siraç dergi | sayı 1

42

Upload: sirac-dergi

Post on 21-Jun-2015

348 views

Category:

Education


7 download

DESCRIPTION

Aylık-Bilim-Sanat-Edebiyat İnternet Dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 2: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 3: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 4: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 5: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 6: Siraç Dergi | Sayı 1

İR İ İ İ İ

Page 7: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 8: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 9: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 10: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 11: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 12: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 13: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 14: Siraç Dergi | Sayı 1

Einstein Yanılıyordu

Einstein tanrı zar atmaz. demişti. Yani Evranle ilgili herşey determine bir yapıda

düşünüyordu. Zaten quantum fiziği ile ilgili birçok tuhaflığı ve karşılaştığı görüşü kendi

içinde kabullenemiyordu. Ne ironiktir ki kuantum fiziğinin fikir babalarından birsidir

Einstein. Fakat bir türlü evrendeki bellirizliği(yani quantumsal alandaki parçaçacıkların)

ve bu düzeyin kurallarını ve yapısını, dahası tuhaflıklarını kanıksayamıyor idi. Ömrünün

sonuna kadar da bu bakışı değişmedi.

Fakat bu reddediş gerçeği değiştirmedi ve Quantum Fiziği ve ardından gelen yeni kuram

ve yaklaşımlar (String Teorisi, Kaos Fiziği, Süpersimetri) zamanın en önemli kuramları

haline geldiler.

Nobel ödüllü bu dahi kişinin reddettiği gerçek şu idi:

Bir Alman bilim adamı olan Werner Heinsberg(1927) in adı ile tarihe geçmiş olan

“Belirsizlik İlkesi” bize şunu söylüyordu. “Bir parçacığın konumunu ne kadar

büyük kesinlikte bilirsek, aynı anda parçacığın momentumunu o kadar düşük

kesinlikte bilebiliriz.”

Yani bir parçacığın aynı anda hem konumunu hem de hızını ölçemezsiniz. Ya

hızını belirlersiniz ya da konumunu. Ama ikisini asla!

İşte bu durumu Einstein kabullenemiyordu. Oysa Heinsberg haklıydı. “Tanrı zar

atıyordu.”

7

Page 15: Siraç Dergi | Sayı 1

-Quantumsal Tuhaflıklar-

Quantum : “Quanta” sözcüğünden gelir ve “parçacık” demektir. Fakat en önemli

kavranılası olan ise bu sözcüğü kullandığımızda neden söz ettiğimizi bilmektir.

Quantum dediğimizde (10-33 cm) gibi bir küçüklükten bahsederiz. Bu değer (-

10.000.000.000.000.) yanında 30 tane sıfır gibi oloğanüstü sayıya tekabül eder. Böylesi

düzeyde kurallar farklıdır. Çılgınca bir titreşim ortamı vardır. Burada zaman ve mekân

yoktur. Lâmekân ve tersinmezlik vardır. (Bir bardağın yere düşüp parçalandıktan sonra

tekrar eski haline dönebilmesini sağlayan şartlar). Ayrıca bu düzeyde “locality” yoktur.

Non – locality(teklik) vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz tuhaf durumlar bu ortamın yanlızca küçük bir tasviridir. Her

parçacığın sonsuz olasılıkta varyasyonları vardır. Bu durumun adı da

“superposition”dur. Birçok olasılığın üst üste bulunması halidir. Bunun yanı sıra (10-

11)boyutluluk vs.

Bütün bu saydıklarımız Quantum potansiyel alanın barındırdığı tuhaflıkların küçük bir

kısmıdır. Artık hayat ne tuhaf derken bir kere daha düşünün.

Erkan Bal

8

Page 16: Siraç Dergi | Sayı 1

5

Kültürel Değişim Fobisi (Kişisel Gelişim)

İnsanoğlu, tarihsel süreç içerisindeki her evrede bazı ahlaki ve kültürel

değişimlere uğramıştır. Bu değişim sancıları sonucunda davranış ve kavramlarda yeni

algı ve olgular oluşmuş ve etkileşimdeki madde ve mana âleminin içerisinde değer

farklılıkları meydana gelmiştir.

Kültür, Ralph Hilton’un söylemiyle öğrenilmiş davranışlar ve bu davranışların

sonuçlarından meydana gelen bir bütündür. Kültür, içerisinde barındırdığı toplulukların

yapı taşlarını oluşturan ve bağlı olduğu kolektifi bir arada tutan bir mekanizmadır. Bu

mekanizma, bütünleşitirici, etkleşimci ve şartlarına uygun yenilenme özelliğiyle insan

doğası açısından mühimdir. Toplumlararası mücadele ve rekabette maddi üstünlüğün

değil, kültürün üstünlüğü asıl zaferi ortaya koyar. Bu nedenle oluşan rekabet süreçleri,

ulusal kimliği tehdit altına alır. Çünkü kültür sisteminin içinde bulunan gruplar,

varlıklarını sürdürmelerinin kültüre bağlı olduğu inancındadır. İnancın özündeki en

temel maddeler ise insanın yapı taşlarını oluşturan dil, din, ırk, kültür, vb. yapıtaşları

insanlar arasındaki bağı oluşturduklarından dolayı varlığını sürdürebilme çabası kültürü

elde tutmanın fedakârlığı yolunda bulunur.

Kültürel değişim, bulunduğu dönemin şartlarına uyarlanma sürecinde oluşan bazı

senkronal olaylar bütünüdür. Kültürlerin değişmesi, toplumsal gereksinimlerin bir

ürünüdür. Her geçen zamanın ardında küresel boyuttaki etkileşim ve teknoloji daha hızlı

gelişim göstermeye başladı. Bununla beraber oluşan bu gereksinimlerim de artışı

hızlandı. Bu değişim fonksiyonunu, kültürün doğal bir formu olarak görmemiz gerekir.

Böylece kültürel değişimleri rasyonel bir ortamda inceleme eyleminde bulunuruz.

Çoğu zaman kültürel değişimleri, kültür yozlaşmasıyla karıştırmamız nedeniyle oluşan

her değişim süreci bir yozlaşma fobisi olarak yerini almış durumdadır. Kültürel

değişimler, Sokrat’ın ele aldığı bazı yazılarında (M.Ö.) genç kitlenin kültürel olarak

bozulduğunu tespit edip eleştirdiğine şahit oluyoruz. Demek ki, bu değişim her zaman

varlığını sürdürmüş ve sürdürmeye de devam edecektir. Kültür, döneminin oluşturduğu

kaba göre şeklini belirler ve bu belirleme süreci doğal bir şekilde kendiliğinden doğar.

Page 17: Siraç Dergi | Sayı 1

6

Nasıl ki bir su ilk önce buharlaşır, yoğunlaşma ile beraber havaya yükselir, o yükseklikte

toplanır ve tekrar su olarak geri döner. Aynı su döngüsündeki gibi kültür, hava

şartlarında göre değişikliğe uğrar ve tekrar eski kavramına yeni hali ile geri döner.

Sistemdeki oluşumda optimum dengeyi yakaladığımızda kültürün varlığı daha sağlam

yapılar üzerinde oturtulacaktır. Mamafih bu değişim, kültürü ayakta tutan yapı

taşlarına zarar verirse kültür yozlaşması kendini hissettirir hale gelir. Bu yapı taşları dil,

vatan, millet, inanç, özgürlük, anane, örf ve adetler olarak sıraladığımızda toplumun

hassas ve elzem olguları olduğunu idrak edebiliriz. İşte bu ayrımı iyi bir şekilde ortaya

koyabilirsek ulusal olarak iktisadi ve sosyolojik gelişmeyi de sağlamış oluruz. Bir binanın

kolonları hasar görürse küçük şiddetli bir deperemde yıkılacağını tahmin edebiliriz. Bu

nedenlerle beraber kültürel değişimlerdeki şekliyetçilik kavramını çok önemsemek boş

bir çabalamadır. Yeter ki bizi biz yapan değerlere saygı duyup, yapılması gerekenleri

uygulayalım.

Ele aldığımız bu fikirleri toplarsak, kültürel değişimi bir fobi yaratmak suretiyle

yansıtmak, ulusal menfaatimiz ve kendi menfaatlerimizden ötürü büyük bir gerileme

eğilimine neden olur. Tabii ki değişimler, sonuçları açısından zararlı da olabilir. Bu gibi

olumsuzlukların yaşanmaması için, bilinçli bir etki-tepki ilişkisi oluşturup kontrollü,

sağlam, istikrarlı ve yumuşak bir değişim sürecini ortaya koymamız gerekir. Ve kültürel

değişimi diğer kavramlarla karıştırmadan rasyonel çerçevede optimize ederek

değerlendirmeliyiz.

Fatih Turap Kaynar

Page 18: Siraç Dergi | Sayı 1

7

Uyanıs .

Uzun ve yorucu bir günün ardından düşünebildiğim tek şey gözlerimi sımsıkı

kapatıp bir an evvel uykuya dalmaktı. Sadece uyumak istiyordum, bir daha hiç

uyanmamak üzere… Uyumak istiyordum çünkü tüm zerrelerimi kaplayan ağır

kaybolmuşluk hissinden kurtulmanın en kestirme yolu uyumaktan geçiyordu benim için...

Derin bir arayış içindeydim ve en kötüsü neyi aradığımı bilmiyordum. Bir yanda

bilinmezlik bir yanda hiçlik duygusu bedenimi ve tüm varlığımı kasıp kavuruyordu.

Kendimi zamanın savrulduğu bir evrenin parçası gibi hissederken, mekâna sığamıyor

olmak, varlığımı tarifsiz bir yokluğa hapsediyordu!

Sabah toplamadan çıktığım yatağıma tekrar girmeden evvel, uzun zamandır hayatımın bir

parçası haline gelmiş olan küçük mavi ilaçlarımdan bir tanesini daha içip derin bir

uykuya dalabilecek olmanın verdiği rahatlıkla, kendimden geçercesine ışığa veda edip

karanlıkla buluşmak üzere harekete geçtim.

Günlük yaşamın sıradanlığından sıyrılıp, rüyalardan da kâbuslardan da bin bir renk

taşıdığı halde siyaha mahkûm olan ruhum için!

Ürkek ve bir o kadar emin adımlarla mutfağa yöneldim. Dolabın kapağını açıp küçük

mavi haplarımdan aldım ve aynı ivedilikle doldurduğum bardağı sımsıkı kavrayıp, ilacımı

birkaç yudum su ile içiverdim.

Uyanabilmek için, derin bir uyku; uyuyabilmek içinse masmavi bir kurtarıcıya ihtiyaç

duyuyor olmak var olan yorgunluğuma bir yenisini daha eklese de öz varlığım adına

bundan gayrı yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Acizlikle karışık ruhumun derinliklerinde

hissettiğim kaybolmuşluk duygusu eşliğinde yatağa yöneldim ve her zaman yaptığım gibi

bir mum yakıp gözlerimi sımsıkı kapattım.

Saatler geçmişti, gözlerimi açtığımda bedenim bir tüy kadar hafiflemiş, içim tarifsiz bir

huzurla dolmuştu. Karşıladığım gün ışığı ilk defa öncekilere benzemiyordu. Yorgun

başladığım bir geceyi ilk defa mutlu ve dingin bir sabahla karşılamıştım çünkü. Bunun

nedeni uzun zamandır yaşamadığım bir tecrübeyi yaşamış olmaktı.

Page 19: Siraç Dergi | Sayı 1

Bir rüya…

Bu öyle bir rüyaydı ki, kalbim hala

etkisindeydi ve hızla çarpıyordu,

bedenimin tüm zerreleri de sonsuz bir

aşkla sarsılıyordu. Uzun zamandır içinde

kaybolduğum boşluğun anlamı, rüyama da

sirayet etmiş olan aşktı.

Sonsuz, sınırsız, katıksız bir aşk...

Bir var oluş mücadelesi!

Senelerce her gözde, her tende, her sözde

ve en çok da kendi öz varlığımda aradığım

aşk…

Aşkı arıyordum çünkü aşk, yaratılış sırrını

özünde barındırabilen tek kaynaktı. Kendi

kendime aşkın anlamını sorgulayıp

dururken, rüyamı anımsadım yeniden…

“ Rüyamda, her yanı siyah camlarla kaplı

çok katlı bir binanın önündeydim. İçimde

bir yerlere geç kalmış olmanın verdiği

telaş ve heyecan vardı. Binanın önünde

gerçek yaşamda tanımadığım halde rüya

âleminde yakın olduğum dostlarım vardı.

Yanlarına usulca yaklaştım. Rüya

yoldaşlarım, beni görür görmez, içeri

girme sırasının bende olduğunu ve içerden

beklendiğimi söylediler.

Bina, insanlar, bekleyiş…

Tüm bunların ne anlama geldiğini

bilmiyordum. Tek bildiğim varlığımın

derinliklerinde hissettiğim vuslat haliydi.

Rüyadaki dostlarım, içerde beni neyin

beklediğine dair kısa ama etkili birkaç

cümle kurdu. Binanın içindeki şey her

neyse, eğer başarılı bir şekilde

atlatabilirsem, tüm hayatımın değişeceğini

söylüyorlardı.

Bunları duymuş olmak heyecanımı daha

da arttırmıştı. Emin ama bir o kadar ürkek

adımlarla binaya girdim. İçeri bir morg

kadar soğuk ve renksizdi ve binanın içi

sadece grinin hâkim olduğu cam bir tavan,

camdan duvarlar ve gri bir morg

çekmecesinden ibaretti. Sonra derin ve

etkileyici bir ses eşlik etti tüm o griliğe…

O ses, çırılçıplak soyunmamı ve

çekmeceye uzanmamı istiyordu. Karşı

çıkmaya ya da oradan kaçıp uzaklaşmaya

gücümün yetmeyeceği de aşikârdı. O gür

sese teslim oldum ve soyunup çekmeceye

uzandım.

Kulakları sağır eden bir gürültüyle

çekmece kapandı. Bu olay binanın içinde

yer alan asıl bölüme geçişin giriş kapısıydı

bunu anlamış olmak merakımı bir kat daha

arttırmıştı. Bu nasıl bir odaydı ki normal

bir giriş kapısı bile yoktu. Girdiğim

odanın türlü hallerinin tuhaflığı bir yana,

bedenimin aldığı şekil çok daha

inanılmazdı. Rüya âlemiyle ilgili olsa

gerek haller arası geçiş tarifsiz bir hızla

gerçekleşiyordu.

Bembeyaz bir örtüyle kaplanmış ve yan

yana duran üç yataktan ilkinde

mumyalanmış bir biçimde sırtüstü

yatıyordum. Odanın dört bir yanı camdan

ince ekranlarla doluydu. Ekranların

üzerinde rakamlar, sayılar, şekiller ve

bilmediğim bir alfabeyle yazılmış

cümleler vardı. Bunlar sadece göz

hareketlerimle algılayabildiğim şeylerdi

çünkü gözlerim dışında vücudumun başka

hiçbir yerini hareket ettiremiyordum.

12

Page 20: Siraç Dergi | Sayı 1

İçimde garip hisler belirmişti. Ben, nerede

ve nasıl bir yerde olduğumdan ziyade,

niçin orada olduğumla ilgili kafamda

dönüp duran sorularla meşgulken

öncekinden daha güçlü ve etkileyici bir

ses odayı doldurmuştu bile…

Odadaki ses, heybetli görünüşüne rağmen,

insanda şefkat ve güven uyandıran,

beyazlar içinde karşımda duran kişiye

aitti. Bana, güven içinde olduğumu,

buraya seçildiğim için getirildiğimi,

buradan çıktıktan sonra da hayatımın

tümüyle değişeceğini söylüyordu. Farklı

bir insan olduğumun bilincindeydim ama

bu farklılığın beni seçilmiş insanlardan

biri haline getirebileceğini hiç

düşünmemiştim.

Ses yeniden yükseldi ve bir sınava tabi

tutulacağımı söyledi. Bu öyle bir sınavdı

ki kazanmanın tek şartı kendime

duyduğum güven ve değişeceğime

yürekten inanmamdı...

Kendine güvenmek ve inanç…

Galiba hayatımın tüm sıradanlığı içinde

kaybolup duruşumda bu iki kelimenin özel

bir yeri vardı. Sonra sınavın

aşamalarından bahsedilmeye başlandı. İlk

aşamada uzanmakta olduğum yatağın

altında lavların ve korların oluşturduğu bir

ateş yakılacaktı ve etlerim o ateşte parça

parça dağılıp eriyecek ve ben yavaş yavaş

yok olacaktım.

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım

ve kendimi eritmekte olan sıcaklığın güçlü

etkisine bıraktım.

Gözlerimi yeniden açtığımda ikinci

yataktaydım. Ne ateş vardı ne de kül.

Yanıp yok olan bedenim değildi sanki…

O an aklımdan geçen ilk şey, sınavın ilk

aşamasını başarıyla tamamlamış

olduğumdu.

İçinde bulunduğum ortamın öyle bir

atmosferi vardı ki, insan bu ortamda

kendini önemli, güçlü ve farklı

hissediyordu. Beni yakmayan o ateşin

sırrını yine o güçlü ses açıklıyordu bana.

Bazı kalpler vardır yaratılıştan gelen tüm

güzellikleri içinde barındırabilen, işte o

kalplerdir dünyanın türlü ağırlıklarına

rağmen alıp verdiği her nefesin hakkını

vermeye devam eden. O kalplerde ne bir

günah barınır ne kin ne de nefret. Sonsuz

aşkın en masum taşıyıcısıdır çünkü o

kalpler. Kimi zaman yorgun düşseler de

hayatın birbirinden farklı telaşları içinde

ne karşılıksız sevmekten vazgeçerler ne de

içlerinde uğradıkları türlü haksızlıklara

rağmen vicdan barındırmaktan. Bu

sebeple sonsuz bir aşkla müjdelenir o

kalpler, o müjdenin kaynağında ise ateş

vardır çünkü asıl yanan, eriyip yok olan

beden değil, ruhtaki boşluklardır. Ateşe

koşulsuz razı oluşundur, o ateşin seni

yakmamasının asıl sebebi ve yanmaya rıza

göstermiş bir kalbi dünya

misafirhanesinde artık hiçbir ateş yakıp

küle çeviremez.

Ateşler içinde yanıp, kâbuslarla

sarsıldığım ve sonrasında da uykusuzluğa

mahkûm olduğum sayısız gece geçti

içimden. Demek ki ateşe teslim olmadan

arınamıyordu insan…

13

Page 21: Siraç Dergi | Sayı 1

Sınavın ikinci aşamasına geçilmeden

evvel etrafı bir kez daha seyre daldım.

Gözlerimin görebildiği alanı bakışlarımla

taramaya başladım. Tam karşımdaki

duvarda yan yana sıralanmış çeşitli

rakamlar vardı. Fark ettiğim ilk sayı 7

olmuştu sonra 24 ve 36’yı gördüm…

Duvardaki rakam ve sayıların benim için

ifade ettiği anlamlar yansıyınca ömür

toprağıma tarifsiz bir duyguyla dolup

taştım o an. İrkilmiştim çünkü hayatımın

dönüm noktalarının anahtarlarıydı tüm o

sayılar.

7 yaşındayken mahallede arkadaşlarımla

oynarken bir dereye düşmüş ve

boğulmaktan son anda kurtulmuştum.

Yaşam beni daha küçücük yaşımda ölümle

sınamış ve ölümün o soğuk yüzüyle

tanıştırmıştı. İlerleyen yıllarda

rüyalarımda defalarca boğulduğumu

görmüş ve 7 yaşındayken yaşadığım o acı

tecrübeyi içimden bir türlü söküp

atamamıştım.

24 yaşında genç bir üniversite

öğrencisiyken ilk aşkımla karşılaşmış ve

ona bir türlü açılamamıştım. Bakışları,

kokusu ve sesiyle kalbimin derinliklerinde

iklimler yaratan o genç kızı, Mavi’yi, hala

her anımsadığımda yüreğimin

tenhalığında ince bir sızı duyardım.

Sonrasında mezun olmuş ve günlük

yaşamın telaşı içinde oradan oraya

savrulup durmuştum. Bir alt sınıfta

okuyan Mavi ise, öğrendiğime göre okulu

birincilikle bitirip yurt dışına yerleşmişti.

İlk aşkımın son durumuyla ilgili ise hiçbir

fikrim yoktu.

İlginç olansa, bu tuhaf rüya ortamında, bu

farklı atmosferde, belki de kaderimin

şifrelerini yansıtan bu ekranda, aşkla

tanıştığım tarihin yer alıyor olmasıydı.

Anlam veremediğim bir başka şeyse 7 ay

sonra 36 yaşına girecek oluşumdu.

Bununla ilgili mucizeyi henüz

bilmiyordum.

Gözlerimi cam ekrandaki sayılardan

harflere çevirdiğimde ise beynimde müthiş

bir uğuldama sesi duydum. Gözlerim

kararmaya cam ekrandaki harfler

bulanıklaşmaya başladı. Beynimde

uğuldayan sesler yükseldikçe yükseldi.

Kulaklarımı sağır edecek bir hal aldı.

Sonrasında belli belirsiz konuşmalar

işittim. Tartışmayı ve kararsızlığı andıran

konuşmalardan anlayabildiğim tek şey, o

harflerde kaderimin yazılı olduğu ve

onları okumama izin olmadığıydı. İnsanın

kendi kaderiyle bu kadar yüz yüze gelmesi

ve o kaderin ayrıntılarına ulaşamıyor

olması öyle garip bir çelişkiydi ki. Baştan

bilmesi mi değerliydi insanın kaderini

yoksa yaşayarak yön vermesi mi ona!

Evet, süre dolmuştu ve sınavın ikinci

kısmı başlıyordu işte. İkinci yatakta sırt

üstü uzanmıştım yine, iki yanımda iki ayrı

mumya ve ellerinde etlerimi liğme liğme

parçalayacak makaslar vardı.

Çırılçıplaktım ve bu yağmayı da koşulsuz

kabul etmekten başka bir seçeneğim yoktu

ve yağma başladı. Bir karganın bir leşi

parçalamasına benziyordu yaşadığım

durum. Canımdan can gidiyor ve ben bunu

da sükûnetle karşılıyordum.

14

Page 22: Siraç Dergi | Sayı 1

Kendime olan inancım ve güvenim

arttıkça duyduğum acı hafifliyordu. Bu

durum neyin ifadesiydi bilmiyorum ama

sınavın ikinci aşamasını da başarıyla

geçmiştim.

Gözlerimi açtığımda boş duran üçüncü

yatakta değil, dizlerimin üstüne çökmüş

bir halde kaderimin yazılı olduğu cam

ekranın önündeydim. Ekranda yazılı olan

kaderim okumama fırsat verilmeden

silinivermişti. Kalbim hızla çarpıyor buna

rağmen ben nefes alıp vermekte

zorlanıyordum. Sonra ekranda harfler

yeniden belirmeye başladı, anlamlı birer

cümleye dönüştü ve ben o cümleleri

gözyaşları içinde fısıldamaya başladım.

Evren bir bütündür ve insan o bütünün en

değerli parçalarından birisidir. Bütünü

anlamlandırabilmek ve parçadaki sırrı

çözebilmek için, evrene ve insana farklı

bir gözle bakmak gerekir. İnsan kendi öz

varlığına farklı bir pencereden bakabildiği

ölçüde anlamlı bir neticeye varır. O netice

aşkın kendisidir. Nefes alıp verdiğimiz

sürece karşımıza çıkan her olay, iyi ya da

kötü bizden bir parça koparır, tıpkı senin

etlerinin liğme liğme edilmesi gibi.

Yağma ne kadar sürerse sürsün, insan bin

parçaya ne kadar bölünürse bölünsün

özünde bütünün sırrını, şifresini taşır ve

parçalandıkça aslında bütüne yaklaşır…

Ömür toprağında bir şeylerle başa

çıkabilmen için, başardıklarını hatırlaman

yeterli!

Okuduklarım karşısında donup kalmıştım.

Sonra bir el uzandı omzuma ve beni ayağa

kaldırdı. Sınavın ilk iki aşamasını

geçtiğimi üçüncü aşamayı ise ancak

yaşayarak ve tek başıma başarabileceğimi

söyledi.”

Rüyamın etkisi günlerce devam etti. Her

geçen gün bedenimin üstünden tonlarca

ağırlığın kalktığını hissediyor ve

rahatlıyordum. Günlerce rüyamın

hikmetini düşünüp durdum. Saat epey

ilerlemiş yemek vakti gelmişti. Ben

masamda oturmuş, aylardır bitirmek için

uğraştığım projeye son şeklini vermeye

çalışıyordum. Projeyi nasıl bitireceğime

dair hiçbir fikrim yoktu.

Çalışmamı bir kenara bırakıp, masadan

kalktım, pencereyi açıp derin bir nefes

aldım. Sonra istifa mektubumu yazmaya

başladım. İçimden bir ses “ Hadi Umut,

artık kendin olma vaktin geldi! “ diyordu.

İçimdeki sese kulak vermiş dergideki

işimden istifa etmiştim. Artık kendim

olacaktım. Ne yapmam gerektiğini, kim

olduğumu ve beni neyin mutlu edeceğini

artık biliyordum. Eve giderken ofis

malzemeleri satan bir dükkâna uğrayıp

kendime bir daktilo aldım.

Aradan 7 aymış geçmiş ve ben hayat

hikâyemi anlattığım romanımı

tamamlamıştım. Rüyamın hikmeti yavaş

yavaş çözülmeye başlamıştı 7 aydır küçük

mavi ilaçlara da ihtiyaç duymuyordum ve

seneler evvel tam 7 yaşında burun buruna

geldiğim ölüm çizgisi benim için 7 ayda

bir uyanışa dönüşmüştü. Romanımı

yayınevlerine yollamış ve heyecanla

yayınevlerinden gelecek haberi beklemeye

başlamıştım. Bir akşamüstü telefonum

çaldı, telefondaki ses yayınevinden

aradığını, romanımı çok beğendiklerini ve

basmaya karar verdiklerini, yayınevinin

sahibinin benimle en kısa sürede

görüşmek istediğini söylüyordu.

15

Page 23: Siraç Dergi | Sayı 1

Telefonu kapattıktan sonra özenle

hazırlanıp evden çıktım. Kısa bir süre

sonra yayınevine varmıştım. Görevliye

kendimi tanıttıktan sonra bekleme odasına

geçtim. Yayınevi sahibinin benimle bizzat

görüşmek istediğini söylemişlerdi çünkü.

Kısa bir bekleme süresinden sonra kapı

açıldı ve içeriye uzun dalgalı saçlarıyla

genç bir kadın girdi. Yüzünü tam olarak

göremediğim bu genç kadını ancak odanın

ortasına geldikten sonra tam olarak

görebilmiştim. Kalbim hızla çarpmaya

başladı, dizlerimin bağı çözüldü,

gözlerime inanamadım, karşımda duran

genç kadın seneler evvel âşık olduğum ve

bir türlü açılamayıp, tarifsiz hasretini

içimde yıllarca taşıdığım ilk aşkım

Mavi’den başkası değildi. Seneler evvel

bir kıvılcımla başlayan aşk ateşi içimde

yeniden dev bir yangına dönüşüvermişti.

Mavi’yle birbirimize sımsıkı sarıldık.

Sonra uzun uzun konuştuk. Mavi, okul

bitince yurt dışına gitmiş ve bir süre orada

kalmıştı. Türkiye’ye dönünce de en büyük

hayali olan yayınevini kurmuş ve kurduğu

yayınevinin editörlüğünü de bizzat kendisi

yapmaya başlamıştı.

Romanım eline ulaştığında, vakit

kaybetmeden okumaya başlamış ve

okudukça da romandaki kahramanın ben

olduğumu anlamıştı. Romanımda Mavi de

vardı ve ona duyduğum derin aşk.

Yazdıklarımı gözyaşları içinde okumuş

çünkü ona duyduğum aşk aslında

karşılıksız değilmiş. İlk adımı benden

beklemiş, o adım gelmeyince de susmayı

tercih etmiş.

Hayatta bazı aşklar vardır yaşandığı için

değil yaşanmadığı için saflığını ve

kutsallığını korur.

Sohbetin sonunda Mavi’yi akşam

yemeğine davet ettim. Bu yemek benim

için çok özeldi. İlk aşkımı seneler sonra

bulmuş ve aşkımın karşılıksız olmadığını

öğrenmiştim. Akşam yemeği için özenle

hazırlandım. Mavi de göstermişti aynı

özeni. Yemekte üniversite yıllarımızdan

“Basın-Yayın” okumanın eğlenceli ve zor

yanlarından bahsettik.

Mavi’ye sıradan geçen yıllarımın sıkıcı

ayrıntılarından, dergideki işimin beni

mutlu etmeyişinden ve yazmaya karar

vermenin hayatımdaki dönüm noktası

oluşundan bahsettim uzun uzun.

Mavi yazdıklarımdan çok etkilenmiş ve

yazdıklarımla arayış içinde olan pek çok

insana umut olabileceğime inanmıştı.

Bir rüyayla hayatımın nasıl değiştiğini

düşündüm sessizce.

Evet, bu yemek benim için çok özeldi, ilk

aşkımla yediğim ilk yemekti ama benim

için apayrı bir anlamı daha vardı.

Yazmıştım, hayatım değişmişti, yazarak

hayatları değiştirebilecektim.

Rüyamın sırrı çözülmüş, sonsuz aşkın

insanları, doğayı ve tüm evreni karşılıksız

bir aşkla kucaklamak olduğunu bir kez

daha anlamıştım…

Dahası bugün benim doğum günümdü ve

ben 36 yaşına girmiştim.

Adile CAka

16

Page 24: Siraç Dergi | Sayı 1

“Kitlelerle kütleler arasında bir yer ve zaman burası ve şimdi, yazmak lazım diyor içimdeki. Ait

olmadığın bir yerde, buraya ve şimdiye dâhil olmak, güzel, en başta. Bundan sonra, aynı yerden, yeni

olmamışlarla fakat çoğalmış olarak devam edeceğimi bilerek, hiç bu kadar yok olmadığımı yazmalıyım. Ve ilk

kez, öteni bu kadar görerek, umarsızım ötelenebileceğine, fakat öteni sensiz görmek istemeyerek belki… Her

şeyden öte, soru işaretleri yüzümüze dönük olunca, altı çizilecek bir aşk, kurtarılmayı bekliyor. Sanırım

kurtarırsak, göçmen kuşlar, adamıza göçeceklermiş...”(13 Mart 2014)

''ruhum için bir cami avlusu ortadalığı

kaderin kaçıncı filmiydisinden sorularla

ya edatının kaygılı birlikteliği

bir geniş halının üstünde yerlisi haki gömlek

ütü masasından düşmüşken

cebinde yanan pul.''

(16 Mart 2014)

Şimdi, seninle çevrimiçi konuşmak yerine sana seninle ihanet ediyorum. Benim

fonum, hep Firuze’dir, öyle bir çeşmeden damlar hissettiklerim. Uyuz olurum içimdeki

kelimelere ve bu, onları eşek sudan gidinceye kadar dövme şeklimdir affedersin... Hadi

sen de yaz Firuze fonunda. Yazmanın ihanetini yazmamanın şerefine tercih edebilir

misin, deyip öfkelen istiyorum. Hâlbuki yazacak ne çok şey var. Es geçtiğim gerçekler,

memleketin halleri, her şeyi çok bildiğini düşündüğümüz köşe yazarlarının saklısındaki

inciler, eski fotoğraflarda tanınan kendimiz, festivallere olan ilgimiz, bir yere gidince

herkesin yediğinden yemeler, ‘’Millet ne buluyor şunda?’’ dediklerimiz, yazmasam

daha iyiye bağladığımız anlar; fakat şeytan... Neyse işte gördüğün gibi seninle ciddi

şeyler konuşurken aslında Selvi Boylum Al Yazmalım oynuyor altyazıda. Üç noktalar

birikiyor bu plansız öyküde, biriktikçe ‘’Nilgün’’ aklıma geliyor. Üzülmekten başka

bir şey gelmiyor elimden. Bu, üçüncü Firuze. Sen isyanın kaçıncı istasyonusun?

Gerçekten, zor bir işin var burada. Bir istasyon serserisi imajla, öykümde en anlamlı

kahramansın. En sevdiği yemek et sote olmayan insan nasıl yakışmazsa fukara

sofrasına, senin anlamsızlığın da, burada olmamak…

Page 25: Siraç Dergi | Sayı 1

Annesi öykü babası şiir olan biri var içimde, anadil sorunu yaşamakta, farklı bir

aksanla konuşuyor. Babasını küçük yaşta kaybetmiş, ona özlem duyuyor, annesinden de

şartlar gereği uzaklaşmış fakat seviyor annesini. Onu anlıyorum. Geçen, hayat müzesine

götürdüm onu, çok sıkıldı. Güvenlikçilerden daha kuvvetli, fakat utangaç. Sonra

müzenin kafesinde oturup tarhana çorbası içtik. Poşette... On altı TL verdik. O, ucuz

sanıyor bunu. Böyle, uçakla limana iniyor canı sıkılınca, konuşuyoruz içimde, sonra yine

ait olmadığı yere geri dönüyor. Şimdi sezen dinliyoruz... Slow değil. Bir kadına vermişti

bu şarkıyı, o da güzel söylüyor; o kadın, bu bizim arkadaşı tanıyordur belki büyüdüğü

mahalleden...

İnsanlara olan sevgimizi sadece yapıştırıcıyla benzeştirmemizden sonra, bize,

kimyamızda ülkeler prensler yaratan kahramanlar vardır, o ülkedeki çetrefillere benzer

bir akşam yaşanır buralarda... Oydu buydu, şuraydı buraydı derken yeni öyküler girdap

içinde sıralanır. Kiraz çiçekleri, parşömenler, şehnameler oturup beyaz bir kâğıda

nakşolurlar. Peyami'nin simerenyasında olmadıkları için hüzün yapışmıştır alınlarına. Ve

işte benim simerenyamda çağrışan yazının nakşısın sen.

Yirmi iki saat önce, bir roman kahramanının kahramanı olduk seninle…

“Ruhun boşluksuz. Tedavi edilmeyi bekleyen hastalık gibi oldunuz. Ben, böyle

hikâyelerin içinden seslenmek zorunda kaldım size. Biliyor musun sen benim kim

olduğumu unutsan da ben, benim sende ne olduğumu unutmadım. Şimdi ona konuşmak

isterdim, bak oğlum, daha fazla silme bizi yaz artık, demek isterdim ona, ama o bana

itibar edecek değil henüz. Aslında sen de itibar etmiyorsun, ben sadece sürecin gereğini

yetiriyorum. Hani hep yazı derdiniz ya, yazı, kendi kaderini ilk kez sizin öykünüzde

yazıyor. Onun caddesi İstiklal, sen Galata Köprüsü’ndeki balıkçıların misinasısın. Av

mevsimi geçecek ya da geçmeyecek. Sen, bir yerlerde olacaksın. Ben, kimi zaman, çizgi

filmlerdeki kuşlar gibi gözlerimi kısarak gülümseyeceğim size. Bu gülümsemelerdeki

anlamı siz belirleyeceksiniz. Neyse, önce ona maviyi sevdiğini anlatmalıyım, onun da

vişne çürüğü bir âlemi olduğunu anlatmalıyım sana. Onun kotunun arka cebine yapışmış

çimen lekelerinin asıl sebebini de anlamaya çalışmalısın. Onun umursamazlığına bir

yolculuktur bu. Ya da anlama sen bilirsin... İkimiz de çok acı çektik. Onun da genç

acıları olamaz mı? Onları, kanatmadan tedavi edebilmeliyiz. Bizler, birbirimize borçlu

varlıklarız. Biz nasıl sizin acılarınızı dindirdiysek, şimdi biz kurtulduk acılarımızdan,

bilirsin acılar paylaşıldıkça azalırdı, dindirmeye de devam edeceğim. Bu arada

Pollyanna'nın selamı var, söylemiş miydim? Arı Maya, çok özlemiş seni. Tom, seni

Twitter’den takip ediyormuş, ama bugünlerde gözükmüyormuşsun, hayırdır? Don Kişot

da, bir adamın gizemindeymiş, belki uğrarmış size. Neyse, bugünlük bu kadar yeter

herhalde. Sen de, bizden Orhan Pamuk'a, Elif Şafak'a, İskender'e selam söyler misin?

Mihmandar'la gurur duyuyoruz. Kendinize iyi bakın. Biz hep burada olacağız...” (J.W.)

Betül Taştekin

Page 26: Siraç Dergi | Sayı 1

Bugün sahilde yürüdüm biraz.

Varlığından bile haberdar

olmadığım kum kokusunu ne çok

özlemişim meğer. Önce hasretini

çektiklerim aklıma gelmeye başladı

teker teker. Hiç yaşamadığım, belki

de hiç var olmayan ama özlediğim

şeyler dolandı zihnimde sonra da.

Mavi yosun kokusu gibi…

Özlediğim, unuttuğum birçok

şey vardı hayatımda

biliyordum.

Unutamadıklarımdan çok

daha acıklı değildi bu durum

elbette. Bir de hiç yasını

tutmadıklarım. Gidişini

özlemiyordum örneğin.

Günlerden pazardı. Seni kurtarmak için bütün aile seferber

olmuştuk. Ve Mayıstı seni son kez hastaneye götürdüğümüzde.

O inatçı tavrın, duyduğum son cümlelerde yine göstermişti

kendini. Dudağından dökülenleri hala duyar gibi oluyorum

arada.

Sonra öldün…

Page 27: Siraç Dergi | Sayı 1

ç

Seni öldüren bu amansız hastalık değildi. Pek de

çabalamadın zaten. Hastalığına, o inatçı yüzünü

göstermediğinden anlıyordum bunu. Teslimiyet denilen

bayrağı en olmadık zamanda göndere çekmiştin. Benden

de saygı duruşuna katılmamı bekliyordun.

…ve ben nefes almaya başladım.

Hastalığın üçüncü evresinde uzaklaşmamızı istemiştin.

Bu çoktan senin kontrolünden çıkmıştı oysaki. Kaç kere

dediğimi hatırlamıyorum o insanlarla görüşmenin sana iyi

gelmediğini. Şu “bana bir şey olmaz” tavrın kendini

dağıtmanda büyük pay sahibi olmuştu doğrusu.

...bir bedene hapsolmak ne zormuş meğer. Şimdi

bakıyorum da sen gittikten sonra artık rahatım, sürekli

yine mi hastalanacağım derdi yok. Burada hastalık yok…

Dudağından dökülenleri hala duyar gibi oluyorum

arada: “Şu gördüğün mavi denizdeki pis kokan yeşil

yosunum ben! Sizin gibi değilim! Beni değiştirmeye

çalışmayın artık! Yeter!”

…kum kokusunu ne çok özlemişim meğer.

Page 28: Siraç Dergi | Sayı 1

21

Page 29: Siraç Dergi | Sayı 1

22

Page 30: Siraç Dergi | Sayı 1

23

Page 31: Siraç Dergi | Sayı 1

Ayrılık yok diye etmiştik yemin

Kavlimiz bir idi sarıldık gardaş

Sözlerine vefan bu mudur senin?

Unuttuk maziyi darıldık gardaş

Bir lokma ekmeğin katığı yavan

Baldan tatlı idi kuru bir soğan

Kimin gücü yeter derdin her zaman

Bir hiç uğruna mı kırıldık gardaş

Onca güzel günün hatrı kalmaz mı ?

Ara sıra insan selam salmaz mı ?

Mübarek bayramda çıkıp gelmez mi ?

Bu kadar mı kine karıldık gardaş

Mustafanın özü sevgiden yana

Nasıl da kıydılar bu iki cana

Toprağın kokusu bulaştı kana

Vurulup sineden serildik gardaş.

Çocuklarım oldu boylu boyunca

Gözlerim doluyor amcam deyince

Hele de sitemli sözler duyunca

Sanki can evinden vurulduk gardaş

Kul Hasan’ın sözü hasret çekene

Değişir mi insan gülü dikene

Kadir kıymet bilen gelsin yakına

Meyve veren bağdan sürüldük gardaş

Tek gömleği nasıl giydik sıralı

Ne günler yaşadık yoksul karalı

Böyle mi olurmuş dünya kuralı

Hani bükülmezdik yorulduk gardaş

Görenler hep bize gıpta ederdi

Böyle gardaş olan var mıdır derdi

Büyük küçük herkes bizi severdi

Bir deli poyrazdık durulduk gardaş

Kaderse neyleriz der şair ağa

Künyemiz yazılmış düşen yaprağa

Bize bağır açan kara toprağa

İkimiz yan yana verildik gardaş...

24

Page 32: Siraç Dergi | Sayı 1

Hayat

Anne olmayı bekleyen bir kadın gibidir hayat. Ve hayat ne güzelliklere gebedir

her yeni gün. Keşfetmesini bilene. Bir süreç sabırla, mücadeleyle geçer ve sonunda

hak ettiğini alırsın. Çok da farklı olmasa gerek güçlü bir anneden, hayat… Yeter ki

sevmesini bileceksin. Yılmadan hayatın tüm aşamalarını geçip ders almasını bileceksin.

Gözlerin hep umutla parlayacak. Sen sen olmasan bile, sen daha çok sen olmuşsun

hayatın içinde. Gökkuşağı renginde sevdaların olacak sonra. Tüm renklerin güzelliğini

yaşayacaksın içinde. Sen kendini sevdikçe tüm dünya da seni sevecek. Hatta farklı

dünyalar bile sevecek seni. Hiç anlaşamam dediğin insanlarla bir ömür geçer mi diye

düşünürken , bir ömrün geçtiğini göreceksin sonra, inan. Sabırla işlenmiş her anın

mükafatı gibi , farklı dünyadan iki insanın anlaşması… İşte hayatın… Başrollerde sen

varsın. Hayatını en iyi oynayacak kişi sensin. Yılın en iyi oskar ödülünü sana kim verir

bilmem ama sen kendini hiç pişman hissetmemelisin. Öyle güzel hissetmelisin ki ,

sevdiğini belli etmeli ve öylece yaşamalısın. Yaşam senin ona baktığın gibi şekillenir.

Kimisi karşılıksız bir aşk , kimisi ise mecburi bir birliktelik gibidir yaşam. Seçim size ait.

Mutlu olmak için insan elinden geleni yapmalı, tüm engellere rağmen. Sevmek

hayatın amacı. Sevdiğinden mahrum kalmak, onu görememek en büyük ceza. Tıpkı

çocuğunu hiç kucağına alamayan bir anne gibi. Ya onu kaybetmiş veya hiç görememiş

bir anne. Sevgisini yüreğine gömmüş bir anne. Sevgilerin en gerçeği bir annenin

çocuğuna duyduğu sevgidir. Hayata da böyle bağlanmak gerekir. Annenin çocuğuna

bağlanması gibi. Hayatın tüm zorluklarına rağmen hiç şikayet etmeden , mücadeleye

devam eden kazanır her zaman. Sevdasını tüm renkleriyle kabul eden kazanır,

hayallerinin peşinden pes etmeden giden kazanır. Hep umutla , sevgiyle bakanlar

hayata, hayattaki diğer başrol kahramanlarının da kendisine öyle baktığını görür. İşte

mutlu bir hayat bu olsa gerek. Sevgiyle.

Emine Keçeci (ebreza)

25

Page 33: Siraç Dergi | Sayı 1
Page 34: Siraç Dergi | Sayı 1

Resmi bir devlet dairesinde türbe olduğunu hiç duymuş muydunuz, zaten başka bir

emsalinin dünyadaki varlığı duyulmadı!

Esasında bu emsalsizlik bir Osmanlı eseri kendisi gibi, bir ibreti alem vesilesi olarak

Sultanahmet meydanında bulunan tapu ve kadastro İstanbul bölge müdürlü binası

içerisinde ihlas ile Fatiha okumanızı bekleyen, mezar taşında 'ser virüb sır vermeyen

server dede ruhuna ihlas ile el-Fatiha' yazan bir Osmanlı devlet adamı defter-i hakanı

server dede.

1748 de Anadolu’da iki kasaba arasında meydana gelen bir mera paylaşımı taştırması

çözülememiş taraflar arasında

Mesele büyümüş ve devrin padişahı birinci Mahmud problemli beldenin tapu kayıtlarını

istediğini ferman buyurmuş, fakat cevaben: sultanımız af buyursunlar gece (mesai saatleri

dışında) tapu kayıtların daire dışına çıkamayacağı haberi gelmiş

hiddetlenen padişah server dedenin infazına karar verip boynunu vurduruyor,

mesele irdelendiğinde esasında server dedenin fatih sultan Mehmet hanın koyduğu kanun

olan tapu evrakının gece dışarı çıkarılmaması maddesi gereğince hareket ettiği ortaya

çıkınca, görev yaptığı binanın içine göreve kanunlara olan sadakatini hayatının önüne

koyan bir görev şehidi olarak defnedilmesini aynı padişah ferman buyuruyor.

Esnaf localarından Ahi Evran

tekkelerinden kayıtlardan,

kulaklardan kulaklara geçmiş

dükkânların her gün besmele ile

açılışı ile beraber o mesleğin üstadına

gönderilen hürmetli selamlar vardır.

Yani her mesleğin bir evliyası vardır,

memuriyetin evliyasında server dede!

Server dede sonrası memuriyet

hayatına başlayan Osmanlı erkânının

besmele ardında adını andığı

ziyaretine gittiği bilinir.

SER VERİP SIR VERMEYEN

27

Page 35: Siraç Dergi | Sayı 1

Osmanlı arşiv belgecinde, bu olayın görevi kötüye kullananlara hitaben yansımalarından

biri, devrin padişahı 18.yüzyılın sonralarında memurlara hitaben yazdığı emir şöyle

bazı defterhane memurlarından önemli miktarda geliri olduğu halde iş sahiplerine 'sır

vermek olur, sırrı açığa vurmak olmaz' diye

ölümü göze alan ve bürolarının yanında gömülü bulunan server dedenin koyduğu kurallar

aksine rüşvet aldıkları öğrenilmiştir.

Dedelerinin görev sadakatinden utanmaları gereken bu Memurlar, yakalandıkları takdirde

cezalandırılacaklardır, diyor.

Bir sonraki sayıda aynı her bir kum tanesinin bir birinden farklı olduğu

bütünlüğünde kuma dönüştüğü gibi,

Medeniyetimizin zerreleri ile bütünleşmek üzere Allah'a emanet olun.

28

Page 36: Siraç Dergi | Sayı 1

Technology in the 21 st century Nowadays we are dependent on

technology. In the 21st century

technolgy is both improving and

damaging our lives. Old and new

inventions make our lives easier. We

can't even imagine a life without them.

We think they are vital. We don't care

about a lot of inventions but technology

started with the use of fire. Fire is

everything today like water.

Imagine the time when people

used piegons to send messages to one an

other. What if the piegon died and the

news couldn't reach the adress. Now we

find it quite funny but that was the truth

in the past or people travelled months

and months without cars,planes. You

see how difficult it is.

If we come today look at the

things we have at home. Television,

computer, washing machine,

disswasher, iron, fridge, hair drier etc.

Nearly forget! Mobile phones of

course.Even the poorest family and the

youngest child have mobile phones and

they are all very expensive. They have

cameras and every detail. How did it

become so popular and common? A

research says that in Turkey an average

family has four mobile phones. This is

shocking news. People say life is very

expensive and difficult but they still go

on buying mobiles.

Do you know the advantages and

disadvantages of them?

advantages of mobile phones:

- the biggest and the most important

advantage is that you can carry it whereever

you want without cables and electricity.

- ın emercency cases for instance if an

accident or something bad happens you can

definitely use it.

- you can use the internet whenever you

want.

- you can takes photos or videos easily .

- with the help of internet you can buy

something even while you are sitting on

your bed.

- you can play games with your mobile.

- the best songs can be listened.

As you see the list is endless.

disadvantages of mobile phones:

-radiation from mobile phones is really

dangerous for your health especially for the

old and children.

- a high tech mobşle is really expensive.

Also great amount of bill can smile you.

-in the use of driving it damages the system

of of your car.

-it decreases the social life between people.

- students are getting lazier and lazier.

-big loves finish in short time because of

massages.

I hear your saying enough. OK then. no

problem. Take care but this is not the end.

BELKIS POSUL 29

Page 37: Siraç Dergi | Sayı 1

Üfürümler

Bu yorumlarda farklılıkların en önemli belirleyicisini farklı kültürler oluşturur. Tüm

bu soyut tanımlarının yanı sıra peyzaj somut bir alan üstüne kurulur. Hazırlanan

projelere tarihsel geçmiş araştırılıp çalışma mekanizmaları anlanarak başlanır; son

olarak da nasıl ilerleyebileceği belirlenerek tamamlanır. Tüm bunları yaparken

çeşitli bilim dallarını da kullanır.

Meryem Tanrıkulu Çeviri: Ayşe Yıldız

Peyzaj deneyimdir.

Peyzaj, 30 yıllık kısa bir

geçmişiyle asırlardır süre gelen

diğer alanlara göre gelişme

sürecinde diyebileceğimiz genç bir

disiplindir. Geleneksel olarak

estetik bir imajı olan bu disiplin ilk

tablolarda ortaya çıkmış sanatla iç

içe bir temelden gelmektedir. Zaten

peyzaj kelimesi de İtalyanca da

paesaggio «yurttan gördüğün»

anlamına gelen kelimeden

gelmektedir. Peyzajın öznel de bir

duruşu vardır. Günümüz dünyasının

dayattığı sadece görme duyusu

üzerine kurulu bir düzen bu

disipline çok uzaktır. Bakan kişinin

tüm duyularıyla algılaması, onu

ifade etmesi çok önemlidir.

31

Page 38: Siraç Dergi | Sayı 1

Müzik ve İnsan Doğası

İnsanın yeryüzündeki varoluş sahnesinde yerini almasından bile eski bir hikâyesi

vardır müziğin. Galaksilerin, bulutsuların, gezegenlerin kısacası her şeyin bir müziği

vardır. İnsanın vücudundaki kan dolaşımı esnasında kanın akış sesi “si”, dünyanınkisi

“fa”dır. Güneşinki ise kalp atışımızla aynıdır. Ve her ses titreşiminin frekansı, her

notanın titreşim değeri vardır.

Düşünürsek bir ney sesi yada ney dinletisi esnasında ya da farklı bir enstrümanı

dinlerken, ortamda ya da kişide bir motivasyon oluşur. Kalabalık bir topluluktaki tüm

dinleyenler tek bir noktaya odaklanır. İçsellik!

Çünkü o an müzik -nota- kulaktan zihne ulaşır ve beyinde olağanüstü bir hormonal yani

duygusal devinim başlar. Ve müziğin skalası ve kullanılan nota dizgeleri dinleyenin ya

da dinleyicilerin o anki halet-i ruhiyyetini dizayn eder. Çünkü ses (sonic) bir radyasyon

türüdür. O nedenle çok güçlü bir etkiye sahiptir.

İnsan biyolojik ve fizyolojik olarak sıvılardan ve hormonlardan oluşan bir yapıdadır. Ve

bu anlamda sonic manipilasyona herkes açıktır. Dedik ya! İnsandan önce de doğada

müzik vardı. İnsandan sonra da müüzik olacaktır. Müzik enerjinin değişik bir formudur.

Page 39: Siraç Dergi | Sayı 1

Çünkü o an müzik -nota- kulaktan zihne ulaşır ve beyinde olağanüstü bir hormonal yani

duygusal devinim başlar. Ve müziğin skalası ve kullanılan nota dizgeleri dinleyenin ya

da dinleyicilerin o anki halet-i ruhiyyetini dizayn eder. Çünkü ses (sonic) bir radyasyon

türüdür. O nedenle çok güçlü bir etkiye sahiptir.

İnsan biyolojik ve fizyolojik olarak sıvılardan ve hormonlardan oluşan bir yapıdadır. Ve

bu anlamda sonic manipilasyona herkes açıktır. Dedik ya! İnsandan önce de doğada

müzik vardı. İnsandan sonra da müüzik olacaktır. Müzik enerjinin değişik bir formudur.

Bu nedenle, sayısız müzik tarzı ve formu insanlığın gelişimi ile birlikte paralize bir

şekilde oluşmuştur. Dikkat edin, yaşamın hızı ile müzikteki “bpm”(hız-devir-metronom)

da değişmiştir. Artık daha dijitalize ev electronic bir sounda evriliş söz konusudur.

Mistik yapıdaki müzikler vardır. Fakat daha çok dini ve spiritüel alanlarda icra ve

tatbiki söz konusudur.

“Müzik, ruhun gıdasıdır.” Diye bir söz vardır. Ne ile beslendiğinize dikkat edin!

Zina müzik: İçinizde bastırılmış profilinizi açığa çıkaran en önemli katalizörlerden

sadece birisidir.

Erkan Bal

33

Page 40: Siraç Dergi | Sayı 1

Menkibe Evliyanın büyüklerinden, tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından

olup Seyyid-üt Taife denmekle meşhurdur. Künyesi, Ebû’l –

Kâsımdır. Cüneyd Bin Muhammed hicri 207(M. 822) yılında

Nehâvend’de doğdu. Bağdat’ta büyüdü. Ve 298(M.S. 911)’de 91

yaşında orada vefat etti. Kabr-i Şerifi hocası ve dayısı Sırrî-yi

Sekatî’nin kabri yanındadır. Süfyan-ı Sevri hazretlerinin derslerinde

yetişti. Tasavvufu dayısı Sırrî-yi Sekatî’den öğrendi. Asrının kutbu

idi. Binlerce vali yetiştirdi. Otuz defa yaya olarak haca gitti.

Kerametleri, nasihatleri, hikmetli sözleri ve ihlâslı amelleri ile

meşhur oldu. Zahiri ilimleri İmam-ı Şafiinin talebelerinden Ebû

Serv’den öğrendi. Cüneyd-i Bağdadi Hz. Otuz sene cemaatle

namazda kıldığı namazlarda ilk tekbiri kaçırmadı. Namazda kalbine

dünyevi bir düşünce gelse o namazı tekrar kılardı. Daima Allahu

Tealayı hatırlardı. Her gün 400 rekât namaz kılardı. Otuz yıl yatsı

namazından sonra hiç uyumadan ibadet ile meşgul oldu. Cüneyd-i

Bağdadi Hz. Henüz yedi yaşında iken, hocası (aynı zamanda dayısı

olan) Sırrî-yi Sekatî (r.a.) tarafından hacca götürüldü. Mescid-i

Haramda dörtyüz kadar büyük zat, şükür hakkında konuşuyorlardı.

Her zar şükrü tarifi ve izah ettiler. Neticede dörtyüz ayrı izah

meydana geldi ise de, hepsi bu tarif ve izahları yetersiz buldular. Hz. Sırrî-yi Sekatî (r.a.), orada bulunan Cüneyd’e: “ Mademki

buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle” dedi. Hz. Cüneyd “

Şükür, Allahu Tealanın ihsân ettiği nimeti sermaye olarak

kulanmamaktır. “ buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevaba pesk

sevinip “Tebrik ederiz, maksadı en güzel şekilde ifade ettin. Bu,

ancak bu şekilde tarif edilebilirdi.” Dediler. Birisi Cüneyd-i

Bağdadi’ye “Gözümü yabancı kadınlara bakmaktan nasıl

korunabilirim?” diye sordu. Cüneyd(r.a.) buyurdu ki “ Yabancı

kadını gördüğün zaman Allahu Tealanın seni, senin o kadını

görmenden daha iyi gördüğünü hatırla.” Buyurdu. 34

Page 41: Siraç Dergi | Sayı 1

Cüneyd-i Bağdadi Hz.lerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve

faziletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdadi

Hz. Onu pek ziyade seviyor, diğer talebeler ise bu hali çekemiyorlardı.

Talebelerinin bu hali Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine ma’lum oldu.

Talebelerinin eline birer tane kuş verdi ve buyurdu ki: “Her biriniz bu

kuşları kimse görmedik bir yerde boğazlayıp getirsin.” Hepsi de

kendilerine verilen kuşları aldılar. Varıp ıssız bir mahallede boğazlayıp

getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdadi Hz.

“Niçin boğazlamadın?” buyurdu.

.”Hocam! siz kuşları görmedik bir yere boğazlayın demiştiniz. Ben ise bir

ıssız yer bulamadım. Her yeri Allah-û Teala görüyor” deyince Cüneyd-i

Bağdadi Hz. Buyurdu ki: “Arkadaşınızın firasetini gördünüz mü?”

Talebelerinin hepsi de tövbe ettiler ve boyunlarını büküp Cüneyd-i

Bağdadi Hazretlerine afedilmelerini dilediler.

Salihlerden bir zat rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i

gördü. Hz. Cüneyd de yanlarında duruyordu. Bu sırada biri gelip

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e bir sual sordu. Peygamber

Efendimiz (s.a.v.) “Bunun cevabını Cüneydden iste, o cevap

versin.” Buyurdular. Cüneyd (r.a) “Ya Resulullah! Sizin mübarek

huzurunuzda ben nasıl konuşabilirim?” deyince Peygamber

Efendimiz “Diğer peygamberlerden her biri ümmetlerinin tamamı

için ne düşünüyorlarsa, ben de, Cüneyd ile o kadar öğünürüm.”

Buyurdular. Cüneyd-i Bağdadi’ye (r.a) “Tevazu nedir?” diye

sordular. Cevabında buyurdu ki: “Şefkat ve merhamet kanatlarını

(ona kuşun yavrularını koruyabilmek için üzerlerine kanatlarını

germesi misali) mahlûklar üzerine germen ve herkese karşı

yumuşak davranmandır.”

Erol ŞSengür

Dipnot

Tabakat- us Sûfiyye sh 155, Tabakat-ül Kübra cild2 sh 98, Vefayat-ül Ayan cild1 sh 98,

Tarihi Bağdat, Saadeti Ebediyye, Hilyet-ül Evliya cild 10 sh 23

Page 42: Siraç Dergi | Sayı 1