ufuk Ünİversİtesİufuk Üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü dergisi yıl:4 sayı:7 (2015) 5...
TRANSCRIPT
ISSN:2146-7676
UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES
UFUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ
Journal of Ufuk University Institute of Social Sciences
Yıl / Year: 4 Sayı / No: 7 Yıl / Year: 2015
www.ufuk.edu.tr
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
2
UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ
Sahibi
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Adına:
Rektör: Prof. Dr. Aral EGE
ISSN: 2146-7676
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Prof. Dr. Mehmet TOMANBAY
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
Editör
Yrd. Doç. Dr. Güner KOÇ AYTEKİN
Yardımcı Editörler
Arş. Gör. Çağlar DOĞRU
Arş. Gör. Hazel BAŞKÖY
Arş. Gör. Mehmet Gökhan UZUNER
Arş. Gör. Ozan MUTLU
Danışma Kurulu Prof. Dr. Örsan AKBULUT (TODAİE)
Prof. Dr. Oya AKGÖNENÇ (Ufuk Üniversitesi) Doç. Dr. M. Nail. ALKAN ( Gazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ufuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Orhan AYDIN (Ufuk Üniversitesi) Prof.Dr. Sertaç BAŞEREN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Semih BÜKER (Ufuk Üniversitesi)
Prof.Dr.Yasin CEYLAN ( ODTÜ) Prof. Dr. Halil CİN (Ufuk Üniversitesi)
Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK ( Gazi Ünversitesi)
Prof.Dr. Yelda DEMİRAĞ (Başkent Üniversitesi) Prof.Dr. Türkmen DERDİYOK (Ufuk Üniversitesi)
Prof.Dr. Gülen ELMAS ( Hitit Üniversitesi)
Prof. Dr. Şefika Şule ERÇETİN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Cenap ERDEMİR (Ufuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Azize ERGENELİ (Hacettepe Üniversitesi)
Prof.Dr. Şanal GÖRGÜN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Sadi GÜNDOĞDU (Ufuk Üniversitesi)
Yerel Süreli Yayın Basım Yeri: Başkent Klişe Matbaacılık
Bayındır Sokak 30/E Kızılay/Ankara
Basım Tarihi: 25.07.2015
Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR (Arel Üniversitesi)
Prof. Dr. Coşkun İKİZLER (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Raşit KAYA ( ODTÜ)
Prof. Dr. Ahmet KOCAMAN (Ufuk Üniversitesi)
Prof.Dr. Müslüme NARİN (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Cemal OĞUZ (Gazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Erdoğan ÖNER (Ufuk Üniversitesi)
Doç. Dr. Enver ÖZCAN (Ufuk Üniversitesi) Doç.Dr. Leyla ÖZER (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK (Ufuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Gülsev PAKKAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Refia PALABIYIKOĞLU (Ufuk Üniversitesi)
Prof.Dr. Deniz BÜYÜKKILIÇ ŞEREN (Gazi Ünversitesi)
Prof. Dr. Burak TANGÖR (TODAİE) Prof. Dr. Erdinç TOKGÖZ (Ufuk Üniversitesi)
Prof. Dr. İlhan TOMANBAY ( Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Özkan ÜNVER (Ufuk Üniversitesi)
Dergimizin temel amacı; bilimsel normlara ve bilim etiğine uygun, sosyal bilimler alanında tercih edilen nitelikli ve özgün çalışmaları
yayımlayarak akademik alana katkıda bulunmaktır. Dergiye gönderilen yazılar, derginin yazım kurallarına uygun olarak hazırlanarak değerlendirme sürecine girmek üzere [email protected] elektronik posta adresine gönderilmelidir.
Copyright@Temmuz 2015 Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Tüm hakları mahfuzdur. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi yılda en az bir kez yayımlanan hakemli bir dergidir. Dergide yayımlanan
makalelerin dil ve bilim sorumluluğu yazara aittir. Dergide yer alan makaleler kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Elektronik ve mekanik (fotokopi dâhil) herhangi bir şekilde izinsiz kullanılamaz ve çoğaltılamaz.
Yönetim yeri:
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Mevlana Bulvarı No:86-88 06520
Balgat / Ankara
Tel: 0312 2044449
Faks: 0312 2872390
E-Posta: [email protected]
İnternet Adresi: http://www.ufuk.edu.tr
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
3
UFUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Yıl : 4 No: 7 Yıl: 2015
İÇİNDEKİLER
Sunuş...........................................................................................................…………….…….…...5-6
Güner KOÇ AYTEKİN
Kamu Görevlisine Rücu Edilmesinde Hukuki Sorunlar ve İdari Yargı Kararları Işığında Güncel Bir
Değerlendirme ............................................……..........................................................................7-19
Mehmet GÜNEŞ, Mustafa GÜNDÜZ
Stratejik Yönetim Sürecinde Krizler ve Örgüt Üzerindeki Psikolojik Etkileri………………....21-33
Mehmet Hişyar KORKUSUZ, Ersoy KUTLUK
Gruplararası İlişkiler, Nefret Söylemine Yönelik Tutum ve Algılanan Nefret Davranışı...........35-58
Rahşan BALAMİR BEKTAŞ, Eda KARACAN, Aslıhan ALHAN
Algılanan İçsellik Statüsünde Çalışanların Yeri ve Önemi..........................................................59-67
S.Gökçe GÖK, Derya ÖZİLHAN
2002 Sonrası Dönemde Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri............. ………………………….….69-85
Süleyman Çağrı GÜZEL
Euro Krizinin AB ve Türkiye Üzerindeki Etkileri: 2008 Küresel Krizi Bağlamında Bir
Değerlendirme…………………………. ..................................................................................87-108
Ahmet Turan ÇETİNKAYA
İnsan Kaynakları Açısından Esnek Çalışmanın İstihdama Etkilerinin İncelenmesi: Türkiye
Örneği……………………..…………..…………………...……...........................................109 - 130
Çağlar DOĞRU
Yayım Alanı, Yazım Kuralları ve Yazıların Değerlendirme Süreci………………................131-133
Dergimizin Tarandığı İndeksler Listesi………………………………………………………….134
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
4
JOURNAL OF UFUK UNIVERSITY
INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES Year: 4 No: 7 Year: 2015
CONTENTS
Presentation……………………………………….………………………………........................5-6
Güner KOÇ AYTEKİN
Juristic Problems to Have Recourse to Public Officials and An Actual Assessment Under the
Administrative Judicial Decisions.................................................................................................7-19
Mehmet GÜNEŞ, Mustafa GÜNDÜZ
Crises in Strategic Management Process and Their Psychological Impacts on Organizations…21-33
Mehmet Hişyar KORKUSUZ, Ersoy KUTLUK
Intergroup Relations, Perceived Harm Speech and Behavior..................................……........... 35-58
Rahşan BALAMİR BEKTAŞ, Eda KARACAN, Aslıhan ALHAN
Place and Significance of Working Staff in Perceived Insider Status .........................................59-67
S.Gökçe GÖK, Derya ÖZİLHAN
Turkey-EU Relations After 2002..................................................................................................69-85
Süleyman Çağrı GÜZEL
The Effects of Euro Crisis on EU and Turkey: An Evaluation in the Context of Crisis in
2008…………………………………………...……………...…....…............…...................... 87-108
Ahmet Turan ÇETİNKAYA
Analyzing the Effects of Flexible Work on Employment from the Perspective of Human Resources:
The Case of Turkey........…......................................................................................................109-130
Çağlar DOĞRU
Guidelines for Contributors ……………………………………………………............…….131-133
List of Indexes in which this Journal is Scanned…………………………………………………134
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
5
SUNUŞ…
Üniversiteler ve akademik çevrelerce ilgi ile izlenen Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, dördüncü yılında, yedinci sayısıyla, yayın hayatını etkin ve verimli bir
şekilde devam ettirmektedir. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi olarak
geçmiş sayılarımızda olduğu gibi; sosyal bilimler alanında yaşanan bilimsel gelişmelerin
izlendiği ve özgün çalışmaların yer aldığı bu yeni sayımızda da siz değerli okuyucularımızla
buluşmanın mutluluğunu ve gururunu yaşıyoruz. Dergimize göstermiş olduğunuz ilgiye en
içten teşekkürlerimizi sunarız.
Dergimizin 2015 yılı ilk sayısında, çeşitli alanlarda yedi tane bilimsel çalışma yer almaktadır.
Bu sayıda yer alan, “Kamu Görevlisine Rücu Edilmesinde Hukuki Sorunlar ve İdari
Yargı Kararları Işığında Güncel Bir Değerlendirme” adlı ilk makale, hakemsiz yayına
sunulmaktadır. Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ ve Arş. Gör. Mustafa GÜNDÜZ tarafından kaleme
alınan bu çalışmada; her geçen gün büyüyen idari faaliyetlerin ve devamında ortaya çıkan
idari sorumlulukların sonucunda, kamu görevlilerinin kusurlu davranışlarının sonradan rücu
edilerek ödenen tazminatların geri alınması için izlenen usül ve kararlardaki farklılıklar ortaya
konulmakta ve yakın tarihli yargı kararlarının önemli noktalarının altı çizilerek idari yargının
içtihadi özelliğinden dolayı ortak ve sürdürülebilir ilkelere erişim yolları aranmaktadır.
İkinci sırada, “Stratejik Yönetim Sürecinde Krizler ve Örgüt Üzerindeki Psikolojik
Etkileri” adlı makale yer almaktadır. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Hişyar KORKUSUZ ve Yrd.
Doç. Dr. Ersoy KUTLUK tarafından ele alınan bu makalede, uzun soluklu bir stratejik
yönetim sürecinde karşılaşılabilecek dönemsel krizlerde “insan unsuru” nun “psikolojik
boyutu” ele alınmaktadır.
Üçüncü sırada, Yrd. Doç. Dr. Rahşan BALAMİR BEKTAŞ, Yrd. Doç. Dr. Eda KARACAN
ve Yrd. Doç. Dr. Aslıhan ALHAN tarafından ele alınan “Gruplar Arası İlişkiler, Nefret
Söylemine Yönelik Tutum ve Algılanan Nefret Davranışı” adlı çalışma yer almaktadır. Bu
çalışmada, farklı grup kimliği olan kişilerin, nefret söyleminin zararına yönelik algıları ve
algılanan nefret davranışları arasındaki ilişki incelenmektedir.
Dördüncü sırada bulunan, Öğr. Gör. S. Gökçe GÖK ve Yrd. Doç. Dr. Derya ÖZİLHAN
tarafından ele alınan “The Place and Significance of Working Staff in Perceived Insider
Status” adlı çalışmada, akademik ve idari kadro çalışanlarının aidiyet algılarının tespit
edilmesi ve aidiyet algısında kadronun önemi incelenmektedir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
6
Beşinci sırada “ 2002 Sonrası Dönemde Türkiye - Avrupa Birliği İlişkileri” adlı makale
yer almaktadır. Doktora Öğrencisi Süleyman Çağrı GÜZEL tarafından kaleme alınan bu
çalışmada, 2002 sonrası AB yolundaki gelişmeler ele alınmakta ve AB politikası
değerlendirilmektedir.
Altıncı sırada “Euro Krizinin AB ve Türkiye Üzerindeki Etkileri: 2008 Küresel Krizi
Bağlamında Bir Değerlendirme” adlı çalışma yer almaktadır. Arş. Gör. Ahmet Turan
ÇETİNKAYA tarafından ele alınan bu çalışmada, Optimum Para Sahası temelinde Euro
Bölgesi ve 2008 Küresel Krizi bağlamında Avrupa Borç Krizi’nin AB ve Türkiye
ekonomisine etkileri incelenmektedir. Bu bağlamda çalışmada, Euro Bölgesi ekonomileri ve
Türkiye’nin söz konusu süreçte ekonomik olarak nasıl etkilendikleri araştırılmaktadır.
Yedinci sırada “İnsan Kaynakları Açısından Esnek Çalışmanın İstihdama Etkilerinin
İncelenmesi: Türkiye Örneği” adlı son makale yer almaktadır. Arş. Gör. Çağlar DOĞRU
tarafından ele alınan bu çalışmada; uygulamada yer alan esnek çalışma türleri ele alınmak
suretiyle kavramsal çerçeve çizilerek Türkiye’deki insan kaynaklarının ne derecede esnek
çalışma türlerinden yararlandığı ortaya konulmaktadır.
Bu sayımızda da gerek üniversitemizden gerekse farklı üniversite ve kurumlardan önemli
çalışmalarda bulunmak suretiyle dergimize katkı sağlayan değerli araştırmacı ve bilim
insanlarına, çalışmaların değerlendirme sürecinde katkı sağlayan değerli hocalarımıza, basım
öncesi ve sonrasındaki hazırlıklarda özveri ile çalışan değerli tüm Üniversite personelimize en
içten teşekkürlerimizi sunarız.
Dergimizin okuyuculara yararlı olması dileğiyle…
Saygılarımla,
Yrd. Doç. Dr. Güner KOÇ AYTEKİN
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Editörü
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
7
KAMU GÖREVLİSİNE RÜCU EDİLMESİNDE HUKUKİ SORUNLAR VE İDARİ
YARGI KARARLARI IŞIĞINDA GÜNCEL BİR DEĞERLENDİRME
Mehmet GÜNEŞ*
Mustafa GÜNDÜZ**1
ÖZET
Kamu idaresinin kusurlu eylem veya işlemiyle bir zararın meydana gelmesi halinde bu zararın meydana
gelmesinde kusuru olan kamu görevlisine hem anayasal düzenlemeler hem de yasal düzenlemeler bağlamında
rücu hakkı söz konusudur. Kamu idaresinin rücu hakkının niteliğinin bağlı yetki mi yoksa takdir yetkisi mi
olduğu ve bu hakkın kullanılmasında görevli yargı merciinin adli yargı mı idari yargı mı olduğu doktrin ve yargı
kararlarında tartışmalıdır. Bu noktada kamu idaresinin kusurlu sorumluğu neticesinde meydana gelen zarar
dolayısıyla kamu görevlisinin kusuru mevzu bahis ise kamu idaresinin rücu hakkını kullanması bir zorunluluk
olarak kabul edilir. Hem Anayasal düzenlemeler hem de mevcut yasal düzenleme sistematik olarak birlikte
değerlendirildiğinde kamu idaresi tarafında rücu hakkının kullanılmasında bağlı yetkisinin olduğu açık ve net bir
şekilde anlaşılmaktadır. Kamu idaresinin rücu hakkını kullanması konusunda görevli ve yetkili yargı merciinin
adli yargı olması gerekmektedir. Rücu hakkının kullanılmasında adli yargı mercilerinin görevli ve yetkili olması
hem adil yargılanma hakkının zedelenmemesi hem de hukuk devleti ilkesinin korunması açısından bir
gerekliliktir.
Anahtar Kelimeler: Rücu, Kamu Görevlisi, İdari Yargı, Kamu İdaresi, Sorumluluk.
JURISTIC PROBLEMS TO HAVE RECOURSE TO PUBLIC OFFICIALS AND AN
ACTUAL ASSESSMENT UNDER THE ADMINISTRATIVE JUDICIAL DECISIONS
ABSTRACT
İn case, a damage occurs as a result of defective acts and decisions of public administration the right of recorse is
metioned to public officials responsible for the occurense of this damage in the contex or both contitutional and
legal arrengements. İt is widely controversial that the qualification of then righet of recourse for public officials
is whether discretionary power or conditional power and in the use of this right functionary judgemental
authority is whether administrative justice or judical justice in doctrine and judical decisions. At this point, in
case in consequence of the damage occured by defective, liability of administration public official has both
contitutional and legal arrengements are systematically evaluated at the same time, it is clearly and explicitly
comprehended with discretionary power in the right of recourse for public administration. In the right of recourse
for public administration jurisdiction and authorized court is judical justice, is the necessity in that both the right
to a fair trail is not damaged and state of law principle is preserved.
Key Words: Recourse, Public Official, Administrative Justice, Public Administration, Liability
*Doç.Dr., Ufuk Üniversitesi İİBF, [email protected]
**1Araştırma Görevlisi, Kara Harp Okulu, [email protected]
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
8
1. GİRİŞ
Anlamı, geri dönmek, müracaat etmek, “-den kaynaklanmak”, bir şeyin tazminatı için dava
açmak, telafisini istemek, iade etme (Mutçalı, 2012, s.348) olarak bilinen “rücu” özellikle
Borçlar ve İdare hukukunda içeriği her zaman tartışılan önemli bir kavramdır. Rücuen
tazminat istemleri, özel hukuk kişisi tarafından zarara sebebiyet veren idareye karşı; idare
tarafından zarara sebebiyet veren idareye karşı; idare tarafından zarara sebebiyet veren kamu
görevlisine karşı; özel hukuk kişisi tarafından zarara sebebiyet veren özel hukuk kişisine karşı
olabilmektedir (Kaya, 2012, s.122). Çalışmanın konusunu teşkil eden idare hukukundaki rücu
kavramı; idarenin, bir idari işlem veya eyleminin yerine getirilmesinde veya sahip olduğu
idari statü dolayısıyla, idarenin araç ve gereçleri vasıtasıyla kamu görevlisinin kusurlu fiiliyle
üçüncü kişilere zarar verilmesi durumunda, ortaya çıkan zararın idare tarafından tazmininden
sonra olayda kusurlu görülen kamu görevlisinden kusuru oranında idarenin ödediği tazminat
miktarını geri talep etmesidir. Buna göre kamu görevlisinin kusurunun ön planda olduğu ve
idarenin sorumlu tutulduğu tüm işlem ve eylemlerde böyle bir düzenleme ile idarenin
kolaylıkla zararı karşılayacağı umulmaktadır. Ancak kamu idaresi hukukunda yer alan rücu
yaklaşımı, kolay ve anlaşılabilir bir ilke olarak kabul edilse dahi uygulamada aynı
kolaylıkların söz konusu olmadığı, idarenin rücu konusunda karar vermesi gereken farklı
konuların bulunduğu, sonrasında ortaya çıkan hukuki sorunların yargı kararlarında da tam
olarak çözüme kavuşturulamadığı görülmektedir. Örneğin yargıda rücuen tazminat istemleri
değişik şekillerde ortaya çıkmaktadır. Bu tur istemler, örneğin, zarara uğrayana zararını
ödeyen sigorta şirketinin daha sonra zarara sebebiyet veren idareye rücu etmesi; zarara
uğrayana zararını ödeyen idarenin daha sonra bu zarara sebebiyet veren idareye rücu etmesi
seklinde olabilmektedir. Rücuen tazminat istemiyle acılan davalarda, görevli yargı yerine
bağlı olarak, dava adı da değişmektedir. Bu tur davalar adli yargıda görüldüğünde “rücuen
tazminat davası”; idari yargıda görüldüğünde ise “tam yargı davası” adını almaktadır (Kaya,
2012, s.124).
Bu çalışmada her geçen gün büyüyen idari faaliyetlerin ve devamında ortaya çıkan idari
sorumlulukların neticesinde kamu görevlilerinin kusurlu davranışlarının sonradan rücu
edilerek ödenen tazminatların geri alınması için izlenen usül ve kararlardaki farklılıklar ortaya
konulacak ve yakın tarihli yargı kararlarının önemli noktalarının altı çizilerek idari yargının
içtihadi özelliğinden dolayı ortak ve sürdürülebilir ilkelere erişim yolları aranacaktır.
1.1.İdari Yargıda Rücunun Kısa Tarihi ve Dayandığı Temeller
İdare Hukukunun doğduğu ülke olan Fransa’da idarenin sorumluluğu ve bu sorumluluğu
sebebiyle zarar görenlere tazminat ödenmesi konularında çeşitli aşama ve gelişimler
yaşanmıştır. 1870’lere kadar Fransa’da da “Kral hata yapmaz” anlayışı hâkim olmuştur. Hatta
bu döneme kadar kamu görevlisine karşı da dava açılabilmesine sınır getirilmiştir. Kamu
görevlisine karşı ancak Conseil d’Etat’ın onayı üzerine dava açılabilmiştir. Fransa’da ilk kez
1873 yılında Fransız Uyuşmazlık Mahkemesince verilen “Blanco kararı” ile idari kusurun,
özel hukuktaki kusur kavramından farklı olduğu ortaya konulmuş ve kamu görevlisi ile
devletin sorumluluğu kabul edilmiştir (Söyler, 2010, s.559). Fransa’da önceleri,
sorumlulukların içtima etmeyeceği kuralı geçerli görülerek kamu görevlisinin şahsi
sorumluluğunun bulunduğu hallerde idare hiçbir şekilde sorumlu tutulmamış, idarenin
sorumluluğu ajanın sorumluluğunun başladığı yerde bittiği kabul edilmiştir. İdare aleyhine
açılan davalarda Fransız Devlet Şurası, görevlinin şahsi kusurunu tespit ettiğinde çoğunlukla
görevsizlik kararı vermiş, aynı şey adli yargıda memur aleyhine açılan davalarda da geçerli
kabul edilmiştir (Duez, 1950, s.85).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
9
Fransız Danıştay’ı nihayet kamu görevlisinin kusurunu dikkate almayan içtihadını 28
Temmuz 1951 tarihli Temmuz 1951 tarihli “Delville ve Laurelle” kararları ile terk etmiştir.
Bu kararların ilki olan “Delville” kararında; sarhoş olan askeri şoförün yaptığı araç kazasında
Fransız Danıştay’ı sorumluluğu ikiye paylaştırarak, aracın freninin tam olarak çalışmaması
dolayısıyla sorumluluğun yarısını idareye yüklerken aynı zamanda şoförün sarhoş olması
dolayısıyla da sorumluluğun diğer yarısını kamu görevlisine vererek zarar dolayısıyla
ödenecek tazminatı yarı yarıya idare ile şoför arasında paylaştırmıştır. Fransız Danıştay’ının
Laurelle kararında ise; sorumlulukların içtimaı söz konusudur. “Askeri bir aracın şoförü, askeri aracı
kendi özel işlerinde kullanırken kaza yapmıştır. Burada zarara sebebiyet veren durum şoförün aracı kullanması
sırasındaki kusurudur. Aracın askeri hizmete ilişkin olmayan bir kullanımı ve askeri aracın hukuka aykırı bir
şekilde kullanılmasının doğurduğu kişisel kusur söz konusudur. Ancak askeri idare için ayrıca gözlem eksikliği
bulunduğu için hizmet kusuru da ortaya çıkmıştır. Bahse konu kaza sebebiyle zarara uğrayanın zararını tazmin
eden idare, daha sonra şoföre rücu edecektir. Fransız Danıştay’ı bu tür bir rücu davasını (action recursoire) ve
şoförü idarenin zarara uğrayana ödediği miktarı idareye ödemeye mahkûm etmiştir.” (Atay ve Odabaşı,
2010, s.92).
Fransız Danıştay’ını takiple Türk hukukunda Uyuşmazlık Mahkemesi 1960’lı yıllarda hizmet
kusuru ve kişisel kusur ayrımı yaparak, hizmet kusurunda idari yargının kişisel kusurda ise
adli yargının görevli olduğu yönündeki içtihadını geliştirmiştir (Akyılmaz, 2006, s.1045).
Buna göre, zararın ödenmesine ilişkin olarak idarenin hizmet kusuruna dayanılarak
Danıştay’da, kamu görevlisinin kişisel kusura dayanılarak ise adli yargıda dava açılabiliyordu.
Neticede memurun kişisel kusuru sebebiyle tazminat ödemek zorunda kalan idare, sadece
haksız fiil hükümlerine göre memura rücu edebilmekteydi (Turgut, 2011, s.192).
İdari yargıda 1963 tarihli Danıştay’ın Konuralp Kararında bir profesörün işten el çektirilmesi
sebebiyle ağır hizmet kusuru bulunan idare tazminata hükmedilirken, ağır hizmet kusurunda
rektörün de kişisel kusuru bulunduğundan bahisle rektöre rücu edilmesine karar verilmiştir.
Danıştay’ın bu kararında şu ifadelere yer verilmiştir; “İptal edilen bu kararın ittihazındaki ağır hizmet
kusurunun husulüne rektörün kişisel kusurunun da yüzde kırk nispetinde tesiri bulunduğu olayın başlayış, akış ve
kararın alınış ve uygulanış sekil ve seyrinden anlaşılmasına binaen davalı idarenin tazminat miktarının yüzde
kırk nispetinde rektörün sahsına rücu etmekte muhtar bulunmasına karar verildi.” (Akyılmaz, 2006,
s.1046). Daha sonraki gelişmelerde Türkiye’de rücu konusu yasal bir zemine oturtulmuş ve
1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. Maddesinde,1972 tarihli ve 1602
sayılı AYİM Kanunu’nun 24. maddesinde ve 1982 Anayasası’nın 40/3, 129/5 maddelerinde
açıkça düzenlenmiştir.
1.2. Türk Hukukunda Rücunun Düzenlenmesi ve İlkeleri
Türk hukukunda “rücu müessesinin” Anayasa ve Devlet Memurları Kanununda (DMK)
düzenlenmesi ve bu düzenlemelerin farklı tarihlerde olması doktrin ve uygulamada birlik
sağlanmasını engellemiştir. 1965 tarihli DMK ile yasal düzenlemeye kavuşan rücu, bu
tarihten sonra da gereği gibi uygulanamamıştır. DMK yürürlüğe girmeden önce var olan
sorumluluk sistemine göre şahsi kusuru bulunan kamu görevlisine karsı, zarara uğrayan
tarafından zararın giderilmesi için tazminat davası açılabiliyorken; DMK ile teminat sistemine
geçilerek kamu görevlisinin şahsi kusuru bulunsa dahi ancak idare aleyhine dava açılabileceği
kabul edilmiştir. Ancak DMK’nin yürürlüğe girmesi ile 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesi
arasında kalan zamanda uygulamada bir süre daha kamu görevlisi aleyhine dava açılmıştır.
Ancak 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesiyle bu uygulama son bulmuştur. Bu tarihten
sonra da DMK ve Anayasa arasında farklı kavramlar sebebiyle tartışmalar başlamıştır
(Turgut, 2011, s.195).
1982 Anayasası, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü
olduğunu belirtirken (m.125) aynı zamanda, “Memur ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
10
kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek
kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabilir”
(m.129/5) hükmünü de getirmektedir. Ayrıca madde 40/2’de; “Kişinin resmi görevliler tarafından
vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili
görevliye rücu hakkı saklıdır.” denilerek rücu edilmesinin anayasal karşılığı belirtilmektedir. Aynı
şekilde 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 13ncü maddesinde de idarenin rücu hakkı
düzenlenmiştir. İlgili maddede yer alan düzenlemeye göre; “Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle
ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum
aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve
para hükmündeki değerli kâğıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen
miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere
göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır. İşkence ya da zalimane, gayri insani veya haysiyet kırıcı muamele
suçları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen kararlar sonucunda Devletçe ödenen
tazminatlardan dolayı sorumlu personele rücu edilmesi hakkında da yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.”
Yukarıdaki yasal düzenlemeler karşısında idarenin kamu görevlisine rücu edebilmesi için
idarenin öncelikle kusurlu bir sorumluluğunun bulunması ve kamu görevlisinin ayrıca kusurlu
davranışından kaynaklanan bir zarar mevcut olması gereklidir. Dolayısıyla idarenin kusursuz
sorumluluğunun söz konusu olduğu durumlarda rücu mekanizmasının işletilmesi mümkün
değildir. Bu konuda Yargıtay, kamu görevlisinin kişisel kusurunun ölçütü olarak sadece kin,
düşmanlık ve benzeri duyguların etkisi altında gerçekleştirdiği eylemler bakımından değil,
görevin gerekli kıldığı özenin gösterilmemesi ve mesleğin gerektirdiği ilkelere uyulmamasını
da ele almaktadır (Yargıtay, 1998). Yargıtay, bazı kararlarında kişisel kusuru; “görev ve yetki ile
bağdaşmayan durumlar, idari işleme yabancı olan eylem ve işlemler, suç oluşturan fiiller, idari yetkilerin
kullanım alanı dışına taşan eylem ve işlemler” şeklinde ifade etmektedir (Yargıtay, 1986).
Dolayısıyla burada sözü edilen kişisel kusur, bir kamu hizmetinde veya kamu hizmeti
vesilesiyle işlenmişse, eğer hatanın araç ve gereçleri kamu hizmeti gereğince kusurlunun
kullanımına sunulmuşsa, ayrıca mağdur ancak hizmetin kurallarının etkileri ile kusurlu
duruma düşürülüyorsa ve kamu hizmeti söz konusu hatanın tamamlanmasını gerekli kılmışsa
saf değil görevle ilişkili kişisel kusur söz konusu olmaktadır. Örneğin polisin görevli olduğu
kolluk faaliyetini icra ederken aşırı kuvvet kullanımına başvurması sonucu zarar gören kişi
ağır yaralandığında kamu görevlisi olan polisin kişisel kusurundan bahsedilebilir (Atay ve
Odabaşı, 2020, s.89). Dolayısıyla rücu, kamu görevlisi kişinin, kamu hizmeti sırasında, bu
kamu hizmeti dolayısıyla, hizmetin onu sağladığı araçlar vasıtasıyla icra ettiği bir faaliyet
sırasında verdiği zararda söz konusu olmakta ve idare daha sonra kusurlu kamu görevlisine
rücu edebilmektedir. Kamu görevlisinin göreviyle doğrudan ilişki kurularak açıklanan
kusuruna görev kusuru da denilmekte ve Danıştay’ın bir kararında görev kusuru şu şekilde
tanımlanmaktadır: “Kamu görevlilerinin idari bir tasarruf yaparken, mevzuatın, üstlendiği ödevin ve
yürüttüğü hizmetin kural, usul ve gereklerine aykırı olarak, kendisine izafe edilebilecek boyutta ve biçimde,
ancak gene de resmi yetki, görev ve olanaklardan yararlanarak, onları kullanarak hareket ettiği, bu nedenle de
idaresinden tamamen ayrılmasını önleyen ve engelleyen kusur görev kusurudur.” (Danıştay, 1999).
Bu arada kamu hizmeti sunumunda, idarenin kusurlu görüldüğü ve kamu görevlisinin ön
plana çıkmadığı genel tanımlama ise hizmet kusurudur. Öğretide hizmet kusuru; “Hizmetin
bünyesinde var olan kusuru, yani kamu hizmetinin kuruluş ve işleyişindeki aksaklık, düzensizlik ve bozukluğu
ve hizmeti yürüten kamu personelinin kusurunu kapsadığı belirtilmektedir. Hizmet kusurunun özellikleri
“bağımsız ve objektifliği”, “asli bir sorumluluk olması”, “anonim”, “genel” ve “esnekliliği”dir. Bu anlamda
hizmet kusurunun anonim özelliği gereğince kusurun ismen belli bir şahsa atıf ve isnadına ihtiyaç yoktur. Kusur,
hizmetin bünyesi ile kaynaşmıştır” (Atay, Odabaşı, 2010, s.101). Sonuçta kamu görevlisinin kişisel
kusurunun yol açtığı zararlarda, zararı ödeyen idare kişisel kusura ilişkin kısım (tamamen
kişisel kusura dayanıyorsa zararın tamamı için) için kamu görevlisine rücu eder. Zarar birden
çok kamu görevlisinin kişisel kusuruna dayanmakta ise, idare her kamu görevlisine sadece
kendi kusuru oranında rücu edecektir (Akyılmaz, 2006, s.1057).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
11
2. KAMU İDARESİNİN RÜCU KARARI
İdarenin bir işlem veya eylemi sebebiyle kusurlu görülerek tazminat ödemesi sonrasında
olayda kusuru görülen kamu görevlisine idare tarafından zorunlu veya ihtiyari rücu edilip
edilmesi konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Örneğin Atay’a göre; mahkeme kararının
gerekçesinden veya olayın gelişim tarzından ilgili memurun da kusurunun bulunduğu
anlaşılıyorsa rücu müessesesinin işletilmesi zorunludur. Bu anlamda rücu yöntemini
uygulayıp uygulamama anlamında idarenin takdir yetkisinin varlığından söz edilemez.
Nitekim bu husus DMK’nın 13. maddesinin 2. fıkrasında “İşkence ya da zalimane, gayri insani veya
haysiyet kırıcı muamele suçları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince verilen kararlar sonucunda
Devletçe ödenen tazminatlardan dolayı sorumlu personele rücu edilmesi” gerekliliği özellikle
vurgulanmıştır. Bu fıkra bir istisna hükmü olmayıp, fıkrada belirtilen hususun özelliği
gereğince ayrıca düzenlenmiştir. Söz konusu düzenleme Anayasa’nın 40. maddesinin son
fıkrasında belirtilen: “Kişinin resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da,
kanuna göre devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” hükmünün
uygulanmasına yöneliktir (Atay ve Odabaşı,2010, s.109) . Öte yandan Akyılmaz’a göre ise: “1982 Anayasası 40/2’ncü maddesi ile 657 sayılı Kanun'un 13'üncü maddesinde yer alan “kurumun genel
hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır" ifadesine benzer bir şekilde “Devletin, sorumlu olan
ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır” hükmü benimsenmiştir. Böylece, sorumlu olan ilgiliden bahsedilerek birinci
derecede devletin sorumlu olduğu zarar bakımından, kamu görevlisinin kişisel sorumluluğunun da devam ettiği
belirtilmiş; lâkin bu konuda idareye takdir yetkisi tanınmıştır. Buna karşılık kamu görevlilerinin kusurları ile
sebep oldukları zararlar için Anayasa ile getirilen yeni mali sorumluluk sistemi bakımından genel bir hükmü
ihtiva eden m. 129/5 de rücu müessesesi, idarenin takdir yetkisinden çıkarılarak, bağlı yetki haline getirilmiştir.
Bu nitelendirmenin temel nedeni; DMK 13 maddesindeki rücunun ifade ediliş şeklidir, söz konusu maddede
“rücu hakkı saklıdır” denilerek bunun idarenin tasarrufunda olduğu ve bu ifadeden bir zorunluluk anlaşılmaması
gerektiği ifade edilmektedir. Anayasanın 129/V hükmündeki rücu ise “rücu edilmek kaydıyla” şeklinde ifade
edilerek rücu hakkının bir takdir yetkisi mahiyetinde değil bağlı yetki niteliğine sahip olduğu ifade edilmiştir”
(Akyılmaz, 2011, s.67).
Diğer yandan Tan ve Gözübüyük, “Rücu Sisteminin” takdir veya bağlı yetki mi olduğuna
ilişkin orta yolu benimseyerek; “1982 Anayasası’nın rücu konusundaki düzenlemelerinden (m. 40/2 ve
129/5) önce, 657 sayılı Yasa’nın, kurumun genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkının saklı
olduğuna ilişkin kuralı (m. 13), idareye bu konuda takdir yetkisi tanındığı biçiminde anlaşılıp uygulanmıştır.
Ancak Danıştay’ın idarenin sorumluluğuna hükmettiği bazı kararlarında kamu görevlisinin belirli oranda
kusurluluğunu saptayıp, sorumluluktan payı belirlediği durumlarda rücu konusunda idarenin takdir yetkisinden
söz edilemez. Nitekim böyle durumlarda idarenin tek yanlı işlemi ile kamu görevlisinden kendisine düşen payı
isteyebileceği” (Tan ve Gözübüyük, 2013, s.734) savunulmaktadır. Nitekim bu doğrultudaki bir
Danıştay kararında; “Olayda davacı hakkında suçlamaların ortaya çıkışı aşamasında ve sonraki aşamada
görevlilerin ağır kusurları söz konusu olduğundan hükmolunan tazminatı ödeyecek olan idarenin, sorumluluğu
saptanan görevlilere yasal yollar çerçevesinde rücu etmesinin Anayasa ve yasa hükmü gereği” olduğunu
belirtmektedir (Danıştay, 1989). Aynı şekilde başka bir Danıştay kararında ise bu
düzenlemenin emredici olduğu gösterilmiştir; “…Anayasa’nın 129.maddesinin 5.fıkrasında; memurlar
ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının,
kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine
açabileceği şeklinde emredici kurala yer verilmiş olduğundan kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken
İşledikleri kusurlar nedeniyle İdare aleyhine açılan davalarda tazminata hükmedilmesi halinde, İdarenin ödemek
zorunda kaldığı tazminatı yasal yollara başvurarak ilgili kamu görevlisinden tahsil etme zorunluluğu bulunduğu
ve bu anayasal zorunluluk nedeniyle dava dilekçelerinde ayrıca rücu talebinde bulunmaya gerek olmadığına
hükmedilmiştir” (Danıştay, 1997).
Kamu görevlisine rücu edilmesinin hem doktrinde hem de yargı kararlarında ifade edildiği
üzere bir takdir yetkisi değil, kamu görevlisinin kusurun idarece saptanması ve zararın
meydana gelmesinde bu kusurlu fiilin de tesirinin bulunması durumunda bir bağlı yetki
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
12
niteliğini haiz olduğu görülmektedir. İdarenin bu yetkisini şartlar vuku bulduğu halde
kullanmaması durumunda, gereğini yerine getirmeyen kamu görevlisinin disiplin ve cezai
sorumluluğu söz konusu olacaktır. Ancak idarenin bunu kendiliğinden yapmadığı durumlarda
vatandaşların bunu sağlamak amacıyla idareye başvurmalarına da bir engel bulunmamaktadır.
Nitekim bu konu bir Danıştay kararında şu şekilde ifade edilmiştir: “Rücu mekanizmasının
işletilmesi, kamu kurumunun yetkileri arasında bulunmakla birlikte, idarenin bunu kendiliğinden yapmadığı
durumlarda, yurttaşların bunu sağlamak amacıyla idareye başvurmalarına bir engel bulunmamaktadır. Kamu
hizmeti görevlilerinin kişisel kusurundan kaynaklanan zararın karşılığı olarak ulusal ya da uluslararası bir
Mahkemece hükmedilen tazminat devlet tarafından zarara uğrayan kişiye ödendikten sonra ilgili kamu kurumu
tarafından sorumlu personele rücu edilmemesi, bu yükün toplum üzerine bırakılması anlamına geleceğinden, her
yurttaş ve özellikle kamu görevlilerinin kişisel kusuru nedeniyle zarara uğrayıp yargısal süreci başlatmış olan
yurttaşlar, ilgili personele rücu edilmesini sağlamak amacıyla idareye başvurabilirler ve bu başvuruların reddi
üzerine de dava açma hakkını kullanabilirler. Kamu hizmeti görevlilerinin hukuka aykırı eylem ve işlemlerinden
ve kendi kusurlarından doğan zararı toplum ödemek zorunda değildir.” (Danıştay, 2008). Ancak bu
kararın eleştirilebilir noktası: rücu mekanizmasının işletilebilmesini sağlayabilmek için
idarenin kusurlu fiilinden hiçbir şekilde etkilenmeyen herkesin menfaat koşulu aranmaksızın
idareye başvurabilmesinin savunulmasıdır. Bu şekilde geniş yorumun hukuk devleti ve hak
arama hürriyetine yanlış imkânlar bahşedeceği ve adaleti bozacağı ileri sürülebilir.
2.1. İdarenin Rücu Konusunda Takip Edeceği Usül
657 sayılı Kanun'un 12 ve 13'üncü maddelere göre çıkarılan “Devlete ve Kişilere Memurlarca
Verilen Zararların Nevi ve Miktarlarının Tespiti, Takibi, Amirlerinin Sorumlulukları,
Yapılacak Diğer İşlemler Hakkında Yönetmelik”in “Amirlerin Sorumlulukları" başlıklı
9’uncu ve “Zararların Takibi ve Yapılacak İşlemler” başlıklı 10’uncu maddesinde 12’nci
madde de belirtilen zarar kavramı hem doğrudan doğruya idareye verilen zararları hem de
üçüncü kişilere personelin verdiği zararların takip ve tahsil sorumluluğunu atamaya yetkili
amire vermektedir. Rücu hakkı idare tarafından genel hükümlere göre kullanılacaktır.
Rücunun genel hükümlere göre yapılmasından öncelikle anlaşılması gereken, bunun bir idari
kararla yapılmasıdır. Rücu emrini veren kanunlar öncelikle idari kanunlardır ve yargılama
usulüne ilişkin kanunlar değildir. İdare hukukunda rücu yetkisi özel hukuktaki rücudan
zorunlu olarak farklılaşmaktadır. Özel hukukta rücu, yargı terimi olarak belirginleşse de bu,
idare hukuku açısından geçerli değildir. Nitekim Fransa’da kamu görevlilerine karşı rücu bir
idari kararla yapılmaktadır. Kamu görevlileri de bu karara karşı idari yargıda dava
açabilmektedirler (Bayındır, 2007, s.580). Genel hükümlere göre, idarenin zarara ve zararın
kim tarafından işlendiğine ilişkin bilgiyi edindiği andan itibaren bir yıl içinde rücu davasını
açması gerekmekte olup, herhalde zararın meydana geldiği tarihten itibaren on yıl içinde dava
açma süresi sona erecektir.
Genel hükümlere göre rücu hakkının kullanılmasında adli yargının görevli olduğu ve bu
mahkemelerin haksız fiil esaslarına göre sorunu çözümleyecekleri görüşü geniş kabul
görmektedir. Bu görüşü savunanlara göre; 657 sayılı kanunun m.13 rücunun aynı kanunun m.
12 aracılığı ile “haksız fiil esaslarına göre” yapılmasını öngördüğü için kamu görevlisi olan
kusurlu personel, Borçlar Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yalnız “kasıt” ve “ağır ihmal”
den değil, “hafif ihmal” den de sorumlu olacaktır (Tan, 2013, s.452).. Danıştay 5. Dairesi bir
kararında bu hususu şu şekilde belirtmektedir; “Memurun idareye vermiş olduğu zararlarda ise zarara
uğrayanla arasında doğmuş bir borç ilişkisi söz konusu olur. Burada zarar veren ferdin (memurun) kusurunun
saptanması gerekir. Kişinin kusuru sonucundaki sorumluluğu ise Borçlar Kanununun haksız fiil hükümleri ile
düzenlenmiştir. Memurun idareye karşı sorumluluğu da Borçlar Kanununun ilgili hükümleri gereğince nazara
alınacaktır.” (Danıştay, 1979). Dolayısıyla idarenin kendi aleyhine memur tarafından ika edilen
zararlarda, idarenin doğrudan doğruya memurlara karşı re’sen icra yetkisini kullanarak ortaya
çıkan zarar miktarını aylığından kesebilme imkânı bulunmamaktadır (Atay ve Odabaşı, 2010,
s.96).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
13
Uyuşmazlık Mahkemesi, rücuda adli yargının çoğunlukla görevli olduğunu şu kararında
belirtmektedir: “657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Kişisel sorumluluk ve zarar” başlıklı 12.
Maddesinde;“ Devlet memurları, görevlerini dikkat ve itina ile yerine getirmek ve kendilerine teslim edilen
Devlet malını korumak ve her an hizmete hazır halde bulundurmak için gerekli tedbirleri almak zorundadırlar.
Devlet memurunun kasıt, kusur, ihmal veya tedbirsizliği sonucu idare zarara uğratılmışsa, bu zararın ilgili
memur tarafından rayiç bedeli üzerinden ödenmesi esastır. Zararların ödettirilmesinde bu konudaki genel
hükümler uygulanır.(...)” hükmüne yer verilmiştir. Bu duruma göre, Devlet memurunun sebebiyet verdiği
Kurum zararının ödettirilmesi amacını taşıyan davanın, özel hukuk hükümlerine göre adli yargı yerince
çözümlenmesi gerekeceği açıktır. Öte yandan, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “ İdari Dava
Türleri ve İdari Yargı Yetkisinin Sınırı” başlıklı 2. maddesinin 1/b. bendinde, idari eylem ve işlemlerden dolayı
kişisel hakları doğrudan muhtelif olanlar tarafından acılan tam yargı davaları, idari dava türleri arasında sayılmış
olup; olayda hakları ihlal edilen kişi tarafından idare aleyhine açılmış bir tam yargı davası bulunmadığı gibi,
idari yargı yerinde gerçek kişiler aleyhine dava açılamayacağından, ortada idari yargı yerince çözümü gereken
bir dava bulunduğundan söz etmek olanaksızdır.” (Uyuşmazlık Mahkemesi, 2006). Bununla beraber
rücu için yasal düzenlemede gönderme yapılan genel hükümlerden mutlaka adli yargı
mercilerinin anlaşılması gerekmediğine dair farklı yargı kararları bulunmaktadır. Uyuşmazlık
Mahkemesi bir kararında genel hükümlere gidilmesinden sadece adli yargının anlaşılmaması
gerektiği, idari yargıya da gidilebilmesinin mümkün olduğunu belirtmektedir (Uyuşmazlık
Mahkemesi, 1989). Rücunun nasıl olması gerektiği ve hangi yargı kolunda inceleneceği
konusu beraberinde çeşitli tartışmaları da getirmektedir. Bu durumların farklı başlık altında
incelenmesi gerekir.
2.2. Rücunun İnceleneceği Yargı Merciinin Belirlenmesi
Sorumluluğu belirlenen idarenin kusurlu görülen kamu görevlisine rücu etmesinde özel hukuk
veya idari yargı usulünün uygulanıp uygulanmayacağı konusundaki tartışmalar, rücunun ilke
ve sonuçlarını doğrudan etkilediğinden detaylıca incelenmesi gerekir. İlk olarak öğretide
Duran’a göre DMK’nun 13ncü maddesinde gösterilen kurala göre sorumlu kamu personeline
rücu mekanizması, özel hukuk kurallarına göre işletilmeye uygun değildir. Çünkü Anayasanın
kabul ettiği “idari rejim”, idari sorumluluk konusunun tümünün adliye mahkemelerine
bırakılmasını önlemiş, bunun yanında idare ile personelin birlikte sorumluluklarının ayrı
mercilerde ve farklı usullerle gerçekleştirilmesine imkân vermemektedir (Tan, 2013, s.452).
Bu sebeple Duran’a göre; “İdare, kendisini kişilere tazminat ödemek durumuna sokan personelin (görev
kusuru) bulunup bulunmadığını, varsa sorumluluğunu gerektirir ölçüde ve yoğunlukla olup olmadığını da idare
hukuku esasları gereğince tayin ve tespit edeceğine göre; uyuşmazlık çıktığında aynı soruna haksız fiil
esaslarının tatbiki tecviz ve kabul edilemez.” (Duran, 1974, s.169). Benzeri gerekçelerle Ozansoy da
Duran’la aynı noktalara işaret ederek: “İdarenin rücu davası ancak ve ancak, onun üçüncü kişiye karşı bir
tazminat yükümü doğuran yargı kararından sonra mümkündür. Böyle bir karar ise, ancak idareye bağlanabilen
bir davranıştan doğan zararı gerekli kılar. İdarenin idare hukuku ilkelerine göre tazmin ettiği bir zararın
kaynağının, aslında özel hukuk hükümlerine göre aranması tam bir çelişki olmaktadır.” (Ozansoy,1989,
s.344). Aynı konuda Güran’a göre de idarenin “hizmet”, ajanın “görev” kusurunun bulunup
bulunmadığı ve paylaşımı “ilgi ve içeriği” yönünden “idari nitelikli” bir sorundur. Bir başka
deyimle idari yargının adliye mahkemelerine iş bırakmaksızın bitirebileceği türden bir
uyuşmazlıktır (Güran, 1980, s.161). Konuya ilişkin Akyılmaz ise; “Rücu davalarının adli yargıda
görülüyor olması durumunda kamu görevlisinin kişisel kusuru haksız fiile eşit olarak kabul ediliyor. Yani kamu
görevlisinin kusuru varsa bu kamu görevlisi için haksız fiildir. Ancak hiçbir zaman kişisel kusur haksız fiil
olarak kabul edilemez. Kişisel kusuru bir idari kusur olarak özel bir kusur olarak görmek gerekir. Kişisel kusur
bir idari kusur olduğuna göre onu belirleyecek olan idari yargı yeri olmalıdır.” (Akyılmaz, 2009, s.541)
görüşünü ileri sürmüştür.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
14
3. RÜCU EDİLMEMESİNİN DOĞURACAĞI HUKUKİ SORUNLARIN
İNCELENMESİ
Rücuya ilişkin idarenin kararları, yine idarede görev yapan personel tarafından verilmektedir.
Hukuk devletinde hiç bir personelin ana ilke olarak kamu yararı gerektiren bir konuda başka
bir personel lehine vazgeçme hakkı bulunmamalıdır. Çünkü personelin eylemi sonucu ödenen
tazminat bütçeden yapılan bir ödemedir. Bütçenin bütün vatandaşların ortak katılımıyla
onların vergileriyle oluşturulan bir fon olduğu düşünülürse, bu fondan yapılacak harcamalar
için kanunun açık hükümlerine ihtiyaç bulunacaktır. Her hangi bir kamu görevlisinin kendi
kusurlu davranışı ile dolaylı ya da dolaysız olarak devlete verdiği zararların bütçeden
karşılanmaması gerekir. Ayrıca idarenin, ödediği tazminatı, kamu görevlisine rücu etmemesi
ve zararın idare üzerinde kalmasında kamu yararının bulunmadığı görülebilir. Bu nedenle
idarenin kamu yararı niteliğinde olmayan bir işlemde takdir hakkının bulunması da söz
konusu değildir. İdarenin kamu görevlisine rücu etmesi kamu görevlisini görevini yaparken
daha dikkatli ve hukuka uygun davranmaya zorlayacaktır. Zarar gören kişilerin görevlinin
kusurundan dolayı idareye dava açabilmesindeki amaç, kamu görevlisini sorumluluktan
kurtarmak değil, zarar görenin tazminat alacağını garantiye almaktır. Çünkü ortaya çıkması
muhtemel tazminat bazen kamu görevlisinin ödeyebilme kapasitesinin üzerinde olabilmekte
ve bu durum zarar göreni ikinci kez mağdur olma riski ile karşı karşıya bırakabilmektedir
(Genç, 20011, s.31).
3.1. Rücunun İdare Tarafından İşletilmesinde Yaşanan Sorunlar
Yukarıda ana esasları açıklanan rücu faaliyeti, birçok sebepten ötürü yazılı kurallarda
gösterildiği şekilde uygulanamadığı görülmektedir. Bunun başlıca sebepleri arasında idarenin
rücu davası açma konusunda isteksiz oluşu, dava açmak ya da açmamak yönünde yapılan
baskılar ve rücu davası sonucunda verilen kararın uygulanabilirliği açısından fiili olarak bazı
sorunların öne çıktığı görülmektedir (Akyılmaz, 2006, s.1052) . Ayrıca rücu başta Anayasanın
birden fazla maddesinde olmakla beraber farklı kanunlarda düzenlenmiştir. Bu
düzenlemelerde yer alan kavram farklılıkları (memur, kamu görevlisi, genel hüküm gibi…)
rücu konusunda sorunları desteklemektedir (Turgut, 2011, s.195).
Rücu konusunda ilk tartışmalı husus, idarenin kişisel kusuru bulunan kamu görevlisine rücu
hakkını hangi hükümlere dayanarak kullanacağı konusunda bir görüş birliğinin
bulunmamasıdır. Anayasanın 40/son ve 129/5’inci maddesinde yer alan “kanun” ifadesi ile
DMK’nin 13’üncü maddesinde yer alan “genel hüküm” ifadesinden ne anlaşılacağı tartışmalı
bir husustur. Doktrin ve yargının çoğunluğunun görüşü bu konuda Borçlar Kanununun 41 vd.
madde hükümlerinin uygulanacağı yönündedir (Eroğlu, 1974, s. 247), (Onar,1966, s.1210) .
Konu ile ilgili diğer bir sorun ise rücunun düzenlendiği Anayasanın 40/son, 129/5’inci madde
hükümleri ile DMK’nin 13’üncü maddesinde görevli yargı yeri hakkında açıklık
bulunmamasıdır. Yukarıda değinilen görüşler dâhilinde görevli yargı yeri de farklılık
göstermektedir. Rücunun Borçlar Kanununun haksız fiil hükümlerine tabi olduğunu savunan
görüşe göre görevli yargı yeri adli yargı iken, diğer görüşe göre idari yargıdır. İdare
hukukunda kamu görevlisine rücu öz konusu olması için ortada bir kusur sorumluluğu
olmalıdır. İdarenin kusursuz sorumluluğu durumunda rücuya başvurulamamaktadır (Turgut,
2011, s.198).
Rücuya konu olan kamu görevlisinin kusuru konusunda ise Anayasanın 40/son ve 129/5’inci
maddesine kusurun ağırlığı ile ilgili bir açıklık bulunmadığı görülmektedir. DMK’nin 13’üncü
maddesinde de bu konuda düzenleme olmamakla beraber, DMK’nin 12’inci maddesinde
memurun kasıt, kusur, ihmal ve tedbirsizliği sonucu verdiği zararları ödeyeceği
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
15
düzenlenmiştir. Bu konuda herhangi bir açıklık bulunmadığından ve DMK’nin 12’inci
maddesinde memurun sorumluluğu için kusur bakımından ayrım gözetilmeden hepsi dâhil
edildiğinden, bu düzenlemeler sonucu kamu görevlisine rücu için kusurlu personelin, kast,
ağır–hafif kusur, ihmal ayrımı yapmadığı belirtilmektedir (Turgut, 2011, s.199).
3.2. Rücuya İlişkin Güncel Kararlar ve Öne Çıkan Hususlar
-Kamu Görevlisi Hakkında Rücuya İdarenin Başvurması Yasal Bir Gereklilik ve
Zorunluluktur: Konu ile ilgili olarak idarenin hizmet kusuru olarak sorumlu tutulduğu
konularda, idarenin kusurlu görülen kamu görevlisine rücu etmesi gerektiğini ortaya koyan
Danıştay’ın 10ncu Dairesinin 2009/144 Esas No ve 2009/3183 Karar Nolu kararına göre;
“Dava konusu olayda idarenin hizmet kusuru olarak nitelendirilen "haksız yere suç duyurusunda bulunma"
işleminin, gerçekte bu konuda idare adına yetki kullanan kamu görevlilerinin kişisel kusurlarından doğduğu
tartışmasızdır. Anayasanın 129. maddesinin 5. fıkrasında; memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasanın
gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabileceği şeklinde emredici bir kurala yer
verilmiştir. Anayasanın sözü edilen maddesindeki "kendilerine rücu edilmek kaydıyla" ibaresi; kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlar nedeniyle idare aleyhine açılan davalarda tazminata
hükmedilmesi halinde, idarenin ödemek zorunda kaldığı tazminatı yasal yollara başvurarak ilgili kamu
görevlisinden tahsil etme zorunluluğunu ifade etmekte olup; davacıların, bu anayasal zorunluluk nedeniyle dava
dilekçelerinde ayrıca ve mutlaka rücu talebinde bulunmaları gerekmemektedir. Buna göre; dava konusu olayda,
Vergi Usul Kanunu'nun 134 ve devamı maddelerinde yer alan vergi inceleme yetkisine sahip Gelirler
Başkontrolörü ... tarafından, anılan Yasanın 367. maddesine dayanılarak düzenlenen suç duyurusu raporunun
eksik incelemeye dayalı olması nedeniyle davacı hakkında suç duyurusunda bulunulduğu anlaşıldığından; davalı
idarenin, adı geçen kamu görevlisine, hizmeti kusurlu yürütmesi nedeniyle Anayasanın yukarıda yer verilen 129.
maddesi hükmü uyarınca adli yargıda dava açmak suretiyle rücu etmesi gerektiği açıktır.” (Danıştay, 2009).
Benzeri şekilde 12nci Dairenin Esas No: 2009/4964, Karar No: 2012/5278, 26/09/2012 tarihli
kararında da aynı durum vurgulanmaktadır; “Uzman olarak görev yapan davacının izin taleplerinin ise
görev yaptığı birimce uygun görülmesine rağmen onay makamınca herhangi bir gerekçe de gösterilmeden
reddedildiği somut herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin davacının Yasal hakkı olan izinin kullandırılmaması
işlemleri nedeniyle duyduğu üzüntü ve ıstırap nedeniyle uğradığı manevi zarar karşılığı bir miktar tazminatın
ödenmesine hükmedilmesi gerektiği; öte yandan, Anayasanın 129. maddesinin 5. fıkrasında; memurlar ve diğer
kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, kendilerine rücu
edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabileceği
şeklinde emredici bir kurala yer verildiği, Anayasanın sözü edilen maddesindeki "kendilerine rücu edilmek
kaydıyla" ibaresinin; kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlar nedeniyle idare aleyhine
açılan davalarda tazminata hükmedilmesi halinde idarenin ödemek zorunda kaldığı tazminatı yasal yollara
başvurarak ilgili kamu görevlisinden tahsil etmeyi ifade ettiğinde kuşkuya yer bulunmadığı, davacının izninin
kullandırılmaması, olayın gelişimi dikkate alındığında kasta dayalı olmayan hukuki hata olarak
nitelendirilmesine olanak bulunmadığı, dolayısıyla hükmedilen tazminatı ödeyecek olan idarenin, olayda kişisel
kusuru ve sorumluluğu saptanacak kişilere yasal yollar çerçevesinde rücu etmesinin Anayasadan kaynaklanan bir
zorunluluk olduğu…” (Danıştay, 2012).
-İdarenin Sorumlu Görülerek Ödediği Tüm Tazminatlarda Kusuru Görülen Hem Kişilere ve
Hem de Kurumlara Dahi gerekirse Rücu Edilmelidir: Konu ile ilgili olarak idarenin haksız
şekilde tazminata mahkûm edilmesi karşısında olaya sebebiyet veren kişi dışında eğer bir
kurum sorumlu ise rücu bu kuruma dahi yöneltilebileceğini ortaya koyan Danıştay’ın 11nci
dairesinin 2004/4910 Esas No ve 2005/4663 nolu kararında şu şekilde açıklanmaktadır: “Olayda, davalı belediyede zabıta memuru olarak çalışan ... hakkında tesis edilen re'sen emekliye sevk işleminin
yürütülmesinin durdurulması üzerine, davalı kurumca ilgili şahsın göreve başlatıldığı, mahkemece 10.4.1995
tarihinde verilen iptal karan üzerine açıkta kaldığı sürelere ilişkin her türlü özlük hakları kişiye ödenmekle
kurumun bu yönden hukuki sorumluluğunu yerine getirdiği görülmekte ise de; hukuka aykırılığı mahkeme kararı
ile saptanan re'sen emeklilik işlemi sonucu ...'e ödenen emekli aylıkları sebebiyle, davacı Sandığın da zarara
uğradığı kuşkusuzdur. Re'sen emekliye sevk işlemi iptal edildiğinden kişiye yersiz ödenen emekli aylıklarının,
kusurlu işlemi ile bu ödemeye neden olan kurumdan tahsil edilmesinde, kurumun ilgili kişiye rücu imkânı da
dikkate alındığında, hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Bu durumda, davalı idarece tesis edilen ve hukuka
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
16
aykırılığı yargı karan ile saptanan re'sen emeklilik işlemi dolayısıyla kişiye yapıları ödemenin, hizmet kusuru
uyarınca davalı idare tarafından tazmini gerektiğinden, aksi yöndeki mahkeme kararında hukuka uygunluk
görülmemiştir.” (Danıştay, 2005).
-Yargı Kararını Yerine Getirmeyen Tüm Kamu Görevlilerine Rücu Edilmesi Bir
Zorunluluktur: Konu ile ilgili olarak mazeretsiz olarak bir yargı kararını yasal süreler
içerisinde yerine getirmeyerek idareyi zarara uğratan kamu görevlisine rücu edilmesinin
gerekli olduğunu belirten Danıştay’ın 10ncu Dairesinin 2004/13990 Esas No ve 2007/739
numaralı kararında özetle şu şekilde konu açıklanmamıştır; “Bu itibarla, davacının Genel Başkanı
olduğu derneğin ve dernek yönetimi ile ilgili tasarrufların kamuoyu tarafından yakından izlenmesi nedeniyle
davacı hakkında tesis edilen işlemler de kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Bu nedenle davacı hakkında verilen
yargı kararının uygulanmamasının davacının kişisel haklarının zedelenmesine ve üzüntüsüne neden olduğu
açıktır. Bu nedenle, davalı idarenin olaydaki ağır hizmet kusuru dikkate alınarak manevi tazminatın manevi
tatmin aracı olma niteliği de göz önünde bulundurulmak suretiyle, davacının duyduğu acı ve üzüntünün kısmen
de olsa giderilmesi amacıyla takdiren 30.000..-YTL(otuz bin YTL ) manevi tazminatın davalı idare tarafından
yasal faiziyle birlikte davacıya ödenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Diğer yandan bu davada hükmedilen
tazminatı ödeyecek olan idarelerin, yargı kararının uygulanmasını sağlamayan, uygulamadan kaçınan yetkili ve
görevlilere Anayasanın yukarıda yer verilen 129. maddesi hükmü uyarınca adli yargıda dava açmak suretiyle
rücu etmesi gerektiği açıktır.” (Danıştay, 2007).
-Rücu Davalarının Görüleceği Yargı Merci Adli Yargıdır: Konu ile ilgili Yargıtay Hukuk
Genel Kurulunun 31. 05.2006 tarihli Esas No 2006/4-310 ve Karar No 2006/330 sayılı
kararında da vurguladığı üzere; “Somut olayda, görevi esnasında teröristlerce öldürülen kurum işçisinin
mirasçıları tarafından ... aleyhine tazminat davaları açıldığı, mahkemece hükmolunan tazminatların davalı
ortaklığa yüklendiği ve bu yoldaki kararların derecaattan geçerek kesinleştikleri anlaşılmaktadır. Tazminat
davalarına bakan mahkemelerce, bilirkişi raporu ile saptanan kusur ve sorumluluk oranları esas alınarak, hüküm
verilmiştir. Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, görülmekte olan rücu davasında adli yargının mı,
yoksa idari yargının mı görevli bulunduğu noktasında toplanmaktadır. 2577 sayılı idari Yargılama Usulü
Kanunu'nun "...İdari Dava Türleri ve İdari Yargı Yetkisinin Sınırı..." başlıklı 2. maddesinde idari dava türleri
sayılmıştır. Bu hükme göre idari davalar; - İdari işlemler hakkında açılan iptal davaları, - İdari eylem ve
işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları, - Kamu
hizmetlerinden birinin yürütülmesi için yapılan her türlü idari sözleşmelerden dolayı taraflar arasında çıkan
uyuşmazlıklara ilişkin davalardan ibarettir. Ödenen tazminatın rücuan tahsili istemiyle açılmış olan eldeki
davanın, yukarıda sözü edilen kanun hükmü anlamında bir iptal davası veya idari sözleşmeden kaynaklanan bir
dava olmadığı açıktır. Yine eldeki davanın aynı kanun hükmü anlamında "tam yargı davası" niteliği
taşımadığında da kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Çünkü tam yargı davaları; ancak, herhangi bir idari
eylem ve işlemden dolayı kişisel hakkın doğrudan muhtel olması halinde ve o kişisel hakkın sahiplerince
açılabilirler. Dolayısıyla, herhangi bir davanın tam yargı davası olarak nitelendirilebilmesi için, ortada öncelikle
bir idari işlem veya eylemin bulunması şarttır; ayrıca, bu işlem veya eylem nedeniyle kişisel bir hakkın ihlal
edilmiş olması da gerekir. Dava konusu olayda davacı vekili, rücu istemini, davalı idarenin kendisine yönelik
herhangi bir eylem veya işlemine dayandırmamaktadır. Yine davalıya rücu edilmek istenilen tazminatın,
davacının hukuki statüsü gözetildiğinde, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanun
kapsamında bir kamu alacağı olmadığı da tartışmasızdır. Öte yandan, aynı olayda ölen başka kişilere davacı
şirketçe ödenen tazminatların davalı idareye rücu istemiyle ilgili olarak önce idare mahkemelerinde verilen
görevsizlik kararları üzerine de adli yargıda açılan başka bazı davalarda, görev ( yargı yolu ) yönünden ortaya
çıkan uyuşmazlık üzerine; Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü'nce verilen kararlarla da, yukarıda değinilen
ilke ve kurallara dayanılmak suretiyle, uyuşmazlığın Borçlar Kanunu hükümleri çerçevesinde çözülmesi
gerektiğinin benimsendiği, bu benimsemeye bağlı olarak görevin adli yargıya ait bulunduğu sonucuna varıldığı
ve adli yargı yerlerince verilen görevsizlik kararlarının bu gerekçeyle kaldırıldığı görülmektedir.” (Yargıtay
HGK, 2006).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
17
SONUÇ
İdarenin kusurlu sorumluluğu söz konusu olduğunda zararın meydana gelmesinde kusurlu
hareket eden kamu görevlisine kusuru oranında rücu edilmesi hukuk devleti ilkesinin bir
gereğidir. İdarenin kamu görevlisine rücu etmesi konusunda Anayasanın 40/3 ile 129/5’de ve
657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesinde rücu müessesesi ve rücu hakkı
düzenlenmiş olmakla beraber rücu mekanizmasının işletilmesini takdir yetkisi mi yoksa bağlı
yetkiye mi tabi olduğu konusunda farklı görüşler mevcuttur. Anayasa 40/3 ve DMK’nın 13.
maddesinde “rücu hakkı saklıdır” derken, yine Anayasa m. 129/5’te “rücu edilmek kaydıyla”
düzenlemesi söz konusudur.
Rücu konusunda gerek doktrin ve gerekse yargısal içtihatlar değerlendirildiğinde idarenin bir
eylemi veya işlemi nedeniyle zarar meydana gelmiş ise ve bu zararın meydana gelmesinde
kamu görevlisinin belirlenmiş bir kusuru söz konusu ise idare rücu mekanizmasını işletmek
zorundadır. Bu durumun aksinin kabulü kamu görevlilerinin kamu hizmetini ifa ederken
göstermesi gerekli olan dikkat ve özeni göstermemesine ve keyfi durumlara sebebiyet
verebilecektir. Ayrıca kamu görevlisinin özellikle kasıtla oluşan kusuru dolayısıyla meydana
gelen zararın tüm topluma yükletilmesi de anayasaya aykırı bir durum teşkil edecektir.
Rücu hakkı, idare tarafından uygulamada genel hükümlere göre kullanılmaktadır. Genel
hükümlere göre rücu hakkının kullanılmasında adli yargının görevli olduğu ve bu
mahkemelerin haksız fiil esaslarına göre rücu davasını sonuçlandıracakları doktrinde
öncelikle kabul edilen görüştür. Bu konuda hem Uyuşmazlık Mahkemesinin hem de
Danıştay’ın kararları söz konusudur. Ancak doktrinde özellikle kamu görevlisinin kusurunun
tespitinde haksız fiil esaslarının uygulanması da ayrıca eleştirilmektedir. Bu eleştiri kanımızca
yerinde ve haklıdır. Çünkü idare hukuku ve idarenin sorumluluğu bağlamında kamu
görevlisinin kusuru ile borçlar hukuku bağlamında bir kimsenin haksız fiil sorumluluğu
çoğunlukla aynı nitelikte kabul edilemez. Yine doktrinde bazı yazarlar tarafından idarenin
rücu hakkını kullanmasında adli değil doğrudan idari yargı mercilerinin görevli olması
gerektiği de savunulmaktadırlar. Bu görüşü savunan yazarların gerekçeleri daha çok; idare
hukuku ilkelerine göre tespit edilip, idarenin kusurlu sorumluluğuna ve dolayısıyla tazminata
mahkûm edilen kamu idaresi, kusuru olan kamu görevlisine kusur oranında rücu edeceği
zaman, idare hukukunun esaslarına göre kurulmuş ve idare hukukundaki sorumluluk esasları,
idare hukukunun temel ilkeleri vb. noktalarda ihtisaslaşmış idari yargı mercilerinin rücu
hakkının kullanılmasında görevli ve yetkili olmasının daha uygun düşeceğine dayanmaktadır.
Ancak doktrinde bazı yazarlarca ifade edilen ve bizim de katıldığımız görüşe göre; idari
yargılama usulünde idarenin rücu hakkının yerine getirilmesi ile ilgili olarak kusuru olan
kamu görevlisine mevcut davayı ihbar mükellefiyetinin olmaması ve dolayısıyla kusuru olan
kamu görevlisinin davaya müdahil olma olanaklarının kısıtlı olması ve hem anayasamızda
hem de idari yargılama mevzuatımızda bu duruma olanak veren düzenlemelerin olmaması
sebepleri ile kusuru olan kamu görevlisinin adil yargılanma hakkının zedelenmesi söz
konusudur. Dolayısıyla kamu idarelerinin kusurlu sorumluluğu olması durumunda kusuru
olan kamu görevlisine rücu davasını idari yargı yerinde değil adli yargı merciine açması
halinde kamu görevlisinin adil yargılanma hakkının sağlanması ve kamu personelinin adli
yargıdaki yargılama usulünden kullanabileceği bazı imkânlarla kendini savunabilmesinin
fırsatı elde edilmiş olacaktır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
18
KAYNAKÇA
Akyılmaz, B. (2006). “İdare Hukukunda Kamu Görevlisine Rücu Sorunu”, Prof. Dr. Fikret
Eren’e Armağan, Ankara.
Akyılmaz, B. (2009).“İdarenin Kusurlu Personeline Rücu Sorunu”, Sorumluluk ve Tazminat
Hukuku Sempozyumu, Ankara.
Akyılmaz, B. (2011). “Kamu Zararı ve Kamu Zararında Rücu”, İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi M C., LXIX, S.l-2, s. 61-78.
Atay, E. ve Odabaşı, H. (2010). Teori ve Yargı Kararları Işığında İdarenin Sorumluluğu ve
Tazminat Davaları, 2. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara.
Bayındır, M. S. (2007). “Sağlık Hizmetlerinde İdarenin ve Hekimlerin Sorumluluğu”, Gazi
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt. XI, Sa. 1-2, 551-589.
Danıştay.(1989). D10D, 24.04.1989, E.988/1042, K.989/857, http:// legalbank . net/ belge/d-
10-d-e-1988-1042-k-1989-857-t-20-04-1989-danistay-10-daire-karari/529120/ (30.05.2015).
Danıştay. (1997). D5D, 10.11.1997, E.:1995/3611, K.:1997/2485, Danıştay Dergisi, Sayı. 96,
217-222.
Danıştay.(1999). D10D, 02.11.1999, E. 1999/1746, K. 1999/5376, http:// www.
Kanunum.com/Danistay/19995376/10-Daire-19991746-E,-19995376-K,-02 111999-
T_xxcid47592 (19.05.2015).
Danıştay. (2012). D12D. Esas No: 2009/4964, Karar No: 2012/5278, 26/09/2012 tarihli karar,
http://www.kanunum.com/danistay/XXXX/12-Daire-2009-4964-E,-2012-5278-K,-26092012-
T_xxcid777664 (16.06.2015).
Danıştay.(1979). D5D, 08.05.1979, E. 1975/9257, K. 1979/1132, http:// www.
kanunum.com/Danistay/19791132/5-Daire-19759257-E,-19791132-K,-08051979-
T_xxvid67843_xxmid67843_search (16.05.2015).
Danıştay.(2005). D11D. 2004/4910, Esas No ve 2005/4663 Nolu karar, http:// www.
kararara.com/danistay/11d/danistay7518.htm (15.06.2015).
Danıştay.(2007). D10D. 2004/13990 Esas No ve 2007/739 numaralı kararı, http://
legalbank.net/belge/d-10-d-e-2004-13990-k-2007-739-t-27-02-2007-danistay-10-daire-
karari/619249/ (18.06.2015).
Danıştay.(2008). D5D, 03.06.2008, E. 2007/7369, K. 2008/3234, http:// www. Lebib
yalkin.com.tr/mevzuat/mevbank/yargi/danistay-kararlari_ dan_ / danistay-5-daire-
kararlari_dan_d5d_/esas-no-2007-7369-karar-no-2008-3234.html (19.04.2015).
Danıştay.(2009). D10D. 2009/144 Esas No ve 2009/3183 Karar No http://www.
kararara.com/danistay/10d/danistay5905.htm (21.06.2015).
Duez, P. (1950). Mukavele Dışında Amme Kudretinin Mesuliyeti, Çev: İbrahim Senil, Güney
Matbaacılık, Ankara.
Duran, L. (1974). “Türk Kamu Personelinin Mali Sorumluluğu”, Prof. Dr Tahsin Bekir
Balta’ya Armağan TODAİE Yayını, Ankara.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
19
Eroğlu, H. (1974). İdare Hukuku Dersleri (Genel Esaslar, İdari Teşkilat ve İdarenin
Denetlenmesi), S Yayınevi, Ankara.
Genç, E.(2011). “Rücu Kavramı ve Sayıştay Denetimi Kapsamında Rücu Müessesesi”, Mali
Hukuk Dergisi, Yıl. 26, Sayı. 151, 28-33.
Güran, S. (1980). “Türk İdare Hukukunda Tazminat Miktarının Saptanması”, Sorumluluk
Hukukunda Yeni Gelişmeler III. Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Yayınları, İstanbul.
Kaya, C. (2012). “Rücuen Tazminat İstemiyle Açılan Davalarda Görevli Yargı Yerinin
Belirlenmesi Konusunda Uyuşmazlık Mahkemesi Uygulaması”, İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt 70, Sayı. 1, 115 – 122.
Mutçalı, S. (2012). Arapça- Türkçe Sözlük, 3. Baskı, Dağarcık Yayınları, İstanbul.
Onar, S.S. (1966). İdare Hukukunun Umumi Esasları, İsmail Akgün Kitabevi, İstanbul.
Ozansoy, C. (1989). “Tarihsel ve Kurumsal Açıdan İdarenin Kusurdan Doğan Sorumluluğu”,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Söyler, Y. (2010). “Yargıtay Kararları Işığında Kişisel Kusur”, Gazi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Aralık, Cilt 14, Sayı 2, 555-592.
Tan, T.(2013). İdare Hukuku, 2.Bası, Turhan Kitapevi, Ankara.
Tan, T.ve Gözübüyük, Ş.(2013). İdare Hukuku Genel Esaslar, 9.Bası, Turhan Kitapevi,
Ankara.
Turgut, T. (2011). “İdare Hukukunda Kamu Görevlisine Rücu”, Adalet Dergisi, Sayı. 39, 185-
203.
Uyuşmazlık Mahkemesi. (1989).UMK, E. 1989/24, K. 1989/30, RG:24.12.1989, 20382.
Uyuşmazlık Mahkemesi. (2006). UMK, 12.06.2006, E. 2006/14, K. 2006/20.
Yargıtay HGK.(2006). Hukuk Genel Kurulunun 31. 05.2006 tarihli Esas No 2006/4-310 ve
Karar No 2006/330 sayılı kararı, http://www.adalet.org/oprint.php?id=2898 (17.06.2015).
Yargıtay. (1986). Y4HD, 17.11.1986, E: 1986/4898, K: 1986/7786, http:// legal bank
net/belge/y-4-hd-e-1986-4898-k-1986-7786-t-17-11-1986-haksiz-eylemden-dogan-maddi-
tazminat/233200/ (12.04.2015).
Yargıtay.(1998). Y4HD, 30.11.1998, E: 1998/6342, K: 1998/9531, http:// www. hukuki. net
(15.05. 2015).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
20
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
21
STRATEJİK YÖNETİM SÜRECİNDE KRİZLER VE ÖRGÜT ÜZERİNDEKİ
PSİKOLOJİK ETKİLERİ
Mehmet Hişyar Korkusuz
Ersoy Kutluk
ÖZET
‘İnsan’ kaynağı, organizasyonun hedefine ulaşması noktasında yöneticilerin göz önünde bulundurması
gereken en önemli unsurdur. Yönetim bilimi, bu açıdan bakıldığında özü itibariyle bir davranış bilimi olarak
nitelendirilebilir. Stratejik hedeflere ulaşmak isteyen tepe yöneticileri bu zaman diliminde yaşanabilecek
krizlerde ‘insan unsuru’nun ‘psikolojik boyutu’nu örgütsel dayanıklılık bağlamında eşsiz bir alan olarak
görebilecektir. Bu anlayış, krizlerin etki ve sonuçlarının organizasyon ve çalışanların üzerinde, gerekli eğitimin
de verilmesiyle kabul edilebilir bir düzeye indirilmesine katkı sağlayabilir. Stratejik yönetim sürecini yürüten
yöneticilerin kriz ve çatışma alanlarını öngörerek doğru tahminlerde bulunması ve örgüt psikolojisinin de bu
duruma uyum sağlayabilecek bir esneklikte olması amaçlara ulaşılmasını sağlayabilecektir. Stratejik yönetimin
yönetim ve örgüt psikolojisi bağlamında dikkatle ele alınması organizasyona bir açılım ve vizyon
kazandıracaktır.
Anahtar Kelimeler
Stratejik Yönetim, Krizler, Örgüt Psikolojisi, İnsan Kaynakları
CRISES IN STRATEGIC MANAGEMENT PROCESS AND THEIR
PSYCHOLOGICAL IMPACTS ON ORGANIZATIONS
ABSTRACT Human resources are the most important factor that the managers have to consider in relation to reach the
organizational goals. Management science when viewed from this aspect could describe as a behavioral science
in essence. Top managers who want to reach to the strategic goals could accept psychological dimension of the
human factor as a unique area in the context of organizational durability in crises that could experience at this
period. This understanding could make a contribution to lowering the impacts and consequences of crisis to an
acceptable level on the organization and employees with providing a required training. When managers who run
the strategic management process, make safe estimates thereby foresee the crises and conflict areas, and having a
flexible organizational psychology to accommodate to this conditions could provide to attain the objectives. To
handle the strategic management in the context of management and organizational psychology will acquire a
vision and offer an insight into the organization.
Key Words
Strategic Management, Crises, Organizational Psychology, Human Resources
Yardımcı Doçent, Arel Üniversitesi, [email protected] Yardımcı Doçent, Arel Üniversitesi, [email protected]
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
22
1. Giriş
Bilişim çağında küresel boyutta artan etkileşimle birlikte, uyarı ve etki merkezlerinin
sayısındaki önlenemez yükseliş, organizasyonel refleks ve adaptasyon mekanizmalarının
güçlü ve hazırlıklı olması gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. Bu mekanizmaların
güçlendirilmesi ve hazırlanması ise gelebilecek uyarı ve etkilerin yapısının/mahiyetinin ve
oluşturabilecekleri kriz/darbe şiddetinin ‘bilgi-deneyim boyutu’yla çözümlenmesine bağlıdır.
Yönetim bu süreçte bilgi unsurunu devreye sokabilme yeteneği ve ufkuna sahip olmalıdır.
Bilgi; öngörülemez alanı daraltan, tahmin seçeneklerini netleştiren ve farklı ‘krizden çıkış’
planlarının ve ‘alternatif yollar’ın hazırlanmasına imkan veren mühim bir yönetsel
enstrümandır. Bilgi, yetenek/beceri ve kaynak anlamındaki kazanımlar organizasyonel
süspansiyon göreviyle krizlerin şiddetini söndürebilecek, hatta bu krizleri yönlendirme
maharetinin de edinilmesiyle yepyeni fırsatları gün yüzüne çıkarabilecektir.
Maraton koşusunu gerektiren büyük örgütsel hedeflere ulaşmada çok yerinde bir tercih
olan stratejik yönetim yaklaşımı, tepe yöneticilerine krizleri en detaylı hesaplamalarla
atlatabilme imkanını sağlamaktadır. Stratejik yönetim bilginin doğru kullanımını, programlı
hareket imkanını ve bir vizyon zenginliğini yöneticilere sunmaktadır.
Bu makalede uzun soluklu bir stratejik yönetim sürecinde karşılaşılabilecek dönemsel
krizlerde ‘insan unsuru’nun ‘psikolojik boyutu’ ele alınacaktır. ‘Psikolojik boyut’ bu
yaklaşımla organizasyonun tepe yöneticileri tarafından ‘krizlere mukavemet’ bağlamında
eşsiz bir alan olarak değerlendirilebilecektir. Bu değerlendirmenin stratejik yönetim sürecine
dahil edilişi ‘değişim’ ve ‘etkileşim’in olağan ve olağanüstü etki ve sonuçlarının organizasyon
ve çalışanların üzerinde ‘kabul edilebilir’, ‘makul’ bir düzeye çekilebilmesine katkı
sağlayabilecektir. Günümüz dünyasında siyasî, ekonomik, toplumsal alanlarda ardı arkası
kesilmez krizlerle sarsılan bir ortamda sürekliliği yakalamak isteyen örgütlerin bu hazırlığa
ihtiyacı kaçınılmazdır.
Genel psikoloji, yönetim ve politik psikoloji ile de ilgili olan kriz yönetim süreçleri
belirlenen stratejinin planlama-koordinasyon- icraat ve takip-kontrol aşamalarında çok yönlü
bir ele alış tarzını gerekli kılmaktadır. Nasıl bir yöntem geliştirilirse hedefe daha rahat
ulaşılabilir. Özne-nesne uyumu ve nicelik-nitelik birlikteliği yönetimin başarı ve
motivasyonunda etkili olmaktadır.
İşin özüne inildiğinde bir davranış bilimi olan yönetim biliminin stratejik boyutu tutum
ve davranışların doğasına ilişkin temel yaklaşımları ve metodları öngörebilme ve geliştirme
aşamalarını da içermelidir.
2. Stratejik Yönetim Süreci
2.1. Yönetim Kavramı
Yönetim bir faaliyet ya da süreç olarak tanımlanabilir. Burada ifade edilen süreç plan
yapma, karar verme, değerlendirme yapma gibi eylemler ve operasyonlar serisini
içermektedir. Eğer daha detaylı bir tanımlama gerekirse yönetim “organizasyonel bir ortamda
işleri/görevleri başarıyla tamamlamak için hedefe yönelik bir yöntemle bir takım kaynakları
bir araya getirme ve kullanma sürecidir” denilebilir. Yönetim, bazen de bu aktiviteyi yerine
getiren bir insan grubunu (üst yönetim – top management) tanımlayabilmektedir (Hitt, Black
ve Porter, 2005: s. 8). Yönetim kavramı; “sevk ve idare”, “idari sistem” ve “örgüt” anlamları
yüklenerek kullanılabilmektedir (Eryılmaz, 2006: s. 3). Yönetimden söz edilebilmesi için:
İnsanların varlığı, işbirliği ve bir amaca yönlenme şartları mevcut olmalıdır. Yönetim, “ortak
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
23
bir amacı gerçekleştirmek için bireysel ve grupsal çabaların eşgüdümlenmesi” olarak
tanımlanmaktadır (Akat, Budak ve Budak, 1994: s. 10).
Yönetsel etkililik (effectiveness) örgütsel amaçlara ulaşmadaki başarıyla ölçülür. Etkili
yönetici örgütsel kaynakları hedefe varmada verimli kullanır. Yönetsel verimlilik (efficiency)
üretim sürecine katkıda bulunan her bir örgütsel kaynağın üretkenlik oranıdır. Örgütsel
kaynaklar ne kadar israf edilirse ve atıl kalırsa yönetici de o kadar başarısız sayılır.
Organizasyonel başarının maksimize edilmesi hem etkililiğe hem de verimliliğe bağlıdır
(Certo, 1986: s. 16-17).
Certo, örgütsel kaynakları dört ana başlıkta incelemektedir. Bunlar; (1) İnsan
Kaynakları (2) Menkul Kaynaklar (3) Hammadde (4) Sermaye Kaynaklarıdır (makine,
teçhizat vb.). Üretim süresince kaynaklar kombine edilir, kullanılır ve nihayet ürün ve hizmete
dönüşürler. Burada ‘insan kaynakları’ organizasyon için işgören bireyleri ifade eder.
İşgörenlerin yetenekleri, bilgi ve tecrübeleri yöneticiler için paha biçilmezdir (Certo, 1986: s.
16).
Yönetim sistemleri; faaliyetlerinde yararlandığı bilimsel disiplinlerdeki veri, kavram,
araç ve teknikleri nerede ve nasıl kullanacağını genel olarak bilip, bunları tanımlanmış
amaçlar doğrultusunda kullanabildiği ve nihayetinde de bu amaçlara ulaşabildiği ölçüde
etkili/başarılı olarak kabul edilebilir (Seyidoğlu, 2001: s. 154). İnsan kaynağının, örgüt
psikolojisinin ve gerçekleşen davranışların (kızgınlıklar, moral bozuklukları, çatışmalar, güç
mücadeleleri) öneminin kavranması da yine etkili bir yönetim sisteminin kurulmasının en
önemli şartlarından biridir (Koçel, 2007: s. 5-95).
2.2. Stratejik Yönetim
Yönetim için ifade edilen bu özellikler stratejik yönetim için de geçerlidir, denilebilir.
Stratejik yönetim “örgüt amaçlarını gerçekleştirmek üzere, üretim kaynaklarını (ve
yeteneklerini) etkili ve verimli biçimde kullanma süreci”dir. Ancak burada belirtilmesi
gereken husus stratejik yönetimin, organizasyonun günlük rutin işlerinin idaresine değil,
örgütün “uzun dönemde yaşamını sürdürebilmesini mümkün kılacak… işlerin yönetimi”ne
yönelik oluşudur (Dinçer, 2007: s. 35-38). Stratejik yönetim, hiç durmaksızın değişen dış
çevreye uyum sağlama ve giderek daha da zorlaşan bir ortamda devamlılığı güçlenerek
sağlama amacına yönelik özel bir yönetim sürecidir. Stratejik yönetim, daha çok işletmelerin
tepe/üst yöneticilerinin karar alanında yer alan bir süreçtir (Rue ve Holland, 1989: s. 23).
David’e göre iş dünyasında daha çok tercih edilen ‘stratejik planlama’ genellikle bu
sürecin sadece formülasyon boyutunu içerirken, akademik dünyada daha yoğun olarak
kullanılan ‘stratejik yönetim’ formülasyon (planlama), uygulama (organize etme ve yürütme)
ve değerlendirme (kontrol) aşamalarının tamamını içerir. Stratejik yönetimin amacı gelecek
için yeni ve farklı fırsatları oluşturmak ve onlardan yararlanmaktır (David, 2001: s. 5). Ülgen
ve Mirze ise ‘stratejik planlama’dan ‘stratejik yönetim’e geçişte artık stratejistlerin sadece
analiz, karar süreçlerinin (sert unsurlar) yeterli olmadığını anlamasının payı olduğunu
vurgular. Bu aşamadan sonra stratejik planlama unsurları yanında diğer unsurlar olan yönetim
tarzı, yapısı, kültürü, davranışsal unsurları (yumuşak unsurlar) ve uygulama ve kontrol
işlevleri de stratejik yönetimin kapsamı içine girmiştir (Ülgen ve Mirze, 2004: s. 37-38).
Zaten bir organizasyon, hard power (sert unsurlar) ile soft power'ın kombinasyonu durumunda
işlerin akış şeması ve organizasyonel işleyiş hedeflerini tutturabilir.
Stratejik yönetim süreci organizasyonların sürekli olarak iç ve dış olay ve eğilimleri
gözlemlemesi düşüncesine dayanır. Bu gözlemler neticesinde farkına varılan değişiklik
girişimleri ihtiyaç doğduğunda, zamanında yapılabilir. Günümüz piyasalarındaki değişimi
başarılı organizasyonlar etkin biçimde yönetirler. Ve örgütsel bürokrasilerini, stratejilerini,
sistemlerini, ürünlerini ve kültürlerini bu değişime adapte ederler (David, 2001: s. 7-8).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
24
Bugün, yükselen globalleşme trendi ve teknolojinin artan kullanımı daha büyük değişime
neden olmakta, organizasyonel başarı için ‘bilginin önemi’ni net bir şekilde göstermektedir.
Hitt, Black ve Porter, 21.yy’ın yöneticileri için ‘değişim’, ‘teknoloji’ ve ‘globalleşme’nin
kritik meydan okumalar olduğunu vurgulamaktadırlar. Hep var olan değişimin, vazgeçilemez
teknolojinin ve gözardı edilemeyecek globalleşmenin organizasyonlara etkisi kaçınılmazdır
(Hitt, Black ve Porter, 2005: s. 5-7).
Strateji kavramından doğan stratejik planlama ve stratejik yönetim çağdaş yönetim
anlayışında üzerinde önemle durulan alanlar olmuşlardır. Stratejik yönetim; “Stratejik
amaçlara ulaşılabilmesi için mevcut tüm unsur ve parametrelerin en etkin şekilde
kullanılmasıdır.”
Stratejik yönetim süreci genel hatlarıyla şu şekilde işlemektedir: öncelikle stratejistler
tarafından veri toplama çalışması yapılır. Bu verilerin analizi (iç ve dış çevre analizi) ile
“fırsat ve tehditler (dışa bakış olarak da ifade edilebilir)” ve “üstünlükler ve zayıflıklar (içe
bakış olarak da ifade edilebilir)” tespit edilmeye çalışılır. Bu tespitler neticesinde ulaşılan
ÜZFT (SWOT2) durum matrisi ile gerekli değerlendirmeler yapılır (SWOT Analizi). Bu
değerlendirmelerle birlikte misyon, vizyon, amaç ve hedefler doğrultusunda örgütün yönü
belirlenir (stratejik yönlendirme); daha sonra örgüt başarısı için seçilen stratejik kararlarla
(temel ve alt stratejiler) faaliyete geçilir ve bir sonraki aşamada bu faaliyetler kontrol edilir.
Bu ilerleme sürecinde çevresel faktörler stratejik yönetim sürecini etkileyebilir ve
amaçlananlar ile ulaşılanlar arasında bir farklılık olabilir. Bulunulan çevre koşullarının
basitten karmaşığa doğru evrimi, yöneticilerin gittikçe daha üretken, yüksek çözüm
kabiliyetine sahip ve inovatif olmalarını da gerekmektedir (Ülgen ve Mirze, 2004: s. 32-71).
Stratejik yönetimde insani değerlerle potansiyelin harekete geçirilmesi ve bunun
amaçlanan çizgide yürümesi için elverişli bir örgüt ikliminin tesisi, inşası ve bunun
sürdürülebilir nitelikte bir kıvama kavuşturulması gerekmektedir. Organizasyonun başarılı ve
esnek bir kriz algısı ve yönetiminin olabilmesi bireysel ve kurumsal psikolojinin farkındalığı
ve kapsayıcılığı ile mümkün hale gelebilir. Stratejik yönetimin kriz ve çatışma alanlarını
kestirerek iyi bir tahminde bulunması ve örgüt psikolojisinin de bu süreç ve değişime uyum
sağlayabilecek bir esneklikte olması durumunda sonuca daha net gidilebilir.
3. Krizler
Stratejik düşüncenin ve hareket tarzının gerekliliği ‘geleceğin doğasında olan
belirsizlikler’ ve ‘bu nedenle çıkabilecek krizler’e dayanır (Akgemci, 2008: s. 427). Sürekli
değişen dış çevre şartlarında, bünyesinde ‘stratejik çalışmalara’ gerekli yeri vermeyen
organizasyonların başarı şansı oldukça düşüktür. Ancak yetersiz ve doğru olmayan ‘stratejik
çalışmalar’ da krize düşülmesinin önemli sebeplerinden biri olabilir (Dinçer, 2007: s. 403).
Stratejik yönetim ‘çevresel karmaşayı/değişimi’ yönetebilmek olarak da
yorumlanabilmektedir. Bunun da pasif (reaktif) bir geleceği tahmin yöntemiyle değil, aktif
(proaktif) bir geleceği şekillendirme yöntemiyle olabileceği değerlendirilmektedir. Meydana
gelebilecek kriz durumlarında ise ‘kriz yönetimi’, işletmelerin ‘stratejik yönetim’ sürecine
ciddi katkılar sağlayabilmektedir (Akgemci, 2008: s. 428). Uzun bir zaman dilimi için ortaya
konan stratejik yönetim planının bir parçası olarak hazırlanacak dönemsel kriz yönetim
planları organizasyonlar için önem taşımaktadır. Krizlerle karşılaşılmadan önceki örgütsel
faaliyetlerin amacı ise; krizi önlemek, gerçekleşmesi durumunda etkisini en aza indirgemek
2
Stratejik yönetimin amacı, örgütün kaynak ve yetenekleriyle çevre şartları arasında uyum sağlamaktır.
Organizasyonun mevcut durumunun ve deneyiminin incelenmesi, üstün ve zayıf yönlerinin tanımlanması ve
bunların çevre şartlarıyla uyumlu hale getirilmesi sürecine SWOT Analizi adı verilmektedir
(S:Strengths/Üstünlükler; W:Weaknesses/Zayıflıklar, O: Opportunities/Fırsatlar; T: Threats/Tehditler) (Dinçer,
2007: s. 142; Certo ve Peter, 1988: s. 47).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
25
için tedbirler almak ve bu yönde gerekli örgütsel, yönetsel ve iletişimsel çalışmaların
yapılmasını sağlamaktır (Johnson ve Peppas’tan aktaran Korkmazyürek ve Basım, 2009: s.
28).
Beklenmedik şekilde ortaya çıkan ve önceden sezilemeyen ya da krizin sinyallerini
alamayan yönetimler nedeniyle hazırlıksız yakalanılan bazı değişiklikler krizlere sebep
olabilir. Krizler organizasyonları “değişikliğe çabuk ve acele cevap vermeye ve dolayısıyla
mevcut tecrübe, bilgi ve işleyişinin dışına çıkmaya zorlar” (Dinçer, 2007: s. 405). Örgüt
içinden ve dışından kaynaklanabilen krizlerin yıkıcı etkilerini aşma becerisi süreklilik
bağlamında yaşamsal önem taşımaktadır. Krizler örgütsel amaçları tehdit ederek acil cevap
vermeyi gerektiren ancak bu cevap için gerekli olan karar verme süresini kısıtlayan, karar
birimlerini şaşırtabilen ve hatta kararsızlığa sürükleyebilen durumlardır. Krizler, yöneticileri
örgütsel değişiklikler yapmaya hatta yönetimin değiştirilmesine varan yenilikler yapmaya
zorlayabilmektedir. Bu durum da işletmenin üst yönetiminin gerekli olan yeniliklere karşı
isteksiz davranmasına yol açabilmektedir. Ayrıca krizler örgütleri tepkisizliğe ve yanlış
tepkiler vermeye itebilir. Veri eksikliği ve zaman kısıtı karar vericiler üzerinde gerilime neden
olabilir. Krizlerin çıkmadan önce gönderdikleri sinyallerin yöneticiler tarafından yeterli
düzeyde algılanamamaları ya da göz ardı edilmeleri organizasyonu zor durumda bırakabilir
(Akgemci, 2008: s. 429-431).
Kriz sinyallerinin doğru okunabilmesi, anlaşılıp değerlendirilmesi için psikolojik durum
ve süreçlerin algı, yorum ve davranış boyutunda bilinmesi gerekir. Örgütün toplam gücü
çalışan bireylerinin psikolojik uyaranlar karşısında verdikleri cevaplar ya da geliştirdikleri
tutum ölçeklerinde saklı olabilir.
Günümüzde organizasyonların sık sık karşılaştıkları kriz kısaca “a)beklenilmeyen ve
önceden sezilemeyen b)çabuk ve acele cevap verilmesi gereken c)örgütün önleme ve uyum
mekanizmalarını yetersiz hale getirerek d)mevcut değerlerini, amaçlarını ve varsayımlarını
tehdit eden gerilim durumudur”. Kriz durumları “çabuk ve acele uyum sağlamayı gerektiren
değişiklikler” olarak tanımlanabilir. Kriz dönemlerinde örgüt yönetimi kısıtlı kaynaklarla
öncelikli amaçları ve uygulamaya sokulacak faaliyetleri belirlemede yetersiz kalabilir. Bu
ortam içinde önemli kararların alınması gereken ancak ‘bilgi yetersizliği’nin sebep olduğu
problemlerle dolu geniş bir alandır. Yine krizler örgütün temel felsefe, amaç, yaklaşım ve
değerlerinin değişmesini zorunlu kılan, kazanma ya da kaybetme riskinin çok yüksek olduğu
kısacası örgütün hayatiyetini ciddi şekilde tehdit eden durumlardır (Dinçer, 2007: s. 407).
Krizler birçok beklenmedik hadise (afetler: deprem, kasırga vb.; salgın hastalıklar:
Avian –kuş- Gribi, Sars Virüsü gibi) neticesinde ortaya çıkabilir ve organizasyonları (kamu-
özel) ciddi şekilde etkileyebilir, onların hukuksal varlıklarını tehlikeye sürükleyebilir, kamu
kurumlarında anahtar role sahip yöneticilerin görevden alınmasına neden olabilir. Süratli
teknolojik gelişmeler, nüfus artışı, terörizm, etnik sorunlar ve diğer kaçınılmaz olaylar
örgütlerin krizlere hazır olunması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır (McConnell ve Lynn
Drennan, 2006: s. 59). Örneğin afetler, toplum yaşamında her an karşılaşılabilecek olan ve
bireylerin sosyo-psikolojik durumunu derinden etkileyen hadiseler olduğu için, sonuçlarına
örgütlü bir şekilde hazırlık yapılması gereken sorun alanlarının başında gelmektedir (Yılmaz,
2003: s. 2). Yapılan bir istatistik, 1990-2000 yılları arasında meydana gelen afet sayısının,
1900-1940 yılları arasında meydana gelenlerden 7 kat fazla olduğu gerçeğini ortaya
koymuştur (Kadıoğlu, 2008: s. 252). Afetlerin küresel çaptaki ortalama maliyeti de (1970 ile
2000 yılları arasında) yaklaşık 6 kat artmıştır. Daha da trajik olan afetlerin etkilerinden dolayı
her yıl ortalama olarak 100.000 kişinin hayatını kaybedeceği iddiasıdır (Bendimerad, 2007: s.
97-98).
Yapılan araştırmalar birçok yöneticinin kriz yönetimine tepki odaklı ve teknik bağlamda
yaklaştığını göstermiştir. Bu tavır her ne kadar oldukça önemliyse de sistemli bir kriz yönetim
yaklaşımının yalnızca bir yönünü teşkil etmektedir. Bazı araştırmacılar ise bu alanı biraz daha
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
26
genişletmekte, hem kriz öncesi hem de kriz sonrasında insanlar ile teknik sistemler arasında
mevcut olan karmaşık ilişkilere de odaklanmak gerektiğinin altını çizmektedirler (Pauchant,
Mitroff ve Lagadec, 2008: s. 25).
Kriz’in salt teknik bir olay ve olgu olmadığı çok aşikardır. İnsan algı ve yorumunun
dahil olduğu her pozisyon ve gelişme insan davranışları ile beraber krizi ya da krizleri
karşılıklı sarmal etkileri ve ağ- network bağlantıları çerçevesinde görmemizi zorunlu kılıyor.
İnsan davranışlarının tepki niteliği zamanla yerini etki ve yönlendirme fonksiyonuna
bırakabilmektedir. Burada belirleyici olan rol öğrenen kurum niteliği ve kurumsal kültür ve
psikolojinin değişen ve süregelen niteliği olmaktadır.
4. Krizlerin Örgüt Psikolojisi Üzerindeki Etkileri
4.1. Krizlerin Birey ve Toplum Psikolojisi Üzerindeki Etkileri
Etkili bir yönetim modelinin inşa edilebilmesi için bireylerin ve toplumun kriz
durumunda verdiği tepkilerin çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Her biri bir
organizasyonun olduğu gibi toplumun da üyesi olan ‘birey’lerin kriz anlarındaki davranış
kodlarının okunması yönetim sistemine önemli katkılar sağlayabilecektir.
Belirsizlik kriz dönemlerinin en belirgin özelliklerindendir. Belirsizlik durumlarında
bireylerin tepkilerini farklı kişilik özellikleri, motivasyon, sosyo-ekonomik durum, sosyal
destek, mesleki birikim gibi özel koşullar belirler. Kişinin yaşamına katacağı bilgi ve değerler
(donanım) krize karşı geliştireceği tepkilerde belirleyici olur (Baltaş, 2002a: s. 6-7). Krizin ilk
evresinde, Türk toplumu gibi korumacı kültürüne sahip toplumlarda ‘yaygın panik duygusu’
ve ‘birilerinin bir şeyler yapmasını bekleme’ tepkileri öne çıkar (Baltaş, 2002a: s. 10).
Hofstede’ye göre belirsizlik, bir olasılığa bağlı olmaksızın herhangi bir şeyin/olayın
meydana gelebileceği yönündeki, kaygıya neden olan beklentidir. Ona göre belirsizlikten
kaçınma kültürüne sahip toplumlarda (Japonya, Fransa, Türkiye, Yunanistan gibi) kurumsal
ve insani ilişkilerde yapılandırılmış, ayağı yere basan durumlar tercih edilir. Muğlaklık
korkuya sebep olur, tahmin edilebilirlik önem taşır, güvenlik ihtiyacı hissedilir, belirsizliğin
doğurduğu kaygı ve stres oranı yüksektir (Hofstede’den aktaran Örmeci, 2010: s. 4).
Kriz, belirsizlik ve bu durumun ortaya çıkardığı değişime doğal tepki olarak bireyin
kendisini geri çekmesi, bekleyip görme tutumu, sessizlik kısacası ‘katılmama’ davranışı
ortaya çıkabilir. Ayrıca şaşkınlık ve zihin karışıklığı ile yönlendirilme ihtiyacı görülebilir. Bu
süreçte iş ya da pozisyon kaybının yaşanması, mevcut durum ve gelecekle yüzleşilmesi
gerçeği yerine geçmişe yönelme ve sürekli bir yakınma tepkisine neden olabilir. Problemlerin
çözüm hızının oldukça düştüğü bu süreç aynı zamanda işgören performansı üzerinde şu
etkileri yapabilir: Üretimde kalite düşüşü ve hata oranındaki artış; iş tatmininde azalma;
motivasyon kaybı; zihinsel yorgunluk hali; yapılan işten ve kendinden emin olamama (Baltaş,
2002b: s. 10).
Türkiye’de 1999 yılında yaşanan Marmara Depremi sonrasında afetzedelerde gözlenen
şu irrasyonel davranışlar bireylerin ve toplumun kriz anındaki davranış kalıplarına iyi birer
örnek teşkil etmektedir (Özerkan, 2004: s. 293): “Bir an önce deprem olsun da kurtulalım”
tepkisi; deprem korkusuyla dışarıda ikamet ederken hasarlı binalara eşya kurtarmak amacıyla
girmek; nereden geldiği belli olmayan söylentilere dayanarak geceyi evin dışında geçirmek;
yaşanan büyük depremin olduğu saati dışarıda geçirmek, diğer saatlerde ise evlere ve
işyerlerine daha rahat girmek; depremin oluş saatine kadar uyanık kalmak; deprem korkusuyla
daha fazla sigara tüketmek; astroloji gibi bilim dışı kaynaklara deprem öncesine nazaran daha
duyarlı olmak; çaresizlik ve yüksek seviyede hissedilen bilgi alma ihtiyacının tutum ve
davranış değişikliği düzeyinde etkili olması (örneğin, yalan yanlış söylentilerin yayılma
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
27
hızının medyanın hızı ile yarışır duruma gelmesi); afet bölgesini terk edip gerekli rasyonel
değerlendirmeyi yapmadan benzeri deprem riski yüksek bölgelere göç etmek.
Bu araştırmanın sonuçlarında da görüldüğü üzere yaşanan deprem/kriz sonrası
insanların düşünüş ve davranışları rasyonel çizgiden diğer zamanlara göre daha fazla
ayrılmaktadır; ortaya çıkan bu durum yönetim tarafından ihmal edilmemelidir.
Yine aynı deprem hadisesinin İstanbul’da yaşayanlar üzerindeki psikolojik etkilerini
değerlendirmeyi amaçlayan bir diğer araştırmada (diğer bazı araştırmaların neticeleriyle de
zenginleştirilerek) şu sonuçlara ulaşılmıştır (Yeniçeri, 2008: s. 39-54): Afet şokunun sosyal
psikoloji üzerindeki etkisi medyada yaralılara ve yerle bir olmuş binalara yer verilen
görüntülerle daha da artmıştır; gelecek 30 yılda İstanbul’da büyük bir deprem olasılığının
ifade edilmesi artçı şokları yaşayan İstanbullularda endişe, korku ve sıkıntıyı arttırmıştır;
afetin ne zaman meydana geleceğinin belirsiz olması endişe seviyesini arttırmıştır; afet
sonrası psikolojik rahatsızlıklar kadınlarda ve düşük eğitim ve gelir düzeyine sahip toplumsal
gruplarda daha çok gözlenmektedir; travma sonrası stres belirtilerinden en çok aşırı dikkat
artışı görülmekle birlikte kaygı, uyku bozuklukları, anı tekrar yaşama, saplantılı düşünceler de
öne çıkmıştır; travma geçirenlerin çoğunluğu travmatik etkilerden uzun süre kurtulamamıştır;
afetzedelerin büyük çoğunluğu ilk duygusal tepkilerini “korku ve panik” olarak
belirtmişlerdir; evlerinde (az da olsa) hasar olanlar daha fazla psikolojik sıkıntı yaşamıştır;
beton bina korkusundan dolayı birçok insan dışarıda uzun süre ikamet etmiştir.
Bu araştırmalar özellikle alanda faaliyet gösterecek personelin karşılaşacağı insanı ve
özelliklerini tanımalarını, verebileceği reaksiyonları tahmin edebilmeleri gerekliliğini ortaya
koymaktadır. Bu süreçte aşırı stres yükünün ve diğer sorunların ortaya çıkardığı çatışmaların
da yönetilebilmesi önem taşımaktadır.
4.2. Kriz Dönemlerinde Örgüt Psikolojisi
Organizasyonel başarıyı elde etmek isteyen yöneticiler insanı, ihtiyaçlarını,
davranışlarını ve birbirlerinden ayrılan yönlerini tanımalı ve farkında olmalıdırlar. Yöneticiler
her insan davranışının bir nedeni olduğunu bilmeli ve bu davranışları ortaya çıkaran nedenleri
anlamalıdırlar (Can ve Güney, 2007: s. 271).
Krizler tüm yönetim sistemini ilgilendirir. Özellikle ilk safhada yönetim üzerinde
yüksek stres oluşmasına neden olurlar. Kriz durumlarında medyanın da yönetim birimleri
üzerinde baskısı artar (Can, 2006: s. 6).
Standart uygulama ve yöntemlere başvurulamayan kriz evresinde çözümlerin hızlı
üretilmesi gerekliliği ‘zaman baskısı’nı da beraberinde getirir. “Kriz, duygusal nitelikleri ağır
basan bir süreçtir.” Bu nedenle yönetici ve çalışanlarda bazı değişikliklere neden olur, bu
süreçteki ‘nabız değişikliği’ organizasyonun krizi nasıl yaşadığının da göstergesidir.
Psikolojik boyut değerlendirildiğinde yaşanabilecek bazı değişiklikler şunlar olabilir (Baltaş,
2002a: s. 14):
Çatışmalarda artış gözlenir
Stres ve zaman baskısıyla alınan kararların kalitesi bozulur
Otoriter, (denetimci) ve tutucu eğilimler güçlenir
Çalışanlarda savunmacı/çekimser tutumlar ortaya çıkar
Güven duygusu azalır, kaygı3 düzeyi yükselir
Motivasyon düşer ve iş tatmini azalır
Değişim dönemlerinde kurumdan ayrılanların haricinde işine devam eden personelde
‘geride kalan sendromu’ adı verilen ve şaşkınlık, korku, duyarsızlık, bunalım gibi negatif
3 Kaygı, çalışanın pozitif ürünler sunmaktan ziyade doğabilecek negatif sonuçlara odaklanmasına ve pasif bir
tutum sergilemesine neden olur. Bu sebeple kaygının etkisinin azaltılması yönünde bir tavır ve iletişim yöntemi
benimsenmelidir (Baltaş, 2002b: s. 22).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
28
haller gözlemlenebilir. Hatta bu zihinsel ve duygusal durum geçici bir verimlilik artışına dahi
neden olabilir. Ancak bu kısa dönemin ardından uzun vadeli bir verimlilik kaybı, moral
çöküntüsü, çeşitli sağlık sorunları ve çatışmalar gündeme gelebilmektedir (Baltaş, 2002b: s.
30). Yine bu dönemde işgörenler ‘yeni uygulamalar’ hakkında ihtiyaç duydukları bilginin
kendileriyle yeterince paylaşılmadığına hatta saklandığına inanırlarsa ‘çalışma ortamına en
kuruntulu kişinin kuruntuları egemen olur’. Böyle bir durumda verimlilik azaldığı gibi
güvensizlik hissi kurumda hâkim olur (Baltaş, 2002b: s. 39).
Örgüt yöneticileri ve işgörenleri krizlerin neden olduğu ciddi bazı olumsuzluklarla
karşılaşılmaktadır. Bunlar: ‘baskı’ altında çalışma zorunluluğu; daha önce benzer bir durumla
karşılaşmamış olmanın getirdiği ‘tecrübesizlik’; yaşanan hadisenin tam mahiyetini
bilememekten gelen ‘algılama sorunları’; kriz sürecinde ‘çalışma şartları’nın getirdiği
zorluklar (çalışma saatlerinin uzaması, güvenlik sorunları vb.) olarak ifade edilebilir. Bu
olumsuzluklar neticesinde yöneticiler ve çalışanlarda görülen stresle baş etme yolu olarak da
şunlara dikkat edilmelidir: yöneticiler, işgörenlerin çalışma şartlarını çok iyi bilmelidir;
çalışanların sorunları dinlenmeli, onlarla konuşulmalıdır; personelden yaşanan süreç hakkında
bilgi (brifing) alınmalı (İTÜ AYM, 2005 (Bölüm 6): s. 3-4) ve rasyonel ve insani çözümler
ortaya konmalıdır.
Seitel, krizlere karşı yeterli hazırlığı olmayan organizasyonlarda şaşkınlık, panik ve
kuşatılmışlık duygularının hakim olabileceğini; veri yetersizliği nedeniyle süreçte
söylentilerin önem kazanabileceğini ve dış unsurların mütereddit ve şüpheli yaklaşımlarıyla
karşı karşıya kalınabileceğini ileri sürmektedir (Seitel’den aktaran Korkmazyürek ve Basım,
2009: s. 19). Caponigro da bir iş krizinin organizasyon üzerindeki olası etkilerinden
bahsederken; işgören sadakatinin azalması ya da hiç kalmaması, işgörenlerin verimliliğinin
azalması ve kritik konumdaki bazı çalışanların işten ayrılması gibi sorunlar üzerinde
durmaktadır (Caponigro’dan aktaran Korkmazyürek ve Basım, 2009: s. 17). Yine çalışanların
bir bölümünün işine son verilmesi gibi uygulamalar diğer işgörenlerde tedirginliğin artmasına,
motivasyon kaybına ve işgücü verimliliğinin azalmasına neden olabilmektedir (Tekin ve
Zerenler, 2005: s. 48).
Bireyin taşıdığı psikolojik ve sosyal özelliklerin ilgililer tarafından ihmal edilmesi kriz
dönemlerinde hizmet sunumunu neredeyse durma noktasına getirebilir. Bu duruma örnek
olarak 1999’da meydana gelen Marmara Depremi’nde yaşananlar verilebilir. Bu süreçte kamu
yöneticileri kendileri de birer afetzede konumunda olduklarından hastane, itfaiye, karakol ve
benzeri bütün acil hizmet birimleri fonksiyonsuz kalmış, hizmet verememişlerdi (ATSO,
2000: s. 58).
Kriz ortamında mutlaka dışarıdan ‘bir göz ve akıl’ artı değer üretimine katkı
sağlayacaktır. Kriz’in vakum etkisi içinde yer alan yöneticilerin çözüm ve çare üretiminde
beklenen performansı yakalayabilmeleri kolay olmasa gerektir. Bu ve buna benzer engelleyici
ket vuran sebeplerden dolayı kriz içi ve dışı dengesi gözetilerek kriz yönetiminde belli bir
seviyede denge ve kararlılık yakalanabilir.
Balcıoğlu’nun deprem sonrası yaşanan ruhsal problemlerle ilgili şu ifadeleri yaşanan bu
kriz durumunun örgüt psikolojisi üzerindeki etkilerine bir örnek teşkil etmektedir: “(ilk şok
atlatıldıktan) sonraki evre(de)… ortaya çıkan ruhsal problemler oluyor… örneklendirmek
gerekirse, uykusuzluk… uykusuzluk problemini herkes yaşamaya başladığında, iş verimi
düşer. Öğretmenler verimli olamaz ya da işçilerin dikkat dağınıklığı yüzünden iş kazaları
meydana gelebilir. Depremden sağ olarak kurtulan kişilerin en büyük hatası, ‘ben depremden
hiç etkilenmedim’ demek oluyor… (ancak) herkes depremden az ve ya çok mutlaka ve mutlaka
etkilenir” (İHABER, 2012).
Kriz hallerinde stres altındaki personelde şu eğilimler görülebilir (İTÜ AYM, 2005
(Bölüm 6): s. 3):
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
29
1) Göreve uygun olmayan bir ruh halinde bulunarak, fevri ve ani davranışlar
gösterebilirler.
2) Sadece acil problemlere odaklanıp daha büyük problemleri unutabilirler.
3) Afet öncesi hangi konuda eğitim aldığını unutabilirler ve deprem öncesi aldığı
sorumluluklardan çekilebilirler.
4) Basit görevleri karmaşık görevlerden daha başarılı şekilde yerine getirirler.
Kriz süresince algıda seçicilik fonksiyonu tersinden bir süreçle daraltıcı ve bunaltıcı bir
perspektifi tetikleyebilir. Daha mikro ve sınırlı bakış öncelenebilir. Acil ihtiyaç ve durumların
baskısı daha lokal tutumlara kaynaklık edebilir. Bu durumlar beraberinde yetersizlik ve
yönetilemezlik sorunlarına yol açabilir.
4.3. Stratejik Yönetim Sürecinde ‘Kriz Personeli’nin Geliştirilmesi
İnsanı dikkate alan organizasyonların daha başarılı oldukları insan kaynakları
literatüründe üzerinde oldukça durulan bir konudur. Kendisine gereken önem verilmeyen
işgörenin tüm potansiyelini organizasyona adamasını beklemek pek de rasyonel değildir.
Modern insan kaynakları yönetimi çalışanların eğitimine ve geliştirilmesine özel bir önem
verir. Örgütün günümüzde sürekli değişen çevresel şartlara uyumu noktasında en dinamik
faktör ‘insan’dır (Yüksel, 2007: s. 3-10). Organizasyonun insan kaynakları yöneticileri
dinamik iç ve dış koşulları en iyi şekilde izleyip değerlendirerek uygun politikalar üretmek
durumundadırlar (Can, Kavuncubaşı ve Yıldırım, 2009: s. 43-44).
Krize hazır örgütleri diğerlerinden ayıran dört nokta olduğu ifade edilmektedir. Bunlar:
Örgütsel stratejiler (krizle başa çıkma plan ve prosedürleri); örgütsel yapı (etkili kriz yönetim
alt yapı sistemleri); örgütsel kültür (inanç, değerler ve mantıksal açılardan krizlerin uygun
şekilde değerlendirilmesi) ve personelin özellikleridir (işgörenlerin krize karşı gerekli
donanıma sahip olmaları) (Booth’dan aktaran Örmeci, 2010: s. 12). Kuruluşlar özellikle
yeniden yapılanma evrelerinde hızla ‘değişen koşullarda yeni roller üstlenebilecek insan’
kaynağını geliştirebilmelidirler (Baltaş, 2002b: s. 11).
Blake, krizin fırsata dönüştürülebilmesi için planlama ve iletişimin önemini vurgularken
krizden etkilenmesi muhtemel olan yakınların ve de işgörenlerin içinde bulunduğu stres
ortamının kurulacak iletişim kanallarıyla azaltılması gerektiğini vurgulamaktadır (Blake’den
aktaran Korkmazyürek ve Basım, 2009: s. 4).
Pauchant, Mitroff ve Lagadec alan araştırmaları neticesinde kriz yönetiminde
“psikolojik ve kültürel çalışmalar”ın oldukça az gelişme kaydettiğini tespit etmişlerdir. Bu
öznel ve pratiğe geçirmekte zorluklar yaşanan alan daha az somut ya da belirli faktörlerle
veya korku, kuşku, stres ve kaygı gibi emosyonel konularla meşgul olur. Bu çalışmalara
destek olan üst düzey yönetici sayısı küçük bir azınlık olarak kalmaktadır. Halbuki üst düzey
yönetimin bu alandaki kesin kararlılığı sistemli bir stratejinin geliştirilmesi bağlamında
zorunluluk arz etmektedir. Beklenmedik olaylarla ilgili eğitim endüstriyel ve teknik alanda
üretim yapan firmalarda yeterince yapılmamaktadır. Bu hazırlık şirketlere kâr değil bir
maliyet olarak gözükmektedir. Tepe yöneticileri ‘kötü olaylar’ın kendi başlarına
gelmeyeceğini düşünmektedirler. Pauchant, Mitroff ve Lagadec tarafından vurgulandığı üzere
kriz yönetiminde sistemli çalışmaların gelişimi köklü bir zihniyet değişimine bağlıdır. Kriz
yönetimi etik, ahlaki değerler ve politik bir cesaret; zihinsel ve duygusal güç ve mukavemet;
ve de birtakım rahatsız edici, belirsiz, kaygıları tetikleyici konularla meşguliyeti
gerektirmektedir. Yöneticiler endişeleriyle yüzleşmek gerektiğini kabullenmek
durumundadırlar (Pauchant, Mitroff ve Lagadec, 2008: s. 36-40).
Sistemli bir kriz yönetim stratejisinin ‘psikolojik ve kültürel çalışmalar’ boyutu
yukarıdaki bilgiler ışığında kısaca şu unsurları içermelidir (Pauchant, Mitroff ve Lagadec,
2008: s. 27):
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
30
Kriz yönetimi konusunda tepe yönetimin kararlılığı
Aktivist gruplarla artan ilişkiler
Kurum içinden haber verenlerle (muhbir) iyi iletişim
Kötü/olumsuz davranış şekilleriyle ilgili bilgi birikiminin artışı
Krizlerin insan üzerindeki etkilerinin işgörenlere aktarılması
Daha önce yaşanmış kriz ve tehlikeli durumların hatırlatılması
Çalışanlara psikolojik destek
Stres yönetimi ve kaygının yönetilmesi
Yöneticinin, karşılaştığı meydan okumalara verdiği uygun cevaplar (response) başarıya
giden yolda ona önemli bir birikim sağlar. Bu süreçte “karşılaşılan zorlukların derecesi
yöneticinin kişiliğinin güçlenmesine katkıda bulunacaktır.” Yaşanan kaygının/stresin bu
bağlamda geliştirici bir işlevi olabileceği öngörülebilir. Önemli olan bu meydan okumaların
tahrip edici boyutta olmasına engel olmaktır. Yöneticiler stresin/gerilimin yansımalarını ‘stres
yönetimi’ ışığında dengeye kavuşturabilmelidirler (Korkusuz, 2012b: s. 222).
Türkiye’de 2001 Şubat Ekonomik Krizi’nden sonra yapılan bir araştırmada, bu süreçten
başarıyla çıkan şirketlerin hayata geçirdikleri en doğru uygulamalardan biri “İnsan
kaynaklarına önem vererek, iletişim düzeyini arttırmak ve takım ruhu içerisinde paydaşları
sürekli bilgilendirmek” olarak ortaya çıkmıştır. Kriz sürecinde mevcut durumu çalışanlarıyla
açık bir şekilde paylaşan organizasyonların onlardan her türlü desteği görebilecekleri
düşünülmektedir (aktaranlar Tekin ve Zerenler, 2005: s. 21).
Krizle karşı karşıya kalan organizasyonların en önemli hedeflerinden biri personelin
“birbirlerine kenetlenerek, yüksek bir enerji ve dayanışmayla amaca odaklanmış disiplinli ve
sistemli bir çaba içinde (yer almasıyla)” sürecin aşılmasıdır (Baltaş, 2002a: s. 11).
Krizi etkin bir yönetsel yaklaşımla aşabilmek için gerekli olan hususlardan biri de
‘psikolojik ve kültürel öğelerin yönetimi’dir. Bu süreçte kuruma yepyeni bir dinamizm
kazandırmak; takım bilincini güçlendirmek; panik psikolojisinden çıkılmasını sağlamak ve
duygusal/psikolojik tepkiler için profesyonel destek almak bu evrede yönetime yarar
sağlayabilecektir (Baltaş, 2002a: s. 22). Stres ve değişim yönetimi eğitimleri çalışanların bu
süreçte yaşadıkları stresle başa çıkmalarını sağlayabilecektir. Kaygı, depresyon, uykusuzluk
ve kronik hastalıklardan korunmak için ortaya konan çabaların sistemli olması yarar
sağlayacaktır (Baltaş, 2002a: s. 39). Kriz dönemlerinde ‘kilit pozisyon’ alabilecek personelin
belirlenmesi, bu kişilere gerekli desteğin verilmesi ve yeni becerilerle donatılmaları
organizasyona hedeflere ulaşma yolunda önemli katkı sağlayacaktır (Baltaş, 2002a: s. 47).
SONUÇ
Stratejik yönetimin yönetim ve örgüt psikolojisi bağlamında dikkatli ve özenli bir tarzda
ele alınması alan, çevre ve fonksiyon tanımlamaları ile birlikte çok değerli bir açılım ve
vizyon sağlayacaktır. Yapı ve fonksiyonların alabildiğine farklılaşıp kompleks hale geldiği
hızlı değişim ve alt üst süreçlerinde bu durum hayati derecede önem arz edecektir. Tek bir
insandan diğer insanlara ulaşabilmenin en kolay ve masrafsız yolu ve yöntemi işin ve
durumun psikolojik zeminini sağlamlaştırmak ve toplumsal ortamını elverişli hale getirmektir.
Organizasyonların/örgütlerin varlık sebepleri amaçlara ulaşmak için gerekli zaman
zarfında gelişip güçlenmek ya da en azından herhangi bir kayba uğramadan başlangıçtan çok
daha pozitif bir konumda hedefe vararak süreci tamamlamaktır. Burada vurgulanan gelişip
güçlenme ve pozitif konum sağlama hedefleri organizasyonun yapısı ve tespit edilen hedeflere
göre değişiklik gösterebilmektedir.
Belki de krizlerin nedeni sonsuz ilişki örgüsüyle birbirlerine bağlı bu örgütlenmelerin
hedef ve çıkar farklılaşması; varlık ve pozitif sınırlarının diğeri/diğerleri aleyhine aşırı
zorlanması ve güdümlü güç sahibi örgütlenmelerin yeni alan hakimiyetine sahip olma
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
31
çabalarıdır. Kriz, çatışma ve çözüm arayışları süreçleri uzlaşılan, razı olunan bir ortak sistem
üretilmeden neticelendirilemeyecektir.
Stratejik bir yaklaşımla kurulacak, değişen şartlarda denge kurabilecek yeni örgüt
ikliminin oluşumunda bilginin yanında ahlaki değerlerin ve yüksek ideallerin de büyük bir
rolü olacaktır. Çağdaş yönetim yaklaşımlarında yönetim ile etik değerler arasındaki ilişkinin
vazgeçilmez olduğu kabul edilmektedir. “Etik değerler bütünü hem yönetimin meşruluk
temellerini sağlamlaştırır, hem de insan merkezli yaklaşımla, yönetilenler ve yönetenler
arasındaki keskin ve yapay ayırımları ortadan kaldırarak yönetim olgusunun bir bütün olarak
sorumluluğunun, görev dağılımının, icraat ve fonksiyonlarının herkes tarafından eşdeğer
olarak paylaşılmasına zemin hazırlamış olur… Moral değerleri güçlü, manevi kaynakları
sağlam yönetimler bilgi ve teknolojiye de sahipseler her krizin üstesinden gelebilecek
pozisyondadırlar” (Korkusuz, 2012a: s. 489).
İdeal değerlerle pratik uygulama ilkeleri arasında bir köprü kurma fonksiyonu stratejik
yönetimin psikolojik arka planını derinlikli bir şekilde oluşturacaktır. Strateji ile bireysel ve
kurumsal yapı ve fonksiyonların içinde biçimlendiği örgüt iklimi ve psikolojisi
uyumlulaştırılarak bir bütün haline getirilebildiği nisbette başarı ve performans düzeyi
yükselecektir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
32
Kaynakça
Akat, İlter, Gönül Budak ve Gülay Budak. (1994). İşletme Yönetimi. 1.Baskı. İstanbul: Beta
Basım Yayım Dağıtım A.Ş.
Akgemci, Tahir. (2008). Stratejik Yönetim. 2.Baskı. Ankara: Gazi Kitabevi.
ATSO. (2000). Adapazarı’nda Deprem ve Sonrası: Sesimi Duyan Var Mı? Yusuf
Mısırlıoğlu ve Bilal Eryılmaz (Hzl.). Adapazarı: ATSO
Baltaş, Zuhal. (2002a). Krizde Fırsatları Görmek: Yöneticiler İçin Krizde Yönetim El
Kitabı. 1.Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Baltaş, Zuhal. (2002b). Değişimde Değer Yaratmak: Kriz ve Yeniden Yapılanma
Sürecinde Çalışanın El Kitabı. 1.Basım. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Bendimerad, Fouad. (2007). “Afet-riskinin Azaltılması ve Sürdürülebilir Kalkınma”. Afet-
risk Yönetimi: Risk Azaltma ve Yerel Yönetimler. Nihal Ekin Erkan, Ayşe Güner
ve Katalin Demeter (drl.). İstanbul: Marmara Üniversitesi ve Dünya Bankası, 97-
113.
Büyükbeşe, Tuba. (2004). “Stres ve Stres Yönetimi”. Çağdaş Yönetim Yaklaşımları:
İlkeler, Kavramlar ve Yaklaşımlar. İsmail Bakan (Ed.). İstanbul: Beta Basım
Yayım, 35-58.
Can, Ergüder. (2006). “Entegre Afet Yönetim Sistemi ve İlkeleri”. Afet Yönetiminin Temel
İlkeleri. Mikdat Kadıoğlu ve Emin Özdamar (Ed.). Ankara: JICA Türkiye Ofisi, 1-8.
Can, Halil ve Semra Güney. (2007). Genel İşletme: İlkeler, Kavramlar, Kurumlar.
İstanbul: Arıkan Basım Yayım Dağıtım.
Can, Halil, Şahin Kavuncubaşı ve Selami Yıldırım. (2009). Kamu ve Özel Kesimde İnsan
Kaynakları Yönetimi. 6.Baskı. Ankara: Siyasal Kitabevi.
Certo, Samuel C.. (1986). Principles of Modern Management: Functions and Systems.
Third Edition. Iowa: Wm. C. Brown Publishers
Certo, Samuel C. ve J. Paul Peter. (1988). Strategic Management: Concepts and Applications.
New York: Random House.
David, Fred R. (2001). Strategic Management: Concepts & Cases. Eighth Edition. New
Jersey: Prentice Hall.
Dinçer, Ömer. (2007). Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası. 8.Baskı. İstanbul: Alfa
Yayınları.
Eren, Erol. (2005). Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası. 7. Baskı. İstanbul: Beta Basım
Yayım Dağıtım A.Ş.
Eryılmaz, Bilal. (2006). Kamu Yönetimi. İstanbul: Erkam Matbaası.
Hatemi, Hüseyin. (1999). “Krizin Kritiği”. Düşünen Siyaset (Kriz Sayısı), Y. 1, S. 1, 17-18.
Hitt, Michael A., J. Stewart Black ve Lyman W. Porter. (2005). Management. New Jersey:
Pearson Prentice Hall.
İHABER. (2012). “İÜ’de ‘Deprem ve Korkularımız’ Konuşuldu”.
http://ihaber.istanbul.edu.tr/universite/iude-deprem-ve-korkularimiz-konusuldu-
h1068.html Erişim Tarihi: 04.05.2013
İTÜ AYM. (2005). Acil Durum Yönetim Operasyonları. İstanbul: İTÜ Press.
Kadıoğlu, Mikdat. (2008). “Modern, Bütünleşik Afet Yönetiminin Temel İlkeleri”. Afet
Zararlarını Azaltmanın Temel İlkeleri. Mikdat Kadıoğlu ve Emin Özdamar (Ed.).
1.Baskı. Ankara: JICA Türkiye Ofisi, 1-34.
Koçel, Tamer. (2007). İşletme Yöneticiliği. 11.Bası. İstanbul: Arıkan Basım Yayın Dağıtım
Ltd. Şti.
Korkmazyürek, Haluk ve H.Nejat Basım. (2009). İş Modeli ve Kriz Yönetimi. Ankara:
Siyasal Basın Yayın Dağıtım.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
33
Korkusuz, Mehmet Hişyar. (2012a). Mukaddime’den Muahhire’ye: Modern Dünya’nın,
Ulus-Devlet’in, Din’in ve Milliyetçiliklerin Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası. 2.Baskı. İstanbul: Bilge Kültür Sanat.
Korkusuz, Mehmet Hişyar. (2012b). Kamu Yönetiminde Stres Algısı. 1.Baskı. İstanbul:
Hayat Yayınları.
McConnell, Alan ve Lynn Drennan. (2006). “Mission Impossible? Planning and Preparing for
Crisis”. Journal of Contingencies and Crisis Management, Volume 14, Number 2,
June 2006, 59-70.
Öncer, Ayla Zehra. (2010). “Giriş”. Krizle Yaşamak: Çok Boyutlu Bir Yaklaşım. 1.Basım.
Ayla Zehra Öncer (Ed.). İstanbul: Yalın Yayıncılık, v-ix.
Örmeci, Ebru. (2010). “Belirsizlik Kuramı ve Kriz”. Krizle Yaşamak: Çok Boyutlu Bir
Yaklaşım. 1.Basım. Ayla Zehra Öncer (Ed.). İstanbul: Yalın Yayıncılık, 1-17.
Özerkan, Şengül. (2004). “Medya, Kültür ve Risk Algılaması”. Özel ve Kamusal Alanda
Kriz Yönetimi 2.Uluslararası Toplantı Metinleri 21-23 Nisan 2000. 1.Basım.
İstanbul: Yeditepe Üniversitesi Yayını, 293-305.
Pauchant, Thierry C., Ian I. Mitroff ve Patrick Lagadec. (2008). Toward a Systemic Crisis
Management Strategy: Learning from the Best Examples in the US, Canada
and France. First Published. London: Sage Publications.
Rue, Leslie W. ve Phyllis G. Holland. (1989). Strategic Management: Concepts and
Experiences. Second Edition. New York: McGraw-Hill Book Company.
Seyidoğlu, Halil. (2001). Ekonomi ve İşletmecilik Terimleri Açıklamalı Sözlük. 2.Baskı.
İstanbul: Güzem Can Yayınları.
Tekin, Mahmut ve Muammer Zerenler. (2005). Krizi Yönetebilmenin Sırları. 1.Baskı.
Konya: Çizgi Kitabevi.
TDK (Türk Dil Kurumu). (1983). Türkçe Sözlük Cilt 1-2. 7.Baskı. Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları.
Ülgen, Hayri ve S.Kadri Mirze. (2004). İşletmelerde Stratejik Yönetim. 3.Baskı. İstanbul:
Literatür Yayınları.
Yeniçeri, Nur. (2008). “Deprem Sonrası Psikolojik Tepkiler”. Afet ve İnsan: 1999 Marmara
Depreminin Yansımaları. 1.Baskı. Fişek, Güler Okman ve Hayat Kabasakal (Hzl.).
Selin Akkoç (çev.). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 38-59.
Yılmaz, Abdullah. (2003). Türk Kamu Yönetiminin Sorun Alanlarından Biri Olarak Afet
Yönetimi. 1.Baskı. Ankara: Pegem A Yayıncılık.
Yüksel, Öznur. (2007). İnsan Kaynakları Yönetimi. 6.Baskı. Ankara: Gazi Kitabevi.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
34
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
35
GRUPLAR ARASI İLİŞKİLER, NEFRET SÖYLEMİNE YÖNELİK TUTUM VE
ALGILANAN NEFRET DAVRANIŞI
Rahşan Balamir Bektaş*
Eda Karacan**
Aslıhan Alhan***4
ÖZET
Bu araştırmanın amacı farklı grup kimliği olan kişilerin nefret söyleminin zararına yönelik algıları ve algılanan nefret
davranışları arasındaki ilişkiyi incelemektir. Bu doğrultuda öncelikle nefret söylemine maruz kalmanın ve nefret söyleminin
algılanan zararının etnik/kültürel kimliklere göre nasıl algılandığı betimsel olarak ele alınmış ve sonrasında nefret söyleminin
algılanan zararının ve nefret söylemine maruz kalmanın etnik/kültürel kökene ve cinsiyete göre farklılık gösterip
göstermediğine bakılmıştır. Araştırmaya Ankara'da bulunan farklı üniversitelerde okuyan öğrenciler ve bu öğrenciler
aracılığıyla ulaşılan ve üniversite öğencisi olmayıp değişik yaşlarda (18 ile 70 yaş arası) 213 kadın ve 154 erkek olmak üzere
toplam 367 kişi katılmıştır. Çalışmada Nefret Söyleminin Algılanan Zararı Ölçeği (Harm and Freedom of Speech Scale),
Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği (Hate Speech Experience Questionnaire) ve demografik bilgi formu uygulanmıştır.
Sonuçlar öncelikle katılımcıların çeşitli kimlik bilgilerine verdikleri cevaplar açısından betimsel olarak ele alınmıştır. Buna
göre katılımcılar her ne kadar etnik/kültürel kimliklerini (Türk, Kürt, Alevi, Laz vb.) belirtseler de katılımcıların çoğu
kendilerini daha çok kişisel özelliklerine göre (örn; dürüst, saygılı, eğlenceli, sakin, kadın, öğrenci, anne/baba vb.)
tanımlamışlardır. Katılımcıların algıladıkları nefret söyleminin zararı ve nefret söylemine maruz kalma (nefret deneyimi)
etnik/kültürel kökene ve cinsiyete bağlı olarak değişip değişmediğini belirlemek amacıyla çok yönlü varyans analizi
(MANCOVA) uygulanmış ve sonuçta etnik/kültürel kökenin temel etkisi ve etnik/kültürel köken ve cinsiyetin ortak etkisi
anlamlı olarak bulunmuştur. Sonuçlar nefret deneyimi ve nefret söyleminin zararı açısından ele alınarak tartışılmıştır.
Anahtar kelimeler: gruplar arası ilişkiler, nefret söylemi, nefret deneyimi
INTERGROUP RELATIONS, PERCEIVED HARM SPEECH AND BEHAVIOR
ABSTRACT
The objective of this research is to investigate the relationship between the perceived harm of hate speech and hate speech
experience with individuals from different group identities. In this sense, first of all perceived harm of hate speech and hate
experience is descriptively analyzed in terms of ethnic/cultural identities, and then it is examined whether experiencing hate
speech and perception of the hate speech differentiates by ethnic/cultural identities and gender. The research included
students from different universities in Ankara and a total of 367 individuals (213 females and 154 males; aged ranged 18
through 70) contacted through those students. The Harm and Freedom of Speech Scale, the Hate Speech Experience
Questionnaire and demographic form were used for this study. The results were firstly examined descriptively in terms of the
participants' responses to the variety of identity questions. Results revealed that although individuals identified their
ethnic/cultural (Turk, Kurd, Alawite, Laz etc.) identities, majority of them specified themselves according to their personal
properties or identities (e.g., honest, respectful, enjoyable, calm, woman, student or parent). The Multivariate of Covariance
analyses (MANCOVA) was used to determine whether the harm of hate speech perceived by participants and the hate speech
experience varied by ethnic/cultural origin and gender. Results revealed that the main effect of ethnic/cultural identity and the
interaction effect of both ethnic/cultural identity and gender were significant. Results were discussed in terms of the
experience of hate speech and the perceived harm of hate speech with the literature.
Key words: Intergroup relations, hate speech, experience of hate
* Yrd. Doç.Dr.,Ufuk Üniversitesi, Fen-Edb. Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Ankara, [email protected]
** Yrd. Doç.Dr Ufuk Üniversitesi, Fen-Edb. Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Ankara, [email protected] *** Yrd. Doç.Dr Ufuk Üniversitesi, Fen-Edb. Fakültesi, İstatistik Bölümü, Ankara, [email protected]
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
36
Kişinin/kişilerin kendilerinden farklı olarak gördükleri kişi veya gruplara yönelik
nefret söylemi geliştirmesi insanlık tarihi boyunca tanık olunan bir durum olmakla birlikte,
özellikle 1960 sonrasında konuyu bilimsel temelde ele alan çalışmalar ve yasal düzenlemeler
ivme kazanmıştır (Bleich, 2011, Ataman, 2012). Sıkça kullanılan bir kavram olmasına rağmen
nefret söyleminin ne olduğu konusunda üzerinde evrensel olarak uzlaşılan bir tanımlama
yapılamamıştır. Bu konuda devletler özelinde çeşitli tartışmalar ve farklı bakış açıları
mevcuttur (Weber, 2009, Ataman 2012, Karan, 2012). Özellikle ülkeler arasında nefret
söylemi ile düşünce özgürlüğü arasındaki sınırlar açıklığa kavuşturulamamaktadır. Bazı
ülkelerde nefret söylemi olarak değerlendirilebilecek ifadeler suç olarak değerlendirilmeyerek
konu ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alınır. Amerika, bu konuda çok 'libertaryan' bir tavır
almakta, düşünce özgürlüğünün sınırlarını koruma gerekçesiyle nefret söylemi kavramına
oldukça mesafeli yaklaşmaktadır (Keyman, 2013, s.9). ABD’de ırkçı ifadeleri dile getirme
fiillerinde dahi ifade özgürlüğünün korunmasına ağırlık verilir. Nefret söylemi söz konusu
olduğunda ifadenin açıkça bir tehlike ortaya koyup koymadığı ölçütüne göre hareket edilir
(Karan 2010, s.58). Buna karşın, Avrupa'da nefret söylemi ve suçu üzerinde, tanımsal bir
uzlaşma arayışına gidilmiştir. Tartışmalı bir konu olan nefret söylemi bazı Avrupa ülkelerinde
bir suç olarak tanınmaya başlamıştır (Keyman, 2013, s.9). Nefret söyleminin uluslararası
düzeyde kabul görmüş tanımı ise 1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin nefret
söylemiyle ilgili aldığı Tavsiye Kararı’nda yer almaktadır. Buna göre “yabancı düşmanlığı,
ırkçı nefret, anti-semitizm ve hoşgörüsüzlük temelli diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik
eden, savunan ya da haklı gösteren her tür ifade biçimi” olarak tanımlanmaktadır (bkz. Nefret
Söylemi El Kitabı 2008; Alğan ve Şensever, 2010, 15; Karan, 2012, 84; Weber, 2009). Nefret
söyleminin tanımındaki muğlaklık devam etse de terim genellikle ırk, renk, etnik köken,
ulusal köken, dini inanç, cinsel yönelim veya diğer statüleri temelinde bireylere veya gruplara
karşı şiddet, nefret ve ayrımcılığın savunuculuğunu içeren bir söylem kategorisi olarak
tanımlanmaktadır (Boyle, 2010). Türkiye’de nefret söylemini düzenlemeye yönelik
uygulamalara bakıldığında ise, Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesiyle düzenlenen “halkı
kin ve düşmanlığa tahrik suçu” nefret söylemini önlemeye yönelik bir örnek olarak
düşünülebilir. Bu madde nefret söylemi ile ilgili bir madde olarak nefret içerikli açıklamaları
bazı şartlar dâhilinde suç olarak niteler (Karan, 2012).
Nefret söylemini kavram olarak tanımlarken insani bir duygu olan nefretle, nefret
söyleminin birbirinden ayrılması gereklidir. Göregenli’nin (2013, s.57) dikkat çektiği gibi,
nefret söylemi ve nefret suçlarının bir duygu olarak 'nefret'ten kaynaklandığı düşüncesi,
bireysel boyutun öne çıkarak, olgunun kişiselleştirilmesine neden olabilmekte ve nefret
söylemi veya nefret suçları kişilerin şiddet davranışları olarak, 'münferit' vakalar biçiminde
yorumlanmasına yol açabilmektedir. Dolayısıyla, nefret söylemi ve nefret suçları, çoğunlukla,
nefret söylemi ve suçlarının yöneldiği kişi ya da gruplardan 'hoşlanmama', 'nefret etme' ve bu
duyguların ifade edilmesi biçiminde anlaşılmaktadır. Oysa nefret, ideolojinin bir parçası
olarak kullanıldığında ve söylem haline getirildiğinde toplumsal düzeni bozucu niteliği ortaya
çıkmakta ve nefret söylemi, öncelikle, toplumu oluşturan gruplar arasındaki hiyerarşiye işaret
eden bir dışlama ve düşmanlaştırma ideolojisinin varlığına işaret etmektedir (Göregenli,
2013,s.57). Dolayısıyla, nefretin bir duygu olduğuna dair bir çıkarımdan yola çıkarak ayrımcı
söylem türlerinin tümünün duygularla ilintili bir boyutu olduğunu öne sürmek bir grubun
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
37
başka bir gruba karşı olması gibi bir gerçeği gözardı etmeye yol açmaktadır (Göregenli,2013).
Halbuki, benzer şekilde Dijk'e göre de (2010, s.37), ayrımcılık ve ırkçılık türlerinin
duygularla ilişkisi olmayıp, bir grubun başka bir gruba yönelik önyargıları ve grup
ideolojisinden dolayı karşı olması söz konusudur. Bu doğrultuda Dijk, Yahudi Soykırımı
örneğini vererek duygulardan hareket edilmediğinin ve milyonlarca yahudinin sırf Naziler
hisleriyle hareket etti diye katledilmediğini belirterek konunun daha net bir şekilde
anlaşılacağını vurgulamaktadır. Esasen bu konuda Bauman’ın getirdiği yorum Holocaust’u
açıklamada yol gösterici olmaktadır. Bauman, modernitenin temel ilkeleri olan “rasyonellik”,
“düzen” ve “ilerlemenin” sonucu olarak Holocaust’u (Yahudi Soykırımını) değerlendirmemiz
gerektiğine vurguda bulunur (Bauman,1997, s.27). Yahudi Soykırımı ile planlı ve bilinçli
şekilde uygulamaya konulmuş bir toplumsal mühendislik projesi uygulanmaya çalışılmıştır.
Sonuçta, genel olarak nefret söylemi belirli bir kişiye veya gruba yönlendirilmiş her
türlü “dışlayıcı söylem” olarak ele alınmaktadır. Burada 'Söylem', dil içinde kodlanan,
toplumsal kökenli bir ideoloji ve düşünceleri iletmenin bir yolu olarak kabul edilmektedir
(İnceoğlu ve Sözeri 2012, s. 23). İnceoğlu ve Sözeri (2012, s.23-35)’nin işaret ettiği gibi,
herhangi metnin/söylemin nefret söylemi olup olmadığını anlayabilmek için bir çözümleme
yapılmalıdır. Söylemin içeriği; söylemin (yazılı veya sözlü) tonlaması; konuşmanın yapısına
yönelik bir değerlendirme; söylemin (bireysel veya toplu) hedefleri; ve söz eyleminin
muhtemel sonuçları veya çıkarımları gibi unsurlar incelenmelidir (İnceoğlu, 2013, s.79-80).
Burada “nefret söylemi” olarak sınıflandırılabilecek beyanların kolay tespit edilememesi, bu
tür konuşmaların sadece “nefret” ifadeleri veya duygusu aracılığıyla dışa vurulmaması
nedeniyle güçleştiğine de dikkat etmek gerekilidir (Weber 2009, s.5). Ayrıca, söylemin
ayrımcı nefret yayma, şiddeti tahrik gibi birçok eksende ele alınması gerekliliğide
vurgulanmaktadır (Alğan ve Şensever, 2010, s.15).Bu nedenle, neyin nefret söylemi olarak
kabul edileceği konusunda öncelikle nefret söylemi üretiminin bilinçli veya kasıtlı yapılıp
yapılmadığına dair bir değerlendirme yapılması gerekliliği vurgulanmaktadır. Nefret
söylemine hedef olacak çeşitli gruplar üzerinde (Afrikan Amerikanlar, kadınlar ve
homeseksüeller) nefret söyleminin yapıldığı ortamın (toplum içinde veya özel) etkisini ve
hedef kitlenin davranışsal ve duygusal tepkisini üniversite öğrencileri örneklemiyle ele alan
Cowan & Mettrick (2002a), temel olarak konuşmanın içeriğinin konuşmanın yapıldığı
ortamdan ayrıştırılmadığını, ancak hedef kitlenin davranışsal ve duygusal tepkilerinin
konuşmada algılanan saldırganlık düzeyine, algılanan zarara, konuşmayı yapan kişinin
saygınlığına ve konuşmaya hedef olan kişinin verdiği tepkinin doğru olarak yargılanıp
yargılanmamasından güçlü bir şekilde etkilendiğini bulmuşlardır.
Söylem, iktidar, bilgi üzerine yeni perspektifler geliştiren Foucault modern iktidar ve
bilgi biçimleri arasındaki ortak yüzeyin yeni tahakküm biçimlerinin yaratılmasına hizmet
ettiğini belirtmiştir. Foucault modern çağın tahakküm tekniklerinin yayılması ve
inceltilmesinde bir ilerleme kaydettiğini ve modern rasyonelliğin zorlayıcı bir güç olduğuna
inanır ve bu bağlamda toplumsal kurumlar, söylemler ve pratikler yoluyla bireyin tahakküm
altına alınması üzerine yoğunlaşır (Best ve Kellner, 1998, s.52). Foucault’ya göre “söylem
gücün yaratılma, tartışılma, kontrol ve dağıtımı aracıdır”(Slattery, 2007, 480) ve bu bağlamda
söylemle güç arasında bir ilişki mevcuttur ve güç/iktidar ilişkisi ele alınırken siyasi iktidarla
söylem arasındaki ilişkinin niteliği önemli olmaktadır. Foucault'ya göre iktidarsız söylem
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
38
olmaz ve söylem daima iktidarla örtüşür (Özulu, 2015, s.25-26). Eleştirel söylem analisti Van
Dijk (2010) de bu bağlamda toplumda gücü kontrol etmek için söylemin kontrol edilmesi
gerekliğini vurgular. Nefret söylemini üreten ve yayan medyanın söylem oluşturmadaki
önemini açıklayabilmek için Foucault’nun çalışmaları yol gösterici olmaktadır. İdeolojilerin
söylemler aracılığıyla nasıl vurgulandığı ve söylemin ve iletişimin dönüştürücü gücü
Focault’cu bir okuma yapılarak anlaşılır olmaktadır. Aynı zamanda,Van Dijk'a göre (2010),
söylem, dilbilimsel şekil, anlam ve eylemden oluşan, karmaşık bir birim olup, haberlerin
çözümlenmesi ancak onların bilişsel ve sosyal süreçlerinin, gazetecilerin atfettikleri
anlamların ve okurların yorum süreçlerinin analizleriyle mümkündür. Van Dijk’'e göre,
toplumsal boyutta ideolojiler medya aracılığıyla kamusal söylemi biçimlendirmektedir.
Medya söylemiyle topluma aktarılan ideolojiler, bireylerin zihinlerinde belirli bir gruba
yönelik tutumları, fikirleri veya inançları örgütleyen sosyal temsilleri etkilemektedir
(Göregenli, 2013, s.59).
Nefret söyleminin önemli bir özelliği "ben/biz" algısı üreterek ötekileştirme
yapmasıdır. Öteki diye adlandırdıklarımız, etnik kimliği, dini inancı, cinsel tercihi toplumun
çoğunluğuna göre farklı olanlar, engelliler, ateistler, azınlıklar, yabancılar, yoksullar, gibi
değişik toplumsal gruplardır (Özulu, 2015, s. 22). Dolayısıyla, nefret söyleminin temelinde
önyargılar yatar ve kültürel kimlikler ile grup özellikleri gibi unsurlar da nefret söyleminin
kullanılmasını etkiler (Alğan ve Şensever, 2010, s.15). Grup kimliği ve gruplar arası ilişkiler
konusunu özellikle toplum içinde farklı grupları kapsayacak biçimde (ulusal-etnik kimlikler,
azınlık-çoğunluk ilişkileri vb.) ele alan ve son yıllarda gruplar arası ilişkiler araştırmalarının
çoğu Toplumsal Kimlik Kuramı (Social Identity Theory; Tajfel, 1981; Tajfel & Turner, 1979
çerçevesinde ele alınmaktadır. Tajfel & Turner (1979) toplumun güç ve statü ilişkilerine göre
farklı toplumsal gruplar halinde hiyerarşik olarak yapılandığını (örn., Amerika'da siyahiler ve
beyazlar, Kuzey İrlanda'da katolikler ve protestanlar) ve gruplar arası davranışta toplumsal
sınıflandırmanın (social categorization) merkezi bir rol oynayarak grup üyelerine toplumsal
bir kimlik sağladığı varsayımına dayanarak bu kuramı geliştirmişlerdir. İnsanların
çevrelerindeki varlıkları bilişsel düzeyde sınıflandırmaya yatkın olduklarını savunan Tajfel,
toplumsal sınıflandırma sürecinin kişilerin üyesi oldukları grupların toplumsal konumu, diğer
gruplarla ilişkisi, toplumun tarih ve kültürü ile de belirlendiğini belirtir (Tajfel, 1981).
Kurama göre insanlar içinde bulundukları toplumsal bağlama göre bireysel veya grup
düzeyindeki kimlikleriyle davranırlar. Ancak, toplumsal kimlik, diğer insanlarla kişisel
ilişkilerimizden ve kişilik karakterlerimizden meydan gelen benlik kavramımızın bir parçası
olan kişisel kimlikten oldukça farklıdır. Tajfel (1981, s. 255) toplumsal kimliği “kişinin benlik
kavramının bir parçası olup, bireyin kendisine ait bir sosyal grubun (veya grupların) üyelik
bilgisi ile bu üyeliğe bağlı değer ve duygusal önemden oluşmaktadır" olarak tanımlamaktadır.
Dolayısıyla, Tajfel'e göre kişilerin üyesi oldukları grubun toplum içindeki konumu kişilerin
kendilik değerini etkiler ve toplumsal kimliğini belirler. Toplumsal kimlikler sadece grup
üyelerini tanımlamayıp, aynı zamanda üyelerine uygun davranışları ve spesifik taktikleri de
belirtmektedir. Toplumsal sınıflandırma sonucu, gruplara yönelik kalıpyargılar (streotype)
oluşur ve kişilere üyeleri oldukları grupların bireyleri olarak tepki gösterilir. Yüksek
konumdaki grup üyeleri kendilerini düşük konumdaki grup üyelerinden daha üstün görür.
Ayrıca, bir ortamdaki gruplar olabildiğince kendi kimliklerini diğer grupların kimliklerinden
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
39
ayrıştırmaya çalışırlar (Oakes, Haslam ve Turner, 1994). Gruplar arası farklılığı artırmak
amacıyla grup içi farklılıklar azımsanıp, gruplar arası farklılıklar abartılır (Tajfel, 1981).
Tajfel'e göre kalıpyargılar her durumda önyargıya ve ayrımcılığa yol açmasa da bazen bu
farklılaştırma iç grup kayırmacılığı ve bazen de dış gruba yönelik ayrımcılık olarak
olabilmektedir. Grup üyeleri toplumsal değişikliklerle karşılaştıklarında kişisel bütünlüklerini
koruyabilmek amacıyla toplumsal sınıflandırmalarını belirginleştirerek, karşıt grup üyelerinin
kendi görüşlerinden farklı görüşlere sahip olduklarına, kendi gruplarını olumsuz
değerlendirdiklerine ve ayrımcılık yaptıklarına inanırlar (Elder, Douglas ve Sutton, 2006).
Dolayısıyla, bireyler kendi gruplarını daha olumlu, karşıt grupları daha olumsuz ve birbirine
benzer olarak görür ve kendi grupları ile karşıt grup arasında önemli saydıkları değer ölçütleri
açısından var olan farklılıkları abartırlar. Özetle, Toplumsal Kimlik Kuramı'na göre bireyin
kimliği, üyesi olduğu grubun toplum içindeki konumuyla belirlenmektedir. Toplumsal
özdeşleşme ve toplumsal kıyaslama düzeyi de gruplar arası ilişkilerin ne düzeyde olacağını
belirleyen önemli faktörlerdir. Daha önce de belirtildiği gibi, toplumsal sınıflandırma grup içi
farklılıkları azaltıp, gruplar arası farklılıkları abartarak, insanların kendi ve karşıt grup
üyelerine ilişkin düşünce, algı ve davranışlarında farklılıklar görülmesine neden olmaktadır.
Toplumsal Kimlik Kuramını bütünüyle ele alan Rubin ve Hewstone (2004) kuramı üç temel
ana bölüm olarak yorumlar: (1) sosyal psikolojik kısım, (2) sistem kısmı ve (3) toplumsal
kısım. Sosyal psikolojik kısım insanların neden sosyal rekabet gösterdiklerini açıklarken,
sistem kısmı ne zaman sosyal rekabet içinde olunduğunu açıklar ve toplumsal kısım da nasıl
veya ne yollarla insanların sosyal rekabet gösterdiklerine değinir. Yazarlar kurama göre bu üç
kısmın gruplar arası davranış biçimlerini anlamak için bir arada ele alınması gerektiğini
vurgular. Ayrıca, Rubin ve Hewstone'nun (2004) bakış açısına göre, Toplumsal Kimlik
Kuramı üç farklı gruplar arası ayrımcılık türü tanımlar: gerçekçi rekabet (realistic
competition), toplumsal rekabet (social competition) ve his veya şuurla gayri ihtiyari giden
ayrımcılık (consensual discrimination). Yazarlara göre Toplumsal Kimlik Kuramı'nın sosyal
psikolojik kısmı daha çok toplumsal rekabetin bilişsel ve motivasyonel süreçlerine
odaklanırken, kuramın sistem kısmı bu üç tip ayrımcılığın ne zaman olacağına yönelik
çıkarımlarda bulunur. Buna göre, gerçekçi çatışma gruplar arasında nesnel bir çatışma söz
konusu olduğunda, toplumsal çatışma gruplar arası statünün kalıcı olmadığı (unstable) ve
meşru olmadığı (illegitimate) durumlarda ve his veya şuurla gayri ihtiyari giden ayrımcılık ise
gruplar arası statünün kalıcı ve meşru olduğu durumlarda ortaya çıkacaktır (Rubin ve
Hewstone, 2004).
Gruplar arasındaki ilişkilerin kalıcılığı mevcut düzenin meşru veya değişebilir
olduğuna ilişkin inanışların toplum içinde ne kadar kabullenildiğine bağlıdır. Sidanius'un
Toplumsal Üstünlük Kuramı'na (Social Dominance Theory) göre, toplumsal eşitsizlik tüm
toplumlar için geçerlidir ve her toplumda eşitsizliği oluşturan ve sürmesini sağlayan
hiyerarşiyi artırıcı (ırk, cinsiyet, ideoloji üstünlüğü vb.) ve gruplar arası eşitliğe neden olan
hiyerarşi azaltıcı (eşitlik, kardeşlik vb.) güçler aynı anda vardır (Pratto, Sidanius & Levin,
2006; Sidanius ve Pratto,1999; s.38). Ancak, Toplumsal Üstünlük Kuramı sosyal
psikolojideki önyargı, kalıpyargı ve ayrımcılığı ele alan diğer kuramlardan (örn., gerçekçi
grup çatışma kuramı, toplumsal kimlik kuramı, kendini sınıflandırma kuramı) farklı olarak
önyargıyı ve ayrımcılığı üreten ve devam ettiren süreçlerin kültürel ideolojiler ve politikalar,
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
40
kurumsal uygulamalar, grup içi ve gruplar arası ilişkiler, kişilerin psikolojik eğilimleri gibi bir
çok düzeyde analiz edilerek anlaşılmasının gerektiğini vurgular ve toplumları bir sistem
olarak görür (Pratto, Sidanius ve Levin, 2006). Bu kurama göre toplumlar grup temelli sosyal
bir hiyerarşi içerisindedir ve sosyal üstünlük yönelimine ait olan grup diğer gruplara karşı
daha üstün olması yönünde genel bir arzuya sahiptir. Dolayısıyla, üye olunan grubunun
statüsü ne kadar yüksekse kişinin sosyal üstünlük yönelimi de daha yüksek olacaktır. Daha
güçlü, kaynakları kontrol eden baskın grup kendi iktidarını perçinlemek için meşrulaştırıcı
ideolojiler kullanır. Bu ideolojiler ile baskın grup kendi aidiyetlerinin, kendi eylemlerinin,
kendi değerlerinin normal olduğunu ve bunların dışında kalanların normdan saptığını ortaya
koyar (Çayır 2010,s. 47). Çayır (2010, s.48-49)’ın ifade ettiği gibi, gerçekte ne baskın grup ne
de diğer gruplar homojen değildir. Ancak baskın grup, diğer grupları önceden oluşturulmuş
kalıpyargılardan hareketle grubun en kötü üyelerinin özellikleriyle tanımlar ve
homojenleştirir.
Diğer yandan kalıp yargılar ön yargılara dayanarak yaptığımız biz ve onlar ayrımıyla
toplum içindeki farklı gruplar arasında hiyerarşik ve hegemonik bir örgütlenme ortaya çıkar.
Toplumun örgütlenmesi, kapitalist üretim tarzının eşliğinde, hiyerarşik bir yapıyla
gerçekleşmiş ve 'asli unsurlar' söylemi, gündelik süreç ve ilişkilerde egemen olmuştur.
Dolayısıyla, bölgesel, sınıfsal, dini inanca ve mezhebe dayalı, cinsiyete ve cinsel yönelimlere
ilişkin ayrımlar, eşitsizlik ve adaletsizlik temelinde örgütlenmiştir (Göregenli, 2013, s.23-24).
Bazı gruplar sahip oldukları kimlik, nitelik, cinsiyet ya da inançlarından dolayı yok sayılarak
ayrımcılığa maruz kalır ve bu noktada nefret söylemi, nefret suçları da ırkçılığın ve
ayrımcılığın göstergesi olarak vuku bulur. Ayrımcılık ve nefret söylemi genellikle birbirine
parelel gider. Nefret söylemi ayrımcılığı körüklerken, ayrımcılıkta nefret söylemini
tetikleyebilir.
Nefret söylemi aynı zamanda bir şiddet uygulaması olarak görülmelidir. Şiddet yalnızca
fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik olarak da uygulanabildiğinden nefret söylemi de bir
tür söylemsel şiddet biçimi olarak kabul edilebilir (Dijk, 2010, s.33). Bu bağlamda nefret
söylemi hedef alınan gruplara "toplumda size yer yok mesajı vererek pasifleştirir,
sessizleştirir” ve sonuç olarak demokratik düzeni yıpratır (İnceoğlu 2012,s. 24). Oran’da
(2010) nefret primadinin en altında önyargı-korku-eğitim üçlüsünün doğurduğu ayrımcılığın
olduğunu, ikinci aşamada nefret söyleminin gerçekleştiğini, nihai aşamanın da nefret suçu
olduğunu belirtmektedir. Bir nefretin yansıması olarak ortaya çıkan nefret söylemi aynı
zamanda hem var olan önyargıları, başkalarına benimseterek hem de mağdur kesimde aynı
duyguları harekete geçirerek nefretin yayılmasına neden olmaktadır.
Ayrımcılığın temelde neden kaynaklandığı açıklayan kuramsal yaklaşımlara
baktığımızda ise önyargı eğilimini açıklayan çeşitli yaklaşımlardan bahsedilebiliriz: a)
biyoloji ve özcü yaklaşımlar b) Freudçu veya psikolojik açıklama getirenler c) Durkheim'cı
görüş d) Marxist görüş e) sosyolojik ve psikolojik fikirlerin birleşimi. Biyolojik bakış açısına
göre şiddet kullanımı ve saldırganlığın insanların biyolojik yapılarından kaynaklandığını ve
özcü yaklaşımla insanların sosyal kategorileri doğal türlermiş gibi ele alma eğiliminde
olduklarını savunulur. Dolayısıyla özcü yaklaşım insanların kendilerinden farklı insanları ve
grupları 'bir türün üyeleri' gibi algıladığı, örtük yaklaşımları ifade eder (Göregenli, 2013,s.33).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
41
Birçok sosyal bilimci, özcü grup düşüncelerinin ırkçılığa kaynak oluşturduğu fikri üzerinde
anlaşmaktadır. Freud (1999) ise medeniyetin kendiliğinden savaşı yaratmasının kaçınılmaz
ve engellenemez olduğu savını ifade etmiştir. Durkheim'cı anlayışta ise suç işlevsel ve
normaldir. Burada insanları öteki olarak tanımlamak, diğer insanların kendilerini saygılı,
suçsuz tanımlamaları için işlevseldir (Chancer ve Watkins, 2013, 23-27). Marx'ın önyargılar
hakkında vurgusu belirgin olmasa da fikirlerine bakıldığında, önyargının kapitalist süreçler ve
dinamiklerden kaynaklandığını varsaydığı söylenebilir. Marksist Yaklaşım, ayrımcılığı
meşrulaştıran ideolojiler çerçevesinde toplumsal gruplar arasında ilişkilerin analiz
edilebileceğine dikkat çeker. Göregenli (2013, s.25)’ye göre, ‘'Ben’ ile ‘diğeri’ arasındaki
ilişkiyi hiyerarşik kılan, tahakküm ilişkisine dönüştüren ve ayrımcılığa yol açan şey, grupların
güç bakımından eşit olmamalarıdır”ve Marksist yaklaşım bu güç ilişkilerine odaklanarak
toplumu analiz eder. Neo Marxist bakış açısından ise gruplar içerisindeki bölünmeler bir
“parçala ve zapt et” niyetini gösterir ve çeşitli şekillerdeki önyargılar da ekonomik
eşitsizliklerin sürdürülmesini sağlamaya hizmet eder. Sosyolojik psikolojik fikirlerin
bireşiminde ise cinsiyet, ırk, sınıf gibi sosyolojik boyutlar ve bireysel farklılıklar birarada
değerlendirilir (Chancer ve Watkins, 2013, s.23-27).
Marksist bir çerçevede liberal- kapitalist sistemin eleştirisini içeren Neo Marksist
yaklaşımda nefret söyleminin nedenlerinin anlaşılmasına zemin hazırlayan bir diğer
perspektiftir. Ekonomik altyapının tek belirleyici olarak üstyapıyı oluşturması biçiminde
özetlenebilecek mutlak determinizmi reddederek, üstyapı kurumlarının önemini
vurgulamışlardır. Neo Marksist yaklaşım içinde öne çıkan isimlerden biri olan Gramsci
yasama, yürütme ve yargı organları tarafından esas itibarıyla zora dayalı olarak ele alınan
devlet kavramına farklılık getirir. Geliştirmiş olduğu hegomonya kavramı ile devleti hem zora
hem de yönetilenlerin rızasını sağlayan toplumsal iktidara dayalı bir siyasal yapı olarak
tanımlar. Bu siyasal yapı içinde kapitalist sınıfların farklı kesimlerinin oluşturduğu bir iktidar
bloğu oluşmakta ve devlet yapısı dışındaki din, sendikalar ve eğitim sistemi dernekler vb.
örgütlenmeler bu bloğun içinde yer almaktadır. Ayrıca Gramsci’nin sivil toplumun ve
aydınların toplumu dönüştürücü önemine dikkat çekmesi önemlidir (Merrington, 1999, s. 353-
406). Sosyal ayrımcılıktan etkilenen birey veya grupların haklarının savunulmasını temel
hedefi olarak gören sosyal kimlik hareketlerinin varlığı nefret söylemini ortadan kaldırmada
etkili olacaktır. Gramsci'nin aydınlara biçtiği rol bu anlamda yol göstericidir.
Marksist kuramın gelişmesine katkıda bulunan bir diğer isim olan Althusser, Lukacs
ve Gramsci gibi Marksist kuramcılarla örtüşen görüşlere sahiptir. Althusser, “İdeoloji ve
Devletin İdeolojik Aygıtları” çalışmasında, devletin baskı aygıtlarını ve devletin ideolojik
aygıtlarını birbirinden ayırmıştır (Althusser, 1994, s.34-35). Marksizmde devlet aygıtı,
hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. kurumları kapsar. Althusser, bu
kurumların tümünü devletin baskı aygıtı olarak tanımlamaktadır. Bu baskı kurumları devletin
zor kullanma yetkisini elinde bulundurduğunu gösterir. Devletin ideolojik aygıtları ise
birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaylı olarak çıkan belirli sayıda
gerçeklikleri ifade eder. Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtları Dini DİA, Öğretimsel
DİA, Aile DİA’sı, Hukuki DİA, Siyasal DİA, Sendikal DİA, Haberleşme DİA’sı, Kültürel
DİA’dan oluşur. (Althusser, 1994, s.33). Dolayısıyla, devletin baskı aygıtı tekken, devletin
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
42
ideolojik aygıtları sayıca fazladır ve devletin baskı aygıtı tümüyle kamu alanında yer alırken
devletin ideolojik aygıtlarının büyük bölümü özel alanı kapsar. Fakat devletin baskı aygıtları
ile devletin ideolojik aygıtları arasındaki temel fark devletin baskı aygıtının zor kullanarak
işlemesi iken, devletin ideolojik aygıtlarının ideoloji kullanarak işlemesidir. Ancak Althusser
başka bir konuya da dikkat çeker. Devletin her aygıtı hem baskı hem de ideoloji ile işler ve
DİA’larda ideoloji tümüyle öncelik kazanırken aynı zamanda baskıya da yer verebilir. Ancak
bu baskı daha doğrudan, hafifletilmiş, gizlenmiş hatta sembolik olabilir. Burada Althusser,
devletin baskı aygıtının hareketi ile DİA’ların hareketi arasında sürekli olarak görülen pek
ince ilişkilerin varlığına işaret eder. Althusser’a göre günlük yaşantı bu durumların sayısız
örneğini sunar. Ona göre, görünüşte bölük pörçük olan DİA’ların yönetici ideolojinin altında
anlam kazandığı unutulmamalıdır. Althusser, yönetici sınıf’ın devletin iktidarını elinde
tuttuğu ve devletin baskı aygıtını da sahip olduğu düşünüldüğünde yönetici sınıfın DİA’larda
da etkin olduğunu söylemenin mümkün olduğunu söyler ve bu bağlamda hiçbir sınıfın
DİA’lar içinde ve üstünde hegomonyasını uygulamadan devlet iktidarını elinde
tutamayacağını belirtir. Ayrıca Althusser, DİA’lar arasındaki birliği sağlamanın egemen
sınıfın ideolojisiyle çoklukla çelişkili biçimlerde sağlandığına da dikkat çeker (Althusser,
1994, s.36).
Nefret söyleminin yayılmasında taraflı, önyargılı ve ayrımcı bir dil kullanarak etkili
olan medya, Althusserci kavramsallaştırma içinden baktığımızda devletin ideolojik aygıtı
olarak işlev görmektedir. Medya her zaman hakim güçle ilişkilidir ve siyasi gücün sahibi olan
yöneticilerle medya ilişkisi bu anlamda dikkate değerdir (Özulu 2015, s.35). Medya özellikle
azınlık hakları ve ötekileştirilmiş kimlikler gibi konularda haberleştirme biçimiyle önyargıları
körükleyerek toplumsal çatışmaya zemin hazırlamaktadır. Haberlerde, gazete manşetlerinde
ve haber başlıklarında kullanılan dil, toplumda düşmanlık ve ayrımcı duyguları tetikleyen,
kalıp yargıları, önyargıları güçlendiren birer araca dönüştürerek kitleler üzerinde etkide
bulunur (Gelişli ve Kapril, 2011).
Ayrımcılık yalnızca Türkiye için değil tüm dünya için bir sorun teşkil etmekte ve
nefret söylemi de dünyanın birçok yerinde toplumsal bir sorun olarak görülmektedir. ABD'de
özellikle 11 Eylül saldırılarının da etkisiyle Müslümanlara yönelik dini içerikli ve ırkçı
eylemler artış göstermiş, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi söz konusu olurken, göçmenlere
karşı nefret söylemi ciddi bir sorun haline gelmiştir. Savaş ve mezhepsel çatışmalarla dünya
gündeminde yerini alan Ortadoğu’da nefret söylemine yoğun olarak rastlanmaktadır (Özulu,
2015, s.42-44). Sosyolojik olarak, çoğulcu toplum yapısının daha da görünür olmasıyla
birlikte Türkiye’de de, gerek devlet ve siyasi parti söylemlerinde, gerekse medya alanında
nefret söylemi yaygınlaşmaktadır. Özellikle iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişmeler
sonucunda toplumlar ekonomik ve teknolojik olarak modernleştikçe, toplumsal hareketlilik
yaygınlaşmakta ve modern toplum çoğulcu bir nitelik kazanmaktadır (Keyman,2013,s.7).
Nefret söyleminin artmasına ilişkin birçok açıklama yapılabilir ancak Keyman'a göre (2009,
s.53) Türkiye'de kültürel kimlik taleplerinin, çatışmalarının gelişimini, dönüşümünü anlamak
için dünyanın içinde yaşadığı post- modernizasyon, küreselleşme, soğuk savaş bitimi ve 11
Eylül sonrası oluşan düzenin toplumsal olguları ile birlikte konunun ele alınması
gerekmektedir. Temel insan hakkı ihlali olan nefret söylemi ve nefret suçu, bu noktada,
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
43
çoğulcu toplumun en önemli sorunlarından ve toplum yönetiminin çok önemli boyutlarından
biri olarak değerlendirilmelidir. “Küreselleşen dünya”, toplumsal hareketliliğe, ulusal boyutun
yanı sıra bölgesel ve küresel bir boyut da kazandırmış, 'küresel göç' gerçekliğinin çoğulculuk
üzerinde dönüştürücü bir etkisi olmuştur. Bu doğrultuda küreselleşme kendisini küresel
topluluğun güçleri ile kültürel tamlık, etnik ve kültürel parçacılık ve homejenlik arasındaki bir
gerilimde ifade etmektedir (Guibernau, 2010, s.63). Bu gerilimler küreselleşme sürecinin
etkilerinin tümüyle birleştirici olmadığını, küreselleşmenin birleştirdiği kadar böldüğüne de
işaret etmektedir (Bauman,1999,s.8). Yerelleşme aynı zamanda bölgecilik, dil, kültürel varlık,
kabile ya da etnik bağlılık, bir dinsel gruba adanmışlık, yerel bir cemaate bağlanmayı
içermekte ve bu doğrultuda insanları ayırma ve dışlama da küreselleşmenin bir sonucu
olmaktadır (Bauman 1999, s.11).
Modern toplumlarda ırk ve etnisiteye yönelik tartışmalarda bu süreçte ivme
kazanmıştır. Yerelleşme etnik kimlikleri ön plana çıkarmıştır. “Irk” terimi geleneksel olarak
dış görünüşü ifade etmekte diğer taraftan etnisite, ortak dil, ulusal ve siyasal kimlik, din,
toplumsal örf ve adetler vb. kültürel kriterler bağlamında tanımlanmaktadır. Etnisite kavramı
bireye genelde, gruplara bağlılık ve sadakat hissi vererek kimlik kazandırmaktadır (Chancer
ve Watkins, 2013, s.71).Özetle, nefret söylemi; cinsiyet, ırk, din, etnik köken, ten rengi, ulusal
köken, maluliyet veya cinsel yönelim gibi genişletilebilen faktörlerin dahil olduğu özelliklere
karşı takınılan ayrımcı, göz korkutucu, onaylanmayan, düşmanca ve/veya önyargılı tutumları
ifade etmektedir. Bu bağlamda nefret söylemi; hedeflenen grupları incitici, kişiliksizleştirici,
taciz edici, sindirici, küçük düşürücü, alçaltıcı, mağdur duruma düşürücü ve bu gruplara karşı
duyarsızlık ve gaddarlığı teşvik edici bir amaç gütmektedir (Cohen-Amalgor, 2011, Akt.
İnceoğlu ,2013, 79-80).
Bu araştırmanın amacı farklı grup kimliği olan kişilerin nefret söyleminin zararına
yönelik tutumlarını ve algılanan nefret davranışları arasındaki ilişkiyi incelenmektir. Bu
doğrultuda ilk olarak nefret söylemine maruz kalmanın ve nefret söyleminin algılanan
zararının etnik/kültürel /dini kimliklere göre nasıl algılandığı çeşitli demografik değişkenlerle
(yaş, eğitim düzeyi vb.) birlikte betimsel olarak ele alınması hedeflenmiştir. Ayrıca, daha
önceki çalışmalar nefret söylemine veya önyargıya verilen tepkilerde cinsiyet farklılığı
olduğunu belirttiklerinden (Cowan & Mettrick, 2002) nefret söylemine maruz kalmanın ve
algılanan nefret zararının etnik/kültürel kökene ve cinsiyete göre farklılık gösterip
göstermediğine bakılması hedeflenmiştir.
Katılımcılar ve İşlem
Bu çalışmanın örneklemi kartopu örnekleme yöntemiyle oluşturulmuştur. Araştırmaya
Ankara'da bulunan farklı üniversitelerde okuyan öğrenciler ve bu öğrenciler aracılığıyla
ulaşılan 213 kadın ve 154 erkek olmak üzere toplam 367 kişi katılmıştır. Katılımcıların 107'si
üniversite öğrencisi, 64'ü ev hanımı/işsiz ve 190'ı çalışan gruptan oluşmaktadır. Katılımcıların
yaşları 18 ile 70 arasında olup ortalaması 33.90 (Ss = 22.47) olarak bulunmuştur.
Katılımcıların %30,8'i kendini "Türk", %26,7'si "Sünni Türk", 28,1'i "Alevi Türk", 8,7'si
"Kürt", 3,0'ı "Sünni Kürt" ve 2,7'si "Alevi Kürt" olarak tanımlamaktadır. Tablo 1'de
katılımcıların demografik özellikleri ayrıntılı olarak sunulmuştur.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
44
Tüm katılımcılar, sosyo-demografik bilgilerin ve algılanan nefret söylemi ve
davranışlara yönelik ölçekleri doldurmuştur. Katılımcılara üniversite ortamında sınıflardan
toplu olarak veya kampüslerin çeşitli yerlerinde yüz yüze görüşme yoluyla ve bu öğrenciler
vasıtasıyla da üniversite öğrencisi olmayan kişilere ulaşılmıştır. Uygulama öncesinde
araştırmanın içeriği hakkında kısaca bilgi verilmiş ve kimliklerinin gizli tutulacağı
bildirilmiştir. Katılım için gönüllülük esas alınmış ve gönüllü olan kişiler ölçekleri
doldurmuşlardır.
Veri Toplama Araçları
Nefret Söyleminin Algılanan Zararı Ölçeği (Harm and Freedom of Speech Scale)
16 madde nefret söyleminin zararına yönelik ve 16 madde konuşma özgürlüğünü ölçmek
adına toplam 32 madde Cowan (Cowan ve ark., 2002) tarafından geliştirilmiştir. Nefret
söyleminin zararına yönelik algıyı ölçmek için 16 maddeden oluşan bu alt ölçek sonrasında
Murray (2011) tarafından doktora tez çalışmasında kullanılmıştır. Murray'ın çalışmasından
alınan maddeler Türkçe'ye araştırmacılar ve bağımsız iki kişi tarafından çevrilerek,
uyarlanmıştır. Katılımcılardan 5'li Likert tipinde ölçekte 1 (kesinlikle katılmıyorum) ile 5
(tamamen katılıyorum) arasında işaretleme yapmaları istenmektedir. "Nefret söylemi, azınlık
grubuna karşı yapılan ayrımcılığı destekler"; "Nefret söylemi, kurbanlarını sindirir ve onlarda
korku uyandırır" örnek maddelerindendir. Ölçeğin puanlaması tüm puanların toplanıp 16'ya
bölünmesi ile elde edilmektedir. Bu ölçekten alınabilecek puanlar 1 (zararın olmaması veya
çok düşük olması) ile 5 (yüksek düzede zararın olması) arasından değişmektedir.
Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği (Hate Speech Experience Questionnaire)
10 maddeden oluşan Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği Nielsen (2004; akt., Murray,
2011) tarafından geliştirilmiş ve Murray (2011) doktora tez çalışmasında kullanmıştır.
Murray'ın çalışmasından alınan maddeler Türkçe'ye araştırmacılar ve bağımsız iki kişi
tarafından çevrilerek, uyarlanmıştır. Katılımcılardan her bir maddeye evet veya hayır diyerek
cevaplandırmaları istenmektedir. "Hiç ırkçı bir isimle çağrıldınız mı?" veya "Sizinle aynı
etnik/dini kökenden gelen ve nefret söylemine maruz kalan birini tanıyor musunuz?" örnek
maddelerindendir. Katılımcılar her bir maddeyi onaylayacak cevaplar verdikçe, nefret
söylemine maruz kaldıkları olarak ele alınmaktadır.
Demografik Bilgi Formu. Katılımcılara yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, meslekleri, algıladıkları
sosyoekonomik düzey gibi soruların yanı sıra dini inanışları, cinsel yönelimleri ve etnik
kökenleri ve kendilerini nasıl tanımladıkları da sorulmuştur.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Bu araştırmanın amacı farklı grup kimliği olan kişilerin nefret söyleminin zararına
yönelik tutumunu ve algıladıkları nefret davranışlarını incelemekti. Her ne kadar bu çalışmada
farklı grup kimlikleri (etnik/kültürel kimlik, dini kimlik, cinsel kimlik vb) geniş olarak ele
alınması hedeflendiyse de, yeterli örneklem sayısı sadece etnik/kültürel kimlik grubundan
elde edildiğinden analizler sadece bu gruplar üzerinden yapılmıştır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
45
Analizlere başlamadan önce veriler kayıp değer, tekli ve çoklu uç değer, normallik ve
homojenlik sayıltıları açısından ele alınmıştır. Araştırmada uyarlanarak kullanılan ölçeklerin
(Nefret Söyleminin Algılanan Zararı Ölçeği ve Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği) yapı
ve kapsam geçerliğini incelemek amacı ile açımlayıcı faktör analizi (exploratory factor
analysis) yapılmıştır. Bu amaç doğrultusunda Varimax rotasyonla yapılan Temel Bileşenler
Analizi (TBA; principal component analysis) sonucunda Nefret Söyleminin Algılanan Zararı
Ölçeği'nde tek faktörün toplam varyansın % 46.6'sını açıkladığı (KMO = .926; Bartlett’s χ2 =
2654.61; p < .001) ve Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeğinde ise tek faktörün toplam
varyansın %48.2'sini açıkladığı (KMO = .900; Bartlett’s χ2 = 1462.08; p < .000) görülmüştür.
Temel analizlere geçmeden önce betimleyici analizler yapılmıştır. Bu doğrultuda
katılımcıların etnik/kültürel kimliklerine göre demografik bilgileri Tablo 1'de verilmektedir.
Algılanan nefret söylemi zararı ve algılanan nefret söylemine maruz kalma farklı yaş grupları
(25 yaş ve altı; 26-35 yaş arası; 36-45 yaş arası ve 46 yaş ve üstü) ve algılanan
sosyoekonomik düzeyleri açısından ele alınmıştır. Sadece yaş grupları arasında algılanan
nefret deneyimi açısından anlamlı farklılık gözlenmiş (2 = 49.11, sd = 30, p = 0.02), diğer
gruplar arasında anlamlı bir farklılık gözlenmemiştir (algılanan nefret söylemi zararı
açısından yaş gruplarına göre 2 = 199.36, sd = 219, p = 0.82 ve farklı sosyoekonomik
düzeylere göre 2 = 335.94, sd = 29, p = 0.11; algılanan nefret söylemine maruz kalma
açısından farklı sosyoekonomik düzeylere göre 2 = 34.26, sd = 40, p = 0.72). Hangi yaş
grupları arasında farklılık gözlemlendiği ikili karşılaştırmalar yapılarak bakılmıştır. Sonuçta,
25 yaş ve altı (2 = 20.69, sd = 10, p = 0.02) ve 36-45 yaş arası (
2 = 17.99, sd = 10, p = 0.05)
46 yaş ve üstü grubundan algılanan nefret söylemine maruz kalma açısından farklılık
göstermektedir. Bu farklılığın, sosyal yaşam içerisinde daha genç grubun yeni ilişkiler kurma
ve çeşitli sosyal ilişkiler içerisinde olma olasılığının yaşlı gruba göre daha fazla olmasından
kaynaklandığı düşünülmüştür.
Katılımcıların etnik/kültürel kökenlerine yönelik bilgileri detaylı olarak almak adına
öncelikle katılımcıların etnik/kültürel kökenlerini yazarak belirtmeleri (bkz. Tablo 2), daha
sonrasında kendilerini öncelikli olarak hangi etnik/kültürel gruba ait olduklarını işaretleyerek
belirtmeleri istenmiştir (bkz. Tablo 3).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
46
Tablo 1: Katılımcıların Demografik Özellikleri
Tüm
Örneklem
(N=367)
Türk
(N=113)
Kürt
(N=53)
Alevi
(N=103)
Sünni
(N=98)
N % N % N % N % N %
Cinsiyet
Kadın
213
58.0
68
60.2
30
56.6
52
50.5
63
64.3
Erkek 154 42.0 45 39.8 23 43.4 51 49.5 35 35.7
Yaş
25-yaş ve altı 129 35.6 50 45.0 19 36.5 21 20.6 39 40.2
26-35 yaş 105 29.0 30 27.0 17 32.7 29 28.4 29 29.9
36-45 yaş 60 16.6 13 11.7 6 11.5 29 28.4 12 12.4
46 yaş ve üstü 68 18.8 18 98.2 10 19.2 23 22.5 17 17.5
Eğitim
İlk veya orta okul 38 10.4 5 4.5 7 13.5 17 16.5 9 9.3
Lise 116 31.9 32 28.6 12 23.1 43 41.7 29 29.9
Üniversite 172 47.3 67 59.9 31 59.6 40 38.8 52 53.6
Yüksek Lisans 20 5.5 8 7.1 2 3.8 3 2.9 7 7.2
Medeni Durum
Bekar 167 45.6 66 58.4 23 43.4 32 31.1 46 47.4
Evli 173 47.3 38 33.6 25 47.2 61 59.2 49 50.5
Boşanmış veya ayrı 26 7.1 9 7.9 5 9.4 10 9.7 2 2.1
Algılanan SED
Düşük 71 19.4 19 17.0 9 17.0 26 25.2 17 17.3
Orta 183 50.0 57 50.9 24 45.3 51 49.5 51 52.0
Yüksek 112 30.6 37 32.1 20 37.7 26 25.3 30 30.6
Meslek
Üniversite Öğrencisi 107 29.2 38 33.6 17 32.1 19 18.4 33 33.7
Ev Hanımı/İşsiz 64 17.4 14 12.4 9 17.0 25 24.3 16 16.3
Çalışan 196 53.4 61 54.0 27 50.9 59 57.3 49 50.0
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
47
Dini Yönelim
Muhafazakar/Dindar 100 28.2 27 24.8 17 32.7 4 4.1 52 54.2
İnançlı/Liberal 238 67.2 77 70.6 30 57.7 87 89.7 44 45.8
Ateist 16 4.5 5 4.6 5 9.6 6 6.2 0 0
Daha önce de belirtildiği gibi katılımcıların etnik/kültürel kökenini belirlemek
amacıyla demografik bilgi formunda öncelikli olarak etnik kökenlerini yazarak belirtmeleri
istenmiştir. Tablo 2'de de görüldüğü üzere örneklemin %42.7'si kendini Türk, toplamda
%6.9'u Kürt, toplamda %6.3'ü Alevi, %2.2'si Karadeniz veya Laz, %0.3'ü Çerkez ve %0.9'u
Türkmen olarak kendilerini tanımlarken, örneklemin %39.6'sı hiçbir tanımlama yapmamıştır.
Tablo 2: İfade Edilen Etnik Köken
N %
Etnik kimliğinizi
nasıl tanımlarsınız?
Lütfen yazarak
belirtiniz.
Alevi 11 3.3
Alevi Kürt 6 1.7
Alevi Türk 4 1.0
Bektaşi Alevi 1 0.3
Bektaşi Türk 1 0.3
Çerkez 1 0.3
Karadeniz 1 0.3
Kürt 23 6.3
Sünni Kürt 1 0.3
Laz 7 1.9
Sünni 1 0.3
Türk 157 42.7
Türk Sünni 1 0.3
Hanefi Türk 2 0.5
Türkmen 3 0.9
Hiçbir tanımlama
yapmayan
147 39.6
Toplam 367 100.0
Sonrasında katılımcılara etnik köken açısından hangi gruba en öncelikli ait olduklarını
işaretleyerek belirtmeleri istenmiştir (bkz Tablo3). Ancak, kendini daha önce farklı bir
etnik/kültürel kimlik olarak tanımlayanlar (Laz, Çerkez, Türkmen vb.) verilen sınıflandırma
içerisinde birincil olarak daha farklı bir grup içerisinde yer almayı tercih etmişlerdir. Ayrıca,
daha önce etnik/kültürel kökenleri yazmaları istendiğinde hiçbir tanımlama yapmayanlar,
burada kendilerini öncelikli olarak hangi etnik/kültürel grupta gördüklerini işaretleyerek
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
48
belirtmişlerdir. Buna göre örneklemin %30.8'i Türk; %26.7'si Sünni Türk; %28.1'i Alevi
Türk; %8.7'si Kürt; %3'ü Sünni Kürt ve %2.7'si Alevi Kürt olarak etnik kökenlerini
belirtmişlerdir. Esmer’in (2012) yılında yapmış olduğu değerler araştırmasına göre ise
toplumun üçte ikisi Türk ve Müslüman kimliklerine öncelik vermektedir. Bu sonuçların
1990’dan bu yana yapılan araştırmalar boyunca pek değişmediği belirtilmektedir.
Tablo 3: İfade Edilen Etnik Köken
N %
Etnik köken
açısından hangi
gruba en öncelikli ait
olduğunuzu
işaretleyerek
belirtiniz.
Türk 113 30.8
Sünni Türk 98 26.7
Alevi Türk 103 28.1
Kürt 32 8.7
Sünni Kürt 11 3.0
Alevi Kürt 10 2.7
Türkmen 0 0
Laz 0 0
Çerkez 0 0
Ermeni 0 0
Süryani 0 0
Arap 0 0
Göçmen 0 0
Azeri 0 0
Rum 0 0
Çingen/Roman 0 0
Kafkas Halkları (Gürcü vb.) 0 0
Toplam 367 100.0
Demografik bilgi formunda katılımcıların etnik/kültürel, dini ve cinsel
kimliklerine yönelik bilgiler alındıktan sonra en son olarak katılımcılardan kendilerini yazarak
tanımlamaları istenmiştir (bkz. Tablo 4). Buradaki amaç katılımcıların farklı kimliklerine
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
49
yönelik bilgileri verdikten sonra grup kimliklerinin bilişsel olarak aktif hale gelmesiyle
kendilerini tanımlama biçimlerini incelemekti. Tablo 4'de görüleceği üzere katılımcıların
%26'sı hiçbir tanımlama yapmamayı tercih ederken, tanımlama yapanların büyük bir
çoğunluğu (tüm örneklemin %53.6'sı; tanımlama yapanların %72.58'i) daha önce belirttikleri
grup kimliklerinden çok kendilerini kişisel özelliklerine göre (örn; dürüst, saygılı, eğlenceli,
sakin, kadın, öğrenci, anne/baba vb.) tanımlamışlardır. Bu durumda katılımcıların grup
kimliklerinden çok kişisel kimliklerini ön planda tuttukları varsayılabilir. Toplumsal Kimlik
Kuramı'na göre, grup üyelerinin kişiliklerini yansıtan bireysel kimlikleri de vardır. Bu
doğrultuda, Toplumsal Kimlik Kuramı kişinin tek bir kişisel benliğinin olmadığını, grup
üyeliklerine karşılık gelecek şekilde çeşitli benliklerin olduğunu vurgular ve farklı sosyal
ortamların kişilerin kişisel, aile, etnik veya ulusal kimlikleri temelinde hissetmelerine veya
davranmalarına sebep olduğunu belirtmektedir (Tajfel & Turner, 1986). Bu çalışmada
katılımcıların 197'sinin kendisini kişilik özelliklerine öncelik vererek tanımlamaları bu
bağlamda ilgi çekicidir. Öncelikle kendilerini tanımlarken etnik, dini, cinsel kimliklerine
dayanarak açıklamamışlardır. Bu sonuç, toplumsal hiyerarşinin ve güç dengesizliğinin
sorgulanmamasının bir sonucu olarak da görülebilir (Çayır, 2010,s.49). Ayrıca, katılımcıların
%3.8'i kendilerini ayrımcılık/ırkçılık yapmayan, hümanist biri olarak gördüklerine yönelik
ifadelerde bulunmuşlardır. Katılımcıların 4'ü kökenlerinin Laz olduğunu ama kendilerini
öncelikli olarak “Türk” kimliğiyle tanımladıklarını belirtmişlerdir. Örneklemin sadece %7.1'i
Türk kimliğini, %0.3'ü Kürt kimliğini ve %0.8'i Alevi kimliğini vurgulamıştır. Kendini
“Kürt” olarak tanımlayan tek kişi de “Kürt, ama terörist değil!” olarak belirtmiştir. Burada
katılımcının ifadesi Türkiye’de Kürt sorununun çoğu zaman terörizm ve PKK ile
özdeşleştirilerek değerlendirilmesinin bir göstergesi olmaktadır. “Kürtler hakkında “cani,
hain, kalleş, çapulcu, dağdan inenler” türünden “sloganlaşmış” kalıp yargılar kullanılmakta
ve Kürtlere karşı nefret söylemi bu minvalde üretilmektedir (İnceoğlu, 2012, s.16).
Tablo 4: Katılımcıların kendini tanımlama ifadeleri
N %
Kendinizi nasıl
tanımlarsınız?
Türk kimliğini vurgulayan 26 7.1
Kürt kimliğini vurgulayan 1 0.3
Alevi kimliğini vurgulayan 3 0.8
Kendini vatanına, milletine bağlı biri olarak tanımlayan 18 4.9
Kendini kişisel özelliklerine (örn; dürüst, saygılı, sakin, kadın,
öğrenci, anne/baba vb.) göre tanımlayan
197 53.6
Kendini ayrımcılık/ırkçılık yapmayıp, hümanist biri olarak
tanımlayan
14 3.8
Kendini inançlı biri olarak tanımlayan 13 3.5
Hiçbir tanımlama yapmayan 96 26.0
Toplam 367 100.0
Not: Katılımcıların 4'ü kökenlerinin Laz olduğunu ama kendilerini öncelikli olarak “Türk” kimliğiyle
tanımladıklarını belirtiklerinden, bu katılımcılar Türk kimliğini vurgulayan gruba dahil edilmişlerdir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
50
Bu çalışmada dinsel (Alevi ve Sünni) ve etnik-milliyetçi (Türk ve Kürt)
kimlikler olmak üzere iki farklı sosyal kimlik türünün incelenmesi hedeflenmiştir. Bu
doğrultuda Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeği'nde her bir maddeye verilen olumlu ya da
olumsuz tepkiler farklı etnik/kültürel/dini gruplar açısından ele alınmıştır. Ancak sünnilik
dinsel kimlik olarak aleviliğe göre daha az vurgulanmıştır. Aktay ve Kızılkaya (2014)’nın
çalışmasında da benzer bir sonuç elde edilmiştir. Ayrıca kişilerin aynı anda farklı iki grubun
üyesi olduğu durumlar da sözkonusudur. Bu durumda farklı gruplar arasında az veya çok
örtüşme olabilir. Bunun için etnik/kültürel kökenini sadece Türk olarak işaretleyenler Türk
grubuna; sadece Türk demek yerine Sünni Türk diyenler Sünni grubuna; Alevi Türk olarak
işaretleme yapanlar Alevi grubuna ve bir şekilde Kürt kimliğini vurgulayanlar (Kürt, Sünni
Kürt ve Alevi Kürt) Kürt grubuna dahil edilmiştir. Tablo 5'de de görüleceği üzere etnik veya
dini kökenlerinden dolayı nefret söylemine maruz kaldıklarını ifade etme oranı en yüksek
Kürt ve sonrasında Alevi kökenli katılımcılarda gözlemlenmiştir. Toplumdaki farklı gruplara
yönelik nefret söyleminin medya taramaları aracılığıyla gösterildiği çalışmalarda, Türkiye'de
ulusal gazeteler içinde nefret söyleminin en çok Kürtleri ve Ermenileri hedef aldığı sonrasında
ise dini ve etnik grup açısından Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin olduğu ve son dönemde
bunlara Araplar, Sırplar, Romanlar, Süryaniler ve Afrikalıların da eklendiği vurgulanmaktadır
(Gelişli ve Kapril, 2011). Ancak, yine de bu çalışmada tüm gruplardaki katılımcıların nefret
söylemine maruz kalma sorularına olumlu yanıttan çok olumsuz yanıt verme oranı daha
yüksektir. Dolayısıyla nefret söylemine maruz kalma oranı çok yüksek olarak
algılanmamaktadır. Daha önce Tablo 4'de belirtildiği üzere katılımcıların büyük bir
çoğunluğu grup kimliklerinden çok kendilerini kişisel özelliklerine/kimliklerine göre
tanımlamışlardı. Bundan dolayı katılımcıların kişisel kimliklerini ön planda tutarak bu
çerçevede değerlendirme yapmış olmaları muhtemeldir. Katılımcıların nefret söylemine
maruz kalma açısından en yüksek olumlu yanıt verme oranı ise toplum içinde etnik veya dini
kimliklerine yönelik tanımadıkları kişilerden yorum duyma oranında gözlemlenmiştir (Kürt
kökenli katılımcılarda % 67.9 ve Alevi kökenli katılımcılarda % 52.0). Gruplara ilişkin
kalıpyargılar "tipik" bir grup üyesini tanımlar ve bu tüm grup üyelerince bilinmesine rağmen
olumsuz özelliklerin karşıt grup üyeleri tarafından dile getirilmesinden hoşlanılmaz (Hornsey
& Imani, 2004).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
51
Tablo 5: Nefret Söylemine Maruz Kalma Ölçeğine Verilen Tepkiler (N=367)
Türk
(N=113)
Kürt
(N=53)
Alevi
(N=103)
Sünni
(N= 98)
Evet Hayır Evet Hayır Evet Hayır Evet Hayır
1. Hiç ırkçı bir isimle çağrıldınız mı? 7
(6.2)
106
(93.8)
20
(37.7)
33
(62.3)
17
(16.5)
86
(83.5)
16
(16.3)
82
(83.7)
2. Cinsel yöneliminizden dolayı nefret
söylemine maruz kaldınız mı? 5
(4.5)
107
(95.5)
5
(9.4)
48
(90.6)
6
(5.8)
97
(94.2)
9
(9.2)
89
(90.8)
3. Etnik/dini kökeninizden dolayı nefret
söylemine maruz kaldınız mı? 10
(9.0)
101
(91.0)
23
(43.4)
30
(56.6)
32
(31.7)
69
(68.3)
17
(17.3)
81
(82.7)
4. Sizinle aynı etnik/dini kökenden
olmayan biri tarafından hiç küçültücü bir
isimle adlandırıldınız mı?
17
(15.2)
95
(84.8)
22
(42.3)
30
(57.7)
31
(30.1)
72
(69.9)
25
(25.5)
73
(74.5)
5. Sizinle aynı etnik/dini kökenden gelen
ve nefret söylemine maruz kalan birini
tanıyor musunuz?
37
(32.7)
76
(67.3)
31
(58.5)
22
(41.5)
47
(45.6)
56
(54.4)
34
(34.7)
64
(65.3)
6. Kilonuz, boyunuz veya ölçülerinizden
dolayı hiç aşağılayıcı bir söze maruz
kaldınız mı?
25
(22.7)
85
(77.3)
16
(30.2)
37
(69.8)
23
(22.8)
78
(77.2)
28
(28.6)
70
(71.4)
7. Etnik/dini kimliğinizden ötürü cinsellik
içeren açık saçık sözlere veya saldırılara
maruz kaldınız mı?
10
(8.8)
103
(91.2)
15
(28.3)
38
(71.7)
23
(22.3)
80
(77.7)
20
(20.4)
78
(79.6)
8. Toplum içinde, sizin etnik/dini
kimliğinizle ilgili olarak tanımadığınız
kişilerden yorum duydunuz mu?
36
(31.9)
77
(68.1)
36
(67.9)
17
(32.1)
53
(52.0)
49
(48.0)
28
(28.6)
70
(71.4)
9. Toplum içinde, sizin etnik/dini
kimliğinizle alakalı olarak tanımadığınız
kişilerden saldırgan veya tehdit edici
eleştiriler aldınız mı?
18
(15.9)
95
(84.1)
20
(37.7)
32
(60.4)
27
(26.2)
76
(73.8)
21
(21.4)
77
(78.6)
10. Tanımadığınız insanlardan, etnik/dini
grubunuzdan dolayı, aşağılayıcı ya da
hakaret edici şakalara maruz kaldınız mı?
14
(12.4)
99
(87.6)
25
(47.2)
28
(52.8)
35
(34.0)
68
(66.0)
21
(21.4)
77
(78.6)
*Parentez içinde verilen değerler yüzdelik oranı temsil etmektedir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
52
Gruplar Arası Karşılaştırma: Çok Yönlü Varyans Analizi
Katılımcıların algıladıkları nefret söyleminin zararı ve nefret söylemine maruz kalma
(nefret deneyimi) etnik/kültürel kökene ve cinsiyete bağlı olarak değişip değişmediğini
belirlemek amacıyla çok yönlü varyans analizi (MANCOVA) uygulanmıştır. Bu analizde
etnik/kültürel köken açısından kendilerini Türk ve Sünni Türk olarak tanımlayan kişilerin
farklı iki grubu temsil etmediği düşünüldüğünden, sadece Türk, Kürt ve Alevi gruplar dahil
edilmiştir. Ayrıca, örneklemdeki katılımcıların yaş ve eğitim düzeyleri farklı olduğundan, yaş
ve eğitim düzeyinin karıştırıcı etkisi olabileceği düşünülmüştür. Bu değişkenlerin
kovaryans/ortak değişken olarak kullanılabilmesi için çalışmanın bağımlı değişkenleri ile
doğrusal ilişkisinin olup olmadığına bakılarak karar verilmiştir. Buna göre yaşla bağımlı
değişkenler arasında anlamlı bir ilişki yokken (nefret söylemi için r = .02, p>.05; nefret
deneyimi için r = .07, p>.05) eğitim düzeyi ve algılanan nefret söylemi arasında anlamlı bir
ilişki (r =.13, p<.05) tespit edilmiştir. Bu sonuçlar doğrultusunda, sadece eğitim düzeyinin
ortak değişken olarak analizlere dahil edilmesine karar verilmiştir. Analiz sonuçları Tablo
6’da verilmiştir.
Tablo 6: Etnik/Kültürel Kökene Ve Cinsiyete Bağlı Olarak Algılanan Nefret Söylemi Ve
Nefret Deneyimi Puanlarına Uygulanan Varyans Analizi Sonuçları
Değişim Kaynağı Toplam
Kareler
s.d Ortalama
Kare
F p Kısmi η2 Post Hoc (Bonferroni)
Analiz Sonuçlarıa
Etnik/Kültürel Köken
Nefret Söylemi 5.29 2 2.64 5.46 .00 .04 A > T**
Nefret Deneyimi 229.96 2 114.98 17.48 .00 .12 A >T; K >T; K >A
Cinsiyet
Nefret Söylemi 0.00 1 0.00 0.01 .97 .00 -
Nefret Deneyimi 10.73 1 10.73 1.63 .20 .00 -
Etnik/Kültürel Köken X
Cinsiyet
Nefret Söylemi 1.75 2 0.87 1.80 .16 .01 -
Nefret Deneyimi 52.82 2 26.41 4.01 .02 .03 KE> TE; KE > AE
AK >TK; KK >TK
aBu sütunda istatistiksel olarak gruplar arası anlamlı farklılıklar belirtilmiştir (T =Türk; K=Kürt; A =Alevi; TK=
Türk Kadın; TE = Türk Erkek; KK = Kürt Kadın; KE = Kürt Erkek; AK = Alevi Kadın; AE= Alevi Erkek).
*p < .05; **p <.01; “-" anlamlı değil
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
53
Tablo 6'da da görüldüğü gibi katılımcıların algıladıkları nefret söylemi zararı ve nefret
söylemine maruz kalma (nefret deneyimi) puanları üstünde cinsiyet değişkeninin temel etkisi
anlamlı bulunmamışken, etnik/kültürel köken değişkeninin temel etkisi hem algılanan nefret
söylemi için [F(2, 267)= 5.46, p<.01, ή² =.04], hem de nefret deneyimi için [F(2,267)= 17.48,
p<.01, ή² =.12] anlamlıdır. Ayrıca, etnik/kültürel köken ve cinsiyet ortak etkisinin de nefret
deneyimi açısından anlamlı olduğu gözlenmiştir [F(2, 267)= 4.01, p<.05, ή² =.03]. Bu
sonuçlara göre, etnik/kültürel ana etkisi açısından Alevi kökenlilerin (Ort= 4.03, S= 0.71)
Türk Kökenlilere (Ort= 3.72 , S= 0.06) göre algıladıkları nefret söylemi zararı daha fazla
iken; Alevi (Ort=2.93 , S=0.25) ve Kürt kökenliler (Ort= 4.12, S=0.35) Türk kökenlilere
(Ort=1.63 , S= 0.25) göre ve Kürt kökenliler (Ort= 4.12, S=0.35) Türk ve Alevi kökenlilere
göre nefret deneyimine daha fazla maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Etnik/kültürel köken ve
cinsiyet ortak etkisi açısından Kürt kökenli erkekler (Ort= 4.71, S=0.53), Türk (Ort= 2.09,
S=0.38) ve Alevi kökenli erkeklere (Ort= 2.52, S=0.36) göre daha fazla nefret deneyimine
maruz kaldıklarını belirtirlerken; Alevi (Ort= 3.34, S=0.36) ve Kürt kökenli (Ort= 3.54,
S=0.47) kadınlar Türk kadınlarına (Ort= 1.15, S=0.31) göre daha fazla nefret deneyimine
maruz kaldıklarını belirtmişlerdir.
Genel olarak Kürt ve Alevi kökenliler Türk kökenlilere göre daha fazla nefret
söylemine ve nefret deneyimine maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Kişiler kendilerini bir
sosyal grubun üyesi olarak tanımladıklarında, öz saygıları bu grubun özelliklerinden ve
değerlendirilmelerinden de etkilenmektedir ( Billig, 2002). Bu doğrultuda nefret söylemi de
grup üyeleri için benliklerinin önemli bir kısmına yönelik tehdit olarak görülebilir. Özellikle
grup kimliğini güçlü bir şekilde ortaya koyup grubuyla özdeşleşme düzeyi yüksek olanların
grubun toplumsal konumdaki düşüklüğü (Doosje, Spears & Ellemers, 2002) nefret söylemine
olan tepkilerini çok daha şiddetli olarak göstermelerine neden olabilir. Ancak, bu çalışmada
grupla özdeşleşme düzeyi ölçülmediğinden ileriki çalışmaların bu yönüyle de ele almasının
konuya çok daha açıklık getireceği düşünülmektedir.
SONUÇ
Çoğunlukla gruplara ilişkin bir grubu diğer gruptan farklılaştırma konusunda işlevsel
olan kalıpyargılarımızla sınıflandırma yaparak insanları çeşitli kategorilere ayırırız. İç grup,
dış grup ayrımı olarak da nitelendirebileceğimiz birbirlerini tamamlayan biri olmadan
diğerinin anlam kazanamadığı “biz” ve “onlar” kavramları da bu sınıflandırma sonucunda
ortaya çıkmaktadır. Kendi iç grubumuzu belli bir öteki grubu ‘onlar’ olarak gördüğümüz için
‘biz’ olarak adlandırırız (Bauman, 1998,51; Tajfel, 1981; Tajfel & Turner, 1979 ). Bu
kategorileştirmelerin kendi grubumuz dışındakileri “onlar” olarak değerlendirmelerin
“duygusal bağlanma ve antipati, güven ve kuşku, güvenlik ve korku, işbirliği ile çekişme gibi”
farklı sonuçları olabilmektedir (Bauman, 1998, s.51).
Esasında, insanların kimlik algıları, gerçekte ne oldukları sorusundan farklı bir gerçeği
ortaya çıkarmaktadır. İnsanların doğuştan gelen kültürel, etnik, dinsel veya cinsel özelliklerini,
kendilerini ifade etmek üzere bir kimliğe dönüştürmeleri çoğunlukla kendi tercihleriyle
olmaktadır (Aktay ve Kızılkaya, 2014, s.21). Modern toplumlarda insanların kendileri
hakkında birçok kimlik tanımları vardır. Temelde insanlar kendilerini farklı ortamlarda farklı
tanımlayıp ve belki de çok farklı davranmaktadırlar ve kişiler veya gruplar arası ilişkilerde
kimlik inşa edilir (Bilgin, 2007). Ancak, Bilgin'nin (2007, s.35) de belirttiği gibi “etnik ve
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
54
cinsel kimlikler gibi, doğal olduğu düşünülenler de dahil olmak üzere hiçbir kimliğin
ontolojik özsel bir gerçekliği yoktur, tüm kimlikler bir inşa ürünüdür”.
Küresel nitelik taşıyan bir olgu ve sorun olarak nefret söylemi ise etkili bir ideolojik
ve söylemsel saldırı aracı olarak, seçilen hedef kimliğe uygulanmaktadır (Keyman, 2013).
Türkiye’de toplumsal gruplar arasındaki güç dengelerinin değişmesi ile birlikte toplumsal
dönüşüm gerçekleşmekte ve farklı toplumsal gruplar arasındaki temas artmaktadır. Çayır'a
(2010) göre, Türkiye'de nefret söylemi ve suçu, demokrasinin pekişmesi ve birlikte yaşama
kültürünün güçlenmesinin önündeki en önemli engellerden biridir. Din, ideoloji, millet, etnik
köken, cinsiyet gibi kavramların ifade özgürlüğü kapsamında eleştirilebilmesi gereklidir,
ancak bireylerin ve grupların, grup aidiyetlerinden dolayı hedef gösterilmesine karşı
duyarlılık geliştirilmelidir.
Sınırlılıklar ve Öneriler
Bu çalışmada kişilerin grup kimliklerini nasıl algıladıkları ve gruplar arası ilişkilerine nasıl
yansıdığı nefret söylemi ve nefret deneyimi çerçevesinde ele alınmıştır. Ancak bu çalışmanın
bazı önemli sınırlılıkları bulunmaktadır. En önemli sınırlılık örneklemin sadece Ankara'da
yaşayan kesimden oluşmasıdır. Bir diğer sınırlılık da çalışmaya katılan kişilerin kimlik
aidiyetlerine yönelik detaylı bir ölçüm alınmamasıdır. Aynı anda farklı toplumsal konumdaki
iki farklı grup kimliklerine sahip olmak ve gruplar arası örtüşmenin yüksek veya düşük olarak
algılanması da toplumsal kimlik aidiyetini etkileyecektir. Ayrıca konuşmanın nasıl algılandığı
ve konuşmaya verilen tepkiler kişilerin geçmiş deneyimlerinden ve psikolojik ve duygusal
durumlarından da etkilenecektir. Bundan sonraki çalışmalarda farklı bölgeler ve yerleşim
alanlarında olan kişilerin çeşitli kimlikler çerçevesinde ele alınması, kimlik aidiyetlerinin daha
detaylı ele alınarak araştırılması ve konuşmaya verilecek tepkilere aracı edebilecek
değişkenler açısından (kişilerin geçmiş deneyimleri, psikolojik ve duygusal durumları vb.) ele
alınması çok daha ayrıntılı bilgi sağlayacaktır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
55
KAYNAKÇA
Aktay, Y.,ve Kızılkaya, A.(2010). Hepimiz Ötekiyiz! Türkiye'de Kimlikler ve Algılar. İstanbul:
Tezkire
Alğan C. ve Şensever L. (2010). Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 yıl, 10 Örnek. İstanbul:
Sosyal Değişim Derneği Yayınları, 07.05.2014, www.aciktoplumvakfi.org
Althusser, L. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları , İstanbul:İletişim, 1994.
Ataman , H. (2012). Nefret Suçlarını Farklı Yaklaşımlar Çerçevesinden Ele Almak: Etik, Sosyo-
Politik ve Bir İnsan Hakları Problemi Olarak Nefret Suçları. Y. İnceoğlu (Ed.), Nefret
Söylemi ve/veya Nefret Suçları , 47-80. İstanbul : Ayrıntı Yayınları.
Bauman, Z. (1997).Modernite ve Holocaust.(S. Sertabiboğlu, Çev.). İstanbul, Sarmal Yayınları
Bauman, Z. (1998). Sosyolojik Düşünmek.(A. Yılmaz,Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bauman, Z. (1999). Küreselleşme Toplumsal sonuçları, (A.Yılmaz,Çev.).İstanbul:Ayrıntı
Yayınları
Best, S. ve Kellner, D. (1998). Postmodern Teori Eleştirel Soruşturmalar. (M. Küçük, Çev.).
İstanbul:Ayrıntı Yayınları
Bilgin, N. (2007). Kimlik İnşası. Ankara: Aşina Kitaplar.
Billig, M. (2002). Henri Tajfel’s cognitive aspects of prejudice and psychology of bigotry.
British Journal of Social Psychology, 41(2), 171-188.
Bleich, Z. (2011). The Rise of Hate Speech and Hate Crime Laws in Liberal Democracies,
Journal of Ethnic and Migration Studies, 37:6, 917-934
Boyle, K. (2010).Nefret Söyleminin Kontrolü: Uluslararası Standartlar Türkiye’den Neler
İstiyor? A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.), Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 63-70. İstanbul:
Uluslararası Hrant Dink VakfıYayınları.
Chancer, L.S. ve Watkins, B. X. (2013). Cinsiyet, ırk, sınıf, İstanbul: Babil Yayınları
Cowan, G., & Mettrick, J. (2002). The Effects Of Target Variables And Setting On The
Perceptions Of Hate Speech. Journal of Applied Social Psychology, 32(2), 277-299.
Cowan, G., Resendez, M., Marshall. E., & Quist, R. (2002). Hate Speech And Constitutional
Protection: Priming Values Of Equality And Freedom. Journal of Social Issues, 58(2), 247-
263.
Çayır, K. (2010). Ayrımcılığın Sosyolojisi ve Türkiye Toplumu. A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.),
Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 45-56. İstanbul: Uluslararası Hrant Dink VakfıYayınları
Delanty, G. (2015). Bir Kavramın Anotomisi Topluluk,(F., Atay,Çev.). İstanbul:Everest
Yayınları
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
56
Demirtaş, H. Andaç (2003) Sosyal Kimlik Temel Kavram ve Varsayımlar. İletişim
Araştırmaları,1(1): 123-144.
Doosje, B., Spears, R. & Ellemers, N. (2002). Social identity as both cause and effect: the
development of group identification in response to anticipated and actual changes in the
intergroup status hierarchy. British Journal of Social Psychology, 41(1), 57-76.
Elder, T. J., Douglas, K.M., & Sutton, R.M. (2006). Perceptions Of Social Influence When
Messages Favour "Us" Versus "Them": A Closer Look At The Social Distance Effect.
European Journal of Social Psychology, 36, 353-365.
Esmer, Y. (2012). Türkiye Değerler Atlası 03.10.2012,
http://content.bahcesehir.edu.tr/public/files/files/ATLAS%20SUNUM pdf
Freud, S. (1999). Uygarlığın Huzursuzluğu, (H. Barışçan,Çev.). İstanbul: Metis Yayınları
Gelişli, N. ve Kapril, G. (2011).
Türkiye’de ulusal ve yerel gazetelerde nefret söyleminin izlenmesi, 26.05.2014.
http://www.nefretsoylemi.org/
Göregenli, M. (2013). Temel Kavramlar: Önyargılar, Özcü İnançlar ve Ayrımcılık. M. Çınar
(Ed.) Medya ve Nefret Söylemi, 23-39. İstanbul:Hrant Dink Vakfı Yayınları
Göregenli, M. (2013). Ayrımcılığın Meşrulaştırılması. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret Söylemi,
39-57. İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları
Göregenli, M. (2013). Nefret Söylemi Ve Nefret Suçları. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret
Söylemi, 57-75. İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları
Guibernau, M. (2010). Küreselleşme, Modernite ve Ulusal Kimlik. I. Gündüz (Der.).Ulusal
kimlik ve Etnik Açılım, 61-79. İstanbul: Sarmal Yayınları
Hornsey, M.J. & Imani, A. (2004). Criticizing Groups From The Inside And The Outside: An
Identity Perspective On The Intergroup Sensitivity Effect. Personality and Social Psychology
Bulletin, 30, 365-383.
Hortaçsu, N. (1998). Grup İçi ve Gruplararası Süreçler. Ankara: İmge Kitabevi.
İnceoğlu, Y. ve Sözeri, C. (2012). Nefret Suçlarında Medyanın Sorumluluğu: Ya sev ya terk et
ya da..” Y. İnceoğlu (Ed.), Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları , 23-38. İstanbul : Ayrıntı
Yayınları.
İnceoğlu, Y. (2013). Tartışmalı Bir kavram:Nefret Söylemi. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret
Söylemi, 75-95. İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları
Karan, U. (2010). Nefret Nefret Suçlarından Ne Anlıyoruz? A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.),
Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 55-62. İstanbul: Uluslararası Hrant Dink VakfıYayınları
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
57
Karan, U. (2012). Nefret İçerikli İfadeler, İfade Özgürlüğü ve Uluslararası Hukuk. Y. İnceoğlu
(Ed.), Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları , 81-102. İstanbul : Ayrıntı Yayınları.
Karan, U. (2013).Nefret Söylemi ve Yakından İlişkili Diğer Kavramlar: Ayrımcılık, Nefret Suçu
ve Hakaret. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret Söylemi, 95-127. İstanbul:Hrant Dink Vakfı
Yayınları
Keyman, F. (2009). “Sistem Kurucu ve Sistem Dönüştürücü Bir Toplumsal Gerçeklik Olarak
Kültürel Kimlik Olgusunu Yeniden Düşünmek. G. Pultar (Ed.), Kimlikler Lütfen Türkiye
Cumhuriyeti'nde Kültürel Kimlik Arayışı Ve Temsili, 50-61. Ankara: ODTÜ Yayıncılık
Keyman, F. (2013). Sunuş. M. Çınar (Ed.) Medya ve Nefret Söylemi, 7-15. İstanbul:Hrant Dink
Vakfı Yayınları
Merrington, J.(1999). “Gramsci’nin Marksizm Anlayışında Kuram ve Uygulama”, (K.Saybaşılı
Çev.). Ankara: Doruk Yayıncılık
Murray, R. (2011). Do Words Harm? The Perceptions And Attitudes Of African American
CollegeStudents To Hate Speech. Capella University: Unpublished doctoral thesis.
Oakes, P.J., Haslam, S.A. & Turner, J.C. (1994). Sterotyping and social reality.
Oxford:Blackwell.
Oran, B. (2010). Türkiye’’de Azınlıklar Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat,
Uygulama. 28.05.2014, www.altinicizdiklerim.com
Özulu, S.(2015). Nefret Dili ve Siyaset. M. Akpınar (Ed.), Nefret Söylemi ve Siyaset. İstanbul:
Ufuk Yayınları
Pratto, F., Sidanius, J., & Levin, S. (2006). Social Dominance Theory And The Dynamics Of
Intergroup Relations: Taking Stock And Looking Forward. European Review of Social
Psychology, 17, 271–320.
Rubin, M. & Hewstone, M. (2004). Social Identity, System Justification, and Social Dominance:
Commentary on Reicher, Jost et al., and Sidanius et al. Political Psychology, 25 (6), 823-844.
Sakallı, N. (2013). Sosyal Etkiler Kim Kimi Nasıl Etkiler? Ankara:İmge Kitabevi.
Sidanius, J. & Pratto, F. (1999). Social Dominance: An intergroup theory of social hierarchy
and oppression (3-57). New York: Cambridge University Press.
Slattery, M.(2007). Sosyolojide Temel Fikirler. Ü.Tatlıcan ve G. Demiriz (Der.). Bursa: Sentez
Şahan, İ.(2015). Yazılı Basında Nefret Söylemi. 04.07.2015, http://www.nefretsoylemi.org/
Tajfel, H. (1981). Human groups and social categories: Studies in social psychology.
Cambridge: Cambridge University Press.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
58
Tajfel, H., & Turner, J. (1979). An integrative theory of intergroup conflict. In W. G. Austin &
S. Worchel (Eds.), The social psychology of intergroup relations (pp.33-48). Monterey, CA:
Brooks/Cole.
Van, D. (2010). "Söylem ve İktidar: Eleştirel Söylem Katkılar", A. Çavdar ve A. Yıldırım (Ed.),
Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi, 9-44. İstanbul: Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları
Weber A. (2009). Nefret Söylemi El Kitabı. Avrupa Konseyi Yayınları. 02.05.2014,
www.ihop.org.tr/dosya/coe/nefret_söylemi.pdf
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
59
THE PLACE AND SIGNIFICANCE OF WORKING STAFF IN PERCEIVED
INSIDER STATUS
S.Gökçe GÖK *5
Derya ÖZİLHAN**
ABSTRACT
Objective of this study is to identify belonging perceptions of Academic and Administrative staff and to examine
the importance of working staff in perceived insider status (PIS). In this respect, an area research was applied on
the Academic and administrative staff of Gazi University’s different vocational schools of higher education.
Results indicate that academic and administrative staff of institutes does not have perceived insider status.
Key Words: Perceived Insider Status, Belonging, Administrative staff, Academic staff.
ALGILANAN İÇSELLİK STATÜSÜNDE ÇALIŞANLARIN YERİ VE ÖNEMİ
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, akademik ve idari kadro çalışanların aidiyet algılarının tespit edilmesi ve aidiyet algısında
kadronun öneminin incelenmesidir. Bu amaçla, Gazi üniversitesine bağlı farklı meslek yüksekokularında çalışan
toplam 100 akademik ve idari personel üzerinde bir alan çalışma yapılmıştır. Araştırma sonuçlarına göre
kurumda çalışan idari ve akademik personellerin aidiyet algısının oluşmadığı söylenebilir.
Anahtar kelimeler: Algılanan aidiyet, aidiyet, akademik kadro, idari kadro
*Öğretim Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Gazi MYO, [email protected]
**Yardımcı Doçent Dr.,Selçuk Üniversitesi, Beyşehir Ali Akkanet İşletme Fakültesi, [email protected]
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
60
1. INTRODUCTION
In today’s business world where the competition is growing rapidly, for an effective human
resources management, it is a must to comprehend how workers perceive their position in the
organization and how this perception influences their behaviors. Employees’ positive
behaviors which enhance organizational productivity might be an important factor that
provides organizational sustainability and in this sense, ensures competitive advantage to the
organization. The workers’ orientation to this desired objective; may depend on the extent
they feel themselves as a part of the company. Workers who have strong feelings about
belonging to organization try to show their skills to their boss and co-workers to get
appreciation (Kim et al.,2009).
The term perceived insider status, which is recently added to the literature and means to what
extent an employee considers he or she is a part of the organization, is a very significant term
to generate many positive results in organizational terms. According to Stamper and
Masterson (2009), perceived insider status is a situation in which workers feel themselves as a
part of the organization and it focuses on this sense of belonging.
When the literature was scanned, no research was found where sense of belonging of
university staff is the main variable. From this point of view, this is a study trying to figure
out belonging feelings of academic and administrative staff of the university.
For this purpose, first, basic information is given theoretically about the terminology, and then
results of the study are evaluated.
2. THEORETICAL SCOPE OF STUDY
2.1 Sense of Belonging to the Organization
One of the most significant attitudes in terms of organizational behavior is the one that
individual develops for his/her job. This is also called sense of belonging. If the employee
develops a positive attitude towards their job, the sense of belonging will be high; but if
he/she develops a negative attitude, sense of belonging will be low. An employee who doesn’t
have job satisfaction will be frequently absent and will seek opportunities to leave the
organization and find another job. This harms the company or organization he/she works for.
Because their stress level is low, workers with high sense of belonging live longer and more
peaceful, because their stress level is low. People who are happy at work reflect their joy
outside. Satisfied employees maintain their positive attitude. These people generally have
positive attitudes towards life and people around. They view the life more dynamically and
optimistically (Özkalp ve Kırel, 2000).
The term sense of belonging is closely related with the terms motivation, morale and job
identification. But, these have different meanings. While motives require an effort for an
objective, belonging means employee’s identification with job and organization. An
individual expects that the job and work environment must be suitable for their personal
values in order to meet his/her certain needs. If their needs and standards of judgment are
consistent with their jobs, sense of belonging occurs (Erdoğan, 1996). Harmony of those
values motivates the individual for success and promotes job identification.
A recent research which focused on sense of belonging in terms of new management concept
stresses the importance of ensuring workers’ job satisfaction and organizational satisfaction. It
is observed that when workers’ sense of belonging is higher, organizational performance is
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
61
affected in a positive way. While development of sense of belonging minimizes undesired
results like absenteeism, late coming and quitting the job; it increases the quality of product
and services ( Erdogan, 2006).
2.2 Perceived Insider Status
Since and individual works in a certain organization, he/she gives importance to be a member
of that group and to get the support of the administrator; considers staying out of the group is
hindering (Lapalme et al., 2009:922). This idea causes an employee develop many
perceptions concerning his/her relation with the organization (Wang et al., 2010: 149). One of
the most significant perceptions developed between the employee and the organization is the
perception of belonging. This perception related to an individual’s positioning him/her in the
organization is defined as an employee’s perception that he/she is a member of the group and
a part of the organization (Lapalme et al., 2009:922).
According to Stamper and Masterson (2002), perceived insider status (PIS) means an
employee’s perception that he/she is a part of the organization. The term in question reflects
cognitive aspect of self-concept. Perceived insider status focuses on workers’ senses of
belonging to their organizations. This concept is a perception in which employees feel
themselves as a part of the organization and they have important roles in organization’s
activities.
An individual, who has requirements like personal development, identity formation and self
perception, makes some comparisons in work life while developing these perceptions.
Considering themselves as a part of company and identified with the organization and so that
creating personal space while he/she defines his/her identity by comparing himself/herself
with the organization, is called perceived insider status (Chen and Aryee, 2007:2).
When perceived insider status is viewed from this perspective, it is a perception that meets
socio – emotional needs like organizational identity, psychological possession, being a
member - arising from being a member of the organization. It also defines role status in self
identification (Stamperet al., 2009: 319). Related to changing policy between the organization
and worker, individuals who has perceived insider status will have higher supporting
perception and it is considered that these workers will utilize the opportunities organization
presents like education and promotion so workers’ positive attitudes to the company will
increase (Buonocore, 2009: 4).
Factors like individual’s personal features, perceptions related to organization, the way of
work might be the premises of perceived insider status. As the perceived insider status is
higher, the individual feels him/her more like a part of the organization. Development of
perception of belonging to the organization is possible with the presence of boundaries that
indicate there are in-group and out of group workers. Perceived insider status emphasizes the
feeling that workers have gained an individual status and they are accepted in the
organization, so that forms the identity of workers in the organization. So perceived insider
status is built in parallel with workers’ organizational identity, status and roles.
Common opinion in the literature is that status that workers have (either full-time or part-
time) effects their perceptions, attitudes and behaviors in the organization. But some
researches shows that it is not always true (Gakoviç and Tetrik, 2003). Basic idea resulting
from these researches is that workers’ status does not have a significant influence on workers
organizational behaviors and attitudes. From this viewpoint, it is assumed that other factors,
apart from workers’ status, will be more effective on perceived insider status. For instance,
when workers don’t feel safe in organization or safe during their works, they will have low
perceived insider status (Buonocore, Metallo ; Salvatore2009).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
62
Main point to emphasize here is, based upon the assumption that each employee will have
their own perceptions; basic expectations of the employees should be spotted. While a worker
develops perceived insider status when he/she feels safe, other may develop this perception if
his/her economical needs are met. Besides, organizational support on worker is considered to
be an important determiner on perceived insider status.
One of the most recent researches about the perceived insider status is Oflazer Mirap’s (2008)
research that presents the effects of perceived insider status on task performance, contextual
performance and total performance. Perceived insider status is a term that expresses how
much workers feel themselves as a part of the organization. The area research applied on
private health sector indicates that there is a positive and strong relation between perceived
insider status and task performance, contextual performance and total performance (Oflazer
Mirap, 2008: 142-148).
Organizational opportunities like training and promoting in rank can be deemed as examples
of this situation. Those kinds of opportunities given to the employees have positive effects on
their perceived insider status. Because of that, permanent workers think that they are
presented more of these opportunities and their perceived insider status is higher (Buonocore,
Metalla and Salvatore, 2009).
On the other hand, contrary to permanent workers, non-permanent workers might have low
perceived insider status. The important point between the high and low perceived insider
statuses is whether the organization makes distinction about the opportunities it presents to its
employees. It is thought that there will not be significant differences in workers’ perceived
insider status in an organization who presents equal resources to its workers whatever the
workers’ statuses are (permanent - non-permanent).
3. METHOD
In this part of the study, the aim, hypothesis and findings will be revealed.
3.1. Scope Of Research
Frame of research; analyze the level of perceived insider status for academic and managerial
personnel who working for 5 different vocational schools of Gazi University. The scope of
research in practice angle there are randomly chosen 80 academic and 70 managerial personal
which means 150 personal from vocational schools of Gazi University. There are 150 surveys
sent but 100 of them were answered and sent back.
3.2. Methodology of the Research
In this study we have tried to determine the perceived insider status of the Management and
Academic Staff of different vocational schools of Gazi University and it is tried to show the
importance of perceived insider status. Academic and managerial personnel, working in Gazi
University, their perception of belonging are searched with Area Search method. From the
main purpose of the research which going as area search all information gathered with survey
method. First section of survey interested in personnel’s demographic properties, second
section is interested in academic and managerial personnel perception of belonging. For
measure the Perceived Insider Status Stamper and Masterson (2002), who developed this idea,
gave 6 questions for Perceived Insider Status Scale. Participants’ answers to these questions
are measured with Likert scale. Participants answering that questions like 1: Absolutely
Refuse 2: Refuse 3: Neither Refuse nor Accept 4: Accept 5: Absolutely Accept. The reason
have chosen the method is in national and international literature at whole researches are
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
63
considered with Stamper and Masterson (2002) scale are got the Cronbach Alfa reliability
coefficient (0,79-0,93 ).Research is analyze with the help of statistic programme named IBM
SPSS Statistics 15.0 . For purposes of research established hypotheses tested and show the
effects between related and unrelated variables, for make them come out we make regression
so coming results are analyzed. This research covers only Institutes of Gazi University and the
feedback results are enough for statistic evaluation.
3.3. Findings and Evaluation of Research
Demographic Findings
These people demographic information are below as a summary.
At survey form 5th choose is Proffesor but none of the professors answered the survey.
Table 1. Demographic Information
Demography Number
Percentage
(%)
Male 62 62
Age
Below 25 2 2
26-30 age 22 22
31-15 age 16 16
36-40 age 26 26
Higher 41 34 34
Marital status
Married 66 66
Single 30 30
Other 4 4
Education
Primary Education 2 2
High School 19 19
Institute 10 10
B.S. 10 10
Master 59 59
Position in Institution
Management 39 39
Academic 60 60
No Answer 1 1
Time of your work
Less than 1 year 7 7
1-5 years 41 41
6-10 years 19 19
11-15 years 14 14
More than 16
years 19 19
Academic Positions
Lecturer 40 40
Doctor 10 10
Ass.Prof. 7 7
Associate
Proffesor 3 3
No Answer 40 40
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
64
Reliability Analysis
Reliability analysis an analyze method that shows us what is the truth rate of research with
many valuable statics. We can say in this search where we focus on Perceived insider status
there are 6 likert type questions and with their answers analyses shows that %91,9 percent
/Cronbach’s Alpha) of trustworthy rate.
Reliability Statistics
Cronbach's
Alpha
N of
Items
,919 6
Difference Between Groups
In the scale for the investigate will there be a difference between perceived insider status we
need to test it. To test this statistics we use average belonging point.
Staff Differences in Vocational Schools
According to position in vocational schools (management personal), academic personal) we
need to understand is there a difference in perceived insider status so we make 2 hypothesis
then search this thesis with t test.
(There is no difference in perceived insider status with position)
(There is difference in perceived insider status with position)
Table 2. Staff Dıfferences in Vocational Schools
t-test for Equality of Means
t df
Sig.
(2-
tailed)
Mean
Difference
Std.
Error
Difference
95%
Confidence
Interval of the
Difference
Lower Upper
PIS (perceived insider
status)
.047 97 .963 .00962 .20626 -
.39976
.41899
POSITION N Mean
Std.
Deviation
PIS(perceived insider
status)
management staff 39 3.5513 1.07276
Academic staff 60 3.5417 .95503
“There is no difference in belonging with position” thesis shows that there is no statistic
difference between academic and management personal. (p=0.963> a= 0.05). This means
workers in the institution have perceived insider status.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
65
Differences for Academic Positions
According to academic position lecturer, dr, assoc. prof. dr., assistant professor, we need to
understand is there a difference in received organizational perceived insider status so we make
2 hypothesis then search this thesis with ANOVA ( one way analysis of variance).
The means are all equal (there is no difference in
perceived insider status with position).
jiH theof oneleast :1 least one of the means is different (There is
difference in perceived insider status with position).
Table 3. Dıfferences for Academıc Positions
ANOVA
Sum of
Squares df
Mean
Square F Sig.
PIS Between
Groups
6.246 3 2.082 2.451 .073
Within
Groups
47.566 56 .849
Total 53.813 59
We figure out that there is difference in perceived insider status with position(p=0.073> a =
0.05). This means workers in the institution have no perceived insider status.
Other demographic data are also analyzed. But sex, marital status or working hours in job
makes no difference. When we think about age only 2 person who below 25 and education
side there are only 2 primary school graduated person ( low data profiles) makes analyses
broke. So these situations have no effects on perceived insider status.
4. CONCLUSION AND DISCUSSION
Perceived insider status is an important element so that employees can identify with their
vocational schools and achieve the common goal. Also creating a corporative culture with
employees who do not develop sense of belonging is impossible. One of the most effective
ways of creating a sense of belonging among the employees is improving communication
between employees and institution. In particular the relationship with each employee directly
to top managements, congratulating their employees on employees’ achievements and
increasing the social relations among the employees provide positive contributions to
perceived insider status.
In this study we have tried to determine the perceived insider status of the Management and
Academic Staff of different vocational schools of Gazi University and it is tried to show the
importance of perceived insider status. As a results;
“There is no difference in belonging with position” hypothesis shows that there is no
statistical difference between academic and management personal. This means workers in the
vocational schools of Gazi University have no perceived insider status. We figure out that
there is difference in perceived insider status with academic position. This means workers in
the vocational school have no perceived insider status. Other demographic datas are also
analysed. But sex, martial status or working hours in job makes no difference. So these
situations have no effects on perceived insider status.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
66
Firs of all a environment of confidence for employees has to be created in order to have
perceived insider status. Employer and leaders play a role in make this happen. In this
environment of confidence, team members who respect to each other and like help each other
are indispensible. For instance, a employee’s working with business maganers and workmates
who show interest in himself and his feeling like be a part of the work help develop his sense
of belonging. Addition to that another subject about improving sense of belonging is giving a
chance to decide on employees’ works and respecting employees for their achievements.
Also employees should have some privileges as a result of their achievements. For example,
joining to careeer development course, seminar and meetings can make employees feel
special. As a consequence of these, the most important factors of improving sense of
belonging are employees get paid which will satisfy and can maintain a standard of living.
high sense of belonging of employees, in other words being motivated to their work always
come out to be good in terms of organization. Basic tools of being good motivated are social
and financial justice, a good team work, make feel like be a part of the work to employees,
rating systems and be rewarded employees’ performance.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
67
REFERENCES
Ackfeldt, Anna-Lena and W. Leonard Coote; (2005). “A Study of Organizational Citizenship
Behaviours In A Retail Setting”.Journal of Business Research, 58, pp. 151–159.
Buonocore, F. et al.; (2009). “Behavioural Consequences of Job Insecurity and Perceived
Insider Status For Contingent Workers”.Papers of System Congress, pp. 1–29.
Cuyper, Nele De et al.; (2008). “Literature Review of Theory and Research on the
Psychological Impact of Temporary Employment: Towards a Conceptual
Model”.International Journal of Management Reviews, International Journal of
Management Reviews, 10(1), pp. 25–51.
Erdoğan, S. (2006). Yeni yönetim anlayışı açısından aidiyet duygusu ve hizmet sektöründe bir
uygulama. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü,Bursa.
Gakovic, A. and L. E. Tetrick. “Perceived Organizational Support and Work Status: A
Comparison of the Employment Relationships of Part-time and Full-time Employees
Attending University Classes”.Journal of Organizational Behavior, 24, 2003, p. 649-
666.
Lapalme, Marie-Eve et al.; (2009). “Bringing the Outside In: Can ‘‘External’’ Workers
Experience Insider Status?”.Journal of Organizational Behavior, 30(9), pp. 919–940.
Merrıam, Sharan B. et al.; (2010). “Power and Positionality: Negotiating Insider/Outsider
Status Within and Across Cultures”.International Journal of Lifelong Education, 20(5),
pp. 405–416.
Oflazer Mirap, S.,(2008). “Algılanan Aidiyet Durumunun (Perceived Insider Status), Görev
Performansı, Baglamsal Performans ve Toplam Performans Üzerine Etkilerini
Ölçmeye Yönelik Özel Saglık Kurumlarında Bir Arastırma”.İstanbul Kültür
Üniversitesi Yayın No: 79, İstanbul,142-148.
Rhoades, L., Eisenberger, R. (2002). Perceived organizational support: A review of the
literature. Journal of Applied Psychology, 87, 698 –714.
Schein, E. (1994). Organizational Psychology, 3rd Edition, Prentice-Hall, Upper Saddle
River, NJ.
Shore, L. M. and K. Barksdale (1998). “Examining Degree of Balance and Level of
Obligationin the Employment Relationship: A Social Exchange Approach”.Journal of
Organizational Behavior, 19, p. 731-744.
Stamper, C. L., S. S. Masterson and J. Knapp (2009). “A Typology of Organizational
Membership: Understanding Different Membership Relationships Through the Lens of
Social Exchange”.Management and Organization Review, 5:3, p. 303-328.
Stamper, Christina L. and Suzanne S. Masterson; (2002). “Insider or Outsider? How
Employee Perceptions of Insider Status Affect Their Work Behaviory”.Journal of
Organizational Behavior, 23, pp. 875– 894.
Şahinkuş, Y. (2006). Yönetici davranışları ve işgören farklılıklarının aidiyet duyguları üzerine
etkisi. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü,
Ankara.
Thorsteinson, T. J.(2003). “Job Attitudes of Part-time vs. Full-time Workers: A Meta
analyticReview”.Journal of Occupational and Organizational Psychology.76, p.151-
177.
Wallace, J. E. (1995). Organizational and Professional Commitment in Professional and
Nonprofessional Organizations. Administrative Science Quarterly, 40(2): 228–255.
Wang, Lin et al.; (2010). “Leader-member Exchange and Organizational Citizenship
Behavior: A New Perspective from Perceived Insider Status and Chinese
Traditionality”.Frontiers Business Research China, 4(1), pp. 148–169.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
68
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
69
2002 SONRASI DÖNEMDE TÜRKİYE - AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ
Süleyman Çağrı GÜZEL
ÖZET
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin hukuki temelleri 1963 Ankara Anlaşması’yla atılmış; hazırlık,
geçiş ve son dönem olmak üzere üç aşama öngörülmüştür. 1970 yılında imzalanan ve 1973’te yürürlüğe giren
Katma Protokol ise Türkiye-AB ilişkileri bağlamında “geçiş” dönemine ilişkin şartları belirleyen ve nihai olarak
Gümrük Birliği ile sonuçlanması hedeflenen bir başka önemli gelişme olmuştur. 1 Ocak 1996 yılında yürürlüğe
giren Gümrük Birliği Anlaşması ile birlikte tam üyelikle sonuçlanması hedeflenen “son dönem”e girilmiş ve tam
üyelik umutları doruk noktasına ulaşmıştır. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan erken genel seçimle iktidara gelen
Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde ise yapılan reformlarla birlikte tam üyelik sürecindeki son aşama olan
katılım müzakerelerine geçiş sağlanmış ve ilişkilerdeki en son aşamaya gelinmiştir. Ancak bu tarihten sonra
Türkiye-AB ilişkileri eski ivmesini kaybetmiş ve durgunluk süreci yaşanmıştır. Bu çalışmada 2002 sonrası AB
yolundaki gelişmeler ele alınacak ve AB politikası değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Türkiye-AB ilişkileri, Kıbrıs meselesi, Müzakere süreci
TURKEY-EU RELATIONS AFTER 2002
ABSTRACT
The legal foundation of relationship between Turkey and European Union (EU) was formed by 1963
Ankara Agreement; three stages were stipulated including preparation, transition and final period. Additional
protocol, signed in 1970 and entered into force in 1973, was another important development which determined
the conditions for “transition” period in the context of EU-Turkey relations and finally was intended to result in
Custom Union. The “final period”, intended to result in full membership, was entered by Custom Union
Agreement which entered into force in January 1, 1996, and prospects for full membership reached peak point.
In the era of Justıce and Development Party, which came into power by general early election held in October 3,
2002, the transition of accession negotiations, final stage in the full membership process, was ensured by reforms
so the final stage in the relationships was reached. However, after that date, EU-Turkey relations lost its previous
momentum and came to a standstill. In this study, progress towards EU after 2002 will be addressed and EU
policy will be evaluated.
Key Words: European Union, Turkey-EU Relations, Cyprus issue, Negotiation process
Turgut Özal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ABD Doktora Öğrencisi
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
70
GİRİŞ
İkinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu yıkım ve felaketler, savaş sonrasında Avrupa
devletlerinin işbirliği yönünde hareket etmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda
öncelikle 1951 Paris Anlaşması’yla Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT), daha sonraki
süreçte ise 1957 Roma Anlaşması’yla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom
Enerjisi Topluluğu (Euratom) kurulmuştur. Avrupa Topluluğu devletleri için ekonomik ve
parasal birlik, ortak dış işleri ve güvenlik politikası ile birlikte ortak adalet politikası öngören
Maastricht Anlaşması ise 7 Şubat 1992’de imzalanmış ve 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe
girmiştir. Maastricht Anlaşması ile beraber Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği olarak
anılmaya başlanmıştır (Gençtürk, 2012).
1700’lü yıllardan itibaren başlayan batılılaşma çabaları, modern Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923’ten sonra ivme kazanmıştır (Palabıyık ve Yıldız, 2006: 73).
Çağdaşlaşma idealine paralel olarak Batı dünyasının bir parçası olmayı hedefleyen yeni Türk
devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan AET’ye duyarsız kalmamış ve 1959 yılında
Topluluğa katılmak için müracaat etmiştir. Söz konusu tarihte başlayıp günümüze kadar
uzanan süreçte Türkiye-AB ilişkileri inişli çıkışlı bir grafik çizmiştir. 1995 yılında Türkiye ile
AT arasında Gümrük Birliği’ni kuran 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı ve 1999 yılında
Helsinki’de düzenlenen Avrupa Konseyi Zirvesi ile Türkiye’ye adaylık statüsü tanınması,
Türkiye-AB ilişkilerine farklı bir boyut kazandırmıştır. 2002 Kopenhag Zirvesi’nde, Türkiye
tarafından Kopenhag siyasi kriterlerinin yerine getirilmesi şartıyla 2004 yılında müzakerelere
başlanacağının belirtilmesi ve 3 Ekim 2005 tarihinde tam üyelik müzakerelerine başlanması
Avrupa Birliği’ne katılım noktasındaki kamuoyu inancını iyiden iyiye perçinlemiştir. Ancak
gerek AB ile bütünleşme önündeki en büyük engellerden birisi olan Kıbrıs meselesi, gerekse
Avrupa devletlerinin Türkiye’ye karşı geçmişten gelen tarihsel ve kültürel önyargılarının
olduğu algısı sürece dair soru işaretleri yaratmaktadır. Bu bağlamda Türkiye, uzun bir süreç
olan AB tam üyeliği hedefine ulaşmak için yalnızca Avrupalı elitlerden değil, aynı zamanda
AB vatandaşlarından da destek görmelidir. (Öniş, 2008: 48) Ayrıca Türkiye’de son dönemde
ortaya çıkan bir dizi iç siyasi gelişmenin de Türkiye-AB ilişkilerini etkilediği belirtilmelidir.
1. KOPENHAG ZİRVESİ VE REFORMLAR
Aralık 2002’de Kopenhag’da toplanan Zirve’nin Sonuç Bildirisi’nde, Türkiye’nin
diğer aday ülkelere uygulanan kriterler temel alınarak Birliğe katılacak olan bir aday ülke
olduğunu belirten 1999 tarihli Helsinki Kararı hatırlatılmış, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini
karşılama yönünde attığı adımlar memnuniyetle karşılanmıştır (Karluk ve Tonus, 2004: 8).
Kopenhag Zirvesi’nde, Aralık 2004’te yayınlanacak AB Komisyonu rapor ve tavsiyesine
dayanarak Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiğine karar verildiği takdirde,
katılım müzakerelerinin gecikmeksizin başlatılacağı kararlaştırılmıştır (Topal, 2009: 21).
Ayrıca Zirve’de Türkiye için tekrar gözden geçirilmiş bir Katılım Ortaklığı Belgesi
hazırlanması, mevzuatın AB müktesebatına uyumlu hale getirilmesi ve Gümrük Birliği
kapsamındaki ticari birlikteliğin geliştirilmesi ve derinleştirilmesi yönünde kararlar alınmıştır.
AB tarafından Türkiye’ye verilen katılım öncesi mali yardımın da önemli ölçüde artacağı ve
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
71
2004 yılından itibaren bu yardımın bütçedeki katılım öncesi harcama başlığı altında
yapılacağı Sonuç Bildirgesi’nde belirtilmiştir.
Kopenhag Zirvesi’nde kriterlerin yerine getirilmesi halinde tam üyelik müzakerelerine
gecikmeksizin başlanacağının belirtilmesi Türkiye-AB ilişkilerindeki en önemli gelişmelerden
biri olmuştur. Ancak Rıdvan Karluk’a göre AB daha önceki zirvelerde olduğu gibi Kopenhag
Zirvesi’nde de Türkiye’ye ayrımcı davranmış, Helsinki’de adaylığı kabul edilmesine ve
Türkiye’ye farklı bir işlemde bulunulmayacağı taahhüt edilmiş olmasına rağmen,
müzakerelere başlama tarihi verilmemiştir (Karluk, 2013: 393). AB Türkiye’ye müzakereler
için somut bir tarih vermek yerine, demokrasi ve insan haklarını içeren Kopenhag kriterleri
karşılandığı taktirde müzakerelere başlanacağı hususunda söz vermiştir (Teitelbaum ve
Martin, 2003: 97). “Kopenhag kriterlerine uyum” bağlamındaki faaliyetlerin
değerlendirileceğinin ve bu sonuca göre 2004’te müzakerelere başlanacağının belirtilmesi,
Türkiye tarafından ucu açık ve esnek bir şart olarak görülmüştür.
Türkiye 2003 yılında Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için çalışmalarını
hızlandırmıştır. 4 Şubat 2003’te yürürlüğe giren Beşinci Uyum Paketi ile birlikte Ceza
Muhakemeleri Kanunu ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda gerçekleştirilen
değişikler kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları temelinde
yargılamanın iadesine gidebilme hakkı getirilmiştir. 19 Temmuz 2003 tarihinde yürürlüğe
giren Altıncı Uyum Paketi kapsamında ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6.
protokolüne uygun olarak savaş hali ve çok yakın savaş tehlikesi dışında ölüm cezası
kaldırılmıştır (abgm, 2008: 8). İlaveten namus cinayetleri için daha ağır cezalar öngörülmüş,
Nüfus Kanunundan kaynaklanan ve millî kültür, gelenek ve göreneklere uygun olmayan
isimler konusundaki sınırlandırmalar kaldırılmıştır. Değişikliğin dördüncü maddesiyle Türk
vatandaşlarının geleneksel olarak günlük hayatlarında kullandıkları dil ve lehçelerde radyo-tv
yayını yapılması mümkün hale gelmiştir (abgm, 2008: 8). Yine Altıncı Uyum Paketi
kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin idarî davalarla ilgili kararları bağlamında
yargılamanın yenilenmesi İdarî Yargılama Usulü Kanununda da kabul edilmiştir. Yedinci
Uyum Paketinde Eski TCK’nın 159. maddesinin birinci fıkrasındaki Devletin manevî
şahsiyetini tahkir suçunun asgarî ceza miktarı bir seneden altı aya indirilmiş; Terörle
Mücadele Kanununun 7.maddesine “şiddete teşvik” unsuru da eklenerek “şiddete teşvik
etmeyen propaganda” yardım ve yataklık kapsamından çıkarılmış; sivillerin askeri
mahkemelerde yargılanma halleri azaltılmış; işkenceyle mücadele bağlamında bir adım daha
atılarak işkence ve kötü muamele suçları acele işlerden sayılmış ve ivedilikle ele alınması
hükme bağlanmış; çocuk mahkemelerinin kuruluş, görev ve yargılama usulü hakkında
kanunda öngörülen değişiklikle çocuk kavramı yeniden düzenlenmiş ve çocuk yaş sınırı
15’den 18’e çıkarılmıştır. Ayrıca Milli Güvenlik Kanunu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği Kanununda yapılan değişiklik sayesinde kurulun görev yetkileri gözden
geçirilmiş ve kurulun danışma organı niteliği hakkındaki yanlış algılamaların önüne
geçilmiştir (abgm, 2008: 9). Bu paketle birlikte MGK’nın olağan toplanma aralığı 2 ay olarak
belirlenmiş ve sivillerin de MGK Genel Sekreteri seçilebilmesinin yolu açılmıştır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
72
Tüm bu uyum çabalarının yanında, Türkiye’nin AB yolundaki reformları hızlı ve etkin
bir biçimde gerçekleştirmesi ve uyum için gerekli olan yoğun yasama faaliyetlerini hayata
geçirebilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanının 2 Mayıs 2001 tarihli ve
76 sayılı kararıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde “Avrupa Birliği
Komisyonu”nun kurulmasına yönelik bir çalışmanın başlatılmasına karar verilmiştir. 19 Nisan
2003 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım
sürecine ilişkin gelişmeleri izleyip, müzakere edecek ve TBMM’ye sunulan kanun tasarı ve
teklifler ile kanun hükmünde kararnamelerin AB mevzuatına uygunluğunu inceleyecek ve
ihtisas komisyonlarına görüş sunacak olan Avrupa Birliği Uyum Komisyonu kurulmuştur
(Palabıyık ve Yıldız, 2006: 87).
Avrupa Birliği Uyum Komisyonu, Türkiye’nin AB müktesebatına uyum çerçevesinde
gerçekleştirdiği faaliyetlerin parlamento denetimine açılması bağlamında önemli bir rol
üstlenmiştir. Komisyon, Türkiye’nin mevzuatının AB müktesebatına uygunluğunu
denetlemenin yanında, Avrupa Birliği’ndeki gelişmeleri takip etmek, Avrupa Birliği
kurumları ile diğer üye ve aday ülke eş parlamentoları ve Avrupa Birliği komisyonlarıyla
ilişkileri yürütmek ve Avrupa Birliği’ne katılım konusunda kamuoyunu bilgilendirici
etkinlikler yapmakla da görevlidir. Komisyon, görevleri ile ilgili olarak, bakanlıklardan, genel
ve katma bütçeli dairelerden, mahalli idarelerden, üniversitelerden ve diğer kamu kurum ve
kuruluşları ile özel kuruluşlardan bilgi istemek ve ilgililerini çağırıp bilgi almak yetkilerine
sahiptir (TBMM, 2003).
2. GÜNEY KIBRIS RUM KESİMİ’NİN AB’YE ÜYELİĞİ
Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi ve Kıbrıs temelinde on yıllardır devam
eden sorunlar, Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunun önündeki en büyük engellerden biri
olmuştur. Atina, Yunanistan’ın AB üyeliğini takip eden yirmi yıl boyunca Kıbrıs ve Ege
sorunlarını Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde etkilemek ve Avrupa’daki Türkiye
karşıtlarını mobilize etmek için kullanmıştır (Tocci, 2011: 76). Bu bağlamda Türkiye ile AB
arasındaki Gümrük Birliği müzakerelerini tıkayan Yunanistan vetosunun, Türkiye açısından
son derece olumsuz sonuçlar ortaya çıkaran “Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliği” konusunda Rumlar
lehine alınan bir takım kararlardan sonra kalktığı belirtilmelidir. Nitekim Yunanistan, AB ve
Türkiye arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması’na yönelik vetosunu, Kıbrıs ve AB arasındaki
katılım müzakerelerinin Hükümetlerarası Konferans’ın bitimini müteakiben 6 ay içerisinde
yani 1998’de başlaması şartıyla kaldırmıştır (Grigoriadis, 2011: 120). Sonuç olarak AB ile
Kıbrıs arasındaki tam üyelik müzakereleri 30 Mayıs 1998 tarihinde başlamış ve müzakere
süreci 1 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliği ile sonuçlanmıştır.
Türkiye’nin AB müktesebatına uyum çalışmalarının sürdüğü sırada, Güney Kıbrıs
Rum Kesimi’nin adanın tümünü temsilen AB’ye tam üye olarak kabul edilmesi ve dolayısıyla
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerini yürüteceği
süreçte veto yetkisi elde etmesi, Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu
gelişmenin hemen öncesinde adanın birleştirilmesini ve tek bir devlet kurulmasını içeren
Annan Planı referandum yoluyla Kıbrıs halkına sunulmuştur. Kıbrıs Rum Devleti ile Kıbrıs
Türk Devleti'nin eşit yetkilere sahip olduğu vurgulanan planda, iki kurucu devletin
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
73
kendilerini, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası sınırları içerisinde ve hukukun üstünlüğü,
demokrasi, laiklik ve temsili hükümet temel ilkelerine göre, kendi anayasaları altında özgürce
düzenleyeceği kaydedilmiş ve Plan doğrultusunda Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki
bakanlıkların en az üçte birinin Türklerden oluşması, devlet başkanlığı ve başbakanlık
görevlerinin ise on ayda bir Türkler ve Rumlar arasında değişmesi öngörülmüştür.6 Nisan
2004’te gerçekleştirilen ve Ada’nın birleşmesini öngören Birleşmiş Milletler Planı’nın
oylandığı referandumda Kıbrıslı Türkler plana evet derken, Kıbrıslı Rumların ezici çoğunluğu
GKRY Cumhurbaşkanı Tassos Papadopoulos’un da teşvikiyle hayır oyu kullanmıştır
(Hughes, 2007: 284). Böylece Kıbrıs’ta barış ve istikrarı sağlamayı amaçlayan Annan Planı
Rumlar tarafından reddedilmiştir. Rum tarafının bu reddi karşısında, BM ve AB dâhil tüm
uluslararası camianın desteklediği bu kapsamlı çözüm planı geçersiz hale gelmiştir (Sandıklı
ve Akçadağ, 2011: 4). BM Genel Sekreteri Annan, 28 Mayıs 2004 tarihli İyi Niyet Misyonu
raporunda, referandumlar sonrasında Kıbrıs Türklerinin durumunun uluslararası camia
tarafından ele alınması gereğine işaret etmiş ve Kıbrıs Türklerine baskı uygulamak veya
onları dünyadan tecrit etmek için hiçbir gerekçe kalmadığını belirtmiştir (Sandıklı ve
Akçadağ, 2011: 4-5). Ayrıca Annan Planı’nın Rum halkı tarafından reddedilmesine rağmen
Güney Kıbrıs’ın AB’ye 1 Mayıs 2004’te derhal kabul edilmesi Türkiye tarafından tepkiyle
karşılanmıştır. Türkiye’nin havaalanlarını ile limanlarını kapattığı ve tanımadığı GKRY’nin
AB’ye üye olması daha sonraki dönemlerde Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde
etkilemiştir. Tocci’ye göre uzun yıllara dayanan ve taraflar arasında bir türlü uzlaşma
sağlanamayan Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecindeki en büyük engeldir
(Tocci, 2011: 76).
3. 16-17 ARALIK 2004 BRÜKSEL ZİRVESİ
16-17 Aralık tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen AB Zirvesi, Türkiye AB ilişkileri
bağlamında çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Söz konusu Zirve’de Türkiye ile AB
arasındaki katılım müzakerelerinin başlama tarihinin belirlenmesi, Türkiye’nin 1959 yılından
bu yana devam eden AB yolculuğundaki en önemli gelişmelerden biri olmuştur. Türkiye’nin
40 yılı aşkındır sürdürdüğü entegrasyon sürecinin tam üyelikle sonuçlanacağı beklentisi
artmıştır (Redmond, 2007: 305).
Zirve Sonuç Bildirgesi’nde, Türkiye’nin diğer aday ülkelerle aynı kriterler temelinde
değerlendirilecek bir aday ülke olduğu ve 2004 yılı Aralık ayı Zirvesi’nde, Komisyon’un
raporu ve tavsiyesi temelinde Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiğine
karar verilmesi durumunda, müzakerelere gecikmeksizin başlayacağı hatırlatılarak, Avrupa
Konseyi’nin, Türkiye’nin başlatmış olduğu reform sürecindeki ilerlemeyi memnuniyetle
karşıladığı ve reform sürecinin devam edeceği yolundaki inanç belirtilmiş ve Türkiye’nin,
yeni üyelerin katılımını göz önüne alarak, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına yönelik
Protokol’ü imzalama kararının ve Türkiye’nin beyanının memnuniyetle karşılandığı ifade
edilmiştir (DTM, 2007: 450). 73 maddelik Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi’nin Türkiye’yle
ilgili olan paragrafları aşağıdaki gibidir.
6 Detaylı bilgi için bkz. www.abbulteni.org/pdf/ANNANPLANItrOZET.pdf, Erişim tarihi: 11.03.2014
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
74
—Avrupa Konseyi, Türkiye’ye ilişkin olarak, Helsinki’de “Türkiye, diğer aday
ülkelere uygulananlar ile aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya yönelmiş bir aday
ülkedir” ve bunu takiben eğer Aralık 2004 tarihli toplantısında Avrupa Konseyi, “Komisyon
raporu ve tavsiyesi üzerine Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini karşıladığına karar
verirse, Avrupa Birliği, Türkiye ile katılım müzakerelerini gecikmeksizin başlatacaktır.”
şeklinde alınan önceki sonuçları hatırlatmaktadır.
—Avrupa Konseyi, Türkiye’nin geniş kapsamlı reform sürecinde göstermiş olduğu
kararlı ilerlemeyi memnuniyetle karşılamakta ve Türkiye’nin bu reform sürecini devam
ettireceğine dair inancını ifade etmektedir. Ayrıca, Türkiye’den, Komisyon tarafından
belirlenmiş olan altı ayrı mevzuat başlığının yürürlüğe koyulmasına yönelik çabalarını etkin
bir şekilde sürdürmesini beklemektedir. Siyasi reform süreci, bu sürecin geri dönülmezliğinin
temin edilmesi ve tam, etkili ve kapsamlı uygulamanın sağlanması için, özellikle temel
özgürlükler ve insan haklarına saygı gösterilmesi kapsamında, Komisyon tarafından yakın bir
şekilde izlenmeye devam edilecektir. Komisyon, bu bağlamda, işkence ve kötü muameleye
sıfır-hoşgörü politikası da dahil olmak üzere, 2004 yılı raporunda altı çizilen hususlar ve
tavsiyeler temelinde, Konsey tarafından düzenli rapor vermeye davet edilmiştir. Avrupa
Birliği, siyasi reform sürecine ilişkin kaydedilen aşamayı, Katılım Ortaklığı Belgesi’nde
belirlenmiş olan öncelikler temelinde yakından izlemeye devam edecektir.
—Avrupa Konseyi, Türkiye’nin, yeni AB üyesi ülkelerin katılımını dikkate alarak,
Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına dair protokolü imzalamak yönündeki kararını
memnuniyetle karşılamaktadır.
—Bunun ışığında, Türkiye’nin, “Türk hükümeti, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına
ilişkin Protokol’ü katılım müzakerelerinin fiilen başlamasından önce ve AB üyeliğinin mevcut
durumu çerçevesinde gerekli olan uyarlamaların üzerinde anlaşmaya varılması ve
tamamlanması ertesinde imzalamaya hazırdır” yönündeki deklarasyonunu memnuniyetle
karşılamaktadır.
—Avrupa Konseyi, iyi komşuluk ilişkileri kurulmasına yönelik açık taahhütler
verilmesi gereğinin altını çizerek, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirmesini ve
bekleyen sınır uyuşmazlıklarının Birleşmiş Milletler Şartı’nın uyuşmazlıkların barışçı çözümü
ilkesine uygun bir şekilde çözüme kavuşturulması için ilgili Üye Ülke ile işbirliğine devam
etmeye hazır olmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Konuya ilişkin olarak, başta
Helsinki’de alınmış olanlar olmak üzere, önceki sonuç bildirgeleri uyarınca, Avrupa Konseyi,
bekleyen uyuşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirmiştir ve buna ilişkin istikşafi
(açıklayıcı) temasları memnuniyetle karşılamaktadır. Bu bağlamda, katılım sürecini sekteye
uğratabilecek nitelikteki çözümlenmemiş uyuşmazlıkların, gerektiği takdirde,
sonuçlandırılmak için Uluslararası Adalet Divanı’na götürülebileceği yönündeki görüşünü
teyit etmektedir. Avrupa Konseyi, kaydedilen ilerlemeler konusunda bilgilendirilecek ve
konuyu, uygun görüldüğü taktirde, gözden geçirecektir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
75
—Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu tarafından 15 Aralık 2004 tarihinde kabul
edilen kararı not etmektedir.
—Avrupa Konseyi, Komisyon tarafından belirlenmiş olan altı mevzuat başlığının
kabul edilmesini memnuniyetle karşılamaktadır. Yukarıda belirtilenler ve Komisyon’un
raporu ve tavsiyesi ışığında, söz konusu mevzuatın yürürlüğe girmesi kaydıyla, Türkiye’nin
Kopenhag siyasi kriterlerini, müzakerelerin başlatılması sağlayacak ölçüde tatmin edici bir
şekilde karşıladığına karar vermektedir.
—Bu bağlamda, Komisyon, 23. paragraf temelinde Konsey’e Türkiye ile yürütülecek
müzakerelerin çerçevesine ilişkin bir öneri sunmaya davet edilmektedir. Konsey’den,
müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde açılmasına yönelik olarak söz konusu çerçeve üzerinde
uzlaşı sağlaması talep edilmektedir (IKV’den aktaran Karluk, 2013: 404).
Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye’yle ilgili son paragrafında belirtildiği üzere Komisyon
Konsey’den 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye ile müzakerelere başlanmasını talep etmiştir. Bu
gelişmeyle Türkiye AB’den kesin tarih alması bağlamında üyelik amacı doğrultusunda
kısmen hedefine ulaşmıştır. Ancak Türkiye açısından en olumsuz nokta GKRY’nin Gümrük
Birliği’ne dâhil edilmesi hususunda taahhüt altına girilmiş olmasıdır. AB’nin Zirve’de
müzakerelerin başlatılabilmesi için Ek protokol’ün GKRY’ni de kapsayacak şekilde
genişletilmesini istemesi, Türkiye’nin masadan kalkmasına yol açacak kadar ciddi bir sorun
olmuştur. Ancak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Zirve Sonuç Bildirgesi’nin 19’uncu
paragrafına Türk Hükümeti adına Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın paraf etmesini kabul ederken
“19 No’lu paragraf, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda siyasi ve hukuksal pozisyonlarında bir
değişiklik anlamına gelmemektedir. Türkiye bunun bir tanıma anlamına gelmediğini
kaydeder. Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerini temsil etmediğini de belirtir” şeklindeki ifadeyi
tutanağa geçirmiştir (Karluk, 2013: 408-409). Nitekim, Türkiye, 29 Temmuz 2005 tarihinde
AB dönem başkanı İngiltere ile yürüttüğü görüşmeler sonucunda protokolü onaylamış ve
onaylarken de bunun GKRY’ni tanıma anlamına gelmeyeceğini bir deklarasyon yayınlayarak
ilan etmiştir (Aksu, 2007: 37).
Türkiye açısından bir başka olumsuz nokta da 17 Aralık 2004 Zirve Bildirisi’nde tam
üyelik dışındaki alternatiflere açık kapı bırakan ifadelerin yer almasıdır. Bildiride yer alan
“Müzakerelerin hedefi tam üyeliktir. Sürecin ucu açıktır. Aday ülke, üyelik sorumluluklarını
yerine getiremeyecek olursa AB’ye güçlü bağlarla bağlanır” ifadesi “Ayrıcalıklı Ortaklık”7
seçeneğinin hâlâ gündemde olduğunu göstermiştir. Diğer aday ülkeler için müzakere süreci
7 Beril Dedeoğlu’na göre ‘Ayrıcalıklı Ortaklık’, günümüz AB mevzuatında yer almayan hukuki bir bağa karşılık
gelmeyen, henüz daha çok AB kamuoylarının ve Türkiye’nin tepkilerini ölçme amaçlı bir siyasal ifadedir ve
bununla birlikte, konunun bir “Konsey kararı” haline gelmesi, hiç de zor olmayacaktır (Dedeoğlu, 2005: 42-43).
Ayrıcalıklı ortaklık hükümleri ve uygulamaları belli olmayan bir ilişki biçimi olmakla birlikte, kamuoyuna
yansıdığı kadarıyla, Gümrük Birliği’nin sürdürülüp geliştirilmesi ve güvenlik hususundaki işbirlikleridir.
Gümrük Birliği’nin derinleşmesiyle AB’nin ve Türkiye’nin sanayi ürünleri pazarı garanti altına alınacak,
tarafların sanayi elitleri memnun edilecek ve ekonominin diğer alanlarında da bütünleşme sağlanması için bir
çaba gösterilmesine gerek kalmayacaktır. (Dedeoğlu, 2005: 43). Güvenlik hususundaki işbirliği ise AB’nin
Türkiye’nin askeri kapasitesi ile birlikte jeopolitik ve stratejik avantajlarını, Türkiye’yi tam üye olarak kabul
etmeden kendi mekanizması içine dâhil etmesi anlamına gelmektedir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
76
açık bir şekilde belirtilerek, amaçlanan tam üyelik tarihi müzakerelerin başından itibaren net
olarak belirtilmiştir (Akgönenç, 2010: 158). Buna karşın Türkiye’ye yönelik, müzakere
sürecinin ucu açık olduğu ve neticede tam üyeliği garantilemeyeceği anlamına gelen ifadeler
kullanılmıştır (Akgönenç, 2010: 158). Önceki aday ülkeler döneminde yer almayan bu
ifadelerin 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi Bildirgesinde yer alması, Fransa ve Avusturya’nın
isteği ile gerçekleşmiştir. Bu iki ülke Türkiye’nin müzakere sürecinde başarısız olması
durumunda imtiyazlı üye olabileceğini belirtmiştir. Avusturya ve Fransa ile birlikte onlarla
aynı düşünceyi paylaşan bir çok üye ülkenin tutumu, tam üyeliğin Türkiye için uzun vadeli bir
hedef olması gerektiği ve imtiyazlı ortaklığın Türkiye-AB ilişkileri bağlamında daha uygun
bir çerçeve olduğu yönündedir (Redmond, 2007: 305-306).
AB Komisyonu tam üyelik müzakerelerine başlamadan önce, Türkiye’nin AB
müktesebatına uyumu doğrultusunda siyasi ve ekonomik önceliklerini belirlemek üzere bir
Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlayacaktır. Türkiye bu belge doğrultusunda Ulusal Program
düzenleyecek ve müzakereler 3 Ekim 2005’te üye ülkelerin ve Türkiye’nin katılımı ile
başlayacaktır.
4. KATILIM MÜZAKERELERİ
4.1. Müzakere Çerçeve Belgesi
3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da düzenlenen Hükümetlerarası Konferans’ta 23
maddelik Müzakere Çerçeve Belgesi (MÇB) kabul edilmiştir. Müzakere Çerçeve Belgesi’nde,
müzakerelere ilişkin ilkeler, müzakerelerin içeriği, müzakere usulleri ve müzakerelere ilişkin
organizasyon açık bir şekilde ortaya konmuştur (DTM, 2007: 469). MÇB 16-17 Aralık
Brüksel Zirvesi’nde alınan kararlarla paralellik göstermekte ve aksi yönde bir madde
içermemektedir. MÇB’de yer alan bazı önemli noktalar aşağıdaki gibidir.
MÇB’nin ilk bölümünü oluşturan “müzakerelere ilişkin ilkeler” başlığı altında
müzakerelerin ortak amacının üyelik olduğu vurgulanmış, ancak müzakerelerin sonucunun
önceden garanti edilemeyecek ucu açık bir süreç olduğu belirtilmiştir. Yine aynı maddenin
devamında Türkiye’nin üyelik gereklerini yerine getirmediği tespit edildiği takdirde Avrupa
yapılarına mümkün olan en kuvvetli bağlarla bağlanmasının sağlanması gerektiği ifade
edilmiştir.
MÇB’nin 5. Maddesinde Türkiye’nin özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygı,
temek hak ve özgürlükler ve hukukun üstünlüğü ilkelerini ihlal etmesi durumunda
müzakerelerin askıya alınabileceği belirtilmektedir.
6’ncı Maddede Türkiye’nin müzakerelerdeki ilerlemelerinin, Kopenhag kriterleri
çerçevesinde “hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve azınlıkların korunması ilkelerini
koruyacak kurumların istikrarı, işleyen bir piyasa ekonomisi ve AB müktesebatını etkin bir
şekilde uygulayacak ve yürütecek idari kapasite” ölçütlerine göre değerlendirileceği
belirtilmekte; ayrıca Türkiye’nin Kıbrıs sorununu Birleşmiş Milletler bünyesinde ve Birliğin
üzerine kurulu olduğu temel ilkeler doğrultusunda kapsamlı bir şekilde çözüme kavuşturma
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
77
çabalarına destek vermesi gerektiği, Ortaklık Anlaşması ve Ek Protokol’den doğan
yükümlüklerini yerine getirmesi ve düzenli bir şekilde revize edilen Katılım Ortaklığı
Belgesi’ni uygulaması gerektiği ifade edilmektedir.
12’nci Maddede Uzun geçiş süreleri, derogasyonlar, spesifik düzenlemeler veya daimi
korunma hükümleri öngörülebileceği ve Komisyonun bu hükümleri, kişilerin serbest
dolaşımı, yapısal politikalar veya tarım gibi alanlarda hazırlayacağı önerilere dahil edebileceği
vurgulanmaktadır.
13’üncü Maddede Türkiye’nin Birliğe katılımının önemli mali sonuçlar doğurabileceği
ve müzakerelerin gerçekleştirilecek mali reformlarla birlikte 2014 yılından sonraki dönemi
kapsayan Mali Çerçevenin oluşturulmasından sonra tamamlanabileceği belirtilmiştir.
4.2. Ek Protokol’ün imzalanması
Türkiye ile AB arasında müzakerelerin başlamasının önündeki en büyük engellerden
bir tanesi GKRY’ni tanıma anlamına gelebilecek olan Ek Protokol’ün imzalanma meselesi
olmuştur. AB söz konusu protokolün imzalanmasını, 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelerin
başlatılabilmesi için ön şart olarak ileri sürmüştür. Türkiye ile AB arasındaki Gümrük
Birliği’nin, AB’ye dâhil olan 10 yeni ülkeyi de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören
Ek Protokol 29 Temmuz 2005’te Brüksel’de imzalanmıştır. Ancak Türkiye Ek Protokol’ün
imzalanmasının GKRY’ni tanıma anlamına gelmediğini belirten bir bildiri yayınlamıştır. Söz
konusu Bildiride aşağıdaki ifadelere yer verilmiştir.
1. Türkiye, Kıbrıs sorununa siyasi bir çözüm bulunması yönündeki kararlılığını muhafaza
etmektedir ve bu yöndeki tutumunu da açıkça ortaya koymuştur. Bu doğrultuda Türkiye,
BM Genel Sekreteri’nin iki-kesimli yeni bir ortaklık devleti kurulmasını hedefleyen
kapsamlı çözüme ulaşma yönündeki çabalarını desteklemeyi sürdürecektir. Adil ve kalıcı
bir çözüm, bölgede barışa, istikrara ve uyumlu ilişkilerin tesisine önemli bir katkıda
bulunacaktır.
2. İşbu Protokol’de atıfta bulunulan Kıbrıs Cumhuriyeti, 1960’ta kurulan asıl ortaklık
devleti değildir.
3. Türkiye bu nedenle, Kıbrıs Rum makamlarının, halihazırda olduğu gibi,Kıbrıs’ta sadece
ara bölgenin güneyinde otorite, denetim ve yetki icra ettiği ve Kıbrıs Türk halkını temsil
etmediği şeklindeki tutumunu sürdürecek ve anılan makamların tasarruflarını buna göre
muameleye tabi tutacaktır.
4. Türkiye bu Protokol’ün imzalanması, onaylanması ve uygulanmasının, Protokol’de atıfta
bulunulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin herhangi bir biçimde tanınması anlamına gelmediğini
ve Türkiye’nin 1960 Garanti, İttifak ve Kuruluş Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve
mükellefiyetlerini haleldar etmediğini beyan eder.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
78
5. Türkiye, işbu Protokol’e taraf olmasının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile mevcut
ilişkilerini değiştirmeyeceğini teyit eder.
6. Kapsamlı bir çözüm bulununcaya değin, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin tutumu
değişmeyecektir. Türkiye, Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüm sonucunda oluşacak yeni ortaklık
devleti ile ilişkiler tesis etmeye hazır olduğunu beyan eder”(Aksu, 2007: 37-38).
Türkiye’nin GKRY’ni tanımadığını belirten bildiriyi yayınlamasına rağmen, Gümrük
Birliği’ni yeni üye olan devletleri kapsayacak şekilde genişleten Ek Protokol’ü imzalaması,
Türkiye’nin Kıbrıs politikası bağlamında sorun teşkil edebilecek bir gelişmedir. Bu protokol
ile Türkiye, AB’nin 2003 genişlemesinden sonra birliğe üye olan Kıbrıs Rum Kesimi dahil
tüm yeni Avrupa üyelerini tanımış, kabul etmiş ve dolayısıyla hepsine eşit muamele yapma
yükümlülüğü altına girmiş olacaktır (Akgönenç, 2010: 124). Ek Protokol’de GKRY Kıbrıs
Cumhuriyeti olarak tanımlanmaktadır ve Ankara Anlaşması’nın Kıbrıs’a da uygulanacağına
ilişkin bir hukuki metininin imzalanması söz konusu devletin de facto (fiilen) olarak
tanınması anlamına gelebilir. Nitekim Avrupa Birliği de Türkiye’nin yayınladığı Bildiri’nin
yasal bir hükmünün olmadığını 21 Eylül 2005 tarihinde yayınladığı “Karşı Bildiri” ile ifade
etmiştir. Karşı Bildiri’de Türkiye’nin Kıbrıs Bildirisi’nin tek taraflı olduğu, Protokol’ün bir
parçasını oluşturmadığı, Türkiye’nin Protokol’den kaynaklanan yükümlülükleri üzerinde
herhangi bir yasal etkisi bulunmadığı öne sürülmektedir (Karluk, 2013: 479). Bildiri’de Ek
Protokol’ün ayrım yapılmadan tüm AB üyelerine uygulanması gerektiği, malların serbest
dolaşımı ve ulaştırma araçlarıyla ilgili olan hükümlerin yerine getirilmesinin beklendiği ve Ek
Protokol’ün uygulanmasının 2006 yılında izleneceği ifade edilmiştir. Türkiye’nin
yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda 3 Ekim’de resmen başlaması öngörülen tam
üyelik müzakerelerinde başlıkların açılmayacağı mesajı verilmekte, 1 Mayıs 2004’ten itibaren
AB üyesi olan “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, uluslararası hukuk çerçevesinde devlet olarak
tanındığı ifade edilmektedir (Karluk, 2013: 480).
4.3. Müzakerelerin Başlaması
Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 29 Haziran 2005’te kabul edilerek Konsey’e
sunulmasının ardından, Belge, 3 Ekim 2005 tarihinde Konsey tarafından onaylanmış, aynı
tarihte Türk tarafına iletilmiş ve metnin Türk tarafınca da kabul edildiği beyanını takiben 3
Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da yapılan Hükümetlerarası Konferansla Türkiye’nin
AB’ye katılım müzakereleri resmi olarak başlatılmıştır (DTM, 2007: 470).
Kopenhag siyasi kriterlerinin Türkiye tarafından yerine getirildiğine karar verilmesi
müzakere sürecinin başlamasını sağlamıştır. Bu sürece girildikten sonra AB, Türkiye’nin
müktesebatı uyumlaştırma ve reformları gerçekleştirme uygulamalarını yakından izlemeye
devam etmiştir. Katılım müzakereleri, Türkiye’nin AB müktesebatını ne kadar sürede kendi iç
hukukuna aktarıp, yürürlüğe koyacağının ve etkili bir şekilde uygulayacağının belirlendiği
süreçtir (Karluk, 2013: 461).
Müzakere süreci öncelikle tarama aşaması ile başlamaktadır. Tarama döneminde AB
müktesebatı kapsamındaki mevzuat ile ilgili bilgi verilmekte, AB müktesebatı ile aday ülke
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
79
mevzuatı arasındaki farklılıklar belirlenmekte ve uyum sürecinin genel bir takvimi ve bu
süreçte karşılaşılacak sorunlar ortaya konmaktadır (Karluk, 2013: 461).
Müzakerelerde açılan ilk başlık bilim ve araştırma alanında olmuştur. GKRY,
Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını Güney Kıbrıs uçaklarına ve gemilerine açmaması
halinde müzakerelerin başlayamayacağını ifade etmiştir. Ortak Tutum Belgesi’ne “Türkiye
yükümlülüklerini tam anlamıyla yerine getirmezse bunun tüm müzakere sürecini
etkileyeceği” ve “AB’nin gerekli görmesi halinde ilgili müzakere başlığına geri dönebileceği”
gibi bazı ifadeler eklenerek Rum Kesimi ikna edilmiştir (Aybet’ten aktaran, Demirkıran,
Çiçek, Eltetik, Sarıkçıoğlu, 2010: 71). Sonuç olarak Türkiye ile AB arasındaki fiili
müzakereler 12 Haziran 2006 tarihinde Lüksemburg’da bilim ve araştırma başlığında
başlamış ve başlık açılıp geçici olarak kapanmıştır.
Müzakerelerin başlamasına rağmen Türkiye tarafından GKRY gemi ve uçaklarına
uygulanan yasağın devam etmesi ve KKTC’ye uygulanan izolasyona yönelik olarak
Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün yürürlüğe konulmaması, sürecin tıkanmasına yol açmıştır.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin liman ve havaalanlarının Rumlara açılmasının,
Kıbrıslı Türklere yönelik ekonomik izolasyon kaldırılmadığı sürece mümkün olmadığı
biçimindeki düşüncesine bağlı olduğunu bildirmiştir (abhaber’den aktaran Karluk, 2013: 454).
Nitekim Türkiye’nin Ankara Anlaşması’nı Kıbrıs’a teşmil eden (kapsamına alan) Ek
Protokol’ü uygulamaması üzerine, 2006’nın Aralık ayında Avrupa Birliği Konseyi
Zirvesi’nde, sekiz müzakere başlığı askıya alınmıştır (Yanarışık, 2012: 61). Askıya alınan
başlıklar Malların Serbest Dolaşımı, İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunumu Serbestisi, Mali
Hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Taşımacılık Politikası, Gümrük Birliği ve
Dış İlişkiler başlıklarıdır. Aynı zamanda Ek Protokol’ün hükümleri Türkiye tarafından
uygulanana kadar hiçbir fasıl geçici olarak kapatılmayacaktır.
Bundan sonra 2007 yılında 6 (İşletmeler ve Sanayi Politikaları, İstatistik, Mali
Kontrol, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Trans-Avrupa Şebekeleri) ve 2008 yılında 4
(Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Bilgi Toplumu ve
Medya) fasılda fiili müzakereler açılmıştır (Demirkıran v.d., 2010: 71). Daha sonra 30
Haziran 2010 tarihinde Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı başlığı, son olarak da 5
Kasım 2013 tarihinde Brüksel’de düzenlenen Hükümetlerarası Konferansta Bölgesel Politika
ve Yapısal Araçların Koordinasyonu faslı müzakerelere açılmıştır.
Birliğin önde gelen ülkelerinden Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak
bakmaması da müzakere sürecini olumsuz etkileyen önemli faktörlerden biri olmuştur.
Özellikle 16 Mayıs 2007’den 15 Mayıs 2012’ye kadar Fransa Cumhurbaşkanlığı görevini
yürüten Nicolas Sarkozy döneminde Türkiye’ye karşı takınılan ideolojik tutum bazı müzakere
başlıklarının açılamamasına neden olmuştur8. Fransa Tarım ve Kırsal Kalkınma, Ekonomi ve
Parasal Politika, Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu, Mali ve Bütçesel
8 Nicolas Sarkozy Türkiye’nin üyeliğine muhalefet ederken daha çok coğrafi ve kültürel unsurlar üzerinde
durmuştur. Sarkozy Le Monde Gazetesine verdiği bir röportajda Türkiye konusunda görüşlerinin değişmediğini
"AB her şeyden önce Avrupa kıtası içindir. Bildiğim kadarıyla, büyük güç, büyük ulus olan Türk dostlarımız
esasen Küçük Asya'dalar" sözleriyle bir kez daha ifade etmiştir. (ntvmsnbc, 2011)
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
80
hükümler ile birlikte Kurumlar başlıklarının açılmasını tam üyelikle ilişkili oldukları için
engellemiştir. Nitekim Fransa eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, müzakerelerin sürmesini
istediklerini ancak müzakereler sonucunda Türkiye ile tam üyeliği değil “imtiyazlı ortaklık”
modeline benzeyen farklı bir ortaklık oluşturulmasını tercih ettikleri için tam üyelik için şart
görülen başlıkları bloke ettiklerini açıklamıştır (Karluk, 2013: 465).
5. TÜRKİYE’DEKİ BAZI İÇ SİYASİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE-AB
İLİŞKİLERİNE ETKİSİ
5.1. Gezi Olaylarının Türkiye-AB İlişkilerine Etkisi
“Gezi Parkı protestoları” İstanbul Taksim’de bulunan Gezi Parkı yerine, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi tarafından alışveriş merkezi yapılmak istenmesi üzerine 27 Mayıs
2013 tarihinde başlayan ve daha sonra tüm yurt geneline yayılan bir toplumsal harekettir.
Barışçıl bir şekilde başlayan protestolar, güvenlik güçlerinin sert müdahalesi ile birlikte can
kayıplarının yaşandığı kitlesel bir protestoya dönüşmüştür. Daha sonra İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Taksim'deki Gezi Parkı'nın bulunduğu yere AVM, otel ya da
rezidans yapılmayacağını belirterek, burada bir kent müzesi yapılacağını söylemiştir (Yaman,
2013).
Gezi Parkı olayları tüm dış dünyada olduğu gibi Avrupa’da da yankı bulmuştur.
Protestolardan kısa bir süre sonra Avrupa Komisyonu'ndan yapılan açıklamada, "Avrupa
Komisyonu İstanbul'daki çatışmalardan endişe duymaktadır. Göstericilere karşı tüm aşırı ve
orantısız güç kullanımı kınıyoruz. AB olarak ifade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü dahil
olmak üzere temel haklar, garanti önemini hatırlamak istiyoruz" denilmiştir (ntvmsnbc,
2013).
Avrupa Parlamentosu (AP) Türk hükümetinin Gezi Parkı olaylarındaki tutumunu
protesto eden bir karar almıştır. Karar mümkün olduğunca diplomatik ve yumuşak bir üslupla
ifade edilmiş, halihazırda durma noktasına gelen AB-Türkiye ilişkilerine yeni bir darbe
vurmaktan imtina edilmiştir. AP Kararı’nda Polisin göstericilere karşı aşırı ve orantısız güç
kullanmasının derin kaygı uyandırdığı belirtilmiş, Türk hükümeti barışçıl gösteri yapanlara
karşı sert önlemler almaması konusunda uyarılmıştır. Ayrıca aşırı şiddet uygulayan polislerin
yargı önüne çıkarılması gerektiği belirtilmiştir.9
AP kararına Türk hükümetinden gelen tepki sert olmuştur. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından yapılan açıklamalarda Ankara’nın
söz konusu kararı yok saydığı duyurulmuştur. Davutoğlu “Bu karar bize ulaştığında aynen
iade edilecektir” diyerek iktidarın karara ilişkin tepkisini ortaya koymuştur. Dışişleri
Bakanlığı’nın açıklamasında “Avrupa Parlamentosu’nun ülkemizdeki duruma ilişkin olarak
bugün kabul ettiği karar, demokrasinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması ortak hedefimize
zarar veren, gerçeklerden kopuk bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle, bizim açımızdan yok
hükmündedir” ifadeleri kullanılmıştır (Karaca, 2013).
9 Detaylı bilgi için bkz. http://www.dw.de/apnin-gezi-park%C4%B1-karar%C4%B1-ankaray%C4%B1-
k%C4%B1zd%C4%B1rd%C4%B1/a-16878958 Erişim tarihi: 28.04.2014
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
81
Avrupa Komisyonu’nun her yıl Türkiye’deki siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmeleri
değerlendirdiği ilerleme raporları da Türkiye-AB ilişkilerinin gidişatının anlaşılmasını
sağlayan önemli belgelerdir. Nitekim Gezi Parkı Protestoları “Türkiye 2013 İlerleme
Raporu”nda geniş bir şekilde ele alınmıştır. 16 Ekim 2013 tarihinde Komisyon tarafından
yayınlanan raporda yer alan “Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü” başlığı altında, Gezi Parkı
protestolarına katılan az sayıda eylemcinin şiddete başvurduğu ancak gösterilerin genel olarak
barışçıl nitelikte gerçekleştiği ifade edilmiştir. Bazı vakalarda polisin aşırı güç kullandığı
belirtilen raporda, Kolluk Gözetim Komisyonunun kurulmasına ilişkin kanun tasarısının kabul
edilmesi için gerekli prosedürlerin halen tamamlanamadığı ifade edilmiştir. Ayrıca Söz
konusu bağımsız organ sayesinde, emniyet güçleri tarafından yapıldığı iddia edilen görev
suiistimallerine ilişkin soruşturmaların, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı
doğrultusunda ve mağdurların sürece katılımı ile bağımsız, tarafsız ve etkin bir şekilde
yürütülmesinin mümkün olacağı belirtilmiştir (abgs, 2013).
5.2. 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu Sürecinin Türkiye-AB İlişkilerine Etkisi
17 Aralık soruşturması veya 2013 Türkiye Rüşvet Skandalı, Eylül 2012 ve Şubat
2013'teki bir dizi ihbarla başlayıp, 17 Aralık 2013 günü Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın
gözaltı talimatları ve ilgili mahkemelerin arama kararlarının yerine getirilmesi ile
kamuoyunun duyduğu, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali
Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından gerçekleştirilen, aralarında iş adamları, bürokratlar, banka
müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve 61. Türkiye Hükümeti kabine üyesi 4 bakan ile 3
bakan çocuğunun olduğu kişiler hakkında "rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat
karıştırma ve kaçakçılık" suçlarını işledikleri iddiasıyla yürütülen soruşturmadır (Milli
Gazete, 2014).
Söz konusu gelişme 2013 Türkiye İlerleme Raporu’nun revize edilmesini gündeme
getirmiştir. Bu kapsamda en önemli gelişme Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Hollandalı
Türkiye raportörü Hıristiyan Demokrat Grubu üyesi Ria Oomen Ruijten’in hazırlayacağı
Türkiye raporu taslağına, 17 Aralık sonrası yaşananların da eklenmesi gerektiğine dair verilen
değişiklik önergeleri olmuştur (Ergan, 2014). Rapor ile ilgili değişiklik talepleri Avrupa
Parlamentosu’nda karşılığını bulmuş ve 17 Aralık sürecinden sonra birçok değişiklikten geçen
rapor, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu’nda 5 Mart 2014’te, Avrupa
Parlamentosu’nda ise 12 Mart 2014 tarihinde kabul edilmiştir.
Raporda AB’nin Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve üst düzey devlet
görevlilerini de kapsayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla ilgili derin kaygı duyduğu ifade
edilmiştir. Söz konusu operasyonu yürüten savcı ve polislerin görevden alınması üzüntüyle
karşılanmış ve soruşturmanın şeffaf bir şekilde yürütülebilmesi adına yargı bağımsızlığının
ivedi bir şekilde sağlanması gerektiği vurgulanmıştır.
Raporda eleştirilen bir başka önemli konu ise HSYK Kanununda gerçekleştirilen
değişikliklerdir. Yeni Kanunun Adalet Bakanına verdiği yetkilerin bağımsız yargı ilkesiyle
uyuşmadığı belirtilmiştir. Yine yakın geçmişte tasarlanan İnternet Kanunu hakkında AB’nin
derin kaygısını ifade eden Rapor, Yasa’nın internet üzerinde aşırı kontrol ve gözetleme
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
82
mekanizmaları oluşturduğunu belirtmekte, ifade özgürlüğü, hesap sorabilirlik, ve araştırmacı
gazeteciliğin önünde ciddi engeller oluşturacağının altını çizmektedir (Kaymaz, 2014: 4).
Raporda medya bağımsızlığı konusuna da değinilmiştir. Basın özgürlüğü ve ifade
özgürlüğü gibi değerlerin Avrupa’nın temel değerleri olduğu vurgulanmış, İktidarı
eleştirdikleri için işlerini kaybeden gazetecilerin durumu hatırlatılmıştır. Benzer olarak,
tutukluluk halleri devam ettirilerek yargılanan basın mensuplarının yüksek sayısına dikkat
çeken rapor, hükümet politikalarını eleştiren basın-yayın organlarının sahiplerinin hükümet
tarafından cezalandırılma yöntemlerine ve bununla bağlantılı olarak medyada yaygın olarak
görülen oto-sansürün ülkenin demokratikleşmesi ve modernleşmesi önündeki en büyük
engellerden biri olduğunu belirtmektedir (Kaymaz, 2014: 4).
SONUÇ
Türkiye-AB ilişkileri 1963 Ankara Anlaşması’ndan bu yana düz bir çizgiyi takip
etmemiş, inişli çıkışlı bir süreç izlemiştir. 1980 yılında Türkiye’de askerin yönetime el
koyması, 1987 yılında Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusunun nazikçe reddedilmesi ve 1997
yılında gerçekleştirilen Luxemburg Zirvesi’nde Türkiye’nin genişleme kapsamı içinde yer
almaması Türkiye-AB ilişkilerini “kopma” noktasına getirirken; 1996 yılında Türkiye’nin
Gümrük Birliği’ne dâhil olması, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsü
tanınması ve 2005 yılında başlayan katılım müzakereleri Türkiye’yi AB’ye oldukça
yakınlaştırmıştır. Dolayısıyla söz konusu tabloya bakıldığında, kimi zaman ortaya çıkan
gelişmelerin Türkiye’yi AB’ye beklenenden daha fazla yaklaştırdığı, kimi zaman da hesapta
olmayan şekilde uzaklaştırdığı görülmektedir.
3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye-AB arasında üyelik müzakerelerinin başlaması,
Kopenhag kriterleri kapsamında gerçekleştirilen bir dizi hukuki, siyasi ve ekonomik
değişiklik sonucunda mümkün olmuştur. Özellikle Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi’nde
Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiğine karar verilmesi halinde katılım
müzakerelerine derhal başlanacağının belirtilmesi söz konusu reformların ivedi bir şekilde
gerçekleştirilmesini sağlamış ve Türkiye’ye müzakere kapısını açmıştır. Ancak AB tarafından
müzakere sürecinin ucu açık bir süreç olduğunun mükerrer bir şekilde vurgulanması ve tam
üyelik önündeki en büyük engel olarak gözüken “Kıbrıs sorunu”, müzakere sürecinin çetin
geçeceğinin habercisi olmuştur. Nitekim Türkiye’nin Ek Protokol’den doğan
yükümlülüklerini yerine getirmemesi (Güney Kıbrıs’a liman ve havaalanlarını açmaması)
sürecin tıkanmasına neden olmuştur. Bunun yanında AB’nin KKTC’ye uygulanan
izolasyonun kaldırılmasına ilişkin aldığı karara rağmen Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nü
onaylamaması, Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğün iki taraflı olduğunu göstermektedir. Kıbrıs
sorununa taraflar arasında kalıcı bir çözüm bulunmadığı takdirde Türkiye’nin tam üyelik
hedefine ulaşması mümkün görünmemektedir.
Müzakere sürecinde Türkiye’nin önünü tıkayan tek sorunun Kıbrıs meselesi olmadığı,
Türkiye-AB ilişkilerinin fiilen askıya alınmasının Kıbrıs sorunu çözümsüzlüğünün ötesine
geçtiği de açık bir şekilde görülmektedir. 2008 yılında ortaya çıkan küresel finansal krizin AB
ülkelerinde meydana getirdiği ekonomik ve siyasi sorunlar, söz konusu krize bağlı olarak
Avrupa’da aşırı sağın yükselişi ve Fransa-Almanya ikilisinin Türkiye’ye karşı sergilediği
dışlayıcı tutum da Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkileyen önemli gelişmeler olmuştur.
Son dönemlerde Türkiye’de yaşanan bazı siyasi, toplumsal ve hukuki gelişmeler de
Türkiye-AB ilişkilerini etkilemiştir. Bu bağlamda Mayıs 2013 tarihinde yaşanan “Gezi
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
83
olayları” ve Aralık 2013 tarihinde başlayan “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” süreci, AB’nin
gündemine de girmiş ve “2013 Türkiye İlerleme Raporu”na yansımıştır. Özellikle 17 Aralık
yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra revize edilerek 12 Mart 2014 tarihinde AP
tarafından kabul edilen ve resmileşen 2013 ilerleme raporu; demokrasinin güçlendirilmesi,
medya ve yargı bağımsızlığının sağlanması, ifade özgürlüğü, internet ve iletişim özgürlüğü
gibi hususlarda Türkiye’ye ciddi eleştiriler getirmiştir.
Müzakerelerin başladığı 2005 yılından bu yana Türkiye-AB ilişkilerinin iyi gitmediği
açıktır. Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü ve Fransa’nın tutumu, birçok başlığın askıya
alınmasına ve müzakere sürecinin fiilen dondurulmasına neden olmuştur. 3 yıl aradan sonra 5
Kasım 2013 tarihinde açılan “Bölgesel Politikalar ve Yapısal Araçların Koordinasyonu”
başlığı Türkiye-AB arasındaki olumlu ilişkilerin kaldığı yerden devam etmesi adına bir umut
ışığı olmuş, ancak 2013 İlerleme Raporu’nun revize edilerek Avrupa Parlamentosu tarafından
kabul edilmesiyle ipler yeniden gerilmiştir. Türkiye’nin son dönemde Avrupa
Parlamentosu’ndan kaybettiği destek, Türkiye-AB ilişkilerine olumsuz yansımaktadır.
Sonuçta “ucu açık” olarak tanımlanan müzakere sürecinin sağlıklı bir şekilde
ilerlemesi ve nihayetinde Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği ile sonuçlanması isteniyorsa, iki
taraf da üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeli ve daha iyi niyetli çabalar
sergilemelidir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
84
KAYNAKÇA
ABBULTENI (yıl belirtilmemiş), www.abbulteni.org/pdf/ANNANPLANItrOZET.pdf erişim
tarihi: 11.03.2014.
ABGM (2008), Avrupa Birliği’ne Aday Ülke Olarak Türkiye’de AB Uyum Yasalarının İç
Hukuka Etki ve Katkısı, 26 Aralık 2008, Ankara. http://www.abgm.adalet.gov.tr/e-
kutuphane/AB%20uyum%20yasalar%C4%B1n%C4%B1n%20i%C3%A7%20hukuka%20etk
isi%20ve%20katk%C4%B1s%C4%B1.pdf erişim tarihi:16.03.2014
ABGS (2013), http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/20
13_ilerleme_raporu_tr.pdf, erişim tarihi: 30.04.2014.
AKGÖNENÇ, Oya (2010), Türkiye’nin AB Stratejisi, Nobel Yayınları, Ankara.
AKSU, Fuat (2007), “Türkiye-Avrupa Birliği Tam Üyelik Müzakerelerinde Kıbrıs ve Ege
Uyuşmazlıkları”, Türkiye-AB İlişkileri: Dış Politika ve İç Yapı Sorunsalları, M. Seyfettin
EROL ve Ertan EFEGİL (Der.), Alp Yayınları, Ankara, s. 25-59.
DEDEOĞLU, Beril (2005), “Dünden Yarına Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Siyasa, Yıl:
1, Sayı: 1, Bahar, s. 23-46.
DEMİRKIRAN, Özlem; ÇİÇEK, Eda; ELTETİK, Havva; SARIKÇIOĞLU, Melike (2010),
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde “Son Dönem”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt: 3,
Sayı: 1, s. 57-75.
DTM [Dış Ticaret Müsteşarlığı] (2007), Avrupa Birliği ve Türkiye, Avrupa Birliği Genel
Müdürlüğü, 6. Baskı, Ankara.
ERGAN, Uğur (2013), http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25530541.asp erişim tarihi:
30.04.2014.
GENÇTÜRK, Tuğçe. (2012) Avrupa Birliği’nin Tarihsel Gelişimi
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/avrupa/3086-avrupa-birliginin-tarihsel
gelisimi, erişim tarihi: 10.03.2014.
GRIGORIADIS, Ioannis N. (2011), “The Unripe Fruits of Rapprochement: Greek-Turkish
Relations in the Post-Helsinki Era” International Journal, Vol: 67, No: 1, pp. 119-133.
HUGHES, Kirsty (2007), “Turkey-EU Relations Take a Nosedive” Economic and Political
Weekly, Vol: 42, No: 4, pp. 284-285.
KARACA, Kayhan (2013), http://www.dw.de/apnin-gezi-park%C4%B1-karar%C4%B1-
ankaray%C4%B1-k%C4%B1zd%C4%B1rd%C4%B1/a-16878958, erişim tarihi: 30.04.2014.
KARLUK, Rıdvan (2013), Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri: Bir Çıkmaz Sokak, Beta
Yayıncılık, İstanbul.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
85
KARLUK, Rıdvan ve TONUS, Özgür (2004), “Avrupa Birliği’nin Genişleme Perspektifi’nde
Türkiye’nin Yeri”, 2004 Türkiye İktisat Kongresi, 05-09 Mayıs 2004.
KAYMAZ, Timur (2014), 2013 Türkiye İlerleme Raporu Kopenhag Kriterleri Yolunda
Türkiye, TEPAV, http://www.tepav.org.tr/upload/files/1395043792-
9.2013_Turkiye_Ilerleme_Raporu_Kopenhag_Kriterleri_Yolunda_Turkiye.pdf, erişim
tarihi:11.05.2014.
MİLLİGAZETE (2013), http://www.milligazete.com.tr/haber/17_Aralik_Yolsuzluk_ve_Rusv
et_Operasyonu_nedir/313466#.U2EBNqLkXxU, erişim tarihi: 30.04.2014.
NTVMSNBC (2011), http://www.ntvmsnbc.com/id/25305305, erişim tarihi: 12.04.2014.
NTVMSNBC (2013), http://www.ntvmsnbc.com/id/25446538/ erişim tarihi: 27.04.2014.
ÖNİŞ, Ziya (2008), “Turkey-EU Relations: Beyond the Current Stalemate”, Insight Turkey,
Vol: 10, No: 4, pp. 35-50.
PALABIYIK, M. Serdar ve YILDIZ, Ali (2005), Avrupa Birliği, ODTÜ Yayıncılık, Ankara.
REDMOND, John (2007) “Turkey and the European Union: Troubled European or
European Trouble?” International Affairs, Vol: 83, No: 2, pp. 305-317.
SANDIKLI, Atilla ve AKÇADAĞ, Emine (2011), “Kıbrıs Sorunu Kapsamında AB-Türkiye
İlişkileri” Bilge Strateji, Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar, s. 1-17.
TBMM (yıl belirtilmemiş), http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/abuyum/bilgi_notu.htm erişim
tarihi: 23.03.2014.
TEITELBAUM, Michael S. ve MARTIN, Philip L. (2003), “Is Turkey Ready for Europe?”
Foreign Affairs, Vol: 82, No: 3, pp. 97-111.
TOCCI, Nathalie (2011), “Turkey’s Neighbourhood Policy and EU Membership: Squaring
the Circle of Turkish foreign policy”, International Journal, Vol: 67, No: 1, pp. 65-80.
TOPAL, Coşkun (2009), “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Çok Kültürlü Bir Avrupa için
Tarih ve Sosyal Bilgiler Eğitimi, Semih AKTEKİN, Penelope HARNETT, Mustafa
ÖZTÜRK, Dean SMART (Ed.), Harf Eğitim Yayıncılığı, Ankara s. 13-27.
YAMAN, Zeynel (2013), http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/06/09/topbas-kisla-olacak-
avm-yapilmayacak, erişim tarihi: 27.04.2014.
YANARIŞIK, Oğuzhan (2012), Avrupa Ailesindeki Üvey Kardeş Türkiye, Babıali Kültür
Yayıncılığı, İstanbul.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
86
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
87
EURO KRİZİNİN AB VE TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ: 2008 KÜRESEL KRİZİ
BAĞLAMINDA BİR DEĞERLENDİRME
Ahmet Turan ÇETİNKAYA*
ÖZET
Para, tarihin her döneminde insan hayatının önemli bir parçası olmuştur. Devlet yapısının kurumsallaşmaya
başladığı modern yüzyıldan itibaren ise para ve bunun türevi olan unsurlar devletler açısından kritik öneme sahip bir
yapıya kavuşmuştur. Ortak bir politika belirleme açısından aynı para biriminin kurulması fikri Avrupa Birliğinde
hayat bulmuştur. Ortak bir para biriminin kullanılması avantajları kadar dezavantajları da beraberinde getirmiştir.
Bu dezavantajların başında bağımsız para politikası uygulamaktan yoksun kalmak gelmektedir. Bu bağlamda ABD
kaynaklı 2008 Küresel finans krizi sonrası yaşanan olumsuz konjonktür AB ülkelerini borçluluk, finansman ve
işsizlik temelinde etkilemiştir. Bu çalışmanın amacı, optimum para sahası temelinde Euro bölgesini incelemek ve
2008 Küresel Krizi bağlamında Avrupa borç krizinin AB ve Türkiye ekonomisine etkilerini incelemektir. Bu
bağlamda Euro bölgesi ekonomileri ve Türkiye’nin söz konusu süreçte ekonomik olarak nasıl etkilendikleri
araştırılacaktır.Çalışmanın başlangıç kısmında optimum para sahası teorisi tarihsel açıdan iki farklı açıdan
incelenmiştir. İkinci kısımda Euro’ya geçiş sürecinde ve sonrasında AB ülkelerinin genel ekonomik durumları
ortaya konulmuştur. Bu bağlamda özellikle borç sorunu ve kamu kesimi dengesi konularında ciddi sıkıntılar yaşayan
GIIPS ülkelerinin ekonomik performansları incelenmiştir. Çalışma 2008 küresel krizinin Avrupa borç krizine
evirilme sürecinin incelendiği bölümle devam etmiştir. Son bölümde ise bu krizin AB ve Türkiye ekonomisine
etkileri temel makro ekonomik göstergeler baz alınarak değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Optimum Para Sahası, Euro Bölgesi, Avrupa Birliği, 2008 Küresel Finans Krizi, Avrupa Borç
Krizi
THE EFFECTS OF EURO CRISIS ON E.U. AND TURKEY: AN EVALUATION IN THE
CONTEXT OF THE CRISIS IN 2008
ABSTRACT
Money every period of history has been an important part of human life. State structure of the
institutionalization of the modern century since the start of the factors which had gained currency and derivatives
thereof having a structure critical for the state. The joint establishment of a single currency in determining a policy
idea has found life in the European Union. Use of a common currency has brought the disadvantages as advantages.
Come from deprived implement independent monetary policy at the beginning of this disadvantage. In this context,
the downturn experienced after the 2008 global financial crisis has affected EU countries on the basis of
indebtedness and unemployment.The main objective of this study is to examine the basis of optimal currency area
and euro area economy in 2008 to investigate the effects of the European debt crisis, the EU and Turkey in the
context of the global crisis . In this context, the euro area economy, together with the economic process of the
country in question and Turkey who do not use the euro will study how they are affected.The start of the study, the
theory of optimum currency area were examined from a historical perspective from two different angles . In the
second part after the transition to the euro it has been introduced and the overall economic situation of the EU
countries. The study of 2008 global crisis inverted the process of the European debt crisis has continued examining
the department . In the case of the last chapter, the effects of this crisis on the EU and Turkey's economy is assessed
on the basis of basic macro economic indicators.
Key words; Optimum Money Area, Eurozone, Europion Union, 2008 Crisis, Debt Crisis
Ahmet Turan ÇETİNKAYA, Kara Harp Okulu, Kamu Yönetimi Bölümü, Ekonomi Anabilim Dalı, Öğretim Görevlisi, [email protected]
Giriş
Para ve paraya ilişkin ekonomik yapılanmanın şekillenmesi, iktisat teorisinde önemli
bir yer tutmuştur. Ülkeler arasındaki zaman algısı kısalırken, mekân algılarının
değişmesinde de para çok önemli bir rol üstlenmiştir. Küreselleşme ve teknolojide
meydana gelen değişmelerden ülkelerin aynı zaman süreci içinde etkilenmesi ve coğrafi
yapıların birbirine yaklaşması, para ve paranın yönlendirdiği yeni yapıların oluşumunu öne
çıkarmıştır. Optimum para sahası oluşturan ülkeler, kurlar arasındaki belirsizliğin ortadan
kalkması, farklı malların üretiminde uzmanlaşmanın sağlanması ve üye ülkeler arasında
ticaretin ve yatırımların artması ile kazanç sağlamayı hedeflerler. Bu beklentilerin yanında
para sahası oluşturulmasıyla üreticilerin saha içerisini tek bir pazar olarak algılamaları
sağlanmakta ve üretimde ölçek ekonomilerinden yararlanma imkânı doğmaktadır.
Optimum para sahası teorisi çerçevesinde şekillenen ve ekonomik entegrasyonun ileri
aşamalarında olan parasal birlikler ise döviz kuru ve para politikasına yönelik
belirsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak düşünülmüştür. Ülkeler parasal birlik
etrafında bir araya geldiklerinde, bağımsız para politikası uygulamalarından vazgeçerek,
bir ülke gibi hareket etmeye başlar.
Bu bilgiler ışığında 1 Ocak 2002 tarihinde resmi olarak kullanılmaya başlanan Euro,
parasal birlik anlamında uygulamaya geçmiş en önemli uygulamaların başında
gelmektedir. Günümüzde 19 ülke, 345 milyon insan ve yaklaşık olarak 10 trilyon€ gibi bir
ekonomik büyüklüğü temsil eden Euro parasal alanı derin bir ekonomik krizle karşı
karşıyadır. 2008 küresel finans krizi Yunanistan başta olmak üzere başta Euro kullanan
ülkeler olmak üzere Avrupa Birliği üye ekonomilerini kamu kesimi dengeleri bakımından
zor durumda bırakmıştır. Yüksek kamu borcu, yüksek bütçe açığı ve sürekli açık veren cari
denge Avrupa Birliği ekonomilerinde makroekonomik dengeleri altüst etmiştir. Bu süreçte
hemen hemen bütün birlik üyeleri resesyona girmiş, işsizlik oranları krizin üzerinden 6 yıl
geçmesine karşı %10 seviyesinin altına düşürülememiştir. Bu süreçte Türkiye ekonomisi
yaşanan bu krizden üzerine düşen payı almıştır. 2008-2012 arasındaki krizin tavan yaptığı
dönemde Türkiye ekonomisi en büyük ticari ortağı olan AB’de yaşanan ekonomik
bunalımdan ihracat ve turizm kanalıyla etkilenmiştir. Daralan Avrupa pazarı Türk
şirketlerinin yeni Pazar arayış çalışmalarını hızlandırmış, Ortadoğu, Afrika ve Asya-Pasifik
ülkeleri yeni ticari partnerler olarak bu dönemde ön plana çıkmıştır. Bu çalışmada
optimum para sahası teorik çerçevesinde Euro’nun kullanımı ile Euro krizinin AB ve
Türkiye ekonomisine etkileri incelenmektedir. Bu bağlamda çalışmanın başlangıç
kısmında optimum para sahasının teorik ve tarihsel gelişimi açıklanmıştır. İlerleyen
bölümde bir optimum para sahası uygulaması olan Euro’nun kullanılmaya başlaması ve
Euro’nun avantaj ve dezavantajları incelenmiştir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
89
2008 yılında yaşanan küresel finansal krizinin incelendiği bir sonraki bölümde bu krizin
Avrupa borç krizine nasıl dönüştüğünü ve bu dönüşümün GIIPS ülkelerinde makro
değişkenleri nasıl etkilendiği araştırılmıştır. Son bölümde ise Türkiye ekonomisinin yaşanan
bu krizden nasıl etkilendiği başta ihracat ve ithalat olmak üzere temel makroekonomik
değişkenler bağlamında incelenmiştir. Ayrıca çalışmada literatüre ek olarak GIIPS
ülkelerinde yaşanan krizin bu ülkeler temelinde Türkiye ekonomisine etkisi portföy
yatırımları ve doğrudan yabancı yatırımlar açısından tartışılmıştır.
Optimum Para Sahasının Temelleri
Optimum Para Sahalarının(OPS) tartışılmaya başlandığı 1960’lı yıllar, Bretton Woods
sabit döviz kuru sistemi, birçok ülkede sermaye kontrollerinin ve henüz yeni başlayan
Avrupa entegrasyon sürecinin olduğu bir dönemdir. OPS teorisi bu yıllarda sabit döviz
kuru sisteminin mi yoksa esnek döviz kuru sisteminin mi yararlı olduğuna ilişkin Avrupa
ve Amerika ekonomilerinin özelliklerinin karşılaştırılmalarından doğan tartışmalar üzerine
ortaya çıkmıştır. OPS, tek bir para biriminin veya birçok ülke parasının birbirine
sabitlendiği ve tek bir para birimine dönüştürüldüğü coğrafi alan olarak tanımlanabilir.
OPS teorisi Mundell tarafından 1961 yılında yazılan “Optimum Kur Alanları Teorisi”
adlı makalesiyle gündeme gelmiştir. Mundell makalesinde ulusal sınırların, kur alanları
için optimal sınır olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. Mundell çalışmasında, kur
alanını döviz kurlarının sabitlendiği yer olarak tanımlar ve uygun kur alanının ne olduğu
sorusunu sorar. Ona göre, bir alanın OPS olabilmesi için bu alanın içinde düzeltici bir rol
üstlenecek olan yeterli iç bölge iş hareketliliğinin olması gerekir. (Şimşek, 2005:54).
Mundell’in optimum para sahaları teorisinde büyük önem verdiği işgücü hareketliliğine
Abba Lerner de değinmiştir. Lerner geliştirdiği modelinde, herhangi bir ülkenin bir
bölgesinde ekonomik dalgalanma oluştuğunda ne tür politikaların istikrarı sağlayabileceği
üzerinde durmuştur. Bir ülkenin bir bölgesinde talep açığı oluştuğunda, işgücü bölgeler
arasında hareketli ise, açık olan bölge ile fazla olan bölge arasında dengeyi kurmak için
döviz kurunda düzenleme yapılmasına gerek kalmayacağını savunmuştur. Ekonomik
durgunluğun olduğu bölgeden diğer bölgeye işgücü hareketi, bu bölgede ekonomik
canlanmanın oluşmasına neden olacaktır. Ülke içerisinde işgücü hareketliliği tam değilse
esnek döviz kuruna dayalı politika uygulanmalıdır (Ceserano, 2006: 723)Diğer taraftan
1950’li yılların başlarında Avrupa’nın ekonomik bir entegrasyon sürecine girmesi, parasal
birliklerle ilgili tartışmaları da hızlandırmıştır. Meade ve Scitovsky bölgeler arasında
yapılan düzenlemeleri daha ağır işleyen uluslararası düzenleme süreci ile karşılaştırmıştır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
90
Her ikisi de düzenleme sürecinde etkili olan mal ve faktör hareketliliği, maliye ve para
politikaları, bölgesel kalkınma tedbirleri, birbirine entegre olmuş sermaye piyasaları ve
bankacılık sistemi gibi etkenleri sıralayarak, altın standardı sisteminin geçerli olduğu
dönemde, para akışının bir ülkede üretim ve istihdam üzerinde etkili olmadığını ortaya
koymuşlardır. Sayılan bütün bu faktörlerin parasal birlik içerisinde eşit bir şekilde etkili
olabilmesi için uluslarüstü bir yönetim yapısının gerekli olduğunu öne sürmüşlerdir
(Ceserano, 2006: 324).
Geleneksel Optimum Para Sahaları Teorisi (1960-1970)
Geleneksel OPS teorisi, Keyneysen iktisat düşüncesi etrafında şekillenirken ve para
etrafında bir birliği esas alırken, ülkelerin kendi bünyesinde sahip olması gereken
özelliklerin ne olması gerektiğini belirtmeye çalışmıştır. Ülkelerin benzer para sistemi
içinde yer alırken, makroekonomik yapıda da benzerliğe yönelmesi gerektiğini
vurgulamıştır. OPS teorisi ile ilgili çalışmalar ilk olarak 1960’lı yıllarda Mundell’in 1961
yılında ‘‘A Theory of Optimum Currency Areas’’ adlı temel çalışmasıyla başlamış ve
McKinnon (1963)ve Kenen (1969) gibi iktisatçılar tarafından geliştirilmiş olup, parasal
birliğin avantaj ve dezavantajlarını analiz eden bir çalışmadır. 1960’lar ve 70’lerin başı
OPS teorisinin öncü çalışmalarında öne sürülen üretim faktörlerinin hareketliliği,
ekonominin dışa açıklığı, ürün çeşitliliği, fiyatlar ve ücretlerin esnekliği, finansal
bütünleşmenin derecesi, enflasyon hızlarındaki benzerlik ve politika bütünleşmesinin
derecesi gibi kriterler önemini koruduğu bir dönemdir. (Özer, 2007:94).
Mundell (1961) tarafından ortaya konulan işgücünün hareketliliği varsayımına göre,
aynı para sahası içerisinde yer almaktan dolayı ortaya çıkacak maliyetler üretim, sermaye
ve emek faktörleri ülkeler arasında serbest dolaşıma sahip olduğunda azaltılabilecektir.
Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlükler teorisine uygun olarak sermayenin ülke içinde
hareketli olduğu varsayıldığından, emek faktörünün ülkeler arasındaki hareketliliğinin
önündeki engellerin kaldırılması çok daha önemli hale gelmektedir (Baldwin ve Wyplosz,
2004: 336). McKinnon (1963) dışa açıklık kriterinde, ithal ve ihraç mallarında meydan
gelen talep değişmelerini etkilemek için dışa açık bir ekonomide, esnek döviz kuruna
dayalı politikaların ülke içinde fiyat istikrarını sağlama amacıyla uyumlu olmayacağını
savunmuştur. Bununla birlikte sadece esnek döviz kuruna dayalı politikaların dış ticaret
dengesinin sağlanmasında da tek başına yeterli olmayacağını ileri sürmüştür. Dış ticaret
dengesinin elde edilmesinde başarılı olunabilmesi için harcamaları azaltıcı politikalar da
önemlidir.
OPS Alanında Yeni Teorik Yaklaşımlar (1980-2000)
1970’lerden sonra OPS teorisi konusundaki yazında bir duraklama yaşanmıştır. Bu
duraklama, Avrupa parasal bütünleşme sürecindeki yavaşlamadan kaynaklanmıştır. Ancak,
çeşitli teorik ve ampirik gelişmeler ve 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Avrupa’nın
parasal bütünleşme yönünde attığı adımlar parasal bütünleşmenin temel kazanç ve
maliyetlerinin yeniden değerlendirilmesine yol açmıştır.1980’ler ve 1990’ların başındaki
bu yeniden değerlendirme yeni OPS Teorisi’nin oluşmasına temel olmuştur.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
91
OPS’ye yapılan ilk katkı Lucas’ın “Rasyonel Bekleyişler Hipotezi” çerçevesinde ileri
sürülen “denge modelidir”. Bu modelde tek para birimi etrafında bir araya gelen ülkelerin
buna rasyonel tepki verecekleri ileri sürülür. Başlangıçta ülkelerin şartları OPS kriterlerine
uygun olmasa da, denge mekanizması çerçevesinde kriterler birliğe dâhil olduktan sonra
ülkeler tarafında uygulamaya konulacaktır(Ceserano, 2006: 206). OPS teorisine diğer bir
katkı McKinnon tarafından “Mundell II” olarak adlandırılan görüş etrafında yapılmıştır.
Ülkeler arasındaki uyumun para sahası kurulduktan ve birlik aşamasına geçildikten
sonra artacağını ileri süren diğer bir görüş de Frankel ve Rose (1998) tarafından geliştirilen
“endojenite (içsellik) hipotezidir”. Bu yaklaşım birbiriyle yakın ticari ilişkiler içinde
bulunan ülkelerin, ticaretin uyumlaştırıcı etkisiyle birliğe dâhil olduktan sonra uyumu
sağlayabileceğini iddia eder. Ülkelerin tek bir para birimi etrafında bir araya gelmeleriyle
aralarındaki ticaretin artacağını ve daha önce karşılaştıkları ekonomik şoklardan farklı
şoklarla karşılaşacaklarını ileri sürer. Tek para birimi etrafında bir araya gelen ülkelerin
benzer ekonomik şoklarla karşılaşmasını ve bu şoklara karşı ekonomi politikalarında
benzerliklere sahip olmasını kolaylaştırıcı etken endüstri içi ticarettir ( Frankel ve Rose,
1998: 1009-1010).
OPS teorisine yapılan ve buraya kadar anlatılan katkılardan farklı olan diğer bir katkı
“uzmanlaşma hipotezi/Krugman hipotezi” (Krugman 1991a, 1993) olarak adlandırılır.
Endojenite hipotezinden farklı olarak bu hipotez, ülkelerin tek bir para birimi etrafında bir
araya geldiklerinde, aralarındaki ticaretin uzmanlaşmadan dolayı endüstriler arası ticaret
özelliğini göstereceğini ve bundan dolayı ülkeler arasında uyumsuzluk sorununun ortaya
çıkacağını iddia eder. Endüstriler arası ticaret farklı mal üreten sektörler arasındaki ticareti
gösterirken, faktör yoğunluklarındaki farklılığı esas alır. Faktör yoğunluklarındaki
farklılığı, Heckscher-Ohlin dış ticaret teorisine uygun olarak değerlendirir (Markusen vd.
1995: 108; Seyidoğlu, 2002: 170).Uzmanlaşma hipotezi (Krugman 1991a, 1991b, 1993a)
parasal birlikte uzmanlaşma sonucunda endüstriler arası ticaretin artacağını, ülkelerin
kendilerine özgü şartların öne çıkacağını ve ekonomik dalgalanma dönemlerinde uyumun
sağlanamayacağını ileri sürer. Bunun temel sebebi de üretimde uzmanlaşmanın artması
ülkeleri karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları malların üretimine yönlendirirken, ülkeler
arasındaki farklılaşmanın artmasıdır.
Avrupa Parasal Birliği ve Euro’ya Geçiş
18 Nisan 1951 tarihli Paris Anlaşması ile altı Avrupa ülkesi (Almanya, Fransa,
Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg) temelleri atılan Avrupa Birliği, ekonomik
entegrasyon açısından başarıyla hayata geçirilmiş en önemli örneklerden birisidir. Kuruluş
amacı olarak malların, işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak
pazarın kurulması ve en nihayetinde siyasi bütünlüğe gidilmesi olan AB bu hedefe ulaşmak
için sınırlar bakımından büyük bir genişleme göstermiştir. Son olarak 2013 yılında
Hırvatistan’ın birik üyesi olması ile 28 üyeli, 500 milyon nüfuslu bir alanda faaliyet
göstermektedir. Parasal birlik anlamında Avrupa Birliği 7 Şubat 1992 tarihinde Maastricht
Anlaşması ile önemli bir aşama geçirmiştir. Bu kriterlerin amacı, Avrupa Birliği 20 üyesi
ülkelerin ekonomilerinin ortak parayı geçerli kılabilmek için yeterli benzerlikler
gösterebilmesini sağlamaktı. Bu kriterler altı başlık altında incelenebilir. Bu başlıklar:
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
92
Herhangi bir üye ülkenin yıllık enflasyon oranının en düşük enflasyon oranına sahip
üç üye ülkenin ortalamasını 1,5 puandan fazla geçmemesi,
Üye ülke bütçe açıklarının GSYH’nin %3’ünü aşmaması,
Üye ülkelerin kamu borçlarının GSYH’nin %60’ını geçmemesi,
Herhangi bir üye ülkenin uzun vadeli faiz oranı ortalamasının en düşük enflasyon
oranına sahip üye ülkenin faiz oranı ortalamasını 2 puandan fazla geçmemesi,
Üye ülke paralarının son iki yılda devalüe edilmiş olmaması
Döviz kuru mekanizmasına üye ülke paralarına karşı yüzde 2.25 dalgalanma marjı ile
bağlı bulunmasıdır.
Bu kriterler bağlamında Avrupa ortak para birimi olan Euro, 1 Ocak 2002 tarihinde
resmen tedavüle girerek, 12 ülkede kullanılmaya başlanmıştır. Slovenya 2007'de, Malta ve
Kıbrıs 2008'de, Slovakya 2009'da, Estonya 2011'de, Letonya 2014'te ve Litvanya 2015'te
Euro kullanmaya başlamış ve böylece Euro’yu resmî para birimi olarak kullanan ülke
sayısı 19’a çıkmıştır.
1978 Avrupa Para Sistemi (EMS) ve Avrupa Para Birimi (ECU) kurulmuştur..
1993 Maastricht Antlaşması ve yürürlüğe girmiştir.
1997 İstikrar ve Büyüme Paktı (SGP) Anlaşması imzalanmıştır.
1998 Avrupa Merkez Bankası kurulmuştur.
1999 11 AB ülkesinde Euro’nun yürürlüğe girmiştir.
2001 Yunanistan Avro Alanı’na katılmıştır.
2002 Euro banknotları ve madeni paraları dolaşıma çıkmıştır.
2007 Slovenya Euro alanına katılmıştır.
2008 Kıbrıs ve Malta Euro alanına katılmıştır.
2009 Slovakya Euro alanına katılmıştır.
2011 Estonya Euro alanına katılmıştır.
2014 Letonya Euro alanına katılmıştır.
2015 Litvanya Euro alanına katılmıştır.
Euro’nun Üye Ülkelere Avantaj ve Dezavantajları
2002’de resmi olarak kullanılmaya başlayan Euro kullanan ülkelere birçok avantaj ve
dezavantajı beraberinde getirmiştir. Bu avantajlardan birkaçı şu şekilde ifade edilebilir.
Fiyat İstikrarı: Euro kullanan ülkeler, tek merkez bankasının yürüttüğü ortak para
politikası sayesinde fiyat istikrarının sağlanacaktır.
Kaynak: Baldwin & Wyplosz (2004) ve http://europa.eu/abc/history/index_en.htm
Tablo 1: Euro’ya Geçiş Süreci
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
93
Yukarıdaki grafikte seçilmiş dört AB ülkesinde enflasyon oranlarının Euro’nun
tedavüle girmeden önceki durumu ve Euro kullanılmaya başladıktan sonraki süreçteki seyri
gösterilmiştir. Görüldüğü üzere enflasyon oranlarında önemli bir istikrar gözlenmiştir.
Sağlanan bu fiyat istikrarının yanı sıra, Euro’nun kullanılmasıyla, paranın işlevlerini daha
iyi yerine getirmesi sağlanacak, nispi fiyatların saydamlığı artacaktır. Bu durum
piyasalarda şeffaflığın ve rekabetin artması için daha uygun bir ortam sağlar.
Döviz Kurları: Euro kullanmaya başlayan ülkelerde döviz kurları sabitleneceğinden kurlarla ilgili
belirsizlikler ortadan kalkmış olacaktır. Bu nedenle sermayenin birlik içinde serbest dolaşımı sağlanarak mali
entegrasyon kolaylaşır. Ayrıca spekülasyonun döviz kurları üzerinde kaynak dağılımını bozucu etkileri Euro
sayesinde azaltılabilecektir.
Faiz Oranları: Parasal birlik ve Euro’nun kabul edilmesiyle, güven ortamı ve belirsizliğin azaltılması ve
fiyat istikrarının sağlanması sonucu, kamu borçlanmasında risk primini düşürecek ve faizleri aşağı çekerek
yatırım ve üretim kararları üzerinde olumlu etkiler yaratabilecektir. Bu ise ekonomik istikrar ve istikrarlı
büyümeyi teşvik edecektir. Ayrıca, parasal birliğin, sıcak paranın ve risklerin küresel dünyasında korunaklı,
istikrarlı bir liman olduğunu düşünenlerin sayısı da az değildir (Berksoy, 2004).
-5
0
5
10
15
2000 2001 2002 2003 2004
Greece Ireland Italy Portugal Spain
Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir, 2015 (www.worldbank.org.)
Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir,2015 (www.worldbank.org.)
Grafik 1: Euro’dan Önce ve Sonra Enflasyon Oranları
Grafik 2: Euro'dan Önce ve Sonra Reel Faiz Oranları
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
94
Yukarıdaki grafikte, Avrupa Borç Krizi Sürecinde sıkıntıya düşen 5 Avrupa Birliği
Ekonomisinin Euro kullanımına geçişten önceki ve sonraki durumları gösterilmiştir.
Grafikten anlaşılacağı üzere söz konusu bu ülkeler, Euro’ya geçiş ile birlikte reel faiz
oranları oldukça düşük seviyelere inmiştir. Bu durum ise ilerleyen yıllarda söz konusu
ülkelerin borçlanmalarını kolaylaştırarak borç krizinin derinleşmesinin altında yatan
sebeplerden önemli bir bölümünü oluşturacaktır.
Yukarıda sayılan avantajların yanı sıra Euro kullanan ülkeler dezavantajlarla da
karşılaşmaktadır. Bunlar kısaca şu şekilde ifade edilebilir.
Euro kullanımı nedeniyle bağımsız para ve döviz kuru politikası izleme yeteneği
yitirilmektedir. Bu nedenle bir dış şok karşısında bağımsız para ve döviz kuru
politikalarının olmaması iç ve dış ekonomik dengelerin sağlanmasını zorlaştırır. Ortak para
politikası ise aynı anda tüm üye ülkelerin içinde bulunduğu koşullara uygun
olmayabileceğinden, bazı üye ülkeler olması gerekenden daha yüksek işsizlik oranına
katlanmak durumunda kalabilecekler ve optimum kaynak dağılımından
uzaklaşılabilecektir. Bu durumda üye ülkelerin kullanabileceği ancak gelir ve harcama
politikasıdır.
Parasal birlik sonucunda özellikle sermaye, belli merkezlerde yoğunlaşabilecek ve bu
da bölgesel dengesizlikleri artırabilecektir. Bunu engellemek için ortak bölgesel ve yapısal
politikalar izlenebilir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
95
Kaynak: Krugman, 1990.
Krugman Diyagramına (Şekil 1) göre, parasal birliğin fayda ve maliyetleri üye
ekonomilerin entegrasyon derecesine bağlı olarak artma ve azalma eğilimindedir. Dikey
eksende fayda ve maliyetler GSYH’nin yüzdesi olarak ve yatay eksende de entegrasyon
düzeyi birlik içi ticaretin GSYH’ye oranı olarak gösterilebilir. Bu durumda Şekil 1’de
görüleceği gibi parasal birliğin maliyetlerini gösteren maliyetler eğrisi entegrasyon süreci
ile birlikte azalmaktadır. Buna karşın fayda eğrisi ise entegrasyonla birlikte elde edilen
faydanın (kazanç) artacağını yansıtmaktadır (ayrıntı için bkz. Krugman, 1990; Artis ve
Lee, 1997: ss.350-371). Gelecekte “E” gibi bir noktada ise parasal birliğin sağlanacağı
optimum nokta temsil edilmektedir.
2008 Küresel Finans Krizi ve Avrupa Borç Krizine Geçiş
2007’de patlak veren küresel finansal krizin başlıca sebepleri 2000’li yıllardan sonra
uygulanan faiz politikası, mortgage piyasasında görülen bozulmalar, risk denetiminde ve
şeffaflıkta meydana gelen aksaklıklar, menkul kıymetleştirmenin ve türev ürünlerin artması
sonucunda mali yapının daha riskli hale gelmesidir. Bu denetimsiz büyüme ortamında
konut türev ürünlerinin oluşturduğu balon (hedge products) ekonomilerin, zincirleme etki
yaparak bir finansal risk ortamı doğurması ve bu durumun reel kesime yansıması ise
kaçınılmazdır (Işık ve Tünen, 2010: 836). Mortgage kredilerine dayalı menkul kıymetler
ile türev ürünlerin hacim olarak artması krizin temel nedeni olarak görülmektedir.
“Dolayısıyla bu krizi, kredinin değil, ona dayanılarak yapılan işlemlerin yarattığı, yüksek
hacimli türev ürünlerden kaynaklanan bir çeşit kriz olarak tanımlamak daha doğrudur
(Öztürk ve Gövdere, 2010: 394).
2006 yılının ilk yarısında konut kredisi (subprime credit) alanların borçlarını
ödeyememesi ile başlayan süreç, kredi geri ödemeleri için konutların satışa çıkarılmasıyla,
önce konut fiyatlarının düşmesine, daha sonra da bu kredilere bağlı finansal türev
piyasaların çökmesiyle sonuçlanmıştır. 2007 yılı sonu itibariyle oluşan zarar 300 milyar
dolar civarındadır (Esen, 2008). Zira 2007 yılının dördüncü çeyreğinde mortgage
kredilerinde toplam ödenmeme oranı, 2007 yılının ilk çeyreğine göre yaklaşık % 35
oranında artış göstermiştir (Martino and Duka, 2007).
Entegrasyon Düzeyi
Maliyetler
E
Şekil 1: Krugman Diyagramı: Parasal Birliğin Faydaları ve Maliyetleri
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
96
Küresel Finans Krizinden Avrupa Borç Krizine
Avrupa Birliği 1930’da yaşanan ekonomik krizden bu yana ortaya çıkan en büyük
ekonomik krizle yüzleşmektedir (EC, 2009: 1).2007 Kasım ayında ABD’li ünlü yatırım
bankası Lehman &Brothers’ın iflasını açıklamasıyla gün yüzüne çıkan küresel finans krizi
diğer ülkeleri özellikle finansal kesim aracılığıyla etkilemiştir. Ülkelerin bankacılık
sektörleri bu süreçte büyük yara almıştır. Avrupa Birliği üye ülkeleri bu süreçte kamu
borcu, cari açık, ekonomik durgunluk ve yüksek işsizlik gibi boyutlarıyla etkilemiştir.
Özellikle Yunanistan’ın başını çektiği ve literatürde GIIPS10
diye tabir edilen 5 ülkenin
kamu borcu ve bütçe açıklarında yaşanan olumsuz gelişmeler küresel krizinin Avrupa
krizine evrilmesine yol açmıştır. Çalışmanın bundan sonraki kısmında Avrupa borç
krizinin GIIPS ülkelerini nasıl etkilediği büyüme, işsizlik, borç stoku ve bütçe açığı gibi
makroekonomik göstergeler bazında incelenecektir.
Euro bölgesine dâhil ülkelerin para politikasının Avrupa Merkez Bankası tarafından
yönetilmekte olması ve Euro bölgesi dâhilindeki ülke ekonomilerin birbirlerine çok sıkı
bağlı olmasından dolayı bir ülkede var olan ekonomik kriz hemen diğer Euro bölgesi
ülkelerini de kolayca etkilemektedir (Değerli ve Örs, 2011: 3).Kriz sürecini makro
değişkenler temelli incelediğimizde krizdeki ülkelerin Avrupa Birliğinin ekonomik kriterleri
olan Maastricht kriterlerini yerine getiremedikleri görülmektedir. Bu bağlamda küresel
krizin Avrupa krizine dönüşmesinde kamu borç stokları önemli bir kırılganlık unsuru olarak
karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu bu süreçte 2006 yılında 7 trilyon Euro olan AB
hükümetlerinin borç yükü 2009 sonu itibarıyla kurtarma paketlerinin de etkisiyle yaklaşık
8,5 trilyon Euro seviyesine yükselmiştir. Oransal olarak ise baz kriter %60 olan
GSYH/Kamu borcu oranı Euro bölgesi için %78.7 gibi çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır
(USAK, 2011).
GIIPS ülkelerini incelediğimizde ise bu durumun daha da kötüleşerek 2013 sonu
itibarıyla sırasıyla Yunanistan için %160, Portekiz, İtalya ve İrlanda için %120, nispeten
daha iyi durumda olan İspanya için ise %90 seviyesindedir. Yukarıda açıklanan söz konusu
10 GIIPS: Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya olmak üzere kriz sürecinde bütçe açıkları ve borç
stokları bakımından kötü performans sergileyen ülkelerdir.
Kaynak: Eurostat verilerinden düzenlenmiştir, 2015 (www.ec.europa.eu. )
Grafik 3: GIIPS Ülkelerinde Kamu Borç Stoku/GSYH
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
97
durum grafikte açıklanmıştır. Grafikten de görüleceği üzere GIIPS ülkelerinin borç stokları
2007 yılından itibaren istikrarlı bir şekilde artış göstermiştir. Daha detaylı incelemek
gerekirse borç krizinin etkilerinin en fazla hissedildiği yıl olan 2010 sonu itibarıyla
İspanya’nın Almanya’ya olan borcu 238 milyar $, Fransa’ya 220 milyar $, İngiltere’ye ise
115 milyar $ seviyesindedir. Bu durum bir diğer Avrupa ülkesi olan İtalya için daha ciddi
boyutlara ulaşmış olup İtalya’nın sadece Fransa’ya olan borcu 511 milyar $ düzeyine
yükselmiştir. Bu miktar Fransa GSYH’sinin dörtte birine tekabül etmektedir (Eurostat,
2015).
Grafik 4’te görüleceği üzere küresel krizin yaşandığı 2008 yılından başlayarak sorunlu
beş Avrupa ülkesinin bütçe performanslarında kötüleşmeler yaşanmıştır. Bu süreçte
özellikle Yunanistan’ın Euro’ya geçiş sürecinde ekonomik göstergelerde çarpıtma yaparak
mevcut durumu olduğundan farklı göstermesi ve bunun sonrasında ortaya çıkması Avrupa
ekonomilerinde güvenilirlik ve şeffaflık sorununun yaşanmasına yol açmıştır. Bunların
yanı sıra Yunanistan’ın 2005 yılında Euro’ya geçiş sürecinde yapısal reformlar ve kamu
borç stoku gibi kritik makro değişkenlerde var olan olumsuzluklar Almanya ve Fransa gibi
birliğin güçlü ekonomilerine karşı rekabet gücünü yok etmiştir. Bu sürecin doğal sonucu
olarak Yunanistan başta olmak üzere benzer ekonomik yapıdaki ülkelerde dış açıklar
artmış, cari açık sürdürülemez boyutlara ulaşmıştır( Kavcıoğlu, 2014:24).
Euro alanı ülkelerde yüksek bütçe açıkları borçlanma gereksinimini arttırmış ve oluşan
yüksek borç stokları kırılganlığı arttırmıştır. GIIPS ülkelerinin borçlarını çevirebileceğine
dair endişeler artmış, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından İtalya dışındakilerin kredi
notları düşürülmüştür. Bu durum borçlanma maliyetlerini yükseltmiştir. GIIPS ülkelerinin
kredi temerrüt takasları (CDS)11
yükselmiş ve bu ülkeler uluslararası piyasalardan
borçlanma güçlüğüne düşmüşlerdir. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz IMF ve AB’den
yardım almışlardır( Dadush, 2011:1)Avrupa borç krizi küresel finans krizinin de etkisiyle
ülkelerin başlangıçta finansal kesimlerini daha sonra ise reel kesimlerini etkilemişlerdir.
11
Credit Default Swap(CDS),: Bir alacaklının, 3. bir kişiye belli bir ücret ödeyerek, alacağını
garantilemesidir. Yani alacaklının, borçlunun iflas riskinden kurtulmasıdır. Bu riski, artık CDS satıcısı
üstlenmiştir. Elbette belli bir ücret karşılığı. Bu ücrete "CDS premium"(CDS primi) denir.
Kaynak: Eurostat verilerinden düzenlenmiştir, 2015 (www.ec.europa.eu. Erişim tarihi:20.05.2015)
Grafik 4: GIIPS Ülkelerinde Bütçe Açığı/GSYH
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
98
Birlik üyesi ülkeler dünya çapında yaşanan resesyon sonucu ciddi gelir kayıpları
yaşamışlardır. Bu dönemde ekonomilerin büyüme oranları negatife dönmüştür.
Yukarıdaki grafikte bu durum makroekonomik performans açısından ortaya
çıkmaktadır. Söz konusu beş ülke büyüme oranları bakımından kriz yılı olan 2008’in
üzerinden 6 yıl geçmesine karşın kriz öncesi seviyelerine dönememişlerdir. Bu süreçte
başta Euro kullanan ekonomiler olmak üzere tüm AB üyesi ülkelerde işsizlik oranları çok
yüksek seviyelere ulaşmıştır. Şüphesiz bu durum ekonomik büyüme oranlarında yaşanan
olumsuz gelişmelere paralel bir seyir izlemektedir.
Grafik 6: GIIPS Ülkelerinde İşsizlik Oranları
Kaynak: Eurostat verileri
Kaynak: Eurostat verilerinden düzenlenmiştir, 2015 (www.ec.europa.eu Erişim tarihi:20.05.2015)
Grafik 5: GIIPS Ülkelerinde Büyüme Oranları
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
99
Grafik 6’da ifade edildiği üzere 2008 küresel finans krizi ile birlikte tırmanmaya başlayan
işsizlik oranları yüzde 20-25 gibi çok kritik boyutlara ulaşmıştır. İşsizlik oranlarında
yaşanan bu artış ekonomik olduğu kadar sosyal ve siyasal gelişmeleride beraberinde
getirmiştir. Bu süreçte AB. ülkelerinde yaşanan hükümet krizleri ve işçi eylemleri bu
durumu kanıtlar niteliktedir.
Euro Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri
AB ve Türkiye arasındaki ekonomik bütünleşmenin oldukça ileri bir seviyede olması
bu krizin ülkemiz ekonomisinin doğrudan etkilenmesine yol açmaktadır. Türkiye’nin
düşük iç tasarruf seviyesi ve ekonomik faaliyetlerin dış finansmana bağımlılığı,
ekonominin AB krizi gibi dışsal şoklara kırılganlığını artırmaktadır.
Bu kırılganlıkların başında şüphesiz, dış ticaret dengesinde yaşanacak olumsuzluklar
olacaktır. Yetersiz yurt içi tasarruf ve yatırım oranları gibi yapısal sorunlar Türkiye
ekonomisinin dış şoklara karşı oldukça savunmasız bir hal almasına neden olmaktadır. Bu
durum ise ekonomik istikrar ve uzun dönemli ekonomik büyüme bakımından Türkiye
ekonomisinin elini zayıflatmaktadır.
AB Türkiye’nin bir numaralı ticaret ortağı olup, AB’nin Türkiye’nin toplam
ticaretindeki payı 2008 – 2011 döneminde ortalama % 41,6 seviyesinde
gerçekleşmiştir(TÜİK, 2015). Söz konusu bu rakam karşılıklı olarak AB ve Türkiye
arasında yüksek oranlı bir bağımlılık yaratmaktadır. AB ve Türkiye arasındaki dış ticaret
hacmi 2011 yılında 110 milyar Euro’ya ulaşmıştır(TÜİK, 2015). Kriz sürecinde daralan dış
pazarlar sonucu Türkiye‘nin ihracat oranları yavaşlamıştır. Azalan dış ticaret hacmine
paralel olarak krizin etkisi Türkiye ekonomisinde çok ciddi boyutlarda hissedilmiştir.
2011 yılında karşılıklı ticaret hacmi 110 milyar Euro gibi rekor bir seviyeye ulaşmıştır.
Türkiye toplam ihracatının yarıya yakınını açık arayla bir numaralı pazarı olan AB’ne
gerçekleştirmektedir. AB’nin dört büyük ekonomisi Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya
Kaynak: TÜİK,.www.tuik.gov, Erişim tarihi:21.05.2015)
Grafik 7: Türkiye’de İhracatın Ülkelere Göre Dağılımı (2008-2012)
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
100
Türkiye’nin önde gelen ihracat pazarlarıdır. Yukarıdaki grafikten de görüleceği üzere, AB
Türkiye’nin en büyük dış pazarı aynı zamanda ticari ortağıdır. Yapılan ihracatın yaklaşık
%50 gibi büyük bir oranı Avrupa Birliği ekonomilerine gerçekleştirmektedir.
2012 yılında Türkiye’nin ihracatının %39’u Avrupa Birliği’ne, %28’i Yakın ve Orta
Doğu’ya, %9’u Diğer Avrupa’ya, %7’si Asya’ya, %6’sı Kuzey Afrika’ya, %4’ü Kuzey
Amerika’ya, %3’ü Diğer Afrika’ya, %1’i Güney Amerika’ya, %1’i ise Orta Amerika’ya
gerçekleştirilmiştir. 2012 yılında Türkiye’nin ithalatının %37’si Avrupa Birliği’nden,
%21’i Asya’dan, %16’sı Diğer Avrupa’dan, %9’u Yakın ve Orta Doğu’dan, %6’sı Kuzey
Amerika’dan, %2’si Güney Amerika’dan,%1’i Kuzey Afrika’dan, %1’i ise Diğer
Afrika’dan gerçekleştirilmiştir.(TÜİK, 2015). Türkiye’nin ithalatındaki ve ihracatındaki en
büyük pay Avrupa Birliği’ne ait olsa da, 2007-2012 döneminde gerek ihracat gerekse
ithalat içinde bu pay giderek azalmıştır (özellikle 2012 yılında). Benzer şekilde Diğer
Avrupa’nın Türkiye ticaretinden aldığı pay azalmıştır.
Avrupa Finans krizi ile yaşanan olumsuz ekonomik ortam, ihracat oranlarında düşüş
ile birlikte Türkiye ekonomisini olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Dikkat edilmesi gereken
bir diğer önemli husus kriz ile birlikte düşen ithalat oranlarının krizin etkilerinin geçmesi
ile birlikte ihracat oranlarına paralel bir şekilde hızlı bir artış trendine girmesidir.
Grafik 8: Türkiye Ekonomisinde ihracat –İthalat Oranları
Grafik 8 Türkiye ekonomisinin en büyük sorunlarından biri olan dış ticaret dengesine
dikkat çekmektedir. En basit ifadeyle İthalat ve ihracat farkı olarak ifade edilen dış ticaret
dengesi, kriz ile birlikte iyileşme sürecine girmiş, krizin etkilerinin hafiflemesiyle birlikte
tekrar ve daha yüksek bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dış ticaret açığının en önemli yansıması
ise ödemeler bilançosuna olmaktadır.
Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma göstergelerinden düzenlenmiştir.2015
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
101
Yapısal bir sorun olarak karşımıza çıkan cari açık Türkiye ekonomisi açısından
ekonomik krizin en önemli göstergelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. 2008
yılında yaşanan küresel krize paralel olarak Türkiye ekonomisinde cari denge olumlu
şekilde yansımıştır. Şüphesiz bu durum dış ticaret açığındaki düzelmeyle beraber
gerçekleşmektedir. İthalat ve ihracat dengesinin düzeldiği yıllar grafikte cari açığın
düzeldiği dönemler olarak da göze çarpmaktadır. Krizin etkilerinin nispeten azaldığı 2010
yılı ve sonrası için ise cari açık oranının tekrar artmaya başladığı, 2011 yılında ise rekor
kırarak %10 seviyesine yaklaştığı gözükmektedir. Bu durum ise Türkiye ekonomisinde
mevcut olan yapısal sorunlara ışık tutar niteliktedir. Çünkü cari açığın tavan yaptığı yıllar
aynı zamanda ekonomik büyümenin de ivme kazandığı yıllar olarak göze çarpmaktadır.
Krizin en büyük yansıması ekonomik büyüme ve işsizlik boyutuyla hissedilmiştir.
Kriz yıllarında özellikle büyüme oranında görülen dalgalanmalar, Euro krizi sonucu ihraç
pazarının daralması neticesinde olmuştur. Daralan ihraç pazarı sonucu yurtiçi üretim
azalmış ve bunun sonucunda ekonomik büyüme oranları büyük düşüşler göstermiştir.
Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir,2015 (www.worldbank.org.)
Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergelerinden derlenmiştir,2015 (www.worldbank.org.)
Grafik 9: Türkiye Ekonomisinde Cari Açık Oranları
Grafik 10: Türkiye Ekonomisinde Büyüme ve İşsizlik Oranları
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
102
Büyüme oranlarındaki düşüş ise ekonominin üretim kapasitesini azaltarak işsizlik
oranlarının tırmanmasına yol açmıştır. Bu bakımdan krizin en şiddetli şekilde hissedildiği
2009 yılı iyi bir örnek teşkil etmektedir. Söz konusu bu yılda işsizlik oranları %12’yi
geçerken, büyüme oranları dip yaparak -%5 seviyesine gerilemiştir.
GIIPS Ülkeleri ve Türkiye Arasındaki Ekonomik Durumun Analizi
Yunanistan, İtalya, İrlanda, Portekiz, ve İspanya beşlisinden oluşan Avrupa Birliği’nin
sorunlu 5 ekonomisi ile Türkiye arasındaki dış ticaret hacmi toplam dış ticaretin yaklaşık
%20sini oluşturmaktadır (TÜİK, 2015).
Grafik 11’e göre 2008 Küresel finans krizinin etkileri Türkiye ekonomisinde daha çok
2009 boyunca görülmüştür. Söz konusu bu yılda Türkiye ekonomisinin ekonomik krizdeki
5 Avrupa ülkesine olan ithalat miktarı yaklaşık %15 seviyelerinde düşüş göstermiştir.
Ancak borç krizinin çok fazla etkin olduğu 2010-2012 arası bu krizden en büyük şekilde
etkilenen Yunanistan’a yapılan ithalat %50’den fazla artış göstermiştir. Hâlbuki söz
konusu bu dönemde Türkiye’nin genel ithalat oranındaki artış %30’lar seviyesindedir. Bu
durum Türkiye ile Yunanistan arasındaki komşuluk ilişkilerinden ötürü ve coğrafi yakınlık
gibi kriterlerden dolayı bir ayrışma olduğu sonucuna varmamıza yol açar. Yunanistan
dışında kalan dört ülkeden gerçekleştirilen ithalat oranlarında ise Türkiye açısından genel
dış ticaret performansına benzer bir seyir izlemiştir.
İthalat performansı açısından söz konusu bu dönemde yaşanan olumsuz gelişmeler
Türkiye ekonomisi açısından birçok sonucu beraberinde getirmiştir. Bu sonuçlardan ilki
ithalat seviyesindeki azalmaya paralel olarak dış ticaret dengesinde yaşanan iyileşmedir.
Özellikle 2008 küresel finans krizini izleyen yıllarda ithalatın gerilemesi ihracatın ithalatı
karşılama oranlarında iyileşmelerin yaşanmasına olanak vermiştir.
-40,0
-20,0
0,0
20,0
40,0
60,0
80,0
2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014
Grafik:11 Türkiye'nin PIIGS Ülkelerine Olan İthalatındaki Değişim Oranı
İtalya İrlanda Yunanistan Portekiz İspanya
Kaynak: TÜİK,.www.tuik.gov, Erişim tarihi:21.05.2015
Grafik 11: Türkiye’nin GIIPS Ülkelerine Olan İthalatındaki Değişim Oranı
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
103
İhracat oranlarına bakıldığında ise, Grafik 12’den de görüldüğü genel ticaret
seviyesine benzer şekilde kriz yıllarında çok ciddi düşüşler gözlenmektedir. Söz konusu
kriz yıllarında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne olan ihracat hacmi düşmüş, buna bağlı olarak
GIIPS ülkelerine olan ihracat seviyesi de düşmüştür.
İthalat ve ihracat performanslarında yaşanan bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra 2008
yılında yaşanan küresel finans krizi ve sonrasında Avrupa ekonomilerini etkisi altına alan
finansal kriz sürecinde sermaye hareketlerinin yönünde önemli değişiklikler
gözlemlenmiştir. Bu süreç içerisinde özelliikle ABD merkez bankası FED ve Avrupa
Merkez Bankası ECB piyasaya çok ciddi miktarlarda likidite sunmuştur. Her ne kadar
krizin daha dramatik bir şekil almasını önlese de piyasaya sürülen bu yüksek miktadaki
likidite krizin etkisini istenen düzeyde engelleyememiştir. Küresel boyuttan Avrupa borç
krizine geçişte özellikle borçlu ülkelere yönelik kurtarma paketleri bu süreçte üzerinde
durulması gereken bir başka konudur. Borç krizinden sonraki süreçte GIIPS ülkeleri
temelinde Türkiye ve AB arasındaki sermaye hareketlerinde dalgalanmalar gözlenmişitir.
Grafik 12: Türkiye'nin PIIGS Ülkelerine Olan İhracatındaki Değişim
Oranı
-80
-60
-40
-20
0
20
40
60
80
2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014
İtalya İrlanda Y unanis tan P ortekiz İs panya
Kaynak: TÜİK,.www.tuik.gov, Erişim tarihi:21.05.2015
Grafik 12: Türkiye’nin GIIPS Ülkelerine Olan İhracatındaki Değişim Oranı
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
104
SONUÇ
Parasal birlik örneği olarak nitelendirilen Avrupa Parasal Alanı bu konuda
uygulamaya geçmiş en önemli örneklerden birini teşkil etmektedir. 2001 yılından itibaren
resmi olarak yürürlüğe giren Euro ile parasal politikalarda uyum sağlanmıştır. Ancak birlik
üyesi ülkeler arasında var olan yapısal uyumsuzluklar bu birliğin karşılaşılan ilk krizde
geleceğinin sorgulanmasına yol açmıştır. 2008 Küresel Finans Krizi Yunanistan ve benzer
yapıdaki ülkelerin ekonomilerinde yaşanan borç sorunu nedeniyle AB ülkelerini etkisi
altına almıştır.
Euro bölgesinin taşıdığı yapısal problemler temelde iki başlık altında toplanabilir.
Bunlardan ilki para ve maliye politikalarının uyuşmazlığı, ikincisi ise AB finansal
sisteminin mimarisindeki zafiyetlerdir (Kutlay, 2012:3). Borç krizi sonucu ortaya çıkan
ekonomik güvensizlik ortamı ve ülkeler arasındaki yapısal farklılıklar ortak para birimi
olan Euro’ya yönelik olarak üç muhtemel senaryoyu gündeme getirmektedir (Kutlay,
2012: 42-43). Bu senaryolardan ilki dağılma yani üye ülkelerin ortak para birimlerine geri
dönmesidir. En pahalı senaryo olarak düşünülen bu sonuç çok fazla muhtemel
gözükmemektedir. İkinci senaryo ise, kapsamlı bir reform/yeniden yapılanma sürecine
girilmesi ve bunun kısa sürede tamamlanmasına paralel olarak para ve maliye politikaları
arasındaki uyumsuzluğun giderilmesi, mali anlamda daha merkezi bir yönetim sistemine
geçilmesi ve finansal sistemin daha entegre bir şekilde yönetilmeye başlanmasıdır. Üçüncü
senaryo ise ilk iki senaryonun ortasında bir yerde durmaktadır. Buna göre “zayıf”
ekonomik karakter gösteren ülkeler elenecek ve ekonomik yapıları daha sağlam görünen
üye ülkeler yeniden şekillenen bir Euro bölgesinin üyeleri olarak kalmaya devam
edebileceklerdir
İstatistikler, Euro üyesi olmayan Avrupa ülkelerinin, Euro Bölgesi ülkelerine göre
daha hızlı büyüdüklerini göstermektedir. Bunun yanı sıra, Euro Bölgesi’ndeki köklü
yapısal sorunlar, Euro Bölgesi’nin gerçekten iyi inşa edilip edilmediği sorusunu gündeme
taşırken, yabancı bazı ekonomistler Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) katılım
çabalarının sürdürülmesi ancak Euro ’ya mesafeli olunması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Euro Bölgesi para politikasının Türkiye’ye uygun olmadığını belirten uzmanlar, Euro
kurunun Türkiye iç ekonomisinin dinamiklerine de uyumlu olmadığını ifade etmişlerdir.
Ayrıca, 2011 yılının üçüncü çeyreğinde, Yunanistan başta olmak üzere Euro Bölgesi’nde
kamu borçlarının sürdürülebilirliğine dair endişelerin artması, ayrıca ABD’deki
toparlanmanın öngörülenden daha yavaş olacağının anlaşılmasının, dolaylı yönden
Türkiye’yi de etkileyebileceği vurgulanmaktadır (Coşkun, 2012:58).
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
105
Avrupa ekonomik krizinin Türkiye üzerindeki en önemli etkisinin ihracat
rakamlarındaki düşüşlerde görülmüştür. Bu durum Türkiye‘nin 2012 büyüme rakamlarına
da olumsuz yansımıştır(TÜİK, 2015). Türkiye’nin ihracatının %60’ını AB ülkelerine,
ithalatının ise %40’ını bu ülkelerden yaptığı bilinmektedir. Özellikle, otomotiv ihracatının
%74’ü AB ülkelerine yapılmaktadır (TİM, 2015). Kriz nedeniyle bu ülke pazarlarının
daralması, ihracat gelirlerinin düşmesine neden olmuştur.
Borç krizinin Türk ekonomisinde yol açtığı olumsuz etkilerden bir diğeri de, ihracatın
düşmesine bağlı olarak ihracat sektörlerinde ortaya çıkabilecek istihdam ve üretim
düşüşüdür. Bir başka olumsuz etki de, kriz nedeniyle, turist olarak Türkiye’ye gelen AB
vatandaşlarının sayısında ortaya çıkan düşüşlerdir(Atik, 2013:45).
Sonuç olarak Avrupa borç krizi başta AB ülkeleri olmak üzere çevre ülkeleri de
olumsuz etkilemiştir. Bu olumsuzluğa karşı AB ülkeleri kurtarma paketleri ile zor durumda
olan ülkelere katkı sağlamışlar Avrupa merkez bankası ise piyasaya yüksek miktarda likit
sürmüştür (ECB,2015. Ancak yapılan çalışmalar sınırlı bir etkiye sahip olmuş olup,
Avrupa ekonomileri istenen performansı istenen düzeye gelmemişlerdir.
Türkiye ekonomisi açısından ise, İhracat gelirlerinin azalması ile ilgili olarak
geliştirilebilecek en önemli politika, ihraç pazarlarını çeşitlendirmektir. Afrika ve Orta
Doğu ülkeleri gibi krizden göreceli olarak daha az etkilenen ülkelere yönelik ihracat
stratejilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Böylece, ihracat düşüşü ve buna bağlı üretim ve
istihdam düşüşü yaşanmayacak, Avrupa ekonomik krizi sebebiyle yaşanan daralma telafi
edilebilecektir. Turizm konusunda AB dışındaki ülkelerde yürütülen tanıtım
kampanyalarına hız verilmelidir. Yapılabilecek başka bir öneri de, Türkiye’nin AB
ülkelerinin yaşadığı gibi bir krize yakalanmamak adına pro-aktif stratejiler geliştirmesinin
sağlanmasıdır. Bunun için yapılabilecek en önemli şey, AB’de krize neden olan
sonuçlardan kaçınmaktır. AB’de mali disiplinin kaybolması krizin en önemli nedeni olarak
görülmektedir. Dolayısıyla, bütçe açıkları ve kamu borç yükü açısından Türkiye’nin AB
karşısındaki başarılı durumunu sürdürmeye devam etmesi, AB borç krizinden etkilenme
katsayısını azaltıcı tedbirler olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca, iç talebi sürekli canlı
tutmaya dönük politikalar da takip edilmelidir. Böylece dış şoklar karşısında ihraç
ürünlerin talebinde ortaya çıkabilecek düşüşler, iç talebin yüksekliği sayesinde üretim ve
istihdamda düşüşe yol açmayacaktır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
106
KAYNAKÇA
AB Genel Sekreterliği Ekonomik ve Mali Politikalar Başkanlığı, (2010), Küresel Krizin
AB ve Aday Ülke Ekonomilerine Etkileri ve Gelecek Döneme İlişkin Beklentiler.
Akçay, Belgin (2008). Avrupa Birliğinin Ekonomik Kriterleri ve Türkiye, Maliye Dergisi
Sayı:155
Akçay, Belgin (2006). Euro Alanının Ekonomisine İlişkin bir Değerlendirme, Ankara,
Avrupa Dergisi, cilt 5, No:2, s-1
Ann Leahy, Seán Healy, and Michelle Murphy, (2014), The European Crısıs And Its
Human Cost A Call For Faır Alternatıves And Solutıons, Crısıs Monıtorıng Report.
Baldwin, R.,&Wyplosz, C. (2004). Theeconomics of Europeanintegration. London:
McGraw-Hill.
Beukers, Thomas (2013), The Eurozone Crisis and the Legitimacy of Differentiated
Integration, EUI Working Paper MWP 2013/36.
Ceserano, F. (2006a). Optimum currency areas: A policy view. BNL Quarterly Review,
59(239), 317-332.
Ceserano, F. (2006b). The origins of the theory of optimum currency areas. History of
Political Economy, 38(4), 711-731
Coşkun, Evren (2012). Optimum para alanları teorisi: Türkiye’nin Euro Bölgesine Uyumu
Üzerine Bir İnceleme, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi C:2 , S:4
Coşkun, Evren (2012). Optimum para alanları teorisi: Türkiye’nin Euro Bölgesine Uyumu
Üzerine Bir İnceleme, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi C:2,S:4
Çenberci, Engin (2014), Euro’nun Geleceği Ve Grexıt, Global Journal of Economics and
Business Studies, Volume: 3 Issue: 6 (32-38).
Dedeoğlu, B. (2006). Adım adım Avrupa Birliği. İstanbul: Okumuş Adam Yayıncılık ve
Eğitim Hizmetleri
Frankel, J. A. (1999). No single currency regime is right for all countries or at all times.
National Bureau of Economic Research. Cambridge: NBER Working Paper Series.
Frankel, J. A., & Rose, A. K. (1998). The endogeneity of the optimum currency area
criteria. The Economic Journal, 108, 1009-1025.
Grauwe, P. (1997). The economics of monetary integration. Oxford: Oxford university
Press.
Hall Peter (2012), The Economics and Politics of the Euro Crisis, German Politics,
Vol.21, No.4, December 2012, pp.355–371
Heisbourg, François (2012), In the Shadow of the Euro Crisis, Survival | vol. 54 no. 4, pp.
25–32
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
107
Heisbourg, François, (2014) The EU Without the Euro, Survival | vol. 56 no. 2 | April–
May 2014 | pp. 27–48
Jones, Erik, (2013), The Euro Crisis: No Plan B, Survival | vol. 55 no. 3 | June–July
2013 pp. 81–94
Jones. Erik, (2009), The Euro and the Financial Crisis, Survival | vol. 51 no. 2 | April–
May 2009, pp. 41–54
Kapusuz, Fatime, (2006), Avrupa Birliği Uyum Sürecinin Türk Ekonomisine Etkileri:
(1980 – 2006), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisadi İdari
Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü, Yüksek Lisans Tezi.
Kavcıoğlu, Şahap, (2014), Avrupa Birliğinde Euro Krizi ve Türkiye Ekonomisine Etkileri,
Maliye Finans Yazıları, Sayı: 101.
Kawai, M. (1987). Optimum currency areas. J. Eatwell, M. Milgate, & P. Newman içinde,
The New Palgrave: A Dictionary of Economic Theory and Doctrine. London: The
Macmillan Press.
Kibritçioğlu, Aykut, (2010), Effects of Global Financial Crisis on Turkey, Munich
Personal Repec Archive, No. 29470.
Krugman, P. (1993a). What do weneed to know about the international monetary system.
Princeton: Princeton University
Kutlay, Mustafa, (2011), Usak Raporları No:11-01.
Mundell, R. A. (1961). A theory of optimum currency areas. The American Economic
Review, 51(4), 657-665
Özalp, Hüseyin (2011). Avrupa Parasal Birliği’nin Optimal Para Alanı Teorisi
Çerçevesinde Analizi,Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana
ÖZKAN, İ (2008). An empırıcal assessment of the optımum currency areas theory: Turkey
and the emu countrıes. Economic Review 01/2008; XIII(1):3-18.
Öztürk, Mustafa, Aras, Osman Nuri, Kadı, Osman Salih, (2012), AB Borç Krizi Ve Bunun
Türk Dış Ticaretine Olan Etkileri, Ekonomi Bilimleri Dergisi, Cilt 4, No 1, ISSN: 1309-
8020
Pisani-ferry, Jean, (2010), Crisis in the Eurozone and how to Deal with It, Bruegel Policy
Contribution,
Pisani-ferry, Jean, (2012) The Euro Crisis And The New İmpossible Trinity, Bruegel
Policy Contribution, no. 2012/01.
Pusat ,Feride (2013). Optimum para alanı teorisi ve Ekonomik parasal birlik “Türkiye
Analizi”Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Avrupa Birliği ve Uluslararası
Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Tezi
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
108
Samsar, A. (2003), Optimal Para Alanı Çerçevesinde Türkiye Analizi, Uzmanlık Yeterlilik
Tezi, TCMB, İstatistik Genel Müdürlüğü, Ankara
Sauskas, Ramunas Vılpı, (2013). Eurozone Crisis and European Integration: Functional
Spillover, Political Spillback?, Journal of European Integration, Vol. 35, No. 3, 361–373,
Savaş, V. F. (1999). Çağımızın deneyi Euro. Ankara: Siyasal Kitabevi.
Sever, Erşani, Demir, Murat, (2014), Küresel Finansal Krizden Borç Krizine, Nedenler,
Etkiler, Beklentiler, Ekin Kitabevi Bursa,
Şimşek, Hamza (2005). Optimum Para Sahası Teoremi Altında Türkiye’nin Avrupa Para
Birliğine Uyumu, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1:53-66
Urhan,Ümit Barış (2005). Avrupa Parasal Birliği Türkiye Açısından Bir Optimum Para
Sahası Mıdır?,http://www.akademiktisat.net/calisma/ab_tr/ab_para_birlik_burhan.htm
E.T. 01.03.2015
Wright, Thomas (2013). Europe’s Lost Decade, Survival, vol. 55 no. 6, 7–28
Ziya, Öniş, Kutlay, Mustafa, (2012), Ekonomik Bütünleşme/Siyasal Parçalanmışlık
Paradoksu: Avro Krizi ve Avrupa Birliğinin Geleceği, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 33
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
109
İNSAN KAYNAKLARI AÇISINDAN ESNEK ÇALIŞMANIN İSTİHDAMA
ETKİLERİNİN İNCELENMESİ: TÜRKİYE ÖRNEĞİ*
Çağlar DOĞRU**
ÖZET
Son yıllarda dünyada yaşanan her türlü ekonomik ve teknolojik gelişmeler ile birlikte üretimin, üretim
tekniklerinin ve çalışma şekilleri değişime uğramaktadır. Bu değişiklikler rekabet ortamında avantaj elde
etmek isteyen işçi ve işverenler için çalışma hayatında farklı istihdam türlerinin doğmasına öncülük
etmiştir. Gerek işsizlik ile mücadeleye yardım etme gerekse çalışanların iş tatmini ve motivasyonlarını
arttırıcı etkilerinden ötürü çalışma hayatında esneklik gelişmiş ülkelerde hızla yayılmıştır.Çalışmada
uygulamada yer alan esnek çalışma türleri ele alınmak suretiyle kavramsal çerçeve çizildikten sonra,
Türkiye’deki insan kaynaklarının ne derecede esnek çalışma türlerinden yararlandığı ortaya konmuştur.
Araştırmada Türkiye’de 2000-2007 yılları arasını kapsayan dönem ele alınarak esnek çalışma faaliyetleri
incelenmiştir. Araştırma bulgusu olarak, esnek çalışmanın istihdamı artırıcı etkilerinin olduğu saptanmış
ve Türkiye’de esnek çalışma uygulamalarının henüz istenen seviyelerde olmadığı tespit edilmiş ve
gelişmiş ülkelerdeki gibi istihdama olumlu etkilerinin ancak Türkiye’de esnekliğin geliştirilmesi ile
mümkün olacağı anlaşılmıştır.
Anahtar Sözcükler :İnsan Kaynakları, Esneklik, Esnek Çalışma, İstihdam, Güvenceli Esneklik
ANALYZING THE EFFECTS OF FLEXIBLE WORK ON EMPLOYMENT
FROM THE PERSPECTIVE OF HUMAN RESOURCES:
THE CASE OF TURKEY
ABSTRACT
In recent years, economical and technological advancements have enhanced production, production
techniques and work types to change.These changes have leaded the way to generate new employment
types for both employees and employers. Both helping to cope with unemployment and enhancing to rise
the level of job satisfaction and motivation, flexible work arangements diffused in developed countries
fast. In this research, as conceptual frame, types of flexible work arrangements were discussed and after
that it is pointed out that the degree to which human resources in Turkey are in engagement with flexible
work arrangements. In the research; flexible work was observed through the years between 2000-2007 in
Turkiye.As a result, it has been indicated that there are several positive effects of flexibility to
employment, but in Turkiye still flexibility and flexible work is not at the appropriate degree as they are
in developed countries, so the possible positive effects of flexibility to employment in Turkiye will be
under consideration only if Turkiye will take progressive actions on the issue of flexibility and flexible
work.
Key Words: Human Resources, Flexibility, Flexible Work, Employment, Flexicurity
* Bu makale Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2010 yılında tamamlanan ‘’Türkiye’deki İnsan
Kaynakları Açısından Esnek Çalışmanın İstihdama Etkisi’’ adlı yayımlanmamış yüksek lisans tezinden üretilmiştir. ** Araştırma Görevlisi, T.C. Ufuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü,
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
110
GİRİŞ
Rekabet ile beraber işgücü piyasalarında meydana gelen değişimleri de yakından takip
etme durumunda bulunan işletmeler ve bu işletmelerdeki görevlere talip olan veya o
görevleri yerine getirmekte olan işçiler, piyasadaki konumlarının rakipler tarafından ele
geçirilmemesi için bir takım stratejiler geliştirmek zorunda kalmıştır. Bunların başında
ise, ‘’esneklik’’ yer almıştır. Esnek olan işletmeler, henüz katılıklarını üzerinden
atmamış olanlara nazaran rekabet avantajı elde etmekte ve bunu üretimine yansıtarak
büyümeye devam etmektedir. Öte yandan esneklik ile, işçiler de işlerini görürken bir
takım avantajlar elde ederek, çalışma koşullarını değiştirebilme imkanına sahip
olabilmektedirler.
Bu bağlamda, çalışmanın konusu ile ilgili olarak, insan kaynakları yönetiminde esnek
çalışmanın yeri incelenerek, istihdam ile ilişkileri ortaya konulacak ve Türkiye’de
mevcut esnek çalışma uygulamaları değerlendirilerek sonuca varılacaktır. Öyle ki,
esnek çalışmanın istihdama etkilerinin olup olmadığı araştırılacak, eğer var ise,
etkilerinin neler olduğu ve bu etkilerin ne gibi sonuçlar doğurduğu ortaya konulacaktır.
Böylece, çalışmada amaç olarak; Türkiye’deki insan kaynakları açısından esnek
çalışmaların var olup olmadığı incelemek ve var olması durumunda bu uygulamaların
nedenleri ile birlikte istihdama etkilerinin neler olduğunun ortaya konulması olarak
planlanmaktadır.
I. ÇALIŞMA HAYATINDA ESNEKLİĞİN İNCELENMESİ
Esneklik, işletme bünyesindeki işlerin olabildiğince genişletilmesi ve işçilerin
yeteneklerini geliştirerek etkin ve etkili olmalarını
sağlamaktır.(Garrahan,Stewart,1992:59) İşletme açısından esneklik, nicelik ve nitelik
olarak değişebilen talebin kısa sürede ve etkin biçimde karşılanmasıdır. Esneklik,
önceden öngörülemeyen değişikliklere karşı kapasiteyi uyarlayabilmek ve bu amaca
ulaşabilmek için gerekli araçları kullanmaktır. Esnekliğin amacı; üretimin
kolaylaştırılması ve rekabet gücünün arttırılmasıdır. (Şen,1999:6)
Esnek çalışma ise, sınırsız bir süre için tam zamanlı olarak yapılan işler dışındaki bütün
işlerdir. (Ozaki çev.Işık,2003:6) Esnek çalışma, geleneksel çalışma alışkanlığından
farklılaşarak, tarafların toplu iş sözleşmesi ve hizmet akdi gibi hukuki araçlarla çalışma
şartlarını, ihtiyaçlara göre bizzat belirleyecek bir biçimde düzenleyebilme imkanı veren
açık bir sistemin kurulmasıdır. Bu türlü bir sistemde; işçiler ile işverenler, çalışma
şartlarını standart çalışmadan farklı olarak belirleyebilme serbestisine sahiptir.
(Ekonomi,1993:59-60)
II.İŞLETMELERDE ESNEK ÇALIŞMA MODELLERİNİN İNCELENMESİ
Ekonomik ve teknolojik gelişmelerle beraber işletmelerin uluslararası rekabet
kurallarına uyma zorunluluklarından ötürü çalışma şekillerinde önemli ölçüde
değişmeler olmakta ve korumacı hukuk düzeninin getirdiği uygulamaların dışında yeni
çalışma şekilleri ortaya çıkarmaktadır.(Aktay,1999:58) Bu çalışma şekilleri geleneksel
bağımlı çalışma ilişkisinden farklı bir iş ilişkisine dayanmakta ve belirsiz süreli, tam
gün çalışma dışında işletmenin çatısı altından olmaksızın birden fazla işverene bağımlı
olarak gerçekleşebilmektedir. (Tokol,2001:152) Kısmi çalışmanın tanımını yaparken
hemen her ülkede kabul edilmiş olan ortak üç öğeden bahsetmek gerekmektedir:
-Haftalık çalışma süresinin, normal çalışma süresinden önemli ölçüde kısa olması
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
111
-Çalışmanın düzenli olması
-Çalışan kişinin kendi istek ve tercihi ile kısmi süreli çalışması (Kutal,1991:91)
Kısmi çalışmanın, esnek çalışma modelleri arasında en önemlilerinden birisi
olmasından ötürü bu konuyla ilgili birçok araştırma yapılmış ve bunların neticesinde
işçilerin gerek kendilerine daha fazla vakit ayırabilmeleri, gerekse üretkenliklerinin
artmasını saptandığı için kısmi çalışmayı tercih ettikleri ortaya çıkmıştır. (Catalyst
Press,1990:4) Kısmi çalışma verilerini ülkeler bazında inceleyecek olursak, genel bir
fikir edinmek adına, 1996 yılı verilerine göre, %36,5 ile en yüksek kısmi çalışma oranı
Hollanda’dadır. Danimarka, Yeni Zelanda, İsveç,Japonya ve İngiltere’de toplam
istihdamın %20’sinden fazlasını kısmi çalışanlar oluşturmaktadır.Ayrıca kısmi çalışma
hizmet sektöründe daha fazla uygulama alanı bulmaktadır.Avrupa Birliği’nde hizmet
sektöründeki işçilerin %33,8’ini kısmi çalışanlar oluştururken, üretimde çalışanların
sadece %4,6 sı kısmi olarak çalışmaktadır. (Tokol,2001:155)
İş paylaşımında, iki ya da daha çok sayıda işçi, tek bir işi, gerektiğinde de iki veya daha
çok işi paylaşmaktadır. Bunlar daha önce belirlenmiş iş süresi planı çerçevesinde oraya
yerleştirilmiş diğer işçi veya işçilerin onayıyla işyerindeki mutat iş süresi boyunca
faaliyette bulunmayı, sözleşmeyle yüklenmektedir. (Blomeyer,1994:2014) İş paylaşımı
biçimleri olarak karşımıza, ‘’bölünmüş gün’’, ‘’bölünmüş hafta’’, ‘’dönüşümlü hafta’’,
ve ‘’ belirli olmayan dönüşümler’’ çıkmaktadır. Bölünmüş günde, iş paylaşanlardan biri
sabah çalışırken diğeri öğleden sonra çalışmaktadır. Bölünmüş haftada iş
paylaşanlardan birisi, haftanın ilk yarısında, diğeri haftanın ikinci yarısında
çalışmaktadır. Dönüşümlü haftada, iş paylaşanlardan ilki, bir tam hafta çalışırken, diğeri
bir sonraki haftayı tam olarak çalışmaktadır. (TİSK,1999:34)
Çağrı üzerine çalışma, önceden yapılan hizmet sözleşmesi bağlamında, işçinin işveren
tarafından çağırıldığı zaman işyerine giderek çalışmasıdır. Bu çalışma yöntemiyle,
işveren işletmeye esneklik sağladığı gibi, işletmenin talep dalgalanmalarına karşı
uyumu kolaylaşır. Çağrı üzerine çalışma konusundaki hizmet sözleşmelerinde bu tür
çalışmanın süresi ve konulacak şartların işçiyi fazlaca bağlayıcı ve tedirgin edici
nitelikte olmaması gerekmektedir. (Kutal,1991:61)
Dünyada son zamanlarda giderek artan sayıda işveren, düzenli işçilerin çalışma
programlarının bir parçası olarak evde çalışmalarının, işletmelerin ve işverenlerin
yararına olduğunu anlamaktadır. Uygulamada adı her ne olursa olsun -esnek mekanda
veya evde çalışma-, bu türlü bir çalışma giderek yayılmaktadır. Evde çalışan işçilerin
bazıları, tam zamanlı, bazıları yarı zamanlı çalışan olmakla beraber, bazıları yönetici,
bazıları üretim işçileri dahi olabilmektedir. (Olmsted,Smith,1989:353)) Evde çalışma
modeli, klasik istihdam biçimlerinden farklı olarak ortaya çıkan ve işgücü piyasasında
daha çok belirli bir cinsiyetten olanların, yani kadın işgücünün katılımını gerçekleştiren
bir modeldir.(Lordoğlu,1990:7) Avrupa Konseyi’nin bir araştırmasına göre, evde
çalışma modelinde kadınların oranı, Almanya, Yunanistan, İrlanda, İtalya ve
Hollanda’da %90-95, İspanya’da %75, İngiltere’de %70, Avustralya’da %95
oranlarında olup, çoğunluğunu göçmen kadınlar oluşturmaktadır.
(Eyrenci,Bakırcı,2000:11)
Tele çalışma modelinde, işçilerin işletme müşterilerinden uzak bir şekilde, evlerinde
veya daha farklı yerlerde bilgi ve telekomünikasyon teknolojilerini (bilgisayar, faks
makinesi, modem, akıllı telefonlar) kullanmaları söz konusudur.(Armstrong,1999:43)
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
112
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, tele çalışma merkez bürodan veya üretimin
yapıldığı yerden uzak bir yerde yapılan, işçinin merkez büroda veya üretim biriminde
çalışan diğer işçilerle doğrudan kişisel ilişki yerine yeni teknolojileri kullanarak, ilişki
kurabildiği çalışma şeklidir. İşçinin bulunduğu yer ile merkez büro veya üretimin
yapıldığı yer arasında elektronik iletişim araçları ile bağlantı kurulmaktadır.
(Tokol,2001:159)
İşveren (ödünç veren),rızasını almak suretiyle bir işçiyi başka bir işverene (ödünç alan)
iş görme edimini yerine getirmek üzere geçici olarak verdiğinde ödünç iş ilişkisi
kurulmuş olur. Bu halde iş sözleşmesi ödünç veren işverenle devam etmekle beraber,
işçi bu sözleşmeye göre üstlendiği işin görülmesini ödünç alan işverene karşı yerine
getirmekle yükümlü olur. Ödünç alan işveren işçiye talimat verme hakkına sahiptir.
Ödünç veren işverenin, ücreti ödeme yükümlülüğü devam eder.(Tuncay,2003:56)
Geçici iş ilişkisinde üçlü bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Buna göre, ödünç işçi veren
işveren ile işçisi arasında bir hukuki ilişki vardır. İkinci olarak ödünç işçi veren işveren
ile ödünç işçi alan işveren arasında bir hukuki ilişki vardır. Üçüncü olarak ödünç verilen
işçi ile ödünç alan işveren arasında bir hukuki ilişki mevcuttur.(Aktay,1999:60)
Kayan iş süresi çalışma modeli, ilk uygulanan esnek iş süreli çalışma modellerinden
birisidir. Gerçekten 1960 yıllarının ortalarında önce Almanya’da başlayan ve hemen
ardından İsviçre’de uygulamaya konan bu çalışma modeli daha sonraları, Fransa, İtalya,
İskandinav ülkeleri ve İngiltere ile A.B.D. , Kanada ve Japonya’da yaygınlık
kazanmıştır.(Eyrenci,1993:164) Kayan iş süresi, işçilerin günlük iş süreleri aynı kalmak
koşuluyla işe başlama ve işi bitirme zamanı veya belirli bir zaman dilimi içinde
ortalama süreleri aşmaksızın günlük çalışma süresini ayarlama serbestisi olan bir
uygulamadır ve ‘’basit kayan iş süresi’’ ve ‘’ nitelikli kayan iş süresi’’ olmak üzere iki
türü mevcuttur. (Başkan,1999:38)
Vardiya sistemleri çalışma modeli günümüzde birçok endüstri kolunda görülmektedir.
Vardiya sistemleri, gece veya sabah erken çalışmanın zorunlu olduğu yerlerde çoklu
vardiya şeklini alarak veya işyerinde iki veya daha fazla işçi grubunun günün değişen
zamanlarında çalışmaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Çalışılan toplam zaman 24
saat olabileceği gibi bu süreden daha az da olabilmektedir. Vardiyalı çalışma, bir
işyerinde aynı iş için bir grup işçinin diğer grupla düzenli olarak yer değiştirerek
çalışması şeklidir. (Folkard,Monk,1985:165-166) Esnek vardiya modeli, toplu iş
sözleşmesi veya hizmet akdi ile kabul edilen kişisel iş süresini aşan fazla çalışmanın,
daha sonra serbest vardiyalarda, yani, zaman olarak aynı süre için iş gördürülmemesi
suretiyle, telafisini öngörmektedir. (Hueck,1993:115)
Telafi edici çalışma ve dinlenme modelinde işçiden veya işverenden doğan sebepler
sonucu kaybedilen iş sürelerinin daha sonra çalışılarak telafi edilmesi veya fazla çalışma
yapılması durumunda hak edilen ücretlerin para olarak değil de boş zaman olarak elde
edilmesi mümkündür. Bu durumla daha çok gelişmiş ülkelerde çalışan işçiler
karşılaşmaktadır çünkü ücret seviyesi belirli bir düzeyin üstünde olan kimseler daha çok
kazanmak yerine dinlenmeyi seçebilmektedirler.(Başkan,1999:39) Telafi edici çalışma
ve dinlenme modelinde, telafi edilen çalışma ise, işletmelerin herhangi bir yaptırıma
gerek kalmadan işçisinin tekrar çalışması ve kaybedilen zamanı işletmeye kazandırması
söz konusudur.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
113
Yoğunlaştırılmış iş haftası, bir çalışma haftasının (genellikle 40 saat uzunluğunda) beş
günden daha aza düşürülmesine tekabül eder. Bu çalışma modelinin en sık görülenleri,
4/10 ( dört gün boyunca 10’ar saat çalışılan), 3/12 ( üç gün boyunca 12’şer saat çalışılan
), 5-4/9 ( bir hafta beş gün boyunca 9 saat, diğer hafta dört gün boyunca 9 saat çalışılan)
şekilleridir.(Olmsted,Smith,1989:39) Yoğunlaştırılmış iş haftası, uygulamada haftalık iş
süresinin sıkıştırılan iş günlerine elit bir şekilde bölünmesinin yanında günlük iş
sürelerinin farklı şekilde dağıtılması veya 15 günlük ya da aylık toplam iş süresinin
örneğin 10 veya 20 güne toplanması şeklinde çeşitlendirilmektedir. (Eyrenci,1993:168)
Kendi hesabına çalışma, kişinin kendisine ait bir işte sahip olduğu üretim araçları ile
kendi hesabına yaptığı çalışma olarak tanımlanmaktadır. Kendi hesabına çalışma
genelde tarım ve ticarette yaygın olarak uygulama alanı bulmaktadır.(Tokol,2001:153)
İtalya, Belçika, Fransa, İngiltere, Lüksemburg, Danimarka, Hollanda ve Almanya’da
ulaştırma, perakende ticaret, inşaat ve çeşitli hizmet gruplarında yeni bir ‘’kendi adına
çalışan işçi’’ sınıfı doğmuştur. Bu kişiler resmen bağımsız olmakla beraber aslında
işçidir ve bütün işçiler gibi sosyal anlamda korunmaları gerekir. Buna örnek olarak,
İngiltere’de inşaat sektöründe inşaat işçilerinin kendi hesabına çalışan statüsüne
geçtiklerinde, vergi ve prim açısından daha az kesinti yapılarak net ücretlerinin
arttırılması gösterilebilir. (Erdoğdu,1993:328)
III.ARAŞTIRMANIN AMACI VE YÖNTEMİ
Çalışmada amaç olarak; esnek çalışmanın istihdama etkilerinin neler olduğunun ortaya
konması ve esasen Türkiye’de esnek çalışma uygulamalarının ne seviyede olduğunu
araştırarak, esnekliğin Türkiye’de istihdamı etkileyip etkilemediği ve etkiliyorsa ne
şekilde etkilediğini incelemek esas alınmıştır.Çalışmanın kapsamı, esneklik ve esnek
çalışma uygulamalarının incelenmesi ve bunların Türkiye’de insan kaynakları açısından
ne şekilde uygulama alanı bulduğunun araştırılmasıdır. Ayrıca, çalışmada elde edilen
sayısal veriler analiz yöntemi ile yorumlanarak bilgi üretilme aşamasına getirilmiştir.
Çalışmada elde edilen veriler, 2000-2007 yılları arası ile sınırlandırılmış ve Türkiye
İstatistik Kurumu’ndan (TÜİK) elde edilmiştir.Çalışmada ikincil veri analizi
yapılmıştır. Değerlendirilen veriler, Türkiye için bilgi talebi yoluyla TÜİK’ ten elde
edilmiş olup, bu veriler Türkiye’de uygulanan ve kişilerin kendi beyanına göre
oluşturulmuş olan bilgileri yansıtmaktadır. Bu bağlamda, esnek çalışma biçimlerinden
kısmi çalışma, geçici süreli çalışma, evde çalışma ve kendi hesabına çalışma ile ilgili
veriler elde edilmiş olup, diğer esnek çalışma biçimlerinin uygulandığına dair resmi
verilere ulaşılamamıştır.
IV.BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
A.Kısmi Çalışmaya İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi
Türkiye’de kısmi çalışma ile ilgili verilerin analiz edilmesinde de kısmi çalışma süresi
haftada 30 saatten az olduğu dikkate alınmalıdır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
114
1.Kısmi Süreli İstihdamın Toplam İstihdam İle İlişkisinin Değerlendirilmesi
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, OECD, Factbook 2009 Economic,
Environmental and Social Statistics
Kısmi süreli istihdamın toplam istihdama en yüksek oranı olan % 9.4 , incelenen
dönemde görülen en yüksek oran olup, 2007 yılına kadar inişli ve çıkışlı bir seyir
izlemiş ve en düşük değeri olan % 5.8’i 2005 yılında yaşamıştır.
2.Kısmi Süreli Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı
Tablo 1: Kısmi Süreli Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Cinsiyet 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Erkek 917 506 592 552 602 524 685 676
Kadın 1.120 836 827 727 860 765 972 997
Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Türkiye’de kısmi süreli olarak çalışan erkeklerin 2000 yılı ile 2007 yılları arası nicel
değişimleri incelendiğinde, 2000 yılından sonra yaşanan sert düşüşle beraber 2001
yılından sonra, küçük ölçekli olmak üzere, sırayla artış ve azalışlar yaşanmıştır. Erkek
işçiler açısından devamlı bir ivme kazanılamamış ve 2007 yılı sonunda dahi 2000
yılında mevcut olan erkek kısmi çalışan oranına ulaşılamamıştır. Bunun nedeni, bir
evvelki yıla oranla sayının artmasını, bir diğer yıl yaşanan düşüşlerin takip etmesidir.
0
2
4
6
8
10
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Grafik 1 : Kısmi Süreli İstihdamın Toplam İstihdama Oranı (%) 2000-2007
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
115
3.Kısmi Süreli Çalışanların Yaş Grubuna Göre İstihdamı
Tablo 2: Kısmi Süreli Çalışanların Yaş Grubuna Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Yaş
Grubu
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
15-24 502 289 252 216 276 225 275 254
25-34 452 320 356 318 334 310 361 340
35-54 687 488 530 479 549 522 689 701
55+ 396 246 281 265 304 232 331 378
Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Yukarıda belirtilen yaş gruplarının tümünde, sayısal olarak 2001 yılında yaşanan sert
düşüşün etkisini görmek mümkündür. Bu yaş grupları içinde 2001 yılında en fazla
oranda 15-24 yaş grubunun azaldığı görülmektedir. 2001 yılında yaşanan ekonomik kriz
ile birlikte sayıları azalan kısmi çalışan işçilerin en fazla oranda 15- 24 arası grupta
oldukları anlaşılmaktadır. Yani genç nüfus olarak tanımlanan 15-24 yaş aralığındaki
kişilerin ekonomik krizden en fazla düzeyde etkilendiğini söylemek mümkündür.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
116
4.Kısmi Süreli Çalışanların Eğitim Durumuna Göre İstihdamı
Tablo 3: Kısmi Süreli Çalışanların Eğitim Durumuna Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Geniş Yaş
Grubu
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Okuma
yazma
bilmeyen
444 331 334 267 292 220 306 321
Okuma
yazma bilen
fakat okul
bitirmeyen
127 81 89 67 111 108 154 172
İlkokul 1.133 680 725 687 751 644 815 806
İlköğretim 9 13 12 20 37 47 75 84
Ortaokul 110 67 72 64 79 76 90 76
Genel Lise 74 47 48 43 60 61 75 72
Meslek Okulu 47 29 32 32 36 42 48 54
Yüksekokul
veya Fakülte 92 93 107 98 96 92 94 88
Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Elde edilen verilere göre, kısmi çalışan işçilerin eğitim düzeyleri, okuma ve yazma
bilmeyenlerden, üniversite mezunlarına kadar olan geniş bir yelpazededir. Bunların
arasında sayıca en yüksek halde kısmi çalışanların eğitim düzeyleri yalnızca ilkokul
mezunluğu seviyesindedir. Türkiye’deki kısmi çalışanların en yüksek seviyede ilkokul
mezunu ve en düşük sayıda üniversite mezunu olması, ülkemizde kısmi süreli işlerin
nitelik gerektirmeyen türde işler olduğu sonucunu doğurmaktadır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
117
5.Kısmi Süreli Çalışanların Ekonomik Faaliyetlerine Göre İstihdamı
Tablo 4: Kısmi Süreli Çalışanların Ekonomik Faaliyetlerine Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Tarım, Ormancı-
lık,Avcılık,
Balıkçılık
1.628 1.021 1.042 917 1.108 850 1.160 1.190
İmalat Sanayi 89 68 69 62 69 92 98 96
İnşaat ve
Bayındırlık İşleri 47 24 25 24 22 28 39 37
Turizm 76 56 70 72 74 100 131 122
Ulaştırma,Haber-
leşme, Depolama 34 18 27 23 34 35 41 38
Mali Kurumlar,
Sigortacılık 11 7 9 8 9 18 16 19
Toplum Hizmetleri 149 148 173 171 145 166 171 170
Toplam 2.037 1.342 1.419 1.278 1.463 1.289 1.657 1.673
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Türkiye’de kısmi süreli çalışanların ekonomik faaliyetlerine göre istihdamları
incelendiğinde, en fazla olarak tarım, ormancılık, avcılık ve balıkçılık gibi işlerde
yoğunlaştıkları görülmektedir. Toplam kısmi çalışanların içinde en önemli paya sahip
olan bu faaliyetleri diğer sektörler oldukça geriden takip etmektedirler. Bu işleri takip
eden ekonomik faaliyetlerse, sayısı oransal olarak oldukça düşük olmasına rağmen
toplum hizmetleriyle ilgili alanlardır. Yine sayıları toplam kısmi çalışanlara göre
oldukça düşük olmasına rağmen kendisine kısmi çalışma alanı bulan sektörler arasında
ise, sayısal büyüklüğüne göre sıralanacak olursa; imalat sanayi, turizm, inşaat sektörü,
ulaştırma- haberleşme- depolama ve son olarak ise mali kurumlarda çalışma ve
sigortacılık bulunmaktadır.
B. Geçici Süreli İş Sözleşmelerine İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi
Geçici süreli iş sözleşmelerine yönelik verilerin değerlendirilmesinde; Türkiye İstatistik
Kurumu tarafından verilen bilgilere 2004 yılından evvelki zaman dilimi için
ulaşılamamakta olup, 2004 ile 2007 yılları arası veriler değerlendirilecektir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
118
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Geçici süreli istihdamın toplam istihdama oranın en yüksek değeri 2006 yılında %7.3,
ve en düşük değeri 2004 yılında % 4.7 olarak gerçekleşmiştir. Gelişmiş ülkeler ile
kıyaslanacak olursa, örneğin; Almanya’da aynı oran, 2004 yılında %12.4 ve 2006
yılında %14.5’tir. Yine Genişlemiş Avrupa Birliği’nde 2004 ile 2007 yılları arası
ortalama oran %14’tür.(European Commission:2007) Türkiye’deki bu oranlar gelişmiş
ülkelere göre, çok düşük olmamakla beraber, geliştirilmesi gerekmektedir.
2.Geçici Süreli İşlerde Cinsiyete Göre İstihdam
Tablo 5: Geçici Süreli İşlerde Cinsiyete Göre İstihdam
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Cinsiyet 2004 2005 2006 2007
Erkek 772 1.149 1.313 1.165
Kadın 237 323 355 321
Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)
2004 yılından 2006 yılına kadar, her sene toplamda artan oranda yükselen ve 2007
yılında düşüşe geçen geçici süreli iş sözleşmeleri ile istihdam edilenlerin yıllar itibariyle
büyük çoğunluğunu erkekler oluşturmaktadır.Erkek istihdamının sayısı 2007 yılında %
11 oranında düşerken kadınlarda bu oran % 9’da kalmıştır.
0
1
2
3
4
5
6
7
8
2004 2005 2006 2007
Grafik 2 : Geçici Süreli İstihdamın Toplam İstihdama Oranı (%) 2004-2007
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
119
3. Geçici Süreli İşlerde Yaş Grubuna Göre İstihdam
Tablo 6: Geçici Süreli İşlerde Yaş Grubuna Göre İstihdam
Yaş Grubu 2004 2005 2006 2007
15-24 224 325 362 312
25-34 351 478 542 439
35-54 387 608 687 655
55+ 47 62 76 79
Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)
Kısmi süreli çalışmada olduğu gibi, geçici süreli çalışmada da, 35-54 yaş grubu en fazla
sayı ile istihdam edilmektedirler. En yüksek seviyesini 2006 yılında gören 35-54 yaş
grubu, en büyük sıçramasını da 2005 yılında yaşamıştır. 15-24 yaş grubu olan genç
nüfus ise, yine 35-54 ve 25-34 yaş gruplarından sonra 3. sırayı almaktadır.
4. Geçici Süreli İşlerde Eğitim Durumuna Göre İstihdam
Tablo 7: Geçici Süreli İşlerde Eğitim Durumuna Göre İstihdam
Geniş Yaş
Grubu 2004 2005 2006 2007
Okuma yazma
bilmeyen 89 117 119 102
Okuma yazma
bilen okul
bitirmeyen
60 102 121 124
İlkokul 618 849 934 803
İlköğretim 28 59 98 107
Ortaokul 85 141 162 131
Genel Lise 64 94 115 101
Meslek Okulu 38 76 81 79
Yüksekokul
veya Fakülte 26 33 38 38
Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)
Geçici süreli iş sözleşmeleri ile çalışanların eğitim durumları incelendiğinde; kısmi
çalışmada elde edilen sonuçların bu çalışma biçiminde de büyük ölçüde geçerli olduğu
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
120
fikrini uyandırmaktadır. Sayısal olarak en fazla ilkokul mezunu işçilerin bu çalışma
biçimini tercih ettiği, diğer eğitim seviyesindekiler, özellikle üniversite mezunları, az
sayıda bu şekilde istihdam edilmektedirler.
5. Geçici Süreli İşlerde Ekonomik Faaliyete Göre İstihdam
Tablo 8: Geçici Süreli İşlerde Ekonomik Faaliyete Göre İstihdam
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
2004 2005 2006 2007
Tarım, Ormancılık,
Avcılık, Balıkçılık 310 408 427 326
Madencilik 3 8 7 9
İmalat Sanayi 113 143 162 136
Elektrik,Gaz,Su 2 2 2 1
İnşaat ve Bayındırlık
İşleri 361 549 608 585
Toptan Perakende,
Lokanta,Turizm 74 141 174 163
Ulaştırma,Haber-
leşme, Depolama 30 48 66 70
Mali Kurumlar,
Sigortacılık 15 24 30 20
Toplum Hizmetleri 101 150 191 176
Toplam 1.009 1.472 1.667 1.486
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2004-2007)
Geçici süreli iş sözleşmeleri ile istihdam edilen işçilerin ekonomik faaliyetlerine göre
sınıflandırılmasından elde edilen neticeye göre, bu kişilerin en fazla inşaat ve
bayındırlık işlerinde çalıştıkları ortaya çıkmaktadır. Bu neticede, inşaat sektörünün
yapısal özelliği olarak geçici süreli işler yaratmasının rolünün olduğu söylenebilir.İnşaat
ve bayındırlık işlerini takip eden tarım, ormancılık, avcılık, balıkçılık faaliyetleri ise 2.
oranda en büyük geçici süreli iş yaratan grup olmuştur. Belirtilen faaliyetlerin dışında
en az orana ise, elektrik, gaz ve su ile ilgili olan ekonomik faaliyetlerde bulunanlar ile
madencilik sektöründe çalışan işçiler sahiptir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
121
C. Evde Çalışmaya İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi
1.Evde Çalışanların İstihdamının Toplam İstihdam İle İlişkisinin
Değerlendirilmesi
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Evde çalışanların toplam istihdama oranı, diğer çalışma biçimlerinde elde edilen
oranlara nispeten oldukça düşük seviyededir. İncelenen dönemde en yüksek seviye olan
%1.2, 2005 yılında ve en düşük seviye olan % 0.9 2001 yılında kaydedilmiştir. Elde
edilen verilere göre varılacak sonuç ise; Türkiye’de bu çalışma türünün istihdamının
artırılmasının gerektiğidir.
2.Evde Çalışmada Cinsiyete Göre İstihdam
Tablo 9: Evde Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Cinsiyet 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Erkek 59 27 29 23 29 23 21 21
Kadın 200 175 214 221 233 260 234 215
Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Evde çalışanlar, toplam sayı açısından incelendiğinde, 2001 yılında bir düşüşle başlayıp,
daha sonra 2006 yılına kadar yükselmiş, 2006 yılında ve daha sonra ise sayısal olarak
düşmüştür. Yükselişte olduğu yıllarda, yükselmenin nedeni, bu çalışma biçimde
istihdam edilen kadınların sayısının gözle görülür biçimde artması ve düşmesindeki
neden de yine kadın istihdamının düşüşe geçmesidir. Ayrıca cinsiyet ayrımının sayısal
büyüklüğüne bakıldığında, kadınların bu çalışma biçiminde erkeklere oranla çok fazla
olduğu ve 2001’de istihdam edilen erkeklerin sayısının kadınların sayısının yaklaşık
dörtte biri iken, 2007’de bu oran onda birine kadar inmiştir.
0
0,2
0,4
0,6
0,8
1
1,2
1,4
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Grafik 3 : Evde Çalışanların Toplam İstihdama Oranı (%) 2000-2007
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
122
3.Evde Çalışmada Yaş Grubuna Göre İstihdam
Tablo 10: Evde Çalışanların Yaş Gruplarına Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Yaş
Grubu
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
15-24 51 33 36 34 40 30 24 18
25-34 84 69 89 87 86 91 86 71
35-54 106 87 103 108 119 144 129 129
55+ 18 14 15 14 16 17 15 18
Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Evde çalışan işçilerin yaş grupları incelendiğinde, incelenen dönem için her yıl, 35-54
yaş grubunun en fazla sayıda bu tür işlerde istihdam edildiği sonucuna varılmaktadır.
Bu yaş grubunun sayısal olarak ilk sırada yer almasının nedenleri arasında, kadın
işçilerin annelik ve/veya ev hanımlığı görevlerini aksatmadan, gelir elde edebilmek için
evde çalışma türünü tercih etmeleridir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
123
4.Evde Çalışmada Eğitim Durumuna Göre İstihdam
Tablo 11: Evde Çalışanların Eğitim Durumlarına Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Geniş Yaş
Grubu
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Okuma
yazma
bilmeyen
22 20 21 19 27 27 24 23
Okuma
yazma bilen
okul
bitirmeyen
11 10 9 11 13 17 18 16
İlkokul 177 139 160 167 169 175 155 143
İlköğretim 0 1 2 1 1 4 3 2
Ortaokul 26 13 21 18 21 23 20 16
Genel Lise 11 8 13 10 14 19 15 14
Meslek
Okulu 8 10 9 10 7 10 12 13
Yüksekokul
veya
Fakülte
4 3 8 6 9 8 9 8
Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Türkiye’de evde çalışan işçilerin eğitim durumu incelenmesinde, bu işçilerin önemli
oranının sadece ilkokul mezunu olduğu sonucuna varılmaktadır. Bundan sonra en
yüksek sayıda bulunan ikinci grup ise okuma ve yazma bilmeyen grup olması dikkat
çekicidir. Yüksekokul ve üniversite mezunu işçilerin sayısının ise oldukça düşük olduğu
görülmektedir. Böylece evde çalışma ile yapılan işlerin eğitim durumu açısından yüksek
nitelikler gerektirici olmayan işler olduğu anlaşılmaktadır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
124
5.Evde Çalışmada Ekonomik Faaliyete Göre İstihdam
Tablo 12: Evde Çalışanların Ekonomik Faaliyetlere Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
İmalat Sanayi 187 161 174 156 155 151 132 116
Turizm 10 5 4 5 11 8 9 8
Mali Kurumlar,
Sigortacılık 4 1 4 4 7 6 6 6
Toplum Hizmetleri 57 35 60 76 87 115 104 105
Toplam 259 203 243 243 261 283 254 236
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Elde edilen verilere göre, evde çalışma en fazla imalat sanayinde kullanılmakta olan bir
çalışma türüdür. İmalat sanayinde ise en fazla tekstil sektöründe kendini göstermekte
olan evde çalışma, parça başına üretim şeklinde olmak üzere en fazla kadınlar
tarafından yapılmaktadır.
D.Kendi Hesabına Çalışmaya İlişkin Verilerin Değerlendirilmesi
1.Kendi Hesabına Çalışanların İstihdamının Toplam İstihdam İle İlişkisinin
Değerlendirilmesi
Türkiye’de kendi hesabına çalışanların, toplam istihdamın kaçta kaçını oluşturduğu,
yüksek bir bölümünü oluşturması halinde, istihdamın bu çalışma biçimine bağımlı olup
olmadığının tespiti oldukça önem arz eden bir konu şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Kaynak: TÜİK,
Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
İncelenen çalışma biçimleri içinde, Türkiye’de toplam istihdama olan oran açısından en
yüksek değer olarak ortaya kendi hesabına çalışma çıkmaktadır. Öyle ki; bu oranlar en
0
5
10
15
20
25
30
35
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Grafik 4 : Kendi Hesabına Çalışanların Toplam İstihdama Oranı (%)
2000-2007
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
125
düşük değer olan ve 2007’de elde edilen % 24 ile en yüksek değer olan ve 2001’de elde
edilen % 30 arasında değişmektedir. İstihdam biçimleri arasında 2001 krizinde azalmak
yerine artan tek çalışma biçimi yine kendi hesabına çalışma olmuştur. Genişlemiş
Avrupa Birliği’nde incelenen dönemde ortalama %17 olan bu oran(European
Commission:284) karşısında Türkiye’deki oranların oldukça yüksekte kaldığı
anlaşılmaktadır.
2.Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Cinsiyete Göre İstihdamı
Tablo 13: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Cinsiyete Göre
İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Cinsiyet 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Erkek 5.704 5.696 5.451 5.544 5.776 5.745 5.271 4.884
Kadın 730 808 824 758 632 825 779 692
Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Türkiye’de kendi hesabına çalışanların toplam sayısının incelenen dönemde, en yüksek
olduğu yıl olan 2001’den sonra yaşanan ufak çaplı düşüşler ve ardından gelen
yükselişler, sabit bir değişimin yaşanmasına engel olmuş ve 2007’de en düşük değerini
almıştır. Bunların içinde toplama oranla erkeklerin sayısının, kadınların sayısından
dikkat çekici oranlarda yüksek olduğu görülmektedir.
3.Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Yaş Grubuna Göre İstihdamı
Tablo 14: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Yaş Gruplarına Göre
İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Yaş
Grubu
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
15-24 341 316 242 208 318 238 217 198
25-34 1.605 1.590 1.540 1.539 1.530 1.621 1.447 1.226
35-54 3.086 3.170 3.113 3.250 3.310 3.389 3.198 3.031
55+ 1.402 1.428 1.379 1.305 1.350 1.321 1.189 1.120
Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
126
Yaş gruplarına göre kendi hesabına çalışanlar sıralandığında, 35-54 yaş grubu ilk sırada,
15-24 yaş grubu son sırada yer almaktadır. Genç nüfus olarak adlandırılan 15-24 yaş
grubunun en düşük sayıda bulunmasının nedeni, henüz yeni eğitimini tamamlamış
kişilerin, tecrübe eksikliğinden dolayı bu çalışma biçimini tercih etmemeleridir. 35-54
yaş grubu ise mesleki anlamda maddi ve manevi durumlarının yüksek seviyede
olmasından ötürü ilk sırada yer almaktadır. 55 yaş üstü çalışanların ise emeklilikten
ötürü ve işini kendinden sonra gelen nesile devretmesinden ötürü sayısı daha az
seviyelerdedir.
4. Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Eğitim Durumlarına Göre
İstihdamı
Tablo 15: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Eğitim Durumlarına
Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
Geniş Yaş
Grubu
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Okuma
yazma
bilmeyen
687 714 616 574 515 479 427 353
Okuma
yazma bilen
okul
bitirmeyen
351 392 350 303 374 410 369 337
İlkokul 3.976 3.987 3.812 3.778 3.788 3.751 3.386 3.061
İlköğretim 1 2 1 2 7 16 15 24
Ortaokul 524 514 540 575 620 671 641 607
Genel Lise 441 415 422 474 519 545 520 473
Meslek Okulu 180 206 234 274 263 346 344 343
Yüksekokul
veya Fakülte 274 275 299 323 324 353 348 378
Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
İncelenen dönemde kendi hesabına çalışanların eğitim durumu açısından en yüksek
sayıda bulunduğu grup ilkokul mezunluğudur. Daha sonra gelen grup ise, 2000’den
2003’e kadar okuma yazma bilmeyenlerken; bu kişilerin daha sonraki dönemde
sayısının azalarak, ikinciliği ortaokul mezunlarına bıraktığı görülmektedir. Bununla
beraber bu dönemde her geçen yıl, daha yüksek eğitim seviyesine sahip kişilerin
sayısının arttığı da gözlemlenmektedir.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
127
5. Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Ekonomik Faaliyete Göre
İstihdamı
Tablo 16: Kendi Hesabına ve İşveren Olarak Çalışanların Ekonomik Faaliyete
Göre İstihdamı
( 15+ Yaş, Bin Kişi)
2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
Tarım, Ormancı-
lık,Avcılık,
Balıkçılık
3.226 3.402 3.157 3.130 3.140 2.965 2.632 2.273
Madencilik 5 4 6 3 4 3 4 5
İmalat Sanayi 639 600 557 526 565 628 578 544
İnşaat ve Bayındırlık
İşleri 160 171 177 177 177 252 243 227
Turizm 1.674 1.618 1.697 1.759 1.751 1.879 1.747 1.687
Ulaştırma,Haber-
leşme, Depolama 394 392 350 356 395 403 403 402
Mali Kurumlar,
Sigortacılık 153 142 150 170 162 174 181 187
Toplum Hizmetleri 182 176 181 181 216 266 263 251
Toplam 6.434 6.504 6.274 6.302 6.409 6.570 6.050 5.576
Kaynak: TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları (2000-2007)
Elde edilen verilere göre; en fazla sayıda kendi hesabına çalışanın tarım, ormancılık,
avcılık, balıkçılık faaliyetlerinde olduğu ve bunu turizmde faaliyet gösterenlerin takip
ettiği görülmektedir. Ancak yıllar içinde tarım, ormancılık, avcılık, balıkçılık
faaliyetlerinde artan oranlarda yaşanan düşüşler, inşaat ve bayındırlık işleri, ulaştırma,
haberleşme ve depolama işleri, mali kurumlarda ve sigortacılıkta çalışanlar ile toplum
hizmetlerinde çalışanlar tarafından kaydedilen yükselişlere dönüşmektedir.
SONUÇ
Çalışmada 2000-2007 yılları arası dönemde, Türkiye’de esnek çalışma biçimlerinden
olan; kısmi çalışma, geçici süreli çalışma, evde çalışma ve kendi hesabına çalışma
incelenmiştir. Bunun yanında, çağrı üzerine çalışma, tele çalışma ve ödünç iş ilişkisi
gibi önemli çalışma modellerine dair veriler hiçbir resmi kaynakta bulunamamıştır.
Uygulamada az da olsa yer almasına karşılık, bu verilerin hali hazırda bulunmaması
kayda değerdir. Çoğu Avrupa ülkesinde her türüne dair bilgilerin kolayca
bulunabilmesine karşılık, Türkiye’de bulunamaması uygulanmadığı anlamına
geleceğinden ötürü, bunlara yönelik çalışmalara vakit kaybedilmeden başlanması
gerekmektedir. Çalışmada Türkiye’ye yönelik esnek çalışma verileri TÜİK’ ten bilgi
talebi yoluyla istenmiş ve istatistik uzmanlarınca çalışılarak sayısal değerler ortaya
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
128
çıkarılmıştır. Böylece incelenen dönemde, kısmi çalışmanın toplam istihdama oranı %
10’ un altında kalmıştır. Kısmi çalışmanın uygulandığı birçok ülkede, bu oranlar %
20’lere yaklaşmışken Türkiye’de en yaygın esnek çalışma modellerinden olan kısmi
çalışma şeklinden fazlaca yararlanılmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca,
Türkiye’de kısmi çalışanların daha fazla sayıda kadın olduğu sonucu da elde edilmiştir.
Ancak sayısal değer olarak hala oldukça düşüktür. Kadın istihdamını artırma çabaları
içinde, kadının kısmi çalışma ile istihdam edilmesi çalışmalarına da önem verilmelidir.
Türkiye’deki mevcut durum kadın istihdamı açısından incelendiğinde ise, 1950’li
yıllara kadar istihdam edilen kadınların yoğun olarak tarım sektöründe yer aldığı
görülmektedir. Bununla beraber, 1950’lerden sonra, kırsal alanlardan kentlere doğru
yaşanan göçler ile beraber, kadınların istihdamı da tarım dışı sektörlere doğru kaymıştır.
Ancak gelişmiş ekonomilerle kıyaslandığında, Türkiye’de halen kadın istihdamının
istenen boyutlara ulaşmadığı ve halen hizmet sektöründe çalışan kadın istihdamının
gelişmiş ekonomilerle boy ölçüşemediği gözlemlenmektedir. En fazla kadın
istihdamının sağlandığı Kuzey Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de aynı
zamanda kadınların kısmi çalışma oranlarının da en yüksek olduğu devletler olması
kayda değerdir. Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı oldukça düşüktür. AB
genelinde, işgücüne katılma oranı % 70 düzeyinde iken, bu oranın Türkiye’de 2005 yılı
verilerine göre % 48.3 olduğu görülmektedir. Bu önemli fark, aslında kadının işgücüne
katılım oranının son derece düşük olmasından kaynaklanmaktadır. 2005 yılsonu
itibariyle erkeklerin %71 ’i işgücüne katılırken, kadınların ise sadece %24 ’u işgücüne
katılmakta, dolayısıyla kadınların işgücüne katılımı erkeklerin 1/3’ü seviyesinde
kalmaktadır. Türkiye’de kadınlar açısından bu oranların düşük olmasının nedenleri
arasında kentlerde kadınlar ev kadını statüsünde işgücü dışında tutulurken, kırsal
kesimde kadınlar ücretsiz aile işçisi statüsünde işgücüne dâhil edilmesidir.
Bununla birlikte, Türkiye’deki esnek çalışma ile genç istihdamı arasındaki ilişki ele
alındığında ise; gençlerin daha çok kısmi çalışma şeklinde istihdam edildikleri ortaya
çıkmaktadır. Öyle ki; Türkiye’deki yaş grupları incelendiğinde, en yüksek sayıda
istihdam edilen grubun 35-54 yaş olması da dikkat çekicidir. Bu noktada, gençlere
önemli istihdam fırsatı sunan kısmi çalışmanın da Türkiye’de gençler tarafından yeteri
kadar kullanılmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Netice olarak; çalışmada elde edilen bulgulara göre, esnek çalışmanın istihdamı artırıcı
etkileri mevcuttur. Buna göre, Türkiye’de ise; esnek çalışma uygulamaları var olmakla
beraber, henüz arzu edilen seviyede uygulanmadığı ortaya çıkmıştır. Türkiye’de esnek
çalışma uygulamaları daha fazla geliştirildiği takdirde, istihdama olan etkileri de
artacaktır.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
129
KAYNAKÇA
AKTAY, Nizamettin , ‘’İş Hukukunda Esneklik Kavramının Ortaya Çıkışı ve Esneklik
Uygulamaları’’, MESS Mercek Dergisi, Özel Sayı, Temmuz, 1999
BAŞKAN, Recai , ‘’Çalışma Barışı ve Esneklik Tartışmalarında Farklı Bir Yaklaşım’’,
MESS Mercek Dergisi, Özel Sayı, Temmuz, 1999
BLOMEYER, Wolfgang , ‘’ Almanya’da İstihdam İlişkilerinin Esnekleştirilmesi
Yönünde Denemeler’’, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993,
İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım 1994
CATALYST PRESS, Flexible Work Arrangements For Managers and
Proffesionals: Findings From a Catalyst Study, New York, Catalyst Press, 1990
CENTEL, Tankut , Kısmi Çalışma, İstanbul, 1992
CENTEL, Tankut , ‘’Esneklik Uygulamaları Ve Türkiye’’, MESS Mercek Dergisi,
Özel Sayı, Temmuz 1999
CENTEL, Tankut , ‘’Türkiye’de Yeni İstihdam Türleri İle İş İlişkilerinin
Esnekleştirilmesi’’, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir
Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım 1994
CENTEL, Tankut, ‘’Kıdem Tazminatı Üzerine Gözlemler’’, TİSK İşveren Dergisi,
Ankara, Cilt 47, Sayı 8, Mayıs 2009, (Erişim)
http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=2388, 05 Haziran 2009
EKONOMİ, Münir , ‘’ Türk İş Hukuku’nda Esnekleşme Gereği’’, Çalışma Hayatında
Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım
1994
ERDOĞDU, Seyhan, ‘’ Türk İşçileri Açısından İş Hukuku’nda Esneklik ‘’, Çalışma
Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı,
Kasım 1994
EYRENCİ, Öner, ‘’Türkiye’de Çalışma Sürelerinin Esnekleştirilmesi’’, Çalışma
Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı,
Kasım 1994
EUROPEAN COMMISSION, Employment In Europe 2007, Lüksemburg, 2007,
(Çevrimiçi) http://ec.europa.eu , 02 Haziran 2009
FOLKARD, Simon ,MONK, Timothy H., ‘’ Hours Of Work,Temporal Factors in
Work-Scheduling’’, John Wiley & Sons Ltd, 1985
GARRAHAN, Philip, STEWART, Paul ,The Nissan Enigma;Flexibility At Work In
A Local Economy, Great Britain,Biddles Ltd, Guildford and King’s Lynn, 1992
HUECK, Götz , ‘’ Almanya’da Çalışma Sürelerinin Esnekleştirilmesine Yönelik
Çalışmalar’’, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri 27-31 Ekim 1993, İzmir Yaşar
Eğitim ve Kültür Vakfı, Kasım 1994
KUTAL, Gülten , ‘’ Uluslararası Boyutlarıyla Türkiye’de Kısmi Süreli Çalışma ve
Geleceği’’ , Hukuki Esasları ve Sosyo-Ekonomik Yönleriyle Kısmi Çalışma Paneli,
7 Mayıs 1991, Ankara, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
130
KUTAL, Metin , ‘’Kısmi Süreli Çalışmanın Hukuki Esasları ve Sorunları’’, Hukuki
Esasları ve Sosyo - Ekonomik Yönleriyle Kısmi Çalışma Paneli, 7 Mayıs 1991,
Ankara, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu
LORDOĞLU, Kuvvet , Eve İş Verme Sistemi İçinde Kadın İşgücü Üzerine Bir Alan
Araştırması, İstanbul, Freidrich Ebert Vakfı, 1990
OZAKİ, Muneto, Toplu Pazarlık Yoluyla Esneklik; Sosyal Tarafların ve Devletin
Rolü, çev. Rüçhan Işık,Ankara, Türkiye İş Kurumu, 2003
OLMSTED, Barney ,SMITH, Suzanne , Creating A Flexible Workplace, New York,
American Management Association, 1989
ŞEN, Sabahattin, ‘’Esnek Üretim ve Esnek Çalışma’’, Türk Ağır Sanayi Ve Hizmet
Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt 15-16, Sayı
6, 1, Kasım 1999-Şubat 2000
TİSK , Çalışma Hayatında Esneklik, Ankara, Türkiye İşveren Sendikaları
Konfederasyonu, 1999
TİSK, Çalışma Hayatında Esneklik Semineri, İstanbul, Türkiye İşveren Sendikaları
Konfederasyonu, 1999
TOKOL, Aysen , Endüstri İlişkileri Ve Yeni Gelişmeler, Bursa, Vipaş İnş. A.Ş., 2001
TUNCAY, Can , ‘’ İş Kanunu Tasarısı’ndaki Ödünç İş İlişkisi ve Eleştirisi ‘’, MESS
Mercek Dergisi, Sayı 30, Nisan, 2003
TÜİK, Türkiye İstatistik Yıllığı 2005, Ankara, Mayıs 2006
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
131
YAYIM ALANI, YAZIM KURALLARI ve YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ
YAYIM ALANI
Dergi, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinde yapılan bilimsel nitelikli çalışmaları yayınlar.
YAZIM KURALLARI
1. Çalışmalar 5000 ile 8000 kelime arasında olmalıdır.
2. Türkçe çalışmalarda İngilizce, İngilizce çalışmalarda Türkçe özet eklenmelidir. Özet, makalenin
sonunda kaynaklardan önce ve 800 – 1000 kelime uzunluğunda olmalıdır.
3. Gönderilecek çalışmaların daha önce yurt içi veya yurt dışında herhangi bir yerde yayımlanmamış
olması gerekir. Fakat bilimsel toplantılarda (kongre, sempozyum, seminer vb.) sunulan ve tam metni
yayımlanmamış bildiriler, sunulduğu yer ve tarih belirtilmek şartıyla kabul edilir.
4. Yazıların manyetik ortamda (CD/DVD) veya elektronik posta ile gönderilmesi gerekmektedir.
5. Yazılar; Microsoft Word'de tek satır aralığı, Times New Roman ve 12 punto; kâğıt ölçüsü A4 olacak
şekilde hazırlanmalıdır. Metin içinde yer alacak şekiller ve tabloların bu ölçülere uyması gerekmektedir.
6. Türkçe çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 – 200 kelimelik bir Türkçe öz ve
anahtar kelimeler yer almalı; bunu takiben İngilizce başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. İngilizce
çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 - 200 kelimelik bir İngilizce öz ve anahtar
kelimeler yer almalı; bunu takiben Türkçe başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. Her iki öz de tek
satır aralığı ve 10 punto ile yazılmalıdır. Anahtar kelimeler, 4 - 7 kelime arasında olmalıdır.
7. Kaynaklara göndermeler dipnotlarla veya metnin içinde açılacak ayraçlarla yapılabilir.
8. Makalede yer alan ekler, metodolojik ayrıntıları ve ek bilgileri içermelidir. Birden fazla ek olduğu
durumda EK A, EK B başlıkları kullanılmalıdır. Eklere kaynaklardan sonra yer verilmelidir. Makalenin
tamamı için okuyucuya bilgi verecek mahiyette ve makale başlık sayfasında yer alması uygun görülen 20
– 25 kelimelik kısa anlatım, özet bölümünün ardından yazılmalıdır.
9. Yazarın akademik unvanı, görevi, bağlı bulunduğu kuruluş elektronik posta (elmek) adresi ilk
sayfanın altına 8 puntoluk dipnotla yazılmalıdır.
10. Tablo ve şekillere başlık ve sıra numarası verilmeli, başlıklar tablo ve şekillerin altında yer almalı,
kaynaklar ise başlık satırının altına yazılmalıdır.
11. Denklemlere sıra numarası verilmelidir. Sıra numarası yay ayraç içinde ve sayfanın sağ tarafında yer
almalıdır.
12. Öneri yazıları A-4 veya 8.5"x11" boyutundaki kağıda 1.5 aralıklı olarak yazılmalıdır. Yazılar
okunabilecek koyulukta basılmalı ve çoğaltılmalıdır. Sayfa kenar boşlukları üst: 3cm, alt: 3cm; sol: 3,5
cm, sağ: 2,5 cm olmalıdır. Sayfaların altına sağ köşesine sayfa numarası konmalıdır. Font büyüklüğü en
az 10 punto olmalıdır.
13. Yazı, Giriş bölümüyle ikinci sayfadan başlamalı ve uygun bölümlere ayrılmalıdır. Bölümler, ardışık
olarak numaralandırılmalıdır. Bölüm başlıkları numaralarıyla birlikte büyük harflerle ("1. GİRİŞ"
şeklinde) yazılmalıdır. Gerekli durumlarda bölümler alt bölümlere ayrılabilir. Alt bölümler, her bölüm
içinde bölüm numarası da kullanılarak "1.1", "1.2" şeklinde numaralandırılmalıdır. Alt bölüm başlıkları
numaralarıyla birlikte her kelimenin ilk harfi büyük olacak şekilde sola dayalı olarak yazılmalıdır. Son
bölüm, Sonuç(lar)/Tartışma bölümü olmalı ve bu bölümü takiben Kaynakça ile varsa Teşekkür ve Ekler
yer almalıdır. Not: İsteğe bağlı olarak şekil listesi ve tablo listesi kaynakçadan hemen önce verilebilir.
14. +Notasyon (işaretlerle gösterim) ve kısaltmalar ilgili bilim alanının standart notasyon ve kısaltmaları
olmalı veya metin içinde ilk geçtiği yerde tanımlanmalıdır. Gerekli durumlarda, notasyon ve kısaltmalar
Giriş bölümünde veya bu bölümü izleyen ayrı bir bölüm içinde verilebilir.
15. Tüm çizimler, haritalar, grafikler, fotoğraflar, vb. şekil olarak değerlendirilmelidir. Baskıya hazır
özgün şekiller yazı basıma kabul edildikten sonra gönderilmelidir. Şekiller, ardışık olarak
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
132
numaralandırılmalıdır. Bunlara metin içinde "Şekil 1." şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir şekil için
uygun bir başlık kullanılmalı ve başlık şeklin altına numarasıyla birlikte yazılmalıdır.
16. Tablolar ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Tablolara metin içinde numaralarıyla "Tablo 1."
şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir tablo için uygun bir başlık kullanılmalı ve bu başlık tablonun
üzerine numarasıyla birlikte yazılmalıdır.
17. Başka eserlere yapılan atıflar aşağıdaki iki şekilden biri tercih edilerek gösterilebilir:
A. Metin içinde başka eserlere yapılan atıflar;
Yazar soyadı, yıl ve sayfa kullanılarak "(Yazar, 2010, s.15)" şeklinde yapılmalıdır.
İki yazarlı eserlerde iki yazarın soyadı "(Yazar ve Yazar, 2009, s.135)" şeklinde kullanılmalıdır.
Daha çok yazarlı eserler, yalnızca ilk yazarın soyadı verilerek "Yazar vd." şeklinde ve yine
benzer biçimde yıl ve sayfa numarası yazılarak kullanılmalıdır.
Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.
Örnek:
Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine
yansıyışını ifade eder.( Erdoğan, 2005, s.92)
B. Yukarıdaki yöntem benimsenmez ise atıflar dipnot yönteminde ve aşağıdaki kurallara göre
yapılır:
Kitap dipnotta ilk kez tanıtılırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir:
Yazar adı-soyadı (ilk harf büyük); Kitap başlığı (ilk harfler büyük); Kitabın yayım bilgileri (İlk kez
basılmamış ise baskı sayısı, basıldığı şehir, yayınevi, yayın yılı) ve (eğer alıntı yapılmış ise alıntının)
ve sayfa numarası (tek sayfadan alıntı ise s.95 şeklinde, birden fazla sayfadan ise ss. 95-98 şeklinde
gösterilir).
Örnek:
Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine
yansıyışını ifade eder.
Bir dergideki makale dipnotta ilk kez tanıtırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir: Yazar adı-
soyadı; Makalenin başlığı; Derginin adı; Dergiye ait bazı yayım bilgileri (Cilt no.su + Sayı no.su
+ Ay ve yıl + sayfa no.su).
İnternetteki belgelerin gösterimi şu şekilde yapılır:
“Son Yazarın Adı-Soyadı; “Belgenin Başlığı”; Tüm Eserin Başlığı, Belge Tarihi ya da Belgenin Son
Güncellenme Tarihi, Adres, Sayfa ve parantez içinde Erişim Tarihi.
Bütün kaynaklar için geçerli olmak üzere; aynı kaynağa ikinci ve sonraki başvurular yazarın
soyadı ve sayfa numarasını göstermek yeterlidir.
Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.
18. Açıklama Dipnotu:
Bilgi ve açıklama dipnotu sayfa altında ve (*) işareti ile gösterilir. Açıklama dipnotlarının gereğinden
fazla verilmemesi gerekmektedir.
19. Kaynakça yazımında aşağıdaki hususlara dikkat edilecektir:
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
133
“KAYNAKÇA” başlığı sola hizalı, tüm harfleri büyük, kalın yazılmalıdır.
Atıfta bulunulan eserler “Kaynakça” bölümünde ilk yazarın soyadına göre alfabetik liste olarak
sıralanmalıdır.
İlk yazarı aynı olan eserlerde sıralamayı belirlemek için sırasıyla ikinci ve daha sonra gelen
yazarların soyadları kullanılmalıdır.
Tüm yazarları aynı olan eserler yılına göre eskiden yeniye doğru sıralanmalıdır.
İlk yazarı ve yılı aynı olan üç ve daha fazla yazarlı eserler de aynı şekilde ayrılmalıdır.
Kaynakçada tüm yazarların soyadları ve diğer adlarının ilk harfleri yer almalıdır.
YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ
1. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi’nde, en az 2 (iki) hakem tarafından incelenip
"Yayımlanabilir" oluru alınmış bilimsel makaleler yayımlanır.
2. Hakemler yazıları; özgünlük, bilimsel katkı, ilgili literatürden yararlanma düzeyi, bilimsel makale
hazırlama düzenine uygunluk, (varsa) alan araştırmasında kullanılan yöntem ve bulguları, üslup ile
önemli buldukları diğer unsurlar açısından değerlendirerek yazılı görüşlerini Yayın Kuruluna iletirler.
3. Hakemler tarafından düzeltme talep edilirse düzeltmelerin Yayın Kurulunun uygun gördüğü sürede
tamamlanıp tekrar gönderilmesi beklenir. Düzeltilmiş makaleler yeniden hakemlerin görüşüne sunulabilir.
4. “Yayımlanabilir” kararı verildikten sonra yazı yayım sırasına alınır ve bu durum yazar(lar)a bildirilir.
5. Dergide örnek olay incelemeleri, raporlar, bilimsel etkinlikler hakkında haberler, kitap tanıtım ve
eleştirileri, yayım duyuru ve özetleri, önceden yazılmış bir makaleye getirilen ekler, eleştiri ve yorumlar,
yanıtlar ve eleştirilere cevaplar da yer alabilir.
6. Bilimsel makalelerden ayrı yayımlanacak bu tür yazıların dergide yayımlanması ile ilgili karar,
Hakem raporu aranmaksızın Yayın Kurulu tarafından verilir.
7. Dergiye gönderilen tüm yazılar önce Yayın Kurulu tarafından ön değerlendirmeye alınır. Ufuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi kapsamında yer alması öngörülmüş konular ile doğrudan
ilişkili olmayan ya da bilimsel bir yazı biçiminde içerik ve şekil açısından uygun olmayan yazılar, Yayın
Kurulu tarafından hakemlik süreci başlatılmadan geri çevrilir ya da ilgili değişiklik önerilerinde
bulunulur.
8. Bilimsel çalışmalar, Türkçe veya İngilizce hazırlanabilir.
9. Yayımlanacak makalelerde esasa ilişkin olmayan düzeltmeler yapılabilir.
10. Makalesi yayımlanan yazarlara telif ücreti ödenmez.
11. Makalesi yayımlanan yazara makalesinin yayımlandığı sayıdan üç adet dergi gönderilir. Makalelerin
yazarları ve makaleleri değerlendiren hakemlerin isimleri karşılıklı olarak gizli tutulur.
Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:4 Sayı:7 (2015)
134
DERGİMİZİN TARANDIĞI İNDEKSLER LİSTESİ
1.ULUSLARARASI İNDEKSLER
Academic Resource Index (Research Bib)
2.ULUSAL İNDEKSLER
Acar Index