin ayaklar altına düşmemesi için aslanlar gibi vuruştunuz. Aziz milletimiz sizleri unutmayacak, kıyamete kadar hatıralarınızı Fatihalarla yâd edecektir. Kafkasya’dan Cezayir’e, Avrupa içlerinden Çin Seddi’ne kadar topraklar mezarı olan ey talihsiz nesil; sizi gurbet ellerinde bırakmıyor, yüreğimizde götürüyoruz. Yattığınız yerleri de unutmayacağız; mezarlarınız gelecek nesillerimiz için davetiye olacaktır. O nesiller ki şimşek olup buraları aydınlatacaklar, kasırga olup Peygamber Efendimizin diyarından yabancıları söküp atacaklar, yağmur olup nur yüzlü sahabelerin ülkesinde tekrar bereketli bir Đslam medeniyetinin kökleşmesini sağlayacaklar.
Esref Bey ve Đzzet, Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah'ın karargâhına getirilir. Burada
çok sayıda Đngiliz, Đtalyan ve Tunuslu subayında olduğu görülür. Eşref Bey
191
yararlıların iyi araştırılmasını ve şehit olanların ise kendilerine layık bir şekilde
gömülmelerini Emir Abdullah'tan ister. Emir Abdullah ise kırk civarında ceset ve iki
tanede yaralı tespit ettiklerini bildirir. Daha sonra bu yaralıların Mamaka Mustafa ve
Süryani Đsa oldukları anlaşıldı. Eşref Bey ile diğer yaralılar Yanbuğ'a, oradan da
Mekke’ye götürüldü. Şerif Hüseyin, Arabistan'da çok tanınan, Balkanlar’daki
mücadelelerde de Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli’nin alınmasında gösterdiği
başarıların Arapların arasında sık konuşulduğundan, Eşref Bey'i yaralı haliyle halka
teşhir ettirerek güçlü olduğunu göstermeye çalışıyordu. Bu olaydan önce Şerif
Hüseyin oğlu Abdullah aracılığıyla, Eşref Bey'e kendi taraflarına geçip ordularının
kumandanlığına getirilmesi teklifini getirir. Bu teklife tepki gösteren Eşref Bey’in
yanıtını Mehmed Niyazi (2005b, 376–377), verilen teklifle birlikte şöyle
aktarmaktadır:
Celal-ül Melik Hazretleri Şerif Hüseyin Paşa’dan telgraf aldım. Daha önce kendi atamızda mutabık kaldığımız bir hususu size teklif etmemi emrediyor. Canım Eşref Bey, siz ülkemizi, insanımızı iyi tanıyorsunuz. Bizden birisi oldunuz. Başında bulunduğumuz teşkilat, bir Đslam teşkilatıdır. Bizim Đslami bir anlayışa karşı olmamız mümkün mü? Biz Đttihat Terakki’nin lider kadrosuna karşıyız. Hilafet makamına da saygımız sonsuzdur. Görüyorsunuz ki bütün Arap alemi birleşiyor; ordumuzun başında liyakatli bir kumandana ihtiyacımız var. Hayatınız boyunca devam etmek kaydıyla size kumandanlık teklif ediyoruz. Anadolu’daki emlak ve akarınızı fazlasıyla telafi edeceğiz ve istediğiniz kadar da tahsisat vereceğiz. Bu teklife ‘Evet’ derseniz; Celal-ül Melik Hazretleri gideceğiniz yönü değiştirecektir. Bu teklif, aldığım kurşun yaralarıyla mukayese edilemeyecek kadar ağır geldi. Siz beni Cafer Askeri veya Nuri Said mi zannettiniz? Her milletten birkaç tane alçak çıkabilir; fakat bunlar ne o milletin değerini düşürürler, ne de hamurundan kuşku duyulmasına sebep olurlar. Bakınız Abdullah Bey, size bir şey söyleyeceğim; sizde Müslümansınız, biz de Müslüman’ız; kim ne derse desin, Avrupalı önce Hıristiyanlık penceresinden bakar; Đngilizlerin gözünde aramızda fark olmaması gerekir; size niçin krallık kurduruyor? Đslam alemi parçalanırsa, Avrupalıların sömürgesi alacağımızı, en fazla sözüm ona millilik adına onların emerinde bulunan kukla hükümetlerin hâkimiyetinde devletçikler kuracağımızı görmüyor musunuz? Bu savaşın, Allah’ın bize bahşettiği petrolü ele geçirme mücadelesi olduğunu idrak etmemeniz mümkün mü? Bunların hepsini biliyorsunuz; fakat Đngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapmak işinize geliyor. Uydu bir devlet kurmayı Allah’a iyi kul, Peygamber’e samimi ümmet olmaya tercih ediyorsunuz. Fani dünyada bunun
192
hesaplaşması yapılamazsa, mahşer diye bir yer var. Cenab-ı Allah’ın adaletinden kesinlikle şüphem yok.
Eşref Bey’inde belirttiği üzere Batılı devletler, sömürgeci emellerini gerçekleştirmek
amacıyla Araplar arasında Arap milliyetçiliğini körüklüyor ve bu körükleme
Osmanlıya karşı isyanla sonuçlanıyordu. Arap milliyetçiliği, Arapları Osmanlıdan
koparmayı başarmış, ancak Arapların kendi aralarında bir birlik oluşturmalarını
sağlayamamıştır. Bunun da önemli sebepleri vardır. Batılı devletlerin Ortadoğu
petrollerinden yararlanabilmesinin koşullarından bir tanesi Ortadoğu'nun iç
karışıklıklarla, savaşlarla uğraşıp küçük parçalara bölünmesiydi. Bu bölünme bazen
ırk milliyetçiliğiyle bazen mezhep ayrımcılığıyla, bazen de kabile ayrımcılığıyla
tarihsel süreçte gerçekleştirildiğini görebiliyoruz. Şuanda ele aldığımız eser, Arap
yarımadasının bir asır önceki halini gözler önüne sermekle kalmıyor, günümüz
Ortadoğu ülkelerinin içinde bulundukları durumun tarihsel sürecinin başlangıcını da
aydınlatmaktadır. Dünyadaki küresel işbirliği ve ekonomik yapının küresel gelişimi
göz önünde bulundurulduğunda, şu anki komşularımız olan Ortadoğu ülkelerinin,
enerji kaynaklarına hakim olmaları münasebetiyle ve tarihsel dini bağlarımız
itibariyle yeni nesiller tarafından analiz edilebilmesi, tanınması son derece önem arz
etmektedir. Ülkemizin tarihsel sürecinin şu anında, kendi gelişimini doğru analiz
edebilmesi, geleceğin planlanmasına da büyük katkılar sağlayacağı muhakkaktır.
Mekke’ye getirilen Eşref Bey’i bir sürpriz beklemektedir. Burada kendisiyle
görüşmek isteyen biri var ki çok önceleri Ceres’te karşılaşmıştı.
Arap kıyafetiyle içeriye giren ufak tefek adama Eşref Bey kin ve yenilginin hıncıyla bilenmiş bakışlarını çevirdi. Ceres’te gördüğünden beri epeyce değişmiş, çöl iklimiyle yüzü iyice kavrulmuş, gözaltlarındaki çizgiler belirginleşmişti. Zaferin gururu duruşunda gizli olan adamın boynuna sarılıp boğmamak için kendini zor tutan Eşref Bey sandalyeyi işret etti. — Buyurun oturun Mister Lawrence; sizinle bir Đngiliz müştesriki olarak mı, yoksa gerçek kimliğinizle mi görüşelim (Mehmed Niyazi, 2005, 381)?
Lawrence Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu, Birinci Dünya Savaşı’nın
sonuna gelindiğini açıklıyordu ve Eşref Bey'den Enver Paşa'yı ikna ederek teslim
193
olmalarını söylüyordu. Eşref Bey’ cevabını ise Mehmed Niyazi (2005b,383) şu
şekilde aktarır:
Ne demek ‘teslim’ olmak? Bu mendebur kelime bir başka dilden, dilimize geçmiş. Bizim dilimizde ‘teslim’ yok; biz milletçe kanımızın son damlasına kadar dövüşürüz. Tarihimize bakarsanız sayısız örneklerini görürsünüz!
Eşref Bey ve diğer yararlılar Mekke'den tekrar Cidde'ye getiriliyordu. Hardınç adlı
Đngiliz kruvazörüne bindirilen Eşref Bey Mısır’a götürülüyor, oradan da sürgün
edildiği Malta Adası’na gönderilecekti. Diğer yararlılar ise Đskenderiye'de kalacaktı.
Bu olaylardan sonra Enver Pasa, Yemen’de bulunan Yedinci Kolordu Kumandanı
Ahmet Tevfik Paşa’ya şu mektubu (Mehmed Niyazi, 2005b, 388) gönderiyordu:
“Yedinci Kolordu Kumandanlığına San’a
24.Ra.1335
Eşref Beyin kumandasında muharip bir grup yüz elli bin altını
Kolordunuza teslim etmek üzere yola çıkmıştı. 23 Ra.1335 Çarşamba günü sabah beş sularında Đngiliz, Fransız ve Đtalyan subaylarının emrindeki asi Şerif Hüseyin’e mensup tahminen yirmi beş bin kişilik bir kuvvet tarafından Hayber’in Cembele mevkiinde kuşatıldılar. Gün boyunca süren çarpışma sonucunda Eşref Bey ve daha üç kişi hariç diğer mücahitler şehit oldular, altınlar da talan edildi. Size yeni bir maddi yardım gönderme gücüne sahip olmadığımız gibi, Yemen’i kuşatan düşman kuvvetlerini en azından kısa zamanda yarmamız da mümkün görünmemektedir. Şartlara göre en doğru kararı vereceğinize inanıyor, Cenab-ı Allah’ın yardımcınız olmasını diliyorum.”
Başkumandan Vekili
Enver”
Enver Paşanın mektubu Ahmet Tevfik Paşa’nın kafasını kurcalarken aynı gece Eşref
Bey’in altınları teslim edip kervan süsü verdiği kafile Sana'ya ulaşır. Olay karsısında
herkes şaşkınlık yasar. Yüzbaşı Rıfat durumu Ahmet Tevfik Paşa’ya aktardıktan
194
sonra ise teslimatı yaptı. Enver Paşa, altınların 150 bin olduğunu mektubunda
bildirmesine rağmen, Sana’ya 300 bin altın ulaşmıştı. Altınlarla ilgili ayrıntılı bilgiye
sahip bir kişi ise Zenci Musa'ydı. Zenci Musa (Mehmed Niyazi, 2005b, 393), şu
bilgileri varır.
Artık ona siz karar vereceksiniz; belki de Başkumandanlıkla görüşmek ihtiyacını duyarsınız. Üç yüz bin altının yüz elli binini size bırakacaktık; diğer yüz elli bini ise Eşref Bey – Musa birkaç kere hıçkırdıktan sonra devam edebildi- İmam Yahya’dan alacağı askerlere maaş verecekti.
Yedinci Kolordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa, altınları alarak biraz rahatlamasına
rağmen, Yemen’in durumu hiç iyi görünmüyordu. Yemen tam bir kuşatma
altındaydı. Her an başlayan isyanların ise sonu bir türlü gelmiyordu. Đçinde
bulundukları durumda birde Asir bölgesi içten içe kaynıyor, Đngiliz ve Đtalyanlar
Şeyh Đdrisi'nin isyanı başlatması için çok yoğun baskı yapmaktaydılar. Đngiliz ve
Đtalyanların kışkırtmalarıyla Asir bölgesinde de isyan patlak veriyor ve San’a'nın,
Hudeyde'nin Asirl’e bağlantısı kopuyordu, aynı zamanda Sude’nin Ebha ve Kunfide
ile bağlantısı kopuyordu. Telgraf telleri Şeyh Đdrisi taraftarları tarafından tamamen
kesilmişti.
Şeyh Đdrisi’nin kuvvetleri Luhye ve Hudeyde'ye yönelirken Ahmet Tevfik Paşa,
Kırkıncı Tümen’i, aralarında Celaleddin'in emrindeki bölüğünde bulunduğu
kuvvetleri Kaymakam Galip'in emrine verip isyan bölgesine gönderdi. Kaymakam
galip, isyanı belli bir alanda tutmaya çalışarak, Tehame bölgesinin tamamına
yayılmasını engellemeye çalışıyordu. Galip Paşa birliklerini Zühre'den toplamaya
çalışırken; günlerce süren boğuşmalardan sonra Şeyh Đdrisi’nin kuvvetleri Heycan,
Beluhiye, Koza köylerini işgal ediyordu. Bu arada Luhye açıklarında bulunan Đngiliz
uçak gemisinden kalkan uçaklar Osmanlıya bağlı Mehlıka ve Zühre köylerini
bombalayarak harabeye çeviriyordu. Bölgenin en önemli yerleşim yerlerinden olan
Mor’da da asiler artıyordu. Kaymakam Galip'in emriyle Mor kuşatılıyor, düzenli
birlikler ile mücahitlerin asileri Mor’un kuzeybatısında çembere almaları, asilerin
köyün içine çekilmelerine neden oluyor, saldırılarla birlikte ortalığı kan götürmeye
başlıyor, Ebha’dan gelen Mulazım-ı Sani Rahmi Şehit düşüyordu. Mor’dan geriye
195
557 ceset asilerden; Rahmi ile birlikte 54 Osmanlı şehidine mal oluyordu. Böylece
Şeyh Đdrisi'nin isyanı devam ediyordu. Büyük bir şehir olan Luhye asilerin elindeydi.
Luhye'den önce buranın kuzeybatısında bulunan Kumriye Yüzbaşı Arif Paşa
kumandasındaki Đkinci Tabur ve Mülazım-ı Sani Celaleddin’in bölüğüyle
düşürülüyor, Operatör Doktor Kaymakam Nedim, Adil’in sağ bacağını dizden aşağı
kesiyordu.
Đsyan devam ederken bir taraftan da sıtma kendini yine gösteriyor. Kaymakam
Galip'te sıtmaya yakalanmış ve zayıf düşmüştü. Ancak mücadele yinede devam
ediyor ve Luhye'deki birliklerin Dayrü’lmansur’u da asilerden temizlemeleri halinde
asilerin artık tutunamayacağının farkındaydı. Asilerin başında bulunan Şeyh Mustafa
da bu durumun farkındaydı. Kaymakam Galip’in gittikçe kötüye gitmesi üzerine
yerine Abis Kumandanı Kaymakam Şevket getirildi. Kaymakam Şevket
Dayrü’lmansur harekâtını yönetiyordu. Harekâta bulunanlar arasında Mülazım-ı Sani
Mehmet Paşa ile Mülazım-ı Sani Celaleddin de bulunuyordu. Asi kuvvetleri yok
edilirken, Şeyh Đdrisi bir yandan hüsrana uğramış birliklerini izliyor, diğer yandan
Mısır’a hareket edecek gemiye ilerliyordu. Bu arada Mülazım-ı Sani Celaleddin
aldığı ağır yaralarla kan içinde kalıyor ve sarsılıyordu. Celaleddin'in kendisine
yetişen Mülazım-ı sani Mehmet Paşa'ya son sözleri şunlar oldu:
Hatice eşi bulunmaz bir kızdır; sen de yiğit ve çok iyi bir delikanlısın. Đnan elim eline değmedi. Hala bekarsa, evlenir mutlu olursunuz. Ruhumu da şad edersiniz. Bunları ona takmakla da bir dosta karşı son görevini yerine getirirsin (Mehmed Niyazi, 2005b, 422).
Böylece Đstanbul'un Beşiktaş semtinde 1304’te doğan Mülazım-ı sani Celaleddin,
Yemen’in dağlarında ruhunu teslim ediyordu.
Yazarın ön plana çıkardığı hususlardan biri genç yaşta ülkemizin belli bir
döneminde, verilen kayıplardır. Genç nüfus ülkenin geleceğinin oluşumunda önemli
bir işleve sahiptir. Osmanlı toplum yapısına baktığımızda 1900’lü yılların başında
özelliklede yaşlı nüfusun okuma –yazma oranının çok düşük olduğu görülür. Daha
iyi eğitim almış, donanımlı kitlelerin savaşlarda kayıp verilmesi, savaş sonrası
ülkenin yeniden inşasında, ilerlemesinde bu kayıpların eksikliğinin önemli bir oranda
196
hissedildiğini belirtmemiz yanlış olmayacaktır. Mehmed Niyazi, “ Yazılamamış
Destanlar” ı 1910’larda Balkanlar’da verdiğimiz kayıpları “ Çanakkale Mahşeri”yle
1914–1915 ‘te verdiğimiz yüz binlerce kaybı, 1904’den 1918’e kadar Yemende
verdiğimiz kayıpları eserlerinde göz önüne sermektedir.
Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili son haberler Yemen’e ulaşmaktaydı. Rusya da
meydana gelen Bolşevik Devrimi sonrasında Rusya savaştan çekilmiştir. Rusya'nın
savaştan çekilmesiyle doğuda bulunan Alman ve Osmanlı birlikleri batıdaki
cephelere kaydırılıyordu. Bu durum acaba savaşı Đttifakların lehine, çevirebilir
miydi? Ve Osmanlı için “ bir kapalı kutu” niteliğinde olan Amerika Birleşik
Devletleri, savaşa giriyordu. Đmkânları geniş bir devlet olan ABD savaşı nasıl
etkileyecekti? Bu soruda Yemen’de yetkililerin başta Ahmet Tevfik Paşa'nın kafasını
kurcalamaktaydı.
Dünyada genel siyasal gelişmelere yönelik bu tür sorular ve detaylandırılmadan
süreç içindeki konumlarının iyi analiz edilerek, gelişen olaylarla bütünleştirilmesi
okuyucunun dikkatini çekmekte, yukarda sorulmuş sorular okuyucunun aklından da
geçmekte ve bunlara cevap aranmaya çalışılırken okuyucu geçmişte öğrendiği
birtakım tarihi bilgileri anımsayacak olaya yeni bir anlam verirken; öğrenci de derste
öğrendiği bilgilerle, tarihi romanda okuduğu öyküyü bağdaştırmakta orada eksik
kalan noktaları bu yolla tamamlarken, öğrenci de aynı zamanda olayla ilgili yeni bir
anlamlandırmaya gitmektedir. Bizce ancak bu süreçten sonra tarihi bilgi olması
gerektiği şekliyle zihinlerde yer almış ve bu bilgilerin tarihi süreçteki analiziyle de
tarihsel bilinç oluşmuş demektir.
Yemen’de yetkililerin içinde bulundukları sıkıntı sürerken Sadrazamlık makamından
gelen bir telgraf Yemen Valisi Mahmut Nedim Bey’e ulaşıyor ve vali bir şok
durumuyla bir yürek kırıklığıyla karşı karşıya kalıyordu. Sadrazamlık makamından
gelen 31.10.1918 tarihli telgraf (Mehmed Niyazi, 2005b, 428-429) şöyleydi:
“Valilik makamına San’a/ Yemen 23.M.1337
197
Müttefiklerimiz, Bulgaristan’dan sonra Almanya ve Avusturya’da itilaf devletleriyle mütareke imzalayınca, bizim için savaşı devam ettirmenin anlamı ve imkânı kalmadı. Biz de itilaf devletleriyle mütareke imzaladık. Yemen’deki bütün askeri birliklerimizin silahlarıyla teslim olmaları mütarekenin şartlarından olduğu gibi memleketin menfaati de bunu icap ettirmektedir. Gereğinin tereddütsüz yerine getirilmesini rica ederim
Sadrazam Đzzet”
Haber valilik makamına, Kolordu Komutanlığı’na ayrıca tümen
kumandanlıklarına da bildirilmişti. Vali Mahmut Nedim Bey, Kolordu
Kumandanı Ahmet Tevfik Paşa'yla yaptıkları görüşmeler neticesinde bunun bir
düşman hilesi olabileceği ve verilen bilginin Đmam Yahya’ya verilen şifreyle
doğrulanması yoluna gidilmesi kanaatine varıldı. Mahmut Nedim Bey
31.10.1918’de sadrazamlığa şunları (Mehmed Niyazi, 2005b, 430) yazıyordu:
“Sadrazamlık Yüksek Makamına Đstanbul
23.M.1337 Đtilaf devletleriyle mütareke yapıldığına dair yüksek
makamınızdan bir telgraf aldım. Yemen’deki bütün kıtaların silahlarıyla teslim olmalarında üzerime düşeni yapmam emrediliyor. Aynı mealde bir telgrafı Başkumandanlıktan burada görev yapan Yedinci Kolordu Kumandanlığımız da aldı. Yedinci Kolorduya gelen telgrafta, tümen kumandanlıklarının da durumdan haberdar edildiklerini belirtiyor. Şifremizin anahtarının düşman eline geçmiş ve bir hileyle karşı karşıya olabileceğimizi düşünerek doğrulanması mahiyetinde Đmam Yahya’nın şifresiyle bilgi vermenizi, teyid telgrafı gelinceye kadar Yedinci Kolordumuzun teslim olmayacağını saygıyla arz ederim.
Yemen Valisi Mahmut Nedim”
Sadrazamlığa gönderilen telgrafın cevabı bir süre beklenmişti. Bu durumu
sadrazamlığın içinde bulunduğu yoğunluktan kaynaklanmadığı düşünen Yemen'deki
198
yetkililer nihayet teyid telgrafını almışlardı. Aden cephesindeki mücadele eden Ali
Said Paşa kumandan olduğu Otuzdokuzuncu Tümen’iyle Đngilizler’e teslim olurken,
Yemen’e dağılmış askeri birliklerin San’a’da toplanması zaman almaktaydı. Bu
arada Đmam Yahya Vali Mahmut Nedim Paşa ve memurların Yemen’de hizmetlerini
devam etmelerini istiyordu.
Gelişmelerde ‘Hizmetim olabilir’ düşüncesiyle Vali Mahmud Nedim Bey, birkaç subay ve ‘babamın, annemin mezarlarından, burada doğan kardeşlerimden ayrılmam’ diyen sanat okulu müdürü Necati Bey kaldı. Alay müftüsü Çallı Pirahmedoğlu Đbrahim Hüseyin Efendi ise mezarının burada olmasını istiyordu, çünkü sülbünden gelenlerin ‘dedemiz Yemen’de kalmış, orası da bizim vatanımızdır’ demelerini bir ülkü olarak benimsemişti (Mehmed Niyazi, 2005b, 433).
Dört yüz yıllık bir tarih sayfası kapatılıyordu. Dört yüz yıl Yemen’e hizmet eden bir
devlet çöküşün eşiğine gelmiş, hizmet ettiği kutsal saydığı topraklardan çekiliyordu.
Bu durumu kuşkusuz bir ders kitabında öğrenciye hissettirmek pek de mümkün
olmamaktadır. Ancak edebiyatın katkısıyla oluşmuş bir tarihi roman o olayların
içinde bulunan insanların hissini, ruhunu yakalayabilir ve bunu aktarabilir.
Ahmet Tevfik Paşa, ellerinde bulunan silah, malzeme ve meskenleri Đmam Yahya'ya
teslim ediyor. Türklerin oturduğu Birulazep, Babussabah gibi semtler boşalıyor ve
tarihte eşine rastlanmayan bir kervan San’a'dan yola düşüyordu.
O korkunç yollardan geçerek Büyük Türk Mezarlığı’na geldiler. Ahmed Tevfik Paşa’nın, subayların, erlerin, kadınların, çocukların on binlerce vatan evladını yutan vadilere, tepelere nemli gözlerle bakarken dudakları kıpırdıyordu. Bundan sonra gelip geçerken onlara bir fatiha okuyan olacak mıydı? Nice nesiller buraya gömülmüştü, kavuklu, sarıklı, kalpaklı nesiller….. Bir milletin ölüsü, bir toprağı vatan yapmaya yetseydi, Yemen’in Türk vatanı olduğundan kim şüphe edebilirdi? Şehitlerin cesetleriyle beslenen kayın, çam ağaçlarının dallarını rüzgâr okşarken, onları seyreden elemli gözlerin önünde tarihin en dramatik olayları cereyan ediyordu (Mehmed Niyazi, 2005b, 435).
Hudeyde’de hazırlanan birlikler, Đngiliz askerlerinin kontrolündeki vapurlara binerek
Mısır’a hareket ettiler. Mısır’a varan Türkler Heliopolis Kampı’na götürüldü.
199
Böylece bir kolordu, yıllarını Yemen’de geçirmiş çok sayıda memur, bunların
aileleri, Devlet-i Âli’nin evlatları esir oluyordu.
Kampta ailesi yanında bulunan yüksek rütbeli askerlere birer baraka, er ve erbaşlar
ise gruplar halinde bir arada kalacaklardı. Barakalardaki her esire kamıştan örülmüş
bir hasır ve ikişer battaniye veriliyordu. Her barakadan, barakanın sorumluluğunu
üstlenecek baraka sorumlusu seçiyorlardı. Kampın ortasında bulunan büyük bir
baraka ise camiye dönüştürülmüştü. Sağlıklı esirlerin bir kısmı kömür madeninde
çalıştırılırken, bazıları da yol yapımında çalıştırılıyordu. Bu arada Đzmir'in Yunanlılar
tarafından işgal edildiğini Arapça bir gazeteden öğrenen Mülazım-ı sani Mehmet
Paşa, çılgına dönmüş ve kaçma girişiminde bulunmuştur. Çünkü Mehmet Paşa
sağlıklı bir subaydı ve memleketi için mücadele etmeliydi. Bu olaydan sonra
Anadolu ve Osmanlı’yla ilgili haberler, sansürlenerek yayınlar esirlere
ulaştırılıyordu.
Bir gün ümitleri gerçek oldu; bir sabah koğuşları dolaşan kamp yetkilileri şunu söylediler:
—Düzenli bir şekilde depoya gideceksiniz, üzerinizdekileri bırakıp, eski elbiselerinizi giyeceksiniz. Önce Kahire’ye, sonra Đskenderiye’ye, oradan da vapurla memleketinize gideceksiniz (Mehmed Niyazi, 2005b, 454).
Tarihi yapan insanlardır. Bu durumda tarih, insanı anlamaya yönelik - tabii ki
mazideki insanı- bir çabaya da girişmelidir. Tarihin mazideki insanı anlamaya
çalışması için, tarihin diğer sosyal bilimlerden ve edebiyattan mutlak koşulda
yararlanması gerekmektedir. Örneğin, ancak sosyoloji bilimi, dört yüz yıl boyunca
Yemen’de kalmış Türklerin Yemen’deki toplumsal yapıya yaptıkları etkiyi, ortaya
çıkan değişimleri sebep ve sonuçlarıyla açıklayabilecektir. Ya da edebiyat ancak, bir
kumandanın kolordusunu teslim ederken yaşadığı duygusal durumu ortaya koyabilir
ve bu duyguyu yıllar ve belki de yüzyıllar sonraki nesillerin hissetmesini, duymasını
sağlayabilir. Ya da psikolog Mülazım sani Mehmet Paşa’nın esir kampından
kaçışının temel nedenlerini ortaya koyabilir.
Bütün bu yönleriyle ele aldığımız eserin Yemen’de yaşananlara dair çok kapsamlı,
bütünsel bir eser olduğunu belirtebiliriz. Bu bütünlük içinde yazar savaş alanından
200
bir düğüne geçebilmekte, bir komutanın esir düşüşünü aktarabilmekte, Anadolu’nun
sıradan insanlarından olan Adil’in, Avni’nin yaşamını Anadolu’nun yaşamıyla gözler
önüne serebilmekte, Celaleddin ile Hatice’nin aşkının hazin sonucunu
verebilmektedir.
3.3. Çanakkale Mahşeri
Mehmed Niyazi, tarihin eşsiz olaylarından biri olan Çanakkale Savaşı’nı ele alırken,
olayları tüm boyutlarıyla aynı zamanda gerçeğe uygun bir şekilde öykülendirmekte
ve Đtilaf Devletleri’nin Çanakkale’ye ilk saldırılarıyla eserine başlamaktadır.
Đkisi Đngiliz, ikisi Fransız … dört zırhlı bordolarını istihkamlara çevirdiler. Aynı anda biri sağ taraflarındaki Ertuğrul Tabyası’na, diğeri Binbaşı Talat’ın bulunduğu Sedülbahir’e, yanındaki Orhaniye’ye, en soldaki de Anadolu yakasını ucundaki Kumkale Tabyası’na ateş açtıklarında, Binbaşı Talat saatine baktı; tam üçü on geçiyor, böylece günlerden beri beklenen hücum başlıyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 19).
Çanakkale Savaşı, adaletsizliğin tarihteki sözcüsüdür. Haksızlığın bir gün iyilik
karşısında kaybedeceği inancımızı, toplumsal düşüncemizin gerçeğe dönüşmesidir,
Çanakkale mücadelemiz. Đtilaf Devletleri üstün silah ve teknoloji gücüyle vatan
sevgisi siperine ve bir inanca saldırıyordu. Sonu zafer olsa dahi her daim milletimizin
yüreğinde derin yarıklar açıyordu, Çanakkale Savaşı.
Çanakkale Savaşı’na eğitim öğretim aşamasında çok geniş yer verilmektedir. Aynı
zamanda her on sekiz Mart’ta anma törenleri düzenlenir ve konuyla ilgili
bilgilendirme konuşmaları, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar yapılır.
Ancak, Çanakkale Savaşı’nın ruhunu yakalamak, o atmosferi solumak çokta kolay
olmamakta ve yapılan törenler rutin bir hal almanın ötesine geçememektedir. Her yıl
aynı şiirler öğrencilere okutulur, aynı konuşmalar tekrarlanır, bu törenlerde. Oysaki
Çanakkale Savaşı ve zaferi resmi ve zorunlu olarak anılmasının ötesine
geçebilmelidir. Savaşın nedenleri ve sonuçları birer madde olarak sıralanmasının
dışında, sahip oldukları anlamla algılanabilmelidir. Bu anlamda ele aldığımız “
Çanakkale Mahşeri” önemli bir eksikliği giderecek nitelikte bir eserdir.
201
Müttefik donanmasının ilk saldırısından sonra tabyalar toprak ve taşlardan
yararlanılarak tamir edilmeye çalışılır. Đtilaf Devletleri’nin bu ilk saldırılarından
sonra Đstanbul ve batı basınında konuyla ilgili geniş haberler yer alır. Yazarın
değindiği bu husus bizce önemlidir. Çünkü dönemin basınında yer alan haberler
eğitim öğretim amaçlı kullanılarak öğrencilerde merak uyandırılabilir. Aynı zamanda
birinci elden kaynaklara ulaşılması, konuyla ilgili detaylı bilgilerin edinmesine de
katkı sağlayabilir.
Mehmed Niyazi basında yer alan haberler ile üniversite ve medreselerden
öğrencilerin savaşa gönüllü katılmalarını şöyle aktarır:
Müttefiklerin saldırılarını Đstanbul’daki gazeteler manşetten veriyorlardı. Çanakkale’yi geçmekteki kararlılıklarına dair Batı basınından iktibaslar yapıyorlar, Türklerin de geçirmemekte azimli olduklarını heyecanlı üsluplarla işliyorlardı. Eli silah tutabilecek gençler, askerlik şubelerine, Harbiye Nezareti’ne müracaat ederek gönüllü yazılıyorlardı. Darülfünun’un, medreselerin sınıfları gün geçtikçe seyrekleşiyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 19).
Çanakkale Savaşı, Türk milletinin var olma mücadelesinde Kurtuluş Savaşı’ndan
önce sergilediği benzersiz bir örnektir. Tarihte başka bir millet yoktur ki dünyanın en
büyük güçlerine karşı vatan sevgisi ve iman gücüyle savaşıp zafere ulaşsın. Bu
nedenle de ele aldığımız eseri detaylarıyla birlikte aktarmayı tercih ediyoruz.
Müttefik donanmasında Agememnon, Suffren, Queen Elizabeth gibi tarihsel ve
popüler isimlerle adlandırılan güçlü zırhlılar bulunmaktaydı. Agememnon, Yunan
tarihinin önemli şahsiyetlerinden biridir. Truva Savaşları’nda Truva Atı fikrini
uygulayarak, Truva’yı ele geçirmeyi başarmıştır. Avrupalılarda Yunan tarihi ve
kültürüne derin bir hayranlık duymakta; Avrupa’nın bilimsel- teknolojik gelişiminin
temellerinin Eski Yunan’da atıldığı fikrindeydiler. Bu durum şu hususları akla
getirmektedir.
Çanakkale Savaşı’nın nedenleri Avrupalıların emperyalist hedefleri; dünyayı
paylaşma ve sömürme amaçları olmasının yanı sıra tarihsel ve duygusal birtakım
202
nedenlerin de ortaya çıkarmaktadır. Queen Elizabeth ne kadar sömürgeciliği temsil
ediyorsa; Agememnon da o kadar tarihsel- duygusal nedenlerin ifadesi olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Đtilaf Devletleri donanması boğaza yaklaşarak Ertuğrul Tabyası, Kumkale Tabyası’nı
topa tutuyordu. Türk tabyalarından açılan ateş bazen etkili oluyor, hatta Ertuğrul
Tabyası’nın ateşiyle Agememnon yara almaktadır. “Boğaz’ın girişindeki tabyaları
berhava etmek isteyen Müttefiklerin ilk hedefi Seddülbahir’di; amansız bir ateş
altında kalan siperler onları korumaya yetmiyordu” (Mehmed Niyazi, 2006, 28).
Tabyalara yapılan baskınlardan sonra Avrupa basınında geniş haberler çıkmakta
yetkililer zafer nutukları atmaya başlarlar. Çanakkale Savaşı’nın kahramanı olarak
görülen Đngiltere Bahariye Bakanı Sir Churchill şu beyanlarda bulunuyordu:
Sizlere, bir elimizi bağlasalar, tek elimizle boğaz engelini aşacağımızı söylememiş miydim? Đşte donanmamızın muhteşem zaferi. Boğaz’ın girişindeki dört tabya berhava edilmiştir. Evet, bu cephe son derece isabetle açılmıştır. Tannenberg’de Almanlar karşısında ağır yenilgiye uğrayan dostumuz Rusya’ya yardım edeceğiz. Çarlık yönetimi, savaş aleyhtarı komünistleri bertaraf edecektir. Çanakkale-Đstanbul suyoluyla onlar mühimmata, biz de sayısız asker gücüne kavuşacağız. Hepinizin takdir edeceği üzerine, bu cephenin sonucu sadece bunlarla kalmayacak, kadavralaşmış Osmanlı Devleti ortadan kalkacak; bizim veya hasımlarımızın yanına geçmekte tereddüt eden Bulgaristan, Romanya gibi Balkan devletleri yanımızda yer alacaklar, Avusturya ve Almanya’yı doğudan da sıkı bir çembere alacağız. Yenilmez donanmamız Çanakkale Boğazı’nı aşınca, muzaffer ordumuz Đstanbul’a girmeden, orda isyan patlayacaktır. Osmanlı’nın başşehrinde yaşayan sayıları hiç de azımsanmayacak kadar çok olan Hıristiyanlar ve Levantenler, kurdukları komitelerle yapılacak şenliklerin şu anda programını hazırlamaktadırlar (Mehmed Niyazi, 2006, 31–32).
Bahariye Bakanı Sir Churchill, savaşın nedenlerini çok ta politik olmayan bir dille ve
nezaket kurallarının ötesine geçerek açık bir şekilde ifade etmektedir. Tarih
öğrenmeye çalışan okuyucular veya öğrenciler bu ifadelerle karşılaştıklarında
durumun ne denli gerçek olduğunu daha kolay kavrayabilirler.
203
Eğitim öğretim aşamasında tarih konularının işlenmesinde, tarihsel olayların arka
planını öğrenciye aktarmak, insani temalara vurgu yapmak, öğrenciyi konunun içine
çekeceğinden önemlidir. Ders kitaplarının çoğu zaman bunu başaramadığını
biliyoruz. Bu nedenle, tarih öğretiminde tarihi romanların kullanılması yolluyla bu
önemli eksikliğin giderilebileceğini düşünmekteyiz. Mehmed Niyazi’de Çanakkale
Mahşeri’nde cephenin gerisinde yaşananlara yer vererek, insan faktörünü ön plana
çıkarmaktadır. Aşağıdaki örnek bunlardan bir tanesidir.
Büyük kazanlarla bulgur çorbası gelmiş, dağıtılıyordu. Tasını uzatan askerler acele ediyor, kazanların başında kargaşa yaşanıyordu. Nöbetçi subayı görünürlerde yoktu. Çorbayı dağıtanların biriyle Mendebur Đdris “Almadım” diye bağırıyor, dağıtan da “Kepçeyi kafana vururum; iki kere tasına koydum” diyordu. Bu tartışma Hasan Şakir’in uykusunu iyice kaçırmıştı. “Hiç değilse, çorbamı içeyim” diyerek yatağından kalktı (Mehmed Niyazi, 2006, 38).
Burada da görüldüğü gibi savaşta da yaşam devam ediyor. Đnsanın fedakarlıkları gibi
bencillikleri de devam ediyor. Yaşamın bir parçası oluyor savaş ve hem kendi
içindeki savaşçının hem de savaşçıları karşı karşıya getiren siyasetçilerin ve
ülkelerinin kaderini değiştirmektedir. Dolayısıyla tarih öğrenen birey, hem savaşın
içinde vukuu bulanı, hem de yankılarını öğrenmek durumunda ya da algılamak
durumundadır. Çanakkale’de yukarda değindiğimiz gelişmeler bir taraftan
yaşanırken; diğer taraftan Müttefiklerin şiddetli saldırıları devam etmekteydi.
Müttefik donanması Çanakkale sularındayken, Amiral Corden’de üstün bir çaba
sergileyerek Boğaz’ı geçmek, Đstanbul’u alarak tarihe geçmek istiyordu. Bir milleti
yok etmeye yönelik bu azim fazla sürmeyecek ve amiral Carden’in hastalığı
ağırlaşınca, yerine Yüksek Savunma Konseyi tarafından Amiral De Robeck
getirilmekteydi. Karada yapılacak harekatla ilgili ise, “Akdeniz Seferi Komutanı”
unvanıyla General Hamilton görevlendirilmişti. General Hamilton yaptığı
incelemeler sonucunda şu kanaate varmıştı:
… Karaya çıkıp, Boğaz’a hakim tepeleri işgal etmeksizin, yalnız donanma ile geçmenin ancak büyük kayıplarla gerçekleşebileceği görüşüne varmıştı. Boğaz ağır kayıplar verilerek geçilse bile, yeterli kuvvetle karadan güven altına alınmadıkça, hem Marmara denizi gibi
204
bir torbaya giren donanmanın, hem de arkadan gelerek Đstanbul’a karşı harekete girişecek olan kara kuvvetlerinin durumu tehlikeye girecekti. …. Türklerin savunma gücünü parçalamak için kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte hareket etmelerinin faydalı olacağı [kanaatine varmıştı] (Mehmed Niyazi, 2006, 48–50).
Müttefikler bu düşüncelerde iken, Nusret Mayın Gemisi’nin kumandanı Tophaneli
Hakkı ise şunları düşünmekteydi:
Eldeki yirmi altı mayın, batmış gemilerden değişik yerlerden temin edilmişti. Son imkandı; çok iyi değerlendirilmeliydi; bu da soğukkanlılık isterdi. Pala bıyıklı, sakin görünüşlü Yüzbaşı Hakkı görevini eksiksiz yerine getirmekte kararlıydı; aksi halde o cehennemi topların karşısında tabyaların tutunması çok zordu. Bugün paşalığa terfi eden Albay Cevat’ın ümitleri ondaydı. Şartların aleyhte olması görevini yerine getirmesine engel teşkil etmemeliydi; milleti ona paşalık vermişti; beklenen hizmeti mutlaka yapmalıydı. Müttefik donanmasının toplarını, emrindeki bataryaların durumunu bildiğinden, Yüzbaşı Tophaneli Hakkı’nın dökeceği yirmi altı mayın adeta savunmanın bel kemiğini oluşturacaktı (Mehmed Niyazi, 2006, 51).
Boğaza mayınların döşenmesi görevinde, Tophaneli Hakkı’yla birlikte Müstahkem
Mevki Mayın Grup Kumandanı Yüzbaşı Hafız Nazmi, mayın uzmanı Yüzbaşı Geehl
de yerlerini almışlardı. Havanın sisli olduğu bir gecede sahile paralel bir şekilde
Çanakkale Boğazı’na mayınların döşenmesini yazar şöyle aktarmaktadır,
Dokuz mayın hattını geçip, Karanlık Liman’a geldiklerinde, geminin belli bir seviyede dönen çarklarını da durdurdular. Diğerlerine benzer şekilde, Boğaz’ı dik kesen değil de, sahile paralel yeni bir hat kurmak için “Besmele” ile ilk mayını suya indirdiler. Etrafı dinlediler; rüzgarın insanı iyice yalnızlaştıran hafif uğultusundan başka çıt yoktu; tekrar çarkları döndürdüler. Aynı sessizlikte Karanlık Liman’a yirmi altı mayını yüz metre aralıklarla, dört buçuk metre derinlikte döküp, Müttefiklerin devriyelerine görünmeden, sabah aydınlığından önce döndüler (Mehmed Niyazi, 2006, 53).
Ders kitaplarında “Nusret Mayın Gemisi’nin boğazı mayınlaması üzerine” diye bir
ibareyle bu önemli olay yüzeysel bir şekilde ele alınır. Oysa bu olayın ne gibi
sonların başlangıcı olduğu, hangi güç dengeleri içerisinde bu işlemin yapıldığı
205
üzerinde fazla durulmamaktadır. Bu durumda öğrenci, bilgiden haberdar olmasına
rağmen; bu bilgiyi savaşın genel gidişatı içerisinde çok ta anlamlandıramamaktadır.
Burada romanın önemli yararlarından biri olarak, olayı bir bütün halinde okuyucunun
zihninde canlandırırken, olay içindeki önemli noktaları da bütünle bağlantılı şekilde
kavratmasını gösterebiliriz.
Limni’de bulunan Müttefik donanması saldırı için yönünü Boğaz’a çeviriyor,
donanmanın saldırı hareketiyle ilgili ilk haber Kumkale’nin güneyindeki Yenişehir
Tepe gözetleme yerinden geliyordu. Gerekli bilgileri toplamak amacıyla Yüzbaşı
Serno ve gözetleme subayı Schneider keşif için Çanakkale’den havalanmaktaydılar.
Müstahkem Mevki Kurmay Başkanı Yarbay Selahaddin Adil çevredeki birlikleri süratle alarma geçirdi. Gelibolu’ya gelen Üçüncü Kolordu Kumandanı Esat Paşa’yı ve Harbiye Nezareti’ni hücumdan haberdar ettirdi. Nezaretten alınan telgrafta her on dakikada bir Müttefiklerin ve Müstahkem Mevkiin durumlarının doğrudan Sadrazamlığa bildirilmesi emrediliyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 55).
Buradan da anlaşılacağı üzere, yazar Mehmed Niyazi “Çanakkale Mahşeri”ni kaleme
alırken öncelikle çok titiz bir araştırmaya giriştiği, tarihi gerçekliğe sadık kalarak tüm
bilgileri en ince ayrıntısına kadar aktardığı ortaya çıkmaktadır. Roman kurgusuyla ve
akıcı bir anlatımla Çanakkale Savaşı’nın anlatılması önemli bir eksikliği ortadan
kaldırmıştır. Nitekim şimdiye kadar birçok tarihçi ve tarih eğitimiyle meşgul olan
kişiler tarafından, tarihin kuru kronolojik bilgiden ibaret olmadığı dile
getirilmekteydi. Ancak, öğretim aşamasında tarih ve sosyal bilgiler derslerinin
işlenmesinde bu eleştirilerin haklılığını ortadan kaldıracak pek bir gelişmenin
olduğunu da söyleyemeyiz. Dilek’te (2001) daha öncede belirttiğimiz gibi, tarihin
okullarda sorgulanmadığını ve eleştirilmediğini belirtmektedir. Eğitim öğretim
programlarının değiştirildiği ve aşamalı olarak bu değişimin orta öğretime de
yansıtılmasıyla ilgili henüz ne şekilde bir sonucun ortaya çıkacağıyla ilgili bir veri
elimizde bulunmamaktadır. Bu çalışma şunu belirtmektedir. Hangi eğitim öğretim
programı olursa olsun, eğitim öğretim aşamasında tarih ve sosyal bilgiler derslerinde
tarihi romandan faydalanılmalıdır.
206
Mehmed Niyazi Müttefik donanmasının Çanakkale Boğaz’ına yönelişiyle ilgili
gelişmeleri şöyle aktarmaktadır:
Hiçbir şeyden etkilenmeyecekmiş gibi görünen çelik devler, üç sıra halinde yaklaşıyorlardı. Majestik ve Swiftru zırhlıları da sahil boylarındaki havan toplarını, obüs bataryalarını susturmak gayesiyle sağ ve sol taraflarında yer almışlardı. Agamemnon, Amiral De Robeck’in de bulunduğu Queen Elizabeth, Lord Nelson ve Đnflexible zırhlıları yerlerini aldılar. Arkalarındaki iki grup da belli aralıklarla dizildi. Tepelerde, vadilerde, koylarda fitili tutuşmaya hazır bir dinamit gibi sükûnet hâkimdi. Martın bu pırıl pırıl gününde bütün yeşillikler, denizin mavilikleriyle koyun koyuna uyuyordu. Ama bu sükunet uzun sürmedi; ileriye sokulan Triumpf Zırhlısı’nın, mayın hattını koruyan orta bölge Türk topçularına ateş açmasıyla bozuldu. Hemen ardından Prince George de orta bölgede bulunan Tenker ve Baykuş bataryalarına ateşe başladı. Daha dakika geçmeden birinci grubun dört büyük zırhlısı da merkez bataryalarını hedef aldılar. En modern zırhlı olan Queen Elizabeth Anadolu Hamidiyesi’ni, Agamemnon Rumeli Mecidiyesi’ni, Lord Nelson Namazgâhı, Đnflexible de Rumeli Hamidiyesi’ni dövüyorlardı (Mehmed Niyazi, 2006, 56–57).
Müttefik donanmasını saldırılarıyla tabyalarımız büyük zarar görmekte, Selahattin
Adil olmak üzere üst düzey subaylar askerin ümitsizliğe düşmesinden
endişelenmekteydiler. Askerin moralini üst düzeyde tutmak amacıyla Anadolu
Hamidiyesi’nin ateş etmesi yönünde emir verildi. Yüzbaşı Ali ile Tabya kumandanı
Yarbay Wossidlo arasında şu diyalog geçer:
- Kumandan hemen ateş etmemizi emrediyor. - Telemetreler, zırhlıların menzilimizin dışında olduğunu
gösteriyor. - Askerin morali bozulabilir, diyor. Bunun önüne geçmek için
ateş emrediyor. - Başüstüne (Mehmed Niyazi, 2006, 58).
Yukarda da görüldüğü üzere, Osmanlı ordusunda bazı Alman subayları da görev
almakta ve savaşın gidişatı üzerinde etkili olmaktadırlar. Almanya, on dokuzuncu
yüzyılda birliğini tamamlarken, kendi içinde bütünlük sağlayıp güçlü bir devlet
haline gelirken, birçok Avrupa devleti; başta Đngiltere ve Fransa, dünyanın farklı
207
bölgelerinde çok sayıda sömürge elde etmişlerdi. Hatta Đngiltere’nin sömürgeleri
dünyanın dört bir tarafına yayıldığından Đngiltere’ye “Üzerinde Güneş Batmayan
Đmparatorluk” denilmekteydi. Almanya çok hızlı bir şekilde güçlenmekte ve
güçlendikçe de silahlanma oranını yükseltiyordu. Almanya’nın sömürgecilik yarışına
girmesiyle, Avrupa devletleri arasındaki rekabet kızışmakta, devletler ortak
çıkarlarda birleşerek gruplaşmaya gitmekteydiler. Bu süreçte Almanya, Osmanlı
Devleti’ne yaklaşmakta ve hem Halife aracılığıyla Müslüman nüfustan yararlanmak,
hem Osmanlının stratejik ve jeopolitik konumundan faydalanmak, hem de zengin
petrol kaynaklarına ulaşmak istiyordu. Osmanlı yöneticileri de, Almanya’nın savaşı
kazanacağına inanmakta ve Almanya’nın yanında savaşa girildiği takdirde; Balkan
Savaşları ile Trablusgarp’ta kaybedilen toprakların yanı sıra, Kafkasya ve Orta Asya
ile de bağlantı kurulabileceği inancını taşımaktaydılar. Bütün bu düşünceler
Osmanlının, Almanya’nın yanında savaşa girmesine sebep oluyor ve sonuçta Alman
subayları Çanakkale’de yerlerini alıyorlardı.
Yazar Müttefik donanmasının durumunu şöyle aktarmaya devam etmektedir
(Mehmed Niyazi, 2006, 60–61):
Yeni kızaktan inmiş Queen Elizabeth’in altı salvosuna, en mükemmel Türk topu ancak bir salvoyla cevap verebiliyordu. Pozisyon bulmak için zırhlılar sınırlı da olsa hareket edebiliyorlardı; Türk tabyalarının böyle bir imkanı da yoktu. Sayı bakımından da dengesizdiler; Müttefiklerin iki yüz yetmiş altı topuna, Türkler yetmiş sekiz topla karşı koyuyorlardı.
Çanakkale’de düşman donanmasının saldırıları devam ederken, tabyalarımızdan
açılan ateş sonucunda birçok Đngiliz ve Fransız zırhlısı hasar görmekteydi. Özellikle
Rumeli Tabyası ve Erenköy Tabyası’nın karşı ateşiyle Fransız Bouvet ve Suffren
zırhlıları önemli ölçüde hasara uğramışlardı.
Erenköy Tabyası kumandanı Yarbay Werle’nin isabetli atışları, daha sonra da
Rumeli Mecidiyesi’nde batarya kumandanı Yüzbaşı Mehmet Hilmi’nin “Ateş”
emriyle Fransız Bouvel Zırhlısı Çanakkale’nin soğuk sularına gömülüyor ve Türk
askerlerinin gönüllerini ısıtıyordu. Bouvet Zırhlısı’nın dışında Goulois Zırhlısı
208
Tavşan Adası’nda kuma oturmuş; Đnflexible aldığı ateşle şiddetli bir şekilde patlayıp
sulara gömülürken, Đngiliz Đrressistible Zırhlısı’da benzer bir kaderi yaşamaktaydı.
Đngiliz Ocean Zırhlısı ise bu arada Dardanos Tabyası’nı hedef alıp döverken;
Çanakkale’nin eşsiz kahramanlarından biri olan Onbaşı Seyit ( Koca Seyit) ortaya
çıkmaktaydı.
Edremit’in Çamlık Köyü’nden olan Seyit güçlü, iradeli, yapılı bir gençti. Ocean
Zırhlısı’nın Dardanos Tabyası’na saldırısı ve çok sayıda askerimizin şehit olduğu
sırada iki yüz yetmiş altı kiloluk mermiyi sırtında taşıyıp namluya sürerek Ocean
Zırhlısı’nın batmasını sağlar. Müttefiklerin ard arda aldığı bu yenilgiler sonucunda
Amiral De Robeck geri çekilme emrini verir. De Robeck’in Londra’ya gönderdiği
rapor bomba etkisi yaratırken; Türk tarafı da savaş hazırlıklarına devam ediyor;
siperler temizleniyor, telefon telleri döşeniyor, hatlar onarılıyor. Gerçekleşen son
saldırıda yüz on dört şehit verilmişti. Çok büyük saldırı olmasına rağmen
askerlerimizin kendilerini iyi muhafaza ettikleri fikri ortaya çıkmaktadır. Cevat
Paşa’da bu duruma şaşırmıştı. Çünkü Kilitbahir ve Çanakkale’de başlayan yangınlar
deva ediyor, tam olarak söndürülemiyordu.
Boğaz’ın Müstahkem Mevki Kumandanı olan Cevat Paşa, askerlerin her sorunuyla
ilgilenen, onları yetiştiren yürekli bir askerdi. Aysen Çelik (2003, 74–75), Cevat
Paşa’yla ilgili şunları aktarmaktadır: “Arapkirli olan Cevat Paşa, köklü, çok âlim
yetiştiren bir sülaleden gelir. Đmanı kamil bir askerdir. Rüyasında Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) mayınları nasıl döşeteceğini ona gösterir. Cevat Paşa’da ona
göre Karanlık Liman’a mayınları döşetir ve koca zırhlılar telef olur. Askerlerin
başarılarını hakkıyla ödüllendiren, duyarlı bir insandır.”
Sıkça dile getirdiğimiz hususlardan bir tanesi de, tarihsel olayların sosyal
boyutlarıdır. Tarihi bir bütün olarak düşünmek ve öğretimde diğer sosyal bilimlerden
faydalanarak aktarmak gerektiği fikrindeyiz. Ele aldığımız eser tarihin en büyük
savaşlarında birini “Çanakkale Savaşı”nı anlatmaktadır. Ancak her şey sadece
cephede cereyan etmemekte, cephenin gerisinde yaşananlar insanın içini burkmakta
ve dönemin sosyal yaşamı hakkında bilgi vererek dönemi bir bütün halinde
209
algılamamızı sağlamaktadır. Bu durumla ilgili şu örneği verebiliriz. Çanakkale
Savaşı’nın önemli kahramanlarından biri olan Oğuz Amca, Erzincan’a bağlı Kemah
ilçesinin Oğuz Köyü’ndendir. Kırklı yaşlarında ve sağlam bir beden yapısına sahip
olan Oğuz Amca, evli ve dört çocuk babasıdır. Oğuz Amca’nın Hasan ve Akif
adındaki iki oğlu Sarıkamış Cephesi’nde; küçük oğlu Mustafa ise Çanakkale’ye
cepheye alınmaktadır. Oğuz Amca’nın cephede sergilediği cesaret etrafındaki
askerlere moral vermektedir. Yazar, Sarıkamış’ta şehit düşen Hasan ve Akif’in
haberlerini ailesine iletilmesiyle ilgili şunları aktarmaktadır (Mehmed Niyazi, 2006,
86–87):
Avluda odun yaran Ömer Hoca, acılarına sabırla tahammül eden Hatice’nin koşarak geldiğini görünce, baltasının sapına yaslanıp, dikildi; böyle acele etmesine sebep ne idi?... Ömer Hoca zarfı alıp, açtı. “Allah yolunda öldürülmüş olanlar için “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız” ayetini, “Şehitler bu dünyaya tekrar şehit olmak için gelmek isterler” hadisi takip ediyordu. Sonra da Akif ve Hasan’ın Sarıkamış cephesinde şehitlik mertebesine erdikleri bildiriliyor. Allah’tan sabırlar dileniyordu. … Kızım, üzülmen mi, sevinmen mi lazım, bilemiyorum. Bu kainatta yalnız Allah’ın emrinin geçerli olduğunu unutmamalıyız. Onun iradesi karşısında boynumuz kıldan incedir. Biz fanilerin biricik emeli de, onun emirlerine uymak, emirleri uğruna şehitlik mertebesine ermek olmalıdır. Zaten biz kullar için de en yüce mertebe şehitliktir. Sarıkamış Cephesi’ndeki Akif ve Hasan evlatlarımız o mertebeye ermişler!...
Yukarda eserden aktardığımız bölüm sosyal bir durumu açıklamaktadır. Cephenin
yaşamın içindeki insanlara ne şekilde yansıdığını göstermektedir. Dolayısıyla, tarih
öğrenen birey için bu vazgeçilmez bir durumdur. Böylece bütünün parçaları birbirini
tamamlayabilmektedir. Bir bütün olarak algılanamayan tarihsel olayların, tarih
öğretimi açısından öğrenciye bir fayda getirmeği hususunda hem tarihçeler, hem de
sosyologlar birleşmektedir. Bu nedenle tarih öğretiminde edebi ürünlerden
faydalanılması gerektiğini vurgulamaktayız.
210
Müttefikler Boğaz’a yaptıkları saldırıdan sonuç alamayınca geri çekilerek durum
değerlendirmesi yaparlar. Boğazı geçmenin kara birliklerine öncelik verilmesine
bağlı olduğu fikri değerlendirmelerinde ortaya çıkar. “Yüksek Savunma Konseyi”
deniz kuvvetlerini de kara kuvvetlerinin komutanı olan Hamilton’a bağlar. Amiral
De Robeck, Hamilton’un emrinde olduğunu bildiri.
Mehmed Niyazi(2006, 88–89), Hamilton’nun planını şu şekilde aktarmaktadır:
Karşımızdakilerin hiç de Balkan Savaşı’ndaki Türkler olmadıklarını anladık. Çok sağlam, ayrıntılı plan ve hazırlık yapmalıyız. … Suvla Körfezi ile Kabatepe’nin arasındaki sahil hattı bize oldukça müsait göründü. Kabatepe, Gelibolu Yarımadası’na hakim bir mevkidir. Türkler de bu biliyorlar; zaten siperler, dikenli tel engelleriyle savunma hazırlıkları fark ediliyor. Fakat bu bölge üç taraftan da top ateşi altına alınabilir. Kabatepe ile Mehmetçik Burnu arasındaki yarımada sahilleri yüz ile üç yüz kadem [32 cm] yüksekliğinde kayalıktır. Kayalıklar tırmanmaya elverişli olmamakla beraber, aralarında yeteri kadar kumsal parçalar mevcuttur. Deniz ve hava üstünlüğümüzü hesaba katarsak, bu bölgeden yapacağımız çıkarmanın başarılı olmaması için hiçbir sebep yok. Sedülbahir’den yapacağımız bir çıkarma ile de güney kesimine hakim olan Alçıtepe’yi ele geçirebiliriz. Bu iki tepe yarımadayı kolayca avucumuza düşürür. Sedülbahir bölgesine çıkan birliklerimizin güvenliği için de Anadolu yakasını, bilhassa Kumkale’yi ihmal etmememiz lazım.
Müttefik donanmasının Boğaz’a yaptığı ilk saldırıların başarısızlıkla sonuçlanması,
zafer olarak Đstanbul gazetelerinde geniş yer alır. Ancak Müttefiklerin Bozcaada,
Limni ve Gökçeada’yı üs edindikleri; hasar gören zırhlıları onardıkları; Hindistan,
Tunus, Senegal, Yeni Zelanda, Avustralya, Fransa ve Đngiltere’den hareket eden
birliklerin Đskenderiye’de toplandıkları haberleri ile Đtilafların tekrar saldırıya
geçeceği haberleri halkın, Darülfünun ve medrese öğrencilerinin gönüllü olarak
Çanakkale’ye gitmelerinde etkili olur. Eşsiz bir milli dava örneği milletimiz
tarafından sergilenir. Dünya’da buna benzer başka bir örneği olduğundan emin
değiliz. Ancak milli şuurun oluşmasında çok önemli bir hususu ifade eden; savaşı
gerisinde milletimizin içinde bulunduğu sosyal durum ve ruh halini şimdiye kadar
yeterli ölçüde ders kitaplarına yansıtılmadığı, eğitim öğretimde hak ettiği yeri
alamadığı fikrindeyiz.
211
Bu belirttiklerimizle ilgili yazar, Müderris Rasih Efendi’ye de yer vermektedir. Tıp
fakültesinde öğretim üyesi olan Rasih Efendi, savaşın ilk yıllarında sınıflarda yaptığı
konuşmalarla tüm öğrencilerin savaşa gönüllü katılmalarında etkili olmuştur. Kendi
yanında yaşayan Tıbbiye öğrencisi Hasan Şakir’de Çanakkale’de gönüllü olarak
yerini alır. Hasan Şakir, Yirmi Altıncı Alay’ın Đkinci Tabur’unda vatanına hizmet
vermeye başlar. Ancak, Hasan Şakir’in şahadetinden sonra Müderris Rasih Efendi
derin üzüntü yaşamakta ve kendini şehit çocuklarına adamanın yanı sıra Ziya
Gökalp’ın Türk Ocağı’ndaki sohbetlerine katılmaya başlar.
Yukarda ki örneği, öğrencinin ders kitabında görmesi mümkün değil. Böyle bir örnek
ders kitabında işlense dahi, savaşın içinde nasıl bir anlam ifade ettiği verilemez.
Bağlantılar kurulamaz. Dolayısıyla milli şuurun, aynı zamanda insani duyguların
gelişmesinde son derece etkili olabilen bu tür örneklerle öğrencilerin karşılaşması
gerekmektedir. Bu karşılaşmada en güzel şekilde bir edebi eserle mümkün olur diye
düşünmekteyiz.
Müttefikler deniz yenilgisinden sonra, karadan çıkarma yapma fikrini
benimsemişlerdi. Yapılacak çıkarma ile ilgili detaylı araştırma yapmakta, planlarını
bölgenin haritası üzerinden tartışmaktaydılar. Müttefiklerin bu hazırlıklarına karşılık,
Türk tarafı da gerekli hazırlıklara girişmekteydi. Siperler kazılıyor, hendekler
açılıyor, tüneller oluşturuluyordu. Müttefiklerin çıkarma ihtimali olan yerlerde
engeller oluşturuluyor ve mayınlar döşeniyordu.
Müttefiklerin kara saldırılarıyla ilgili Mareşal Limon Van Sanders’in kaygısı Saroz
Körfez’iydi. Çünkü burada yarımada çok daralmaktaydı ve Đtilaf Devletleri’nin işini
kolaylaştırabiliyordu. Esat Paşa ise, Anadolu yakasında Kumkale’nin ele geçirilmeye
çalışılacağını düşünmekteydi. Esat Paşa’ya göre (Mehmed Niyazi, 2006, 92–93):
Müttefikler oradan, Sedülbahir’e yapacakları çıkarmayı koruma altına almak isteyeceklerdi. Yüksek ve Boğaz’a hakim bulunduğundan, asıl çıkarmayı Gelibolu Yarımadası’na yapacaklardı. Buradan karşı kıyıyı, Boğaz’daki bütün tabyaları dövebilirler, donanmalarını kolaylıkla geçirebilirlerdi. Bu bölgede de Sedülbahir, Arıburnu, Suvla
212
Esat Paşa’nın dikkatini çekiyordu. Kabatepe veya Alçıtepe’ye hakim olduktan sonra, uzun menzilli toplarıyla Boğaz’ı, Anadolu yakasını, Gelibolu Yarımadası’nın güney kesimlerini kontrol altına alabilirler, bir solukta Çanakkale’nin karşısındaki Kilitbahir’e ve Eceabat’a inebilirlerdi.
Mehmed Niyazi (2006, 93), yapılacak olan savunmayı ise şu şekilde
aktarmaktadır:
… Deniz kenarında onları büyük kuvvetlerle karşılamaları, ağır topların bombardımanıyla, aşırı derecede kayıplar verebilirlerdi. Çıkarma yapılır yapılmaz karada tutunmalarına fırsat vermeden, denize dökülmeleri gerekirdi. Bunun için sahillerde hafif kuvvetler bulundurulacak, asıl kuvvetler içerdeki istihkâmlarda tutulacaktı. Đstihkamlar çok dikkatli yapılıyor, irtibat yollarıyla birbirine bağlanıyor, elden çıkan olursa, nereye gidecekleri, kaybettikleri mevzileri ele geçirmek için nereden ve nasıl taarruz edecekleri hesaplanıyordu.
Sosyal Bilimler, doğa bilimleri gibi deney ve gözlemle aydınlatılamayan alanları
oluşturur. Bu nedenle bir sosyal bilim alanını konu edinirken, sosyal bilimlerin
bütünlük arz ettiği mantığıyla hareket etmek daha doğru sonuçlara varmamıza
katkıda bulunacaktır. Ele aldığımız Mehmed Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri” adlı
eserde bir sosyal bilimci mantığıyla kaleme alınmış bir eser olduğundan Çanakkale
Savaşı’nı cephede yaşanan olaylarla ele almanın yanı sıra; görünen olayların altında
yatan nedenleri, bu nedenlerin olgunlaşma ve eyleme dönüşme aşamalarını
aktarmaktadır. Aynı zamanda savaşın içinde yaşanan olaylara değinmeyi ihmal
etmeyen yazar, her iki tarafta meydana gelen gelişmelere yer vererek daha gerçekçi
ve insani bir durum ortaya koymaktadır. Bu savaşta yer alan ünlü Đngiliz edebiyatçısı
Rubert Brook örneği yukarda belirttiklerimize iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Mehmed Niyazi (2006, 94) şunları aktarmaktadır:
Bu ayı, bu yıldızları, harikulade tatlı geceleri Đngiltere’de nasıl görebilir, çölün şiir yüklü sessizliğini nasıl yaşayabilirdi. Sükut burada canlı bir varlık misali derinleşir, insanın duygularını sarardı. Savaşa gönüllü iştirak etmiş, Başbakan’ın oğlu Arthur Ausquit’le geceleri piramitleri dolaşırken bu derin sessizlik, çağlar ötesinden getirdiği sırları ona fısıldardı. Taş taşıyan köleleri, sırtlarında şaklayan kırbaçları görür gibi, acılarını duyar gibi olurdu. Hele
213
askerlerin çok sık söylediği şu türküyü her dinlenişinde, duygularını zapt etmesi ne mümkündü. Dünyanın en kahraman askerlerinin vatanlarını özleyişleri ne kadar içliydi; milletlerinin geleceği için ana-baba kucağından kopuşlarını bu türkü ne kadar güzel dile getiriyordu.
“Vatanın, ey vatanım Seni bir daha ne zaman göreceğim! Doğduğum topraklar Yeryüzünün en güzel yeri Vatanım, ey vatanım Seni bir daha ne zaman göreceğim! Yıllar olabilir, ya da sonsuza kadar Sevgili vatanım!” Sadece tarihin karanlık sayfalarında kalmayacak, dünyanın dört bir tarafında her
zaman insanların zihinlerini meşgul edecek olan Çanakkale Savaşı’na Müttefikler
Mısır’ın Đskenderiye kentinde hazırlanırken; askerlerimizde çalışmalarına, savunma
tedbirlerini almaya aralıksız devam etmekteydiler.
Son hazırlıkların da tamamlayan Hamilton, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda
bulunan Queen Elizabeth Zırhlısı’nın konferans salonunda yaptıkları planın son
şeklini komutanlara aktarıyordu. Hamilton, General Hunter Weston’a daha fazla
güveniyor ve Yirmi dokuzuncu Tümen’in yarımadanın en üç bölgesinde bulunan
Mehmetçik Burnu’ndaki boş küçük plaja birden baskın yapmasını istiyordu.
Yazar, Hamilton’un planını ayrıntılı bir şekilde ana hatlarıyla şu şekilde
aktarmaktadır.
Bizi zafere ötürecek en önemli hususlardan biri de Esat Paşa’nın şaşırması, kararsızlığa ve dengesizliğe düşmesidir. Nereden çıkacağımızı kestiremeyeceği için, asıl hedeflerimizin önüne gerekli kuvvetleri toplayamayacaktır. Değişik yerlerden çıkarma yapacağız; ama ilk günkü çıkarmalarımızdan biri yarımadanın ucundaki Seddülbahir köyü çevresinde yoğunlaşacaktır. Beş ayrı yerden çıkarma yapacağımız bu bölge, denizden günlerce gözetlenmiştir. Burası donanmamızın topları için mükemmel bir hedef teşkil ediyor. Arazi burada tatlı bir meyille denizin içine girmektedir. Her ne kadar bu tatlı meyil tahkim edilmiş, dikenli tellerle çevrilmişse de, donanmamız tarafından ağır bombardıman altına alınacak, her şey dümdüz edilecek, birliklerimiz rahatça karaya çıkacaklar. Aynı anda
214
Arıburnu’na da baskın şeklinde çıkarma yapacağız. Karaya adımımızı atar atmaz, hızla saldırıya geçip, belirlenen hedeflere ilerleyeceğiz. Kuvvetlerimizin mümkün olduğu kadar büyük bir kısmını aynı anda karaya çıkarmalı, tam bir şiddet husule getirecek tarzda ilk yumruğu balyoz gibi indirmeliyiz. … Yıldırım harekatımızın birinci hedefi, yarımadaya hakim olan Kabatepe ve Alçıtepe’yi zapt etmektir. Bu iki tepeyi ele geçirince, Kilitbahir yaylası kendiliğinden avucumuza düşecektir. Sözünü ettiğim tepeler alındıktan sonra, herhangi bir sebeple yarımadanın güney bölgesine hakim olmamız gecikme gösterirse, taarruzlarımızı ayak ve bel kısmında sürdürürken, bıçak boynu gövdeden ayıracaktır. Taşıt gemilerimiz ilk iki gün karaya çıkmamış birliklerimi alıp, Bolayır’a hareket edecekler; bu birlikler küçük istimbotlarla karaya çıkarak çemberi tamamlayacaklar. … Asya Yakası’nda da Türk birlikleri bulunmaktadır. Fransızlar en vurucu tugaylarını Kumkale’ye çıkaracaklar; oradan Seddülbahir’i, Morto Körfezi’ni ateş altına alacak topları susturacaklar, Türk birliklerinin teknelerle Gelibolu Yarımadası’na geçmelerini de önleyecekler. Yüzeli kilometreden fazla sahayı kaplayan değişik bölgelerden de şaşırma çıkarmaları yapacağız (Mehmed Niyazi, 2006, 117–118).
Başkomutan Hamilton ve ekibi kara çıkarmasını St. George Yortusu’na denk
getirmeyi düşünüyordu. Ancak o günün fırtınalı olmasından dolayı, harekât iki gün
sonra başlar. Yazar, Müttefiklerin içinde bulunduğu ruh halini de aktarmaktadır.
Nitekim Çanakkale’ye yönelen Müttefik donanmasında bir yanda ünlü Đngiliz
sanatçısı Denis Browne piyana çalarken; diğer yandan kimi askerlerin mektup
yazdığını, kiminin şarkı söylediğini belirtmektedir. Yazarın bu satırları okunurken,
okuyucu iyi sahnelenmiş, ilginç bir film izliyormuş hissine kapılabilmektedir. Bu
hissi uyandırabilme niteliğinde olan bu eserin öğrenciler tarafından okunması, tarih
bilincinin kazandırılması noktasında tarih öğretimine önemli bir katkı sağlayacağı
düşüncesindeyiz.
Çanakkale’de fırtına öncesi sessizlik sürerken son hazırlıklar da tamamlanmaktadır.
Mehmed Niyazi (2006, 131–132), şunları aktarmaktadır:
Kahvaltıdan sonra ellerinde tüfekleri, sırtlarında kazma ve kürekleri, çantaları bulunan çoğu miğferli askerler, güvertede numaralanmış
215
yerlerine dizildiler; herhangi bir karşılık, gürültü yoktu; her şey katı bir disiplin içinde devam ediyordu. General Birdwood, Arıburnu’na baskın yapacak Anzak Kolordusu’nu taşıyacak filikaların suya indirilmesi emrini verdi. … Donanma üçe ayrıldı; zırhlıların bir kısmı birbirinin ardında dört sıra filika bağlı olan kruvazörler, filikaları çeken istimbotlar Arıburnu’na yöneldiler. Aralarında Queen Elizabeth’in de bulunduğu zırhlıların pek çoğu çıkarma gemileri, istimbotlar Sedülbahir ve Kumkale istikametine hareket ettiler. Sessizce suları yararlarken Hamilton ve Amiral De Robeck köprü üstündeki yerlerinden çevreyi tarıyorlardı.
Fırtına başlamıştı, Müttefik kuvvetleri karaya çıkarma yapmış; Türk birlikleri
arasında yoğun bir bilgi akışı başlamıştır. Bölüklerden taburlara, taburlardan
alaylara, alaylardan tümenlere, kolorduya ve orduya sayısız rapor bırakılıyor;
sahillerde kıyametler kopuyor, Avrupa yakasında Saroz, Hisarlık ve Sedülbahir;
Anadolu yakasında Kumkale ve Beşige’de yoğun saldırı gerçekleşiyordu.
Arıburnu’nda da çıkarma harekatı başlamak üzeredir. Kumanda Heyeti Başkanı Esat
Paşa, bir yandan Gelibolu Yarımadası’nın uç kısmını savunan Dokuzuncu Tümen
kumandanı Albay Halil Sami’yle irtibat halindeyken, diğer yandan “Eceabat’ta
ihtiyatta bulunan Ondokuzuncu Tümen’in Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal’le,
Đkinci Tümen’in Kumandanı Hasan Askeri’ye, diğer kumandanlara cepheye hareket
etmek üzere hazır olmaları için emir verdi” (Mehmed Niyazi, 2006, 134).
Bizler tarih sayfalarında savaşların sebep-sonuçlarını bastıra bastıra öğrencilere
aktarmaya çalışırken, o savaşların içindeki acı çığlıkları nedense hiç duymuyor ve
duymadığımız için de öğrencilerimize aktaramıyoruz. Oysaki savaşın içinde olan
insanın ta kendisidir. Gözüne toz kaçandır; ellerine diken batandır; ayaklarından kan
akandır. Yüreğine kurşun sıkılırken, köyünden ayrılırken kendisine el sallayan
gerideki annesini, çocuğunu gözlerinden akan yaşla hatırlayandır. Savaş insani değil
ama savaşan insandır. Belki de tarih eğitiminde yaptığımız hatalardan bir tanesi de
budur. Yani insanı savaşlardan çekip çıkarmak. Bu haliyle savaşlar bir obje olma
durumunda kalıyor ve bizler de sebep-sonuç ilişkisini onyıllarca aynı kalıplarla
tekrarlayıp duruyoruz. Bu nedenle edebiyatın tarih öğretiminde hak ettiği yeri alması
gerekiyor. Çünkü edebiyat o cansız tarihe can katıyor, insanı ele alıyor.
216
Çanakkale’de savaş devam ediyor. Düşman Kumkale, Tekkeburnu’undan Sedülbahir
iskelesine kadar güney ve güneybatı sahillerini devamlı topa tutar; dar bölgelerden
karaya çıkarma yapmaya çalışırlar. Sahile yaklaşan Müttefik askerleri yoğun bir Türk
ateşiyle karşılaşıyor ve insanı dehşete düşüren manzaralar oluşur. Mehmed Niyazi
(2006, 144) şunları aktarıyor:
… Seddülbahir’in üzerinde uçan Hava Komodoru Samson aşağıya baktığında, durgun denizin sahilden elli metre kadar açığının kandan kıpkırmızı kesildiğini görünce, şaşırdı. Feci bir manzarayla karşı karşıyaydı; kızıl dalgacıklar halinde sahilde oynaşıyor, suyun durgun yüzü, yağmur gibi yağan kurşunlarla pis bir köpük halinde fışkırıyordu.
Seddülbahir’in iki kilometre kuzeyinde savaş tüm şiddeti, acımasızlığıyla devam
eder. Burada görevli olan takım kumandanı Teğmen Abdürrahim’dir. Mehmed
Niyazi (2006, 152), Teğmen Abdürrahim’in durumunu şöyle aktarmaktadır:
Takım Kumandanı Teğmen Abdürrahim, ilk raporunda şöyle demişti. “bölgemize bir bölük kadar düşman çıktı; savunuyoruz.” Çok geçmeden gönderdiği ikinci raporda gittikçe zorlandıklarını yazmıştı. “karşımızdaki düşman kuvveti yeni çıkan birlikleriyle bir tabur oldu; savunuyoruz.” Üçüncü raporunda durumun daha da vahimleştiğini bildirmişti. “düşman bir alay kuvvetinde; takımımıza taarruza geçti; savunmaya devam ediyoruz.” Bu onların son sözü, son çığlığı olmuştu.
Müttefikler tüm güçleriyle Gelibolu’nun uç bölgelerine saldırırlar. Bu bölgenin
sorumluluğu Dokuzuncu Tümen Kumandanı Albay Halil Sami’dedir. Albay,
Arıburnu teperlini ele geçiren müttefiklerin, Kocaçimen’e ve daha doğuya
yönelmeleri halinde bütün tümeni kuşatabileceklerini ve cephe gerisiyle
bağlantılarını koparacağını düşünmekteydi. Aynı zamanda Müttefikler, Kocaçimen
ve diğer tepelere yerleştirecekleri toplarla Eceabat ve Boğaz’ın tamamını kontrol
edebilme imkanına sahip olacaklardı.
217
Arıburnu cephesinde, Anzaklar’a karşı Yirmiyedinci Alay mücadele etmektedir.
Mehmed Niyazi (2006, 164), bu cepheyle ilgili şunları kaleme almıştır:
Anzaklar ümitlendikleri bir sırada Yarbay Hüseyin Avni’nin emrindeki Elliyedinci Alay Hızır gibi yetişti ve Yirmiyedinci Alay’ın yanında taarruza kalktı. Çatışma aniden şiddetlendi. Bir taraf denize dökülmemek, diğer taraf Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kabatepe ve diğer stratejik yerleri vermemek için kıyasıya vuruşuyorlardı. Ondokuzuncu Tümen’in Yetmişyedinci Alay’ı güneye indi, Yetmişikinci Alay da Conkbayırı’na ulaştı. Anzakların durumu büsbütün kötüleşti. … Anzak Kolordusu Komutanı General Birdwood, değişik birliklerin hücumlarını Conkbayırı’ında yoğunlaştırmıştı. Aynı yeri donanma topları da hedef almış, koordineli bir şekilde Conkbayırı’na yükleniyorlardı.
Anzak askerlerinden sorumlu General Birdwood, Arıburnu cephesinden çekilmeyi
düşünürken; Seddülbahir’de tutunan General Hunter-Weston’un kuvvetleri ise
Tekkekoyu’na çıkarma yapmaya devam ederek, Aytepe’ye doğru ilerlerler.
Tarih öğretiminde önemli hususlardan bir tanesi de, tarihi bir bütün halinde
kavrayabilmek, tarihsel olaylar arasında mevcut olan bağları tespit edebilme ve
öğrencinin bu bağların farkına varmasına olanak tanımaktır. Tarih öğretiminde
kullanılagelen ders kitapları, konuları belirgin başlıklarla birbirinden ayırmakta, her
olayı kendi başına ele almaktadır. Bu yöntem olaylar arasındaki ilişkinin öğrenciler
tarafından kavranmasını zorlaştırmaktadır. Bu olumsuzluğun ortadan kaldırılmasının
ders kitaplarında yapılacak düzenlemelerin yanı sıra; tarih öğretiminde tarihi romana
ya da tarihsel öykülere başvurularaktan önemli ölçüde ortadan kaldırılabileceği
kanaatindeyiz. Mehmed Niyazi eserlerinde, tarihsel olaylar arasındaki bağlantılara
son derece başarılı bir şekilde değinmiştir. Örneğin Trablusgarp’ta savaşan bir asker,
Balkan Savaşları’nda karşımıza çıkmakta; Balkan Savaşları’nda yer alan bir
kahraman Çanakkale’de karşımıza çıkmakta ya da Yemen’de aynı kahramanın
mücadelesine tanık olmaktayız. Müşir Deli Fuat Paşa’nın oğlu Teğmen Halil,
Balkanlar’da cephedeyken, Çanakkale’deki kanlı çarpışmalarda tekrar karşımıza
çıkmaktadır. Dolayısıyla olaylar arasındaki bağlantılar, tarih öğretiminde öğrenciye
218
aktarılabilinmelidir. Böylece tarihin insan tarafından yapıldığı, insanın bu serüvende
nelerle karşılaştığı daha net anlaşılacaktır. Bu durumda tarihsel düşüncenin
gelişmesini sağlamanın yanı sıra milli şuurun oluşmasında da önemli bir işlev
görülmüş olacaktır.
Çanakkale’de Müttefiklerin saldırılarını sürdürmeleri karşısında Türk birliklerinin
olağanüstü mücadelesi, daha sonra tarih sayfalarında onurlu yerini alır. Bu
mücadeleler sürerken Müttefik Başkumandanı Hamilton, Queen Elizabeth
Zırhlısı’nda Amiral De Robeck, General Carrasthers, Amiral Thursby, Komodor
Keyes ve diğer komutanlarlayken, Anzak Kolordu Komutanı General Birdwood’un
şu mesajı (Mehmed Niyazi, 2006, 176), herkesi derin düşüncelere daldırır.
Tümen komutanlarım, kıtalarının sabahtan beri sürdükleri kahramanca çabalardan, bütün gün süren ağır çatışmalardan sonra takatlerinin tükendiğini ve şimdi de düşmanın nefes aldırmaz şarapnel hücumlarından ötürü, morallerinin bozulduğunu bildirirler. Birliklerinden bir kısmı ateş hattını terk edip, geri çekildiler. Bu zorlu topraklarda dağılan askerleri toplamak imkansız görünmektedir. Yeni Zelanda Tugayı da, düşmanla az önce karşılaştı ve çok kayıplar verdi. Tugayın morali hayli bozulmuştur. Birliklerin yarın sabah yeniden savaşa sevk edimleri kararlaştırılmışsa da sonuç hüsran olacaktır. Ateş hattındaki gedikleri kapayacak ihtiyat birliklerine de sahip değiliz. Arz ettiğim hususların son derece ciddi olduğunu biliyorum, fakat birliklerimiz geri alınacaksa, bu iş hemen yapılmalıdır.
Müttefiklerin saldırıları devam etmekte, Arıburnu’nda başarılı savunmamız Müttefik
kuvvetlerine ağır kayıplar verirken; Seddülbahir’de durum kötüye gider. Aytepe’de
mücadelesine devam eden Oğuz Amca, yapılacak başka bir şeyin kalmaması üzerine
geri çekilmek zorunda kalır. Bu geri çekiliş sonucunda Aytepe, müttefiklerin eline
geçer. Aytepe’yi ele geçiren Müttefik birlikleri Ertuğrul Koyu’nu savunan hattı
arkadan taramaya ve boşluklardan çevreye ilerlemeye başlar. Ertuğrul Koyu’nda beş
mangalık Türk askerinin başında Ezineli Yahya Çavuş bulunmaktadır.
Çelik (2003, 72), Ezineli Yahya Çavuş’la ilgili şu bilgileri aktarmaktadır:
219
Ezine’nin Koçali köyündendir. Karısı ve dört çocuğu köydedir. Balkan Savaşı’nda kahramanlıklarıyla tanınan Yahya Çavuş; tecrübeli, birliğini dirayetle yönetebilen, maneviyat verebilen yiğit bir askerdir. Top menzillerinin daha uzun olması için ne yapılabileceğini düşünür. Oğuz amca’nın en yakın dostudur. Dilinden “Selaten Tüncina”yı düşürmeyen Yahya Çavuş, Seddülbahir’de şehit olur. Savaşın kaderini değiştiren atılımları ile Çanakkale’nin unutulmaz kahramanlarındandır.
Ezineli Yahya Çavuş, Aytepe’yi ele geçiren Müttefiklerin arkadan saldırıları üzerine
Harapkale’ye çekilmenin zorunluluğunun farkına varır ve geri çekilme emri verir.
Arıburnu tarafında gözetleme yerinde bulunan Teğmen Hüsameddin, karşısında
bulunan Seddülbahir’i izlerken, Kumkale’de neler olduğunu merak etmektedir.
Teğmen Hüsameddin’nin yanına gelen muhabere çavuşu Hüseyin, Tabur
Kumandanı’nın şu emrini iletmektedir.
Tümenimizin Otuzbir ve Otuzikinci Alayları Kumkale’de düşmanı denize dökmüşler. Seddülbahir ve Arıburnu’nda tutunmuşlar; amansız hücumlarımızla denize dökülmeye zorlanıyorlarmış. Otuzbir ve Otuzikinci Alaylar yeni görevler için Kumkale’yi terk edeceklermiş. Biz takımımızla Kumkale’nin içinde, denizi gören evlerin birinde bulunacakmışız. Görevimiz düşmana görünmeden, onu gözetlemekmiş. Mecbur kalmadıkça da ateş etmeyecekmişiz. Derhal hareket etmemiz gerekiyormuş (Mehmed Niyazi, 2006, 186–187).
Tarihin bu en kanlı savaşının –Çanakkale Savaşı- bir romanın diliyle, kurgusuyla
okumak her okuyucuda, o savaşı yeniden yaşamaktır. Kişinin (okuyucu) kendi
aktivitesini ifade eden bu durum, tarihsel olayı bütün yönleriyle yeniden
üretmektedir. Okuyucu artık oyunun bir parçası haline gelmiştir, tarihsel bilgiler
kendi gerçekliğine dönüşmüştür. Böylece tarih, öğrenilen bir alan olmaktan çıkıp,
yaşanılan bir alan haline gelmiştir. Bu zihinsel aktivite kuşkusuz okuyucuyu bir
yaratıcı haline, aynı zamanda bir aktöre dönüştürmektedir ki okuyucu zihninde
canlandırdığı savaş alanında bazen emir veren bir komutan; bazen siperden fırlayan
bir asker olabilmektedir. Dolayısıyla kişiyi yaratıcı kılması yönünden de tarihi roman
220
hem eğitim öğretimin genel amaçlarına hizmet edebilmekte, hem de milli şuurun
oluşmasına, tarihsel bilincin kazanılmasında önemli bir hizmet üstlenmektedir.
Çanakkale Savaşı, tarihte eşi benzeri belkide olmayan bir savaştır. Çok uzun süren
bu kanlı cephede olanları anlamak kuşkusuz çok güçtür. Hele bunu kuru kronolojik
bir bilgiyle anlamak, neredeyse mümkün değildir. Çanakkale Savaşı’nı anlamak için
coğrafyasını, hava şartlarını (iklim), yerleşimini bilmek gerekmektedir. Bazen
dondurucu soğuğu, bazen pırıl pırıl parlayan denizi ve güneşiyle bu vatanı vatan
yapan en önemli unsurlardan biri olan Çanakkale Savaşı’nın içinden yazarın şu
aktardıkları (2006, 212), hepimizin canını yakabilmektedir. “Yağmurun şiddeti
gittikçe artıyordu; çamurlarda patlayan şarapneller kocaman çukurluklar açıyor, kısa
bir süre sonra da bu çukurlara sular doluyordu. Çamur deryasında, göl haline gelmiş
siperlerin içinde askerler dişleri kırılırcasına titriyorlardı.”
Müttefiklerin kumandanı Seddülbahir’e ayak bastığında karşılaştığı durum içler
acısıdır. Her yerde cesetler, yaralılar, yerlerde tanınmaz haldeki insan bedenleri…
Bunlar Mustafa Kemal Atatürk’ün “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı
tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözlerini anımsatmaktadır. Ki
Müttefikler cinayet işlemekteydiler. Bu cinayete kurban giden tarihinde nice
medeniyetlerin kurucusu olmuş Anadolu insanı oluyordu, vatanlarından koparılıp
cepheye sürülen Anzaklar oluyordu ve diğerleri…
Mehmed Niyazi Çanakkale Savaş’ını anlatırken aynı zamanda döneme hakim olan
siyasi senaryolara da değinmekte, savaşın nedenlerini derinlemesine aktarmaktadır.
General Hamilton ile Fransız General D’Amade arasındaki şu diyalog ilgi çekicidir.
− Sayın Başkomutan, Müttefikimiz Đngiliz hükümetinin, Đstanbul’u Ruslara vermesini fazla isabetli bulmuyorum. Hamilton, Đngiliz hükümetinin gerçek niyetini biliyordu. Đngiltere dünya ekonomisini ele geçirmenin peşindeydi. Bunun merkezi de Đstanbul’du. Nasıl Ruslara kaptırırlardı? Fakat bunu D’Alade’ye söylemesi mümkün mü idi?
221
− Doğru söylüyorsunuz Sayın General, burada Ruslar için çarpıştığımıza göre, Çar Nikola da Türker’e karşı Kafkaslarda bir cephe açmalı, o bölgede Türkleri ezmeli kuvvetlerinin bir kısmını oraya çekmeliydi. Çanakkale’de de en azından bir kolordularını görmek isterdik. Fakat şimdi bunların üzerinde durmayalım; Đstanbul’u alalım (Mehmed Niyazi, 2006, 216).
Bu gelişmeler olurken Seddülhahir’de Türk birlikleri, geri mevzilere çekilmiş kısa
bir sükûnet yaşanırken; Anzaklar Arıburnu’nda tekrar saldırıya geçerler. Çanakkale
yakınlarında bulunan Barbaros ve Turgut Reis savaş gemilerinin düşman kara
birliklerini zaman zaman dövmesi pek fayda sağlamazken; askerlerimiz üzerinde
uçakların pike yapmalar, bomba yağdırmaları felaketlere neden olur.
Kocaçimen ve Conkbayırı’nda Elliyedinci Alay ile Anzaklar arasındaki kanlı
boğuşma aktarılırken Mehmed Niyazi’nin düştüğü şu dipnot (2006, 222), bu savaşın
boyutları ve dehşeti hakkında bizi düşündürürken, içimizi de burkabilmektedir.
Đngilizler ölülerini kendi mezarlarına taşımak için toplu mezarı açtıklarında, Üsteğmen Mustafa Asım’la Yüzbaşı Woiters’ın cesetlerini birbirine sarmaş dolaş buldular. Mustafa Asım’ın elinde Woiters’ın haçı, Woiters’ın elinde Mustafa Asım’ın muskası çıktı. Oraya bu hususu belirten tabela diktiler.
Müttefikler Sedülbahir ve Arıburnu’nda hiç beklemedikleri bir direnişle karşılaşırlar.
Amaçları Gelibolu Yarımadası’nın güney kesimlerini ele geçirmek, Çanakkale
Boğazı’nı aşmaktı. Müttefik Başkomutanı Hamilton (Mehmed Niyazi, 2006, 230),
… Fransız Tümeni’nden beş taburu daha karaya çıkarmıştı. Her ne pahasına olursa olsun, Sedülbahir Cephesi’ni bu kere yaracaklardı. Kendisi de, karargahı ile Queen Elizabeth Zırhlısı’ndan harekatı takip edecek, karadaki savaşı General Hunter-Weston yönetecek; sayı ve silah bakımından üstün olduklarını bildiğinden ilk saldırılarla Türklerin zayıf yerini tespit edip, oradan bildirecekti. Arıburnu’ndaki göstermelik ateşe karşılık, güneydeki Sedülbahir Cephesi’nde kıyametler kopuyordu. “Birinci Kirte Savaşı” adını alan bu çarpışma, yine her zamankine benzer şekilde, yeri göğü birbirine katan müthiş bir donanma bombardımanı ile başlamıştı. Türk mevzileri, daracık Gelibolu Yarımadası’nın ucunu üç taraftan kuşatan
222
Müttefik savaş gemilerinin çelik yağmuru altında hamur gibi yoğruluyordu.
Kolordu Kumandanı Esat Paşa ile Dokuzuncu Tümen’in Kumandanı Albay Halil
Paşa, tüm dehşetiyle savaşı izlerken, savaşın acımasızlığına da şahit olurlar. Binbaşı
Halit’in emrindeki Yirminci Alay sarsılmaya başlar; Fransızlar Yarbay Kadri’nin
kumandasındaki Yirmialtıncı Alay’a zor anlar yaşatırlar. Seddülbahir’in imdadına
yetişmeye çalışan Ondokuzuncu Piyade Alayı, Yarbay Sabri’nin kumandasında
ilerlemeye çalışır, ancak üzerlerine şarapnel yağdığından rahat ilerleyemezler.
Cephede kanlı çarpışmalar sürerken, “… Đlk defa savaşa katılan Türk uçakları
Fransız siperlerini bombalamakla kalmadılar; Morto Limanı’ndaki çıkarma
iskelelerini de darma dağın ettiler” (Mehmed Niyazi, 2006, 235). Diğer taraftan
Ondokuzuncu Piyade Alayı ve Dokuzuncu Tümen’in üstün gayretleriyle
Müttefiklerin hedeflerine varması yine engellenmektedir.
Fransız’ını, Senegallisini, Anzakını, Đngiliz’ini, Faslısını ve daha nice dünya
coğrafyasından; yurdundan koparılıp kanların içine sürüklenenlerin orada ne işleri
vardı? Kuşkusuz bu eser tarihin peşine düşen ister öğrenci olsun, ister yetişkin olsun
zihnini meşgul edecektir. Ne işlerinin olduğunu elbette bizler biliyoruz. Kısaca
emperyalizm, sömürgecilik deriz, yurdumuzu parçalamak, Anadolu’yu işgal etmek
deriz. Ancak bu durumu bu denli basitleştiremeyiz. Tarih öğretiminde gencecik
beyinlerin kuru kronolojik tarihsel bilgilerle ya da klişeleşmiş sözlerle doldurmanın
ötesinde, az önce bahsettiğimiz durumun öğrencinin zihninde vukuu bulması, milli
şuurun ve tarih şuurunun o şahısta gerçekleşmesi demektir. Böylece öğrenci, olayın
aktif katılımcısı olmuş, olayı yaşayan, olayın içinde nedenler ortaya koyan;
sonuçlarla ilgili çıkarımlarda bulunan, genellemeler yapan bir yaratıcıdır. Ki bizim
beklentimizde eğitim öğretim aşamasında, öğrencinin yaratıcı düşünceye sahip
olması, karşılaştığı sorunlara çözümler bulmasıdır. Bu anlamda da tarihi romanın
tarih öğretimindeki yerinin yadsınamaz nitelikte olduğunu düşünmekteyiz.
Çanakkale’de çok ağır şartlarda vahşet devam ederken, karşılıklı saldırılar, baskınlar,
birbirlerinin siperlerine giren her iki tarafın askerlerinin kılıçla, süngüyle devam eden
boğuşmaları… Ve Çanakkale’de bu durum bir türlü bitmek bilmez. Sekiz buçuk ay
223
devam eder. Müttefikler bir geri çekilip bir saldırırken; Türk birlikleri yeni takviyeler
alıyor, savunmasını güçlendirerek sürdürür. Türk kumandanlar, fırsat buldukça
durum değerlendirmesi yapmak, strateji geliştirmek için toplantılar yaparlar.
Esat Paşa, petrol lambasının aydınlattığı toprak altındaki karargâhında tümen kumandanlarıyla bir toplantı yaptı. Toplantıya Dokuzuncu Tümen’in Kumandanı Albay Halil Sami, cepheye intikal etmek üzere bulunan Yedinci Tümen’in Kumandanı Albay Remzi, Đstanbul’dan gelmekte olan Onbeşinci Tümen’in Kumandanı Albay Mehmet Şükrü katılmıştı (Mehmed Niyazi, 2006, 251).
Türk tarafında bu toplantı yapılırken, Müttefik komutanı Hamilton ise şu planı
(Mehmed Niyazi, 2006, 261) yapmaktaydı.
En kısa zamanda, özellikle Alçıtepe’yi ele geçirmeleri şarttı; çünkü o tepe ele geçirilince, Sedülbahir Cephesi’ndeki Türk savunmasının omurgası kırılacaktı. Bunun için gerekli hazırlıkları da tamamlamıştı. Gizlice Arıburnu Cephesi’nden beş topçu bataryasını Sedülbahir’e kaydırmıştı. Yoldaki iki Fransız tümeninin öncüsü olarak cepheye intikal eden iki taburu da ateş hattına sürmüştü. Adalardan getirilen askerlerle de bütün birliklerin eksiklikleri tamamlanmıştı. Đngiliz ve Fransızlar’ın seçme askerlerinden oluşan Seksen Sekizinci Tugay ile Seksen Yedinci Yeni Zelanda Tugayı saldırıyı başlatacaktı. Çok güvendiği bu iki tugayın bütün birlikleri kelimenin tam anlamıyla olağanüstü hazırlanmıştı; en küçük birimin komutanına bile nokta görevi verilmişti; kim nereyi ele geçireceğini gayet iyi biliyordu. Panikten de endişelenmesine gerek yoktu; bir tugay da arkalarından destek verecekti.
Çanakkale Savaşı’nda Türk birliklerine en büyük kayıpları verdiren unsurlardan biri
de sahilin âşıklarından (zırhlılar) açılan ateş oluyordu. Seddülbahir Cephesi’ne
devamlı saldırıda bulunup büyük kayıplara neden olan Goliath ve Cornwalis
Zırhlıları Morto Koyu’nda demirlemişlerdi. Esat Paşa bu konuda çok rahatsız olur ve
bir çarenin peşine düşer. Esat Paşa, altı yüz yirmi tonluk küçük bir torpido olan
“Muavenet-i Milliye” gemisinin kumandanı Yüzbaşı Ahmet Saffet’i bu görev için
seçer. Ahmet Saffet de üzerine düşen görevi layıkıyla yapmak üzere yardımcısı
Yüzbaşı Firle ile gerekli hazırlıkları yapmaya başlar. Mehmed Niyazi (2006, 273–
274) devamını şöyle aktarmaktadır:
224
[Yüzbaşı Ahmet Saffet]:
— Ateş! Emriyle elini de indirdi. Bir anda Muavenet-i Milliye’den peş peşe üç torpil fırlatıldı. Üç torpil de tam isabet edince, Goliath önce şiddetli bir zelzeleye tutulmuş gibi sarsıldı; koskoca zırhlı dalgaların arasında fır dönerken, ışıkları söndürülen Muavenet-i Milliye’nin çarklarına hız verildi. Üç dakika içinde gömüldüğü sular fokur fokur kaynıyordu. Çevredeki nöbetçi kruvazörler, kurtarma gemileri hareketlendi, göz gözü görmeyen karanlıkta ortalık birbirine girdi. Ne gemi komutanından, ne de beşyüzyetmiş personelinde bir sinyal dahi alamadılar.
Mehmed Niyazi, Çanakkale Savaşı’nın tüm aşamalarında olayın tarihsel gidişatına
sadık kalarak ele aldığı eserine bir de harita eklemiştir (2006,272). Haritada
Çanakkale Boğazı çevresiyle birlikte verilmektedir. Müttefiklerin çıkarma yaptıkları
alanlar, kara Savaşlarının yoğunlaştığı cepheler tek tek belirtilmektedir. Bu haritanın
incelenmesi, bölgenin coğrafi yapısı hakkında önemli bilgiler vermektedir. Ayrıca
savaşın akışının anlaşılmasında büyük katkı sağlamaktadır. Burada şu önemli hususa
değinmekte de fayda olduğu düşüncesindeyiz. Coğrafya tarihe yardımcı bir bilimdir.
Tarihin herhangi bir zamanında meydana gelen olayın yerini belirleyemediğimizde,
tarihsel olay olarak nitelemekte eksiklik olduğunu fark ederiz. Savaşlar genelde karşı
tarafı oluşturan düşmanla yapılmasının yanı sıra, mücadelenin önemli bir bölümü de
savaşın geçtiği coğrafya ile verilmektedir. Savaşın cereyan ettiği alanda stratejik
noktaları ellerinde bulunduran, geçiş yollarına hakim olan taraf her zaman daha
avantajlı olmaktadır. Dolayısıyla Çanakkale Savaşı veya başka herhangi bir tarihsel
olayın öğrencilere aktarılmasında, özellikle eğitim öğretim aşamasında, savaşların
cereyan ettiği bölgenin coğrafi özelliklerinin de verilmesi konunun anlaşılması
açısından son derece önem taşımaktadır.
Çanakkale’de savaş ilerledikçe Türk ordusu da planlamasını gelişmelere göre
güncellemekte, yeni stratejiler ortaya koymaktadır. Gelibolu Yarımadası’nda yığılan
birliklerin tek merkezden yönetilmesinin güçleşmesi sonucunda yeni birimlerin
kurulması gerekliliği ortaya çıkar. Mehmed Niyazi (2006,275–276), gelişmeleri
şöyle aktarmaktadır.
225
… Cephe ikiye bölündü; Arıburnu cephesi Kuzey Grup Kumandanlığı, Sedülbahir cephesi de Güney grup Kumandanlığı tarafında yönetilecekti. Kuzey Grup Kumandanlığı’na Esat Paşa tayin edildi; iki grup kumandanlığının gerektiğinde yardımlaşmaları ümidiyle de kardeşi Vehip Paşa Güney Grup Kumandanlığı’na getirildi. Bu iki kardeş, Balkan Savaşı’nda, Yanya’da örnek bir dayanışma sergilemişlerdi. Başkumandan vekili ve Milli Savunma Bakanı Enver Paşa cepheye geldi. Libya ve Balkanlar’daki başarılarından dolayı ünü bütün ülkeyi kaplamıştı; genç, orta boylu, bıyıklı olan Paşa’nın ağır başlı bir hali vardı. Yanında Limon Von Sanders, Esat Paşa, Vehip Paşa, Cevat Paşa, General Weber, General Trommer ve daha pek çok yüksek rütbeli subay bulunuyordu. Oğuz Amca, Yahya Çavuş, Yusuf, Hasan Şakir ve diğer askerler siperlerden onlara bakıyorlardı.
Enver Paşa, Ordu Komutanı Liman Von Sanders ve diğer kumandanlarla Esat
Paşa’nın karargahında yaptığı toplantıda durum değerlendirmesi yaparak, bir an önce
düşmana karşı zafer getirecek hareketlere girişilmesi gerektiğini; aksi takdirde
Balkan devletlerinin Müttefiklerin tarafına geçebileceğini, aynı zamanda çarlık
rejiminin kendini güçlendireceğini belirtir. Yapılan görüş alış verişleri sonucu,
Yarbay Hasan Askeri’nin kumandasındaki Đkinci Tümen’le Arıburnu cephesinde
hücum yapılması kararı alınır. Đkinci Tümen saldırı planını yaparken, Müttefikler
Arıburnu’ndaki hareketliliği fark ederler. Mehmed Niyazi (2006, 281), gelişmeleri şu
şekilde aktarmıştır.
[Arıburnu bölgesindeki] Anzak Kolordusu devamlı alarm halindeydi. Türklerin cüretinden korkan hale gelen Başkomutan Hamilton cephenin kuvvetlendirilmesi lüzumunu duymuş, adalardaki son ihtiyatları karaya çıkarmakla yetinmeyerek, Seddülbahir’deki bazı kuvvetleri de gizlice Arıburnu’na kaydırmıştı. Zaten Anzaklar karaya çıktıklarından beri siperler, irtibat hareketleri, makineli tüfek mevziler, kum torbalarıyla keskin nişancıları yerleştirdikleri mazgallar yapmışlar, getirdikleri kalaslarla da ihtiyaç duyduklarını sağlamlaştırmışlardı. Elverişli olan her yere de ağır obüs bataryaları kurmuşlardı.
Müttefikler bu hazırlıkları yaparken Binbaşı Kasım gece yarısı “hücum” emrini verir.
Mehmed Niyazi (2006, 283), Türk askerleriyle ilgili şöyle betimleme yapmaktadır.
226
Hücum bütün Arıburnu Cephesi’nde aynı anda başladı. Ne silah patladı, ne hücum borusu çaldı; ne de yüzyıllardır düşmanın yüreğine korku salan “Allah! Allah!” sedaları duyuldu. Sadece subaylar önde, Mehmetçikler arkada, süngüleri takılı tüfekleri elde, sırttan aşağı dalgalar halinde akmaya başladılar. Karanlıkta koyu gölgeler ve süngülerin parıltıları görülüyordu.
Müttefikler siperlerden açtıkları ateşle Arıburnu’nu kan gölüne çevirirler.
“Durmadan biçen makineliler, patlayan bombalar, şarapneller Şehittepe’yi,
Sivritepe’yi, Merkeztepe’yi, Yüksektepe’yi ceset yığınlarıyla dolduruyor ve kan
seline boğuyordu” (Mehmed Niyazi, 2006, 285).
Arıburnu’ndaki vahşet karşısında yapacak bir şeyin olmadığını gören Tümen
Komutanı Hasan Askeri, Esat Paşa’ya harekatın durdurulması gerektiğini bildirdi.
Esat Paşa’nın emriyle taarruz durduruldu.
Çanakkale’de sadece karşı tarafla savaşılmıyor, aynı zamanda kızgın güneşle,
çalılıklarla, fundalıklarla, uçurumlarla, susuzlukla savaşılıyordu. Arıburnu’nda
binlerce şehit verilmişti. Đki taraf arasında kalan şehit cesetleri, kızgın güneş altında
kokmaya başlamış, yaralılar kan kaybından ölüyorlar. Đnsanın yüreğini bıçak gibi
kesen bu duruma kimse dayanamıyordu. Mehmed Niyazi (2006, 290), gelişmeleri
şöyle aktarmaya devam eder:
Saat dört sularında Kızılhaç bayrağının düşman siperlerinde dalgalandığını tabur Kumandanı Binbaşı Kasım’a haber verdiler. O, hemen Alay Kumandan’ına, o da tümen Kumandanı’na, Tümen Kumandanı da Kuzey Grup Kumandanı Esat Paşa’ya bildirdi. Esat Paşa “ tarafımızdan da bir Kızılay bayrağı çıkarın; hatlarımızın arasında birleşmelerine izin verin ve ne istediklerini sorun” emrini verdi. Teğmen Ali’nin taşıdığı Kızılay bayrağı da Türk siperlerinde görününce, Kızılhaç bayrağı ile bir Đngiliz binbaşısı Türk siperlerine doğru yürümeye başladı. Teğmen Ali de ona doğru yürüdü. Siperlerin orta yerinde buluştuklarında, birbirlerini selamladılar. Binbaşı Majör: — Ekselans ölüler kokuyorlar, yaralılar kan kaybından ölüyorlar, dedi. Ölülere son görevimizi, yaralılara insani hizmetleri
227
yapabilmemiz için yarın saat ondan, saat dörde kadar silah bırakılmasını teklif ediyoruz.
Bir günlük ateşkes antlaşması sırasında taraflar yaralıları toplayıp, şehitleri
kaldırırken aniden açılan ateş sonucunda iki taraf da tetiğe sarılır ve ortalık tekrar ana
baba gününe döner. Bu kaosta yaralılara yardım eden görevlilerde hayatını kaybeder.
Bu durum iki tarafı da üzer. Müttefik Kolordu Komutanı General Birdwood, Esat
Paşa’ya yazdığı mektupta üzüntüsünü belirttikten sonra, bir günlük ateşkes ilanı
talebinde bulunur. Esat Paşa, Đngilizce ve Fransızcayı iyi bilen Ohrili Kemal’i
görevlendirir. Müttefik karargahına giden Ohrili Kemal, Binbaşı Grattan ile bir
günlük ateşkes antlaşmasının metnini hazırlayıp imzalarlar. Ohrili Kemal dönüşünde
Müttefik Orduları Komutanı Hamilton’un şu mektubunu Esat Paşa’ya iletir.
“Ekselans;
Đki siper arasındaki ölüleri gömmek, yaralılara karşı insani görevimizi yapmak üzere geçici ateşkes antlaşması sağlanması için bir Kurmay Binbaşı her türlü takdire ve teşekküre layıktır. Ordumuz adına görevlendirilen Kurmay Binbaşı Grattan ile yaptıkları antlaşmanın eksiksiz uygulanacağına dair inancımı belirtir, hürmetlerimi sunarım” (Mehmed Niyazi, 2006, 296).
Dünya tarihinde benzerine ender rastladığımız böylesi bir olay edebiyat olmadan
öğrenciye nasıl anlatılır. Bu durumu, genel siyasal algılayışı düşük olan ilköğretim
hatta orta öğretim öğrencilerine aktarmak, ancak bir edebi tür aracılığıyla mümkün
olabilir kanısındayız. Mehmed Niyazi, yukarda bilgilerini verdiğimiz, savaş içinde
ateşkes yapılmasının, aktarımını yaparken insani yönü vurgulamaktadır. Bu
vurgulama yapılırken, okuyucu kendini durumun içinde hissetmekte, olayın bir
kahramanına dönüşebilmektedir. Daha öncede belirttiğimiz gibi tarihi roman
okuyucusu, kendisi de olayın içinde olduğundan her daim bir yaratıcı faaliyet
içindedir. Mazide yaşanan olay, okuyucunun yaratımıyla yeniden yaşanmaktadır. Bu
zihinsel süreçte elbette ki okuyucu kendinden de bir şeyler katacaktır olaya. Ancak
okuyucunun burada olaya kattığı, aslında olayın özünü zedelememekte, tam tersine
zenginleştirmektedir. Çünkü okuyucunun yaptığı, dönemi, tarihi, olayın akışını
yeniden yaratmak değil; o dönemin, tarihin, olayın akışı içindeki insanın hissini,
228
duygusunu, düşüncesini yeniden yaratmaktır. Tarih bilimcisi, öğreticisi de, tarihi
öğrenme serüvenine girişen öğrenenden benzer şeyler beklemektedir. Bu tarih
bilincidir, bu bir şuurdur, bu bir yaratımdır.
Yapılan bir günlük ateşkes antlaşmasından sonra, savaşın acımasız planları tekrar
hazırlanmaya başlanır. Müttefikler, Türklerin ağır kayıplar vermesinden yararlanarak
sağladıkları yeni kuvvetlerle tekrar saldırıya geçip, Seddülbahir’deki Alçıtepe’yi ele
geçirmeyi amaçlar. Çünkü Alçıtepe son derece stratejik bir yerdi. Buranın ele
geçirilmesiyle Müttefikler Çanakkale Boğazı’na, Gelibolu Yarımadası’nın güney
kesimlerine, Kilitbahir-Çanakkale hattı da dahil tüm bölgeye hakim olabilirlerdi.
Müttefikler bir yandan Colling Wood kıtaları eşliğinde; bir yanda Fransızların
Norbonne Aslanı olarak ünlenmiş Gouround komutasında Fransız birlikleri saldırıya
geçer. Alçıtepe önünde verilen inanılmaz mücadele sonucunda bölgenin
Müttefiklerin elline geçmesinin önüne geçilir. Ancak Çanakkale’nin eşsiz
kahramanlarında Ezineli Yahya Çavuş bu çarpışmalarda şehit düşer.
Tüm acımasızlığıyla devam eden savaşta Müttefik kuvvetlerin komutanı Hamilton,
Đngiltere’den yeni kuvvetler ister. Bu durum Londra’daki Savunma Konseyi’nde
tartışmalara neden olur. Ancak Çanakkale Savaşı önemliydi ve burada mutlaka
başarıya ulaşmalıydılar. Bu cepheye yeni kuvvetlerin gönderilmesi kararlaştırılmış,
Hamilton bir yandan sevinirken, bir yandan da bunun son şansı olduğunu
düşünmektedir.
Müttefikler her an farklı bir yöntemle saldırıya geçerken, kara topçusu ve
donanmanın yaptığı bombardıman ise bir türlü bitmek bilmemektedir. Kara topçusu
ve donanmanın bombardımanını, adalardan kalkan uçaklar devam ettiriyordu.
Mehmed Niyazi (2006, 326–327), olayın akışına şöyle devam etmektedir.
Topçular ateşi kestikten biraz sonra uçaklar bombalamaya başladılar. Uçaklalar daha tehlikeli oluyordu. Tepelerin ardına, vadilere gizlenen Türk askerlerini buluyor, bomba yağdırıyorlardı. Müttefik uçakları kaybolunca, bazen Çanakkale’den bir Türk uçağı havalanıyor, düşmana kayıp verdirmekten çok, Türk askerlerine moral vermek için karşı siperleri bombalıyordu. Askerler de buna “Tek Kuyruk” adını
229
takmışlardı. Türk mevzilerin üzerinden uçarken siperlerden “Haydi tek Kuyruk” diye bağırırlardı. … Günlerden beri süren, daha ne kadar süreceği de belli olmayan bu bombardımanın ardından korkunç bir saldırı başlayacağına kanaat getiren Esat Paşa ve Kurmay Heyeti Anadolu Yakası’ndaki kuvvetlerin bir kısmının Rumeli’ye geçirilmesine karar verdiler. Teğmen Hüsameddin’in gözetleme görevi yapan takımının dahil olduğu Üçüncü Tümen de Gelibolu’ya geçme emrini aldı. Kumkale’den Çanakkale’ye gece yürüyüşle geldiklerinde, onları karşıdaki Akbaş Köyü’ne geçirecek Şirket-i Hayriye vapurları bekliyordu. Katı bir disiplinle bindikleri vapur dolunca hemen hareket ediyordu.
Esat Paşa’nın da öngördüğü gibi uzun süren bombardımandan sonra Fransızlar
Kerevizdere’ye, Đngilizler ise Zığındere bölgesine saldırır ve kanlı boğuşmalar
yeniden başlar. Bu boğuşmalarda Hasan Şakir’in şehit düşmesi, Oğuz Amca ve
Yusuf’u tarif edilmez bir hüzne boğar. Hasan Şakir’in babası Dömeke’de şehit
olmuştu; annesini ise bir yaşındayken kaybetmişti. Tıbbiye öğrencisi olan Hasan
Şakir, müderris olan dedesi Rasih Efendi ile birlikte Đstanbul’da yaşıyordu. Yakışıklı
ve dürüst kişilikli olan Hasan Şakir, vatan sevgisini her şeyin önünde görerek savaşa
katılır.
Medeniyetlerin beşiği Anadolu, aynı zamanda acının, feryadın, bin bir yılın bin bir
acının da yurdudur. Anadolu bağrına kılıç yemiş, Anadolu bağrına ok yemiş,
Anadolu bağrına kurşun yemiş, Anadolu bağrına bomba yemişti. Her ok, her kılıç,
her kurşun, her bomba Anadolu’da, Anadolu anasının bağrına değiyordu. Bu güzel
yurdun bu güzel insanı kaç evladını bu topraklar uğruna, bu topraklara gömmüştü.
Ve şimdi Çanakkale kaç ocakta kaç yangın çıkarıyordu. Bizler tarihi olayları
öğrenirken, bunları ne kadar hissedebiliyoruz, içimizde bir kıvılcım tutuşup geleceğe
ışık tutabiliyor mu? Bizce edebiyatın gizemi ve güzelliğiyle birlikte bütünleştirilmiş,
olayları tüm boyutlarıyla ele alan bir yöntemle tarihi olaylar işlenmelidir. Sık sık
tekrarladığımız gibi, eğer anlatılan bir savaşsa, bu olay sadece cephede yaşananlarla
sınırlı bırakılmamalı; ya da sebep-sonuç ilişkisine indirgenip pragmatist bir
yaklaşıma sıkıştırılıp, özünden koparılmadan hem cephedeki, hem de cephe
gerisindeki insani ruhu, hissi, duyguyu birlikte aktarabilmelidir. Mehmed Niyazi de
230
eserlerinde sık sık bu durumu işlemiş ve olayı bir bütün olarak görmemize olanak
sağlamıştır. Bunu şu örnekle destekleyebiliriz:
Mahalle bakkalından sönük bir ışık sokağa vuruyordu. Rasih Efendi ekmek almak için dükkana girdiğinde elinde ufak bir teneke bulunan çocuk bakkal Mekki Efendiye derdini anlatmaya çalışıyor. Çocuğun her halinden de sıkıldığı anlaşılıyordu. — Annem, Mekki Efendi Amcan, bu tenekeye un koysun, dedi. Çanakkale’den dönünce babamın vereceğini söyledi. Mekki Efendi düşünceli düşünceli çocuğa bakıyordu. Anneleri babalarının şehit olduğunu çocuklarından gizliyordu. Şehit olmasa bile, nasıl ödeyecekti? Merhameti onu iflasın eşiğine getirmişti. Vermezse, bu çocuklar ne yiyeceklerdi? … Müderris Rasih Efendi, Bakkal Mekki Efendi’nin düşüncelerini okurken, yüreği dilim dilim doğranıyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 338).
Çanakkale Savaş’ının başlamasıyla Seddülbahir Cephesi’nde Dokuzuncu Tümen
Albay Halil Sami kumandasında savunma halindeydi. Oğuz Amca’nın, Yusuf’un,
Akyazılı Mehmet’in de içinde bulunduğu Ondokuzuncu Tümen’in geriye
çekilmesiyle, Seddülbahir’in sorumluluğu Albay Refet’in komutasındaki onbirinci
Tümen’ne verilmişti. Müttefikler tekrar Seddülbahir’e yoğun bir şekilde bomba
yağdırmaya başlar. Günlerce süren bombardımanın ardından, Hint Tugayı ile
desteklenmiş Đngilizlerin Yirmidokuzuncu Tümen’i saldırıya geçer. Çok güçlü bir
saldırı gerçekleştiren Đngilizlere karşı Onbirinci Tümen’in ağır kayıplar vermesi
üzerine, Dokuzuncu Tümen de tekrar cephedeki yerini alır. Cephedeki gelişmeler bu
şekilde seyrederken, yazarın, Yanyalı Hulusi ile ilgili anlattığı anekdotu savaşın
gerçeğini gözler önüne sermesi itibariyle aynen aktarıyoruz.
Albay Halil Sami yürürken, birkaç metre önlerinde bir erin siperden fırlayıp çıktığını, tekrar sipere döndüğünü gördü. Güpegündüz bunu nasıl ve niçin yapardı? Er, yaklaştıklarının farkında değildi; bir daha siperden fırladı; geri dönerken bir el bombası patladı. Albay Halil Sami yanına yaklaştı:
- Ne yapıyorsun evladım?
Yanyalı Hulusi esas duruşa geçti, terli yüzü de kızardı.
231
- Bomba atıyorum, kumandanım. - Niçin siperden çıkıp, tekrar dönüyorsun? - Tahminen atmak, bombayı yazık etmektir. Attığım yeri
görmek için dışarı çıkıyor, tekrar sipere dönüyorum.
Albay Halil Sami, Emir Subayı’na:
- Adını, künyesini alınız, dedi. Vehip Paşa hazretlerine bildirelim, mükafatı gerektiren bir olaydır.
Sonra Yanyalı Hulusi’ye döndü.
- Aferin evladım; ama dikkatli ol. Asker düşmanı yok etmeli; kendini de korumalıdır.
Karargaha döndüklerinde Emir Subayı, durumu hemen Güney Grup Kumandanlığı’na bildirdi. Kumandanlıktan mükafatlandırılmasına dair emir geldiğinde, Emir Subayı telefonla Bölük Kumandanı Yüzbaşı Necdet’i aradı.
- Alo Necdet Bey, bölüğünüzün Đkinci Takımı’nın bombacı erlerinde Yanyalı Hulusi’nin maddi ve manevi teltife layık bulunduğuna dair yazı Güney Grup Kumandanlığı’ndan geldi. Yarın sabahki teftişte Tümen Kumandanı ona verecek. Bilginiz olsun.
- Sizinde takdir buyurduğunuz gibi, gerçekten taltife layık olan Yanyalı Hulusi maalesef iki saat önce şehit düştü.
Telefonu kapatan Emir Subayı Albay Halil Sami’nin yanına gitti:
- Taltife layık görülen Yanyalı Hulusi iki saat önce şehit olmuş.
Bakışları durulan Albay Halil Sami kendini toparlamakta fazla güçlük çekmedi.
- Demek ki, Cenabı Allah, bizzat taltif etti (Mehmed Niyazi, 2006, 347-348).
Müttefikler adalardaki tüm ihtiyat kuvvetlerini Seddülbahir’e kaydırırlar. Hamilton,
Türk direncinin kırılacağı ümidini taşıyor ve Fransız ihtiyatlarını da bölgeye kaydırır.
Buna karşılık Türk tarafından da cepheye yeni kuvvetler kaydırılır. Mehmet Ali Paşa
iki tümeniyle bölgeye kaydırılırken; Keşan ve Gelibolu’dan da birliklerle cephe
güçlendirilir. Seddülbahir’de kıyım böylece devam eder ve siperler durmadan el
değiştirir. Seddülbahir’de kanlı bir çatışma biter, yeni hazırlıklar yapılır ve yeni bir
232
kanlı çatışma başlar. Müttefik kuvvetler her çatışma sonrasında yeni birliklerle
cepheyi kuvvetlendirirken; Türk tarafı da Seddülbahir Cephesi’ne yeni kuvvetler
kaydırır ve hazırlıklarına devam eder. Yine kanlı bir çatışmadan sonra Esat Paşa,
ordunun Kurmay Başkanı Albay Kazım Bey’le yaptığı görüşmede, Albay Fevzi
kumandasındaki tümen ve General Trommer’in komutasındaki Ondördüncü
Kolordu’nun Sedülbahir Cephesi’ne kaydırıldığı bilgisini almaktadır. Bu arada
Đngiltere’de de siyasi çalkantılar başlamış ve hükümetin devamı Çanakkale’de elde
edilecek bir başarıya bağlanmıştı. Bu nedenle Hamilton’nun istediği yardım Milli
Savunma Bakanı Lord Kitchener tarafından karşılanıyordu.
Müttefikler başlattıkları yeni bir saldırıda, yine ortalığı kana bularlar. Her iki taraftan
da çok büyük kayıplar verilir, ancak Müttefikler bir türlü amaçlarına ulaşamaz. Bu
arada, Adalardan kalkan uçaklar da türk mevzilerine bomba yağdırırlar. Savaş
Seddülbahir’de tam bir kısır döngüye dönüşürken, aynı zamanda bir can pazarı
yaşanmaktadır. Savaş alanı coğrafi faktörün etkisiyle de inanılamaz bir hal alır.
Güneş ortalığı kavuruyor, her tarafta cesetler, yaralılar ve insan kanıyla beslenen
sinek sürüleri. Bu durumu Mehmed Niyazi (2006, 372), şöyle anlatmaktadır.
Doğu ufkundan sıyrılan güneş, batışına kadar ortalığı kasıp kavuruyor; siperleri, zeminlikleri, korunakları fırın haline getiriyordu. Öyle sıcak oluyordu ki konserve kutularındaki sığır etlerinin yağları eriyor, madeni tabaklara el değmiyordu. Đğrenç bir afet halini alan sinekler ise siperlerin arasında yatan cesetlere konuyorlar; abdesthaneleri, iki ordunun süprüntülerini, çöplüklerini dolaşıyorlardı. Đnsan kanıyla beslenmiş bu yaratıklar, pis kurtlar yiyeceklere karışıyor, suyla içiliyordu. Dizanteri iki tarafın ordusunda da yayılmıştı. Askerlerin bazıları kendilerini helaya götüremeyecek kadar zayıf düşmüşlerdi. Hastaneler tıklım tıklım dolmuş, hastalık savaştan daha yıkıcı hale gelmişti. “Meraklanma, ölmezsin” sözü doktorların ağzından eksik olmuyordu; ama hastalar bir bir ölüyordu. Cesetlerini çarşafına sarıp, en yakın mezarlığa gömmeleri de hastalarda moral bırakmıyordu. Atlarla çekilen arabalarda dizanterili hastalar toplanıyor, sahile taşınıyordu; oradan hastaneye sevk edilinceye dek mavnanın içinde, güneşin altında kalıyor, pek çoğu ruhunu teslim ediyordu.
Müttefik kuvvetleri, Hamilton’un istediği kuvvetler ve Lawland Tümeni’yle gücünü
artırırken; Türk birliklerinin de taze kana ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç doğrultusunda
Onuncu, Onüçüncü ve Ondördüncü Alaylar Seddülbahir’e hareket ettirildiler.
233
Ondördüncü Alay’ın Kumandanı Albay Riza, tabur komutanları Binbaşı Kazım ve
Binbaşı Abdülkadir’le birlikte hareket eder. Cepheye intikal eden Ondördüncü Alay,
Yirmialtıncı Alay’ın yerini alır. Bu gelişmeler sürerken, Müttefikler Alçıtepe’ye yeni
bir saldırı düzenlerler. Onbirinci Kolordu Komutanı Weber Paşa, Şükrü Paşa
kumandasındaki Onbeşinci ve Celal Bey kumandasındaki Dördüncü tümenleri ileri
sürüyor ve günler süren çok kanlı çatışmalardan sonucunda Müttefikler geri
çekilirken; Türk tarafı da çok ağır kayıplar vermiş, Şükrü Beyin kumandasındaki
Yirmidördüncü Alay’ın hemen hemen tamamı şehit olmuştu.
Yukarda da görüldüğü gibi tarih hiçte sıkıcı, hiçte tekdüze, monoton değil. Tarih
içinde binlerce acı, binlerce özlem, binlerce hüsran barındırıyor. Aynı zamanda bir o
kadar da sevgi, neşe, mutluluk barındırıyor. Buradaki temel sorun sıkıcı, tekdüze
olan, insanı içinde barındırmayan tarih ders kitapları ve bu kitaplar doğrultusunda
işlenen dersler olmaktadır. Ders kitapları, öğrenciye mazide yaşanan olaylarda yer
alan insanın hissini verememektedirler. Đnsani hissi yakalayamayan öğrenci için bu
durumda tarih dersi yapılması gereken bir iş olarak görülmektedir.
Daha öncede belirttiğimiz gibi, geçmişte yaşanan olaylarda yer almış insanların
hissini vermek, duygusunu yaşatmak edebi eserle mümkün olabilmektedir.
Dolayısıyla tarihi olayın, yaşandığı haliyle duygusunu yakalayan öğrenci için o tarihi
olay artık yaşamının bir parçası olma durumunu arz etmektedir. Bu nedenle tarih
öğretiminde edebi eserlere, özelliklede tarihsel öykü ve romana yer vermek tarih
öğretimine büyük katkılar sağlayacağı gibi, tarihi de okullarda okutulan sıkıcı bir
ders olmaktan çıkarır. Ancak bu durumda tarihsel bilinç oluşabilir ve tarihin en
önemli işlevlerinden biri olarak görülen milli şuurun oluşumuna zemin hazırlanmış
olunacaktır. Bizde “Çanakkale Mahşeri”ni okurken, Çanakkale Savaşı’nın sadece
olmuş-bitmiş bir olay olmadığı duygusunu eserde bulduk. Kendimizi o dönemde,
yani Birinci dünya Savaşı yıllarında ve Anadolu topraklarında kendimizi savaşın
içinde bulduk. Yaralandık, ölen arkadaşlarımızı gördük, susuz kaldık, aç kaldık,
bazen bir tahin kurtardı bizi, bazen bir tümsek, bazen kanımızı donduran
arkadaşımızın cesedi siperimiz oldu. Ve bu memlekette yaşamanın bedellerinin ne
kadar ağır bir şekilde ödendiğine şahit olduk.
234
Arıburnu ve Seddülbahir’de savaş devam ederken Türk birlikleri şaşırtıcı bir durumla
karşılaşırlar. Türk birliklerine aman vermeyen, yaptıkları top atışlarıyla çok sayıda
askerimizin şehit olmasına sebep olan zırhlılar tek tek batar. Önce Trumpf Zırhlısı
ardından Majeste Zırhlısı sulara gömülüyor ve buna bir anlam verilemiyordu. Bu işin
denizaltı işi olduğu dillendiriliyor ama nasıl. Şöyleki Majeste ve Trumpf’u batıran
Alman Binbaşı Otto Hersing’in kumandasındaki U21 denizaltısı Boğaz’dan girip,
Çanakkale’ye çıkarak halkın büyük coşkusuyla karşılaşmaktaydı.
Seddülbahir’de kanlı çatışmalar sürerken, Arıburnu’nda tam bir barış havası
esiyordu. Askerler arasında diyaloglar ve birbirlerine hediyeler vermeye başlanmıştı.
Savaşın içinde, savaşanların insan olduğu ve insanın olduğu her yerde savaşın ve
kavganın dışında daha insani birtakım olayların olabileceğinin en güzel örneğidir,
Çanakkale’de Anzaklar ve Türkler arasındaki bu olay. Mehmed Niyazi (2006, 411–
412), şöyle devam etmektedir.
Đlk zamanlar uzaktan birbirlerini görünce bir tüfek patlardı; bazen bu tüfeği bir başka tüfeğin patlayışı takip eder, bazen etmezdi. Gittikçe birbirine alışır oldular; günler geçtikten sonra, birbirlerini görünce, çoğunlukla tüfek patlamaz; hatta karşılıklı el sallarlardı. Birbirlerini birkaç defa görenlerin arasında sanki dostluk da peydahlardı. Anzaklar “Coni Türk” diye bağırırlar, Türkler de “Hey Mıster”le karşılık verirlerdi. Bazılarını arasında haberleşme bile başlamıştı. Şefik, Recai ve diğer tıbbiyeli öğrenciler, ele geçirdikleri kağıtlara, “Đstanbul dünyanın en güzel şehri; savaştan sonra misafirimiz olun” gibi cümleler yazarlar, bir taşa sarıp, fırlatırlardı. Charles ve arkadaşları da cevap verirlerdi. “Đstanbul’un güzelliğini duyduk, fakat Sidney’de güzel; siz buyurun.” Şefik, Recai kesekağıdına koydukları lokumu, kuru üzümü karşılarındaki siperlere atarlardı. Yanlarına da kağıda sarılı konserve kutuları, çikolata paketleri düşerdi. Kağıda da “Coni Türk lokumun güzeldi; ümid ederim ki sen de konservemizi beğenirsin” yazarlardı. Şefik ve Recai, Anzakların konservelerini sevmezlerdi; her ne kadar dışların da sığır resmi varsa da, domuzla aynı kapta pişmiş olabilirlerdi. Şefik bir kağıda, “Et değil, süt attın” cümlesini yazıp, fırlattıktan kısa bir süre sonra, sipere art arda içlerinde süt bulunan teneke kutuları düştü.
235
Burada karşımıza çıkan önemli bir husus, çoğu zaman soyutlanan, görmezden
gelinen şu ki: O da savaşın iki taraflı olduğudur. Savaşın iki taraf arasında olduğu, iki
farklı insan grubu arasında olduğu gerçeğinin tarih kitaplarında yeteri kadar yer
almadığını görmekteyiz. Genellikle, işlenen tarih kitabı hangi milletle ilgiliyse,
anlatılanlarda daha çok o milletle ilgili oluyor. Zaferler bazen abartılıp renklendirilir,
bazen tarihte olduğu biçiminden çok farklı bir yere oturtulur. Karşı taraf yenilsin ya
da kazansın, bunun önemli olup olmadığı pek düşünülmeden, tarih kitaplarında
özellikle tarih ders kitaplarında ele alınıp, işlenmemiştir. Bu anlamda da yazarın
yukarda aktarmış olduğu Anzaklar ile Türkler arasındaki diyalog son derece önem
taşımaktadır. Ders kitabında bunu göremeyen öğrenci, edebi eser aracılığıyla böyle
bir gerçeğinde olduğunu görmesi, öğrencinin düşünce ufuklarını açmada önemli
katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. Ki savaşlar milletler arasındaki iletişimi
engellemeye, milletlerin geleceğini üzerinde ipotek kurmaya dayalı olmamalıdır.
Çok uzun süreden beri devam eden savaş ve bu savaşta Müttefiklerin pek
ilerleyememesi, Londra ve Paris’te hayal kırıklığı yaratıyor; Hamilton’u da derin
düşüncelere daldırıyordu. Đngiltere ve Fransa’da olduğu gibi Çanakkale’de de
Hamilton başarısız olmanın hesaplarını yapmaktaydılar. Başarısızlık durumunda
Đngiliz ve Fransız sömürgelerinde isyanlar çıkabilir ve bu sömürgelerde bulunan
milyonlarca Müslüman’ı kontrol etmeyebilirlerdi. Ayrıca Çarlık Rusya can çekişiyor
ve Komünistlerin başa geçmesi halinde Rusya savaştan çekilecek ve Almanlar ile
Osmanlı doğudaki kuvvetlerini batıya kaydıracaklardı. Bu düşüncelerle Müttefik
Başkomutan Hamilton ve Birdwood yeni planlar ve hazırlıklar yaparlar. Birdwood
cepheye yeni intikal eden Dokuzuncu Kolordu ile ilgili yeni planı şöyle (Mehmed
Niyazi, 2006, 422) anlatmaktadır:
… Bu kolorduyu mutlaka yarma ve kıskaç hareketinde kullanmalıyız. Seddülbahir Cephesi’nde böyle bir şansımız yok. Arıburnu Cephesi’nde Türklerle burun buruna savaşıyoruz. Türklerin imkanlarının çok daraldığı zaten her hallerinden anlaşılıyor. Suvla’dan çıkarma yaparken, Sedülbahir ve Arıburnu’ndan da taarruza geçeceğimiz için buralardan kuvvet kaydırmazlar. Bir tek kuzeyden kaydırma imkanları kalıyor. Saroz’da gösteri çıkarması yaparak, orada bulunan kuvvetlerini de oyalayacağız. Suvla’dan çıkan Dokuzuncu Kolordu, ciddi bir kuvvetle karşılaşmadan, şimşek
236
hızıyla Teketepe, Kocaçimen, Conkbayırı’nı ele geçirir, diğer cepheler arkadan çevireceği için de önümüz açılır.
Arıburnu’nda sükûnet bozulmuş ve bu cephede savaş tekrar tüm acımasızlığıyla
başlamıştı. Đyi hazırlık yapan Anzak askerleri Albay Rüştü’nün kumandasındaki
Onaltıncı Tümen’in savunduğu Kanlısırt, kara ordusu ve donanmanın ateşiyle
saldıran Anzakların eline geçmiş, çok sayıda medrese öğrencisiyle savaşa katılan ve
gönüllü medrese öğrencilerinin her kaybında derin üzüntüler yaşayan Molla
Kazım’da yaralanmıştı. Çelik (2003, 72), Molla Kazım’la ilgili çu bilgileri
aktarmaktadır.
Vanlı olan Molla Kazım, Balkan Savaşı’ndan sonra tahsilini ilerletmek için Akyazı’nın Dokurcun Köyü’ndeki Abdullah Efendi Medresesi’ne gider. Savaş başlayınca Harbiye Nezareti’ne gönüllü olarak başvurur. Molla Kazım’ın Çanakkale Savaşı’ında gösterdiği kahramanlıklar, çevresini ona hayran bırakır. Askerleri hazırlayan ve en zorlu anlarda onları kurtaran Molla Kazım’ın davudi sesi ile okuduğu Kur’an-ı Kerim herkesi coşturur. Medreselilerle birlikte üstlendiği görevleri hakkıyla tamamlayan derin bir şahsiyettir.
Yarbay Hasan Basri kumandasındaki Beşinci Tümen, Esat Paşa’nın emriyle
Kanlısırt’ı ele geçirmek amacıyla harekete geçerken; Đkinci Anzak Tümeni
Kumandanı General Godley’de, Arıburnu Cephesi’nden saldırıya geçerek
Kocaçimen ve Conkbayırı’nı ele geçirmeyi planlamaktaydı.
Çanakkale Savaşı’ının dönüm noktalarından birinin planı yapılıyordu. Başkomutan
Hamilton’un karargahında planlama en ince detaylarıyla şu şekilde hazırlanıyordu:
Altı Ağustos gecesi Suvla çıkarması gerçekleşecekti. General Godley, takviye
kuvvetleriyle yirmi bin kişiyi bulan tümenini iki kola ayıracaktı; bir kola General
Johston, diğer kola General Cox komutanlık edecekti. General Johston, önce
Şirintepe’yi, ardından Conkbayırı’nı; General Cox, Sazlıdere ve Çaylakdere’den
Yaylatepe’ye çıkacak, ilerleyen birlik Ağıldere’de iki kola ayrılacak ve ikinci kola
Tuğgeneral Russel komuta edecekti. Suvla’dan çıkarma yapacak olan elli bin kişilik
Dokuzuncu Kolordu’nun komutanı General Stopford’du.
237
Türk birliklerinde ise, Suvla savunmasında Yarbay Wilmer bulunuyordu. Saroz’daki
Türk Ordu Karargâhı’nda ise Liman Von Sanders hazır bulunuyordu. Arıburnu ve
Seddülbahir’de şiddetli çatışmalar olurken, Esat Paşa ile Limann Von Sanders irtibat
halinde hareket ediyor ve hangi çıkarmanın ana harekat noktası olduğunu çözmeye
çalışıyorlardı.
Yine ders kitaplarında değinilmeyen bir husus, yazar tarafından dile getirilmiştir.
Tarihin belli dönemlerinde milletler arasında çeşitli antlaşmalar yapılarak, anlaşan
devletlerin birlikte hareket ettiğini görmekteyiz. Bu birlikteliğin sağlanması bazen
ekonomik ortak çıkarlara, bazen siyasi çıkarların kesişmesinden, bazen sosyal ve dini
sebeplerden, bazen de bu saydığımız nedenlerden birkaçından birlikte
kaynaklanmaktadır. Çanakkale savaşı ile ilgili kaynaklar Müttefik grubun
birlikteliğine, özellikle Đngiliz-Fransız işbirliğinden çokça söz etmekle birlikte;
Osmanlı-Alman işbirliği bizim kaynaklarda daha geri planda kalmakta ve tüm
boyutlarıyla ortaya konulmamaktadır. Oysa Mehmed Niyazi, eserinde bu hususa yer
vermiş, Alman subaylarının üstlendikleri görevleri başarıyla yerine getirdiklerini
belirtmiştir. Öğrencinin ya da tarih okuyucusunun bunu görmesi gerekmektedir. Aksi
takdirde, bazı bilgilerin havada kalması ve inandırıcı olmamasına sebep olabilir. Ki
bu durum günümüz uluslar arası ilişkiler açısından da çok büyük bir önem arz
etmektedir. Günümüzde uluslar arası işbirliğinin, birlikte hareket etmenin dayanak
noktası olduğu siyasi, sosyal ve özelliklede ekonomik temelde bu durumun önemini
artırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu nedenle yeni nesillerin, ulusların işbirliği
yapabilme durumunun tarihsel bir olgu olduğunu keşfetmeleri ve gelecekte de uluslar
arası alandaki gelişmelerin daha da önem kazanacağını bilmeleri ve
anlamlandırmaları gerekmektedir.
Tarihsel olaylara baktığımızda özellikle söz konusu olan savaş ise, emir komuta
zinciri çok önemli olmakta, verilen emirlerin zamanında ve disiplin içinde yerine
getirilmesi, hedeflenen sonucun elde edilmesinde önemli bir paya sahiptir.
Müttefikler Başkomutan’ı Hamilton, Suvla çıkarmasında General Stopford’a ani
baskınlarla Teketepe ve Anafartalar’ı ele geçirme emri vermesine rağmen, General
238
Stopford emrin gereğini yerine getirmemiş, hücumu geciktirmişti. Teketepe ve
Anafartalar’a hücumun geciktirilmesi, Türk birliklerinin önlem alarak savunmayı
güçlendirmeye olanak verirken; Müttefiklerin başkomutan’ı Hamilton, tarihi bir
fırsatı kaçırdığının farkındaydı. Bu fırsatın kaçmasına rağmen Hamilton taarruz
emrini verdi. Türk savunmasının Suvla’daki bel kemiğini Yarbay Wilmer
oluşturuyor ve Wilmer Müttefikleri oyalayarak, Anafartalar’a ulaşmalarını
geciktirmeye çalışıyordu. Bu arada Bolayır’dan yola çıkan Onikinci, Gelibolu’dan
gelen Yirminci Tümenlerin kolbaşları Büyük Anafartalar Köyü’ne ulaştığı haberleri
Yarbay Wilmer’e iletiliyordu. Onikinci Tümen’in Kumandanı Kurmay Yarbay
Selahaddin Adil, Yirminci Tümen’in başında da Kurmay Albay Halil bulunuyordu.
Koordineyi sağlayan ise Grup Komutanı Albay Ahmet Feyzi Bey’di. Ordu Komutanı
Mareşal Liman Von Sanders, Albay Wilmer’den bilgi alarak kurmay Başkanı Albay
Kazım Bey aracılığıyla hücumun başlatılması emrini veriyordu. Grup Komutanı
Albay Ahmet Feyzi, gelen askerlerin yorgun olduğu ve gerekli hazırlıkların tam
yapılmadan yapılacak hücumun bir felakete sebep olacağını savunur. Bu arada
telefonla Yarbay Wilmer’e şu şifre (Mehmed Niyazi, 2006, 466) aktarılıyordu:
“Grup Kumandanlığı’na tayin edilen Albay Mustafa Kemal Bey’in vasıl olmasıyla emir ve kumandayı ona tevdi ile Đstanbul’a hareketiniz rica olunur. 5. Ordu Kumandanı Mareşal Liman Von Sanders”
Böylece Albay Mustafa Kemal Bey Grup Komutanlığına tayin ediliyor ve Türk
tarihinin yüce şahsiyeti, bir lider olarak ortaya çıkacağı, Çanakkale’deki görevine
başlar.
Suvla Cephesi Mareşal Liman Von Sanders’i endişelendirdiğinden, Kurmay Başkanı
Albay Kasım’la birlikte Suvla’ya hareket eden Liman Von Sanders’i Grup
Kumandanı Mustafa Kemal karşılar. Mehmed Niyazi buradaki savaş planını şu
şekilde (2006, 469–470), aktarmaktadır:
Tan yeri ağarırken Suvla bölgesinde gerek Müttefikler ve gerekse Türkler yoğun bir hücuma hazırlanıyorlardı. Kolordu Komutanı
239
General Stopford, iki gün önce alınması gereken Teketepe, Anafartalar’ın yüksek kesimleri ve Đsmailoğlu Tepe için birliklerini düzenlemişti. Onbirinci Tümen General Hammersley’in kumandasında Küçük Anafartalar Köyü’ne, sekiz taburlu Đngiliz Tugayı da Đsmailoğlu Tepe’ye hücum edecekti. … Türkler de Yarbay Selahaddin Adil’in kumandasındaki Onikinci Tümen’le kuzey, Albay Halil’in kumandasındaki Yirminci Tümen’le güney kesiminden taarruz etmeye hazırlanıyorlardı. Bu birlikteki askerler heyecanlıydılar; epeyce bir süreden beri uzaktan top, tüfek sesleri duydukları savaşın tamamen içine giriyorlardı. Birliklerin başında bulunan subaylar, heyecanı üzerlerinden atmanın ne kadar önemli olduğunu bildiklerinden rahat hareket etmeye dikkat ediyorlardı. Yarbay Wilmer de, iki taburdan arta kalan kuvvetleriyle Đsmailoğlu Tepe’yi tutuyordu.
Suvla Cephesi’ndeki Türk birliklerinin başarılı savunmasına şahit olan Liman Von
Sanders, endişelendiği Kocaçimen ve Conkbayırı’na hareket eder.
Çanakkale Savaşı olmuş-bitmiş, mazide kalmış bir tarihi olay olarak
değerlendirilmemelidir. Çanakkale Savaşı, kendisinden sonra vukuu bulan olaylar ve
gelişmeler üzerinde büyük tesir bırakmıştır. Çarlık Rusya’nın tarihe karışmasından,
sömürge devletlerdeki milletlerin bağımsızlık mücadelelerine ve en önemlisi
Kurtuluş Savaşı ruhunun oluşumundaki etkisi büyüktür. Bunun içindir ki,
Çanakkale’de kuru dereler kanla akıyordu ve yüz binlerce şehide mezar oluyordu.
Suvla çıkarmasıyla Anafartalar’daki kanlı çatışmaların daha beteri Conkbayırı’nda
yaşanır. Anzakların ele geçirdiği Conkbayırı ve Besimtepe’yi Müttefiklerden geri
alma mücadelesi, Anzakların geri çekilmelerine sebep olurken, binlerce askerin şehit
olmasına da mal oluyordu. Mehmed Niyazi’nin şu cümleleri (2006, 498), savaşın ne
olduğu gerçeğini anlatmaktadır.
— Dikkatli olun, düşmanla burun burunayız!
Vadileri, tepeleri sımsıkı sarmış karanlık, iniltiler ve “Su! Su!” feryatlarıyla her an pek çok kere deliniyordu; fakat kimse yerinden kımıldamıyordu. Bir yer bulan girmiş, ardından karanlık çökmüştü. Düşman neredeydi, kendileri neredeydi?… Bilmiyorlardı. Molla Kazım’ın gözlerinin önünde ve aklında Pütürgeli Bilal vardı. Duyduğu her iniltide, “Su! Su!” feryatlarında Bilal’ın sesini arıyor;
240
bazen buluyor, bazen şüpheye düşüyordu. Zaman zamanda kirpiklerinde yaşlar tomurcuklanıyordu. Ne talihsiz nesildiler; yıkımlar, savaşalar içinde doğmuşlar, güzel bir gün görmemişlerdi. Hangi ideallerle yurdun çeşitli bölgelerinden gelmişler, medreseleri doldurmuşlardı. O idealist, o levent delikanlılardan bir tek Bilal kalmıştı! Şimdi nerede idi? ...
Müttefik Başkomutan’ı Hamilton, başvurabilecek her yolu deniyordu. Conkbayırı ve
Besimtepe’deki General Birdwood, anzak Kolordusu’yla üzerlerine düşen görevi
yerine getirirken; Anafartalar bölgesine asker yığılıyordu. Seddülbahir’deki
Yirmisekizinci Đngiliz Tümeni’ni Suvla’ya çıkaran Hamilton, Mısır’dan gelen tümeni
de Suvla’ya sevk eder. Böylece Anafartalar bölgesindeki Dokuzuncu Kolordu’nun
emrinde altı tümen toplanıyordu. Đhmalinden dolayı görevinden alınan General
Stopford’un yerine ise, General Lisle tayin edilmişti. Müttefiklerin ilk hedefi
Đsmailoğlu Tepe’ydi. Esat Paşa ve Kurmay Heyeti de Saros’tan gelen alayı bu yönde
yerleştirmişlerdi. Buradaki kanlı çatışmaları en güzel şekilde Hamilton’un günlüğüne
düştüğü şu notlar (Mehmed Niyazi, 2006, 508) açıklamaktadır:
… “Evet, insan ruhunu gerçekten yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün binsekizyüz şarapnel attık; onbinlerce piyade mermisi yaktık. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyorlar. Son derece hırpalanmış Türkleri, koruyan Cenab-ı Allahlarından ayırmak için başka ne yapılabilir!…
Çanakkale’de bir mevsim daha geçiyordu. Yazın kavurucu güneşi, sinek sürüleri,
susuzluk, insan cesetlerinden yükselen kokular başka bir ölümdü. Bu ölüm bitmiş
yeni bir ölüm başlamıştı Çanakkale’de. Yağmurun, dolunun, karın getirdiği yeni
ölüm. Đnsanın kanını donduruyordu mevsim Çanakkale’de. Mehmed Niyazi (2006,
520–531), mevsimin getirdiği olumsuzluğu şöyle aktarmaktadır:
Đnsanda kıyamete kadar sürecekmiş hissi uyandıran yağmur günlerce devam etti. Bilhassa geceleri çıldıran rüzgar, denizi kudurtuyor, dalları kırıyor, dağı taşı sarsıyordu. Yazlık elbiselerin içindeki askerler titriyorlardı. Cepheye yeni intikal edenlerin durumu daha da vahimdi; bunlara asker elbisesi verilememişti; bilhassa sıcak bölgelerden gelenler memleket kıyafetleriyle kendilerini nasıl koruyacaklarını şaşırmışlardı. Bazı siperleri tamamen boşaltmışlardı;
241
bazılarının içinde yarı bele kadar su vardı. Dışarıda rüzgar çığlık çığlığa bölünüyordu. Bir kaçını sel alıp, götürmüştü. Tepelerdeki askerler çok sık değiştirilmelerine rağmen, her gece bir-ikisi nöbette donuyordu. Gün geçtikçe soğuk biraz daha keskinleşiyor, askerlerin pek çoğu ciğerleri sökülürcesine öksürüyordu. Hasta, yaralı, yiyecek, askeri malzeme sevkiyatı neredeyse durmuştu. Şiddetli lodostan sonra günlerce süren yağmur her şeyi altüst etti. Siperleri, irtibat hendeklerini sularla doldurdu. Bazı sığınaklar yıkıldı. Yazın kuruyan derelerden çılgın seller akıyordu. Askerler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Đki taraf arasında sanki gizli bir ateşkes antlaşması imzalanmıştı; siperleri boşaltıp, yükseklere çıkmışlardı. Ferman tabiatındı; ancak onun hışmı bittikten sonra, insanların hesabı başlayabilirdi. Birbirlerine ateş etmiyorlardı; çünkü iki taraf da kurbanlık koyun gibi açıktaydı. Birbirlerine bakışları sadece ortak felaketlerini yansıtıyordu. Hatta birbirlerini hayatta tutmak için, tek tük de olsa, gene konserve, lokum atmaya başlamışlardı.
Burada yaşanılanlar bir ders kitabında, yıllık planla belirlenmiş bir ya da iki ders
saatinde nasıl anlatılır, nasıl işlenir? Öğrencinin algılama sınırları ne kadar
zorlanabilir? Bu muhakkak ki tartışılır bir durumdur. Ancak hiçte zor olmayan, hatta
çokta zevkli olan bir aktiviteyle 2007’den, 2010’dan; belki 3000 yılından siz zihinleri
alıp 1915’e gönderebilirsiziniz. Yapmanız gerekenlerden sadece bir tanesi ve bizim
de önerdiğimiz bir edebi eserin kapısından içeri girip tarihe, maziye yolculuğa
çıkmaktır.
Yukarda mevsimin savaştaki etkisini aktırdık. Ve gördük ki bazen bir paragraf, ama
edebiyatın sihriyle bezenmiş bir metin siz savaşın ortasına, suyla dolu bir hendekte
dişlerinizin birbirini kırarcasına birbirine çarptığı, sonra bir kurşunla ısınıp suların
içine yığıldığınız ana götürebiliyor. Dolayısıyla Çanakkale’yle ilgili bu hissi
yakalayan, okuyucunun artık çok fazla bir şey bilmesine de gerek kalmamış
demektir. Çünkü bu duyguya Çanakkale yeniden yaşanmış, Birinci Dünya Savaşı
yeniden uzamış, Rusya ‘ya yeniden yardım ulaştırılamamıştır. Yeniden zırhlılar
sulara gömülürken, yüz binlerce genç gözlerini ebediyete yummuş, bedenleri toprağa
karışmıştır.
Mevsimler Çanakkale’de değişirken, dünyada da yeni gelişmeler olmaktadır.
Bulgaristan Müttefiklerin Boğaz’ı geçemeyeceklerini anlamış ve Almanya – Osmanlı
242
Devleti cephesinde savaşa katılmıştı. Berlin-Đstanbul arası demiryolu güvenliği
sağlanırken, malzeme akışı hızlanmış ve Osmanlı bir nebze rahatlamıştı.
Bu durum karsısında Müttefiklerin durumunu ise, Mehmed Niyazi (2006, 520–521),
şu şekilde aktarmaktadır,
Avusturya’dan 24 cm çapında sevke hazırlandığını da haber alan Đngiltere Yüksek Savunma Konseyi, bu defteri münasip bir şekilde kapatmak istiyor; fakat sonuçlarından ürküyordu. Sadece çarlık Rusyası’nın sonu gelmekle kalmayacak, güneş batmayan imparatorluğun bünyesinde yaşayan yüz milyonlarca Müslüman’ı elde tutmak da güçleşecekti. Đmparatorluğun dönüm noktasıydı; çekilmeye karar vermek kolay değildi. Hamilton savaşa şartlandığından sağlıklı düşünebileceğine Yüksek Savunma Konseyi ihtimal vermiyordu. Onu görevden alıp, yerine Fransa Cephesi’ndeki General Chales Monro’yu tayin etti ve ondan ayrıntılı bir rapor istedi.
Çanakkale’de yaşananlar yaşanmış ve tarih sayfalarında yer alacaklardı.
Müttefiklerin artık bir umudu kalmamıştı. Yeni başkomutan Monro, Çanakkale’yi
gezdikten sonra raporunu hazırlamıştı, bu iş bitmişti. Canavarın tek dişi canımızı çok
yakmıştı, ama o da kırılmıştı.
General Chales Monro’yu, Đngiltere Yüksek Savunma Konseyi’nin, Savunma Bakanı
Lord Kitchener’i görevlendirerek Çanakkale’ye göndermesi sevindiriyordu. Böylece
Başkomutan Monro, sorumluluktan kurtulmuş olacaktı. Lord Kitchener, yaptığı
görüşmeler teftiş sonucunda karargaha dönüyor ve “Çok gizli” kaydını taşıyan
raporunu yazıyordu. Yüz binlerce can toprağın altında kalıyordu Çanakkale’de.
Vatan sevgisinin ve iman gücünün ne demek olduğuna tüm dünya şahit oluyordu. Ve
tarih yeni dersini veriyordu dünyaya, “ bir milletin ruhunu yenmek” kolay değildi.
Ve yenemediler.
243
IV. BÖLÜM
SONUÇ VE ÖNERĐLER
4.1. Sonuç
Bu çalışmada, tarih öğretiminde tarihi romanlardan faydalanma üzerinde durulmuş
ve tarihi romanın tarih öğretiminde kullanılmasının öğrenciyi etkin, meraklı,
araştırmaya istekli hale getireceği sonucuna varılmıştır. Öğrencinin bahsettiğimiz bu
özelliklere sahip olması ilköğretim okullarında uygulanmaya başlanan ve orta
öğretimde de uygulanması planlanan yapılandırmacı yaklaşıma uygunluk
göstermektedir.
Tarihi roman, tarih derslerinde farklı bir materyal olarak kullanılabilir. Tarihi romanın
tarih öğretiminde kullanılması, öğrenciyi yeni bir yaratımın içine sürüklemekte, öğrenci
bugünün penceresinden geçmişe bakabilme olanağına kavuşabildiği gibi geçmişle
yaşanılan anın karşılaştırmasını da yapabilmektedir. Bu nedenlerle tarih öğretiminde
tarihi romandan faydalanılması, yeni nesillerin tarihsel bilince ve milli şuura sahip
olmasında etkili olacaktır.
Tarih öğretiminde tarihi romandan faydalanılması aynı zamanda disiplinler arası bir
etkinliktir. Öğrenci tarihi romanla hem tarihi öğrenmekte ya da düşünmekte, hem de
edebiyatı öğrenmektedir. Böylelikle disiplinler arasında bağlantılar kurularak, bütünsel
bir bakış açısı da kazanılmış olunacaktır.
Todorow (1995), bir sanat yapıtının, öbür sanat yapıtlarıyla kuracağı bağıntılar ve
diğer alanlarla gerçekleşecek bütünleşmeler yardımıyla algılanabileceğini belirtir.
Bizde çalışmamızda disiplinler arası bağlantılar üzerinde durduk ve özelde sosyal
bilimlerin bir bütün olarak algılanması mantığı üzerine çalışmalarımızı yürüttük. Bu
durumda tarih ve edebiyattın işbirliğinden doğan tarihi romanın tarih öğretiminde
kullanılması, Todorow’un da belirttiği bilimsel tespit doğrultusunda yerinde bir
yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.
244
Asıl olan tarih, olayların tarihi değil, insanların tarihidir. Tarihi yapan insanlardır.
Burada vurgulanması gereken, tarihçilerin olayları belgelere dayandırmaları ya da
diğer tarihsel kaynaklarla kanıtlama kaygısı taşımaları; buna karşılık edebiyatçıların
tarihi olayı kanıtlama gibi bir sorumluluklarının olmaması ve tarihsel olayları
eserlerinde kullanırken, kendilerinin sınırlarını belirleyecekleri bir özgürlüğe sahip
olmalarıdır. Ancak tarih öğretiminde kullanılmasını uygun bulduğumuz tarihi
romanlar bu özgürlüğün sonuna kadar kullanıldığı tarihi romanlar değil, daha bir
sorumlulukla hareket edilerek, belli bir araştırma üzerine kurulu olarak oluşturulan
tarihi romanları uygun bulmaktayız.
Detaylı araştırmalar sonucunda, tarihi olaylara sadık kalınarak mekan ve zamanı da
olaylarla bir bütün halinde yansıtmak tarihi romanda bulunması gereken
özelliklerdir. Böylelikle tarihi roman, tarihi olayların en ince ayrıntılarını ortaya
çıkararak, onların duygusu ve ruhu haline gelmekte; tarihi olaylara böyle bir
canlılığın gelmesi de okuyucuyu olayın içine çekmekte ve hem öğrencilerde, hem de
genel okuyucuda tarihsel bir bilincin oluşmasına önemli bir katkı sağlayabilmektedir.
Tural (1993, 70) da, tarihi romanın şu yararlarını dile getirmektedir: “Milli benlik,
milli kimlik ve milli kişilik konusunda model değer, model norm ve model denetim
mekanizmaları arayan her yaş grubu için konusunu tarihten alan roman, hikaye ve
piyeslerin ilgi çekici geldiği görülmektedir.” Mehmed Niyazi’de tarihi yeni nesillere
sevdirme amacını gütmektedir. Yazar, bu amaç doğrultusunda da çok önemli işlevler
yerine getirmiştir. Bunun en güzel örneğini araştırmacılar tarafından çok
araştırılmayan konu ve kişilerin seçilmiş olmasıdır. “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”,
Yemen; Eşref Bey, Mihrali Bey ve nice örneklerle bu liste uzatılabilir. Böylelikle
tarihte devlete hizmet etmiş başarılı şahsiyetler milli tarihi sevdirmekte, tarihe
merakın artmasına sebep olmakta, aynı zamanda öğrenciye özgüven sağlamaktadır.
Mehmed Niyazi, eserlerindeki karakterleri ele alırken, karakterler psikolojik
tutumları, aile çevreleri ve iş çevreleriyle gerçekçi bir tarzda sunulmuştur. Yine
Mehmed Niyazi’nin kişilerinde şu ortak özellikler ön plana çıkmaktadır: Kişilerin
245
ortak özelliği genellikle idealist olmalarıdır, kişiler genel olarak içinde bulundukları
durumdan etkilenmiş ve olumsuzlukları ortadan kaldırmak için mücadele etmeyi
seçmişlerdir. Milliyetçi ve hümanist kişiliğe sahip olan karakterler, ömürlerini
savaşla geçirmişlerdir.
Mehmed Niyazi, Osmanlı toplumunun en önemli birleştirici unsurlarının başında
gelen din olgusuna eserlerinin genelinde değinmiştir. Dini kimlikleriyle ön plana
çıkan kişilerin dürüst, devlete bağlı ve bulundukları ortamlarda yönlendirici rol
oynadıklarına şahit olmaktayız. “Yazılamamış Destanlar”da Said Nursi, eserin temel
karakterlerinden birini oluştururken, Zenci Musa’yı Balkanlar’a oradan Yemen
çöllerine sürükleyen kuşkusuz din olgusudur. Yine “Çanakkale Mahşeri”nde Molla
Kazım, Ömer Hoca doğrudan dini kimlikleriyle olayların içinde yer almaktadırlar.
Bu kişilikler genellikle moral kaynağı, cesaretin ve merhametin kaynağı
durumundadırlar. Buradan hareketle öğrenciler Mehmed Niyazi’nin eserlerini
okurken, aynı zamanda toplumun birleştirici unsularının da farkına varacaklardır.
Çanakkale’de meydana gelen olaylar olağan bir durumu değil olağanüstü bir
mahiyet taşımaktadır. Savaşta verilen yüz binlerce can kaybı bu durumu ifade etmek
için yeterlidir. Mehmed Niyazi bu olağanüstü olayı işlerken, savaşta meydana gelen
gelişmeleri, tarihsel gerçekliğinden kopmadan, anlatımını detaylı bir araştırma
üzerine ve bilimsel bir temel üzerine kurmuştur. Dolayısıyla “Çanakkale
Mahşeri”nde, akıl ve bilimle açıklanamayan abartılara yer verilmemiş, gerçekçi bir
yaklaşımla olay kurgulanmıştır. Bu eserde olduğu gibi diğer eserlerinde de Mehmed
Niyazi, tarihsel olayların gerçekliğinden hareket etmiştir. Bu gerçeklikten hareket
ederken, ele aldığı olayları detaylı bir şekilde araştırdığını daha öncede belirtmiştik.
Yazarın ele aldığımız eserlerinin tarih öğretiminde kullanılabilir oluşlarının
koşullarından birini de bu husus oluşturmaktadır.
Tarih tanımlanırken yer (coğrafi mekan), özellikle vurgulanan bir husustur. Mehmed
Niyazi eserlerini kaleme alırken bu hususta da gerekli hassasiyeti göstermekten
kaçınmamıştır. Çünkü yazar, tarihi olayların gelişiminde, coğrafi faktörlerin ne
kadar önemli olduğunun farkındadır. Bu farkındalıkla çalışmalarını yürütürken,
çalışmalarına konu olan olayların gerçekleştiği mekanları bizzat gidip görmüş ve bu
246
gözlemleri doğrultusunda da eserlerini şekillendirmiştir. Dolayısıyla öğrenciler bu
eserleri okuduklarında Yemen’in çölleri, vadileri, dağları; Çanakkale’nin engebeli
yapısı koy ve körfezleri, çalılıkları, yazın kuruyan kışın suyla birlikte savaşta kan
akan vadileri; Trakya’da tek tek düşmanın elinden alınan yerleşim yerlerini de
görmüş olacaklardır.
En nihayetinde tarih ve edebiyatın ortak ürünü olan tarihi romanların, tarih
öğretiminde kullanılmasıyla, tarih dersine bir renk gelmiş olacak, öğrencilerin derse
karşı olan ilgisi artmış olacaktır. Edebiyatın verdiği hazla tarih öğrencisi romandan
öğrendiğini ömrü boyunca unutmayacak ve kendiside tarihin bir parçası olduğunu
idrak edecek; olaylara ve olgulara tarihsel bir bilinçle, milli şuur doğrultusunda
bakmayı becerebilecektir.
4.2. Öneriler
1. Tarih öğretiminde, orta öğretim tarih dersleri, T.C. Đnkılap Tarihi ve
Atatürkçülük ve ilköğretim Sosyal Bilgiler Dersi tarih konularında tarihi
romanlardan yararlanılmalıdır.
2. Đlköğretim ve orta öğretimdeki tarih konularına paralel bir şekilde
öğrencilerin yaş ve algılama düzeylerine göre tarihi romanlar tespit edilerek,
bir sınıflandırmaya gidilmelidir.
3. Eğitim fakültelerinde, tarih öğretiminde tarihi romanların kullanılası
amacıyla Tarih Öğretmenliği bölümlerinde uygulamalı çalışmalar
yürütülmelidir.
4. Tarihi romanlardan sağlıklı bir şekilde yararlanmak amacıyla, Milli Eğitim
Bakanlığı’nın yürüteceği bir program doğrultusunda okul ve kütüphaneler
247
arasında işbirliği sağlanmalıdır. Aynı amaçla okul kütüphaneleri ve sınıf
kitaplıkları geliştirilmelidir.
5. Öğretmenlerin tarihi romanı tarih derslerinde kullanabilmeri amacıyla,
hizmetiçi eğitim çalışmaları başlatılmalı, aynı zamanda Sosyal Bilgiler
öğretmenleri ve Tarih öğretmenleri ile Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı
öğretmenlerinin işbirliği yapmaları sağlanmalıdır.
6. Mehmed Niyazi’nin “Yazılamamış Destanlar” adlı eserinden Balkan
Savaşları ile ilgili konuların işlenmesi sırasında faydalanılmalıdır.
7. Mehmed Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri” adlı eserinden Birinci Dünya
Savaşı işlenirken ve özellikle Çanakkale Savaşı işlenirken faydalanılmalıdır.
8. Mehmed Niyazi’nin “Yemen! Ah Yemen!” adlı eserinden Birinci Dünya
Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nin genel durumu ve Birinci Dünya
Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin savaştığı cepheler işlenirken
faydalanılmalıdır.
248
KAYNAKÇA:
Aksoy M., Kıcır K. (2003) Kültürel Kimliğin Oluşumunda Tarih Bilinci ve Tarih Öğretimi. XII. Eğitim Bilimleri Kongresi (15-18 Ekim 2003). Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Akyüz, Y. ( 2006). Türk Eğitim Tarihi. M. Ö. 1000- M.S. 2006. (10. baskı). Ankara: Pegem A Yayıncılık.
Akyüz, Y., Kocatürk, U., Bozkurt, G., Güneş, Đ., Aybars, E., Çağan, N., ve diğerleri. (1997). Atatürk Đlkeleri Ve Đnkılâp Tarihi 1: Türk Đnkılabı’nın Hazırlık Dönemi Ve Türk Đstiklal Savaşı. Ankara: YÖK Yayınları. Akyüz, Y., Kocatürk, U., Bozkurt, G., Güneş, Đ., Aybars, E., Çağan, N., ve diğerleri. (1997). Atatürk Đlkeleri Ve Đnkılâp Tarihi II: Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri. Ankara: YÖK Yayınları. Argunşah, H. (1990). Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihiyle Đlgili). Basılmamış Doktora Tezi. Đstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Argunşah, H. (2002): Tarihi Romanın Yükselişi. Hece [Roman özel sayısı]. (65/66/67) 440-449. Ata, B. (2002). Tarih Öğretiminde Bir Araç Olarak Tarihi Romanlar. Türk Yurdu, 20 (153-154) 158-165. Aytaç, K. (1998). Avrupa Eğitim Tarihi: Antik Çağdan 19. Yüzyılın Sonlarına Kadar (3. baskı). Đstanbul: Marmara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Vakfı. Aysevener, K. (2001). Collingwood’un tarih Felsefesi. Ankara: Đmge Kitapevi. Baymur, F. (1964). Tarih Öğretimi. Đstanbul: Đnkılap Kitapevi.
Binbaşıoğlu, C. (1994). Genel Öğretim Bilgisi. Đlk ve Orta Dereceli Okul Öğretmenleri Đçin Öğretimde Đlke, Yöntem ve Teknikler. Ankara: Binbaşıoğlu Yayınları. Büyükarman, D. (2000). Unutulmuş Bir Yazarın Unutulmaz Kahramanı: Kolsuz Kahraman. Tarih ve Toplum, 33(198), 71-72. Boynukara, H. (1997). Modern Eleştiri Terimleri. Đstanbul: Boğaziçi Yayınları. Carr. E.H. (1996). Tarih Nedir? (Çev. G. Gürtürk). Đstanbul: Đletişim Yayınları.
249
Ceylan, N. (2007) … ve Çanakkale’nin Yorgun ve Uykusuz Kahramanları. H. Argunşah (Der.) Mustafa Necati Sepetçioğlu.(s.146-151). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Coşkun, S. (2007). Tarih-Roman Đlişkisi Ve Çanakkale Harbi Örneği. Yağmur Dergisi. Sayı: 3, Ocak-Şubat-Mart 2007. Coşkun, S. (2007). Tarih-Roman Đlişkisi Ve Çanakkale Harbi Örneği. Yağmur Dergisi. (34) Ocak-Şubat-Mart 2007. Collingwood. R. G. (1990) Tarih Tasarımı (Çev. K. Dinçer). Đstanbul: Ara Yayıncılık. Çelik, Y. (2002). Tarih ve Tarihî Roman Arasındaki Đlişki Tarihî Romanda Kişiler. Bilig, (22) 49. Çelik, A. (2003). Mehmed Niyazi Özdemir’in Hayatı ve Eserleri. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Niğde Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Çeri, B. (2000). Cumhuriyet Romanında Osmanlı Tarihinin Kurgulanışı. Tarih ve Toplum, 33 (198), 19-26. Değirmencioğlu, Coşkun. (1997). Eğitime Bilimsel Yaklaşım. (1-17).L, Küçükahmet (Der.), Eğitim Bilime Giriş. Ankara: Gazi Kitabevi. Demirel, Ö. (1999). Kuramdan Uygulamaya Program Geliştirme. Ankara: Pegem A Yayınları. Dilek, D. (2001). Tarih Derslerinde Öğrenme ve Düşünce Gelişimi. Ankara: Pegem A Yayınları. Dilek, D. ve G. Yapıcı (2003). Öykülerle Tarih Öğretimi Yaklaşımı. I. Sosyal Bilimler Eğitimi Kongresi, (15-17 Mayıs 2003) Đzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi. Durant, W. ve Durant, A. (1998). Tarihten Alınacak Dersler (Çev. N.
Muallimoğlu). Đstanbul: Avcıol Basım-Yayın.
Doğan, M. C., (2000). Tarihi Romanın Dinamikleri Ve Son On Beş Yılın Tarihi Romanları. Türk Yurdu, 20 (153-154), 140-157. Ertürk, S. (1972). Eğitimde Program Geliştirme. Ankara: Yelkentepe Yayınları. Fedai, Ö. (2000). Mistik, Marksist ve “Osmanlı”: Kemal Tahir Romanında Tarih. Türk Yurdu, 20 (153-154), 179-185.
250
Fedai, Ö. (1998). Kemal Tahir’in Romanlarında Tarih Ve Toplum. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Furrer, P. (2000). Mekanın Adlandırılması Ve Tarihsel Romanda Tarih Bilinci (Çev. Đ. Tuna). Tarih ve Toplum, 33(198) 27-31. Güleryüz, H. (2002). Yaratıcı Çocuk Edebiyatı. Ankara: Pegem A Yayınları.
Gürsel, N. (2000). Tarihsel Roman Üzerine. Tarih ve Toplum, 33(198) 16-18.
Gümüş, S. (1999). Tarihsel Roman. E Dergisi, S.3.
Göğebakan, T. (2004). Tarihsel Roman Üzerine. Ankara: Akçağ Yayınları.
Gökberk, M. (1997). Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları. Đstanbul: YKY.
Goldmann, L. (2005). Roman Sosyolojisi (Çev. A. Erkay) Ankara: Birleşik Yayınevi.
Jenkins, K. (1997). Tarihi Yeniden Düşünmek (Çev. B. S. Şener). Ankara: Dost
Kitapevi.
Kalaycı, Ş. (2000). Türkiye Cumhuriyeti Đnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük 8. Ders Kitabı. Đstanbul: Başarı Yayınları. Karakışla, Y. S. (2000). Fatih Sultan Mehmed’in Topları ya da Rümeli Hisarı Düşleri. Tarih ve Toplum, 33(198) 51-57. Kaplan, M. (1978). Edebiyatımızın Đçinden, Đstanbul: Dergâh Yayınları. Kaplan, M. (1978). Nesillerin Ruhu (4. baskı). Đstanbul: Dergâh Yayınları. Kavcar, C. (1994). Edebiyat ve Eğitim (Genişletilmiş 2. baskı). Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi. Keleş, O. (1990). Romancı Mehmed Niyazi Đle Sohbet 2. Türkiye Gazetesi (Sanat- Kültür). 23 Ekim 1990. Kılıçbay. M. A. (1988). Edebi Bir Tür Olarak Tarih. Argos. No: 2. Kumrular, Ö. (2000). Pikaresk Roman ve Sosyal Tarih. Tarih ve Toplum, 33(198)
33-38.
Koloğlu, O. (2000). Tarih Ve Sanatın Birlikteliği. Tarih ve Toplum, 33(198) 39-41.
Tekeli, Đ. (1998). Tarih Bilinci ve Gençlik, Karşılaştırmalı Avrupa ve Türkiye
Araştırması. Đstanbu: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Todorow, T. (1995). Yazın Kuramı (Rus Biçimcilerin Metinleri), (Çev. M. Rifat- S. Rifat), Đstanbul: YKY.
251
Lukacs, G (2003). Roman Kuramı. Đstanbul: Metis Yayınları. Mehmed Niyazi. (2006). Çanakkale Mahşeri (39.basım). Đstanbul: Ötüken Neşriyat A. Ş. Mehmed Niyazi. (2005a). Yazılamamış Destanlar (5.basım). Đstanbul: Ötüken Neşriyat A. Ş.
Mehmed Niyazi. (2005b). Yemen! Ah Yemen! (4.basım). Đstanbul: Ötüken Neşriyat A. Ş. Mills, C. W. (2000). Toplumbilimsel Düşün (Çev. Ü. Oskay). Đstanbul: Der Yayınları. Moffatt, M.P. (1957). Sosyal Bilgiler Öğretimi (Çev. N. Oran). Đstanbul: Maarif Vekâleti Yayınları. Moran, B. (2006). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. (15. baskı). Đstanbul: Đletişim Yayınları. Nichol, J. (1991). Tarih Öğretimi. (Yay. Haz. M. Safran). Ankara: Çağrı Matbaacılık. OPPERMAN, S. (1999). Postmodern Tarih Kuramı: Tarih Yazımı, Yeni Tarihselcilik ve Roman, Ankara: Evin Yayınları. Özdemir, C. (2000). Roman Nedir?. Türk Yurdu, 20 (153-154) 6-10. Özden, Y.(2005). Öğrenme ve Öğretme. Ankara: Pagem A Yayınları. Öztürk,C., ve Dilek, D. (Der.). (2002). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi. Ankara: Pegem A Yayınları. Öztürk, C. ve R. Otluoğlu. (2003) Sosyal Bilgiler Öğretiminde Edebi Ürünler ve Yazılı Materyaller. Ankara: Pegem A Yayınları.
Öztürk, A. (2002). Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Pakize, B. (2007). Hepsi Alev. K Dergi. (23) 34-35. Sağlık, Ş. (2000). Romanın “Popüler” ve “Estetik” Boyutları. Türk Yurdu, 20 (153- 154) 23-30. Schilling, K. (1971). Toplumsal Düşünce Tarihi (Çev. N. Önal). Đstanbul: Varlık Yayınları. Selçuk, Z. (1998). Gelişim ve Öğrenme. Ankara: Nobel Yayıncılık.
252
Silier. O. (2000). Avrupa’da ve Türkiye’de Son Onyıllarda Tarih Eğitimi ve Ders Kitaplarını Đyileştirilmesi Çabaları. Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması. Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Stradling, R. (2003). 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli (Çev. A. Ünal). Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Sönmez, V. (2002). Eğitim Felsefesi (6. baskı). Ankara: Anı Yayıncılık. Şahin, Đ. (2000). Türk Romanının Tarihi Gelişimi. Türk Yurdu, 20 (153-154), 45-65.
Şirin, Đ. (2000). Kolektif Kimlik Đnşa Aracı Olarak Tarihi Roman. Türk Yurdu, 20 (153-154), 170-178.
Şimşek, A. (2006). Tarihsel Romanın Eğitimsel Đşlevi. Bilig, (37) 65-80.
Şimşek, A. (2003). Đlköğretim Sosyal Bilgiler Dersinde Tarihsel Hikâyeye Yönelik Öğretmen Görüşleri. XII. Eğitim Bilimleri Kongresi, Ankara: Gazi Üniversitesi. Şimşek, A. (2004). Đlköğretim Okulu Sosyal Bilgiler Dersi Tarih Konularının Öğretiminde Hikâye Anlatım Yönteminin Etkililiği. Türk Eğitim Bilimleri Dergisi. 2 (4) : 495–509. Tekeli, Đ. (1998), Tarih Bilinci ve Gençlik, Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Tekeli, Đ. (2000). “Türkiye’de Đlk Ve Orta Öğretim Düzeyinde Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması”. Atölye 1 (2-3 Aralık 2000). ODTÜ Kongre ve Kültür Merkezi, Ankara). Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Türkeş, Ö. (2000). Cumhuriyet Romanında Cumhuriyet Tarihi (1920-1970). Tarih ve Toplum, 33(198) 42-50. Türkeş, Ö. (2002). Romana Yazılan Tarih. Toplum ve Bilim, (91) 166-212. Türkeş A. Ömer. (1998). Tarih Roman, Roman Gibi Tarih. Virgül (9). Tunçay, M. (2000), Tarihî Roman Açıkoturumu. Tarih ve Toplum, (198) 4-16. Tosh, J. (2005). Tarihin Peşinde. (Çev. Ö. Arıkan). Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Tural, Sadık K. (1993), Tarihi Roman Geleneği Ve Cezmi, Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal. Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Başkanlığı Yayınları. Tural, Sadık K. (1991). Zamanın Elinden Tutmak. Ankara: Ecdad Yayınları.
253
Tural, Sadık K. (2000). Roman Teorisi Üzerine Düşünceler. Türk Yurdu, 20 (153- 154), 11-22. Tural, Sadık K. (1993). Edebiyat Bilimine Katkılar. Ankara: Ecdad Yayınları. Ünlü, Ş. (1996). Roman Tarihi Belgeler Mi?. Romanların Dünyası. Đstanbul: Dünya Kitapları. Yalçın, A. (2002). Siyasal Ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı (1920-1946). Ankara: Akçağ Yayınları. Yalçın-Çelik, D. (2005). Yeni tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarih Romanları. Ankara: Akçağ Yayınları. Yazıcı, S. (1999). Felsefeye Giris. Đstanbul: Alfa Yayınları.
Yılmaz, A. (2000). Tarihi Roman Üzerine. Bilge, (24) 42-49.
Yılmaz, D. (2002). Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu. Đstanbul: Ozan Yayıncılık.
Yıldırım A. ve H. Şimşek (1999). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayıncılık.
Đnternet Kaynakları:
Tarihin Unuttuğu Savaş. (2002). http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2002/NISAN/22/g3.html . Web adresinden 02.05.2008 tarihinde edinilmiştir. Hasanoğlu, F.N. (2004). Mehmed Niyazi ile Tarihi Roman Üzerine Söyleşi http://www.yagmurdergisi.com.tr/konu_goster.php?konu_id=674&yagmur=b olum2&kat=16&sid=23. Web adresinden 02.07.08 tarihinde edinilmiştir. Öztürk, M. (2004).Üsküplü Osman Yemen Dağlarında. http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=16662. Web adresinden 07.06.2008 tarihinde edinilmiştir. Nanelidere, F. (2001). Roman Nedir? http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=861. Web adresinden 07.08.2007 tarihinde edinilmiştir. Yazıcı, O. Mehmed Niyazi ile “Çanakkale Mahşeri” Üzerine: Çanakkale, Türk’ün onur savaşıdır. http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=240. Web adresinden 07.08.2007 tarihinde edinilmiştir.
254
Sevinç, E. (2004). Tarihle Romanın Buluşması. http://www.hurriyet.com.tr/agora/article.asp?sid=4&aid=1106. Web adresinden 07.08.2007 tarihinde edinilmiştir. Vella, Y. (2001) Yaratıcı Tarih Öğretimi. (Çev. Bahri Ata). http://www.egitim.aku.edu.tr/vella.htm . Web adresinden 05.08.2007 tarihinde edinilmiştir.
Özçimen, E. (2005). Arı Kovanı, Jakobenler ve Devrim. http://www.ykykultur.com.tr/kitaplik/80/eozcimen.html. Web adresinden 05.08.2007 tarihinde edinilmiştir.
Şimşek. A. (2006). Bir Öğretim Materyali Olarak Tarihsel Romana Yönelik Öğrenci Ve Öğretmen Görüşleri. http://www.tojet.net/articles/5410.htm. Web adresinden 22.02.2007 tarihinde edinilmiştir.
Kuryel, B. (2006). Bilim Felsefesi Ve Etik. http://sci.ege.edu.tr/~eubio/yaz_okulu/felsefe_etik.htm . Web adresinden 28.06.2006 tarihinde edinilmiştir.
Ortaylı. Đ. (2001). “Tarihi Roman Furyası” http://www.milliyet.com.tr/pazar/yazortay.html. Web adresinden 22.02.2007 tarihinde edinilmiştir. Karol, G. ( 2001). Tarih yazarlığı mı, tarih romancılığı mı? http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/011010/soylesi.html. Web adresinden 20.03.2007 tarihinde edinilmiştir.
Ata. B. (1998). John Dewey Ve Türkiye'de Đlköğretimde Tarih Öğretimi (1923- 1930). http://www.acikarsiv.gazi.edu.tr/dosya/1JohnDewey.pdf. Web adresinden 03.08.2007 tarihinde edinilmiştir.
Osmanlı Devletinin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve Askeri Olaylar (2002). http://farabi.selcuk.edu.tr/suzep/tarih/ders_notlari/guz_yariyili/bolum_6/bolu m06.html#K3. Web adresinden 03.08.2007 tarihinde edinilmiştir.
Sökmen, C. (2007). Mazlum milletlerin vicdanı: Zenci Musa http://ailem.zaman.com.tr/?bl=26&hn=5525. Web adresinden 27.07.2007 tarihinde edinilmiştir.
255
Teşkilât-ı Mahsusa. http://tr.wikipedia.org/wiki/Te%C5%9Fkil%C3%A2t- %C4%B1_Mahsusa Web adresinden 27.07.2007 tarihinde edinilmiştir.
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti http://www.iskeceliler.com/topic.asp?topıc_ıd=391&forum_ıd=6&cat_ıd=1& forum_title=bati+trakya&topic_title=bati+trakya+ıcin+her+sey&whichpage= 1&tmp=1#pid2153. Web adresinden 01.07.08 tarihinde edinilmiştir. Yılmaz, T. (1998). Tarihi Perspektif Đçinde Batı Trakya Ve Batı Trakya Türk Azınlığının Haklarını Koruyan Antlaşmalar (1878-1923). http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/khuka/turel.htm. Web adresinden 20.07.2007 tarihinde edinilmiştir.
Özlem, K. Tarihteki Đlk Türk Cumhuriyeti. http://www.balkanlar.net/index.php?ind=reviews&op=entry_view&iden=33. Web adresinden 03.08.2007 tarihinde edinilmiştir.