sanayi eczacıları komisyonu e-dergi sayı-2

52
Bitkilerle tedavide farklılaşan kavramlar Güncel Fitoterapi 31. sayfa İstanbul Eczacı Odası Sanayi Eczacıları Komisyonu Yetenek yönetimi 5. sayfa İyi Ar-Ge’ci gözünden belli olur! 9. sayfa Ege’de kocaman bir dünya: Bozcaada 17. sayfa Nasuh Mahruki : Hayat... 21. sayfa Evrenin gizemli dili 35. sayfa dergisinin ücretsiz ekidir. Türk hukukunda ilaç patent hakları 29. sayfa Kasım 2012 1. sayı

Upload: buelent-kuran

Post on 29-Mar-2016

256 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

TRANSCRIPT

Page 1: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

Bitkilerle tedavide farklılaşan kavramlar Güncel Fitoterapi 31. sayfa

İstanbul Eczacı OdasıSanayi Eczacıları Komisyonu

Yetenek yönetimi5. sayfa

İyi Ar-Ge’ci gözünden belli olur!9. sayfa

Ege’de kocaman bir dünya: Bozcaada17. sayfa

Nasuh Mahruki: Hayat...21. sayfa

Evrenin gizemli dili35. sayfade

rgisi

nin üc

retsiz

ekidi

r. Türk hukukunda ilaç patent hakları29. sayfa

Kasım 2012 ● 1. sayı

Page 2: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

2

Merhaba

Bizler, İstanbul Eczacı Odası Sanayi Eczacıları Komisyonu olarak, sizlere yeni bir dergi olan S.E.S.’i sunmanın mutlu-luğu ve gururu içerisindeyiz. S.E.S. dergisi, aslında eczacı-ların neler yapabileceğinin bir kanıtı. Nasıl mı?

Çağımız insanının en büyük sorunu olan “zamansızlık”, itiraf edelim ilaç sektöründe çalışan bizlerin de tüm ha-yatını kaplıyor. Ama bizler elbirliğiyle üzerimize çöken zamansızlık perdesini kaldırdık ve size dolu dolu bir dergi sunmak için kolları sıvamaya karar verdik. Eminim S.E.S’i okuduğunuzda, içinde çok sayıda renk barındırdığını siz de fark edecek ve kendinizden bir şeyler bulacaksınız. Bi-zimle görüşlerinizi paylaşabilir, dergimiz içinde bir renk de siz olabilirsiniz. Bunun için tek yapmanız gereken sesi-nizi duyurmak, yani aşağıdaki iletişim adresinden bizlere ulaşmak.

Biliyorum, dergilerde genelde ön yazılar okunmadan ge-çilir. Ama ben okunduğunu farz ederek, Oscar kazanmış bir aktristin heyecanıyla, dergiyi hazırlayan Sanayi Ecza-cı Komisyonu’ndaki arkadaşlarım adına teşekkür etmek istiyorum. Öncelikle bize bu derginin hazırlanmasında desteğini esirgemeyen İstanbul Eczacı Odası çalışanla-rına, özellikle Burcu Günüşen’e teşekkürlerimizi sunuyo-ruz. Bizi kırmayıp zaman ayıran, makaleleri ile katkıda bulunan değerli yazarlarımıza ve röportaj yapma imkanı bulduğumuz Sayın Nasuh Mahruki ve Sayın Ferhat Far-şi’ye çok teşekkür ediyoruz. Ve son olarak bir teşekkür de, bizimle birlikte yolculuğa çıkmayı kabul ettiğiniz için siz-lere, siz sevgili okuyuculara…

Evet, üç ay sonra biz elimizde bavulumuz, yeni bir yol-culuğa çıkmak için hazır bekliyor olacağız. Nerede mi buluşuyoruz?

Sanayi Eczacılarının Sesi’nde…

Sevgi ve Saygılarımla, Dr. Ecz. Merve Memişoğlu

dergisinin ücretsiz ekidir.

Sahibiİstanbul Eczacı Odası adınaEcz. Semih Güngör

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüEcz. Cem Erdal Ünal

Genel Yayın YönetmeniDr. Ecz. Merve Memişoğlu

EditörBurcu Günüşen

Yayın KuruluDr. Ecz. Feyza Ademoğlu ÖzcanEcz. Varlık Sezgin Ecz. Gaye Ramazanoğlu Ecz. Sıla Aykut Yazgılı Ecz. Tuba Ulus

Görsel YönetmenErkan Beyaz

Reklam SorumlusuEcz. Cem Erdal Ü[email protected]

[email protected]

Yönetim Yeri ve Yazışma AdresiYeniyol Cad. Gökfiliz İş Merkezi No: 11 Kat: 2 Mecidiyeköy - İstanbulTel: 0212 217 61 91 (pbx)Faks: 0212 217 61 [email protected]

Baskı - CiltHas Matbaacılık100. Yıl Mah. Mat-Sit 3. Cad. 199/ABağcılar İstanbul T: 0212 629 02 49

Yasal Uyarı: S.E.S. dergisinde yayınlanan yazı ve fotoğrafları yayma hakkı İstanbul Eczacı Odası Sanayi Eczacıları Komisyonu’na aittir. Kaynak gösterilse dahi, hak sahiplerinin yazılı izni olmaksızın ticari amaçlarla kullanılamaz.

Kasım 2012 ● 1. sayı

Page 3: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

1

Eczacıbaşı Monrol Nükleer Ürünler 5 Avrupa ülkesinde ruhsat aldıEczacıbaşı Monrol Nükleer Ürünler Tic. ve San. A.Ş.,

Avrupa’ya radyofarmasötik ilaç ihraç etmek amacı ile 2008 yılında başlattığı proje kapsamın-da, 2010 yılında tamamladığı GMP belgelendirmesi aşamasının ardından, ürün ruhsatlandır-ma aşamasını da başarıyla tamamlayarak 4 ürünü için, aralarında Almanya ve Danimarka’nın da bulunduğu, 5 Avrupa ülkesinde ruhsat aldı.

Nobel İlaç Çin'e adım atmaya hazırlanıyorNobel, Çin'in en büyük ikinci ilaç üreticisi Guangzhou Pharmaceutical Holdings Limited (GPHL) ile 'ortak ni-yet bildirgesi' anlaşması imzaladı. Buna göre Nobel'in geliştirdiği ilaçları Çin pazarında GPHL piyasaya suna-cak. Türkiye'de ve aktif olduğu 20 ülkede de Nobel, Çinli firmanın ilaçlarını satacak. Ayrıca iki firma, araştır-ma-geliştirme (Ar-Ge), hammadde ve bitmiş ürün tedariki konularında da işbirliği yapacak.

Abdi İbrahim’e prestij ÖdülüAbdi İbrahim, 18 sene önce Fransa’da kurulan ve dünyada yaklaşık 70 ülke ve 7000’e yakın şirketle bağlantısı olan Otherways Management Association Club "OMAC" tarafından Golden Europe Award for Qua-lity And Commercial Prestige ödülüne (Kalite ve Ticari Prestij Avrupa

Altın Ödülü) layık görüldü.

N habere

HazırlayanlarEcz. Sıla Aykut Yazgılı

Ecz. Burçin Yazıcı

Page 4: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

2

Pfizer’in sponsorluğunda “Romatizmaya İnat Durmasın Hayat’’Romatoid artrit ve ankilozan spondilit hastalarının gündelik hayatta karşılaştıkları zorluk ve engellere dikkat çekmek için 2010’dan beri Romatoloji Araştırma ve Eğitim Derneği tarafından hareket temalı bir fotoğraf yarışması düzenleniyor. Pfizer’in sponsorluğunda düzenlenen yarışmanın 2012 yılı teması “Romatizmaya İnat Durmasın Hayat’’ olarak belirlendi. Yarışma, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da romatoid artrit ve ankilozan spondilit hastalarının mücadele-sinin en yakın tanığı olan romatoloji, ortopedi ve travmatoloji ile fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanı doktorların, hemşirelerin ve Pfizer çalışanlarının katılımıyla gerçekleşecek. Yarışmaya katılan ve dereceye giren ilk 3 kişiye fotoğraf ekipmanı hediye edilecek.

Eczacıbaşı, Rekabet'ten izin bekliyorEczacıbaşı Grubu şirketlerinden Eczacıbaşı Girişim Pa-zarlama Tüketim AŞ, Ataman Ecza ve Itriyat Deposu ile

Ataman İlaç Kozmetik Kimya AŞ hisselerini almak için Rekabet Kurumu'na müracaat etti. Re-kabet Kurulu'nun web sitesinde yer alan bilgiye göre, satın almaya ilişkin mutabakat kuruma sunuldu.

Lilly, aile hekimlerini 'Diyabet Kampı'yla bilgilendiriyorLilly, Türkiye’de milyonlarca kişinin yaşamını etkileyen diyabet ve tedavisi konusunda aile hekimleri ve iç hastalıkları ana bilim dalı asistanlarına yönelik ‘Diyabet Kampları’ projesini hayata geçirdi. Proje kapsamında 300’e yakın hekim ve asistana yeni tedavi yöntemleri hakkında bilgi aktarılırken, hekimlerin hasta koltuğuna oturarak diyabetli hastanın karşılaştığı kompli-kasyonları anlamaları sağlanıyor.

Cenovapharma, Generica ile göz sağlığı alanında da etkili olacakTürkiye ilaç pazarına yeni ürünler kazandıran, eşde-

ğer ürünleri ile yaşam kalitesini yükseltmesinin yanı sıra yer aldığı tedavi alanlarında da söz sahibi olan Generica ile oftalmoloji ürünlerinin satış ve pazarlamasını yapmak üzere anlaşan Cenovapharma, oftalmoloji grubunda pazara ilk jenerik ürünleri sunarak; bir ilke daha imza atıyor.

Page 5: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

3

Kamu ile özel sektör arasında yenilikçi bir antibiyotik araştırma ortaklığı başlıyor

AstraZeneca ve GlaxoSmithKline Avrupa'daki antibiyotik araştırma faali-yetleri alanında öncü bir yaklaşım başlattı. Bu girişim sayesinde antibiyotik

direncinin oluşturduğu artan tehditle mücadele etmek için ilaç ve biyotek-noloji şirketleri kamu sektöründen ortaklarla işbirliği yapa-

cak. Zararlı Mikroplar İçin Yeni İlaçlar (New Drugs 4 Bad Bugs) adı verilen bu yenilikçi araştırma programı, son yıllarda yavaşlayan yeni antibiyotik keşif ve geliştirme çalışmalarını artırmayı amaçlıyor.

Avea ve Sanovel işbirliği: Türk ilaç sektöründe mobil pazarlamada devrimi

Toksöz Holding bünyesindeki Sanovel, Avea ile işbirliği yaparak Türkiye’de ilaç sektörün-de bir operatörle birlikte uygulanan ilk büyük çaplı tablet projesini hayata geçirdi. Avea ile mobiliteyi seçen Sanovel; büyüklüğü ve niteliği uluslararası şirketlerde dahi bulunmayan SanPAD Projesi ile 1.200 satış temsilcisini mobil hale getirdi. Avea’nın Sanovel’e özel olarak geliştirdiği uygulama ile tıbbi satış temsilcileri, tüm işlerini iPad kanalıyla yanlarında taşı-yacak. Proje kapsamında doktorlara yönelik sunumlar iPad’lerle yapılırken, Sanovel’in aktif pazarlama yaptığı 60’a yakın ilaç için, her ay düzenli olarak gerçekleştirilen baskılı malzeme üretimine de son verildi. Zamandan ve mekandan bağımız çalışmayı sağlayan projenin, Sa-novel’e sağlayacağı tasarruf, bir yıl içerisinde basılı malzemelere harcanan miktarın %75’i olacak. Elde edilen tasarruf ise, Sanovel’in Ar-Ge ve yeni yatırımlarında değerlendirilecek.

Kozmetik Ürünlerin Tanıtım Faaliyetlerine İlişkin KılavuzKozmetik Ürünlerin tanıtım faaliyetlerini düzenlemek, kozmetik ürünlerin reklam ve tanıtımı-nın usul ve esaslarını belirlemek amacıyla hazırlanan "Kozmetik Ürünlerin Tanıtım Faaliyetle-rine İlişkin Kılavuz" 24/08/2012 tarih ve 81420 sayılı makam oluru ile yürürlüğe girdi. Kılavuza http://goo.gl/kSq0U adresinden erişilebilir.

British Pharmaceutical Industry (ABPI) Faz I klinik çalışmalar ile ilgili kılavuzu yenilediSon olarak 2007 yılında yayınlanan kılavuzun, düzenleyici arena-daki değişiklikleri yansıtacak şekilde güncelleştirilen versiyonu 14 Ağustos 2012’de yayınlandı.

Page 6: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

4

İlaçta Türkiye dominosu!Türkiye’nin ilaçta uyguladığı düşük fiyat politikası domino et-kisiyle 19 ülkeyi birden etkisi altına aldı. Rusya, Güney Kore, Suudi Arabistan, Mısır, Makedonya ve Fas da Türkiye’yi “refe-rans ülke” olarak almaya başladı. Bu da referans fiyata göre, Türkiye’de fiyatların yüzde 15 düşük olması anlamına geliyor.

Söz konusu ilaç, eşdeğeri bulunmayan orijinal bir ürünse ve referansı da AB dışı ise Türki-ye’deki fiyatla, referans fiyat arasındaki fark yüzde 32’ye çıkıyor.

SEKTÖRDEKİ ATAMALARSandoz İlaç Türkiye’de OTC İş Birimi (Reçetesiz Ürünler) Direktörlüğü görevine 1 Ağustos 2012 tarihi itibariyle Seda Yücecan atandı. İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden mezun olan Yücecan İstanbul Üniversitesi Radyobiyoloji Bölümü’nde Yüksek Lisans’ını tamamlamış-tır. Seda Yücecan, Sandoz’a katılmadan once Roche Müstahzarları Sanayi Anonim Şirketi’nde Satış Temsilciliği, Jr. Ürün Müdürü ve Ürün Müdürü olarak görev almış ve kariyerine Bayer’de Kıdemli Ürün Müdürü, Grup Ürün Müdürü ve Ticari Pazarlama Satış Geliştirme Müdürü ola-rak devam etmiştir.

AstraZeneca Türkiye Medikal ve Ruhsatlandırma Direktörü olarak görev yapan Dr. Müjgan Ateş 1 Eylül 2012 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere AstraZeneca Japonya’ya Medikal İşlerden Sorumlu Başkan Yardımcısı olarak transfer oldu. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’n-den mezun olan Dr. Müjgan Ateş, İstanbul Üniversitesi Farmakoloji Bölümünde 3 yıl, yerli ve uluslararası ilaç firmalarında pazarlama, ruhsatlandırma ve medikal departmanlarında farklı yöneticilik pozisyonlarında da 20 yılı aşkın bir süredir de çalışmıştır.

Ferrosan firmasını satın alma sürecini geçtiğimiz yılsonu tamamlayan Pfizer’in Türkiye’deki Tüketici Sağlığı Ülke Müdürü 1 Temmuz 2012 itibariyle Yeşim Zavaroğlu oldu. Geçtiğimiz yıl gerçekleşen satın almayla Pfizer, Ferrosan bünyesindeki Multi-tabs, Bifiform, Imedeen ve Nutri-zinc markalarını Pfizer Tüketici Sağlığı işbirimi altında toplamıştı. İş hayatına Deva İlaç firmasında Ürün Müdürü olarak başlayan Yeşim Zavaroğlu aynı firmada satış ve pazarla-ma kademelerinde çeşitli yöneticilik pozisyonlarını başarıyla yürüttü. Yeşim Zavaroğlu Ekim 2008’den bu yana Ferrosan Türkiye Ülke Müdürü görevini başarıyla sürdürmekteydi.

Merck Serono Türkiye'den globale atama gerçekleşti.1998 yılından bu yana Merck Serono’da lojistik departmanında farklı görevlerde çalışan Yaşar Yücel; 1 Ağustos 2012 tarihinden iti-baren Merck Serono Türkiye, Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu, Kafkasya, Ortadoğu ve Afrika’yı kapsayan Kıtalararası Bölgesi’nin Tedarik Zinciri Direktörlüğü’ne atandı.

Page 7: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

5

Yetenek, çok özel bir kavram. Tanımla-ması zor. Ölçülmesi daha da zor. En zor

kısmı da elimizdeki yeteneğin hakkını ve-rebilmek. Yeteneği uygun bir yerde, uygun bir şekilde kullanarak değerlendirebilmek… Yeteneğin sahibinin de bir insan olduğunu unutmadan, yeteneğinin veya yeteneklerinin ne kadar değerli olduğunun ve iş sonuçla-rına olumlu etkisinin kendisi tarafından da görülmesini sağlamak.

İnsan kaynakları uzmanları yetenekleri keş-fetmek konusunda hiç olmadığı kadar yoğun bir çaba içindeler. Değişen dünya, uzmanlık gerektiren işler ve “y kuşağı” bu yolculuğu gerçek bir macera haline getirdi.

Peki, bütün bu tanımların içinde eczacılar, eczanesinde çalışan eczacılar kendilerine nasıl bir yol bulabilir? Bütün bu kavramların, içinde kaybolmadan nasıl faydalanabilirler?

Öncelikle ekiplerinde çalışan veya çalışacak

İnsan kaynakları uygulamaları içinde yetenek yönetimi

ününGetirdikleri

Tuba Kale Onay

Page 8: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

6

“y jenerasyonu” ile başlayabiliriz. Aynı za-manda müşteri kitlesi olarak da “y jeneras-yonu”na bir bakalım.

y jenerasyonu; 1980-1990 yılları arasında doğanlar için bu ifadeyi kullanabiliriz. Ken-dilerinden önceki jenerasyonlara göre kon-santrasyon süreleri daha kısadır. İlgilerini çek-meyen konuları sadece bireysel gelişimlerine katkısı olsun diye takip etmezler. Temel ilgi alanları elektronik dünya, dijital gelişmeler, kuantum ve yeni iletişim kanallarıdır. Kendi çevrelerindeki bir geliş-me veya yenilik onları hiç alakadar etmezken, Kenya’daki hayvanların yaşam koşullarını olum-suz şekilde etkileyen bir gelişme bir anda odak konuları haline gelebilir. Bu ne bir şımarıklıktır, ne de bir özenme... Y jenerasyonu gerçekten işte böyle yaşamaktadır. Dünyadaki su kaynak-larının azalması onları ciddi kişisel önlemler almaya yönlendirebilir. Oysa başka bir jene-rasyona mensup kişiler, bunu çok abartılı bir davranış olarak görecektir.

Bütün bu ilginç, farklı, uç noktadaki özellik-leri ile “y jenerasyonu” var ve değişmeyecek. Bir eczacı olarak siz böyle potansiyel bir ça-lışan veya tüketicinin içindeki cevheri nasıl keşfedeceksiniz? Zor bir hazine avı değil mi? Kesinlikle! Sabırlı olmayı gerektiriyor. Dinle-meyi. Gerçekten ne istediklerini anlamayı. Onları nerede kullanabiliriz? Ortak çalışma

koşullarını nasıl bulabiliriz? Çünkü alışık ol-duğumuz çalışma saatleri ve alışık olduğu-muz iş sadakati onlarda yoktur. Ancak yara-tıcı fikirleri vardır. Geleceğe dönük yatırımlar için müthiş öngörüleri de... Değerlendirmek, işinizi gerçekten geliştirecektir. Dünya üze-rindeki dijital gelişmeleri sizin adınıza takip edip, iş ve kâra dönüştürmek konusunda ke-sinlikle önemli bir kaynak olacaklardır.

Peki ya eski topraklar? Yani uzun zamandır beraber çalıştığımız, yaşı y jenerasyonunun

sınırlarını aşanlar. Gü-nümüzde eski çalışanlar ciddi bir rekabet hissi ile yaşıyorlar. Y jenerasyo-nunun varlığı onlar için başlı başına bir rekabet kaynağı. Aynı zamanda değişen ekonomik ko-şullar, gelişen teknoloji, eski toprakları zorlu-yor. Üzerlerinde, gelişen dünyaya yetişmek ko-nusunda ciddi bir baskı hissediyorlar. Yetişeme-yeceklerini düşünenler,

arayı kapatmaya çalışmıyor bile. Onlar ken-dilerini tamamen kapatıp, “eski günler” ko-nuşmalarını yapmaya devam ediyor. Yine de eski çalışanlara yeni bir gözle bakmakta fay-da var. Eski topraklara yeni topraklar gözü ile bakmalıyız. Çalışanlarımızın özelliklerini, işe kattıkları değeri, becerilerini, yeni bir göz ile değerlendirip işe katabilecekleri artı değeri ortaya çıkartmalıyız. Böyle bir değişiklik eski çalışanlarımızın da kendilerini yenilenmiş hissetmelerini sağlayacaktır.

Eski topraklara yeni topraklar gözü ile

bakmalıyız. Çalışanlarımızın özelliklerini, işe kattıkları

değeri, becerilerini, yeni bir göz ile değerlendirip işe

katabilecekleri artı değeri ortaya çıkartmalıyız. Böyle bir değişiklik eski çalışanlarımızın

da kendilerini yenilenmiş hissetmelerini sağlayacaktır.

Page 9: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

7

Eczane/firma sahibi ya da yöneticisi açısın-dan durumu bir değerlendirirsek, ilginç so-nuçlarla karşılaşabiliriz.

Alıştığımız işe alma teknikleri, bildiğimiz mü-lakat yöntemleri artık değişti. Geleneksel ta-nımlama, iş görüşmesine gelen kişinin klasik anlamda ciddi ve özenli giyinmesini öngörür. Ancak günümüzde bir potansiyel çalışanla görüşme yaparken, onun iş potansiyeline, müşteriyi ikna etme gücüne, kendisini ne ka-dar iyi ve akıcı ifade ettiğine bakmak gereki-yor. Her bir çalışanın ne kadar “satış/kâr” odaklı olduğuna bakmak artık önemli. Bu durumda iş görüşmelerinde odak-landığımız noktalar değişmeye başladı. İşe başvuran kişinin eski deneyimleri kadar, gele-ceğe yönelik potansiye-lini de değerlendirmek hatta hesaplamak gere-kiyor.

Yetenekleri ortaya çıkartmak kadar, elimiz-deki potansiyeli yönetmek de önemli. Çalı-şanlarımız farklı özellikler gösteriyor olabilir. Farklı müşterileri etkiliyor olabilirler. Hangi çalışanımızın hangi yönünü kullanabiliriz? Bazı özellikleri, eğitim ve koçluk ile geliştir-mek de mümkün.

Hazır koçluktan bahsediyorken, nedir bu “koçluk” müessesesi? Koçluğu, her yönetici-nin biliyor ve yapıyor olması beklenir. Ancak gerçekte ne olduğu, yeteneklerin koçlukla nasıl yönlendirileceği biraz karıştırılıyor ga-

liba. Koçluk aslında eski bir tarz. Rehberlik etmek, düşündürmek hatta beraber düşün-ce jimnastiği yapmak… Karşımızdakine farklı bakış açıları getirebilmek... Onun hayat pen-ceresini geliştirmek de diyebiliriz.

Bir de eğitim konusu var. Çalışanların ve yö-neticinin kendilerini geliştirmek için beraber eğitime katılmaları çok önemli. Üzerinde çalı-şılacak ortak bir konu olması adına ve herke-sin (pozisyonundan bağımsız) gelişeceğinin bir örneği olması için ortak katılım gerçekten

çok etkilidir. Sadece eği-timi almak değil, alınan eğitimi kendi içimizde de gözden geçirmeliyiz. Eğitim almak birinci geli-şim basamağı ise, eğitim vermek öğrenme ba-samaklarında en üstte olanıdır. Birbirimize de öğretebilmeli, sunumlar yapabilmeliyiz.

Son olarak gözlem… Ekibimizi tanımak ve yetenekleri ortaya çıkartmak için elimizdeki en önemli araç, gözlemdir. Yorum yapma-dan, öneride bulunmadan, eski değerlerimi-zin ağına düşmeden saf ve (mümkün oldu-ğunca) tarafsız gözlem yapmalıyız.

Yetenek yönetimi eski veya yeni çalışanları-mızın özelliklerini ortaya çıkarmak ve onları önemli kanallara kanalize etmekle ilgilidir. Gerçekten bir hazine avı.

Size bu hazine avında bol şans ve başarılar dilerim.

Yetenekleri ortaya çıkartmak kadar, elimizdeki potansiyeli

yönetmek de önemli. Çalışanlarımız farklı özellikler

gösteriyor olabilir. Farklı müşterileri etkiliyor olabilirler.

Hangi çalışanımızın hangi yönünü kullanabiliriz?

Page 10: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

8

201 2

Page 11: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

9

20

1 2

İ laç sanayisinin başarılı isimlerini daha ya-kından tanıdığımız ‘Büyüteç’ bölümümü-

zün ilk konuğu, başarılı bir eczacı olan Abdi İbrahim İlaç Sanayi Ar-Ge ve İş Geliştirme Direktörü Ferhat Farşi.

Aslında Ferhat Farşi bizim konuğumuz ol-ması gerekirken, biz onun konuğu olduk ve Abdi İbrahim’in Maslak’taki genel merkezine gittik. Genel merkezin son derece modern dizaynının etkileyici olduğunu söylemeliyim. Ancak benim en çok ilgimi çeken, asansör-

Büyüteç

Abdi İbrahim İlaç Ar-Ge ve İş Geliştirme Direktörü Ferhat Farşi:

İyi Ar-Ge’ci gözünden belli olur!

deki mavi ışık oldu. Mavi ışık çalışanların mo-tivasyonunu mu artırıyordu, yoksa başka bir anlamı mı vardı, işte kafamda bu sorularla girdim odaya… Haliyle Ferhat Bey’e ilk sorum da mavi ışığın nedeni oldu. Abdi İbrahim'in rengi mavi olduğu için asansörlerde bu renk ışık kullanılıyormuş. Eminim bu uygulamanın çalışanlar üzerinde bütünleştirici ve olumlu bir etkisi vardır.

Gelelim sohbetimize… Kahvelerimizi yudum-larken, kendiliğinden sohbetimiz başladı. Ne

Dr. Ecz. Merve Memişoğlu

Page 12: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

10

de olsa Ferhat Bey’le aynı okuldan mezun olmanın ve aynı sektörde birlikte çalışmanın getirdiği bir tanışıklığımız söz konusu. Baka-lım, eczacı dostum Ferhat Farşi ile neler ko-nuşmuşuz?

Bize biraz kendinizden bahsedebilir mi-siniz? Mesela Ferhat Farşi’nin çocukken hayalleri nelerdi? Birlikte geçmişe doğru bir yolculuğa çıkalım.

Çocukluğumun geniş ve sevgi dolu bir ai-lede, büyük bahçe ve açık alanlarda geçtiğini söyleyebilirim. Şimdiki bilgisayar odaklı ço-cuklardan ve şehir ya-şamından çok uzaktı. Çocukken ‘Neden’ diye çok soru sorardım. Kü-çükken bahçemizdeki değişik bitkilerden karı-şım yaptığımı ve bunları etrafta bulduğum karıncalar üzerinde dene-diğimi bilirim.

Karıncalar ne oldu peki?

(Güldü) Karıncaların bazıları gitti ne yazık ki ama bir kısmını kurtarabildim.

Demek o zamandan araştırmacı olacağı-nız belliymiş. Gençlik döneminiz nasıldı peki?

Ben İran doğumlu, Azeri Türk’üyüm. Masal gibi geçen çocukluğum, devrimle ve savaşla tanıştığım ergenlik ve gençlik yıllarımda ta-mamen son buldu. İran devrimi dünyanın en büyük kitle hareketlerinden biridir. Kendimi

bir anda dalgalar içinde buldum. Hepimizin yaşamı altüst oldu. Devrimi hazmetmeye çalışırken İran-Irak savaşı çıktı. Hiç unut-mam, okula gitmeye hazırlanırken okulları-mız bombalanmıştı! O zamanlar Rüzgar Gibi Geçti (Gone With The Wind) kitabını okuyor-dum. Tıpkı o kitaptaki gibi bir tarafta rüya gibi bir hayat varken, bir anda her şey yerle bir olmuştu. Bütün bu yaşadıklarım beni bi-raz zor heyecanlanan, oldukça sakin bir bire-ye dönüştürdü diyebilirim.

Sakinlik, yaşamınızda size neler kattı?

İnsanların çok küçük şeylerden, materyalist şeylerden, çok büyük üzüntüler duymasını anlamıyorum. Çünkü yaşamın anlamı bu de-ğil! Sakinliğim sayesin-

de ben iyi bir hakem oldum, olayları doğru değerlendirip, kritik edebiliyorum. Bunda çocukluğumda yaşadığım büyük değişimle-rin çok etkisi oldu. Sakinlik, bana objektif bir bakış açısı sağladı.

İlaç sektörüne girişiniz nasıl oldu? Sizi İs-tanbul’a getiren rüzgâr neydi?

Eğitim için Türkiye’ye geldim.

Burada araya girip sormak istiyorum. Ai-leniz İran’da mı kaldı? Sizin için zor bir sü-reç olmalı.

Evet, ailem İran’da kaldı. Özlem oldu, sıkıntı-lar yaşadık ama şükürler olsun şimdi her şey yolunda.

Kendimi bir anda dalgalar içinde buldum. Hepimizin

yaşamı altüst oldu. Devrimi hazmetmeye çalışırken İran-

Irak savaşı çıktı. Hiç unutmam, okula gitmeye hazırlanırken okullarımız bombalanmıştı!

Page 13: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

11

(Gülümsüyor) Ama biliyorsun Ortadoğu’da ne zaman ne olacağı belli olmaz. Belki bunu kaleme aldığında, o zaman her şey yolun-daydı ama şimdi işler karıştı diyebilirsin. (Ni-tekim dedim!)

Peki, dış politikadan uzaklaşıp ilaç sektö-rüne girişinize tekrar geri dönelim.

Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakülte-si’nden diplomamı alır almaz hem yüksek lisansa hem de ilaç sektöründe parttime çalışmaya başladım. Henüz Türk vatandaşı olmadığım için kadrom yoktu. Hayatımı idame ettirmek için çalışmak zorundaydım. Başarısız olma gibi bir lüksüm hiç olmadı. Hacettepe’de Prof. Dr. Atilla Hıncal hocamızın fakültede oluşturduğu disiplin, bizleri iş hayatına hazır-ladı. O yıllardan itibaren ben özel sektöre girmiş gibiydim. Çünkü bizim çalışma saatlerimiz 24 saatti. İş hayatımda hep uyguladığım “Her zaman en kolay yol, en iyi yol değildir” ilkesi o günlerden kalmıştır. Çalıştığım firmalara bu disiplini ve bakış açısını adapte ettim. Zoru seçtim, faydasını gördüm, görmeye de de-vam ediyorum.

İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu?

Ankara’da bir yere kadar ilerleyebiliyorsun. İlaç sanayisinde etkin şekilde rol alabilmek ve endüstrinin gelişimine yön verenler arasında olmak adına sektörün kalbine, İstanbul’a, gelmem gerekiyordu, ben de öyle yaptım.

Önce küçük bir Ar-Ge grubunu büyüttüm. Kısa sürede çok iyi ürünler çıkarttık. Bu başa-rı başka firmaların dikkatini çekmeye başladı ve adım adım yükselerek, sonunda Abdi İb-rahim’e kadar geldik.

Abdi İbrahim’deki görevinizi ve başarını-zın sırrını bizimle paylaşır mısınız?

5 yıldır Abdi İbrahim’de Ar-Ge Direktörü olarak çalışıyordum. 8 aydır İş Geliştirme Di-rektörlüğü de bana bağlandı. Biliyorsunuz,

gelecekle ilgili strate-jilerin belirlenmesinde Ar-Ge ve İş Geliştirme çok önemli. Bu iki bü-yük bölümün biraraya gelmesinde, iyi bir si-nerjizma yarattığımı dü-şünüyorum. Projelerin böylece bütünlüğü sağ-lanmış oldu. Artık karar verme mekanizması daha hızlı çalışıyor. Yıllar boyunca gelen projele-rin uygulayıcısı şeklin-

deydik. Şimdi ise stratejiye katkı sağlayabi-liyoruz. Zaten Abdi İbrahim’de iyi fikirler her zaman desteklenir. Bu durumun meyvelerini aldık ve almaya devam ediyoruz.

Böyle büyük bir sorumluluğun zor taraf-ları var mı peki?

Zor tarafı, zaman açısından fedakarlık yap-mam gerekiyor. Ama artık zamanı iyi kul-lanmayı öğrendim. Aynı anda 3 farklı yerde toplantı yapabiliyorum. En önemli şey yetkin ve güvendiğim insanlarla çalışıyor olmam. Hiyerarşiye çok fazla önem vermiyorum.

...bizim çalışma saatlerimiz 24 saatti. İş hayatımda hep uyguladığım “Her zaman en kolay yol, en iyi yol değildir” ilkesi o günlerden kalmıştır.

Çalıştığım firmalara bu disiplini ve bakış açısını adapte ettim. Zoru seçtim, faydasını gördüm, görmeye de devam

ediyorum.

Page 14: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

12

Çünkü en iyi fikirler o projede çalışan kişi-lerden çıkıyor. Onları dinlediğinde daha iyi sonuç alabiliyorsun.

Ekibinizin başarısını neye bağlıyorsunuz?

Başarı, tesadüf değil. Arkasında mükemmel bir ekip var. Zamanımın büyük bir kısmını insan kaynakları direktörü gibi Ar-Ge ekibini oluşturmak için sarf ettim. Ekip çalışmasını çok seviyorum, tek başına çalışmak hiç bana göre değil. Ekipte karşılıklı güvenin olması mutlaka şart.

Peki, karşınıza biri geldi, genç bir eczacı... İyi bir Ar-Ge’ci olabileceğini nasıl anlarsı-nız?

İyi bir Ar-Ge’ci gözünden belli olur. (Gülüyor)

Çoğu insan iş bulmak için geliyor ama Ar-Ge’de çalışmak isteyenin durumu farklı. Çünkü daha zor bir yolu seçmiş oluyor. Bazı insanlar laboratuvarda çalışmaktan yorulur, haklı da olabilirler. Rutin iş yapmak isteyen, Ar-Ge’de başarılı olamaz. Çünkü Ar-Ge’de her gün farklıdır, cazip olan tarafı da budur.

Ekipte karşılıklı güven demiştiniz, bu du-rum çalışanların projeyi sahiplenmesini sağlıyor. Öyle değil mi?

Güvenin oluşabilmesi için yetkin kişilerle ça-lışmalısınız. Biz sağlıklı tansiyon oluşturabili-yoruz. Böylece fikirlerin tartışılmasına mey-dan veriyoruz. Tartışmalarda çok acımasızız ama birbirimize karşı saygımız da sonsuz. Eğer çok otorite uygularsanız, insanlar fikir-lerini söylemekten vazgeçerler. Kendi işleri gibi hissetmeleri ve özgürce fikirlerini söy-lemeleri çalışanların motivasyonu için çok önemli. Bir projede tablet baskı yapan bir

teknisyenin fikri, benimkinden çok daha de-ğerli olabilir. Çünkü nasıl bir problemle kar-şılaşıldığını ve çözümün nasıl olabileceğini teknisyen benden daha iyi bilecektir.

İlaç endüstrisinde eczacıların durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Nasıl daha iyi olabilir?

Ben ilk başladığımda eczacılar sektörde ve Ar-Ge’de yoktu. Olanlar da kısa sürede ay-rılıp eczane açıyorlardı ya da kamuya yö-neliyorlardı. Günümüzde de hâlâ bir boşluk var. Eczacılar olarak çok iyi eğitim alıyoruz. Başka mesleklerde tek boyutlu bir eğitim varken, bize çok boyutlu, multi-disipliner bir eğitim veriliyor. Böyle bir eğitim aldıkları için

Page 15: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

13

eczacılar çok şanslılar. Ama endüstride ne-ler yapabileceklerinin, yetkinliklerinin tam olarak farkında değiller ne yazık ki. İş geliş-tirme, patent ve fikri haklar, ruhsatlandırma, formülasyon, analitik geliştirme, pazarlama, kalite kontrol, üretim vb. çok geniş bir alanda çalışabilirler. Benim de oğlum seneye sınava girecek, onun da eczacı olmasını istiyorum.

Sektörün şu andaki durumunu nasıl bu-luyorsunuz?

Geri ödeme ve fiyatlandırmaya herkes kilit-lenmiş durumda. Devletimizin bütçe açığını azaltmak adına gerçekleştirdiği fiyat indi-rimleri tüm endüstrimizi zorluyor. Ama ben bu konuda iyimser düşünüyorum. Türkiye,

Avrupa’da 6. büyük market. Türkiye’nin de-mografik yapısına bakarsak; artan ve yaşla-nan bir nüfus var, bu da haliyle kronik has-talıkları artıracaktır. Bir taraftan da iyileşen ekonomik göstergeler ve ilaca olan erişimin artması Türkiye’nin daha büyük bir pazar olacağının işareti. Avrupa’da eşine benzerine rastlayamayacağınız üretim tesislerimiz, en son teknoloji ekipmanlarımız, altyapımız var.

Bir Ar-Ge’ci olarak söylemek istediğim şey, devlet inovatif Ar-Ge projelerini destekliyor. Bu konuda bir sıkıntı yaşamıyoruz. Bir süper jenerik oluşturabilmek için ortalama 4 yıl çalışılıyor ve oldukça fazla emek ve kaynak sarf ediliyor. Bu anlamda ortaya çıkarmış ol-duğunuz inovatif ürünün benzer ya da daha

Page 16: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

14

düşük fiyatlandırılması bu alandaki Ar-Ge çalışmalarımız için olumsuz bir hava yarata-biliyor. Ar-Ge faaliyetlerimiz için oluşturulan bu inovasyon ikliminin, ürün geliştirmenin ruhsatlandırma ve fiyatlandırma gibi diğer alanlarda da desteklenmesi ise en önemli beklentimiz devletimizden.

Ar-Ge konusunda Türkiye nerede? Bun-dan sonrası için beklentileriniz neler?

Ar-Ge eskiden firmaların kalite kontrol bö-lümleri içinde, kenarda köşede, bazen tabelası bile olmayan bölüm-lerdi. Türkiye Ar-Ge’nin önemini geç fark etti. Ama buna rağmen son 10 yılda ciddi yatırımlar yapıldı. İlk olarak geliş-tirme çalışmaları baş-ladı. Eşdeğerler yapılıp para kazanıldıktan son-ra araştırmaya geçildi. Bundan sonrası içinse beklentilerim çok iyi yönde. Ar-Ge faaliyetlerinin büyük bir ivme kazanacağını düşünüyorum.

Boş zamanlarında Ferhat Farşi neler ya-par? İlgi alanları nelerdir?

Aslında yoğun seyahatlerden eve bile uğra-yamıyorum. Bir gün 8 yaşındaki kızım kapı-yı açıp beni gördüğünde annesine seslenip “Baba bugün bize gelmiş!” dedi. Yine de zaman buldukça spor yapmaya çalışıyorum. Yüzme ve yürüyüş beni dinlendiriyor. Suyun müthiş rahatlatıcı etkisi var, yenilendiğimi hissediyorum, hatta işle ilgili güzel fikirler de gelmiyor değil. (Gülüyor)

Yaşam felsefeniz nedir? Ferhat Farşi’nin hayata bakış açısı nasıl?

Adaletli olmak, kimsenin hakkını yememek… Ve dürüstlük benim için çok önemli. İş yapar-ken tartışmalar olabiliyor. Otoritemi genelde daha yumuşak bir şekilde kurmayı tercih edi-yorum. Abdi İbrahim’de insanlar beni kızar-ken hiç görmedi.

Eczacı olmasaydınız ne olmak isterdiniz?

Eczacı olmasam doktor olabilirdim. Sağlık alanı bana her zaman ilginç geliyor.

Doktor olsaydınız hangi alanı seçerdiniz?

(Gülüyor) Doktor olsam ben gene eczacı, doktor eczacı olurdum.

Bir baba olarak yoğun iş temposunda çocuklarınıza ve ailenize vakit ayırabiliyor musunuz?

Yoğun iş temposu, birlikte geçireceğimiz ge-niş zamanlara müsaade etmiyor. Ama kısa da olsa kaliteli zaman geçirmek daha önemli. Çocuklarımla mümkün olduğu kadar sohbet etmeye çalışıyorum. Biri 8, diğeri 18 yaşın-da... Aralarında 10 yaş fark var. Onlarla aynı dili konuşmak için bir bakıyorsun 8 yaşında bir çocuğum, sonra bir bakmışsın 18 yaşında genç bir delikanlı olmuşum. İtiraf edeyim, 8 yaşında gibi davranmak, 18 yaştan çok daha kolay.

Çocuklarımla mümkün olduğu kadar sohbet etmeye çalışıyorum. Biri 8, diğeri 18 yaşında... Aralarında 10 yaş fark var. Onlarla aynı dili

konuşmak için bir bakıyorsun 8 yaşında bir çocuğum, sonra bir bakmışsın 18 yaşında genç

bir delikanlı olmuşum.

Page 17: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

15

En son izlediğiniz film, okuduğunuz ki-tap, dinlediğiniz müzik… Bize tavsiyele-riniz olacak mı?

En son filmleri uçakta takip ediyorum. Za-mana Karşı (In Time) isimli film beni çok et-kiledi. Filmde zengin bir kesim zamanı satın alıp genç kalırken, diğerleri sadece dakikalar için mücadele ediyor.

Kitaba gelince, mesleki kitaplar dışında 30 yıl önce okuduğum kitapları tekrar okuyorum. Özellikle Will Durant’ın Felsefenin Öyküsü kitabı benim hayatımı çok etkile-miştir.

Belki şaşıracaksınız ama 40 sene önceki Reşid Behbudov şarkılarını dinliyorum. Ayrılık şar-kısını bilirsin, onundur. Tavsiye ederim, muaz-zam bir sesi var.

Geçmişe özlem duyuyor gibisiniz.

Yeni şeyler bana çok ticari geliyor. Mesela alışveriş merkezlerindeki restoranlara kesin-likle gitmem. Otantik, ambiyansı farklı olan yerler bana göre… Modern hayat pek ilgimi çekmiyor. Mesela Avrupa mı Amerika mı dersen, eski olduğu için Avrupa derim. Bü-tün şehirler birbirine benziyor. Ülkeler ara-sında pek bir fark kalmadı.

Fark nerede peki?

Fark kültürde. Gittiğim yerlerde o ülkenin kültürü ile ilgili şeyleri bulmaya çalışıyorum.

Bir eczacı olarak sağlıklı yaşam konusun-da nelere dikkat ediyorsunuz?

Sağlıklı yaşam, sağlıklı zihinden gelir.

Zihinsel sağlıklı olmayı nasıl yapacağız peki? Olumlu mu düşünelim?

O da çok optimistik bence. Ben daha ger-çekçiyim. Ama biraz materyalizmden uzak-laşmak insan için gerekli... “Çok para kaza-nayım, arabamın modelini değiştireyim” vb. bunun sonu yok, insanı sadece mutsuz edi-yor. Eşyalardan zaman zaman uzak olmak

beni gerçekten rahatlatıyor.

Son olarak birlikte bir oyun oynayalım mı? Bir

kelime söyleyeceğim ve siz de tek keli-meyle size ne ifade ettiğini söyleyeceksi-niz. Hazır mıyız?

Başarı: Steve Jobs

Mutluluk: Huzur

İlaç: Derman

Hacettepe: Zoru başarmak

Aşk: Aşkta fanatizme inanıyorum. Her şeye rağmen sevmek…

Dayanamayıp bir soru soracağım gene. Aşk uzun sürer mi?

Bazıları kimyasal olduğunu söylüyor. Nörot-ransmitterlerden dolayı 3 yıl, maksimum 5 yıl ömür biçenler var. Ama ben uzun süre-bileceğine inanıyorum. Aşksız yaşamanın bir anlamı yok. Düşünsene, hayat çok sıkıcı olur.

Page 18: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

16

Aşkı da açmamız lazım galiba? Sevgiliye, çocuklara, işe vb...

Patronum “Bu kadar yükü nasıl kaldırabili-yorsun?” diye sordu. “İşimi çok seviyorum” diye cevap verdim. Ona “işime aşığım” de-medim ama aslında aşığım… Çünkü işe olan aşk olmadan başarı söz konusu olamaz. As-lında her şirkette, her ailede sıkıntılar var ama olumlu bir nokta bulup ona sarılmalıyız.

Aşk olmadan sarılınamıyor demek ki… Söylediklerinizden biraz sarsılmış olsak da, biz gelin oyuna kaldığımız yerden de-vam edelim, ne dersiniz?

İstanbul: Muhteşem! Ben hemen hemen her hafta başka bir ülkeye gidiyorum. İstanbul’a dönüşümdeyse bu şehrin ne kadar muhte-şem olduğunu bir kez daha anlıyorum. O ka-labalığa, o trafiğine rağmen gerçekten çok güzel bir şehir İstanbul.

Korku: Bazıları için ölüm olabilir. Ama benim için hazırlıksız olmak en büyük korku. Mesela bir sunum yaparken hazırlıksız olmaktan çok büyük rahatsızlık duyarım.

İnovasyon: Bilimsel fikrin paraya dönüş-mesi, hayata geçirilmesi. Yoksa fikir bazında kaldıysa, bana göre bu gerçek inovasyon değildir.

Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak bizlere söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Ben teşekkür ederim. Sayenizde bende ken-di hayatımı şöyle bir gözden geçirmiş oldum. Son olarak söylemek istediğim, insanların umutlu olması gerektiği. Geleceğe umutla

bakmak, ayakta kalmamız için çok önemli. Umutla birlikte, şans da gerekiyor tabii.

Şansı nasıl yaratacağız peki?

Bugün yanınızda kimler varsa o insanlara iyi bakın… Önümüzdeki 10 yıl içinde şansınızı başkaları değil, işte bu insanlar yaratacak.

Ferhat Farşi’nin bu güzel ve güzel olduğu kadar da düşündürücü sözü ile sohbetimize noktayı koymuş olduk. Asansörde inerken üstümde mavi ışık, içimde ise çok farklı duy-gular vardı. “Dilin söylediği iyi söz ise akarsu gibidir.” derler. Nereye akarsa, orada çiçek açarmış…

Abdi İbrahim’in kapısından çıktığımda, dışa-rıda hiç durmaksızın koşuşturan bir kalabalık beni bekliyordu. Her gün yaptığım gibi te-reddütsüz aralarına karıştım. Ama bu defa bir farkla… Elimde yeni çiçekler vardı.

Page 19: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

17

Yolculuk, bir yerlere doğru yol almak… Hiçbir şey düşünmeden yolculuğa çıkmak… Kimine göre yolculuk çanta hazırlamayla başlar, kimine göreyse yer değiştirdiğinde…

Sırt çantanı hazırla, haydi yola çıkıyoruz. Rota, Ege’de kocaman bir dünya: “Bozcaada...”

İstanbul’a 330 km kadar yakın bir yerdir Bozcaada. Hemen Ege’nin kuzeyinde, Ça-

nakkale Boğazı’nın güneyinde bulunan iki adadan biridir.

İstanbul’dan yola çıkacaklar için, birden fazla rota alternatifi var. Karadan Tekirdağ üzerin-den gidebileceğiniz gibi, Kocaeli üzerinden gidişi de tercih edebilirsiniz. Ancak yolculuğu

Gezgin

Ege’de kocamanbir dünya:Bozcaada

Ecz. Varlık Sezgin

Page 20: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

18

kısa tutmak isteyenlere en uygun alternatif, hiç kuşkusuz Yenikapı’dan deniz yolu ile Ban-dırma’dır.

Benimse önerim, Trakya’yı da görmek adına, Tekirdağ güzergâhını tercih etmeniz. Ne de olsa uğranacak çok yer, yenecek çok lezzet ve zengin coğrafyası ile sohbete dalabilece-ğiniz sayısız konu kendinize bulabilirsiniz.

Gelibolu Yarımadası’na vardığınızda Ana-dolu’ya geçmeniz gerekecek. Bunun için de Gelibolu veya Eceabat’ta bulunan feribot is-kelelerini kullanabilirsiniz. Saatleri önceden kontrol edin ki, zaman kaybetmeden geçe-bilin. Bozcaada’ya birçok yerden feribot se-feri yapılıyor olsa da, yine de en kısa süreni Geyikli’den olanı. Ana yoldan tam 26 km’lik bir yolculuk sonrasında, Geyikli’de bulursu-nuz kendinizi. Sezonluk olmak kaydı ile sefer saatlerinin güncellendiğini bilmenizde fayda var. Kış mevsiminde, Ada yalnız kaldığından, çokça rağbet olmaması sefer sayısında kısıt-lama getirilmesine yol açıyor. Bahar ve yaz dönemlerinde ise sefer saatleri sıklaşsa da, kaçınılmaz olarak araba sırasına girmeniz gerekebilir.

Bozcaada

İlk adı Leukopyrys olan, eski adıyla da Tene-dos olarak bilinen, Ege’nin kuzeyindeki en şirin adalardan biridir.

Tarihinde çoğu deniz savaşlarında, sığını-lacak liman görevi üstlenmiş olsa da tarihi dokusu, zenginlikleri ve yerel halkın misa-firperverliği ile, gidilmesi gereken cennettir Bozcaada.

Öyle ki, Heredot’un “Tanrı, insanlar uzun ömürlü olsunlar diye Bozcaada’yı yaratmış” demesi boşuna olmasa gerek.

Hemen limandan giriş yaptığınızda fark ede-ceksiniz, farkındalığı…

Sağında yıllara meydan okurcasına sapasağ-lam duran Bozcaada Kalesi önce size “Hoş-geldin” diyecek. Sonrasında limanın hemen etrafındaki restoranları.

Özellikle, bahar aylarında giderseniz, bizzat yaşarsınız doğal güzelliğini. Ne çok sıcak ne de soğuk... Bozcaada’nın bahar kokusu kap-lar etrafınızı…

İçeriye doğru 200 metre ilerlediğinizde yıl-

Page 21: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

19

larını vermiş bir çınar göze çarpar. Hemen altında da Çınaraltı Kahvesi.

Bu kahvenin sağ tarafı Türk, sol tarafı Rum mahallesidir. Ama kardeştirler, yıllardır birlik-te iç içe yaşamayı bilmiş, özdeştirler.

Yolculuk sonrası bu kahvede, köpüklü bir türk kahvesi içmeyi ihmal etmeyin. Gerçek-ten yeni bir dünyaya geldiğinizi göreceksiniz.

Ada’nın en güzel özelliklerinden biri de şüp-hesiz lezzetleridir.

Ada böreği, gelincik şerbeti, karpuz kabuğu reçeli, domates reçeli, deniz ürünleri ve tabii ki bağcılık ve lezzetli şarapları...

Misafirleri için kurulan kermeslerde, ada hal-kının bizzat yapıp sattığı ürünlerdir, reçeller şerbetler... Evlerde, özellikle tam mevsiminde hazırlanıp, adaya gelen konuklara sunulması işin en güzel tarafı bence.

Ege’nin hafif tuzlu oluşu, balık popülasyon-larının çeşidini kısmen artırmış durumda. Ne de olsa, ada ekonomisinin büyük bir kısmı balıkçılık. Lüfer, çinekop, çipura en çok tercih edilenler.

Gün ağarmadan, balıkçıların teknelerini alıp doğruca engin maviliğe doğru açılması, öğ-lene doğru ise yanlarında kilolarca balık ile adaya dönüşüne şahitlik etmek gibisi yok.

Taze taze gelen balıkları, özellikle akşam gün batımında kaleye karşı yemenizi tavsiye ede-rim.

Düşünsenize; fonda hafif bir müzik eşliğinde, tabaklarda nar gibi kızarmış çeşit çeşit ba-lıklar, yanında karides ve kalamar da olunca, gerçekten hem kulağa hoş geliyor, hem de göze.

Ada’nın güney kesimi bozkırdır. Anadolu’dan güney kısmı görünmesi sebebi ile ismi za-manla Bozcaada’ya dönmüş olsa de, tam aksine adanın kuzeyi verimli arazileri içinde barındırır.

Kaz Dağları’ndan esen rüzgarların, denizden gelen hafif tuzlu su ile bütünleşmesi ile olu-şan iklim, Ada’nın kuzeyini bağcılık konusun-da dünyaya ün salar hale getirmiştir. Çokça farklı üzüm çeşidine ev sahipliği yapması da bundandır. Çavuş, kuntra, vasilaki, karalahna bunların en önde gelenleri.

Page 22: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

20

Ekonomisine can veren şarapçılık da Bozca-ada’nın dünyaca tanınmasını sağlamıştır. Yö-rede, dünya markaları sıralamasında önemli yere sahip şarap firmaları bulunmakta. Bağ-bozumu zamanında giderseniz, bu şenliğe katılıp şarap üretimini görebilirsiniz.

Evliya Çelebi de ünlü seyahatnamesinde Boz-caada’yı “Dünya’nın en güzel çavuş üzümle-rinin yetiştiği yer” olarak tanımlamıştır.

Akşam güneşinin en güzel battığı yerlerden biridir Bozcaada.

Ada’nın hemen kuzeybatısındaki rüzgar gül-leri, ziyaretçiler ile güneşin buluşma nokta-sıdır.

Denizden gelen dalga sesleri ile güneşin kayboluşu, tıpkı şairlere ilham kaynağı oldu-

ğu gibi, sizin de güzel fotoğraf kare-leri yakalamanızı sağlayacaktır.

Ada’nın dört bir yanında denize gir-meniz mümkün. Hemen batısında bulunan Ayazma plajı, öğle saatle-rinden sonra dalgalansa da, buz gibi suyu ile yaz aylarında serinlemeniz için birebir. Güney sahilinde bulunan Akvaryum koyu da durgun denizi ile sizleri bekliyor olacak.

Ada’da ara sokaklarında kaybolmadan dön-meyin sakın.

Sarmaşıklarla dolu balkonlar, maviye boyan-mış pervazlar, bembeyaz duvarlar, Arnavut kaldırımları... Bambaşka, renkli bir dünyanın kapısını açıyor size.

Kısaca, Bozcaada, kocaman bir dünya…

Bu keşfe sizler de ortak olun. Yolunuz açık olsun.

Hep birlikte, keşfe devam...

www.varliksezgin.wordpress.com www.sonradangurmeler.org T: @varliksezgin F: www.facebook.com/varliksezgin

Bozcaada’ya ulaşım seçenekleri.

Page 23: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

21

ahveKbahane

”Zor kazanılmış olan birçok değer yitiriliyor ne yazık ki. Gene

kazanılabilir ama yıllar önce kazanılmış şeyleri elden çıkarıp tekrar

kazanmaya çalışmak, her şeyden önce tarihe saygısızlıktır, tarihi

bilmemek demektir.”

Nasuh Mahruki:

Hayat paha biçilmez bir hediye

Dr. Ecz. Merve Memişoğlu

Page 24: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

22

Kahve Bahane bölümümüzün ilk konu-ğu, çok büyük başarılara imza atmış

ama buna rağmen mütevazı ve duyarlı kişili-ğini hiç kaybetmemiş, örnek bir insan… Na-suh Mahruki…

Onun yaşamından ilham almamız gereken çok şey var. Kısa süreli sohbetimizde bu entelektüel birikimin ancak belli bir kısmını sizinle paylaşabildik. Ama eğer siz Nasuh Mahruki’yi ve yaptıklarını daha iyi anlamak istiyorsanız, mutlaka kitaplarından edinin ve seminerlerine katılın.

Evet, belki hayatımız boyunca Everest’e hiç tırmanamayacağız! Ama bu bizim kendi Everest’imizi bulmamızı ve kendi zirvemize doğru emin adımlarla ilerlememizi engel-lememeli. Öyleyse alalım elimize köpüklü kahvemizi, açalım önümüze yol haritasını ve hedefe nasıl ulaşacağımıza gelin hep birlikte karar verelim.

Ali Nasuh Mahruki ile ilgili o kadar çok şey söyleniyor ki, AKUT başkanı, sporcu, yazar, kişisel gelişimci, eğitmen, fotoğ-rafçı, gezgin, lider, kar leoparı… Dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış,

motor sporları, yelken ve bisiklet sporları yapan bir işletme mezunu…

Bu kadar sıfatı üstünüzde taşımak zor de-ğil mi? İçlerinden birini seçmiş olsaydınız, bu ne olurdu?

Bunları birbirinden ayırmam çok zor. Her biri hayatıma değer katmış, kendimi çok iyi bulduğum, çok iyi ifade edebildiğim süreç-ler. Ama tabii Türkiye çapında ve uluslara-rası anlamda başarı yakaladığım bir disiplin olarak dağcılığı biraz daha öne çıkarabiliriz. Sonrasındaki süreçte de AKUT’un başkanı ol-mak, benim için çok çok önemli oldu. Çünkü AKUT giderek çok daha fazla değer kazanan, çok daha etkili bir sivil toplum kuruluşuna dönüştü. Aslında AKUT’un kuruluşundan bugüne felsefesi hep aynıydı ama artık ulaş-tığı kitle, ulusal ve uluslararası bilinilirliğini düşünürsek, AKUT başkanlığı için çok daha değerli bir unvan diyebiliriz.

AKUT olarak birçok insanın hayatını kurtar-dınız, onlara umut oldunuz. Bu süreçte iyi kötü birçok olay yaşamışsınızdır. Sizi en çok etkileyen, unutamadığınız bir deneyiminiz oldu mu?

Page 25: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

23

Çok var. Ama ben kendi adıma o süreçleri hafızama çağırıp, tekrar tekrar yaşamak iste-miyorum. Çünkü insanların en çaresiz oldu-ğu, en zor durumda kaldığı, hakikaten ölüm korkusuyla veya sevdikleri birini kaybetme korkusuyla yaşadıkları zamanlar bunlar. Biz elimizden geleni bu insanlara yapıp, onların hayatında bir fayda yaratıp, sonra tekrar ha-yatlarından çıkmak istiyoruz. Ne kendimizi bir daha hatırlatmak istiyoruz, ne de kendi adıma ben bu acı olayları tekrar hatırlamak istiyorum. Ama bir taraftan da deprem Tür-kiye’nin bir gerçeği… Ve bizler buna hazırlıklı olmak için ne gerekiyorsa yapmalıyız.

Deprem demişken, ülkemiz için artık kronikleşmiş bir sorun olan çarpık yapı-laşma, bilgisizlik ve çözüm yolunda her an oluşabilecek bürokratik engellerle ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Daha iyi olmak adına ne yapılabilir?

Binalar depreme dayanıklı değil, çünkü eski teknoloji ile inşa edilmiş, o da yetmemiş ciddi bir hırsızlıkla çalarak çırparak yapılmış. İstanbul’a bakarsanız, küçük bir coğrafyada çok büyük bir nüfusun bir arada yaşamak zorunda olduğunu görürsünüz. İnsanlar, alt

alta üst üste, giderek artan bir stresle yaşa-maya çalışıyor. Kırsaldan gelen insanların ba-şını sokacak yere ihtiyaçları var, bu da kaçak ve çarpık yapılaşmaya yol açıyor. Ne yazık ki, İstanbul’daki bu kalabalık yönetilebilir bir ka-labalık değil. İnsanlar trafikte saatlerini harcı-yor, bu son derece sağlıksız bir fotoğraf. Asıl yapılması gereken, bu problemin köküne inip asıl kök sorunu bulup onu gidermekle çözülebilir. Nedir sorun? Anadolu’daki insan-ları buraya taşıyıp yığmamız! Bunun çözümü yeni imar izinleri, yeni yerleşim yerleri açmak değil, Anadolu’ya yatırım yapmak, eğitim, sağlık vb. olanakları sağlamak ve insanların doğduğu yerde kaliteli bir şekilde yaşamları-nı sürdürmelerini sağlamaktır.

Bir insanın yükselebileceği en yüksek noktaya ulaştınız. Everest’te olmak insa-nı nasıl hissettiriyor? Orada nasıl bir man-zara var? Yaşayan canlı bir organizma var mı?

O yükseklikte canlı yok. İnsanoğlu da ora-ya ancak geçici ziyaret yapabiliyor. Kısa sü-reliğine gidip, belki 30 dk, bilemedin 1 saat kalıp tekrar geri dönebiliyor. Everest bir ta-raftan da çok büyük bir hedef… Aylar yıllar

Page 26: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

24

süren hazırlığın sonunda, çok ciddi disiplinin, emeğin, fiziksel ve psikolojik hazırlıkla böl-geye ulaşıp, yine aylar süren çalışmalarla bir sürü tehlikelerle risklerle boğuşup hedefe ulaşmak anlamına geliyor. Dolayısıyla kişide oluşturduğu başarma ve tatmin duygusu da o kadar yüksek.

2003 yılında kaybettiğimiz Eczacı Kürşat Avcı benim arkadaşımdı, beraber Hacet-tepe Üniversitesi’nde yüksek lisansa baş-lamıştık. Onu kaybetmek hepimizi çok üzdü.

Ah evet. Kürşat AKUT gönüllüsüdür. Gördüy-seniz burada fotoğrafı var. Çok sevdiğim, çok güvendiğim bir arkadaşımdı. Birinci sınıf bir dağcıydı.

O zamanlarda anlamazdım, şimdi de pek anladığım söylenemez, bütün tehlikelere rağmen bir dağcıyı zirveye doğru çeken şey nedir?

Dağcılığın insana kattığı çok şey var. Kritik süreçlerde karar verme becerilerini gelişti-riyor, iyi bir takım oyuncusu olmayı, çevreyi iyi gözlemlemeyi, tehlikeli olabilecek değiş-kenlerin birbiriyle etkileşimini ön görebil-meyi gerektiriyor. Türkiye’nin ve Cumhuriyet tarihinin ilk gönüllü arama kurtarma organi-zasyonu dağcılar tarafından kuruldu. Çünkü dağcıların fiziksel, zihinsel ve teknik beceri-leri buna uygun. AKUT’tan sonra birçok ku-rum, organizasyon ortaya çıktı. Ama bunu ilk yapanlar, dağcılardır.

Filmlerde görürüz. Bir dağcının zorunlu kalması durumunda kendini ve diğer ar-kadaşlarını kurtarmak için bir diğerinin ipini keserek ölüme göndermesi… Bunun fikri bile insanı irrite edebiliyor. Yaşamda kalmak için yapılan içgüdüsel bir şey mi? Yoksa dağcılıkta böyle bir kural var mı?

Böyle bir şey kesinlikle yok! Dünyada sadece tek bir örneği var. Joe Simpson ve Simon

Page 27: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

25

Yates adında iki genç dağcının başından böyle bir olay geçmiş sadece.

Nasıl olmuş? Anlatır mısınız?

İkisi de iyi dağcılar ama tecrübesizler. Joe Simpson tırmanış sırasında bir şekilde baca-ğını kırıyor. Simon Yates dağdan değil ken-di üzerinden emniyeti alıp onu yavaş yavaş indirmeye çalışıyor. Ama sonra kontrolünü kaybedip, çok uzun bir mesafe Simpson’ı düşürüyor. Simpson arkadaşının üzerinde asılı kalıyor. Simon Yates bu nedenle hareket edemiyor, saatlerce mücadele ettikten son-ra çaresizlik içinde aşağıda göremediği ve yaşayıp yaşamadığını bilmediği arkadaşının ipini kesiyor. Onu öldü sanıp kampa ulaşıyor. 4 gün sonra Simpson sürüne sürüne kam-pa geliyor, mucizevi bir şekilde ölmemiş! Ve ‘Boşluğa Dokunmak’ (Touching the Void) adlı kitabı yazıyor.

Çok etkileyici bir hikaye…

Nietzsche “Yükseldikçe uçma bilmeyen-lere daha küçük görünürüz.” der. Belki bizler Everest’e kadar çıkamıyoruz ama kendi dünyamızda yükseldikçe birileri tarafından aşağıya çekilmeye çalıştığımız çok oluyor. Siz böyle sorunlar yaşadınız mı?

Çok oldu! 99 depreminde, bütün kurumların hazırlıksız yakalandığı bir süreçte, AKUT Tür-kiye’nin en güvenilir kurumu seçildi. Halkın çok büyük sempatisini, sevgisini ve güveni-ni kazandı. Bu da bir takım odakları rahatsız etti. AKUT’a güveni kırmak adına, hem benim için hem de AKUT için türlü türlü karalama kampanyası başlattılar. Ben Everest’e tırma-

nan ilk Müslüman dağcıyım. Buna rağmen beni Ermeni olmakla, Yahudi olmakla suçla-dılar. Sanki gayrimüslim olmak suçmuş gibi… Başkalarının başarılarını çaldığımı söylediler, AKUT’un şov yaptığını söylediler. Bunun gibi sayabileceğim çok şey var.

Peki Everest’ten buraya, bizlere, Türki-ye’ye, doğru baktığınızda ne görüyorsu-nuz?

Pek iyi görmüyorum. Ekonomik olarak bak-tığımızda dünyanın 17. ülkesiyiz, ama insanı gelişmişlikte 92. sıradayız. Kız çocukların eği-tilmesinden tutun da kitap okuma oranına, anayasa mahkemelerinde ceza almadan, en pahalı benzini kullanmaya kadar birçok alanda gerideyiz. Ve bu durum giderek daha kötüye gidiyor. Zor kazanılmış olan birçok değer yitiriliyor ne yazık ki. Gene kazanılabi-lir ama yıllar önce kazanılmış şeyleri elden çı-karıp tekrar kazanmaya çalışmak, her şeyden önce tarihe saygısızlıktır, tarihi bilmemek de-mektir.

Çocukluğunuzda dağlara bakıp hayal kurduğunuz, oralara gitmek istediğiniz olur muydu?

Ben çocukken hayvanlara ve doğaya çok düşkündüm. Büyükbabamın yaptırdığı bah-çeli büyük bir evde oturuyorduk. Orada çok sayıda hayvan beslemişimdir. Üniversitede doğaya olan bu düşkünlüğüm, doğada spor oldu. Üniversite bitince de yüksek irtifa dağ-cılığında kariyere dönüştü.

‘Kendi Everest’inize Tırmanın’ kitabınız-dan biraz bahsedelim mi? Herkes Eve-rest'e tırmanamayabilir ama herkesin

Page 28: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

26

tırmanabileceği bir Everest'i vardır diyor-sunuz kitabınızda… İnsanların en büyük problemi nereye tırmanacaklarını bilme-meleri... Hedeflerin büyük bir çoğunluğu gözümüze çok yüksek geliyor, diğerleri de önemsenmeyecek kadar küçük tüm-sekler gibi… Nereye tırmanacağını, doğ-ru hedefi belirleme konusunda siz neler düşünüyorsunuz?

Kişinin kendini tanıması ile çözülebilecek bir şey bu. Ancak kendi farkındalığına ulaşır-sa, kendi yeteneklerini, avantaj ve dezavantajla-rını ne kadar iyi bilirse, o kadar hedeflerini doğru çizer. Kendini tanıdıktan sonra hedeflerini gün-celleyerek ilerlediği tak-dirde başarılı ve mutlu bir yaşam kaçınılmazdır. Eğer kişi yeteneklerini bilmiyorsa, atıl kalan ka-pasitesini hiçbir zaman kullanamayacak de-mektir. Bu nedenle seçenekleri deneyimle-meliyiz. Bu da ancak hayatın içinde olmakla yapılabilir.

Ya sen hayatı yaşarsın, ya da hayat seni yaşar… Yaşamın bizi tüketmemesi adına sizce neler yapabiliriz? Seçimler hayatı-mızı ne kadar şekillendiriyor?

Her şey seçimle alakalı… Bir seçim yapmadı-ğımızda da bir seçim yapıyoruz aslında. Tem-bel tembel otururken de bir seçim yapıyoruz. Yaşadığımız dünya sebep ve sonuç dünyası. Sebepleri bilirsek sonuçları öngörebiliriz, se-bepleri değiştirirsek sonuçları da değiştirebi-

liriz. Yarını değiştirmek için şu ana, şimdiye odaklanmamız gerekir. Ve tembellik etmeyip biraz gayret edersek, gerçekleşmemesi için bir neden yok.

Şans faktörü ne kadar etkili?

Şans tabii ki var. Ben arkadaşlarımdan hep bana şans dilemelerini isterim. Çünkü başarı dileğine ihtiyacım yok, hak edersem başarı-rım diye düşünürüm. “Kolay gelsin”e de ge-rek yok, çünkü kolay olsun zor olsun ben her zaman hazırım derim. “Kendine dikkat et”e

de gerek yok, ben zaten kendime dikkat etmek zorundayım. Şansa ise her zaman ihtiyacım var. Tabii şans için “akıl ve cesareti birleştirenlerin yanındadır” derler. Yani şans orada olduğunda, biz de orada hazır olma-lıyız.

64 madde ile başarı ve mutluluğun yol haritasını anlattınız kita-bınızda… 64’ün bir anlamı var mı? 68 ol-saydı, doğum tarihinizle eşleştirdiniz diye düşünecektim.

64 güzel bir rakam. Satranç tahtasının kare-lerin sayısı… Sonuçta yaşam, bir çeşit strateji oyunu…

Kitabınızdaki öğütler içinde size göre ku-lağımıza küpe olması gereken en önem-lisi hangisi?

Aslında hepsi, çünkü bunlar birbirinin ta-mamlayıcısı. Örneğin cesaretli olun diyoruz

Eğer kişi yeteneklerini bilmiyorsa, atıl kalan

kapasitesini hiçbir zaman kullanamayacak demektir.

Bu nedenle seçenekleri deneyimlemeliyiz. Bu da

ancak hayatın içinde olmakla yapılabilir.

Page 29: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

27

ama tedbirli de olmamız gerekir. Ama içlerin-den bir tanesini ayıralım dersen, sağduyulu olmak derim. Doğruyla yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti olduğu için sağduyuyu gerçekten çok önemsiyorum.

Vicdan da diyebilir miyiz buna?

Sadece vicdan değil. Akıl, mantık ve vicdan, hepsi bir arada olmalı.

Şimdiye kadar 7 tane kitabınız yayımlan-dı. Birçok alanda başarınız var ama bir yazar olarak benim merak ettiğim kitabı-nızın yakaladığı başarı. Sizce iyi bir yazar nasıl olmalı?

Ben tabii edebiyat, roman türü bir şey yazmı-yorum, daha ziyade kendi yaşam deneyimle-rimi, yaşadıklarımı aktarıyorum. Yazdıklarım kurgu değil, hayal ürünü değil, doğrudan yaşadığım, deneyimlediğim şeyler.

Türkiye’de başarı ölçüsü garip denklemle-re dayalı… Kim, neye göre başarılı pek belli değil. Ama herhalde okuyucusuna bir katma değer yaratabilen, farklılık katan yazarlara başarılı diyebiliriz diye düşünüyorum.

Web sayfanızda dikkatimi çekti, aileniz-den bahsediyorsunuz. Çok köklü bir ai-leniz var… Ve tarihiniz bir kahramanlık hikâyesi gibi… Bununla ilgili bir roman ya da otobiyografi yazma düşünceniz var mı? Eminim çok etkileyici olacaktır.

Onu bir araştırmacının yapması daha uygun olur. 200 yıllık bir tarihten bahsediyoruz, o tarihin içine girip kaynakları bulup araştırıp yazması gerekecektir. Benim yapabileceğim bir şey değil bu.

Kırklı yaşlara gelmiş biri olarak sağlık-lı, genç ve dinamik kalmanın yolları size

Murat Tellioğlu

Page 30: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

28

göre neler? Bedensel, zihinsel ve ruhsal sağlık ve denge için bize tavsiyeleriniz var mı?

Hareketli bir hayat bence çok önemli… Kalp atışını yükseltecek hafif egzersizler yapmaya çalışıyorum. Kilo almamaya özen gösteriyo-rum çünkü bütün yaşam kalitesini bozuyor, sizi ağırlaştırıyor! Dağcılıkta da kilo istenil-mez, çünkü o ağırlığı yanında taşıyorsun. Bunun dışında entelektüel anlamda, duygu-sal anlamda da, hareketli bir yaşam önere-bilirim. Kültürel faaliyetleri takip etmek, zihni beslemek, zihni de hareketli tutmak gerekir.

Yaşam felsefenizi bir cümleyle özetlesi-niz, bu ne olurdu?

Hayatı paha biçilmez bir hediye olarak dü-şünüyorum. Bu hediyeyi en güzel şekilde değerlendirmek, hem kendime hem de çev-reme faydalı, verimli olmak, kaliteli ve mutlu yaşamak benim felsefem. Hayat bizimle var oluyor çünkü. Yaptıklarımızdan sorumlu ol-duğumuz gibi yapmadıklarımızdan da so-rumluyuz.

Hayatta olmazsa olmazlarınız var mı? De-ğer sıralamasında en tepede neler var?

En tepede bütün olan bitenin ana kaynağı olan insan var. Ondan sonra da vatan gibi, millet gibi değerler gelir.

Kötülüğü yaratan da aynı insan değil mi peki?

Bireyler arasında iyiler ve kötüler olabilir. Ama insana tür olarak baktığımızda, dünya-da milyarlarca yıldır bir yaşam formu var, tek hücrelilerden başlayıp insana kadar gelen bir

süreç. Bu süreçte üretilmiş olan en değerli varlık, insanoğlu.

Medenileştikçe evrimimizi tamamlıyor olabilir miyiz? İnsanın kendi içinde gelişi-minden bahsedilebilir mi?

Evrim, sürekli ve sonsuza dek devam eden bir şey... Bu nedenle tamamlamadan söz edemeyiz, evrimleşmeye devam ediyoruz.

Bundan sonrası için yeni projeler neler? Beş yıl sonra Nasuh Mahruki kendini ne-rede, nasıl ve kimlerle görmek istiyor?

Yaptığım birçok şeye tekrar devam etmek istiyorum. Bir kere AKUT çok iyi bir yere gel-di, onu daha iyi yerlere getirmek hepimizin hayali. AKUT’u daha iyi yerlere getirmek çok isterim. Bunun dışında yeni kitaplar yazmak istiyorum. Kafamda yeni motosiklet seyahat-leri, yeni rotalar var.

Son olarak biz eczacılara söyleyeceğiniz bir şeyler var mı?

Hayat çok değerli, geçen anın telafisi yok. Her anın kıymetini bilerek yaşamak lazım. Hem kendimiz için hem de çevremiz için. Ec-zacılar zaten bunlara duyarlı insanlar, çünkü yaptıkları iş insan sağlığıyla ilgili. Hayatı hep birlikte güzelleştireceğiz. Daha önce de söy-lediğim gibi yaşam bizim yaptıklarımız ya da yapmadıklarımıza göre şekilleniyor. Onun için bu yolculukta hepimizin aktif oyuncu olması gerekir. Hem kendimiz için hem de insanlık için…

Page 31: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

29

İ lk patent koruması Osmanlı İmparator-luğu’nda 13 Mart 1879 tarihindeki, 1844

Fransız Kanunundan esinlenen ‘İhtira Bera-ti Kanunu’ ile başlamıştır. Bu Kanuna göre, insan ve hayvan sağlığı için kullanılan ilaç ürünleri için 3. Madde herhangi bir koruma hakkı vermiyordu. Aynı zamanda bu patent kanununa göre ürünlerin prosesleri için her-hangi bir koruma da yoktu.

Türkiye’de 1 Ocak 1995 tarihinde yürürlüğe giren TRIPs anlaşmasının (Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması) 27. Maddesi gereğince, tüm teknik alanlardaki ürünler ve prosesler ile ilgili buluşların hepsi için patent koruma haklarının verilmesi belirtilmektedir. Ayrıca, TRIPs anlaşmasının 70/b.8 Madde-si gereğince, ilaçlar için herhangi bir patent koruma hakkı bulunmayan ülkeler, ilaçlar için patent koruma hakkı veren bir yöntem geliştirme hakkına sahiptir. Böylece, Türkiye 1 Ocak 1995 tarihinden sonra ilaçlar için pa-tent başvurularını kabul etmeye başlamıştır.

Türk hukukunda ilaç patent haklarının gelişimi

Ecz. Gaye Ramazanoğlu*

Bu doğrultuda, Patent Haklarının Korunması hakkında 551 Sayılı Kanun Hükmünde Karar-name (bundan böyle “KHK 551” olarak anı-lacaktır) olan yeni patent kanunu 27 Haziran 1995 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Page 32: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

30

Ayrıca, Türkiye yeni gelişmekte olan bir ülke olarak geçici hükümlere göre ilaç ürünü ve prosesi patent korumasını 4 yıl (TRIPs Mad-de 65(2)) ve bir 5 yıl daha (TRIPs Madde 65(4)) erteleme hakkına sahip olmuştur. Bunun bir sonucu olarak, KHK 551 yürürlüğe girdiğin-de, ilaç ürünleri ve prosesleri için patent ko-ruması 9 yıl boyunca patent koruması dışına çıkarılmıştır. Bu doğrultuda, TRIPs anlaşma-sının kabul edilmesinden sonra (kabul tarihi 26 Ocak 1995’tir) kuralların 1 sene süresince yürürlükte olmamaları ilaçta patent koruma-sının ertelenmesini 10 yıl yapmıştır. Bu, ilaç ürünleri prosesleri için patent korumasının 1 Ocak 2000 tarihine ka-dar ertelenmesi ve ilaç ürünleri için patent ko-rumasının 1 Ocak 2005 tarihine kadar ertelen-mesi anlamına gelmek-teydi.

Burada, Türkiye’nin Av-rupa Birliği’ne üyeliği için müzakerelerin de-vam etmesi esnasında 1 Ocak 1996 tarihinde Av-rupa Gümrük Birliği’ne girmesi öngörülmüştür. Buna göre, Türkiye Kanun Hükmünde Ka-rarname ve düzenlemeleri uyumlu hale ge-tirmek zorunda kalmıştır. Sonuç olarak, ilaç ürünleri ve prosesleri için patent koruması 1 Ocak 1999 tarihinde başlamak zorunda olmuştur ki bu durum üzerine Türkiye, ilaç ürünlerinin prosesleri için olan patent koru-masında 1 senelik erteleme hakkını ve ilaç ürünlerinin patent korumasında ise 6 senelik erteleme hakkını kaybetmiştir. Bu, önemli bir Türk Sınai Mülkiyet Devrimi anlamına gel-mektedir.

Buna göre, patent başvuruları 1 Ocak 1995 tarihinden itibaren kabul edilmiş ve incelen-meden 1 Ocak 1999 tarihine kadar bekletil-miştir, böylece 1 Ocak 1994 rüçhan (öncelik) tarihine sahip tüm patent başvuruları Türki-ye’de 1999 sonrasında patent koruma hakkı-na sahip olmuştur.

Bu sürede, Türkiye Fikri Mülkiyet (Intellectual Proeperty) sistemi ile ilgili pek çok uluslara-rası anlaşma onaylamıştır. Fikri Mülkiyet sis-temi ile ilgili uluslararası anlaşmalar, 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe giren Patent İşbir-liği Anlaşması (PCT), ve 1 Kasım 2000 tari-

hinde yürürlüğe giren Avrupa Patent Sözleş-mesi’dir (EPC). Bu de-ğişikliklerin bir sonucu olarak, Türkiye yukarıda belirtildiği üzere, diğer gelişmekte olan ülkele-rin kendi Fikri Mülkiyet sistemlerine geçiş dö-neminde karşılaştığı gibi bazı sorunlar yaşamıştır.

Başlangıçta, şirketler yeni bir ürünü pazarla-

mak için maksimum 20 yıla kadar beklemek zorunda olacakları için bu, eşdeğer pazarın-da kaotik bir durumla sonuçlanmıştır. Sonuç olarak, 2000’li yıllardan sonra Türkiye’de, Türk ilaç şirketleri arasında yenilikçi bir yakla-şım ortaya çıkmak zorunda kalmıştır.

* Fikri Haklar Uzmanı - Patent ve Marka Vekili Sanovel, Türkiye

Türkiye, ilaç ürünlerinin prosesleri için olan patent

korumasında 1 senelik erteleme hakkını ve

ilaç ürünlerinin patent korumasında ise 6 senelik

erteleme hakkını kaybetmiştir. Bu, önemli bir Türk Sınai

Mülkiyet Devrimi anlamına gelmektedir.

Page 33: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

B itkiler âleminde fotosentez sonucu meydana gelen yüzbinlerce bileşik, insan ya da hayvan, yeryüzün-

deki tüm canlılar için sadece bir besin, lezzet öğesi ol-masının ötesinde yüzyıllar boyu hastalıklarının tedavisi için gerekli araçları da sunmuştur. Binlerce yıl içerisin-de deneyimler sonucu biriken bilgiler sistemleşerek geleneksel tıp ve fitoterapi uygulamalarının oluşu-mu ve gelişimi sağlanmıştır. Ondokuzuncu yüzyı-lın başlarından itibaren ise, kimyasal tekniklerde sağlanan gelişmelere paralel olarak bitkilerin içerisindeki etkili bileşenler ayrıştırılarak veya model alınarak sentezlenen moleküller, günü-müz modern ilaç kavramının temelini oluştur-muştur.

Diğer taraftan, günümüzde doğal ve özellikle bitkisel kaynaklı tedavi uygula-malarına giderek artan ilginin basit bir şekilde “doğaya dönüş” fenomeni ola-rak algılanması, şüphesiz, yanlış bir

Bitkilerle tedavide farklılaşan kavramlar; Güncel Fitoterapi

Prof. Dr. Erdem Yeşilada*

Page 34: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

32

değerlendirme olacaktır. Olayın görünen ta-rafında hastaların deva umutlarını sömüren aktarlar, baharatçılar, akademik unvanlı ya da unvansız kişilerin yer almasına karşılık, daha arkadan sağlam bilimsel temellere dayanan bir bitkisel tedavi sistemi gelmektedir. Bu yeni tedavi sisteminin adı “GÜNCEL FİTOTE-RAPİ”dir.

Güncel Fitoterapi kavramının temel pren-sipleri de, güncel ilaç kavramının zorunlu kuralları olan, “kalite”, “standardizasyon” ve “etkinlik”tir. İster en basit ilaç şekli olan bit-kisel çay, isterse gelişmiş ilaç formları olsun kullanılan etkili bitki kısmının (bitkisel drog) belirli ve stan-dart özelliklere sahip olması istenir. Bilinen miktarda etkili madde bileşimine sahip; ta-rım ilaçları, mikrobiyolojik ve çevresel toksinler bakımından güvenilir; raf ömrü boyunca etkinliğini koruyabilen ve üre-timinin her kademesinde hij-yenik koşullarda hazırlanmış ürünlerin kullanılması esastır.

Güncel Fitoterapide bitkisel ürün, modern tıp yöntemleri-ne bir alternatif değil, tamamlayıcı bir tedavi uygulaması olarak kabul edilmektedir. 3000 yıl önce Sağlık Tanrısı olarak kabul edilen Es-külapyos tedavi sıralamasını “Önce söz, sonra bitki ve en son bıçak” şeklinde ifade etmişti. Bu sıralamayı 1960’larda Alman hekim Prof. Dr. Weiss şu şekilde güncellemişti: “Önce söz, sonra bitki, daha sonra farmakoterapi ve en son bıçak”. İşte bu sıralama Güncel Fitoterapi kavramının temel prensiplerini oluşturmak-

tadır. Aynı tedavi sıralaması günümüzün bir başka yükselen tedavi uygulamasının da temelini oluşturmaktadır: BÜTÜNLEŞİK TIP (İntegratif Tıp).

Besin-ilaç etkileşmelerinden etkin tedavi uygulamalarında yararlanılabilir mi?

Aslında yediğimiz besinler, meyveler, seb-zeler ve bitkisel ilaçlar ile farmakoterapi uy-gulamalarında görülebilecek etkileşmeler en çok çekinilen hususların ilk sırasında gel-mektedir. Bu tip ürünlerin farmakoterapinin etkisini yok etmesi ya da kuvvetlendirerek

toksisite riskini ar-tırması olasılığı her zaman söz konusu olabilmektedir. Bu konuda giderek artan bilgi biriki-mi bulunmasına rağmen henüz “Bitkisel Farmako-vijilans” sistemleri-nin tüm dünyada gelişmemiş olması nedeniyle düzenli bir şekilde güve-

nilir bilgi akışı sağlanamamaktadır. Mevcut bazı kaynaklarda yer alan ve bitkilerin içerik-lerine bakarak olası risklerinin teorik olarak değerlendirilmesine dayanan bilgiler, kafaları karıştırmakta, gerçek gibi kabul edilmekte-dir.

Farmakoterapi ile bitkisel ürünlerin etkileş-mesine ilişkin sanırım en çok bilinen örnek greyfurt suyudur. Vücutta ilaç metaboliz-masında rol oynayan sitokrom p450 3A4

Güncel Fitoterapide bitkisel ürün, modern tıp

yöntemlerine bir alternatif değil, tamamlayıcı bir tedavi

uygulaması olarak kabul edilmektedir. 3000 yıl önce Sağlık Tanrısı olarak kabul edilen Eskülapyos tedavi

sıralamasını “Önce söz, sonra bitki ve en son bıçak” şeklinde

ifade etmişti.

Page 35: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

33

enzimini inhibe etmesi nedeniyle, bu enzim vasıtasıyla metabolize olan ilaçların vücutta metabolize olamadan yüksek miktarlarda emilmesine yol açtığı ve sonuçta farmako-terapinin toksik etkilerinin görüldüğü bildi-riliyor. Bu şekilde metabolize olan statinlerin greyfurt suyu ile birlikte kullanılmaması öne-riliyor. Hatta bazı uzmanlar statin kullanan ki-şilerin hiçbir şekilde greyfurt suyu içmemesi gerektiğini, çünkü enzimin inhibisyonunun uzun süreli olduğunu iddia ediyor. Aslında bu öneri doğru değil; enzim inhibisyonu bağırsak lümeninde gerçekleştiği için alınan ilaçlarla greyfurt suyu arasında 2 saatlik bir ara bırakmak yeterli olacaktır.

Clinical Cancer Research dergisinin Ağustos 2012 sayısında yayımlanan bir çalışma ilgi-mi çekti. “İşte benim beklediğim çalışma!” dedim. Uzun zamandır “Neden greyfurt suyunun bu etkisinden korkulacak yere far-makoterapide yararlanılmaz?” diye düşü-

nüyordum. Çalışmada Şikago Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yürütülen bir klinik araştır-manın sonuçları veriliyordu. Günde bir bar-dak greyfurt suyunun kanser hastalarında kemoterapötik ilacın daha düşük dozlarda uygulanmasını sağladığı, dolayısıyla kanser kemoterapisinde ilaca bağlı toksisiteler ne-deniyle kesilen tedavilerin daha uzun süre sürdürülebileceği bildiriliyordu.

Araştırmada organ nakli hastalarının yanı sıra bazı kanser vakalarında da uygulanan “sirolimus” ilacı kullanan hastalarda günde bir büyük bardak greyfurt suyunun (300 mi-lilitre) serum sirolimus seviyesini yüzde 350 artırdığını gözlemlemişler. Aynı çalışmada ketokonazol uygulamasının da sirolimus se-viyesini yüzde 500 artırdığı tespit edilmiş.

Çalışmada tedavi edilemeyen kanser hasta-lığı bulunan 138 gönüllü üç gruba ayrılarak bir gruba sadece sirolimus, diğer gruba si-rolimus+ketokonazol ve üçüncü gruba ise

Prof. Dr. Erdem Yeşilada

Page 36: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

34

sirolimus+greyfurt suyu verilmiş. Birinci gru-ba sirolimus ufak dozlarla başlanıp giderek artırılmış. Bu suretle minimum yan etki ile ilacın gerekli kan seviyesini sağlayabilecek dozu belirlenmiş. Bu doz haftalık 90 milig-ram (haftada 2 defa 45 miligram) olarak he-saplanmış. 45 miligramın üzerindeki dozlar-da hastalarda ciddi gastrointestinal sorunlar, bulantı, diyare gözlenmiş.

Greyfurt suyu+sirolimus uygulanan hastalar-da haftada sadece 25 miligram sirolimus ile istenen kan seviyesi sağlanabilmiş. Araştır-mada ketokonazol+sirolimus uygulamasın-da haftada 16 miligram sirolimus dozunun yeterli olmasına karşılık ketokonazolün yan

etkileri nedeniyle greyfurt suyu uygulama-sının tercih edilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Bu faz I araştırmasının bu konuda ilk oldu-ğu vurgulanıyor çalışmada, ama ben “bu tip çalışmalar neden yapılmıyor” diye yıllardır bekleyip duruyordum. Yenilerini merakla bekliyorum.

* Yeditepe Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, İstanbul

Page 37: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

35

Ç ikolatamın bugün sadece yarısını ye-sem, yarına diğer yarısı kalmış olur. Ya-

rın da onun yarısını yesem, öbür güne de kalır. Yeterince ince ve keskin bir bıçak bulabildiğim sürece çikolatamı bölmeye ve her gün yemeye devam edebilirim. İşte böyle düşünüyordum çocukken...” diye başladı konuşmacı sözleri-ne. CERN’deki ALICE deneyindeki son geliş-melerle sözlerine devam ederken, bense ilgi-lendiği kuark-gluon plazmasını incelemek ve gereken “küçüklük” seviyesine inmek için çi-kolatasını 50 küsur kere daha yarıya bölmesi gerektiğini düşünmekten kendimi alamadım doğrusu. Hoş daha 27’inci kesikte karbon atomunun boyuna inilmiş ve ortada çikolata namına bir şey kalmamış olacaktı tabii. Bir de sıcaklığı 5 trilyon derece civarına çıkartmak da lazımdı, yani güneşimizin merkezindeki sıcaklığın yaklaşık 300 bin katına.

Evrenin gizemli dili

ilimB eknoloji

Doç. Dr. V. Erkcan Özcan

T

Page 38: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

36

Bu şekilde düşünmek, yani “Böyle böyle son-suza kadar gidilebilir mi” sorusunu sormak ise, parçacık fizikçisi olacağı çocukluktan belli olan bu meslektaşımdan çok öncele-re dayanıyor. En az 2500 yıllık bir hikaye bu; Hint ve Yunan felsefecilerinin bölünemez bir yapıtaşına er geç ulaşılacağı fikrini MÖ 5-6. yüzyılda tartışmakta olduklarını biliyoruz ör-neğin. Hatta şu an maddeleri kimyasal olarak parçalayabildiğimiz en küçük yapıtaşlarına verdiğimiz ad olan atom sözcüğü -lise yıl-larından da çoğumuzun hatırlayacağı gibi- Yu-nanca Atomos’tan geli-yor, kesemediğim demek. İyonyalı (günümüzün Ege Bölgesi) Lökippus ve öğ-rencisi Trakyalı Demok-ritos tarafından MÖ 450 civarında kullanılmış.

Eski Yunan’dan bahis açı-lınca klasik dört element-ten söz etmemek olmaz. İster Yunan, ister Babil, ister Japon, ister Mısır olsun, hemen hemen bütün klasik kültürlerde (ve aynı zamanda gazetelerde okuduğumuz yıldız falında) ortaktır maddenin saflaştırılmış dört unsuru olan hava, su, toprak ve ateş. Ancak bu liste gene sıklıkla beşinci bir un-sur ile pekiştirilir. Bu beşinci unsur boşluğun maddesel hali gibi bir şeydir. Kültürden kül-türe tam anlamında nüanslar olmakla birlikte genel hatlarıyla evrendeki her yeri saran ve

uzayı dolduran unsurdur; adeta Lucas’ın Star

Wars filmlerindeki emektar Jedi şövalyele-

rinin anlattığı Güç gibi, görünmez ama her

şeyi saran bir nanedir. Akaşa adını alır Hint

kültüründe, sora’dır Japon Budizmi’nde, ama

eski Batı felsefesinde (ve ondan esinlenen

İslam felsefesinde) çoğunlukla esir (aether)

diye bilinir. Aether, Yunan mitolojisine göre

evrenin başlangıcındaki ilk tanrılardan biridir

ve bu ismi göklerin ve mükemmel sıfatıyla

nitelendirilen oradaki ci-

simlerin yapıtaşı olacak

beşinci unsura iliştiren

Aristoteles olmuştur.

Tabii maddenin bu beş

unsurdan meydana gel-

diğini bilmenin Aris-

to’dan sonraki 20 asır bo-

yunca bize pek bir fayda

sağladığı söylenemez;

zira kimse iki tutam ateş,

üç ölçek hava ile karıştırıl-

dığında pek bir şey üre-

temez. Henüz modern

bilim ortada yoktur ve

insanoğlu kısıtlı gözlemlerini temel alıp akıl

yürüterek kesin bilgiye ulaşacağını düşün-

mektedir. Ancak herhangi bir şey –ne olur-

sa– üretmekteki bu başarısızlık Muallim-i Ev-

vel Aristo’yu takip eden İslam simyagerlerini,

ve daha sonra da onları takip eden Ortaçağ

Avrupa simyagerlerini rahatsız etmiş olmalı

ki, unsur listesine cıva, tuz ve kükürt de katılır.

Hint ve Yunan felsefecilerinin bölünemez bir yapıtaşına er geç ulaşılacağı fikrini MÖ 5-6. yüzyılda tartışmakta

olduklarını biliyoruz örneğin. Hatta şu an

maddeleri kimyasal olarak parçalayabildiğimiz en küçük

yapıtaşlarına verdiğimiz ad olan atom sözcüğü -lise yıllarından da çoğumuzun hatırlayacağı gibi- Yunanca

Atomos’tan geliyor, kesemediğim demek.

Page 39: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

37

Ancak felsefe taşını keşfedip kurşunu altına çeviremeseler de, İslam ve Ortaçağ Avrupa simyacılarının bizlere Harry Potter filmlerine konu olmak dışında da güzel bir mirası olur. Çünkü başarısız olunsa da sistematik olarak denemeler yapmak ve bunları belgelendir-mek, deneysel bilimlerin ortaya çıkı-şında rol oynayacaktır. Nitekim, tarihin son büyük simyacıları arasında 1661’de Kuşkucu Kimyager adlı kitabı yazarak modern kimya bilimini başlatan Ro-bert Boyle ve 1999’da tarihin gelmiş geçmiş en büyük fizikçisi seçilen Isaac Newton da vardır.

17. ve 18. yüzyıllardaki Aydınlanma ile insanlar felsefecinin kafasına en çok yatanın doğru bilgi olması yaklaşımını bırakacak ve doğayı olduğu gibi gör-meye, ölçmeye ve modellemeye çalı-şacaktır. Bu yeni yöntemde öncelikle

detaylı veri toplanır, sonra veriyi açıklayacak

matematiksel bir formül türetilir. Formülü

kullanarak yapılan hesaplar tekrar deneme-

ye tabii tutulur. İnsan sonunda doğaya nasıl

soru sorulacağını (deney) ve aldığı cevapla-

rı kendi hayalindeki değil de, oldukları gibi

dinlemeyi keşfetmiştir. Bu cevaplar bi-

zim tam aradığımız şekilde değillerdir;

daha çok nasıl sorusuna cevaptırlar, en

merak ettiğimiz neden sorusuna değil.

Üstüne üstlük kimi zaman bizi rahat-

sız da ederler. Örneğin şimdi duydu-

ğumuzda bizi hiç de şaşırtmayan uzay

boşluğu gibi bir tabir, Ortaçağ Avru-

pası’nda düşünülemez bir fikirdir. Zira

doğanın boşluktan tabiri caizse tiksin-

diği, her farazi boşluğu elementlerin

(hava, esir, vs.) dolduracağı şeklinde bir

görüş (Latince horror vacui) hakimdir.

Pekiyi o halde cıva dolu bir cam tüpü

Page 40: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

38

ters çevirip cıva dolu bir kaba daldırınca Tori-

celli’nin gördüğü (daha doğrusu göremedi-

ği) nedir o zaman? Öyle ciddidir ki bu sonuç,

Türk Dil Kurumu o devirde olsaydı sözlükler-

de şöyle bir tanım az bile kalırdı: “Ezberleri

bozmak (deyim): Toricelli’nin yaptığı ilk baro-

metrede cam tüpte cıvanın tepesinde gör-

düğü boşluk”.

Doğaya onun anladığı dilden konuşmanın

faydası hemen görülür. Termodinamik ve-

rimli buhar makinelerinin ve dolayısıyla sa-

nayi devriminin kapılarını açar. Akışkanlar

dinamiği metallerin hidrolik baskıyla şekil-

lendirilebilmesinde, rüzgar tünelleriyle uçak-

ların anlaşılmasında rol oynar. Elektroman-

yetik teori ile birlikte telgraf, telefon, radyo

gelir. Mikroskop, hücre, bakteri derken has-

talıkların patojenik kuramı, pastörizasyon ve

aşılar insanlara sadece doğrudan değil, tarım

ve hayvancılığa etkileri sebebiyle dolaylı ola-

rak da inanılmaz faydalar sağlarlar. Çağdaş

anlamda bilimkurgu türünün doğması ve

Verne’in, Wells’in, Doyle’un evrenin dört bir

köşesine insanları bu dönemde taşıması da

tabii şaşırtıcı değildir.

Kimya da simyanın yerini almıştır. Hava ço-

ğunlukla azot; su hidrojen ve oksijen; ateş

zincirleme reaksiyonla oksitlenme; toprak

ise silisyum, karbon, kalsiyum vs. karışımıdır

artık. Mendelyev’in 1869’daki periyodik tab-

losunda 60’ın üzerinde element vardır. Eski

kültürlerdeki beş unsurdan bir tek esir sağ

kalmıştır; ama sağ kalmasını boşluğa karşı

olan felsefi bir tiksinmeye değil, ışığa ve insa-

noğlunun yeni öğrendiği dile hâlâ yeterince

hakim olamamasına borçludur. Az önce sö-

zünü ettiğimiz en baba fizikçi Newton, ışığın

küçücük taneciklerden oluştuğu hipotezini

ortaya atar, ama hipotezi kırılma ve kırılmay-

la birlikte yayılma (difraksiyon) gibi etkileri

tam açıklayamadığından ışığın davranışını

değiştirecek sebep olarak esiri önerir. Kırıl-

ma ve difraksiyonu kolaylıkla açıklayabilen

Huygens’in alternatif ışık hipotezine göre

ise, ışık tanecikler yığını değil, bir dalgadır.

Ancak dalgalar için onları taşıyan bir ortama

ihtiyaç vardır; denizdeki dalgalar için su, ses

için hava, deprem dalgası için toprak (Dün-

ya’nın kabuğu) lazımsa, o halde ışık için de

bir ortam gerekir ve bu da olsa olsa esirdir.

Dolayısıyla ışığın ister tanecik, ister dalga

olduğunu düşünelim, esire esir düşmüşüz-

dür. Ancak eskilerden farklı bir durum söz

konusudur, yeni dilimizin dilbilgisindeki en

Page 41: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

39

kuvvetli kalıp, yani deneyi kullanarak esiri test etmek mümkündür. Yalnız ışık tartışıla-dursun, o sırada başka enteresan bir gelişme olur; başlangıçta birbirinden ayrı olduğu-nu düşündüğümüz iki ayrı olgunun bir tek paranın iki yüzü olduğu ortaya çıkar. Bunlar elektrik (yıldırımlar, piller, devreler, saçımı-za sürdükten sonra kağıt parçalarını çeken taraklar, vs.) ve manyetizmadır (mıknatıslar, pusulalar, vs.). Bu iki farklı olguyu açıklayan kuramların tek bir kuram altında birleştirile-bilmesi ise yeni öğrendiğimiz dilimizdeki ke-lime dağarcığımıza önemli bir katkı yapma-mız sayesinde olur: Alan (İngilizcesi ile field). Alan matematiksel olarak uzayın her bir nok-tasında tanımlı bir büyüklük demektir. Örne-ğin televizyonda hava durumunu izlediğinizi ve ekranda bir Türkiye haritası gördüğünüzü hayal edin. Bu harita rengarenk boyanmış olsun, kırmızılar bunaltıcı, sarılar sıcak, ye-şiller serin, maviler de soğuk için kullanılıyor olsunlar. Bu gördüğümüz bir sıcaklık alanı-nın izdüşümüdür. Yani parmağınızı haritada hangi noktaya koyarsanız, o noktadaki ren-ge bakıp yarın sıcaklığın o noktada ne olaca-ğını söyleyebilirsiniz.

Benzeri şekilde, sadece dünyanın yüzeyin-de değil, uzayın her noktasında elektrik ve manyetik alanlar tanımlanır. Deneyler bu alanlardan birinin değerlerinin zaman ile de-ğişmesinin diğer alanın değerlerinin de de-ğişmesine sebep olduğunu gösterir. Bu ise matematiksel dilimize döküldüğünde bugün adını Maxwell denklemleri koyduğumuz ahenkli bir güfte verir. Bu denklemleri çöz-

düğümüzde ise çok renkli bir şarkıyla kar-

şılaşırız. Hani Melih Kibar’ın Hababam Sınıfı

ezgisindeki türden bir renklilik: hani hızlı ça-

lınca mutlu, hani yavaş çalınca da hüzünlü bir

duygu çöker içimize. İşte öyle bir şey.

Örneğin elinize bir mıknatıs alıp onu sağa

sola durmadan sallarsanız, elinizin geçtiği

yerlerdeki manyetik alan değişiyordur, bu

da civardaki elektrik alanın değişmesine se-

bep olur, o da biraz daha ilerideki manyetik

alanı değiştirir ve bu böyle sonsuza kadar

gider. İşte Maxwell denklemlerinin bu dina-

mik çözümleri, elektromanyetik dalga diye

adlandırdığımız durmadan ilerleyen bu salı-

nımlardır. Salınımların hızına bağlı olarak da

renkleri değişir: Radyo dalgaları, mikrodal-

galar (fırınlardaki gibi), röntgen cihazındaki

x-ışınları, dizüstü bilgisayarınızdaki Wi-Fi, vs.

ve tabii ki gökkuşağındaki tüm renkleriyle

ışık!

Page 42: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

40

Peki bu beklenmedik buluş bize ne söyle-

yecektir? 1900’lerin başına ulaştığımızda

anlaşılacak her şeyin zaten anlaşıldığını,

geride kalan bir iki şeyin ise er geç açıklığa

kavuşacak ufak detaylar olduğunu düşünen-

ler vardı. Madde, her bir elementin yapıtaşı

olan atomlardan oluşmaktadır. Işık ise bir

çeşit elektromanyetik dalgadır. Ancak dalga

denklemleri sadece matematiksel ifadeler

olan alanlardan türetilmiştir. Öyleyse dalga-

ları taşıyan ve elle tutulur bir gerçekliği olan

bir ortam hâlâ gerekli-

dir, bu da olsa olsa bizim

eski dostumuz esirdir.

Hatta ve hatta bizi iyi-

ce heyecanlandıracak

bir gelişme daha olur:

Atomların artı (çekir-

dek) ve eksi (elektronlar)

elektrik yükü olan alt-

yapıları olduğu ortaya

çıkar. Bu ise bazılarına

göre süper bir haberdir,

çünkü Maxwell denk-

lemleri alınıp, yüklü parçacıkların esir içinde

nasıl hareket edecekleri hesaplandığında

esirin onlara bir eylemsizlik kattığı görülür.

Eh tüm atomlar da yüklü altyapılara sahip-

se, belki de maddenin kütlesi dediğimiz şey

de sadece esirle etkileşmesinin doğal bir yan

ürünüdür. Yani cisimlerin ağırlığının yegane

sebebi tüm evreni saran esirdir. Esirin içe-

risinde rahat hareket edebilene hafif, esire

fazlaca yapışıp dolayısıyla zor hareket edene

ağır diyoruzdur.

Peki ya nerededir bu esir? Deney üstüne deney yapılır ve sonuç negatiftir. Çok şükür boşluk artık hakikaten boştur, esir diye bir şey yoktur. Hata nerededir? Hata doğanın dilini hâlâ tam konuşamıyor olmamızdadır. Tamamen matematiksel bulduğumuz için burun kıvırdığımız alan kavramı yerine, ille elle tutulur olsun diye esiri tercih etmişizdir. Yabancı bir dil öğrenmeye niyetlendiyseniz şayet, şöyle bir dersi kesin duymuş olmalısı-nız: Türkçe cümle kurup sonradan onu çevir-

meye çalışma, doğrudan falanca dilde düşün. İşte biz de esiri tercih ederek doğanın dilinde değil, alışkın olduğumuz şekil-de düşünmüşüzdür.

Ancak bu sorunun çö-zülmesi çok gecikmeye-cektir. Eğer şanslıysanız, yabancı dil öğrenirken bir zamandan sonra öyle bir noktaya gelir-siniz ki, adeta kafanızda

bir ışık yanmıştır. Artık tamamını anlamasa-nız da kitapları sözlükten tek tek sözcük ara-madan okursunuz. Eskiden dinleyip Fransız kaldığınız bir şarkının sözlerini sanki tane tane okunuyormuş gibi algılayıverirsiniz. O dili konuşurken artık kendinizi içten içten sürekli dinliyormuş hissi biter, ağzınızdan dökülebilir sözcükler doğallıkla. Şimdi çark-larınız yerli yerine oturmuştur. Arada sırada gene de yerlerinden hafif oynarlar ama ge-nel olarak dile hakimsinizdir artık. İşte 20.

Temel bilimlerde kanunlar doğanın dilinin kalıpları

gibidir. Öğrenirsiniz, sürekli kullanırsınız, başka bir ülkeye gittiğinizde çayınızı, kahvenizi, yatacak yerinizi, tren biletinizi bu kalıplarla alırsınız. Kuram ise dilin grameri gibidir, belli

bir söz öbeği varsa onun nasıl biraraya getirildiğinin

açıklamasıdır.

Page 43: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

41

yüzyılda bu olur, yani insanoğlunun ittire

kaktıra da olsa sonunda dile hakim olması.

Işığın anlaşılması sorusu bize ihtiyacımız olan

son ışığı tutmuştur.

1905’te Albert Einstein’ın dört makalesi ya-

yınlanır. Bunların her biri son derece önemli

sonuçlardır, birisi kuantum mekaniğinin ki-

lometre taşlarındandır, ikisi de özel görelilik

kuramının. 1915’te ise genel görelilik kuramı

gelir. Bu noktada kuram (teori) sözcüğünün

temel bilimlerdeki anlamının gündelik kul-

lanımdakinden çok farklı olduğunu hatırla-

makta fayda var. Temel bilimlerde kanunlar

doğanın dilinin kalıpları gibidir. Öğrenirsiniz,

sürekli kullanırsınız, başka bir ülkeye gitti-

ğinizde çayınızı, kahvenizi, yatacak yerinizi,

tren biletinizi bu kalıplarla alırsınız. Kuram ise

dilin grameri gibidir, belli bir söz öbeği varsa

onun nasıl biraraya getirildiğinin açıklama-

sıdır. Örneğin Newton’un yerçekimi kanunu

kütlelerin birbirini ne kadar çektiğinin bir

özetidir; Einstein’ın genel göreliliği ise kütle-

lerin neden birbirini çektiğinin açıklamasıdır,

dolayısıyla Newton’un kanunundan daha

geniştir ve o kanunun neden öyle olduğunu

da söyler bize.

Tabii bir kere konuşmaya başladınız mı, artık

susmak bilmezsiniz. Kısa bir süre içerisinde

kuantum mekaniği ve sonrasında onun do-

ğanın diline daha uygun hali olan kuantum

alan kuramları ortaya çıkar. Doğanın dili

öylesine güzeldir ki, öğrenene kadar kafa

patlatırsınız ama en sonunda inanılmaz bir

sadelikle karşılaşırsınız. Can Yücel, Orhan

Veli veya Nazım Hikmet şiirleri gibidir. Nasıl

da bu kadar sade sözcüklerle böylesi büyük

bir anlam verilebilir diye şaşırırsınız. Einste-

in’ın genel göreliliği kısacık bir denklemdir,

uzay-zamanın bükülmesini, baskı-enerjinin

(dolayısıyla kütlenin) yoğunluğuna bağlayı-

verir. Ve evrenin matematiği güzeldir; Vati-

kan’daki Sistine Şapel’in, veya Süleymani-

ye’nin tavanı gibi kafanızı kaldırıp bakmanız

gerekir ama bakınca sizi büyüleyebilir. “Bunu

nasıl yapmışlar?” diye kendinize sormadan

edemezsiniz, ama keyfini çıkartmak için Mic-

helangelo veya Mimar Sinan olmanız gerek-

mez.

Ve işte bu da bizi bu yazının yazılmasına ve-

sile olan olaya getirir. Bazen öylesine sade

ve öylesine güzel bir kuram yazarsınız ki, ve

elinizdeki veriler öylesine uyumlu gelmekte-

Page 44: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

42

dir ki bu kurama, hissedersiniz doğruyu tut-

turduğunuzu. Doğanın o kurama uymaması

ayıp kaçacaktır adeta. İşte kısaca Higgs me-

kanizması denilen (ve aslında en az 6 fizik-

çinin ortaya koymuş olduğu) matematiksel

mekanizma böyledir. Bu mekanizma Higgs

alanı adını verdiğimiz bir alanın evrenin her

yerinde olduğunu, bu alanın normalde sahip

olduğu simetrisinin kendi kendine kırılması-

nı ve bu şekilde normalde kütlesi olmayan

diğer bozonlara kütle kazandırmasını sağ-

lar. Bu alanın diğer tüm bildiğimiz atom-al-

tı taneciklerle etkileşmesi sonucunda bu

tanecikler de kütle kazanırlar. Higgs ile çok

bağdaşanlar ağır, fazla etkileşmeyenler hafif

olurlar. Tıpkı bir dağı kaplayan karlarda kı-

zağı olan insanların kolayca, sadece botları

olanların ise bata çıka ve yavaş yavaş hareket

edebilmesi gibi. 1960’larda ortaya atılmış bu

fikrin bir de önemli öngörüsü vardır: alanın

kendi titreşimleri sebebiyle oluşan bir Higgs

parçacığı (diğer ismiyle Higgs bozonu).

İşin en ilginç tarafı da fikrin aslında eskiler-

de ürettiğimiz bazı başka fikirlere dil olarak

değil de, bakış olarak benzerliğidir. Şimdi

biliyoruz ki boşluk aslında bir nevi boş de-

ğildir, çünkü bir an oluşup sonra inanılmaz

derecede kısacık süreler sonra geri yok olan

parçacıklar mevcuttur. Alan fikrinin doğanın

kelime dağarcığında önemli bir rol oynadığı-

nı söylemiştik ya, şimdi biliyoruz ki tüm tane-

cikler (buna tabii Higgs de dahil) evrendeki

her noktada bulunan alanların titreşimleridir.

(Dolayısıyla ışığın dalga-tanecik ikilemi diye

bilinen, Newton ve Huygens’den beri tartış-

tığımız konu da kuantum alanları ile tama-

men çözülmüş durumda.1) Uzayın her ye-

1 Maalesef hâlâ bundan bihaber olan hocalarımız var lise ve hatta üniversitelerde.

Peter Higgs

ATLAS Experim

ent © 2012 CERN

Page 45: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

43

rindeki bu Higgs alanı, 19. yüzyılın sonunda heyecanlanan fizikçilerin esire atadıklarına bir açıdan benzer şekilde kütlenin sebebini sunmuştur.

Dolayısıyla Higgs bozonunu aramak sadece maddenin nasıl kütle kazandığını anlamak veya kuantum boşluğun kararlılığını araştır-mak veya Standart Model adını verdiğimiz kuantum alan teorisinin son eksik parçasını yerine yerleştirmek değildir. 1960’lardan beri adım adım ilerlediğimiz bir yolun sonuna ulaşmak için gösterdiğimiz bir çabadır. En az 2500 yıllık büyük bir tiyatro oyununun farklı farklı ama birbiriyle sıkı sıkıya örtüşen perdelerinden birinin son sahnesidir. İnsanın doğanın diline hakim olup olmadığının son testidir.

Bugün 18 Ekim 2012. Birkaç ay önce CERN’de Higgs bozonunu kuramsal olarak beklediği-

miz bir kütle aralığında, ve Higgs bozonuna uygun bozunma kanallarında yeni bir bozon keşfettik. Bu yeni parçacığın bizim aradığı-mız Higgs bozonu olup olmadığını kontrol etmek için bir süre daha veri toplayıp analiz yapmamız gerekiyor. Bu parçacık kesinlikle Higgs bozonu olsa da, olmasa da, çok ama çok büyük bir keşifle karşı karşıyayız. Sadece biz parçacık fizikçilerinin değil bu başarı. İş-lemesi için CERN’e yılda kişi başına bir fincan kahve parası kadar katkıda bulunan Avrupa ülkelerinin de değil.2 İnsan olarak hepimizin başarısı bu, Aristo, Demokritos ve felsefecile-rin, onları resmeden Rafael, hayalleri dile ge-tiren bilimkurgucuların ve tüm sanatçıların, Câbir bin Hayyan ve simyacıların, Newton, Huygens ve tüm bilim insanlarının, aletleri

2 Yabancı dil öğrenebilmek için harcadığımız paraları düşünün. Evrenin dilini öğrenip konuşmak için yılda bir kahve parası vermek nedir ki?

ATLAS Experim

ent © 2012 CERN

Page 46: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

44

geliştiren mühendislerin, onlara iş verip des-tekleyen girişimcilerin, vizyon sahibi devlet adamlarının ve doğanın güzelliği karşısında heyecanlanan biz tüm insanların başarısı…

Nasıl olabiliyor da evrenimizin görünüşe göre hiçbir özel yanı olmayan vasat bir kö-şesindeki ufak bir gezegenin üzerinde dolaşan ve evrenin boyutları yanın-da mikrop gibi kalan biz insanlar, bu evrenin dilini öğrenip de ko-nuşabiliyoruz? En iyisi, bu dili aramızda en iyi konuşmuş bir kişiye sözü bırakarak koyayım en son noktamı: “Evrenin en anlaşılmaz yanı anlaşılabilir olması-dır.” - Albert Einstein.

ATLA

S Ex

perim

ent ©

201

2 CE

RN

Page 47: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

45

anatçınınS alemindenK

Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesi… İl-çenin yüzdört köyünden birinde, Tepe-

cik’te 1960 yılında doğdum. Köyde açılan ilk ortaokulun ilk öğrencilerindenim. Doğanın kucağında yaşanmış bir çocukluk, beş yaşın-da ilkokula başlamış olmanın getirdiği, oku-ma yazma öğrenmeden önce “Canlı Alfabe”-nin resimlerini yorumlayarak başlayan hayal kurma becerisi… Harflerden önce doğada gördüklerimle alfabe arasında gidip gelerek resimlerle okumaya başlamak… Her resme minik hikâyeler uydurmak!

Yıllar sonra gördüm ki; bütün bunlar benim öykücülüğümde belirleyici etkenler olmuş. Kasabaları, doğallığını hâlâ yitirmemiş kasa-ba hayatlarını, zamana meydan okuyan, tala-na karşı direnen mekânları, saflığını koruyan kasaba insanlarını; koşullar hayatın kıyısına itmeye çalışsa da çığlık atmadan yaşama tutunmaya çabalayan insanlarını taşımışım öykülerime.

Yaşam öyküsü

Meliha Akay

Lise yılları aynı ilçede geçti. On kilometrelik yolu külüstür minibüsle gidip gelirken, okula, derse yetişme çabasına karşın; pek çok öğ-rencinin, hatta bazı öğretmenlerin küçümse-yen, dışlayan edayla bakışları ve davranışları sadece beni değil, aynı okulu birincilikle bi-tiren sonra doktor olan arkadaşım gibi pek çoğumuzun belleğine kazınmakla kalmadı, yaşam boyu itici güç oldu! Lâkin; üç öykü ki-tabımı oluşturan öykülerin hiçbirinde bu ya-raya dokunamadığımı da görüyorum! Belki kendiliğinden yazılacaktır!

Lise yıllarımda edebiyat öğretmenim Mualla Ekemen, okuma merakımı fark etmiş, beni Rus Edebiyatının klasikleriyle tanıştırmıştı. Sonrasında ilk önerdiği kitap Abdulbaki Göl-pınarlı antolojisiydi. Üniversite için artık he-defim belliydi. Lâkin yetmişli yılların sonları-na doğru artan, sokakları kan gölüne çeviren

www.melihaakay.com

Page 48: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

46

sağ sol çatışması,

anarşik olaylar, pek

çok ailede olduğu

gibi benim ailem-

de de korku ya-

ratmıştı. Ailem

için o sıralarda

ortaya çıkan

bir “kısmet”

ailemin kurtarıcısı, be-

nimse hayallerimin sonu oldu.

Liseyi bitirir bitirmez apar topar evlendiril-

dim. Yaşım bile tutmuyordu! Arkadaşlarım-

dan bazısı üniversiteye, bazısı işe başlamıştı.

Bense Trakya’nın bir kasabasında kopkoyu

bir yalnızlığın içinde önce hayatı, ailemi son-

ra da Tanrı’yı sorgulamaya başlamıştım. Bir

oğlum oldu. Onunla birlikte büyüdüm. Sor-

gulama yılları aynı zamanda benim değişim

ve dönüşüm yıllarımdı. Oğlum ders çalışırken

ben de okuyor, yaşadığım değişimin adını

koymaya çalışıyordum. Roman ve öyküden

öte felsefe kitaplarına yönelmiştim. Kendimi

tanımak ya da yeni kimliğimi kendime anlat-

mak istiyordum.

Bir yanda yaşanmışlık, bir yanda felsefe ki-

tapları… Terazinin iki kefesi de doluydu.

Tartmak çok da güç değildi. Bu arada şiirler

yazıyor, edebiyatta yetkin olduğuna inan-

dığım kişilere okutuyor, olumlu eleştiriler

alınca umutlanıyordum. Uzun öykü denebi-

lecek bir roman denemem oldu. Fakat artık

kararlar almam ve uygulamam gerekiyordu.

Sonunda ayrılık saati çalmaya başladı. Yanlış

başlayan bir karardan doğru bir eylem çıkmı-yordu, boşanma kaçınılmazdı. Ben bir zaman tüneline girmiş, uzak bir coğrafyada, farklı bir kültürde yaşamış, değişip dönüşmüş ve aynı tünelden başka bir Meliha olarak bı-raktığım yere; hayallerimi yitirdiğim yere geri dönmüştüm. Oysa hiçbir şey bıraktığım yerde değildi. Kararlıydım. Oğlum koleje başladığında ben de üniversite sınavlarına hazırlanmaya başlamıştım. Ailemin yanında kalmamış, İstanbul’u seçmiştik. Elimdeki öy-küleri henüz kimselere gösteremiyordum.

Sonunda üniversiteyi kazanmıştım. İki yıllık-tı, ben öyle seçmiştim, bir an önce çalışmam gerekiyordu. İki kişilik bir ailem vardı. Hayatı-mın dümenini sadece kendim tutmalı, rotayı kendim belirlemeliydim. Ekonomik sıkıntılar, İstanbul’da bir evimin olma zorunluluğu, oğ-lumun okulunun bu kentte olması, kazanmış olsam da Bolu’daki okula gidip gelmemi engelliyordu. Kayıt olmak için gittiğimde konuştuğum idareciler bana yol gösterdi-ler. Kitaplarımı alıp evde çalışmaktan başka çıkarım yoktu. Öyle de oldu. Aynı zamanda çalışıp para kazanmaya zamanım oluyordu. Direksiyon öğretmenliği, restoranlarda yö-neticilik derken, uzun yıllar bir otelde işletme sorumlusu olarak görev yaptım. Hayatın için-de, orta yerinde, yalınkılıç durabiliyor olmak insanı, kendisini bile şaşırtacak kadar kudretli kılıyordu. Özellikle de otelcilik, yazarlık yanı-mı besliyordu öte taraftan. İnsanlık hallerini en yakından görebilme şansım vardı. Pek çok öykümde de konu olarak da, mekân ola-rak da yer aldı.

Page 49: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

47

2000’li yıllara gelene değin şiirlerim ve öykü-

lerim Varlık, İnsancıl, Mum, Yaşasın Edebiyat

gibi dergilerde yayımlandı. Kitap için dosya

gönderdiğimde arayıp görüşme için çağırı-

yorlar, iyi bir kumaşa sahip olduğumu fakat

olgunlaşması için biraz daha beklemem ge-

rektiğini söylüyorlardı. Ortak kanı buydu. O

“biraz”ın bir açıklaması yoktu! Sabır ve sebat

karakteristik özelliğimdi. Zaman zaman ken-

di içimde küsüp kırılsam da yazma tutkumda

en ufak bir körelme yok-

tu. Kitap yayımlanmadan

önce Özdemir İnce ile ta-

nışmıştım. Dosyamı aldı,

okudu, aradı, yüz yüze

konuşmanın daha doğru

olacağını düşündüm ve

gittim. Tek tek okumuştu,

notlar almış, dosya üze-

rinde gösteriyordu. Yapıcı

eleştirilerdi. Ev ödevi verir

gibi önerilerde bulundu.

Okumam gereken kitap-

ları saydı, yol gösterdi.

Hayatım boyunca unut-

mayacağım, sitayişle hatırlayacağım bir andı,

kişiydi. “Beş yıl içinde mutlaka yayımlanır”

demişti. Onun kehaneti miydi, öngörüsü

müydü bilmiyorum; beş yıl sonra ilk öykü

kitabım Epsilon Yayıncılık tarafından yayım-

landı. Yağmura Tutulanlar (2002). İkinci öykü

kitabım olan Gülüşün Gelincik Tarlası (2004)

aynı yayınevinden çıktı. İki kitapta da kasaba

hayatları ve kasaba insanları ağır basıyordu.

Bir de kadınlık halleri.

İkinci kitaptaki ilk iki öykü yine Özdemir İn-ce’nin ödev öyküleriydi. Bir evi ve bir masayı öyküye dönüştürmemi söylemişti. Çalışkan bir öğrenciydim, ödevimi yaptım, dosyanın başına yerleştirdim! Bu süreçte hem öykü yazıyor hem de yıllar önce yazdığım, Fran-sızcaya çevrilmesi için Paris’te okuyan bir öğ-renci yakınıma gönderdiğim, hocasının “bu bir roman özeti, mutlaka romana dönüştür-meli” dediği öyküyü romana dönüştürmeye

koyuldum. Epey zaman aldı. Aldı çünkü “ilk roman kısa olmalı” ile “roman en az üç yüz sayfa olmalı” di-yen yayınevi önerilerinin arasında kalmıştım.

Roman bir yanda bek-lerken, bir yanda öyküler kendini yazdırıyordu ve üçüncü öykü kitabım Ya Kaybolursan (2006) aynı yayınevinden çıktı, okur-la buluştu. Öykünün yeri bambaşkaydı. İlk göz ağ-rımdı demek daha doğ-

ru olacak. Kısacık bir yazıda düş ile gerçeği harmanlamak, aralarındaki sınırı eritmek, bir söyleşimde de dediğim gibi mandala halka-ları gibi genişletebilmek öykünün en büyük gizi. Yaşamın içinde saklı sürprizler, rastlan-tılar, düşlere taş çıkartacak cinsten gerçekler gündelik hayatın içinde beni bekliyor sanki! Bana düşense deklanşöre basmak gibi o an-ları kayıt etmek! Öykü yazmamın nedenle-rinden biri de o anları çoğaltma isteği belki

Page 50: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

48

de. Gerçek yaşamda yakalayamadığımız hazları toplama isteği… Yine bir söyleşide dediğim gibi; etek dolusu erik çalmak gibi, sapın samanı arasında gizlenmiş çiçekleri se-petime toplamak gibi…

Üç öykü kitabından sonra çalıştığım yayıne-vinin yaşadığı ekonomik sorunlardan ötürü ilişki ne yazık ki bitti. Yeni kurulan bir yayı-nevi olan Pupa Yayınları ilk romanım olan Ateşin Külü Suyun Mili’nin adresi oldu. Yine kasabada başlayan, büyük şehirler ve kasaba arasında gidip gelen anlatı Portekiz’de biti-yordu. Benim kuşağımın üstünden buldozer gibi geçip giden 12 Eylül darbesinin insan-ların darmadağın ettiği yaşamlarından öte iç dünyalarındaki sarsıntıları, parçalanmaları anlatmaya çalıştım. Zorlu koşullara karşın bitmeyen bir aşkın gölgesinde bireyler ara-sı kimlik çatışması da romanın bel kemiğini oluşturuyordu. Şimdi İtalyan bir çevirme-nin elinde, yayınlanması için yayınevleri ile görüşme halinde. Öyküden sonra romanın yazma edimi anlamında yazara nasıl bir öz-gürlük sağladığını da deneyimlemiş oldum. Dar alandaki dolaşımlarda sınırlı zamanda kilidin anahtarını döndürmek zorunda oldu-ğum öyküden sonra roman elbette özgür kı-lıyordu yazarı. Lâkin yine de ben kendimi bu anlamda öykücü olarak tanımlamak isterim.

Romandan sonra yazılmış iki öykü dosyamın elimde olması da bunun teyidi olsa gerek. Yayınevine vermememin nedeni ise özel bir durumu olan Badem Şekeri adındaki ikinci romanımın yayımlanmasına öncelik tanımış olmam! Bu satırları yazdığım günlerde elime aldığım Badem Şekeri bir İstanbul romanı. Mekân olarak oteli kullandım. Üç kuşağın birarada olduğu iki aylık bir süreci anlatıyor. Kahramanları arasında yer alan Prens adın-daki minik köpeğimi dosyayı tamamladıktan üç ay sonra trafik kazasında yitirince onun anısına ve adını yaşatmak adına öykü dos-yalarımı öteleyip öncelik tanıdım. Nedeni buydu.

Şimdilerde yeni bir roman projesi üzerinde çalışmaktayım. Özdemir İnce’nin “Arı gibi yazacaksın, durmak, ara vermek yok, kırılıp kenara çekilmek yok!” sözünü ilke edine-rek gündelik yaşam ne denli eteklerimden çekiştirirse çekiştirsin, yazmak artık yaşam biçimim, diyebilirim. Ne yazık ki çalışmak zo-runda olmadan yazabilen ve yaşayabilen ya-zarlardan değilim! Yaşamımı idame ettirmek için dışarıdaki dünyaya kulak vermek zorun-dayım. Şu anda yazmakta olduğum roman, Osmanlı döneminin sonlarında İstanbul’da başlıyor, günümüze kadar gelecek fakat ne-rede biteceğini şu an ben de bilmiyorum! Gerçek bir hikâyeden yola çıkarak ve uzun bir araştırma döneminin ardından kaleme almaya karar verdim.

Page 51: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

49

Merve Memişoğlu’nun romanı

GOA Yayınları’ndan çıktı.

IsimSIZ. .

İçinde hiç isim geçmeyen bir kitaptır İsimsiz... Ne kişi, ne de mekân adı... Sadece tarihler bize ipuçlarını veriyor.

Hayal mi gerçek mi bilinmeyen bir hayatın ipuçlarını... Şarkı söyleyen bir kitaptır İsimsiz... Konuşan, tartışan, ağlayan, gülen, düşünen, nefes alıp veren bir kitap... Bizden bir parça gibi... Hatta biz gibi... Anlatan bir kitaptır İsimsiz...

Küçük bir kızın hikâyesini anlatır bizlere... Bu hikâyede; filozoflar, yazarlar, şairler, müzisyenler ve daha nice kahraman, küçük kıza eşlik eder...

Sayfaları çevirirken, kelimelerin onun şerefine dans ettiğini göreceksiniz ve zaman zaman ağladığını hatta ağıt yaktığını...

Kelimeler size küçük kızın yolunu açacak... Yıldızlara giden yolu... Ve onu göreceksiniz karşınızda, belki de kendinizi...

Page 52: Sanayi Eczacıları Komisyonu e-dergi Sayı-2

31. İstanbulKitap Fuarı

Tiyatro17-25 Kasım 2012

Tüyap Fuar ve KM

KongrelerDüzenleyen Konu Tarih Yer Bilgi

DBU, GDCh, APV 3rd International Conference on Sustainable Pharmacy 19-20 Kasım 2012 Osnabrück goo.gl/Gic3P

Informa Life Sciences

Pharmaceutical Law in Turkey & MENA 20-21 Kasım 2012 İstanbul goo.gl/3Osc5

ISPE ISPE Türkiye 2012 Sonbahar Semineri 22-23 Kasım 2012 İstanbul goo.gl/HMzaH

Sağlık Ekonomisi ve Politikası Derneği

1. Sağlık Ekonomisi Kongresi 22-24 Kasım 2012 Ankara goo.gl/cm8ii

IBC Standards & Patents 2012 27-28 Kasım 2012 Londra goo.gl/QTr3j

IGPA 15th Annual IGPA Conference 4-6 Aralık 2012 Kyoto goo.gl/XtyXh

SMi The implications and strategic relevance of pricing and market access reform in the US and Europe

13 Aralık 2012 Londra goo.gl/b43IT

Çağdaş SanatFuarıContemporary İstanbul22-25 Kasım 2012 11:00Lütfi Kırdar UKSS

İstanbulResitalleri

4 Ekim 2012 - 8 Haziran 2013

Sakıp SabancıMüzesi

İstanbulTasarım Bienali

Kusurluluk13 Ekim-12 Aralık 2012

İKSV

Dönüşüm Çağdaş Çin SanatınaBir Bakış21 Eylül-25 Kasım 2012İstanbul Modern

Monet’inBahçesi

9 Ekim 2012 - 6 Ocak 2013Sakıp Sabancı

Müzesi

StingBack To Bass

26 Kasım 2012 21:00 Ataköy Atletizm

Arena

Asaf Avidan12 Aralık 21:30

Jolly Joker

BIFO&Fazıl Say

Borusan İstanbul

Filarmoni Orkestrası

05 Kasım - 23 Mayıs

İstanbul