gölge e-dergi sayı 1

28

Upload: goelge-e-dergi

Post on 25-Mar-2016

259 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

Gölge İEL e-Dergi Sayı 1 - Ocak 2009

TRANSCRIPT

Page 1: Gölge e-Dergi Sayı 1
Page 2: Gölge e-Dergi Sayı 1

2

GÖLGE Künye

Editörler

Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Sorumlu Öğretmen

Hilmiye Manioğlu

Yazarlar

Beyza Kartal Doruk Cansev Göksu Yıldırım

Meltem Tolunay Meriç Melike Softa Osman Kaan Yılmaz

Konuk Yazarlar

Melis Oflas Okan Ağca Özge Bozal

Yusufcan Kılıç

Kapak Tasarım

Çağrı Öztürk Onuralp Bozer

Tasarım

Göksu Yıldırım Meriç Melike Softa

Merhaba, Büyük bir çaba sonucu Gölge’nin ilk sayısını tamamladık… Çok uğraş-tık aslında, evet, ne kadar değer, ne kadar değmez bilmiyoruz, ama biz eğlen-dik uğraşırken… Umarız sizin de okurken eğlenebileceğiniz bir şeyler çıkarmı-şızdır ortaya. Umarız bilgisayarınızın başında geçirdiğiniz sürenin, oynadığınız oyunun 10 dakikasını ayırıp okumanızı sağlayacak bir şeyler çıkarabilmişizdir ortaya… Dergiye isim bulmak için çok düşündük, hem birçok fikrimiz vardı, hem de hiç yoktu… Sonunda Gölge’de karar kıldık; yine beğeneceğinizi umu-yoruz… Daha Gölge’nin çıkacağından çok az kişinin haberi varken olay oldu aslında, “Ne gerek vardı?”, “Zaten okulun dergisi var…” gibi tepkiler aldık. Biz çeşitliliğin bir zararı olmayacağı düşüncesindeyiz; artık Gölge önünüzde; bu-yurun siz karar verin… Aslında bu dergi (hep elinizdeki dergi diyesi geliyor insanın :) ) çok kısa bir zamanda hazırlandı. Yeni yılla birlikte başlayalım dedik, biraz da tatili değerlendirip üzerinde çalışalım… Önümüzdeki sayılar için çok güzel projele-rimiz var aslında; bakalım… Şimdi uzatmayalım da dergiyi (elinizdeki değil yahu, önünüzdeki? Gördüğünüz? e-dergi işte! ) okuyun… Bizlerle yazısını paylaşmak veya herhangi bir konuda yardımcı olmak isteyen arkadaşlar [email protected] adresi ile irtibata geçebilirler… Hepinize mutlu, sağlıklı ve başarılı bir yıl dileriz… Gölge Ekibi...

Ve Başlıyoruz...

Page 3: Gölge e-Dergi Sayı 1

3

İçindekiler

Duyurular & Okuldan Haberler 4

Kültür & Sanat Rehberi 5

Film 6

Dizi 8

Tiyatro 9

Kitap 10

Anime & Manga 11

Müzik 13

Bilgisayar 14

Rol Yapma 15

Hikaye — Kovalamaca 16

Hikaye — Hangisinde 18

Hikaye — Sessiz Savaş 20

Köşe — Kuzgun Aynası 21

Köşe — Multimedya Mesaj Servisi 22

Köşe — Ruh Soygunu 23

Köşe — Çekirge 24

Yabancı Dil — Clairvoyance 25

Yabancı Dil — Soulthief 26

Eğlence 27

Kapanış 28

Page 4: Gölge e-Dergi Sayı 1

4

Duyurular & Okuldan Haberler

15 Ocak 2009 okulumuzun 125. kuruluş yıldönümü! Bunun şerefine 16 Ocak 2009 Cuma günü saat 20.00 de MKM/Akatlar'da Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrasi'nin vereceği konserde buluşuyoruz. Konser tüm İstanbul Liselilere ücretsiz, ancak girişler davetiye ile gerçekleşecek. Konsere katılmak isteyenlerin posta adreslerini [email protected] adresine bildirmeleri durumunda

orjinal davetiyeleri gönderilecektir.

***

İelportal yayında! ielforum.com’un yeni adresi www.ielportal.com beta olarak kullanımda…

***

Dergimizi çok fazla duyuramadığımız için –malum, daha yeniyiz– yazar sayımız şimdilik çok sınırlı. Önümüzdeki sayılar için yazı-larınızı bekliyoruz! Yazı yazmak istediğiniz herhangi bir bölüm

veya dergimiz için herhangi bir bölüm öneriniz varsa; [email protected] ...

***

Çizer arıyoruz! Karikatür bölümünde yardımcı olmak isteyen arkadaşlar bize [email protected] adresinden ulaşa-bilirler.

***

www.sakaryaizcigrubu.org yeni yüzüyle yayında! Yakın zamanda Türkiye’nin en önemli izcilik kaynaklarından biri olacak Sakar-ya İzci Grubu web sitesine uğramayı unutmayın!

***

Sömestr tatilinde Sakarya İzci Grubu’ndan yeni bir kamp geliyor! Kamp ile ilgili ayrıntılar izcilik odasında…

Page 5: Gölge e-Dergi Sayı 1

5

2009 OCAK AYI KÜLTÜR SANAT REHBERİ

TİYATRO Dönüşüm: Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı romanından esinlenerek yazılan oyunda, Gregor Samsa adlı bir pazarlamacının, işlerinin bozulması üzerine çevresindekilerin baskısıyla bir böceğe dönüşmesi anlatılıyor. Ümit Denizer tarafından uyarlanan Dönüşüm’ü Turgut Denizer yönetti. Oyunda Ceren Hacımuratoğlu A. Yağmur Ulusoy, Ömer Barış Akova, Özgür Atkın, Zeynep Göktay rol alıyor. YER: IBB ŞEHİR TİYATROLARI Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi Tarih:14-17 OCAK VE 21-24 OCAK

GÖSTERİ MAHSER-İ CUMBUŞ:

MAHSER-İ CÜMBÜŞ HER CUMA 20:30’DA TİYATRO SPORU GÖSTERİSİYLE HAYALHANE’DE.

2 OCAK VE 9 OCAK 2009 SAAT 20:30

www.mahsericumbus.com

SİNEMA TWİLİGHT: Stephenie Meyer’ın bütün dünyada çok okunan romanı Twilight'ın sinema uyarlaması olan film uzun süredir merakla bekleniyor. Annesiyle birlikte Phoenix’te yaşayan Isabelle, annesinin başka bir adamla evlenmesi üzerine babasının yanına; Washington'ın yağmurun hiç dinmediği küçük kasabası Forks'a taşınır. Gizemli ve çekici Edward'la tanışması hayatını daha önce bilmediği bir yöne sürükler. Edward içinde yaşadığı küçük toplulukta kimliğini koruyabilmiş bir vampirdir. İki sevgili kendilerini, tutku ve tehlike arasında dengede duran bir bıçağın en keskin noktasında bulurlar. GÖSTERİM TARİHİ:5 OCAK 2009

KONSER

Yer: Caddebostan Kültür Merkezi Ücret: Tam:15 YTL Indirimli:10 YTL Tarihler: 02.01.2009~01.05.2009 Saat:19:30

Istanbul Devlet Senfoni Orkestrası İDSO

R EHBER

Page 6: Gölge e-Dergi Sayı 1

6

A . R . O . G

AROG: YETERLİ Mİ, DEĞİL Mİ? AROG’a gitmeden önce filmden çok büyük beklentilerim vardı. Sinemanın kapısına geldiğimde çok komik bir film izleyeceğimden emindim. Nitekim öyle de oldu. Cem Yılmaz bu filminde başrolünü oynadığı “Arif” karakterine yüklemişti tüm işi. Bütün yük, yani senaryo, neredeyse tamamen Arif’in omuzlarındaydı. Buna “espri yapma görevi” de dahil. GORA’da daha fazla çok yönlülük vardı ve bu sebeple güldürü öğeleri daha fazla karakter arasında dağılmıştı. Bir bakıma daha fazla espri kullanma imkânı vardı. Sanırım bu yüzden AROG’u GORA’yla karşılaştıran bazı eleştirmenler bu filmi yetersiz olarak değerlendirdi. Ama filmin bütününe baktığımızda espriler filmin tamamına dağıtılmıştı ve zamanlamaları mükemmeldi. Arif bu yükün altından en iyi şekilde kalktı bence. Filmin efektleri de tartışılan bir konu oldu. AROG’u çok fazla beğenmeyenler bile bu konuda olumlu yorumlar yaptı. Bence de efektler ve görsel öğeler bu bütçeyle yapılabilecek en iyi şekilde hazırlanmıştı. (Bu

arada filmin bütçesi dokuz milyon dolar civarında. Eğer müthiş efektli Hollywood filmleriyle karşılaştıracak olursak arada dağlar kadar fark var.) Cem Yılmaz’ın bu filmde tüm espri yeteneğini kullanıp kullanmadığı tartışılır (tartışılıyor da zaten) ama çok eğlenceli ve sinemadan yüzünüzde koca bir gülümsemeyle çıkmanızı sağlayan bir film olduğu kesin. Bir komedi filminin amacı da bana göre budur zaten. Sizce de yeterli değil mi?

7.5/10 Meltem Tolunay

Yönetmen Ali Taner Baltacı Cem Yılmaz

Yapımcı Murat Akdilek Cem Yılmaz

Senaryo yazarı Cem Yılmaz

Oyuncular Cem Yılmaz,

Özge Özberk, Ozan Güven, Zafer Algöz, Hasan Kaçan

Görüntü yönetme-Soykut Turan

Sanat yönetmeni Hakan Yarkın

Film müzikleri Cem Yılmaz

Yapım yılı, ülkesi 2008, Türkiye

Dağıtım şirketi UIP Filmcilik

Süre 128 dk

Cins Sinema filmi

Tür Komedi

Bütçe 8,5 Milyon $

Gösterim tarihi 5 Aralık 2008, Türkiye

Önceki film G.O.R.A.

F İ L M

Page 7: Gölge e-Dergi Sayı 1

7

AROG: YETERLİ Mİ, DEĞİL Mİ? A.R.O.G’un vizyona girmesini hepimiz büyük bir merakla bekliyorduk. Hatta bunun için günler öncesinden biletlerini alanlar bile vardı. Haksız da sayılmazlardı; normalde bir saat öncesinden rahatlıkla rezervasyon yapılırken, A.R.O.G için birkaç öncesinden bilet almak mümkün olmuyordu. Acaba bu sefer nasıl oldu? Yine gülmekten yarılacak mıyız diye sorular kafamızdayken önceden gidenlerin tepkileriyle meraklarımız daha da arttı. Ve sonuç olarak film, izleyenleri tam anlamıyla ikiye böldü. Bir taraf, ince esprilerle dolu muhteşem bir film derken, diğer tarafta beklentilerinin karşılığını alamayanlar vardı. Bana sorarsanız, film gerçekten hayal kırıklığı dolu. Her ne kadar teknik olarak bir yerli yapım için üstün olsa da , konu olarak gerçekten vasattı. Espriler zorlama ve mesaj kaygısı içindeydi. Bu nedenle G.O.R.A’ya göre güldürme oranı çok daha düşük seviyelerdeydi. Bu yüzden “bitse de gitsek” diye dakikalar saydırdı bana. Ve kendi kendime, “Gerçekten ne zaman bir komedyen gerçek bir komedi –eski ustalarımıza bir şeyler gönderme kaygısı olmadan, kendi benliğini yermeden ve para kazanma amacı gütmeden yapılan komedi- yapacak da, toplumun her kesiminden insanı güldürmeyi başarabilecek?” diye sordum. Filme gitmeden önce başkalarının dediklerine pek kulak asmadım ama yine de G.O.R.A’yı izledikten sonra “herhalde bu da en az onun kadar kalitelidir” diye düşünerek gittim. Bu yüzden özellikle gülemediğim yerlerde bile gülünecek bir şeyler aradım sahnelerde. Ancak özellikle ilk yarıda bunu başaramadım. İkinci yarıda az da olsa gülebildim, ama kesinlikle kahkaha atamadım. Salonda da benimle aynı fikri paylaşanlar çok sayıda olacak ki, onlar da pek gülmediler. Neden bu kadar izleyiciye sahip olduğunu sorarsanız, bunu tamamen Cem Yılmaz’ın markalaşmış ismine ve G.O.R.A’nın kalitesine bağlıyorum. Ayrıca bu kadar izleyiciyi çekeceğini bildiği için, film asıl amacından uzaklaşarak birçok markanın reklamını da çok başarılı bir şekilde yapmış. Sonuç olarak, filmi izlemeyin demiyorum. Ama kendinizi, “gülmekten öleceğiz” diye hazırlamayın. Yoksa siz de pişmanlık yaşayabilirsiniz.

4/10

Osman Kaan Yılmaz

A . R . O . G

F İ L M

Page 8: Gölge e-Dergi Sayı 1

8

Me r l i n

In a land of myth, and a time of magic, the destiny of a great

kingdom, rests on the shoulders of a young boy. His name...

... Merlin. Bu sözlerle başlıyor ünlü Kral Arthur efsanesini konu alan İngiliz yapımı dizi, ve böylece konuyu kısaca özetliyor da aslında. Ancak biz, konuyu biraz daha açalım;

Genç Merlin, sihirli güçlerinin başına bela açacağını düşünen annesi tarafından Camelot sarayının şifacısı olan annesinin bilgin arkadaşı Gaius’un yanına gönderilir. Cesaretiyle kısa sürede kendini gösteren Merlin, Prens Arthur’un hizmetkarı olur ve gizliden gizliye sihirli güçlerini de kullanarak Prens Arthur’u ve büyünün yasak bir sanat olduğu Camelot’u kötü güçlerden korumaya başlar. Kısa süre içinde Merlin, krallığın kaderinin kendisine bağlı olduğunu ve Arthur ile ayrılmaz bir ikili olacaklarını öğrenmiştir.

Dizinin ilk bölümünü izlemeye önyargıyla başlamıştım, dizinin bu tür konulara el atan diğerleri gibi (Zindanlar & Ejderhalar, Ejderha Mızrağı – her ne kadar dizi olmasalar da) başarısız olacağını düşünüyordum, arkasında usta birisi yoktu çünkü. Bu düşüncem, Camelot kralı Uther Pendragon’un, oğlunu ölüme mahkum ettiği bir anne tarafından lanetlendiği sahneye kadar sürdü. Bu sahne, tırt bir dizi bekleyen benim suratıma yönetmen Ed Fraiman tarafından atılmış okkalı bir Osmanlı tokadıydı. Dizinin büyü ve büyücü konularını çok iyi işleyeceğini gösteriyordu (ki başlangıçta “wizard”, “sorcerer” gibi kelimeler varken “warlock” kelimesini kullanması, neden bilmem, tereddütümü biraz arttırmıştı), eh hep öyle gitmedi ama yine de türdeşleriyle karşılaştırıldığında bu konuda başarılı.

Kral Arthur efsanesinin konu olarak seçildiğini söylemiştik, ama senaristler bilindik efsaneye pek bağlı kalmıyor ve bir çok yerde onu gerek karakterlerin isimleriyle, gerek gidişat ile değiştiriyor, ancak; bu bir efsane ve her yazar onu istediği yöne çekebiliyor...

Dizi, kostümler konusunda yeterli (gerçi Merlin’i daha düzgün giydirebilirlerdi demiyor değil insan :) ) ve atmosfer yaratımı konusunda da başarılı. Oyuncu kadrosu bir kişi hariç orta düzeyde, o bir kişi ise Uther Pendragon karakterini canlandıran Anthony Head. Buffy the Vampire Slayer dizisinden de tanıyabileceğiniz 53 yaşındaki oyuncunun performansı, diğerlerinin arasından sıyrılıyor ve bize zevkle izlenecek bir oyun sergiliyor.

Eğer gerçeküstü konulara biraz olsun merakınız varsa, bu diziyi izlemelisiniz.

7/10

Göksu Yıldırım

D İ Z İ

Yapımcı Johny Capps

Julian Murphy

Amanda Wilkie

Sue De Beauvoir

David Harvey

Merlin Colin Morgan

Arthur Pendragon Bradley James

Uther Pendragon Anthony Head

Gwen Angel Coulby

Morgana Katie McGrath

Gaius Richard Wilson

Page 9: Gölge e-Dergi Sayı 1

9

K ı r m ı z ı P a z a r t e s i

Bu yıl Şehir Tiyatroları sahnelerinde yeni bir yapıt çıkıyor karşımıza; Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in romanından(Cronica de Una Muerte Anunciada) Macit Koper tarafından tiyatrolara uyarlanan Kırmızı Pazartesi. Kırmızı Pazartesi konusu bakımından oldukça ilgi çekici bir oyun. Aslında konu bize hiç de yabancı değil. Oyunda Kolombiya’nın küçük bir kasabasında Santiago Nasar’ın namus cinayeti adı altında haksız yere Pedro ve Pablo Vicario kardeşler tarafından kasabalıların gözü önünde öldürülüşü anlatılıyor. Asıl ilginç olan kasabalıların bu cinayetin işleneceğini önceden bilmesi ve buna rağmen cinayeti engelleyememeleri(!).Onlara neden engelleyemedikleri sorulduğundaysa hepsi farklı farklı, ama birbirine benzer cümleler kuruyorlar: Ya ellerinden geleni yaptıkları, ya da Vicario kardeşlerin cinayeti işleyeceğine inanmadıkları… Oyun, bu tür tutumların neye mal olduğunu bize ayrıntılı bir biçimde göstererek adeta bize ders veriyor.

“Kırmızı Pazartesi” romanını oyuna dönüştürmenin yıllardır aklında olduğunu, ama bunu yapmasını asıl tetikleyenin Hrant Dink cinayeti olduğunu söyleyen yönetmen Macit Koper ve ekibi, olay örgüsünün baskın olduğu, biraz karışık olmasına rağmen akıcı bir oyun çıkarmış ortaya. Barış Dinçel’in elinden çıkmış renkli dekorla birleşen iyi bir oyuncu kadrosu ve olay akışı, izleyenlere kaliteli bir görsel şölen sunuyor. Sahne geçişlerinin çokluğuna rağmen bunun başarılı bir biçimde uygulanması ve kaliteli müzikler bir araya gelince izleyici tiyatronun tadının

dolu dolu yaşandığı bir sinema filmi izler gibi hissediyor oyunu izlerken, ayrıca kostümler de inandırıcılığın artmasında çok etkili. İzlenmeye değer bir oyun…

8.5/10

Melis Oflas & Meriç Melike Softa

T İ Y A T R O

Page 10: Gölge e-Dergi Sayı 1

10

E mpa t i

Arka Kapak Yazısı

Yaşamınızın kontrolü sizde değil! Öyle olduğunu düşünebilirsiniz, ama yanılıyorsunuz. Elbette ki kendi kararlarınızı kendiniz vermekte özgürsünüz. Bu kitabı kapatabilirsiniz. O sandalyede oturmaya devam edebilirsiniz. Ya da gözlerinizi oymak gibi çılgınca bir şey yapabilirsiniz. Ne isterseniz yapabilirsiniz. Ama sorun şurada: Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz. Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız ruhunuzun o kadar derinlerine işlemiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz. Ve bu da sizi mükemmel bir köle yapar. Bu nedenle, hayatınızı yaşamaya devam edin. Ne isterseniz yapın. Sadece 'isteklerinizin' tümüyle sizin kontrolünüzde olmadığı gerçeği üzerine kafanızı çok fazla yormamaya çalışın. EDEBİYAT, BİLİM VE FELSEFE RUHUNUZA AKACAK, OKUDUKÇA BAĞLANACAK, BAĞLANDIKÇA OKUYACAKSINIZ…

*****

Adam Fawer’ın “Olasılıksız”ını okuyanlar bilir onun tarzını; başta kafa karıştıran, her şeyin birbirine girdiği, olaylara ortasından giriş yapan bir anlatım; bir o kadar da kafa karıştırdığı için zevk veren… 200. sayfalardan sonra da, her şeyin yerine oturup inanılmaz mantıklı olduğu, yine de bazı soruların cevabını sonraya saklayıp merak uyandıran bir olay örgüsü… Kitabı böylesine okutan da onun bu tarzı belki de. Kitabın arka kapak yazısında dendiği gibi, gerçekten de birçok olay örgüsünün yer aldığı karmaşanın ortasında edebiyat, bilim ve felsefe ruhumuza akıyor ve okudukça bağlanıyoruz… Kısacası macera romanı okumayı sevenler ve her şeyi sırayla öğrenmek yerine karmaşa içinden çıkarıp bütüne ulaşmaktan zevk alanlar için ideal bir kitap. Üstelik yazar kurgusunda, karakterlerin düşünce ve davranış stilleriyle bilim ve felsefenin etiğinden bahsetmiş oluyor. Ayrıca yer yer kısa ve açık, yer yer uzun ve anlaşılmaz cümleler kullanarak okuyucuda doğru yerde doğru etkiyi yaratmayı başarıyor Adam Fawer. Konu seçimi başarılı ve orijinal. Ancak birçok iyi kitapta görüldüğü gibi kitabın iyi çevrilmiş olması önemli bir nokta. Empati’de işlenenler etkileyici; ancak kullanılan dil yer yer yavan kalmış. Kitabın konusunu özetlemek için kitabın bir bölümünde Alman düşünür Schopenhauer’in çok uygun bir sözü var: “Der Mensch kann was er will, er kann aber nicht wollen was er will.” “Kişi istediğini yapabilir; ama ne isteyeceğini isteyemez.” (“Empati”, 6. Baskı, Sayfa 18) Aslında kitabın konusuna bakınca felsefi bir romanmış gibi geliyor insana. Ancak kitabı elinize alıp karıştırınca, daha ilk sayfadan üzerinize çöken akıcı macera romanı havası, bu düşünceyi tamamen dağıtıyor ve kitabın son cümlesine kadar okuyucuyu büyük bir heyecanla sürüklüyor. Yine de ben kendim görmek ve değerlendirmek istiyorum derseniz-ki en doğrusu budur, Empati tüm kitapçılarda, hatta belki de komşunuzun kitaplığında sizi bekliyor!

8/10 Özge Bozal & Meriç Melike Softa

K İ T A P

Page 11: Gölge e-Dergi Sayı 1

11

Manga

Manga Japonların çizgi roman için kullandıkları kelimedir(Japonca: 漫画). Kelimenin kökenin 1770’li

yıllara dayanmaktadır. Manga, Hokusai Katsushika’nın 1819’da öğrencileri için çizdiği taslak, çizim ve

karikatürler için kullandığı, iki Çince karakterin "漫 man" (kaygısız, ilgisiz) ve "画 ga" (resim) birleşmesinden

oluşan bir kelimedir. Geçmişte kültür ve din açısından Çin’den etkilenen Japonya Budizm’in benimsenmesi Budist tapınaklarını ve duvar resimlerini beraberinde getirmiştir. Bu duvar resimleriyle beraber Japon halkının da kendi mizahi kültürü oluşmaya başlamıştır. Birçok resimli öykü dini konu içermekle beraber konuların ciddiyeti mizahi anlayışı bozmamıştır. Dönemlerin özelliklerine göre konularda da değişimler görülmüştür. Günümüzde öykülü çizgi romanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Önce çizgi roman dergilerinde yayınlanmış, daha sonraysa kitap haline getirilmişlerdir. Mangalar shounen (erkekler için), shouja (kızlar için), ve yetişkinler olmak üzere üç ana kola bölünse de daha sonra birçok tür ortaya çıkmıştır. Mangalar batı çizgi romanlarıyla çok az benzerlik göstermektedir. Mangalar da şeritlerle birbirinden ayrılmış karelerden oluşan sayfalarca süren seri şeklindedir. Ama batı türlerinden farkı soldan sağa değil sağdan sola okunmasıdır. Ayrıca batı çizgi romanlarında bir sayı 30-50 sayfa sürerken bir manga dergisi farklı birkaç seriyi bir arada içerir ve 400 sayfaya

yakındır. Japonya’da manga büyük bir sektördür. Kitap endüstrisinin yüzde otuzunu oluşturur ve yıllık 250 milyar Yen (yaklaşık otuz bir milyar YTL) ekonomiye katkısı vardır. Yılda bir kişi ortalama 15 manga okumaktadır.

Anime

Anime(Japonca: アニメ) animasyon veya çizgi film anlamına gelen Fransızca kökenli, Japonca bir

kelimedir. Animeler genelde mangaların televizyon ya da sinemaya uyarlanmasıdır. Bir mangayla bağlantılı olmayan Animeler de vardır. El çizimi veya bilgisayar yapımı olabilirler. Osama Tezuka, çağdaş animenin öncüsü olarak kabul edilmektedir. Yapıtlarında Walt Disney ve Max Fleischer’in yapıtlarından esinlenmiştir. Daha sonraki sanatçıların katkılarıyla Anime denilen yeni bir akım ve stil oluşmuştur. 20. yüzyılın başlarında Japon film yapımcılarının batıdaki animasyon tekniklerini keşfetmelerinin ardından, mali kısıtlama ve batılılara benzeyen oyuncu bulamamalarından dolayı kendi hayal dünyalarında yarattıkları mekan ve karakterleri kullanmalarını sağlayan animeler popülerlik kazanmıştı. Batıda çizgi film denilince sadece çocuklar için yapımlar akla gelirken animelerin yetişkinler için olanları ve Japonya’da Prime Time denilen izlenme aralığına konulan çok popüler animeler de vardır. Anime çizimlerinde karakterler iri gözlü ve uzun bacaklıdır. Birçok kişinin Japonların fiziksel kompleksinden kaynaklandığını düşünmesine rağmen, bu durum aslında animelerin esinlenildiği Walt Disney yapımlarından (örneğin; Robin Hood, Cindirella) kaynaklanmaktır. İlk Walt Disney çalışmaları iri göz ve uzun bacaklı karakterlerin olduğu yapıtlardı. Bu durumda tabii ki Japonların fiziksel yapılarının da etkisi olmasına rağmen asıl nedeninin bu olduğunun düşünülmesi yanlıştır. Dünyada birçok ünlü anime serisi vardır ve artık Türkiye’de de anime ve mangaya büyük bir talep vardır. Birçok internet sitesinde Türkçe çevirili manga veya Türkçe altyazılı anime bulunmaktadır.

ANI

ME

VE

MANGA

Anime ve Manga

Page 12: Gölge e-Dergi Sayı 1

12

Naruto Naruto (Japonca: ナルト, - Naruto) Japon

manga sanatçısı Masashi Kişimoto tarafından çizilmiş, daha sonra animeye uyarlanmış bir seridir. Diğer insanlar tarafından kabul görmek isteyen, dışlanmış, hiperaktif ve sürekli sorun yaratarak ilgi çekmeye çalışan bir ninja çocuk olan Uzumaki Naruto’nun hikayesini anlatmaktadır. Naruto Japonca’da ramenin (bir doğu yiyeceği) içinde bulunan süs amaçlı kullanılan burgu desenli bir şeydir. Japonca’da ‘@’ işareti için kullanılır. Ayrıca Japonya’da Naruto Şehri, Naruto Kasabası, Naruto Boğazı, Naruto Köprüsü ve Naruto Girdabı bulunmaktadır. Japonya’da ilk 36 cildi 71 milyonun üzerinde satmış ve VIZ’in en çok satan dizisi haline gelmiştir. TV serisi 3 Ekim 2002’den beri yayınlanmaktadır. Manganın 7. cildi Kuzey Amerika’da, en iyi grafik romanı dalında Quill Award aldı. TV Asashi’nin son en iyi 100 anime sıralamasında Naruto 17. sıradadır. Animenin bir bölümü manganın birkaç bölümünü kapsadığı için hemen mangaya yetişti. Mangayla animenin üst üste binmesini önlemek için araya doldurma bölümler eklendi. Bu bölümler daha çok tek bölümlük kısa hikayelerden oluşsa da birkaç bölümden oluşan kısa hikayeler de vardır. Bu ek bölümler ana karakterlerden çok yan karakterleri öne çıkarmak ve daha çok bilgi vermek

amacıyla yapılmıştır. 135. bölümden sonra mangaya çok yaklaşınca 220. bölüme kadar doldurma bölüm koyuldu. Mangaya geri döndüğündeyse Naruto Shippuden adıyla kaldığı yerden devam etmiştir. Naruto Shippuden’de aradan üç yıl geçmiştir ve Naruto’yla arkadaşları üç yıl daha büyümüştür. Hikaye kaldığı yerden devam eder ama gene mangaya yetişmeye başladığı için araya doldurma bölümler konulur. Şu anda animede en son Naruto Shippuden 89 ve mangadaysa 429. bölüm yayınlanmıştır. Serinin ayrıca Naruto Movie 1, Naruto Movie 2, Naruto Movie 3 ve Naruto Shippuden Movie olmak üzere 4 filmi çıkmıştır.

Konusu 12 yıl önce Kyuubi (Dokuz Kuyruklu Şeytan Tilki) Konohagakure’ye (Gizli Yaprak Köyü) saldırdı. Kyuubi o kadar güçlüydü ki bir kuyruğunu yere vurduğunda tsunamiler yaratabilir ve dağları dümdüz ederdi. Dördüncü Hokage (Konoha’nın lideri), Konoha’yı kurtarmak için kendini feda ederek geçmişi bilinmeyen bebek Uzumaki Naruto’nun içine Kyuubi’yi mühürledi. Dördüncü Hokage, köyü kurtardığı için kahraman ilan edildi. Üçüncü Hokage, Naruto’nun da bir kahraman gibi görülmesini istediği için köylülerin bu konuyu konuşmalarını ve çocuklarına bile söylemelerini yasaklamasına rağmen, insanların Naruto’yu dışlamasına ve onu hor görmelerine engel olamadı. Çocuklar ne olduğunu bilmese bile anne ve babalarının tepkilerinden dolayı Naruto’yu dışladılar. İlgi çekmek için sürekli sorun yaratan Naruto insanlar tarafından kabul görebilmek için ileride çok büyük bir ninja ve gelmiş geçmiş en iyi Hokage olmak istiyordu. Yazının devamı seri hakkında detaylı bilgi içermektedir! Ninja okulundan mezun olamayan Naruto’nun zayıf yanını bilen Mizuka Sensesi, mezun olabilmek için Naruto’ya gizli parşömeni çalmasını söyler. Bu sayede Naruto’yu öldürüp parşömeni ele geçirebilecektir. Ama Naruto Iruka Sensei’nin yardımıyla daha önce parşömenden öğrendiği yasak teknik Gölge Klon Jutsu’sunu kullanarak Mizuka ‘yı yener. Bu sayede hem akademiden mezun olur, hem de üçüncü Hokage dışında kendisini seven biri daha olduğunu öğrenir; Umino Iruka. Bundan sonra mezun olan öğrenciler üçerli gruplara ayrılacak ve eğitimlerine öyle devam edecektir. Naruto ise hoşlandığı Haruno Sakura, kızların ve aynı zamanda Sakura’nın da gözdesi ve her şey de üstün yetenekli olan Uchiha Sasuke’yle 7. Gruba düşer. Öğretmenleri ise yüzüne sürekli bir maske takan, elinden Flirt Paradise adlı kitabı düşürmeyen, havalı ve çok güçlü Sharingan Kakashi diye de bilinen Hatake Kakashi’dir. Kakashi onlara mezun 27 öğrenciden sadece 9’unun Ninja eğitimine devam edeceğini, bunun içinse onları bir teste tabii tutacağını söyler. Bu testin sonucuysa hayatının devamını belirleyecektir. Bundan sonrasında Naruto’nun 7. Grupla yaşadığı maceralar anlatılır.

Beyza Kartal

ANI

ME

VE

MANGA

Page 13: Gölge e-Dergi Sayı 1

13

Metal: Bir Metalcinin Yolculuğu

12 yaşında metali hayatının bir parçası yapmış, türün doğumuna şahitlik etmiş, üniversitede “Heavy Metal Tarihi” diye bir bölüm olmadığı için(!) antropoloji okumayı seçmiş bir insanın gerçekleştirdiği hayali; “Metal: Bir Metalcinin Yolculuğu”. Ve bu hayalini gerçekleştirirken hiçbir şeyden sakınmamış Sam Dunn.

Bölümlere ayrılmış olan belgeselin ilk kısmı olan “Kökler”de o ilk ve zor soruyu araştırmış; ilk heavy metal grubu kim? Yapılan ropörtajların ardından cevap açık ve net; çoğu kişinin gözünde ilk heavy metal grubu “Black Sabbath”.

Köklerden sonra “Tarz” konusuna el atıyor 30 yaşındaki metalcimiz, ardından “Müzikal Kökler” bölümüyle bize grupların “ilhamlarını” nereden aldıklarını anlatıyor ve “Çevre” konusunun sonrasında ise bize, metal fanlarına dönüyor yüzünü, bu bölümde Wacken’a uğramayı da ihmal etmiyor tabii ;) Sırasıyla Kökler, Tarz, Müzikal Kökler, Çevre, Hayranlar, Kültür, Sansür, Cinsiyet ve Cinsellik, Din ve Satanizm, Ölüm ve Şiddet bölümlerinden oluşan belgeselde ropörtajlar önemli bir yer tutuyor.

Metali araştıran bilim insanlarının yanında (ki Sam Dunn bu konuya tek taraflı yaklaşmamış ve bu tarza karşıt insanların da görüşlerini almış) bir çok grup üyesiyle yapılan ropörtajlar da var. Bruce Dickinson, Alice Cooper, Dio gibi isimlerin yanında Corey Taylor gibi nitekim yeni yüzler de bulunuyor. Ropörtajların büyük bir kısmı başarılı ama Sam Dunn’ın da öncesinde belirttiği gibi Mayhem ile yapılan ropörtajda işler birazcık karışıyor :).

Özetle bu belgeselde Sam Dunn metalin altından girmiş üstünden çıkmış; sonuç ise tatmin edici. Ve son olarak, Sam Dunn’ın Wacken Açık Hava Festivali’nde söyledikleriyle yazımı bitiriyorum:

“Metali ya hissedersiniz ya hissedemezsiniz. Metal, size o her şeyi ele geçiren güç hissini

vermiyorsa, saçlarınızı diken diken etmiyorsa bunu anlayamayabilirsiniz. Öyle olsun, anlamayın. Çünkü

etrafımdaki 40.000 metal hayranına bakıyorum da... Sizsiz de idare ediyoruz. ”

Ne dinledim, neden dinledim ?

Blind Guardian – Sacred

Damarında akan kan büyülü olan benim gibi birinin power metal sevmesi (hatta bayılması,

hasta olması :) ) şaşılacak bir şey değil, power seven birinin Blind Guardian sevmesi de öyle (ve evet;

yine bayılması, hasta olması).

Time What Is Time ile başladığım Blind Guardian maceramdaki son durak, Sacred II oyunu için

yapılmış “Sacred”. Şarkı, belki bir BG klasiği değil ama 2010’da çıkması planlanan yeni albümlerine kadar

festivaller dışında konser vermeyecek olan Blind Guardian’ın bu yeni şarkısı bizi o zamana kadar

oyalamalı.

M Ü Z İ K

H A B E R V A R ! Bir ay boyunca metal müziğe gönül vermiş genciyle yaşlısıyla, motosikletlisiyle yeni kuşağıyla her

insanı çeken bir söylenti dolaştı ortalıkta. Yedikule’de düzenleneceği söylenen Sound of World festi-

vali kapsamında Türkiye’ye gelecek gruplar arasında Children of Bodom, Sepultura, Lizz Borden gibi

türünün en başarılı isimleri gösterildi ve konserler açısından hiç görmediği bir bolluk yaşayan bizler

için cennetin ortasında bir başka vaha daha bulmak gibiydi elbet bu festival. Ancak grupların ana

sayfalarında da yapılan haberler sonucu organizatör olarak belirlenen Hakan Dinç isimli şahsın kont-

ratlar yapılmasına rağmen krizi bahane ederek grupların paralarını ödemediği ortaya çıktı ve bizden

geriye kalan bir başka hayal kırıklığı oldu.

Axl Rose'un da bir dönem katkıda bulunduğu ve hatta Guns'n Roses'ın yarı isim babası LA Guns gru-

buyla viking metalin devleri Amon Amarth bir araya gelirse ne olur diye soracaktım, ancak cevabı

bulamadığım için sizi 17 Temmuz 2009 gününü beklemeye davet ediyorum sadece; siz de Electrtic

Gipsy'i LA Guns'dan duymak veya kaçırdığınız Amon Amarth atmosferini bir daha yaşamak istiyorsa-

nız detayları bekleyin.

Page 14: Gölge e-Dergi Sayı 1

14

Bilgisayar oyunlarına ilgi duyan herkesin en azından adını duyduğu bir oyun Prince of Persia. Benim bu seriyle tanışmam ise arkadaşımın PoP: Sands of Time’da bir bulmacayı çözemeyip bana danışmasıyla oldu. O zamanlar prens zamanın kumlarını kontrol eden gerçek bir prensti. Prensi oradan oraya zıplatmak, duvarda yürütmek, zekice hazırlanmış bulmacaları çözmek, gerçekçi kılıç dövüşleri ve güzel prensesler Farah ve Empress of Time beni oyuna esir etmişlerdi. Sands of Time’dan sonra çıkan iki devam oyunu Warrior Within ve The Two Thrones en az Sands of Time kadar eğlenceliydi. Prince of Persia adıyla bütünleşmiş olan zamanın kumlarını ve zamanı kontrol etme yetisini oyundan çıkarma kararı gerçekten cesaret istiyordu. Çünkü çoğu PoP hayranı (ben de) zamanı geri alamayan bir prensin eski oyunların tadını veremeyeceğini ve onların yanında sönük kalacağını düşünmüştüm. Ayrıca en iyi kılıç dövüşü sahneleri ve kombolarıyla ünlenmiş olan oyunlarla aynı adı taşıyan bir oyunda aynı anda sadece bir kişiye karşı savaşabilecek olmak bu oyunun diğerlerinin gölgesinde kalacağı yönündeki düşüncelerimi güçlendirmişti. İşte bu önyargılarla oturdum yeni PoP’un başına. Karşıma çıkan prensin çölde “Farah” diye bağırması aklımı karıştırmıştı. Yapımcıların “Önceki PoP oyunlarını unutun! Bu tamamen yeni bir oyun.” demesinden sonra görünüşüyle gerçekten yeni olan prensin eski prensesin adını söylemesine şaşırmaya vakit kalmadan kendimi savaşta buldum. Karşımda iki muhafız vardı ama yalnızca birine karşı dövüşebileceğimi biliyordum. İlk mızrak darbesini yedikten sonra ne kadar canım kaldığına bakmak istedim ve oyunda canımı gösteren bir göstergenin olmadığını fark ettim. Prenses yanınızda iken savaşta yapabildiğiniz kombolar eski oyunlardaki kadar zengin olmasa da tatmin edici nitelikte. Karşımdaki muhafızı öldürüp yeni prensesin peşinden koşmaya başladım. Prensesi yakaladığımda oyunun zekice hazırlanmış diyaloglarından ilkiyle karşılaştım ve çölde ismini söylediğimiz Farah’ın altınla doldurulmuş bir domuz olduğunu öğrendim. Evet, gerçekten yeni PoP’un eski oyunlardan farklı bir serinin başlangıcı olduğuna oyuncuları ikna etmek için eski oyundaki güzel prenses Farah’a domuz demekten kaçınmamışlar. Diyaloglar ise gerçekten çok zekice hazırlanmış ve yerleştirilmiş. Oyunun çoğu yerinde durup prensle laflayabiliyor; ona “Nereye gideceğiz?”, “Neredeyiz?” diye sorabiliyor; karşınızdaki düşmana sataşabiliyorsunuz. Ama bunların hiçbirini yapmak zorunda değilsiniz! İsterseniz yanındaki güzel prensesle mecbur kalmadıkça konuşmayan soğuk bir prens de olabilirsiniz; her fırsatta bir şey soran veya söyleyen geveze bir prens de. Ama gerçekten güzel esprileri kaçırmak istemiyorsanız biraz geveze olmanın zararı yok. *önbilgi+ Farah’ın bir domuz olduğunu öğrendikten sonra dikkatimi yeni prenses Elika’ya verdim. Diğer tüm karakterler gibi Elika da el çizimi olduğundan ilk başta oraya ait değilmiş gibi gözüküyordu. Fakat prensle olan uyumları el çizimi karakterlerin de yüksek çözünürlüklü bir oyuna yakışabileceklerini gösteriyor. Prensin sol elinde bulunan “eldiven” sayesinde duvarda yürümek ve düz duvara tırmanmak kolaylaşmış ama bu kadar kolaylaşmış olması eski oyundaki hissi azaltmamış. Akrobatik hareketler konusunda prensin eski oyunlardan geri kalır yanı yok. Hatta yeni prensesimiz Elika atladığımız yere ulaşamadığımızda bize yardımcı oluyor. Elika’nın böyle bir gücünün olması eski oyunlardaki “Evet bu duvar, buraya ben geçeyim diye koyulmuş” hissini yok ediyor. Bir yerden başka bir yere, zıplayarak ve yetişemediğinizde Elika’dan yardım alarak da ulaşabiliyorsunuz; sütunlara tutunarak da; duvardan yürüyerek de. Prenses Elika sadece ulaşmamız gereken yere yetişemediğimizde değil; yanlış bir hareket yapıp düştüğümüzde de yardımımıza koşuyor, bir savaşta düşman kılıcı boynunuza dayadığında da. Oyunda böyle bir özellik olması eski oyunlardaki zamanın kumlarının yerinin bir şekilde doldurulmaya çalışıldığını gösteriyor. Fakat prenses Elika’nın hangi durumda olursa olsun (düşman tarafından yakalanmış da olsa) ölme tehlikesi olduğunda prensi kurtarıyor olması oyundan ölmek kavramını siliyor. Oyunun başına otururken sahip olduğum tüm ön yargılar prensin ilk esprisine kahkahalarla gülmemle

kayboluyor. Yapımcıların vaat ettikleri gibi önceki oyunlarla alakasız, akrobasi yönünden zengin, kılıç

dövüşlerinde biraz fakir bir oyun yeni PoP. Eski bir PoP hayranı olarak yeni oyunun eskiler kadar güzel

olduğunu söyleyebilirim. Eski oyunları sevdiyseniz yeni PoP tam size göre. Eski oyunların hiç birini

bilmiyorsanız ise yeni PoP bu seriyle tanışmak için gayet iyi bir seçim.

8.5 / 10

Okan Ağca & Yusufcan Kılıç

B İ L G İ S A Y A R

Prince of Persia

Page 15: Gölge e-Dergi Sayı 1

15

L . A . R . P

LARP, Live Action Role Play, ya da Türkçesiyle “Canlı Hareketli Rol Yapma” aslında çok civcivli, böye janjanlı, çok muzur bir şeydir. Şeytana pabucunu ters giydirir, sulu götürür susuz get... öhm.. Yazıya hafif zımbırlop bir giriş yaptıktan sonra (ha, ne didin?) uyarmak istiyorum; yazının devamı seri hakkında ayrın.. yok bu değildi. Hah, evet; siz siz olun, doğayı kirletmeyin hayvanları başta hayvan oldukları için sevin.. Bu da değildi sanki ?.. Sululuğu bırakıp yazı havasına girersek (uzun hava? oyun havası? dumansız hava sahası?); aşağıda LARP için yazacaklarımı anlayabilmek için role play’in ne olduğunu –kabaca- bilmeniz gerekiyor. Bunun içinse sizi kutucuğa alıyoruz, lütfen zorluk çıkarmayın. Evet, artık RP’in ne olduğunu bildiğinize göre LARP işine girebilirim (çok fena para var diyorlar, siz de girin kaçırmayın derim). LARP, tekrar belirtmek gerekirse Live Action Role Play(ing), role play’in tiyatroya çok yaklaştığı ve parmak atıp kaçtığı noktadır. Mekan olarak tiyatrodan daha gerçekçi takılır, “seyirci” diye bir kaygısı yoktur zira. Orman dekoru kullanmaktansa direkt ormana gidilir LARP’larda. Yapmak istenenler gerçekten yapılır, ölen oyuncular gerçekten ölür... Evet Arnold, son sözlerimde ciddi değildim. Ve bu sözlerimin ciddi olmaması için de hareketli oyunlar LARP’larda pek tercih edilmez, etrafta bir metrelik kılıcını savurarak gezen birisi –kılıç tahta bile olsa (Plastik niye değil? O da olur)- sanki (sanki !?) biraz (biraz !?) tehlikeli (tehlikeli !? tamam bu olmadı..) olabilir. Bu da Larp’ta işlenen konunun bir olay hikayesinden çok bir durum (bir dürüm olacaktı, offf off..) hikayesi olmasına yol açar.

İki krallık arasındaki savaşı canlandırmak yerine bir şizofrenin dünyasındaki insanların arasındaki ilişkileri oynamak daha uygundur LARP’a. Ve başka bir örnek ise herkesin tanıdığı “Testere” serisidir. Kurbanların; ev, oda, tuvalet ve benzeri küçük yerlere kapatılması dolayısıyla bir

LARP oyunu için ideal mekanı sağlar ve senaryo da oyuncuların dikkatini her daim oyun üzerinde tutmalarını gerektirecek türdendir.). Bir masaüstü rol oyununda sadece bir yönetici (DM – GM – Storyteller vs.) vardır ama bir LARP’ta bu sayı artış gösterebilir. Karşılaştığınız her “NPC” (kutucuk !), “NPC”likten çıkmış, her biri farklı oyuncular tarafından canlandırılan karakterlerdir (eğer iyi idare edilebilirse tek bir yöneticinin birden fazla kişiyi canlandırması da mümkündür). Sonuç olarak LARP güzel bir senaryo, iyi hazırlanmış bir mekan ve iyi ekstralarla (ses efektleri, duvarda beliren kanlı bir yazı vs.) oynanması çok eğlenceli ama hazırlaması da belki bir o kadar emek isteyen bir oyundur. ( Sakarya İzci grubunun LARP benzeri oyunları vardır (Büyük Oyun Konsepti, ilk kez bu seneki Sakarya

kampında oynanan HaGoBa vs.) ama dediğim gibi bunlar LARP değil, LARP benzeri oyunlardır.)

Göksu Yıldırım

Role Play (Rol Yapma) Nedir ? Role Play’in ne olduğunu size bir örnekle anlatacağım: DM (Oyun yöneticisi; hava olaylarından tutun da size saldıracak serserilere kadar her şey bu kişinin kontrolündedir, oyuna göre adı DM, GM veya Storyteller olarak değişebilir) : “Karşında büyük bir mağara girişi var, içerisi çok karanlık ve dışarıda ise bulutlar ayın önüne geçmiş durumda, yani hiçbir şey göremiyorsun, uzaktan or-manın içlerindeki bir kurdun uluması duyuluyor, ne yapıyorsun ?” Oyuncu (Siz !): “Hmm.. Kılıcımı elime alıyorum ve temkinli adımlarla mağaraya yaklaşıyorum, bu sırada da etrafta başka ses var mı diye daha dikkatli dinliyorum.” DM: “Kurt sustuktan sonra etrafta çıt çıkmıyor, sen de mağaraya giriyorsun, duvarlarda ikişer metre aralıklarla sönük meşaleler var. Ne yapıyorsun?” Oyuncu: .... Oyun böyle sürüp gider, ta ki oyuncu başladığı işi bitirene kadar.

NPC Nedir? İngilizce Non-Player Character teriminin kısaltılmışıdır. RP oyunlarında bir oyuncu tarafından oynatılmayan, hareket-lerine DM’in karar verdiği karakterlerdir.

R O L

Y A P M A

Page 16: Gölge e-Dergi Sayı 1

16

Önsöz: İsimleri neden İngilizce kullandığımı sormayın, ben de bilmiyorum aslında. Belki okuma alışkanlığımdan kaynaklanıyor; sürekli yabancı isimleri gördüğümden yani kitaplarda. Belki hikâyem o tarz olduğundan, genelde yabancıların yazdığı türden yani. Belki biraz fazla çeviri kokuyor hikâyem, o yüzden. Dediğim gibi, bilmiyorum, ama Türkçe yazınca da çok garip geliyordu kulağa. Neyse, okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız…

*** Her şey o gün başlamıştı. O olaydan öncesine kadar normal denebilecek bir hayatları vardı aslında. Sabah erkenden kalkıp işe gider, akşamüstü döndüğünde biraz dinlenir, sonra küçük bebeğini severdi. Akşamları yemekten sonra da genelde arkadaşlarıyla buluşurdu. İçki içmediği zamanlar dışında iyi bir adamdı aslında. Arkadaşlarıyla buluşup kahveye giderlerdi ve kumar oynarlardı. Ama öyle yüksek paraya değil, çayları ödetmesine falan, parasının değerini bilirdi Jamie. Haftada iki kez de bara gidip içerlerdi ve işte tehlikeli olan akşamlar bunlardı. Çok içerlerdi ve beyinleri tamamen yok olurdu. Bu durumdalarken akıllıca bir şey yaptıkları hiç görülmemişti. Zaten Jamie’nin arkadaşlarını hiçbir zaman onaylamamıştı karısı, hem de o, içtikleri zaman ne yaptıklarını bilmiyordu. Biri onlara babalarının öldüğünü söylese bile buna katıla katıla gülebilecek kadar içerlerdi. Ondan sonra da sokağa çıkıp bir süre yürürlerdi, genelde her seferinde en az biri bir arabanın altında kalma tehlikesi geçirirdi. Yaptıkları gürültüden dolayı kafalarına bir kova su veya birkaç domates yerlerdi bazen. Sonra da ıssız sokaklara dalarlardı, gece yarısı neredeyse kimsenin geçmediği karanlık sokaklara… Bir köşeye sinip birinin geçmesini beklerlerdi sonra. “Bakalım bu akşam kurban kim olacak?” demişti Pug o gece gülerek, “Umarım tanıdık biri çıkmaz dostum, babamın bu sağlam yumruklarla ezilmesini pek istemem.” Hepsi de gülmüştü buna. Tam o anda sokağa vuran loş ışığın altında bir gölge hareketlenmişti. Hafif tombul bir adam topallayarak yaklaşıyordu. “Hedef görüş alanında, herkes yerini alsın, tamam!” dedi Jamie ve sesini duyurmadan gülebileceği en gürültülü ve sarhoş şekliyle güldü. “Bu seferki biraz şişman, çocuklar, devirmek için üçümüzün birden atlaması gerekecek.” diye fısıldadı Charles kollarını sıvayarak. Adam yavaş yavaş ışığın altından çıkıp karanlığa doğru adımını atıyordu. “Üç,” dedi Jamie aynı anda parmağıyla da göstererek. Adam iki adım daha attı. “İki,” diye fısıldadı sonra ve hepsi gözlerini aç kurtlar gibi açarak avlarına saldırmayı beklediler. Adam bir adım daha attı. “Bir” dedi Jamie ve son kez yumruğuna baktı, “şimdi” diye bağırdı bu kez ve şişman adam birden kendini yerde buldu, üzerinde üç kişi vardı. Adam altına siyah bir pantolon, üzerine de kareli bir gömlek giymişti ve kırmızı bir de kravat takmıştı. Elinde de siyah bir iş çantası vardı. Hemen dövmeye başlamadılar adamı, önce kurbanlarına biraz işkence çektirmeyi seviyorlardı. “Lütfen bana bir şey yapmayın,” diye yalvardı adam. “Çantada biraz para var, telefonum da cebimde, alın, hepsi sizin olsun, iki çocuğum var, lütfen.” “Paralar umrumuzda değil, değil mi beyler?” dedi Jamie diğerlerine sırıtarak, “tek istediğimiz terbiyeli iş

adamımızın biraz kendinden geçmesi. Bu arada, kravatın çok çirkinmiş moruk!” dedi ve adamın kravatına yapıştığı

gibi yukarı çekti. Adamın kafası şimdi havadaydı ve Jamie ile gözleri arasında 10 santimetreden fazla yoktu. “Bırakın

gideyim!” diye ağlamaya başladı adam birden. Üçü de onaylamazcasına başlarını salladılar. “Ağlayan erkekleri hiç

sevmeyiz, dostum.” dedi Jamie adama boynunu bükerek bakarken ve tam adam bir şey demek üzereyken elindeki

kırmızı kravata daha sıkı yapıştı ve adama bir kafa attı. Sonra üçü de kahkahalar atarak adamı dövmeye başladılar.

Adam yerden kalkamıyordu ve bir şey söylemeye kalktığı an Jamie’den ağzına bir yumruk yiyordu. Jamie bu adamı

çok sevmiş olmalıydı. Ya çok sevmişti, ya da bu kez içkiyi biraz fazla kaçırmıştı, herkesi böyle hırslı ve istekli

dövmezdi çünkü. Adam tekme üstüne tekme, yumruk üstüne yumruk yiyordu. Suratında henüz mor olmamış yerler

de korkudan kıpkırmızıydı. Uzun süre dövdüler adamı, şimdiye kadar sık sık yapmışlardı bu işi, ama şimdiye kadar

hiç bu kadar kötü bir şey olmamıştı, yani hiçbiri –ölmemişti… Ama bu adamı çok sevmişti işte Jamie. Bir süre sonra

Pug ve Charles durmuşlardı ve yerde boylu boyunca yatan adama ve ona hırsla vurmaya devam eden Jamie’ye

bakmışlardı. “Yeter bu kadar Jimmy.” dedi Pug, biraz endişelenmiş görünüyordu. Jamie kendini öyle kaptırmıştı ki

onu duymadı bile. “Yeter dostum!” diye bağırdı bu kez Charles, “Hadi gidelim!”. “Bu kadarcık mı çocuklar?” dedi

Jamie ısrar ederek, “Eminim bu adam fazlasını hak ediyordur, değil mi ufaklık?” Diğerlerinin ısrarlarına rağmen

adamı dövmeye devam ediyordu Jamie. Adamın açık renk gömleğinde artık kırmızıdan başka renk yoktu ve adam

çoktan mücadele etmeyi bırakmıştı. Ağzını açmaya bile gücü kalmamıştı hatta. Pug “Yeter artık dedik, Jim!” diye

bağırırken Jamie yumruğunu tüm gücüyle havaya kaldırıyor, adam da güçlükle son nefesini alıyordu. Jamie son

yumruğunu indirdikten sonra adamın gözleri yukarı doğru kaydı ve dua eder gibi duran parmakları çözüldü. Jamie

korkuyla diğerlerine baktı, onların onu neden durdurmaya çalıştığını şimdi anlamıştı herhalde. Adamın üstünden

fırlayıp Pug’a doğru fırladı ve omuzlarından tutup sarsmaya başladı: “Öldü mü Pug, söylesene, öldürdüm mü adamı,

neden beni durdurmadınız dostum? Aman Tanrım, bir adamı öldürdüm!”

Kovalamaca (Bölüm 1) Meriç Melike Softa

H İ K A Y E

Page 17: Gölge e-Dergi Sayı 1

17

“Hadi gidelim buradan, Jim.” dedi Charles sakin ama endişeli bir sesle. Bu söz üzerine üçü de koşmaya başladı. Neyse ki evleri çok uzak değildi. Ses çıkarmamaya çalışarak cebinden anahtarını çıkardı Jim. Eve girdiğinde şafak sökmek üzereydi. Banyoya gitti. Kanlı gömleğini çıkartıp yıkadı; küvetten akan kırmızı suları gördükçe adamın kırmızı suratı geliyordu gözünün önüne. Aynada uzun süre kendine baktı sonra, lanet baş ağrısı başlıyordu. Çok içmiş olmalıydı. Yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa gidip bir ağrı kesici aldı ve içti. Düşünmeliydi, oturup yaptıklarını değerlendirmeliydi ama şimdi bunu yapamayacak kadar başı ağrıyordu. Artık biri ona babasının öldüğünü söylese gülmezdi ve biri ona dünyanın en komik esprisini yapsa bile güleceğini sanmıyordu. O adama vurmaya başladığında büyük bir zevk duymuştu hâlbuki içinde, “birine acı çektirmek ve bundan zevk almak,” diye düşünmüştü, “harika bir şey…” Ama sarhoştu, sarhoştu ve yaptıklarını düşünemiyordu. Yani sarhoş olmak bir mazeret olabilirdi, değil mi? “Adam öldürmek için değil,” dedi içindeki ses. “O adam-“ diye düşündü sonra, “adını bile bilmediğim bir adamı öldürdüm, lanet olsun!” Yatak odasına girdi. Karısı her şeyden habersiz masum masum uyuyordu. Buğday sarısı saçlarıyla bebeğini düşündü sonra, masumiyeti… Sonra tekrar karısına baktı ve o an hayatında bir daha içki içmeyeceğine dair yemin etti. Yatağına yattı ama uyuyabileceğini pek sanmıyordu. Sağa sola döndü, baş ağrısından ölecekti. Bir süre sonra mayışmaya başladı, ama gözlerini kapadığı an öldürdüğü adam geliyordu gözünün önüne. Adamın kravatını çekerken görüyordu kendini, adam yalvarıyordu, dua ediyordu, Pug ve Charles ona bağırıyorlardı, o devam ediyordu, adamın yüzüne yumruk atıyordu, sonra adam elini uzatıp Jamie’nin boynunu yakalıyordu, diğer eliyle de Jamie’ye yumruk atı- birden gözlerini açtı Jamie, hayır, böyle bir şey olmamıştı. Hayal görüyordu, gözlerini kapatırsa tekrar görecekti. Ayağa fırladı ve oturma odasına gitti. Hava aydınlanmıştı artık. Adamı ne zaman bulacaklardı acaba? Sabah biri görünce ihbar ederdi herhalde, sonra polisler gelip inceleme yaparlardı… Hiç ipucu bırakmışlar mıydı acaba? Keşke arkalarına dönüp bir baksalardı. Of, başı çok ağrıyordu. Sabah düşünmeliydi bunları, gerçi sabah çoktan olmuştu ama… Biraz uyusa iyi ederdi aslında. Neyse ki ertesi gün pazardı…

Uyandığında sabah 9 olmuştu. Birkaç saat uyuyabilmiş olmalıydı. Yatak odasına gitti ama kimse yoktu. Sally uyanmıştı herhalde. Yatak odasına gitti. Uykunun baş ağrısına faydası olmamıştı, hatta daha da artmıştı baş ağrısı. “Günaydın” dedi Jamie karısına ve ikisini de öptü. “Günaydın canım,” dedi Claire güleryüzlülükle ve ekledi: “Jimmy, zeytin kalmamış da, beş on dakika Sally ile ilgilenebilir misin? Ben hemen bakkala gidip alayım.” “Ben giderim.” dedi Jamie karısı sözünü bitirir bitirmez. “Yani, sen otur, ben hallederim.”

Bakkal normalde evden 5 dakikalık mesafedeydi ama Jamie yolu uzatacaktı, çünkü yol üzerinde bir yere uğraması gerekiyordu. Neler olup bittiğini öğrenmeliydi.

Evet, tam düşündüğü gibi cesedin etrafını polisler ve insanlar sarmıştı. Çekinerek de olsa çembere yaklaştı Jamie.

“Üç kişilermiş,” diyordu polislerden biri diğerine Jamie çembere girdiği sırada. “Üç çift ayak izi var, biraz kanlı oldukları için anlaşılıyor, ama şurada bitiyorlar.” Jamie’nin yüreği ağzına gelmişti, ama neyse ki ellerindeki tek kanıt oydu. Hayır, hayır, tek değil; bir de içki şişesi vardı birkaç tane.

“Pis sarhoşlar!” diye bağırdı ön taraftan bir adam öfkeyle. İyice tedirgin olmuştu Jamie, arka taraftan başını uzatıp cesede baktı, adamın yüzü mosmordu ve gömleğindeki kan kurumuştu. Ama bir şeyler eksik gibiydi adamda. Ne olduğunu bilmiyordu, sarhoştu sonuçta bunu yaparken, ama bir şeyler eksikti adamda. Neyse, polislerin işiydi herhalde. Artık gitse iyi olurdu, daha fazla burada durmanın âlemi yoktu. Olan çoktan olmuştu; onu öldürmüştü. Adı neydi acaba?

“Ölen kimmiş?” diye sordu yanındaki adama, bir an tereddüt etmişti, adam çok kızgın görünüyordu çünkü.

“Martin Campbell,” dedi adam, “pis sarhoşlar dövmüş adamı, çantasını bile almamışlar hem de. Daha 36 yaşındaymış, iki de çocuğu varmış.” “Yazık olmuş,” dedi Jamie bunu gerçekten hissederek, “Martin Campbell” diye tekrarladı sonra yavaş yavaş oradan ayrılırken. Başını kaldırdı ve oradaydı, tam karşısında ona, gözlerinin içine bakıyordu. Siyah pantolonu, kareli gömleği ve kırmızı kravatıyla… Oydu…

-DEVAM EDECEK-

Kovalamaca (Bölüm 1) Meriç Melike Softa

H İ K A Y E

Page 18: Gölge e-Dergi Sayı 1

18

“Hangisinde?”

Üç, bilemediniz dört yaşlarındaydı; bana dünyada hala güzel varlıklara yer olduğunu hatırlatıyordu. Sarı saçlı, önünde araları boşluklu dört dişi olan güçlü kuvvetli bir oğlan çocuğu; telafuzlarıyla bile yüzünüzü güldürebilir inanın; ama o bununla da yetinmiyordu zaten. Bir büyüğünden öğrendiği oyunla bizi bütün bir gün boyunca neşelendirebilirdi, bilirsiniz canım; hani şu bir nesnenin bir elde saklanıp karşı tarafa “Hangisinde?” diye sorulduğu oyun. Yarışmacı cevabını verince nesneyi elinde tutan kişi kollarını arkasına götürür tekrar hani.

Evet, işte o; yalnız onunla oynadığımız oyun biraz daha değişik, biraz daha basit ve biraz daha masumdu. “Bebekler dünyanın en saf varlıklarıdır.” benzeri beylik bir laf etmek istemiyorum, zaten pek de inanmam buna (Gözlerim beni yanıltmıyorsa 21.06.1976 yılında bu konuyla ilgili bir yazı yazmışım.). Ama o aslında bana bu sözün doğru olduğunu da gösterdi...

*

...Birkaç şehri kapsayan bir Orta Avrupa turuydu. Viyana’ya hiç gittiniz mi bilmiyorum ama çok güzel bir kulesi vardır oranın, “Donauturm” ya da Tuna Kulesi. Normal bir müşteri olarak 165. katına kadar çıkabilirsiniz bu dev yapının, girişteki sunumla birlikte asansörün şeffaf tavanından geride bırakılan katları izlemek insanın ağzını bir anlığına da olsa kapatmasına izin vermez. En cezbedeci özelliğiyse kulenin aralıksız olarak kendi ekseninde dönmesidir. 3 Euro’ya bir kahve alıp tüm geceyi Viyana’nın ışıklı eserlerini ve Tuna nehrinin büyüleyici yansımalarını izleyerek geçirebilirsiniz.

Onlar da öyle yapıyordu zaten; iki çocuk ve bir anne. Çocuklardan biri gerçekten çocuk denecek yaşta, diğeri ondan beş altı yaş daha büyüktü sanıyorum; annenin yaşıysa gereksiz elbet. Zaten onun hakkında anlatacak daha çok şey var, ağlıyordu mesela; böyle romantik ve özel bir mekanda, dönen kulenin tüm şehri cam fanus içindeki bir karınca kolonisine dönüştürmesine rağmen, yanındaki oğullarına, arkasında kahkahaları ardı ardına koyuveren Hint kadına rağmen ağlıyordu. Neden ağladığını gidip soramazdım elbette ama konuşmalarına, istemeyerek de olsa, kulak misafiri olmuştum…

*

...O karşısındakinin her zaman kaybetmesini isteyen diğer çocuklar gibi değildi, basit bir kağıt parçasından oluşan nesneyi size göstererek alırdı eline; arkasına götürme ihtiyacı da duymazdı. Böyle bir varlığı üzmek istemediğiniz için bilerek boş elini seçerdiniz “Yoook.” İçten bir şekilde gülümserdi söylerken bile, ardından bildiğiniz gibi ellerini gizleyerek nesnenin yerini değiştirmesi gerekirdi ama o bunun yerine büyük bir iyi yürek ve saflıkla aynı şekilde uzatırdı ellerini. Cevabı bilirdiniz ama hala onun kazanmasını isterdi içinizde bir şey, “Yoook.” ve ardından gelen başka bir sıcak gülümseme. Aynı şekilde seçenekleri önünüze tekrar sunduğundaysa başka çareniz kalmamıştır artık, “Eveeet.”. Normalde bir çocuğun böyle bir durumda itiraz etmesini, hatta belki de ağlamasını beklersiniz; “Hayır bu sayılmaz, bir daha yap!”. Emredercesine üstelik. Oysa siz kazandığınızda da sevinirdi ya da belki de…

*

... Büyük çocuk bir tiksinme ifadesiyle masadan kalktı, küçüğüyse belli ki taraflar arasında bir seçim yapmak zorunda hissediyordu kendini ve kararını kolayca verebildiği söylenemezdi. Bacakları huzursuzca kımıldanıyordu; bir annesinin yüzüne bir kocaman şehre bakıyordu; masanın üstündeki, midesini bulandırmayacak miktarda rom da içeren sıcak çikolatası ve teselli edilmeyi bekleyen annesiyle kalakalmıştı.

Annenin aklıysa ayaklarının altındaki şehirden çok uzaktaydı; arada sadece 20 yıl vardı, 20 yıl, nedir ki? Bugün üniversitede okuyan bir genç neredeyse 20 yılını okulda geçiriyor; okulda geçen 20 yıl gerçekten de büyük oğlunu bu kadar değiştirebilir miydi? Kendisi hala aynı insandı, gelişen çağa ayak uyduramadığı için kendini suçladı bir an; oğluna toz konduramıyordu hala. O sırada küçük olan da tuvalete doğru gitmek üzere masadan kalktı, nefes almak istiyordu belki de...

*

Hangisinde? Doruk Cansev

H İ K A Y E

Page 19: Gölge e-Dergi Sayı 1

19

Yaşlı ve garip kokan bir adam olduktan sonra kalın bir gözlük ve hatta büyüteçle kendi yazdığnız günlüğü okumak nasıl bir duygudur bilir misiniz? Üstelik o günlük kendinize değil de bir başkalarına yazılmışsa; tıpkı şu an (Şu an kavramı sizin içinse bu günlüğü okuduğunuz andır elbette.) yazdığım bu günlük gibi... Bazı bölümlerde uyuyakalmak ve bu yüzden konudan konuya atlamak... Defteri sonuna kadar okuyamayacak kadar ihtiyar olmama rağmen bu anımla ilgili havaalanındaki küçük bir olay daha aklımda kalmış. Bu sefer günlükten günlüğe değil de hafızamdan size bir alıntı yapacağım: Herkes hazır bir biçimde bavullarının gelmesini bekliyordu; kimisi tedirgin, içerideki çalışanlardan şüpheleniyor belki de geçmiş deneyimlerine dayanarak. Bazıları çevresindekileri kontrol ediyor kendi bavulu çalınmasın diye, kimisi cep telefonuna sarılmış bile; sanki iki saatlik bir uçak yolculuğu hayatlarından aylar çalmış gibi bir halleri var.

Ben mi; ben müzik dinliyorum; “Look at all the lonely people...”* dizelerini mırıldanıyor John Lennon kulağıma, sahi bugünlerde siz gençler hala The Beatles dinliyor muydunuz?

Neyse, fazla uzatmayayım; dediğim gibi yolculuğun sonunun geldiğine inanamayanıyla uykusunu uçakta alamamışıyla tam takımdı grup.

O anda anne ve iki çocuktan oluşan aileyi gördüm; büyük olan, annesine oldukça mesafeli duruyordu ve belli ki bavul işini de kardeşine yıkmıştı. Çocuk üç bavulu da aldı, hata yapmamıştı, malını başkasına kaptırmamıştı ve belli ki takdir edilmeyi bekliyordu; o dönemleri siz daha iyi bilirsiniz, tatmin olmak ve gelişmek... Her çocuk gururunun okşanmasını ister, ancak o takdir almak yerine vergisiz alışveriş edilen marketlerden birisine giden annesinin ardından bakakaldı sadece. Yarım saat boyunca orada öylece oturdu annesini beklerken, abisiyse ortalıkta görünmüyordu; küçük yalnızdı gerçekten de.

O an kulaklığımı aşan bir ses duydum, çok tanıdık bir ses: “Hangisinde?” Dönüp bakmama gerek yoktu, neyle karşılaşacağımı biliyordum. Birkaç dakika içinde aynı soruyu dört veya beş kere daha duydum, pek yüksek sesle dinlemiyordum. Masumdu, her haliyle, her tavrıyla masumdu o çocuk; Küçük’e baktım, çok yalnızdı ve kararını veremiyordu bir türlü, orada öylece kalakalmıştı, yalnızdı; ardından abisini gördüm, insanları süzüyordu ve belli ki haklarında kendince yargılara varıyordu. Gözlemcilik mi, hor görme mi, eskiden kalma bir alışkanlık mı?.. Adını siz koyun, ben hala gerçeğin ve benliğin hangisinin içinde hapsolduğunu bulamıyorum…

* “Tüm şu yalnız insanlara da bakın...”

Hangisinde? Doruk Cansev

H İ K A Y E

Page 20: Gölge e-Dergi Sayı 1

20

Kalabalık sustu. Kralın mermer merdivenlere inen adımlarının sessiz gümbürtüsü herkesin saygıyla susmasını sağlamıştı.

O da yanındaydı... Kralı korumaktı görevi, ne pahasına olursa olsun... Bu görev sırasında ölmenin nasıl olacağını düşledi; loncada yüksek bir yerdeyken, böylesine önemli bir görev sırasında ölmek.. Gülümsedi..

Bakışlarını yere çevirdi ve şaşkınlıkla gözlerini kırptı. Bir an önce parlak mermerin üzerine olan kurumuş kan damlaları gözlerini tekrar açtığında yoktu. Eğer bunu gören normal bir insan olsaydı fazla önemli olmazdı ama O’nun için işler farklıydı. Kısa süre sonra yaşanacak olayların anlık bir özetiydi gördüğü, ve kesinlikle iyiye işaret değildi. Ama hayatının son anlarını yaşadığından da haberdar değildi elbet.

Kral son basamağa varmıştı artık, ama duyulan ıslık sesi, kralın alt basamağa inmek üzere olan ayağından çıkmıyordu kuşkusuz, bir ok; ucu yeşil yeşil parlayan bir ok kralın göğsüne doğru yol alıyordu, ancak saplandığı yer orası değildi. Hayır, yönü değişmemişti okun, sadece bir engel çıkmış ve durdurmuştu onu.

Göğsünün solundan akan kana baktı; ne düşünüyordu ki? Belki bu önemli görev sırasında fırsatı varken ölmek istemişti, belki de yıllardır yaptığı görevler sırasında kazandığı bir refleksti sadece.

Zehir, vücuduna inanılmaz bir hızla dağıldı, bedeni kaskatı, yere düştü; cansız olarak...

Kovalamaca da aynı anda başladı. Çeşitli yerlerdeki altı gardiyan, hizmetçi kılığındaki üç suikastçiyi yakalamak için harekete geçti. Bu sırada kral da yalnız bırakılmıştı...

Suikastçılar büyük bir hızla sarayın üç farklı noktasına dağıldı ve gardiyanlar da ikişerli gruplar halinde peşlerinden gitti.

İkisi kolay geçmişti savaşlardan, iki suikastçı cansız yatıyordu ancak onlardan biri, karşısındaki iki gardiyanı çok zorluyordu.

Taht odasına yakın bir yerlerde süren mücadelede gardiyanlar saldırıyor, suikastçı, iki elindeki iki kılıcıyla onları püskürtüyordu, tekdüzeydi. Ta ki suikastçının ağzından normal bir insanın anlayamayacağı kelimeler dökülene kadar. Devamına etrafa yayılan enerji dalgası sarayın zeminini parçalamış, gardiyanların zırhlarını kırmış ve onları iki farklı duvara fırlatmıştı, çarpmanın ardından birisi ayağa kalkamadı; boynu kırılmıştı..

Diğeri ayağa kalkmayı başardı, öfkeli, çok öfkeliydi. İkiye ayrılmış kılıcının elindeki kısmını yere bıraktı ve elini, belinde asılı duran keselerinden birine daldırdı, anlaşılmaz sözler onun da ağzından döküldü. Son kelimeyi söylemesiyle beraber yüzü alaycı bir gülümsemeyle kaplı suikastçının ifadesi değişti, saf acıydı artık. Acı dolu çığlıkları da sarayın koridorlarında yankılanıyordu. Canlı canlı yanıyordu adam!

Çığlıkları duyup arkadaşlarının yanına geldi canlı dört gardiyan, boynu kırık bedeni de yanlarına aldılar ve sessizce bahçeye gittiler, düğünün gayet sakin bir şekilde başladığı yere.. Prensin düğünü beş ölümle bitmişti.. Ne acı !

Bahçeye geri döndüklerinde herkes sessiz bir şekilde bir yerlere çökmüştü, ayaktaki tek kişi bitik görünen prensti, yanlarına yaklaştı:

“Babam... Yok !..”

-DEVAM EDECEK-

Sessiz Savaş Göksu Yıldırım

H İ K A Y E

Page 21: Gölge e-Dergi Sayı 1

21

Konuyu beğenmediniz mi? Dört gündür evde ilaçlı bir halde, parazit gibi dolaşıp beyin hücrelerimi öldürdüğümü düşünürseniz daha mantıklı bir yazı beklememeliydiniz zaten. Şimdi; dergiyi bilgisayardan takip ettiğiniz için okuma pozisyonunuz için önerileri yapamıyorum, en fazla koltuğunuzu kaldırın veya monitörünüzü indirin diyebilirim ama her şeyden önce kendinizi bu yazıya ve olmayan bir evrenin yine olmayan saçma kanunlarına hazırlayın. Öncelikle bahsetmek istediğim teorim köşenin adına da uygun olarak aynalarla ilgili ancak bunun için size büyük kısmı yanlış, ama hepsi de eksik biraz bilgi daha vereceğim varsaydığımız evren hakkında. Uzayın sonsuz olduğunu düşünelim işi kolaydan almak için, sonsuz olabilmesi için her şekilde ilerlemesi ve her şeyi kapsaması gerekmez mi? Peki bu her şey tanımı nedir bizim için? Filozoflar ve bilim adamları uğraşadursun, dünyanın en yaşlı hayvanı olmasını umduğum kuzgun, dünyanın ilk zamanlarında bu tanımı yapmış zaten benim için; o “her şeye” bakabilmek için kendisine ve kendisini meydana getiren rastlantılara bakıyor. İlk kez karaya çıktığını gördüğü dostu balığın bir taşa takılıp tökezlerken öldüğünü düşünüyor ve bundan doğan sonuçların değiştirdiği edimlere bir başka “her şey” diyor. Sonra ben geliyorum ve dün yediğim mandalinanın kabuğunu ayağa kalkmaya üşenmeyip de direk çöp kutumun içine atsaydım yine her şeyin değişip yeni bir “her şey” kuracağını iddia ediyorum ve bu şekilde evrendeki her olasılık kendi “her şeyini” kurmaya odaklıyor kendisini. O zaman evrenin sonsuz olduğunu düşünürsek o içerdiği sayısız “her şey”den birinin her şeyinin şu an yaşadığımız “her şey”lerden birinin her şeyiyle kesişmesi mantıklı değil mi sizce de? Kafanız mı karıştı, yok beklediğiniz gibi baştan almayacağım; zaten öyle olsaydı bu yazı bir dergide değil de radyoda olurdu siz de başa dönemezdiniz. O yüzden takıldıysanız siz başa dönün, bana ne. Neyse efendim, yazının sonuna yaklaştınız zaten merak etmeyin. Şimdi benim var saydığım teoriye göre bizim bir aynada gördüklerimiz sadece tüm olasılıklarımızın uyuştuğu bir başka “her şey”dir. Zira uzaydaki her şey kendi görüntüsünden ışık huzmeleri yollar ve bunların durmadan, arkasına siyah zemin konmuş bir camdan yansıması bence hiç de saçma değildir, işte benim aynalar teorime göre bizim acınası duyu organlarımızsa sadece bizimle her şeyi uyuşan bir “her şey”i görmemize izin veriyor. Durun, örnekle de açıklıyorum. Şimdi Narkissos’u bilirsiniz belki, bugün bazı insanların bana da yakıştırdığı “narsist” sıfatının hikayesi bu hanımdan doğmuştur. Kendisi öyle güzel öyle güzeldir ki ovadan ovaya koşuşan tanrı Ekho’yu bile aşık eder. Ancak onu umut verse de iş ciddiye binince onu reddetmekten de geri durmaz ve Aphrodit’in şimşeklerini de üzerine çeker böylece. Ardından da bir nehir kıyısındayken yansımasını gördüğünde “kendi görüntüsüne” aşık edilir Aphrodit tarafından ve suya baka baka ölür; herkes üzülür vesaire vesaire. Hayır, bu hikayeden alınması gereken ders kibirli olmamak gerektiği falan değildir efendim, benim bu mitolojik öyküden çıkardığım sonuç Narkissos’un yine evrende dolaşan başıboş bir görüntünün (Ki yine bence, bu görüntü o ana kadar yaşanmış her şeyin uyuştuğu bir başka “her şey”in yansımasıdır.) suda oluşan yansımasına aşık olmasıdır. Nitekim ben bazılarına göre bunun tersinin ispatı olsam da insanın kalbinde iki kişiye yer vardır ve bu iki kişiden biri herkes için doğuş itibariyle kendisiyse, diğeri ya başka bir insan ya da kendisinin bir “her şey”den yansımış görüntüsüdür... Yazının burasına kadar dayanabilecek kadar sabırlı bir insansanız bu cümleyi okuyorsunuzdur ve işte sizi sabırsız insanlardan ayırt etmem için ipucunu da buraya koyuyorum, eğer bir şekilde bu cümleleri okuyup buraya kadar geldiyseniz okulda beni bulun ve müteakip cümleyi söyleyin; ben de sizi takdir edebileceğim böylece. Zorun neydi senin kardeşim. Ünlem işareti koysaydım sabırsız okuyucular da rastlantıyla o cümleyi okuyabilirdi veya paragraf sonunu o cümleyle bitirdiğim takdirde de aynısını yaşayabilirdiniz, sadece siz sabır taşlarını yüceltmek için uğraşıyorum bu kadar. Şimdi de sadece son paragrafı okuma üşengeçliğini gösteren arkadaşları elemek için üstteki paragrafı son paragraf yapmaktan azat edecek paragrafı okuyorsunuz, hepsi siz sabırlı insanları özel hissettirebilmek içindi gerçekten. Haydi okulda görüşürüz. (Umuyorum bu cümleyi de sadece sabırlı olmuş okurlar anlayacak.)

Kuzgun Aynası Doruk Cansev

KÖŞE

Page 22: Gölge e-Dergi Sayı 1

22

Merhaba arkadaşlar…

Bu köşe aslında benim favori köşemdi, çok yaratıcı şeyler olur diyordum; ama baktım ki bu köşeye ne yazabileceğimi bulmak çok zormuş. Önce dedim yazıya böyle başlayıp buradan uzatarak bir şeyler yazayım, ama sonra “olur mu böyle yazar köşesi?” dedim, bir konum olsun dedim, “Dünyanın Enleri”ni seçtim…

Peki bu konu nereden aklıma geldi? Şöyle ki; “Hotmail”e maillerime bakmak için her girdiğimde, menünün alt kısmında gereksiz, saçma haberler oluyor, bakıyorum, gülüyorum falan… Mesela “Var mısın Yok musun”u izlemediysem giriyorum “Hotmail”e, tak çıkıyor dünkü bölümde kim ne kazanmış… Fifti Sent çıktığında oradan takip ettim mesela ne kadar kazandığını. Kristina Agulera’da da… Ehem, neyse, girdim ne var ne yok diye “Hotmail”e bakmaya, bir gezdim sayfayı, “Dünyanın Enleri” testini buldum. “Bu konu güzelmiş,” dedim, çözdüm testi (5’te 3 mü ne yaptım, yanlışlarım da annem yüzünden, 3 metre köpek mi olurmuş, 30 santim bel mi olurmuş diye diye yanlış yaptırdı bana). Neyse sonra yazdım google’a “Dünyanın Enleri” diye, çıkan sitelerden www.enler.org’a girdim. Uzun lafın kısası; aşağıdaki bilgiler enler.org’dan alıntıdır…

Dünyanın en elektrikli hayvanı olan elektrikli yılan balığı 500 watt’lık elektrik üretebilirmiş... (Allah kimseye elektrikli yılan balığı göstertmesin.)

Dünyanın en zehirli yılanları olan İnland Taipan yılanları 250 bin fare ve 125 insanı öldürebilecek kadar zehir üretebilirmiş…

İstatistiklere göre 2007'de BitTorent P2P protokolü ile en çok indirilen film Transformers’mış… (Yasak değilmiş gibi bir de istatistiğini tutuyorlar.)

Dünyanın en hızlı uzaktan kumandalı model arabası yaklaşık 216 Km/h hıza ulaşabiliyormuş…

İstatistiklere göre Mehmet Türkiye'de en çok kullanılan isimmiş... Ülkemizde her 35 kişiden birinin ismi Mehmet’miş ve Türkiyenin %28.92 si Mehmet ismini taşıyormuş…

Dünyanın en pahalı teknik direktörü İngiliz Milli Takımı'yla yıllık 12 milyon dolara yaptığı 4,5 yıllık sözleşme ile Fabio Capello imiş…

Beyni toplam ağırlığının %6’sını oluşturan karıncalar cüssesine göre en büyük beyne sahip canlıymış... Aynı yüzde insanlarda olsaymış kafamızın normalden 3 kat daha büyük olması gerekirmiş...

Ve arkadaşlar şu anda fark ettim ki bu sayıda sadece karıncalar üzerinden bile gidebilirmişim, işte karıncalar hakkındaki diğer ilginç bilgiler:

-Karıncalar, termitler ile birlikte tarımı ilk kullanan canlılardır. Yuvalarından belirli alanlarda fungus

(mantar) yetiştirirler. -Karıncaların baharda ortaya çıkan ve kanada sahip olan türleri üremek ve yeni yuva kurmak için dışarı

çıkar. -Bir karınca kendi ağırlığının 50 katı ağırlığı kaldırabilir. -Ve ayrıca karıncalar insanlar gibi ordu kurup kendi kolonilerini korurlar. Bazen de koloniler arasında

insanlar gibi savaşırlar. -Bazı karıncalar ise yemek bulmak için ilk önce öncü karınca yollarlar, bu karıncalar yemek ararken koku

molekülleri bırakırlar, bunun sebebi yemekleri kaybetmemek istemeleridir. Daha sonra da yuvaya gidip diğer karıncalara haber verirler, onlar da koku moleküllerini izleyerek yemeği bulurlar.

-Karıncalar 130 milyon yıldır yaşıyor ve şu anda 10.000 trilyon tanesi dolanıp duruyor. Gezegenimizdeki karıncaların toplam kütlesi gezegenimizdeki insanların toplam kütlesinden fazladır.

Neymiş bu karıncalar be! Çok güzel hikâye çıkar buradan da, neyse başka sayıya artık… Bu arada, çok uğraştık, çok çabaladık, umarız dergiyi beğenirsiniz… :) Haydi hoşça kalın…

Multimedya Mesaj Servisi Meriç Melike Softa

KÖŞE

Page 23: Gölge e-Dergi Sayı 1

23

-Yazarımız Kanarya Adaları’nda yaptığı tatil nedeniyle bu ay yazısını yazamayacaktır... Peki soracaksınız ne işi var Galatasaraylı adamın Kanarya Adaları’nda diye, size ne diyeceğim ben de, her şey futbola çekmeyin kardeşim, heey arkadaşım çekme sen de, hoop hoop o el insin !

-Yazarımız sağlık sorunları nedeniyle bu ay yazısını yazamayacaktır... Sağcı solcu ayrımı yapmayın arkadaşım, hepimiz sporcuyuz sonuçta! Hayır, futbol değil. Basketbolcuyuz, hentbolcuyuz, eskrimciyiz hepimiz !

-Yazarımız kafasına esmediği için bu ay yazısını yazmayacaktır... Dağılın ! Gözüm görmesin sizi, yıkılın karşımdan... Daş yok mu daş!?

-Yazarımız yazısını yazdı ama biz kaybettik yazıyı, ne sorumsuz insanlarız biz? Öylesiniz valla, hem de yüzsüzsünüz, hem kaybedin hem yazın buraya ne sorumsuz insanlarız biz diye!

-Sen de mi Brutus? Ha? Bu konu ne zaman açıldı ? Konuyu değiştirip kurtulabileceğinizi mi zannediyorsunuz yoksa siz? Nerede kaldı yazılar !?

-Aradığınız numaraya şu and... Yemezler canım, yazılar diyorum !

-Tamam abi, kızma.. Ee.. Neee “eee..” si !?

-Abi Kanarya Ada... ahh, vurma !

Ruh Soygunu Göksu Yıldırım

KÖŞE

MÜZİK KUTUSU

Kamelot - March of Mephisto

Blind Guardian - Sacred

Skyclad - Like... A Ballad for Disen

Avenged Sevenfold - Seize the Day

Slipknot - Snuff

Page 24: Gölge e-Dergi Sayı 1

24

İlk sayımızda hem eğlenceli hem de “bir bakıma” ciddi olan, hepimizin gayet iyi bildiği bir konuya değinmek istiyorum: Eurovision! Avrupa’nın güzide seslerini gayet belirleyici olan bir seçimle belirleyen(!), her sene yapılan ve büyük bir heyecanla izlenen bu yarışma hakkında genel bir bilgi verelim: Eurovision Şarkı Yarışması, Avrupa Yayın Birliği’nin 1956’dan beri düzenlediği dünyanın en ünlü ve en uzun soluklu yarışmasıdır. Eskiden, katılımcı ülkelerin oluşturdukları halk jürileri puanlamayı yaparlardı. Tabii işin içerisine politika ve milliyetçilik girerdi.İlk kez 1997'de telefonla oylama sistemine geçildi.Artık milyonlarca insan, oylamanın kaderini tayin edebiliyor.Puanlama şekli ise değişmedi.1'den 12'ye kadar oy veriliyor.Tabii bu, hangi şarkıya kaç izleyici tarafından oy atıldığına göre belirleniyor. Türkiye bu yarışmaya ilk olarak 1975 yılında, Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika”sıyla katıldı ve sonuncu oldu. İstenilen sonucun elde edilememesi üzerine yılmayan Türkiye, 1986’da 9’unculuk alarak ümitlendi ve 1997 yılında Şebnem Paker’in ülkeye üçüncülüğü getirmesi, yarışmanın yavaş yavaş ülke genelinde duyulmasını sağladı. 2003 yılında ise Sertab Erener “Every Way That I Can” parçasıyla Türkiye’ye yarışma tarihindeki ilk ve şu an için tek birinciliğini getirdi. Bu sayede yarışmanın ertesi sene Türkiye’de düzenlenmesini sağladı. Ayrıca bu başarı, yarışmanın kendinden tüm Türkiye’de söz ettirmesini başardı. Zaten o yıldan sonra Türkiye başarı çıtasını daima yüksek tuttu. Popüler kültürün kapitalist yönünü pompalayan, dev müzik yapımcı şirketlerin ellerinde oynattığı, sıradan insanların peşine düştüğü, hiç bir müzik adamının değerlendirmede bulunmadığı, bizim sizin gibi sıradan insanların seçtiği bir müzik şölenidir aslında Eurovision Şarkı Yarışması. Gerçekten de, oylama şekline, esas müziksel kalitesine rağmen Avrupa’da ve Dünya’da gördüğü rağbet şaşırtıcı derecede fazla. Bunun nedeni gerçekten de tartışılır. Bazı ülkelerin, sırf tecrübe kazansın diye yolladığı yarışmacılara karşın, bizim inanılmaz şekilde ciddiye almamız, kim katılsın, şarkı hangi dilde söylensin diye yaptığımız tartışmalar, “biz o ülkeye tam puan verirken o niye bize hiç puan vermiyor” gibi aylarca kafamızı kurcalayan sorular daha da şaşırtıcı! Bu sene ise, TRT’nin uzun uğraşları sonucu Türkiye’yi temsil edecek yarışmacı Hadise oldu. Şarkısı “Düm Tek Tek” i de 2009 yılının ilk dakikalarında TRT’de bizlerle paylaştı. Yeni Yıla “Hadise”li bir giriş hiç de fena olmadı bence. Ayrıca şarkı hakkındaki düşüncelerim de gayet olumlu, çok kıpır kıpır ve gerçekten sözlerinin anlaşılmasına gerek olmadan herkesi hareketlendirebilecek bir parça. Zaten Hadise’nin bu türdeki şarkıları yorumlama seviyesinin çok üst seviyelerde düşünüyorum. Bu parçada da yeteneğini konuşturup gerçekten başarılı ve Eurovision’da derece getirebilecek bir parça ortaya koymuş. Bu parçanın oluşturulmasında emeği geçen herkese teşekkür etmek gerekir. Eğer her zamanki gibi sabit tam puanlı ülkelerimizden (Almanya, yeni de olsa Azerbaycan, Hollanda ve Fransa vb.) puanları alırsak, çok iyi bir derece elde edeceğimize eminim! Umarım ki, bu görüşlerimde yanılmıyorumdur ve Eurovision gibi üst düzey bir yarışmada bunu gerçekleştiririz de, diğer Avrupalı ülkelerin önünde boynu bükük kalmayız(!) Son olarak ilk sayıdaki yazımı şarkının sözleriyle bitirmek istiyorum:

Çekirge Osman Kaan Yılmaz

KÖŞE

Baby you’re perfect for me You are my gift from heaven This is the greatest story of all times We met in like in a movie So meant to last forever And what you’re doing to mev feels so fine Angel I wake up And live my dreams Endlessly Crazy for you Can you feel the rhythm in my heart The beats going Düm Tek Tek Always out it like there no minute Feels like there’s no way back Can you feel the rhythm in my heart The beats going Düm Tek Tek Always out it like there’s no minute Feels like there’s no way back

Baby i read all answers İn your exotic movements You are the greatest dancer of all times You make me feel so special No one can kiss like you do As it is your profession Feel so fine Angel i wake up and live my dreams Endlessly Crazy for you Can you feel the rhythm in my heart The beats going Düm Tek Tek Always out it like there no minute Feels like there’s no way back Can you feel the rhythm in my heart The beats going Düm Tek Tek Always out it like there’s no minute Feels like there’s no way back

Can you feel the rhythm in my heart Can you feel the rhythm in my heart The beats going Düm Tek Tek Always out it like there no minute Feels like there’s no way back Can you feel the rhythm in my heart The beats going Düm Tek Tek Always out it like there’s no minute Feels like there’s no way back Always out it like it no minute Feels like there’s no way back Always out it like there’s no minute Feels like Düm Tek Tek!!

Hadise—Düm Tek Tek

Page 25: Gölge e-Dergi Sayı 1

25

“Last night Doctor Carry Jake has been found dead in his apartment. The reason of death is not clear. The scient—“ He turned the TV off. “It makes twelve with this one.. Twelve deaths without any reason.. Weird, huh..” He was talking to no one, he had no one; no family, no wife neither child nor a girlfriend, all alone, and you know; he kinda likes it. No murmuring wife, no risk that children set the house on fire... He goes to work at 9:00 and comes back home at 19:00, then he gets himself a beer and watches TV, usually. Ah- and there is that PlayStation, he bought it last month, sometimes he plays with it, too. He doesn’t like listening to music, and his favorite color is iceblue, though he doesn’t know why. Actually I do, but I’ve no intentions of telling it. He likes watching comedy films and reading comics, especially “The Darkness”, it’s his favorite one. He kneaded his neck, last night he fell asleep while he was watching TV, so his back hurts now. He doesn’t take a shower every morning, he thinks it’s unnecessary, for him it’s OK to have three times a week. Oh, it’s unfortunately the end of my the place I own, I don’t mean the “physical” place, I mean my place in the mind of my teller. I know, it was boring this chapter, but there will be some action in the next one. I promise..

TO BE CONTINUED

Soulthief — Chapter 1 Göksu Yıldırım

Y A B A N C I

D İ L

Page 26: Gölge e-Dergi Sayı 1

26

“I’m having nightmares every night, it’s – it’s not stopping and – they all are about, I mean, I always hurt someone in them…” “I see” said the psychologist, he was always saying like that, but that had never helped him. Gary Taylor was 28 and a movie-reviewer. He was living in a small home alone and hadn’t so many friends. Actually he had an ordinary life, till those nightmares… Yes, he was watching a lot of horror films, but that was different. These ones were really very terrible. “You watch a lot of horror films?” said the psychologist; he had told finally something different except “I see”. “Of course I do, that’s my job. But it’s got nothing to do with that, no! They’ve just started this week and, I’ve never seen a horror film like that. I mean, look, I kill someone in each nightmare!” He whispered at the end. “That’s not good, I guess… Take these medicines, Mr. Taylor, they’ll be good for you.” “I will. Thank you.” But that wasn’t going to work. These were really different; like real. And it was getting worse every night. And now, it was getting darker again, he was going to have to sleep, even if he doesn’t want to… He took the medicines and went to bed. Finally he fell asleep. It was dark and he was walking in a narrow, deserted street. There was just a dusky lighting from a lamp at the end of the street. He had something in hand but he didn’t know what it was. He listened to the street; there was just the sound of the sobbing of a woman. “Help me, please… Help…” she was saying with a weak voice. He came closer to her, the sound was closer now. He felt the object in his hand again. Then he saw her; she was blond and her pale skin seemed paler in the dusky light. He knew her, he had seen her somewhere but she seemed like she didn’t know him. “I had told you you would pay for it!” he whispered with a frightful voice. As if it wasn’t his voice, it was someone else’s… The woman tried to say something, but she couldn’t. But she had known him in that moment. “I’m- forgive me, please! I, I really didn’t want to kill her.” Finally she whispered difficulty. “Just- pity, please. I’m injured, just help me.” He pointed the thing in his hand to the woman. Then he noticed what it was: a knife. “You can’t, please, no!” begged the blond woman. But it was too late for begging. A screech was heard and he felt the warmth of the blood. He felt so good! “Knock knock knock! “ He leaped up and looked around. He was in his room and the door was knocked. “I’ve brought your bread and newspaper, sir.” called the doorman. “I- yeah, yeah I’m coming.” said James. He was still breathing difficulty. He opened the door and took the bread and the newspaper. “Are you OK, Mr. Taylor?” said the doorman. “You look pale.” Pale… Oh yes, she was pale, too. Damn it, who was she? What were those nightmares? “I’m OK, Mike, thanks.” He left the newspaper and the bread on the counter after he closed the door. He was going to wash his face, he had to. But he couldn’t, because he had seen something and had shocked. On the newspaper, there was a pale-seemed woman. She was blond and a dusky light was shining on her face. It was her! He read the news quickly: “Last Night in Chicago, a woman who named Caroline McGregor was found dead. She was knifed from an unknown person in a narrow street. She was probably injured before the happening. …” “That cannot happen!” shouted James to himself. “I- I didn’t- no, it’s just… Oh, God!” What to do now? He thought that he was killing someone just in his nightmares. Now was he really doing this? Or was he just seeing a murder which someone else committed? Would the nightmares continue? He tried to remember the woman. She had said she hadn’t wanted to kill her. To kill who? He would remember her definitely if she had killed someone he knew. He turned on his computer. He had to find out what was going on.

-TO BE CONTINUED-

Clairvoyance — Chapter 1: Bad Dreams Meriç Melike Softa

Y A B A N C I

D İ L

Page 27: Gölge e-Dergi Sayı 1

27

E ğ l e n c e

Tabu, zeka seviyesi belli bir seviyenin üstündeki kişilerle oynanması tehlikeli bir oyundur, eğer

ki böyle birisiyle oynuyorsanız, kalbinizin sağlam olduğundan emin olun…

Kelime: Baraj

- Hani futbolcular kalenin önüne kurar maçta.

- Pusu.

-!!!!

Kelime: Zebani

- Allah’ın meleklerinden biri.

- Azrail?

- İlk üç harfi çizgili bir hayvanı çağrıştırıyor.

- Zebrail?

Kelime: Iskalamak

- Dart oynarken neye atarsın?

- Hedef tahtasına...

- Attın vuramadın mesela, ne oldu?

- Hedefi vuramadım.

- Tamam da nedir yani o olay?

- Tutturamamak, kaçırmak..

- Hayır nedir başka ismi var onun.

- Tam 12'den vuramamak!..

- Oldu...

Kelime: Telepati

-Hani ben sana bir şeyi anlatmaya çalışıyorum ama sözle değil beyin dalgalarıyla falan...

-Aaa neydi ?? Teletabi!..

-Tamam telesi kalsın kedilerin eline ne denir?

-Buldum telepençe!

-Offf beee bir kere de bil be...

Kelime: Cumhuriyet

-Atatürk ne kurdu?

-Kitap kurdu...

İnternetten Seçmeler

http://www.jjchandler.com/tombstone/

Kendi mezar taşınızı hazırlayın !

E Ğ L E N C E

Page 28: Gölge e-Dergi Sayı 1

28

4 8 15 16 23 42

G E L E C E K S A Y I D A