tarih ogretiminde tarihi romanlarin yeri mehmed niyazi nin romanlari the role of novels in history...

263
T.C. Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı Tarih Eğitimi Bilim Dalı TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ - MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI (Yüksek Lisans Tezi) Hakan DÜZGÜN Đstanbul, 2008

Upload: bilgehan-sunkar

Post on 29-Jul-2015

1.173 views

Category:

Documents


4 download

TRANSCRIPT

T.C. Marmara Üniversitesi

Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı

Tarih Eğitimi Bilim Dalı

TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ - MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI

(Yüksek Lisans Tezi)

Hakan DÜZGÜN

Đstanbul, 2008

T.C. Marmara Üniversitesi

Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı

Tarih Eğitimi Bilim Dalı

TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ - MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI

(Yüksek Lisans Tezi)

Hakan DÜZGÜN

Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mustafa AKSOY

Đstanbul, 2008

T.C. Marmara Üniversitesi

Eğitim Bilimleri Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Anabilim Dalı

Tarih Eğitimi Bilim Dalı

Hakan DÜZGÜN tarafından hazırlanan TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ- MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI başlıklı bu çalışma, 15.10.2008 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda başarılı bulunarak jürimiz tarafından Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mustafa AKSOY ………….………… Juri Üyesi: Doç. Dr. Dursun DĐLEK …………………… Juri Üyesi: Yrd. Doç. Dr. Cemal SARAÇ ................................

Đstanbul – 2008

i

ÖZET

TARĐH ÖĞRETĐMĐNDE TARĐHĐ ROMANLARIN YERĐ

- MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI

Bu çalışmada tarih ve edebiyat ilişkisi içerisinde, tarihi romanların tarih öğretiminde

kullanılması üzerinde durulmuştur. Tarih öğretiminde kullanılabilecek tarihi

romanlara örnek olarak Mehmed Niyazi’nin, 1910’lu yıllarda Batı Trakya’da

meydana gelen gelişmeleri konu edindiği “Yazılamamış Destanlar”; Birinci Dünya

Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’ni anlatan “Çanakkale Mahşeri” ve 20. yüzyılın

başından Mondros Mütarekesi’ne kadar Yemen ve Yemen’deki gelişmelere bağlı

olarak Arap Yarımadası’ndaki olayları konu edindiği “Yemen! Ah Yemen!” adlı

eserleri incelenmiştir.

Đlk ve orta öğretim kurumlarında tarih öğretiminden istenilen verimliliğin

alınamadığı, tarih derslerinin öğrencinin ilgisini çekmekten uzak olduğu, çeşitli

araştırmalar sonucunda dile getirilmiştir. Bu sonuçlar doğrultusunda tarih

öğretiminde yeni yaklaşımlara ihtiyaç duyulmuştur. Yaptığımız çalışmayla eğitim

kurumlarında, son yıllarda popülerliği artan tarihi romanlardan faydalanılmasının

öğrencileri etkin kılması, tarihsel bilincin ve milli şuurun oluşmasına katkısı

irdelenmiştir.

Yapılan çalışmayla tarihi romanların özellikleri incelenmiş ve tarih öğretiminde

kullanılması uygun olan tarihi romanın özelliklerinin neler olması gerektiği üzerinde

de durulmuştur.

Bu çalışma son yıllarda sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan ve genel kabul

gören nitel araştırma teknikleriyle gerçekleştirilmiştir. Veri toplama metodu olarak

tarama modeli ve nitel araştırma teknikleri doğrultusunda doküman analizi

yapılmıştır.

Anahtar sözcükler: Tarih, roman, tarih öğretimi, tarihi roman, tarihsel bilinç.

ii

ABSTRACT

THE ROLE OF NOVELS IN HISTORY TEACHING

- MEHMED NĐYAZĐ’S NOVELS

In this study according to history and literature relationship, we will question how

important history books to be used in teaching history. As examples of books that

could be used in teaching history “Yazılamamış Destanlar” that Mehmet Niyazi

wrote about events happening in Batı Trakya in 1910s, “Çanakkale Mahşeri” that

gives ideas about what happened in Çanakkale side in World War One and “Yemen!

Ah Yemen!” he wrote about Arabian Peninsula according to Yemen and events in

Yemen from beginning of 20th Century to Mondros Mütarekesi have been analyzed.

It is clear depending on some researches that in primary and secondary school

education expected productivity can’t be provided in history lessons and students

don’t show interest to the lesson. Because of this reason new approaches are required

in history teaching.

In the wake of our studies we realized that benefiting from some novels that have

been popular nowadays we can make the students active and it will play an important

role on students to gain historical knowledge and national consciousness.

By the help of our studies, the features of historical novels have been analyzed. The

historical books which are suitable to be used in history teaching has to be formed

depending on real historic events, time, places and characters in terms of serious

researches and responsibility of reflecting history.

These researches have been formed by qualitative searching teaching techniques

which is common and generally accepted in social science. As a data method,

searching sources method and documentary analysis have been used.

Key words: History, novel, history teaching, historical novel, historical

consciousness.

iii

ĐÇĐNDEKĐLER

ÖZET....................... ........................................................................................ i

ABSTRACT ...................................................................................................ii

ĐÇĐNDEKĐLER .............................................................................................iii

I.BÖLÜM

1.1. GĐRĐŞ...................................................................................................... 1

1.2. Mehmed Niyazi’nin Hayatı, Eserleri ve Tarihi Romanlarını Yazarken

Kullandığı Usul................................................................................................ 5

1.2.1. Mehmed Niyazi’nin Hayatı .................................................................... 5

1.2.2. Mehmed Niyazi’nin Eserleri......................................................................7

1.2.3. Mehmed Niyazi’nin Tarihi Romanlarını Yazarken Kullandığı Usul........8

1.3. Problem Durumu.................................................................................... 18

1.4. Amaç ..................................................................................................... 19

1.5. Önem ..................................................................................................... 19

1.6. Araştırmanın Yöntemi............................................................................ 22

1.7. Veri Toplama Teknikleri ........................................................................ 25

II. BÖLÜM

ROMAN, TARĐH VE TARĐHĐ ROMANLA ĐLGĐLĐ ARAŞTIRMALAR ... 26

2.1. Roman Nedir? ........................................................................................ 26

2.2. Romanın Ortaya Çıkışı ve Tarihi ............................................................ 29

2.2.1. Türk Romanın Tarihi............................................................................ 33

2.2.1.1. Đlk Kuşak (1860 – 1876) .................................................................. 35

2.2.1.2. Đkinci Kuşak ( 1876 – 1896) ............................................................. 35

2.2.1.3. Servet-i Fünun ( Edebiyat-ı Cedide) (1896 – 1901)........................... 35

2.2.1.4. Fecr-i Ati dönemi ( 1909 – 1912)...................................................... 36

2.2.1.5. Milli Edebiyat Akımı (1911 – 1923)................................................. 36

2.2.1.6. Cumhuriyet dönemi (1923 - …)........................................................ 37

2.3. Tarihi Roman ......................................................................................... 38

2.3.1. Tarihi Roman Türleri............................................................................ 42

iv

2.3.2. Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı............................................................... 48

2.3.3. Türk Edebiyatında Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi ............. 52

2.4. Eğitim – Öğretim ................................................................................... 67

2.5. Tarih ...................................................................................................... 69

2.6. Tarih, Tarih Öğretimi ve Tarihi Roman Đlişkisi....................................... 72

2.7. Tarihi Romanların Milli Şuur Ve Milli Kimliğin Oluşmasındaki Etkisi .. 80

2.8. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması ................................ 85

2.8.1. Tarihi Romanların Tarih Öğretiminde Kullanılmasına Dair .................. 94

Pedagojik Yaklaşımlar ................................................................................... 94

2.8.1.1. Rousseau ve Dewey’nin Yaklaşımı................................................... 94

2.8.1.2. Smith, Monson ve Dobson’nun Yaklaşımları.................................... 96

2.8.1.3. Bılof’ın, Van Middendorp ve Lee’nin Yaklaşımları .......................... 98

2.8.1.4. Dance ve Egan’ın Yaklaşımı ............................................................ 99

2.8.1.5. N.C.S.S Raporu ve Nawrot’un Yaklaşımı ....................................... 101

2.8.1.6. Danks ve Levstik’in Yaklaşımı....................................................... 102

2.8.1.7. Gallo- Barksdale ve Savage- Savage’nin Yaklaşımı........................ 104

2.8.1.8. Harris ve Austin’in Yaklaşımı ....................................................... 104

2.8.2. Tarihi Romanları Belirleme Ölçüleri .................................................. 105

2.8.3. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanın Kullanılmasının Yararları ............ 110

III. BÖLÜM

MEHMET NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI’NIN DEĞERLENDĐRĐLMESĐ . 115

3.1. Yazılamamış Destanlar.......................................................................... 116

3.2. Yemen! Ah Yemen! .............................................................................. 152

3.3. Çanakkale Mahşeri................................................................................ 200

IV. BÖLÜM

SONUÇ VE ÖNERĐLER .............................................................................. 243

4.1. Sonuç ................................................................................................... 243

4.2. Öneriler................................................................................................ 246

KAYNAKÇA ................................................................................................. 248

1

I.BÖLÜM

1.1. GĐRĐŞ

Tarih, kültürel mirasımızın önemli bir parçası olan, toplumu oluşturan bireyler

arasında ortak değerlerin oluşmasını sağlayarak toplumu kaynaştıran; milli şuurun

güçlenmesini sağlayarak öğrencileri, dolayısıyla vatandaşları millete ve devlete sadık

bireyler haline getiren; yaşama uyum sağlama becerisi kazandırarak, bireylerin

kendine ve milletine güvenini sağlayan önemli bir alandır. Bu denli yararları olan

tarih ilminin öğrenciler tarafından iyi idrak edilmesi de bir o kadar önemlidir. Bu

noktada tarih öğretiminin ne şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğiyle ilgili tartışmalar

ortaya çıkmaktadır.

Bu tartışmaların yoğunlaştığı noktalardan bir tanesi, okullarda kullanılan teknik ve

yöntemlerin yanlış olduğu üzerinedir. Bu durumla ilgili birçok akademisyen, tarih

dersinin okullarda tek düze bir şekilde ve farklı kaynaklardan yararlanma yoluna

gidilmeden, ders kitabı doğrultusunda öğretmen merkezli bir ders işlemenin söz

konusu olduğunu dile getirmektedir. Okullarda mevcut olan bu tür bir uygulamanın

öğrenciyi dersten soğuttuğu, tarih dersinin amaçladığı kazanımların öğrenci

tarafından edinilemediği çeşitli araştırmalar sonucunda ortaya konulmuştur. Bu

sorunun çözümü noktasında, özellikle üniversitelerin Tarih Eğitimi bölümlerinde

yeni araştırmalar yapılmış ve yeni çalışmalara girilmiştir. Bu çalışmalar sonucunda

ilköğretim okullarında uygulanmaya başlanan ve aşamalı olarak liselerde de

uygulanacak yapılandırmacı (oluşturmacı) programlar oluşturulmuştur.

Akar ve Yıldırım (Öztürk ve Dilek, 2005, 92) oluşturmacılıkla ilgili şu hususu dile

getirirler: “Eğitim felsefesi ve program geliştirme açılarından bakıldığında

oluşturmacılık, nesnelliğin öne çıkarıldığı pozitivist paradigmanın aksine bilginin

yorumlandığını ve karşılıklı yansıtmalar ve tartışmalar sonucunda bilginin

oluşturulduğunu savunur”.

2

Burada da belirtildiği gibi yapılandırmacılık doğrultusunda hazırlanan ders

programlarına göre öğrenen, öğretme-öğrenme sürecinde pasif değil etkin olmak

durumundadır. Bu etkin olma durumu öğrenciyi yaratıcı kılmakta, bu yaratıcılık

öğrencinin karşılaşacağı problemleri kolayca çözmesini sağlamaktadır. Bu yöntemle

gerçekleştirilen tarih öğretimi de, tarihsel bilincin oluşumuna katkı sağlamakta ve tarih

dersinin kazanımlarına ulaşma kolaylaşmaktadır. Bu durumu ifade ettikten sonra şimdi

de roman hususuna değinmekte fayda var.

Edebi türler içinde önemli bir yer edinen roman, insanın kendini ve içinde yaşadığı

toplumu ifade etmenin en güzel yollarından birini oluşturmaktadır. Roman yazarı,

kendini ve toplumunu anlatırken belli bir kurgu oluşturmaktadır. Ancak bu kurgunun

gerçekle bir ilgisinin olmadığını iddia etmek veya böyle bir sonuca varmak çoğu

zaman gerçeği yansıtmayabilir. Nitekim yazarın da düşünceleri, zihinsel oluşumu

kendi yaşantıları, içinde yaşadığı toplumun yapısı ve beslendiği kültürel değerler vs.

ile oluşmaktadır. Neticede, yaşadığımız ortam belli bir gerçeklikten veya değerler

bütününden oluştuğundan, herhangi bir konuda zihnimizde tasarladığımız olaylar, bu

gerçeklik ve değerler bütününden bağımsız değildir; bunun bir yansıması, bir

parçasıdır. Dolayısıyla edebi eserlerin de, özelde de romanın belli bir gerçekliği ifade

ettiği ortaya çıkmaktadır.

Romanın belli bir gerçeklik üzerine kurulu olmasının yanı sıra tarihsel olaylardan

beslenmesi, bazen de tarihçiler için kaynak teşkil etmesi haliyle roman ve tarih

birbirlerini tamamlayan bütünler olarak karşımıza çıkmaktadır ki, tarihsel kaynakların

ilk örneklerine ya da ilk roman örneklerinden günümüze kadar yazılan edebi ürünlere

baktığımızda tarih ve romanın birbirinden yararlandığını görebilmekteyiz. Çoğu

zaman tarihi olaylar belli bir öyküleme yoluyla aktarılmış ve aynı şekilde roman ya

da öykülerin konularını da tarihi olaylar oluşturmuştur. Çelik’e (2002, 50) göre de:

“Roman yazarı, tarihçinin malzemesini alır, muhayyilesinde yoğurarak, bilinmeyenler

üzerine bir kurgu oluşturarak, tarih malzemesini yeniden insanların dikkatine sunar”.

E. H. Carr (1996, 18) “ tarih pek çok parçası kayıp bir iç içe geçmeli bulmacadır”

der. Bu kayıp parçaları bulmak ta tarihçilere düşmektedir. Ancak tarih tek başına bu

3

bulmacanın üstesinden gelebilir mi? Bu husus tartışmalıdır. Bizce tarihin kayıp

noktalarını ortaya çıkarmak sadece tarihçilerin, tarihi olayları ortaya çıkarma

yöntemleriyle mümkün olmayabilir. Bu durumda başvurulması gereken önemli bir

yöntem, sosyal bilimlere bütünsel yaklaşılması ve sosyal bilimlerin verileri ve

yöntemleriyle bu boşlukları doldurmaktır. Bu boşlukları doldurma fırsatını iyi

değerlendiren bir roman türü olarak karşımıza tarihi roman çıkmaktadır. Tarihi

roman yazarları, tarihi olayları malzeme edinerek kendi sanatlarını icra etme yoluna

gitmişlerdir. Tarihi roman yazarı bazen tarihi olaydan hareketle, tarihi olayın zaman,

mekan ve şahsiyetlerinden apayrı bir kurgu ortaya çıkarabilmektedir. Bazen de tarihi

roman yazarı, ele aldığı tarihi olay hakkında detaylı bir araştırmaya girişmekte ve

eserini oluştururken tarihi olaya sadık kalmayı tercih etmektedir. Eserlerini

incelediğimiz Mehmed Niyazi, eserlerini kaleme alırken, titiz ve uzun süren

araştırmalar sonucunda, bir tarihçi sorumluluğunda hareket etmiştir.∗ Bundan

hareketle tarihi romanın, tarih öğretiminde kullanılıp kullanılamayacağını irdeledik.

Tarih öğretiminde kulanılabilecek tarihi romanların, birtakım kıstaslara sahip olası

fikriyle, tarih öğretiminde kullanılan eserin, tarihi olaylarla bir bütün oluşturuyor

olması, tarihe sadık kalınarak ele alınmış olması gibi özelliklere sahip olması önem

arz etmektedir.

Yalçın (2002, 250-251) da tarihi romanla ilgili şu açıklamaları yapmaktadır: “[Tarihi

roman], tarihin yeniden kurulduğu ve yapıldığı sanal bir anlatım şeklidir. [Tarihi

romanda], gerçek ve itibari karakterler görülebilir. Đyi bir tarihi roman yazarı, seçtiği

zaman diliminin gerçeklerini aynen yansıtmak için çalışır.”

Tarihi romanın gerçeğe sadık kalma, kalmama, tarihi romanın tanımı ve diğer

hususlarla ilgili tartışma, karşılaştırmalar tarihçiler ve edebiyatçıların görüşleri

doğrultusunda çalışmamızda ele alınmıştır.

Bu çalışmada ilk olarak bir edebi tür olarak roman ele alınmış ve romanın tanımı,

ortaya çıkışı ve tarihsel süreçteki gelişimi incelendikten sonra; Türk romanının

ortaya çıkışı ve gelişimiyle devam edilmiştir. Bu çalışmalar yapılırken geniş bir

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

4

literatür taramasına girişilmiş ve farklı kaynaklar, farklı görüşlerin aktarılmasına

dikkat edilmiştir. Bu hususların açığa kavuşturulmasıyla, çalışma alanımızın ana

konusunu oluşturan tarihi romana geçilmiştir. Tarihi romanla ilgili çalışmalarımız da

titizlikle ele alınmış ve tarihi romanla ilgili tanımlamalar, tartışmalar analiz

edildikten sonra dünyada ve ülkemizde tarihi romanın ortaya çıkışı ve gelişimi

aktarılmıştır.

Çalışmamız disiplinler arası bir araştırma olduğundan, çalışmamızda romanla ilgili

hususlar belirtilirken devamında tarihle ilgili bilgilerede yer verilmiş; tarihin ve tarih

eğitiminin tarihi romanla ilişkisi üzerinde yoğunlaşılmıştır.

Çalışmamızın bütününü tamamlayan parçalardan bir tanesi de eğitim-öğretimdir.

Toplumların oluşumuyla birlikte sistemli bir faaliyet alanına dönüşen eğitim-

öğretim, toplumların gelişim ve dönüşümü gerçekleştiren, aynı zamanda toplumları

geleceğe hazırlayan önemli bir faaliyet alanıdır. Günümüzde uluslar arası alanda

meydana gelen gelişmelerle ve teknolojinin iletişim, ulaşım alanlarında

kullanılmasıyla birlikte küreselleşme olgusu ortaya çıkmış ve giyinme tarzı, yemek

kültürü, eğlenme tarzı vb. gibi dünya toplumları arasında yeni ortak değerler

oluşmaya başlamıştır. Bu doğrultuda eğitim ve öğretimin önemi daha da artmıştır.

Nitekim gelişimini kendi tarihsel sürecinde oluşan değerleri üzerine kuramayan

toplumlar, günümüzdeki hızlı değişimler sonucunda kendi öz benliklerini

yitirebilmekte ve dünyaya ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlarıyla hükmeden

toplumların değerlerini benimseyebilmektedir. Toplumumuz çok uzun bir maziye

sahip olup bu uzun tarihi süreçte oluşan siyasal, sosyal, ekonomik değerler bütünü

toplumumuzun bugününü güçlü bir şekilde var etmesiyle birlikte bir dejenerasyon

sürecine de girdiğimizi uluslar arası alandaki gelişmeler bağlamında iddia edebiliriz.

Bu anlamda toplumların kendilerini var eden ve tüm mazileri boyunca oluşagelen

değerleri doğrultusunda gelişimlerini sürdürmeleri son derece önem arz etmektedir.

Bu durunda da bilinçli bir şekilde ve tarihsel bir farkındalıkla eğitim-öğretimin

planlanması gerekmektedir. Biz de bu anlamda tarihi romanların, tarih öğretimde

kullanılmasının eğitim-öğretim ve tarih öğretimi açısından yeri üzerinde durduk.

5

1.2. Mehmed Niyazi’nin Hayatı, Eserleri ve Tarihi Romanlarını Yazarken

Kullandığı Usul

1.2.1. Mehmed Niyazi’nin Hayatı

Mehmed Niyazi, 1942 yılında Adapazarı’nın Akyazı ilçesine bağlı Boztepe

Köyü’nde doğmuştur. Đlk ve ortaokulu Akyazı’da tamamlayan Mehmed Niyazi, lise

öğrenimi için 1956’da Đstanbul’a gitmiştir. Đstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ne

başlayan Mehmed Niyazi, derslerine gelen Mahir Đz’in kendisini etkileyen ilk

şahsiyetlerden biri olduğunu belirtmektedir. Mehmet Niyazi, Nihal Atsız ve Mahir Đz

gibi hocaların etkisiyle o dönemlerde sanat ve tarih çevresiyle tanışır.

Mehmed Niyazi, Haydarpaşa Lisesi’ndeki eğitimini 1959’da tamamladı. Đstanbul

Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam ederken, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçişte

gösterdiği başarıdan dolayı Edebiyat Fakültesi’nin bir dalında sertifika alma hakkını

kazandı ve “Edebiyat Fakültesi Felsefe Sertifikası”nı aldı.

Mehmed Niyazi, üniversitenin ilk yıllarında Peyami Safa, Necip Fazıl gibi değerli

şahsiyetlerle tanışır ve bu şahsiyetler Mehmed Niyazi’nin fikri ve edebi kişiliğinin

oluşmasında etkili olurlar. Mehmed Niyazi, bu dönemle ilgili şu bilgileri verir:

Tabi üniversite yıllarında muhafazakâr çevrede Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Hilmi Oflaz, Ziya Nur Aksun bu gibi büyük adamların, Osman Yüksel Serdengeçti etrafında büyüdük. Onların gösterdiği kitapları okuduk. Haytamızda bunlar çok etkili oldu. Bilhassa benim hayatımda romanla ilgilendiğim için Peyami Safa’nın etkisinin altını çizmemiz lazım. ∗

Üniversite yıllarında Mehmed Niyazi’nin hayat felsefesinin belirlenmesinde etkili

olan en önemli hususlardan biri Marmara Kahvesi’nde yapılan sohbetlerdir. Mehmet

Niyazi, “Dahiler ve Deliler” adlı eserinde daha çok Marmara Kahvesi’nde yaptığı ∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

6

sohbetleri, yaşadıklarını, orada karşılaştığı ve etkilendiği kişileri kaleme almıştır.

60’lı yılların siyasi, edebi-sanatsal, felsefi tartışmaların çok yoğun olduğu Marmara

Kahvesi’nde,

Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Sedat Ümran gibi şair ve düşünürler; Mükrimin Halil Yinanç, Ali Saib Atademir, Nuri Karahöyüklü, Erol Güngör, Ziya Nur Aksun, Mehmet Genç gibi aydınlar, sohbetleri ve tartışmalarıyla farkında olmadan kendilerini dinleyen gençlere, özellikle Mehmed Niyazi Özdemir’e rehber olmuşlardır (Çelik, 2003, 136).

1964 yılında Ötüken Yayınevi’nin kuruluşuna öncülük eden Mehmed Niyazi,

yayınevinin kuruluş gerekçesini şu şekilde aktarmaktadır:

Bizim camiada yayınevi yoktu. Basılmıyordu kitaplar, basılsa da satılmıyordu. Ben biraz varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Đki üç arkadaş daha bir araya geldik. Tabi onların maddi imkanları çok kısıtlıydı. Çok iyi arkadaşlardı, emeklerini koydular. Maksat Peyami Safa’nın, Necip Fazıl’ın elline para vermekti. Ve Peyami Safa, Necip Fazıl’ın kitaplarını basmak için Ötüken Yayınevini kurduk.∗

Yazı hayatına Ötüken Yayınevi’nde basılan kitaplara önsöz ve kapak yazıları

yazmakla başlayan Mehmed Niyazi’nin, ilk yazısı Milli Hürel Dergisi’nde 1967’de

yayınlanır. Mehmed Niyazi, ilk romanı olan “Varolmak Kavgası”nda Đmam

Hatiplileri konu edinir. Onların ızdırabını anlatan, idealizmlerini kuvvetlendiren

kitaplar yazılmasını ister. Ancak herhangi bir sonucun alınamaması üzerine, kendisi

bu sorumluluğu üstlenir. Mehmed Niyazi, ilk romanı olan “Varolmak Kavgası” ile

ilgili şu bilgileri verir:

Tabi o roman acemiliklerimizle dolu olan bir romandı. Ama çok tutuldu. Belki yazdığımdaki samimiyetten dolayı, üçüncü baskısından sonra yıllarca basılmadı o. Ama çok büyük talep olduğu için bir daha elden geçirerek, fuzuli yerleri bize göre atarak, tekrar basılmaya başlandı. Ve yazarlık hayatımıza böylece başlamış olduk.∗

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

7

O dönem en büyük eksikliklerinin dışa açık olamamaları olarak belirten Mehmed

Niyazi, Avrupa’ya gitmeye karar verir. 1968’de yurtdışına çıkan Mehmed Niyazi,

yurtdışındaki faaliyetlerini şöyle anlatır:

Avrupa’ya gittim. Devlet felsefesi konusunda doktora yapmayı düşünüyordum. Brilon diye bir kasabada Goethe Enstitüsü vardı. Lisan öğrenmek için orada altı ay devam ettim. Sonra Marlburg’da doktoraya başladım. Hocamız [Prof. Dr. Ditrich Pirson] sonra Bonn’a, sonra da Köln’e tayin oldu. Burada Türk Kamu Hukukunda Temel Hürriyetler (Yerleşme Hürriyeti, Meslek Seçme Hürriyeti, Đktisadi Faaliyet Hürriyeti) bu hürriyetler üzerinde Türk devletlerinde bu hürriyetlerin gelişimi konulu doktora yaptık. ∗

Mehmed Niyazi, 1989 yılında Türkiye’ye döndü. Türkiye’ye döndükten sonra ilmi

ve edebi çalışmalarına yoğun bir şekilde devam eder. Zamanını kütüphanelerde, önce

Beyazıt Devlet Kütüphanesi daha sonra Türkiye Diyanet Vakfı Đslam Araştırmaları

Merkezi (ĐSAM), geçiren Mehmed Niyazi, Türkiye’ye dönüş amacının, ülkemizde

eksik olan tarih şuurunu milletimize aşılamak amacıyla tarihi roman çalışması

yürütmek ve bu konuda yoğunlaşmak olarak belirtir.

1987’den beri Zaman Gazetesi’nde yazmaya devam eden Mehmed Niyazi’nin

değişik dergilerde haftalık ve aylık yazıları da çıkmaktadır. Rahatsızlığından dolayı

bulunduğu Adapazarı’nın Akyazı ilçesinde, Boztepe Köyü yaylasında ziyaret

ettiğimiz (23.08.2008) Mehmed Niyazi, bundan sonraki çalışmalarıyla ilgili şu

bilgileri verdi: “Sağlığım el verirse “Plevne”yi yazmak istiyorum, “Đstanbul’un

Fethi”ni yazmak istiyorum, “Osmanlı’nın Kuruluşu”nu yazmak istiyorum. Bundan

sonra kalan ömrümde yine tarih konularında okumak ve yazmak istiyorum”.

1.2.2. Mehmed Niyazi’nin Eserleri

Romanları:

1. Varolmak Kavgası, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1970, 238 s.

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

8

2. Yazılamamış Destanlar, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1991, 256 s. 3. Ölüm Daha Güzeldi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1992, 184 s. 4. Đki Dünya Arasında, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1995, 196 s.

5. Çanakkale Mahşeri, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1998, 535 s.

6. Dahiler ve Deliler, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2001, 344 s. 7. Yemen! Ah Yemen!, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2004, 463 s. 8. Daha Dün Yaşadılar, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2006, 280 s.

Hikayeleri:

1. Bayram Hediyesi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1971, 184 s. Düşünce Eserleri:

1. Millet ve Türk Milliyetçiliği, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1979, 231 s. 2. Đslam Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1988, 222 s.

3. Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1993, 293 s.

4. Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 2000, 212

s.

5. Türkiye’nin Meseleleri I –Kültür-, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1992, 240 s.

6. Türkiye’nin Meseleleri II –Devlet-, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1992, 240 s.

7. Türk Tarih Felsefesi, Ötüken Neşriyat, 2008, 319 s.

Mehmed Niyazi, ayrıca haftada bir günlük gazetede ve çeşitli dergilerde yazılar

yazmaktadır.

1.2.3. Mehmed Niyazi’nin Tarihi Romanlarını Yazarken Kullandığı Usul

9

Tarih öğretiminin önemli amaçları arasında, tarihi bilgileri tarihsel gerçekliğinden

sapmayacak bir şekilde yeni nesillere öğreterek tarihsel bir bilinç oluşturmaktır.

Ancak tarih öğretiminde dile getirilen problemler; başta öğrencilerin tarih dersine

karşı olumsuz tutumu, tarihin doğru bir şekilde öğretilip öğretilemediği tartışmaları,

kimi zaman tarihin tek yönlü ve ideolojik amaçlara hizmet edecek şekilde

öğretilmeye çalışılması önemli sorunlar olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu

sorunlar tarih öğretiminde yeni yöntemlere başvurulması fikrini gündeme getirmiştir.

Bu doğrultuda tarih öğretiminde tarihi romanlardan faydalanılmasının yararlı olduğu

düşünülmektedir. Ancak tarih öğretiminde tarihi romanlardan yararlanma hususunda

da şu önemli sorunlar karşımıza çıkmaktadır ki, o da tarihi romanın ne kadar tarihi

gerçeği yansıtıp yansıtmadığıdır. Birçok tarihi romanda tarihsel olaylar tahrip

edilmekte, mazideki kahramanların özellikleriyle oynanabilmekte ya da tarihte hiç

görülmemiş kahramanlar yaratılabilmektedir.

Tarihi gerçekleri yansıtmayan veya tarihsel gerçekleri saptıran tarihi romanların tarih

öğretiminde kullanılması öğrencileri yanlış bilgilendirebileceği, yanlış

yönlendirebileceği ve öğrencilerde ya da tarih okuyucusunun zihninde bulanıklığa

sebep olabileceğinden, bu tür eserlerin tarih öğretiminde materyal niyetine

kullanılmaması gerekmektedir. Kullanılması durumunda da, ders öğretmeninin ele

alınan eserin özellikleri hakkında öğrenciyi önceden bilgilendirmesi gerekmektedir

ki, buda öğretmeni yeni bir çalışmanın içine yönlendirmektedir. Öğretmenlerin böyle

bir çalışmaya istekli olup olmayacakları ise ayrıca bir araştırma konusunu

oluşturmaktadır.

Belirttiğimiz bu durumda tarih öğretiminde tarihi gerçeklerle oynamayan, tarihsel

doğruları saptırmadan aktaran tarihi romanlara başvurulması önemli bir durumu ifade

etmektedir. Bu çalışmada da Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının tercih

edilmesinde bu hususlar göz önünde bulundurulmuştur.

10

Mehmed Niyazi, tarihi roman yazarlığındaki temel görevinin tarihi hakikatleri

çarpıtmadan aktarmak olduğunu belirtmektedir. Çalışmalarını bilim adamı titizliğiyle

gerçekleştiren Mehmed Niyazi, detaylı araştırmalarla bütün yönleriyle ortaya

koyduğu tarihsel olayları roman ya da hikayeye dönüştürür. Tarihi yeni nesillere

sevdirmek ve gençlerde tarih şuuru oluşturmak istediğini belirten Mehmed Niyazi,

tarihi romanın önemini şu şekilde anlatır: “Ve dikkatimi şu çekmiştir,

Shakspeare’den önce Đngiltere çok gelişmemiş basit bir devlettir. Ama Shakspeare’in

verdiği ruhla Đngiltere büyük bir imparatorluk olmuştur. Onun için roman, tarihle

buluştuğu zaman çok etkili olur. O kanaatteyim”.∗

Tarihi, roman aracılığıyla ve gerçekliğinden saptırmadan aktarmak, tarih öğrenen

öğrencinin ilgisini çekeceğinden ve dersi sıkıcı olmaktan kurtaracağından tarih

öğretiminde tarihi romanın kullanılması bu anlamda yarar sağlayabileceği gibi

Mehmed Niyazi’nin belirttiği Đngiltere örneğinde Shakspeare’in etkisine benzer

şekilde ülkemizde de tarihsel bilinç doğrultusunda milli şuurlanma gerçekleşebilir.

Mehmed Niyazi, eserlerini ele alırken tarihe sadık kalmıştır (Çelik, 2003). Bu

sadakat eserin kurgulanmasında herhangi bir sorun yaratmamıştır. Çünkü yazarın

seçtiği konular, kendi yaşandıkları dönem itibarıyla olağanüstü insan çabalarını

ihtiva etmektedir. Bu konular aynı zamanda tarihimizin dönüm noktalarını da

oluşturmaktadır. Çalışmamızda Mehmed Niyazi’nin “Yazılamamış Destanlar”,

“Yemen! Ah Yemen!” ve “Çanakkale Mahşeri” adlı eserleri incelenmiştir. Yeni

Şafak Gazetesi (2002), “Yazılamamış Destanlar”ı şöyle özetlemektedir.

… [D]evletler oyununun içinde ülkenin bir parçasını korumaya ant içmiş bir avuç insanın inanılmaz macerasını konu alıyor. Mehmed Niyazi büyük amcası Süleyman Özdemir’e ithaf ettiği romanına “Yazılamamış Destanlar” adını layık görmüş. Teşkilat -ı Mahsusa elemanları tarafından müthiş bir mücadele sonucunda 31 Ağustos 1913`de Batı Trakya’da kurulan, kendi adına parası, bayrağı olan müstakil bir Türk hükümetinin hikayesini anlatıyor.

* Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

11

Mehmed Niyazi, eserlerini oluştururken tarihsel olayların gerçekliğinden sapmazken

aynı zamanda tarih bilimi açısından son derece önem arz eden mekam hususuna da

dikkat etmiş ve gerçek mekandan hareket etmiştir. Tarih tanımlanırken yer, zaman ve

sebep-sonuç ilişkisi önalana çıkmaktadır. Mehmed Niyazi’de de tarihi öğretme amacı

olduğundan tarihi olayları bütün yönleriyle ele almıştır. Örneğin “Yazılamamış

Destanlar” romanı Sakarya’nın Akyazı ilçesinden başlar. Burası yazarın memleketi

olduğundan mekanın betimlemesinin gerçeğe uygun olmadığı düşünülemez. Bu

eserde daha çok geçen yerler Muradlı Tepeleri, Çorlu, Habipçe, Koşukavak,

Karabayır, Çatalca, Eğridere, Gümülcine ve en sık olarak savaşın asıl odak noktası

diyebileceğimiz Edirne’dir. Mehmed Niyazi ile yaptığımız 23 Ağustos 2008 tarihli

görüşmede, kitaplarda geçen yerlerin bir bir gezildiği ve savaşın cereyan ettiği

bölgelerin bizzat görüldüğü dile getirilmiştir.

Mehmed Niyazi’nin “ Yazılamamış Destanlar” adlı eserinde 19. yüzyılın başlarında

Balkanlar’da cereyan eden olaylar irdelenmiş, Birinci Balkan Savaşı sonucunda

Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmesi

sonucunda, kaybedilen vatan topraklarını tekrar yurda katmak amacıyla bir araya

gelen gönüllü birlikler ve Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının mücadelesi konu

edinilmiştir. Yukarda da belirttiğimiz gibi konu ele alınırken tarihe sadık kalınmış ve

karakterler olayın içinde olan, gerçek tarihi şahsiyetlerden seçilmiştir. Bu önemli

şahsiyetlerin başında Enver Paşa ve Eşref Bey gelmektedir. Bu durumla ilgili

Mehmed Niyazi şunları söylemektedir:

Ceddimize layık eserler gün ışığına çıkarmayı düşünüyorsak, önce sağlıklı bir hafızaya dolayısıyla sağlıklı bir idrake kavuşmak zorundayız. Kanaatimce insan tabiatın değil tarihin çocuğudur. Bir kişi, kimin, hangi özelliklere sahip bir insanın evladı olduğunu bilirse kendisini daha iyi değerlendirir (Hasanoğlu: 2004).

Mehmed Niyazi, Đkinci Balkan Savaşı olarak da tarihe geçen bu olaylarda, gün

ışığına çıkmamış ya da çıkarılamamış kişi ve durumları ortaya koymuştur.

Balkanlar’da, Trablusgarp’ta ve Arap Yarımadası’nda inanılmaz kahramanlıklar

gösteren Eşref Bey (Kuşçubaşı), tarih ders kitaplarında şimdiye kadar işlenmemiş ve

12

eğitim-öğretim aşamasında öğrenciler tarafından hakkında bilgi edinilememiştir.

Oysa Eşref Bey, gösterdiği çabayla, milleti uğruna katlandığı zorluklarla her

bakımdan özenilecek, örnek gösterilecek tarihi şahsiyetlerdendir. Eşref Bey gibi Türk

tarihinde yaptıkları çalışmalarla, tarihsel gelişimimize yön veren nice kahramanı

eserleri vasıtasıyla Türk milletine hatırlatan Mehmed Niyazi toplumda milli şuurun

oluşumuna da katkıda bulunmuştur.

Tarihe karşı bir tarihçi sorumluluğu ile hareket ederek tarihi romanları kaleme alan

Mehmed Niyazi, “Yazılamamış Destanlar”ı yazma safhasında yaptığı çalışmaları

şöyle aktarmaktadır:

Birinci ve Đkinci Balkan savaşları hakkında ne yazılmışsa bulabildiğim kadarıyla hepsini okumuşumdur. Bir defa tarihteki olayları o günün şartlarında değerlendirmek lazım. Bugünden dünkü insanlara düşmanlık veya dostluk yapmanın manasını ben kavrayabilmiş değilim. O döneme dair yabancı kaynaklardan bulabildiğimi okudum. ... Ve tarihteki kahramanlarla oynamak tarihi romanlarda son derece yanlıştır. Bu kahramanların fonksiyonu neyse onu ifade etmek kaydıyla ağırlığı Đkinci Balkan Harbin’e vermek üzere “Yazılamamış Destanlar”ı yazdık. Tabi savaşlarda sıradan kahramanlar da önemli olduğu için. Eşref Kuşcubaşı, Selim Sami, Cihangiroğlu Đbrahim gibi isimlerin yanı sıra sıradan kahramanlardan tespit edebildiklerimizi, önemli bulduklarımızı koyduk.∗

Mehmed Niyazi, ele aldığı konuyla ilgili bütün yazılı kaynakları okuyarak, gerçeği

ortaya koymaya çalışmaktadır. Aynı zamanda, tarihi olayların geçtiği dönemin

koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerektiği ve geçmiş olaylar veya insanlara karşı

dostluk ya da düşmanlığın beslenemeyeceği anlayışı, Mehmed Niyazi’deki bilimsel

bakış açısının ve tarihe karşı sorumluluk içerisinde hareket edildiğinin göstergesidir.

Günümüze kadar bazı araştırmalarla ortaya konulmasına rağmen toplumda fazla

bilinmeyen, tarih öğretiminde de gerektiği gibi yer verilmeyen diğer bir husus “Batı

Trakya Türk Cumhuriyeti” diye tarihte Balkanlar’da bir Türk devletinin kurulmuş

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

13

olmasıdır. Đmparatorlukların tek tek çöktüğü, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin de

parçalandığı bir ortamda böyle bir devletin nasıl kurulduğu, kuruluşunda hangi

tarihsel faktörlerin rol oynadığı ya da neden kısa sürede devlete son verildiğiyle ilgili

tarihsel araştırmalara yer verilerek bu araştırmaların kamuoyuna sunulması açısından

da, çalışmamızın katkısı olacağı düşüncesindeyiz. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin

kuruluş aşamalarını, devletin uygulamalarını, komşu devletlerle olan ilişkilerini ve

devlete son verilmesi aşamalarını detaylı bir şekilde ihtiva eden Mehmed Niyazi’nin

“Yazılamamış Destanlar” adlı eseri kamuoyunda fazla bilinmeyen bir konuyu ele

aldığından önem kazanmaktadır.

Mehmed Niyazi, “Yazılamamış Destanlar”da olduğu gibi “Çanakkale Mahşeri”nde

de gerçeği olduğu gibi aktarmak amacıyla mekan unsurundan faydalanır. Yukarda

belirttiğimiz tarihte kendisiyle yaptığımız görüşmede Mehmed Niyazi, Çanakkale’ye

eserini yazarken en az onbeş kez gittiğini belirtmiştir. Mehmed Niyazi, Çanakkale’yi

ziyaret ederken aynı zamanda bazı yer adlarının özellikle Alman kaynaklarında

yanlış belirtildiği ve bu yanlışları da düzelttiğini belirtmiştir. Savaşın başlangıcından

sonuna kadar savaşın cereyan ettiği tüm bölgelere eserinde yer veren Mehmed

Niyazi, aynı zamanda bu yerlerin coğrafi özelliklerini de yer vererek okuyucunun

zihninde canlanmasını sağlamaktadır. Bu durum itibariyle de okuyucunun kendini

olayın içinde hissedebilmesi tarihi olayın daha iyi anlaşılması ve unutulmaması

açısından önemli bir sorunu ortadan kaldırabileceği düşünülmektedir.

Mehmed Niyazi, “Çanakkale Mahşeri”ni yazma safhasında Çanakkale Savaşı’yla

ilgili yaptığı çalışmaları 23.08.2008’de yaptığımız görüşmede şöyle anlattı:

Çanakkale’yi pek fazla bilmezdim. Almanya’da yaşlı bir profesör yanıma geldi. Delikanlı o Çanakkale’yi bir daha yapabilir misiniz dedi. Bilmiyorum yaparız herhalde niye yapmayalım filan… bu soruyla ben 5-6 defa daha muhatap oldum. Farklı kişiler tarafından. Sonra ben Çanakkale’yi merak etmeye başladım. Almanya’da yedi yüze yakın hatırat buldum. Hatıratın tamamı Çanakkale’yle alakalı değil. Ama adam subay Çanakkale’de de görev yapmış, hatırat yazmış yirmi sayfası Çanakkale’yle ilgili mesela. O bölümleri okudum. Bu anlattığım 1990’lar. Sonra bizdeki Çanakkale hakkında yazılmış kitapları topladım. On sayfalık kitaplar da dahil hepsi 24 tane. Đntepe Topçuları, şunlar bunlar… Bir tane de yeni bir roman çıkmıştı

14

“Geldiler Gördüler ve Gittiler” Sepetçioğlu’nun. Onun dışında hiçbir şey yoktu. Ve ben Çanakkale’yi yazmayı boynuma borç bildim ve çalışmaya başladım tabi. Epeyce zamanımızı aldı, yedi senemizi filan aldı.

Diğer eserlerinde olduğu gibi “Çanakkale Mahşeri”nde de, gün ışığına çıkarılamamış

olaylar, kahramanlar gün ışığına çıkarılarak, Türk tarihi ve Türk milletinin hizmetine

sunulmuştur. Mehmed Niyazi, “Çanakkale Mahşeri” ve genelde de tarihi roman

yazmadaki amaçlarından bazılarını şöyle açıklamaktadır:

Tarihimizdeki çok önemli bir olayı yerine oturtmak, yetişen nesillerin o atmosferi teneffüs etmelerini, ondan gıdalaşmalarını sağlamak için Çanakkale Mahşeri’ni yazdığımı söylersem, herhalde boyumu aşan bir iddiada bulunmuş olmam. Batılılar tarihle iç içe yaşarlar, hafızaları engindir, ona bağlı olarak idrakleri de kuşatıcıdır. Dünyanın geldiği yeri bildikleri için gideceği yeri de tahmin ediyorlar. Doğu, yazboz tahtasına dönmüştür. Ahmed’in yaptığını Mehmed, Mehmed’in yaptığını Ali bozar. Herkes kendisini evrenin merkezi kabul eder. Tarih bilinmediği için ahali de onu bir lütuf zanneder. Halbuki hayat taş üstüne taş koymakla yükselir, zenginleşir. Tarihî romanlar idrakimizi, hayatımızı derinleştirecektir. Tarihimizi seveceğiz. Đnsan sevdiğini yakından tanımak ister. Tarihimizi iştiyakla öğrenmeye çalışacağız, tarihimizi öğrendikçe içinde bulunduğumuz durumu gerçekçi bir tarzda analiz edeceğiz. Bu da bize önemli yarınlar getirecektir (Hasanoğlu: 2004).

Mehmed Niyazi, Çanakkale’yi konu edinirken aynı zamanda dönemin de bir

fotoğrafını çekmektedir. Okuyucu 1910’lu yıllarda dünyadaki genel siyasi durumun

bilincine varmakta ve bu farkına varış aynı zamanda Çanakkale Savaşı’nın da sebep

ve sonuçlarını ortaya koymaktadır. Mehmed Niyazi, yaptığının tarih olmadığını

ancak tarihi doğru anlatmaya çalıştığını şöyle belirtmektedir:

Yazdığımızın tarih olmadığını biliyoruz. Ama tarihi olayları aksettirmek aynı zamanda roman yazmak; zaten tarihi romanların zorluğu burada yatmaktadır. Tarih değil roman ama hakikatle uyum içerisinde örtüşmek durumundadır.∗

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

15

Kuşkusuz tarihi olayları tam olarak anlayabilmek için, tarihi olayın cereyan ettiği

coğrafi mekanı da iyi bilmek gerekmektedir. Mehmet Niyazi de, bu bilinçle hareket

etmiştir. Kitaplarını yazma safhasında devamlı suretle gerektiği takdirde ele aldığı

tarihi olayın geçtiği yerleri gidip bizzat görerek incelemiş ve bu araştırmasından

sonra eserlerini şekillendirmiştir. Örneğin “Çanakkale Mahşeri”ni yazarken olayın

geçtiği yeri doğru anlatmak için yaptığı çalışmayı da Mehmed Niyazi şöyle

anlatmaktadır:

Çanakkale’yi yazarken devamlı Çanakkale’ye gittim. En azından bir onbeş defa yazım sırasında gittim. Almanlar tabi Çikolata Tepesi, şu tepesi bu tepesi demiş ama tabi adam yabancı, harp içerisinde yanlış da tespit etmiş olabilir. Bakalım doğru mu diye gittim. Ve pek çoğunda yanlışlar da vardı, onları düzelttik. ∗

Mehmed Niyazi, “Yemen! Ah Yemen” adlı tarihi belgesel niteliğindeki esrine bir

haritayla başlamaktadır. Diğer tarihi romanlarında olduğu gibi “Yemen! Ah

Yemen”de de uzun süren araştırmalar sonucunda elde edilen bilgiler ışığında tarihi

gerçekleri yansıtmayı hedefleyen Mehmed Niyazi, bu eserinde de tarihi gerçeği

olduğu gibi aktarmak amacıyla Yemen’deki gelişmelerin olduğu tüm yerleri düzenli

bir şekilde olay akışıyla tutarlı bir şekilde eserine yerleştirmiştir. Kitap okunmadan

eserde yer verilen haritayı incelemek okuyucunun kitabı okurken zihinsel bir

organizasyona gitme fırsatı verebilmektedir. Aynı şekilde kitabın okunmasından

sonra tekrar harita incelendiğinde olay akışı da okuyucunun zihninde

canlanabilmektedir. Haritada belirtilen yerler ile romanda anlatılan olayların tarih

öğrencisinin zihninde canlanması, tarihi romanın tarih öğretimine katkılarından biri

olarak ifade edebiliriz. “Yemen! Ah Yemen” de Hudeyde, Bacil, Hacil, Meneha,

Ravza, Şahare, Huş, Babül Mendep Boğazı ve Yemen’in başkenti San’a kitapta sıkça

geçen yerlerin başında gelmektedir.

Mehmed Niyazi’nin (2005b), “Yemen! Ah Yemen!” adlı eserinin arka kapağındaki

not şöyle yazılmıştır: “… Ansiklopediler “Yemen’de ölen Türklerin sayısını tarih

bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor” derlerken nesillerle süren dramımızı

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

16

anlatıyorlar; fakat hiçbir dram unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir.”

Yemen gerçekten de Anadolu insanı için iyileşemez bir yara gibidir. Yemen’e

gidenler adına türküler, ağıtlar yakılmış; şiirler yazılmış ve bunlar dilden dile

günümüze kadar ulaşmıştır. Çok büyük acıların yaşandığı, çok büyük kayıpların

verildiği bunun yanı sıra büyük bir vatan toprağının kaybedildiği Yemen, ihmal

edilmiş ve araştırılıp açıklığa kavuşturulamamış ve böylelikle de toplumun yaralarına

merhem bulunamamıştır.

Mehmed Niyazi, Yemen’in bu durumunun tesiri altında kalarak Yemen’i kaleme

almıştır. Diğer eserlerinde olduğu gibi “Yemen! Ah Yemen!”i yazarken de Mehmed

Niyazi yoğun bir araştırma içine girdiğini anlatmaktadır.

... Benim niyetim tarihimizi gençlerimize öğretmek, dolayısıyla Yemen tabi hepimizin içinde bir acıdır. Ama sadece adını biliyoruz, başka bir şey bilmiyoruz. Yemen’i ele aldık, işte oradaki bütün dokümanları okuduk. Oradaki batılıların bölücü hareketlerini incelemeye çalıştık. Ve o Yemen’de gördüğümüz bütün kahramanlar gerçek, yaşamış kahramanlardır.∗

Mehmed Niyazi, aydın olmanın topluma karşı verdiği sorumlulukla hareket ederek

ele aldığı “Yemen! Ah Yemen!”i yazmasındaki amacını şu şekilde açıklar:

Acizane tarihi bir atmosfer oluşturma gayreti içindeyim. Yeni nesiller o atmosferi teneffüs ederek yetişirlerse, ciddi bir tarih şuuruna sahip oluruz. Ve biz milletçe tarih şuuruna sahip bir nesle çok muhtacız. Çünkü tarih şuuru kadar doğru yön gösteren bir pusula, ne de onun kadar bir milletin, bir memleketin sigortası olan bir fenomen vardır (Öztürk: 2004).

Mehmet Niyazi, “Yemen! Ah Yemen!” adlı eserini yazarken de Yemen’e gidip yine

coğrafi mekanı doğrulama yoluna gitmiştir. Mehmed Niyazi, bu alanda yaptığı

çalışmayı da şöyle aktarır:

Tabi Çanakkale gibi Edirne gibi sık sık gidemeyeceğimiz Yemen romanını yazdıktan sonra basılmadan önce elimize aldık Yemen’e gittik 11 gün orda kalıp yalnız o yerlerin doğru mu yanlış mı, sanat

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

17

okulu burada mı şurada mı? ...Yani kitabın inandırıcılığı sadece kahramanlara bağlı değil, o coğrafya, o atmosfere de bağlı. Bu bakımdan benim için mühim bunlar.∗

Mehmed Niyazi’nin büyük hassasiyetle eserlerinde üzerinde durduğu ve yukarda da

değindiğimiz tarihi romanlarındaki kahramanlar hususudur. Mehmet Niyazi, tarihteki

kahramanlarla oynamanın yanlış olduğunu sık sık dile getirir. Mazide devlete ve

millete büyük hizmeti olan kahramanların gençlere doğru tanıtılmasının milli şuurun

oluşmasında etkili olduğunu belirten Mehmed Niyazi, detaylı araştırmalarla

günışığına çıkardığı tarihi kahramanları, içinde bulundukları olaylarla birlikte,

herhangi bir saptırmaya yer vermeyecek şekilde kaleme almıştır. Tarihi

romanlarındaki karakterlerin tamamı gerçek olan Mehmed Niyazi, sadece

“Çanakkale Mahşeri”nde iki tane gerçek olmayan karaktere yer vermiştir. Mehmed

Niyazi, bunun sebebini ise şöyle açıklamaktadır: “ Đki tane yaramaz tip var; biri

Mendebur Đdris, diğeri de Muzır Ruşen’dir. Onları da herkes kahramandır

demesinler. Hiç yaramaz Osmanlı askeri yok mu? Sorusuna muhatap olmayayım

diye onları ben koydum” der.∗

Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarında karşımıza çıkan diğer önemli husus ise,

eserlerde geçen zamanın gerçek zaman olmasıdır. Mehmed Niyazi “Yazılamamış

Destanlar”da gelişmeler 1912- 1913 yıllarına denk gelmektedir. “Çanakkale

Mahşeri”nde ise Mehmed Niyazi, Çanakkale Savaşı’nı ilk saldırıdan savaşın zaferle

sonuçlanmasına kadar tarihi süreç içerisinde aktarmaktadır. Bu gelişmelerde 19

Şubat 1915’ten 18 Mart 1916’ya kadar devam etmektedir. Birinci Dünya Savaşı

yıllarına denk gelen bu dönemde meydana gelen diğer gelişmelerin etkileri de esere

yansıtılmıştır. “Yemen! Ah Yemen” romanında ise Mehmed Niyazi, 1905’te

Yemen’de ortaya çıkan isyanlarla eserine başlar ve Yemen’deki gelişmeler tarihsel

süreç içerisinde 1918’deki Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar devam eder.

Yemen anlatılırken özellikle mektuplar ve telgraflarla kesin tarihler verilmiştir. Yine

Yemen olayları uzun bir süreci kapsadığından, bu süreçte Osmanlı Devleti ve

dünyada cereyan eden olaylar da esere yansıtılmıştır. Böylelikle dönemin tarihsel

∗ Mehmed Niyazi ile 23 Ağustos 2008’de yaptığımız görüşmeden.

18

olaylarının bir bütün halinde okuyucu tarafından algılanması da tarih öğretimi

açısından önem arz edebilmektedir.

1.3. Problem Durumu

Ülkemiz eğitim sisteminde tarih öğretimi, önemli bir yer tutmaktadır.

Đlköğretim birinci kademede başlayan tarih öğretimi, üniversitelerimizdeki

programlarda da sürdürülmektedir. Ancak yakın zamana kadar verilen tarih

eğitimi doyurucu olamamıştır (Dilek, 2001; Tekeli, 1998). Konular hayattan

kopukmuş şeklinde algılanmış ve tarih dersleri çekilemeyen, can sıkıcı dersler

olarak ya da insan yaşamına bir şey katmayan konulardan oluştuğu yargısı

hâkim olmuştur.

Dilek’e (2001, 18) göre;

Tarih değişimin bilimidir. O geçmişten günümüze yaşanan olaylar arasındaki farklılık ve benzerlikleri incelerken, olaylarla insanlar arasındaki ilişkileri, insanların olaylar karşısında gösterdiği tepkileri ve bu tepkilerdeki değişimi, bireysel, kültürel ve toplumsal değişimi, değişimdeki sürekliliği, değişimde yaşanan sebep-sonuç ilişkilerini konu alanı olarak seçer.

Dilek’in değindiği bu kavramlar yani tarihin konu alanları, tarih öğretiminde

tarihsel romanlarla daha anlamlı hale getirilebilir. Tarihi romanın tarih

eğitiminde kullanılması, geçmişimizle ilgili bilgi edinmenin dışında tarihsel

düşüncenin gelişmesine de olanak sağlayabileceği düşünülmektedir.

Bilgi edinmeyi ve tarihsel düşüncenin gelişmesini sağlayacak olan tarihi

romanların birtakım özelliklere sahip olası gerekmektedir. Burada işaret

ettiğimiz, özellikle tarih öğretiminde kullanılacak olan tarihi romanlar içindir.

Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının seçilmesinde, bu romanların tarih

öğretiminde kullanılabilecek niteliklere sahip olmasından kaynaklanmaktadır.

Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının özellikleri “Mehmed Niyazi’nin Tarihi

Romanlarını Yazarken Kullandığı Usul” başlığı altında bu bölüm içinde

19

belirtilmiştir. Bu özellikler Mehmed Niyazi’nin eserlerinin analizi safhasında

eserlerle bütünlük içerisinde ayrıntılı bir şekilde incelecnecektir.

Edebiyat ve tarih, ölü olarak nitelendirilen geçmişin hayat damarlarıdır. Geçmiş

üzerine bugün ve bugün üzerine de gelecek inşa edilecekse, yeni nesiller, tarih

öğretiminde tarihi romandan faydalanmalıdır.

1.4. Amaç

Bu çalışmanın amacı, tarihi romanların tarih öğretiminde kullanılarak, tarihsel

bilginin insanlar için ne ifade ettiğini, mazideki insanlar arası ilişkilerin nasıl

şekillendiğini ve edebi bir söylemle tarihsel bilgilerin tarih öğretiminde nasıl

aktarılabileceğini; Mehmed Niyazi’nin romanlarında hangi dönemlere

değinildiğini ve tarih öğretiminde, bu romanların yerinin ne olduğunu ortaya

koymaktır.

Hedeflenen diğer amaçlar şöyle sıralanabilir:

1. Tarihi romanın tarih öğretiminde ne şekilde kullanılabileceğini tespit

etmek,

2. Mehmed Niyazi’nin incelenecek olan tarihi romanlarının genel

özelliklerini tespit etmek,

3. Mehmed Niyazi’nin romanlarındaki tarihi bilgiyi tespit etmek,

4. Mehmed Niyazi’nin romanlarının, tarih öğretiminin hangi aşamalarında

kullanılabileceğini belirlemek,

5. Mehmed Niyazi’nin tarihi romanlarının, tarih öğretimi açısından

önemini ortaya koyma hedeflenmektedir.

1.5. Önem

20

“Roman toplumun ve insanın aynasıdır.” Tarihsel içerikli romanlarda,

geçmişteki insan her yönüyle ortaya konulmaktadır. Đnsanlar duygularıyla,

düşünceleriyle, sosyal yönleriyle, siyasi faaliyetleriyle, kültürel ve ekonomik

etkinlikleriyle tarihsel romanın içinde yer alırlar. Dolayısıyla tarihsel roman,

önemli bir tarihsel materyal olarak kullanılabilir. Tarihi romanın, tarih

öğretiminde kullanılması, tarihsel düşünce becerilerinin kazandırılması

açısından önem taşımaktadır.

Geleneksel tarih öğretimindeki bilgi aktarmaya dayanan anlayış, tarihsel

romanın kullanılmasıyla yerini tarihsel düş gücü, empati ve yaratıcılığa

bırakacak, ders kitaplarındaki bilgilerle romanlardaki bilgilerin

karşılaştırılmasıyla öğrencinin bir sorgulama içine girmesi de önem arz etmiş

olacaktır.

Bunlarla birlikte tarihi romanlar, gelişen ve çok hızlı bir şekilde değişen

dünyada eğitim kurumlarımızda yetişen yeni nesillerin benliklerini

yitirmemeleri, kültürel ve sosyal çatışmalara girmeden sağlıklı bir gelişme

gerçekleştirmeleri açısından da önem taşımaktadır.

Şimşek (2003), “Tarihsel Hikâyeye Yönelik Öğretmen Görüşleri” konulu deneysel

çalışmasında, Türkiye’de tarihsel hikâyenin, eğitim öğretim ortamına uygun kalite ve

sayı bakımından yetersiz olduğu; konulara uygun tarihsel hikâye başvuru kitabının

öğretmenler tarafından ihtiyaç olarak görüldüğü ve öğretmenlerin öykülerle tarih

öğretimine olumlu baktıkları sonucuna varmıştır. Bu doğrultuda yapılan literatür

çalişması sonucunda tarihi romana dayalı çalışmalarında yeterli düzeyde olmadığı

saptanmıştır. Bu nedenle tarihi romanın tarih öğretiminde kullanılmasını araştıran bu

çalışmanın tarih derslerinde öğrencilerin anlama ve anlamlandırma düzeylerini

artırabilmeleri açısından önem taşımaktadır.

Tarih öğretiminde öğretmen merkezli ve ders kitabıyla sınarlı materyal kullanılması,

bilgilerin ders kitabı aracılığıyla aktarılması yeterli görünmemekte ve bu durumda

öğrencilerin tarih dersine karşı olumsuz tavır takınmaları durumunun ortaya çıkması

sözkonusu olabilir. Ancak tarih derslerinde tarihi romanın kullanılmasıyla öğrenci

21

ilgisinin derse yoğunlaşacağı, aynı zamanda öğrencilerin güdülenme düzeylerinin

artacağı düşünülmektedir.

Bu anlamda seçilen tarihi romanın da özellikleri bakımından önem taşıdığı hususunun

gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Tarihi romanın özelliklerinin öneminden

hareketle tarih öğretiminde kullanılan eserlerin tarihsel bilgileri çarpıtmayan, okuyucuyu

farklı yönlendirmelere sevk etmeyen ya da bir çelişkiler yumağı yaratmaması önem

taşımaktadır. Bu noktada tarihi romanı kaleme alan yazar, yazarın tarihe bakış açısı ve

eserle ne amaçlandığı hususları da önemli olmaktadır.

Mehmed Niyazi, yeni nesillere tarihi sevdirme amacı gütmektedir. Yeni nesillerin

geçmiş, bugün ve gelecek bağlantılarını kurarak kendilerini ve ülkeyi geliştirmelerinde

sağlıklı tarihsel bilgilerle oluşmuş bir tarih bilincinin önemli olduğu Mehmed Niyazi

tarafından da düşünülmesi ve eserlerin bu bilinçle oluşturulması önem taşımaktadır.

Mehmed Niyazi, eserlerini kaleme alırken bir tarihçi sorumluluğuyla hereket etmesi,

eserlerini detaylı tarihsel araştırmalara dayandırması, gerçek tarihi bilgilerin ortaya

çıkarılmasında ve öğrencilerin bir edebi eserin etkileyiciliğiyle tarihi olayları

öğrenebilmesi açısından önemlidir.

Mehmed Niyazi’nin öğrencileri tarihi olayların sebeplerini ve bu olayların insan

yaşamı üzerindeki sonuçlarını düşünmeye yöneltmesi, öğrencilerin sıradan insanların

sıra dışılıklarını görmeleri, günümüz insanlarının da aynı şekilde karşı karşıya

kaldıkları mücadelelerle ve zayıflıklarla karşılaşabilecekleri yönünde düşünmeye

yöneltmesi açısından önemlidir.

Tarihi roman, tüm bilgilerin birbirlerine bağlı bulunduklarını göstermek yoluyla

öğrencilerin müfredat programını aşmalarını sağlayacak bir türdür. Mehemed

Niyazi’nin de eserlerinde olaylar arasında bağlantılar kurması, dönemin sosyal,

ekonomik ve siyasal koşullarını da eserlerine yansıtması, ayrıca bu koşulların

dönemin insanı üzerindeki etkisini detaylı bir şekilde açıklaması, öğrencilerin olayın

geçtiği dönem hakkında bütünsel bir tarihi bilgiye sahip olmaları açısından önem

taşımaktadır.

22

1.6. Araştırmanın Yöntemi

Bütün disiplerin inceleme alanları doğrultusunda kullandıkları bir takım metodlar

mevcuttur. Metod bir çalışmanın istenilen sonucu vermesinde büyük bir etkiye

sahiptir. Đstenilen sonuca ulaşmanın en önemli yolu, seçilen yöntemdir. Araştırmanın

yapıldığı alan tarihle ilgi olduğunda kullanacağımız yolların sayısıda azalmaktadır.

Đnsanların geçmişi anlama, öğrenme arzusu tarih ilmiyle uğraşam bilim adamlarını

yeni yöntenlere, yeni yollar bulmaya yöneltmiştir.

Bu yeni yollardan bir tanesi disiplinler arası bir çalışmayla bütün hakkında bir

sonuca varmadır. Geçmişi ve geçmişteki insanı anlamak içinde bütüncül bir bakış

açısına sahip olmak gerekmektedir. Çünkü insanı anlamak için, insan davranışlarının

birbirleriyle etkileşim içerisinde olduğunu kabul ertmek gerekmektedir. Örneğin

savaşta bir yakınının şehit düşmesi üzerine ağıtlar yakan bir annenin durumunu

sadece psikolojinin kavramlarıyla açıklayabilir miyiz? “Kadın bir travma geçiriyor”

yargısı gerçeği ortaya koymak için yeterli mi? Dolayısıyla sosyal bilimlere bir bütün

halinde bakmakla ancak insanı anlayabileceğimiz kanatindeyim. Bu haliyle

çalışmamız edebiyat ve tarih, aynı zamanda eğitim bilimi alanlarını ilgilendiren ortak

bir çalışmadır.

Bu araştırma, genel anlamda tarihi romanların tarih öğretiminde kullanılabilirliliğini,

özel anlamda ise Mehmed Niyazi’nin üç tarihi romanının tarih öğretimindeki yerini

tespit etmeye yönelik bir araştırma olarak tasarlanmıştır.

Bu araştırma nitel bir desene sahiptir. Yıldırım ve Şimşek (2005, 39) nitel

araştırmayı “Gözlem, görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama

yöntemlerinin kullanıldığı, algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül

bir biçimde ortaya konmasına yönelik nitel bir sürecin izlendiği araştırma” olarak

açıklamışlardır.

23

Nitel araştırmalar bilirli özelliklere sahiptir. Bu özellikleri (Yıldırım ve Şimşek

2005, 41): “(1) doğal ortama duyarlık, (2) araştırmacının katılımcı rolü, (3) bütüncül

yaklaşım, (4) algıların ortaya konması, (5) araştırma deseninde esneklik, (6)

tümevarımcı analiz ve (7) nitel veri” olarak belirtmiştir.

Son zamanlarda sosyal bilimlerde yaygın kullanılmaya başlanan nitel araştırmalar ilk

olarak sosyolojide geliştirilmiş daha sonra ise diğer sosyal bilimlerde benimsenen bir

yaklaşım haline gelmiştir. Yukarda belirtilen nitel araştırmaların özellikleri

doğrultusunda bütüncül yaklaşımın önemini Bogdan ve Biklen (1992) şöyle

açıklamaktadır:

Bir bütünün, onu oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir anlam ifade ettiği gerçeğinden hareketle araştırma konusu bütüncül bir yaklaşımla belirlenir ve toplanan veriler, bütüncül bir yaklaşımla analiz edilir (Akt., Yıdırım ve Şimşek, 2005, 44).

Bu çalışma da, sosyal bilimler içinde disiplinler arası bir durum arz etmektedir.

Özellikle tarih, edebiyat, sosyoloji ve eğitim-öğretim ilişkisi yoğun bir şekilde

işlenmiştir. Bu bakımdan bütüncül bir yaklaşım araştırmada benimsenmiştir.

Nitel araştırmaların diğer önemli bir özelliği tümevarımcı analizdir. Glaser ve

Strauss’un (1967) tümevarımcı analiz ile ilgili fikirlerini Yıdırım ve Şimşek (2005,

47) şu şekilde dile getirmektedir:

Nitel araştırmada tümevarım ilkesi hakimdir. Araştırmacı topladığı tanımlayıcı ve ayrıntılı verilerden yola çıkarak incelediği probleme ilişkin ana temaları ortaya çıkarma, topladığı verileri anlamlı bir yapıya kavuşturma, yani bu verilerden yola çıkarak bir kuram oluşturma (grounded theory) çabası içindedir.

Yaptığımız çalışma da yukarda açıklanan nitel araştırmaların tümevarımcı analiz

özelliğiyle örtüşmektedir. Nitekim çalışmada öncelikle parçaların toplanmasına daha

sonrada bu parçalar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılmasına ve neticede bir

bütünsel sonuca varma durumu sözkonusudur. Bu çerçeve içerisinde çalışmanın

konusunu oluşturan tarihi romanın roman, tarih ve öğretimle olan ilişkileri ortaya

24

koymak amacıyla detaylı bir kaynak taramasıyla veriler elde edilecektir. Bu veriler

sonucunda tarihi romanın özellikleri belirlenmiş olacaktır. Tarihi romanın

özelliklerinin belirlenmesiylede Mehmed Niyazi’nin tarihi romanları tahlil

edilecektir. Elde ettiğimiz tüm verilerin sonucunda ise tarihi romanların tarih

öğretimindeki yerinin ne olduğu sonucu çıkarılmaya çalışılacaktır.

Bu çalışmada yukarda belirtiğimiz yöntem çerçevesinde, yine bir nitel araştırma

tekniği olan döküman analizi sonucunda elde edilen verilerle ele alınan olguların ve

süreçlerin kendilerine özgü şartları olması nedeniyle, ilişkilendirmeler yapılırken

yorumlamalara başvurulacaktır.

Yazıcı’ya (1999,109) göre, “modern yorumcu yaklaşım 19. yüzyılın sonları ve 20.

yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Özellikle Wilhelm Dilthey ve Henrich Richart

tarafından geliştirilen yorumcu yaklaşım Pozitivist bilim anlayışına karşı olarak

ortaya çıkmıştır”.

Yorumcu yaklaşımda sosyal fenomenlerin analizi ile ilgili olarak Yazıcı (1999, 109-

110) şu görüşleri dile getirir:

Sosyal fenomen (kurumlar, sosyal aktivite, davranış) özü gereği anlamlıdır ve bu anlam sosyal aktörlerin ona verdiği anlamla anlaşılır. Öyleyse, sosyal fenomen onu gerçekleştiren aktörlerin görüş noktasından hareketle anlaşılmalı ve açıklanmalıdır.

Bu fikirler bağlamında bu araştırmada incelenen tarihi romanlar tarih, tarih öğretimi,

toplumsal yapı içindeki ilişkisi içerisinde yorumlanmıştır. Bu çalışmada yazar, yapıt,

toplum ve okur ilişkisi bağlamında Mehmed Niyazi’nin eserlerini nasıl

oluşturduğunu ve ne tür prensiplerle eserlerini kaleme aldığı, ele alınan tarihsel

olayların esere nasıl yansıtıldığı, ele alınan olayın geçtiği dönemin toplum yapısı

hakkında bilgi verip vermediği ve eserlerin okur üzerinde ne tür bir etki

bırakabileceği, eserlerin nasıl tarih öğretiminde kullanılabileceği üzerinde durulmuş

ve yorumlamaya gidilmiştir.

25

1.7. Veri Toplama Teknikleri

Tarihçilerin en çok kullandıkları veri toplama metodu doküman incelemesidir.

Tarihsel olaylarda doğrudan gözlem ya da görüşme olanağı mümkün değildir.

Dolayısıyla tarihsel araştırmalarda doküman analizi tek başına veri toplama yöntemi

olarak kullanılabilmektedir. Yıldırım ve Şimşek’e (2005, 387) göre doküman

incelemesi, “ araştırılması hedeflenen olgu veya olgular hakkında bilgi içeren yazılı

materyallerin analizini kapsar.” Bu materyaller çok çeşitlilik gösterebilmektedir.

Kitaplar, gazeteler, antlaşmalar, dergiler, günlükler vb. gibi…

Bu çalışmada tarama araştırmasıyla elde edilen verilerin değerlendirilmesinin yanı

sıra, araştırmanın esasını oluşturan tarihi romanın tarih öğretimindeki yerine örnek

olarak aldığımız Mehmed Niyazi’nin, “Yemen! Ah! Yemen! , “Çanakkale Mahşeri”

ve “ Yazılmamış Destanlar” adlı tarih içerikli üç romanı analiz edilecektir.

Mehmed Niyazi’nin eserlerinin incelenmesinde, bir veri elde etme yolu olarak

görüşmenin de kullanılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir. Bu düşünce

doğrultusunda Mehmed Niyazi’nin hayatı, eserleri, eserlerini yazarken kullandığı

usul vb. gibi konularda bilgi edinmek amacıyla Mehmed Niyazi ile görüşmeler

yapılacaktır.

26

II. BÖLÜM

ROMAN, TARĐH VE TARĐHĐ ROMANLA ĐLGĐLĐ ARAŞTIRMALAR

2.1. Roman Nedir?

Edebiyat yaşamın aynası olarak ifade edilmiştir. Çoğu zaman gündelik yaşam içinde

göremediklerimizi bizlere gösteren bir insan işlevidir edebiyat. Bazen içinde

yaşadığımız toplumun, algıladıklarımızdan ibaret olmadığı; bazen yaşamımızı

şekillendiren tarihimizin bildiklerimizden çok farklı olduğunu; bazen de hayatımıza

katmamız gereken binlerce tadın ve görmemiz gereken binlerce acının olduğunu

gösteren bir aynadır edebiyat ve edebiyat içinde roman.

Sanatsal etkinlikte bulunan her insanın yaşamında roman bir şekilde vardır. Hızla

değişen dünyada bilgi artışının sağladığı kolaylıklarla birlikte inanılmaz bir karmaşa

yarattığı da ortadadır. Bu karmaşa içinde roman yaşamı bütünlük içinde görmemize

katkı yapmaktadır. Bu durumda romanın ne olduğunu açıklığa kavuşturmak

çalışmamız açısından yararlı olacaktır.

Hawthorn (1986), Oxford Đngilizce Sözlüğü’nde romanı şu şekilde tanımlamaktadır;

Roman, belirli uzunluğa sahip, içinde geçmiş ya da çağdaş zamanlardaki gerçek hayatın temsilcileri olan kişilerin ve olayların az ya da çok bir kompleks plan içinde canlandırıldığı kurgusal mensur anlatım ve ya hikâyedir (Akt.: Özdemir, 2000, 6).

Tanımda da belirtildiği gibi roman, kurgusaldır. Yazar eserini oluştururken belli bir

zihinsel etkinlikle bir kurmaca gerçekleştirir. Yazarın kurgusunda gerçek mekânlara,

kişilere ya da olaylara yer verilebilir. Ancak, belirttiğimiz bu durumlar romancının

duygusal ve düşünsel süzgecinden geçerek kurgusunu bütünleyen unsurlar olmuştur.

Gerçekliklerini muhafaza etmekten daha ziyade “gerçek hayatın temsilcileri” halinde

yer edinmişlerdir.

27

Roman, düzyazı biçiminde olan bir anlatım, bir “söyleme”dir. Romanda, tiyatroda ya

da sinemada olduğu gibi izlediğimiz, bize gösterilen belirli bir kurgu bütünü yoktur.

Yazarın okuyucuya anlattıkları, söyledikleri vardır. Çoğu zaman romancı

duygularıyla yoğurduğu serüveni anlatır.

Lukacs (2003, 95) da, romanın bu serüven yönünü şu şekilde vurgulamaktadır:

“Roman içselliğin serüvenini anlatır; romanın içeriği, kendini bulmak için yola

çıkan, serüvenlerle kendini sınayıp kanıtlamak ve kendini kanıtlayarak özünü

bulmak için serüvenlere atılan ruhun öyküsüdür”.

Sadık Tural (2000, 15–19) ise, romanın tahkiye türünden bir edebi tarz olduğunu

belirterek, şöyle bir tanımlama yapmıştır:

Bir ben’in duyduğunu, düşündüğünü tasavvur veya tecrübe ettiğini; başkalarının merakını, heyecanını ve ilgisini uyandıracak tarzda anlatması tahkiye (narration), olay ağının ve ben’lerin çoğalması ise, tahkiye tarzının roman adlı türünün oluşmasını hazırlar. Merak unsurunun çoğalarak, insan, zaman ve mekânı zenginleştirip şekillendirdiği tahkiyeli eserlere roman denir.

Tural (2000, 15), tahkiyenin yedi asli unsuru olduğunu belirtir.

Bunlar:

1. Đnsan

2. Zaman

3. Mekân

4. Merak unsuru

5. Đnsan dışında kalan, ilişkiye girilen, görünen varlıklar.

6. Başka bayutların varlıkları ve Yaratan

7. Dil ve üsluptur.

Yapılan bu tanımlarla birlikte Özdemir (1999, 229) ise romanı, “…düz yazıya

dayanan, genellikle insanların serüvenlerini, iç dünyalarını, toplumsal bir olay ya da

28

olguyu, insan ilişkilerini ve değişik insanlık durumlarını öykülemeyi amaçlayan bir

anlatı” olarak tanımlamaktadır.

Edebiyat eleştirmenleri romanı genellikle iki boyutuyla ele almaktadır. Bunlardan

birincisi sanatsal ve estetik amaçların ötesinde, ticari amaçları öncelikli hale getiren,

çabuk tüketilip aynı zamanda çabuk unutulan, edebi değerden yoksun olduğu iddia

edilen “ popüler romanlar”dır.

Đkicisi ise, sanatsal ve estetik kaygılarla ele alınan, ticari amaçları öncelik haline

getirmeyen, yansıtmadan daha ziyade yorumlamaya yer veren, özgün eserlerden

oluşan “estetik romanlar”dır.

Hulki Aktunç’a göre, “iki tür yazar var, iki tür sanatçı var: yansıtanlar ve

yorumlayanlar”(Akt. Sağlık 2000, 24). Yansıtanlar olarak değerlendirilen romanlar

ya da romancılar sanat kaygısından çok okuru öncelikli amaç edinirken;

yorumlayanlar olarak değerlendirilen roman ya da romancılar ise sanat kaygısını

öncelikli hale getirmişlerdir.

Argunşah (1990, 24) da bu husus doğrultusunda aşağıdaki açıklamalara

değinmektedir;

Đnsanlara öncelikle bir okuma zevki ve alışkanlığı kazandırmayı gaye edinen popüler edebiyat, okuyucusuna hoş vakit geçirten, eğlendiren yayınların yer aldığı alandır. Tarihi roman bu sahada, genel olarak biraz şüpheli olan sanat değeri yüzünden aşk romanları, macera romanları, son yıllarda ise bilim-kurgu romanlarıyla yan yanadır. Ancak burada romanı bir sanat eseri, roman yazarlığını da sanatkârlık zaviyesinden gören tarihi roman ve romancıları ayırmak gerekir.

Moran (2006, 23) ise edebi-sanatsal eleştiri olarak Platon’un görüşlerini bizlere

aktarmaktadır;

Sanat eserleri gerçekliği yansıtmaz, bizi hakikate iletmez; tersine hakikatten uzaklaştırır bizi. Asıl gerçekliği değil de şu görünen yüzeysel gerçekliği yansıtan sanatçı hakikatten uzaklaşan bir adamdır. Đnsanın amacı idea’lara yönelmek olmalıdır.

29

Yaptığımız incelemelerde, sanat yapıtlarının ortaya konulmasından yeniçağın

sonlarına kadar sanat eserlerinin güzellikleriyle estetik zevk uyandırma düşüncesinin

oluşmadığını söyleyebiliriz. Sanat eserlerinin “belli bir işte kullanılmak üzere

yapıldığını” (Moran 2006, 25) görmekteyiz.

Bu aşamada Mehmed Niyazi’nin de romana bakış açısını ortaya kaymak

gerekmektedir. Eserlerini inceleyeceğimiz Mehmed Niyazi, romanın bir olayın

anlatılması olmadığını, aynı şekilde bizi gerçek dünyadan çıkarıp hayal alamine

götüren ve “hoş saatler yaşatan sihirli bir değnek” de olmadığını belirtir. Mehmed

Niyazi romanla ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur:

[Roman] bir devrin, bir memleketin, bir sosyal grubun, bir insanın iç portresidir. Tarihçide, sosyologda, siyaside göremeyeceğimiz çizgileri, yorumları romancıda buluruz. Bunları iyi verebilmek için romancı karakter seçimine, konu bütünlüğüne, usluba, kelime seçimine, dikkat etmelidir (Keleş, 1990, 10).

Bunlarla birlikte sanatın öz istediğini vurgulayan Mehmed Niyazi, edebiyatın özelde

romanın sade ve samimi olması gerektiğini belirtir. Bu özellikler doğrultusunda

Mehmed Niyazi’nin eserlerinin konularını genellikle tarihi olaylar ve gerçek hayatan

seçilen olaylar oluşturmaktadır.

Mehmed Niyazi, ele aldığı konular hakkında detaylı araştırmalar yaparak, olayı gün

ışığına çıkarır ve bu titiz çalışmalardan sonra gerçek hayattan alınan olay ya da tarihi

olay gerçekliğinden veya doğruluğundan bir şey yitirmeden öyküye ve romana

dönüşür. Bu haliyle Mehmed Niyazi eserleriyle tarihi yeni nesillere sevdirme,

öğretme gayesini de gütmektedir.

2.2. Romanın Ortaya Çıkışı ve Tarihi

Belirli bir kurgulamayla ortaya konulan sanatsal etkinliklerin, insanın tarih

sahnesinde toplu halde yaşamaya başlamasıyla birlikte başladığını söylemek yanlış

30

olmaz. Gerek yazılı olsun, gerekse sözlü olsun mevcut edebiyatta kurmacanın her

dönem var olduğunu görmekteyiz. Edebiyat veya sanat kavramlarını kullanmamızın

nedeni de zaten bu eserlerin belirli bir kurgu ihtiva etmeleri, bir bütünlük arz

etmelerinden kaynaklanır.

Đlk kurmaca anlatımları, bugünkü modern romanla kıyaslamamız ve bugünün

romanının özelliklerini belirttiğimiz bu ilk anlatımlarda aramamız söz konusu

değildir. Đlk edebiyat örnekleri genellikle nesirden daha ziyade nazım şeklinde

yazılmışlardır. Yaşanan gerçek hayat anlatılmamış; tanrıların ve efsanevi

kahramanların hayatları betimlenmiştir.

Hawthorn (1986), romanın ortaya çıkışında “romans”ın önemli katkıları olduğunu

belirtmektedir.

17.yüzyıl Fransa’sında gelişen ve efsanevi kahramanlar yerine, hayli stilize ve idealize edilmiş saray hayatını anlatan şövalye romansı, katı ama incelmiş davranış kuralları üzerinde yükselir. Şövalye romansıda yerini aldığı destan gibi, çoğunlukla tabiat unsurlar içerir (Akt. Özdemir, 2000, 7).

Bugünkü modern romanın ortaya çıkışını birçok edebiyat tarihçisi, burjuva

toplumunun oluşmaya başladığı 18. yüzyıla bağlamıştır. Ancak, bugün tanımlanan

kimliğinden bazı önemli farklılıklar içerse de Ortaçağ ve Rönesans edebiyatında da

roman örneklerine rastlanmaktadır.

Hawthorn’a (1986) göre, romanın oluşup, gelişmesinde;

1. Okuma yazma oranının artması 2. Matbaa 3. Pazar ekonomisi 4. Bireyciliğin yükselişi etkili olmuştur (akt. Özdemir, 2000, 8–9).

Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren kâğıdın daha ucuza ve bol miktarda

selülozdan üretilmeye başlanması, modern matbaanın icadıyla birlikte yazılı belge

sayısında inanılmaz derecede bir artma görülmüş, yeni fikirler ve düşünceler kısa

31

zamanda, hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır. Bu durumun doğal bir sonucu

olarak da okuma yazma oranı artmıştır. Kültür düzeyi yükselmiştir. Bu gelişmeler

edebi-sanatsal zevklerin gelişmesini de sağlamıştır.

Aytaç (1998, 97), Rönesans dönemi dönüşümünü şu şekilde aktarmaktadır;

Rönesans’ın aradığı yeni hayat ideali ve üslubu yönündeki gelişmeler, hayat ve dünya görüşündeki ağırlık merkezini, dini yönden estetik yöne kaydırdı. …Artık bundan böyle insanın ideal imajını, dünyayı dini duygular açısından yaşayan ve dini değerlere hâkim bir yer veren “dini insan” değil, serbestçe yaratan san’atkar, şair… v.b. gibi çeşitli alanlarda faaliyet gösteren bir “estetik şahsiyet” teşkil etmektedir. Böylece edebiyat, güzel sanatlar ve politika alanlarında hür, kendi bilincine sahip yeni bir insan ortaya çıkmaktadır.

Ortaya çıkan bu yeni hür insan, günümüzün çok önemli bir edebi türü olan romanın

da ortaya çıkmasında son derece etkili olmuştur.

Roman okuması genel olarak bireysel bir etkinliktir. Herhangi bir roman üzerine

grup halinde tartışmalar olmasına rağmen, bir grubun bir romanı okuması pek

olanaklı değildir. Tarihte de bu tür etkinlikler pek az görülmüştür. Hawthorn,

“roman; tek başına okuyucu kitlesinin satın alabileceği bir fiyata, çok sayıda nüsha

üretebilen matbaa makinesinin çocuğudur”der (Akt., Özdemir, 2000, 8).

Romanın ortaya çıkmasında ve yayılmasında yukarda belirttiğimiz hususların

yanında, romancı ile okur arasında yer alan yayıncı ya da başka bir şekilde de ifade

edilebilen bir tür ekonomik etkinliğin olduğudur. Orta sınıf olarak ifade edilen sınıfın

yükselişi ile romanın ortaya çıkıp gelişmesi birbiriyle yakından ilişkilidir. “Roman

yapısı, tüm edebi yapılar içinde, ekonomik yapılara, piyasa üretimi ve mübadele

yapısına en direkt olarak bağlı olan yapıdır”( Goldmann, 1995, 42).

Burada görüldüğü üzere bireyciliğin yükselişi önemli bir husus olarak ortaya

çıkmaktadır. Roman genelde kişiyi bireyleştirir, bireyin tercihleri, duruşu,

mücadelesi, toplum içindeki yerini konu edinir. Romancının bu tercihine karşılık

okuyucuda kendi bireyselliğinin ifadesini romanda bulmaktadır.

32

Goldmann’da (1995, 25) Roman Sosyolojisi adlı eserinde romanı; “... piyasa için

yapılan üretiminin doğurduğu bireyci toplumun günlük yaşamının edebiyat

alanındaki yansıması” olarak tanımlamaktadır. Bununla birlikte Goldmann (1995,

31–32):

Hiçbir önemli eser, tamamıyla bireysel bir deneyimin yansıması olamaz; roman türü, kavramlaşmamış dokunaklı bir tatminsizlik ve ya toplum içinde, ya da romancıların çoğunun içinde bulunduğu orta tabakada gelişmiş nitel değerlere duyulan dokunaklı bir özlem ölçüsünde var olabilmiş ya da gelişebilmiştir, diye eklemektedir.

Romana destanlar, kahramanlık öyküleri, masallar ve söylencelerin kaynaklık

ettiğini görmekteyiz. Şövalye ve kahramanlık öyküleri, anılar, mitolojik öykülerin

mirası üzerine kurulan romanın ilk örneklerini Pikaresk roman anlayışıyla

görmekteyiz. Pikaresk roman türünün ilk örneği, “Lazarillo de Tormes

eleştirmenlerce ilk modern roman kabul edilen Don Quijote’den 52 yıl önce, 1554’te

yayımlanmıştır”(Kumrular, 2000, 33).

Pikaresk roman, modern romana öncülük etmiş ve modern romanın da ilk temsilcisi

durumundadır. “Pikaresk roman anlayışıyla "yeni bir insan tipi" ortaya çıkarılır.

Romandaki ana figür olan "tip" dünyaya ve toplumsal yaşama "aşağıdan yukarıya

doğru yönelmiş" bir bakışla bakar, bu eksende gezgin bir ruhla yaşar. Sürekli bir

dönüşüm içindedir” (Nanelidere, 2001).

Bu bağlamda edebiyat tarihçileri ilk modern roman örneği olarak 17. yüzyılda

yazılan ve hala güncelliğinden pek bir şey yetirmeyen, Miguel de Cervantes’in

(1547–1616) Don Quijote (1605–1615) adlı yapıtını verirler.

18. yüzyılda ise Đngiliz edebiyatının önemli örnekler ortaya koyduğunu görüyoruz.

Đngiliz romancılar Samuel Richardson’un (1689–1761) Clarissa’a ve Henry

Fielding'in (1707–1754) Tom Jones ile romana katkı sağladıklarına rastlamaktayız.

18. yüzyıla gelindiğinde romanın etkinlik alanı genişlerken; yaşanmışlık

duygusunun ağır bastığı olayların "hikâye" edilmesiyle de yeni bir dönem başlar.

33

Daniel Defoe'nün (1660-1731) Robinson Crusoe'de (1719) "ıssız ada"ya sığınan

insanın serüvenini anlatmasını roman sanatının gelişimine katkı olarak alabiliriz.

Roman sanatının "anılar"ın ötesinde bir edebiyat türü olduğunun, belki de altını en

iyi çizen, bir romandır.

18.yüzyılda Avrupa’da “Aydınlanma Dönemi”nin yaşandığını ve romanında bu

dönemin etkisinde gelişerek önemli ürünler ortaya koyduğunu görmekteyiz.

Aydınlanma düşüncesiyle toplumsal gelişmenin hızlandığı, bilim ve teknolojide

birçok şeyin önünün açıldığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde, günümüzde de

önemini koruyan Goethe’nin (1749–1832) Faust’u (1831) dünya edebiyatının seçkin

bir örneği olarak ortaya çıkmıştır. Ve bu eser yeniçağın simgesi haline gelmiştir.

Diderot (1713–1784) Rameau'nun Yeğeni'ni (1762–63), J. J. Rousseau (1712–1778)

Yalnız Gezerin Hayalleri'ni yazar. Puşkin (1799–1837) Yüzbaşının Kızı, Lermontov

(1814–1841) Zamanımızın Bir Kahramanı romanlarıyla; Victor Hugo (1802–1885)

Sefiller adlı eseriyle döneme ışık tutmuştur. Bu eserler genellikle romantizm

akımının etkisinde olan eserlerdir.

Ondokuzuncu yüzyıl romanıyla ilgili bilgileri Nanelidere (2001) şu şekilde aktarır:

Romanda bakış açısının kurulması, anlatım biçiminin belirlenmesi, romanın yapısını oluştururken kahraman, çevre, olay ekseninde gelişen bireysel ve toplumsal durumların romanın bu yapısı içinde yer alış biçimi. . . gibi roman sanatına dair sorunlar 19. Yüzyıl romanıyla gündeme gelir, ele alınır. Roman kuramının asıl oluşma süreci de bu dönemde başlar. Stendhal (1783–1842), Balzac (1799–1850) Flaubert (1821–1880), Turgenyev (1818–1883), Dostoyevski (1821–1881), Tolstoy (1828–1910), Zola (1840–1902), Henry James (1843–1916), Proust (1843–1916) yüzyılın önemli romancıları olarak öne çıkmaktadırlar.

2.2.1. Türk Romanın Tarihi

Roman, edebiyatımıza Avrupa’dan gelen bir türdür. Özellikle Fransız edebiyatı,

Osmanlı Devleti’nde nesir türünün oluşup gelişmesinde son derece etkili olmuştur.

34

1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanı, Osmanlının siyasi, askeri, kültürel yönden

Avrupa’yı örnek almaya başladığı dönemin başlangıcı olmuştur. Fransa ile olan

ilişkilerimiz bu dönemde daha yoğundur. Avrupa’ya gönderilen öğrencilerinde

Avrupa edebiyat etkisinin Osmanlıya girmesinde rolü büyük olmuştur.

Türk edebiyatında, özellikle roman türünün ortaya çıkıp gelişmesinde ilk çevirilerin

önemli etkisi olduğunu görüyoruz.

Yılmaz (2002, 23), ilk çevirilerle ilgili şu bilgileri vermektedir;

Yazarlarımızı derinden etkileyen ilk çeviriler Fransız edebiyatındandır. Đlk çeviri, Fransız yazarı Fenelon’un Telemaque adlı romanıdır. Eser, 1859 yılında Yusuf Kamil Paşa tarafından çevrilmiştir. Đkinci çeviri, Victor Hugo’nun Les Miserables’idir. Ceride-i Havadis’te Mağdurin Hikâyesi adıyla tefrika edilen ve çevirmeni bilinmeyen bu eserin romanımızı derinden etkilediğini biliyoruz. Daha sonraki çeviriler “Sefiller” adını alacak ve çeşitli kişilerce birçok kez çevirisi yapılarak basılacaktır.

Çoğu edebiyatçı, Çağdaş Türk Edebiyatını ya da Yeni Türk Edebiyatı olarak

adlandırdıklarını Tanzimat’tan itibaren başlatırlar. Tanzimat’tan bugüne kadar

Çağdaş Türk Edebiyatı bazı dönemlere ayrılmaktadır.

Kavcar (1994, 7), bu döneleri aşağıdaki şekilde belirtmektedir.

1. Tanzimat Dönemi (1839 – 1896)

a) Hazırlık Dönemi ( 1839 – 1860)

b) Đlk Kuşak (1860 – 1876)

c) Đkinci Kuşak ( 1876 – 1896)

2. Servet-i Fünun ( Edebiyat-ı Cedide) (1896 – 1901)

3. Fecr-i Ati dönemi ( 1909 – 1912)

4. Milli Edebiyat Akımı (1911 – 1923)

5. Cumhuriyet dönemi (1923 - …)

35

2.2.1.1. Đlk Kuşak (1860 – 1876)

Tanzimat döneminin ilk kuşak edebiyatçıları “toplum için sanat” anlayışını

benimseyen Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Mithat’tır. Bu dönemde

Şemseddin Sami “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adıyla ilk Türk romanını yazar.

Şahin’e ( 2000, 45) göre;

Tanzimat’ın ilanından sonra gelen Türk edebiyatını, klasik Türk edebiyatından ayıran en önemli özellik yeni türler vesilesi ile kaleme alınan edebi metinlerde, modernist fikirlerin yayılmaya çalışılmış olmasıdır. (…) Bu edebiyat, imparatorluğun siyasi ve sosyal durumu ile ilgili modernist fikirlerin yaygınlaştırılması gibi bir fonksiyon üstlenmiştir.

2.2.1.2. Đkinci Kuşak ( 1876 – 1896)

Tanzimat döneminin ikinci kuşak edebiyatçıları, “sanat için sanat” anlayışını

benimseyerek sosyal ve siyasi konulardan daha ziyade bireysel konuları önalanda

tutarlar. Dönemin başlıca sanatçıları, Abdülhak Hamit, Recaizade Ekrem, Sami

Paşazade Sezai’dir. Đlk köy romanı olarak bilinen “Karabibik” Nabizade Nazım

tarafından bu dönemde yayımlanmıştır.

Kavcar (2004, 13), Tanzimat edebiyatı ikinci kuşak dönemine dair şu bilgileri verir:

Đkinci kuşak şair ve yazarları, sosyal faydayı geri plana atarlar. Onlara göre sanat, sosyal faydayı arayan bir araçtan çok, bireysel tutku ve ıstırapları anlatan estetik bir varlıktır. … Bu dönemde, edebiyatımıza “gerçekçilik” anlayışının giderek artan bir hızla girmeye başladığı görülür.

2.2.1.3. Servet-i Fünun ( Edebiyat-ı Cedide) (1896 – 1901)

36

Bu dönem edebiyatı, Tevfik Fikret’in yönetimindeki Servet-i Fünun dergisi etrafında

toplanan edebiyatçılardan oluşmuştur. Tevfik Fikret, Cenap Sahabettin, Süleyman

Nazif, Hüseyin Suat, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın,

Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ahmet Şuayp dönemin en önemli edebiyatçılarıdır.

Servet-i Fünun dönemi Türk romanı, modern manada ilk romanlarımızın ortaya

konduğu edebiyat devresidir. (…) herhangi bir tezden ziyade, hayatı, bireyi irdeleyen

ve anlatan bir edebiyatın hayatla bağı daha sıkı görünmektedir. Servet-i Fünun

romancısının hayat karşısında kesin, ispatlanabilir, şaşmaz doğrular yoktur. Onları

idare eden insanın bireysel trajedisidir (Şahin, 2000, 51).

2.2.1.4. Fecr-i Ati dönemi ( 1909 – 1912)

1909’da bir araya gelen topluluğun en önemli temsilcileri: Ahmet Haşim, Ali Canip,

Yakup Kadri, Fuat Köprülü, Refik Halit, Hamdullah Suphi ve Şehabettin

Süleyman’dır.

Bu dönem edebiyatçıları, bilim, edebiyat ve dil alanlarında yapacakları çalışmalarla

Batı’yla olan ilişkileri yoğunlaştıracaklarını bildirmişlerdir.

2.2.1.5. Milli Edebiyat Akımı (1911 – 1923)

1911 yılında Ömer Seyfettin ve arkadaşları tarafından çıkarılan “Genç Kalemler”

dergisi edebiyatta milliyetçilik akımının başlamasında etkili olmuştur. Konuyla ilgili

Sadık Tural ( 1992, 486) aşağıdaki bilgileri aktarmaktadır;

Milli Edebiyat akımı; dilde ‘Yeni Lisan’. ‘Gökçe Türkçe’, ‘Beyaz Lisan’, ‘Sade Türkçe’ ifadeleriyle halkla bütünleşen ve zenginleştirilmesi gereken bir dil anlayışını savunmakta idi. Edebiyattan ise, milli kelimesinin ‘iptidai’, şalvarlı bir edebiyat değil, ‘ibdaî’ milli lisanla söylenmiş nazım ve nesir anlaşılıyordu”.

37

Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Halide Edip, Yakup Kadri, Fuat Köprülü,

Reşat Nuri bu dönemin en güzel örneklerini verirler.

2.2.1.6. Cumhuriyet dönemi (1923 - …)

“Bu dönemde Kemalizm ideolojisi ve yurtseverlik konuları, Kurtuluş Savaşı coşkusu

ile birlikte geniş bir yer tutar. Konuşma dilinin yazı dili olarak kullanılması

yolundaki anlayış giderek güçlenir.” (Kavcar, 1994, 18). Bu dönemde milli hareketin

devam ettiğini hata siyasi destekle daha güçlendiğini görüyoruz.

Şahin’e (2000, 58) göre, “Cumhuriyet devri Türk romanının ana fonksiyonlarından

birisi, Türklük bilincinin yayılması yolunda yapılan neşriyat ise diğeri de muasır

medeniyetin fikir atmosferini ülkeye taşımak şeklinde tespit edilebilir”.

Cumhuriyetin ilk yıllarında eser veren edebiyatçılar Milli Edebiyatın önemli

temsilcileri olan Halide Edip, Peyami Safa, Reşat Nuri gibi şahsiyetlerle birlikte

Hüseyin Rahmi, Sadri Ertem gibi edebiyatçılarda bu dönemde kendilerini

göstermişlerdir.

1940’tan sonra dünya klasiklerinin çevrilmeye başlanması, önemli bir kültür

atılımının gerçekleşmesini sağlamaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından dünya

edebiyatının seçkin örneklerinin Türkçeye kazandırılması ile hem Batı hem de Doğu

edebiyatı, felsefesi ve bilgisi tanınmış oldu.

1950’lerden sonra Köy romanı Türk edebiyatının önemli bir bölümünü

oluşturacaktır. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın’ın romanlarında ortak

temalarla köy işlenmiştir. Bu eserler Anadolu kültürünün canlılığını korumasında,

sade bir dilin kullanılmasında ve cumhuriyet fikirlerinin aktarılmasında önemli

işlevler görmüştür.

Buraya kadar olan çalışmamızın bu bölümünde roman kavramı, romanın ortaya

çıkışı, romanın ülkemize gelişi ve ülkemizde romanın gelişimiyle ilgili bilgiler

38

işlendi. Bundan sonra ise tarihi roman ve tarihi romanın dünya edebiyatı ve Türk

edebiyatı içinde nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği hususları üzerinde durulacaktır.

2.3. Tarihi Roman

Edebiyat tarihi incelendiğinde, Đlkçağ’dan 18.yüzyıla kadar edebiyatla tarihin birlikte

ele alındığını görmekteyiz. Tarihsel metinlerde ya da edebi metinlerde hem tarih

bilgisinin, hem edebi bilginin, ayrıca estetik unsurlarında bir arada bulunduğunu

tahlil edebilmekteyiz.

Edebiyat ve tarihin birbirinden ayrılması hususunda Yalçın-Çelik (2005, 58), şu

bilgileri aktarmaktadır;

Neo-Klasik dönemle birlikte, edebiyatın kesin kuralları ortaya konmuştur. Böylece ‘tarih’ ve ‘edebiyat’ arasında, bilgi kuramlarına dayalı sınırlar oluşmaya başlamıştır. Tarihin bir bütün olarak algılanma fikri ise, 18.yüzyıl sonlarında 19.yüzyıl başında Schiller’in, ‘evrensel tarih’ kavramı ile gündeme gelmiştir.

Tekeli (1998, 68) de tarihin 17.yüzyıldan itibaren edebiyattan farklılaştığını ve

tarihin içindeki retorik unsurların elenmeye başladığını belirterek “bu farklılaşma

tarihi değiştirdiği kadar edebiyatı da değiştirmiştir. Ama biçim olarak anlatı,

çekiciliğini korumuştur” der.

Tarih ve edebiyatın birbirlerinden ayrılmasına rağmen, tarihi roman, edebiyat ve

tarihin ortak bir noktada buluştukları bir tür olmuştur. Tarihi romanda hem tarihin

verilerinden, hem de edebi unsurlardan yararlanılmaktadır. Edebiyat eleştirmenleri

tarafından popüler roman olarak ifade edilen tarihi roman belki de edebiyat ürünleri

içinde en çok tartışılan edebi türdür. Tarihi roman bir taraftan edebiyatçılar

tarafından tartışılırken ki burada daha çok edebi yön üzerinde durulmaktadır;

tarihçiler için ise eserin tarihsel bilgiye sadık kalıp kalmadığı ve tarihsel düşünceye

katkısının olup olmadığı noktasında tartışmaktadırlar.

39

Bu hususlar göz önünde bulundurularak bundan sonraki bölümde, tartışmalarıyla

birlikte tarihi romanın ne olup olmadığı ve tanımlamasına değinilecektir.

Tarihi roman edebiyat sözlüklerinden A Dictionary of Literary Term’de

“Historical Novel” başlığıyla şu şekilde tarif edilmektedir:

Tarihi yeniden bina eden ve onu hayal olarak yeniden yaratan bir anlatım şeklidir. Karakterler tarihi olabilir veya hayali olarak ortaya çıkarılabilirler. Đyi bir tarihi roman yazarı seçtiği dönemin muhtemel durumlarını ortaya çıkarmaya çalışır (Akt. Argunşah, 1990, 10).

Buna göre tarihi roman, geçmiş dönemleri, geçmişte yaşanmış olayları, geçmiş

dönemlerde yaşamış kahramanların yaşamlarını konu edinen ve bu konuları

yeniden yapılandıran edebi eserdir.

Sadık Tural, tarihi romana getirdiği tanımlamayla bu konuda önemli bir katkıda

bulunmuştur. Tural’a (1991, 231) göre: “Yazarı tarafından gözlenememiş bir

devri, tarihi hakikatlere sadık kalarak anlatan romanlara tarihi roman adı

verilir”.

Tural, tarihi romanda işlenen konunun, romancı tarafından gözlenemeyen

geçmiş devirlerde yaşanmış olaylardan oluşması gerektiğini vurgulayarak

tarihte yaşanmış olaylara ve olgulara sadık kalınması gerektiğini de

vurgulamaktadır.

Tarihi roman üzerine önemli çalışmalarda bulunan ve değerli bir

akademisyenimiz olan Hülya Argunşah (2002, 444) ise tarihi romanı şu şekilde

tanımlamaktadır: “Tarihi roman başlangıç ve sonucu geçmiş zaman içinde

gerçekleşmiş olan hadiselerin, devirlerin ve bu devirlerde yaşamış olan

insanların hikâyelerinin edebi ölçüler içerisinde yeniden inşa edilmesidir”.

Argunşah’ın özellikle belirttiği husus, edebi ölçülerdir. Edebi ölçüler göz

önünde bulundurulduğunda ise edebiyatın kurgulama esasına dayanan bir tür

40

olduğu gerçeğini bilmemiz gerektiğidir. Kurgulamanın olduğu bir edebi

çalışmada tarihsel gerçeği aramak çokta mantıklı değildir. Bu durumda tarihi

romanın işlediği gerçek ile tarihi hakikatler arasında çok önemli bir fark ortaya

çıkmaktadır. O da romanın kurgu sonucunda ortaya çıkardığı kendi gerçeğidir.

Roman sırtını gerçeğe dayamıştır. Ancak her anlatma bir yeniden kurgulama olduğuna göre romanda dış dünyanın gerçeğinin, anlatan kişi, anlatılan zaman vb. gibi bir takım unsurlar sayesinde ve kurgulama süreci içerisinde değişime ya da yorumlamaya uğramasından, yani gerçeğin değiştirilmesinden söz ediyoruz demektir. Yazar, mevcut malzemeyi kültürü, dünya görüşü, psikolojik ve birikimlerinin gölgesinde yeniden şekillendirir. Ona yeni bir bütünlük kazandırır (Argunşah, 2002, 440).

Alman yazar Alfred Döblin’de, “tarihsel roman her şeyden önce bir romandır, tarih

değil” diyor ( Akt. Göğebakan 2004, 13). Burada şu önemli husus ön plana çıkıyor,

tarihi gerçekten beslenen tarihi romanda, tarihsel gerçeklerin yorumlanması söz

konusudur. Alain, tarihi aydınlatan unsurun roman olduğunu söylerken, belirttiğimiz

bu hususu kastetmekteydi sanırım. Yine tarih kuramı alanında gerçek bir otorite

kabul edilen Carr’a (1996, 34) göre de, “tarih yorum demektir”.

Đster tarihi romanda olsun, ister diğer roman türlerinde olsun, edebi eser yeni ve

kendine özgü bir gerçeklik yaratmaktadır ki, bu gerçeklik estetik bir gerçekliktir.

Şerif Aktaş’ta, tarihi gerçek ile romandaki gerçeklik hususunda şunlara

değinmektedir:

… Her ne kadar tarihi gerçeğin aksettirildiği iddia edilirse de, bu eserler mahiyet itibariyle tarihi zamanda yapılan bir bozulmanın mekân ve şahıs kadrosunda yapılan bir seçimin mahsulü olduklarından yaşanmış hadiselerin belirli bir mizaç ve düşünce aracılığıyla yorumundan ibarettir” der (Akt. Argunşah, 2002, 445).

Yukarda yaptığımız tanımlamaların yanı sıra Türk edebiyatında önemli şahsiyetler

olan Alemdar Yalçın, Gürsel Aytaç ve Fethi Naci’nin yaptığı tanımlamalara

değinmek çalışmamız açısından yarar sağlayacaktır. Aytaç (1999, 244), tarihi

romanı, “Konusunu tarihi şahsiyetlerden ya da olaylardan alan, tarih gerçekliğini

41

kurmaca (fiktif) olayların yaratılmasında kullanan roman çeşidi” olarak tanımlarken;

Yalçın (1992, 187):

Tarihi roman, kendi iç mantık dokusu çerçevesinde mutlaka tarihi çevre, mekân ve olaylarla kahramanın karakteri arasındaki dengeyi kuracak kadar zengin tarih kültürümüzü romancı yeteneği ile birleştirebilmelidir” diye tanımlamaktadır.

Bahri Ata (2000, 161) Mershon ve Hoffman’dan tarihi romanla ilgili aşağıdaki

bilgileri aktarmaktadır.

Tarihi karakterleri ve durumları ilham kaynağı olarak kullanan romanlara ve resimli kitaplara genellikle tarihi roman denir. Tarihi roman; konusu, tarihi olaylar ve kişilerle ilgili [olan] romandır. Bununla birlikte, bunlar, tarihi olduğu ispatlanamayacak unsurlar içerebilir.

Bu çalışmamızda romanlarını inceleyeceğimiz Mehmed Niyazi ise özellikle klasik

roman yazarının her yönden hür olduğunu, ancak tarihi roman yazarının gerçeklere

sadık kalması gerektiğini vurgulamaktadır. Mehmed Niyazi, (Sonraki bölümlerde

daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.) tarihi roman üzerine düşüncelerini şöyle

dile getirmektedir:

Öncelikle yazar her bakımdan hürdür. Konuyu istediği gibi kurgular, kahramanını istediği gibi tanzim eder, görevler verir. Klasik romanda romancı alabildiğine hürdür. Benim kanaatime göre tarihi romanda yazar tarihi olaylarla bağımlı ve sadık kalmak mecburiyetindedir. Ciddi bir yazar olayları olduğu gibi yansıtmayı görev bilir. Tarihi roman okuyan birinin tarihi de öğrenmesi gerekmektedir. Tarihi romanda kurgu romancının harcı olmadığı için yazmak istediği tarihi olaydan nasıl bir senaryo çıkarabilirimin güçlüğü içerisindedir. Tarihi roman, sorumluluğu çok ağır olan bir roman türüdür (Yazıcı, 1999).

Sadık Tural (1982, 225) da, tarihi roman yazarının eserini oluşturmadan önce,

eserinin konusuyla ilgili her türlü tarihi belgeye başvurarak, yoğun bir araştırma

yapması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: “Tarih romancısı vesikanın ortaya

koyduğu malzemeyi önce öğrenir; sonra kendisine tesir eden unsurlar arasında

42

seçmeler, ayıklamalar yapar; daha sonra da edebi yaratmanın sihri ile onlara can

verir”.

Tarihi romanla ilgili yukarda yaptığımız çalışma, tarihi romanda bulunan üç

özelliği dikkatimizi çekmiştir:

1. Okuyucuda gerçeklik duygusu uyandırmak,

2. Yaşanmış olan gerçeklerin yazar tarafından edebi bir üslupla yeniden

kurgulanması,

3. Tarihi romanda geçen konu ya da konuların yazarın yaşadığı

dönemden önce yaşanmasıdır.

2.3.1. Tarihi Roman Türleri

Tarihi romanların, alt türlere ayrılması hususuna edebiyatçılar, çalışmalarında fazla

yer vermemişlerdir. Eğitim bilimciler ve tarihçilerin, tarihi romanı alt türlere ayırarak

incelediklerini görsek de, bu incelemelerin çok kapsayıcı olmadıklarını

söyleyebiliriz. Kimi araştırmacılar, tarihi romancının kullandığı yönteme göre bir

sınıflandırmaya giderken; kimi araştırmacılarda tarihi romanları yazıldığı döneme

göre sınıflandırmıştır.

Blos üç tip tarihi romandan söz etmektedir. 1. Kurgusal anılar 2. Kurgusal aile tarihi 3. Araştırmalara dayalı roman ( Akt. Ata 2000, 162)

Edebiyat eleştirmenleri, romanın zaten kurgusal olduğunu ve araştırmaya dayalı

tarihi romanların didaktik bilgiler içermesinden, ders verme amaçlı olduğu izlenimi

yaratacağı veya romandaki yaratıcılığı sınırlayacağı doğrultusunda fikir

yürütmüşlerdir.

Argunşah (2002, 448) bu konuyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:

43

Tarihi devir hakkında araştırmalar yapıp o devrin önemli hadiselerine işaret eden fakat buna rağmen yazdıklarıyla tarihi macera romanı boyutlarını aşamayan pek çok yazar vardır. … Asıl gayeleri, tarihe karşı bir ilgi uyandırmaktır. … Okuyucunun psikolojisini çok iyi bilirler. Buna dayanarak onun hoşuna giden şeyleri yazarlar. … Çoğu zaman kurguda tekrara düşen bu yazarların gayesi, mümkün olduğu kadar beğendirmek ve çok satmaktır. Çok beğenilen ve satılan kahramanın hikâyesinin anlatıldığı romanlar seriler halinde devam ettirilebilmektedir.

Argunşah, popüler tarihi romanların destan ve halk hikâyelerinin yerini aldığını ve

roman karakterinin destan karakteri gibi “düz bir karakter yapısına” sahip olduğunu

belirttikten sonra şu örnekleri vermektedir: “Murat Sertoğlu’nun Battal Gazi (1967),

Battal Gazi’nin Oğlu (1967), Battal Gazi’nin Oğlu’nun Đntikamı (1970)” adlı

eserlerin yanı sıra yazar şu örnekleri de eklemektedir: “Oğuz Özdeş’in Karapençe

(1965), Karapençe Estegonda (1966), Karapençe’nin Đntikamı (1966), Karapençe’nin

Oğlu (1967), Karapençe Voyvodaya Karşı (1967) adlı romanları bu duruma iyi birer

örnektir” (2002,448).

Hoffman ise, tarihi romanın kurgu yönünü göz önünde bulundurarak, iki tür tarihi

kurgu olduğunu aşağıdaki örnekleriyle birlikte belirtmektedir.

1. Ortam tarihseldir, ancak çalışmanın içeriğinde tarihi olay veya kişi yoktur.

“Karen Cushmann’ın Catherine Called Birdy adlı kitabı buna örnektir”.

2. Tarihi kurgudaki ortam ve karakterler olgulara dayanmaktadır. “Patricia

Gauch’nin Thunder at Gettyburg adlı kitabı buna örnektir” (Akt. Ata 2000,

162).

Karakışla (2000, 353) ise, tarihi romanı dört kategoriye ayırarak incelemektedir:

1. Temel olarak alınan tarihi olaylar üzerine kurgusal bir öykü oluşturulur. “

‘Bir Güzel Aşk Hikâyesi’ gibi, olmayan karakterler yaratılır ve o günün

44

şartlarına uygun olarak yaratılır. ‘Üç Đstanbul’ ve ‘Sultan Hamit Düşerken’

buna örnektir.”

2. Tarihi olaylar zinciri olduğu gibi alınarak roman şeklinde tarih anlatılır.

Karakışla “Jönler” romanını örnek olarak vermiştir.

3. Ele alınan bir tarihsel dönem, arka plan olarak kullanılır ve bunun üzerine

kurgu kurulur. Amin Maalouf’un “Semerkant” adlı eseri örnek verilmiştir.

4. Bu kategoride “ideolojik tarihi romanlar” yer almaktadır. Tarihi geçmiş bir

temel olarak alınır ve tarih yeniden kurulur veya yorumlanır. “Yavuz Sultan

Selim Ağlıyor”, “Bir Fedainin Günlüğü”, “Küçük Ağa”; “Kurt Kanunu”, ve

“Kutsal Đsyan” örnek gösterilmiştir.

Tarihi romanların sınıflandırılmasında dikkatimizi çeken başka bir örnek ise

Yılmaz’ın (2000) yapmış olduğu tasniftir. Yılmaz tarihi romanı üç gruba ayırmıştır:

1. Yazarla anlattığı dönemin durumuna göre tarihi romanlar:

a) Yazarın şahidi olduğu dönemi anlattığı tarihi romanlar,

b) Yazarın şahidi olmadığı ancak kaynaklar vasıtasıyla edindiği bilgi

birikiminin mahsulü olan tarihi romanlar.

2. Konularına göre tarihi romanlar:

a) Yalnızca belli bir dönemi konu alan tarihi romanlar, b) Farklı tarihi devirlerdeki olayları birbirleriyle mukayeseli olarak işleyen

tarihi romanlar.

3. Konunun işlenişine, kurgusuna göre tarihi romanlar:

45

a) Tarihi konuyu edebi esere dönüştürürken estetik ölçülerin dikkate alındığı

tarihi romanlar,

b) Popüler tarihi romanlar (Akt. Öztürk 2002, 43 – 44).

Şimdiye kadar yaptığımız sınıflandırmalarda da görüldüğü gibi araştırmacılar tarihi

romanın türleriyle ilgili farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Daha öncede belirttiğimiz

gibi roman türleri içerisinde üzerinde en çok tartışılan tür tarihi romandır ve bu

tartışmaların sürdüğünü de belirtmek gerekir. Sınıflandırmalardaki farklılığın ana

sebebi buradan kaynaklanmaktadır.

Yalçın-Çelik ise, kurgu ve anlatım özellikleri açısından, 1980 sonrası

edebiyatımızdaki tarihi romanları üç ana başlıkla sınıflandırmıştır.

1. Kronolojiye dayalı gerçekçi tarihi romanlar:

Bu tür romanlarda tarihi gerçeklere uyulduğunu görüyoruz. Gerçeklere uymanın

yanı sıra bu eserlerde sanatsal değere de yer verilmiştir. “Bu romanlarda temel

sorun, tarihe ait gerçekliğin ve ayrıntıların romanlarda yer almasıdır. … Bu tarzı

işleyen tarihi romanlar, önemini ve popülerliğini günümüz dâhil, edebiyat

tarihimizin hiçbir danemin de kaybetmemiştir” (Yalçın-Çelik 2005, 76).

a) Popüler tarihi romanlar:

1980 sonrası popüler tarihi romanların özellikleriyle ilgili Oktay (2003) şunları

dile getirmektedir:

1980 sonrası Türk romanı […] toplumsal/siyasal tabanını iyiden iyiye yitirmiş olarak görünüyor. Estetik sorunlar, erotik/pornografik sahne düzenlemeleri, geçmişe taşınmış ve güncel sorun bağlamıyla eklemlenemeyen gösterişçi bir siyasal düzenek ve polisiye kurgu öne çıkmış durumda (Akt. Yalçın-Çelik 2005, 77).

1980 sonrasında popüler kültürün etkileri yaşamımızın her alanına girip, bizleri

etkiledi. Bu noktada Oktay’ın değindiklerini yerinde buluyoruz. Bu dönemde tüketim

46

kültürünün topluma egemen unsur olduğunu söyleyebiliriz. Yaşam tarzları,

ihtiyaçlar, zevkler, alış verişlerimiz metalaşan bir ortam doğrultusunda şekillendirildi

ya da şekillendi. Edebiyatta bu durumdan nasibini alan bir alan oldu.

Sağlık’a (2000, 28–29–30) göre de,

Popüler romancılar, romanlarını kısır ve kopyacı bir muhayyile ile yazarlar. … Yaşadıkları devirlerde ‘meşhur romancı’ adlarıyla [ünlenirler], sanat kaygısı yoktur; Popüler romanlarda, kişilerin tutkuları öne çıkarılır. … Eserin adı önemlidir. Buda okuyucuyu cezp edicidir. … Okunduktan sonra, okurun kafasında sadece ‘öykü’ kalır. … Roman kişileri yaşadıklar toplumun görüş açısının pek dışına çıkmazlar. … Popüler romanlarda günlük hayatın ihtiyaçlarına ve sorunlarına yönelik fikirler yer alır; … Popüler roman okurlarının, eğitim ve kültür seviyeleri genelde düşüktür. … Genelde boş zamanlarını değerlendirmek, duygusal ve ideolojik beklentilerine karşılık bulmak için okurlar.

b) Biyografik, anı tarzında tarihi romanlar:

Bu tarz tarihi romanlar da kronolojiye dayalıdır. “Biyografi, otobiyografi ve belgesel

bir tür olarak tarihle yakından ilişkilendirilebilir bir yapıya sahiptir” (Yalçın-Çelik

2005, 80).

Bu tarz tarihi romanların yaygınlaşmasında, son dönemlerde tarih ve tarih eğitimi

alanında ortaya çıkan yeni anlayışlar etkili olmuştur. Sosyal tarih, kişisel tarih, yerel

tarih, özel tarih gibi farklı tarih yaklaşımları hem edebiyatçıları, hem de okurları

etkilemiştir. “ Tarih yazarları ve romancılar bu dönemde kişilerin, özel kurum ve

kuruluşların, yeni bir bakış açısından, profesyonel bir iş olarak kaleme almışlardır”

(Yalçın-Çelik 2005, 80).

2. Modernist kurgu ile yazılan tarihi roman:

47

Bu tarz romanlarda Peyami Safa’nın “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” ve Ahmet

Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde ilk örneklerini gördüğümüz

gibi bilinç akımı, edebi alıntı, montaj, yeni bir zaman kurgusunun kullanılarak

yazılan tarihi romanlardır.

Bu tarz romanlarda görülen önemli bir husus, edebiyatçıları oluşturdukları edebi

eserlerinde sanatsal yöne ağırlık vermeleridir. “Artık sanatın hayatla değil, sanat ile

ilgisinin kurulması gerekliliği kabul görmeye başlamıştır”(Yalçın-Çelik 2005, 81).

3. Postmodern tarihi romanlar:

Postmodernizm, öncelikle Avrupa’da ortaya çıkıp dünyaya yayılmıştır. Şu anda

ülkemizde ve dünyada etkileri çok belirgin olan bu akının Türk edebiyatındaki ilk

örneklerini Orhan Pamuk vermiştir. Özellikle Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale”, “Kara

Kitap” ve “Benim Adım Kırmızı” adlı eserleri bu türün ortaya çıkmasında etkili

olmuştur.

Postmodern tarihi romanların ortaya çıkmasında, Yeni Tarihselcilik kuramı’nın da

etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu kuramla tarihin yorumsal yönü ön plana

çıkarılmıştır. Birçok tarihçinin, tarihin yorumdan ibaret olduğunu savunmaları

edebiyat ile tarih arasındaki ilişkinin de gelişmesine neden olmuştur. Edebiyatçılar

tarihin kurgu yönünü kullanarak eserler vermişlerdir. “Bu anlayışa göre, tarih

metinleri, bilimsel gerçekleri yansıtmaktan çok, geçmişi yorumlayan kurgular olarak

kabul edilmektedir” (Yalçın-Çelik 2005, 83).

Edebiyatımızda çok değerli edebi eserlerin verilmesiyle birlikte, özellikle son

dönemlerde postmodern tarzda yazılan tarihi romanların sanatsal yönden belli bir

düzeye ulaşamadıklarını görebilmekteyiz. Bizce, bu durumun ana sebebi, tarihi

konuların işlenmesine rağmen yeterli seviyede tarih bilgisine sahip olunmamasıdır.

Tarih bilimindeki yeni düşüncelerin takip edilememesi ya da tarih felsefesinin

araştırılamaması edebi ürünlerin hem edebi özelliklerini, hem de tarihsel özelliklerini

olumsuz yönde etkilediğini söyleyebiliriz.

48

Buna karşılık Mehmed Niyazi ise, bir tarihçi sorumluluğu taşıyarak eserlerini kaleme

almıştır. Mehmed Niyazi’nin eserlerinde tarihi olay zinciri olduğu şekliyle alınarak

kurgulanmıştır. Roman kurgusu sadece olay zinciri üzerine kurulu olmakla kalmaz

aynı zamanda mekan unsuru gerçeğiyle birebir ele alınarak eserlere yansıtılmıştır.

Mehmed Niyazi eserlerinde zaman hususuna da dikkat etmiş ve gerçek zamanı

kullanmıştır. Genellikle şahidi olmadığı olayları seçen Mehmed Niyazi, bu olayları

kaynaklar vasıtasıyla elde edilen bilgi birikimiyle tarihi romana dönüştürmüştür.

2.3.2. Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı

Bilim dünyasında, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren pozitivizm, geçerli felsefi

altyapıyı ve yöntemi oluşturan temel fikir olarak ortaya çıktı. Pozitivizm bütün

bilimlerde olduğu gibi tarih bilimi üzerinde de etkili oldu. Daha doğrusu tarih,

bu düşüncenin ortaya çıkıp bilim dünyasına egemen olmasıyla bilim haline

gelmiştir. Tarihin yanı sıra edebiyatta da roman tarzı, oluşumunu bu dönemde

tamamlamıştır. Yukarda roman üzerinde yaptığımız incelemeyi yeterli

bulduğumuzdan tekrar değinilmeyecek. Ancak romana göre tarihi romanın

ortaya çıkışının daha geç olduğunu söyleyebiliriz. Tarihi romanın ortaya

çıkmasında etkili olsa da, tarihi romanın çoğu zaman pozitivizme dayalı bir

noktadan saptığını ve on dokuzuncu yüzyılda romantizm akımının etkisiyle

ortaya çıktığını da söyleyebiliriz.

Tural’a göre;

Romantikler tarihe yönelip milli benlik, kimlik ve kişilik arayışlarının fikri ve edebi örneği olan eserler vermişlerdir. Bu eserlerin hareket noktası, içinde yaşanılan zamanın çirkinliklerinden, mazinin muhteşem ve huzur verdiğine inanılan, düzenli olduğu kabul edilen devrelerine sığınmak olmuştur. Halka yakınlaşma, vatan ve millet sevgisi, geçmiş muhabbeti, edebi mahsullerin bünyesinden tarih araştırıcılığına, oradan da siyasi hayata sıçramıştır (Akt. Öztürk 2002, 28–29).

49

Destanlar, menkıbeler, gazavatnameler, cenk’namelerde anlatılan efsanevi,

hayali hadiselerin yerini edebiyatta tarihi roman almıştır. Mitoslar, kahramanlık

öyküleri, destanlar, masallar hem birer tarihi ürün, hem de birer edebi ürün

olarak bilimin inceleme alanına girmektedirler. Bu türler tarihi romana

kaynaklık etmiş ve tarihi roman günümüzde belirttiğimiz bu türlerin yerini

almıştır.

Modern roman, burjuvazinin doğuşu, şehirlerdeki hayatın ve ilişkilerin karmaşıklaşması, örf ve adetlerin değişmesiyle ortaya çıkmıştır. Đstilalara uğrayan milletler, geçmişe özlem duymuşlar, kimlik arayışlarına yönelmişlerdir. “Ulus” bilincine kavuşan toplumlar verdikleri istiklal mücadelesi sebebiyle, hatıralarında iz bırakan olayları romanlaştırma yoluna gitmişlerdir. Böylelikle “tarihi roman” dediğimiz tür ortaya çıkmıştır (Fedai, 1998, 6).

Lukacs, bir romana tarihi roman dememiz için tarihi konuları içermesinin yeterli

olmadığını, Scott’an önce yazılmış tarih konulu romanların “yalnızca Antik dönemin

ve Ortaçağın ‘mit’ merkezli öncü yapıtlarının” ve 17. ve 18. yüzyılda yazılmış tarih

konulu romanlar da tarihsel roman kavramını aydınlığa kavuşturacak unsurlar

içermediğini belirtmektedir. Lukacs’ın bu bilgileri doğrultusunda Göğebakan, tarihi

romanı, “herhangi bir tarihsel dönemi ya da olayı gerçeğe yakın, ama sanatsal bir

biçimde aktaran bir roman türüdür”der (Göğebakan, 2004, 14 – 15).

Bu anlamda ilk tarihi romanın Sir Wolter Scott’un “Waverley” (1814) adlı eseri

olduğunu görüyoruz (Yalçın, 1992). Yaptığımız literatür çalışmasında tarihsel

romanlar üzerine inceleme yapan tüm yazınbilimciler bu eseri ilk tarihi roman olarak

gösterirler. Scott, bu eserde tarihsel bir gerçeklik üzerine, kendi hikâyesini roman

kurgusuyla oluşturmaktadır.

Yalçın, Wolter Scott’la ilgili şu bilgileri vermiştir:

Scott’un 1814-1819 yılları arasında yazdığı romanlarının tamamının konusu Đskoçya’dır. Đskoçya’nın bağımsızlık mücadelesi içindeki doğal güzellikleri, tarihi çevresi ve halkın aristokratik yapısı, yazarın ruh dünyası üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. … Onu, tarihi roman türünün kurucusu yapan Đskoçya ile ilgili zengin tarih kültürü,

50

romanlarının konusunu kısa zamanda Đskoçya ve Đngiltere’nin dışına çıkarmıştır (Akt. Öztürk 2002, 30).

Göğebakan’a göre Scott, “Waverly”de “gerçek bir tarihsel olayın içerisine kurmaca”

olarak öyküyü yerleştirir. “Đvanhoe”de ise, öykü “tarihsel gerçeklik üzerinde

kurulmasına rağmen bütünüyle kurmaca bir figür ve onun etrafında” olan olaylar

anlatılmaktadır (2004, 24).

Erkan Sevinç (2004) ise, tarihi romanın ilk örnekleri ve önemine şu şekilde

değinmektedir:

Walter Scott, Đskoçya’nın Edinburgh kentinde doğdu ve hukuk tahsilini bitirene dek bu kentte yaşadı. 1814 yılında “Waverly” adlı romanını yayınladı. Hepsi de Đskoç tarihindeki olaylardan esinlenerek yazılan Waverly romanlarından, 1820 tarihli “Kara Şövalye” ile Đngiltere tarihine geçer. 1823’de yazdığı “Quentin Durward”ın konusu ise Fransız Devrimi’ne aittir, Scott’un.

Tarihi romanın ortaya çıkmasında yukarda belirttiğimiz hususların yanı sıra Fransız

Đhtilali (1789) diğer önemli hususlardan biridir. Fransız Đhtilali, doğurduğu sonuçlarla

önce Avrupa’da, daha sonrada Avrupa’yı çevreleyen alanlarda etkili olmuştur.

Özellikle milliyetçilik/ulusçuluk ve bağımsızlık fikirleri o dönemin

imparatorluklarının yıkılmasında ve milli devletlerin kurulmasında temel neden

olduğu açıktır. Dolayısıyla milli devletlerin ortaya çıkışı ile tarihi romanların ortaya

çıkışının aynı dönemlere denk gelmesi anlamlıdır.

Milletlerin, milli benlik edinme dönemlerinde tarihe yönelmeleri olağan bir

durumdur. Her milletin tarihinde milli şuurun oluşması için tarihe yönelerek, tarihin

verilerinden yararlandığını görmekteyiz. Bu ilk tarihi romanlarda tarihi bilginin son

derece önemsendiğini Sevinç (2004), şu şekilde bize aktarmaktadır.

Gustave Flaubert, Fransız romanının en büyük devi ve ölümsüz eseri "Salammbo” yu yazarken ünlü Kartacalı komutanın güzel kızı’nın makyaj ve giyimini tasvir için; "Üç yüz cilt kitap karıştırdım" demişti. Tarihi bir roman yazmanın, olaylara sahne olan dönemi iyi bilmeyi gerektireceği kesin. Tarihi romanda birçok araştırma yapmak, kitaplar okumak, en zoru o karşına çıkan malzemeden en doğru kısımları

51

seçmek zorunda yazar. Bir romanın kendi özel dünyasını kurarken tarihten aldığın gerçekliği onun içine yerleştirmesi gerekir.

Fransız edebiyatında Flaubert dışında, Victor Hugo’nun “Notre Dame de Paris”,

“Sefiller”; Alfred de Vigny’nin “Çing Mars” adlı eseri; Balzac’ın “Đnsanlık

Komedyası”; Dumas’ın “Monte Cristo”, “Üç Silahşörler”, ve “Siyah Lale” adlı

eserler Fransa’daki tarihi romanın seçkin örnekleridir. Bu eserler milletlerin

bağımsızlık mücadelelerinde son derece etkili olmuş eserlerdir (Yımaz, 2000;

Boynukara, 1997; Türkeş, 2002).

Yukarda değindiğimiz tarihi romanların ilk örneklerinin dışında, Đngiltere’de Charles

Dickens’ın “Đki Şehrin Hikâyesi” ve William M. Thackeray’ın “Henry Esmand” adlı

eseri; Almanya’da Goethe’nin “Wilhelm Meister” adlı eseri de bu türün iyi

örneklerindendir (Türkeş, 2002).

Rusya’da ise tarih ve roman arasındaki ilişkiyi konu edinen ilk örnekler ve aynı

zamanda dünya klasikleri arasında gösterilen Alexandre Puşkin’in “Yüzbaşının

Kızı”, Nicola Gogol’un “Taras Bulba” adlı eserleri ile bugünün dünya edebiyatı

içinde hak ettiği saygın yeriyle Lev N. Tolstoy’un 1869 tarihli ünlü eseri “Savaş ve

Barış”tır (Yılmaz, 2000; Türkeş, 2002).

Gerek ülkemiz gerekse dünya edebiyatında tarihi, malzeme olarak alan edebi

ürünlerin sayısı her geçen gün artarak devam etmektedir. Tarihi romanlarda gerçekçi

anlatım tutumlarının yanı sıra modern kurgu yöntemlerinin kullanıldığı edebi ürünler

de ortaya çıkmış ve bu tür içinde yer edinmişlerdir. Özellikle tarih felsefesi

alanındaki yeni tutumlar tarihi romanların kurgu düzenini de etkilediğini

söyleyebiliriz. Tarihin bir yorum olduğu ve tarihin yazılmasında kurguya da yer

verildiğine dair yeni fikirler, yukarda da kısaca değindiğimiz Yeni Tarihselcilik

Kuramı’nın etkisiyle edebiyat alanında post modern tarihi roman örneklerinin ortaya

çıktığını görmekteyiz. Postmodern tarihi romana en iyi örnek Umberto Eco’nun

“Gülün Adı” adlı eseridir. Türk edebiyatında tarihi romana ayrı bir bölümde

değinileceğinden şu an için örnek verme gereği duymuyorum.

52

2.3.3. Türk Edebiyatında Tarihi Romanın Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi

Türk edebiyatında tarihi romanın ortaya çıkışı 19. yüzyılda Avrupa’dan yapılan

çevirilerin etkisiyle olmuştur. Tarihi romandan önce, toplumumuzda tarihi konuları

işleyen birçok edebi tür bulunmaktaydı. Hem yazılı, hem de sözlü edebiyatımızın çok

zengin olduğunu sosyal yaşamımızda gördüğümüz gibi edebiyat ve tarih

araştırmacıları da bu zenginliği ortaya koymuşlardır.

Edebiyatımızda dini bir mahiyetle ele alınmış olan “menkıbeler”, Türk milletinin

değerlerini tarihin her döneminde en güzel şekliyle yansıtan “destanlar”, içerisinde

kurmacanın da olduğu ve halk arasında anlatılan “halk öyküleri” ile “efsaneler” tarihi

roman işlevi gören edebi türler olmuştur. Şirin’e (2000, 172) göre de, “tarihin

yazımına kaynaklık etmiş olan Gazavatnameler, Menakıbnameler, Fütuvetnameler”

tarihi romana kaynaklık etmişleridir.

Sadık Tural (1993, 70) da, Tanzimat dönemine kadar, tarihsel romanın yerine Dede

Korkut Hikâyeleri, cenk hikâyeleri, zafername ve gazavatname gibi epik karakterli

eserlerin yer aldığını belirtmektedir

Bu hususla ilgili Argunşah (1990, 2) şu bilgileri aktarmaktadır:

Đnsanlık en eski çağlardan beri ortak kavmi ve milli tecrübelerini anlata gelmiştir. Destanlar insanların bu tecrübelerini ihtiva eden en eski edebiyat ürünleridir. … Modern çağda destanların yerini romanlar almıştır. … Cemiyetimizde hata dünya edebiyatında, romanlardan önce insanlara bugünkü tarihi romandan aldıkları hazzı veren eserler bulunurdu. Bunların başında destanlar gelir. Bizim cemiyetimiz için destanlardan sonra Dede Korkut Hikayeleri, cenk hikayeleri, gazavatnameler, Battalnameler, Danişmentnameler, ve Saltuknameler de aynı hamasi duyguların tatmini, geliştirilmesi ve tecrübelerin nakledilmesi doğrultusunda ortaya çıkmış eserlerdir.

19. yüzyıldan itibaren sözlü edebiyat ürünlerinin yanı sıra yazılı edebiyat ürünleri de

hızla artmaya başladı. Đlk olarak Batı edebiyatından yapılan tarihi roman çevirileri

53

örneklerini görüyoruz. Bu ilk çevirilerin etkisi ve dönemin siyasal yapısının etkisiyle

edebiyatımızın tarihi roman türündeki ilk örneklerini de görmeye başlıyoruz. Batı

edebiyatından yapılan ilk örnekler, “Alexandre Dumas Pére’den Monte Cristo,

Kraliçe’nin Gerdanlığı, Üç Silahşör; Xavier de Montépin’den Fakirler Tabibi

(Yalçın-Çelik 2005, 63) adlı eserlerdir.

Türk edebiyatında tarihi romanın ilk örnekleriyle ilgili Çeri( 2000, 363) aşağıdaki

değerlendirmeyi yapmaktadır.

Tarihi roman diyemesek de konusu tarihten geçen romanlarıyla Ahmet Mithat Efendi’ye kadar götürebiliriz. Örneğin “Yeniçeriler” (1871), “Hasan Mellah” (1875), “Süleyman Musi” (1877), “Arnavutlar-Solyotlar” (1888) konuları tarihte geçen romanlardır. Ancak Türk edebiyatında tarih – roman ilişkisini ele alan hemen hemen bütün çalışmalar ilk tarihi roman olarak Namık Kemal’in “Cezmi” (1880) romanını kabul ederler.

Ahmet Mithat Efendi eserlerinde tarihi bir temel kullanmaktadır. Bugün yapılan

tarihi roman tanımlamaları göz önünde bulundurduğumuzda Ahmet Mithat’ın

eserlerinin tarihi romanın Türkiye’deki ilk örnekler olduğunu söyleyebiliriz. Namık

Kemal ise, eserinde tarihi bilinçli olarak işlemiştir. Tarihi romanın bu ilk

örneklerinde eserlerin ele alınışı ve eserlerden beklenen amacın farklı olduğunu

görüyoruz. Ahmet Mithat Efendi daha çok sanatsal/estetik yön üzerinde dururken

aynı zamanda romanı bir araç olarak da kullanılarak ansiklopedik bilgi vererek

halkın kültür düzeyi artırılmaya çalışılmıştır; Namık Kemal’in amacı Türk tarihini

işlemek, tarihi bilgiyi aktarmak ve milli şuuru uyandırmaktır.

Namık Kemal devletin kurtuluşunu maarif ve halkın eğitiminde görmüştür. Bu

nedenle tarihi romanlarında yeni bir insan ideali yaratmaya çalışmıştır. “Onun

iradeci, vazife anlayışına sahip kahraman insanı, roman ve tiyatro eserlerinde

cisimleşir. O, düşünce ve kavramlarını, kahramanlarının ağzından söyletir” (Şirin,

2000, 170).

Bu dönemin tarihi romanlarıyla ilgili Yalçın (1992) şu örnekleri de vermektedir.

Fazlı Necip’in “Dehşetler Đçinde I – III”, Ahmet Hilmi Bey’in “Öksüz Turgut” ve

54

Mehmet Hamdi tarafında yazılan “Define” adlı eserler ilk tarihi romanlar arasında

yer almaktadır.

Tarihi romanın ortaya çıkışı ve gelişimi kuşkusuz dönemin siyasi ve ekonomik

yapısıyla yakından ilgilidir. Tanzimat döneminde Avrupa ile olan ilişkilerimizin yeni

bir boyut kazanarak, Avrupa’nın her yönüyle tanınması romanın şekil ve içeriği

üzerinde etkili olurken; devletin içinde bulunduğu bunalımdan kurtarılmasıyla ilgili

fikirlerin tarihi romanın temel konularının başında geldiğini görmekteyiz. Roman

sosyal ve siyasi ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve sosyal ve siyasi

ihtiyaçları giderecek bir araç olarak da kullanılması şaşırtıcı değildir.

“Tanzimat’tan bugüne yaşanan yoğun sosyal ve siyasi şartlar içerisinde romancının

kendi bireyselliğini anlatacak bir lüksü olmamıştır” (Şahin, 2000, 50). Ancak Serveti

Fünun döneminde tarihi romana yüklenen amacın farklılaştığını hata tarihi romana

ilginin de azaldığını görmekteyiz. Serveti Fünun dönemi II. Abdülhamit’in iktidarda

olduğu zamanda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla istibdat döneminin sosyal ve siyasi

ortamı bu danem edebiyatçılarını bireysel konulara, yeni edebi türlere ve yeni üslup

arayışlarına sevk etmiştir.

Şahin (2000, 51) Serveti Fünun edebiyatıyla ilgili şu bilgileri aktarmaktadır.

Toplumsal davalar, büyük içtimai meseleler, cemiyete ait konjoktürel yaklaşımlar yerini, birtakım bireysel tahlillere ve değerlendirmelere bırakır. … Serveti Fünun dönemi Türk romanı, modern manada ilk romanlarımızın ortaya konduğu edebiyat devresidir. … Serveti Fünun romancısının hayat karşısında kesin, ispatlanabilir, şaşmaz doğruları yoktur. Onları idare eden insanın bireysel trajedisidir.

1908’de Osmanlı Devleti tekrar meşrutiyet yönetimine geçti. Sosyal ve siyasal

yönden II. Meşrutiyet ve sonrası Türk tarihinde büyük trajik olayların yaşandığı bir

dönem olmuştur. Mehmed Niyazi tarih içerikli eserlerinde bu dönemin önemli

olayları olan Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı, Yemen’ de meydana gelen olayları

konu edinmiştir. Mehmed Niyazi’nin eserleri daha sonra ayrıntılı olarak

incelenecektir. Bu dönem edebi eserlerinde Tanzimat döneminde olduğu gibi sosyal

55

ve siyasi olayların konu edindiğini görmekteyiz. Bu dönemin siyasi olaylarının

ülkemiz insanının kolay kolay unutamayacağı derin yaralar açtığını biliyoruz. Büyük

toprak kayıplarının olmasının yanı sıra yaşanan göçler ve dökülen kanlarla Balkan

Savaşları olmuştur. Bu savaşların hemen öncesinde Kuzey Afrika’yı tamamen

yitirdiğimiz Trablusgarp Savaşı, ardından dünyayı sarstığı gibi insanımızı eşi benzeri

olmayan olaylarla karşı karşıya bırakan Birinci Dünya Savaşı ve bu savaş sırasında

meydana gelen olaylar özellikle Kafkas ve Çanakkale cepheleri edebiyatçılarımızı ve

eserlerini etkilemiştir.

1908 – 1922 yılları arası Milli Edebiyat danemi olarak isimlendirilir. Bu dönem

olayları yukarda da değindiğimiz gibi tarihi romanların ana konusunu oluşturmuştur.

Bunun yanı sıra Milli Edebiyat döneminde “Türk tarihinin altın dönemlerini

anlatmak, Türk milletinin niteliklerini ön plana çıkarmak ve Türklük düşüncesini

canlandırmak amaçlanmıştır” (Yalçın-Çelik 2005, 65).

Tarihi romanın yanında bu dönemde, tarih içerikli hikayelerin de yazıldığını

görüyoruz. Burada Ömer Seyfettin “Pembe Đncili Kaftan”, “Kütük”, “Topuz”,

“Başını Vermeyen Şehit”, “Kızılelma Neresi” gibi eserleriyle belirtilmesi gereken

önemli bir edebiyatçıdır. Yine benzer özelliklerde hikâyeler yazan diğer bir

edebiyatçı ise Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur. Müftüoğlu’nun “Altınordu” adlı eseri

örnek verilebilir.

Bizim yukarıdaki ana başlıklarını belirttiğimiz Cumhuriyet dönemi romanına dair

Taner Timur (1991), “Mustafa Kemal’i ve kurtuluşçu cepheyi devrimci bir

yaklaşımla, gerçekçi bir yaklaşımla” ele alan bir romanın olmadığını dile

getirmektedir.

Türkeş (2000, 387) ise Cumhuriyet dönemi romanlarında gündelik hayat anlatılarıyla

ilgili şu önemli hususlara değinmektedir:

[19]60’lı yıllara kadar, geleneksel ilişkilerin, yaşam tarzı ve alışkanlıklarının, töre ve adetlerin aynı kaldığı, inkılâplara ilgisiz duran halkın inkılâplardan anladığının da devletin birtakım

56

buyruklarını yerine getirmek olduğu hemen görülmektedir. Buradan hareketle, Cumhuriyet’in ilanının, Cumhuriyet ideolojisinin merkezine oturan “Osmanlı’dan kopuş” iddiasına denk düşmediği ve resmi tarihte sözü edilen “büyük inkılâpların”, inkılâpları yaşayanların hayatında hiç de büyük değişikliklere neden olmadığı iddia edilebilir. Đstanbul aydını ise Đttihat döneminden bu yana batılılaşma seferberliğinin içindedir zaten.

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatına baktığımızda tarihi romana olan ilginin artığını

görüyoruz. Bu ilginin artmasında Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasının etkisi

önemlidir. Yine cumhuriyet döneminde edebi eserler Osmanlı Devleti’nin kuruluş,

yükseliş, yıkılışı; Birinci Dünya Savaşı, Đttihat ve Terakki, Kurtuluş Savaşı,

Çanakkale Savaşı ve savaşlardaki kahramanlıklar, yeni Cumhuriyet ile Atatürk ve

arkadaşlarını konu edinmişlerdir.

Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminde birçok edebiyatçımızın hem Milli

edebiyat, hem de Cumhuriyet edebiyatı dönemlerinde eser verdiklerini görüyoruz.

Bu dönemde yazılmış tarih içerikli romanlara şu örnekleri verebiliriz: Halide Edip

“Ateşten Gömlek” (1922), “Vurun Kahpeye” (1926); Yılmaz Akbulut “Bingöl

Cepheleri” (1971); Reşat Nuri Güntekin “Gizli El” (1920), “Yeşil Gece” (1928); Aka

Gündüz “Dikmen Yıldızı” (1928); Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Sodam ve

Gomore” (1924), “Hüküm Gecesi” (1927), “Yaban” (1932), “Bir Sürgün” (1938);

Burhan Cahit Morkaya “Đzmir’in Romanı” (1931), “Yüzbaşı Celal” (1933), “Cephe

Gerisi” (1934); Hasan Đzzettin Dinamo “Kutsal Savaş” (1966 – 1968), “Anadolu’da

Bir Yunan Askeri” ( 1988), “Kutsal Barış” (1972 – 1976); Refik Halit Karay “

Đstanbul’un Đç Yüzü” (1920); Mehmet Rauf “Halas” (1929); Nahit Sırrı Örik “Sultan

Hamit Düşerken” (1947); Ziya Mısırlı “Đstiklal Madalyası” (1966); Sedat Pınar

“Anadolu Destanı”(1971); Peyami Sefa “ Mahşer” (1924); Ercüment Ekrem Talu

“Kan ve Đman” (1922) (Türkeş, 2000; Yalçın-Çelik, 2005; Çeri 2000).

Türkeş (2000, 386) savaş zamanlarında yazılan romanların tarihi belge niteliğinde

olduğunu belirterek şu hususlara değinmektedir:

Gündelik hayatı ele alan edebiyat ürünlerinin, o dönemin ruhunu kavramakta önemli belgeler olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de,

57

romanlar ve öyküler – konu edindikleri geçmişin değil- yazıldıkları dönemin bireysel, toplumsal, hukuksal, siyasal ilişkilerinin kokusunu, rengini, seslerini taşırlar.

Yukarda belirttiğimiz konuların dışında bu dönemde Cumhuriyetin Đlanı’ndan sonra

ortaya atılan “Türk tarih tezi düşüncesi doğrultusunda” Türklüğü yüceltmek, Đslam

öncesi Türk kültür ve tarihini tanıtmak amacıyla tarih içerikli romanlar yazılmıştır.

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin açılmasıyla da Osmanlı tarihi dışındaki Türk

tarihine ilginin artığını görmekteyiz. Ancak Çeri (2000, 365), 1923–1990 yılları

arasında bu konuyla ilgili sadece on iki kitabın olduğunu ve bunlardan sekizinin

Cumhuriyetin ilk on yılında yazıldığını belirtmektedir.

Bu dönemle ilgili şu örnekleri verebiliriz: H. Nihal Atsız “Bozkurtların Ölümü”

(1946), “Bozkurtlar Diriliyor” (1949); Adalet Ergenekon “Tuyu-Kunlar” (1978);

Đskender Fahrettin “Asya’da Bir Güneş Doğuyor” (1933), “Sümer Kızı” (1933),

“Tanrının Oğlu” (1939); Abdullah Ziya Kozanoğlu “Kızıl Tuğ” (1927), “Atlı Han”

(1957), “Gültekin” (1958) (Yalçın-Çelik, 2005, 67; Çeri, 2000, 365).

Cumhuriyet döneminde popülist bir bakış açısıyla Osmanlı tarihini ele alan romanlar

yazılmıştır. Bu romanlardaki genel gaye tarih bilinci ve tarih sevgisi vermektir. Çeri

(2000, 364) 1990 öncesinde Osmanlının yükseliş devriyle ilgili çok sayıda tarihi

romanın yazıldığını belirtmektedir.

Osmanlının kuruluşunu anlatan roman sayısı on beş, fetret devrini anlatan on üç, yükselme devrini anlatan on altı, 17. yüzyılı işleyen on iki, 18. yüzyılı işleyen on iki, 19. yüzyılı işleyen on dört iken, Osmanlının yükselme dönemini anlatan roman sayısı otuz birdir. Bu sayıya eşit sayıda romana konu olmuş bir başka dönemde Balkan Savaşları ve Cumhuriyet’in ilk on yıllarını işleyen romanlardadır. Bu romanların sayısı da otuz ikidir. Ancak bu romanlarda Osmanlıdan çok, son dönemde vatanın kurtuluşu için halkın gösterdiği kahramanlıklar işlenmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatan romanlarda da Osmanlının Türklük

yönü üzerinde durularak, Türklerin devlet kurmadaki yeteneklerinin vurgulandığını

görmekteyiz. “Osmanlının kuruluşunu konu alan romanlarda Osmanlının kuruluşu

58

daima kahramanlıklarla, övgüyle yüceltilerek işlenmiştir”(Çeri 2000, 366). Osmanlı

tarihinde yükselme döneminde, özellikle de Fatih Sultan Mehmet ve Đstanbul’un

Fethi övgüler ve kahramanlıklarla romanlarda yerini almıştır. Bu dönemle ilgili şu

örnekler verilebilir:

Đskender Fahrettin “Bizans’ın Son Günleri” (1930), “Đstanbul’u Nasıl Aldık” (1930);

Reşat Ekrem Koçu “Fatih Sultan Mehmet” (1975); Abdullah Ziya Kozanoğlu “ Fatih

Feneri” (1949); M. Necati Sepetçioğlu “Ebemkuşağı” (1980), “Sabır” (1980), “Gece

Vaktinde Gündönümü” (1980); Murat Sertoğlu “Bisans Alevler Đçinde” (1955);

Feridun Fazıl Tülbentçi “Đstanbul Kapılarında” (1954); Nizamettin Nazif

Tepedelenlioğlu “Fatih Devri” (1949); Barbaros Boykara “Konstantiniye Alındı”

(1974), “Fatih Sultan Mehmet” (1974) (Çeri, 2000; Yalçın-Çelik, 2005).

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve yükselişinde etkileri olduğu düşünülen halk

kahramanları ve denizcilerle ilgili de çok sayıda roman yazılmıştır. Bu eserlerde

bireysel kahramanlıkların ön planda yer aldığını ve işlendiğini görmekteyiz. Bu tarz

romanlarda kahramanlar genel olarak Türk ve Đslam kimlikleriyle ön plandadır.

Zalim olana karşı apansız bir mücadele söz konusudur. Bu tarz romanların ortaya

çıkmasında kuşkusuz Osmanlıya ve özelliklede Türklere karşı olan Batı’nın bakış

açısıdır. Türkler barbar olarak nitelendirilmiş ve ön yargıyla eleştirilmiştir. Osmanlı

aydını kendi halkını dahi küçümsemiş ve önceleri Araplar ile Farslar daha sonrada

Avrupa milletlerine hayranlık duymuştur. “… Sonunda Türk’ün yaşadığı topraklar

paylaşılmak istenmiştir. Đşte tarihi romanlarda yazarların bu fikirlere tepki

gösterdiği, bu durum karşısında bir savunu söylemi oluşturduğu görülür” (Çeri, 2000,

370).

Belirttiğimiz bu tarz tarihi romanlara şu örnekleri vermemiz yerinde olur:

Abdullah Ziya Kozanoğlu “Kozanoğlu” (1929), “Kolsuz Kahraman” (1930), “Savcı

Bey” (1931), “Malkoçoğlu” (1933), “Sencivanoğlu” (1938), “Kızıl Kadırga” (1962);

Reşat Ekrem Koçu “Forsa Halil (1962); Đskender Fahrettin “Barbaros” (1938);

Feridun Fazıl Tülbentçi “Barbaros hayrettin Geliyor” (1949), “Turgut Reis” (1958),

59

“Şanlı Kadırgalar” (1964); Ekrem Reşit “Hayreddin Barbaros” (1937); Oğuz Özdeş

“Karapençe” (1965), “Karapençe Estegonda” (1966), “Karapençe’nin Đntikamı”

(1966), “Karapençe’nin Oğlu” (1967), “Karapençe Voyvodaya Karşı” (1967); Yavuz

Bahadıroğlu “”Sunguroğlu” (1973), “Sunguroğlu Bizans Saraylarında” (1974),

“Çaka Bey” (1975), “Sunguroğlu Foça Korsanlarına Karşı” (1977); Yılmaz

Boyunağa “Denizler Ejderi” (1981), “Zafer Rüzgarları” (1989); Ziya Hanhan

“Baltaoğlu Bizansta” (1971), “Başın Sağolsun Akdeniz” (1971) ve “Doğan Reis”

(1970) bu yazarlar ve belirttiğimiz kitapları yukarda değindiğimiz hususları ön plana

çıkarmışlardır (Çeri, 2000, 366; Argunşah, 2002,448).

Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve yıkılışını da konu edinen çok sayıda tarihi roman

yazılmıştır. Osmanlının yıkılış dönemini işleyen tarihi romanlarda olumsuzlukların

temel sebebi Osmanlılık hususuna dayandırılmıştır. Osmanlı Devleti 16. yüzyıldan

itibaren duraklama dönemine, 17. yüzyıldan itibaren gerileme dönemine ve 19.

yüzyıldan itibaren de parçalanma dönemine girmiştir. Parçalanma dönemiyle ilgili

romanlarda da yıkılışın nedenleri 17. yüzyıla kadar götürülmektedir. Ancak yıkılışın

sebepleri bu tarz romanlarda detaylı bir şekilde işlenmemiştir. Parçalanmanın sebebi

olarak padişahların ya da devletin yönetiminde bulunanların kişisel başarısızlıkları,

zaafları gösterilmiştir. “Osmanlının yıkılışı, devlet yapısı, ekonomik, kültürel

nedenlerle açıklamak yerine kişisel başarısızlıkları, zaafları olarak işlenmiştir. Bu

kişisel başarısızlıkları, zaafları gösterenler çoğunlukla hükümdarlar bazen de diğer

yöneticiler ve aydınlardır” (Çeri, 2000, 366). Bu romanlarda da Türklük hususu

üzerinde durulmuş ve hem Osmanlıyı kurtarmaya çalışan, hem de Türk milletinin

varlığını devam ettirmesi Türk unsuruna başlanmıştır.

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasıyla ilgili yazılmış tarihi romanlara şu örnekleri

verebiliriz: Fazlı Necip “Saraylarda Mecnunlar” (1928); Turhan Tan “Hürrem

Sultan” (1937), “Safiye Sultan” (1939), “Osmanlı Rasputini Cinci Hoca”

(Tarihsizdir); Mithat Cemal Kuntay “Üç Đstanbul” (1938); Nahid Sırrı Örik “Sultan

Hamid Düşerken” (1957); Abdullah Ziya Kozanoğlu “Sarı Benizli Adam” (1932),

“Patronalılar” (1934), “Dağlar Delisi” (1952); Enver Behnan Şapolyo “Yıldırım ve

Prenses Olivera” (1944); Feridun Fazıl Tülbentçi “Sultanların Aşkı” (1952), Reşat

60

Ekrem Koçu “Patrona Halil” (1967), “Kösem Sultan”; Mehmet Seyda “Sultan

Döşeği” (1969); Đskender Fahrettin “Abdülhamit ve Afrodit” (1929); Halide Edip

Adıvar “ Sinekli Bakkal” (1936); Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Hüküm Gecesi”

(1927) (Çeri, 2000; Argunşah, 1990; Enginün, 1986).

Tarihi romanları genel olarak incelediğimizde 1980’lere kadar tarihsel

romanlarımızın tarihi gerçekler doğrultusunda yazıldıklarını ya da “ romanlarda

anlatılan tarihi gerçekler, genel doğruların ve resmi tarih anlayışının belli ideolojiler

açısından bir yorumu ya da geleneksel anlayışın bir devamı olmuştur” (Yalçın-Çelik

2005, 74). Oysa 1980 sonrasında tarihi romanlarla ilgili, yukarda belirttiğimiz

anlayışın büyük ölçüde değiştiğini görmekteyiz. Bu dönemde tarih içerikli eserler

popüler bir dal haline gelir. Hem ticari anlamda kazanç sağlayan önemli bir iş olarak,

hem de kitlelerin tüketebileceği yeni yapay ihtiyaçlardan biri olarak görülmeye

başlanmıştır. Popüler kültürün desteklemesiyle - burada medyanın önemli özendirici

etkisini vurgulamak gerekir- kendine piyasa bulan tarihi roman 90’lı yıllarda

inanılmaz derecede artmıştır. Bu artış okuyucu üzerinde de son derece etkili

olmuştur. Okuma alışkanlığı, eğitim düzeyi yüksek ya da elit tabakadan geniş halk

kitlelerine doğru yayılma göstermiştir diyebiliriz.

Bu dönem eserlerin konusunu, Osmanlı dönemi Türklük kahramanları ya da Türklük

unsurunun ihmaliyle Osmanlının yıkılışa sürüklendiğini işleyen romanlar

oluşturmaz. Osmanlı tarihi içerisinde, eğitim, bilim, kültür, sosyal yaşam, ekonomik

yapı, mimari gibi unsurlar tarihi romanlarda işlenmeye başlanmıştır. Yine

Osmanlının sanat ve kültürel yapısının tek bir bakış açısıyla değil, farklı ve eleştirel

bir tutumun benimsenmiş olduğunu görmekteyiz. Bizce bu önemli bir husustur.

Özellikle tarih eğitimi açısından Osmanlının sosyal ve kültürel yapısının edebi

eserlerde konu edinilmesi yarar sağlayacaktır. Farklı bakış açılarıyla ve eleştirel bir

tutumla ele alınan tarihi romanların tarihsel düşüncenin oluşumuna da katkısı olacağı

muhakkaktır. Tek bir bakış açısıyla ele alınan ve ideolojik kaygılarla işlenen eserler,

tarihi eğitiminde tarihsel düşüncenin oluşumuna etkisi azdır ve bazen yanıltıcı

yönlendirmeler ihtiva edebilirler.

61

Çeri (2000, 370), Osmanlı tarihini konu alanı olarak olan tarihi romanlarla ilgili şu

saptamalarda bulunmaktadır:

Osmanlı Türklük unsurları dışında “öteki” olarak çizilmiştir romanlarda. 90’lı yıllardan sonra yazılan romanlarda “öteki” değildir artık Osmanlı ve böyle bir ortamda Osmanlının kültür, medeniyet ve askeri güçleri anlatılır. Osmanlının eleştirisi de kıyasıya vardır bu romanlarda ama bu eleştiri romancının “öteki”ni eleştirmesi değil “biz”i eleştirmesidir. Belki de bu nedenle bu eleştiri ’90’lı yıllardan önceki eleştirilerden çok tepki almıştır.

1980 sonrasında Osmanlı tarihini işleyen tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz:

Şemsettin Ünlü “Yüz Uzun Yıl” (1993); Nedim Gürsel “Boğazkesen/Fatih’in

Romanı” (1995); Selim Đleri “Cemil Şevket Bey Aynalı Dolaba Đki El Revolver”

(1997); Murat Erman “Beyazateş Adası” (1998); Đhsan Oktay Anar “Puslu Kıtalar

Atlası” (1995), “Kitabü’l Hiyel” (1996); Zülfü Livaneli “Engereğin Gözündeki

Kamaşma” (1996); Ahmet Altan “Kılıç Yarası Gibi” (1999); Selma Fındıklı “Nereye

Yüreğim” (1994), “Gözüm Yaşı Tuna Selidir Şimdi” (1997), “Saray Meydanında

Son Gece” (1999); Orhan Pamuk “Beyaz Kale” (1985), “Kara Kitap” (1990),

“Benim Adım Kırmızı” (1998) (Çeri, 2000; Doğan, 2000).

Cumhuriyet döneminde Osmanlıyı konu edinen romanların dışında, Cumhuriyet

tarihini de konu alanı olarak belirleyen çok sayıda tarihi roman olduğunu yukarda da

belirtik. Çalışmamızda Cumhuriyet’in çeşitli dönemlerini işleyen romanlara yer

vererek devam edilecektir.

Cumhuriyet’in ilk yılları son derece sancılı ve değişimin çok hızlı olduğu bir dönem

olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından Mustafa Kemal

Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilen inkılâplarla Cumhuriyet’in ana esasları

belirlenmektedir. Bir taraftan siyasal, hukuk, eğitim ve kültür, toplumsal, ekonomi

alanlarında inkılâplar gerçekleştirilirken; bir taraftan da cumhuriyete karşı ortaya

çıkan Şeyh Sait Đsyanı, Đzmir suikastı, ittihatçıların tavırları gibi sorunlarla

uğraşılmaktadır. Dolayısıyla belirttiğimiz bu sorunlar tarihi romanlarda kendine yer

bulmuşlardır. Bununla ilgili şu örnekleri verebiliriz.

62

Halide Edip Adıvar “Zeyno’nun Oğlu” (1926 – 1928); Kemal Bilbaşar “Cemo-

Memo” (1966–1968); Demirtaş Ceyhun “Asya” (1970); Kemal Tahir “Kurt Kanunu”

(1969) (Türkeş, 2000; Yalçın, 1998).

1920’li ve 1930’lu yıllarda yazılan tarihi romanların önemli bir bölümünde toplumsal

yaşamın eleştirisini bulmaktayız. Eğlence biçimi bu eserlerde eleştirilmiş, danslar,

balolar başta Reşat Nuri Güntekin olmak üzere birçok edebiyatçımız tarafından hiciv

edilmiştir. Doğu-batı karşılaştırmaları yapılarak, doğunun insani yönü üzerinde

durulmuştur. Bu dönemi ele alan yazarlarımızın çoğu, Osmanlı Devleti’nin yıkılıp

yeni Türk devletinin kuruluşu ve cumhuriyete geçiş sürecine tanıklık etmişlerdir.

Toplumsal eleştirinin, toplum karşılaştırmalarının vb. gibi konu edinen eserleri şöyle

örnekleyebiliriz: Reşat Nuri Güntekin “Gökyüzü” (1935), “Miskinler Tekkesi”

(1946), “Kavak Yelleri” (1950); Hüseyin Rahmi Gürpınar “Utanmaz Adam” (1930),

“Kokotlar Mektebi” (1928), “Şeytan Đşi” (1933); Mahmut Yesari “Çulluklar” (1927)

gibi eserler eleştirinin ya da döneme farklı bir açıdan yaklaşan romanlar olduğunu

görüyoruz (Şahin, 2000; Türkeş, 2000).

1930’lu yıllarda romanlarda ele alınan diğer önemli bir husus cumhuriyet

ideolojisinin halka yayılmasını sağlama noktasında romanın bir araç işlevi

görmesidir. “Muasır medeniyetin fikir atmosferini ülkeye taşımak”(Şahin, 2000, 58)

romanlarda işlenen esaslar içerisinde önemli bir yer edinir. Bu dönem romanların

çoğunluğunun mekan olarak Đstanbul ya da Ankara’yı seçtiklerini görüyoruz.

Cumhuriyetin onuncu yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Ethem Đzzet Benice

“On Yılın Romanı” (1932) yayınlanır. Bu roman “baştan sona cumhuriyet

ideolojisine adanmıştır” (Türkeş, 2000, 389). Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Ankara”

(1934), “Panorama” (1954); Mahmut Şevket Esendal “Ayaşlı ve Kiracıları” (1934)

(Yalçın-Çelik, 2005; Türkeş, 2000).

63

1930’lu yıllarda siyasi alanda meydana gelen gelişmelerde tarihi romanlarda

işlenmiştir. Bu yılların en önemli siyasi gelişmesi Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın

açılışı ve daha sonra kapatılmasına rağmen bu partinin siyasi alanda yarattığı etki

romanlara konu olmuştur. Bu romanların belgelere dayalı gerçekçi bir tavır

sergilenerek oluşturulduklarını da söyleyebiliriz. Yukarda değindiğimiz Reşat Nuri

Güntekin’in “Kavak Yelleri” (1950); Kemal Tahir “Yol Ayrımı” (1971); Tarık Buğra

“Yağmur Beklerken” (1981) adlı eserler 30’lu yılların siyasi atmosferini yansıtırlar

(Türkeş, 2000).

1940’lı yıllar Türkiye’de sancılı yıllardır. II. Dünya Savaşı’nın etkisi ülkemizde

belirgindir. Türkiye savaşa katılmamıştır. Ancak sosyal, siyasal ve özelliklede

ekonomik alanlarda sıkıntıların yoğun olduğu bir dönem olmuştur. Siyasal alanda

Demokrat Parti’nin ortaya çıkışı ve Cumhuriyet Halk Partisi ile olan ilişkileri, yeni

siyasi ortamda Türkiye’nin dışa açılmaya başlaması, aynı zamanda halkın

beklentilerinin yine eksik kalması tarihi romanlara konu olurken; sosyal alanda

halkın yoksulluğu, karaborsa ve her yerde oluşan halk kuyrukları romanlarda yer

edinmiştir. Đlhan Engin “Göç Yolları Tıkadı” (1955); Esat Mahmut Karakurt “Ankara

Ekspresi” (1946); Oktay Akbal “Garipler Sokağı”; Şahap Sıtkı “Onbinlerin Dönüşü”

(1967), “Kimin Đçin” (1967); Cevdet Kudret “Havada Bulut Yok” (1959); Reşat Enis

“Ağlama Duvarı” (1949), “Yolgeçen Hanı” (1952); Fikret Arıt “Bu Hayatı Yaşamak

Lazım”(1955); Orhan Kemal “Vukuat Var” (1958); Halide Edip Adıvar “Sonsuz

Panayır” (1946); Samim Karagöz “Yılan Hikayesi” (1953) gibi eserler 1940 yıllarını

ele alan tarih içerikli romanlardır. II. Dünya Savaşı ve bu dönemde ortaya çıkan

olumsuzluklar belirttiğimiz bu eserlerde işlenmesine rağmen edebiyatçılar,

toplumbilimciler ve tarihçilerin bu döneme yeteri kadar ilgi göstermediklerini

görmekteyiz (Türkeş, 2000; Yalçın, 1998; Yalçın-Çelik, 2005).

Türkiye’de 1950’li yıllar son derece önemlidir. Bu dönem daha sonra, hata

günümüze kadar devam eden gelişim ve dönüşümlerin temelini oluşturmaktadır.

1950 seçimlerinin Demokrat Parti tarafından kazanılması ekonomik ve siyasi alanda

önemli değişimlerin başlangıcı ya da hızlandırıcısı olacaktır. Demokrat Parti’nin

halkçılık ve köylülük söylemleriyle geniş halk kitlelerini kendine bağladığını

64

görmekteyiz. Ki bu dönemde köy son derece önem arz eder, çünkü “1950 yılında

Türkiye nüfusunun % 80’i köylerde yaşamakta iken, % 20’si şehirdedir” (Şahin,

2000, 62). Ancak bu tarihten sonra şehirlere göç yoğunlaşmaya başlayacak.

Edebiyatçılarımız önce destekledikleri yeni iktidarı sonra eleştirmeye başlamışlardır.

Bu dönemin tarih içerikli eserlerinde ezen- ezilen, işçi-burjuva, köylü ve köylünün

sorunları, yoksulluklar ile haksızlıklar sol bir söylemle işlenmiştir.

1950- 1960 arası dönemi işleyen tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz: Orhan

Kemal “Hanımın Çiftliği” (1961); Attila Đlhan “Kurtlar Sofrası” (1961); Suat Derviş

“Aksaray’da Bir Perihan” (1964) adlı eserler en önemlileridir. Bu dönemde

zenginleşme, “Küçük Amerika olma sloganlarının etkisi altındaki kültürsüz burjuva

insan tipi (…) mülk ve eşya fetişizmi arkasındaki tutku” edebi eserlere konu

edilmiştir (Türkeş, 2000, 393).

Türkiye’de 1960’lı yıllar son derece önemli olaylara sahne olmuştur. 27 Mayıs askeri

darbesi ve darbenin ortaya çıkardığı yeni durum toplumu her yönüyle etkilemiştir.

Yine bu dönemde, hazırlanan yeni anayasanın getirdiği özgürlük ortamı, yeni sosyal

ve siyasal hareketlenmelerin -68 olayları gibi- ortaya çıkmasına neden olduğunu

söyleyebiliriz. Bu olayların tarihi romanlarda henüz yeterince yer almadığını

görüyoruz. Ancak bu durumun normal karşılanması gerekir. Çünkü yakın tarih

üzerindeki tartışmaların son derece hassasiyet arz ettiğini biliyoruz. Toplumsal,

politik ve bilimsel alanlarda yeteri kadar tartışılabilmiş olan olayların gerçekliği daha

açık bir şekilde ortaya çıkabilmektedir. Tarihsel içerikli edebi eserler de çoğu zaman,

belirttiğimiz bu gerçeklikten faydalanma yoluna gider.

Değindiğimiz hususlar doğrultusunda 1960’lı yıllarla ilgili şu örnekleri verebiliriz:

Samim Kocagöz “Đzmir’in Đçinde” (1973); Atilla Đlhan “Bıçağın Ucu” (1973),

“Sırtlan Payı” (1974), “Yaraya Tuz Basmak” (1978); Melih Cevdet “Gizli El” (1970)

(Türkeş, 2000; Yalçın-Çelik, 2005).

1950’ler de ortaya çıkan köye yöneliş 1960 ve 1970’li yıllarında önemini artırarak

devam edecektir. Bu dönemde edebiyatçılarımız “… henüz çevre bilincinin

65

oluşmadığı bir toplumda, köy ve köylüye ilişkin romanlar, (…)köylü-devlet ilişkisi

boyutunu ele almışlardır”(Şahin, 2000, 62). 60’lı yıllardan sonra köy romantizmi

yerini köy gerçekçiliğine bırakmakta ve birçok yazarımız bu dönemde köyü

eserlerine konu etmiştir. Yaşar Kemal “Đnce Memet”, “Yer Demir Gök Bakır”; Fakir

Baykurt “Yılanların Öcü”, “Irazcanın Dirliği”, “Amerikan Sargısı”, “Onuncu Köy”,

“Kaplumbağalar” gibi eserlerde köy sorunları toplumcu gerçekçi bir tarzda

işlenmiştir. Köy enstitülerinin mezun vermeleri ve bu anlamda eserler kaleme

almalarıyla köyü işleyen gerçekçi romanda artış görülmektedir (Şahin, 2000). Bu

dönem eserlerinde köy öğretmenine önemli görevler ve sorumluluklar yüklenmiştir.

Köy öğretmeni köylüyü aydınlatarak, cumhuriyet fikirlerini yayacaktır.

1980 sonrasında tarihi romanlara olan ilginin çok daha fazla arttığını görmekteyiz.

Bu dönem tarih içerikli edebi eserlerin önemli bir bölümünün popüler tarihi romanlar

olduğunu belirtmemiz gerekir. 1980 döneminde yazılan tarihi romanlarda, yazar ve

okur açısından 1980 öncesi edebi eserlerden önemli ölçüde farklılaşmaktadır. Ticari

amaçlı yazılan eserlerin önemli ölçüde okur bulması, edebiyatçıların bu eserler

üzerinde, edebi niteliklerinin çokça tartışılmasına neden olmuştur.

1980 sonrası tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz: Yıldız Balık “Okyanus Çiçeği”

(2001); Derman Bayladı “Nağmeler Tahtım Olsaydı: III. Selim’in Romanı” (1999);

Mehmet Coral “Bizans’ta Kayıp Zaman” (2000), “Işıklı Yazılsın Sonsuzluğa Adım”

(2001); Reha Çamuroğlu “Đsmail” (1999), “Son Yeniçeri” (2000); Yılmaz Çetiner

“Haremde Bir Venedikli: Nurbanu Sultan” (2001); Vecdi Çıracıoğlu “ Kara Büyülü

Uyku” (1999); Gülseren Engin “Cehenemde Bir Ada” (2001); Teoman Ergül “Selim

Đle Nurbanu”; Tülay Ferah “Mayo mu Osmanlı mı” (2001); Selma Fındıklı

“Gözümün Yaşı Tuna Selidir Şimdi” (1997), “Saray Meydanında Son Gece” (1999),

“Gümüşlü Martı” (2001); Necmi Gürsakal “Floransalı Karlo” (2001); Erdem

Katırcıoğlu “Đsa’nın Esrarengiz Havarisi Kuşkucu Thomas” (1999); Zuhal Kuyaş

“Aşela” (1985); Latife Mardin “Doğu Doğudur” (2001); Arzu Özköse “”ortasında

Bitiveren Aşk” ; Handan Öztürk “Mor Tecavüz” (2000); Kamuran Solmaz “Kiraze”

(2000);; Elif Şafak “Pinhan” (1997); Murat Erman “Beyazateş Adası” (1998); Ümit

Kıvanç “Gaib Romans” (1992); Ahmet Yurdakul “Kahramanlar Ölmeli” (1987); Erol

66

Toy “Yitik Ülkü I-II-III” (1995, 1996), “Yukarı Şehir” (1986), “Toprak Kurşun

Geçirmez” (1988), “Yüz Uzun Yıl” (1993); Sevinç Çokum “Hilal Görününce”

(1984), “Ağustos Başağı” (1989); Emine Işınsu “Cumhuriyet Türküsü”; Mehmed

Niyazi “Çanakkale Mahşeri” (1998); Serpil Ural “Nereye Yüreğim” (1994).

(Türkeş, 1998; Doğan, 2000;Yalçın-Çelik, 2005).

Yukarda belirttiğimiz eserlerin dışında daha çok 1980 sonrasında ortaya çıkan, ancak

1990’lı ve 2000’li yıllarda oldukça ses getiren postmodern tarihi romanlardır.

Postmodern tarihi romanların ortaya çıkıp yaygınlaşmasında Yeni Tarihselcilik

kuramının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yeni Tarihselcilik kuramının tarihi romana

zemin hazırlayan özelliği, bu kuramın “tarihi metinleri, bilimsel gerçekleri

yansıtmaktan çok, geçmişi yorumlayan kurgular olarak” (Yalçın-Çelik 2005, 83)

belirtmesidir. Yeni Tarihselcilik kuramına daha sonraki bölümde değinilecektir.

Burada amacımız 1980 sonrası dönemde postmodern tarzda yazılan tarihi romanların

belli başlı örneklerini vermektir.

Postmodern tarihi romanlara şu örnekleri verebiliriz: Orhan Pamuk “Cevdet Bey ve

Oğulları” (1982), “Beyaz Kale” (1985), “Kara Kitap” (1990), “Benim Adım

Kırmızı” (1999); Adalet Ağaoğlu “Romantik Bir Viyana Yazı” (1993); Hakan

Akdoğan “Nü Peride” (2000); Ahmet Altan “Yalnızlığın Özel Tarihi” (1991), “Kılıç

Yarası Gibi” (1998), “Đsyan Günlerinde Aşk” (2000); Mustafa Altunay “Gabel”

(1995); Đhsan Oktay Anar “Puslu Kıtalar Atlası” (1995), “Kitab’ül Hiyel” (1996);

“Efrasiyab’ın Hikayeleri” (1998); Erendiz Atasü “Dağın Öteki Yüzü” (1995); Faik

Baysal “Ateşi Yakanlar” (1992); Nermin Bezmen “Kurt Seyd ve Shura” (1992),

“Kurt Seyd ve Murka” (1993); Reha Bilge “Sur ve Sultan” (2001); Haldun Çubukçu

“Yıldızsayan” (1996); Murat Hiçyılmaz “Büyük Yapıt” ; Nedim Gürsel

“Bağazkesen” (1995), “Resinli Dünya” (2000); Selim Đleri “Cemil Şevket Bey

Aynalı Dolaba Đki El Rovelver” (1997); Bilge Karasu “Uzun Sürmüş Bir Günün

Akşamı” (1970), “Narla Đncire Gazel” (1995); Ahmet Karcılılar “Fotoğraf

Hikayeleri”; Emre Kongar “Hocaefendi’nin Sandukası” (1989); ayla Kutlu “Kadın

Destanı” (1994), “Emir Bey ve Kızları” (1998); Zülfü Livaneli “Engereğin

Gözündeki Karmaşa” (1996); Ahmet Sipahioğlu “1929” (1997); Elif Şafak “Araf”

67

(2004), “Mahrem” (2000); Buket Uzuner “Uzun Beyaz Bulut Gelibolu” (2001);

Ahmet Yorulmaz “Savaşın Çocukları” (1997) (Yalçın, 1998; Yalçın-Çelik, 2005;

Doğan, 2000; Enginün, 2006).

2.4. Eğitim – Öğretim

Đnsanların toplu yaşama geçmesiyle birlikte eğitim ve öğretin, topluluklar ya da

toplumlar için önemli bir husus olarak ortaya çıkmıştır. Toplumların gelişim

sürecinde eğitim ve öğretim giderek önem kazanmıştır. Günümüzde toplumların en

önemli faaliyet alanlarından biridir eğitim – öğretim. Kişinin gelişimi, bulunduğu

dönemden sonraki dönemlere hazırlık yapması, toplumda yer edinip sosyalleşmesi;

aynı zamanda toplumun devamlılığını sağlaması büyük ölçüde eğitim ve öğretime

bağlı görünmektedir.

Kavcar (1994, 1), “eğitim, çocuk olsun, genç olsun, yaşlı olsun insanlarda sosyal

hayata ve çağa uygun tutum ve davranış değişikliği sağlamaktır” diyor. Ona göre,

eğitimden beklenen üç esas vardır. Bunlar: “Dünü tanıma, bugünü kavratma ve

yarına hazırlamadır”.

Kavcar’ın bu açıklamaları doğrultusunda eğitimin tanımını şöyle aktarabiliriz:

Eğitim (Osm.:terbiye/Fr.-Đng: education, pedagogie): kişinin zihni, bedeni, duygusal, toplumsal yeteneklerinin, davranışlarının istenilen doğrultuda geliştirilmesi, ya da ona bir takım amaçlara dönük yeni yetenekler, davranışlar, bilgiler kazandırılması yolundaki çalışmaların tümüdür (Akyüz, 2004, 2).

Akyüz’e (2004) göre, eğitim hayat boyu süren, planlı ya da tesadüfü olabilen, “okul,

okuma – yazma, ders araç gereçleri ile ve bunların dışında aile veya bir çevre içinde,

kişisel yetişme vs. yollarıyla yapılan öğretme, öğrenme, bilgi aktarma” beceri

kazandıran çalışmaların tümünü kapsar. Eğitimin birçok düşünür tarafından farklı

şekillerde tanımlandığını görmekteyiz. Ertürk’e (1972, 12) göre, eğitim bireylerin

davranışlarında kendi yaşantıları yoluyla ve kasıtlı olarak istendik davranış

68

değişikliği sürecidir. Uzun bir dönemde Türk eğitim bilimcilerin bu tanımı kabul

ettiklerini ancak son dönemlerde, Ertürk’ün bu tanımından uzaklaşan eğitim

bilimcilerin de önemli yer tutuklarını söyleyebiliriz. Demirel ve Kaya’da (2004, 5)

eğitimi, “bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla kasıtlı olarak istendik

değişme oluşturma süreci” olarak tanımlamaktadır. Buna karşılık Oğuzkan (1993,

46) ise eğitimi, “…yeni kuşakların toplum yaşayışında yerlerini almak için

hazırlanırken, gereken bilgi, beceri ve anlayışlar elde etmelerine ve kişiliklerini

geliştirmelerine yardım etme etkinliği” olarak tanımlamaktadır. Değirmencioğlu’da

(1997, 3) eğitimi, “bir insan varlığının yetişmesi ve gelişmesini sağlamak üzere,

kendine özgü tüm imkanların onlar üzerinde kullanılması ve her birinin bizatihi

kendisi” diye belirtmektedir.

Felsefi alanda da eğitimle ilgili birçok tanımın yapıldığını görmekteyiz.

Butler’(1957), “Đdealizme göre eğitim, insanın bilinçlice ve özgürce Allah’a ulaşmak

için sürdürdüğü biteviye çabalardır”der. Felsefi bakış açılarının eğitimle ilgili

tanımları doğal olarak farklıdır. Đdealizmin bu tanımına karşılık; “realizme göre

eğitim, yeni kuşağa kültürel mirası aktararak, onları topluma uyuma hazırlama

sürecidir.” Pragmatist felsefede ise karşımıza daha farklı bir tanımlama çıkmaktadır.

“Pragmatizme göre eğitim, kişiyi yaşantılarını inşa yoluyla yeniden yetiştirme

sürecidir.” Ülkemizde son dönemlerinde pragmatist eğitim felsefesinin daha fazla ön

plana çıktığını görmekteyiz. Đlköğretimde uygulanmaya başlanan yeni eğitim

programının büyük ölçüde pragmatizme dayandığını söylemek yanlış olmaz (Akt.:

Sönmez, 2002, 31). “Marksizm göre eğitim, insanı çok yönlü eğitme, doğayı

denetleyerek onu değiştirecek ve üretimde bulunacak biçimde yetiştirme sürecidir.”

Sovyetler Birliği’nde bu program uygulanmıştır. Natüralizme göre ise, “eğitim,

kişinin doğal olgunlaşmasını artırma ve onun bu özelliğini göstermesini sağlama

sürecidir” (Sönmez, 2002, 3).

Öğretim ise eğitimin içinde yer alan bir kavramdır. Eğitim aşamalarının büyük bir

kısmı öğretim süreci içerisinde gerçekleşmektedir. Akyüz’ün (2004, 2) şu tanımı

eğitim çevrelerince genel kabul görmektedir.

69

Öğretim (Osm.: tedris, talim/Fr.-Đng.: enseignement, instruction): teşkilatlı ve düzenli olarak genellikle bir öğretim kurumunda (okul vs.) öğretmeler tarafından, öğrencilere, araç-gereç kullanarak bilgi aktarılması ve öğretilmesi çalışmalarının tümüdür.

Binbaşıoğlu (1994) ise, öğretimi, öğrenme sürecinin belli bir amaca ve plana göre

düzenli olarak uygun koşul ya da durumlarda yapılan bir sanat olarak tanımlarken;

Selçuk’ta (1998, 133) öğretimi, öğrenmenin gerçekleşmesiyle birlikte bireyde istenen

davranışları geliştirmek amacıyla yapılan iş, olarak tanımlamaktadır.

2.5. Tarih

Vella, tarih ve geçmiş sözcüklerinin genellikle aynı anlamda kullanıldığını, ancak

tarih ve geçmiş arasında birçok fark olduğunu belirtmektedir. “Geçmiş, hâlihazırda

olmuş her şeyi kapsar. Tarih ise geçmişi kaydeder, araştırır, inceler. Geçmiş, ne

olduğunun gerçeğidir. Tarih ise entelektüel tartışmadır.” Vella (2001) da, tarihin

geçmişin bir yorumu olduğuna inanmakta ve Keith Jenkins’in(1991) söylediği şu

sözlerle düşüncesini desteklemektedir, “gerçekten, geçmiş ve tarih birbirine doğru

akarlar.”

Tarih ilmine çok büyük katkıları olan E. H. Carr (1991), tarihi şöyle tanımlıyor:

‘’Tarih, tarihçi ile olaylar arasında bir etkileşim süreci, bugün ile yarın arasında

bir diyalogdur.’’ Burada yapmaya çalıştığımız tarihi tüm yönleriyle tanımlamak

değil elbette, konumuzu bütünleyen bir tanımlamayı yeterli görüyoruz. Tarihe

farklı bir tanımlama getiren Schilling’a (1971,5–6) göre ise:

Tarih, basit bir anlatım, bir hikâye olmadan önce, insanın kendi geçmişidir. Bugün onun başına gelenler, onun özümlediği, yaptığı, duyduğu ve düşündüğü şeyler ya yüzeyde, ya derindedir. (…) Veya eskiden var olan, hiç kuşkusuz geçmişin yüküyle ağırlaşmış fakat gelecekte de süre giden olaylardan ibarettir.

Bir yaşam ne kadar yüzeyde kalırsa kalsın, gene de geçmişine bağlıdır. (…) bir geçmişten yararlı bir gelecek çıkarmak için, bu geçmişin bizde, eylemin, duygunun, algının ve düşüncenin

70

şimdiki halinde, bilinçli olarak bulunması gerekir. …[T]arih, aynı zamanda, başımıza gelmiş olanların bugünkü bilincidir, şimdiki zaman için harekete geçirilebilen ve gelecek zamanı geçmişin körü körüne ve tıpatıp bir tekrarlanması olmaktan kurtaran bilinci.

Vella (2001), tarihin yorum olduğu noktasını vurgulamak üzere, kadın tarihine dair

şu saptamalarda bulunmaktadır. Kadının uzun süreler tarihten gizlendiğini, pek çok

tarihçinin kadını sistemli olarak çalışmalarının dışında tutuğunu belirtmektedir.

“Mevcut tarihsel anlatının merkezi olmadıkları için, sadece kadınlar değil, bütün

diğer gruplar, halk(lar) ve sosyal sınıflar göz ardı edildi.” Vella, verdiği bu

örneklerden de yolla çıkarak, olguların tarihçilerin karar vermesiyle tarihsel olgu

haline geldiğini iddia etmektedir. “Üzerinde çalıştığı konuyu seçmesinde bile tarihçi

çok seçicidir ”.

Tarihçiler, kendi kültürleri ve toplumlarının ürünüdür ve bunların ön yargı ve değerlerine bağımlıdır. Tarihçinin sorduğu sorular, zamanın aynı iyimserlik ve değerlerine bağımlıdır. Tarihçinin sorduğu sorular, zamanın aynı iyimserlik ve kötümserliklerini yansıtan toplumun sorunları tarafından belirlenir. E.H.Carr’ın (1961) söylediği gibi “tarihçiyi doğruluğu için övme, mimarı çok iyi kalas kullandığı için ya da binasını çok sağlam yaptığı için övmeye benzer.” Kitson Clark da (1967) işlevsel bilgi üzerinde konuşurken, “bu, tarihin dayandığı olgunun sadece çerçevesidir. Tarih değildir. Tarih olguların tekrarından fazla bir şeydir. Tarih, olguların yorumunu içermelidir” demektedir. (…)Đyi bir tarihçinin yaptığı iş, araştırdığı konuya yönelik bilgiyi ve bilinen bütün olguları kontrol etmek, karşılaştırmak ve sorgulamaktır (Vella, 2001).

Tarihçi, sosyal oluşumların ortaya çıkışını, bu oluşumlarda meydana gelen

farklılaşmayı, gerilimleri ve olguları, beşeri faktörlerin özelliklerini, düşüncenin

ortaya çıkışı ve etkilerini, edebi gelişmeleri, ekonomik ve siyasi alanlardaki

çatışmaları anlamaya ve açıklamaya çalışır.

Böylece elde edilen tarih bilgisi, insanların ve milletlerin yaşam biçimleri ve

gelecek kurgularını aydınlatır ve bunların düzenlenmesine yardımcı olur.

Aslında tarihi oluşumlar, milletlerin siyasi, bilimsel, iktisadi ve edebi/kültürel

alanlarda sergiledikleri gelişmelerin, yaptıkları açılımların ürünüdür. Milletlerin

71

tarihsel süreçte kat edeceği gelişim ve açılımlar medeniyetlerin ortaya

çıkmasına ve dünyaya egemen olunmasını sağlamaktadır. Tarihsel düşünceden

ve tarihi gelişimin dışında kalan milletler ise benliklerini yitirerek tarih

sahnesinden silinmektedirler. Başarılı olabilmek, tarihi akışın çok iyi

anlaşılmasına ve bu akışın kurallarının hiçbir zaman unutulmamasına, işlenen

hataların tekrarlanmamasına ve gerektiğinde yeni tedbirler alınmasına bağlıdır.

Böyle bir anlayış, tarihin aktörünün insan ve insan grupları olduğunun bilincine

varılması anlamına gelir.

Gerçekten tarihin öznesi insanın kendisidir. Ne var ki sadece, kendi şahsına,

çevresine, mensup olduğu topluma ve dünyaya karşı sorumluluk hissedebilen

insanlar tarihin öznesi olabilirler. Bu kavrayış ve bilinçten yoksun olanlar ise,

tarihin öznesi değil nesnesi diğer bir ifadeyle malzemeleri haline gelirler; çünkü

bunlar insiyatif sahibi olan diğer insanlar veya toplumlar tarafından

kullanılırlar.

Günümüzde dünyadaki değişimler, kitle iletişim araçlarının kullanım alanının

inanılmaz ölçülerde artmasıyla birlikte çok hızlı bir şekilde yayılabilmektedir.

Ülkemiz de bu dünyanın bir parçasıdır. Dünyadaki değişimin dışında kalmak

gibi bir lüksümüzün olmadığını biliyoruz, ancak ortaya çıkan yeni fikir ve

bilgilerin pasif alıcısı konumunda olmamamız gerektiğini de ısrarla belirtmek

gerekir. Tarih bilimi ve tarihle ilgili olan bilimlerdeki teorik gelişmelerin daha

çok Batı dünyasında ortaya konulduğunu ve ülkemizde de taraf bulup

gelişmelerine devam ettiklerini söyleyebiliriz. Yine, özellikle sosyal bilimlerde

ortaya çıkan yeni anlayışların iyi analiz edilip değerlendirilmesi ülkemizin

bilimsel alanda sergileyeceği atılımlarda son derece etkili olacağını belirtmek

gerekir. Bu bağlamda tarih ve tarih eğitiminin önemi daha açık bir şekilde

ortaya çıkmaktadır. Tarih felsefesi ve tarih biliminde yeni fikir akımlarını

oluşmasında kendi tarihimizdeki dinamikleri göz önünde bulundurmamız daha

doğru olacaktır. Tarih ilmiyle ilgili aşağıdaki hususlara değinmek çalışmamız

açısından yararlı olacaktır.

72

Sosyal bilimler içinde tarih ilmi, çok uzun dönemleri kapsayan bir deneyime

sahip olduğundan dolayı diğer sosyal bilimlere bir bakıma dayanak olmuş ve

çok önemli katkılarda bulunmuştur. Tarihin bu katkılarına rağmen bizim,

mazimizi tam olarak anlayabilmemiz için diğer sosyal bilimlerin verilerine de

ihtiyaç duyduğumuz muhakkaktır. Örneğin, siyasi tarihte bir padişahîn, bir

kralın ya da bir komutanın ruh hali dönem dönem önemli tarihi olaylarda etkili

olabilmiştir. Will & Ariel Durant (1998, 46) da bu hususa şöyle değinmektedir:

[Z]aman zaman Churchill’inki gibi belagati, bin tümene bedel olabilir; Napolyon’unki gibi, strateji ve taktiklerdeki uzak görüşlülüğü, savaşları ve kampanyaları kazandırarak devletler kurdurabilir. Eğer insanlara ilham vermek için seçtiği vasıtalarında [Hz.] Muhammed gibi bir peygamber ise, onun sözleri, yokluk ve mahrumiyet içinde kıvranan insanları, daha önce düşünemedikleri azmi vererek, hayret uyandırıcı güç haline getirebilir… [Bunlar] sayısız sebeplerin tesirleri ve sayısız tesirlerin sebepleridirler.

Belirttiğimiz bu bilgiler doğrultusunda tarih kavramının, insan faaliyetlerini ve bu

faaliyetlerin sonuçlarını, doğal olanın dışında insan tarafından gerçekleştirilmiş

ve yaratılmış bulunan kültürleri ifade ettiğini söyleyebiliriz.

2.6. Tarih, Tarih Öğretimi ve Tarihi Roman Đlişkisi

Tarih medeniyetlerin, milletlerin ve milletleri meydana getiren insanların geçmişidir.

Geçmişte vuku bulan olaylar ve ortaya çıkan olgular bugünün şekillenmesinde büyük

paya sahip olduğu gibi, geleceğin kurulmasında da büyük paya sahiptir. Đnsanların,

milletlerin, medeniyetlerin karşısına çıkabilecek hiçbir olay ya da durum

geçmişten/tarihten kopuk değildir.

Bu denli etkili ve çok boyutlu bir alanı dar kalıplar içerisine sıkıştırıp, belgelerle,

somut birincil ya da ikincil kaynaklarla izah etmek mümkün değildir. Bu durumda

tarihsel düşüncenin oluşumuna katkı sağlayacak tüm verilerin, tarih öğretiminde

kullanılması gerektiğini düşünmekteyiz. Tarih düşüncesinin oluşumuna katkı

73

sağlayacak bir alan olarak edebiyatı, edebiyat içinde tarihi romanı, tarihin

açıklanmasında önemli buluyoruz.

Bu bölümde tarih, tarih öğretimi ile tarihsel romanın ilişkisiyle ilgili tartışmalar

üzerinde durulacaktır. Barışta’ya (2007, 34) göre;

Edebiyatın tarihe eğilmesi, edebi olarak bir arkeolojik kazı yapması, o dönemin duygularını yakalamaya ve yeniden üretmeye yeterli olmayabilir çünkü; özellikle de bu tarih, son kuşakların ortak belleklerinden çok uzakta kalmış bir döneme aitse. Zorluk, tarihin oldukça belgelenmiş fiziki akışına karşılık, duygusal akışın çok az belgelenmiş ya da hiç belgelenmemiş olmasındandır; yazar, duyguyu kurgularken, hayal gücüyle bütünüyle yalnızdır bu yüzden.

Biz de edebi ürünlerin, birinci elden tarihsel kaynak olarak değerlendirilemeyeceğini

düşünmekle birlikte; edebi eserlerin, özelliklede tarihi romanların, tarihsel

düşüncenin oluşumunda önemli katkılar sağlayacağı kanısındayız.

Edebi eserin kurgudan ibaret olduğu gerçeğine karşılık, tarihsel çalışmalarda da

edebi eserlerde olduğu gibi, gerçeklere dayalı kurgusal yorumlar bulunmaktadır.

“…kurgulama tarihsel çalışmada bilgi, belge ve tarihçinin deneyimine dayandırılsa

da geçmişin yapılandırılmasında (…) doğan boşluklar tarihçinin düş gücünü

kullanarak” (Dilek ve Yapıcı (2005, 116) eksiklikleri tamamladığını görmekteyiz.

Kurgulama yazar, okuyucu ve edebi eserde kullanılan malzeme arasında bir etkileşim

oluşturmaktadır. Yazar, kullanılan tarihi malzeme ve kurgulama içerisinde, bunların

okuyucu ve okuyucunun deneyimleriyle buluşması “çok yönlü ve zengin bir

etkileşime” sebep olmaktadır. “(…)Döngüsel olarak devam eden tarihsel

yapılandırma süreci her iki taraf içinde geçerlidir ve yaratıcı bir etkinliktir” (Dilek ve

Yapıcı, 2005, 116).

Tarihi romanın okuyucuyla buluşması noktasında, yukarıda da değindiğimiz

gibi daha önceden yazar ve malzeme arasında oluşan etkileşimin okuyucuyu da

kendi dünyasına kattığını görüyoruz. Okuyucu burada çok yoğun bir

74

yapılandırma sürecini de yaşamaktadır. Yazarın yaratısına kendi deneyimleri,

siyasi fikirleri, sosyal yaşantısı ve geleceğe dair olan umutları çerçevesinde yeni

bir yaratı katmaktadır. Bu yaratıcı etkinliğin eğitim ve öğretim sürecinde yeterli

ölçüde kullanılamaması büyük bir eksiklik olarak görülmelidir. Yapılandırmacı

eğitim felsefesi doğrultusunda oluşturulan yeni eğitim programında edebiyat

içerikli derslerin dışında, Sosyal Bilgiler, Tarih, Coğrafya ile Vatandaşlık ve

Đnsan Hakları Eğitimi derslerinin de tarih içerikli edebi ürünlerle desteklenmesi

gerekmektedir. Yukarda değindiğimiz gibi yaratıcılık ve yapılandırma

okuyucunun kendisinde gerçekleştiğinden, edebi ürünlerin kullanılmasında da

öğrenci merkeze alınmalı ve tarihsel içerikli edebi ürünlerin okuması öğrenci

tarafından gerçekleştirilmeli ve sınıfla paylaşılarak değerlendirilmelidir.

Tarihi romanda yazar, tarihsel düş gücünü ya da tarihsel duyarlılığı

kullanmaktadır. Geçmişte yaşamış olayla ilgili bilgileri toplayan yazar, belge ve

bilgileri birleştirip yeni bir kurgu oluştururken boş kalan kısımları ya da

belgelenemeyen bölümlerle ilgili düşüncelerini yerleştirerek bir bütüne

ulaşmaktadır. Böylece tarihsel düşünce oluşmakta, eleştirel bakış açısı

geliştirilmekte ve çözüm yolları bulunmaya çalışılmaktadır.

Tarihi romanlar hem olanı, hem de olması gerekeni yansıtmakta, toplumun neyin

özlemini ya da neyde muzdarip olduğunu gösterirler. “Đnsanlara hatırlamaları

gereken temel unsurların altını çizerler”. Tarihi romanlar, “(…) Türk tarihinde bir

devamlılık arz eder ve idealleştirilmiş bir dünyanın algı kalıplarını yeni nesillere

aktarır” (Şirin, 2000, 175).

Bu durumda neyin gerçek olduğu hususu zihinleri kurcalamaya başlar. Coşkun’a

(2007) göre; “Tarih, toplumun her hangi bir unsuru olmaktan öte, toplumun

kimliğinin asli unsuru olma özelliğinden dolayı, nasıl işlenirse işlensin, toplum

tarafından çoğunlukla ‘doğru’ zannedilmekte ve ona göre bir yaklaşım ortaya

konulmaktadır”. “Đdealleştirilmiş bir dünyanın algı kalıpları”, gerçeğin çok ötesinde

bambaşka bir durumun da ifadesi olabilir. Argunşah (1990, 25) ise, popüler anlamda

tarihi roman yazan birçok romancının yeterli tarih bilgisine sahip olmadığını

75

belirterek şunları söylemektedir: “…Tarihin müphemiyetinden faydalanarak ve

okuyucularının zaten fazla bilgiye ihtiyaç duymadıklarına güvenerek basit tarihi

macera romanları yazmışlardır”. Bu çalışma açısından önem arz eden, tarihi romanın

tarih eğitimindeki yeri olduğundan, bu noktada eğitimcilere önemli bir görevin

düştüğü hususudur. Tarih öğretiminden sorumlu kişi, edebi eserlerin kullanımı

durumunda seçici bir yönteme başvurmalıdır.

Şirin (2000, 174) “yaşanılması arzu edilen bir süre sonra kültüre dönüştüğünde işte o

zaman insanların hayatlarını idare eden mekanizma haline gelir” diye belirtmektedir.

Tarih eğitimcisinin rolü, gerçeklerden kopuk, ütopik siyasi amaçların

gerçekleştirilmeye çalışılması olmamalı; tarihsel düşünceyi edinmiş, problem

çözebilen, hayatta kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarabilen, gerçekle yanlışı

birbirinden ayırabilen özgür bireyler yetiştirmek tarih eğitimcisinin görevi olmalıdır.

Güngör (1993) de tarihi romanın yukarda değindiğimiz hususuyla ilgili şu

açıklamaları yapmaktadır;

Tarihten büyük şahsiyetlerden bahsederken çok defa “bir devre adını veren”, “bir çağa damgasını basan”, “devir değiştiren” gibi ifadeler kullanırız. Bunlar tasvir sıfatı olarak kullanışlı ifadelerdir, ama genellikle yanlış bir tarih görüşünü de ima ederler. Bu yanlışlık çok defa kendi şahsi motiflerimizi başkalarına yakınlaştırmaktan ileri gelmektedir. Romancı eserinde, kahramanla kendi şahsını bir tuttuğu, yani kendi düşüncelerini kahramanın ağzından naklettiği için bu türlü hataya yatkın olur. Bu yüzden hadisenin sebep safhasında görülen insanları kolaylıkla neticenin failleri halinde göstermek pek mümkündür. Romancı bizim zihnimizi belli bir kıvama getirmeli fakat yarattığı potansiyeli kendi eliyle tüketmemelidir (Akt.: Şirin 2000, 176).

Tarihi romanın bu özelliği, tarih eğitimi açısından olumsuz bir durum olarak

karşımıza çıksa da, eğitimde kullanılması durumunda edebi eserlerin genel

özellikleriyle ilgili öğrencilere ön bilgilerin verilmesini önemli buluyoruz. Tarih

bilincinden yoksun olan ilköğretim ve bazen de ortaöğretim kurumlarındaki

öğrencilerin, edebi eserlerin genel özelliklerini bilmeden tarihi roman okuması

yapmaları bazen istenmeyen durumların ortaya çıkmasına da neden olabilir. Bu

76

durumda romancının isteği doğrultusunda öğrencinin düşünceleri şekillendirilebilir.

Çoğu zaman gerçeklerle uyuşmayan, kurgusal bilgilerin bir süzgeçten geçirilmeden,

mukayese edilmeden olduğu gibi benimsenmesi zihni bulanıklığa neden olmasının

yanı sıra tarih dersinin genel amaçlarına da ulaşılmada sorun yaratabilmektedir.

“Romancı, bizim muhayyilemizi bir kanala sevk edip daralttığında yani kendi olması

gerektiğini düşündüğü şeyi olanmış gibi gösterildiğinde tarih hakikaten uzaklaşıp

duygusal, hamasi bir alanın etkisine bizi kaptırmış demektir” (Şirin, 2000, 174).

Özçimen’e (2005) göre: “Tarihsel roman yazarı, her şeyden önce kendi bakış açısı ve

olayları yorumlama bilgisi ile bizim bildiğimiz bir tarihi yeniden üreten bir yorumcu

konumundadır”. Fürer’de (2000, 374): “Romanlar, geçmişin bugünkü hissedilen

varlığı ile artık dilediği gibi oynayabilirler.” Romanların şehre, şehirlerin

duvarlarına, meydanlarına, sokaklarına istedikleri tarihsel anlamları yüklediklerini ve

şehirleri hikayeler ile resimlerle doldurabildiklerini ve tarih bilincinin yansıtıcısı

yapabildiklerini söyler.

Tarihçi için de bunları söylemek mümkündür. Carr’ın “tarih yorumdan ibarettir”

sözünü tekrar hatırlarsak, günümüz tarih teorisyenlerinin çoğunun tarihçilerin

çalışmalarında yorumun ve gerçeklere dayandırılmış bir kurgulamanın yer aldığı

fikrini savunduklarını görürüz. Keith Jenkins (1997, 24), tarihin kaçınılmaz olarak

bir kişisel yapı olduğunu ve tarihçiyi bir anlatıcı belirtir. Tarihi, tarihçinin bakış

açısının dışa vurumu olarak kaldığını söyler ve “kendisi de kuşkulu olan doğrudan

bellekten farklı olarak tarih, başka birilerinin gözlerine ve seslerine dayanır; tarihi,

geçmişteki olaylarla bizim onlar hakkında okumalarımız arasında yer alan bir

yorumcu” vasıtasıyla gördüğümüzü belirtir. Dilek ve Yapıcı (2005, 119) ise, bu

durumun başka bir boyutuna da değinmektedir ki; bu da geçmişten günümüze kalan

tarihsel malzemeye de, malzemeyi oluşturan kişi veya kurumların yorumlarının

kattığıdır. “Yani tarihin malzemesi de bir bakıma geçmişin çıplak gerçekliğini değil

kendi gerçekliğini sunma cüretindedir”.

77

Yorumsuz tarihin anlamsız olduğunu belirten Carr, olguların ancak tarihçilerin

onlara başvurmasıyla ifade gücüne kavuşacağını söyler. Tarihin olgularının hiçbir

zaman tarihçinin önüne, oldukları gibi gelmediğini; olguları kayıt altına alanların

olduğunu ve bize ulaşan olguların kayıt tutanın zihninden yansıdığını belirtmektedir.

Olguların yanında belgelerde, kaydedildikleri dönemde, kayıt yapanların bakış

açılarını yansıtmaktadır. Bizim edindiğimiz bilgiler, belgeyi oluşturan kişinin istediği

bilgilerdir. Tarihçiler belgeler üzerinde çalışmalı ve onları işlemelidirler (Carr,

1978). Buradan hareketle, tarih ve tarih roman arasında –ki tarihi romanda bir

tarihsel araştırma süreci yaşanmışsa- yakın bir ilişkinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu

düşünceyi destekleyen önemli bir tarihçide Collingwood’ur. Collingwood, tarihi

süreci olayların birbirini takip etmesinden daha ziyade, olayların arkasında bulunan

ve olaylarla dile gelen düşünce süreçlerinden ibaret olduğunu söyler. Tarihçilerin bu

düşünce sürecini aradığını ve tarihin aslında bir düşünce tarihi olduğunu

savunmaktadır (Collingwood, 1990).

Mehmet Ali Kılıçbay (1998, 175) da, edebiyatın tarihi hem oluşturduğunu, hem

yorumladığını, hem de yazdığını söyleyerek kurgu üzerinde durmaktadır. Kılıçbay,

“edebiyatın estetik bir kurgulama olduğu ön kabulüne dayalı olarak, estetik kaygılar

taşıyan bir tarihçiliğin de, bilimsel niteliğinin yanı sıra, edebi bir tür olduğu ortaya

çıkmaktadır” diye belirtir.

Bu anlamda tarihi romanları, tarihten çok farklı bir alan olarak görmemek gerekir.

Özellikle konusunu tarihten alan edebi eserler oluşturulurken yazar bir tarih

araştırmasına girişmiş ise, bunu bir tarihsel vesika olarak değil ama tarihsel

düşüncenin oluşmasına katkı sağlayan bir ürün olarak değerlendirmek ve kullanmak

gerekmektedir. Sadık Tural (1991, 195), tarihi romanın şu özelliklerine

değinmektedir: “Tarih romancısı, vesikanın ortaya koyduğu malzemeyi önce öğrenir;

sonra kendisine tesir eden unsurlar arasında seçmeler yapar; daha sonra da, edebi

yaratmanın sihri ile onlara can verir.” Tural, tarihi romanların en önemli özelliği

olarak, “geçmiş bir hakikate dayanması” nı gösterir.

78

Doğan’da (2000, 140), tarih karşısında romancının yaşanmış ile yüz yüze olduğunu,

yaşanması mümkün olanı ise tarihteki boşlukları doldurarak gerçekleştirdiğini söyler.

“Tarihi romanın hız aldığı en önemli nokta da tarihte bulunduğu düşünülen bu

boşluklardır”.

Kaplan (1978, 304) ise, bu hususta daha temkinli davranmaktadır. Kaplan, “tarihi

romanın teferruatı bakımından tıpatıp tarihi vakıalara uygun olmasını istemek sanatın

mahiyetine aykırıdır” der. Sanat eserinin kendi içinde bir dünyası olduğunu ve sanat

eserinin bu doğrultuda değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.

Karakışla (2000, 358) da romanda, tarihi roman yazarının olayların akışını arka plana

aldığını, ancak olayların akışında gerçekte var olmayan bazı unsurlarında

yaratılabildiğini ve tarihi roman yazarının böyle bir hakkı olduğunu ancak tarihçinin

olmadığını belirtmektedir. Karakışla’ya göre, “tarih, tarihi roman yazmakta olan bir

romancı için üzerine kendi öyküsünü oturtabileceği bir platformdur”. Tarihçi için ise,

öykünün tarihin ta kendisi olduğunu belirtmektedir. Mete Tunçay’da (2000, 359)

tarihin nesnellik boyutuna değinerek, nesnelliğin “(…) var olan olguları doğru

yansıtmak, olmayan şeyi söylememek, olanı görmezlikten gelmemek şart” olduğunu

belirtikten sonra, romancının öngörülüğünün bu sınırlar içinde var olduğunu ve bu

sınırlara uyulması gerektiğini belirtir.

Dilek ve Yapıcı (2005, 119 – 120), tarihçi geçmişe ait eserleri araştırırken, insan

davranışlarının bu eserlere olan etkisinin de araştırılması gerektiğini belirterek;

tarihçilerin entelektüel faaliyetlerinin şu üç aşamadan oluşması gerektiğini

belirtmektedir:

Birincisi geçmişin izlerindeki insan davranışlarının yaratıcı etkilerini çözmektir. Buradan hareketle geçmişi yapılandırmada karşılaşılan boşlukları doldurmak için tarihçinin yaptığı yaratıcı düş gücü etkinliği ise ikinci aşamayı temsil eder. Tarihi eser her zaman yazarının edebi üslubu onu diğer tarihçilerden ayıran en önemli unsurlardan biridir. Bu da yaratıcı etkinliğin bulunduğu entelektüel faaliyetin üçüncü aşamasıdır.

79

Bu anlamda tarih öğretimi için tarihsel romanlardan faydalanarak, tarihsel düş

gücünü geliştirmek, öğrencide eleştirel, problemlere çözüm yolları arayan,

yaratıcı bir tarihsel bakış açısı kazandırılabilir. Goldmann (2005, 24), temelde

romanın, tarihi boyunca, bir biyografi ve toplumun yaşadığı olayların

kaydedildiği bir günlük olduğunu söyler. “Böyle bir günlüğün, az ya da çok

dönemin toplumunu yansıttığını görebilmek için bir sosyolog olmaya gerek”

olmadığını da belirtir.

Dilek (2001, 95) şu hususlara değinmektedir;

Tarih, geçmişi kanıtlar vasıtasıyla keşfeder. Bu deliller tarihsel verilerin (belge ve kalıntıların) tarihçiler tarafından işlenmesiyle oluşur. Oysa geçmişi keşfetmekte veya tarihsel gerçekleri ortaya çıkarmakta kullandığımız bu kanıtlar daima eksiktir. Geçmişi zihnimizde yapılandırmak için tarihsel düş gücümüzü (historical imagination) veya imgelem yeteneğimizi kullanırız. Bir bakıma tarihsel gerçekliği ararken delillerin eksikliğinden kaynaklanan belirsizlikleri bu şekilde açıklamaya çalışırız.

Tarih ve tarihi roman arasındaki ilişkiyi böylelikle açıklarken, hem edebiyat

çevrelerinde, hem de tarih ilmiyle uğraşan bilim adamlarının kabul ettiği ortak bir

nokta ortaya çıkmaktadır. Edebi ürünlerin, sanat eseri olmaları dolayısıyla gerçeği

yansıtıp yansıtmamada özgür bir alanda hareket ettiğini; edebi ürünler içerisinde yer

alan romanın genel anlamda kurgulama ürünü olduğunu herkes kabul etmektedir.

Tarih teorisyenlerinin de, özellikle 20. yüzyıl ve günümüzde yaptıkları çalışmalarla,

tarihi ürünlerde de kurguya yer verildiğini belirttiklerini görüyoruz. Ancak tarihçinin

kurgusu gerçeklere dayanmaktadır. Tarihsel kanıtlarla tamamlanamayan durumların,

tarihsel kurguyla açıklandığı belirtilmektedir.

Tarihi roman hususunda ise, özellikle tarihçilerin daha temkinli davrandıkları

görülüyor. Tarihi roman okuyucusunun, eserde geçen her türlü olay ve olguyu gerçek

olarak düşünmesi, tarih düşüncesinin oluşma sürecinde, tarih ilmi ve tarih

öğretiminin amaçlarının dışına çıkmaya sebep olabilir. Bunun yanı sıra tarihi

romanın, yazarın ideolojisi, yaşam algısı, beklentileri doğrultusunda şekillendiği ve

çok geniş kitleler tarafından okunan bu eserlerin, bilinçli ve tek taraflı bir

80

yönlendirmeye sebep olabileceği kaygısıdır. Bu nedenlerle tarih öğretiminde

kullanılacak edebi eserlerle ilgili eğitimcilere de önemli görevler düşüyor.

Eğitimcilerin, edebiyat ürünleri hakkında bilgi sahibi olmaları ve hangi edebi eserin,

eğitimin hangi aşamasında okunması gerektiğini bilmeleri gerekmektedir.

Bütün bu yorumlar ve tartışmalar neticesinde Mehmed Niyazi’nin eserlerine

baktığımızda şu hususlar karşımıza çıkmaktadır. Mehmed Niyazi, tarihi roman

yazmadaki amacının tarihi yeni nesillere sevdirmek olduğunu belirtmiştir. Tarihi

yeni nesillere sevdirerek, yeni nesillerin geçmiş-bugün ve gelecek bağlantısını

kurması tarihsel bir bilinçlenmeyi ifade etmektedir. Tarihsel bilince sahip bireyler ise

hem kendi gelişimlerini, hem de toplumlarının gelişimlerini daha sağlıklı bir şekilde

gerçekleştirebilirler.

Mehmed Niyazi’nin, tarih ve tarih eğitimi bağlamında, eserlerinin şu özellikleri de

son derece önem arz etmektedir. Birincisi ele alınan olayın gerçek olay olması,

ikincisi ele alınan gerçek olayın detaylı bir araştırmayla açıklığa kavuşturulması,

üçüncüsü okuyucuyu kendi içine çekebilecek bir kurgulamaya gidilmesidir. Bundan

haraketle Mehmed Niyazi gerçek olayları konu edindiğinden tarihle bir bağ

kurmuştur. Yine gerçek olaya sadık kalarak bir kurgulamaya gittiğinden Mehmed

Niyazi’nin ramanları tarih öğretimiyle de bağ oluşturma olanağına sahiptir.

2.7. Tarihi Romanların Milli Şuur Ve Milli Kimliğin Oluşmasındaki Etkisi

Yenilenen ilköğretim programlarında, Sosyal Bilgiler programında, ifade edilen;

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, vatanını ve milletini seven, haklarını bilen

ve kullanan, sorumluluklarını yerine getiren, millî bilince sahip bir vatandaş olarak

yetişir.” Genel hedefi ile “Türk kültürünü ve tarihini oluşturan temel öge ve süreçleri

kavrayarak, millî bilincin oluşmasını sağlayan kültürel mirasın korunması ve

geliştirilmesi gerektiğini kabul eder”(Safran 2005, 16) genel hedefi, milli şuurun

korunup geliştirilmesi ve milli bilinç doğrultusunda, milli kimliğin

şekillendirilmesini ifade etmektedir. Bu genel hedeflere ulaşabilmek için tarihi

öğrencilere sevdirmek gerekmektedir. Türkan, (1980, 72) göre: “… Tarihimiz, kronoloji

81

cetvelleri, hanedan sıralamaları, içinden çıkılmaz "Türk devletleri" saymalarıyla

sevimsiz bir ders haline gelmiştir”. Türkkan, tarihi romanlar tarihimizi sevdiren bir

eğitim tarzı olabileceğini ve tarih sevgisini daha da kökleştirebileceğini

belirtmektedir.

Biz milli bilinç doğrultusunda, milli kimliğin şekillendirilmesini önemli buluyoruz.

Milli bilinç ve bu doğrultuda milli kimliğin şekillenmesi büyük ölçüde tarih

bilincinin oluşmasına da bağlıdır. Jörn Rusen (1983) tarih bilinciyle ilgili şu ifadeleri

kullanmaktadır: “Tarihte, geçmişin salt var oluşu, tarih bilincini oluşturmaz. Tarih

bilincinin tam olarak oluşması için, bugün ve geçmiş arasında bilinçli bir bağlantı

kurulması –yani (tarihsel) anlatı olarak tespit edebildiğimiz zihinsel faaliyet-

gerekir”(Akt.: Furer 2000, 371). Bu anlamda ülkemiz eğitim programlarında ve ders

kitaplarında önemli sorunlar bulunmaktadır. Aksoy ve Kıcır’a (2003, 2448) göre,

“tarih bilincinin oluşabilmesi için, her şeyden önce tarih konuları arasında bir

uyumun ve sürekliliğin olması gerekir” ders kitabında ve konular arasında çelişkiler

bulunmamalıdır. “…Okullarda verilen tarih bilgisi ile öğrencilerin okul dışı sosyal

ortamda kazandıkları tarih bilgilerinin örtüşmemesi de olumsuz bir etken olarak

karşımıza çıkmaktadır”.

Çalışmamıza konu edindiğimiz tarihi romanlar, milli şuurun ve milli bilincin

oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Türk tarihinde uluslaşma sürecinde,

ulusçuluk fikirlerinin şekillenip, yaygınlaştırılmasında edebi ürünlere sıklıkla

başvurulduğunu görüyoruz. Türk edebiyatında tarihi romanın ilk örneklerinden

saydığımız Namık Kemal’in “Cezmi” (1880) adlı eserini buna örnek olarak

verebiliriz.

Mehmed Niyazi, konuyla ilgili şu bilgileri vermektedir:

Çanakkale Savaşı, genç nesillere milli şuur ve millet olma gururu aşılamada etkili bir unsurdur. Gençlik bu şuuru tarihi metinlerden elde edebilir. Fakat roman, hikaye ve şiir gibi sanat eserleri gençliğin milli bir duyarlık kazanmasında çok daha etkilidir. Çünkü sanat eserleri okuyucuya o atmosferi teneffüs ettirir. Đlmi olarak Çanakkale’yi anlatırsanız, kuru ve yavan olur. Zaten Necip Fazıl’ın

82

güzel bir teşhisi var. 400-500 senelik Alman dağınıklığını Bismark kurmadı der, ondan önce Goethe kurdu!..Burada sanatın gücü ortaya çıkıyor (Yazıcı, 1999).

Mehmed Niyazi ‘nin sanat eserlerinin millet olma gurunu yaşatması ve milli şuurun

oluşmasındaki etkisine değinirken bir edebiyatçı olan Hülya Argunşah da tarih

bilgisinin faydalarına değinmektedir. Argunşah (1990, 1), milletin kendi tarihini

bilmesi, milli karakterlerini tanıması ve geleceğine yön vermesini sağladığını ifade

eder ve “bu beraberinde tarih bilgisi ve sevgisini geliştirir. Tarih bilgisi ve sevgisi ise

milli şuuru doğurur”. Ziya Gökalp’ın fikirlerinden yararlanan Mustafa Kemal’in yeni

kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih politikasını belirlerken Türkleri bir bütün

halinde gören tarih görüşünü ortaya atması, bu durumun güzel bir örneğini

oluşturmaktadır.

Türk tarihinde edebi ürünlerin, milli benlik oluşumunda çok etkili olduğunu

söyleyebiliriz. Destanlarla büyüyen nesillerin, bu destanlardaki ana argümanları

benimsememesi mümkün değildir. Yine Türk tarihinde, tarihi romandan önce,

romanın işlevlerini gören “Dede Korkut Hikayeleri”, “Cenknameler”,

“Gazavatnameler”, “Battalnameler”, “Danişmentnameler” ve “Saltuknameler” milli

duyguların nesilden nesile aktarılmasında ve bugünkü milletimizin güçlü öz

değerleriyle dünyada kendini var etmesinde önemli bir paya sahiptirler.

Timur’a (1991, 194) göre: “Modern roman, burjuvazinin doğuşu, şehir hayatının

karmaşıklaşması ve örf ve adetlerin değişmesiyle ortaya çıkmıştır. Aynı dönem

ulusal akımların ve ulusal kimlik arayışlarının başladığı bir dönemdir”. Bu durumu

Avrupa’da daha iyi gözlemleyebilmekteyiz. Lukacs dâhil birçok edebiyatçı Batı’da

tarihi romanın ortaya çıkışında milli kaygıların etkili olduğunu belirtmektedir.

Millet olma aşamasında önemli bir işlev yüklenen tarihi romanda, karakterlerde de

kavimden millete geçiş sürecinde bir farklılığın ortaya çıktığını görüyoruz.

Đslamiyet’ten önce yani kavim devrinde, edebi eserlerde Bilge (kut), Alp (güç),

Ülüglü (kısmet) tiplerinin Đslamiyet’le birlikte yerini Veli, Ahi ve Gazi gibi tiplere

bıraktığını görüyoruz. “Kavim devri, kendisinden sonra gelen Ümmet devrinde yeni

83

bir mahiyet kazanarak devam etmiştir”(Şirin, 2000, 173). Đslamiyet döneminde

“kavim devrinin Bilgesi Veliye, Alpı Gaziye, Ülüglüsü Ahi’ye dönüşmüştür.” Millet

devrinde ise belirttiğimiz bu tiplerin dönem ve düşünce değişikliği doğrultusunda

yeni bir şekle büründüklerini görebiliyoruz. Alp ve Gazi tipleri, millet devrinde

“Vatanperver” olarak karşımıza çıkarken; Veli tipinin ise “Aydın” tipine

dönüştüğünü söyleyebiliriz (Şirin 2000).

Çalışmamızda tekrarlarla üzerinde durduğumuz önemli hususlardan biri, tarihe

yaklaşımımızdır. Özellikle tarih eğitiminde, tutarlı konu bütünlüğünün olmaması,

abartılı bir takım söylemlere yer verilmesi, sadece siyasal içerikli konuların ideolojik

bir doğrultuda programlara yerleştirilmesi tarih bilincinin oluşmasına engel teşkil

eder. Tarih bilincinden yoksun kişilikler geçmişin belirleyici rolünü göremezler. Bu

durumda kişiler bireysel yaşamlarında bir sürüklenmenin içine girmekten ve egemen

siyasal ya da kültürel erkin yönlendirmesi doğrultusunda hareket etmekten

kendilerini kurtaramazlar. Bir bütün halinde düşündüğümüzde ise, tarih bilincinden

yoksun bu tarz kişilerin oluşturduğu milletlerde milli bilinçten ya yoksundurlar ya da

temelsiz bir milliyetçilikle önalana çıkarlar. Bu durumda da kişilerde olduğu gibi

milletler de, ulusal belirleyicilerin ötesinde, uluslar arası bir takım güçlerin denetim

ve yönlendirmelerinden kendini koruyamazlar. (Karakuş, 2000, 66) edebiyatın

gençlerimizin hem kendilerini tanımasını, hem düşünce ufuklarının genişlemesini,

hem de “milli kimlik” kazanması bakımından son derece önemli olduğunu dile

getirmektedir. Đnsanlar edebiyat eserlerinde “kendi milletinin özelliklerini bulur,

tanır, benimser; çok sayıda düşünce/yargı kalıpları bulur, beğenir yeni ufuklar

kazanır; tarihten izler bulur, Türk'ün karakteristik vasıflarını öğrenir.

Bu nedenle tarih eğitiminde kullanılacak materyallerin iyi tahlil edilebilmesi, doğru

zamanda ve eğitim seviyesine uygun olması da göz önünde bulundurularak

seçilmelidir. Tarihi romanların da eğitimde kullanılmasında bu hususa dikkat

edilmelidir. Tarih eğitimcisinin, konuyla ilgili bilgi sahibi olması önemlidir. Şirin’e

(2000, 176) göre, “kahramanlar daima gerçekte olduklarından daha farklıdırlar.

Tarihi insanla, kahraman insan aynı kişiler değildir. Tarihi kişiyi

kahramanlaştırdığımızda aslında kendi olmasını istediğimiz iyi hasletleri ona

84

yükleriz”. Tarihin yazarın hayalindeki insan ve toplum için idealize edilmesi,

“çocuğun Türk tarihinin milli kahramanlarıyla sürekli olarak özdeşleşmesi

aracılığıyla, otoriteryenlik nüveleriyle norm otoriteryenliği arasında köprüyü yaratan,

destanî kahramanlara dayanan bir kültürün özel içeriğidir. Romantik ve ideolojik

eserlerde, çocukları eğitmek ve istenilen doğrultuda ona bir kimlik kazandırma,

devletin kurtuluşu olarak görülebilmiştir.

Çocuk bilirli bir değerler sistemi ve ideolojiyi, kahramanlar aracılığıyla sorgusuz sualsiz kabullenir, kendine mal eder, yetişkin olunca da çocukluğundaki bağlılıklarını sürdürmesi, gerek düzen güçleri, gerekse de muhalefetin çeşitli güçleri, çocuklardaki bu karakteristik özelliği körükler ve sömürürler (Şirin, 2000, 177).

Yukarda da değindiğimiz gibi tarih bilincinin oluşması noktasında ve tarihi bilginin

gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesinde bu tarz edebi eserlerin kullanılmasında

daha dikkatli davranılmalı ve eğer eserde, eserin edebi ve kurgusal yönüyle ilgili

bilgi verilmemişse, eğitimcinin bu doğrultuda öğrencilere bilgi aktarması gerekir.

Böylece öğrenciler, edebi eserde yazılanların tamamen doğru olmadığını bilecekler

ve mukayese etme becerisini geliştirebilirler. Ancak yapılan bir araştırmaya göre

öğretmenlerin tarihsel roman ve bu romanların tarih eğitiminde kullanılmasıyla ilgili

yeterli bilgiye sahip olmadıkları ortaya çıkmaktadır. Bu durumda öğretmenlerin

öğrencilere tarihsel roman önerememelerinin nedenleri, “hem öğretmenlerin

Türkiye’deki tarihsel roman potansiyelinden habersiz olmalarına hem de bir öğretim

materyali olarak tarihsel romanlardan nasıl yararlanılması gerektiğini bilmemeleri”

(Şimşek, 2006) olarak ortaya çıkmaktadır.

Ülkemizde tarihi romanın gelişimini aktarırken belirttiğimiz gibi meşrutiyet ve

sonrasında tarihi romanlara milli şuur ve milli kimlik kazandırma aracı olma işlevi

yüklenmiştir. Oğuzbaşaran (2000), Namık Kemal’in tarih içerikli eserlerinde, vatan

ve millet sevgisini, hürriyeti, insanlığı, iradenin gücünü, tarihi bilinci ve sevgisini,

yüce değerler için her türlü fedakarlıkta bulunmayı, mertliği, yiğitliği ve

kahramanlığı tema olarak seçtiğini belirtmektedir. Bu şekilde milli edebiyatın milli

kimlik oluşturulmasında önemli bir araç olduğu bir kez daha vurgulanmaktadır. Milli

85

kimliğin ne gibi özelliklere sahip olduğunu da burada belirtmeyi gerekli görüyoruz.

Anthony D. Smith (1994), milli kimliğin özelliklerini şöyle sıralamaktadır:

1. “Tarihi bir toprak/ülke, ya da yurt

2. Ortak mitler ve tarihi bellek

3. Ortak bir kitlesel kamu kültürü

4. Topluluğun bütün fertleri için geçerli hak ve ödevler

5. Topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket etme imkanına sahip

olduğu ortak bir ekonomi”(Akt.: Doğan, 2000, 145).

Milli kimliği belirten bu özelliklerin bireyler tarafından benimsenmesinde edebi

eserler etkili olabilir. Örneğin tarihi romanlar, orta öğretimde (lise) okuyan ergenlik

dönemindeki gençlerin ulusal bir tarih bilinci kazanmaları için etkili birer araçtır.

Tarihsel romanlar; gençlerin ders dışında bazı toplumsal değerleri kazanmalarında,

ulusal bir tarih bilincine ulaşmalarında, tarihi eğlenceli bir biçimde öğrenmelerinde

önemli bir işleve sahiptir (Şimşek, 2006, 2).

2.8. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması

Bugüne kadar yapılan çalışmalarda, yaptığımız gözlemlerde tarih eğitimiyle ilgili

önemli bazı tutumların geliştiğini tespit edebiliyoruz. Tarih eğitimi genel olarak

sıkıcı, yaşamla bağları olmayan, kuru bilgi yığınından ibaret olduğu ve sınavlarını

geçmek için ezberlenen daha sonra unutulan bir alan olarak algılana gelmiştir. Eğitim

– öğretim aşamasında öğrencilerde tarihe olan merakın az olmasına rağmen,

eğitimini tamamlamış olan yetişkinlerde ise tarihe olan merakın ciddi bir şekilde

ortaya çıktığını görebilmekteyiz. Yetişkin kitlenin başvurduğu kaynak olarak, tarihi

romanların başta geldiğini ve tarihi romanlardaki bilgilerin ise kesin doğru olduğu

fikri oluşmaktadır. Tunçay (2000, 5), “Romancının kötü bir oyun oynaması çok daha

önemli, çünkü ortaokulda okuduğu tarihi herkes unutuyor, ama romanda okuduğu taş

gibi sağlam kalıyor” diye belirtir. Bu çalışmada bizim savunduğumuz tarihi

romanların tarih öğretiminde kullanılarak, tarihsel düşüncenin gelişmesine katkı

sağlaması, mukayese imkânının oluşması vb. gibidir. Tarihsel içerikli edebi

86

eserlerde, eserde geçen olayların bir kurgulama ürünü olduğunun belirtilmesi de,

yanlış anlaşılmaların önüne geçebilmek adına, tarihçilerin önerileri arasında yer

almaktadır.

Tarih eğitiminin önemli amaçları arasında, bireylerin problem çözme becerisini

geliştirmeği görüyoruz. “Problem çözme, çok yönlü yeteneklerimizi, tutum ve

değerlerimizi geliştirerek bugün karşılaştığımız problemleri çözmenin yanı sıra,

ilerde karşılaşabileceğimiz problemlere yöntem bulma” bu yöntemler doğrultusunda

çözüm yolları geliştirmeyi ve bu çözüm yollarını da toplum ve bireylerin hizmetine

sunmayı gerektirir. “Tarih öğretiminde geçmiş, bugün ve gelecek bağlantısını

kurarak tarih bilincini geliştirebilmek” için tarih eğitiminde bu tür bir problem çözme

yaklaşımını gerekli kılmaktadır (Paykoç, 2000, 2-3). Dolayısıyla insanın bütünlüğüne

uygun olarak, öğrencinin her yönden gelişimini sağlamak duyuşsal, bilişsel ve

psikomotor yönden, eğitim sürecinin temel amaçlarındandır.

Vella (2001) da, bu düşüncelere paralel bir şekilde tarih eğitimiyle ilgili şu hususları

dile getirmektedir:

Eğer tarih, temelde geçerli yorumlar vermekle ilgiliyse, tarih dersinde, öğrencilere tarihsel materyali çözümlemede ve yorumlamada yardım edecek becerileri kazandırma üzerine odaklanması gerektiği tartışılmalıdır. Eğer biz tarihi bir olgudan sonra diğer olgu ile sınırlarsak, tarih öğretiminin en önemli hedefini kaybetmiş olacağız. Üstelik bir kişinin belleğinde tutabileceği olgu sayısı sınırlıdır. Becerilere ilişkin durum farklıdır. Bir kez beceri öğrenilince, gelecekte farklı durumlar için de kullanılabilir.

Bizce edebi ürünlerin, tarih öğretiminde kullanılması bu amaca hizmet edecek ve

bireylerde duyuşsal ve özellikle bilişsel yönden gelişimini sağlayacaktır.

Eğitim kurumlarında okutulan tarih ders kitaplarını incelediğimizde, ezberci bir

yaklaşımla, aynının tekrarına dayalı ve siyasi tarih yoğunluklu olduğunu

görmekteyiz. “Tarih bilinci ve ulusal kültür şuuru kazandırmak için ütopik ve

aşırı değer yargısı taşıyan bilgilerden vazgeçilerek tarih kendi gerçekliği içinde

değerlendirilmelidir”(Aksoy ve Kıcır, 2003, 2449). Her ne kadar amaç, ulusal ve

87

milli değerlerle kültürün aktarılması ile Türk toplumunun değerlerinin farkında

olmaksa da, bu doğrultuda oluşturulmuş programlar uygulamada yeterli verimi

sağlayamamıştır, diye düşünüyoruz.

Siyasal ve ulusal Türk Tarihi ünitelerinden oluşan tarih programları, sosyal

tarihimizi ihmal ederek öğrencilerin Türk toplumuna yabancılaşmasına ve Batı

kültür değerlerinin benimsemesine sebep olmuştur. Böylece, Türk kültürünün

özgün öğeleri arka planda kalmıştır. Dilek’e (2001, 8) göre; ‘’Tarih, genellikle,

okullarda sorgulanmayan, eleştirisi yapılmayan ve değişmeyen doğrular

manzumesi olarak okutulur”. Dilek’in tarih eğitimiyle igili bu tespitine bağlı

olarak Taner Timur romanların önemini şu şekilde açıklamaktadır. Timur (2002,

12), Tarihçi ve kamu gözlemcileri eserlerini siyasal hayatla sınırlı tutuklarını,

romancılarımızın ise, topluma daha geniş açıdan bakabildiklerini “…gerek örf ve

adetlerdeki, gerekse Braudel’in 'maddi uygarlık' dediği karmaşık bütünlükteki

evrimi daha iyi anlamamıza yardımcı” olduklarını belirtir. (Öztürk- Otluoğlu,

2002, 127) ise, tarihi romanların, olayların geçtiği “dönemin sosyal, ekonomik,

kültürel ve siyasi koşulları hakkında önemli ipuçları” verdiğini belirtirler. Bu

nedenle tarihi romanların, “tarih derslerinde kullanılabilecek edebi ürünler”

olduğunu belirtirler.

Şimşek’te (2006, 69), tarihçi ile romancının durumunu şu şekilde aktarmaktadır:

Tarihçi olayların fotoğrafını çekerken tarihsel roman yazarı kendi ifadesi ve yorumuyla tarihsel kişi, olay ya da olgulara ilişkin bir resim çizer. Çizilen resimde sanatçının üslubu ve yorumu çok belirgin olarak kendini hissettirir. Çekilen fotoğrafta ise, her ne kadar gerçeğe en yakın bir görüntü sağlanmış gibi görünse ya da fotoğrafın gerçeği bir aynadaki görüntü gibi yansıttığı düşünülse de, netice itibarıyla fotoğrafçının seçiminin, felsefesinin, dünyaya bakışının ve olayı algılayışının esere yansıması söz konusudur. Dolayısıyla, tarih yazımı ve kurmaca anlatılar arasındaki en büyük farklılığın, onların yorumsal yapısında, epistemolojik konumlarında ve geçmişi kendilerine özgü biçimde nasıl kavramsallaştırdıklarında bulunduğundan bahsedilebilir.

Tarih bilgilerini yükleme, ezberletme yerine evrensel bir tarih anlayışı ve tarih

bilinci oluşturma çabalarının ön plana çıkması sağlanabilmelidir. “…Tarihi

88

konular arasındaki tutarsızlıklar ve yanlışların yanında tarihi düz bir çizgi gibi

veya sadece beyaz ya da siyah olarak değerlendirmek”(Aksoy ve Kıcır, 2003,

2445) tarih bilincinin oluşmasını engellemektedir. Aksoy ve Kıcır’a göre, “Bu

anlayışın sonucu olarak tarih kutsallaştırılmış, ya yok farz edilmiş veya olduğu

gibi değil de olması gerektiği gibi yazılmıştır”.

Tarih, öğrenciyi geçmişe hapsetmemelidir. Tarih eğitimiyle, öğrencide tarih

bilinci geliştirilmeli, yaşadığı çağın farkında olan, kendi özgün kültür

değerlerini yaşayabilen ve medeniyetleri karşılaştırıp uyum sağlayabilme

yeteneğini geliştirebilmeli; kişide düşünce, yaratıcılık, kavrama gibi

yeteneklerini de geliştirebilmelidir. Tekeli (2000, 14), şu hususları dile

getirmektedir:

Tarih bilincinin bireyin geleceğe yöneliminde ona sorumluluk yüklediği saptaması yapmamız, bizi, bireyin toplum içinde bulunduğu gerçeğini hesaba katması noktasına getirmektedir.

…Birey, topluluk içinde var olmaktadır. Yaşam deneyini bu topluluğun üyesi olarak sürdürmektedir. Bu nedenle bugünü algılaması, geçmişi yorumlaması ve geleceğe yönelimine ilişkin anlatısını kurgularken, bu kurgunun en önemli öğelerinden biri, kendisini bir üyesi olarak bildiği topluluğa ilişkin algılamalarını, yorumlarını ve beklentileri oluştururken, bir diğeri de, bu toplulukla kendisi arasındaki ilişkinin niteliğine ve kendisine yüklediği sorumluluğa ilişkin bakışı olacaktır.

Bu şekilde sorumluluk sahibi bireylerin yetişmesi, sosyal bilimler ve tarihin çok

önemli işlevlerine dikkatimizi çekmektedir. Sosyolojinin, edebiyatın, sanatın

verileriyle zenginleştirilmiş, mazinin kavranmasını sağlayıp, bugünün

değerlendirilmesi ve geleciğin kurulması hususlarını ihtiva eden, yaratıcı ve

eleştirel bir bakış açısı kazandırabilecek, bilimsel kaygılar da güden tarih

programlarına ihtiyaç vardır.

Bu anlamda tarihi romanların, tarih eğitimine önemli katkı sağlayacağını

söyleyebiliriz. Semih Gümüş’te (1999, 21), tarihçilerin belgelerle, tarih bilincinin

verdiği imkânlarla maziye yapılan yolculuk sırasında “temizlediği döşenmiş taşları”

89

birde tarihsel roman yazarının “parlattığını ve tozların yerine rengârenk tozlar

serptiğini, siyah beyaz görünen tarihi renklendirdiğini” söyler. Tarihi romanda

bizimde beklediğimiz bundan farklı değildir.

Sosyal bilimleri genel olarak bir bütün kabul etmek gerekmektedir. Biz hayatı

parçalara bölerek, farklı zamanlarda farklı parçaları yaşamıyoruz. Oysa

günümüzde özellikle de eğitim-öğretim aşamasında sosyal bilimler arasında bir

uçurumun oluşturulduğunu söylemek yanlış olmaz. Okullarda sosyal bilimler

içinde yer olan alt alanların birbirleriyle bağlantı kuramadığını ve öğrencilerde

bu durum, sosyal bilimlerin çok farklı alanlar olduğu algısının gelişmesine

neden olmuştur. Bilimi tarihsiz kılarak her bir alanı kendi sınırları içine hapseden,

bir bütünlük bağlamında ele almayan bugünün belirleyici anlayışının doğru olmadığı

kanısındayız. Kuryel’e (2006) göre, “Bilimin, kültürle, siyasal ve ekonomik

kararlarla, yasam tarzları ve seçimleriyle yakından ilişkisi var. Tüm bunları; iyi/kötü,

doğru/yanlış, olumlu/olumsuz gibi pozitivist ikilemlerle açıklayamayız”. Bilime

tarihsel değerlerini vermek için, bilimin diğer bütün insan etkinlikleriyle olan

ilişkilerini açığa çıkarmak gerekiyor. Mills (2000, 168–169) sosyal bilimler açısından

şu değerlendirmeleri yapmaktadır;

(1) Sosyal araştırmanın her aşamasını rasyonalize ve standardize etmekle, soyutlanmış deneyimcilik türü entelektüel işlemlerin kendileri de “bürokratik” birer işlem olmaktadır. (2) Bu işlemler, insana ilişkin incelemelerin, genellikle kolektif ve sistemli bir biçimde, araştırma kurumları, araştırma kuruluşları soyutlanmış deneyimciliğin çok iyi uyumladığı bürokratik örgütler içinde yapılmasına yol açmış; başka hiçbir amacı olmasa bile, sırf etkinlik ve verimlilik amacıyla araştırma işlemlerini, ancak büyük bir şirketin muhasebe servislerinde görülebilecek derecede rutinleştirmiş bulunmaktadır.

Tarih öğretiminde farklı materyallere yer vermek, tarihsel, eleştirel ve problem

çözmeye yönelik bir anlayışın yerleşmesi noktasında zorunlu görülmektedir. Bu

materyaller içinde romanın, özelde tarihsel romanın tarih öğretiminde etkin

kullanılması, sosyal bilimlerin bir bütün halinde algılanması ve yaşamın da bu

doğrultuda şekillenmesini sağlayacak, bireylerin ufkunu genişletecek, sosyal ve

90

kültürel duyarlılığı artıracak, milli değerlerin öğrenip geliştirilmesi ve evrensel

değerlerinde benimsenmesini sağlayacaktır. Mills’e (2000,235) göre:

Tarihsel çalışmalara önem vermekle sadece toplumsal yapıların önemini kavrayabilme şansımızı artırmakla da kalmayız; tek bir toplumu bile, tek bir toplumun tek bir sorununu, üstelik sorunu durgun halinde bile anlayıp açıklayabilmemiz tarihsel materyalleri kullanmamızı gerektirir.

Tarih eğitiminde, yukarda da değindiğimiz gibi önemli hususlardan biride,

öğrencilerde problem çözme becerisinin geliştirilmesidir. Problem çözmeden

kastettiğimiz sadece yaşanılan anla ilgili bir husus değil, gelecekte

karşılaşacağımız sorunlara da yöntemler bulma ve bu yöntemleri toplumun

hizmetine sunabilmeyle ilgilidir. Peki, bu nasıl başarılabilir? Elbette ki, tarih

bilinci kazanmış bireylerle, çünkü tarih eğitimiyle tarih bilinci edinmiş olan

öğrenciler geçmiş, yaşanılan an ve gelecek arasında bağlantı kurabilmektedirler.

Bilişsel yönden gelişip, bu bağlantıları kurabilen kişi, toplumda sorumluluk

sahibi olduğunu da bilerek sorunlara çözüm yolları bulabilecektir. Ancak,

eleştirel ve yaratıcı düşünceden yoksun bir şekilde hazırlanmış tarih programları

bireyde problem çözme becerisini geliştiremezler.

Özellikle sorun 20. yüzyıl tarihi olunca, eğitim programlarını geliştiren

programcılar ve tarihçilerin kafaları iyice karışmaktadır. Çünkü bu yüzyıl,

kendisinden önce görülmemiş derecede büyük ve çok sayıda gelişmenin baş

gösterdiği bir yüzyıl olmuştur. Biz tarih eğitimcilerini ilgilendiren husus ise,

inanılmaz sayıda çok belgenin mevcudiyetidir ki bunların nasıl tasnif edileceği

ve hangi doğrultuda ders kitaplarına yansıtılacağı bir muammadır. Bu durumda

sosyal tarihin önemi daha da ön plana çıkmaktadır. Tarih derslerinin sadece

siyasi tarihten oluşmadığı, toplumsal, edebi, kültürel, ekonomik ve teknolojik

gelişmelerin de insanlar ve uluslar üzerinde son derece etkili olduğu ortaya

çıkmaktadır. Stradling (2003, XII-XIII) bu hususta şunlara değinmektedir:

Tarih öğretmeni öğrencisine öyle bir şekilde yardımcı olmalıdır ki, öğrenci hem yüzyıla ilişkin tutarlı bir genel bakış kazanarak olayların geniş kronolojik akışını kavrayabilsin, hem de

91

görünüşte ayrı gibi duran siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve entelektüel gelişmelerin birbirini nasıl etkilediklerini ve aralarındaki olası bağımlılık ilişkilerini görebilsin.

Đnsanın kendi tecrübelerini yeni kuşaklara aktarmada hep bir arada

kullanılagelmiş olan edebiyat ile tarih arasındaki bağın korunup, bu hususta yeni

açılımların yapılması tarih öğretimi açısından önem arz etmektedir. Đlber Ortaylı

(2001) Avrupa için şu tespitlerde bulunuyor;

(…) Yaşlı kıta, üç asırlık birikimini, büyük tarihçilerinin mirasını tarih araştırmacılığının sıkıcı monografileri aracılığıyla değil de, popüler kolay okunur romanlarla kitleye aktarma yolunu seçti ve bunu çok da iyi yapıyor. Böylelikle tarih bilgisi okullardan sonra ve onların dışında kitleye sızacak bir yol buluyor.

Tarih öğretiminde yazılı kaynak niteliğinde olan tarihi romanlar üzerinde

yoğunlaşan çalışmalarla, öğrenciler kilit tarihsel kavramları uygulama, romanın

anlattığı dönemle duygudaşlık gerçekleştirme, bilgileri analiz ederek

yorumlama, “çıkarsamalarda bulunma ve benimsenmiş anlatıyla ya da

açıklamayla karşılaştırıp test edebilecek sonuçlara ulaşma çabasına girerler”(

Stradling, 2003, 212).

Daha öncede bahsettiğimiz gibi, on dokuzuncu yüzyılda pozitivizmin, bilimin

paradigması haline gelmesi ve dünyadaki bilim çevreleri tarafından genel kabul

görmesi, tarihi de etkileyerek, tarihin pozitif bir bilim haline gelmesini

sağlamıştır. Destanlar, menkıbeler, gazavatnameler, cenk’namelerde anlatılan

efsanevi, hayali hadiselerin yerini edebiyatta tarihi roman almıştır. Pozitivizmle

birlikte tarih belgelere dayanan, olaylar ve tarihlerin kronolojisi mahiyetini

almıştır. Bu durum tarihi romanın ortaya çıkmasında etkili olsa da, tarihi roman

çoğu zaman pozitivizme dayalı bir noktadan sapmıştır.

Tarihsel romanın sınıf ortamına taşınarak tarih öğretiminde, tarihsel materyal

olarak kullanılması pozitivizmin katı kurallarının yavaş yavaş kalktığı bu

dönemde, yapılandırmacı öğretim yaklaşımına uygun bir yöntemin

kullanılmasını ifade eder. Sınıfta etkin tarihsel düş gücünün kullanıldığı,

92

geçmişin daha anlamlı hale getirildiği ve sıkılgan olmayan bir ders ortamının

sağlanması tarihsel düşüncenin edinilmesinde son derece önem arz etmektedir.

Samim Kocagöz (1976) şöyle der;

…Temelsiz bina olmaz. Cumhuriyetimizin tarihsel temellerini sadece tarih kitaplarında bırakırsak, kupkuru kalırız. Sanatın birçok yönü vardır. Bir yönü de geleceği atılım için toplumun ve insanın duygularını ayakta tutmak, geçmişe dayanarak geleceği aramaktır”(Akt. Argunşah,1990, 13).

Tarih öğretiminde materyal olarak kullanılabilecek olan tarihi romanlarda

yazarlar, dünle bugün arasında bağlantılar kurarlar ve kurulan bu bağlantılarla

geleceğe de ışık tutarlar. Milletin, milli değerlerini öğrenmesi ve yaşamında

uygulamaya devam etmesiyle milli şuur da canlı kalacaktır. Şimşek’te (2006),

“Tarihsel roman, özellikle orta öğretimde (lise) okuyan ergenlik dönemindeki

gençlerin, ulusal bir tarih bilinci kazanmaları için etkili bir araçtır” diye

belirtmektedir.

Sözünü ettiğimiz bu değerler ve milli şuur kuru tarih bilgisiyle

sağlanamamaktadır. Ezberci bir yöntemle aktarılan tarihi bilgiler, öğrencilerin

ilgisinden uzaktır. Aynı zamanda zihinsel bir süreç olan öğrenmeyle de uyum

içinde değildir. Çünkü kişi duyular aracılığıyla aldığı verileri anlamlandırdığı

oranda öğrenebilmektedir. Ravitch’de (1989, 89-91) tarihin bugünkü öğretim

şeklinin sıkıcı olduğunu belirtmektedir. “Tarih sınıflarında tarihi romanların

kullanımı; öğrencilerin başka zaman ve yerle aralarında bir bağ kurulmasına neden

olur. Tarihi romanlar tarihi öğrenmenin - tek yolu değildir, fakat çok iyi bir yoludur”

(Akt.: Öztürk 2002, 88).

Moffatt’a (1957, 157) göre de;

Tarihi roman tarihin anlaşılmasına yardım eder. Tarihi olaylara dayanan iyi bir romanın büyük bir öğretim kabiliyeti vardır. Çünkü hikaye çocuğun alaka ve dikkatini toplayabilir. Tarihi roman olaylara derinlik ve mana verir. Mazinin birçok kısımlarına renk, sıcaklık ve

93

hakikat ilave eder. Tarihe karşı hakiki bir merak uyandırır. Tarihi romanlar sadece zevk ve vakit geçirmek için bile okunuyor olsa sağlam tarihi bilgiler verirler.

Özçimen (2005) de, tarihi romanın bilgi verirken aynı zamanda zevk de verdiğini şu

sözleriyle ifade etmektedir:

Tarihi okumanın en keyifli yönlerinden birisi de, bütün büyük olaylar olup biterken, kıyıda köşede olaylardan çok da uzak olmayan insanların hikâyeleri. Tarihi o duygu ya da o bakış açısı ile anlatmak, her şeyden önce bu türe ilgi duyan okuyucular için, hem çok eğitici, hem öğretici hem de keyif verici bir oyun duygusu uyandırıyor.

Tarih öğretiminde öğrenci, tarihsel malzemeyle etkileşim içerisinde olmalıdır.

Çalışmamıza konu edindiğimiz tarihsel roman, öğrenciyi kendi içine çekerek

olayın yaşandığı döneme götürmekte, tarihsel düşüncenin ve düşünce

becerilerinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Öğrenci tarihi roman

okumasını gerçekleştirirken, kronolojiye dayalı bilgiler edinmekten çok yukarda

Carr ve Collingwood’un değindiğini belirttiğimiz hususlar ön alana çıkmaktadır.

Yani öğrenci, tarihi yorumlayabilmekte ve olayların arkasındaki düşünceyi

keşfetmektedir.

Korat (2001) ise, tarihi romanla ilgili şu eleştiride bulunmaktadır:

Tarihi "insanlaştırıp", edebiyatı sığlaştırınca ortaya "halk tipi" tarih romanları çıkıyor; yazar "amacına" okur da "aracına" kavuşuyor. Elli yıl önce tarihi yalnızca menkıbelerle "zihninde canlandıran", geçmişi ancak halk edebiyatının destan formu içinde kavrayabilen halkımız, şimdi tarihi yalnızca roman formu içinde öğrenebiliyor.

Öğrenme zihinsel bir süreçtir. Roman okuyucusu da zihinsel bir etkinlik

içerisinde olduğundan, yüksek düzeyde ve anlamlı bir öğrenme

gerçekleşmektedir. Tarih öğretiminde tarihi romanın kullanılmasıyla öğrenciye,

zihinsel bir sürece katılma fırsatı verilmiş olacak; aynı zamanda öğrenci tarihi

romandaki konunun geçtiği dönemin insanı gibi düşünmekle, tarihsel imgelem

ve tarihsel duygudaşlık (empati) gerçekleştirmektedir. “Tarihsel duyarlılık,

94

olaylara günümüz bakış açısından değil, geçmişin içinde bulunduğu şartlar

açısından bakmayı gerektirir” (Dilek, 2001, 87) diye belirtilmektedir.

Tarih eğitiminde, tarihsel romanı kullanmak okullarda interdisipliner bir yaklaşımın

da uygulanmasına zemin hazırlayacaktır. Ata’ya (2000,158) göre, “interdisipliner

yaklaşım, değişik bilgi alanları arasındaki ilişkileri vurgulayan bir yaklaşım ve

öğretim tarzıdır.” Đnterdisipliner yaklaşımın eğitim- öğretimde kullanılması yukarda

değindiğimiz sosyal bilimler arasındaki kopukluğu bir nebze de olsa giderebileceğine

inanıyoruz. Tabiî ki sadece tarih ve edebiyat arasında kurulabilecek bir korelasyon

(ilgileşim) yeterli olmayacaktır. Ancak çalışmamızın konu alanının dışına çıkmamak

adına, bu hususa değinilmeyecektir.

2.8.1. Tarihi Romanların Tarih Öğretiminde Kullanılmasına Dair

Pedagojik Yaklaşımlar

2.8.1.1. Rousseau ve Dewey’nin Yaklaşımı

Rousseau’ya göre, eğitimin amacı tabii bir insan yetiştirmektir. Doğal insan kendi

içinde birlik ve bütünlük gösterir. Rousseau’nun eğitimle ilgili yazdığı en önemli

eser “Emile”dir. Bu eserde Emile adlı çocuğun, küçüklüğünden yirmi bir yaşına

kadar eğitimciyle olan yaşamına ve eğitimine değinilmektedir. Bu eserde bireyci bir

eğitim modelinin sunulduğunu görüyoruz. Rousseau’ya göre, eğitim şu görevleri

yüklenmelidir:

1. Tabiatın gelişim yoluna engel olarak ortaya çıkan her şeyi ortadan kaldırmak,

2. Eğitimde geleneksel baskı metoduna son verilmelidir,

3. Çocuklar küçük yaştan itibaren meslek için değil, bir insan olarak

yetiştirilmelidir,

4. Eğitim çocuğun gelişim düzeyine uygun olmalıdır,

95

5. Đnsan bedensel yeteneklerinden başlayarak, duyusal, duygusal, zihinsel ve

sosyal yetenekleri ile bir bütün olarak yetiştirilmelidir (Aytaç, 1998, 188-

190).

Ata (2000, 159), konuyla ilgili şu bilgileri aktarmaktadır: 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Daniel Defoe tarafından yazılmış Robinson Kruze (1719) romanı etrafında bir eğitim bilim tartışması ile karşılaşmaktayız. Örneğin, Rousseau, Emile (1762) adlı kitabında La Fontaine'nin Fabl’larının çocuk için uygun olmadığını düşünürken, Robinson Kruze'yi çocuklara okutmanın önemini vurgulamaktaydı. Benzer şekilde Alman pedagog Herbart da aynı tavrı sergiledi. 1864'de, Tarihçi Lütfî de Robinson Kruze adlı kitabı Türkçe'ye çevirmiştir.

Ziya Paşa, Rousseau’nun Emile adlı kitabının çevrisini 1871'de tamamlayarak şöyle

der: “Bu kitap, o tarihe kadar süregelen terbiye yöntemlerini tamamen değiştirmiş ve

80 – 100 senedir Avrupa’nın ilerlemesine neden olduğu halde henüz dilimize

çevrilmemiştir”. Emile’deki değerli bilgilerin işimize çok yarayacağını da

belirtmektedir (Akyüz, 2004, 181).

John Dewey, Türk eğitim tarihinde etkili olmuş önemli bir düşünürdür. Ona göre,

öğrenci aktif olmalıdır. Đşlenen konuların öğrencilerin yaşamlarıyla ilişkili olması

gerektiğini belirtmektedir. Öğrencinin doğrudan tarihi eserlerle karşılaştırmanın daha

doğru olduğunu savunmuştur.

Dewey' e göre, Herbart Okulu'nun ilköğretim programlarında tarih dersinin zenginleşmesi konusunda pek çok yardımı olmakla beraber, Tarih ile Edebiyat arasındaki ilişkiyi abarttılar. Amerikan'nın Kolonizasyon tarihi ile Defoe'nin Robinson Kruzesi bir derece " tez " itibarıyle birbirinin aynıdır. Her ikisi de olgun bir uygarlığa sahip iken, birden bire sırf kendi kuvvetine dayanmak suretiyle işlenmemiş bir doğa ile mücadele etmek zorunda kalmış insanı temsil eder. Dewey'e göre, Robinson Kruze'yi ilköğretim 3. Sınıf ve 4. Sınıf çocuklarının ders programına koymak arabayı beygirin önüne koymak gibi bir şeydir. Burada Dewey şu soruyu sormaktadır; " Niçin çocuğa daha canlı ve etkisi daha büyük olan ve devamlı olan gerçeği vermiyoruz?" Ona göre, Robinson Kruze'yi okutmak yerine, çocukların düzeyinde yazılmış tarih-öncesi çağlara ilişkin olarak

96

insanların nasıl ilerlediğini gerçek hayattan yola çıkarak göstermek daha anlamlıdır (Ata, 2000, 159-160).

Dewey’nin tarih programı üç aşamadan oluşmaktadır:

1. Çocuğu muhtelif içtimai problemlerden haberdar etmek ve bunları sezdirmek için sade ve genel bir tarih,

2. Mahalli şartların bir kavme has muayyen faaliyetlerin mutalası,

3. Kronolojik bir genel tarih (Öztürk, 2002; Baymur, 1964)

Dewey'e göre, “Tarih öğrenmede asıl olan, insancıl bağlantı ve ilişkileri tanıyabilme gücünü edinmedir. Geçmişin bilgisi, bugünü anlamada anahtar olduğu için tarih öğretilmelidir. Geçmiş, günümüz tarihidir”. Daha da önemlisi, tarih, bir tarihçi için ne olursa olsun, eğitimci için aracısız bir sosyoloji olmalıdır (Akt.: Ata, 1998).

Kemal Kaya’nın, Erich Andraess’tan dilimize çevirdiği tarih fikrinin gelişmesine

dair makale serisi daha sonraki dönemleri etkilemiştir. Eric Andraess’ne göre; 3-7

yaşındaki çocuklar masal yaşı kademesinde bulunur. Bu yaşlardaki çocuklar özellikle

kahramanlık, doğa ve hayvan masallarından, öykülerinden zevk alırlar. 8-12 yaş arası

çocuklar ikinci aşamada bulunurlar. Robinson Kruze bu yaş için karakteristik bir

hikayedir. Bu döneme “Robinson yaşı” olarak ta adlandırılır. Robinson yaşındaki

çocuklarda büyük bir okuma içtihası mevcuttur (Baymur, 1964, 25–28; Güleryüz,

2002, 214).

2.8.1.2. Smith, Monson ve Dobson’nun Yaklaşımları

Smith, Monson ve Dobson’nun, ilköğretim sınıflarında tarihi romanların kullanılması

yöntemi ile okuma yetenekleri ve sosyal bilgiler dersi içeriklerinin

bütünleştirilmesini pozitif bir birleşik çalışma olarak görmektedirler. Birleşik çalışma

programları 21.yüzyılda öğrencilerin değişen ihtiyaçlarını karşılamak için ilköğretim

müfredat programlarının tüm safhalarını yeniden tanımlama teşebbüsleriyle

oluşturulmaktadır.

97

Smith, Monson ve Dobson’na (1992) göre, edebiyat içerikli eserlerin eğitimde

kullanılmasının öğrencilerin okuma başarılarına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

Ders kitaplarından çok normal kitapların okunması öğretilen öğrenciler üstün kelime

başarısı, okuma idraki sergilemektedirler. Öğretmenler tarihi romanları okuma

eğitimi için kullanırken öğrenciler okuma yetenekleri geliştirip bunun yanı sıra tarihi

kavramları öğrenebilirler (Akt., Öztürk 2002, 48–49).

Smith ve diğerleri (1992, 370- 375) tarafından yapılan “Edebiyat Aracılığıyla Tarih

ve Okuma Eğitimlerini Bütünleştirmeye Yönelik Bir Araştırma” çalışma, “tarihsel

romanların bazı tarihsel kavramları ve okuma becerilerin öğretimini

destekleyebileceklerine dair literatür bilgileri sunulmuştur.” 1989–1990 öğretim

yılında Smith ve diğerleri tarafından bir eğitim/öğretim yılını kapsayan araştırmayla,

“tarihsel romanların da kullanıldığı deney grubunun, kontrol grubuna göre Amerikan

Tarihine ilişkin % 60 oranında daha fazla bilgiye sahip olduğu bulunmuştur”

(Şimşek, 2006).

Smith, Monson ve Dobson’nun Amerika’da yapılan araştırma sonucunda (Bu

araştırmada, öğretmenler bir eğitim yılı boyunca normal ders kitaplarının dışında,

Amerika tarihiyle ilgili üç tarihi romanın seçilerek okutulması ve oluşan tarihi

bilginin ölçülmesini içermektedir.) istatistikî analizlerin sonuçları ortaya

koymaktadır ki; öğretmenleri tarihi romanları okuma ve sosyal bilgiler bilgisi ile

tamamlanan öğrenciler öğretmenleri sadece temel okuma materyallerini ve sosyal

çalışmalar ders kitabını kullanan öğrencilerden daha çok tarihi ayrıntı, ana fikir ve

miktarca çok daha fazla tarihi bilgi bilmektedir (Akt., Öztürk 2002, 50).

Öğretmenlerin, “romanların kullanımı hakkında en çok neyi sevdiniz?” sorusuna

verilen cevaplar ortaya koymaktadır ki, öğrenciler temel bir okuma programına

devam etmektense tarihi romanları boylu boyunca çalışmayı tercih etmektedirler.

Smith, Monson ve Dobson’a (1992, 374) göre, “günümüz sosyal bilgiler reformu her

aşamada daha çok tarih bilgisi öğretmekte odaklanmaktadır.” Romanların zengin bir

sosyal içerik, olay, yer, karakter ve tema ambarı olduğunu ve romanlardan sosyal

98

bilgiler ve okuma bilgisine “birleşik çalışma” yaklaşımında en iyi şekilde

faydalanılması gerektiğini belirtirler (Akt., Öztürk 2002, 54).

2.8.1.3. Bılof’ın, Van Middendorp ve Lee’nin Yaklaşımları

Bılof (1996, 374), nitelikli bir hikayenin sınıfta rol yaparak öğrenmede başarılı bir

araç olduğunu belirtmektedir. Đlköğretim düzeyinde olduğu gibi lise seviyesinde de

tarihi romanlar kullanılır. “Tarihi romanların kullanımı öğrenci ilgisi ile toplum ve

tarihin değerlerini birleştirir”( Akt., Öztürk 2002, 54).

Van Middendorp ve Lee (1994) güçlü tarihi romanların öğrenciler arasında ilgili

sosyal bilimler kavramları geçmiş, şimdi ve gelecek meseleleri hakkında canlı

tartışmaların yaratacağını söylerler. Edebiyatın öğrencilerde ve sınıf ortamında,

pozitif bir etki oluşturduğunu belirtmektedirler. “Edebiyat bir tarih sınıfında bir ders

kitabının yapamayacağı şekilde anlamlı tecrübeler sağlayabilir sosyal bilimlerde

edebiyat kullanımı tarih ders kitapları ile bağlantılı birçok probleme kısmen cevap

verir (Akt., Öztürk 2002, 56).

Van Middendorp ve Lee’ye (1994) göre;

Sewall, sosyal bilgilerle ilgili kitap sayısı çokluğunu bıktırıcı ve bunaltıcı olarak tanımlamıştır. (…) 23 yıllık ders kitabı yazarı Scheuster, ders kitabı yazarlarının belli oranda gerçek ve gerçek olmayanları yazmaya zorlandığını açıklar. Aynı şekilde birçok önemli konu tarih kitaplarının dışında bırakılmıştır. Carroll tartışmalı ve değer yargılarıyla ilgili konuların büyük ölçüde göz ardı edildiğini söylemektedir. Davis ise, tartışmalı konuları ve değer yargıları olmayan bu yazıları akılcı olmayan, cansız ve sıkıcı anlatımlar olarak tanımlamaktadır. Eliat Woodward ve Nagel bu tarz bir tarih eğitiminin tesir altında bırakılan öğrencilerin tartışma, bakış akışı ve değer yargılarından mahrum bir dünya ve ülke görülü olacakların sonucundan endişe etmektedirler (Akt., Öztürk 2002, 56).

Van Middendorp ve Lee (1994) yaptıkları araştırmalarda edebiyatın, ilgi ve merakı

artırdığını ve öğrencilerde pozitif tecrübeler kazandırdığını tespit etmişlerdir.

Öğrencilerin, tarihi romanların sağladığı heyecan ve macerayla beslendiklerini ve

99

tarih eğitimi ilköğretimde sosyal bilgiler derslerinde kullanılması gerektiğini

önermişlerdir.

2.8.1.4. Dance ve Egan’ın Yaklaşımı

Dance (1976), “gençler tarafından tarihin her dönemi veya hiç olmasa pek çok

dönemleri hakkında, genellikle ciddi görünen metinler dışında başka dokümanların

kullanılabileceğini belirtmektedir.” Dance, ciddi metinlerin tarihçinin çalışma

araçları olduğunu ve eğitimde, tarihi değerlerle hikayenin çekiciliğini birleştiren

tarihi romanların son zamanlarda önemli başarılar elde ettiğini ve kullanılması

gerektiğini belirtmektedir (Akt., Öztürk 2002, 58)

Kanadalı eğitim bilimci Egan, hikayelerin müfredat programlarının tüm alanlarında

özellikle yararlı pedagojik gereçler olarak görüldüğünü belirtmektedir. “Bilhassa

tarihi olaylara insani tepkiler açısından vurgulamalarıyla hikayeler, esas olarak

tarihsel kavrayış tarzını öğretmenin başlangıcıdır.” Egan, öğrencilerin tarihi

anlamalarında tarihi romanların yararlı etkilerinin olduğunu belirtmektedir. “Hikaye

ile tarihi olaylara verilen insani karşılık vurgular; hikaye yoluyla temel oluşturmaya,

tarih anlayışının başlangıcına ve her türlü eleştirel analize haberci olmaktadır”

(Levstik, 1995, 113–114) (Akt., Öztürk 2002, 58).

Dilek ve Yapıcı (2005, 117), Đngiliz Ulusal Eğitim-Öğretim Programı ve Egan

tarafından öykülerin tarih eğitimindeki etkililiğinin dile getirildiğini belirtmektedir.

Egan, tarihsel anlamayı;

1. Mitsel evre (4 – 9 yaş)

2. Romantik evre (9 – 15 yaş)

3. Felsefi evre (15 – 20 yaş)

4. Đronik evre ( 20’li yaşlardan sonra) olmak üzere ayırmaktadır.

Egan, mitsel evrede tarihsel gerçekleri anlamayı sağlayacak yer, zaman, nedensellik

gibi kavramların henüz çocuklarda gelişmediğini belirtir. Bu dönemde “iyi ve kötü,

100

yanlış ve doğrular vardır.” Đlköğretimde işlenen sosyal bilgiler konuları öğrencinin

bildiği yakın çevresinden konular ve kavramlardan oluşmaktadır.

Çocuklar bu sıkıcı konulara ilgi duymaktan ziyade fantezi dünyasının karakterleri olan canavarlar, kötü üvey anneler ve tuhaf yerlerde yaşayan konuşan hayvanlara doğrudan ulaşma eğilimindedirler. Onlar, dünyayı ilköğretim programlarının içeriğinde yer alan somut kavramlarla değil hayal dünyalarında yaratıkları imgeler ve duygu dünyalarını oluşturan sevgi, nefret, korku, neşe, doğru ve yanlış gibi soyut kavramlarla algılarlar (Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).

“Romantik kavrama, okuma ve rasyonel düşünme ile gelişir”. Romantik evredeki bir

öğrenci, “yakından uzağa ilkesinin söylediğinin tersine Çin Seddi, Piramitler,

Dünya'nın en uzun adamı gibi insan deneyiminin uç noktaları ile meşgul olur”(Ata

2000,160). Romantik evrede, “tarihsel zaman, değişim, nedensellik ve öteki

kavramları ile birlikte dış dünyanın özerkliğine duyulan bir takdir hissi de gelişir.”

Romantik evrede çocuklar kendilerini öyküdeki karakterlerle özdeşleştirirler,

kendilerini öykünün bir parçası olarak görürler.

Çocuk öyküde geçen aşırılık, tuhaflık, mükemmellik vb. unsurların büyüsüne kapılır. Sınırsız gibi görünen yabancı bir dünyanın ani bir şekilde çocuk tarafından keşfi, onun gelişen benliği açısından bir tehdittir. Çocuk bu tehdide karşı kendisini savunmak ve onun üstesinden gelmek için öyküdeki en güçlü ve asil karakterler ve güçlerle romantik bağlantılar ve özdeşim kurma yollarını seçer. Bu evrede çocuk, geçmişle artan bir şekilde kişisel bir bağ kurar. Bu bağ geçmişte yaşamanın nasıl bir şey olduğu hakkındadır (Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).

Felsefi evrede, geçmiş bir bütün olarak algılanmaktadır. Öğrenciler, tarihin kendi

geçmişleri olduğunu bu evrede kavrarlar. “Çocukların tarihi kendi öyküleri olarak

görmeleri, onları öz kimliklerinin ve kendi dünyalarının bir şekilde geçmişte olan

olaylar tarafından belirlendiği anlayışına yöneltir (Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).

Đronik evrede, öğrenciler genellemelerin olayları açıklamada yetersiz olduğunu fark

ederler. Birey, “geçmişin yapılandırılmasında tarihçinin zihinsel etkinliğinin bu yasa

ve prensiplerden daha etkili olduğunun ve bu zihinsel etkinliğin asla masumiyet

taşımadığının farkındadır”. Đronik evrede “tarihsel anlama 'tarih tarih için yapılır'

101

anlayışına uygun olarak, pratik bireysel ihtiyaçların ötesinde farklı bir boyut

kazanır”(Dilek ve Yapıcı, 2005, 117).

Egan (1997), geliştirdiği bu fikirler doğrultusunda bir öğretim programı ve pedagoji

önermektedir. Buna örnek olarak, “öğretmen, romantik aşamada bir öğrenciye

elektriğin bulunuşunu öğretirken, bunu Benjamin Franklin ve Thomas Edison gibi

kimselerin hayat hikayesi ve çabaları ile ilişkilendirmelidir (Akt., Ata 2000,160).

2.8.1.5. N.C.S.S Raporu ve Nawrot’un Yaklaşımı

Đlköğretim ve orta öğretimde bulunan gençler zaman kavramıyla ilgili bazı sorunlar

yaşasalar dahi, günümüzün nasıl oluştuğunu ve ülkelerinin mirasına minnettarlık

geliştirmeyi anlama ihtiyacı içerisindedirler. N.C.S.S ( National Commission Of

Social Studies ) raporuna (1989,16) göre, öğrenciler, edebi eserlerin aracılığıyla

tarihi miraslarına takdir geliştirebilirler. Bu raporda (1989,19), Levstik’in “tarih

öğretiminde kullanılan konuşma şeklinin öğrenci ilgilerini etkilediğine ve tarihi

roman şeklindeki tarihi bilgiyle karşılaşan çocukların tarihe ilgi ve heves

gösterdiklerine dair görüşene de yer verilmiştir” (Akt., Öztürk 2002, 59).

Barnes (1991) , yer kısıtlamalarının, kahramanların işlenişinde metinlerin sık sık

sınırlı kaldığını ve “sıradan insanların umutları, hayalleri, hüsranları ve başarıları

genellikle tamamıyla ihmal edilmektedir. N.C.S.S edebiyat dahil olmak üzere yazılı

öğrenme materyallerinin zengin bir karışımını kullanmayı tavsiye etmektedir” (Akt.,

Öztürk 2002, 59) diye belirtmektedir.

Nawrot (1996, 343) hepimizde mazinin etkileri olduğunu belirterek şu hususlara

değinmektedir:

Aile ağacı oluştururuz, çocuklarımıza kendi çocukluğumuzu anlatırız ve hikaye anlatımı vasıtasıyla kendi insanlarının tarihi öven ilkel kabile mensupları gibi geçmişteki insanlar hakkında efsaneler oluştururuz. Öğretmenler tarihi roman türünü geçmiş zamanları

102

öğrenme arzusunu tatmin etmeye ve aynı zamanda öğrenciler zengin bir edebi tecrübe sağlamaya yardım etmek için kullanabilirler.

Tarihi roman analiz yerine sentez sunarak okuyucuyu tecrübenin içine dahil eder. Đlgi asıl olayın üzerinedir ve insanlar araştırmanın amacıdır. Tüm çağlarda insan değişmez olarak görülmüştür. Hikaye içerikten alınan bir resim değil, dünyanın daha karmaşık bir resmi görünümündedir. Sonuç olarak tarihi roman olayların insan dizini üzerinde yoğunlaşarak tarihi çalışmaları insanileştirmektedir (Akt., Öztürk 2002, 59).

2.8.1.6. Danks ve Levstik’in Yaklaşımı

Levstik, tarihi kavrayış ve tarihi romanların tarih eğitiminde kullanılmasıyla ilgili

birçok araştırma yapmıştır. Levstik yaptığı araştırmalarla şu sonuçlara varmıştır.

Öğrencilerinde tarihi ilginin 5, 6 (5 yıl 6 ay) yaşında kendini gösterdiğini ve

öğrencinin köle devletlerini yöneten J. Davis’i öğrenmeyi reddettiğini görmüştür.

Öğrenci 7: 1 yaşında sanat çalışmaları ile tarih bilgisini birleştirmeye ve bazı özel

detayları sormaya başlamıştır. 8: 9 yaşındayken soruları tarihin etik yanıyla ilgili

olarak geniş bir çerçeveye yayılmıştır. Öğrencilerin çeşitli “sorularla ailesini haklının

yanında olup olmadığından emin olmak istemiştir.” Öğrencilerin 5. sınıf düzeyinde

tarihle ilgili önemli deneyimler ve ona destek olacak ilgilere sahip olduğu

belirlenmiştir. Öğrenci “yoğun Amerikan tarihi çalışmalarıyla ilk karşılaştığında

hatırlayacak bazı deneyimler ve ona destek olacak ilgileri zaten mevcut idi. Levstik

(1989, 115), araştırması sırasında birlikte çalıştığı öğrencinin, “tarihi romanın ders

kitaplarından çok daha tatmin edici olduğunu” ortaya koyduğunu fark etmiştir. Ders

kitaplarının “siyasi atmosfer veya olaylar ve bunların sebepleri hakkındaki

gerçeklerin detaylarını” tarihi romandan daha detaylı ve gerçekçi bir biçimde

işlemesine rağmen, öğrencinin daha çok insani yönü olan şu tür olaylara önem

verdiğini tespit etmiştir; “insanlar tarihi nasıl düşündüler?”, “ günlük çalışmaları

nasıldı?”, “ne giyerlerdi”, nasıl konuşurlardı”(Akt., Öztürk 2002, 60- 61).

Levstik, öğrencisinin edebi eserin, tarihin özel yollarla daha ayrıntılı anlatımına

olanak sağladığını, fark ettiğini görmüştür. “Böylece tarihte gerçek insanların olduğu

103

duygusunu hissettirmektedir. Olaylar insani yönü olmayan ders kitaplarında olduğu

kadar kesin değildir”. Öğrencinin önem verdiği detayların ve öğrenmek istediklerinin

“duygu, ahlak ve bireysel yargılama konularına doğrudan” bağlantılı olduğunu

görmüştür. Levstik’e (1989) göre, edebi eser basit olay diziminden çok daha fazlası

anlamına gelmektedir. Edebi eserlerde sebep sonuç bağlantıları vardır. “Böylelikle

öncelikli olayın sonraki olayın sebebi olduğu anlaşılmaktadır.” Tarih içerikli eserler

işledikleri olaylarla düzeni aşılamaktadır. Tarihi hikayeler, “ele aldığı konuların bir

başlangıcı ve sonu olduğunu ve sebep sonuç ilişkisini açıklamaktadır” (Akt., Öztürk

2002, 60- 61).

Levstik (1995, 114), tarihi romanın, tarih ders kitaplarının geniş incelemelerinin

dışında, bir yazarın tarihin bir parçasını ele alarak, onu derinlemesine incelemesi

sonucunda insan yaşamına dair ayrıntıları sunduğunu belirtmektedir (Şimşek, 2006).

Levstik (1995,113- 115) bir başka çalışmasında çocukların hikayeyi anlama ve kullanma becerilerini diğer yazım türlerini kullanma ve anlama becerilerinden daha üstün olduğunu belirtmektedir. Tarihi; bazı insanların, yerlerin olayların hikayesi olarak gören Levstik; Amerikan hikayelerinin biçim ve içeriğinde Amerikan tarihinin oluşturulduğu ve eleştirildiği bir çerçeve sağladığını düşünmektedir. Đnsanlar ve gruplar Amerikan hikayesinin hangi versiyonu anlatılırsa anlatılsın kendilerini bunun içinde, dışında veya karşısında hissedebilirler. Bu açıdan tarihi hikayeler etkili kültürel güçler durumuna geçmektedir.

(…) Edebi eser kronolojiyi öyküye çevirir. (…) Levstik yaptığı çalışmalarda tarihi romanların, bazı sınıf gruplarında pozitif öğrenci tepkimeleri elde ettiğini görmüştür. Bu çeşit anlatımda yazar sıkça genel tarih çalışmaları yazılarının dışında bırakılmış insani detayları öne çıkartarak tarihe ayna tutar. Eğer roman edebiyatla içli dışlı doğru tarihse okuyucu bazı insanların tarih hakkında neler hissettiklerini, günlük hayatlarını nasıl yaşadıklarını, ne giydiklerini, nasıl konuştuklarını anlarlar. Yazar anlatımı güçlendirmek için detayları organize eder (Akt., Öztürk 2002, 62- 63).

Lezstik (1989), edebi eselerin merkezinde farklı zıtlıkların olduğunu ve bu durumun

hikayeyi iki farklı versiyonda ele alınmasını sağladığını belirtmektedir. Edebi

eserlerdeki farklı görüşlerin iki konuyu gündeme getirdiğini belirtir. Birincisi,

“hikaye okuyucuların belli perspektif tespit etmelerini sağlarken, çocuk okuyucunun

104

gerçeklik arayışını etkileyecek ahlaki konuları da ortaya çıkarabilir”; ikicisi ise,

“okuyucu tarihi yorumsal ve ahlaki değerleri içeriyor olarak da düşünebilir.” Levstik

(1995), tarihin sadece kronoloji olması durumunda, tarihi anlama mantığının

olmadığını belirtmektedir. “Ancak hayati önemi olan ahlak ve ahlak bilimi

konularının yorumlarını da içeriyorsa, sadece anlamayla değil, aynı zamanda

kendimizi ve dünyayı anlamamızı sağlayacak yolla da alakalıdır (Akt., Öztürk 2002,

63).

2.8.1.7. Gallo- Barksdale ve Savage- Savage’nin Yaklaşımı

Gallo ve Barksdale (1993–286), romanların edebiyat içerikli dersler ve bu tür dersleri

okutan öğretmenler tarafından kullanıldığını, edebiyat içerikli dersler dışında roman

ya da tarihi romanlardan çok az yararlanıldığını belirtmektedir. “Bu araştırmacılar

tarih öğretmenlerine, öğrenciler için değerli, bütünleyici okuma deneyimleri olarak

tarihi romanların kullanımını tavsiye etmektedirler” (Öztürk, 2002, 64).

Savage-Savage’a (1993, 32) göre;

Müfredat programındaki son değişmeler ilk ve orta dereceli okullarda özellikle sosyal bilgiler zenginleştirmek için edebiyatı kullanarak ortaklaşa öğretilen konuların birleşmesini vurgulamaktadır. Çocuk edebiyatı sosyal bilgilerde konulan hedefleri başarmak için imkân dâhilinde yararlı bir materyal bolluğu sunar. Edebiyat ve edebiyat materyalleri, sosyal bilgilerin öğretiminde önemli bir rol oynamalıdır. Çünkü bu materyaller beşeri tecrübelerin hissi boyutunu çok güzel naklederler (Akt., Öztürk 2002, 64).

2.8.1.8. Harris ve Austin’in Yaklaşımı

Harris ve Austin’e (2000, 22) göre, “tarihsel roman okumanın, bütün gençlerin

davranışlarını kapsayan bir derecede bilgi sunmaları yerine, tarihin anlaşılmasına

yönelik ilgiyi uyanık tutması” beklenir. Harris ve Austin, tarihsel romanların genç

okuyucuya, “tarihsel bir problemin bir kısmını sunarak onun merakını uyandırmak

suretiyle onu, tarihi daha detaylı okumaya teşvik” ettiğini belirtmişlerdir. Tarihsel

105

roman okuyan genç okuyucular “yalnız bir değil birçok tarihin var olduğunu”

görürler. “Böylelikle tarihsel romanlar, okuyanların tarihi anlamalarında bir yardımcı

olarak bazı olayların farklı perspektiften farklı değerleri, bazı anlaşmazlıkların ve

gerçeklerin farklı içeriklerinin olabileceğini öğrenmelerini sağlar (Şimşek, 2006).

2.8.2. Tarihi Romanları Belirleme Ölçüleri

Genel olarak çalışmamızda tarihi romanın ne gibi özelliklere sahip olduğunu ve tarihi

romanla tarih ve tarih öğretimi arasında ne gibi bağlantıların olduğuna değindik. Bu

bölümde de tarih veya sosyal bilgiler tarih konuları açısından tarihi romanların hangi

ölçülere göre seçilmesi gerektiğine değinilecek.

Daha önceki bölümlerde, tarihi romanın özelliklerine ve tarihi romanın ülkemizde,

tarihsel süreç içerisindeki gelişimine değinirken, bu edebi eserlerin belli sosyal,

siyasal, ideolojik bir takım amaçlarla ortaya çıkıp yaygınlaştıklarını belirtmiştik.

Burada karşımıza önemli bir sorun çıkmaktadır. Tarih bilincinin öğrencilere

kazandırılması amaç edinildiği takdirde –ki bizim tarihsel romanı konu edinmemiz,

tarih bilincini sağlayacak bir araç olarak görmemizdendir- tarihi romanda birçok

özelliğin aranmasını gerektirmektedir.

Tarihi romanı, bağımsız edebi bir ürün olarak değerlendirdiğimizde çok fazla bir

sorun yokmuş gibi algılanmasına rağmen; biz tarihi romanı sadece estetik kaygılarla

kaleme alınan sanat ürünleri olduğu kanaatinde değiliz. Birçok edebiyat teorisyeni de

tarihi romanların estetik boyutu noktasında şikayetçi gibi görünmektedir. Burada

tarihsel çalışma olarak değerlendireceğimiz edebi eserlerin, tarihi gerçeklere ne kadar

sadık kalıp kalmadığı bizi öncelikle ilgilendirmektedir. Baymur’da (1964, 49), tarih

öğretiminde kullanacağımız tarihi romanların tarihi gerçeklere uygun sanatsal

yeterliliğe sahip ve öğrencilerin seviyesine uygun yazılması gerektiğini

belirtmektedir. Çünkü okullarımızda okutulan tarih dersinin çokta çekici olmadığı ve

bir tarih sevgisinin eğitim sürecinde oluşmadığını göz önünde bulundurduğumuzda,

tarihi gerçeklere uygun olmayacak şekilde, sadece kurgu ürünü olan eserlerin tarihi

106

roman olarak topluma sunulması, insanları yanlış yönlendireceği gibi sağlıklı bir

tarih bilincinin de oluşmasını engelleyebilmektedir.

Nawrot’ta (1996), eğitimde kullanılacak tarihsel romanların doğruluklarının önem

taşıdığından bahsetmektedir. Hiçbir şey tarihi gerçeklere aykırı olmamalıdır. Tarihsel

ilişkiler tahrip edilmemeli, hikaye konu edindiği zamanın özellikleri ve değer

yargılarını yansıtmalıdır. “Karakter ve olayların birçoğu kurgusal olduğunda bile,

hikaye bağlı bulunduğu zamana karşı dürüst olmalıdır” (Akt., Öztürk 2002, 66).

Tarihi romanların farklı niyetlerle yazıldığını ve tarih bilincinin oluşmasına katkı

sağlayan romanların varlığı söz konusu olduğu gibi, tarihi çarpıtarak insanları ve

toplumları yanlış yönlendiren tarihi romanlarda mevcuttur. Bu durumda tarihsel

içerikli edebi eserlerin tarih öğretiminde kullanılmasında, eğitimcilere özelde

öğretmenlere önemli sorumluluklar düşmektedir. Ancak bu noktada da karşımıza

bazı sorunların çıktığını daha önce belirtmiştik. Bu sorunların başında eğitimcilerin, -

kast ettiğimiz tarih eğitimcileri, özellikle öğretmenlerdir- edebi ürünler ve konumuzu

oluşturan tarihi romanlar hakkında yeterli bilgiye sahip olmamalarıdır.

Öğretmenlerin bu hususta bilgilenmeleri, tarihi romanların tarih eğitiminde

kullanılası açısından son derece önem arz etmektedir. Bu konuda geleceğe yapılacak

bir yatırım olarak, eğitim fakültelerinde okuyan tarih ve sosyal bilgiler öğretmen

adaylarının edebiyatla ilgili bilgi edinmeleri, tarih ve edebiyat bölümlerinin bu

hususla ilgili olarak işbirliğine gitmesini önemli buluyoruz.

Öğretmenler tarih derslerinde, konulara uygun tarihi romanları seçerek, öğrencilerin

seviyesini de göz önünde bulundurarak tarihi gerçeklere uygun yazılmış edebi

eserleri derslerde yardımcı unsurlar olarak kullanmalı ve dersleri daha verimli hale

getirmelidir. Ata (2000) resimli tarihi romanların, gerçeğe en yakın olan romanlar

olmaları ve pratik faydalar sağlayacağından tarih derslerinde kullanılması gerektiğini

belirtmektedir. Küçükahmet’te (1995) öğretmenlerin önereceği kitapların çekici

olması gerektiğini söyler. Çünkü öğrencilerin uygun resimlerle süslenmiş, kısa cümle

ve paragraflarla günlük konuşma diliyle yazılmış kitaplardan hoşlandığını

belirtmektedir.

107

Levstik’te (1989) bir öğrenciyle bir yıl boyunca yaptığı araştırma sonucunda,

öğrencinin en çok macera içerikli edebi ürünlerden hoşlandığını tespit etmiştir.

“Sonu daha başından belli olmayan”, karakterlerin daha çok gerçekte olan genç ve

ilginç tiplerin seçildiği tarihi romanların öğrencinin ilgisini çektiğini belirlemiştir

(Öztürk, 2002).

Ata (2000, 162) “tarihi romanı seçme kriterleri; ortam, stil, tema, karakter seçme

açısından” değerlendirilebileceğini belirtir.

Ortam:

1. Zaman ve mekan açısından ortam otantik olmalıdır, 2. Ortam ayrıntıyla tasvir edilmeli, hikaye ile birlikte işlenmelidir,

Stil:

1. Giriş kısmı entrikaya işaret etmeli, 2. Figüratif bir dil kullanılmalı, 3. Günlük ve gazeteler kullanılmalı, 4. Macera unsurlarını içermeli.

Tema:

1. Cesaretin fiziksel güçten daha önemli olduğu, 2. Đnsanların her türlü engeli aşabileceği, 3. Nefretin bir düşman olduğu, 4. Yurt sevgisi, 5. Cahilliğin ve önyargının yıkıcı olduğu, 6. Fiziksel eksikliklerin insanı insanlığından edemeyeceği,

7. Herkesin kahraman olabileceği. Karakter Seçme:

1. Karakterler gerçekçi olarak resmedilmelidir. 2. Hareket, düşünce ve görüşleri yaşadıkları dönem için doğru olmalıdır.

“Öyküler olay, olgu ve tarihsel kişilikleri betimleyerek bireyin zihnine semboller

vasıtasıyla soyut mesajlar yollamaktadır” (Dilek ve Yapıcı, 2005, 121). Bu

mesajların “bireyin yaratıcı düşünce becerileriyle” tekrar şekillendiği ve tarihsel

anlama için düş gücü süreçlerinin yaşatıldığı dile getirilmiştir. Burada tarihsel

108

anlamanın, tarihsel gerçeklerle çelişmemesi açısından, eğitim amaçlı kullanılan

öykülerde ya da romanlarda, yukarda da değindiğimiz tarihsel gerçeklerle

çelişmemesi, tarihi olguların sanatla kaynaştırılması, tarihi kayıtları çarpıtmayan,

aktarılan bilgilerin doğru olması gerekmektedir.

Cox ve Hughes (1998, 88) öykülerin bir takım özelliklerine değinmişlerdir. Bu

özelliklerin tarihi romanlar için de geçerli olduğunu düşünüyoruz.

Bunlar:

1. Çocuklara deneyimlerinin ötesinde farklı dünyalar sunmalı; 2. Çocukların öyküdeki kahramanların inanç ve eylemlerini

keşfederek sıradan ve güçlü olan insanların duygu ve olaylar karşısındaki tavır ve davranışları değerlendirmesine olanak tanımalı;

3. Çocuklara tarihsel terimleri ve yeni sözcükleri kazandıracak

nitelikte ve tarihsel terimlerin yoğun olarak kullanıldığı kaynaklarla çalışma gibi başka etkinlikleri destekleyecek şekilde düzenlenmeli;

4. Daha resmi bir bağlamda sunulduğu zaman zor ve hassas

gelebilecek fikirleri tanıtmada bir araç olmalı; 5. Đlgi ve heyecan yaratarak çocukların duygusal karşılıklar

vermesini sağlamalı ve duygusal alan üzerinde önemli bir etkiye sahip olmalı;

6. Araştırma ve kaynaklarla çalışmayı gerektiren sorular içermeli; 7. Kronolojik ve anlatım açısından tutarlılığı olmalı ve öğrencileri

belli bir düzen içerisinde geçmişi yeniden kurmaya yönlendirmeli; 8. Resim gibi görsel malzemelerle desteklenmeli ve öğrencilerin

geçmiş ile ilgili zihinsel imgelerine katkıda bulunmalı (Akt., Dilek ve Yapıcı 2005, 121–122).

Şahin’e (2000, 46) göre, “…edebi mahsuller, cemiyetin tarihi hakkında, konu

aldıkları devre ve o devir içindeki sosyal bir zümrenin hususiyetlerine taalluk eden

bilgileri içerirler.” Bu hususta da tarih eğitimcisinin dikkatli davranması

gerekmektedir. Çünkü tarihi romandan beklediğimiz tarihi yeniden öğretmek

değildir. Tarihi romandan ya da diğer edebi içerikli eserlerden beklediğimiz, tarih

109

bilincinin oluşmasında katkı sağlamasıdır. Bu nedenle, tarih öğretiminde kullanılan

edebi eserin, işlenen konuyu bütünleyecek bir mahiyette olması gerekmektedir.

Dönemin toplumunun ders kitaplarına yansımayan yönlerini yansıtabilmelidir.

Bılof (1996) tarihi roman seçimiyle ilgili öğretmenlere şu önerilerde bulunmaktadır:

1. Öğretmenler örencilerin okuma düzeylerine uygun, okuma becerilerini artıran, tarihi insanileştiren, öğrencilerin ilgi ve motivasyonlarını artıran ve tarihi kayıtları çarpıtmayan romanlar seçmelidirler. Romandaki olayların genel gidişatı doğru olmalıdır, içerikli bir hikaye anlatmalıdır .

2. Kriz durumlarında ya da ikilemlerde yer alan karakterler ki bunlar döneme uygun ve insani tecrübelere paralel olmalıdırlar, genellikle öğrencilerin ilgilerini çekerler. Đster hayal ürünü, ister tarihsel olsun, ya da her ikisi de olabilir bu karakterler dönemlerinin değerlerini ve motiflerini temsil etmelidirler.

3. Öğretmenler hikâyenin gerçek akışını düşündüklerinde; hareketin hareketsizliğe, düzenli diyalogların laf kalabalığına ve empatik karakter tahlilinin manasız betimlemeye tercih edildiğini göz önünde bulundurmalıdırlar.

4. Öğretmenler, birlik olsun diye özellikle bildikleri ve özel ilgileri olan bir roman seçmelidirler. Böylelikle karmaşık tarihi konuların aleyhte tesiri olan ve fazlasıyla basite indirgenmiş ele alınma tarzıyla baş edebilirler.

5. Roman, ister romansal olmayan kaynaklara yönelik yardımcı araştırmalar, ister romancının ya da tarihçinin çelişen metodolojiler tartışmalarında olsun tarih yazmanın önemini içeren etkinliklerle uyumlu olmalıdır.

6. Öğretmenler muhtemel seçimi, romanın atfedildiği bir grup sorumlu öğrenci ile test etmenin yardımcı olabileceğini keşfedeceklerdir. Bu grup, seçim hakkında tarafsız geri bildirim verebilirler ve en iyi modelin şahsi karar almak olduğu ödevler önerebilirler.

7. Tarihi içeriğe ve ödevin odağına hitap eden kitaplar dışındaki öğretim araçlarıyla donatılabilen bir romanın seçimi, öğretmenin anlamlı giriş, gelişme ve sonuç etkinlikleri organize etmesini sağlayacaktır

110

8. Öğretmenler her yıl farklılaştırılabilecek değişik ödevlere konu olabilecek roman seçiminden yararlanmalıdırlar. Ödevler romanın insani tarafıyla empati halinde olmalı ve eleştirel düşünce becerilerinin yüksek seviyelerine hitap edebilmelidir

9. Son olarak öğrencilerin romana olan hevesleri öğretmenin ortaya koyduğu ile yüksek oranda bağlantılı olacağından, tam benimsenmemiş bir romanla işe koyulmak pek doğru olmayacaktır. Böyle bir seçim sonuçları negatifleştirecektir. Doğru romanı buluncaya kadar bekleyip araştırmaya devam etmek gerekir (Akt., Öztürk 2002, 69–70).

2.8.3. Tarih Öğretiminde Tarihi Romanın Kullanılmasının Yararları

Genel olarak tarih öğretiminde tarihi romanların kullanılmasıyla ilgili hususlara

“Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması” başlığı altında ve çalışmanın

genelinde değinilmiştir. Bu bölümde daha çok eğitimcilerin görüşleri doğrultusunda,

daha teknik bir yaklaşımla konu ele alınacaktır.

Tarih eğitiminin okullarda çokta zevkle işlenen, öğrencilerin ilgilerini çeken, tarih

bilincinin oluşması için yeterli düzeyde ve yaşamla bağlantılı konulardan

oluşmadığını dile getirmiştik. Bu anlamda edebi ürünler gibi öğrencilerin ilgilerini

çekebilecek materyallerin tarih öğretiminde kullanılması bir farklılık yaratacaktır.

Bizim savunduğumuz, tarih öğretiminin farklı materyallerle desteklenerek, yaşamla

bağlarının oluşturulması, öğrencilerin ilgilerini çekerken tarih bilincinin oluşmasını

sağlamaktır. Bu anlamda işlenen konuya göre bazen bir tarihi metin kullanılırken,

bazen bir fotoğraf, bazen bir karikatür, bazen bir oyun vb. olabilir. Ele aldığımız

konu itibariyle tarihi roman üzerinde duruyoruz. Aynı zamanda tarihi romanın, çok

önemli katkıları olacağı muhakkakken, tarih öğretiminde yeteri kadar kullanılamıyor

ya da sistemli bir şekilde hiç kullanılamıyor olması büyük kayıp olarak

değerlendiriyoruz.

Ata (2000, 164) sınıfta tarihi romanın kullanılmasının yararlarını şu şekilde

sıralamaktadır:

111

1. Geçmişteki günlük hayatı tasvir eden tarih, çocukların ilgisini çekebilir.

2. Roman ile tarih öğretimi tozlu geçmişe hayat vermeyi; sultanların,

köylülerin ve askerlerin yaşayışlarını canlı olarak anlatabilir. 3. Halkın bir grubunun, yaşam tarzının günlük ayrıntılarını edinmeyi

güçlendirebilir. 4. Tarihi roman, tarihi figürleri ders kitaplarına göre daha gerçekçi

yapar. 5. Sınıfta tarihi romanlar; dünyayı, kültürlerini ve kendi uluslarını

tarihlerini öğretmede kullanılabilir. 6. Yazarın eğilimlerini, olgu ile düşünce arasındaki farkı öğretmek

için kullanılabilir. 7. Tarihi roman, eğlenceli bir şekilde tarihi olguları öğretebilir. 8. Çocuklarda yurt ve ulus sevgisi uyandırır. 9. Çocukların, okuma ve yazma becerilerini geliştirir. 10. Derslerde, tarihi romanın kullanımı, çocukların geçmişte yaşamış

kimselerin neşe ve üzüntülerini hissetmelerine yardım eder. Dolaysıyla öğrencilerin empati becerisini geliştirir.

Silier (2000, 80) tarih kitapları yazarak onları öğretmenler aracılığıyla ezberletmenin

amaçlanmaması gerektiğini söyler. Öğrenci “…öğrenme, kendini geliştirme,

duygudaşlık geliştirme, sebep- sonuç ilişkisi geliştirme, kronolojik kavrayış

geliştirme, zaman içine kendini koyma gibi özellikleri” edinebilmelidir. Biz tarihi

romanın, belirttiğimiz bu hususlara önemli katkılar sağlayacağı inancındayız.

Nawrot (1996, 343-346), bizin değindiklerimizi de kapsayan bir şekilde tarihi

romanların, tarih öğretiminde kullanılmasının, aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı

öğrenciler için etkili ve yararlı bir yol alacağını belirtmektedir:

1. Roman, açıklama metinden daha kolay anlaşılmaktadır. 2. Roman gençlerin kendilerini anlatma ve dünyayı anlayışlarına daha

yakın bir yol alan sübjektif biçimde sunum yapmaktadır.

112

3. Brodine’in belirttiği gibi roman okuyarak, öğrenciler daimi bilgiler

oluşturmaktadır; detayları unutabilirler ancak zaman içinde bir yaşam sürecek bilgiyi akılda tutarlar.

4. Öğrenciler romanın olayları içinde duygusal olarak yer aldıklarında

hiç unutulmayacak etkiler oluşmaktadır. 5. Azaderson’un belirttiği gibi, tarihi hikayelendirme, okuyucuların

daha sonra gerçek bilgiye uyarlayacakları şemalar oluşturmalarını sağlar. Gerçekler hikaye içinde yerlerine oturtulduklarında, hafızaya kazınmış olmaktadırlar.

6. Tarihi romanın tarih öğretiminde çok önemli bir değeri vardır.

Çünkü tarihi roman, olaylarda insan faktörünün önemi ve insan davranışları üzerinde odaklanmaktadır.

7. Tarihi roman, öğrencilere insani sorunları inceleme fırsatı vererek,

öğrencileri sebep ve sonuç muhakemesi yapmaya yönlendirir ve dışardan gelen şartların insanları şahsi seçimler yapmaya zorladığının farkına varmalarını sağlar. Öğrencilere insan davranışlarının aşırılıklarını incelemek için uygun şartlar sağlar.

8. Tarihi roman eleştirel düşünceyi harekete geçirir. 9. Tarihi romanda karakterler zor kararlar vermek durumundadırlar.

Öğrenciler verdikleri kararlarla ilerlemeye yönlendirilirler. 10. Birçok tarihi roman bir konu üzerinde birbirleriyle çelişkili bakış

açıları sunar ki öğrenciler daha sonra bunları değerlendirme yeteneği kazanırlar.

11. Tarihi roman öğrencilerin kendi zaman ve yaşam şartlarının çok

dışında bir hayatı anlatmaktadır. Böylece okuyucu öğrenciler geçmiş ve şimdi arasında bağlantılar kurma, zaman içindeki gelişimlerini görmek için konuları takip etme, kendi dünyalarını şartlar içinde görmeye başlama ve geçmişin şimdiyi şekillendirmeye ne kadar yardımcı olduğunu anlama konularında bir bakıma tarihi romandan yardım almaktadırlar. Bu bilgi öğrencilerin şimdiki zamanda alınan kararların geleceği biçimlendireceğini anlamalarına neden olabilir.

12. Tarihi roman öğrencilerin yaratıcı tepkimeler geliştirmesine

yardımcı olabilir. 13. Tarihi roman okuyan öğrenciler yalnız olmadıklarının

farkındadırlar. Onlar diğer insanların da korkular yaşadıkları,

113

zorluklarla yüzleştikleri ve sorunlarının üstesinden geldikleri büyük bir dünyanın parçası olduklarını anlarlar.

14. Tarihi roman, yazma etkinlikleri için bir temel oluşturabilir. 15. Tarihi roman eleştirel okuma becerisini geliştirir. Öğrenciler gerçek

materyal ve yazarın hayal ürünü olan materyali böylelikle ayırabilmeyi, taraflılık, gerçek ya da düşünce delillerini görebilmeyi hikaye anlatıcısının bakış açısını ve karakterlerin değer yargılarını tanımlayabilmeyi, değişik karar ve davranışların sebep-sonuç ilişkilerini anlayabilmeyi öğrenirler.

16. Tarihi roman, öğrencilere okuduklarını anlamayı ve düzenleyebilme

yetisini sağlamakta kullanılabilir. 17. Tarihi roman okurken, öğrenciler tarihi mekana girip karakterlerle

yaşamaktadır. Karakterlerin acılarını, sancılarını ve zaferlerin sonundaki sevinçleri yaşarlar.

18. Levstik' e göre, tarihi romanda isim ve olaylar arka plan mekan ve

içeriği olarak verilmiştir. Böylelikle, öğrencilere tarih bilgisinden çok daha fazlası sağlanır; öğrenciler tarihi anlayışı benimsemektedirler.

19. Araştırmalar, tarihi romanın, olayların listesine sahip olmayı değil

de bir kişinin hikayesinin içinde yer almayı seven öğrencilerde ilgi uyandırdığını göstermiştir. Levstik'e göre bu ilgi sorular sormaya ve cevapların peşinden sürüklenmeye öğrencileri motive etmektedir.

20. Tarihi roman, tarihi öğretmenin en etkili yoludur. Öğrencilere

geçmişi yeniden yaşama imkanı sağlayarak, ders kitabından okudukları zamandan daha fazla hatırlamalarını sağlayarak tarihi olayların perde arkasını vermektedir. Öğrencileri tarihi olayların sebeplerini ve bu olayların insan yaşamı üzerindeki sonuçlarını düşünmeye yöneltmektedir. Aynı zamanda, tarihi roman öğrencileri edebiyatın gücüne maruz bırakmaktadır. Öğrenciler sıradan insanların sıra dışılıklarını görürler. Bu insanların, günümüz insanlarının da aynı şekilde karşı karşıya kaldıkları mücadelelerle ve zayıflıklarla karşılaştıklarını öğrenirler. Tarihi roman, tüm bilgilerin birbirlerine bağlı bulunduklarını göstermek suretiyle öğrencilerin müfredat programını aşmalarını sağlayacak bir türdür (Akt., Öztürk 2002, 86–88).

Bunlara ek olarak tarihi romanların tarih öğretiminde kullanılmasının yararlarından

çok önemli bulduğumuz ve yukarda da değindiğimiz, milli şuurun uyanmasındaki

etkisidir. Ülkemizin sahip olduğu coğrafyada üniter yapısını koruyarak, bölgede

114

güçlü ve örnek bir ülke olmasının temelinde yatan asıl unsur halkımızın bir bütün

olarak tarih bilinciyle milli şuura sahip olmasına bağlıdır. Milli şuurun

sağlanmasında romanların ve diğer edebi eserlerin son derece etkili olduğunu daha

önceki bölümlerde de belirtmiştik.

Romanı bir çağın ruhunu soluma aracı olarak görmemiz gerektiğini belirten Şirin’e

(2000, 178) göre, tarihi romanın amacının misyonerlik olmaması gerekir. Tarih ile

edebiyatın komşuluk ürünü olarak ortaya çıkan tarihi roman, “şayet bir takım misyonerlik

(toplum mühendisliği) faaliyetlerini içermiyorsa tarihi, belgelere boğulmuş, kasvetli bir

anlatımdan kurtarır ve tarihin daha çok kimseye ulaşmasını sağlar.” Dolayısıyla eğer tarihi

romanda, tarihi olay ve olgular çarpıtılıp özünden uzaklaşılmışsa bunun tarih bilinci ve milli

şuurun oluşmasında bir etkisi olmayacaktır. Tam tersine doğuracağı çelişkiler insanların

zihinlerinin bulanıklaşmasına sebep olacaktır. Bu nedenle tarih öğretiminde tarihi romanın

faydalı olmasını istiyorsak abartı unsurlarından arındırılmış, tarihi olay, olgu ve dönemlerine

saygılı olan tarihi romanları tercih etmeliyiz. Ancak bu tarz tarihi romanlar tarih bilincinin

oluşmasına katkı sağlar.

Levstik’te (1989) tarihi romanların yararlarını şu şekilde sıralamaktadır:

1. Tarihi roman, tarihi iyi kurgulanmış bir hikayenin tatmini ile bütünlemiş ve ona bütünlük ve sonuca çözüm anlayışı bahşetmiştir.

2. Tarihi roman, tarihi okuyucuyu doğru ve yanlışı anlamaya

zorlayan bir sosyal sistemin içinde yerleştirerek etik hale getirir. Kriz ve çelişkileriyle anlatım biçimi tarihi bilginin incelenmesinde alternatif yollar sunar.

3. Tarihi roman, okuyucunun tarihsel doğruluğu olan ilgisini geri

planda bırakarak hakim bir gerçeklik duygusu yaratır. Đyi bir hikaye tarihi doğruluktan daha etkili hale gelmektedir.

4. Tarihi roman, genç okuyucuyu tarihle bağlantılı hale getirmek

yoluyla, tarihi olaylarda insan faktörünü (insani yönleri) vurgulamaktadır.

5. Tarihi roman, ders kitabını değerlendirmede referans olarak

kullanılan tarihe, taraflı bakış açısını ön plana çıkarmaktadır. Ders kitabı tarihi romana karşıt olarak değerlendirilmiştir (Akt., Öztürk 2002, 93-94).

115

III. BÖLÜM

MEHMED NĐYAZĐ’NĐN ROMANLARI’NIN DEĞERLENDĐRĐLMESĐ

Tarih milletlerin şuurunun oluşmasında önemli bir fonksiyona sahiptir. Burada

karşımıza çıkan önemli bir husus bu denli önemli olan tarihin gerçekten işlevini

yerine getirebilecek şekilde öğretilip öğretilmediğidir. Yukarda da değindiğimiz gibi

eğitim öğretim aşamasında tarih dersi çoğu zaman sıkıcı ve gereksiz bulunan bir ders

olarak karşımıza çıkmaktadır. Öğrencilerin tarih dersiyle ilgili temel amaçları

sınavlarda çıkacak sorulara yanıt verebilmektir. Bu durum tarih öğretimi ve tarihin

temel işlevlerinin yerine getirilmesi hususlarında karşımıza önemli sorunlar

çıkarmaktadır. Öğrenciler eğitim öğretim aşamasında tarih bilinci

kazanamayabilmektedir. Aynı zamanda tarih bilinci edinememiş kişilerden oluşan bir

kitle, tarihsel düşünce becerilerine de sahip olmayabilir.

Eğitim kurumlarında çalışan Tarih ve Sosyal Bilgiler öğretmenleri ile toplumun

yetişkin kesimleri, çoğu zaman öğrencilerin duyarsızlığından şikayet etmektedirler.

Bizde bu şikayetleri haklı bulmaktayız. Elbette ki bu sosyolojik araştırmalar

sonucunda tam nedenleriyle ortaya konulabilecek bir durumdur. Zamanın ilerlemesi,

kendisiyle birlikte büyük değişimler oluşturmaktadır. Uluslar arasındaki iletişimin

devletlerin iletişiminden halklara yayılması, farklı ulusların milletleri arasında

etkileşimi artırmakta ve uluslar arası ortak bir kültür oluşmaktadır. Bu uluslar arası

kültürün oluşmasında dünyaya siyasi, ekonomik alanda egemen olan devletlerin

kültür öğeleri temel oluşturmaktadır.

Egemen devletlerin kültürlerinin dünya kültürü haline gelmesi, Milletleri uzun

vadede ortadan kaldırabilmekte ve milletler öz benliklerini kaybetme riskiyle karşı

karşıya kalabilmektedirler. Avrupa merkezli düşünce kalıplarına sahip olan

insanların bu durumu kaçınılmaz olarak gördüğünü hatta duruma katkıda bulunma

çabasından da geri kalmadıklarını görmekteyiz. Biz dünyaya siyasi ve ekonomik

116

olarak egemen görünen devletlerin kültür öğelerinin diğer milletler tarafından

doğrudan benimsetilmesi taraftarı değiliz ve bunu bilimsel bulmamaktayız.

Eğer her milletin bilinci ve kültürü, öncelikle kendi geçmişinin ürünü ise, bu bilincin

ve kültürün kendini yeniden üretebilmesi ve gelişebilmesinin ön koşulu tarih

bilincinin ve tarihsel düşünme becerisinin gelecek nesillerde mevcut olmasına

bağlıdır. Tarih bilincinin insanlara kazandırılmasında kuşkusuz sistemli bir faaliyet

alanı olan eğitim - öğretimle mümkündür. Eğitim - öğretim aşamasındaki

öğrencilerin zihinsel yapıları yeni yeni şekillenmektedir. Bu aşamada bilimsel alt

yapısı iyi hazırlanmış; toplumun ve bireylerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek eğitim

programlarının uygulanması gerekmektedir. Tarih derslerinin işlenmesinde de farklı

materyallere yer verilerek öğrencinin ilgisi derste yoğunlaştırılmalı ve tarihe karşı

merak uyandırılmalıdır. Biz tarihi romanları, tarih derslerinde kullanılabilecek ve

öğrencilerin ilgilerini çekebilecek önemli materyaller olarak düşünmekteyiz. Aynı

zamanda her milletin kültürü ve bilinci öncelikle kendi geçmişinin ürünü olduğunu

biz kabullenmekte ve sosyal bilimler açısından da bunun bilimsel olduğunu

savunmaktayız.

Çalışmamızın şimdiye kadar olan bölümünde daha çok genel bilgi ve yorumlara yer

verildi. Bu aşamada ise örnek aldığımız Mehmed Niyazi’nin romanlarının tahlillerine

yer verilecektir. Đlk olarak “Yazılamamış Destanlar” incelenecektir. Daha sonra yine

önemli tarihi romanlar arasında yer alan “Yemen Ah Yemen” ve “Çanakkale

Mahşeri” adlı romanlar incelenecektir.

3.1. Yazılamamış Destanlar

Savaş tarihin bir gerçeğidir. Bu gerçek ister galibiyetle sonuçlansın ister

mağlubiyetle içinde hep tarif edilemez acılar barındırmaktadır. Bu acıların sadece bir

bölümünü cephede yaşananlar oluşturmaktadır. Asıl acılar cephenin gerisinde

yaşanmaktadır. Gencecik insanların parmaklarındaki altın yüzük ile silah hiç

birbirine yakışmasa da mesele vatan olunca bir can o da feda olunuyor elbette. Asıl

acı dediğimiz işte cephenin gerisindeki sevgilinin, nişanlının, eşin; annenin, babanın,

117

kardeşin acısıdır. Tarihsel çalışmalarda savaşların asıl bu sosyal boyutları görülmeli

ve geleceğe aktarılmalıdır. Savaşları birer tarihi olay olarak incelerken, savaşların

tüm boyutlarını görmek gerekmektedir. Aksi takdirde savaşların önemi ve

doğurdukları sonuçları tam olarak anlamak mümkün değildir.

1800’lü yılların sonları ile 1900’lü yılların başları Osmanlı Devleti için tam bir çöküş

dönemidir. Bu dönemde yaşananlar devletin yönetiminde bulunanlar ve

vatandaşlarda uzun bir süre unutulmaz acılara sebep olmuştur. Büyük toprak

kayıpları, toprak kayıplarıyla birlikte savaşlarda yitirdiğimiz genç bir neslin verdiği

acı henüz yüreklerimizde canlılığını korumaktadır.

Sakarya’nın Akyazılı Topal Ali’sinin topallığı ve değnekleri Aziziye Tabyaları’ndan

kalma. Topal Ali savaşın kendisinden alıp götürdüklerinin yanı sıra açlık ve sefaletle

uğraşırken başta Rusya olmak üzere Batılı devletlere güvenen dört Balkan devleti

Osmanlının Balkanlardaki topraklarını alıp kendi aralarında bölüşmek üzere saldırıya

geçmektedir.

Bu devletlerin başında Bulgaristan gelmektedir. 1396’da Osmanlı egemenliğine giren

Bulgaristan, 1877–1878 Osmanlı – Rus savaşının sonunda bir Prenslik haline geldi.

Rusya tarafından desteklenen Bulgarlar 1885’te Doğu Rumeli’yi işgal ederek Büyük

Bulgaristan’ı kurmak istiyorlardı. Osmanlı Devleti’nde Đkinci Meşrutiyet’in

ilanından sonra 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Đstanbul ve

Trakya başta olmak üzere Osmanlının topraklarına göz koyan Bulgarlar, Rusya’nın

desteğiyle de Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ’ı yanına alarak 1912’de Balkan

Savaşı’nı başlattı.

Savaşın tüm acılarını yüreğinde taşıyan Topal Ali ve ailesi, Birinci Balkan Savaşı

sürerken 1309’luların askere alınmasıyla tekrar sarsılmaktadırlar. Büyük oğul

Süleyman 1309’lu ve askere alınıyordu. Milletimiz için yurt savunması kutsal bir

görevdir. Yurt için canlar seve seve feda edilir. Bu milletimiz için tarihsel bir

olgudur. Tarihte “Ordu Millet” olarak adlandırılmış bir neslin evlatları için elbette

118

vatan savunması her türlü acıya rağmen en önde gelen en kutsal vazifelerden biridir.

Bu vazifenin verdiği bilinçle Süleyman Akyazı’dan askere uğurlanmaktadır.

Mehmed Niyazi, eserlerini yazarken tarihi olaylara sadık kalmıştır. Aynı zamanda

savaşların sosyal boyutlarına da yer veren Mehmed Niyazi’nin eserlerinin tarih

öğretiminde yardımcı kaynaklar olarak kullanılması, tarih öğretimine renk katacaktır.

Öğrenciler tarihi olayları anlamlandırdıkları ölçüde kavrayabilmekte ve tarihsel şuura

sahip olabilmektedirler. Balkan Savaşları’yla ilgili ders kitaplarında bir iki sayfayı

geçmeyen ve savaşın siyasi akışının ana noktaları salt bilgi olarak aktarılmaktadır.

Bu durumda öğrencinin savaşın tüm boyutlarını ve doğurduğu sonuçları anlaması ve

anlamlandırması zor görünmektedir. “Yazılamamış Destanlar” bu sorunu ortadan

kaldırabilecek nitelikte akıcı ve sade bir eserdir.

Cephede savaş sürerken Anadolu’da da anneler, babalar, kardeşler ve eşler savaşın

diğer bir cephesini oluştururlar. Her gün verilen onlarca şehitten acaba kendi

ailelerinden olan var mı? En ufak dedikodu dahi insanların yüreklerini yerinden

oynatmaya yetiyor. Topal Ali’de kasabadaki dedikoduları duyduğunda hemen

Askerlik Şubesi’nin yolunu tutar. “Abdullahoğulları’ndan Ali oğlu, binüçyüzdokuz

doğumlu Süleyman’ın künyesinin gelip gelmediğini öğrenmek istiyorum” (Mehmed

Niyazi, 2005a, 23).

Uzun süren savaşlar Anadolu’nun ekonomisini de alt üst etmiştir. Đnsanlar bin bir

zorlukla mücadele edip, kıt kanat geçinebiliyorlar. Osmanlıda üretim durma

noktasına gelmiştir. Burada şu hususlara değinmek yerinde olacaktır. Osmanlı

Devleti gerileme ve parçalanma sürecinde siyasi olayların dışında çok önemli

ekonomik sorunlarla da karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan en önemlisi

kapitülasyonlardır. Kapitülasyonlar Osmanlı yerli sanayisinin gelişimine ve yerli

üretiminin durmasına neden olmuştur. Sanayi Đnkılabı ile birlikte de Avrupa ‘da

ucuza üretilen malların Osmanlı piyasasını ele geçirdiğini söyleyebiliriz. Köy ve

kasabalarda çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşanların başına ise vergiler ve bozulan

toprak sistemi bela olmuştur. Mehmed Niyazi, ekonomik bozukluğu da kitabına

119

yansıtmış ve Anadolu’nun içinde bulunduğu durumu tasvir etmiştir. Mehmed Niyazi

(2005a, 23) Anadolu’daki yoksulluğu ve fedakarlığı okuyucuya şöyle aktarmaktadır:

Yıllardan beri üst başlarına bir şey almamışlardı; yamayıp, giyiyorlardı. Gaz, tuz, şeker çoğu zaman bulunamazdı; onlarsız da yaşanırdı. Ayşe’nin bütün derdi Süleyman’a üç-beş kuruş göndermekti. (…) Ayşe’nin hazırladığı bohçayı Mehmet eline aldı. Babasıyla çarşıya gidip bakkala sattılar. Aylardan beri görülmeyen tuz gelmişti; iki okka alarak Mehmet eve döndü. Topal Ali bir miktar çay ve tütün parası ayırdıktan sonra artanını Süleyman’a postaladı.

Mehmed Niyazi, olaylar arasında önemli bağlantılar da vermektedir. Dönemin

önemli olaylarından Trablusgarp Savaşı ilerleyen bölümlerde sıkça dile getirilecektir.

Kitabın ilk bölümlerinde zaman zaman bilgiler Miralay Rıfkı Bey ve Đmam Salih

Efendi aracılığıyla aktarılmaktadır. Anadolu’da kahvehane kültürü çok eskiye

dayanmaktadır. Đnsanlar kahvelerde oturarak dertleşir, sohbet eder, bildiklerini

birbirleriyle paylaşırlardı. Miralay Rıfkı Bey kahve sohbetlerinden birinde:

“…Đsteseydik Balkanlar’da bir tane gayrimüslim bırakmazdık. Dört beş yüzyıldır

sahip olduğumuz topraklardan atılıyoruz. Merhametimizin acısını

çekiyoruz”(Mehmed Niyazi, 2005, 26). Örneğine karşılık Đmam Salih Efendi:

Acaba Balkan topraklarımızın tamamı gayrimüslimlerden arındırılsaydı, güçlendikten sonra Batı ve Rusya saldırıp oraları almak istemeyecek miydi? “Ahalisinin tamamı Müslüman’dır” diyerek o bölgeleri bize mi bırakacaklardı? Đşte Kırım, tamamen Müslüman ve Türk’tü. Ne oldu?” (Mehmed Niyazi, 2005a, 27).

Eser bu tür tartışmalarla okuyucuyu daha da kendi içine çekmektedir. Böylece

okuyucu pasif durumdan kurtarılmakta, aktif kılınmaktadır. Tarihi roman

okuyucusunun bu aktifliği bilgileri karşılaştırma, mantıklı sonuçlar çıkarmasına

yardımcı olmaktadır. Bilgilerin karşılaştırılması zihinsel bir aktivite olduğundan,

tarihsel düşüncenin gelişimine ve eleştirel bakış açısının kazanılmasına yardımcı

olmaktadır.

120

“Yazılamamış Destanlar”ın en dokunaklı bölümlerinden biri Topal Ali’nin

Süleyman’ın şehit olduğu haberini almasıdır. Milletimizin vatan sevgisi her şeyden

önce gelmesine rağmen, evlat acısını bazen tarif etmek mümkün olmayabiliyor.

Ancak yazar bu acıyı, belki de birinci dereceden yaşamış olması ve hala ailesinin bu

acıların verdiği anıları muhafaza etmelerinden, okuyucuya kendi evlatlarını

yitirmişçesine bir hissiyata sevk etmektedir. Tarihin içinde acının, kahramanlığın,

yenilmişliklerin olduğunu okuyucu tarihi romanlar aracılığıyla algılayabilmektedir,

böylece. Bir bakıma roman, tarihe ruh vermektedir. Tarihi olaylarda yer alanların

insan olduğunu okuyucuya aktarmaktadır. Aksi takdirde siyasi tarihin kuru bilgileri,

tarihi insanların yaşadığı olayların ötesinde sanki başka bir dünyaymış ve

gereksizmiş gibi algılanmasına neden olmaktadır.

Topal Ali oğlunun şehit olmasının yanı sıra, düşmanın hızla ilerlemesi ve Edirne’nin

dahi elden çıkmasına kahrolmaktadır.

Yanya, Đskodra, bilhassa Edirne’de kahramanca direnişler olmuştu; ne yazık ki yeterli yardım gönderilemediğinden birer birer düşmüşlerdi. Edirne’nin düşman eline geçtiğini öğrenince Topal Ali’nin Süleyman’ına duyduğu acı daha da arttı. Günlerce aynı cümleyi zihninde evirip çevirdi “Ah oğlum! Sen gittin; Edirne de gitti! Bari orası elimizde kalsaydı!.. (Mehmed Niyazi, 2005a, 36).

Edirne’nin elden çıkması ve Bulgarların Çatalca’ya kadar ilerlemeleri üzerine

Osmanlı Devleti, Mayıs 1913’te Balkan devletleriyle Londra Antlaşması imzalamak

durumunda kalmıştır. Böylece Osmanlı Devleti, Midye-Enez hattının batısında kalan

tüm toprakları kaybetti.

Osmanlı Hükümeti’nin Ege Adaları ile Edirne’yi Balkanlı devletlere bırakmamak konusundaki tutumu nedeniyle Londra Konferansı uzamış; ancak yapılacak başka bir şey olmadığı için, Kamil Paşa başkanlığındaki Osmanlı Hükümeti, şartları kabul etmeyi kararlaştırdığı günlerde Đstanbul’da “Bâb-ı Âli Baskını” diye anılacak olan ve hükümet değişikliğiyle sonuçlanan darbe olmuştur. Đttihat ve Terakki Partisi’nin başta Enver Paşa olmak üzere bir grup subay, fedai takımı ve halktan oluşan taraftarları, Balkan Savaşı’ndaki başarısızlıktan mevcut hükümeti sorumlu tutmuş ve hükümet binasına yaptıkları bir baskınla Kamil Paşa Hükümeti’ni istifa ettirmişlerdir. Bâb-ı Âli Baskını olarak siyasî tarihimize geçen bu olayla Đttihat ve

121

Terakki Partisi, iktidarı tam anlamıyla ele geçirmiş ve kendi mutlak otorite ve hakimiyetlerini kurdukları Đttihat ve Terakki Partisi Dönemi başlamıştır (farabi.selcuk.edu.tr, 2002).

Yukarda da değinildiği gibi Osmanlı da önemli bir olay cereyan etmektedir. Yıl

1913, bir yandan Balkanlarda kaybedilen topraklar, diğer yandan milletin içinde

bulunduğu sefalet Osmanlının başkentinde tarihe Bab-ı Ali baskını olarak geçen

Đttihat ve Terakki Partisi’nin Enver Paşa öncülüğünde iktidarı ele geçirmesi olayı

gerçekleşmektedir. Mehmed Niyazi (2005a, 41-42), bu durumla ilgili gelişmeleri

şöyle aktarmaktadır:

Đttihat ve Terakki’nin Nuruosmaniye’deki merkezinden Enver Bey ata binip Bab-ı Ali’ye yürümüş. Yanında Yakup Cemil, Mümtaz, Mustafa Necip gibi silahşorlar de bulunuyormuş. Daha önce de Talat Bey ve bazı arkadaşları hoca kılığına girmişler ve Bab-ı Ali’ye yakın yerlere sızmışlar. Enver Bey’in yanında sarıklılarda varmış. Ellerinde bayraklarla tekbir getirerek yürürlerken çevreden de katılmalar başlamış. (…) Soğukkanlılığını hiç kaybetmeyen Kamil Paşa’ya Enver Bey, “Paşa Hazretleri, millet sizi istemiyor, istifa ediniz” demiş. Kamil Paşa hiçbir şey söylemeden bir süre Enver Bey’i süzdükten sonra Padişah Efendimize hitaben, mecbur bırakıldığı gerekçesiyle istifasını yazmış. Talat Bey müdahale ederek, çekilme izni istirhamına “Ahali ve asker tarafından vaki arzu üzerine” kaydını koydurtmuş. Kamil Paşa’nın istifasını alan Enver Bey saraya gidip Padişah Efendimize sunmuş, aynı gün Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığa tayin edilmiş.

Eser, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu bir bütün halinde ele almakla

önemini artırmaktadır. Tarihi olaylar incelenirken tüm boyutlarıyla ele alınması

durumunda, olayın anlaşılır hale gelmesine katkıda bulunmaktadır. Nitekim tarihsel

olaylar tek bir nedenden dolayı ortaya çıkmadıkları gibi sonuçları bakımından da

birden fazla sonuç doğurabilmektedirler. Eserin Osmanlı toplumunun ekonomik

yapısını, sosyal yapısını ve siyasi yapısını birlikte vermesinin eğitim-öğretim

aşamasındaki öğrencilerin konunun geçtiği dönemi daha iyi algılamasına ve

günümüz ile karşılaştırmasına neden olacak ve milli şuurun daha da kuvvetlenmesine

yardımcı olacaktır.

122

Yazar eserinde dönemin önemli bir özelliği olan fikir ayrılıklarına da yer

vermektedir. Tarihi olaylara tek bir pencereden bakamayız. Yani sahip olduğumuz

önyargılarımız ya da mevcut düşüncelerimizi doğrulayan tarih konulu eserlerde bir

eksikliğin olduğu muhakkaktır. Bu eksikliği gidermenin en doğru yolu ele aldığımız

konunun geçtiği dönemle ilgili tüm gerçekleri yansıtabilmekten geçmektedir.

Mehmed Niyazi (2005a, 43), Bab-ı Ali baskınının eleştirisini Đmam Salih Efendi

aracılığıyla dile getirmektedir.

Đttihatçılar Trakya’nın, Edirne’nin elden gidişini bahane ederek ayaklandılar. Halbuki Kamil Paşa Edirne ve çevresine müstakil bir statü vermeye ve bunu büyük devletlere kabul ettirmeye çalışıyordu. Başarılı olması da yakındı. … Đttihatçılar Londra barış projesini imza ediyorlar. Midye-Enez hattının ötesini bırakıyorlar. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum.

Ülkenin birlik ve bütünlük içinde geliştirilmesi, refaha kavuşturulması o dönemin

vatanseverlerinin ideali olduğu gibi günümüz insanının da idealini oluşturmaktadır.

“Birlik dirliktir, deriz; birlik isteriz; fakat bu birliğin kendi başkanlığımızda

gerçekleşmesinin peşindeyiz. …Başımızda kim olursa olsun deyip, el ele versek ne

olur. Eskiden değişik ayrılıklar vardı; şimdi de fırkacılık bunlara eklendi” (Mehmed

Niyazi 2005a, 43). Yazar burada söyledikleriyle okuyucuya mesaj vermektedir. Bu

mesajın algılanmasını önemli buluyoruz. Çünkü günümüzün önemli siyasal ve

toplumsal sorunlarından biride duyarsızlıktır. Bireyselleştirilmiş bir yaşam tarzı

insanlara kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Bu bireyselleştirilmiş yaşam tarzında

gündelik yaşamın getirdiklerinin ötesinde, çok fazla şey aranmamaktadır. Günümü

nasıl daha eğlenceli geçirebilirim anlayışına sahip bireylerin her hangi tarihsel,

sosyal, ekonomik ya da siyasal sorunla karşı karşıya kaldıklarında kendilerini bir

çözümsüzlüğün içinde bulduklarını, çözümsüzlüklerin kendini hep yeniden üreterek

sonuçta bir bireysel bunalıma; bu bireysel bunalım da toplumsal bir bunalıma neden

olduğunu söyleyebiliriz.

19. yüzyılın başlarında birliğini tamamlayan Đtalya, sömürgeci bir politika izlemeye

yönelmiştir. “Eski Roma Đmparatorluğu’nun sahip olduğu toprakları yeniden ele

geçirmek isteyen Đtalya, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de kontrolü ele geçirmek

istemiştir” (Akyüz Y. ve diğerleri, 1997, 35). Bu hedeflerine ulaşmak amacıyla

123

Osmanlı Devleti’nin güçsüz durumunu da göz önünde bulundurarak Trablusgarp’a

saldırmıştır. Mehmed Niyazi “Yazılamamış Destanlar”ın konusunu Đkinci Balkan

savaşları sırasında cereyan eden olaylar olarak belirlese de, döneme damgasını vuran

tarihi şahsiyetlere ve bu tarihi şahsiyetlerin faaliyetlerine de geniş yer vermektedir.

Bu da konuyu daha anlaşılır kılmaktadır. Bu şahsiyetlerin başında gelenler, özellikle

Enver Bey1 ve Eşref Bey’dir2. Bu kahramanlar Trablusgarp’ı Đtalyanlara karşı

1Enver Paşa (Asıl adı: Đsmail Enver): 22 Kasım 1881 Đstanbul'da doğdu - 4 Ağustos 1922 Tacikistan'da öldü, Osmanlı askeri ve politikacısı, Turancıdır. Soğukçeşme Askeri Rüştiyesinde öğrenim gördü. Harp okulunu 1899'da piyade teğmeni olarak bitirdikten sonra, 1902'te kurmay yüzbaşı olarak Harp Akademisinden mezun oldu. Selânik'teki üçüncü ordunun emrine girdi. 1906'da binbaşı oldu. Đttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasına katıldı. Bu topluluk içinde tutunup, kendini sevdirdi. II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde önemli rol oynadı. Makedonya Genel Müfettişliği ve Berlin Ateşemiliterliği gibi görevlerde bulundu. 31 Mart olayında Hareket Ordusuna katıldı. Đşkodra mutasarrıfı ve cephe komutanı olarak Đtalyan saldırısına başarıyla karşı koyan Enver Paşa, 1912'de yarbay oldu. 23 Ocak 1913'te Đttihat ve Terakki tarafından düzenlenen Babıali baskınına katıldı. Sadrazam Kamil Paşanın istifasını sağladı. Böylece Đttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı ele geçirmesinden sonra, Edirne'nin kurtarılmasında önemli rol oynadı. Bu başarısından sonra albaylığa ardından da tuğgeneralliğe yükselen Enver Paşa, 1914'te de 33 yaşında Sait Halim Paşa hükümetinde Harbiye nazırı oldu. Şehzade Süleyman'ın kızı Naciye Hanım ile evlendi. Orduda bazı düzenlemeler yapan Enver Paşa, Fransız modeli yerine Alman stilini uyguladı. Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşına Almanların yanında katılmasında en etkin rolü oynayan kişiydi. Edirne'nin geri alınmasını sağlayan, beklenmedik şekilde ani ve beklenmedik saldırıya dayalı askeri strateji anlayışıdır. Rusya'nın Kafkaslardan saldırması üzerine Sarıkamış harekatını düzenlemiş ve 90 bin askerin ölmesine neden olmuştur. Savaşının Osmanlı Đmparatorluğunun yenilgisi ile sonuçlanmasından sonra Đttihat ve Terakki partili arkadaşlarıyla birlikte bir Alman denizaltısıyla yurt dışına kaçtı, önce Odessa'ya, oradan da Berlin'e gitti; daha sonra Rusya'ya geçti. Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine katılmak istediyse de kabul edilmedi. 1920 Eylül'ünde Bakü'de Doğu Ulusları toplantısına katıldı ve Batum'da Türkiye Şuraları Partisini kurarak Türkistan'ı kurtarma hareketini başlattı. Turan Kağanlığı'nı kurmak için büyük uğraşlarda bulundu. 4 Ağustos 1922'de Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında bir çarpışmada mitralyöz kurşunlarıyla öldürüldü ve Çeğen köyüne defnedildi. 2 Eşref Sencer Kuşcubaşı ( 1873) 1873 yılında Đstanbul'da doğdu. Kafkasya'dan göç etmiş Sencer adlı bir Vubih ailesinden olan, Sultan Abdülaziz'in kuşcubaşısı Mustafa Nuri Bey'in oğludur. Harb Okulunun son sınıfında iken Yeni Osmanlılar'la ilişkisi olmakla suçlanarak Hicaz'a sürüldü. Buradan kaçarak Hindistan'a ve Avrupa'ya geçti. Sürgündeki Jön Türklerle işbirliği yaptı. Rumeli'de gizli Đttihat ve Terakki Cemiyeti'nin örgütlenmesinde çalıştı. Meşrutiyetin ilanından sonra da, Đmparatorluğun kaderine hakim olan bu partinin militan kadrosu içinde yer aldı. Balkan Savaşı'nın ikinci devresinde Bulgar'ları yenerek Edirne'yi kurtaran kuvvetlerin başında idi. Gönüllü kuvvetleriyle Batı Trakya'yı da ele geçirdi ve bunu da şeklen bağımsız bir Batı Trakya Đslam Cumhuriyeti kurdu (1913). Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularındandır. Bu örgütün başkanı olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kafkasya sınırlarında, Türkistan'da, Arabistan ve Kuzey Afrika ülkelerinde çeşitli eylemleri yönetti. Yemen'deki Osmanlı kuvvetlerine para ve mühimmat götüren bir kafilenin başında iken yaralanarak Đngiliz'lerin eline düştü ve Malta adasına sürüldü. Mondros Mütarekesinden sonra Đstanbul'a döndü. Milli Mücadeleye ilk katılanlardan biriydi. Đstanbul'daki Đlk direniş örgütlerinde, Kocaeli'nde ve Ege'de

124

gönüllü olarak ve kahramanca savunmuşlardı. Mehmed Niyazi (2005a, 45-46),

gelişmeleri şöyle aktarmaktadır:

Đtalyanların Trablus-Garp’ı işgaline hükümetimiz resmen müdahale etmek istememişti; zira müdahalemizle hiçbir sonuç alınamayacak, sadece güçsüzlüğümüz anlaşılacak, bu da yeni belalar davet edecekti. Genç subaylardan Enver Bey ile Eşref Bey, daha bir avuç vatan evladı izlenen siyaseti içlerine sindirememişlerdi. Savaşlarda galibiyet ve mağlubiyette vardı; elden gelen yapılmalıydı; vatan parçası savaşsız verilemezdi. … [Enver Bey ile Eşref Bey] kılık değiştirip, sahte pasaportlarla Trablus-Garp’a varmışlar. Çocukluğunu Arap Yarımadası’nda geçiren Eşref Bey lisanlarını bütün lehçeleriyle bildiği gibi, o diyarlarda sayısız dostları da bulunuyormuş. Şeyh Sünusi onlara sahip çıkınca karşı koymaya başlamışlar. … Balkan Savaşı’ndaki bozgun üzerine Harbiye Nazırı, Enver Bey’i Đstanbul’a çağırmış. O da gelip durumun fecaatini görünce Eşref Bey’e hemen gelmelerini bildirmiş.

Birinci Balkan Savaşı’nın durulduğu sıralardır. Topal Ali, Süleyman’ın acısını

unutmadan ikinci oğlu olan Mehmet askere alınmaktadır. Mehmet kendi tertibi

olanlarla birlikte gözyaşları arasında ve dualarla askere gönderilir. Mehmed

Niyazi’nin de eserinde belirttiği gibi Anadolu’da o dönemde olduğu gibi, günümüzde

de askere alınacak olanlar akrabalar, komşular hata tanımayanlar dâhil tarafından

dualarla yolcu edilir. Uzun süren ve çok sayıda şehidin verilmesi anna- babaları,

akrabaları v.s. tedirginlik içine soktuğundan, gözyaşlarıyla askerler yolcu

edilmektedir.

Mehmet geldiği birliğinde uzun boylu, haşmetli, zenci bir askerle karşılaşmakta ve

bu askere karşı büyük hayranlık duymaktadır. Bu şahıs Zenci Musa’dır. Musa Eşref

Bey’in emir eridir.

Kuvayı Milliye'nin örgütlenmesinde rol oynadı. Kuvayı Seyyare'nin T.B.M.M. güçleri tarafindan tasviyesi sırasında o da Yunan işgal bölgesine geçmek zorunda kaldı (1921). Burada da T.B.M.M. Hükümeti'ne karşı bazı eylemler içine girdiğinden Lozan Anlaşmasi'ndan sonra 150'likler listesine dahil edildi ve Türkiye'ye girmesi yasaklandı (1924). Uzun süre çeşitli ülkelerde yaşadıktan sonra 1938 yılında çıkarılan af yasasından yararlanarak Türkiye'ye döndü. Đzmir yakınlarındaki çiftliğinde bir süre yaşadıktan sonra orada öldü.

125

Aslen Sudanlı; ailesi Mısır’a gelip yerleşmiş. Daha sonra babası Girit’e göçmüş. Musa Girit’te doğmuş. Üç dört yaşında iken Mısır’a dedesinin yanına gelmiş, orada büyümüş. Mahallesi Türk olduğundan Türkçe’yi de öğrenmiş. Duymuş ki Trablus-Garp’ta Đtalyanlarla Müslümanlar savaşıyor; tüfeğini kapıp koşmuş. Sadık, kahraman, terbiyeli, dikkatli, halis bir mü’mindir (Mehmed Niyazi, 2005a, 60).

Cem Sökmen (2007) ise, “Mazlum Milletlerin Vicdanı: Zenci Musa” adlı yazısında

şu hususları belirtmektedir:

Mehmed Akif Ersoy’un “Eşref Bey’in emireri Zenci Musa , Omuzundan arşa yükseldi nebi Đsa..” diyerek Safahat’ına dahil ettiği Zenci Musa sadece Safahat’ta değil hepimizin gönlünde başköşede ağırlanmaya layık bir kahramandır. … Zenci Musa, Trablusgarp’tan Balkan Savaşına, Çanakkale’den Kudüs’e, Yemen’den Đstiklal Harbine kadar yangın neredeyse oraya koşmuş bu millet için canla başla mücadele etmiş bir yiğitler sultanıdır.

Mehmet askere alındıktan sonra, kışlada pekte alışık olmadığı bir durumla

karşılaşmaktadır. Kendilerinden daha yaşlı, sivil kıyafetli gruplar askeri birlikte

bulunmaktadır. Mehmet ve arkadaşları gruplara ayrılarak gönüllü birliklerine

katılmaktadırlar. Gönüllü kuvvetlerin genel kumandanı Eşref Bey’dir. Bu gönüllü

grupları içinde en çok dikkati çeken Van Gönüllüleri’dir. Van Gönüllüleri’nin

başında Đslam dünyasının saygın âlimlerinden Said Nursi bulunmaktadır. Bu

gönüllüler daha çok Said Nursi’nin öğrencilerinden oluşmaktadır. Diğer gönüllü

gruplarda ise Đslam dünyasının farklı bölgelerinden katılımlar mevcuttur.

Burada tarihte her zaman çok önemli bir fonksiyon olan din faktörünü irdelemek

gerekmektedir. Sudanlı Zenci Musa’yı, Girit’li Mamaka Mustafa’yı, Said Nursi’yi

bir araya getiren neden veya nedenler nelerdi? Mehmed Niyazi (2005a; 57–58), Said

Nursi’den şunları aktarmaktadır: “… Kara gün hepimizindir. Böyle bir günde din ve

devletin hizmetinde bulunmayacağız da ne zaman bulunacağız? … Ceddimize

olduğu gibi orada kalan kardeşlerimize de vecibelerimiz vardır.” Osmanlı Devleti,

bütün dinlere ve milletlere hoşgörülü davranmıştır. Yüzyıllarca birçok dini inanış ve

farklı milletler bir arada yaşamayı başarmışlardır. Ancak şunu da kolaylıkla

126

söyleyebiliriz. Osmanlı toplumunu bir arada tutan, özellikle Anadolu, Arap

Yarımadası, Kuzey Afrika, Balkanların önemli bir kısmı, din faktörüdür. Osmanlının

çöküş zamanında, topraklarımızın hızla elde çıkmasının karşısında Müslüman halk,

yurtlarını savunmayı aynı zamanda dini bir görev olarak algılamıştır. Anadolu’da

hala söylenen bir takım görüşler vardır. Bunlar: “Memleket gâvurun eline geçecekti”,

“Dinimiz elden gidiyordu” gibi sözlerdir. Düşmanın nereden geldiği, milletinin ne

olduğu önemli değildi. Önemli olan memleketimizin ve dinimizin kurtarılmasıydı.

Bu durumun en iyi örneğini, Birinci Dünya Savaşı’nda Đtilaf Devletleri’ne karşı

verdiğimiz Çanakkale Muharebesi’nde ve Kurtuluş Savaşı’nın tüm cephelerinde

görebilmekteyiz. Çanakkale’de yurdun dört bir yanından gelip şehitlik mertebesine

ulaşan insanımız; aynı düşünce ve duyguyla Kurtuluş Savaşı’nda kanını dökmüştür.

Bu duygu ve düşünce Enver Bey, Eşref Bey, Said Nursi, Mamaka Mustafa, Zenci

Musa ve daha nicelerini gönüllü olarak bir araya getirebiliyordu.

Osmanlı Devleti, Enver Bey ve Eşref Bey başta olmak üzere Trablus-Garp’ta

yaptıkları kahramanlıklara özenerek “Milli Kuvvetler” adı altında gönüllü birlikler

oluşturmaya çalışmıştı. Ancak bu kuvvetler daha çok mahkûmlar ve serserilerden

oluşturulmuştu. Bu durumda bu birliklere gönüllü demekte doğru değildir. Çünkü

bunlar içinde bulundukları durumdan kurtulmak isteyen ve vatana hizmet etmeleri

gerekirken suç işleyen kişilerden oluşmuş. Zamanla Osmanlının başına dert olacak

olan bu gruplardan kurtulmak için Nazın Paşa, Eşref Bey’den yardım isteyecektir.

…Rum köylerine saldırmışlar, rezalet çıkarmışlar. Adi hareketleri buradaki büyük devletlerin elçilerine koz verdi; Đstanbul’u işgal etmezlerse, büyük katliamlar olacağını söylemeye başladılar. Bu da bizi bir an önce anlaşma yapmaya, Edirne ve çevresini fedaya zorluyor (Mehmed Niyazi, 2005a, 65).

Osmanlı görevlilerinin bu tutumuna karşılık Eşref Bey askeri bilgisi ve mantıklı

çözümlemeleriyle, bu kuvvetlerin de vatan için hayırlı hale getirilmesini

sağlamaktadır. “Bu güruhu sıkı bir incelemeye tabi tutacağız. Islah edilmeyecekleri,

beceriksizleri ayırıp, askeri yolların yapılması için ‘Amele taburları’ kurarak

başlarına eli kamçılı insanlar vereceğiz. Đşe yarayabilecekleri birliklerimize

katacağız” (Mehmed Niyazi, 2005a, 65). Selim Sami Bey ile Cihangiroğlu Đbrahim

127

Bey bu kuvvetleri sıkı bir elemeden geçirdikten sonra, büyük kısmını askeri yolların

yapımına; işe askeri anlamda yarayacakları da Yıldız, Taksim ve Metris kışlalarında

sıkı talime tabi tutmuşlardır.

Birinci Balkan Savaşı, Londra Antlaşması’yla sonuçlanmıştı. Ancak Bulgarlar

Londra’da alınan kararlara uymada üzerlerine düşen vazifeleri yerine

getirmemektedirler. Bulgarlar, antlaşmada belirlenen Midye-Enez hattına

çekilmemişler ve Đstanbul yakınlarında bulunan Muradlı Tepeleri’nde

mevzilenmişlerdi. Bu arada Balkan Devletleri Osmanlıdan aldıkları toprakları kendi

aralarında paylaşamamışlar ve Balkanlar’da yeni yeni kargaşalar ortaya çıkmaya

başlamıştır.

Özellikle Makedonya’nın paylaşılması konusunda Balkan devletleri arasında anlaşmazlık çıktı. En büyük payı Bulgaristan almıştı. Bunu kendileri için tehlike gören Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ, Romanya’yı da yanlarına alarak Bulgaristan’a savaş açtı. Bu durumda Bulgarlar bütün cephelerde yenilmeye başladı. Bu fırsattan yaralanmak isteyen Osmanlı Devleti, Balkan devletlerine savaş açtı. Enver Bey komutasındaki Osmanlı birlikleri Kırklareli ve Edirne’yi Bulgarlardan geri aldılar. Bu oldubittiyi kabul eden Bulgarlar barış isteğinde bulundu. (Kalaycı, 2000, 17-19).

Yukarda aktardığımız paragraflar ilköğretim sekizinci sınıfların “T.C. Đnkılâp Tarihi

ve Atatürkçülük 8” ders kitabından alınmıştır. Ders kitabında bilgiler son derece

sınırlı ve yüzeysel aktarılmıştır. Temel siyasi noktaların belirtilmesi yeterli

görülmüştür. Osmanlıda ne tür olayların cereyan ettiğini, meydana gelen olayların

altında yatan temel nedenlerin neler olduğu, düşman eline geçen toprakların

kurtarılması sırasında yaşanan sosyal, ekonomik durumun ne olduğu ile tüm bunların

savaşı nasıl etkilediğine değinilmemektedir. Yine topraklarımızın kurtarılmasında

çok önemli bir işlevde bulunan, aslında bir düşüncenin de ifadesi olan gönüllü

kuvvetlerden ve Eşref Bey’den hiç söz edilmemektedir.

Öğrencilerin bu yüzeysel bilgilerle, işlenen konuyu anlamlandırması ve anlaması

mümkün görünmemektedir. Oysaki yakın tarihimiz, gelecek kuşakların siyasi,

128

kültürel ve iktisadi yaşamını belirlemede hala çok önemli bir fonksiyona sahiptir.

Bugün Balkanlar’da önemli miktarda Türk ve Müslüman nüfus yaşamaktadır. Bu

insanlarla münasebetlerimiz bulunmakta ve gelecek umutlarımız da, bu insanlarımız

da aynı şekilde bulunmaktadır. Yapılan savaşların yurt içinde ve yurt dışında kalan

din kardeşlerimiz ve soydaşlarımız için ne ifade ettiğine değinmeden geçmek, tarihi

görmezlikten gelmek demektir. Tarih, kendisinde vukuu bulan her türlü olayla bir

bütün olarak tarihtir. Bir bütün olarak tarihi ele almadığımız takdirde işlediğimiz

konuyu eksik bırakırız demektir. Toplumdan, toplumun yaşam tarzından, ne yenip ne

içildiğinden haberi olmayan tarihin milli şuur oluşturma gibi bir hedefinin

olamayacağı gibi, eleştirel düşünceyi ve tarihsel düşünce ve tarihsel bilincin

oluşmasına da katkısı olmayacaktır.

Yukarda ders kitabından aldığımız konuyu Mehmed Niyazi (2005a, 66) ise, şu

şekilde aktarmaktadır:

Balkan devletleri aldıkları yerleri paylaşmakta anlaşamıyorlardı, onların bu durumundan hükümette yararlanmayı düşünemiyordu. Çünkü en alt kademelerine kadar politik kavgaların girdiği, hatta partisine göre şapka giyen subayların kumanda ettiği ordudan ümidi yoktu. Bulgarların bir taarruzunda ordunun ne kadar direneceği belli olmadığından hükümet savaşın alevlenmesinden de endişe ediyordu. Memleketin iç işleri de acil ıslahat gerektirdiğinden hariciye nazırlığını da elinde bulunduran Sadrazam Said Halim Paşa, her ne pahasına olursa olsun, bir an önce savaşı sona erdirmek istiyordu. Mali sıkıntı had safhada idi; maaşlar verilemiyordu. Muhaliflerin Bodrum ve Sinop kalelerine sürülmeleri, uygulanan katı sansür, görünüşte huzur sağlamıştı. Ama sefaletin katı pençesinde için için kaynayan halk her an patlayabilirdi. Hükümet elden çıkan bütün toprakların vatandan ayrılışına kendini hazırlamıştı. Sadece Bab-ı Ali baskınına iştirak eden genç subaylar Bulgarların Edirne’ye kadar değilse bile, Londra Antlaşması’nda kabul edilen Midye-Enez hattına çekilmelerini istiyorlardı.

Bundan sonraki süreçte, başta Enver Paşa ve Eşref Bey olmak üzere vatanseverlerin,

hükümetin tavizkar ve çekingen tavırlarına pekte aldırış etmeden doğru bildiklerini

okuduklarını görmekteyiz. Đstanbul önlerinde en uç noktada bulunan Onuncu

Kolordu’nun Kurmay Başkanlığını Enver Paşa yürütmekteydi. Hükümettin en

129

çekindiği durum Enver Bey ve gönüllülerin liderliğini yürüten Eşref Bey’in saldırıya

geçmesiydi.

Bu arada Đstanbul’da birçok devletin gizli servisinin çalışma yürüttükleri bir yer

olmuştu. Teşkilat-ı Mahsusa’nın3 ele geçirdiği, Alman gizli servisi tarafından yazılan

rapor, Enver ve Eşref beylerin izlendiğini ortaya koymaktadır.

Ele geçen bu rapor gizli servislerin çalışmaları hakkında onlara bir fikir vermişti. Eşref Bey’in kurduğu ve başkanlığını yaptığı Teşkilat-ı Mahsusa daha da güçlendirilmeliydi. Tutulan bir daire merkez haline getirildi, yardımcısı Süleyman Askeri bütün gününü bu dairede geçiriyor, gelen bilgileri değerlendiriyor, Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanlarını yönlendiriyordu (Mehmed Niyazi, 2005a, 68).

3Teşkilât-ı Mahsusa, 1913 yılında Sultan Mehmet Reşat'ın yayınlanmayan ve resmi olmayan bir fermanıyla Savaş Bakanlığı (eski adıyla Harbiye Nezareti) bünyesinde Đttihat ve Terakki tarafından kurulan Osmanlı Devleti'nin ilk gizli haber alma örgütüne verilen addır. Örgütün ilk daire başkanı Süleyman Askeri Bey, ikinci başkanı Ali Başhampa, son başkanı Hüsamettin Ertürk'tür. Misyonu Arap ayrımcılığı ve batı emperyalizmine karşı mücadele etmek idi. Kurulma amacı Osmanlı Devleti'nde dağılma döneminde Ortadoğu üzerinde odaklanan yabancı haber alma faaliyetlerinin izlenebilmesi için bireysel bazda ve sınırlı nitelikte sürdürülen haber alma çalışmalarının bir merkezden organize biçimde yürütülmesine duyulan ihtiyaçtır. Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri ve paramiliter hareketler gerçekleştirerek önemli görevler üstlenen bu örgüt, savaşın sona ermesiyle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında dağılmıştır. Örgütün kurumsallaşması Balkan Savaşı'ndan sonra ivme kazanmıştır. Örgüt çoğunlukla iktidarı devirmeyi planlayan ve düşmanla işbirliği içerisinde olan güçleri bastırmakta kullanılmıştır. Örgütün, resmi kuruluş tarihi 1913 yılı olsa da, Enver Paşa komutasında 1903 yılına kadar uzanan bir geçmişi olduğu tahmin edilmektedir. Enver Paşa savaş bakanı (Harbiye Nazırı) olmasından kısa bir süre sonra Teşkilât-ı Mahsusa'yı resmi statüsüne kavuşturmuş, dönemin yetenekli subaylarını örgüte üye yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu subaylar Kafkasya, Mısır ve Mezopotamya'daki özel askeri operasyonlarda kullanılmışlardır. 1915 yılındaki Süveyş Kanalı operasyonu buna bir örnektir. Bu operasyonda özel birlikler Osmanlı ordusunun ileri uçlarındaki vahaları ele geçirip tampon bölge oluşturmuşlardır. Birinci Dünya savaşında Arabistan, Sina Yarımadası, Yemen ve Kuzey Afrika'daki özel operasyonları örgütün efsanevi ismi Kuşçubaşı Eşref Bey (Eşref Sencer Kuşçubaşı) idare etmiştir. Örgütün haber alma alanındaki alt yapı ve tecrübe eksikliğiyle beraber savaş yıllarının ekonomik koşulları örgüt üyelerini istihbarat çalışmalarından çok çatışmalara yöneltmiştir. Teşkilatla ilgili tek akademik araştırmanın yazarı Philip Stoddart, birimin zirvede olduğu dönemde, örgüte kayıtlı 30 bin üye bulunduğundan bahsetmektedir. Stoddart'a göre, Teşkilat-ı Mahsusa, Ermenilerin sınır dışı edilmesinde herhangi bir rol oynamamıştır. 14 Kasım - 23 Kasım 2005 tarihleri arasında Yeni Şafak gazetesinde Abdullah Muradoğlu tarafından Teşkilât-ı Mahsusa hakkında 10 bölümlük bir yazı dizisi yayınlanmıştır. Bu yazı dizisine göre Teşkilât-ı Mahsusa'da görev yapmış ünlü kişilerden bazıları şunlardır: Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Kuşçubaşı, Teğmen Yakup Cemil, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musallimi, Ismail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey, Şerif Burgiba, Arabistan'da Ibnür Reşit, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay (16).

130

Hükümet Đstanbul’u tehdit eden Bulgar toplarından tedirgindi; bir an önce Bulgarların Londra Antlaşması’nda kabul edilen Midye-Enez hattına çekilmelerini istiyordu. Fakat onlar buna yanaşmıyorlar, Muradlı tepelerini ellerinden bırakmıyorlardı. Hükümet, Başkumandan vekili Ahmet Đzzet Paşa’ya Londra Antlaşması’nda kabul edilen sınıra ordunun yürümesini bildirdi ise de Ahmet Đzzet Paşa hükümetin bu kararının Bulgar kumandanlığına ileterek hududun tesbitine yetkili memurların gönderilmesini istedi. Bu istek karşısında Bulgarların tutumu sert oldu; böyle bir isteği dahi savaş ilanı sayabileceklerini büyük devletlere bildirince, Ahmet Đzzet Paşa hareketsiz kaldı. Bunun üzerine Enver Bey’in gayreti daha çabuk sonuç verdi; Ahmet Đzzet Paşa’ya Eşref Bey’in beklediği kararı tebliğ ettirdi. Eşref Bey, gönüllüleriyle, Enver Bey’in kurmay başkanlığını yaptığı Onuncu Kolordu’nun içinde müstakil bir tümen olarak yerini alacaktı (Mehmed Niyazi, 2005a, 73).

Đstanbul’daki siyasi istikrarsızlık ve düşmana karşı tavizkar tutum sürerken Enver

Bey ile Eşref Bey kararlılıklarını ve hazırlıklarını sürdürmektedirler. Bu arada

Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi karmaşa, zihinsel bulanıklık bazı gönüllü

kuvvetleri de etkilemeye başlamış ve sol cenahın ileri öncü taburunun kumandanı

Keçe Bekir, Makedonya Taburu’nu da yanına alarak isyan etmiştir. Cihangiroğlu

Đbrahim ve Eşref Bey’in kardeşi Selim Sami’nin başarılı taktikleriyle Keçe Bekir’in

kuvvetleri kuşatılarak isyana son verilir.

Görüldüğü gibi siyasi çalkantılar bazen vatanın, ülkenin çıkarlarıyla ters

düşebilmektedir. Oysaki siyasi fikirlerin amacı öncelikle kendi yurdunu ya da

dünyayı daha güzele, daha refaha ulaştırmaktır. Ancak insan faktörü önemlidir.

Kişisel çıkarların ya da yönlendirmelerin olduğu durumlarda siyasi fikirler ya da bazı

siyasi fikirleri benimseyenler gerçek amaçlarından sapabilmektedirler. Bu dönem

Osmanlı Devleti’nde de birçok siyasi fikir insanların zihinlerini kurcalamaktadır.

Ancak bu fikirler bazen vatandaşlar arasında bazen de ordu da ayrışmalara, kavgalara

sebebiyet vermiştir. Birinci Balkan Savaşı’nın kaybedilmesindeki önemli

sebeplerden biri de subaylar arasındaki fikir ayrılıklarının çok belirgin hale

gelmesidir. Oysaki bir ülkenin savunma gücünde kurumsal anlamda fikir ayrılığının

olmaması gerekmektedir.

131

Anadolu’da, Đstanbul’da yurdun her yanındaki vatandaşlar savaşlar, yenilgilerden

dolayı son derece huzursuz durumda. Savaşlar sadece cephede değil asıl etkisini

cephenin gerisinde göstermektedir. Evlatlarını bekleyen anne babalar, ekonominin

bozulması, devletin halka ulaşmasının zorlaşması gibi durumlarla karşı karşıya

kalınabilmektedir. Eşref Bey’in gönüllü kuvvetlerinin halk arasından ilerleyip batıya

hareket etmesi, bu gönüllüler arasında genç yaşlı her yaştan vatanseverin bulunması

halkı heyecanlandırmıştır.

Gönüllüler ilerlerken Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa, Enver Paşa, Eşref Bey, Selim

Sami, Cihangiroğlu Đbrahim Kumburgaz’da Kolordu Karargahı’nda toplanıp durum

değerlendirmesi yaparlarken Hurşit Paşa’nın tedirgin olduğu şu sözlerden

anlaşılmaktadır: “Evlatlarım, düşmanı Muradlı Tepelerinden söküp, Midye-Enez

hattına çekemezsek, her an Đstanbul’u işgal edebilir. Başarısız olmamızla da

Đstanbul’u işgal etmesi için eline fırsat vereceğiz. Çok tehlikeli bir oyuna başlıyoruz”

(Mehmed Niyazi, 2005a, 77).

Buna karşılık Enver Paşa, Eşref Bey, Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim son

derece kararlı ve inançlı davranmaktadırlar. Bu inanç karşısında artık plan

yapmaktan başka yapılacak bir şey yoktur. Düşmanın Muradlı Tepelerinden atılması

planları Enver Paşa ve Eşref Bey tarafından yapılır. Đlk saldırıyı Selim Sami

yapacaktır.

Đnsanı zor durumlardan kurtaran en önemli unsurlar inanç ve güvendir. Bu durum

devletler için de geçerlidir. Enver Paşa, Eşref Bey ve etraflarında herkesin bir inancı

vardı, düşman yurttan uzaklaştırılabilirdi. Düşmanı yurttan uzaklaştırma inancı bu

insanlara önemli ölçüde özgüven vermiştir. Yeter ki hükümet ya da merkezden engel

olunmasın. Bu inancın en önemli simgelerinden biri Mehmet Baba’dır. Mehmet

Baba doksanlı yaşlarında, Uşak gönüllüleri ile birlikte cephede yer almaktadır.

Doksan yaşında olan Mehmet Baba ileri yaşına rağmen gayreti, çırpınışıyla insanı

duygulandıran bir karakter çizmektedir. Mehmet Baba’nın gönlünde ve zihninde hep

şu vardı: “Ya Đlahi, Edirne Kalesi’ne şanlı bayrağımızı çekmeyi bana nasip eyle,

orada da emanetini teslim al”.

132

Said Nursi ise daha önce de değindiğimiz gibi bu kahramanlık destanında

anlatılamaz bir yere sahiptir. Bir ilim insanının talebelerini toplayıp gönüllü olarak

cepheye, savaşa katılması herkese hem çok önemli bir manevi güç vermiş hem de

çok önemli bir savaş desteği sağlamıştır. Said Nursi’nin talebelerine seslenişini

Mehmed Niyazi (2005a, 82), şöyle aktarmaktadır:

Evlatlarım, Bedir ilk iman savışıdır. Đman cephesinde baba, küfür cephesinde evlat, kardeşlerden biri bir cephede, diğeri karşı cephede bulunuyordu. O savaşta yere düşmeyen iman bayrağını, Allah’ın lütfuyla yüzyıllardan beri biz taşıyoruz. Tekrar ölüm kalım savaşına giriyoruz. Resulullah’ın bayrağını yere düşürmemek için hiçbir şeyimizi sakınmayacağız. Burada mağlup olursak, Đslam’ı çok karanlık günler beklemektedir. Fakat mademki Cenab-ı Allah dininin kıyamete kadar baki olduğunu buyuruyor, Allahu âlem biz burada muzaffer olacağız. Elbette bazılarımız şehit düşecektir. Önce gidenlerimizden geride kalanlarımızı fahr-i kâinat efendimiz sorarsa, şöyle söylesinler: “Ya Resulallah, son kişiye kadar bayrağınızı yere düşürmemek için yemin etmiştik. Burada bulunmayanlarımız bayrağınız altında vuruşuyorlardır.” Dinim, milletim, vatanım adına hepinize güveniyorum. Mevlam hepimizin yardımcısı olsun.

Yapılan tüm hazırlıklar ve saldırıyla birlikte Bulgarların tuttuğu Kumburgaz-Yaloz-

Şatoz hattı kırılıp Muradlı Tepeleri ele geçirildi. Muradlı Tepelerinin ele

geçirilmesiyle ilk zafer elde edilmiştir. Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa, Enver Paşa,

Eşref Bey durum değerlendirmesi yaparlarken herkesin memnun olduğu

görülmektedir. Hurşit Bey ve hükümetin amacı Midye-Enez hattına kadar olan

yerden düşmanın çekilmesiyken; Enver Paşa ve Eşref Bey’in amacı başta Edirne’yi

almaktı. Çünkü Edirne tarihi bir kenttir. Osmanlı’nın önemli simgelerinden biridir.

Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış, Osmanlı tarihinin en güzel eserlerinden biri

olan Mimar Sinan’ın yadigârı Selimiye Camii’ne ev sahipliği yapmaktadır. Dini

açıdan da bu nedenle Edirne önemli bir konumdadır. Herkesin gönlünden geçen

Edirne’yi tekrar vatan topraklarına katmaktır. Bu, toplumsal bir düşünce biçimidir,

yani toplumun düşüncesidir. Tarih konulu bir eserde dönemin düşüncesini yansıtmak

son derece önem arz eder. Tarihi gerçekler ancak dönemin siyasi, ekonomik,

toplumsal unsurlarının bir bütün halinde aktarılmasıyla anlaşılabilmekte ve bir anlam

ifade edebilmektedir. Bu anlamda yazarın başarılı bir yöntemi de dönemin olayları

133

arasında bağlantı kurmasıdır. Yine bu dönemde farklı olaylarda genelde aynı

şahsiyetlerin yer aldığını görmekteyiz. Örneğin Zenci Musa, Mamaka Mustafa, Selim

Sami gibi tarihi kahramanların Trablusgarp’ta Enver Paşa ve Eşref Bey’in birlikte

savaştıklanı yazar belirtirken aynı zamanda eserin farklı bölümlerinde Trablusgarp’ta

cereyan eden olaylara da atıfta bulunmaktadır.

Başta Eşref Bey olmak üzere tüm vatanseverlerin gönlünde yatan Edirne’yi

kurtarmaktır. Enver Paşa üstün bir çabayla Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa’yı bu

yönde ikna etmeyi başarmaktadır. Hurşit Paşa’nın ikna olmasında Eşref Bey’in şu

sözleri (Mehmed Niyazi, 2005a, 90) etkili olmaktadır:

Edirne’yi kurtarma ümidi ciddi olarak belirirse, bütün memleket ayağa kalkar, olağanüstülükler birbirini kovalar. Başarılı olamazsam, sorumlu bir mevkiim yok, Gönüllüler Genel Kumadanı’yım, yaptıklarım hükümeti ilgilendirmez. Beni cezalandırırsınız. Zaten böyle hacil yaşamaktansa ölmek daha iyidir.

Kolordu, Eşref Bey’e Bafra Gambotu Darç Torpidosu ve römork desteği sağlamayı

taahhüt ederek Eşref Bey’e destek sağlamaktadır. Eşref Bey gerekli hazırlıkları

yaptıktan sonra Marmara Ereğlisi Yüksek Askeri Đşgal Makamı’na “Hükümetinizle

aramızdaki mütareke sona ermiştir. Yirmi dakikaya kadar şehri terk etmeniz tebliğ

olunur. Bu süre içinde her ne sebeple olursa olsun şehir boşaltılmadığı takdirde

hücum edeceğimizi ve sonuçtan da tamamen sizin sorumlu olduğunuzu bildiririm.

Türk Gönüllü Kuvvetleri Kumandanı Eşref” (Mehmed Niyazi, 2005, 94) haberini eski

sadrazamlardan Tevfik Paşa’nın Fransızca bilen Neşet aracılığıyla Bulgarlara bildirir.

Ancak gelen olumsuz yanıt üzerine Marmara Ereğlisi düşmanın elinden kurtarılır.

Marmara Ereğlisi’nin kurtarılması bölge halkını sevince boğar. Yeni yerler

kurtarıldıkça gönüllü kuvvetlerin sayısı artmaktadır. Yine burada karşımıza çıkan

önemli bir boyut, Eşref Bey’in teşkilatçı bir özelliğe sahip olmasıdır. Çok özel bir

yeteneğe sahip olan Eşref Bey seçtiği insanlarla hem halkın sevgisini kazanmakta

hem de gönüllülere güç katmaktadır. Marmara Ereğlisi’ne askeri ve mülki amir olarak

Akovalı Đsmail Hakkı’yı bırakan Eşref Bey Tekirdağ’a yönelir. Tekirdağ çok zorlu

çarpışmalardan sonra ele geçiriliyor. Bulgarlar çok sayıda şehit vermiş çok sayıda

Bulgar da esir düşmüştür. Gönüllüler ise on dört şehit vermişlerdir.

134

Yazarın değindiği önemli bir husus da savaş gerçeğine karşılık, savaşın da tamamen

hukuksuzluk olmadığıdır. Günümüzde de uluslar arası alanda çok tartışılan bir

husustur, savaş hukuku. Savaşlarda şehitlere yapılan muamelenin, esirlere yapılan

muamelenin; sivil halka karşı nasıl davranılması gerektiği ile ilgili ortak bir kanaat

oluşmuştur. Bu da insanca davranmadır. Esirler ve sivil halk korunmalı ve ilgili

(güçlü taraf) üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Bu anlamda Mehmet

Niyazi’nin (2005a, 100), Said Nursi aracılığıyla aktardığı şu bilgiler önem arz

etmektedir:

Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim Beyler sert kumandanlarımızdanlar. Kinle de doludurlar; hatta tepeden tırnağa kin kesilseler bile haklıdırlar. Yalnız, düşman da olsa, ölülere ve esirlere iyi davranılması lazım. Hak hukuk gözetmeliyiz. Emir buyursanız da, maktullerin üzerlerinin aranmasına bizzat nezaret etseler. Kimden ne çıkarsa, mümkün mertebe hüviyetlerini tespit edip Bulgar mülki amirliğine teslim etsinler. Ölülerin defni için de gereken kolaylığı göstermemiz Müslümanlığımız ve insanlığımızın icabıdır.

Marmara Ereğlisi ve Tekirdağ’dan sonra Muradlı ve Çorlu düşmandan

temizlenmiştir. Bu durumu haber alan Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa ve Enver

Paşa sevinç yaşamaktadırlar. Hurşit Paşa, Enver Paşa komutasındaki birliklere de

ileri harekat izni vermiştir.

Eşref Bey ve emrindeki gönüllü kuvvetler Osmanlı’nın içinde bulunduğu yılgınlığı

ortadan kaldırmış, hem orduda hem de halkta bir zafer coşkusu ve heyecanı

oluşmuştur. Onuncu Kolordu Komutanı Hurşit Paşa ise, Đstanbul ile Enver ve Eşref

Beyler arasında kalmıştır. Đstanbul Hükümeti yoğun bir baskı yaparak ilerlemenin

durdurulmasını istemektedir. Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Ahmet Đzzet

Paşa bizzat irtibata geçip ilerlemenin durdurulmasını istemektedir. Gerekçe olarak

da: “Biliyorsunuz Londra Barış Antlaşması’na göre Midye-Enez hattı Bulgarlarla

aramızda sınır çizilmiş ve bunu düvel-i muazzama tekeffül etmiştir. Şimdi siz bu

hattı çok aştınız; başınıza gelecek belaları tahmin edebiliyor musunuz?” (Mehmed

Niyazi, 2005a, 112) Belirtildiği gibi hükümet batıdan, yani Düvel-i Muazzam’dan

çekinmektedir. Oysa batının göz önünde bulundurduğu kendi çıkarıdır. Avrupa kendi

135

menfaatleri doğrultusunda hareket etmekte ve olayları yönlendirmeye çalışmaktadır.

Eşref Bey de bunun farkındadır. Milli haysiyetimizin geri kazanılması ve kaybedilen

vatan topraklarının kurtarılması peşinde olan Eşref Bey hükümete şu yolu

göstermekte ve sorumluluğun kendilerinde olduğunu belirtmektedir:

Onlar bu işe başlarken, bizden bağımsız hareket ettiler; doğacak mesuliyet de onlara aittir. Bunlar asi insanlarsa, nizami kuvvetlerin gücü yetiyorsa, Divan-ı Harb’e sevk edilip, idam dahi edilebilirler. Zaten onlar ölümü göze alarak yola çıktılar. Tekirdağ, Çorlu’yu, Muradlı’yı, Ereğli’yi onlar kurtardı. Şimdi buraları terk mi edelim? … Bu dünyada hiçbir şey beklemiyorum milli haysiyetimizin biraz iadesinde ve elden çıkan vatan topraklarımızdan bir kısmının kazanılmasında emeğim geçerse, duyacağım haz bana yeter. Beyefendilerimiz zannediyorlar ki Düvel-i Muazzama’yı kızdırırsak, onlar da baldırı çıplak Balkanlıları üzerimize saldırtırlar, perişan oluruz. Her güçlünün takatini aşan hususların bulunduğunu değerli büyüklerimize anlatmamız lazımdır. … Ben Gönüllüler Genel Kumandanıyım. Onlarla başa çıkamazsak, bizi imha ederler. Önlerinden kaçıp, nizami kuvvetlere sığınırsak, bizleri yakalamış olursunuz. Başları olduğumdan da en büyük suçlu benimdir (Mehmed Niyazi, 2005a, 110–112).

Bu olaylar cereyan ederken başta Fransa ve Rusya olmak üzere büyük devletler

kuvvetlerimizin Midye-Enez hattını geçmelerine karşı çıkmaktaydılar. Hükümet bu

durumdan endişe ederek kabineyi toplayarak kuvvetlerimizin Midye-Enez hattına

geri çekilmesi kararını almakta ve bu kararı Eşref Bey’e bildirmek üzere bir heyet

göndermektedir. Üstün bir askeri yeteneğe sahip olan Eşref Bey, Selim Sami ve

Cihangiroğlu Đbrahim Bey’i çağırıp durum değerlendirmesi yaparken ortak bir

kanaatle Said Nursi’nin de görüşlerini almayı kararlaştırırlar. Said Nursi’nin şu

sözleri (Mehmed Niyazi, 2005a, 114-115) kuvvetlerimizin ilerlemesi yönünde ortak

karara dönüşür.

Kahraman kumandanım; mesuliyetinize iştirak etmemem için hiçbir sebep yoktur. Ecdadımızın kanlarıyla suladığı bu topraklar düşman çizmesiyle çiğnendikten, milyonlarca kardeşimiz düşman pençesinde inledikten sonra Said mesul olsa ne olur, olmasa ne olur. Van’dan hareket ederken başımı bu yola adadım. Sizleri önümde bulunca da zafere mutlak inandım ve elimden geldiği kadar yanınızda bulunuyorum. Eğer bir gün mesuliyet terettüp ederse, ben de en az Selim Sami Bey ve Cihangiroğlu Đbrahim Bey kadar sizinle beraber

136

mesul olmazsam, ciddi şekilde rencide olurum. Ne yapmamız gerektiği sorunuza gelince, çok açık cevap veriyorum: Planınızı yapınız, ilerlemeye devam edelim. Bugüne kadar düşmandan temizlediğimiz yerler halkın nezdinde fazla önemli değildir. Fakat Edirne çok önemlidir. Đkinci başşehrimiz olmasından ve bilhassa ulu camimiz Selimiye’nin orada bulunmasından milletimizin gözünde fevkalade değeri vardır. Edirne’yi kurtarabilirsek, mevkilerinden ve yarınki mesuliyetlerden endişelenen siyasilerimiz, paşalarımız geri vermezler; milletinin infialinden korkarlar. Ama şimdi, bunca kardeşimizin şahsiyeti ile kurtarılan toprakları geri veririler. Đnsanoğlu en kolay kendini kandırır; sonra başkalarını kandırmaya başlar. “Bunları geri vermeseydik, Đstanbul elimizden gidecekti” derler; buna inandıkları gibi inanacak çok ahmak da bulurlar. Bunun için vakit kaybetmeden ilerleyelim, derim.

Bir tarafta hükümet baskısı sürerken diğer tarafta kurtarılmayı bekleyen vatan

toprakları bulunuyordu. Eşref Bey ve gönüllüler hükümetten ümitlerini kesmelerine

rağmen, Enver Bey’in her zaman kendi yanlarında olacağının farkındaydılar. Onuncu

Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa’da maddi anlamda yapacağı çok fazla bir şey

olmamasına rağmen, gönlü Eşref Bey ve kuvvetlerinin yanındaydı. Bu durumda

gönüllülerin herhangi bir yenilgi almaması gerekiyordu. Çünkü gelecek bir yenilgi

hükümeti haklı çıkaracak, Bulgarların kendilerini toparlamalarına sebep olabilecekti.

Bu bilinçle harekete geçen Eşref Bey ve kuvvetleri Seyitler ve Lüleburgaz’ı ele

geçirirler.

Đstanbul’da hükümetin olumsuz tutumu sürerken Enver Bey Đstanbul’a giderek

durumu aktarmaktadır. Enver Bey ‘in Đstanbul’daki çabaları soncunda Đttihat ve

Terakki’nin tüm yetkilileri başta Talat Bey, Edirne’nin alınması yönünde bir kanaate

varmışlardır. Merkezden alınan bu destekle Enver Bey gönüllü kuvvetlerine

sağlayacağı yardımı Eşref Bey’e bildirir ve Edirne’nin kurtarılmasıyla ilgili planlar

yapılır. Hem milletimiz hem de Đttihat ve Terakki için Edirne’nin alınması çok önem

arz etmekteydi. Đttihat ve Terakki’nin Bab-ı Ali baskınını yapıp iktidarı ele

geçirmesinde etkili olan olaylardan biri Edirne’nin düşman eline geçmesiydi.

Dolayısıyla Edirne’nin tekrar vatan topraklarına katılması Đttihat ve Terakki iktidarını

meşruiyetini artıracak ve halk nezdinde itibarı artacaktı.

137

Devletlerin yönetimini ellerinde bulunduranlar, kendi güçlerini göstermek için

fırsatlar ararlar, bu durum iktidarın devamlılığını sağlamada önemlidir. Đkinci unsur

ise güven olayıdır. Halk iktidarın verdiği sözü yerine getirmeyi bekler. Sözlerin

tutulması güveni artırır ve iktidarın devamında etkili bir unsur olur. Bu nedenlerle

ittihat ve terakki için Edirne’nin geri alınması hem bir güç gösterisi olabilecek hem

de verilmiş sözlerin yerine getirilmesi olacaktı. Bu da Đttihat ve Terakki’nin halk

desteğiyle güçlü bir şekilde devamını sağlayabilecekti.

Eşref Bey seçkin bir birlikle şehre sızarak önemli mevkilere müdahale etmiş,

hükümet konağını ele geçirmişti. Bu sırada gönüllü kuvvetler ve Enver Paşa

komutasındaki düzenli birlikler kuşatmayı sıklaştırarak şehre girip Edirne’yi düşman

elinden kurtarırlar.

Yazarın eserde sık sık değindiği önemli hususlardan biri daha önce de kısaca

değindiğimiz, şehitliktir. Türk milleti nezdinde şehit olmak her insana nasip olmayan

yüce bir durumu izah etmektedir. Kültürümüzde de yerini almıştır, şehitlik. Đnsanımız

şehitlikleri ziyaret ederek dua eder, çeşitli dileklerde bulunur.

Müşir Deli Fuat Paşa’nın üç oğlu cephede savaşmaktadır. Müşir Deli Fuat daha önce

Eşref Bey’den çocuklarını kollamamasını tembih etmiş, vatan için üzerlerine düşen

görevi yerine getirmeleri gerektiğini belirtmişti. Üstün yararlar sağlayan Müşir Deli

Fuat Paşa’nın çocuklarından Reşid’in şehit düşmesi başta Eşref Bey ve Said Nursi

olmak üzere herkesi hüzünlendirmiştir. Reşid’in mezarının Selimiye’nin arkasında

bulunan ve şehzadelere ayrılmış olan yerde yapılması müftünün tepkisine neden olur.

Bu tepkiye karşı Eşref Bey şunları söyler: “Bu delikanlımız saydığımız bir

müşirimizin oğludur. Onu teselli etmek için burayı seçtik. Şehitlere hürmet

ettiğimizi, onları başımızın tacı olan Ali Osman’la bir tuttuğumuzu herkesin

bilmesinde fayda var. Çünkü daha çok şehit vereceğiz müftü efendi”. Her şeyin bir

bedeli olduğunu ve bugün şerefimizi korumak için ölmemiz gerekir diyen Müşir Deli

Fuat Paşa şunları söyler: “Ey Rabbim, en büyük emelim şehit olmaktı. Bu kadar

muharebelere girip çıktım; bana nasip olmadı Reşid’ime nasip oldu. Binlerce

şükrediyorum” (Mehmed Niyazi, 2005a, 147-151 ).

138

Batı devletleri uzun bir süreden beri Osmanlı’yı “Hasta Adam” olarak

adlandırıyorlardı ve Osmanlı’nın tarihe karışması için de çaba göstermekteydiler.

Birinci Balkan Savaşı’nın, Balkan Devletlerine kazandırdığı zafere şaşmayan

Avrupa, Edirne’nin geri alınması sırasında büyük şaşkınlığa düşmüşlerdir. Çünkü

Avrupalıların beklediği Bulgarların Đstanbul’a girmesiydi. Edirne’nin alınmasından

sonra Avrupa basınından birçok gazeteci Edirne’ye gelir. Yazar burada yarattığı

diyaloglarla hem tarihi bilgi aktarmakta hem de fikirlerini ya da dönemin genel

anlayışını okuyucuya aktarmaktadır. Örneğin Edirne’nin önemini Mehmet Baba’nın

ağzından şöyle (2005a,152) aktarmaktadır:

Edirne’yi kurtarmamız ve hükümet konağına bayrağımızı çekmeyi bana nasip eylemesi için Allah’a dua etmiştim. Cenab-ı Mevla duamı kabul buyurdu. Edirne’yi kurtardık ver hükümet konağına bayrağımız çekmek bana nasip oldu. Evime, evlatlarıma mektup yazarak, muradıma nail olduğumu bildirdim. Şimdi muradım şehit olmaktır. Böyle bir haber alırlarsa, üzülmemelerini, duam kabul edildiğinden sevinmelerini yazdım.

Eşref Bey ise Osmanlı Devleti’nin genel durumu ve amaçlarını şu şekilde

belirtmektedir:

Devletimizin toprakları geniştir. Ortaya koyacak taze kuvvetlerimiz daha çoktur. Zannettiğiniz gibi, hasta adam değiliz. Sıhhat ve dinamizmimizi yakında bütün dünya görecektir. Kusurumuz vaktinde davranmamaktır. Fakat artık bizi kimsenin gafil avlayamayacağını hadiseler sizlere de göstermiş olmalıdır. … Ata yadigârı topraklarımızı işgal eden Balkan Devletlerinin insanımıza yaptıkları zulmü mutlaka biliyorsunuzdur. O devletlerin arkalarında Avrupa ve Rusya’nın bulunduğunu da herhalde ilk defa benden duymuyorsunuz. Gayemiz kardeşlerimizi ve işgal altındaki topraklarımızı kurtarmaktır; fakat aramızda silah dengesizliği vardır. Bunun için sorunuza, “şehit oluncaya kadar” çeklinde cevap vermek istiyorum (Mehmed Niyazi, 2005a, 153).

Çalışmamızda daha önce de din faktörüne değinmiş ve örnekler vermiştik. Mehmed

Niyazi, Avrupalı gazetecilerin sorularına karşı Zenci Musa ve Said Nursi aracılığıyla

şu bilgileri aktarmaktadır: “Bir gün Mısır’da duydum ki Đtalyanlar Trablusgarp’a

139

çıkarma yapmışlar ve Đstanbul’dan gelen bir avuç subay onlara karşı koyuyormuş.

Ben de silahımı alıp, gönüllü iştirak ettim. Sonra da buraya geldik. Türk çocuklarını

Libya’nın savunmasına çeken ne ise, bizleri de aynı şey buraya getirdi.” (Mehmed

Niyazi, 155-157). Said Nursi ise şöyle der; “Devletimizi Türkler kurmuşlardır; ama

onu Đslam’a göre düzenlemişlerdir. Türkler devlet hayatında hiçbir zaman diğer

milletleri saf dışı etmemişler, liyakatları ölçüsünde devlete iştirak ettirmişlerdir.

Herkes biliyor ki Türklerin kurduğu bu devlet dünyada Đslamiyet’i temsil ediyor.

Onun yeryüzünden kalkması sadece Đslam dünyası için değil, bütün masumlar için

felaket olur” diye belirtir. Gazetecilerin, “Niçin Said-i Kürdi adını kullanıyorsunuz?”

sorusuna karşılık ise;

Kavmiyet davasında değilim hiç kimse kavmini seçmekte hür değildir. Kürtlerin menşeini merak ediyorsanız, tarihçi Đdris-i Bitlisi’yi okuyunuz. Bu devlete sahip çıkmamda menşe birliğimizi gerektirmez; çünkü ben Müslüman’ım ve bu devlet Đslam devletidir. Niçin Said-i Kürdi adını kullandığımı Yıldız Mahkemesi’nde izah etmiştim. Kürdi kavmiyet asabiyetimi değil, doğduğum bölgeye mensubiyetimi ifade eder. … Unutulmamalı ki Fatih, Yavuz, Kanuni, daha önce de Büyük Selçuklular, Karahanlılar zamanında Müslüman’dık; gücümüze hiçbir millet erişemezdi. Đslamiyet güçlü olmayı engelleseydi o zamanlar nasıl güçlü olabilirdik? Zannettiğiniz gibi, Hıristiyanlık tekâmül için kâfi olsaydı, ilk Hıristiyan devletlerden biri olan Habeşistan’ın en ileri ülkelerden birisi olması gerekirdi. Sonra Avrupa yeni Hıristiyan olmadı ki! Neredeyse iki bin yıldan beri Hıristiyan’dır. Đslam dünyasına karşı üstünlüğü son yüz elli yıldır ele geçirdi. “Gücü dinden geliyorsa, neden daha önce güçlü değildi?” sorusunu açıklamamız gerekmez mi? Demek ki Müslümanların güçsüzlüğünü, Hıristiyanların güçlülüğünü başka noktalarda aramak lazımdır (Mehmed Niyazi, 2005a, 157-158).

Hükümet ve başta Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Ahmet Đzzet Paşa’nın

kanaati pek olumlu değildi. Rusya ve Avrupa’dan gelen tepkiler hükümeti

korkutuyordu. Bu nedenle hükümet ordumuzun Midye- Enez hattına çekilmesi

yönünde Enver ve Eşref Beylere baskı yapmaya devam ediyordu. Eşref Bey ve

emrindeki gönüllü kuvvetler Đstanbul’dan ümidi kestiklerinden Bulgarlara saldırıp,

onların mühimmat ve silahlarına el koymaktaydılar. Cihangiroğlu Đbrahim, Selim

Sami ve Said Nursi’nin ileri harekâtıyla Habipçe, Yenice ve stratejik bir alan olan

Harmanlı ele geçirilir.

140

Türk milletindeki teşkilatçı yetenek Eşref Bey ve arkadaşlarında da mevcut olduğunu

belirtmiştik. Osmanlı’nın alınan toprakları kendi toprağı saymaması ve

kuvvetlerimizden geri çekilmelerini istemeleri; Eşref Bey ve arkadaşlarını yeni

çözüm yollarına yöneltmiştir. Balkan devletlerinin içinde bulundukları kargaşa,

Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki sürtüşmeler, Yunanistan’ın tavrını lehimize

olumlu hale getirmiştir. Mehmed Niyazi (2005a, 167) ele geçirilen yerlerin

teşkilatlandırılması ile ilgili bilgiyi Said Nursi ağzından aktarmaktadır. Said Nursi

teşkilat yapısın şöyle açıklar:

Kahraman kumandanım; ideale göre değil de, imkânlarımıza göre bir teşkilat düşünmeliyiz. Aksayan tarafları mutlaka olacaktır; onlar da zamanla düzeltilir. Bence teşkilat dini, idari ve adli olarak üçe ayrılmalıdır. Din bilgilerine sahip, sağlam karakterli bir kişi bulursak, onu imam olarak görevlendirelim. Ufak tefek davalara bakmak yetkisini de verelim. Đmamın yanında bir kişi de idari işleri yürütmelidir. Birkaç köyün merkezine idari işleri görenlerin bir üst kademesini kuralım. Buralarda kadılıklar da ihdas edelim. Bu merkezlerde, bizlere iltihak edenlerin arasından, orta yaşı geçkin aklı başında birisini de asayişten mesul olarak milis zabiti yapalım. Çevrede iltihak edenler çok fazla; bazılarını milis zabitlerinin emrine verelim. Tabi milis zabiti bölgedeki mülki amirin emrinde olmalıdır.

Eşref Bey komutasındaki kuvvetlerin ilerlemesi karşısında Bulgaristan, Edirne’nin 30

km batısına kadar olan yerleri Osmanlı’ya bırakma taahhüdüyle barış teklifinde

bulunmuştur. Bulgaristan’ın bu teklifte bulunmasında diğer Balkan devletlerine karşı

tutunamaması ve toprak kaybetmesinin yanı sıra Eşref Bey komutasındaki

birliklerimizin sürekli kuvvetlenerek ilerlemeye devam etmesi etkili olmuştur.

Bulgaristan’ın bu teklifinin yanı sıra Batılı devletlerin ve Rusya’nın tepkileri ve yeni

bir savaş ortamının oluşuyor olması Osmanlı’yı korkutuyordu. Bu gelişmeler üzerine

Đstanbul’un kararıyla Onuncu Kolordu Komutanı Hurşit Bey, Eşref Bey’e bir mektup

göndererek yakında barışın yapılacağını “millet ve memleket selameti” için hareketin

durdurulması ve Edirne’ye geri dönülmesini istemesi üzerine Eşref Bey ve

arkadaşları halkın temsilcilerini de toplayarak bir karara varmaya çalışmaktadırlar.

141

Burada bir demokrasi örneği sergilenmektedir. Zor durumda olan bölge halkına söz

hakkı ve karar verme yetkisi tanınmıştır. Bu durum bizlere Eşref Bey ve

arkadaşlarının nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğunu göstermektedir. Osmanlı

Devleti’nde Tanzimat Fermanı’ndan itibaren ciddi bir Batılılaşma süreci başlamış

aynı süreçte birçok düşünce akımı da ortaya çıkmıştır. Bu düşüncelerin yeşermesi de

elbette ki demokratik zihni bir yapının da olduğunun göstergesidir. Eşref Bey ve

arkadaşlarının bölge halkının kararına başvurması demokratik bir temayül olmasının

yanı sıra, insani bir sorumluluk olarak da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim zor

durumda bulunan insanların neden belirtilmeden yüzüstü bırakılmaları insani bir

davranış örneği olmazdı.

Eşref Bey ve Gönüllü Kuvvetler ile halkın yaptığı toplantı sonucunda, dünyada

meydana gelen gelişmelerden Đstanbul’un haberi olduğu, Bulgarların da halka zulüm

yapmayacaklarına dair teminat vermiş olmaları nedeniyle devletin çıkarları da göz

önünde bulundurularak birliklerin geri çekilmesi kararına varılmıştır.

Edirne’deki barış müzakereleri uzarken Said Nursi ve Eşref Bey derin sohbetlere

dalmakta ve memleket sorunlarını tartışmaktadırlar. Mehmed Niyazi, Said Nursi v e

Eiref Bey arasındaki diyalogla yaşanan sürecin bir eleştirisini yapmaktadır. Eşref Bey

ve Said Nursi için bu bir özeleştiridir:

Said Nursi:

Beylerbeyi Sarayı’nda hapis hayatı yaşayan Sultan Abdülhamid Han’a mektup yazmak istiyorum. Đlim, irfan, hürriyete yeteri kadar önem vermediğini zannederek makamında kendisini bizzat kendisine şikayet etmiştim. Şimdi meseleleri çok daha iyi anlıyorum. Balkanlar’ı bu kadar yıl ciddi bir dert çıkarmadan idare etmesi de onun siyasi dehasını gösteriyor. Şimdi ona mektup yazarak af dilemek istiyorum; aksi takdirde vicdanım katiyyen rahat etmez (Mehmed Niyazi, 2005a, 182) .

Eşref Bey de gençliklerinin ve mevcut siyasi yapının kendilerini etkilediğini ve

Sultan Abdülhamid Han’a karşı bazı girişimlerde bulunduğunu belirterek şunları

söyler:

142

Öyle propaganda yapılıyordu ki ister istemez inanıyorduk. Acı tecrübeler sonucu şu kanaate vardım. Hürriyet çok güzel bir şey; insan şahsiyeti onda kemale erer. Ama hürriyetten ancak milli basınla istifade edilir. Milli olmayan basın, hürriyeti kendi emellerine alet eder. Basını, memleketin şartlarını bilmeyenler de onlara inanır (Mehmed Niyazi, 2005a, 182) .

Eşref Bey kumandasındaki Türk birliklerinin Edirne’ye geri çekilmesi ve barış

görüşmelerinin uzaması Trakya’da yeni bir facia başlatmıştı. Ortaya çıkan Bulgar

çeteleri köyleri basarak Müslümanlara eziyet ediyor ve kıyımda bulunuyorlardı.

Mehmed Niyazi, küçük milletler zalim olur diye belirtir. Bulgarlar Yirminci yüzyıla

kadar Osmanlı egemenliğinde yaşamışlardı. Osmanlı Devleti uyguladığı politikayla

her milletin ya da her dine mensup insanların yaşamlarını rahatlıkla sürmelerini

sağlamıştı. Ancak Avrupa’da ortaya çıkıp dünyaya yayılan ulusçuluk fikirleri

öncelikle Balkan milletlerini harekete geçirmişti. Aslında Balkan milletlerini isyana

sürükleyen tek sebep milliyetçilik fikri değildi. Bu fikir Batılı büyük devletlerin

kullanabilecekleri iyi bir kozdu ve iyi kullandılar. Batı emperyalizminin dünyada baş

göstermesiyle sadece Osmanlı coğrafyasında değil, dünyanın dört bir yanında

isyanlar, savaşlar başlamış, mazlum milletler birbirlerini kırmanın yanı sıra

geleceklerini de Batının pek de insani olmayan ellerine bırakıyorlardı. Batının bu

politikası meyvelerini çok geçmeden verdi. Osmanlı Đmparatorlu gibi, insanlar

arasında din, dil, ırk ayrımı yapmayan; insanların müreffeh yaşamasını devlet

politikası seçmiş altı yüz yıllık imparatorluğun parçalanmasına sebep oldular. Balkan

devletleri Batının piyonu olurlarken, Ortadoğu’daki yerlerin Osmanlı’nın elinden

çıkmasıyla da, buralar doğrudan Batılıların sömürge alanları olmaya başlayacaktır.

Sömürgeciliğin sancılarını ise Ortadoğu halkları hala canlarını feda ederek

çekmektedirler. Bilimsel olarak tüm gerçekliğiyle Batı emperyalizminin doğurduğu

sonuçlar ortaya konmasına rağmen, ipleri hala elinde bulunduran bu devletler ya da

örgütler hala haklı olarak görülmekte, yapılan insanlık dışı uygulamalar meşru

zemine oturtulamaya çalışılmaktadır.

Belirttiğimiz bu sonuçları doğuran olayların Osmanlı coğrafyasında baş göstermesi,

tarihte nice kahramanlık örneği sergileyen milletimizin, yine inanılmaz

143

kahramanlıklarla Balkanlarda, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda canını feda ederek

bu yurdu zalimin pençesinden kurtarmayı başarmıştır.

Türk milletinin unutulmaması gereken kahramanlarından Enver Paşa ve Eşref Bey’in

de yüreği Bulgarların yaptıklarına dayanamamış ve yapılan zulmü durdurmak için

tekrar harekete geçmeyi zorunlu görmüşlerdir.

Bulgar çetelerinden zulümde bulunan Domuzcuyef Çetesi Koşukavak Köyü ve

çevresinde barınıyor, binbeşyüz kişilik kuvvetiyle Müslümanları yok etmeye

çalışıyordu. Gönüllü birlikleriyle saldırıya geçen Eşref Bey, Selim Sami, Mamaka

Mustafa ve Cihangiroğlu Đbrahim kanlı çatışmalardan sonra Domuzcuyef Çetesini

yok ederek Domuzcuyef’i köy halkının oluşturduğu jüri tarafından alınan kararla

idam ettiler. www.iskeceliler.com web adresinde de bu olay şöyle anlatılmaktadır:

II. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmaması konusunda sık sık nasihatlerde bulunan Batılı devletler, Edirne'nin kurtarılışından sonra Osmanlı yönetiminden Meriç nehrinin batısına geçilmeyeceğine dair garanti almışlardır. Ordumuz bu kuralı hiçe sayarak Edirne'nin kurtarılışının hemen sonrasında 3.000 kişilik bir akıncı müfrezesiyle Bulgaristan topraklarına girmiş; Habibçe, Harmanlı ve Hasköy'de akınlar gerçekleştirmiştir. Ancak nabız yoklama amacı taşıyan bu akınlar sonucu müfreze tahmin edilen tepkiyi görmüş ve Bulgaristan'ın Rusya ve Batının önde gelen devletlerine yaptığı baskı neticesinde Edirne'ye geri çekilmek zorunda kalmıştır. Tarihte “Edirne Fatihi” olarak da bilinen Enver Bey, bu 3000 kişilik müfreze içerisinden 16 subay ve 100 erden oluşan 116 kişilik bir çete kurdurmuş ve Eşref Kuşçubaşı'nın emrine verdiği bu birliği talimatıyla Edirne'den Ortaköy üzerine göndermiştir. Birlik, Ortaköy'e geldiğinde Papazköy civarındaki 1200 kişilik Bulgar Domuzciyef çetesi tarafından katledilen 400 Türk'ün cesetleriyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine Eşref Bey, Bulgar katilleri bulup cezalandırmak için Koşukavak üzerine yürümeye karar vermiş ve 16 Ağustos 1913'te Koşukavak'taki çarpışmada Bulgar çetesinden 83 er, Domuzciyef'le birlikte 5 subay ve 6 kaptan tutsak edilmiş, geri kalan ise dağıtılmış veya yok edilmiştir.

Koşukavak’tan sonra Batı Trakya’nın önemli yerleşim yerlerinden olan Kırcaali,

Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim’in ileri harekâtıyla gerçekleştirilen bir baskınla

ele geçirildi. Kırcaali’de de halkın günlük ihtiyaçlarını gidermek ve düzeni sağlamak

144

üzere bir teşkilat kuruldu ve teşkilatın başına eski belediye başkanı Mustafa Bey

getirildi. Kırcaali’den gücü yerinde olanlar silâhaltına alındı ve gönüllülerin gücüne

yeni güç katıldı.

Kırcaali zaferinden sonra Eşref Bey tekrar Edirne’ye çağırıldı. Ortaköy’de

Osmanlı’nın önde gelen şahsiyetleri hazır bulunmaktadır. Bunların başında kabine

üyesi Talat Bey ve Đbrahim Bey geliyordu. Edirne Valisi Hacı Adil Bey ve Enver

Bey de toplantıda hazır bulunuyorlardı. Talat Bey Eşref Bey’in başarılarını takdir

ettikten sonra, Eşref Bey’e gönüllü birliklerinin geri çekilmesi gerektiğini şu sözlerle

belirtti:

Ne çare ki içerde dirlik, düzenlik yok. El birliği edip, düşmanla nasıl boğuşalım? Hazine tamtakır; açlık, sefalet diz boyu. Orduda disiplinden eser kalmamış. Subayların kimisi kalpağını üç köşeli yapıyor, itilafçı oluyor; kimisi tepesini yukarı fırlatıyor, ittihatçı oluyor. Alaylı-mektepli ayrılığı da içinden çıkılmaz bir dert. Bu şartlarda ne yapabiliriz? […] Başta Padişah Efendimiz, hükümetimiz, partinin ileri gelenleri barış imzalamanın mutlak zaruretine inanıyorlar. Bizleri de görevlendirdiler. Burada hudut protokolu imzalamak, araziyi tesbit etmekle meşguluz. […] Orada yaşayan insanımızın hayatı büyük devletler tarafından garanti edildi. Zaten Bulgarlar, Sırp ve Yunanlılar’la çatışma halindedir. Bize barbarlık yapamazlar. Hududun ötesinde bulunduğumuzdan dolayı büyük devletler mesele çıkarmaktadır. Bunun için en süratli şekilde geri dönmeniz gerekmektedir” (Mehmed Niyazi, 2005a, 206-207).

Eşref Bey bölgede yaşanan Bulgar zulmünden bahsederek geri çekilmenin doğru

olmayacağını bildirdiyse de Talat Bey’in tavrına karşılık bölgede teşkilatlarda

görevlendirilen insanların da Bulgarların ellerine bırakılamayacağı ve onların da

getirilmesi gerektiğini Talat Bey’e bildirir. Ancak toplantı sonunda Eşref Bey’le

yalnız konuşan Enver Bey ilerlemelere devam etmelerini ve gerekli yardımların da

yapılacağını bildirmesi Eşref Bey’i sevindirir.

Đstanbul’da Hükümet dış baskılar Düvel-i Muazzama’ya karşı duyulan korku

nedeniyle -tabi ilerlemelerin de pek iyi gitmemesi söz konusudur- bir an önce

Bulgarlarla barış yapılması yanlısıdır. Buna karşılık Eşref Bey ve Enver Paşa

Bulgarların verdiği taahhüde ve Avrupalı devletlerin garantisine inanmamıştı.

145

Müslüman nüfusun bulunduğu yerlerin Bulgarlardan temizlenmesi gerektiğine

inanmışlardı. Bu nedenle Eşref Bey Trabzon Tümeninin kumanda kadrosunu Eşref

Bey’in emrine vermektedir. Eşref Bey, Selim Sami ve Cihangiroğlu Đbrahim

Đstanbul’da Hükümetin talep ve isteklerine karşı Enver Bey üzerindeki hükümet

baskısını azaltıp, Batı Trakya’da ilerlemek amacıyla bir plan ortaya atarlar. Selim

Sami’nin fikriyle, Selim Sami’nin şehit olduğu ve intikamının alınması amacıyla ileri

harekâta başlandığı haberi gazetelerde neşredilir. Bu durum, Eşref Bey ve

kuvvetlerinin ilerlemesini ve Enver Paşa’nın daha rahat etmesini sağlamıştır.

Bu arada Balkanlarda iç çalkantılar devam etmekte, Bulgaristan, Sırbistan ve

Yunanistan çatışmalar içindeyken Batı Trakya’da ortaya çıkan otorite boşluğunda

birçok Bulgar çetesi ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri olan Domuzcuyef Çetesinden

daha önce söz etmiştik. Yine bu çeteye benzeyen başka bir çete de Dana Çetesi’ydi.

Dana Çetesi de Müslüman köylerini basarak Müslümanlara zulümde bulunuyordu.

Selim Sami birliğiyle Dana Çetesi’ni Ferecik’te basıp yok ederek bölgede yaşayan

Müslümanların hem intikamını almış, hem de bölge insanının rahatlamasına vesile

olmuştu. Mehmed Niyazi (2005a, 223), bölgedeki durumla ilgili şu bilgileri

aktarmaktadır:

Trabzon’daki fırkanın seçkin subaylarıyla gönüllüler takviye edilmişti. Karargahını güçlendiren Eşref Bey, orduyu kısım kuvvetlerine ayırarak teşkilatlı bir hale getirdi. Topçu, süvari, piyade birliklerinin başına ihtisas sahibi subayları, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Kumandanlığına da Süleyman Askeri’yi tayin etmişti. Artık zamanın silahlarına ve teşkilatlarına sahiptiler.

Eşref Bey kumanda heyetini toplayarak durum değerlendirmesi yaptı. Gümülcine’nin

alınması gerekiyordu. Bu arada Kolordu Kumandanı’ndan dinamit lokumu istenmiş

ancak Kolordu Kumandanı Fahreddin Paşa olumsuz yanıt vermiştir. Osmanlı

Hükümeti Eşref Bey ve gönüllü kuvvetleri gözden çıkarmıştı. Fahreddin Paşa,

kolordunun savunma sınırlarına girerlerse Bulgarmış gibi ateş edeceklerini

bildirmişti. Eşref Bey ve kumanda heyeti kendi imkânlarını değerlendirip

Gümülcine’ye saldırı düzenleyerek kısa sürede düşmanı bölgeden temizlemeyi

başarmışlardır.

146

Daha önce de değindiğimiz gibi savaşların acımasızlığını en çok cephe gerisinde

bulunan ya da cephenin içinde, arada kalan halk çekmektedir. Batı Trakya’da da

gerek çeteler, gerekse düzenli Bulgar birlikleri çeşitli zulümlerde bulunmuşlardır. Bu

tür durumlar halkı demoralize ederek sosyal ortamı gerer ve toplumsal bir çöküntü

ortamı oluşturur. Tarihsel olayların uzun vadede sonuçları toplumun yapısının bu

süreç içinde incelenmesiyle daha iyi ortaya koyulabilir. Tarih öğretiminde tarihi

romana başvurulması bu anlamda katkı sağlayacak bir faktördür. Trakya’daki sosyal

ortamı göz önüne serecek önemli bir olayı Mehmed Niyazi (2005a, 227–228), şöyle

aktarmaktadır:

Hükümet Konağı’na çekilen bayrağı Selim Sami selamlarken yaşlı bir kadın genç bir kızı küfürler savurarak kovalıyordu. Genç kız koşarak Selim Sami’nin yanına geldi; göğsü kalkıp iniyor, kesik kesik konuşabiliyordu. “Bana ağu ver –eliyle karnına vurarak- buradaki Bulgar çocuğudur. Bir bıçak ver; karnımdakiyle öleyim.”

Savaşlarda panter kesilen Selim Sami’nin yüreği eriyecekmiş

gibi oldu. Yaşlı kadın da onlara yaklaştı. Selim Sami, “Atma” anlamında elini kaldırmasaydı, avucundaki taşları kıza vuracaktı. Selim Sami yaşlı kadına sordu:

“ –Sen bu kızın nesisin?” “ –Olmaz olaydım, anasıyım.” “ –Niçin kovalıyorsun?” “ –Karnında Bulgar piçi var!” “ –Kızın isteyerek mi yaptı?” “ –Yok, ırzına geçtiler.” “–O halde sana şimdi müftüyü çağırma cezası veriyorum.

Çağırmazsan seni kurşuna dizerim.” Kadın uzaklaşırken kıza döndü: “ –Ağlama kızım, ne suçun var.” Biraz sonra kadın sakallı birisiyle geldi. Selim Sami: “ –Sen müftü efendi misin?” diye sordu. “ –Evet efendim.”

Gözleri kan çanağına dönmüş kızı göstererek:

147

“ –Bu kızımızın hiçbir günahı yok” dedi. “ Kızımız çocuğunu sağ doğurursa, adını erkekse Sami, kızsa Samiye koyarsın. Adetlerimize göre yetiştirilmesine dikkat edersin. Annesi sütten kesildikten sonra çocuğu istemezse, adresime bildirirsin. Sağ isem ben, ölmüşsem ailemden biri gelip alır. Bu hizmetlerin şunları al bakayım. Durumun iyiyse çocuğa harcarsın.

Eşref Bey iki kuvvet arasında kalmış ve ne yapılması gerektiği ile ilgili düşünmekte

idi. Bir tarafta Bulgarlarla savaşırlarken diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin

kuvvetleri arasında kalan Eşref Bey ve Gönüller yöre halkıyla bir toplantı

düzenleyerek birlikte karar alma yoluna gittiler. Eşref Bey toplantı açılışında şunları

belirtti:

Değişik bölgelerden toplantımıza katılan halkımızın değerli önderleri ve aziz silah arkadaşlarım. Mücadelemiz devam ederken bazı meselelerle karşı karşıya geliyoruz. Hükümetimiz Balkan Devletlerinin yetkilileri ile barış masasına oturmuştur. Edirne’nin yaklaşık otuz kilometre batısından sınırın geçmesi prensip olarak kabul edildiği için, buradaki zaferlerimize hükümetimiz sahip çıkmadığı gibi, mücadelemizin de sıkıntı verdiğini ileriye sürüyor. Zaten epeyce bir zamandan beri sınır kabul ettikleri yere yaklaşırsak, bizi düşman görüp, ateş emri vereceğini söyleyen Fahreddin Paşa ve benzeri kumandanlar bize ulaşacak yardımlara engel olmaktadırlar. Her geçen gün daha net bir şekilde iki ateş arasında kalıyoruz. Bir tarafta yüce devletimizin hükümetine sadık, sözüm ona barışçı paşaların, diğer taraftan da Bulgarların namluları ucundayız” (Mehmed Niyazi, 2005a, 230).

Toplantıda yapılan tartışmalardan sonra müstakil bir devletin kurulması

kararlaştırılmaktadır. Burada alınan karar önemlidir. Çünkü devlet oluşumlarının çok

süreçleri, kurumsallaşmayı gerektirdiğini, aynı zamanda belli fikri bir zemine ihtiyaç

duyduğunu kabul edersek; burada alınan müstakil devlet kurma fikri Türk siyasi

geleneğinin bir sonucu olarak kabul etmek gerekmektedir. Tarihin her döneminde bir

Türk devletine tarihçi olarak tanık olmaktayız. Türk siyasi geleneğindeki teşkilatçı

yapı ve siyasal bir otorite oluşturma kabiliyeti Batı Trakya’da da böylece kendini

yeniden ortaya koymuştur.

Türel Yılmaz (1998) da Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışını şu şekilde

aktarmaktadır:

148

Edirne’nin kurtarılmasından sonra Hurşit Paşa Kolordusu emrindeki akıncı müfrezesinde 116 kişilik bir çete, Enver Beyin emir ve talimatı ile Edirne’den Ortaköy’e gönderildi. Batı Trakya’ya 15 Ağustos 1913’de giren bu akıncı müfrezesinin başında Genel Çeteler Kumandanı Eşref Kuşçubaşı bulunuyordu. Müfreze, kısa zamanda Bulgar çetelerini yenerek, sırasıyla Ortaköy, Papazköy, Paşmaklı, Yenice, Habibçe, Harmanlı, Eğridere, Koşukavak, Kırcaali, Mestanlı, Cumaibala, Darıdere ve Nevrokopi’yi işgal etti. Ardından 31 Ağustos 1913’de kısa bir çarpışma ile Batı Trakya’nın merkezi olan Gümülcine, 1 Eylül 1913’de de Đskeçe işgal edildi. Gümülcine ve Đskeçe’nin kurtarılmasından sonra Batı Trakya’nın hakimiyeti tamamen milli kuvvetlerin eline geçmiş oluyordu. Đstanbul Hükümeti ise, bu başarıları Batılı devletleri ürkütmekten korktuğu için kabullenmeye yanaşmıyordu. Bu durumda Batı Trakya’daki milli birlikler için yapacak tek bir şey kalıyordu ki o da bu bölgede bir Türk hükümeti kurmaktı. Gümülcine’nin işgalinden sonra 31 Ağustos 1913’de “Batı Trakya Geçici Hükümeti” kurularak, başkanlığına Hoca Salih Efendi getirildi.

Mehmed Niyazi (2005a, 234), yeni devletin hürriyet ve istiklal bildirisiyle,

bayrağının belirlenmesini şöyle aktarmaktadır:

Meclis ilk iş olarak hürriyet ve istiklal bildirisiyle, “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”nin bağımsızlığını ilan etti. Eşref Bey’in bizzat tespit ettiği siyah, yeşil renklerden ve ay-yıldızdan oluşan bayrak yaptırıldı. Siyah matemi, yeşil Đslam birliğini, ay-yıldız da Türklüğü temsil ediyordu. Düzenli ordu durumuna dönüştürülen gönüllüler, Kuva-yı Milliye adını aldılar.

Kader Özlem (2006) ise, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili şu

bilgileri verir:

Gümülcine’nin kurtarılmasından sonra Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi kurulmuş ve reisliğine de Salih Hoca getirilmiştir. Ancak, Süleyman Askeri Bey Erkan-ı Harbiye ve Garbi Trakya Hükümeti Đcraiye reisi olarak bütün yetkileri elinde bulundurmakla bu hükümetin de üzerinde bir otoriteye sahip olmuştu. Batı Trakya’nın işgalinin genişlemesiyle Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti’nin kurulması, Sofya ve Đstanbul yönetimlerini şaşkınlığa uğratmış ve bu ilerleyişin büyük bir tehlikeye gebe olduğunu düşünen Büyük Devletler ise Osmanlı Devleti’ni uyarma yoluna gitmişlerdir. Dedeağaç haricinde Batı Trakya’nın tamamını kontrol altında tutan

149

Türk kuvvetinin Dedeağaç üzerine yürüyecekleriyle ilgili olarak istihbarat aldıklarını söyleyen Batılı devletler Osmanlı’dan kuvvetlerini geri çekmesini istediler. Bunların doğru olmadığını vurgulayan Osmanlı yönetimi birkaç birliğin sadece askeri manevralar için Meriç’i geçtiklerini, herhangi bir işgalin söz konusu olmadığını belirtmiş ve bölgeye giden kuvvetlerin derhal geri dönmelerini emretmiştir. Ancak geri çağrılan birliğin önde gelenleri bölgedeki Türk halkının yeniden baskı, zulüm ve sefalet altında yaşamalarından yana değildiler. Đstanbul yönetimince kendilerine tebliğ edilen emri hiçe sayarak Osmanlı Devleti’yle maddi ilişkilerini kesmekle kalmamış; Batı Trakya’da bağımsızlık ilan etmişlerdir. Netice itibariyle 12 Eylül 1913‘te Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla tarih sahnesine yeni bir Türk Devleti çıkmış bulunuyordu.

Balkan Devlerinin içinde bulunduğu siyasi kargaşa Batı Trakya Türk

Cumhuriyeti’nin işini kolaylaştırıyordu. Özellikle Yunanistan ve Bulgaristan

arasındaki anlaşmazlık, sonuçta bu her iki devletin de yeni Türk Cumhuriyeti’ne

sıcak bakmasına neden oluyordu. Bulgaristan’la kendileri arasında başka bir devletin

olmasına sıcak bakan Yunanistan’ın Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni tanıyacağını

bildirmesi Batıda büyük etki uyandırmaktadır. Bulgarlar da Ege Denizi’ne açılma

imkanlarının kalmaması nihayetinde Yunanistan’la sınır olmaktansa arada Batı

Trakya Türk Cumhuriyeti’nin bulunmasını kendi çıkarlarına daha uygun

bulmaktaydılar. Bizce dönemin siyasi ortamı her ne kadar bu iki devletin yeni Türk

Cumhuriyeti’ne sıcak bakmalarını sağlasa da, uzun vadede hem Yunanistan’ın hem

de Bulgaristan’ın Balkanlarda böyle bir devletin varlığına izin vermeyecekleridir.

Ortaya çıkan bu yeni oluşumun çok güçlü olmayacağı düşüncesi Yunanistan ve

Bulgaristan’ın işine yarayacağı kanaatini oluşturmaktaydı.

Türel Yılmaz (1998) da, Yunanistan’ın yeni Türk Cumhuriyeti’ne karşı tutumunu şu

şekilde aktarmaktadır:

Bulgaristan ve Osmanlı Devletinin aksine, Batı Trakya’da bir Türk Hükümetinin kurulmasına Yunanlılar olumlu gözle baktılar. Yunanlılar, Dedeağaç’ı hiçbir zorluk çıkarmadan kendi istekleriyle Batı Trakya Hükümetine teslim ettiler. Çünkü Yunanistan Đkinci Balkan Savaşından sonra imzalanan Bükreş Antlaşmasından itibaren, Bulgarların yönetiminde kalan Rumlara yapılacak muamele üzerinde anlaşamadıkları için Bulgaristan’a karşı bir politika izlemeye başlamıştı. Bu sebeple Yunanistan, Osmanlı-Bulgar görüşmeleri sırasında bir Osmanlı-Bulgar yakınlaşmasını önlemek amacıyla 2

150

Ekim 1913 tarihinde Dedeağaç şehir ve limanını Batı Trakya Hükümetine terk etti. Dedeağaç şehir ve limanını Batı Trakya Türk Hükümetine bıraktıktan sonra Yunanlılar, bu hükümet ile ilişki kurma yollarını aramaya başladılar. Bunun üzerine, herhangi bir yazılı garanti olmaksızın, sözle Mesta-Karasu’yu Batı Trakya-Yunanistan sınırı olarak kabule hazır olduklarını bildirdiler. Arkasından, silah ve para yardımında dahi bulunmayı teklif ettiler. Yunanistan’ın amacı, Bulgaristan’ı eski sınırına çekmek ve daha sonra da Batı Trakya’yı kendi topraklarına katmaktı. Ayrıca, Batı Trakya’da güçlü bir Bulgar devleti yerine, zayıf bir Türk hükümetinin kurulmasının gelecekteki planları için daha uygun olacağını da düşünmüştür.

Batı Trakya’daki Türk Cumhuriyeti teşkilatlanmasını tamamlamaya çalışırken Batılı

devletler Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını artırmakta ve Bulgaristan ile

Osmanlı arasında yapılacak barışın şartı olarak Eşref Bey ve gönüllü birliklerin

Edirne’nin otuz kilometre batısından geçen sınıra geçmeleri öne sürülüyordu. Batı

devletlerinin bu şartları ve baskıları dışında Rusya ise Osmanlı yönetimini Doğu

Anadolu’yu işgal etmekle tehdit ediyordu. Bu baskılar ve tehditlerin yanı sıra dünya

siyasetindeki dengesizlikler ve kaos ortamı giderek büyümekteydi. Avrupa’da

kurulan bloklar arasındaki çatışmanın yakın olduğu bilinmekteydi. Bu ortamda

Osmanlı Hükümeti Talat Bey’i Batı Trakya’ya göndermekte ve Eşref Bey’le yapılan

görüşmeler sonucunda Enver Bey’in de kanaatiyle, geri çekilme konusunda Eşref

Bey şu şartı öne sürmektedir: Burayı bir şartla terk ederiz. Cemal Paşa gelecek,

buraları Bulgarlara teslim edecek. Herhangi bir zulüm yapılırsa, önleyecek. Doğacak

maddi ve manevi bütün sorumlulukların Cemal Paşa’ya ait olduğu ilan edilecek

(Mehmed Niyazi, 2005a, 245).

Mehmed Niyazi (2005a, 249-250), Enver Bey’in neden Eşref Bey ve kuvvetlerinin

Edirne’ye çekilmesi gerektiğini şu şekilde aktarmaktadır:

Đngiltere ve Fransa, Almanya’ya karşı Rusya ile anlaşmışlar. Saflarını almak için boğazları, tabi Đstanbul’u Batı Anadolu’yu, Karadeniz Bölgesi’ni Doğu Anadolu’yu Rusya’ya vermişler. Biliyorsunuz ki Abdülaziz Han’ın Kırım’ı Ruslardan geri almak gayesiyle yaptırdığı donanmayı Abdülhamid Han’ın Đstinye’ye çekip, kara ordusuna önem vermesi, bir savaş zuhur ederse, Đngiltere’nin yanında yer almak içindi. Çünkü coğrafyasından dolayı ister istemez Đngiltere’nin kara

151

ordusu zayıf olacak, güçlü bir kara ordusuna sahip devlete ihtiyaç duyacaktı. Almanlardan aşırı ürken Đngilizler, Rusları tercih ettiler. Bunun da anlamı haritadan silinmemizdir. Đngilizlerin, Fransızların emellerini biliyoruz; kalanı da Ruslara peşkeş çekmişler.

… Bizi paylaşmanın savaşı olmasına rağmen dışında kalmanın bütün imkanlarını denemeliyiz; fakat kalamayacakmışız gibi de hazır olmalıyız. Abdülhamid Han da aynı şekilde düşünmedi mi? Savaşta Đngilizlerin yanında, galip devletlerin masasında olacakmış gibi hazırlığını yaptı. Bir yandan da Kerkük, Filistin gibi önemli yerleri üzerine tapu etti ve bunları devlet malından ayırdı. Çünkü bildiğiniz gibi devlet mağlup olunca malı galip devletin eline geçer; ferdi mülkiyet ise sahibinde kalır. Tabi Batılılar hukuka riayet eder, etmez; o ayrı mesele; ama her türlü ihtimali düşünerek hesap yapması önemli.

Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde siyasi hesaplaşmaların, savaş planlarının

çizildiği bir ortamda Cemal Paşa Osmanlı Hükümeti tarafından sınırı belirlemekle

görevlendirilir. Eşref Bey ve Gönüllüler “Galiplerin mağlubiyeti” denilen bir

duyguyla geri çekilmektedir. Kader Özlem, Eşref Bey ve Gönüllülerin geri

çekilmesi Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kendini feshi ile ilgili şu bilgileri

aktarmaktadır:

Bulgaristan’ın Batılı Devletler ve Rusya nezdinde yaptığı girişimler sonucu Osmanlı Devleti uluslar arası ilişkiler ekseninde hayli sıkıştırılmıştır. Bu baskılara daha fazla dayanamayan Osmanlı Devleti Bulgaristan’la 29 Eylül 1913’te Đstanbul Antlaşmasını imzalamış ve Batı Trakya’nın Bulgaristan’a ilhakını resmen onaylamıştır. Ayrıca, Batı Trakya Hükümeti üyelerinin ve bu hükümet yanlısı kişilerin Đstanbul Antlaşması’na uymaları ve bu yoldan vazgeçmeleri istenmiş, bu kişilerin bölgeyi en geç 25 Ekim 1913 gününe kadar Bulgarlara teslim etmeleri için mühlet verilmiştir. Nitekim 25 Ekim 1913’te Batı Trakya Müstakil Hükümeti kendini feshederken; Đstanbul’dan gelen Albay Cemal Bey’in gözetiminde Bulgar kuvvetleri bölgenin işgalini 30 Ekim’e kadar sessizce tamamlamışlardır. Ancak, Devletin silah ve cephanesi ileride yeniden kullanmak ümidiyle saklanmıştır (Özlem: 2006).

“Yazılamamış Destanlar”, Osmanlının çöküş sürecinde, bir milletin kendi varlığını

sürdürmede gösterdiği onurlu mücadeleyi gözler önüne sermektedir. Dört bir

taraftan kuşatılan vatan topraklarını korumada, milli bilincin ne denli önemli

olduğunu Batı Trakya’da, Çanakkale’de, Yemen’de ve Kurtuluş Savaşı’nın her

152

aşamasında görebilmekteyiz. Enver Paşa, Eşref Bey gibi tarihimizin önemli

şahsiyetlerinin çabalarını yazar en güzel örneklerle açıklamakta ve hak ettikleri

değeri bir nebze de olsa vermektedir. Ancak incelemiş olduğumuz bu eserde işlenen,

Balkanlardaki var olma mücadelemiz, Çanakkale’de gösterilen kahramanlıklarımız

ve Yemen’de çekilen acıların gün ışığına çıkarılmasında araştırmacıların ilgisinin

hak edilen değerde olmaması, milli değerlerimize ve tarihimize sahip çıkma

noktasında üzücü bir durumu ifade etmektedir.

3.2. Yemen! Ah Yemen!

Yemen Türk tarihinin karanlıkta kalmış yanlarından biridir. Yemen’de yaşanan acılar

Anadolu insanının hala derin yaralarından birini oluşturmaktadır. Yemen’e türküler

yakılmış ve bu türküler dilden dile günümüze ulaşmıştır. Anadolu insanı 300 bin

evladını Yemen topraklarına gömerken, tarihçilerin bu duruma yeteri kadar özen

göstermemeleri ilginçtir. Bu nedenle yazar Mehmed Niyazi’e teşekkürle bu bölüme

başlamayı bir borç bilirim.

Mehmed Niyazi, eserine bir Yemen haritasıyla başlamıştır. Yazarın ilk sözleri

(2005b, 7), şöyledir:

YEMEN ÇÖLÜ; nasıl bir ölü uykusundasın ki bunca şehidin kanı seni yeşertemedi. Anaların, gelinlerin ve nice yetimlerin ıssız yerlerde döktükleri gözyaşları yağmur olup üzerine yağsaydı; bağrından ormanlar fışkırırdı. Hala derin bir sükut içindesin; bir dile gelsen, neler anlatırsın, neler....

Esere, Mülazım (Teğmen) Ali’nin kumandasında bir hecin (hızlı koşan, tek hörgüçlü,

ince uzun bacaklı deve) mangası öncülüğünde, askeri mühimmat ve diğer ihtiyaç

malzemesi taşıyan bir kervanla birlikte Celaleddin’in, Kadirhanlı Adil’in

Hudeyde’den, Tehame Çölü’nden geçişiyle başlamaktadır.

Tarihi olaylarda her zaman coğrafi faktörlerin önemli etkileri görülmektedir.

Bu faktörlerin bazen olumlu, bazen de olumsuz etkilerinden söz etmek mümkündür.

153

Örneğin kalesini bir dağın zirvesine kuran komutan için son derece stratejik bir

savunma alanı oluşurken, bu kaleyi fethetmek için harekete gecen komutan için bu

son derece olumsuz bir durumu ifade etmektedir. Söz konusu Yemen olunca akla ilk

gelen elbette ki çöldür, engebeli arazisidir ve kuş uçmaz kervan geçmez

uçurumlardır.

Çöl acımasızlığını göstermede çok gecikmiyor ve yürüyenler arasında yer alan

Mustafa, çölün ilk kurbanı oluyordu. Kafilenin ilk uğradıkları yerleşim yeri Becil’dir.

Küçük bir nahiye olan Becil’de Mustafa’nın naaşı defnedilir ve bir akşamüstü yola

devam edilir. Kafilenin ikinci uğradığı yerleşim yeri Hacil’dir. Hacil’de bir gün

istirahat eden kafile sabaha doğru burada yoluna düşer. Amaçları sıcak basmadan

önlerindeki vadiyi geçmek ve kolay bir şekilde dağa tırmanarak yollarına devam

etmektir. Akşam varmadan dağın tepesinde kurulan Menehan ilçesine varırlar.

Burada tümen kumandanı Miralay Hasip tarafından karşılanıp, konaklayan kafile

sabah erkenden hareket eder. Bir sonraki durakları olan Sukulhamiş (Perşembe

Pazarı)’te bir gece konakladıktan sonra San’a’ya hareket ederler. San’a önemli bir

merkezdi. Đstanbul’dan gelen subayların ve memurların ana yerleşim birimleri burada

bulunuyordu. Mülazım Celaleddin’de burada birkaç yıl kalacağından kendine bir ev

bulmaya çalışmaktadır.

Mülazım Celaleddin kiralamak için ev ararken sanat okulu müdürü Necati Bey’le tanışmış, onun yardımıyla Đstanbul’a dönen bir subayın boşalttığı katı tutmuştu. Komşu olmuşlardı; tam karşısındaki ağaçlıklı bahçede oturan Necati bey Birecikliydi. Ama kendisi Fatih’te doğmuş, çocukluk yıllarını orada geçirmişti. Đlkokulu bitirdiğinde subay olan babası Yemen’e tayin edilmişti. Onu Galatasaray Sultanisi’ne vermişler, annesiyle babası Yemen’e gitmişlerdi. Bazı yazlar Yemen’den gelirler, bazı yazlar o Yemen’e giderdi. Annesi ölünce babası Yemenli hanımla evlendi. Yüksek öğrenimini bitirince çalışmak için babasının bulunduğu Yemen’i tercih etti. Görücü usulüyle evlenen Necati Bey Yemen’de mutlu bir hayat sürüyordu. En önemli meselesi Đstanbul’dan ayrı kalmaktı (Mehmed Niyazi, 2005b, 17–18).

Buradan hareketle şu iddiamızı tekrarlayabiliriz. Tarihi anlamak demek sadece

savaşları, savaşların sebep ve sonuçlarıyla birlikte o dönemde devletin başında

bulunan kişiyi ya da bir kumandanın hayatını öğrenmek demek değildir. Bunlar tarihi

154

olayların bir parçasını oluşturmaktadırlar ve yaşadıkları dönemin sosyal, ekonomik

siyasi ortamında anlam bulurlar. Dolayısıyla tarihi olayların geleceğe aktarılmasında

ele alınan olay, yaşandığı dönemin her yönüyle birlikte ele alınmalıdır. Osmanlı’yı

anlamak da ve özellikle son dönemlerini anlamak için bu değindiğimiz hususlar

hayati önem taşırlar. Đstanbullu bir ailenin Yemen’in çöllerine yerleşirken

yaşamındaki değişimi, yaşanan evin şekli, yenilen yemeğin ne olduğu, mevsimlerin

seyri, ekonomik faaliyetler, gelenek-görenekleri, dini inanışları vs. gibi hususların

tarihi olaylar üzerinde ve dönem insanı üzerinde etkili olduğunu kabul etmemek

mümkün değildir.

Mülazım Celaleddin de Necati Bey’e misafirken yenilen yemek, içilen kahveden

sonra “gat” denilen bir maddenin Necati Bey tarafından ikram edildiğini ve

çiğnendiğini, daha öncesinden de ayak bastığı Yemen topraklarında bunun çok

yaygın bir gelenek olduğunu görmüştür. Mehmed Niyazi “gatsız Yemen

düşünülemez” diye belirtmektedir. Bu durumda tarihçiye düşen görev Yemen’i “gat”

la birlikte ele almasıdır. Bu tarih okuyucusuna, öğrenciye ve gelecek nesillere karşı

tarihçinin bir borcu, sorumluluğu olarak algılanmaktadır.

Yazar Mehmed Niyazi (2005b, 19–20), gatla ilgili şu bilgileri aktarmaktadır. Nar ağacının filizlerine benziyor. Bu yapraklar koparıldıkça, gat ağacı yeniden filiz verir. Koparılan yaprakların kurumaması için otlara sarılır. Ezilmemeleri de gerekir; bundan dolayı böyle dalların arasına konur ve demet haline getirilir; güzelce bağlanır. Yaz kış demeden, her gün çarşıya getirilir ve satılır. Gatın tiryakiliği, tütün tiryakiliğinden daha zordur. Sigaranı satın alıp, bir yere yığabilirsin; fakat gatı her gün temin etmek zorundasın; bir sonraki güne kalırsa kurur. Kışın kahve buğudur. Yemenliler kahvenin çekirdeğini dışarıya satarlar, kabuğunu kaynatarak içerler. Harareti giderir. Kışırla Yemenliler su ihtiyaçlarının çoğunu karşıladıkları için mikroplu su içmek mecburiyetleri o oranda azalır. Gat çiğnemeye başlanınca, bir süre sonra vücut gevşer ve ter basar. Çiğnenen gatın ağızda yarattığı salya fazlalaşınca, önlerinde hazır duran tükürük hokkasına boşaltılır. Gatın çiğnenmesi ilkin neşe, sohbet iştiyakı verir; insan bambaşka bir iklime girer. Bu neşe, bu kabına sığmazlık bir süre sonra rehavete dönüşür; konuşmalar da biter; nargile dönemi başlar; giderek gözler süzülür; düşünme yerini hayale terk eder.

155

Necati Bey, gat çiğneyip gevşerken, Celaleddin’de merak ettiklerini sormaktadır.

Yemenliler niçin isyan ediyorlardı? Kim ne istiyordu? Bunda kimlerin nasıl bir etkisi

vardı? Mehmed Niyazi dönemin siyasi-ekonomik ve sosyal boyutlarını bir bütün

halinde ele alarak, Yemen’de ortaya çıkan ve sonu bir türlü gelmeyen isyanların

detaylı sebeplerini eserine yansıtarak okuyucuya aktarmaktadır.

Eserinin oluşturulmasında yoğun bir emeğin harcandığını, ilk sayfalarda tespit etmek

mümkündür. Altı yılı aşkın bir sürede harcanan yoğun emek, yapılan detaylı

araştırmalar sonucunda “Yemen! Ah Yemen” tarih içerikli bir roman olmanın ötesine

geçerek bir kaynak eser konumunda ele alınabilecek objektif bilgiler içerir hale

gelmiştir. Ayrıca çok geniş bir coğrafyanın tarihini, çok önemli bir dönemini

aydınlatmaya çalışmaktadır. 1904–1905 isyanlarıyla başlayan eser 1918 Mondros

Mütarekesi’nin imzalanması ve uygulanması süreçlerini ihtiva etmektedir. Bu

dönemin aktarılması elbette kolay değildir. Eserin başarılı yönlerinden biride Yemen

olayları aktarılırken Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı’yla

ve bu gelişmelerin ardında yatan sebeplerin neler olduğuyla dünyadaki, dönemin

konjonktürüyle iyi bağlantılar kurabilmesidir.

Mehmed Niyazi, Yemende çıkan isyanların sebeplerini Necati Bey aracılığıyla,

Mülazım Celaleddin’e şöyle aktarmaktadır.

Yemen halkı genellikle saf ve temizdir. Dünyada olup bitenlerden fazla haberleri yoktur. San’a’da ve bilhassa ülkenin dağlık kesiminde çoğunlukla Zeydiye mezhebi mensupları yaşar. Bunların inancına göre, başlarındaki imam, aynı zamanda devlet başkanı da olmalıdır. Böyle bir inancın nereden çıktığını sorgulamayı düşünmezler; sadece inanırlar. Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayan deniz yolunun üzerinde bulunmakla burası stratejik önem arz ediyor. Süveyş Kanalı açılınca, Babü’l-Mendep Boğazı’nın, Kızıldeniz’in önemi daha da artar. Osmanlı’nın Yemen’i elinde tutması, bu bölgelerde gözü olanları rahatsız ediyor. Zeydileri kışkırtıyorlar. Bir zamanlar Đngilizlerin teşvikiyle Seyyid Kasım kendisini mehdi ilan etmiş. Seyyid Yahya’yı mehdi vezirliğine getirmiş. Halkta taraftar da bulmuş. Bu isyan bastırılınca halkı Fakih Muhammed El-Hittacı’nın mehdiliğine, zenci Abdullah’ın da onun bayraktarı olduğuna inandırmışlar (Mehmed Niyazi, 2005b, 21).

156

Necati Bey’le Celaleddin’in sohbeti sürerken Necati Bey, son isyanı bastırılmasında

görev alan binbaşı babasının tuttuğu notları Celaleddin Bey’e verir. Tutulan hatıratın

ilk sayfasında “1322–1323 isyanına dair hatıralarım” başlığı bulunmaktadır. 23 Şubat

1323 de San’a’nın kuzey batısında bulunan Đra’da isyan patlak vermektedir. Bu tarih

1 Kasım 1904 tarihine denk gelmektedir. Miralay Ali Sayit Bey’in kumandasındaki

Otuzdokuzuncu Tümen, kaymakam Seyfi Bey’in emrindeki taburla takviye ederek

isyanı bastırmak üzere Tevfik Paşa tarafından görevlendirilir. Sanat okulu müdürü

Necati Bey’in binbaşı olan babası Otuzdokuzuncu Tümen de tabur komutanı olarak

görev yapmaktadır. Đsyanı bastırmak üzere harekete geçen askerler aynı zamanda

doğayla da mücadele vermektedir. Kayalık ve sarp bölgelerden, patikalardan yol

alırken, yanlarına top almaları mümkün değildir. Coğrafi yapıyı iyi bilen isyancılar

zaman zaman kurdukları pusularla askerlere ağır kayıplar vermektedirler. Teyfik

Paşa ise geniş bir alana yayılacak olan bir isyanı bastırarak genelkurmay, hükümet

hatta Padişahın gözüne girmeyi planlamaktadır. Bu plandan dolayıda isyanın ne

boyutlarda olduğunu Đstanbul’a iletmemekte ve yardım isteğinde bulunmamaktadır.

… Đsyan üzerine gidilen bölgede değil de, diğer yerlerde yayılıyor, köy köy güneye iniyordu. Kervanla Menaha’ya getirilen erzak yol kapandığı için orada kaldı. San’a’da kıtlık belirtileri görülünce, Teyfik Paşa, Miralay Ali Said Bey’e, orada durumu koruyabilecek kadar kuvvet bırakıp, Menaha’daki erzakı San’a’ya getirmesini emretti. Bu bir anlamda isyancıların gemini gevşetmek, yayılmalarına imkan hazırlamaktı (Mehmed Niyazi, 2005b, 25).

Burada karşınıza tarihin oluşumunda etkili olan diğer bir husus çıkmaktadır, oda

insan faktörüdür, karakter faktörüdür. Kuşkusuz her dahi, her kahraman kendi

toplumunun belirlemiş olduğu çerçeveler içerisinde ortaya çıkar ve o çerçeveleri

genişletir, aşar. Böylece toplum da gelişir, tarihi olaylarda ya da tarihin oluşumunda

etkili olan insan, fert insanlık tarihine katkı sağlarken, zaman zaman kendi milletini

ya da insanlığın geri gitmesini de sağlayabilir. Will ve Ariel Durant’ın (1998, 46) bu

durumla ilgili açıklamalarına daha önce değinilmişti.

San’a’nın iki saat kuzeyindeki Cedir Köyü’nün on yedi Kasım’da isyancıların eline

geçmesi Teyfik Paşa’yı telaşlandırmakta ve Teyfik Paşa tehlikeyi bertaraf etmek

157

amacıyla Ali Said Bey’den gereken tedbirleri alınmasını istemektedir. Ortaya çıkan

isyan hızla yayılmakta ve Đmam Yahya’nın birlikleri bir türlü durdurulamamaktadır,

Cinaf Köyü’nü ele geçiren asiler kolaylıkla San’a’nın dış mahallelerine dayanırlar.

San’a’nın düşme tehlikesine karşılık vilayet ve kolordu merkezleri Meneha’ya

taşınır, Meneha’da oturan Mekatıl denilen Rafiziler ise Đmam Yahya’nın isyanlarına

karşı Osmanlının yanında yer alırlar.

Savaşların ve isyanların en can alıcı noktalarından biride açlığın baş göstermesidir.

Osmanlı devleti 17.yüzyıldan itibaren önce duraklama ardından gerileme devrine

girmiştir, Dünya ticaret yolları değişmiş, Osmanlının elinde bulunan Đpek ve Baharat

yollarında istenilen kazanç sağlanamamıştı. Bunlarla beraber Đngiltere’de Sanayi

Đnkılâbı’nın ortaya çıkmasıyla el emeğine dayalı ekonomik etkinlikten fabrika

üretimine geçilmiş, sanayisini kuramayan Osmanlı ise, kapitülâsyonların etkisiyle de

bir hammadde kaynağı ve

pazar yeri haline gelmiş, yarı sömürge durumuna düşmüştü. Osmanlının ekonomik

olarak güç kaybına uğraması, halkında sefaletine neden oluyordu. Bu sefalet

ortamında halkın kışkırtmalardan daha kolay etkilendiğini ise psikoloji ve sosyoloji

bilimleri ortaya koymuştur. Đmam Yahya’nın 1904’de başlayan isyanı sırasında da

özelikle San’a’da kıtlık artmış, hayvan nesli neredeyse tükenme noktasına gelmiştir.

Buna bağlı olarak çok sayıda insan açlıktan dolayı yaşamını yitirmiştir. Will ve Ariel

Durant (1998, 71), ekonominin insanlar üzerinde etkili olduğunu belirtir ve şu

hususları aktarmaktadır: “Đnsanları yöneten insanlar, sadece eşyayı yöneten insanları

yönetirler ve parayı yöneten insanlar ise her şeyi ve herkesi yönetirler”.

Şubat ayının sonlarına doğru isyanın yavaşladığı, hücumların azaldığı görülür.

Bunun sebebi ise Hicaz’dan Arif Hikmet Paşa’nın yardıma gelmesidir, isyancılar

Arif Hikmet Paşa’nın kuvvetlerini engellemek üzere bir kısmı o yönde hareket

edince San’a’nın birazda olsa rahatlamasına aynı zaman da moral bulmasına sebep

olmuştur; ancak her türlü çabaya rağmen isyan kırılamıyordu.

San’a’nın doğu cephesini savunan, askerleriniz 7 Nisan’da artık dayanamayacaklarını anlayınca, kuzeye, bizim yanımıza çekildiler. Böylece önlerini açmış oldular; asiler San’a’ya fakat Birulazed şeyhi Hüseyin Zühre şehrin kuzey bölümüne hâkimdi; buranın güvenliğini

158

sağlayacağına dair Đmam Yahya’ya güvence verdi. Đmam Yahya’nın durumu kritikti. Hüseyin Zühre’yi de karşısına almamak için bu bölgenin yönetimini ona bıraktı San’a’da kalan sivil Türkler, Đmam Yahya’dan çekinen Sünni Yemenliler, o bölgeye, Şeyh Hüseyin Zühre’nin kanatları altına sığındılar (Mehmed Niyazi, 2005b, 29).

San’a’ya giren Đmam Yahya, hükümet konağına yerleşmişti. Bu sırada, Yemen’i iyi

tanıyan, bölgede mevcut bir güce sahip kabile başkanları ya da dini şahsiyetlerle

ilişkileri iyi olan, dirayetli bir insan olan Irak’ta görevli olan ve “Tatar” lakaplı Müşir

Ahmet Fevzi Paşa Yemen’deki bütün kuvvetlerin başına tayin edilir. Müşir Ahmet

Fevzi Paşa Hudeyde’de göreve başladıktan sonra hazırlıklarını tamamlar. Yüz on

dört tabur toplayıp bekler. Bu bekleyiş sırasında da kimseye fark ettirmeden Matar,

Hazıt, Bekil kabileleriyle görüşüp önlem aldıktan sonra San’a’ya doğru hareket eder.

Müşir’in bu başarısı askerin güven hissini güçlendirir. Sinan Paşa ile Sukulhamiş

arasında uzun ve dar bir koridor şeklinde olan Beva Boğazı ve Yazıl mevkiinde

pusuya karşılık önlem alırlar.

Askeri birlikler ve kervan aralarında boşluk bırakarak parça parça ilerlemeye başlamışlar. Bir kısmı Boğaz’a girerken, bir kısmı çıkacak tarzda bir pusuya düşerlerse, az kayıp vermenin planını uyguluyorlarmış. Hangi gruba ateş ederlerse etsinler, askerlerin ve kervanın büyük bölümü pusunun dışında kalacakmış (Mehmed Niyazi, 2005b, 32).

Kurdukları pusuyla ateşe başlayan isyancılar, Müşir Ahmet Fevzi Paşa’nın savunma

güvenliğini sağlaması, Mihrali Bey’in Alayı ile Of ve Atina (Pazar) gönüllülerin

gayretleriyle asi kuvvetler dağıtılır. Bu saldırı sırasında Beyt-i Selam Şeyhi de

hayatını kaybeder. Bundan sonra birlikler San’a üzerine hareket ederler. Ağustos

ayının on dokuzunda San’a isyancılardan temizlenir. San’a’da Şerare Meydanı’nda

sadece hasta ve yaralılar bulunuyor, bunlar dışında meydan bomboş bulunur.

San’a’daki durumu anlatmaya Mehmed Niyazi (2005b, 36), şöyle devam etmektedir:

Birulazep’e yakın köylerdeki hısım akrabalarına sığınanlar, Nukum Dağı’nın arkasındaki vadiye gizlenenler evlerine dönünce ortalık şenlendi. Askeri birliklerimizin, Sivas’tan gelen Mihrali Bey’in Hamidiye Alayı’nın, Ali Şerif Efendinin kumandasındaki Mapavri, Mustafa Efendinin emrindeki Polathane, başında Hamdi Efendinin bulunduğu Sürmene gönüllü taburlarının üç yüz elli deveden, pek çok katır ve attan oluşan erzak taşıyan kervanla San’a’ya girmeleri sevinç

159

çığlıkları ve gözyaşlarıyla karşılandı. Halktaki coşku kısa sürede biteceğe kesinlikle benzemiyordu.

San’a’nın asilerden kurtarılmasından sonra San’a’ya dokuz on saat mesafede bulunan

Maber üzerine hareket edildi. Miralay Ali Said Bey’in emrindeki Otuzdokuzuncu

Tümen’e iki tabur daha kaydırılmış, Sivas’tan gelen Mihrali Bey, Hamidiye Alayı;

Hafız Osman Efendi kumandasındaki Atina Taburu ve Đbrahim Efendi

kumandasındaki Rize Taburu harekete geçerek kısa sürede Maber bölgesi de kontrol

altına alınır. Đsyancıların elinde kalan son yer Ravza bölgesiydi, zaman kaybetmeden

Ravza’yı kuşatmak için Mihrali Bey’in Alayı kılavuz subaylarıyla takviye edilir.

Diğer vilayet ve kazaların gönüllü taburlarıyla harekat başlar. Burada doğa

koşullarının muhalefetiyle de karşılaşır. Askerlerin üzerinde Tehame Çölü’nde

giyilen yazlık elbiseler bulunuyor. Oysa Ravza, dağlık ve çok soğuk olan bir yerdir.

Ayrıca hem askerler hem de halk inanılmaz bir açlıkla mücadele ediyor. Arif Hikmet

Paşanın takviye kuvvetleriyle isyan bastırılmaya çalışılmaktadır.

Uzun süren Ravza kuşatması açlığı had safhaya ulaştırmış, isyancılar çocukları

yemeye başlamışlar. Bütün hazırlıkların yapılıp bir an önce Ravza’ya girilmeliydi.

Şehre yapılan saldırı bütün gece sürer ve gün ağardığında her tarafta yaralı ve şehit

cenazeleri yatmaktadır. Mülazım-ı Sani (Üsteğmen) Zekeriya Efendi de şehit

düşenler arasında bulunmaktadır. Đsyan sona erdirildikten sonra Doktor Fehim Beyin

raporu Muhyiddin Paşa’ya iletilir. Đsyan ve açlık birleşince ortaya şu korkunç tablo

çıkıyordu:

Yirmi üç kişi yenmişti; bunlardan ikisi subay çocuğu idi. Bu şoke edici durumun sarsıntısını henüz atlatamamışken Kaymakam Seyfi Bey içeriye girip selam verdi. —Kumandanım tespitimize göre otuz subayımız, sekiz yüz yirmi bir er ve erbaşımız şehit olmuş. Pek çokta yaralımız var. Onların tespitine, aynı zamanda tedavisine çalışıyoruz (Mehmed Niyazi, 2005b, 49).

Müşir Ahmet Fevzi Paşa kumandayı ele aldıktan sonra, isyanı tüm boyutlarıyla

Đstanbul’a rapor etmişti. Đsyanın bastırılabilmesi ve bu gelişmeler sırasında sergilenen

kahramanlıklar imparatorluğun başkentinde bu işin kökten çözülebileceği fikrini

160

uyandırmış ve Erkan-ı Harbiye Reisliği, Đmam Yahya’nın yakalanarak isyan

potansiyelinin tamamen ortadan kaldırılması emrini Müşir Ahmet Fevzi Paşa’ya

iletir. Ahmet Fevzi Paşa, çok deneyimli, bölgeyi iyi tanıyan ve ne zaman ne

yapacağını iyi bilen bir kumadandı. Ancak Yemen coğrafyası ve o dönemde sahip

olunan imkânlarla Đmam Yahya’yı ele geçirmek, kuvvetlerini tamamen ortadan

kaldırmak imkânsız olmasına rağmen, emir gelmiş ve emrin gereği yerine

getirilecekti. “Yemen Đmamı, Kasım Paşa Đmamı değildir” sözü bu dönemden kalmış

ve işin zorluğunu belirtmektedir.

Đmam Yahya, Şehare denen yeri kendine merkez seçmiştir. Şehare, coğrafi bakımdan

savunmaya elverişli bir mekân olduğundan tercih edilmiştir. Nukum Dağı’ndan

Sahara’ya tepeler, uçurumlar birbirlerini izler. Yol patika şeklindedir. Yazarın

belirttiği şekliyle askerler 1 km yolu, 4–5 saatte bazen bir günde ancak kat

edebiliyorlar. Đmam Yahya’nın merkezi Şehare üzerine yapılacak harekatta kırk

tabur, Mihrali Beyin alayı ve gönüllü kuvvetler hazırlanarak, harekat başlatılır. Ecbar

Vadisinde, Tuğgeneral (Mirliva) Yusuf Paşanın birlikleri, Mavari Taburu ve Zile

Bölüğü hücuma uğrar, Recam Vadisi’nde de Korgeneral (Ferik) Yusuf Paşanın

birlikleri hücuma uğrar. Bu hücumda çok sayıda şehit verilirken, çok sayıda askerde

yaralanır. Daha öncede değindiğimiz gibi coğrafi faktörlerin tarihi olaylar üzerindeki

etkisi büyüktür. Coğrafi faktörleri iyi kullanan taraf savaşlarda genellikle galip gelen

taraf olmaktadır. Böylece coğrafi faktörler tarihi gelişime yön vermişlerdir. Bu

bağlamda tekrar Yemen’de cereyan eden olaylara dönersek, Đmam Yahya’nın

kuvvetleri de bölgenin coğrafi yapısını çok iyi bildiklerinden bölgeye uyum da

sağlamışlardır. Bu avantajla sarp yerlerde hızlı hareket edip, kaçış yollarını iyi

kullanıyorlar ve yaptıkları saldırılarla Osmanlı birliklerinin ağır kayıp vermesine

neden olmuşlardır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen düzenli birlikler Şehare’ye

hareket etmekten vazgeçmemişlerdir.

Şehare’ye yaklaşmıştık; ne çare ki ağırlıklarımızla sarp dağları aşmamız mümkün değildi; vadileri takip etmek zorunda kalışımız yolumuzu uzatıyordu. Çıplak, kayalık dağların yarım ay şeklinde kuşattığı bir tepenin üzerine kurulmuş Huş’un dibinden geçiyorduk. Hırçın tabiatın koynunda küçük bir köydü. Bir avuç irili ufaklı kahverengindeki taş binalar tepenin değişik yerlerine gelişi güzel

161

serpilmişti. Evlerin aralarında cılız yeşillikler göze çarpıyordu. Yarın başına kondurulmuş ünlü kışla bütün dikkatini kendi iç dünyasına çevirmiş, dalgın, biraz da tedirgin bir kartalı andırıyordu. Dünyadan kopuk Huş’a sadece bulunduğumuz yerden gidilebilirdi; türküde vurgulandığı üzere yolu da yokuştu.

Uzun süren mücadelelerin ardından, Arapların “Şehare’tül Emir,” dedikleri imamların meşhur makarrı karşımıza çıktı. Đmamların isyanlarının kaynağı, işte bu üstesinden gelinemeyen vahşi tabiattı. Zendilerin üzerinde dünyevi ve uhrevi otoritesi bulunan imamlar burada yaşarlardı. Küçücük bir yer olan Şehare iki kısımdı; bir tarafı Şeharetül Emir, diğer tarafı Şeharetül Fes idi. Burası dünyada emsali görülmeyen mucizevî bir jeolojik olaydı; bu iki bölüm peynir kalıbına benzer şekilde birbirinden ayrılmıştı. Çok eski çağlarda bu iki kayalık parçayı bir mimar alabildiğine derin uçurumun üzerine tek taştan yaptığı kemerli köprü ile bir birine bağlamıştı. O yıkılınca, yerine daha basit bir köprü yapılmıştı (Mehmed Niyazi, 2005b, 57-58).

Yemen savaşçılarından, biri, Türk tarihine adını yazdıran kahramanlardan olan

Sultanın, “Yularsız Aslanım” dediği Mihrali Bey’di. Mihrali Bey Şehare

kuşatmasında sırtından yara alır. Ancak Mihrali Beyin durumunu kötüye götüren

amansız bir hastalığa “kolera”ya yakalanmasıydı. Doktorların bütün çabalarına

rağmen Mihrali Bey kurtarılamadı. Mihrali Beyin cephede yaşamını yitirmesi başta

Hamidiye Alayı olmak üzere bütün orduda büyük bir moral bozukluğuna sebep olur.

Tiflis’in Borcaali Sancağı’nda başlayan Mihrali Beyin maceralı hayatı Yemen’de bir

çam ağacının altında noktalanıyordu. Bu olaydan sonra Müşir Ahmet Fevzi Paşa,

Şehare kuşatmasını kaldırmak zorunda kalır. Birliklerin San’a’ya dönmesinden sonra

çok sayıda şehit vermiş Gönüllü Kırkıncı Hamidiye Alayı memleketine uğurlanır.

Đmam Yahya’nın 1902-1905’te çıkardığı isyan ve isyan sonrası Đmam Yahya’yı

ortadan kaldırmak amacıyla başlatılan Şehare kuşatması böylece son buluyordu.

Đsyan ve kuşatma sırasında Osmanlı birlikleri binlerce şehit vermiştir. Bu olaylardan

sonra Mülazım Celaleddin Yemen’in durumunu, Yemen’de olup-biten olayları

Đstanbul’da bulunan nişanlısı Hatice’ye mektupla iletmekte, Hatice’de Đstanbul’daki

gelişmeleri ve kendi durumlarını Celaleddin Beye iletirken kavuşmanın hayalini

kurmaktadır.

162

Değinmemiz gereken önemli başka bir hususta, Osmanlı 19. yüzyılda içinde

bulunduğu bunalımın 20. yüzyılda doruk noktasına ulaşmasında etkili olan

sömürgecilik, daha genel bir ifade ve günümüz anlamıyla emperyalizmdir. Kelime

anlamıyla “ imperium” sözcüğüne dayanan emperyalizm, diktatörlük gücü, bir

merkezden hükmetme, keyfi yönetim metotları anlamlarını taşımaktadır. 19.yüzyılda

siyasi literatürde kullanılmaya başlanan emperyalizm Đngiltere’nin sömürgeci

(kolonyan) politikaları için kullanılmış. Günümüzde ise daha çok ekonomik ve

sosyal alandaki egemen bir gücün etkinliğini ifade etmektedir.

15. yüzyılda Avrupalı devletlerin içine girdikleri arayış sonucunda, Coğrafi Keşifler

olarak adlandırdığımız yeni yolların bulunması sonucunu ortaya koymuştur. Avrupa

devletlerinden öncelikle Đspanya ve Portekiz sonra daha kalıcı ve etkin bir şekilde

Đngiltere ve Fransa keşfedilen yeni yerleri işgal ederek kendi hükümdarlıklarını

kurdular. Aynı zamanda bu yerlerde bulunan ekonomik kaynaklar da kullanılmaya

başlandı. Bu gelişme ile sömürgecilik ortaya çıkmıştır. Avrupa da bu ve benzeri

gelişmeler olurken Osmanlı Đmparatorluğu üç kıtaya yayılmış olmanın verdiği

güvenle de Avrupalı devletlerin içinde bulundukları arayış hususunda fazla meraklı

davranmamıştır. 18. yüzyılın ortalarından itibaren ise Đngiltere’de Sanayi Đnkılâbı’nın

ortaya çıkışıyla da sömürgecilik tüm dünyaya yayılmış Đngiltere “güneş batmayan

imparatorluk” olarak sıfatlandırılmıştı. Osmanlı devleti ise egemen olduğu alanlarda

sömürgeci bir anlayış ve politikaya sahip olmamıştır. Sanayi Đnkılabı sonrasında

ortaya çıkan hammadde ve pazar ihtiyacı, Avrupalı devletleri Osmanlı

egemenliğinde bulunan topraklara da göz dikmesine sebep olmuş ve başta Đngiltere

olmak üzere Avrupalı devletler Osmanlıdan kopan alanları sömürgeleştirmişlerdir.

Mehmed Niyazi (2005b, 77), 23.08.1910 tarihli Mülazım Mehmet Paşa’nın,

Mülazım Celaleddin’e gönderdiği mektupta şunları aktarmaktadır:

Bazılarının “Bizim Yemen’de ne işimiz var?” diye sık sık homurdandıklarını duyuyoruz. Bu beyinsizler “ Đngilizlerin Aden’de ne işi var?” sorusunu kendilerine neden sormuyorlar? Azıcık beyni olan Eritre’ye Đtalyanların, Cibutiye Fransızların hangi mantıkla yerleştirdiklerine kafa yormaz mı? Kızıldeniz’in, önemle Babü’l-Mendep Boğazının stratejik değerini anlamayan budaladır.

163

Đstanbul’un güvenliği nasıl batıda Tuna’ da başlarsa, güneyde de Babü’l-Mendep Boğazı’ndan başlar.

Yemen’de bulunan birliklerin başında Tevfik Paşa bulunuyor ancak Tevfik Paşa’nın

yaşlanması ve dünyada cereyan eden olayların dışında kalmasından dolayı yerine

Hasan Tahsin Paşa getirilmiştir. Hasan Tahsin Paşa da yaşlıydı. Yemen’e daha genç

ve dinamik bir kumandan gerekliydi. Bu nedenle Mehmet Ali Paşa

görevlendirilmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın görevlendirilmesinden sonra Yemen’de

yine hareketlilik baş göstermiştir. Đstanbul da bulunan Teşkilat-ı Mahsusa’nın

başında bulunan Eşref Bey de uyarıda bulunuyordu. Bunun üzerine;

Mehmet Ali Paşa, Emniyet Müdürü Atıf Bey ve Yemen’de nüfuz müdürlüğü yapan, aynı zamanda Teşkilat-ı Mahsusa’nın bölgedeki en yetkilisi olan Ahmet Hamdi Bey Valilik makamında yaptıkları durum değerlendirmesi toplantısında, Ahmet Hamdi Bey’in Yemen’de önemli gördüğü yerleri dolaşmasını kararlaştırdılar (Mehmed Niyazi, 2005b, 77).

Bu dönemde Osmanlının etrafı sarılıyor, alan gitgide daralıyordu. Cibuti’yi

Fransızlar, Eritre’yi Đtalyanlar, Aden’i Đngilizler sömürgeleştirmişti. Osmanlı Cezayir

ve Tunus’tan da çekilmişti. Teşkilatı-ı Mehsusa’nın başta Eşref Bey’in farkında

olduğu Yemen ve tüm Arap Yarımadası’nda, Đngiliz ve diğer Avrupa devletlerinin

casuslarının hararetli bir şekilde çalıştığıydı. Bu casusların (ajan) çalışmalarının,

tahriklerinin önüne nasıl geçilebilirdi. Ahmet Hamdi Bey bölgede araştırmaya başlar.

Đlk olarak, ihlaslı bir Müslüman ve Osmanlıya dost olan Vasil Şeyhi Kaniş ile

görüşür. Ahmet Hamdi Bey bu bölgede faaliyet gösteren ve halk arasında itibar

kazanan bir Đngiliz ajanı olan Abdullah Mansur’la ilgili bilgi alır. Abdullah Mansur,

Đngiltere de doğup büyümüştür. Đngiltere de “Hayvanlar ve Bitkiler Bilim

Akademisi” üyesi olduğu belirtilir. Şeyh Kaniş, Abdullah Mansur’un kuşlara çok

meraklı olduğunu ve Yemen’de kuşlarla ilgili araştırma yaptığını belirtir. Bu arada

Arapça’yı çok iyi bilen Abdullah Mansur bölgede çok iyi bir Müslüman olarak saygı

görür. Hudeyde’den, Cizan’dan ve Arap Yarımadans’ın her yerinden çok sayıda kişi

Abdullah Mansur’u ziyaret etmektedir.

164

Arapların isyan etmelerinin altında yatan nedenleri iyi anlamak gerekmektedir.

Avrupa devletlerinin Arapları kışkırtmak, isyana teşvik etmek amacıyla çok sayıda

ajan, misyoner görevlendirdiği tarihi kayıtlarda mevcuttur. Okullarımızda okutulan

kitaplarda gerek sömürgecilik-emperyalizm- , gerekse Avrupalı devletlerin sömürge

elde etmede gösterdikleri çabaların Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle bağlantısı

izlenememiş, bu konularla ilgili bilgilerde maalesef yüzeysel kalınmıştır. Bu anlamda

da “Yemen! Ah Yemen!” vb. gibi tarih içerikli edebi ürünlerin tarih öğretimine

katkılarının büyük olacağı kuşkusuzdur.

Ahmet Hamdi Bey, bir şekilde Abdullah Mansur’a ulaşmak ister. Bu amaçla

öncelikle Menaha bölgesinde bulunan Mükrimislerin dini liderleri Şeyh Nasır’la

karşılaşır. Ardından Beyt-i Müdde-i bölgesindeki Mükrimislerin lideri Şeyh Nasır’ın

amcası Şeyh Naci ile tanışır. Bu gelişme son derece önemlidir. Çünkü Abdullah

Mansur Beyt-i Müddei köyünde oturmaktadır. Đngiltere’nin Londra kentinden olan

Wayman Bury’nın Müslüman olduktan sonra Muhammed Mansur adını aldığı

belirtilir. Kısa boylu, çelimsiz, zayıf, büyük kafalı, ancak çok şık giyinen ve Mekke

modasına uygun başında kefiye taşıyan, Arabistanlı Laurance olarak ünlenen Đngiliz

ajanda Muhammed Mansur’u ziyaret etmişti. Ahmet Hamdi Bey durumun

vahametini düşünüyor ve nelerin yapılması gerektiğine dair planlar yapmaktadır.

Çünkü Abdullah Mansur bulunduğu bölgede önemli bir düğüm noktasını

oluşturuyor. Yemen’de Osmanlı karşıtı faaliyetlerin odağında da bulunabilirdi.

Mehmed Niyazi (2005b, 107), Yemen ve diğer Arap Yarımadası ülkelerindeki

Osmanlı karşıtı ve dıştan kaynaklanan faaliyetleri şöyle aktarmaktadır:

Yemen’in çölleri ve dağları Avrupalı kaynıyordu. Bunlardan bir bölümü kesinlikle askerdi; ama aralarında petrol mühendisleri, kimyagerler, jeologlar, mineraloglar, misyonerler gibi çeşitli mesleklere mensuplar da vardı. Fakat hepsi “eski eserler uzmanı” oldukları söylüyor, ellerindeki belgeler de mesleklerini eksiksiz doğruluyordu. Kimisi ihtida edip, Wayman Bury adını bırakmış nura gark olduğunu zihinlere çakmak için Abdullah Mansur’u almıştı; kimileri sularındaki madenleri araştırıyorlar; kimileri de Yemen’in güneşinde boy atan bitkilerde şifa arıyorlardı. Bazıları da insanlık medeniyetine beşik olmuş bu diyarlarda eski yazıları okuyorlardı!... Gruplar kazılara başlıyorlar, bir süre sonra orayı bırakıp bir başka

165

yerde devam ediyorlardı. Đngilizler, Fransızlar, Almanlar, Ruslar, Đtalyanlar Bedevi kılığına bürünmüşler, ellerindeki haritalarla dolaşıyorlardı. Kapitülasyonlara dayanarak istedikleri yerlerde konsolosluklar açıyorlardı. Aslında bunlar konsolosluk değil, birer karargahtı; sel gibi altın akıtıyorlardı. Hepsinin hedefi ortaktı; buralardaki petrol yataklarını, diğer yeraltı zenginliklerini tespit etmek onları ele geçirmek.

19. yüzyıldan itibaren dünyayı algılamak ve anlamlandırmak, bunun sonucunda

tarihsel bir bilince sahip olabilmek için tarihsel olayları daha öncesinden olduğundan

daha fazla detaylı incelemek ya da tarihsel olaylara etki eden farklı etmenlerin

varlığından haberdar olmak gerekmektedir. Bu nedenle ders kitaplarının oluşumunda

ya da tarih derslerinin işlenmesi sürecinde olayların bütün yönleriyle ve yaşandığı

dönemi yansıtacak nitelikte ele alınmalıdır. Ele aldığımız Yemen olaylarını,

Osmanlıya karşı oluşan tepkileri, yabancı devletlerin bu durumdaki etkilerini

anlamlandırabilmek için Fransız Đhtilali’nin ortaya çıkardığı düşüncelerden

haberimizin olması, Sanayi Đnkılabı’nın doğurduğu sonuçların farkında olunması,

sömürgecilik ve emperyalizm düşüncelerinin ne gibi olaylara neden olduğunu, nelere

sebep olabileceğini bilmek durumundayız. Bu belirttiğimiz olayların tarihsel

gelişimini, birbirleriyle olan ilişkilerini ve tarihsel olaylarla ilişkilerini anlamadan tek

başına ele alınmış tarihsel olayları anlamamız mümkün değildir. Đncelediğimiz

“Yemen! Ah Yemen!” olayları tüm yönleriyle ele alması, tarihsel olayların detaylı

incelemelerden sonra esere konu edinilmesi ve edebiyatla süslenerek okuyucuyu

olayların içine sürüklemesi nedenleriyle ilköğretim 8. Sınıf öğrencilerine ve

ortaöğretim düzeyindeki öğrencilere tarih dersi yardımcı materyali olarak

önerilebileceği kanaatini taşımaktayız.

1904–1905 isyanından sonra bir süre suskun kalan Đmam Yahya, tekrar harekete

geçmiş ve Yemen’de yeni bir isyan baş göstermişti. San’a’yı kuşatan Đmam

Yahya’nın kuvvetleri haberleşmeyi sağlayan tüm telgraf tellerini kesmişlerdi. Askeri

birlikler arasında sadece helyosta aracılığı ile haberleşme sağlanabiliyordu. Bu arada

Hudeyde’den gelen posta Sinanpaşa’ya ulaşmış ancak Đmam Yahya’nın

kuvvetlerinin San’a - Sinanpaşa yolunu kestiklerinden postanın San’a’ya ulaştırma

imkanının kalmadığını Sinanpaşa’daki istihkam taburunun kumandanı Trablusgarp’lı

166

Binbaşı Abdulkadir, Şuayb Dağı’ndaki helyosta vasıtasıyla Kolordu

Kumandanlığı’na bildiriyor, Binbaşı Şamlı Mülazım Sudi’nin karakolu isyancılara

teslim ettiğini de bildiriyordu.

San’a’daki Kolordu Kumandanı Mehmet Ali Paşa günde iki defa sadrazamlığa ve

Erkan-ı Harbiye Reisliği’ne bilgi veriyor, sur burçlarındaki nöbetçilerin sayısını

artırıyor ve San’a’da karışıklıkların meydana gelmemesi için değişik yerlere

karakollar kuruyordu. Bu arada kış şartları çetin geçiyor, isyancılar geceleri “moral

yıpratma savaşı”na başlamışlardı. Đsyancılar San’a-Ravza arasındaki tepelerde

geceleri ateşler yakarak halkın direnişini kırmaya, moral bozukluğu yaratmaya

çalışıyorlardı. San’a’da yaşayan halkın çoğunluğu Zeydi’ydi. Bunlar arasında Đmam

Yahya’ya bağlı olanlarda bulunuyor, ancak alınan önlemlerle San’a’da Đmam Yahya

yanlısı olanların faaliyetlerinin önüne geçildiği anlaşılmaktadır.

Kolordu Kumandanlığı Đmam Yahya üzerine yapılacak harekatın planını yapar.

Revza yönüne toplar kaydırılıyor, makineli tüfekler şehrin kuzeyinde toplanıyor. Bir

gece sabaha iki saat kala kuzeye açılan Şuub, Rum, Fekadif kapılarından birlikler

harekete geçer. Binbaşı Đlhami’nin kumandasındaki Birinci Tabur iki bölükle takviye

edilerek hücuma kalkacak, Binbaşı Mustafa komutasındaki Đkinci Tabur ise ihtiyatta

kalarak duruma göre hareket edecekti. Başlatılan harekat karşısında duramayacağını

anlayan Đmam Yahya’nın birlikleri geri çekilmek zorunda kalırlar. Revza yönündeki

tepeler asilerden temizlenirken, asiler yüz yetmiş dokuz kayıp verirler. Hücum eden

birliklerden ise otuz dört şehit, yirmi sekiz yaralı bulunmaktadır. Daha önceki

isyanda çok kötü olayların yaşandığı Revza, Mehmet Ali Paşa’yı endişelendiriyor.

Burada değerli bir kurmay olan Miralay Halit Cemal’in emrindeki üç tabura ek

olarak dört tabur daha görevlendiriyor.

Nisan ayında bahar ayının etkilerini iyice belirttiği bir dönemde Miralay Halit Cemal

saldırı olacağına dair haber gönderir. Daha sonra bölgede başlayan çatışmalar geride

yüzlerce ölü bırakarak sona erer ve Đmam Yahya’nın sağ kolu isyancıları teslim

olmak zorunda kalırlar. Yemen meselesini uzun vadeli görüşülmesi gerektiği

167

düşüncesi başkent de tartışılmaya başlanmış, Đmam Yahya ve Yemen’le ilgili Erkan-ı

Harbiye ve hükümetin fikrini Mehmet Ali Paşa Helyostadan öğreniyordu.

Đmam Yahya da insandı; onunla oturup konuşulabilirdi. Aden, Cibuti, Fas, Tunus, Cezayir gibi batılı emperyalistlerin eline geçmiş Đslam ülkelerinde neler cereyan ettiğini hiç değilse duymuştu. Hükümetin kararlılığı bu işin çözülmesine görevlendirdiği heyetten de anlaşılıyordu. Heyetin başkanlığına Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmed Đzzet Paşa tayin edilmişti. Kurmay heyetinde de seçme subaylar bulunuyordu. Hamidiye Kruvazörü ile Đstanbul’dan Hudeyde’ye hareket ettiler (Mehmed Niyazi, 2005b, 123).

Ahmet Đzzet Paşa ve beraberindeki heyet ihtişamlı bir törenle Hudeyde’de karşılanır.

Ahmet Đzzet Paşa’yı Menaha’daki Tümen Kumandanı Miralay Hasip karşılıyor ve

eşlik ediyordu. Ahmet Đzzet Paşa’nın düşüncelerini Mehmed Niyazi (2005, 125),

şöyle aktarmaktadır.

Bu isyanlardan bıkmışlardı; ama çekilirlerse mutlaka buraya Batılı emperyalistler, Aden’e, diğer yerlere olduğu gibi gelip yerleşirlerdi. Bunun da anlamı, hançerin biraz daha gırtlağa dayanmasıydı. Çekilmezlerse, ne insan güçleri, ne de maliyeleri dayanabiliyordu. Her isyanda pek çok asker ölüyor, maliye yüz binlerce altın kaybediyordu. Hükümet ve kurmay heyeti bu altınların bir bölümünü Đmam Yahya’ya verip geri kalan altınları ve askerleri kurtarmak düşüncesindeydiler. Yapılacak anlaşma sır olarak saklanırsa, başka bir yerden benzer bir istekle de karşılaşmayız, diyorlardı.

Ahmet Đzzet Paşa ve beraberindeki heyeti Bacil’de de Nahiye Müdürü Đhsan Efendi

ile Jandarma Kumandanı Yüzbaşı Asım karşılar. Bu arada Revza isyancılardan

temizlenmesine rağmen San’a’ isyancıların kuşatması altında; San’a’ kuşatmasının

ortadan kaldırmak için hazırlıklar son aşamaya gelir. San’a’ kuşatması üç koldan

yarılmaya çalışılacaktı. Otuzaltınca Alay, Kaymakam Şükrü komutasında merkezden

saldırıya geçecekti; Otuzsekizinci Alay Kurmay Binbaşı Selahaddin Adil sol taraftan,

Kırkıncı Alay ise Kaymakam Hüsnü’nün komutasında sağdan taarruza kalkacaktı.

Hazırda bekletilecek Miralay Hasip’in tümeni ise savaşın gidiş hattına göre gerekli

yerlere destek verecek panik durumun da ise düşmana karşı koyacaktı. Bu arada alay

müftüsü Đbrahim Hüseyin Efendi, askeri birlikleri dolaşarak şu hususları (Mehmed

Niyazi, 2005b, 131), izahat etmektedir.

168

—Karşımızdakilerin de Müslüman olmaları bizim şehit veya gazi olmamıza engel değildir. Kabul edin ki siz Mercidabık veya Ridaniye’desiniz; orada da karşımızda Müslümanlar vardı. O savaşlarda ordumuzun başarısızlığının milletimizi, ümmetimizi ne hale getireceğini bir düşünün! Daha sonraki Đslam âleminin gelişmesi, birbirlerini takip eden zaferlerimiz oralardaki şehitlerimizin kanlarının, gazilerimizin fedakarlıklarının üzerine bina edilmemiş midir? Şimdi ise daha feci bir durumla karşı karşıyayız. Siz burada sadece Yemenli asilerle değil onları kışkırtan, para ve silahla destekleyen Đngilizlerin, Fransızların öncü kuvvetleriyle savaşacaksınız. Elbette ki ölürseniz şehit, kalırsanız gazisiniz.

Yapılan planlar doğrultusunda harekete geçen birlikler yoğun çatışmaları sonucunda,

asiler Nukum Dağı’nın arkalarına çekilmeye başladılar. Çok sayıda asi öldürülmüş,

bununla birlikte de çok sayıda şehit verilmiştir. Halk da daha önceki isyanlarda

ortaya çıkan olumsuz durumların bir kez daha yaşanmasının önüne geçilmiş

olunmasından sevinçliydi. 1910 yılında başlayan Đmam Yahya’nın bu isyanının

bastırılmasıyla Ahmet Đzzet Paşa’da kurmay heyetiyle birlikte daha önce

Sinanpaşa’da yolu kesilen posta eşliğinde San’a’ya girer. Ahmet Đzzet Paşa San’a’da

halka seslenir, isyan sırasında yaralanan askerleri ziyaret eder.

Osmanlı Devleti, Yemen sorununu uzun vadeli çözmek amacıyla Erkan-ı Harbiye

Reisi Ahmet Đzzet Paşa’yı görevlendirmesinin de içinde bulunduğu ortamın, dünyada

cereyan eden olayların büyük etkisi bulunuyordu Avrupa devletleri arasında sömürge

elde etme yarışı hat safhaya ulaşmış, Avrupa’nın dolayısıyla dünyanın üzerinde kara

bulutlar dolaşıyordu. Avrupa da patlak verecek bir olay bir anda bütün dünyayı

saracaktı çünkü Avrupa devletleri dünyanın dört bir yanında sömürge elde etmişlerdi.

Bunun yanı sıra Balkanların durumu hiçte iç açıcı görünmüyordu. Balkan

devletlerinin Osmanlı devletine saldırı ihtimali çok yüksekti. Bu koşullarda Yemen

gibi imparatorluk merkezinden uzak, ancak stratejik açıdan önemli bir mevkide

devamlı sorunların yaşanması işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale getirebilirdi.

Ahmet Đzzet Paşa, Yemen Valisi ve Kolordu Kumandanı Mehmet Ali Paşa’nın

görüşlerini alarak San’a’da bulunan üç Zeydi ailesini vilayet makamına çağırarak şu

hususları onlara iletiyordu:

169

Gerek nizami kuvvetleri, gerekse Đmam Yahya’nın saflarında ölenler bizim evlatlarımızdır. Her genç evladımızın hayata gözlerini kapatmasıyla ümmetimiz bir değer, bir güç kaybediyor. Sonra bu evlatlarımızın anne, babalarını düşünmeliyiz; ateş düştüğü yeri yakar. Buna artık ‘dur’ demeliyiz. Ayrıca Hıristiyan alemi hızlı bir silahlanmanın içindedir; elbette bunları kendilerine değil biz Müslümanlara karşı kullanacaklar. Hepimiz gönül gönüle bir araya gelebilir, karşılarında durabilirsek belki bir sonuç elde edebiliriz. Aksi takdirde yeryüzünden silinmemiz mukadder bir hususu da belirtmek isterim; Đmam Yahya bu bölgede saygın bir mezhebin önderidir. Devletimiz bütün inançlara mezheplere değer verir; önderlerine saygı gösterir. Şimdiye kadar burada görev yapan vali ve kolordu komutanlarımız hatta diğer yetkililerimiz Đmam Yahya’ya maalesef yeteri kadar iyi davranmamış olabilirler. Hem bu hatamızı telafi etmek hem de buradaki insanlarımızı huzura kavuşturabilmek için sizi bir heyet olarak antlaşma metniyle Đmam Yahya’ya göndermek istiyorum. San’a sancağı da dahil olmak üzere Yemen’in Zeydiler’le meskun dağlık kısımlarda şeriat hükümlerine göre adalet tevzii yapacak kadılar ve vakıf memurlarını Đmam tespit edecek. Bir suiistimal iddiası bulunursa bunun delilleri Đmama bildirecek o da onları görevden alınmasını isteyecektir. Kimin tayine dileceğini, kimin görevden alınacağını imam belirleyecek, vilayete bildirecek; vilayette başkentten tayinlerini ve azillerini istirham edecektir. Vakıfların yönetimi de imama ait olacaktır. Devletimizi Đmamın bölgesinden Şer’i vergilerin dışında vergi almayacak. Şimdi söyleyeceğim hususu bir biz biliyoruz; bir de şimdi siz bileceksiniz; tabii birde imam bilecek; bunu hiçbir yerde söylemeyeceksiniz; metinde de yer almayacak; devlet sırrı olarak kalacaktır. Đmamın sosyal prestijini sürdürülebilmesi için gelip gidenini ağırlayabilmesi gerekmektedir. Masraflarını karşılamak amacıyla merkezi hükümet her yıl imama 20 bin altın ödeyecektir (Mehmed Niyazi, 2005b, 139).

Üç kişilik heyet Şehare’ye hareket edip, Đmam Yahya’nın görüşünü aldıktan sonra,

Đmamın San’a’ya yakın Zeydi Köyü Dean’a davetini Ahmet Đzzet Paşa’ya iletirler.

Dean’da yapılan görüşmeler sonucunda antlaşma metni imzalanır. Đmam Yahya’ya

verilecek 20 bin altın sözlü olarak kararlaştırılır.

Osmanlı Devleti’nin Erkan-ı Harbiye Reisi’ni görevlendirerek Yemen’e göndermesi,

tarihsel süreçte normal bir olayken, aynı kişinin bir bölgede yerleşik kabile reisiyle

bir antlaşma yapması bununla da yetinilmeyip her yıl 20 bin altının veriliyor

olmasının kabul edilmesi çokta karşılaşılan, olağan bir durumu ifade etmemektedir.

170

Bu durumda, Osmanlı devletinin zayıf düştüğünü ve kendi hakimiyeti altında

bulunan bir kabileye söz geçirmede zorluklar yaşadığını söyleyebiliriz.

Yemen Anadolu insanında derin izler bırakmıştır. Bu izler genelde de savaşa dair

izlerdir. Yemen’e gidenlerin gelmeyeceği inancını insanımız çok yoğun

yaşadığından, Yemen ve Yemen’e gidenlerle ilgili çok sayıda türkü yakılmış, çok

sayıda şiir yazılmıştır. “Yemen! Ah Yemen!” le de Mehmed Niyazi, Yemen’de

yaşananlara böylece bir ışık tutmaktadır. Daha öncede belirttiğimiz gibi tarihçilerin

üzerinde çok fazla çalışmadıkları tarihi bir dönemi ifade etmektedir, Yemen.

Yemen’de görev alan askerler bazen kaç yıllarını orada geçirdiklerini unuturlardı.

Bunu yazarın verdiği şu örneklerle destekleyebiliriz. Mülazım Celaleddin Đstanbul’da

oturdukları apartmanın bitişiğinde bakkallık yapan Rıfkı’nın oğlu Halim’le karşılaşır

(Mehmed Niyazi, 2005b, 152):

—Ne zamandan beri buradasınız? - Geçtiğimiz Şubat ayının 11’inde Yemen toprağına ayakbastım,

üç yıl oldu. - Terhisin yakın mı? Buruk bir gülümseme yüzünde yayılırken gözleri nemlendi. - Allah bilir. Normal olarak askerlik süremiz doldu; fakat bizim

terhis olmamız için Erkan-ı Harbiye’den emir gelmesi lazım. Bizden daha eskiler burada bize ne zaman sıra geleceğini kim bilebilir? Vapura binerken bir ihtiyar, “her yere giden gelir, hatta Moskof’a giden bile gelir, ama Yemen’e giden gelmez” diyerek ağlıyordu.

- Nerede görev yapıyorsun? - Buraya sekiz saat mesafede bir karakolda görev yapıyorum.

Altıncı Bölüğün Đkinci Takım’ına bağlı bir manga olarak San’a-Taiz yolunun belli bir bölümü gören bir burçta yol muhafızıyız.

Tarihi yaratanlar insanlardır. Tarihi anlamakta tarihteki insanın duygusunu, hissini

anlamakla mümkündür. Yemen’de Halim Çavuşu, nişanlısının mektuplarını bekleyen

Mülazım Celaleddin’i, o şehit düşerken Hatice’nin ondan cevap bekleyişini,

Trakya’da Eşref Bey’in hissini, zenci Musa’nın sadakatini, Çanakkale’de Ezineli

Yahya Çavuş’u, Oğuz Amca’yı, Molla Kazım’ı anlayabiliyor ve yaptıklarını

171

anlamlandırabiliyorsak, tarihi idrak etmişiz demektir. Aksi takdirde bir şeyler eksik

kalmıştır.

Bir gün sabah içtiması yapılırken Mehmet Ali Paşa, subayların konferans salonunda

toplanmalarını emreder. Toplantı salonuna gelen Kumandan Mehmet Ali Paşa şu

hitapta bulunur:

— Birkaç gün önce Đtalyanlar Libya’ya çıkarma yapmışlar. Özel kaynaklardan aldığımız haberlere göre de Kaymakam Enver Bey ile yıllarını Arap çöllerinde geçirmiş, çok iyi bir gerillacı olduğunu bildiğimiz Eşref Bey yerli halkı organize edip, karşı koymak için oraya hareket etmişler. Onlar bir şeyler yapabileceklerine inanırlarsa, diğer bazı genç subaylar da oraya gideceklermiş. Söylediklerimden de anlaşılacağı üzere Đtalya ile savaş halindeyiz. Yemen eyaletimizin hemen karşısındaki Eritre Đtalya’nın sömürgesidir. Orada bulunan Đtalyan askerleri sambuklar veya savaş gemileriyle topraklarımıza geçebilirler. Ayrıca Süveyş’ten veya Babü’l Mendep Boğazı’ndan zırhlıları gelebilir; Yemen’in herhangi bir yerine çıkarma yapabilirler. Her an savaşa sevk olacaklarmış gibi birliklerinizi hazırlayın. Ayrıca Đtalyanlar, “Libya’ya asker çıkardık; orayı ele geçirdik; siz de isyan edin!” tarzında buranın halkını tahrik edebilirler. Devletimizi ne kadar çeşitli gailelere sürüklerlerse, Trablusgarp’daki direncimiz o ölçüde azalır. Bunun için her an bir isyanla karşılaşabileceğimizi de unutmayın. Đtalyanların Libya’ya çıkarma yaptığını, yani başımızda çok ciddi bir dert bulunduğunu sakın bir yerde söylemeyin; “Böyle bir şey var mı?” diye soranlara “Bilmiyorum; olsaydı, duyardım.” Cevabını verin. Fırsat kollayanların ekmeklerine yağ sürmeyin (Mehmed Niyazi, 2005b, 167).

Çalışmalarımızın gerekli yerlerinde değindiğimiz bir husus vardır ki, o da olaylar

arasındaki bağlantılardır. Söz konusu bir tarihi olay ise, bu olayın mutlaka başka

olaylarla bağlantıları bulunmaktadır. Tarihsel olaylar, tarihi süreç içinde vuku

bulurlar. Mehmed Niyazi’de eserlerini ele alırken olaylar arsında ne gibi sebep-sonuç

ilişkisinin olduğunu ya da esere konu edilen olay veya olayların yaşandığı dönemin

nasıl bir tarihi süreç olduğunu eserlerinde işlemiştir. Yemen’de isyan çıkarken,

Trakya’da nelerin yaşandığına şahit olabilirsiniz. Çanakkale’de olup bitenlerden

haberiniz olabiliyor. Osmanlının içinde bulunduğu siyasi, ekonomik durum

gözlerinizin önüne serilebiliyor. Ya da sanayileşmiş Batı ülkelerinin, kendilerine

hammadde ve pazar bulmak, yaratmak için ne gibi faaliyetler içinde olduklarını

anlayabiliyorsunuz.

172

Đtalyanların Libya’ya saldırıları elbette Yemen’i de etkiliyordu. Osmanlı Devleti’ni

barışa zorlamak amacıyla Çanakkale’ye saldıran Đtalyanlar herhangi bir başarı elde

edemiyorlardı. Đtalya Libya’yı alma konusunda kararlı davranıyordu. Çünkü dünya

devletleri bloklaşmaya gidiyor, Đtalya ise bu bloklardan güçlü olanının yanında yer

almak amacıyla stratejik konumunu güçlendirmek istiyordu. Libya’da yerli halkı

tertipleyerek Đtalyanlara karşı başarılar Mustafa Kemal, Enver Paşa ve Eşref Bey

tarafından sağlanıyordu. Đtalya Osmanlı’yı barışa zorlamak için Eritre’den – Eritre o

zaman Đtalya sömürgesidir- Yemen’e kolaylıkla çıkmayı gerçekleştirebilirdi. Bu

ihtimale karşı Ertire’nin karşısında bulunan bölgeye birlikler kaydırıldı. Binbaşı

Đlhami’nin taburu, -Mülazım Celaleddin’de bu birlikler arasında yer almaktadır-

Hacil, Beyt’ül Fakih, Fazik ve Muha’dan geçen birlikler zorlu bir yolculuktan sonra

Ertire’nin karşısında bulunan ve çıkarma yapmaya en uygun bölgeye yerleşmeye

başladılar. Miralay Ali Said de iki piyade ve bir topçu taburuyla Taiz’den gelip bu

birliklere katıldı. Bu bölgede bulunan askerler savaşın getirdiği diğer bir acıyla

boğuşmaktaydılar. Bu askerleri son derece zor durumda bırakan hastalıklardı. Önce

askerler sıtmaya yakalanmış daha sonra ise kolera baş göstermişti. Her gün çok

sayıda asker hayatını kaybediyor, diğer hastalar içinde bulundukları acıyla, sonlarını

tahmin ederek bin bir acı birden yaşıyorlardı. Bu durumla ilgili Mehmed Niyazi

(2005b, 191-192), şunları aktarmaktadır:

Defnedilişleri de ayrı bir dertti! Öğle ve akşama doğru, biraz ilerde, gözlerinin önünde çukur kazılıyor, namazları kılınıp, iç çamaşırlarıyla gömülüyorlardı. Bilinçlerinin yerinde olması dramlarını onlara bütün haşinliğiyle duyuruyordu. Herkes için paha biçilmez bir değer olan akıl, onlar için bir felaketti. Çıldırmaları en büyük nimetti; fakat kaderleri onlardan bunu da esirgiyor, nasıl olacaklarını onlara gösteriyordu. Kim kiminle kara toprağa girecekti!... Nerede idi sevdikleri! Ana kucağında, baba ocağında ölmekle, bu çöllerde “su! su!” feryatlarıyla ölmek bir miydi?...

Eritre’nin karşısında mevzilenen birlikler “beş ay ondört” günlerini burada

geçiriyorlardı. Đtalyanlar Yemen’e saldırıda bulunmamışlardı. Osmanlı Devleti ile

Đtalya arasında imzalanan Ouchy (Uşi) Antlaşması’yla Trablusgarp ve Bingazi,

Đtalyanlara bırakılıyordu. Uzun süren bu bekleyiş sırasında birlikler açlık ve

susuzlukla birlikte, bazen ortalığı kavuran çöl güneşi, bazen ani yağışlarla ortaya

173

çıkan seller ve çamur içinde durmadan yayılan sıtma, kolera birliklerdeki askerlerin

yarsının canına mal olmuştu. “Nice yaşmaklı gelinler dul kaldıklarını öğrenecek,

yoksul çocuklar baba sevgisini tadamayıp el kapılarında göz yaşı dökeceklerdi!...”

(Mehmed Niyazi, 2005b,194)

Đtalyanlarla antlaşma yapılmış, ama memleket yeni bir savaş dalgasına tutulmuştur.

Bu sefer Balkanlar’da savaş patlak veriyordu. Balkan milletleri Fransız Đhtilali’nin

getirdiği yeni düşünce akımlarının etkisi ve Rusya’nın Panslavizm politikası

sonucunda 19.yüzyıl boyunca isyan etmiş ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdi.

Balkan milletlerinin Osmanlı’dan kopmasına sebep olan fikir başta milliyetçilikti.

Milliyetçilik fikriyle ulus devlet olgusu oluşmuş, imparatorluklar zayıflayıp,

parçalanarak yerlerini ulus devletlere bırakmıştı. Daha öncede belirttiğimiz gibi

sanayileşmiş Avrupa devletleri sanayilerini beslemek için sömürgeler elde etmek

istiyordu. Bu amaçla da Osmanlı egemenliğinde bulunan milletleri kışkırtarak

isyanlara neden oluyordu. Yemen’de de aynı yolu deniyorlardı. Özellikle Đngilizlerin

Yemen ve Ortadoğu’nun tamamında casus, misyonerlik faaliyetleri çok yoğundu.

Đngilizlerin Yemen’de faaliyet gösteren Wayman Bury (Abdullah Mansur)’nin peşine

Teşkilat-ı Mahsusa’dan Kurmay Binbaşı Üsküplü Osman takılmıştı. Kendini Edward

Osman olarak Lübnanlı bir Arap olarak tanıtıyor ve Abdullah Mansur’la iletişime

geçmenin yollarını arıyordu. Zeki bir subay olan Üsküplü Osman Arapça ve

Đngilizce’yi çok iyi biliyordu. Abdullah Mansur’la tanışma imkanı bulan Üsküplü

Osman, kendisinin Hıristiyan olmasına rağmen, dini hislerinin zayıf olduğunu belirtir

ve Abdullah Mansur’un örnek bir Đslam Şeyhi olarak kendisine yardım etmesini ister.

Aralarındaki ilişkiyi geliştiren Üsküplü Osman sık sık Abdullah Mansur’u ziyaret

ediyor ve dini nasihatler alıyordu. Yine bir ziyaretinde Osmanlı’ya karşı düşmanca

faaliyetlerde bulunan ve izini bulmaya çalıştığı Yezidi asıllı Ali Muhsin Askeri’yi

bulur. Üsküplü Osman bu ziyaretinde Abdullah Mansur’un Ali Muhsin Askeri’yle

yaptığı şu konuşmayı (Mehmed Niyazi, 2005b, 221) duyar:

Önümüzdeki ayın on birini on ikiye, yani cumayı cumartesiye bağlayan gece, sizin saatinizle akşamın altısı sularında Babü’l-Mendep Boğazı’nın yukarısında ki, Eritre ile Somali sınırının tam karşısına silahların ilk partisini sambuklar getirecek.

174

Bu bilgiyi Üsküplü Osman, Ahmet Hamdi Bey’e iletir. Ahmet Hamdi Bey de

Mahmut Ali Paşa’yı bilgilendirir. Yapılan durum değerlendirmesi sonucunda

Miralay Ali Said’in operasyon düzenleyerek silahları ele geçirmesi kararına varılır.

Babü’l Mendep Boğazı’nda yerlerini alan Miralay Ali Said, karaya çıkarılan ve

develere yüklenen silahları düzenlediği başarılı bir operasyonla ele geçirir.

Tarih öğretmeninin önemli amaçları arasında öğrencinin tarih bilincine sahip

olmasını sağlamaktır. Tarih bilincine sahip olan bireyler, tarihsel olayların ortaya

çıkış süreçlerini analiz edebilme kabiliyeti kazanabilmekte, bu kabiliyetle de tarihsel

olayların süreçlerini harekete geçiren etmenleri tespit edebilmektedirler. Tarihi

romanların, tarihi olayları senaryolaştırarak bir bütüne kavuşturmaları, olayları

detaylandırmaları öğrencinin ya da tarih okuyucusunun olayı anlamlandırmasına,

tarihi olayda etkisi olan unsurları daha kolay tespit etmesine olanak tanımaktadır.

Yemen olaylarında din konusunun misyonerler ve ajanlar tarafından istismar

edilmesi bölge halkını harekete geçiren hususlardan bir tanesidir. Mehmed Niyazi,

bu hususu eserinin değişik kısımlarında tartışarak okuyucusunun bu durumu

görmesini sağlamıştır. Đngiliz casusu Wayman Bury’nin ya da Arabistanlı

Laurence’in büründükleri durum dinin kullanılması yoluyla halkı, kitleleri

yönlendirmeye iyi örneklerdir. Wayman Bury yani Şeyh Abdullah Mansur,

sergilediği davranışlarla tam bir Đslam âlimi görünümüne bürünmüş ve faaliyette

bulunduğu bölgede halkın sempatisini kazanmıştır. Abdullah Mansur, Halifeliğin

Osmanlı’da olmasını Đslam’ın çöküş nedenlerinden gösteriyor ve halifeliğin tekrar

Araplara geçmesiyle Đslam’ında yüceleceği propagandasını yapmaktadır. Yazar

Mehmed Niyazi (2005b, 258), durumla ilgili şu hususları dile getirmektedir:

Çöl her şeyi tüketen bir ortamdır; ne dökersen, ne koyarsan, yok olup gider. Rabbül Âlemin insanlığa adeta “Her şeyi yok eden çöl, benim vahyettiğimi yok edemiyor; gözlerinizi yol gösteren bu gerçeğe çevirin; kurtuluş burada” dedi. Đlk Müslümanlar bu buyruğa uyduklarından göz kamaştırıcı başarı elde ettiler; emsaline rastlanılmayacak medeniyetler kurdular; ne yazık ki Türklerle birlikte bu aleme korkunç bir kabus çöktü. Sahabelerin, tabiinin, teba-i tabiinlerin ve onların ardından giden Müslümanların nur yolu izlerini takip edebilmemiz için, her ne pahasına olursa olsun, bu kabustan kurtulmalıyız. Bunun da biricik şartı Halifeliğin, sahibinin eline geçmesidir.

175

1913’te Yemen’de Kolordu da önemli değişiklikler yapılır. Mehmet Ali Paşa’nın

başka yere tayini üzerine vekil olarak Mirliva Hüseyin Paşa getirilir. Hüseyin

Paşa’nın vekilliği kısa sürer. Onun yerine de Mirliva Ahmet Tevfik Paşa getirilir.

Mahmut Nedim Bey vali olarak atanmış böylece Kolordu Kumandanlığı ile Valilik

birbirinden ayrılmıştı.

Osmanlı devleti 20.yüzyıl başında dört bir taraftan savaşın içinde kendini

bulmaktadır. Yemen’de yukarda belirttiğimiz gelişmeler olurken Balkanlarda I.

Balkan Savaşı hezimetle sonuçlanmış ve Bulgarlar Đstanbul yakınlarındaki Muradlı

Tepeleri’ne dayanmışlardır. Balkanlar’daki yenilgi ve Đstanbul’un içinde bulunduğu

tehlike haliyle memleketin her tarafında derin üzüntülere sebebiyet vermektedir.

Alman Kayzeri’nin de Đstanbul’un Bulgarlara ait olması gerektiğini belirten

demeçleri memleketin her tarafında kaygıyla takip edilmektedir. Yazarın Yemen’i

işlerken Balkan Savaşları’na ya da eş zamanlı benzer biçimde olaylar arasındaki

bağlantıları kurarak işlemesi, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ortamın,

Dünya’daki genel tarihsel akışın anlaşılmasında büyük kolaylık sağlamaktadır.

Yemen’e Enver Paşa, Eşref Bey ve bunların çevrelerinde bulunan genç subayların

10.cu Kolordu’nun gizli desteği ve gönüllülerinde çabasıyla Tekirdağ, Kırklareli ve

Edirne’yi geri aldıkları haberinin ulaşması, Yemen’de sevinç yaratır.

Bu sevinçli günlerden bir süre sonra Đzmir milletvekili Ubeydullah Efendi, Ahmed Đzzet Paşa ile Đmam Yahya arasında yapılan antlaşmayı onaylayan fermanla, Đmam Yahya’ya verilecek murassa Osmanlı nişanı, altın işlemeli enfiye kutusu, birkaç top ipekli kumaş ve daha değişik bazı hediyelerle San’a’ya geldi. Üç gün Vali Mahmud Nedim Bey’in misafiri olarak dinlendikten sonra, Sadrazamlığın emriyle Yemen Vilayeti mektupçusu Haşim Efendi’yi ve Jandarma Kumandanı Kaymakam Hilmi Bey’i yanına alarak, aralarında Yemenli askerlerin de bulunduğu iki manga muhafızla Şehare’ye hareket etti (Mehmed Niyazi, 2005b, 243).

Bu arada Vali Nedim Mahmut Bey’le Ahmet Hamdi Bey arasında geçen konuşmada,

Đngilizlerin Asir’de halkı silahlandırdıkları ve eğittikleri aynı zamanda Hudeyde’de

Đsviçre Konsolosluğu’nda tercüman olan Habib Yusuf’un halkı kışkırttığı ve Arap

176

Ayrılıkçılığını körükleyen doktor El-Cundi’nin yakın adamlarından olduğu belirtilir.

Yine Abdullah Mansur’un evinin bir karargah şeklinde kullanıldığı da belirtilir.

Ayrıca cahil ve fakir olan halkı kandırmak ve kışkırtmak amacıyla şu yalanın

uydurulduğu “iki Türk askeri öldürülmüş, karınlarından altın çıkmış” belirtiliyor ve

bu duruma bir an önce müdahale edilmesi gerektiği fikrinde birleştiler. Yemen’de bu

gelişmeler olurken Osmanlı yeni çalkantılarla sarsılmaya devem etmektedir.

1914 yılı Osmanlı Devleti için yoğun bir savaş ortamının tekrar başlaması demektir.

I. Dünya Savaşı başlamış ve Osmanlı da kendini bir anda savaşın ortasında

bulmuştur. 19.yüzyıl boyunca Đtilaf grubunda bulunan Đngiliz, Fransız ve Rusların

Osmanlı’ya karşı sergiledikleri politika genelde olumsuz olunca, Osmanlı Devleti ile

Almanya arasında yakınlaşma başlamıştır. Savaş başladıktan sonra bir süre

tarafsızlığını koruyan Osmanlı Devleti Enver Paşa’nın isteği doğrultusunda 2

Ağustos 1914’te Türk-Alman Đttifakı imzalanır. Osmanlı Devleti ile Almanya

arasında bu gelişmeler olurken; Almanya Đtalya’yı kendi yanına çekmek amacıyla iki

savaş gemisini Goben ve Bresleau’ı Akdeniz’e gönderirken buna engel olmak

isteyen Đtilaf Devletleri de bir filoyu Akdeniz’e indirdiler. Đtilaf filosundan kaçan

Alman gemileri Ege Denizi’nden geçip Çanakkale’ye girdiler. Bu dönemde Harbiye

Nazırı ve padişah adına Başkomutan olan Enver Paşa, bu gemilerin sığınma hakkı

isteğini kabul eder. Goben ve Bresleau’ın 23 Ekim 1914 de Karadeniz’e çıkıp Alman

Amiral Schuchan’ın komutasında Rus Liman ve gemilerine ateş açmaları sonucunda

2 Kasım’da Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.

Rusların Osmanlı Devleti’ne savaş açması haberi Yemen’e ulaşır ve Yemen’de

bulunan askerlerde bir telaşa girerler. Ahmet Tevfik Paşa şunları mırıldanırken

(Mehmed Niyazi, 2005, 252) “savaşla beraber doğduk, savaşla beraber ihtiyarladık,

korkarım ki savaşı miras aldığımız gibi, çocuklarımıza miras bırakacağız” askerlerin

aklından şu sorular geçmekteydi: Erkan-ı Harbiye Aden’de bulunan Đngilizlere,

Cibuti’de bulunan Fransızlara hücum etmelerini isteyecek miydi? Đngiliz ya da

Fransızlar onlara hücum ederler miydi?

177

Yemen’de askerlerin telaşları sürerken I. Dünya Savaşı da her cephede kendini iyice

hissettirmeye başlar. Yemen’de bulunan birlikler için Süveyş Kanalı hayati bir

öneme sahipti. Çünkü Yemen’e taşınan her türlü malzeme Süveyş Kanalı’ndan

geçmek durumundaydı. Đngilizlerin Süveyş Kanalı’nı kapatmaları, Yemen’e

ulaştırılacak her türlü mühimmat-malzeme hususunda büyük bir sorun ortaya

koyuyor ve askerlerin yiyecekleri, mühimmatları, postaları bu durumdan sonra trenle

Medine’ye ulaştırılıyor, buradan da kervanlarla Yemen’e ulaştırılıyordu. Diğer

taraftan Osmanlı’nın içinde bulunduğu durum gittikçe güçleşiyordu. Đtilaf Devleti

Çanakkale’ye saldırıyor, Ruslar Doğu Beyazıt’tan Anadolu’ya doğru ilerliyor,

Đngilizler ayrıca Basra’ya saldırıp Şattularap’tan yukarı doğru harekete geçmişlerdi.

Elbette ki Osmanlının her cephede savunması güç koşullarda sürüyor, ancak dar bir

zamanda savaşta bulunan Osmanlı tam bir felaketin eşiğindeydi.

Çanakkale’de kan gövdeyi götürürken, Đngiliz ve Fransızlar Mısır’ın Đskenderiye

şehrinde hazırlıklarını tamamladıkları birlikleri Çanakkale’ye sevk etmeye devam

ediyorlardı. Bu arada Osmanlı Erkan-ı Harbiye Reisliği, Aden’e düzenlenebilecek bir

hücumun Çanakkale’deki yüklerinin hafifletebileceği görüşünü Yemen’de bulunan

Kolorduya bildirir. Ancak inisiyatifi de yine Kolordu Kumandanlığına bırakır.

Kolordu Kumandanı Ahmet Tevfik Paşa en doğru kararı vermek isteğiyle

komutanlarıyla durum değerlendirmesi yapar. Yapılan değerlendirmelerin ortak

noktası Aden’e hücum düzenlediği takdirde Đngilizlerin Hindistan yolunun

güvenliğini sağlamak amacıyla bu bölgeye donanmanın bir kısmını sevk edeceğini,

böylece Çanakkale’de bir rahatlamanın söz konusu olabileceği görüşü ön plana çıkar.

Kolordu Kumandanı olarak Ahmet Tevfik Paşa Đngilizlere karşı Aden cephesinin açılmasına karar verdi ve birliklerin başına “Mıntakatü’l Hareket Kumandanı” unvanıyla yıllardan beri Yemen’de görev yapan, buraları karış karış bilen Miralay Ali Said’i tayin etti. Bu kere sefere iştirak edecek subaylara önceden bildirildi. Bunlardan birisi de Mülazım-ı Sani Celaleddin’di (Mehmed Niyazi, 2005b, 260).

39. Tümen, takviye edilmiş birliklerle Taiz yönüne sessizce harekete başlamış,

çölde yaz güneşinin kavurucu etkisi işlerini zorlaştırıyordu. Farklı birlikler

Taiz’de bulunuyor ve ilk hedef olarak Đngiliz idaresinde bulunan ve her biri

178

kabile sultanlarına ait olan ülkelerden oluşan Nevah-i Đtisa bölgesiydi. Harekata

devam eden Osmanlı birlikleri çok sayıda kabile sultanlığını ele geçirmiş ve

Aden’in çok önemli su kaynağı olan Şeyh Osman Köyü’ne yaklaşmışlardı.

Aden için çok önemli bir su membası olan bu bölgede Đngilizler savunmayı

güçlendirmişlerdi. Bölgeye yaklaşan Türk askerleri Đngilizlerin uzun menzilli

toplarının bombardımanına yakalanıyor, kendilerini korumak amacıyla derin

siperler oluşturuyorlardı.

Mıntıkatü’l Hareket Kumandanı Miralay Ali Said, Kolordu Kumandanlığı’na şu bilgiyi vererek Aden’e niçin giremediklerini açıkladı : “Uzun menzilli toplara sahip bulunmadığımız sürece, asker olarak yapabileceğimiz hiçbir şey yok; saldırmakla sadece vatan evlatlarını kırdırırız. Ahmed Tevfik Paşa, Ahmed Hamdi Bey, Miralay Ali Said’in ihtiyacını gidermek için çırpınırlarken Vali Mahmud Nedim Bey Đngilizlerin yönetimindeki Lahiç Sultanlığı’nın ve diğer Nevah-i Đtisa denilen sultanlıkların ana vatana katıldıklarını ilan etti (Mehmed Niyazi, 2005b, 270–271).

Şeyh Osman Köyü’ndeki su kaynağı Osmanlıların hedefi olmuştu. Bu su kaynağının

ele geçirilmesi durumunda Đngilizlerin Aden’de tutunmaları mümkün değildi. Bu

arada çarpışmalar yoğunlaşıyor, sıtma hastalığı da askerleri savaşamaz duruma

getiriyordu. Hastalığa yakalananlardan biri de Mülazım-ı San-i Celaleddin’di.

Celaleddin’in birliğinden on üç kişi şehit düşmüş, bazı askerler hastalıkla mücadele

ediyor, bazıları ise yaralanmıştı. Bunlar San’a’ya doğru harekete ederken, Aden

cephesi Taiz’den getirilen üç taburla güçlendiriliyordu. Aden’de devam eden savaşta

iki taraf arasında bir denge oluşmuş savaşın sonucu ise Birinci Dünya Savaşı’nın

nihai sonucuna kalmıştı.

Yemen’de bir yandan savaş, bir yandan memleketin içinde bulunduğu durum

kaygıyla takip edilirken, diğer taraftan Teşkilat-ı Mahsusa bölgede faaliyette bulunan

casuslar, halk kışkırtıcılarının peşine düşmekteydi. Đstihbarat biriminin önemli

şahsiyetlerinden biri olan Kadıköylü Fahreddin de Hudeyde’de Đsviçre

Konsolosluğu’nda tercüman olarak çalışır ve istihbarat subayı Yüzbaşı Đrfan’la

cumayı cumartesiye bağlayan akşamları görüşüyor ve bilgi paylaşımında

179

bulunuyordu. Fahreddin, Bağdat Nüfus Müdürlüğü’nden Hıristiyan ve adı da Tarık

Yahya olarak belirlenen bir kimlik belgesine sahipti. Tarık Yahya, Hristiyan

Arapların içinde bulunduğu ve Osmanlı’ya karşı olan bir gizli örgütün liderliğini

yapan Habib Yusuf’u yakın takibe almıştı. Tarık Yahya (Fahreddin) dialoğa geçtiği

Habib Yusuf’tan, ayrılıkçı Arapların, Đsviçre pasaportlu Đngiliz arkeolog ve maden

mühendislerinin –ki bunlar ajan olarak bölgede faaliyet göstermekteydiler-

Osmanlı’yla ilgili karar vermek üzere Beyt-i Muddei Köyü’nde Abdullah Mansur’un

evinde toplanacakları bilgisini Yüzbaşı Đrfan’a iletir. Yüzbaşı Đrfan aldığı istihbaratı

Menaha’da Üsküplü Osman’a iletir. Üsküplü Osman tüm hazırlıklarını yaptıktan

sonra bir gece sabaha doğru Abdullah Mansur’un evini ateşe verir. Evde bulunan

Arap ayrılıkçılar ve Đngiliz ajanlarının tamamı hayatını kaybeder. Bu durum

Đngilizlerin beklemediği, karşısında şaşkınlığa düştükleri bir olay oldu. Đngilizler bu

olayın ardından Đmam Yahya ya da Şeyh Đdris’i devreye koyarak kaybettikleri

ajanlarının öcünü alma peşine düştüler.

Bu arada üzerinden durulması gereken hususlardan biri de yazarın olayların vukuu

bulunmasından önce bu olaylara nasıl bir zemin hazırlandığını detaylı bir şekilde

araştırmasıdır. Her tarihi olay, kendisinden önce uygun bir zeminin oluşumunu

gerektirir. Belli koşullar belirlenmeden, uygun bir zemin oluşmadan bir tarihi olayın

vukuu bulması tarihte pek az rastlanmaktadır. Bu nedenle tarih öğretiminde göz

önünde bulundurulması gereken önemli bir husus olarak, tarihi olayların oluştukları

ortamı, zeminini öğrenciye aktarmaktır. Tarihi olayların hangi koşullarda geliştiği,

olayı tetikleyen unsurların neler olduğu, bu olayın nasıl bir zamanda ve süreçte

oluştuğu üzerinde durulması, olayın tüm yönleriyle anlaşılmasını sağlayacaktır.

Eğitim kurumlarında kullandığımız ders kitaplarının bu hususta önemli eksiklikler

içerdiğini söyleyebiliriz. Ders kitaplarının kronolojik bilgi yığını haline getirildiğini

birçok tarih bilimcisi dile getirmektedir. Dursun Dilek (2001,8) “tarih, genellikle

okullarımızda sorgulanmayan, eleştirisi yapılmayan ve değişmeyen doğrular

manzumesi olarak okutulur” der. Bu anlamda da tarih öğretiminde yardımcı kaynak

olarak etkin bir şekilde tarihi romanlardan faydalanmak Dilek’in belirttiği hususu

ortadan kaldırmaya katkıda bulunabilecektir. Ayrıca her tarihi olayın oluştuğu zemini

ders kitabına yansıtmakta bazen mümkün olmayabilir. Önemli olan tarih dersini ya

180

da tarih öğrencisini bir kaynağa bağımlı kılmamak, farklı alternatifler sunarak

öğrencinin olayı anlamlandırmasına katkıda bulunmaktır. “Yemen! Ah Yemen!”,

Osmanlı Devleti’nin 20.yüzyılın başında yaşadığı olaylara ve bu olayların oluşum

süreçlerine, olayların birbirleriyle olan bağlantılarına ışık tutması itibariyle, tarih

öğretiminde kullanılabileceği ve önemli bir katkı sağlayacağı kanaatini taşımaktayız.

Yemen’de batılıların kışkırttığı Şeyh Đdris’i, kendisini Hz. Peygamberlerin soyundan

geldiğini belirtirken, davranışlarıyla bölge halkının saygınlığını kazanmıştı. Sık sık

Mısır’ı ziyaret eden Şeyh Đdris’i Abu’ya döndüğünde halk tarafından coşkuyla

karşılanır. Çok sayıda Đngiliz, Đtalya ve Fransız Şeyhin cemaatinde yer alıyordu. Bu

durum yetkililerin dikkatini çekmiş ve Ahmet Hamdi Bey Yüzbaşı Şakir ve Abbas

Haşim’i Şeyh Đdris’i takip etmek amacıyla görevlendirmişti. Yüzbaşı Şakir’in

kendini Mekkeli Harb kabilesinden Hasan Harb olarak tanıtması işini

kolaylaştırıyordu ve böylece kolayca Şeyh Đdris’iyle dialoğa geçebiliyordu.

Şeyh Đdrisi’nin hareketlerinden endişe eden Ahmed Tevfik Paşa, Vali Mahmud Nedim Bey, istihbaratçı Ahmed Hamdi Bey kan akmaması için bir teşebbüse karar verdiler. En kalitelisinden bir kahve değirmeni, dört kilo kahve, sekiz kilo şeker, on kilo pirinç, seyidlerin giydiği ipekli kumaştan bir topla, bir zarfa üç bin lira koyup, Kurmay Binbaşı Sadri Bey’le Şeyh Đdrisi’ye gönderdiler (Mehmed Niyazi, 2005b, 300).

Yemen’de bu gelişmeler olurken, Şerif Hüseyin’in isyanı Hicaz bölgesinde yayılıyor

ve Yemen’deki birliklerin Medine üzerinden Đstanbul’la sağlanan temasları

kesiliyordu. Bununla birlikte Irak Cephesi’nde de olumsuz gelişmeler devam

etmekteydi. Burada savunma yapan 6. Ordu’nun mücadelesine rağmen Đngilizler

kuzeye doğru ilerlemiş, böylece kullanılan Bağdat yolu da kapanmış oluyordu. Bu

gelişmelerle Yemen bir ablukaya alınıyor, Đstanbul’la sadece telgrafla ulaşma imkanı

kalıyordu. Đstanbul’la telgrafla haberleşebilen Vali Mehmet Nedim Bey, Kolordu

Kumandanı Ahmet Tevfik Paşa, bulundukları bölgenin vahametini, baş gösteren

açlığı, kıtlığı Đstanbul’a bildiriyor, Đstanbul’daki yetkililer ise başta Eşref Bey ve

Enver Paşa bir an önce ablukanın kırılıp bir çare bulunması gerektiği

düşüncesindeydiler.

181

Osmanlı Devleti yüzyıllardır hüküm sürdüğü, hizmet ettiği, Đslam dünyasının kalbi

Arap Yarımadasını kaybediyordu. Bu durum gün geçtikçe kendisini daha da belli

ediyordu. Başta Mekke şerifi Hüseyin olmak üzere genel olarak Arapların önde

gelenleri isyan bayrağını açıyordu. Devlet-i Ali’ye karşı bu isyanların ortaya

çıkmasında etkili olan sebeplerin başında emperyalist devletlerin kışkırtma

politikaları geliyordu. Nitekim Đngilizler bölgeye altın akıtıyor, başta Şerif

Hüseyin’e, Lawrence vb. ajanlar aracılığıyla imparatorluk vaat ediyorlardı. Bütün

Arabistan’ı saran karışıklıklarla Medine’de mücadele eden çöl kaplanı Fahreddin

Paşa’da her taraftan kuşatılıyordu. Bu arada Arap dünyası hakkında çok bilgiye sahip

olan Eşref Bey, durumun vahametini bir mektupla Enver Paşa’ya bildiriyor. Aynı

mektupta kendisinin ailesiyle birlikte kalan ömrünü Đzmir’de sakin bir ortamda

geçirmek istediğini de belirtiyordu. Eşref Beyin bu kararını öğrenen Enver Bey,

Eşref Beyle görüşmek istediğini ve Beşiktaş Karakol Kumandanı Mithat Bey’in

Eşref Bey’e ulaşmasını emrediyordu.

Eşref Bey ve Enver Paşa Osmanlı tarihinin son dönemlerine adlarını birlikte yazdıran

iki önemli şahsiyettir. Birlikte Libya, Balkanlarda, I. Dünya Savaşı’nda

bulunmuşlardı. Enver Paşa’nın görüşme isteği bu nedenle Eşref Bey tarafından

reddedilemezdi. Her ikisinin de büyük sorumlulukları bulunuyordu. Enver Paşa

Başkumandan; Eşref Bey ise devletin içinde bulunduğu durumla ilgili en çok bilgiye

sahip aynı zamanda devletin can damarı olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanıydı.

Enver Paşa, Eşref Beyle olan görüşmesinde memleketin içinde bulunduğu durumu

izah etmekte ve isyan eden Şerif Hüseyin’den Hicaz ve diğer önemli yerleşim yerleri

ile ulaşım noktalarını kurtararak, Yemen’in yolunun açılması gerektiğini bildirir. Bu

durum da, ancak Eşref Bey’in yöntemleri ile mümkün olabileceğini belirtir. Đçinde

bulunduğu durumu da bir yandan düşünen Eşref Bey diğer yandan Arabistan’ın

kabilelerini, çölünü, ihanetlerini, susuzluğunu, kanlı boğuşmalarını, gözlerinin

önünde canlandırıyor ve Enver Paşa’ya şu cevabı veriyordu (Mehmed Niyazi, 2005b,

311-312):

Đlk hareket noktamız Yemen olabilir Paşa Hazretleri; Đmam Yahya’ya ümit verir, onun desteğini alabiliriz. Đbn-i Reşid’i de bu konuya kanalize edebileceğimi tahmin ediyorum; zaten kendisi, bildiğiniz üzere, sıkı bir Osmanlıcı’dır. Đmam Yahya’nın kuvvetlerini

182

alacağımızdan, Yemen’de Şeyh Đdrisi’den başka tehlike kalmayacağı için, oradaki düzenli kuvvetlerimizin bir kısmını da bunlara katar, güneyden bindirerek Şerif Hüseyin’in kuvvetlerini dağıtabiliriz. … Arabistan’da her şey hecinlerin üzerindedir. Buralarda düzenli ordu ile hareket etmek çok zordur. Çöllerde uzun uzadıya klasik savaşı sürdürmek imkansızdır. Nasıl ikmal yapılacak? Aç susuz o askerler çöllerde ne hale gelirler! Hecin süvarileri un ve hurma yerler; on beş günlük yiyeceklerini heybelerine doldururlar; bir kırba da su; işte size on beş gün savaşacak bir hecin süvari. Kim hecinine maharetle biner, tehlike beliren yerde, heciniyle biterse, yani istenilen yerde, istenilen zamanda bulunabilirse, zafer onundur. Vaktiyle bu konuyu çok düşünmüştüm; giderek fikirlerim kesin bir şekil aldı. Her bir hecin süvari alayımızı beşer yüz kişiden oluşturmalıyız. Her alayı düzenli ordumuzdan bir dağ bataryası, mitralyöz mangası ve bombacılarla takviye etmeliyiz. Alaylara Dağıstanlı Atıf Bey ve onun gibi bu alanda yetişmiş subaylar kumanda etmelidir.

Eşref Bey, bu planıyla Şerif Hüseyin’in birliklerini dağıtarak, Đngilizlerin Şerif

Hüseyin’e olan desteğini kesmek istiyordu. Şerif Hüseyin daha çok Cidde ve Yanbuğ

gibi Đngiliz donanmasının menzilinde bulunan kıyı kesimlerine hakimdi. Şerif

Hüseyin’in kuvvetleri daha çok Bedevilerden oluşuyordu. Eşref Bey ise, Bedevilerin

herhangi bir tehlike anında çabuk dağılan gruplar olduğunu Arabistan’daki

deneyimlerinden biliyordu. Eşref Bey bölgedeki sosyal yapıyı da çok iyi

bilmekteydi. Đngilizler Şerif Hüseyin’i desteklemekteydiler. Bu durumda bölgenin

önemli diğer güçlerine sahip olan kabile reisleri Đbni Suud ve Đbni Reşit onlara

karşıydı. Devlet tarafından Đbni Suud’a vaatlerde bulunulması, geniş yetkiler

tanınması gibi mali imkanların sağlanacağı yönünde bu vaatler bu kişilerin devletin

yanında yer almasını sağlayabilirdi.

Enver Paşa, Yemen’deki kolorduya ulaştırmak ve Hecinsüvari alaylarını oluşturmak

amacıyla Eşref Bey’e 300 bin altın verileceğini belirtir. Burada Eşref Bey ile birlikte

Zenci Musa ve Mamaka Mustafa gibi tarihi şahsiyetler yine karşımıza çıkmaktadır.

Eşref Beyin fedai grubunda bulunan bu şahsiyetler “Yazılmamış Destanlar” adlı

eserin incelenmesi sırasında ele alınmışlardı.

Mehmed Niyazi eserlerini oluşturmadan önce kapsamlı bir araştırma yapmaktan

kaçınmamıştır. Ele aldığı tarihi olayları bütün yönleri ile en ince detayları ile

183

araştırmış ve tarihi olayları öyküleştirme yoluna gitmiştir. Zenci Musa, Mamaka

Mustafa, Eşref Bey ve diğer karakterler Türk tarihinde saklı kalmış fazla

incelenmemiş kişilerdir. Mehmed Niyazi’nin eserlerinde geçen olaylar ya da

karakterler Türk tarihine önemli katkıları olan, dönüm noktalarını ifade eden olaylar

ve karakterlerdir. Tarihe sadık kalarak, roman sanatının verdiği avantajlarla bu

olaylar ve şahsiyetler tarihte hak ettikleri değeri bir nebze de olsa bu eserlerde

alabilmişlerdir. Çalışmamızda eserlerin içeriğini detaylı bir şekilde aktarmamızın

nedenlerinden bir tanesi de Mehmed Niyazi’nin eserlerinde gecen olayları ve

karakterleri akademik alanda da tanıtmaya bir nevi de olsa katkıda bulunmaktır.

Böylece çalışmamız bir tez olmanın ötesinde tarihi romanın genel özellikleri ile

birlikte bu eserleri de bir bütün olarak yansıtan bir kaynak konumuna getireceği

kanısındayız.

Eşref Bey kendisine verilecek altınların durumunu görüşmek üzere Levazım Bakanı

Đsmail Hakkı Paşa ile görüşür. Đsmail Hakkı Paşa, Yemen’de Eşref Bey’e çok

katkıları dokunabilecek bazı kişilerin kendisi ile tanışması gerektiğini bildirir.

Bunlardan biri Şerif Müzeygir’dir. Şerif Müzeygir, Đmam Yahya’nın yakın dostu

olduğundan bu kişi aracılığıyla Đmam Yahya’dan yardım alınabilirdi. Şeyh Müzeygir

Yemen’de isyan etmiş ve üzerine gönderilen bir taburu bozguna uğratınca onu takip

eden bir alay tarafından yakalanıp Rodos kalesine hapsedilir. Daha sonra affedilen

Şerif Müzeygir Đstanbul’da yaşamını sürdürmektedir. Diğer bir şahıs ise Ganalı bir

kabile şeyhi olan Ahmed Mücahit’tir. Levazım Bakanı Đsmail Hakkı Paşa’nın

önerdiği diğer kişi ise verilen zor görevden başarı ile çıkmış Mülazım-ı Sani

Yusuf’tur.

Durumdan da anlaşılabileceği üzere Osmanlı içinde bulunduğu her şartta bütün

imkanlarını zorlamakta, yetkililer kendilerine düşen görevleri yerine getirirken

yaşamlarıyla devletin varlığını sürdürülmesini bir düşünmüşlerdir. Bu sonucu tarih

ders kitaplarından çıkarmanın son derece güç olduğu aşikardır. Yazarın eserlerinde

kişisel ve toplumsal duyarlılığı titizlilikle yansıtmış olması tarih okuyucusunda ya da

öğrencilerde milli şuurun oluşmasında da önemli katkı sağlayacağı düşüncesindeyiz.

Neticede okuyucu okuduğu romanı kendi tarihiyle ilgili olması nedeniyle daha

hassas okuma etkinliği içine girecek; öğrenciler genç yaşta olmanın verdiği, zihinsel

184

gelişim dönemlerinin müsait olması itibariyle eserlerdeki karakterlerle özdeşim

kuracaklardır. Bu da öğrencide tarihsel duyarlılıkla birlikte, milli duyarlılık da

kazandıracaktır. Örneğin, Kafkaslardan gelip memlekete hizmet eden, hizmet

ederken yeni oluşumlara – Teşkilat-ı Mahsusa gibi- öncülük eden, Balkanlardaki

karışıklık içinde ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu durum itibariyle Trakya’da bir

devlet kurabilecek meziyette olan ve ilerlemiş yaşına rağmen, tüm yorgunluğuna

rağmen, bir ailesi olmasına rağmen Yemen’de ölüm-kalım savaşı vereceğini bile bile

Yemen’de görev alan Eşref Bey, her öğrencinin örnek alacağı vatan evlatlarından

sadece biridir.

Eşref Bey, Yemen’e doğru hareket etmek için son hazırlıklarını da tamamlıyordu.

Mülazım-ı Sani Yusuf, Mitralyöz mangasıyla, sivil olarak hazır bekliyor, 310 bin

altının teslim alınması amacıyla Zenci Musa birkaç kişiyle hazır bulunuyordu. Zenci

Musa’nın Trablusgarp Savaşı’ndan itibaren Eşref Bey’le hareket etmesi, Balkan

mücadelesinde büyük başarılara adını yazdırması ve Yemen’de de gönüllü olarak

vazife alması vatan sevgisinin bir göstergesidir. Sudan’dan Libya’ya; Libya’dan

Balkanlara, Balkanlardan Yemen’e mücadelesini sürdüren Zenci Musa tarihimizin

bir parçası ve gelecek nesillerinde bilmesi gereken bir kahramandır. Kendisi gibi nice

var olan ve bizim adlarını bilmediğimiz kahramanların örneği olarak da önemlidir.

Ayrıca Zenci Musa’da vatandaş olmanın getirdiği duyarlılığı da görmekteyiz. Her an

yeni bir cephenin açıldığı Osmanlı coğrafyasında Türkiye Cumhuriyeti gibi bir

devletin ortaya çıkması kuşkusuz vatandaşın duyarlılığının, fedakârlığının,

vatanperverliğinin bir sonucudur.

Eşref Bey Yemen’e hareket etmek üzere Şerif Müzeygir ve Ahmed Mücahit ile

buluşuyordu. Mehmed Niyazi (2005b, 321), gelişmeleri şöyle aktarmaya devam

etmektedir.

Eşref Beyin niyeti San’a’ya giderken çölde veya Kızıldeniz çevresinde karşılaşabilecekleri tehlikelere karşı koyabilmek, Đmam Yahya’nın kuvvetleriyle oluşturulacak birliklerde de çetin bir çekirdek vücuda getirmek için Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli vurucu elemanlarından yararlanmaktı. Değişik yerlerde bulunan Yüzbaşı Giritli Đsmail, Kozluklu Mehmed Asumba, Mülazım-ı Sani Behçet, Çallı Hüseyin Bey, Üsküdarlı Đbrahim Çavuş, Giritli Hüseyin Hulki,

185

Cihangirli Arap Abidin, Giritli Mamaka Mustafa, Arnavud Celal, Çerkez Rıfat Çavuş da üç gün zarfından çiftliğe geldiler. Bunlar nice mücadelelerle beraber bulunmuşlar, Azrail’in tırpanının savurduğu yerlerde gözlerini kırpmadan göğüs göğüse savaşmışlardı. Birine saplanacak süngünün önüne diğeri atlamıştı. Aralarında yaralanmamış kimse yoktu. Pek çok sadık, yiğit arkadaşlarının yüreklerinde taşıdıkları acılarının bütünleştirdiği bu cengâverlerin ekserisi yıllardan beri ardı ardına birkaç gün dinlenmemişti. Sina çöllerinde, Balkanlar’da, Edirne kapılarında, Kanal harekâtında, dağda, bayırda, baskında bulunduklarından üç öğün yemek yedikleri günler sayılacak kadar azdı.

Đzmir’de ailesinin yanında az vakit geçirdikten sonra yanındakilerle birlikte hareket

eden Eşref Bey Afyon’dan Pozantı’ya, oradan da Tarsus, Osmaniye ve Katman’dan

geçerek Halep’e ulaştılar. Halep’te bulunan Mülazım-ı Sani Eyüp Berzenç, bölgeyi

iyi tanıdığından gelenleri uygun yerlerde misafir etti. Halep’ten San’a’ya hareket

eden Eşref Bey, daha önce bildiği Damaskus Oteli’nde konaklarken buradaki

Teşkilat-ı Mahsusa yetkililerinden deniz yoluyla hareket etmelerinin mümkün

olmadığını öğrenen Eşref Bey için kara yoluyla San’a’ya ulaşmak tek alternatif

olarak kalmıştı. Şam Đstasyonundan beraberindekilerle Medine’ye hareket eden Eşref

Bey, Amman, Maan ve Tebük’ten geçerek altı günde Medine’ye ulaştılar. Eşref Bey

uzun yıllar Arabistan Yarımadası’nda kalmış ve mücadele etmişti. Burada Eşref Bey

“Kuşların Şeyhi” kuşların haber getirdiği anlamında, lakabı verilmişti.

Enver Paşa, Yemen’in yolunun tamamen kesilmiş olduğu haberini Fahreddin Paşa’ya

bildirmiş ve Yemen’deki Kolordu’yu kaderine terk etmek, Đmam Yahya ile yapılacak

işbirliğinden vazgeçmek gerektiğini bildirmişti. Bu durumda Yemen’e gitme ve

Đmam Yahya ile temas kurmanın yollarını bulma taktiği Eşref Bey’e bırakılmıştı.

Şeyh Hüseyin’in öncülük ettiği isyan önce Cidde ve Yanbuğ gibi kıyı kesimlerinde

bulunan ve Đngiliz donanmasının savunma alanına giren bölgede kilitlenmiş daha

sonra da bütün Arabistan’a giderek yayılıyordu. Bu arada iç kesimlere yayılan Şerif

Hüseyin’in kuvvetleri Yemen’e giden yolları kontrol altına almışlardı. Eşref Bey, bu

isyanın bastırılması ya da belirli bir alanda sınırlandırılması gerektiğini düşünüyordu.

Aksi durumda, Mısır’da hazır bulunan Đngiliz ordusu güneyden Kudüs’e doğru

hareket edecek ve Đngilizleri durdurmak mümkün olmayabilecekti. Bu amaçlarına

186

ulaşmak için Đngilizler demiryolu döşüyorlardı. Aynı zamanda Arabistan ve çöl

hakkında detaylı bilgilere sahip olan Đngilizler düzenli ordunun yapamayacağı

hareketi Şerif Hüseyin’in hecinsüvari birlikleri ile gerçekleştireceklerdi. Bunun için

Şerif Hüseyin’e para ve silah yardımlarını arttırmaktaydılar. Bütün bu gelişmelerin

farkında olan Eşref Bey için tek çıkar yol, Yemen’e bir şekilde ulaşarak, Đmam

Yahya’nın kuvvetleriyle isyanların üzerine gitmekti. Yemen’e hareket etme kararı

alan Eşref Bey’in planını Mehmed Niyazi (2005b, 337–338), şöyle aktarmaktadır:

Birbirine yakın, ama aynı anda ikisi beraber kuşatılamayacak kadar uzak mesafelerde giden, iki grup halinde yola çıkacaklardı; birbirlerinin tüfek seslerini duyabilmeliydiler. Gün doğmadan biraz önce on iki kişiden ibaret birinci kafile altınların üç yüz binini alıp yola koyulacak, üstü kendilerine kalacaktı. Göz kamaştırıcı büyük bir serveti hiç kimse böyle küçük bir gruba emanet edemezdi. Kendilerine kervan süsü verecek insanlar da inandırıcı bir tarzda seçileceklerdi. Bu kafilede Yemenli Şerif Muzeygir, sağlığına kavuşup Medine’ye gelen Ahmed Mücahid, yine Yemenli olan, cesaretiyle de o bölge halkının dilinde adı dolaşan Hacı Ali Mıgribi bulunacaktı. Samimi olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanlarını arayanlarla karşılaşırlarsa, aralarında en azından bazılarının adını duydukları bu insanların bulunması küçük kafileden şüphelenmelerini önlerdi. Arapçayı Yemen şivesiyle konuşan Yüzbaşı Rıfat, Şerif Müzeygir’in kayınbiraderi olacaktı. Đsmail Hakkı Paşa’nın tavsiye ettiği Mülazım-ı Sani Yusuf ise hiç Arapça bilmediği için, aslen Yemenli olup, Đstanbul’da doğup büyümüştü; San’a’ya akrabalarını görmeye gidiyordu. Mısırlı Zenci Musa da dört adamı on beş devesiyle Medine’den San’a’ya mal götürüyordu. Geri kalan develer diğerlerine ait olacaktı. Bu tedbirlere rağmen kuşatılırsa, silah atacaklar, diğer büyük kafile imdatlarına yetişmek için elinden gelebilen her şeyi yapacaktı. Arkalarında bir kapışma olursa, onlar develerini hızla Yemen’e doğru süreceklerdi.

Eşref Bey, kendisiyle birlikte hareket eden vatanperver kahramanlarla bir ölüm kalım

yoluna giriyordu. Tarihte milletin kaderini değiştiren olaylarda her zaman bir tehlike,

bir belirsizlik olmuştur. Bu durumlarda planlama, tarihsel deneyim ve yaşam

deneyimi ve cesaret devreye girmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in Đstanbul’u

fethederken yaptığı planlar. Uyguladığı savaş taktikleri, Yavuz Sultan Selim’in Mısır

Seferi. Çanakkale’deki yüz binlerce insanın canını feda etmesi, Mustafa Kemal’in

Kurtuluş Mücadelesi’ndeki kararlılığı, cesareti bu duruma verilebilecek sadece

birkaç örnektir. Eşref Bey, Dördüncü Ordu Kumandanı Fahreddin Paşa’dan yolların

187

kesik olduğu bilgisini almasına ve Erkan-ı Harbiye’nin bu yöndeki uyarısına rağmen

Yemen’e hareket etmesi tarihte örneğine az rastlanabilen bir cesaret örneğidir.

Yemen’e ulaşmaları, bir kolordunun ve büyük bir vatan parçasının kurtulması

anlamına geliyordu. Eşref Beyin planı doğrultusunda hazineyi alan birinci grup

şafakta Yemen’e hareket ettiler. Bu arada su haber tekrar Eşref beye intikal

ediyordu.

Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın Đngiliz, Fransız, Đtalyan subaylarıyla takviye edilmiş yirmi-yirmi beş bin kişilik bir kuvvetle Yemen güzergâhı üzerine sarkmakta olduğuna dair haberi az önce aldık. Hazineyi götüren birinci kafileyi kaderine terk ederek, gitmemenizi hassaten istirham ederim (Mehmed Niyazi, 2005b, 345).

Eşref Bey, tehlikeyi göze almıştı. Ancak yalnız değildi. Trablusgarp Savaşı’ndan

sonra bazıları Balkanlar’daki mücadelelerden beri birlikte hareket eden, çok sayıda

olayda, vatan savunmasında birlikte yer aldığı arkadaşlarının ne düşündüğünü, ne

yapmak istediklerini de öğrenmek istiyordu. Bu nedenle her zaman talim yaptıkları

Bi’r-i Osman mevkiinde arkadaşlarını toplayarak tüm bilgileri onlara da aktardı. Ve

son kararı onlara bırakıyordu. Kalabalığın arasından Mülazım-ı San-i Behçet şu

cevabı (Mehmed Niyazi, 2005b, 345) veriyor:

Kumandanım boşuna vakit geçiriyorsunuz. Ülkemizin ve milletimizin menfaati Yemen’e gidip, oradan elde edeceğimiz güçle Şerif Hüseyin’in kuvvetlerini dağıtmamızı gerektiriyorsa, bu konuda başarıp başaramayacağımıza dair hesap yapamayız; çünkü biz hesap adamı değil, görev adamıyız. O görevi yapmaya kalkarız; ya başarırız yahut da o uğurda ölürüz – tavrından çevresindekilere hitap ettiği de belli oluyordu – aksini düşünen var mı arkadaşlar?

Herkes kararını vermişti. Ebu Name üzerinden gidip öndeki kafileyi görünceye kadar

hızlı hareket edeceklerdi. Daha sonrada öndeki kafileyle aralarında belirli bir mesafe

bulundurarak yemene hareketlerine devam edeceklerdi.

Tarih öğretiminin önemli amaçlarından biride vatan sevgisini öğrencilere

kazandırmıştır. Vatan sevgisinin tarih öğretimi aracılığıyla kazandırılması için

öncelikle tarihin ve özelde Tarih derslerinin öğrenciye sevdirmekle bağlantılı olduğu

kanısındayız. Daha öncede belirttiğimiz üzere, eğitim sisteminde ilköğretim 8.ncı

188

sınıflarında ve ortaöğretimde daha belirgin olarak öğrencilerin tarih derslerini sıkıcı

buldukları, sadece sınavlarda başarılı olmak için bu derse çalıştıkları çeşitli

araştırmalarda ortaya konulmuş; farklı bilim adamları tarafından dile getirilmiştir.

Yine çalışmamızda sık sık değindiğimiz husus, tarihi roman aracılığıyla tarihe karşı

mevcut soğukluğun önemli ölçüde azalabileceğidir. Yukarıda gecen Eşref Bey ve

arkadaşlarının basarı olasılıklarının çok az olmasına rağmen, ancak başarılı olduğu

takdirde bir kolordunun ve Yemen'le birlikte Arap Yarımadası’nın kurtulabileceği

ihtimaline karşılık hayatlarını tehlikeye atmaları, ölümü göze almaları, vatan

sevgisinin en güzel örneği olduğu gibi; bunu okuyan öğrencide aynı olayı yasamakta,

aynı manevi hissi duymaktadır. Böylece vatan sevgisinin ne olduğu daha farklı bir

şekilde anlamlandırılabilecektir.

1917’nın ocak ayında Yemen’e doğru çölde arkadaşlarıyla hareket eden Eşref Bey’in

kafilesinde kırk üç silahşör, hayvanların bakımından sorumlu üç kişi, üç kılavuz, iki

aşçı ve gruba gönüllü olarak Medine'den katılan Hasan Zeytuni bulunuyordu.

Mehmed Niyazi (2005b, 348-349), Eşref Bey’in hislerini şöyle aktarmaktadır:

Eşref Bey bakışlarını yıllardan beri görev yaptığı, ölüm mengenesinde beraber girip çıktığı silahşorlarda gezdirirken künyesinde ‘Kabil şehrinin Gazi Sokağı’nda oturuyor’ kaydı bulunan Hacı Đbrahim’i, Sinop’un Camii Kebir Mahallesi’ndeki Saatçi Ömer Efendi sokağı sakini Mustafa’yı, Boyabat’ın Gökdere Mahallesi’nden Mehmed Fehmi’yi, Kahire’ye bağlı Zartum ilçesinin Ebuzeyd Mahallesi’nden Abdullah bin Mehmed’i, Saray Bosna’nın Delikli Köyü’nden Haydar’ı, Hakkâri’nin Hırnak Köyü’nden Salih’i, Üsküb’ün Ulanık Köyü’nden Hasan Nusret’i, babası Kafkasya’dan gelip, Şam’ın Kunaytıra ilçesinin Mansure Köyü’ne yerleşmiş Eyub Berzenc’i, Đstanbul’un Kadıköy semtindeki Kuşdili mevkiindeki Hasan Efendi Sokağı’nda oturan Đzzet’i, Vize’nin Demirköy’ündeki Mihalokos Mahallesinden Kortez Mustafa’yı, Medine’nin Asvat Mahallesi’nde oturan Habeşistanlı Mahbub’u, Cezayirli Mücahid Abdülhamid Serveri, Girit’in Hanya ilçesinden Mamaka Mustafa’yı, Medine’nin Nuhte Köyü’nden Hudeyfe’yi, Đşkodra’nın Midrani köyünden Arnavut Celal’i, Üsküdarlı Đbrahim’i, Dersimli Kürt Abdülkadir’i Lübnanlı Katolik Ragıp Hurşit’i, Dürzî Đsmail Feyzi’yi, Süryani Đsa’yı, keskin bir Alevi olan Kars’ın Sarıkamış ilçesinin Molla Mustafa Köyü’nden Hasan’ı, daha pek çok birbirinden her bakımdan farklı mücahidi, Medineli Hasan Zeytuni Efendiyi, neyin birleştirdiğini düşünüyordu. ‘Evet, ırkları, coğrafyaları, hatta inançları değişik olan bu insanları birleştiren Đslam’ın hoşgörüsünden kaynaklanan medeniyetimiz’ dedi kendi kendine.

189

Dinin tarihi olaylarda ve insanın tutumu ve davranışlara etkisine “Yazılamamış

Destanlar”ın incelenmesi sırasında değinilmişti. Bu arada da Eşref Bey’in yanında

yer alan farklı ırklardan ve farklı bölgelerden insanları bir araya getiren etkenlerden

bir tanesi, belki de en önemlisi dindi. Đslam dini Osmanlı Devleti için 20. Yüzyıla

kadar birleştirici, bütünleştirici bir unsur olmuştur. Osmanlı, milliyet anlayışı, dine

göre belirlenmiş, bütün Müslümanlar bir millet kabul edilmiştir. Müslüman olanlar

arasında ayrım yapılmamış, vatandaşlar yıllarca birlikte bulundukları bölgelerde

huzur içinde yaşamışlardır. Bu tutum Kafkaslardan Eşref Bey’i, Girit'ten Mamaka

Mustafa’yı; Dersim’den Kürt Abdulkadir'i, Sudan'dan Zenci Musa'yı bir araya

getiriyor ve kendilerine huzur ve hürriyet getiren Devleti Âliye göğüslerini siper

edebiliyorlardı. Diğer taraftan emperyalizmin etkisiyle, kışkırtmalarda isyana

kalkışan Şerif Hüseyin ve çevresindekiler, içinde bulundukları birliği, huzur ortamını

bozarak sömürgecilerin ekmeklerine yağ sürüyor ve Orta Doğu’yu günümüze kadar

isyanların, çatışmaların, ölümlerin, işgallerin ana yurdu haline getiriyordu. Bu

durumu görebilecek nitelikte tarihsel bilince sahip öğrencilerin yetiştirilmesi,

yukarıda bahsini ettiğimiz hususların iyi aktarılmasıyla yakından alakalıdır.

Eşref Bey’in beraberindeki kafileyle Haybere yaklaştıkça derin vadiler, uçurumlar

sıklaşmaya baslar. Özellikler Mızraa Vadisi çok derin bir bölge olduğundan bazen

kazma, küreklerle yol açıp öyle devam ediyorlardı. Kafilenin önünde hareket eden

kılavuzlardan Bedevi Abud, dar boğazı aştığında birden hecinini durdurur. Yoğun bir

kalabalığın kendilerine doğru hareket ettiğini gören Abud, geri dönüp hemen Eşref

Bey’e haber verir, gözetleme yaptığından kalabalığın önünde kırmızı renkli bir

bayrak görünce kalabalık grubun asi Şerif Hüseyin'e ait olduğunu anladı. Büyük

kalabalığın kendileri üzerine yürüdüğünü ve piyadelerin onları kuşatması için büyük

bir çember oluşturmaya başladıklarını gören Eşref Bey, birlikleri çeşitli birimlere

ayırarak mevzilendirir. Bir süre sonra ortalık mahşer gününü andırırcasına bir savaş

alanına dönüşür. Yirmi beş bin bedevi kırk üç kişinin üzerine yürüyor. Silah sesleri,

bomba patlamalarıyla ortalık bir anda kan gölüne donuyor. Gelişmeler şöyle

(Mehmed Niyazi, 2005b, 357–358) devam eder:

190

Eyüp Berzenç’in emrindeki makineli tüfeğe cephane taşıyan Medineli Mübarek ile Maanla Hulusi şehit düştüler. Tüfekle ateş etmeyi bırakıp onların görevini üstlenen Sinoplu Mustafa ile Tatar Latif yaralandılar; fakat yaraları ağır değildi; faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Makineli tüfek çavuşu Hüsnü’nün yere kapaklandığını dürbününün merceğinden Eşref Bey gördü, ‘öldü mü?’ diye endişelenirken Hüsnü Çavuş yerinden doğruldu; sol kolunu rahat hareket ettiremediğini Eşref Bey fark ediyordu. Çallı Hüseyin Beyle, Eyüp Berzenç’in mevzilerine düşman iyice sokulmuştu. Karşılarındaki binlerce kişilik silah gücüne karşı hiçbir şansları olmadığını bilmelerine, şehit ve yaralı vermelerine rağmen bir adım gerilemiyorlardı.

Şuanda tarihin kanlı sayfaları arasında adlarını andığımız kırk üç kahraman yirmi beş

bin kişiye karşı verdikleri inanılmaz mücadele 12 OCAK 1917’de London Times

gazetesinde sekiz sütun üzerinden manşetten ( Mehmed Niyazi, 2005,360) haber

veriliyordu. Bedevilerin her nara atışları Eşref Beyin yüreğini dağlıyordu. Çünkü

bedevilerin karşısındakini öldürünce bu naraları attığını, bu bölgede uzun yıllar

geçiren Eşref Bey iyi biliyordu. Günün ağarmasıyla bedevilerin Eşref Bey ve Đzzet’i

baygın halde bir tepecikte buluyorlar. Etrafı hemen sarılır. Kendine gelen Eşref Bey

etrafına göz gezdirdiğinde vadinin her tarafında yatan cesetleri gördükçe derin

üzüntülere boğulurken, çevresinde bulunanlarında anlamaları için Arapça şu

konuşmayı (Mehmed Niyazi, 2005b, 369–370) yapar:

—Sizler milletimize has kahramanlıkla dövüştünüz. Peygamber Efendimizin insanlığa rahmet olan sancağının burçtan inmemesi, dinimizin ayaklar altına düşmemesi için aslanlar gibi vuruştunuz. Aziz milletimiz sizleri unutmayacak, kıyamete kadar hatıralarınızı Fatihalarla yâd edecektir. Kafkasya’dan Cezayir’e, Avrupa içlerinden Çin Seddi’ne kadar topraklar mezarı olan ey talihsiz nesil; sizi gurbet ellerinde bırakmıyor, yüreğimizde götürüyoruz. Yattığınız yerleri de unutmayacağız; mezarlarınız gelecek nesillerimiz için davetiye olacaktır. O nesiller ki şimşek olup buraları aydınlatacaklar, kasırga olup Peygamber Efendimizin diyarından yabancıları söküp atacaklar, yağmur olup nur yüzlü sahabelerin ülkesinde tekrar bereketli bir Đslam medeniyetinin kökleşmesini sağlayacaklar.

Esref Bey ve Đzzet, Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah'ın karargâhına getirilir. Burada

çok sayıda Đngiliz, Đtalyan ve Tunuslu subayında olduğu görülür. Eşref Bey

191

yararlıların iyi araştırılmasını ve şehit olanların ise kendilerine layık bir şekilde

gömülmelerini Emir Abdullah'tan ister. Emir Abdullah ise kırk civarında ceset ve iki

tanede yaralı tespit ettiklerini bildirir. Daha sonra bu yaralıların Mamaka Mustafa ve

Süryani Đsa oldukları anlaşıldı. Eşref Bey ile diğer yaralılar Yanbuğ'a, oradan da

Mekke’ye götürüldü. Şerif Hüseyin, Arabistan'da çok tanınan, Balkanlar’daki

mücadelelerde de Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli’nin alınmasında gösterdiği

başarıların Arapların arasında sık konuşulduğundan, Eşref Bey'i yaralı haliyle halka

teşhir ettirerek güçlü olduğunu göstermeye çalışıyordu. Bu olaydan önce Şerif

Hüseyin oğlu Abdullah aracılığıyla, Eşref Bey'e kendi taraflarına geçip ordularının

kumandanlığına getirilmesi teklifini getirir. Bu teklife tepki gösteren Eşref Bey’in

yanıtını Mehmed Niyazi (2005b, 376–377), verilen teklifle birlikte şöyle

aktarmaktadır:

Celal-ül Melik Hazretleri Şerif Hüseyin Paşa’dan telgraf aldım. Daha önce kendi atamızda mutabık kaldığımız bir hususu size teklif etmemi emrediyor. Canım Eşref Bey, siz ülkemizi, insanımızı iyi tanıyorsunuz. Bizden birisi oldunuz. Başında bulunduğumuz teşkilat, bir Đslam teşkilatıdır. Bizim Đslami bir anlayışa karşı olmamız mümkün mü? Biz Đttihat Terakki’nin lider kadrosuna karşıyız. Hilafet makamına da saygımız sonsuzdur. Görüyorsunuz ki bütün Arap alemi birleşiyor; ordumuzun başında liyakatli bir kumandana ihtiyacımız var. Hayatınız boyunca devam etmek kaydıyla size kumandanlık teklif ediyoruz. Anadolu’daki emlak ve akarınızı fazlasıyla telafi edeceğiz ve istediğiniz kadar da tahsisat vereceğiz. Bu teklife ‘Evet’ derseniz; Celal-ül Melik Hazretleri gideceğiniz yönü değiştirecektir. Bu teklif, aldığım kurşun yaralarıyla mukayese edilemeyecek kadar ağır geldi. Siz beni Cafer Askeri veya Nuri Said mi zannettiniz? Her milletten birkaç tane alçak çıkabilir; fakat bunlar ne o milletin değerini düşürürler, ne de hamurundan kuşku duyulmasına sebep olurlar. Bakınız Abdullah Bey, size bir şey söyleyeceğim; sizde Müslümansınız, biz de Müslüman’ız; kim ne derse desin, Avrupalı önce Hıristiyanlık penceresinden bakar; Đngilizlerin gözünde aramızda fark olmaması gerekir; size niçin krallık kurduruyor? Đslam alemi parçalanırsa, Avrupalıların sömürgesi alacağımızı, en fazla sözüm ona millilik adına onların emerinde bulunan kukla hükümetlerin hâkimiyetinde devletçikler kuracağımızı görmüyor musunuz? Bu savaşın, Allah’ın bize bahşettiği petrolü ele geçirme mücadelesi olduğunu idrak etmemeniz mümkün mü? Bunların hepsini biliyorsunuz; fakat Đngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapmak işinize geliyor. Uydu bir devlet kurmayı Allah’a iyi kul, Peygamber’e samimi ümmet olmaya tercih ediyorsunuz. Fani dünyada bunun

192

hesaplaşması yapılamazsa, mahşer diye bir yer var. Cenab-ı Allah’ın adaletinden kesinlikle şüphem yok.

Eşref Bey’inde belirttiği üzere Batılı devletler, sömürgeci emellerini gerçekleştirmek

amacıyla Araplar arasında Arap milliyetçiliğini körüklüyor ve bu körükleme

Osmanlıya karşı isyanla sonuçlanıyordu. Arap milliyetçiliği, Arapları Osmanlıdan

koparmayı başarmış, ancak Arapların kendi aralarında bir birlik oluşturmalarını

sağlayamamıştır. Bunun da önemli sebepleri vardır. Batılı devletlerin Ortadoğu

petrollerinden yararlanabilmesinin koşullarından bir tanesi Ortadoğu'nun iç

karışıklıklarla, savaşlarla uğraşıp küçük parçalara bölünmesiydi. Bu bölünme bazen

ırk milliyetçiliğiyle bazen mezhep ayrımcılığıyla, bazen de kabile ayrımcılığıyla

tarihsel süreçte gerçekleştirildiğini görebiliyoruz. Şuanda ele aldığımız eser, Arap

yarımadasının bir asır önceki halini gözler önüne sermekle kalmıyor, günümüz

Ortadoğu ülkelerinin içinde bulundukları durumun tarihsel sürecinin başlangıcını da

aydınlatmaktadır. Dünyadaki küresel işbirliği ve ekonomik yapının küresel gelişimi

göz önünde bulundurulduğunda, şu anki komşularımız olan Ortadoğu ülkelerinin,

enerji kaynaklarına hakim olmaları münasebetiyle ve tarihsel dini bağlarımız

itibariyle yeni nesiller tarafından analiz edilebilmesi, tanınması son derece önem arz

etmektedir. Ülkemizin tarihsel sürecinin şu anında, kendi gelişimini doğru analiz

edebilmesi, geleceğin planlanmasına da büyük katkılar sağlayacağı muhakkaktır.

Mekke’ye getirilen Eşref Bey’i bir sürpriz beklemektedir. Burada kendisiyle

görüşmek isteyen biri var ki çok önceleri Ceres’te karşılaşmıştı.

Arap kıyafetiyle içeriye giren ufak tefek adama Eşref Bey kin ve yenilginin hıncıyla bilenmiş bakışlarını çevirdi. Ceres’te gördüğünden beri epeyce değişmiş, çöl iklimiyle yüzü iyice kavrulmuş, gözaltlarındaki çizgiler belirginleşmişti. Zaferin gururu duruşunda gizli olan adamın boynuna sarılıp boğmamak için kendini zor tutan Eşref Bey sandalyeyi işret etti. — Buyurun oturun Mister Lawrence; sizinle bir Đngiliz müştesriki olarak mı, yoksa gerçek kimliğinizle mi görüşelim (Mehmed Niyazi, 2005, 381)?

Lawrence Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu, Birinci Dünya Savaşı’nın

sonuna gelindiğini açıklıyordu ve Eşref Bey'den Enver Paşa'yı ikna ederek teslim

193

olmalarını söylüyordu. Eşref Bey’ cevabını ise Mehmed Niyazi (2005b,383) şu

şekilde aktarır:

Ne demek ‘teslim’ olmak? Bu mendebur kelime bir başka dilden, dilimize geçmiş. Bizim dilimizde ‘teslim’ yok; biz milletçe kanımızın son damlasına kadar dövüşürüz. Tarihimize bakarsanız sayısız örneklerini görürsünüz!

Eşref Bey ve diğer yararlılar Mekke'den tekrar Cidde'ye getiriliyordu. Hardınç adlı

Đngiliz kruvazörüne bindirilen Eşref Bey Mısır’a götürülüyor, oradan da sürgün

edildiği Malta Adası’na gönderilecekti. Diğer yararlılar ise Đskenderiye'de kalacaktı.

Bu olaylardan sonra Enver Pasa, Yemen’de bulunan Yedinci Kolordu Kumandanı

Ahmet Tevfik Paşa’ya şu mektubu (Mehmed Niyazi, 2005b, 388) gönderiyordu:

“Yedinci Kolordu Kumandanlığına San’a

24.Ra.1335

Eşref Beyin kumandasında muharip bir grup yüz elli bin altını

Kolordunuza teslim etmek üzere yola çıkmıştı. 23 Ra.1335 Çarşamba günü sabah beş sularında Đngiliz, Fransız ve Đtalyan subaylarının emrindeki asi Şerif Hüseyin’e mensup tahminen yirmi beş bin kişilik bir kuvvet tarafından Hayber’in Cembele mevkiinde kuşatıldılar. Gün boyunca süren çarpışma sonucunda Eşref Bey ve daha üç kişi hariç diğer mücahitler şehit oldular, altınlar da talan edildi. Size yeni bir maddi yardım gönderme gücüne sahip olmadığımız gibi, Yemen’i kuşatan düşman kuvvetlerini en azından kısa zamanda yarmamız da mümkün görünmemektedir. Şartlara göre en doğru kararı vereceğinize inanıyor, Cenab-ı Allah’ın yardımcınız olmasını diliyorum.”

Başkumandan Vekili

Enver”

Enver Paşanın mektubu Ahmet Tevfik Paşa’nın kafasını kurcalarken aynı gece Eşref

Bey’in altınları teslim edip kervan süsü verdiği kafile Sana'ya ulaşır. Olay karsısında

herkes şaşkınlık yasar. Yüzbaşı Rıfat durumu Ahmet Tevfik Paşa’ya aktardıktan

194

sonra ise teslimatı yaptı. Enver Paşa, altınların 150 bin olduğunu mektubunda

bildirmesine rağmen, Sana’ya 300 bin altın ulaşmıştı. Altınlarla ilgili ayrıntılı bilgiye

sahip bir kişi ise Zenci Musa'ydı. Zenci Musa (Mehmed Niyazi, 2005b, 393), şu

bilgileri varır.

Artık ona siz karar vereceksiniz; belki de Başkumandanlıkla görüşmek ihtiyacını duyarsınız. Üç yüz bin altının yüz elli binini size bırakacaktık; diğer yüz elli bini ise Eşref Bey – Musa birkaç kere hıçkırdıktan sonra devam edebildi- İmam Yahya’dan alacağı askerlere maaş verecekti.

Yedinci Kolordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa, altınları alarak biraz rahatlamasına

rağmen, Yemen’in durumu hiç iyi görünmüyordu. Yemen tam bir kuşatma

altındaydı. Her an başlayan isyanların ise sonu bir türlü gelmiyordu. Đçinde

bulundukları durumda birde Asir bölgesi içten içe kaynıyor, Đngiliz ve Đtalyanlar

Şeyh Đdrisi'nin isyanı başlatması için çok yoğun baskı yapmaktaydılar. Đngiliz ve

Đtalyanların kışkırtmalarıyla Asir bölgesinde de isyan patlak veriyor ve San’a'nın,

Hudeyde'nin Asirl’e bağlantısı kopuyordu, aynı zamanda Sude’nin Ebha ve Kunfide

ile bağlantısı kopuyordu. Telgraf telleri Şeyh Đdrisi taraftarları tarafından tamamen

kesilmişti.

Şeyh Đdrisi’nin kuvvetleri Luhye ve Hudeyde'ye yönelirken Ahmet Tevfik Paşa,

Kırkıncı Tümen’i, aralarında Celaleddin'in emrindeki bölüğünde bulunduğu

kuvvetleri Kaymakam Galip'in emrine verip isyan bölgesine gönderdi. Kaymakam

galip, isyanı belli bir alanda tutmaya çalışarak, Tehame bölgesinin tamamına

yayılmasını engellemeye çalışıyordu. Galip Paşa birliklerini Zühre'den toplamaya

çalışırken; günlerce süren boğuşmalardan sonra Şeyh Đdrisi’nin kuvvetleri Heycan,

Beluhiye, Koza köylerini işgal ediyordu. Bu arada Luhye açıklarında bulunan Đngiliz

uçak gemisinden kalkan uçaklar Osmanlıya bağlı Mehlıka ve Zühre köylerini

bombalayarak harabeye çeviriyordu. Bölgenin en önemli yerleşim yerlerinden olan

Mor’da da asiler artıyordu. Kaymakam Galip'in emriyle Mor kuşatılıyor, düzenli

birlikler ile mücahitlerin asileri Mor’un kuzeybatısında çembere almaları, asilerin

köyün içine çekilmelerine neden oluyor, saldırılarla birlikte ortalığı kan götürmeye

başlıyor, Ebha’dan gelen Mulazım-ı Sani Rahmi Şehit düşüyordu. Mor’dan geriye

195

557 ceset asilerden; Rahmi ile birlikte 54 Osmanlı şehidine mal oluyordu. Böylece

Şeyh Đdrisi'nin isyanı devam ediyordu. Büyük bir şehir olan Luhye asilerin elindeydi.

Luhye'den önce buranın kuzeybatısında bulunan Kumriye Yüzbaşı Arif Paşa

kumandasındaki Đkinci Tabur ve Mülazım-ı Sani Celaleddin’in bölüğüyle

düşürülüyor, Operatör Doktor Kaymakam Nedim, Adil’in sağ bacağını dizden aşağı

kesiyordu.

Đsyan devam ederken bir taraftan da sıtma kendini yine gösteriyor. Kaymakam

Galip'te sıtmaya yakalanmış ve zayıf düşmüştü. Ancak mücadele yinede devam

ediyor ve Luhye'deki birliklerin Dayrü’lmansur’u da asilerden temizlemeleri halinde

asilerin artık tutunamayacağının farkındaydı. Asilerin başında bulunan Şeyh Mustafa

da bu durumun farkındaydı. Kaymakam Galip’in gittikçe kötüye gitmesi üzerine

yerine Abis Kumandanı Kaymakam Şevket getirildi. Kaymakam Şevket

Dayrü’lmansur harekâtını yönetiyordu. Harekâta bulunanlar arasında Mülazım-ı Sani

Mehmet Paşa ile Mülazım-ı Sani Celaleddin de bulunuyordu. Asi kuvvetleri yok

edilirken, Şeyh Đdrisi bir yandan hüsrana uğramış birliklerini izliyor, diğer yandan

Mısır’a hareket edecek gemiye ilerliyordu. Bu arada Mülazım-ı Sani Celaleddin

aldığı ağır yaralarla kan içinde kalıyor ve sarsılıyordu. Celaleddin'in kendisine

yetişen Mülazım-ı sani Mehmet Paşa'ya son sözleri şunlar oldu:

Hatice eşi bulunmaz bir kızdır; sen de yiğit ve çok iyi bir delikanlısın. Đnan elim eline değmedi. Hala bekarsa, evlenir mutlu olursunuz. Ruhumu da şad edersiniz. Bunları ona takmakla da bir dosta karşı son görevini yerine getirirsin (Mehmed Niyazi, 2005b, 422).

Böylece Đstanbul'un Beşiktaş semtinde 1304’te doğan Mülazım-ı sani Celaleddin,

Yemen’in dağlarında ruhunu teslim ediyordu.

Yazarın ön plana çıkardığı hususlardan biri genç yaşta ülkemizin belli bir

döneminde, verilen kayıplardır. Genç nüfus ülkenin geleceğinin oluşumunda önemli

bir işleve sahiptir. Osmanlı toplum yapısına baktığımızda 1900’lü yılların başında

özelliklede yaşlı nüfusun okuma –yazma oranının çok düşük olduğu görülür. Daha

iyi eğitim almış, donanımlı kitlelerin savaşlarda kayıp verilmesi, savaş sonrası

ülkenin yeniden inşasında, ilerlemesinde bu kayıpların eksikliğinin önemli bir oranda

196

hissedildiğini belirtmemiz yanlış olmayacaktır. Mehmed Niyazi, “ Yazılamamış

Destanlar” ı 1910’larda Balkanlar’da verdiğimiz kayıpları “ Çanakkale Mahşeri”yle

1914–1915 ‘te verdiğimiz yüz binlerce kaybı, 1904’den 1918’e kadar Yemende

verdiğimiz kayıpları eserlerinde göz önüne sermektedir.

Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili son haberler Yemen’e ulaşmaktaydı. Rusya da

meydana gelen Bolşevik Devrimi sonrasında Rusya savaştan çekilmiştir. Rusya'nın

savaştan çekilmesiyle doğuda bulunan Alman ve Osmanlı birlikleri batıdaki

cephelere kaydırılıyordu. Bu durum acaba savaşı Đttifakların lehine, çevirebilir

miydi? Ve Osmanlı için “ bir kapalı kutu” niteliğinde olan Amerika Birleşik

Devletleri, savaşa giriyordu. Đmkânları geniş bir devlet olan ABD savaşı nasıl

etkileyecekti? Bu soruda Yemen’de yetkililerin başta Ahmet Tevfik Paşa'nın kafasını

kurcalamaktaydı.

Dünyada genel siyasal gelişmelere yönelik bu tür sorular ve detaylandırılmadan

süreç içindeki konumlarının iyi analiz edilerek, gelişen olaylarla bütünleştirilmesi

okuyucunun dikkatini çekmekte, yukarda sorulmuş sorular okuyucunun aklından da

geçmekte ve bunlara cevap aranmaya çalışılırken okuyucu geçmişte öğrendiği

birtakım tarihi bilgileri anımsayacak olaya yeni bir anlam verirken; öğrenci de derste

öğrendiği bilgilerle, tarihi romanda okuduğu öyküyü bağdaştırmakta orada eksik

kalan noktaları bu yolla tamamlarken, öğrenci de aynı zamanda olayla ilgili yeni bir

anlamlandırmaya gitmektedir. Bizce ancak bu süreçten sonra tarihi bilgi olması

gerektiği şekliyle zihinlerde yer almış ve bu bilgilerin tarihi süreçteki analiziyle de

tarihsel bilinç oluşmuş demektir.

Yemen’de yetkililerin içinde bulundukları sıkıntı sürerken Sadrazamlık makamından

gelen bir telgraf Yemen Valisi Mahmut Nedim Bey’e ulaşıyor ve vali bir şok

durumuyla bir yürek kırıklığıyla karşı karşıya kalıyordu. Sadrazamlık makamından

gelen 31.10.1918 tarihli telgraf (Mehmed Niyazi, 2005b, 428-429) şöyleydi:

“Valilik makamına San’a/ Yemen 23.M.1337

197

Müttefiklerimiz, Bulgaristan’dan sonra Almanya ve Avusturya’da itilaf devletleriyle mütareke imzalayınca, bizim için savaşı devam ettirmenin anlamı ve imkânı kalmadı. Biz de itilaf devletleriyle mütareke imzaladık. Yemen’deki bütün askeri birliklerimizin silahlarıyla teslim olmaları mütarekenin şartlarından olduğu gibi memleketin menfaati de bunu icap ettirmektedir. Gereğinin tereddütsüz yerine getirilmesini rica ederim

Sadrazam Đzzet”

Haber valilik makamına, Kolordu Komutanlığı’na ayrıca tümen

kumandanlıklarına da bildirilmişti. Vali Mahmut Nedim Bey, Kolordu

Kumandanı Ahmet Tevfik Paşa'yla yaptıkları görüşmeler neticesinde bunun bir

düşman hilesi olabileceği ve verilen bilginin Đmam Yahya’ya verilen şifreyle

doğrulanması yoluna gidilmesi kanaatine varıldı. Mahmut Nedim Bey

31.10.1918’de sadrazamlığa şunları (Mehmed Niyazi, 2005b, 430) yazıyordu:

“Sadrazamlık Yüksek Makamına Đstanbul

23.M.1337 Đtilaf devletleriyle mütareke yapıldığına dair yüksek

makamınızdan bir telgraf aldım. Yemen’deki bütün kıtaların silahlarıyla teslim olmalarında üzerime düşeni yapmam emrediliyor. Aynı mealde bir telgrafı Başkumandanlıktan burada görev yapan Yedinci Kolordu Kumandanlığımız da aldı. Yedinci Kolorduya gelen telgrafta, tümen kumandanlıklarının da durumdan haberdar edildiklerini belirtiyor. Şifremizin anahtarının düşman eline geçmiş ve bir hileyle karşı karşıya olabileceğimizi düşünerek doğrulanması mahiyetinde Đmam Yahya’nın şifresiyle bilgi vermenizi, teyid telgrafı gelinceye kadar Yedinci Kolordumuzun teslim olmayacağını saygıyla arz ederim.

Yemen Valisi Mahmut Nedim”

Sadrazamlığa gönderilen telgrafın cevabı bir süre beklenmişti. Bu durumu

sadrazamlığın içinde bulunduğu yoğunluktan kaynaklanmadığı düşünen Yemen'deki

198

yetkililer nihayet teyid telgrafını almışlardı. Aden cephesindeki mücadele eden Ali

Said Paşa kumandan olduğu Otuzdokuzuncu Tümen’iyle Đngilizler’e teslim olurken,

Yemen’e dağılmış askeri birliklerin San’a’da toplanması zaman almaktaydı. Bu

arada Đmam Yahya Vali Mahmut Nedim Paşa ve memurların Yemen’de hizmetlerini

devam etmelerini istiyordu.

Gelişmelerde ‘Hizmetim olabilir’ düşüncesiyle Vali Mahmud Nedim Bey, birkaç subay ve ‘babamın, annemin mezarlarından, burada doğan kardeşlerimden ayrılmam’ diyen sanat okulu müdürü Necati Bey kaldı. Alay müftüsü Çallı Pirahmedoğlu Đbrahim Hüseyin Efendi ise mezarının burada olmasını istiyordu, çünkü sülbünden gelenlerin ‘dedemiz Yemen’de kalmış, orası da bizim vatanımızdır’ demelerini bir ülkü olarak benimsemişti (Mehmed Niyazi, 2005b, 433).

Dört yüz yıllık bir tarih sayfası kapatılıyordu. Dört yüz yıl Yemen’e hizmet eden bir

devlet çöküşün eşiğine gelmiş, hizmet ettiği kutsal saydığı topraklardan çekiliyordu.

Bu durumu kuşkusuz bir ders kitabında öğrenciye hissettirmek pek de mümkün

olmamaktadır. Ancak edebiyatın katkısıyla oluşmuş bir tarihi roman o olayların

içinde bulunan insanların hissini, ruhunu yakalayabilir ve bunu aktarabilir.

Ahmet Tevfik Paşa, ellerinde bulunan silah, malzeme ve meskenleri Đmam Yahya'ya

teslim ediyor. Türklerin oturduğu Birulazep, Babussabah gibi semtler boşalıyor ve

tarihte eşine rastlanmayan bir kervan San’a'dan yola düşüyordu.

O korkunç yollardan geçerek Büyük Türk Mezarlığı’na geldiler. Ahmed Tevfik Paşa’nın, subayların, erlerin, kadınların, çocukların on binlerce vatan evladını yutan vadilere, tepelere nemli gözlerle bakarken dudakları kıpırdıyordu. Bundan sonra gelip geçerken onlara bir fatiha okuyan olacak mıydı? Nice nesiller buraya gömülmüştü, kavuklu, sarıklı, kalpaklı nesiller….. Bir milletin ölüsü, bir toprağı vatan yapmaya yetseydi, Yemen’in Türk vatanı olduğundan kim şüphe edebilirdi? Şehitlerin cesetleriyle beslenen kayın, çam ağaçlarının dallarını rüzgâr okşarken, onları seyreden elemli gözlerin önünde tarihin en dramatik olayları cereyan ediyordu (Mehmed Niyazi, 2005b, 435).

Hudeyde’de hazırlanan birlikler, Đngiliz askerlerinin kontrolündeki vapurlara binerek

Mısır’a hareket ettiler. Mısır’a varan Türkler Heliopolis Kampı’na götürüldü.

199

Böylece bir kolordu, yıllarını Yemen’de geçirmiş çok sayıda memur, bunların

aileleri, Devlet-i Âli’nin evlatları esir oluyordu.

Kampta ailesi yanında bulunan yüksek rütbeli askerlere birer baraka, er ve erbaşlar

ise gruplar halinde bir arada kalacaklardı. Barakalardaki her esire kamıştan örülmüş

bir hasır ve ikişer battaniye veriliyordu. Her barakadan, barakanın sorumluluğunu

üstlenecek baraka sorumlusu seçiyorlardı. Kampın ortasında bulunan büyük bir

baraka ise camiye dönüştürülmüştü. Sağlıklı esirlerin bir kısmı kömür madeninde

çalıştırılırken, bazıları da yol yapımında çalıştırılıyordu. Bu arada Đzmir'in Yunanlılar

tarafından işgal edildiğini Arapça bir gazeteden öğrenen Mülazım-ı sani Mehmet

Paşa, çılgına dönmüş ve kaçma girişiminde bulunmuştur. Çünkü Mehmet Paşa

sağlıklı bir subaydı ve memleketi için mücadele etmeliydi. Bu olaydan sonra

Anadolu ve Osmanlı’yla ilgili haberler, sansürlenerek yayınlar esirlere

ulaştırılıyordu.

Bir gün ümitleri gerçek oldu; bir sabah koğuşları dolaşan kamp yetkilileri şunu söylediler:

—Düzenli bir şekilde depoya gideceksiniz, üzerinizdekileri bırakıp, eski elbiselerinizi giyeceksiniz. Önce Kahire’ye, sonra Đskenderiye’ye, oradan da vapurla memleketinize gideceksiniz (Mehmed Niyazi, 2005b, 454).

Tarihi yapan insanlardır. Bu durumda tarih, insanı anlamaya yönelik - tabii ki

mazideki insanı- bir çabaya da girişmelidir. Tarihin mazideki insanı anlamaya

çalışması için, tarihin diğer sosyal bilimlerden ve edebiyattan mutlak koşulda

yararlanması gerekmektedir. Örneğin, ancak sosyoloji bilimi, dört yüz yıl boyunca

Yemen’de kalmış Türklerin Yemen’deki toplumsal yapıya yaptıkları etkiyi, ortaya

çıkan değişimleri sebep ve sonuçlarıyla açıklayabilecektir. Ya da edebiyat ancak, bir

kumandanın kolordusunu teslim ederken yaşadığı duygusal durumu ortaya koyabilir

ve bu duyguyu yıllar ve belki de yüzyıllar sonraki nesillerin hissetmesini, duymasını

sağlayabilir. Ya da psikolog Mülazım sani Mehmet Paşa’nın esir kampından

kaçışının temel nedenlerini ortaya koyabilir.

Bütün bu yönleriyle ele aldığımız eserin Yemen’de yaşananlara dair çok kapsamlı,

bütünsel bir eser olduğunu belirtebiliriz. Bu bütünlük içinde yazar savaş alanından

200

bir düğüne geçebilmekte, bir komutanın esir düşüşünü aktarabilmekte, Anadolu’nun

sıradan insanlarından olan Adil’in, Avni’nin yaşamını Anadolu’nun yaşamıyla gözler

önüne serebilmekte, Celaleddin ile Hatice’nin aşkının hazin sonucunu

verebilmektedir.

3.3. Çanakkale Mahşeri

Mehmed Niyazi, tarihin eşsiz olaylarından biri olan Çanakkale Savaşı’nı ele alırken,

olayları tüm boyutlarıyla aynı zamanda gerçeğe uygun bir şekilde öykülendirmekte

ve Đtilaf Devletleri’nin Çanakkale’ye ilk saldırılarıyla eserine başlamaktadır.

Đkisi Đngiliz, ikisi Fransız … dört zırhlı bordolarını istihkamlara çevirdiler. Aynı anda biri sağ taraflarındaki Ertuğrul Tabyası’na, diğeri Binbaşı Talat’ın bulunduğu Sedülbahir’e, yanındaki Orhaniye’ye, en soldaki de Anadolu yakasını ucundaki Kumkale Tabyası’na ateş açtıklarında, Binbaşı Talat saatine baktı; tam üçü on geçiyor, böylece günlerden beri beklenen hücum başlıyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 19).

Çanakkale Savaşı, adaletsizliğin tarihteki sözcüsüdür. Haksızlığın bir gün iyilik

karşısında kaybedeceği inancımızı, toplumsal düşüncemizin gerçeğe dönüşmesidir,

Çanakkale mücadelemiz. Đtilaf Devletleri üstün silah ve teknoloji gücüyle vatan

sevgisi siperine ve bir inanca saldırıyordu. Sonu zafer olsa dahi her daim milletimizin

yüreğinde derin yarıklar açıyordu, Çanakkale Savaşı.

Çanakkale Savaşı’na eğitim öğretim aşamasında çok geniş yer verilmektedir. Aynı

zamanda her on sekiz Mart’ta anma törenleri düzenlenir ve konuyla ilgili

bilgilendirme konuşmaları, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar yapılır.

Ancak, Çanakkale Savaşı’nın ruhunu yakalamak, o atmosferi solumak çokta kolay

olmamakta ve yapılan törenler rutin bir hal almanın ötesine geçememektedir. Her yıl

aynı şiirler öğrencilere okutulur, aynı konuşmalar tekrarlanır, bu törenlerde. Oysaki

Çanakkale Savaşı ve zaferi resmi ve zorunlu olarak anılmasının ötesine

geçebilmelidir. Savaşın nedenleri ve sonuçları birer madde olarak sıralanmasının

dışında, sahip oldukları anlamla algılanabilmelidir. Bu anlamda ele aldığımız “

Çanakkale Mahşeri” önemli bir eksikliği giderecek nitelikte bir eserdir.

201

Müttefik donanmasının ilk saldırısından sonra tabyalar toprak ve taşlardan

yararlanılarak tamir edilmeye çalışılır. Đtilaf Devletleri’nin bu ilk saldırılarından

sonra Đstanbul ve batı basınında konuyla ilgili geniş haberler yer alır. Yazarın

değindiği bu husus bizce önemlidir. Çünkü dönemin basınında yer alan haberler

eğitim öğretim amaçlı kullanılarak öğrencilerde merak uyandırılabilir. Aynı zamanda

birinci elden kaynaklara ulaşılması, konuyla ilgili detaylı bilgilerin edinmesine de

katkı sağlayabilir.

Mehmed Niyazi basında yer alan haberler ile üniversite ve medreselerden

öğrencilerin savaşa gönüllü katılmalarını şöyle aktarır:

Müttefiklerin saldırılarını Đstanbul’daki gazeteler manşetten veriyorlardı. Çanakkale’yi geçmekteki kararlılıklarına dair Batı basınından iktibaslar yapıyorlar, Türklerin de geçirmemekte azimli olduklarını heyecanlı üsluplarla işliyorlardı. Eli silah tutabilecek gençler, askerlik şubelerine, Harbiye Nezareti’ne müracaat ederek gönüllü yazılıyorlardı. Darülfünun’un, medreselerin sınıfları gün geçtikçe seyrekleşiyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 19).

Çanakkale Savaşı, Türk milletinin var olma mücadelesinde Kurtuluş Savaşı’ndan

önce sergilediği benzersiz bir örnektir. Tarihte başka bir millet yoktur ki dünyanın en

büyük güçlerine karşı vatan sevgisi ve iman gücüyle savaşıp zafere ulaşsın. Bu

nedenle de ele aldığımız eseri detaylarıyla birlikte aktarmayı tercih ediyoruz.

Müttefik donanmasında Agememnon, Suffren, Queen Elizabeth gibi tarihsel ve

popüler isimlerle adlandırılan güçlü zırhlılar bulunmaktaydı. Agememnon, Yunan

tarihinin önemli şahsiyetlerinden biridir. Truva Savaşları’nda Truva Atı fikrini

uygulayarak, Truva’yı ele geçirmeyi başarmıştır. Avrupalılarda Yunan tarihi ve

kültürüne derin bir hayranlık duymakta; Avrupa’nın bilimsel- teknolojik gelişiminin

temellerinin Eski Yunan’da atıldığı fikrindeydiler. Bu durum şu hususları akla

getirmektedir.

Çanakkale Savaşı’nın nedenleri Avrupalıların emperyalist hedefleri; dünyayı

paylaşma ve sömürme amaçları olmasının yanı sıra tarihsel ve duygusal birtakım

202

nedenlerin de ortaya çıkarmaktadır. Queen Elizabeth ne kadar sömürgeciliği temsil

ediyorsa; Agememnon da o kadar tarihsel- duygusal nedenlerin ifadesi olarak

karşımıza çıkmaktadır.

Đtilaf Devletleri donanması boğaza yaklaşarak Ertuğrul Tabyası, Kumkale Tabyası’nı

topa tutuyordu. Türk tabyalarından açılan ateş bazen etkili oluyor, hatta Ertuğrul

Tabyası’nın ateşiyle Agememnon yara almaktadır. “Boğaz’ın girişindeki tabyaları

berhava etmek isteyen Müttefiklerin ilk hedefi Seddülbahir’di; amansız bir ateş

altında kalan siperler onları korumaya yetmiyordu” (Mehmed Niyazi, 2006, 28).

Tabyalara yapılan baskınlardan sonra Avrupa basınında geniş haberler çıkmakta

yetkililer zafer nutukları atmaya başlarlar. Çanakkale Savaşı’nın kahramanı olarak

görülen Đngiltere Bahariye Bakanı Sir Churchill şu beyanlarda bulunuyordu:

Sizlere, bir elimizi bağlasalar, tek elimizle boğaz engelini aşacağımızı söylememiş miydim? Đşte donanmamızın muhteşem zaferi. Boğaz’ın girişindeki dört tabya berhava edilmiştir. Evet, bu cephe son derece isabetle açılmıştır. Tannenberg’de Almanlar karşısında ağır yenilgiye uğrayan dostumuz Rusya’ya yardım edeceğiz. Çarlık yönetimi, savaş aleyhtarı komünistleri bertaraf edecektir. Çanakkale-Đstanbul suyoluyla onlar mühimmata, biz de sayısız asker gücüne kavuşacağız. Hepinizin takdir edeceği üzerine, bu cephenin sonucu sadece bunlarla kalmayacak, kadavralaşmış Osmanlı Devleti ortadan kalkacak; bizim veya hasımlarımızın yanına geçmekte tereddüt eden Bulgaristan, Romanya gibi Balkan devletleri yanımızda yer alacaklar, Avusturya ve Almanya’yı doğudan da sıkı bir çembere alacağız. Yenilmez donanmamız Çanakkale Boğazı’nı aşınca, muzaffer ordumuz Đstanbul’a girmeden, orda isyan patlayacaktır. Osmanlı’nın başşehrinde yaşayan sayıları hiç de azımsanmayacak kadar çok olan Hıristiyanlar ve Levantenler, kurdukları komitelerle yapılacak şenliklerin şu anda programını hazırlamaktadırlar (Mehmed Niyazi, 2006, 31–32).

Bahariye Bakanı Sir Churchill, savaşın nedenlerini çok ta politik olmayan bir dille ve

nezaket kurallarının ötesine geçerek açık bir şekilde ifade etmektedir. Tarih

öğrenmeye çalışan okuyucular veya öğrenciler bu ifadelerle karşılaştıklarında

durumun ne denli gerçek olduğunu daha kolay kavrayabilirler.

203

Eğitim öğretim aşamasında tarih konularının işlenmesinde, tarihsel olayların arka

planını öğrenciye aktarmak, insani temalara vurgu yapmak, öğrenciyi konunun içine

çekeceğinden önemlidir. Ders kitaplarının çoğu zaman bunu başaramadığını

biliyoruz. Bu nedenle, tarih öğretiminde tarihi romanların kullanılması yolluyla bu

önemli eksikliğin giderilebileceğini düşünmekteyiz. Mehmed Niyazi’de Çanakkale

Mahşeri’nde cephenin gerisinde yaşananlara yer vererek, insan faktörünü ön plana

çıkarmaktadır. Aşağıdaki örnek bunlardan bir tanesidir.

Büyük kazanlarla bulgur çorbası gelmiş, dağıtılıyordu. Tasını uzatan askerler acele ediyor, kazanların başında kargaşa yaşanıyordu. Nöbetçi subayı görünürlerde yoktu. Çorbayı dağıtanların biriyle Mendebur Đdris “Almadım” diye bağırıyor, dağıtan da “Kepçeyi kafana vururum; iki kere tasına koydum” diyordu. Bu tartışma Hasan Şakir’in uykusunu iyice kaçırmıştı. “Hiç değilse, çorbamı içeyim” diyerek yatağından kalktı (Mehmed Niyazi, 2006, 38).

Burada da görüldüğü gibi savaşta da yaşam devam ediyor. Đnsanın fedakarlıkları gibi

bencillikleri de devam ediyor. Yaşamın bir parçası oluyor savaş ve hem kendi

içindeki savaşçının hem de savaşçıları karşı karşıya getiren siyasetçilerin ve

ülkelerinin kaderini değiştirmektedir. Dolayısıyla tarih öğrenen birey, hem savaşın

içinde vukuu bulanı, hem de yankılarını öğrenmek durumunda ya da algılamak

durumundadır. Çanakkale’de yukarda değindiğimiz gelişmeler bir taraftan

yaşanırken; diğer taraftan Müttefiklerin şiddetli saldırıları devam etmekteydi.

Müttefik donanması Çanakkale sularındayken, Amiral Corden’de üstün bir çaba

sergileyerek Boğaz’ı geçmek, Đstanbul’u alarak tarihe geçmek istiyordu. Bir milleti

yok etmeye yönelik bu azim fazla sürmeyecek ve amiral Carden’in hastalığı

ağırlaşınca, yerine Yüksek Savunma Konseyi tarafından Amiral De Robeck

getirilmekteydi. Karada yapılacak harekatla ilgili ise, “Akdeniz Seferi Komutanı”

unvanıyla General Hamilton görevlendirilmişti. General Hamilton yaptığı

incelemeler sonucunda şu kanaate varmıştı:

… Karaya çıkıp, Boğaz’a hakim tepeleri işgal etmeksizin, yalnız donanma ile geçmenin ancak büyük kayıplarla gerçekleşebileceği görüşüne varmıştı. Boğaz ağır kayıplar verilerek geçilse bile, yeterli kuvvetle karadan güven altına alınmadıkça, hem Marmara denizi gibi

204

bir torbaya giren donanmanın, hem de arkadan gelerek Đstanbul’a karşı harekete girişecek olan kara kuvvetlerinin durumu tehlikeye girecekti. …. Türklerin savunma gücünü parçalamak için kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte hareket etmelerinin faydalı olacağı [kanaatine varmıştı] (Mehmed Niyazi, 2006, 48–50).

Müttefikler bu düşüncelerde iken, Nusret Mayın Gemisi’nin kumandanı Tophaneli

Hakkı ise şunları düşünmekteydi:

Eldeki yirmi altı mayın, batmış gemilerden değişik yerlerden temin edilmişti. Son imkandı; çok iyi değerlendirilmeliydi; bu da soğukkanlılık isterdi. Pala bıyıklı, sakin görünüşlü Yüzbaşı Hakkı görevini eksiksiz yerine getirmekte kararlıydı; aksi halde o cehennemi topların karşısında tabyaların tutunması çok zordu. Bugün paşalığa terfi eden Albay Cevat’ın ümitleri ondaydı. Şartların aleyhte olması görevini yerine getirmesine engel teşkil etmemeliydi; milleti ona paşalık vermişti; beklenen hizmeti mutlaka yapmalıydı. Müttefik donanmasının toplarını, emrindeki bataryaların durumunu bildiğinden, Yüzbaşı Tophaneli Hakkı’nın dökeceği yirmi altı mayın adeta savunmanın bel kemiğini oluşturacaktı (Mehmed Niyazi, 2006, 51).

Boğaza mayınların döşenmesi görevinde, Tophaneli Hakkı’yla birlikte Müstahkem

Mevki Mayın Grup Kumandanı Yüzbaşı Hafız Nazmi, mayın uzmanı Yüzbaşı Geehl

de yerlerini almışlardı. Havanın sisli olduğu bir gecede sahile paralel bir şekilde

Çanakkale Boğazı’na mayınların döşenmesini yazar şöyle aktarmaktadır,

Dokuz mayın hattını geçip, Karanlık Liman’a geldiklerinde, geminin belli bir seviyede dönen çarklarını da durdurdular. Diğerlerine benzer şekilde, Boğaz’ı dik kesen değil de, sahile paralel yeni bir hat kurmak için “Besmele” ile ilk mayını suya indirdiler. Etrafı dinlediler; rüzgarın insanı iyice yalnızlaştıran hafif uğultusundan başka çıt yoktu; tekrar çarkları döndürdüler. Aynı sessizlikte Karanlık Liman’a yirmi altı mayını yüz metre aralıklarla, dört buçuk metre derinlikte döküp, Müttefiklerin devriyelerine görünmeden, sabah aydınlığından önce döndüler (Mehmed Niyazi, 2006, 53).

Ders kitaplarında “Nusret Mayın Gemisi’nin boğazı mayınlaması üzerine” diye bir

ibareyle bu önemli olay yüzeysel bir şekilde ele alınır. Oysa bu olayın ne gibi

sonların başlangıcı olduğu, hangi güç dengeleri içerisinde bu işlemin yapıldığı

205

üzerinde fazla durulmamaktadır. Bu durumda öğrenci, bilgiden haberdar olmasına

rağmen; bu bilgiyi savaşın genel gidişatı içerisinde çok ta anlamlandıramamaktadır.

Burada romanın önemli yararlarından biri olarak, olayı bir bütün halinde okuyucunun

zihninde canlandırırken, olay içindeki önemli noktaları da bütünle bağlantılı şekilde

kavratmasını gösterebiliriz.

Limni’de bulunan Müttefik donanması saldırı için yönünü Boğaz’a çeviriyor,

donanmanın saldırı hareketiyle ilgili ilk haber Kumkale’nin güneyindeki Yenişehir

Tepe gözetleme yerinden geliyordu. Gerekli bilgileri toplamak amacıyla Yüzbaşı

Serno ve gözetleme subayı Schneider keşif için Çanakkale’den havalanmaktaydılar.

Müstahkem Mevki Kurmay Başkanı Yarbay Selahaddin Adil çevredeki birlikleri süratle alarma geçirdi. Gelibolu’ya gelen Üçüncü Kolordu Kumandanı Esat Paşa’yı ve Harbiye Nezareti’ni hücumdan haberdar ettirdi. Nezaretten alınan telgrafta her on dakikada bir Müttefiklerin ve Müstahkem Mevkiin durumlarının doğrudan Sadrazamlığa bildirilmesi emrediliyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 55).

Buradan da anlaşılacağı üzere, yazar Mehmed Niyazi “Çanakkale Mahşeri”ni kaleme

alırken öncelikle çok titiz bir araştırmaya giriştiği, tarihi gerçekliğe sadık kalarak tüm

bilgileri en ince ayrıntısına kadar aktardığı ortaya çıkmaktadır. Roman kurgusuyla ve

akıcı bir anlatımla Çanakkale Savaşı’nın anlatılması önemli bir eksikliği ortadan

kaldırmıştır. Nitekim şimdiye kadar birçok tarihçi ve tarih eğitimiyle meşgul olan

kişiler tarafından, tarihin kuru kronolojik bilgiden ibaret olmadığı dile

getirilmekteydi. Ancak, öğretim aşamasında tarih ve sosyal bilgiler derslerinin

işlenmesinde bu eleştirilerin haklılığını ortadan kaldıracak pek bir gelişmenin

olduğunu da söyleyemeyiz. Dilek’te (2001) daha öncede belirttiğimiz gibi, tarihin

okullarda sorgulanmadığını ve eleştirilmediğini belirtmektedir. Eğitim öğretim

programlarının değiştirildiği ve aşamalı olarak bu değişimin orta öğretime de

yansıtılmasıyla ilgili henüz ne şekilde bir sonucun ortaya çıkacağıyla ilgili bir veri

elimizde bulunmamaktadır. Bu çalışma şunu belirtmektedir. Hangi eğitim öğretim

programı olursa olsun, eğitim öğretim aşamasında tarih ve sosyal bilgiler derslerinde

tarihi romandan faydalanılmalıdır.

206

Mehmed Niyazi Müttefik donanmasının Çanakkale Boğaz’ına yönelişiyle ilgili

gelişmeleri şöyle aktarmaktadır:

Hiçbir şeyden etkilenmeyecekmiş gibi görünen çelik devler, üç sıra halinde yaklaşıyorlardı. Majestik ve Swiftru zırhlıları da sahil boylarındaki havan toplarını, obüs bataryalarını susturmak gayesiyle sağ ve sol taraflarında yer almışlardı. Agamemnon, Amiral De Robeck’in de bulunduğu Queen Elizabeth, Lord Nelson ve Đnflexible zırhlıları yerlerini aldılar. Arkalarındaki iki grup da belli aralıklarla dizildi. Tepelerde, vadilerde, koylarda fitili tutuşmaya hazır bir dinamit gibi sükûnet hâkimdi. Martın bu pırıl pırıl gününde bütün yeşillikler, denizin mavilikleriyle koyun koyuna uyuyordu. Ama bu sükunet uzun sürmedi; ileriye sokulan Triumpf Zırhlısı’nın, mayın hattını koruyan orta bölge Türk topçularına ateş açmasıyla bozuldu. Hemen ardından Prince George de orta bölgede bulunan Tenker ve Baykuş bataryalarına ateşe başladı. Daha dakika geçmeden birinci grubun dört büyük zırhlısı da merkez bataryalarını hedef aldılar. En modern zırhlı olan Queen Elizabeth Anadolu Hamidiyesi’ni, Agamemnon Rumeli Mecidiyesi’ni, Lord Nelson Namazgâhı, Đnflexible de Rumeli Hamidiyesi’ni dövüyorlardı (Mehmed Niyazi, 2006, 56–57).

Müttefik donanmasını saldırılarıyla tabyalarımız büyük zarar görmekte, Selahattin

Adil olmak üzere üst düzey subaylar askerin ümitsizliğe düşmesinden

endişelenmekteydiler. Askerin moralini üst düzeyde tutmak amacıyla Anadolu

Hamidiyesi’nin ateş etmesi yönünde emir verildi. Yüzbaşı Ali ile Tabya kumandanı

Yarbay Wossidlo arasında şu diyalog geçer:

- Kumandan hemen ateş etmemizi emrediyor. - Telemetreler, zırhlıların menzilimizin dışında olduğunu

gösteriyor. - Askerin morali bozulabilir, diyor. Bunun önüne geçmek için

ateş emrediyor. - Başüstüne (Mehmed Niyazi, 2006, 58).

Yukarda da görüldüğü üzere, Osmanlı ordusunda bazı Alman subayları da görev

almakta ve savaşın gidişatı üzerinde etkili olmaktadırlar. Almanya, on dokuzuncu

yüzyılda birliğini tamamlarken, kendi içinde bütünlük sağlayıp güçlü bir devlet

haline gelirken, birçok Avrupa devleti; başta Đngiltere ve Fransa, dünyanın farklı

207

bölgelerinde çok sayıda sömürge elde etmişlerdi. Hatta Đngiltere’nin sömürgeleri

dünyanın dört bir tarafına yayıldığından Đngiltere’ye “Üzerinde Güneş Batmayan

Đmparatorluk” denilmekteydi. Almanya çok hızlı bir şekilde güçlenmekte ve

güçlendikçe de silahlanma oranını yükseltiyordu. Almanya’nın sömürgecilik yarışına

girmesiyle, Avrupa devletleri arasındaki rekabet kızışmakta, devletler ortak

çıkarlarda birleşerek gruplaşmaya gitmekteydiler. Bu süreçte Almanya, Osmanlı

Devleti’ne yaklaşmakta ve hem Halife aracılığıyla Müslüman nüfustan yararlanmak,

hem Osmanlının stratejik ve jeopolitik konumundan faydalanmak, hem de zengin

petrol kaynaklarına ulaşmak istiyordu. Osmanlı yöneticileri de, Almanya’nın savaşı

kazanacağına inanmakta ve Almanya’nın yanında savaşa girildiği takdirde; Balkan

Savaşları ile Trablusgarp’ta kaybedilen toprakların yanı sıra, Kafkasya ve Orta Asya

ile de bağlantı kurulabileceği inancını taşımaktaydılar. Bütün bu düşünceler

Osmanlının, Almanya’nın yanında savaşa girmesine sebep oluyor ve sonuçta Alman

subayları Çanakkale’de yerlerini alıyorlardı.

Yazar Müttefik donanmasının durumunu şöyle aktarmaya devam etmektedir

(Mehmed Niyazi, 2006, 60–61):

Yeni kızaktan inmiş Queen Elizabeth’in altı salvosuna, en mükemmel Türk topu ancak bir salvoyla cevap verebiliyordu. Pozisyon bulmak için zırhlılar sınırlı da olsa hareket edebiliyorlardı; Türk tabyalarının böyle bir imkanı da yoktu. Sayı bakımından da dengesizdiler; Müttefiklerin iki yüz yetmiş altı topuna, Türkler yetmiş sekiz topla karşı koyuyorlardı.

Çanakkale’de düşman donanmasının saldırıları devam ederken, tabyalarımızdan

açılan ateş sonucunda birçok Đngiliz ve Fransız zırhlısı hasar görmekteydi. Özellikle

Rumeli Tabyası ve Erenköy Tabyası’nın karşı ateşiyle Fransız Bouvet ve Suffren

zırhlıları önemli ölçüde hasara uğramışlardı.

Erenköy Tabyası kumandanı Yarbay Werle’nin isabetli atışları, daha sonra da

Rumeli Mecidiyesi’nde batarya kumandanı Yüzbaşı Mehmet Hilmi’nin “Ateş”

emriyle Fransız Bouvel Zırhlısı Çanakkale’nin soğuk sularına gömülüyor ve Türk

askerlerinin gönüllerini ısıtıyordu. Bouvet Zırhlısı’nın dışında Goulois Zırhlısı

208

Tavşan Adası’nda kuma oturmuş; Đnflexible aldığı ateşle şiddetli bir şekilde patlayıp

sulara gömülürken, Đngiliz Đrressistible Zırhlısı’da benzer bir kaderi yaşamaktaydı.

Đngiliz Ocean Zırhlısı ise bu arada Dardanos Tabyası’nı hedef alıp döverken;

Çanakkale’nin eşsiz kahramanlarından biri olan Onbaşı Seyit ( Koca Seyit) ortaya

çıkmaktaydı.

Edremit’in Çamlık Köyü’nden olan Seyit güçlü, iradeli, yapılı bir gençti. Ocean

Zırhlısı’nın Dardanos Tabyası’na saldırısı ve çok sayıda askerimizin şehit olduğu

sırada iki yüz yetmiş altı kiloluk mermiyi sırtında taşıyıp namluya sürerek Ocean

Zırhlısı’nın batmasını sağlar. Müttefiklerin ard arda aldığı bu yenilgiler sonucunda

Amiral De Robeck geri çekilme emrini verir. De Robeck’in Londra’ya gönderdiği

rapor bomba etkisi yaratırken; Türk tarafı da savaş hazırlıklarına devam ediyor;

siperler temizleniyor, telefon telleri döşeniyor, hatlar onarılıyor. Gerçekleşen son

saldırıda yüz on dört şehit verilmişti. Çok büyük saldırı olmasına rağmen

askerlerimizin kendilerini iyi muhafaza ettikleri fikri ortaya çıkmaktadır. Cevat

Paşa’da bu duruma şaşırmıştı. Çünkü Kilitbahir ve Çanakkale’de başlayan yangınlar

deva ediyor, tam olarak söndürülemiyordu.

Boğaz’ın Müstahkem Mevki Kumandanı olan Cevat Paşa, askerlerin her sorunuyla

ilgilenen, onları yetiştiren yürekli bir askerdi. Aysen Çelik (2003, 74–75), Cevat

Paşa’yla ilgili şunları aktarmaktadır: “Arapkirli olan Cevat Paşa, köklü, çok âlim

yetiştiren bir sülaleden gelir. Đmanı kamil bir askerdir. Rüyasında Peygamber

Efendimiz (S.A.V.) mayınları nasıl döşeteceğini ona gösterir. Cevat Paşa’da ona

göre Karanlık Liman’a mayınları döşetir ve koca zırhlılar telef olur. Askerlerin

başarılarını hakkıyla ödüllendiren, duyarlı bir insandır.”

Sıkça dile getirdiğimiz hususlardan bir tanesi de, tarihsel olayların sosyal

boyutlarıdır. Tarihi bir bütün olarak düşünmek ve öğretimde diğer sosyal bilimlerden

faydalanarak aktarmak gerektiği fikrindeyiz. Ele aldığımız eser tarihin en büyük

savaşlarında birini “Çanakkale Savaşı”nı anlatmaktadır. Ancak her şey sadece

cephede cereyan etmemekte, cephenin gerisinde yaşananlar insanın içini burkmakta

ve dönemin sosyal yaşamı hakkında bilgi vererek dönemi bir bütün halinde

209

algılamamızı sağlamaktadır. Bu durumla ilgili şu örneği verebiliriz. Çanakkale

Savaşı’nın önemli kahramanlarından biri olan Oğuz Amca, Erzincan’a bağlı Kemah

ilçesinin Oğuz Köyü’ndendir. Kırklı yaşlarında ve sağlam bir beden yapısına sahip

olan Oğuz Amca, evli ve dört çocuk babasıdır. Oğuz Amca’nın Hasan ve Akif

adındaki iki oğlu Sarıkamış Cephesi’nde; küçük oğlu Mustafa ise Çanakkale’ye

cepheye alınmaktadır. Oğuz Amca’nın cephede sergilediği cesaret etrafındaki

askerlere moral vermektedir. Yazar, Sarıkamış’ta şehit düşen Hasan ve Akif’in

haberlerini ailesine iletilmesiyle ilgili şunları aktarmaktadır (Mehmed Niyazi, 2006,

86–87):

Avluda odun yaran Ömer Hoca, acılarına sabırla tahammül eden Hatice’nin koşarak geldiğini görünce, baltasının sapına yaslanıp, dikildi; böyle acele etmesine sebep ne idi?... Ömer Hoca zarfı alıp, açtı. “Allah yolunda öldürülmüş olanlar için “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız” ayetini, “Şehitler bu dünyaya tekrar şehit olmak için gelmek isterler” hadisi takip ediyordu. Sonra da Akif ve Hasan’ın Sarıkamış cephesinde şehitlik mertebesine erdikleri bildiriliyor. Allah’tan sabırlar dileniyordu. … Kızım, üzülmen mi, sevinmen mi lazım, bilemiyorum. Bu kainatta yalnız Allah’ın emrinin geçerli olduğunu unutmamalıyız. Onun iradesi karşısında boynumuz kıldan incedir. Biz fanilerin biricik emeli de, onun emirlerine uymak, emirleri uğruna şehitlik mertebesine ermek olmalıdır. Zaten biz kullar için de en yüce mertebe şehitliktir. Sarıkamış Cephesi’ndeki Akif ve Hasan evlatlarımız o mertebeye ermişler!...

Yukarda eserden aktardığımız bölüm sosyal bir durumu açıklamaktadır. Cephenin

yaşamın içindeki insanlara ne şekilde yansıdığını göstermektedir. Dolayısıyla, tarih

öğrenen birey için bu vazgeçilmez bir durumdur. Böylece bütünün parçaları birbirini

tamamlayabilmektedir. Bir bütün olarak algılanamayan tarihsel olayların, tarih

öğretimi açısından öğrenciye bir fayda getirmeği hususunda hem tarihçeler, hem de

sosyologlar birleşmektedir. Bu nedenle tarih öğretiminde edebi ürünlerden

faydalanılması gerektiğini vurgulamaktayız.

210

Müttefikler Boğaz’a yaptıkları saldırıdan sonuç alamayınca geri çekilerek durum

değerlendirmesi yaparlar. Boğazı geçmenin kara birliklerine öncelik verilmesine

bağlı olduğu fikri değerlendirmelerinde ortaya çıkar. “Yüksek Savunma Konseyi”

deniz kuvvetlerini de kara kuvvetlerinin komutanı olan Hamilton’a bağlar. Amiral

De Robeck, Hamilton’un emrinde olduğunu bildiri.

Mehmed Niyazi(2006, 88–89), Hamilton’nun planını şu şekilde aktarmaktadır:

Karşımızdakilerin hiç de Balkan Savaşı’ndaki Türkler olmadıklarını anladık. Çok sağlam, ayrıntılı plan ve hazırlık yapmalıyız. … Suvla Körfezi ile Kabatepe’nin arasındaki sahil hattı bize oldukça müsait göründü. Kabatepe, Gelibolu Yarımadası’na hakim bir mevkidir. Türkler de bu biliyorlar; zaten siperler, dikenli tel engelleriyle savunma hazırlıkları fark ediliyor. Fakat bu bölge üç taraftan da top ateşi altına alınabilir. Kabatepe ile Mehmetçik Burnu arasındaki yarımada sahilleri yüz ile üç yüz kadem [32 cm] yüksekliğinde kayalıktır. Kayalıklar tırmanmaya elverişli olmamakla beraber, aralarında yeteri kadar kumsal parçalar mevcuttur. Deniz ve hava üstünlüğümüzü hesaba katarsak, bu bölgeden yapacağımız çıkarmanın başarılı olmaması için hiçbir sebep yok. Sedülbahir’den yapacağımız bir çıkarma ile de güney kesimine hakim olan Alçıtepe’yi ele geçirebiliriz. Bu iki tepe yarımadayı kolayca avucumuza düşürür. Sedülbahir bölgesine çıkan birliklerimizin güvenliği için de Anadolu yakasını, bilhassa Kumkale’yi ihmal etmememiz lazım.

Müttefik donanmasının Boğaz’a yaptığı ilk saldırıların başarısızlıkla sonuçlanması,

zafer olarak Đstanbul gazetelerinde geniş yer alır. Ancak Müttefiklerin Bozcaada,

Limni ve Gökçeada’yı üs edindikleri; hasar gören zırhlıları onardıkları; Hindistan,

Tunus, Senegal, Yeni Zelanda, Avustralya, Fransa ve Đngiltere’den hareket eden

birliklerin Đskenderiye’de toplandıkları haberleri ile Đtilafların tekrar saldırıya

geçeceği haberleri halkın, Darülfünun ve medrese öğrencilerinin gönüllü olarak

Çanakkale’ye gitmelerinde etkili olur. Eşsiz bir milli dava örneği milletimiz

tarafından sergilenir. Dünya’da buna benzer başka bir örneği olduğundan emin

değiliz. Ancak milli şuurun oluşmasında çok önemli bir hususu ifade eden; savaşı

gerisinde milletimizin içinde bulunduğu sosyal durum ve ruh halini şimdiye kadar

yeterli ölçüde ders kitaplarına yansıtılmadığı, eğitim öğretimde hak ettiği yeri

alamadığı fikrindeyiz.

211

Bu belirttiklerimizle ilgili yazar, Müderris Rasih Efendi’ye de yer vermektedir. Tıp

fakültesinde öğretim üyesi olan Rasih Efendi, savaşın ilk yıllarında sınıflarda yaptığı

konuşmalarla tüm öğrencilerin savaşa gönüllü katılmalarında etkili olmuştur. Kendi

yanında yaşayan Tıbbiye öğrencisi Hasan Şakir’de Çanakkale’de gönüllü olarak

yerini alır. Hasan Şakir, Yirmi Altıncı Alay’ın Đkinci Tabur’unda vatanına hizmet

vermeye başlar. Ancak, Hasan Şakir’in şahadetinden sonra Müderris Rasih Efendi

derin üzüntü yaşamakta ve kendini şehit çocuklarına adamanın yanı sıra Ziya

Gökalp’ın Türk Ocağı’ndaki sohbetlerine katılmaya başlar.

Yukarda ki örneği, öğrencinin ders kitabında görmesi mümkün değil. Böyle bir örnek

ders kitabında işlense dahi, savaşın içinde nasıl bir anlam ifade ettiği verilemez.

Bağlantılar kurulamaz. Dolayısıyla milli şuurun, aynı zamanda insani duyguların

gelişmesinde son derece etkili olabilen bu tür örneklerle öğrencilerin karşılaşması

gerekmektedir. Bu karşılaşmada en güzel şekilde bir edebi eserle mümkün olur diye

düşünmekteyiz.

Müttefikler deniz yenilgisinden sonra, karadan çıkarma yapma fikrini

benimsemişlerdi. Yapılacak çıkarma ile ilgili detaylı araştırma yapmakta, planlarını

bölgenin haritası üzerinden tartışmaktaydılar. Müttefiklerin bu hazırlıklarına karşılık,

Türk tarafı da gerekli hazırlıklara girişmekteydi. Siperler kazılıyor, hendekler

açılıyor, tüneller oluşturuluyordu. Müttefiklerin çıkarma ihtimali olan yerlerde

engeller oluşturuluyor ve mayınlar döşeniyordu.

Müttefiklerin kara saldırılarıyla ilgili Mareşal Limon Van Sanders’in kaygısı Saroz

Körfez’iydi. Çünkü burada yarımada çok daralmaktaydı ve Đtilaf Devletleri’nin işini

kolaylaştırabiliyordu. Esat Paşa ise, Anadolu yakasında Kumkale’nin ele geçirilmeye

çalışılacağını düşünmekteydi. Esat Paşa’ya göre (Mehmed Niyazi, 2006, 92–93):

Müttefikler oradan, Sedülbahir’e yapacakları çıkarmayı koruma altına almak isteyeceklerdi. Yüksek ve Boğaz’a hakim bulunduğundan, asıl çıkarmayı Gelibolu Yarımadası’na yapacaklardı. Buradan karşı kıyıyı, Boğaz’daki bütün tabyaları dövebilirler, donanmalarını kolaylıkla geçirebilirlerdi. Bu bölgede de Sedülbahir, Arıburnu, Suvla

212

Esat Paşa’nın dikkatini çekiyordu. Kabatepe veya Alçıtepe’ye hakim olduktan sonra, uzun menzilli toplarıyla Boğaz’ı, Anadolu yakasını, Gelibolu Yarımadası’nın güney kesimlerini kontrol altına alabilirler, bir solukta Çanakkale’nin karşısındaki Kilitbahir’e ve Eceabat’a inebilirlerdi.

Mehmed Niyazi (2006, 93), yapılacak olan savunmayı ise şu şekilde

aktarmaktadır:

… Deniz kenarında onları büyük kuvvetlerle karşılamaları, ağır topların bombardımanıyla, aşırı derecede kayıplar verebilirlerdi. Çıkarma yapılır yapılmaz karada tutunmalarına fırsat vermeden, denize dökülmeleri gerekirdi. Bunun için sahillerde hafif kuvvetler bulundurulacak, asıl kuvvetler içerdeki istihkâmlarda tutulacaktı. Đstihkamlar çok dikkatli yapılıyor, irtibat yollarıyla birbirine bağlanıyor, elden çıkan olursa, nereye gidecekleri, kaybettikleri mevzileri ele geçirmek için nereden ve nasıl taarruz edecekleri hesaplanıyordu.

Sosyal Bilimler, doğa bilimleri gibi deney ve gözlemle aydınlatılamayan alanları

oluşturur. Bu nedenle bir sosyal bilim alanını konu edinirken, sosyal bilimlerin

bütünlük arz ettiği mantığıyla hareket etmek daha doğru sonuçlara varmamıza

katkıda bulunacaktır. Ele aldığımız Mehmed Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri” adlı

eserde bir sosyal bilimci mantığıyla kaleme alınmış bir eser olduğundan Çanakkale

Savaşı’nı cephede yaşanan olaylarla ele almanın yanı sıra; görünen olayların altında

yatan nedenleri, bu nedenlerin olgunlaşma ve eyleme dönüşme aşamalarını

aktarmaktadır. Aynı zamanda savaşın içinde yaşanan olaylara değinmeyi ihmal

etmeyen yazar, her iki tarafta meydana gelen gelişmelere yer vererek daha gerçekçi

ve insani bir durum ortaya koymaktadır. Bu savaşta yer alan ünlü Đngiliz edebiyatçısı

Rubert Brook örneği yukarda belirttiklerimize iyi bir örnek teşkil etmektedir.

Mehmed Niyazi (2006, 94) şunları aktarmaktadır:

Bu ayı, bu yıldızları, harikulade tatlı geceleri Đngiltere’de nasıl görebilir, çölün şiir yüklü sessizliğini nasıl yaşayabilirdi. Sükut burada canlı bir varlık misali derinleşir, insanın duygularını sarardı. Savaşa gönüllü iştirak etmiş, Başbakan’ın oğlu Arthur Ausquit’le geceleri piramitleri dolaşırken bu derin sessizlik, çağlar ötesinden getirdiği sırları ona fısıldardı. Taş taşıyan köleleri, sırtlarında şaklayan kırbaçları görür gibi, acılarını duyar gibi olurdu. Hele

213

askerlerin çok sık söylediği şu türküyü her dinlenişinde, duygularını zapt etmesi ne mümkündü. Dünyanın en kahraman askerlerinin vatanlarını özleyişleri ne kadar içliydi; milletlerinin geleceği için ana-baba kucağından kopuşlarını bu türkü ne kadar güzel dile getiriyordu.

“Vatanın, ey vatanım Seni bir daha ne zaman göreceğim! Doğduğum topraklar Yeryüzünün en güzel yeri Vatanım, ey vatanım Seni bir daha ne zaman göreceğim! Yıllar olabilir, ya da sonsuza kadar Sevgili vatanım!” Sadece tarihin karanlık sayfalarında kalmayacak, dünyanın dört bir tarafında her

zaman insanların zihinlerini meşgul edecek olan Çanakkale Savaşı’na Müttefikler

Mısır’ın Đskenderiye kentinde hazırlanırken; askerlerimizde çalışmalarına, savunma

tedbirlerini almaya aralıksız devam etmekteydiler.

Son hazırlıkların da tamamlayan Hamilton, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda

bulunan Queen Elizabeth Zırhlısı’nın konferans salonunda yaptıkları planın son

şeklini komutanlara aktarıyordu. Hamilton, General Hunter Weston’a daha fazla

güveniyor ve Yirmi dokuzuncu Tümen’in yarımadanın en üç bölgesinde bulunan

Mehmetçik Burnu’ndaki boş küçük plaja birden baskın yapmasını istiyordu.

Yazar, Hamilton’un planını ayrıntılı bir şekilde ana hatlarıyla şu şekilde

aktarmaktadır.

Bizi zafere ötürecek en önemli hususlardan biri de Esat Paşa’nın şaşırması, kararsızlığa ve dengesizliğe düşmesidir. Nereden çıkacağımızı kestiremeyeceği için, asıl hedeflerimizin önüne gerekli kuvvetleri toplayamayacaktır. Değişik yerlerden çıkarma yapacağız; ama ilk günkü çıkarmalarımızdan biri yarımadanın ucundaki Seddülbahir köyü çevresinde yoğunlaşacaktır. Beş ayrı yerden çıkarma yapacağımız bu bölge, denizden günlerce gözetlenmiştir. Burası donanmamızın topları için mükemmel bir hedef teşkil ediyor. Arazi burada tatlı bir meyille denizin içine girmektedir. Her ne kadar bu tatlı meyil tahkim edilmiş, dikenli tellerle çevrilmişse de, donanmamız tarafından ağır bombardıman altına alınacak, her şey dümdüz edilecek, birliklerimiz rahatça karaya çıkacaklar. Aynı anda

214

Arıburnu’na da baskın şeklinde çıkarma yapacağız. Karaya adımımızı atar atmaz, hızla saldırıya geçip, belirlenen hedeflere ilerleyeceğiz. Kuvvetlerimizin mümkün olduğu kadar büyük bir kısmını aynı anda karaya çıkarmalı, tam bir şiddet husule getirecek tarzda ilk yumruğu balyoz gibi indirmeliyiz. … Yıldırım harekatımızın birinci hedefi, yarımadaya hakim olan Kabatepe ve Alçıtepe’yi zapt etmektir. Bu iki tepeyi ele geçirince, Kilitbahir yaylası kendiliğinden avucumuza düşecektir. Sözünü ettiğim tepeler alındıktan sonra, herhangi bir sebeple yarımadanın güney bölgesine hakim olmamız gecikme gösterirse, taarruzlarımızı ayak ve bel kısmında sürdürürken, bıçak boynu gövdeden ayıracaktır. Taşıt gemilerimiz ilk iki gün karaya çıkmamış birliklerimi alıp, Bolayır’a hareket edecekler; bu birlikler küçük istimbotlarla karaya çıkarak çemberi tamamlayacaklar. … Asya Yakası’nda da Türk birlikleri bulunmaktadır. Fransızlar en vurucu tugaylarını Kumkale’ye çıkaracaklar; oradan Seddülbahir’i, Morto Körfezi’ni ateş altına alacak topları susturacaklar, Türk birliklerinin teknelerle Gelibolu Yarımadası’na geçmelerini de önleyecekler. Yüzeli kilometreden fazla sahayı kaplayan değişik bölgelerden de şaşırma çıkarmaları yapacağız (Mehmed Niyazi, 2006, 117–118).

Başkomutan Hamilton ve ekibi kara çıkarmasını St. George Yortusu’na denk

getirmeyi düşünüyordu. Ancak o günün fırtınalı olmasından dolayı, harekât iki gün

sonra başlar. Yazar, Müttefiklerin içinde bulunduğu ruh halini de aktarmaktadır.

Nitekim Çanakkale’ye yönelen Müttefik donanmasında bir yanda ünlü Đngiliz

sanatçısı Denis Browne piyana çalarken; diğer yandan kimi askerlerin mektup

yazdığını, kiminin şarkı söylediğini belirtmektedir. Yazarın bu satırları okunurken,

okuyucu iyi sahnelenmiş, ilginç bir film izliyormuş hissine kapılabilmektedir. Bu

hissi uyandırabilme niteliğinde olan bu eserin öğrenciler tarafından okunması, tarih

bilincinin kazandırılması noktasında tarih öğretimine önemli bir katkı sağlayacağı

düşüncesindeyiz.

Çanakkale’de fırtına öncesi sessizlik sürerken son hazırlıklar da tamamlanmaktadır.

Mehmed Niyazi (2006, 131–132), şunları aktarmaktadır:

Kahvaltıdan sonra ellerinde tüfekleri, sırtlarında kazma ve kürekleri, çantaları bulunan çoğu miğferli askerler, güvertede numaralanmış

215

yerlerine dizildiler; herhangi bir karşılık, gürültü yoktu; her şey katı bir disiplin içinde devam ediyordu. General Birdwood, Arıburnu’na baskın yapacak Anzak Kolordusu’nu taşıyacak filikaların suya indirilmesi emrini verdi. … Donanma üçe ayrıldı; zırhlıların bir kısmı birbirinin ardında dört sıra filika bağlı olan kruvazörler, filikaları çeken istimbotlar Arıburnu’na yöneldiler. Aralarında Queen Elizabeth’in de bulunduğu zırhlıların pek çoğu çıkarma gemileri, istimbotlar Sedülbahir ve Kumkale istikametine hareket ettiler. Sessizce suları yararlarken Hamilton ve Amiral De Robeck köprü üstündeki yerlerinden çevreyi tarıyorlardı.

Fırtına başlamıştı, Müttefik kuvvetleri karaya çıkarma yapmış; Türk birlikleri

arasında yoğun bir bilgi akışı başlamıştır. Bölüklerden taburlara, taburlardan

alaylara, alaylardan tümenlere, kolorduya ve orduya sayısız rapor bırakılıyor;

sahillerde kıyametler kopuyor, Avrupa yakasında Saroz, Hisarlık ve Sedülbahir;

Anadolu yakasında Kumkale ve Beşige’de yoğun saldırı gerçekleşiyordu.

Arıburnu’nda da çıkarma harekatı başlamak üzeredir. Kumanda Heyeti Başkanı Esat

Paşa, bir yandan Gelibolu Yarımadası’nın uç kısmını savunan Dokuzuncu Tümen

kumandanı Albay Halil Sami’yle irtibat halindeyken, diğer yandan “Eceabat’ta

ihtiyatta bulunan Ondokuzuncu Tümen’in Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal’le,

Đkinci Tümen’in Kumandanı Hasan Askeri’ye, diğer kumandanlara cepheye hareket

etmek üzere hazır olmaları için emir verdi” (Mehmed Niyazi, 2006, 134).

Bizler tarih sayfalarında savaşların sebep-sonuçlarını bastıra bastıra öğrencilere

aktarmaya çalışırken, o savaşların içindeki acı çığlıkları nedense hiç duymuyor ve

duymadığımız için de öğrencilerimize aktaramıyoruz. Oysaki savaşın içinde olan

insanın ta kendisidir. Gözüne toz kaçandır; ellerine diken batandır; ayaklarından kan

akandır. Yüreğine kurşun sıkılırken, köyünden ayrılırken kendisine el sallayan

gerideki annesini, çocuğunu gözlerinden akan yaşla hatırlayandır. Savaş insani değil

ama savaşan insandır. Belki de tarih eğitiminde yaptığımız hatalardan bir tanesi de

budur. Yani insanı savaşlardan çekip çıkarmak. Bu haliyle savaşlar bir obje olma

durumunda kalıyor ve bizler de sebep-sonuç ilişkisini onyıllarca aynı kalıplarla

tekrarlayıp duruyoruz. Bu nedenle edebiyatın tarih öğretiminde hak ettiği yeri alması

gerekiyor. Çünkü edebiyat o cansız tarihe can katıyor, insanı ele alıyor.

216

Çanakkale’de savaş devam ediyor. Düşman Kumkale, Tekkeburnu’undan Sedülbahir

iskelesine kadar güney ve güneybatı sahillerini devamlı topa tutar; dar bölgelerden

karaya çıkarma yapmaya çalışırlar. Sahile yaklaşan Müttefik askerleri yoğun bir Türk

ateşiyle karşılaşıyor ve insanı dehşete düşüren manzaralar oluşur. Mehmed Niyazi

(2006, 144) şunları aktarıyor:

… Seddülbahir’in üzerinde uçan Hava Komodoru Samson aşağıya baktığında, durgun denizin sahilden elli metre kadar açığının kandan kıpkırmızı kesildiğini görünce, şaşırdı. Feci bir manzarayla karşı karşıyaydı; kızıl dalgacıklar halinde sahilde oynaşıyor, suyun durgun yüzü, yağmur gibi yağan kurşunlarla pis bir köpük halinde fışkırıyordu.

Seddülbahir’in iki kilometre kuzeyinde savaş tüm şiddeti, acımasızlığıyla devam

eder. Burada görevli olan takım kumandanı Teğmen Abdürrahim’dir. Mehmed

Niyazi (2006, 152), Teğmen Abdürrahim’in durumunu şöyle aktarmaktadır:

Takım Kumandanı Teğmen Abdürrahim, ilk raporunda şöyle demişti. “bölgemize bir bölük kadar düşman çıktı; savunuyoruz.” Çok geçmeden gönderdiği ikinci raporda gittikçe zorlandıklarını yazmıştı. “karşımızdaki düşman kuvveti yeni çıkan birlikleriyle bir tabur oldu; savunuyoruz.” Üçüncü raporunda durumun daha da vahimleştiğini bildirmişti. “düşman bir alay kuvvetinde; takımımıza taarruza geçti; savunmaya devam ediyoruz.” Bu onların son sözü, son çığlığı olmuştu.

Müttefikler tüm güçleriyle Gelibolu’nun uç bölgelerine saldırırlar. Bu bölgenin

sorumluluğu Dokuzuncu Tümen Kumandanı Albay Halil Sami’dedir. Albay,

Arıburnu teperlini ele geçiren müttefiklerin, Kocaçimen’e ve daha doğuya

yönelmeleri halinde bütün tümeni kuşatabileceklerini ve cephe gerisiyle

bağlantılarını koparacağını düşünmekteydi. Aynı zamanda Müttefikler, Kocaçimen

ve diğer tepelere yerleştirecekleri toplarla Eceabat ve Boğaz’ın tamamını kontrol

edebilme imkanına sahip olacaklardı.

217

Arıburnu cephesinde, Anzaklar’a karşı Yirmiyedinci Alay mücadele etmektedir.

Mehmed Niyazi (2006, 164), bu cepheyle ilgili şunları kaleme almıştır:

Anzaklar ümitlendikleri bir sırada Yarbay Hüseyin Avni’nin emrindeki Elliyedinci Alay Hızır gibi yetişti ve Yirmiyedinci Alay’ın yanında taarruza kalktı. Çatışma aniden şiddetlendi. Bir taraf denize dökülmemek, diğer taraf Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kabatepe ve diğer stratejik yerleri vermemek için kıyasıya vuruşuyorlardı. Ondokuzuncu Tümen’in Yetmişyedinci Alay’ı güneye indi, Yetmişikinci Alay da Conkbayırı’na ulaştı. Anzakların durumu büsbütün kötüleşti. … Anzak Kolordusu Komutanı General Birdwood, değişik birliklerin hücumlarını Conkbayırı’ında yoğunlaştırmıştı. Aynı yeri donanma topları da hedef almış, koordineli bir şekilde Conkbayırı’na yükleniyorlardı.

Anzak askerlerinden sorumlu General Birdwood, Arıburnu cephesinden çekilmeyi

düşünürken; Seddülbahir’de tutunan General Hunter-Weston’un kuvvetleri ise

Tekkekoyu’na çıkarma yapmaya devam ederek, Aytepe’ye doğru ilerlerler.

Tarih öğretiminde önemli hususlardan bir tanesi de, tarihi bir bütün halinde

kavrayabilmek, tarihsel olaylar arasında mevcut olan bağları tespit edebilme ve

öğrencinin bu bağların farkına varmasına olanak tanımaktır. Tarih öğretiminde

kullanılagelen ders kitapları, konuları belirgin başlıklarla birbirinden ayırmakta, her

olayı kendi başına ele almaktadır. Bu yöntem olaylar arasındaki ilişkinin öğrenciler

tarafından kavranmasını zorlaştırmaktadır. Bu olumsuzluğun ortadan kaldırılmasının

ders kitaplarında yapılacak düzenlemelerin yanı sıra; tarih öğretiminde tarihi romana

ya da tarihsel öykülere başvurularaktan önemli ölçüde ortadan kaldırılabileceği

kanaatindeyiz. Mehmed Niyazi eserlerinde, tarihsel olaylar arasındaki bağlantılara

son derece başarılı bir şekilde değinmiştir. Örneğin Trablusgarp’ta savaşan bir asker,

Balkan Savaşları’nda karşımıza çıkmakta; Balkan Savaşları’nda yer alan bir

kahraman Çanakkale’de karşımıza çıkmakta ya da Yemen’de aynı kahramanın

mücadelesine tanık olmaktayız. Müşir Deli Fuat Paşa’nın oğlu Teğmen Halil,

Balkanlar’da cephedeyken, Çanakkale’deki kanlı çarpışmalarda tekrar karşımıza

çıkmaktadır. Dolayısıyla olaylar arasındaki bağlantılar, tarih öğretiminde öğrenciye

218

aktarılabilinmelidir. Böylece tarihin insan tarafından yapıldığı, insanın bu serüvende

nelerle karşılaştığı daha net anlaşılacaktır. Bu durumda tarihsel düşüncenin

gelişmesini sağlamanın yanı sıra milli şuurun oluşmasında da önemli bir işlev

görülmüş olacaktır.

Çanakkale’de Müttefiklerin saldırılarını sürdürmeleri karşısında Türk birliklerinin

olağanüstü mücadelesi, daha sonra tarih sayfalarında onurlu yerini alır. Bu

mücadeleler sürerken Müttefik Başkumandanı Hamilton, Queen Elizabeth

Zırhlısı’nda Amiral De Robeck, General Carrasthers, Amiral Thursby, Komodor

Keyes ve diğer komutanlarlayken, Anzak Kolordu Komutanı General Birdwood’un

şu mesajı (Mehmed Niyazi, 2006, 176), herkesi derin düşüncelere daldırır.

Tümen komutanlarım, kıtalarının sabahtan beri sürdükleri kahramanca çabalardan, bütün gün süren ağır çatışmalardan sonra takatlerinin tükendiğini ve şimdi de düşmanın nefes aldırmaz şarapnel hücumlarından ötürü, morallerinin bozulduğunu bildirirler. Birliklerinden bir kısmı ateş hattını terk edip, geri çekildiler. Bu zorlu topraklarda dağılan askerleri toplamak imkansız görünmektedir. Yeni Zelanda Tugayı da, düşmanla az önce karşılaştı ve çok kayıplar verdi. Tugayın morali hayli bozulmuştur. Birliklerin yarın sabah yeniden savaşa sevk edimleri kararlaştırılmışsa da sonuç hüsran olacaktır. Ateş hattındaki gedikleri kapayacak ihtiyat birliklerine de sahip değiliz. Arz ettiğim hususların son derece ciddi olduğunu biliyorum, fakat birliklerimiz geri alınacaksa, bu iş hemen yapılmalıdır.

Müttefiklerin saldırıları devam etmekte, Arıburnu’nda başarılı savunmamız Müttefik

kuvvetlerine ağır kayıplar verirken; Seddülbahir’de durum kötüye gider. Aytepe’de

mücadelesine devam eden Oğuz Amca, yapılacak başka bir şeyin kalmaması üzerine

geri çekilmek zorunda kalır. Bu geri çekiliş sonucunda Aytepe, müttefiklerin eline

geçer. Aytepe’yi ele geçiren Müttefik birlikleri Ertuğrul Koyu’nu savunan hattı

arkadan taramaya ve boşluklardan çevreye ilerlemeye başlar. Ertuğrul Koyu’nda beş

mangalık Türk askerinin başında Ezineli Yahya Çavuş bulunmaktadır.

Çelik (2003, 72), Ezineli Yahya Çavuş’la ilgili şu bilgileri aktarmaktadır:

219

Ezine’nin Koçali köyündendir. Karısı ve dört çocuğu köydedir. Balkan Savaşı’nda kahramanlıklarıyla tanınan Yahya Çavuş; tecrübeli, birliğini dirayetle yönetebilen, maneviyat verebilen yiğit bir askerdir. Top menzillerinin daha uzun olması için ne yapılabileceğini düşünür. Oğuz amca’nın en yakın dostudur. Dilinden “Selaten Tüncina”yı düşürmeyen Yahya Çavuş, Seddülbahir’de şehit olur. Savaşın kaderini değiştiren atılımları ile Çanakkale’nin unutulmaz kahramanlarındandır.

Ezineli Yahya Çavuş, Aytepe’yi ele geçiren Müttefiklerin arkadan saldırıları üzerine

Harapkale’ye çekilmenin zorunluluğunun farkına varır ve geri çekilme emri verir.

Arıburnu tarafında gözetleme yerinde bulunan Teğmen Hüsameddin, karşısında

bulunan Seddülbahir’i izlerken, Kumkale’de neler olduğunu merak etmektedir.

Teğmen Hüsameddin’nin yanına gelen muhabere çavuşu Hüseyin, Tabur

Kumandanı’nın şu emrini iletmektedir.

Tümenimizin Otuzbir ve Otuzikinci Alayları Kumkale’de düşmanı denize dökmüşler. Seddülbahir ve Arıburnu’nda tutunmuşlar; amansız hücumlarımızla denize dökülmeye zorlanıyorlarmış. Otuzbir ve Otuzikinci Alaylar yeni görevler için Kumkale’yi terk edeceklermiş. Biz takımımızla Kumkale’nin içinde, denizi gören evlerin birinde bulunacakmışız. Görevimiz düşmana görünmeden, onu gözetlemekmiş. Mecbur kalmadıkça da ateş etmeyecekmişiz. Derhal hareket etmemiz gerekiyormuş (Mehmed Niyazi, 2006, 186–187).

Tarihin bu en kanlı savaşının –Çanakkale Savaşı- bir romanın diliyle, kurgusuyla

okumak her okuyucuda, o savaşı yeniden yaşamaktır. Kişinin (okuyucu) kendi

aktivitesini ifade eden bu durum, tarihsel olayı bütün yönleriyle yeniden

üretmektedir. Okuyucu artık oyunun bir parçası haline gelmiştir, tarihsel bilgiler

kendi gerçekliğine dönüşmüştür. Böylece tarih, öğrenilen bir alan olmaktan çıkıp,

yaşanılan bir alan haline gelmiştir. Bu zihinsel aktivite kuşkusuz okuyucuyu bir

yaratıcı haline, aynı zamanda bir aktöre dönüştürmektedir ki okuyucu zihninde

canlandırdığı savaş alanında bazen emir veren bir komutan; bazen siperden fırlayan

bir asker olabilmektedir. Dolayısıyla kişiyi yaratıcı kılması yönünden de tarihi roman

220

hem eğitim öğretimin genel amaçlarına hizmet edebilmekte, hem de milli şuurun

oluşmasına, tarihsel bilincin kazanılmasında önemli bir hizmet üstlenmektedir.

Çanakkale Savaşı, tarihte eşi benzeri belkide olmayan bir savaştır. Çok uzun süren

bu kanlı cephede olanları anlamak kuşkusuz çok güçtür. Hele bunu kuru kronolojik

bir bilgiyle anlamak, neredeyse mümkün değildir. Çanakkale Savaşı’nı anlamak için

coğrafyasını, hava şartlarını (iklim), yerleşimini bilmek gerekmektedir. Bazen

dondurucu soğuğu, bazen pırıl pırıl parlayan denizi ve güneşiyle bu vatanı vatan

yapan en önemli unsurlardan biri olan Çanakkale Savaşı’nın içinden yazarın şu

aktardıkları (2006, 212), hepimizin canını yakabilmektedir. “Yağmurun şiddeti

gittikçe artıyordu; çamurlarda patlayan şarapneller kocaman çukurluklar açıyor, kısa

bir süre sonra da bu çukurlara sular doluyordu. Çamur deryasında, göl haline gelmiş

siperlerin içinde askerler dişleri kırılırcasına titriyorlardı.”

Müttefiklerin kumandanı Seddülbahir’e ayak bastığında karşılaştığı durum içler

acısıdır. Her yerde cesetler, yaralılar, yerlerde tanınmaz haldeki insan bedenleri…

Bunlar Mustafa Kemal Atatürk’ün “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı

tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözlerini anımsatmaktadır. Ki

Müttefikler cinayet işlemekteydiler. Bu cinayete kurban giden tarihinde nice

medeniyetlerin kurucusu olmuş Anadolu insanı oluyordu, vatanlarından koparılıp

cepheye sürülen Anzaklar oluyordu ve diğerleri…

Mehmed Niyazi Çanakkale Savaş’ını anlatırken aynı zamanda döneme hakim olan

siyasi senaryolara da değinmekte, savaşın nedenlerini derinlemesine aktarmaktadır.

General Hamilton ile Fransız General D’Amade arasındaki şu diyalog ilgi çekicidir.

− Sayın Başkomutan, Müttefikimiz Đngiliz hükümetinin, Đstanbul’u Ruslara vermesini fazla isabetli bulmuyorum. Hamilton, Đngiliz hükümetinin gerçek niyetini biliyordu. Đngiltere dünya ekonomisini ele geçirmenin peşindeydi. Bunun merkezi de Đstanbul’du. Nasıl Ruslara kaptırırlardı? Fakat bunu D’Alade’ye söylemesi mümkün mü idi?

221

− Doğru söylüyorsunuz Sayın General, burada Ruslar için çarpıştığımıza göre, Çar Nikola da Türker’e karşı Kafkaslarda bir cephe açmalı, o bölgede Türkleri ezmeli kuvvetlerinin bir kısmını oraya çekmeliydi. Çanakkale’de de en azından bir kolordularını görmek isterdik. Fakat şimdi bunların üzerinde durmayalım; Đstanbul’u alalım (Mehmed Niyazi, 2006, 216).

Bu gelişmeler olurken Seddülhahir’de Türk birlikleri, geri mevzilere çekilmiş kısa

bir sükûnet yaşanırken; Anzaklar Arıburnu’nda tekrar saldırıya geçerler. Çanakkale

yakınlarında bulunan Barbaros ve Turgut Reis savaş gemilerinin düşman kara

birliklerini zaman zaman dövmesi pek fayda sağlamazken; askerlerimiz üzerinde

uçakların pike yapmalar, bomba yağdırmaları felaketlere neden olur.

Kocaçimen ve Conkbayırı’nda Elliyedinci Alay ile Anzaklar arasındaki kanlı

boğuşma aktarılırken Mehmed Niyazi’nin düştüğü şu dipnot (2006, 222), bu savaşın

boyutları ve dehşeti hakkında bizi düşündürürken, içimizi de burkabilmektedir.

Đngilizler ölülerini kendi mezarlarına taşımak için toplu mezarı açtıklarında, Üsteğmen Mustafa Asım’la Yüzbaşı Woiters’ın cesetlerini birbirine sarmaş dolaş buldular. Mustafa Asım’ın elinde Woiters’ın haçı, Woiters’ın elinde Mustafa Asım’ın muskası çıktı. Oraya bu hususu belirten tabela diktiler.

Müttefikler Sedülbahir ve Arıburnu’nda hiç beklemedikleri bir direnişle karşılaşırlar.

Amaçları Gelibolu Yarımadası’nın güney kesimlerini ele geçirmek, Çanakkale

Boğazı’nı aşmaktı. Müttefik Başkomutanı Hamilton (Mehmed Niyazi, 2006, 230),

… Fransız Tümeni’nden beş taburu daha karaya çıkarmıştı. Her ne pahasına olursa olsun, Sedülbahir Cephesi’ni bu kere yaracaklardı. Kendisi de, karargahı ile Queen Elizabeth Zırhlısı’ndan harekatı takip edecek, karadaki savaşı General Hunter-Weston yönetecek; sayı ve silah bakımından üstün olduklarını bildiğinden ilk saldırılarla Türklerin zayıf yerini tespit edip, oradan bildirecekti. Arıburnu’ndaki göstermelik ateşe karşılık, güneydeki Sedülbahir Cephesi’nde kıyametler kopuyordu. “Birinci Kirte Savaşı” adını alan bu çarpışma, yine her zamankine benzer şekilde, yeri göğü birbirine katan müthiş bir donanma bombardımanı ile başlamıştı. Türk mevzileri, daracık Gelibolu Yarımadası’nın ucunu üç taraftan kuşatan

222

Müttefik savaş gemilerinin çelik yağmuru altında hamur gibi yoğruluyordu.

Kolordu Kumandanı Esat Paşa ile Dokuzuncu Tümen’in Kumandanı Albay Halil

Paşa, tüm dehşetiyle savaşı izlerken, savaşın acımasızlığına da şahit olurlar. Binbaşı

Halit’in emrindeki Yirminci Alay sarsılmaya başlar; Fransızlar Yarbay Kadri’nin

kumandasındaki Yirmialtıncı Alay’a zor anlar yaşatırlar. Seddülbahir’in imdadına

yetişmeye çalışan Ondokuzuncu Piyade Alayı, Yarbay Sabri’nin kumandasında

ilerlemeye çalışır, ancak üzerlerine şarapnel yağdığından rahat ilerleyemezler.

Cephede kanlı çarpışmalar sürerken, “… Đlk defa savaşa katılan Türk uçakları

Fransız siperlerini bombalamakla kalmadılar; Morto Limanı’ndaki çıkarma

iskelelerini de darma dağın ettiler” (Mehmed Niyazi, 2006, 235). Diğer taraftan

Ondokuzuncu Piyade Alayı ve Dokuzuncu Tümen’in üstün gayretleriyle

Müttefiklerin hedeflerine varması yine engellenmektedir.

Fransız’ını, Senegallisini, Anzakını, Đngiliz’ini, Faslısını ve daha nice dünya

coğrafyasından; yurdundan koparılıp kanların içine sürüklenenlerin orada ne işleri

vardı? Kuşkusuz bu eser tarihin peşine düşen ister öğrenci olsun, ister yetişkin olsun

zihnini meşgul edecektir. Ne işlerinin olduğunu elbette bizler biliyoruz. Kısaca

emperyalizm, sömürgecilik deriz, yurdumuzu parçalamak, Anadolu’yu işgal etmek

deriz. Ancak bu durumu bu denli basitleştiremeyiz. Tarih öğretiminde gencecik

beyinlerin kuru kronolojik tarihsel bilgilerle ya da klişeleşmiş sözlerle doldurmanın

ötesinde, az önce bahsettiğimiz durumun öğrencinin zihninde vukuu bulması, milli

şuurun ve tarih şuurunun o şahısta gerçekleşmesi demektir. Böylece öğrenci, olayın

aktif katılımcısı olmuş, olayı yaşayan, olayın içinde nedenler ortaya koyan;

sonuçlarla ilgili çıkarımlarda bulunan, genellemeler yapan bir yaratıcıdır. Ki bizim

beklentimizde eğitim öğretim aşamasında, öğrencinin yaratıcı düşünceye sahip

olması, karşılaştığı sorunlara çözümler bulmasıdır. Bu anlamda da tarihi romanın

tarih öğretimindeki yerinin yadsınamaz nitelikte olduğunu düşünmekteyiz.

Çanakkale’de çok ağır şartlarda vahşet devam ederken, karşılıklı saldırılar, baskınlar,

birbirlerinin siperlerine giren her iki tarafın askerlerinin kılıçla, süngüyle devam eden

boğuşmaları… Ve Çanakkale’de bu durum bir türlü bitmek bilmez. Sekiz buçuk ay

223

devam eder. Müttefikler bir geri çekilip bir saldırırken; Türk birlikleri yeni takviyeler

alıyor, savunmasını güçlendirerek sürdürür. Türk kumandanlar, fırsat buldukça

durum değerlendirmesi yapmak, strateji geliştirmek için toplantılar yaparlar.

Esat Paşa, petrol lambasının aydınlattığı toprak altındaki karargâhında tümen kumandanlarıyla bir toplantı yaptı. Toplantıya Dokuzuncu Tümen’in Kumandanı Albay Halil Sami, cepheye intikal etmek üzere bulunan Yedinci Tümen’in Kumandanı Albay Remzi, Đstanbul’dan gelmekte olan Onbeşinci Tümen’in Kumandanı Albay Mehmet Şükrü katılmıştı (Mehmed Niyazi, 2006, 251).

Türk tarafında bu toplantı yapılırken, Müttefik komutanı Hamilton ise şu planı

(Mehmed Niyazi, 2006, 261) yapmaktaydı.

En kısa zamanda, özellikle Alçıtepe’yi ele geçirmeleri şarttı; çünkü o tepe ele geçirilince, Sedülbahir Cephesi’ndeki Türk savunmasının omurgası kırılacaktı. Bunun için gerekli hazırlıkları da tamamlamıştı. Gizlice Arıburnu Cephesi’nden beş topçu bataryasını Sedülbahir’e kaydırmıştı. Yoldaki iki Fransız tümeninin öncüsü olarak cepheye intikal eden iki taburu da ateş hattına sürmüştü. Adalardan getirilen askerlerle de bütün birliklerin eksiklikleri tamamlanmıştı. Đngiliz ve Fransızlar’ın seçme askerlerinden oluşan Seksen Sekizinci Tugay ile Seksen Yedinci Yeni Zelanda Tugayı saldırıyı başlatacaktı. Çok güvendiği bu iki tugayın bütün birlikleri kelimenin tam anlamıyla olağanüstü hazırlanmıştı; en küçük birimin komutanına bile nokta görevi verilmişti; kim nereyi ele geçireceğini gayet iyi biliyordu. Panikten de endişelenmesine gerek yoktu; bir tugay da arkalarından destek verecekti.

Çanakkale Savaşı’nda Türk birliklerine en büyük kayıpları verdiren unsurlardan biri

de sahilin âşıklarından (zırhlılar) açılan ateş oluyordu. Seddülbahir Cephesi’ne

devamlı saldırıda bulunup büyük kayıplara neden olan Goliath ve Cornwalis

Zırhlıları Morto Koyu’nda demirlemişlerdi. Esat Paşa bu konuda çok rahatsız olur ve

bir çarenin peşine düşer. Esat Paşa, altı yüz yirmi tonluk küçük bir torpido olan

“Muavenet-i Milliye” gemisinin kumandanı Yüzbaşı Ahmet Saffet’i bu görev için

seçer. Ahmet Saffet de üzerine düşen görevi layıkıyla yapmak üzere yardımcısı

Yüzbaşı Firle ile gerekli hazırlıkları yapmaya başlar. Mehmed Niyazi (2006, 273–

274) devamını şöyle aktarmaktadır:

224

[Yüzbaşı Ahmet Saffet]:

— Ateş! Emriyle elini de indirdi. Bir anda Muavenet-i Milliye’den peş peşe üç torpil fırlatıldı. Üç torpil de tam isabet edince, Goliath önce şiddetli bir zelzeleye tutulmuş gibi sarsıldı; koskoca zırhlı dalgaların arasında fır dönerken, ışıkları söndürülen Muavenet-i Milliye’nin çarklarına hız verildi. Üç dakika içinde gömüldüğü sular fokur fokur kaynıyordu. Çevredeki nöbetçi kruvazörler, kurtarma gemileri hareketlendi, göz gözü görmeyen karanlıkta ortalık birbirine girdi. Ne gemi komutanından, ne de beşyüzyetmiş personelinde bir sinyal dahi alamadılar.

Mehmed Niyazi, Çanakkale Savaşı’nın tüm aşamalarında olayın tarihsel gidişatına

sadık kalarak ele aldığı eserine bir de harita eklemiştir (2006,272). Haritada

Çanakkale Boğazı çevresiyle birlikte verilmektedir. Müttefiklerin çıkarma yaptıkları

alanlar, kara Savaşlarının yoğunlaştığı cepheler tek tek belirtilmektedir. Bu haritanın

incelenmesi, bölgenin coğrafi yapısı hakkında önemli bilgiler vermektedir. Ayrıca

savaşın akışının anlaşılmasında büyük katkı sağlamaktadır. Burada şu önemli hususa

değinmekte de fayda olduğu düşüncesindeyiz. Coğrafya tarihe yardımcı bir bilimdir.

Tarihin herhangi bir zamanında meydana gelen olayın yerini belirleyemediğimizde,

tarihsel olay olarak nitelemekte eksiklik olduğunu fark ederiz. Savaşlar genelde karşı

tarafı oluşturan düşmanla yapılmasının yanı sıra, mücadelenin önemli bir bölümü de

savaşın geçtiği coğrafya ile verilmektedir. Savaşın cereyan ettiği alanda stratejik

noktaları ellerinde bulunduran, geçiş yollarına hakim olan taraf her zaman daha

avantajlı olmaktadır. Dolayısıyla Çanakkale Savaşı veya başka herhangi bir tarihsel

olayın öğrencilere aktarılmasında, özellikle eğitim öğretim aşamasında, savaşların

cereyan ettiği bölgenin coğrafi özelliklerinin de verilmesi konunun anlaşılması

açısından son derece önem taşımaktadır.

Çanakkale’de savaş ilerledikçe Türk ordusu da planlamasını gelişmelere göre

güncellemekte, yeni stratejiler ortaya koymaktadır. Gelibolu Yarımadası’nda yığılan

birliklerin tek merkezden yönetilmesinin güçleşmesi sonucunda yeni birimlerin

kurulması gerekliliği ortaya çıkar. Mehmed Niyazi (2006,275–276), gelişmeleri

şöyle aktarmaktadır.

225

… Cephe ikiye bölündü; Arıburnu cephesi Kuzey Grup Kumandanlığı, Sedülbahir cephesi de Güney grup Kumandanlığı tarafında yönetilecekti. Kuzey Grup Kumandanlığı’na Esat Paşa tayin edildi; iki grup kumandanlığının gerektiğinde yardımlaşmaları ümidiyle de kardeşi Vehip Paşa Güney Grup Kumandanlığı’na getirildi. Bu iki kardeş, Balkan Savaşı’nda, Yanya’da örnek bir dayanışma sergilemişlerdi. Başkumandan vekili ve Milli Savunma Bakanı Enver Paşa cepheye geldi. Libya ve Balkanlar’daki başarılarından dolayı ünü bütün ülkeyi kaplamıştı; genç, orta boylu, bıyıklı olan Paşa’nın ağır başlı bir hali vardı. Yanında Limon Von Sanders, Esat Paşa, Vehip Paşa, Cevat Paşa, General Weber, General Trommer ve daha pek çok yüksek rütbeli subay bulunuyordu. Oğuz Amca, Yahya Çavuş, Yusuf, Hasan Şakir ve diğer askerler siperlerden onlara bakıyorlardı.

Enver Paşa, Ordu Komutanı Liman Von Sanders ve diğer kumandanlarla Esat

Paşa’nın karargahında yaptığı toplantıda durum değerlendirmesi yaparak, bir an önce

düşmana karşı zafer getirecek hareketlere girişilmesi gerektiğini; aksi takdirde

Balkan devletlerinin Müttefiklerin tarafına geçebileceğini, aynı zamanda çarlık

rejiminin kendini güçlendireceğini belirtir. Yapılan görüş alış verişleri sonucu,

Yarbay Hasan Askeri’nin kumandasındaki Đkinci Tümen’le Arıburnu cephesinde

hücum yapılması kararı alınır. Đkinci Tümen saldırı planını yaparken, Müttefikler

Arıburnu’ndaki hareketliliği fark ederler. Mehmed Niyazi (2006, 281), gelişmeleri şu

şekilde aktarmıştır.

[Arıburnu bölgesindeki] Anzak Kolordusu devamlı alarm halindeydi. Türklerin cüretinden korkan hale gelen Başkomutan Hamilton cephenin kuvvetlendirilmesi lüzumunu duymuş, adalardaki son ihtiyatları karaya çıkarmakla yetinmeyerek, Seddülbahir’deki bazı kuvvetleri de gizlice Arıburnu’na kaydırmıştı. Zaten Anzaklar karaya çıktıklarından beri siperler, irtibat hareketleri, makineli tüfek mevziler, kum torbalarıyla keskin nişancıları yerleştirdikleri mazgallar yapmışlar, getirdikleri kalaslarla da ihtiyaç duyduklarını sağlamlaştırmışlardı. Elverişli olan her yere de ağır obüs bataryaları kurmuşlardı.

Müttefikler bu hazırlıkları yaparken Binbaşı Kasım gece yarısı “hücum” emrini verir.

Mehmed Niyazi (2006, 283), Türk askerleriyle ilgili şöyle betimleme yapmaktadır.

226

Hücum bütün Arıburnu Cephesi’nde aynı anda başladı. Ne silah patladı, ne hücum borusu çaldı; ne de yüzyıllardır düşmanın yüreğine korku salan “Allah! Allah!” sedaları duyuldu. Sadece subaylar önde, Mehmetçikler arkada, süngüleri takılı tüfekleri elde, sırttan aşağı dalgalar halinde akmaya başladılar. Karanlıkta koyu gölgeler ve süngülerin parıltıları görülüyordu.

Müttefikler siperlerden açtıkları ateşle Arıburnu’nu kan gölüne çevirirler.

“Durmadan biçen makineliler, patlayan bombalar, şarapneller Şehittepe’yi,

Sivritepe’yi, Merkeztepe’yi, Yüksektepe’yi ceset yığınlarıyla dolduruyor ve kan

seline boğuyordu” (Mehmed Niyazi, 2006, 285).

Arıburnu’ndaki vahşet karşısında yapacak bir şeyin olmadığını gören Tümen

Komutanı Hasan Askeri, Esat Paşa’ya harekatın durdurulması gerektiğini bildirdi.

Esat Paşa’nın emriyle taarruz durduruldu.

Çanakkale’de sadece karşı tarafla savaşılmıyor, aynı zamanda kızgın güneşle,

çalılıklarla, fundalıklarla, uçurumlarla, susuzlukla savaşılıyordu. Arıburnu’nda

binlerce şehit verilmişti. Đki taraf arasında kalan şehit cesetleri, kızgın güneş altında

kokmaya başlamış, yaralılar kan kaybından ölüyorlar. Đnsanın yüreğini bıçak gibi

kesen bu duruma kimse dayanamıyordu. Mehmed Niyazi (2006, 290), gelişmeleri

şöyle aktarmaya devam eder:

Saat dört sularında Kızılhaç bayrağının düşman siperlerinde dalgalandığını tabur Kumandanı Binbaşı Kasım’a haber verdiler. O, hemen Alay Kumandan’ına, o da tümen Kumandanı’na, Tümen Kumandanı da Kuzey Grup Kumandanı Esat Paşa’ya bildirdi. Esat Paşa “ tarafımızdan da bir Kızılay bayrağı çıkarın; hatlarımızın arasında birleşmelerine izin verin ve ne istediklerini sorun” emrini verdi. Teğmen Ali’nin taşıdığı Kızılay bayrağı da Türk siperlerinde görününce, Kızılhaç bayrağı ile bir Đngiliz binbaşısı Türk siperlerine doğru yürümeye başladı. Teğmen Ali de ona doğru yürüdü. Siperlerin orta yerinde buluştuklarında, birbirlerini selamladılar. Binbaşı Majör: — Ekselans ölüler kokuyorlar, yaralılar kan kaybından ölüyorlar, dedi. Ölülere son görevimizi, yaralılara insani hizmetleri

227

yapabilmemiz için yarın saat ondan, saat dörde kadar silah bırakılmasını teklif ediyoruz.

Bir günlük ateşkes antlaşması sırasında taraflar yaralıları toplayıp, şehitleri

kaldırırken aniden açılan ateş sonucunda iki taraf da tetiğe sarılır ve ortalık tekrar ana

baba gününe döner. Bu kaosta yaralılara yardım eden görevlilerde hayatını kaybeder.

Bu durum iki tarafı da üzer. Müttefik Kolordu Komutanı General Birdwood, Esat

Paşa’ya yazdığı mektupta üzüntüsünü belirttikten sonra, bir günlük ateşkes ilanı

talebinde bulunur. Esat Paşa, Đngilizce ve Fransızcayı iyi bilen Ohrili Kemal’i

görevlendirir. Müttefik karargahına giden Ohrili Kemal, Binbaşı Grattan ile bir

günlük ateşkes antlaşmasının metnini hazırlayıp imzalarlar. Ohrili Kemal dönüşünde

Müttefik Orduları Komutanı Hamilton’un şu mektubunu Esat Paşa’ya iletir.

“Ekselans;

Đki siper arasındaki ölüleri gömmek, yaralılara karşı insani görevimizi yapmak üzere geçici ateşkes antlaşması sağlanması için bir Kurmay Binbaşı her türlü takdire ve teşekküre layıktır. Ordumuz adına görevlendirilen Kurmay Binbaşı Grattan ile yaptıkları antlaşmanın eksiksiz uygulanacağına dair inancımı belirtir, hürmetlerimi sunarım” (Mehmed Niyazi, 2006, 296).

Dünya tarihinde benzerine ender rastladığımız böylesi bir olay edebiyat olmadan

öğrenciye nasıl anlatılır. Bu durumu, genel siyasal algılayışı düşük olan ilköğretim

hatta orta öğretim öğrencilerine aktarmak, ancak bir edebi tür aracılığıyla mümkün

olabilir kanısındayız. Mehmed Niyazi, yukarda bilgilerini verdiğimiz, savaş içinde

ateşkes yapılmasının, aktarımını yaparken insani yönü vurgulamaktadır. Bu

vurgulama yapılırken, okuyucu kendini durumun içinde hissetmekte, olayın bir

kahramanına dönüşebilmektedir. Daha öncede belirttiğimiz gibi tarihi roman

okuyucusu, kendisi de olayın içinde olduğundan her daim bir yaratıcı faaliyet

içindedir. Mazide yaşanan olay, okuyucunun yaratımıyla yeniden yaşanmaktadır. Bu

zihinsel süreçte elbette ki okuyucu kendinden de bir şeyler katacaktır olaya. Ancak

okuyucunun burada olaya kattığı, aslında olayın özünü zedelememekte, tam tersine

zenginleştirmektedir. Çünkü okuyucunun yaptığı, dönemi, tarihi, olayın akışını

yeniden yaratmak değil; o dönemin, tarihin, olayın akışı içindeki insanın hissini,

228

duygusunu, düşüncesini yeniden yaratmaktır. Tarih bilimcisi, öğreticisi de, tarihi

öğrenme serüvenine girişen öğrenenden benzer şeyler beklemektedir. Bu tarih

bilincidir, bu bir şuurdur, bu bir yaratımdır.

Yapılan bir günlük ateşkes antlaşmasından sonra, savaşın acımasız planları tekrar

hazırlanmaya başlanır. Müttefikler, Türklerin ağır kayıplar vermesinden yararlanarak

sağladıkları yeni kuvvetlerle tekrar saldırıya geçip, Seddülbahir’deki Alçıtepe’yi ele

geçirmeyi amaçlar. Çünkü Alçıtepe son derece stratejik bir yerdi. Buranın ele

geçirilmesiyle Müttefikler Çanakkale Boğazı’na, Gelibolu Yarımadası’nın güney

kesimlerine, Kilitbahir-Çanakkale hattı da dahil tüm bölgeye hakim olabilirlerdi.

Müttefikler bir yandan Colling Wood kıtaları eşliğinde; bir yanda Fransızların

Norbonne Aslanı olarak ünlenmiş Gouround komutasında Fransız birlikleri saldırıya

geçer. Alçıtepe önünde verilen inanılmaz mücadele sonucunda bölgenin

Müttefiklerin elline geçmesinin önüne geçilir. Ancak Çanakkale’nin eşsiz

kahramanlarında Ezineli Yahya Çavuş bu çarpışmalarda şehit düşer.

Tüm acımasızlığıyla devam eden savaşta Müttefik kuvvetlerin komutanı Hamilton,

Đngiltere’den yeni kuvvetler ister. Bu durum Londra’daki Savunma Konseyi’nde

tartışmalara neden olur. Ancak Çanakkale Savaşı önemliydi ve burada mutlaka

başarıya ulaşmalıydılar. Bu cepheye yeni kuvvetlerin gönderilmesi kararlaştırılmış,

Hamilton bir yandan sevinirken, bir yandan da bunun son şansı olduğunu

düşünmektedir.

Müttefikler her an farklı bir yöntemle saldırıya geçerken, kara topçusu ve

donanmanın yaptığı bombardıman ise bir türlü bitmek bilmemektedir. Kara topçusu

ve donanmanın bombardımanını, adalardan kalkan uçaklar devam ettiriyordu.

Mehmed Niyazi (2006, 326–327), olayın akışına şöyle devam etmektedir.

Topçular ateşi kestikten biraz sonra uçaklar bombalamaya başladılar. Uçaklalar daha tehlikeli oluyordu. Tepelerin ardına, vadilere gizlenen Türk askerlerini buluyor, bomba yağdırıyorlardı. Müttefik uçakları kaybolunca, bazen Çanakkale’den bir Türk uçağı havalanıyor, düşmana kayıp verdirmekten çok, Türk askerlerine moral vermek için karşı siperleri bombalıyordu. Askerler de buna “Tek Kuyruk” adını

229

takmışlardı. Türk mevzilerin üzerinden uçarken siperlerden “Haydi tek Kuyruk” diye bağırırlardı. … Günlerden beri süren, daha ne kadar süreceği de belli olmayan bu bombardımanın ardından korkunç bir saldırı başlayacağına kanaat getiren Esat Paşa ve Kurmay Heyeti Anadolu Yakası’ndaki kuvvetlerin bir kısmının Rumeli’ye geçirilmesine karar verdiler. Teğmen Hüsameddin’in gözetleme görevi yapan takımının dahil olduğu Üçüncü Tümen de Gelibolu’ya geçme emrini aldı. Kumkale’den Çanakkale’ye gece yürüyüşle geldiklerinde, onları karşıdaki Akbaş Köyü’ne geçirecek Şirket-i Hayriye vapurları bekliyordu. Katı bir disiplinle bindikleri vapur dolunca hemen hareket ediyordu.

Esat Paşa’nın da öngördüğü gibi uzun süren bombardımandan sonra Fransızlar

Kerevizdere’ye, Đngilizler ise Zığındere bölgesine saldırır ve kanlı boğuşmalar

yeniden başlar. Bu boğuşmalarda Hasan Şakir’in şehit düşmesi, Oğuz Amca ve

Yusuf’u tarif edilmez bir hüzne boğar. Hasan Şakir’in babası Dömeke’de şehit

olmuştu; annesini ise bir yaşındayken kaybetmişti. Tıbbiye öğrencisi olan Hasan

Şakir, müderris olan dedesi Rasih Efendi ile birlikte Đstanbul’da yaşıyordu. Yakışıklı

ve dürüst kişilikli olan Hasan Şakir, vatan sevgisini her şeyin önünde görerek savaşa

katılır.

Medeniyetlerin beşiği Anadolu, aynı zamanda acının, feryadın, bin bir yılın bin bir

acının da yurdudur. Anadolu bağrına kılıç yemiş, Anadolu bağrına ok yemiş,

Anadolu bağrına kurşun yemiş, Anadolu bağrına bomba yemişti. Her ok, her kılıç,

her kurşun, her bomba Anadolu’da, Anadolu anasının bağrına değiyordu. Bu güzel

yurdun bu güzel insanı kaç evladını bu topraklar uğruna, bu topraklara gömmüştü.

Ve şimdi Çanakkale kaç ocakta kaç yangın çıkarıyordu. Bizler tarihi olayları

öğrenirken, bunları ne kadar hissedebiliyoruz, içimizde bir kıvılcım tutuşup geleceğe

ışık tutabiliyor mu? Bizce edebiyatın gizemi ve güzelliğiyle birlikte bütünleştirilmiş,

olayları tüm boyutlarıyla ele alan bir yöntemle tarihi olaylar işlenmelidir. Sık sık

tekrarladığımız gibi, eğer anlatılan bir savaşsa, bu olay sadece cephede yaşananlarla

sınırlı bırakılmamalı; ya da sebep-sonuç ilişkisine indirgenip pragmatist bir

yaklaşıma sıkıştırılıp, özünden koparılmadan hem cephedeki, hem de cephe

gerisindeki insani ruhu, hissi, duyguyu birlikte aktarabilmelidir. Mehmed Niyazi de

230

eserlerinde sık sık bu durumu işlemiş ve olayı bir bütün olarak görmemize olanak

sağlamıştır. Bunu şu örnekle destekleyebiliriz:

Mahalle bakkalından sönük bir ışık sokağa vuruyordu. Rasih Efendi ekmek almak için dükkana girdiğinde elinde ufak bir teneke bulunan çocuk bakkal Mekki Efendiye derdini anlatmaya çalışıyor. Çocuğun her halinden de sıkıldığı anlaşılıyordu. — Annem, Mekki Efendi Amcan, bu tenekeye un koysun, dedi. Çanakkale’den dönünce babamın vereceğini söyledi. Mekki Efendi düşünceli düşünceli çocuğa bakıyordu. Anneleri babalarının şehit olduğunu çocuklarından gizliyordu. Şehit olmasa bile, nasıl ödeyecekti? Merhameti onu iflasın eşiğine getirmişti. Vermezse, bu çocuklar ne yiyeceklerdi? … Müderris Rasih Efendi, Bakkal Mekki Efendi’nin düşüncelerini okurken, yüreği dilim dilim doğranıyordu (Mehmed Niyazi, 2006, 338).

Çanakkale Savaş’ının başlamasıyla Seddülbahir Cephesi’nde Dokuzuncu Tümen

Albay Halil Sami kumandasında savunma halindeydi. Oğuz Amca’nın, Yusuf’un,

Akyazılı Mehmet’in de içinde bulunduğu Ondokuzuncu Tümen’in geriye

çekilmesiyle, Seddülbahir’in sorumluluğu Albay Refet’in komutasındaki onbirinci

Tümen’ne verilmişti. Müttefikler tekrar Seddülbahir’e yoğun bir şekilde bomba

yağdırmaya başlar. Günlerce süren bombardımanın ardından, Hint Tugayı ile

desteklenmiş Đngilizlerin Yirmidokuzuncu Tümen’i saldırıya geçer. Çok güçlü bir

saldırı gerçekleştiren Đngilizlere karşı Onbirinci Tümen’in ağır kayıplar vermesi

üzerine, Dokuzuncu Tümen de tekrar cephedeki yerini alır. Cephedeki gelişmeler bu

şekilde seyrederken, yazarın, Yanyalı Hulusi ile ilgili anlattığı anekdotu savaşın

gerçeğini gözler önüne sermesi itibariyle aynen aktarıyoruz.

Albay Halil Sami yürürken, birkaç metre önlerinde bir erin siperden fırlayıp çıktığını, tekrar sipere döndüğünü gördü. Güpegündüz bunu nasıl ve niçin yapardı? Er, yaklaştıklarının farkında değildi; bir daha siperden fırladı; geri dönerken bir el bombası patladı. Albay Halil Sami yanına yaklaştı:

- Ne yapıyorsun evladım?

Yanyalı Hulusi esas duruşa geçti, terli yüzü de kızardı.

231

- Bomba atıyorum, kumandanım. - Niçin siperden çıkıp, tekrar dönüyorsun? - Tahminen atmak, bombayı yazık etmektir. Attığım yeri

görmek için dışarı çıkıyor, tekrar sipere dönüyorum.

Albay Halil Sami, Emir Subayı’na:

- Adını, künyesini alınız, dedi. Vehip Paşa hazretlerine bildirelim, mükafatı gerektiren bir olaydır.

Sonra Yanyalı Hulusi’ye döndü.

- Aferin evladım; ama dikkatli ol. Asker düşmanı yok etmeli; kendini de korumalıdır.

Karargaha döndüklerinde Emir Subayı, durumu hemen Güney Grup Kumandanlığı’na bildirdi. Kumandanlıktan mükafatlandırılmasına dair emir geldiğinde, Emir Subayı telefonla Bölük Kumandanı Yüzbaşı Necdet’i aradı.

- Alo Necdet Bey, bölüğünüzün Đkinci Takımı’nın bombacı erlerinde Yanyalı Hulusi’nin maddi ve manevi teltife layık bulunduğuna dair yazı Güney Grup Kumandanlığı’ndan geldi. Yarın sabahki teftişte Tümen Kumandanı ona verecek. Bilginiz olsun.

- Sizinde takdir buyurduğunuz gibi, gerçekten taltife layık olan Yanyalı Hulusi maalesef iki saat önce şehit düştü.

Telefonu kapatan Emir Subayı Albay Halil Sami’nin yanına gitti:

- Taltife layık görülen Yanyalı Hulusi iki saat önce şehit olmuş.

Bakışları durulan Albay Halil Sami kendini toparlamakta fazla güçlük çekmedi.

- Demek ki, Cenabı Allah, bizzat taltif etti (Mehmed Niyazi, 2006, 347-348).

Müttefikler adalardaki tüm ihtiyat kuvvetlerini Seddülbahir’e kaydırırlar. Hamilton,

Türk direncinin kırılacağı ümidini taşıyor ve Fransız ihtiyatlarını da bölgeye kaydırır.

Buna karşılık Türk tarafından da cepheye yeni kuvvetler kaydırılır. Mehmet Ali Paşa

iki tümeniyle bölgeye kaydırılırken; Keşan ve Gelibolu’dan da birliklerle cephe

güçlendirilir. Seddülbahir’de kıyım böylece devam eder ve siperler durmadan el

değiştirir. Seddülbahir’de kanlı bir çatışma biter, yeni hazırlıklar yapılır ve yeni bir

232

kanlı çatışma başlar. Müttefik kuvvetler her çatışma sonrasında yeni birliklerle

cepheyi kuvvetlendirirken; Türk tarafı da Seddülbahir Cephesi’ne yeni kuvvetler

kaydırır ve hazırlıklarına devam eder. Yine kanlı bir çatışmadan sonra Esat Paşa,

ordunun Kurmay Başkanı Albay Kazım Bey’le yaptığı görüşmede, Albay Fevzi

kumandasındaki tümen ve General Trommer’in komutasındaki Ondördüncü

Kolordu’nun Sedülbahir Cephesi’ne kaydırıldığı bilgisini almaktadır. Bu arada

Đngiltere’de de siyasi çalkantılar başlamış ve hükümetin devamı Çanakkale’de elde

edilecek bir başarıya bağlanmıştı. Bu nedenle Hamilton’nun istediği yardım Milli

Savunma Bakanı Lord Kitchener tarafından karşılanıyordu.

Müttefikler başlattıkları yeni bir saldırıda, yine ortalığı kana bularlar. Her iki taraftan

da çok büyük kayıplar verilir, ancak Müttefikler bir türlü amaçlarına ulaşamaz. Bu

arada, Adalardan kalkan uçaklar da türk mevzilerine bomba yağdırırlar. Savaş

Seddülbahir’de tam bir kısır döngüye dönüşürken, aynı zamanda bir can pazarı

yaşanmaktadır. Savaş alanı coğrafi faktörün etkisiyle de inanılamaz bir hal alır.

Güneş ortalığı kavuruyor, her tarafta cesetler, yaralılar ve insan kanıyla beslenen

sinek sürüleri. Bu durumu Mehmed Niyazi (2006, 372), şöyle anlatmaktadır.

Doğu ufkundan sıyrılan güneş, batışına kadar ortalığı kasıp kavuruyor; siperleri, zeminlikleri, korunakları fırın haline getiriyordu. Öyle sıcak oluyordu ki konserve kutularındaki sığır etlerinin yağları eriyor, madeni tabaklara el değmiyordu. Đğrenç bir afet halini alan sinekler ise siperlerin arasında yatan cesetlere konuyorlar; abdesthaneleri, iki ordunun süprüntülerini, çöplüklerini dolaşıyorlardı. Đnsan kanıyla beslenmiş bu yaratıklar, pis kurtlar yiyeceklere karışıyor, suyla içiliyordu. Dizanteri iki tarafın ordusunda da yayılmıştı. Askerlerin bazıları kendilerini helaya götüremeyecek kadar zayıf düşmüşlerdi. Hastaneler tıklım tıklım dolmuş, hastalık savaştan daha yıkıcı hale gelmişti. “Meraklanma, ölmezsin” sözü doktorların ağzından eksik olmuyordu; ama hastalar bir bir ölüyordu. Cesetlerini çarşafına sarıp, en yakın mezarlığa gömmeleri de hastalarda moral bırakmıyordu. Atlarla çekilen arabalarda dizanterili hastalar toplanıyor, sahile taşınıyordu; oradan hastaneye sevk edilinceye dek mavnanın içinde, güneşin altında kalıyor, pek çoğu ruhunu teslim ediyordu.

Müttefik kuvvetleri, Hamilton’un istediği kuvvetler ve Lawland Tümeni’yle gücünü

artırırken; Türk birliklerinin de taze kana ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç doğrultusunda

Onuncu, Onüçüncü ve Ondördüncü Alaylar Seddülbahir’e hareket ettirildiler.

233

Ondördüncü Alay’ın Kumandanı Albay Riza, tabur komutanları Binbaşı Kazım ve

Binbaşı Abdülkadir’le birlikte hareket eder. Cepheye intikal eden Ondördüncü Alay,

Yirmialtıncı Alay’ın yerini alır. Bu gelişmeler sürerken, Müttefikler Alçıtepe’ye yeni

bir saldırı düzenlerler. Onbirinci Kolordu Komutanı Weber Paşa, Şükrü Paşa

kumandasındaki Onbeşinci ve Celal Bey kumandasındaki Dördüncü tümenleri ileri

sürüyor ve günler süren çok kanlı çatışmalardan sonucunda Müttefikler geri

çekilirken; Türk tarafı da çok ağır kayıplar vermiş, Şükrü Beyin kumandasındaki

Yirmidördüncü Alay’ın hemen hemen tamamı şehit olmuştu.

Yukarda da görüldüğü gibi tarih hiçte sıkıcı, hiçte tekdüze, monoton değil. Tarih

içinde binlerce acı, binlerce özlem, binlerce hüsran barındırıyor. Aynı zamanda bir o

kadar da sevgi, neşe, mutluluk barındırıyor. Buradaki temel sorun sıkıcı, tekdüze

olan, insanı içinde barındırmayan tarih ders kitapları ve bu kitaplar doğrultusunda

işlenen dersler olmaktadır. Ders kitapları, öğrenciye mazide yaşanan olaylarda yer

alan insanın hissini verememektedirler. Đnsani hissi yakalayamayan öğrenci için bu

durumda tarih dersi yapılması gereken bir iş olarak görülmektedir.

Daha öncede belirttiğimiz gibi, geçmişte yaşanan olaylarda yer almış insanların

hissini vermek, duygusunu yaşatmak edebi eserle mümkün olabilmektedir.

Dolayısıyla tarihi olayın, yaşandığı haliyle duygusunu yakalayan öğrenci için o tarihi

olay artık yaşamının bir parçası olma durumunu arz etmektedir. Bu nedenle tarih

öğretiminde edebi eserlere, özelliklede tarihsel öykü ve romana yer vermek tarih

öğretimine büyük katkılar sağlayacağı gibi, tarihi de okullarda okutulan sıkıcı bir

ders olmaktan çıkarır. Ancak bu durumda tarihsel bilinç oluşabilir ve tarihin en

önemli işlevlerinden biri olarak görülen milli şuurun oluşumuna zemin hazırlanmış

olunacaktır. Bizde “Çanakkale Mahşeri”ni okurken, Çanakkale Savaşı’nın sadece

olmuş-bitmiş bir olay olmadığı duygusunu eserde bulduk. Kendimizi o dönemde,

yani Birinci dünya Savaşı yıllarında ve Anadolu topraklarında kendimizi savaşın

içinde bulduk. Yaralandık, ölen arkadaşlarımızı gördük, susuz kaldık, aç kaldık,

bazen bir tahin kurtardı bizi, bazen bir tümsek, bazen kanımızı donduran

arkadaşımızın cesedi siperimiz oldu. Ve bu memlekette yaşamanın bedellerinin ne

kadar ağır bir şekilde ödendiğine şahit olduk.

234

Arıburnu ve Seddülbahir’de savaş devam ederken Türk birlikleri şaşırtıcı bir durumla

karşılaşırlar. Türk birliklerine aman vermeyen, yaptıkları top atışlarıyla çok sayıda

askerimizin şehit olmasına sebep olan zırhlılar tek tek batar. Önce Trumpf Zırhlısı

ardından Majeste Zırhlısı sulara gömülüyor ve buna bir anlam verilemiyordu. Bu işin

denizaltı işi olduğu dillendiriliyor ama nasıl. Şöyleki Majeste ve Trumpf’u batıran

Alman Binbaşı Otto Hersing’in kumandasındaki U21 denizaltısı Boğaz’dan girip,

Çanakkale’ye çıkarak halkın büyük coşkusuyla karşılaşmaktaydı.

Seddülbahir’de kanlı çatışmalar sürerken, Arıburnu’nda tam bir barış havası

esiyordu. Askerler arasında diyaloglar ve birbirlerine hediyeler vermeye başlanmıştı.

Savaşın içinde, savaşanların insan olduğu ve insanın olduğu her yerde savaşın ve

kavganın dışında daha insani birtakım olayların olabileceğinin en güzel örneğidir,

Çanakkale’de Anzaklar ve Türkler arasındaki bu olay. Mehmed Niyazi (2006, 411–

412), şöyle devam etmektedir.

Đlk zamanlar uzaktan birbirlerini görünce bir tüfek patlardı; bazen bu tüfeği bir başka tüfeğin patlayışı takip eder, bazen etmezdi. Gittikçe birbirine alışır oldular; günler geçtikten sonra, birbirlerini görünce, çoğunlukla tüfek patlamaz; hatta karşılıklı el sallarlardı. Birbirlerini birkaç defa görenlerin arasında sanki dostluk da peydahlardı. Anzaklar “Coni Türk” diye bağırırlar, Türkler de “Hey Mıster”le karşılık verirlerdi. Bazılarını arasında haberleşme bile başlamıştı. Şefik, Recai ve diğer tıbbiyeli öğrenciler, ele geçirdikleri kağıtlara, “Đstanbul dünyanın en güzel şehri; savaştan sonra misafirimiz olun” gibi cümleler yazarlar, bir taşa sarıp, fırlatırlardı. Charles ve arkadaşları da cevap verirlerdi. “Đstanbul’un güzelliğini duyduk, fakat Sidney’de güzel; siz buyurun.” Şefik, Recai kesekağıdına koydukları lokumu, kuru üzümü karşılarındaki siperlere atarlardı. Yanlarına da kağıda sarılı konserve kutuları, çikolata paketleri düşerdi. Kağıda da “Coni Türk lokumun güzeldi; ümid ederim ki sen de konservemizi beğenirsin” yazarlardı. Şefik ve Recai, Anzakların konservelerini sevmezlerdi; her ne kadar dışların da sığır resmi varsa da, domuzla aynı kapta pişmiş olabilirlerdi. Şefik bir kağıda, “Et değil, süt attın” cümlesini yazıp, fırlattıktan kısa bir süre sonra, sipere art arda içlerinde süt bulunan teneke kutuları düştü.

235

Burada karşımıza çıkan önemli bir husus, çoğu zaman soyutlanan, görmezden

gelinen şu ki: O da savaşın iki taraflı olduğudur. Savaşın iki taraf arasında olduğu, iki

farklı insan grubu arasında olduğu gerçeğinin tarih kitaplarında yeteri kadar yer

almadığını görmekteyiz. Genellikle, işlenen tarih kitabı hangi milletle ilgiliyse,

anlatılanlarda daha çok o milletle ilgili oluyor. Zaferler bazen abartılıp renklendirilir,

bazen tarihte olduğu biçiminden çok farklı bir yere oturtulur. Karşı taraf yenilsin ya

da kazansın, bunun önemli olup olmadığı pek düşünülmeden, tarih kitaplarında

özellikle tarih ders kitaplarında ele alınıp, işlenmemiştir. Bu anlamda da yazarın

yukarda aktarmış olduğu Anzaklar ile Türkler arasındaki diyalog son derece önem

taşımaktadır. Ders kitabında bunu göremeyen öğrenci, edebi eser aracılığıyla böyle

bir gerçeğinde olduğunu görmesi, öğrencinin düşünce ufuklarını açmada önemli

katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. Ki savaşlar milletler arasındaki iletişimi

engellemeye, milletlerin geleceğini üzerinde ipotek kurmaya dayalı olmamalıdır.

Çok uzun süreden beri devam eden savaş ve bu savaşta Müttefiklerin pek

ilerleyememesi, Londra ve Paris’te hayal kırıklığı yaratıyor; Hamilton’u da derin

düşüncelere daldırıyordu. Đngiltere ve Fransa’da olduğu gibi Çanakkale’de de

Hamilton başarısız olmanın hesaplarını yapmaktaydılar. Başarısızlık durumunda

Đngiliz ve Fransız sömürgelerinde isyanlar çıkabilir ve bu sömürgelerde bulunan

milyonlarca Müslüman’ı kontrol etmeyebilirlerdi. Ayrıca Çarlık Rusya can çekişiyor

ve Komünistlerin başa geçmesi halinde Rusya savaştan çekilecek ve Almanlar ile

Osmanlı doğudaki kuvvetlerini batıya kaydıracaklardı. Bu düşüncelerle Müttefik

Başkomutan Hamilton ve Birdwood yeni planlar ve hazırlıklar yaparlar. Birdwood

cepheye yeni intikal eden Dokuzuncu Kolordu ile ilgili yeni planı şöyle (Mehmed

Niyazi, 2006, 422) anlatmaktadır:

… Bu kolorduyu mutlaka yarma ve kıskaç hareketinde kullanmalıyız. Seddülbahir Cephesi’nde böyle bir şansımız yok. Arıburnu Cephesi’nde Türklerle burun buruna savaşıyoruz. Türklerin imkanlarının çok daraldığı zaten her hallerinden anlaşılıyor. Suvla’dan çıkarma yaparken, Sedülbahir ve Arıburnu’ndan da taarruza geçeceğimiz için buralardan kuvvet kaydırmazlar. Bir tek kuzeyden kaydırma imkanları kalıyor. Saroz’da gösteri çıkarması yaparak, orada bulunan kuvvetlerini de oyalayacağız. Suvla’dan çıkan Dokuzuncu Kolordu, ciddi bir kuvvetle karşılaşmadan, şimşek

236

hızıyla Teketepe, Kocaçimen, Conkbayırı’nı ele geçirir, diğer cepheler arkadan çevireceği için de önümüz açılır.

Arıburnu’nda sükûnet bozulmuş ve bu cephede savaş tekrar tüm acımasızlığıyla

başlamıştı. Đyi hazırlık yapan Anzak askerleri Albay Rüştü’nün kumandasındaki

Onaltıncı Tümen’in savunduğu Kanlısırt, kara ordusu ve donanmanın ateşiyle

saldıran Anzakların eline geçmiş, çok sayıda medrese öğrencisiyle savaşa katılan ve

gönüllü medrese öğrencilerinin her kaybında derin üzüntüler yaşayan Molla

Kazım’da yaralanmıştı. Çelik (2003, 72), Molla Kazım’la ilgili çu bilgileri

aktarmaktadır.

Vanlı olan Molla Kazım, Balkan Savaşı’ndan sonra tahsilini ilerletmek için Akyazı’nın Dokurcun Köyü’ndeki Abdullah Efendi Medresesi’ne gider. Savaş başlayınca Harbiye Nezareti’ne gönüllü olarak başvurur. Molla Kazım’ın Çanakkale Savaşı’ında gösterdiği kahramanlıklar, çevresini ona hayran bırakır. Askerleri hazırlayan ve en zorlu anlarda onları kurtaran Molla Kazım’ın davudi sesi ile okuduğu Kur’an-ı Kerim herkesi coşturur. Medreselilerle birlikte üstlendiği görevleri hakkıyla tamamlayan derin bir şahsiyettir.

Yarbay Hasan Basri kumandasındaki Beşinci Tümen, Esat Paşa’nın emriyle

Kanlısırt’ı ele geçirmek amacıyla harekete geçerken; Đkinci Anzak Tümeni

Kumandanı General Godley’de, Arıburnu Cephesi’nden saldırıya geçerek

Kocaçimen ve Conkbayırı’nı ele geçirmeyi planlamaktaydı.

Çanakkale Savaşı’ının dönüm noktalarından birinin planı yapılıyordu. Başkomutan

Hamilton’un karargahında planlama en ince detaylarıyla şu şekilde hazırlanıyordu:

Altı Ağustos gecesi Suvla çıkarması gerçekleşecekti. General Godley, takviye

kuvvetleriyle yirmi bin kişiyi bulan tümenini iki kola ayıracaktı; bir kola General

Johston, diğer kola General Cox komutanlık edecekti. General Johston, önce

Şirintepe’yi, ardından Conkbayırı’nı; General Cox, Sazlıdere ve Çaylakdere’den

Yaylatepe’ye çıkacak, ilerleyen birlik Ağıldere’de iki kola ayrılacak ve ikinci kola

Tuğgeneral Russel komuta edecekti. Suvla’dan çıkarma yapacak olan elli bin kişilik

Dokuzuncu Kolordu’nun komutanı General Stopford’du.

237

Türk birliklerinde ise, Suvla savunmasında Yarbay Wilmer bulunuyordu. Saroz’daki

Türk Ordu Karargâhı’nda ise Liman Von Sanders hazır bulunuyordu. Arıburnu ve

Seddülbahir’de şiddetli çatışmalar olurken, Esat Paşa ile Limann Von Sanders irtibat

halinde hareket ediyor ve hangi çıkarmanın ana harekat noktası olduğunu çözmeye

çalışıyorlardı.

Yine ders kitaplarında değinilmeyen bir husus, yazar tarafından dile getirilmiştir.

Tarihin belli dönemlerinde milletler arasında çeşitli antlaşmalar yapılarak, anlaşan

devletlerin birlikte hareket ettiğini görmekteyiz. Bu birlikteliğin sağlanması bazen

ekonomik ortak çıkarlara, bazen siyasi çıkarların kesişmesinden, bazen sosyal ve dini

sebeplerden, bazen de bu saydığımız nedenlerden birkaçından birlikte

kaynaklanmaktadır. Çanakkale savaşı ile ilgili kaynaklar Müttefik grubun

birlikteliğine, özellikle Đngiliz-Fransız işbirliğinden çokça söz etmekle birlikte;

Osmanlı-Alman işbirliği bizim kaynaklarda daha geri planda kalmakta ve tüm

boyutlarıyla ortaya konulmamaktadır. Oysa Mehmed Niyazi, eserinde bu hususa yer

vermiş, Alman subaylarının üstlendikleri görevleri başarıyla yerine getirdiklerini

belirtmiştir. Öğrencinin ya da tarih okuyucusunun bunu görmesi gerekmektedir. Aksi

takdirde, bazı bilgilerin havada kalması ve inandırıcı olmamasına sebep olabilir. Ki

bu durum günümüz uluslar arası ilişkiler açısından da çok büyük bir önem arz

etmektedir. Günümüzde uluslar arası işbirliğinin, birlikte hareket etmenin dayanak

noktası olduğu siyasi, sosyal ve özelliklede ekonomik temelde bu durumun önemini

artırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu nedenle yeni nesillerin, ulusların işbirliği

yapabilme durumunun tarihsel bir olgu olduğunu keşfetmeleri ve gelecekte de uluslar

arası alandaki gelişmelerin daha da önem kazanacağını bilmeleri ve

anlamlandırmaları gerekmektedir.

Tarihsel olaylara baktığımızda özellikle söz konusu olan savaş ise, emir komuta

zinciri çok önemli olmakta, verilen emirlerin zamanında ve disiplin içinde yerine

getirilmesi, hedeflenen sonucun elde edilmesinde önemli bir paya sahiptir.

Müttefikler Başkomutan’ı Hamilton, Suvla çıkarmasında General Stopford’a ani

baskınlarla Teketepe ve Anafartalar’ı ele geçirme emri vermesine rağmen, General

238

Stopford emrin gereğini yerine getirmemiş, hücumu geciktirmişti. Teketepe ve

Anafartalar’a hücumun geciktirilmesi, Türk birliklerinin önlem alarak savunmayı

güçlendirmeye olanak verirken; Müttefiklerin başkomutan’ı Hamilton, tarihi bir

fırsatı kaçırdığının farkındaydı. Bu fırsatın kaçmasına rağmen Hamilton taarruz

emrini verdi. Türk savunmasının Suvla’daki bel kemiğini Yarbay Wilmer

oluşturuyor ve Wilmer Müttefikleri oyalayarak, Anafartalar’a ulaşmalarını

geciktirmeye çalışıyordu. Bu arada Bolayır’dan yola çıkan Onikinci, Gelibolu’dan

gelen Yirminci Tümenlerin kolbaşları Büyük Anafartalar Köyü’ne ulaştığı haberleri

Yarbay Wilmer’e iletiliyordu. Onikinci Tümen’in Kumandanı Kurmay Yarbay

Selahaddin Adil, Yirminci Tümen’in başında da Kurmay Albay Halil bulunuyordu.

Koordineyi sağlayan ise Grup Komutanı Albay Ahmet Feyzi Bey’di. Ordu Komutanı

Mareşal Liman Von Sanders, Albay Wilmer’den bilgi alarak kurmay Başkanı Albay

Kazım Bey aracılığıyla hücumun başlatılması emrini veriyordu. Grup Komutanı

Albay Ahmet Feyzi, gelen askerlerin yorgun olduğu ve gerekli hazırlıkların tam

yapılmadan yapılacak hücumun bir felakete sebep olacağını savunur. Bu arada

telefonla Yarbay Wilmer’e şu şifre (Mehmed Niyazi, 2006, 466) aktarılıyordu:

“Grup Kumandanlığı’na tayin edilen Albay Mustafa Kemal Bey’in vasıl olmasıyla emir ve kumandayı ona tevdi ile Đstanbul’a hareketiniz rica olunur. 5. Ordu Kumandanı Mareşal Liman Von Sanders”

Böylece Albay Mustafa Kemal Bey Grup Komutanlığına tayin ediliyor ve Türk

tarihinin yüce şahsiyeti, bir lider olarak ortaya çıkacağı, Çanakkale’deki görevine

başlar.

Suvla Cephesi Mareşal Liman Von Sanders’i endişelendirdiğinden, Kurmay Başkanı

Albay Kasım’la birlikte Suvla’ya hareket eden Liman Von Sanders’i Grup

Kumandanı Mustafa Kemal karşılar. Mehmed Niyazi buradaki savaş planını şu

şekilde (2006, 469–470), aktarmaktadır:

Tan yeri ağarırken Suvla bölgesinde gerek Müttefikler ve gerekse Türkler yoğun bir hücuma hazırlanıyorlardı. Kolordu Komutanı

239

General Stopford, iki gün önce alınması gereken Teketepe, Anafartalar’ın yüksek kesimleri ve Đsmailoğlu Tepe için birliklerini düzenlemişti. Onbirinci Tümen General Hammersley’in kumandasında Küçük Anafartalar Köyü’ne, sekiz taburlu Đngiliz Tugayı da Đsmailoğlu Tepe’ye hücum edecekti. … Türkler de Yarbay Selahaddin Adil’in kumandasındaki Onikinci Tümen’le kuzey, Albay Halil’in kumandasındaki Yirminci Tümen’le güney kesiminden taarruz etmeye hazırlanıyorlardı. Bu birlikteki askerler heyecanlıydılar; epeyce bir süreden beri uzaktan top, tüfek sesleri duydukları savaşın tamamen içine giriyorlardı. Birliklerin başında bulunan subaylar, heyecanı üzerlerinden atmanın ne kadar önemli olduğunu bildiklerinden rahat hareket etmeye dikkat ediyorlardı. Yarbay Wilmer de, iki taburdan arta kalan kuvvetleriyle Đsmailoğlu Tepe’yi tutuyordu.

Suvla Cephesi’ndeki Türk birliklerinin başarılı savunmasına şahit olan Liman Von

Sanders, endişelendiği Kocaçimen ve Conkbayırı’na hareket eder.

Çanakkale Savaşı olmuş-bitmiş, mazide kalmış bir tarihi olay olarak

değerlendirilmemelidir. Çanakkale Savaşı, kendisinden sonra vukuu bulan olaylar ve

gelişmeler üzerinde büyük tesir bırakmıştır. Çarlık Rusya’nın tarihe karışmasından,

sömürge devletlerdeki milletlerin bağımsızlık mücadelelerine ve en önemlisi

Kurtuluş Savaşı ruhunun oluşumundaki etkisi büyüktür. Bunun içindir ki,

Çanakkale’de kuru dereler kanla akıyordu ve yüz binlerce şehide mezar oluyordu.

Suvla çıkarmasıyla Anafartalar’daki kanlı çatışmaların daha beteri Conkbayırı’nda

yaşanır. Anzakların ele geçirdiği Conkbayırı ve Besimtepe’yi Müttefiklerden geri

alma mücadelesi, Anzakların geri çekilmelerine sebep olurken, binlerce askerin şehit

olmasına da mal oluyordu. Mehmed Niyazi’nin şu cümleleri (2006, 498), savaşın ne

olduğu gerçeğini anlatmaktadır.

— Dikkatli olun, düşmanla burun burunayız!

Vadileri, tepeleri sımsıkı sarmış karanlık, iniltiler ve “Su! Su!” feryatlarıyla her an pek çok kere deliniyordu; fakat kimse yerinden kımıldamıyordu. Bir yer bulan girmiş, ardından karanlık çökmüştü. Düşman neredeydi, kendileri neredeydi?… Bilmiyorlardı. Molla Kazım’ın gözlerinin önünde ve aklında Pütürgeli Bilal vardı. Duyduğu her iniltide, “Su! Su!” feryatlarında Bilal’ın sesini arıyor;

240

bazen buluyor, bazen şüpheye düşüyordu. Zaman zamanda kirpiklerinde yaşlar tomurcuklanıyordu. Ne talihsiz nesildiler; yıkımlar, savaşalar içinde doğmuşlar, güzel bir gün görmemişlerdi. Hangi ideallerle yurdun çeşitli bölgelerinden gelmişler, medreseleri doldurmuşlardı. O idealist, o levent delikanlılardan bir tek Bilal kalmıştı! Şimdi nerede idi? ...

Müttefik Başkomutan’ı Hamilton, başvurabilecek her yolu deniyordu. Conkbayırı ve

Besimtepe’deki General Birdwood, anzak Kolordusu’yla üzerlerine düşen görevi

yerine getirirken; Anafartalar bölgesine asker yığılıyordu. Seddülbahir’deki

Yirmisekizinci Đngiliz Tümeni’ni Suvla’ya çıkaran Hamilton, Mısır’dan gelen tümeni

de Suvla’ya sevk eder. Böylece Anafartalar bölgesindeki Dokuzuncu Kolordu’nun

emrinde altı tümen toplanıyordu. Đhmalinden dolayı görevinden alınan General

Stopford’un yerine ise, General Lisle tayin edilmişti. Müttefiklerin ilk hedefi

Đsmailoğlu Tepe’ydi. Esat Paşa ve Kurmay Heyeti de Saros’tan gelen alayı bu yönde

yerleştirmişlerdi. Buradaki kanlı çatışmaları en güzel şekilde Hamilton’un günlüğüne

düştüğü şu notlar (Mehmed Niyazi, 2006, 508) açıklamaktadır:

… “Evet, insan ruhunu gerçekten yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün binsekizyüz şarapnel attık; onbinlerce piyade mermisi yaktık. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyorlar. Son derece hırpalanmış Türkleri, koruyan Cenab-ı Allahlarından ayırmak için başka ne yapılabilir!…

Çanakkale’de bir mevsim daha geçiyordu. Yazın kavurucu güneşi, sinek sürüleri,

susuzluk, insan cesetlerinden yükselen kokular başka bir ölümdü. Bu ölüm bitmiş

yeni bir ölüm başlamıştı Çanakkale’de. Yağmurun, dolunun, karın getirdiği yeni

ölüm. Đnsanın kanını donduruyordu mevsim Çanakkale’de. Mehmed Niyazi (2006,

520–531), mevsimin getirdiği olumsuzluğu şöyle aktarmaktadır:

Đnsanda kıyamete kadar sürecekmiş hissi uyandıran yağmur günlerce devam etti. Bilhassa geceleri çıldıran rüzgar, denizi kudurtuyor, dalları kırıyor, dağı taşı sarsıyordu. Yazlık elbiselerin içindeki askerler titriyorlardı. Cepheye yeni intikal edenlerin durumu daha da vahimdi; bunlara asker elbisesi verilememişti; bilhassa sıcak bölgelerden gelenler memleket kıyafetleriyle kendilerini nasıl koruyacaklarını şaşırmışlardı. Bazı siperleri tamamen boşaltmışlardı;

241

bazılarının içinde yarı bele kadar su vardı. Dışarıda rüzgar çığlık çığlığa bölünüyordu. Bir kaçını sel alıp, götürmüştü. Tepelerdeki askerler çok sık değiştirilmelerine rağmen, her gece bir-ikisi nöbette donuyordu. Gün geçtikçe soğuk biraz daha keskinleşiyor, askerlerin pek çoğu ciğerleri sökülürcesine öksürüyordu. Hasta, yaralı, yiyecek, askeri malzeme sevkiyatı neredeyse durmuştu. Şiddetli lodostan sonra günlerce süren yağmur her şeyi altüst etti. Siperleri, irtibat hendeklerini sularla doldurdu. Bazı sığınaklar yıkıldı. Yazın kuruyan derelerden çılgın seller akıyordu. Askerler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Đki taraf arasında sanki gizli bir ateşkes antlaşması imzalanmıştı; siperleri boşaltıp, yükseklere çıkmışlardı. Ferman tabiatındı; ancak onun hışmı bittikten sonra, insanların hesabı başlayabilirdi. Birbirlerine ateş etmiyorlardı; çünkü iki taraf da kurbanlık koyun gibi açıktaydı. Birbirlerine bakışları sadece ortak felaketlerini yansıtıyordu. Hatta birbirlerini hayatta tutmak için, tek tük de olsa, gene konserve, lokum atmaya başlamışlardı.

Burada yaşanılanlar bir ders kitabında, yıllık planla belirlenmiş bir ya da iki ders

saatinde nasıl anlatılır, nasıl işlenir? Öğrencinin algılama sınırları ne kadar

zorlanabilir? Bu muhakkak ki tartışılır bir durumdur. Ancak hiçte zor olmayan, hatta

çokta zevkli olan bir aktiviteyle 2007’den, 2010’dan; belki 3000 yılından siz zihinleri

alıp 1915’e gönderebilirsiziniz. Yapmanız gerekenlerden sadece bir tanesi ve bizim

de önerdiğimiz bir edebi eserin kapısından içeri girip tarihe, maziye yolculuğa

çıkmaktır.

Yukarda mevsimin savaştaki etkisini aktırdık. Ve gördük ki bazen bir paragraf, ama

edebiyatın sihriyle bezenmiş bir metin siz savaşın ortasına, suyla dolu bir hendekte

dişlerinizin birbirini kırarcasına birbirine çarptığı, sonra bir kurşunla ısınıp suların

içine yığıldığınız ana götürebiliyor. Dolayısıyla Çanakkale’yle ilgili bu hissi

yakalayan, okuyucunun artık çok fazla bir şey bilmesine de gerek kalmamış

demektir. Çünkü bu duyguya Çanakkale yeniden yaşanmış, Birinci Dünya Savaşı

yeniden uzamış, Rusya ‘ya yeniden yardım ulaştırılamamıştır. Yeniden zırhlılar

sulara gömülürken, yüz binlerce genç gözlerini ebediyete yummuş, bedenleri toprağa

karışmıştır.

Mevsimler Çanakkale’de değişirken, dünyada da yeni gelişmeler olmaktadır.

Bulgaristan Müttefiklerin Boğaz’ı geçemeyeceklerini anlamış ve Almanya – Osmanlı

242

Devleti cephesinde savaşa katılmıştı. Berlin-Đstanbul arası demiryolu güvenliği

sağlanırken, malzeme akışı hızlanmış ve Osmanlı bir nebze rahatlamıştı.

Bu durum karsısında Müttefiklerin durumunu ise, Mehmed Niyazi (2006, 520–521),

şu şekilde aktarmaktadır,

Avusturya’dan 24 cm çapında sevke hazırlandığını da haber alan Đngiltere Yüksek Savunma Konseyi, bu defteri münasip bir şekilde kapatmak istiyor; fakat sonuçlarından ürküyordu. Sadece çarlık Rusyası’nın sonu gelmekle kalmayacak, güneş batmayan imparatorluğun bünyesinde yaşayan yüz milyonlarca Müslüman’ı elde tutmak da güçleşecekti. Đmparatorluğun dönüm noktasıydı; çekilmeye karar vermek kolay değildi. Hamilton savaşa şartlandığından sağlıklı düşünebileceğine Yüksek Savunma Konseyi ihtimal vermiyordu. Onu görevden alıp, yerine Fransa Cephesi’ndeki General Chales Monro’yu tayin etti ve ondan ayrıntılı bir rapor istedi.

Çanakkale’de yaşananlar yaşanmış ve tarih sayfalarında yer alacaklardı.

Müttefiklerin artık bir umudu kalmamıştı. Yeni başkomutan Monro, Çanakkale’yi

gezdikten sonra raporunu hazırlamıştı, bu iş bitmişti. Canavarın tek dişi canımızı çok

yakmıştı, ama o da kırılmıştı.

General Chales Monro’yu, Đngiltere Yüksek Savunma Konseyi’nin, Savunma Bakanı

Lord Kitchener’i görevlendirerek Çanakkale’ye göndermesi sevindiriyordu. Böylece

Başkomutan Monro, sorumluluktan kurtulmuş olacaktı. Lord Kitchener, yaptığı

görüşmeler teftiş sonucunda karargaha dönüyor ve “Çok gizli” kaydını taşıyan

raporunu yazıyordu. Yüz binlerce can toprağın altında kalıyordu Çanakkale’de.

Vatan sevgisinin ve iman gücünün ne demek olduğuna tüm dünya şahit oluyordu. Ve

tarih yeni dersini veriyordu dünyaya, “ bir milletin ruhunu yenmek” kolay değildi.

Ve yenemediler.

243

IV. BÖLÜM

SONUÇ VE ÖNERĐLER

4.1. Sonuç

Bu çalışmada, tarih öğretiminde tarihi romanlardan faydalanma üzerinde durulmuş

ve tarihi romanın tarih öğretiminde kullanılmasının öğrenciyi etkin, meraklı,

araştırmaya istekli hale getireceği sonucuna varılmıştır. Öğrencinin bahsettiğimiz bu

özelliklere sahip olması ilköğretim okullarında uygulanmaya başlanan ve orta

öğretimde de uygulanması planlanan yapılandırmacı yaklaşıma uygunluk

göstermektedir.

Tarihi roman, tarih derslerinde farklı bir materyal olarak kullanılabilir. Tarihi romanın

tarih öğretiminde kullanılması, öğrenciyi yeni bir yaratımın içine sürüklemekte, öğrenci

bugünün penceresinden geçmişe bakabilme olanağına kavuşabildiği gibi geçmişle

yaşanılan anın karşılaştırmasını da yapabilmektedir. Bu nedenlerle tarih öğretiminde

tarihi romandan faydalanılması, yeni nesillerin tarihsel bilince ve milli şuura sahip

olmasında etkili olacaktır.

Tarih öğretiminde tarihi romandan faydalanılması aynı zamanda disiplinler arası bir

etkinliktir. Öğrenci tarihi romanla hem tarihi öğrenmekte ya da düşünmekte, hem de

edebiyatı öğrenmektedir. Böylelikle disiplinler arasında bağlantılar kurularak, bütünsel

bir bakış açısı da kazanılmış olunacaktır.

Todorow (1995), bir sanat yapıtının, öbür sanat yapıtlarıyla kuracağı bağıntılar ve

diğer alanlarla gerçekleşecek bütünleşmeler yardımıyla algılanabileceğini belirtir.

Bizde çalışmamızda disiplinler arası bağlantılar üzerinde durduk ve özelde sosyal

bilimlerin bir bütün olarak algılanması mantığı üzerine çalışmalarımızı yürüttük. Bu

durumda tarih ve edebiyattın işbirliğinden doğan tarihi romanın tarih öğretiminde

kullanılması, Todorow’un da belirttiği bilimsel tespit doğrultusunda yerinde bir

yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.

244

Asıl olan tarih, olayların tarihi değil, insanların tarihidir. Tarihi yapan insanlardır.

Burada vurgulanması gereken, tarihçilerin olayları belgelere dayandırmaları ya da

diğer tarihsel kaynaklarla kanıtlama kaygısı taşımaları; buna karşılık edebiyatçıların

tarihi olayı kanıtlama gibi bir sorumluluklarının olmaması ve tarihsel olayları

eserlerinde kullanırken, kendilerinin sınırlarını belirleyecekleri bir özgürlüğe sahip

olmalarıdır. Ancak tarih öğretiminde kullanılmasını uygun bulduğumuz tarihi

romanlar bu özgürlüğün sonuna kadar kullanıldığı tarihi romanlar değil, daha bir

sorumlulukla hareket edilerek, belli bir araştırma üzerine kurulu olarak oluşturulan

tarihi romanları uygun bulmaktayız.

Detaylı araştırmalar sonucunda, tarihi olaylara sadık kalınarak mekan ve zamanı da

olaylarla bir bütün halinde yansıtmak tarihi romanda bulunması gereken

özelliklerdir. Böylelikle tarihi roman, tarihi olayların en ince ayrıntılarını ortaya

çıkararak, onların duygusu ve ruhu haline gelmekte; tarihi olaylara böyle bir

canlılığın gelmesi de okuyucuyu olayın içine çekmekte ve hem öğrencilerde, hem de

genel okuyucuda tarihsel bir bilincin oluşmasına önemli bir katkı sağlayabilmektedir.

Tural (1993, 70) da, tarihi romanın şu yararlarını dile getirmektedir: “Milli benlik,

milli kimlik ve milli kişilik konusunda model değer, model norm ve model denetim

mekanizmaları arayan her yaş grubu için konusunu tarihten alan roman, hikaye ve

piyeslerin ilgi çekici geldiği görülmektedir.” Mehmed Niyazi’de tarihi yeni nesillere

sevdirme amacını gütmektedir. Yazar, bu amaç doğrultusunda da çok önemli işlevler

yerine getirmiştir. Bunun en güzel örneğini araştırmacılar tarafından çok

araştırılmayan konu ve kişilerin seçilmiş olmasıdır. “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”,

Yemen; Eşref Bey, Mihrali Bey ve nice örneklerle bu liste uzatılabilir. Böylelikle

tarihte devlete hizmet etmiş başarılı şahsiyetler milli tarihi sevdirmekte, tarihe

merakın artmasına sebep olmakta, aynı zamanda öğrenciye özgüven sağlamaktadır.

Mehmed Niyazi, eserlerindeki karakterleri ele alırken, karakterler psikolojik

tutumları, aile çevreleri ve iş çevreleriyle gerçekçi bir tarzda sunulmuştur. Yine

Mehmed Niyazi’nin kişilerinde şu ortak özellikler ön plana çıkmaktadır: Kişilerin

245

ortak özelliği genellikle idealist olmalarıdır, kişiler genel olarak içinde bulundukları

durumdan etkilenmiş ve olumsuzlukları ortadan kaldırmak için mücadele etmeyi

seçmişlerdir. Milliyetçi ve hümanist kişiliğe sahip olan karakterler, ömürlerini

savaşla geçirmişlerdir.

Mehmed Niyazi, Osmanlı toplumunun en önemli birleştirici unsurlarının başında

gelen din olgusuna eserlerinin genelinde değinmiştir. Dini kimlikleriyle ön plana

çıkan kişilerin dürüst, devlete bağlı ve bulundukları ortamlarda yönlendirici rol

oynadıklarına şahit olmaktayız. “Yazılamamış Destanlar”da Said Nursi, eserin temel

karakterlerinden birini oluştururken, Zenci Musa’yı Balkanlar’a oradan Yemen

çöllerine sürükleyen kuşkusuz din olgusudur. Yine “Çanakkale Mahşeri”nde Molla

Kazım, Ömer Hoca doğrudan dini kimlikleriyle olayların içinde yer almaktadırlar.

Bu kişilikler genellikle moral kaynağı, cesaretin ve merhametin kaynağı

durumundadırlar. Buradan hareketle öğrenciler Mehmed Niyazi’nin eserlerini

okurken, aynı zamanda toplumun birleştirici unsularının da farkına varacaklardır.

Çanakkale’de meydana gelen olaylar olağan bir durumu değil olağanüstü bir

mahiyet taşımaktadır. Savaşta verilen yüz binlerce can kaybı bu durumu ifade etmek

için yeterlidir. Mehmed Niyazi bu olağanüstü olayı işlerken, savaşta meydana gelen

gelişmeleri, tarihsel gerçekliğinden kopmadan, anlatımını detaylı bir araştırma

üzerine ve bilimsel bir temel üzerine kurmuştur. Dolayısıyla “Çanakkale

Mahşeri”nde, akıl ve bilimle açıklanamayan abartılara yer verilmemiş, gerçekçi bir

yaklaşımla olay kurgulanmıştır. Bu eserde olduğu gibi diğer eserlerinde de Mehmed

Niyazi, tarihsel olayların gerçekliğinden hareket etmiştir. Bu gerçeklikten hareket

ederken, ele aldığı olayları detaylı bir şekilde araştırdığını daha öncede belirtmiştik.

Yazarın ele aldığımız eserlerinin tarih öğretiminde kullanılabilir oluşlarının

koşullarından birini de bu husus oluşturmaktadır.

Tarih tanımlanırken yer (coğrafi mekan), özellikle vurgulanan bir husustur. Mehmed

Niyazi eserlerini kaleme alırken bu hususta da gerekli hassasiyeti göstermekten

kaçınmamıştır. Çünkü yazar, tarihi olayların gelişiminde, coğrafi faktörlerin ne

kadar önemli olduğunun farkındadır. Bu farkındalıkla çalışmalarını yürütürken,

çalışmalarına konu olan olayların gerçekleştiği mekanları bizzat gidip görmüş ve bu

246

gözlemleri doğrultusunda da eserlerini şekillendirmiştir. Dolayısıyla öğrenciler bu

eserleri okuduklarında Yemen’in çölleri, vadileri, dağları; Çanakkale’nin engebeli

yapısı koy ve körfezleri, çalılıkları, yazın kuruyan kışın suyla birlikte savaşta kan

akan vadileri; Trakya’da tek tek düşmanın elinden alınan yerleşim yerlerini de

görmüş olacaklardır.

En nihayetinde tarih ve edebiyatın ortak ürünü olan tarihi romanların, tarih

öğretiminde kullanılmasıyla, tarih dersine bir renk gelmiş olacak, öğrencilerin derse

karşı olan ilgisi artmış olacaktır. Edebiyatın verdiği hazla tarih öğrencisi romandan

öğrendiğini ömrü boyunca unutmayacak ve kendiside tarihin bir parçası olduğunu

idrak edecek; olaylara ve olgulara tarihsel bir bilinçle, milli şuur doğrultusunda

bakmayı becerebilecektir.

4.2. Öneriler

1. Tarih öğretiminde, orta öğretim tarih dersleri, T.C. Đnkılap Tarihi ve

Atatürkçülük ve ilköğretim Sosyal Bilgiler Dersi tarih konularında tarihi

romanlardan yararlanılmalıdır.

2. Đlköğretim ve orta öğretimdeki tarih konularına paralel bir şekilde

öğrencilerin yaş ve algılama düzeylerine göre tarihi romanlar tespit edilerek,

bir sınıflandırmaya gidilmelidir.

3. Eğitim fakültelerinde, tarih öğretiminde tarihi romanların kullanılası

amacıyla Tarih Öğretmenliği bölümlerinde uygulamalı çalışmalar

yürütülmelidir.

4. Tarihi romanlardan sağlıklı bir şekilde yararlanmak amacıyla, Milli Eğitim

Bakanlığı’nın yürüteceği bir program doğrultusunda okul ve kütüphaneler

247

arasında işbirliği sağlanmalıdır. Aynı amaçla okul kütüphaneleri ve sınıf

kitaplıkları geliştirilmelidir.

5. Öğretmenlerin tarihi romanı tarih derslerinde kullanabilmeri amacıyla,

hizmetiçi eğitim çalışmaları başlatılmalı, aynı zamanda Sosyal Bilgiler

öğretmenleri ve Tarih öğretmenleri ile Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı

öğretmenlerinin işbirliği yapmaları sağlanmalıdır.

6. Mehmed Niyazi’nin “Yazılamamış Destanlar” adlı eserinden Balkan

Savaşları ile ilgili konuların işlenmesi sırasında faydalanılmalıdır.

7. Mehmed Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri” adlı eserinden Birinci Dünya

Savaşı işlenirken ve özellikle Çanakkale Savaşı işlenirken faydalanılmalıdır.

8. Mehmed Niyazi’nin “Yemen! Ah Yemen!” adlı eserinden Birinci Dünya

Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nin genel durumu ve Birinci Dünya

Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin savaştığı cepheler işlenirken

faydalanılmalıdır.

248

KAYNAKÇA:

Aksoy M., Kıcır K. (2003) Kültürel Kimliğin Oluşumunda Tarih Bilinci ve Tarih Öğretimi. XII. Eğitim Bilimleri Kongresi (15-18 Ekim 2003). Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Akyüz, Y. ( 2006). Türk Eğitim Tarihi. M. Ö. 1000- M.S. 2006. (10. baskı). Ankara: Pegem A Yayıncılık.

Akyüz, Y., Kocatürk, U., Bozkurt, G., Güneş, Đ., Aybars, E., Çağan, N., ve diğerleri. (1997). Atatürk Đlkeleri Ve Đnkılâp Tarihi 1: Türk Đnkılabı’nın Hazırlık Dönemi Ve Türk Đstiklal Savaşı. Ankara: YÖK Yayınları. Akyüz, Y., Kocatürk, U., Bozkurt, G., Güneş, Đ., Aybars, E., Çağan, N., ve diğerleri. (1997). Atatürk Đlkeleri Ve Đnkılâp Tarihi II: Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri. Ankara: YÖK Yayınları. Argunşah, H. (1990). Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihiyle Đlgili). Basılmamış Doktora Tezi. Đstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Argunşah, H. (2002): Tarihi Romanın Yükselişi. Hece [Roman özel sayısı]. (65/66/67) 440-449. Ata, B. (2002). Tarih Öğretiminde Bir Araç Olarak Tarihi Romanlar. Türk Yurdu, 20 (153-154) 158-165. Aytaç, K. (1998). Avrupa Eğitim Tarihi: Antik Çağdan 19. Yüzyılın Sonlarına Kadar (3. baskı). Đstanbul: Marmara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Vakfı. Aysevener, K. (2001). Collingwood’un tarih Felsefesi. Ankara: Đmge Kitapevi. Baymur, F. (1964). Tarih Öğretimi. Đstanbul: Đnkılap Kitapevi.

Binbaşıoğlu, C. (1994). Genel Öğretim Bilgisi. Đlk ve Orta Dereceli Okul Öğretmenleri Đçin Öğretimde Đlke, Yöntem ve Teknikler. Ankara: Binbaşıoğlu Yayınları. Büyükarman, D. (2000). Unutulmuş Bir Yazarın Unutulmaz Kahramanı: Kolsuz Kahraman. Tarih ve Toplum, 33(198), 71-72. Boynukara, H. (1997). Modern Eleştiri Terimleri. Đstanbul: Boğaziçi Yayınları. Carr. E.H. (1996). Tarih Nedir? (Çev. G. Gürtürk). Đstanbul: Đletişim Yayınları.

249

Ceylan, N. (2007) … ve Çanakkale’nin Yorgun ve Uykusuz Kahramanları. H. Argunşah (Der.) Mustafa Necati Sepetçioğlu.(s.146-151). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Coşkun, S. (2007). Tarih-Roman Đlişkisi Ve Çanakkale Harbi Örneği. Yağmur Dergisi. Sayı: 3, Ocak-Şubat-Mart 2007. Coşkun, S. (2007). Tarih-Roman Đlişkisi Ve Çanakkale Harbi Örneği. Yağmur Dergisi. (34) Ocak-Şubat-Mart 2007. Collingwood. R. G. (1990) Tarih Tasarımı (Çev. K. Dinçer). Đstanbul: Ara Yayıncılık. Çelik, Y. (2002). Tarih ve Tarihî Roman Arasındaki Đlişki Tarihî Romanda Kişiler. Bilig, (22) 49. Çelik, A. (2003). Mehmed Niyazi Özdemir’in Hayatı ve Eserleri. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Niğde Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Çeri, B. (2000). Cumhuriyet Romanında Osmanlı Tarihinin Kurgulanışı. Tarih ve Toplum, 33 (198), 19-26. Değirmencioğlu, Coşkun. (1997). Eğitime Bilimsel Yaklaşım. (1-17).L, Küçükahmet (Der.), Eğitim Bilime Giriş. Ankara: Gazi Kitabevi. Demirel, Ö. (1999). Kuramdan Uygulamaya Program Geliştirme. Ankara: Pegem A Yayınları. Dilek, D. (2001). Tarih Derslerinde Öğrenme ve Düşünce Gelişimi. Ankara: Pegem A Yayınları. Dilek, D. ve G. Yapıcı (2003). Öykülerle Tarih Öğretimi Yaklaşımı. I. Sosyal Bilimler Eğitimi Kongresi, (15-17 Mayıs 2003) Đzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi. Durant, W. ve Durant, A. (1998). Tarihten Alınacak Dersler (Çev. N.

Muallimoğlu). Đstanbul: Avcıol Basım-Yayın.

Doğan, M. C., (2000). Tarihi Romanın Dinamikleri Ve Son On Beş Yılın Tarihi Romanları. Türk Yurdu, 20 (153-154), 140-157. Ertürk, S. (1972). Eğitimde Program Geliştirme. Ankara: Yelkentepe Yayınları. Fedai, Ö. (2000). Mistik, Marksist ve “Osmanlı”: Kemal Tahir Romanında Tarih. Türk Yurdu, 20 (153-154), 179-185.

250

Fedai, Ö. (1998). Kemal Tahir’in Romanlarında Tarih Ve Toplum. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Furrer, P. (2000). Mekanın Adlandırılması Ve Tarihsel Romanda Tarih Bilinci (Çev. Đ. Tuna). Tarih ve Toplum, 33(198) 27-31. Güleryüz, H. (2002). Yaratıcı Çocuk Edebiyatı. Ankara: Pegem A Yayınları.

Gürsel, N. (2000). Tarihsel Roman Üzerine. Tarih ve Toplum, 33(198) 16-18.

Gümüş, S. (1999). Tarihsel Roman. E Dergisi, S.3.

Göğebakan, T. (2004). Tarihsel Roman Üzerine. Ankara: Akçağ Yayınları.

Gökberk, M. (1997). Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları. Đstanbul: YKY.

Goldmann, L. (2005). Roman Sosyolojisi (Çev. A. Erkay) Ankara: Birleşik Yayınevi.

Jenkins, K. (1997). Tarihi Yeniden Düşünmek (Çev. B. S. Şener). Ankara: Dost

Kitapevi.

Kalaycı, Ş. (2000). Türkiye Cumhuriyeti Đnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük 8. Ders Kitabı. Đstanbul: Başarı Yayınları. Karakışla, Y. S. (2000). Fatih Sultan Mehmed’in Topları ya da Rümeli Hisarı Düşleri. Tarih ve Toplum, 33(198) 51-57. Kaplan, M. (1978). Edebiyatımızın Đçinden, Đstanbul: Dergâh Yayınları. Kaplan, M. (1978). Nesillerin Ruhu (4. baskı). Đstanbul: Dergâh Yayınları. Kavcar, C. (1994). Edebiyat ve Eğitim (Genişletilmiş 2. baskı). Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi. Keleş, O. (1990). Romancı Mehmed Niyazi Đle Sohbet 2. Türkiye Gazetesi (Sanat- Kültür). 23 Ekim 1990. Kılıçbay. M. A. (1988). Edebi Bir Tür Olarak Tarih. Argos. No: 2. Kumrular, Ö. (2000). Pikaresk Roman ve Sosyal Tarih. Tarih ve Toplum, 33(198)

33-38.

Koloğlu, O. (2000). Tarih Ve Sanatın Birlikteliği. Tarih ve Toplum, 33(198) 39-41.

Tekeli, Đ. (1998). Tarih Bilinci ve Gençlik, Karşılaştırmalı Avrupa ve Türkiye

Araştırması. Đstanbu: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Todorow, T. (1995). Yazın Kuramı (Rus Biçimcilerin Metinleri), (Çev. M. Rifat- S. Rifat), Đstanbul: YKY.

251

Lukacs, G (2003). Roman Kuramı. Đstanbul: Metis Yayınları. Mehmed Niyazi. (2006). Çanakkale Mahşeri (39.basım). Đstanbul: Ötüken Neşriyat A. Ş. Mehmed Niyazi. (2005a). Yazılamamış Destanlar (5.basım). Đstanbul: Ötüken Neşriyat A. Ş.

Mehmed Niyazi. (2005b). Yemen! Ah Yemen! (4.basım). Đstanbul: Ötüken Neşriyat A. Ş. Mills, C. W. (2000). Toplumbilimsel Düşün (Çev. Ü. Oskay). Đstanbul: Der Yayınları. Moffatt, M.P. (1957). Sosyal Bilgiler Öğretimi (Çev. N. Oran). Đstanbul: Maarif Vekâleti Yayınları. Moran, B. (2006). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. (15. baskı). Đstanbul: Đletişim Yayınları. Nichol, J. (1991). Tarih Öğretimi. (Yay. Haz. M. Safran). Ankara: Çağrı Matbaacılık. OPPERMAN, S. (1999). Postmodern Tarih Kuramı: Tarih Yazımı, Yeni Tarihselcilik ve Roman, Ankara: Evin Yayınları. Özdemir, C. (2000). Roman Nedir?. Türk Yurdu, 20 (153-154) 6-10. Özden, Y.(2005). Öğrenme ve Öğretme. Ankara: Pagem A Yayınları. Öztürk,C., ve Dilek, D. (Der.). (2002). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi. Ankara: Pegem A Yayınları. Öztürk, C. ve R. Otluoğlu. (2003) Sosyal Bilgiler Öğretiminde Edebi Ürünler ve Yazılı Materyaller. Ankara: Pegem A Yayınları.

Öztürk, A. (2002). Tarih Öğretiminde Tarihi Romanların Kullanılması. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Pakize, B. (2007). Hepsi Alev. K Dergi. (23) 34-35. Sağlık, Ş. (2000). Romanın “Popüler” ve “Estetik” Boyutları. Türk Yurdu, 20 (153- 154) 23-30. Schilling, K. (1971). Toplumsal Düşünce Tarihi (Çev. N. Önal). Đstanbul: Varlık Yayınları. Selçuk, Z. (1998). Gelişim ve Öğrenme. Ankara: Nobel Yayıncılık.

252

Silier. O. (2000). Avrupa’da ve Türkiye’de Son Onyıllarda Tarih Eğitimi ve Ders Kitaplarını Đyileştirilmesi Çabaları. Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması. Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Stradling, R. (2003). 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli (Çev. A. Ünal). Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Sönmez, V. (2002). Eğitim Felsefesi (6. baskı). Ankara: Anı Yayıncılık. Şahin, Đ. (2000). Türk Romanının Tarihi Gelişimi. Türk Yurdu, 20 (153-154), 45-65.

Şirin, Đ. (2000). Kolektif Kimlik Đnşa Aracı Olarak Tarihi Roman. Türk Yurdu, 20 (153-154), 170-178.

Şimşek, A. (2006). Tarihsel Romanın Eğitimsel Đşlevi. Bilig, (37) 65-80.

Şimşek, A. (2003). Đlköğretim Sosyal Bilgiler Dersinde Tarihsel Hikâyeye Yönelik Öğretmen Görüşleri. XII. Eğitim Bilimleri Kongresi, Ankara: Gazi Üniversitesi. Şimşek, A. (2004). Đlköğretim Okulu Sosyal Bilgiler Dersi Tarih Konularının Öğretiminde Hikâye Anlatım Yönteminin Etkililiği. Türk Eğitim Bilimleri Dergisi. 2 (4) : 495–509. Tekeli, Đ. (1998), Tarih Bilinci ve Gençlik, Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Tekeli, Đ. (2000). “Türkiye’de Đlk Ve Orta Öğretim Düzeyinde Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması”. Atölye 1 (2-3 Aralık 2000). ODTÜ Kongre ve Kültür Merkezi, Ankara). Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Türkeş, Ö. (2000). Cumhuriyet Romanında Cumhuriyet Tarihi (1920-1970). Tarih ve Toplum, 33(198) 42-50. Türkeş, Ö. (2002). Romana Yazılan Tarih. Toplum ve Bilim, (91) 166-212. Türkeş A. Ömer. (1998). Tarih Roman, Roman Gibi Tarih. Virgül (9). Tunçay, M. (2000), Tarihî Roman Açıkoturumu. Tarih ve Toplum, (198) 4-16. Tosh, J. (2005). Tarihin Peşinde. (Çev. Ö. Arıkan). Đstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Tural, Sadık K. (1993), Tarihi Roman Geleneği Ve Cezmi, Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal. Ankara: Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Başkanlığı Yayınları. Tural, Sadık K. (1991). Zamanın Elinden Tutmak. Ankara: Ecdad Yayınları.

253

Tural, Sadık K. (2000). Roman Teorisi Üzerine Düşünceler. Türk Yurdu, 20 (153- 154), 11-22. Tural, Sadık K. (1993). Edebiyat Bilimine Katkılar. Ankara: Ecdad Yayınları. Ünlü, Ş. (1996). Roman Tarihi Belgeler Mi?. Romanların Dünyası. Đstanbul: Dünya Kitapları. Yalçın, A. (2002). Siyasal Ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı (1920-1946). Ankara: Akçağ Yayınları. Yalçın-Çelik, D. (2005). Yeni tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarih Romanları. Ankara: Akçağ Yayınları. Yazıcı, S. (1999). Felsefeye Giris. Đstanbul: Alfa Yayınları.

Yılmaz, A. (2000). Tarihi Roman Üzerine. Bilge, (24) 42-49.

Yılmaz, D. (2002). Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu. Đstanbul: Ozan Yayıncılık.

Yıldırım A. ve H. Şimşek (1999). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Đnternet Kaynakları:

Tarihin Unuttuğu Savaş. (2002). http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2002/NISAN/22/g3.html . Web adresinden 02.05.2008 tarihinde edinilmiştir. Hasanoğlu, F.N. (2004). Mehmed Niyazi ile Tarihi Roman Üzerine Söyleşi http://www.yagmurdergisi.com.tr/konu_goster.php?konu_id=674&yagmur=b olum2&kat=16&sid=23. Web adresinden 02.07.08 tarihinde edinilmiştir. Öztürk, M. (2004).Üsküplü Osman Yemen Dağlarında. http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=16662. Web adresinden 07.06.2008 tarihinde edinilmiştir. Nanelidere, F. (2001). Roman Nedir? http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=861. Web adresinden 07.08.2007 tarihinde edinilmiştir. Yazıcı, O. Mehmed Niyazi ile “Çanakkale Mahşeri” Üzerine: Çanakkale, Türk’ün onur savaşıdır. http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=240. Web adresinden 07.08.2007 tarihinde edinilmiştir.

254

Sevinç, E. (2004). Tarihle Romanın Buluşması. http://www.hurriyet.com.tr/agora/article.asp?sid=4&aid=1106. Web adresinden 07.08.2007 tarihinde edinilmiştir. Vella, Y. (2001) Yaratıcı Tarih Öğretimi. (Çev. Bahri Ata). http://www.egitim.aku.edu.tr/vella.htm . Web adresinden 05.08.2007 tarihinde edinilmiştir.

Özçimen, E. (2005). Arı Kovanı, Jakobenler ve Devrim. http://www.ykykultur.com.tr/kitaplik/80/eozcimen.html. Web adresinden 05.08.2007 tarihinde edinilmiştir.

Şimşek. A. (2006). Bir Öğretim Materyali Olarak Tarihsel Romana Yönelik Öğrenci Ve Öğretmen Görüşleri. http://www.tojet.net/articles/5410.htm. Web adresinden 22.02.2007 tarihinde edinilmiştir.

Kuryel, B. (2006). Bilim Felsefesi Ve Etik. http://sci.ege.edu.tr/~eubio/yaz_okulu/felsefe_etik.htm . Web adresinden 28.06.2006 tarihinde edinilmiştir.

Ortaylı. Đ. (2001). “Tarihi Roman Furyası” http://www.milliyet.com.tr/pazar/yazortay.html. Web adresinden 22.02.2007 tarihinde edinilmiştir. Karol, G. ( 2001). Tarih yazarlığı mı, tarih romancılığı mı? http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/011010/soylesi.html. Web adresinden 20.03.2007 tarihinde edinilmiştir.

Ata. B. (1998). John Dewey Ve Türkiye'de Đlköğretimde Tarih Öğretimi (1923- 1930). http://www.acikarsiv.gazi.edu.tr/dosya/1JohnDewey.pdf. Web adresinden 03.08.2007 tarihinde edinilmiştir.

Osmanlı Devletinin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve Askeri Olaylar (2002). http://farabi.selcuk.edu.tr/suzep/tarih/ders_notlari/guz_yariyili/bolum_6/bolu m06.html#K3. Web adresinden 03.08.2007 tarihinde edinilmiştir.

Sökmen, C. (2007). Mazlum milletlerin vicdanı: Zenci Musa http://ailem.zaman.com.tr/?bl=26&hn=5525. Web adresinden 27.07.2007 tarihinde edinilmiştir.

255

Teşkilât-ı Mahsusa. http://tr.wikipedia.org/wiki/Te%C5%9Fkil%C3%A2t- %C4%B1_Mahsusa Web adresinden 27.07.2007 tarihinde edinilmiştir.

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti http://www.iskeceliler.com/topic.asp?topıc_ıd=391&forum_ıd=6&cat_ıd=1& forum_title=bati+trakya&topic_title=bati+trakya+ıcin+her+sey&whichpage= 1&tmp=1#pid2153. Web adresinden 01.07.08 tarihinde edinilmiştir. Yılmaz, T. (1998). Tarihi Perspektif Đçinde Batı Trakya Ve Batı Trakya Türk Azınlığının Haklarını Koruyan Antlaşmalar (1878-1923). http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/khuka/turel.htm. Web adresinden 20.07.2007 tarihinde edinilmiştir.

Özlem, K. Tarihteki Đlk Türk Cumhuriyeti. http://www.balkanlar.net/index.php?ind=reviews&op=entry_view&iden=33. Web adresinden 03.08.2007 tarihinde edinilmiştir.