gencay dergisi - sayı: 04 - mayıs 2012
Post on 21-Oct-2014
1.480 views
DESCRIPTION
http://www.gencaydergisi.comGencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012TRANSCRIPT
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 1 Sayı 4 - Mayıs 2012
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
3 MAYIS 1944 / Hüseyin Nihal ATSIZ
19 MAYIS 1944, ÖNCESİ VE SONRASI / Metehan ÇAĞRI
RAHMETLİ HÜSEYİN NİHAL ATSIZ ANISINA / Mehmet Oğuz ATABERK
SELAM SİZE 3 MAYIS’IN EVLATLARI / Recep BAYRAM
AÇIN KAPILARI OSMAN GELİYOR / Necip Fazıl KISAKÜREK
HAK YOLUNDA BAĞRI YANIK YOLCU / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU
URALLARDAN ANADOLU OVALARINA: ZEKİ VELİDİ TOGAN / Sertaç EKEMEN
SÖYLEŞİ: NECDET ÖZKAYA
UNUTULAN TÜRKLERDEN SEKELLER’İ HATIRLAMAK / Bülent ERDİL
TÜRK DİLİ BAYRAMI ve ANADİLDE EĞİTİM / Alperen KIZIKLI
‘ROMANTİK’ OLMAYAN BİR FAALİYET: ENDÜSTRİYEL FUTBOL / Murat KARATAŞLI
TÜRK-İSLAM BÜYÜKLERİ: HOCA AHMET YESEVİ / Vural Egemen SARIGÖZ
KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK
GENCAY
1
3 MAYIS 1944 Hüseyin Nihal ATSIZ
Bundan 29 yıl önce Ankara’da yapılan bir
yürüyüş, bugün farkına varılmamış
olmakla beraber, Türk tarihinin gidişi
üzerine son derece tesirli olmuştur.
Havadaki zehirli gazla boğulacak hale
gelmiş bir insana oksijen verilmesi, aşırı
hummâ içinde kıvranan hastaya bir
antibiyotik şırıngası yapılmasının
yaratacağı şifa gibi, dikta idaresi altında
yaşayarak o diktanın hiç umursamadığı
komünizm propagandasının çökertmeye
çalıştığı bir toplumu 3 Mayıs 1944”te
Ankara’da yapılan bir gençlik yürüyüşü
uyarmış, tehlikeyi gördükleri halde ses
çıkarmayanlara cesaret ve ümit vermiş,
tek partili idare olduğu halde Millet
Meclisi’nde de görülen heyecanla
Türkiye’yi bir “içten vurulma”
tehlikesinden kurtarmıştır.
Bu kurtarışın kahramanları, büyük
çoğunluğu yüksekokul ve üniversite
öğrencisi olan birkaç bin gençtir. 3 Mayısın
gerçek değerinin kavranmamış olması o
zamanki idarenin, hepsi kendi elinde
bulunan basın ve radyo ile yaptığı aralıksız
propaganda yüzündendir. Sosyalist
maskesi altındaki komünizm Türkiye’yi
Rusya’ya katmak konusundaki niyetini
memleket mukadderatına hâkim olanlar
anlayamamışlardı. Yirminci yüzyılda, idare
başında bulunanların mutlaka herkesten
iyi ve doğru düşüneceği kabul etmeye
imkân yoktur. Türkiye’de de ehemmiyetsiz
görevlerde bulunan veya henüz okuma
çağında olan bir takım gençlerin tehlikeyi
baştakilerden daha çok isabetli görmüş
olmasından hiçbir fevkalâdelik
aranmamalıdır. Bu, bir dereceye kadar
mizaç ve yaratılış meselesidir.
Uzun süre devleti idare etmiş olan Halk
Partisi’nde 1938”den sonra bir İnönü’yü
yüceltme çağı başlamış, evvelce Atatürk
için kullanılan “Milli Şef” deyimi ona mal
edilmiş, pullardan ve paralardan
Atatürk’ten üstün olduğu havası
yaratılmak istenmiştir. Hâlbuki bu çok
yanlış bir davranıştı. Çünkü Atatürk,
Rusya’da ortaya çıktığı zaman, hakkında
kimsenin ve tabiî kendisinin de bilmediği
komünizm ve onun Türkiye için tehlikesini
anlamış, tedbirlerini almış olduğu halde
İnönü komünizmin nasıl bir bela olduğunu
bir türlü idrak edememiş, “Sağcılar” dediği
Nurcu vesaire makulesini gözünde
büyüttüğü halde bugün toplu olarak
anarşist adı altında anılanların gayesini bir
GENCAY
2
türlü kavrayamamıştır. Anarşistler
üniversiteyi işgal ettiği zaman boykotla
işgalin aynı şey olduğunu söyleyecek
kadar vahim bir hata yapmış, bu da
yetmiyormuş gibi Türkiye’yi mahvetmek
istedikleri için idama mahkûm edilen üç
komünistin idamını durdurmak teşebbüsü
ile ilerde tarihin çok olumsuz hüküm
vereceği bir harekette bulunmuştur.
Kafa ve gönül yapısı bu olan İnönü’nün 3
Mayıs 1944 yürüyüşüne iyi gözle
bakmasına şüphesiz imkân yoktur. Bu
sebepledir ki “Türkçü” kelimesinden ömrü
boyunca ürkmüş, bu ürkmede çevresinin
de büyük ölçüde tesirinde kalmıştır. Onda
batıya karşı garip bir kompleks vardır.
Türkiye’nin manevi kalkınmasını
klâsiklerin Türkçeye çevrilmesinde
görmesi bunun delilidir. Hâlbuki artık
roman ve piyeslerle yahut eski Yunan
felsefesiyle milletlerin kalkınma imkânının
olduğu çağda değiliz. Bugün her
zamankinden çok milliyetçilik çağıdır.
Beynelmilelci olduklarını iddia eden
komünist devletler bile aşırı bir
milliyetçiliğin içindedir. Bu, sosyal bir
kanundur: Toplumlar yayılmak ve
büyümek için çatışır, çarpışır; bunun için
her vasıtadan faydalanır. Böyle bir sosyal
kanun olmasaydı barışçı İsa’nın dinindeki
milletler asırlarca savaşmaz, Budist
Japonlar savaşın sözünü dahi etmez,
kardeş Müslümanlar birbirinin canına
kastetmezdi.
Bu sebeple yabancı klâsiklerin tercüme
edilerek Türk gençliğine okutulması
onlarda bir aşağılık duygusu yaratmaktan
başka sonuç vermemiştir. 20-25 yaşındaki
gençlerin şaheser diye hep Yunan, Lâtin,
Batı, Acem, Arap, Rus eserlerini okursa
“demek benim milletimin şaheseri
yokmuş” düşüncesine kapılmasından tabiî
ne olabilir?
İşte Türkçüler, Türk milletinin manevî
kalkınmasını önce komünizmin yok
edilmesinde, sonra millî kültürün
diriltilmesinde anladıkları için İnönü ile
bağdaşamamışlar, onun tarafından
Türkiye’yi bütün dünya ile düşman etmek
için uğraşan kişiler diye ilân edilmişlerdir.
Türkçüler şu memlekette hiçbir zaman
iktidara geçmedi. İnönü ve partisi uzun
yıllar iktidarda kaldı ve istediği icraatı,
propagandayı yaptı. Acaba zaman kime
hak verdi? Tecrübesiz, çoluk çocuk sayılan
1944’ün gençlerine mi?, yoksa tecrübeli
kaptan olduğu ilan edilen İnönü’ye mi?
Onun tecrübeli kaptan olduğu hakkındaki
sözü, İkinci Cihan Savaşı’nda Türkiye’nin
GENCAY
3
harbe girmesi ve bunun İnönü’ye mal
edilen bir başarı olarak kabul
edilmesinden doğmuştur. Acaba gerçek
böyle midir?
Türkiye, bilfarz Yugoslavya’nın
topraklarında kurulmuş bir devlet olsaydı
veya İngilizler vadettikleri savaş
malzemesini bize verebilselerdi tecrübeli
kaptan onu yine savaşın dışında tutabilir
miydi. Bunlardan başka Türkiye’nin savaşa
girmeyişinde Von Papen”in büyük rolünü
asla unutmamak lazım.
3 Mayıs yürüyüşü milletin gözünü
komünizme karşı açan bir millî harekettir.
O tarihten başlayarak okullarda hakikî
milli tarih okutulsaydı, millî eğitimin bazı
kilit noktalarına komünistlerin sızmasına
meydan verilmeseydi 12 Mart muhtırasına
sebep olan anarşi doğmayacak, bir takım
gençler Türk milletinden zorla
koparılmayacak, ahlâk değerleri
çökmeyecekti. Anarşi hareketleri
dediğimiz kargaşalıklar, dikkatle mütalâa
olunursa gayet korkunç bir ruh halinden
doğmakta, âdeta bir milletin intihar etmek
istemesi gibi bir manzara göstermektedir.
Komünizm, sosyal bir isteriden başka bir
şey değildir. Onun hâkim olduğu hiçbir
ülkede sosyal adalet ve iktisadi refah
sağlanamadığı halde faşist veya kapitalist
denilen demokrat ülkelerin pek çoğunda
bu iş başarılmıştır.
Komünizmin iktidara geçtiği günden beri
Rusya’nın Türkiye hakkındaki kötü
niyetleri Çarlık Rusya’sının kötü
niyetlerinden bir parça bile sapmamıştır.
Boğazlarda üs istemenin başka mânâsı var
mıydı?
3 Mayıs’ı yapan Türkçülerin şuurla ve
inançla bildikleri gerçek: Komünizmin
Türklüğe kasteden bir tehlike olduğu idi.
Son iki yılın olayları, sürüp giden
Sıkıyönetim mahkemeleri, bu
mahkemelerde ortaya dökülen hakikatler
Türkçülere hak vermiştir.
3 Mayıs birçok Türkçünün büyük sıkıntı ve
ıstırabı ile kapanmıştır. Fakat 3 Mayıs
devam etmektedir: Ötüken’in Yazı İşleri
Müdürü Kayabek, aşağı yukarı 6 yıl önce
başlayan bir davanın sonucu olarak
mahkûm edildiği 15 aylık hapis etmek
üzere, eşini ve birisi bebek olan dört
çocuğunu İstanbul’da bırakarak, doğum
yeri olan Eğin’e hareket etmiştir.
Önümüzdeki yüzyılın tarafsız tarihçileri 3
Mayıs’ın bir dönüm noktası olduğunu
elbette tespit edeceklerdir.
3 Mayıs’a selâm olsun!… 3 Mayıs ruhu
ebediyen yaşasın!…
Ötüken, 11 Nisan 1973, Sayı: 5
GENCAY
4
19 MAYIS 1944, ÖNCESİ VE SONRASI Metehan ÇAĞRI
“Irkçılara, Milletin mukadderatını
kaptırmamak için Cumhuriyetin bütün
tedbirlerini alacağız”
“Türkiye'nin ırkçı ve Turancı olması
lâzım geldiğini iddia edenler, hangi
millete faydalı, kimlerin maksadına
yararlıdırlar? Türk milletine yalnız
belâ ve felâket getirecek olan bu
fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk
milletine hiçbir hizmetleri olamayacağı
muhakkaktır.”
İsmet İnönü - 19 Mayıs 1944
Türk Milliyetçilerini, Türkçüleri, ırkçılık ile
suçlayan İnönü’nün, bu konuşmasını
yaptığı güne gelmeden önce 1944 yılına
genel bir bakış yapalım.
1944 yılı Türkçüler için, Türk Milliyetçileri
için bir mücadele yılı bir uyanış yılı
olmuştur. Öyle ki 3 Mayıs 1944’te yaşanan
olaylar cumhuriyet tarihinde sisteme karşı
yapılan ilk itiraz, ilk başkaldırı niteliği
taşımaktadır. Her türlü baskının yaşandığı,
iktidardan izinsiz nefes dahi alınamadığı o
günlerde gençliği sokağa döken o güç
baskıya, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe
karşı Türk’ün Türkçülüğün kutlu
haykırışıdır, kutlu gücü olmuştur. Dönemi
iyi anlamak adına Türkçülük, Türk
Milliyetçiliği yoluna ömürlerini vermiş
insanların fikirlerine başvuralım.
Sadi Somuncuoğlu şöyle der 1944 yılı için;
“1944’de iki ayrı olay yaşanır. Birincisi 26
Nisan’da başlayıp 3 Mayıs 1944’de sona
eren Atsız-Sabahattin Ali davası. İkincisi 7
Eylül 1944’te başlayıp 29 Mart 1945’te
sona eren “Irkçılık-Turancılık” davasıdır.
Bilindiği gibi, Atsız Bey devrin Başbakanı
Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektupta,
“vatan haini” dediği için Sabahattin Ali’nin
açtığı davaya Ankara Adliyesinde bakılır.
Duruşmalara katılmak üzere Ankara’ya
gelen Atsız’a, Yükseköğrenim gençliği
büyük sevgi gösterilerinde bulunur. Adliye
binasını kuşatan, Anafartalar ve Denizciler
caddelerini dolduran, Milli marşlar
söyleyerek Ulus ve Samanpazarı’na doğru
yürüyüşe geçen, sloganlarla komünizmi
telin eden gençlere, karşı polis çok sert
davranır.”(1)
GENCAY
5
Evet, 3 Mayıs 1944 günü bir gençlik
hareketi olmuştur. 3 Mayıs 1944
cumhuriyet tarihinin ilk büyük
nümayişidir. 3 Mayıs 1944 sistemin
kontrolünde olmayan ilk harekettir. 3
Mayıs 1944 zulme, baskıya, karşı,
diktatörlüğünü ilan edenlere karşı
Türklüğün, Türkçüğün ilk haykırışı olmuş.
Şimdi 3 Mayıs 1944’ü Alparslan Türkeş’in
ağzından dinleyelim; “3 Mayıs günü
heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya
dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patladı.
Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı. O
zamana kadar Milli Şef’in müsaade
etmediği hiçbir gösteri yapılamazdı.
Demokrasi, Eşitlik, Hürriyet, Gençlik...
Bütün bunlar Türkiye’nin 1944 iktidarında
hep palavradır. Halkın alkışları, gençlikten
çıkacak “yaşa” naraları kayıtsız şartsız
İnönü’nün tekelinde kalmalıdır.”(2)
Nefes almanın bile milli şef’in iznine tabi
tutulduğu o günlerde Türk Gençliği’nin
yaptığı bu yürüyüş sistemi çok korkutmuş
olacak ki hemen ardın tutuklamalar başlar,
“Irkçılık-Turancılık” davası açılır. Birçok
genç işkence görür.
Gösterilerin ardından tutuklanan onlarca
gencin ailesi yaklaşan 19 Mayıs Gençlik ve
Spor Bayramı'ndan umutludur. Gençlik
Bayramı'nda bir yığın masum gencin,
bayramı zindanlarda geçirmesine milli
şefin gönlü razı olmayacağını sananlar
çoktur. Öyle umulur ki İnönü, 19 Mayıs'ın
neşesini bozmak istemeyerek ve bir emirle
zindanların kapılarını açtıracak, manasız
bir sebeple tutuklanmış aydın gençleri
hürriyete iade edecektir.
Milli Şef, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
gençleri ve ailelerini sevindirmek şöyle
dursun, bilakis Ankara Stadyumu'nda, 19
Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramı
nutkunda Irkçılık ve Turancılık iddiaları
hakkındaki görüşünü bütün açıklığı ile
ortaya koyarak, milliyetçileri hayal
kırıklığına uğratan bir konuşma yapar.
Milli şef, henüz tahkikat safhasında
bulunan olay ile Türkçüler ve milliyetçiler
aleyhine çok ağır ithamlarda bulunur.(3)
İşte, Devlet üzerinde diktotarya’nın
kurulduğu o dönemde Milli Şef’in, rejimin
kurucu unsuru olan, devleti fikirleri ile
yeşerten Türkçüleri hedef göstererek
yaptığı konuşmadan alıntı; “ Turancılar,
Türk milletini bütün komşularıyla
onulmaz bir surette derhal düşman
yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır.
Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların
tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını
kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin,
bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar,
genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan
fikirlerini millet karşısında açıktan açığa
münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır.
Aldanmışlardır ve daha çok
GENCAY
6
aldanacaklardır. Şimdi vatandaşlarımdan
iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını
isteyeceğim: Irkçılar ve Turancılar gizli
tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır.
Niçin? Kandaşları arasında gizli fesat
tertipleriyle fikirleri memlekette yürür
mü? Hele doğudan, batıdan ülkeler gizli
Turan cemiyetiyle zapt olunur mu? Bunlar
o şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve
esas teşkilatı ayakaltına alındıktan sonra
başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler
perdesi altında doğrudan doğruya
Cumhuriyet'in, Büyük Millet Meclisinin
mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler
karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında
çocuklarımızdan bize kadar derece derece,
perde perde hepimizi aldatmak
iddiasındadırlar.”
Bu konuşmanın ardından basın yayın
organları kendilerine vazife çıkartmış ve
Türkçüleri ve Turancılığı suçlayıcı birçok
delil arama telaşına kapılmışlardır. Aynı
şekilde, Milliyetçilik aleyhine yapılan
yayınlar artmış, Orhun dergisine abone
olanlar, bu dergide bir tek yazıları çıkmış
olanlar, Nihal Atsız'a sokakta bir defa
selam vermiş olanlar dahi basının da
etkisiyle tutuklanmışlardır. Tutuklamalar
sonucunda ise amansız işkenceler
başlamıştır.
Yaşananlar göstermiştir ki; ülke baskı ile
yönetilmektedir. Devletin kurucu
ideolojisi, sistem tarafından devlet için bir
tehlike olarak görülmektedir. Cumhuriyet
sözde kalmış ve yönetim şeklinin
diktatörlüğe dönüştüğü görülmüştür.
3 Mayıs tarihli gösterilerin ve 19 Mayıs
Nutku'nun ardından toplanan
milliyetçilerin davası, İstanbul 1 numaralı
Örfi İdare mahkemesinde görüşülmeye
başlanmıştır. Davada toplam 23 sanık
yargılanmıştır.
1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 7
Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri
arasında 65 oturum devam eden
yargılama sonunda milliyetçiler muhtelif
hapis ve sürgün cezalarına mahkûm
olmuşlardır. Davada on üç sanık beraat
etti. On sanık ise on yıla kadar çeşitli hapis
cezaları aldılar. Verilen bu karar temyiz
edilmiş ve askeri temyiz mahkemesi bu
mahkûmiyet kararlarını esastan ve
usulden bozarak 23 milliyetçinin telgraf ile
26 Ekim 1945 tarihinde tahliye
edilmelerini sağlamıştır. Ardından davaya
2 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde devam
edilmiş ve neticede milliyetçilerin hepsi 31
Mart 1947 tarihinde beraat etmişlerdir.
Fakat bu dava sürecinde birçok Türk
Milliyetçisi işkence ve zulüm altında
kalmıştır.
3 Mayıs'ın ilk yıl dönümü 1945 yılında
cezaevinde tutuklu bulunan Türkçüler
tarafından masa etrafında yapılan bir
toplantı ile anılmış, daha sonraki yıllarda
ise çeşitli törenlerle “3 Mayıs Türkçüler
Günü” olarak anılmaya devam etmiştir.
(1) http://www.yg.yenicaggazetesi.co
m.tr/yazargoster.php?haber=1810
0
(2) 1944 Milliyetçilik Olayı / Alparslan
Türkeş
(3) Gündem Gazetesi / 19 Mayıs 1944
Nutku ve Sonrası
GENCAY
7
RAHMETLİ HÜSEYİN NİHAL ATSIZ
ANISINA Mehmet Oğuz ATABERK
12 Ocak 1905’te başlayıp 11 Aralık
1975’te biten; dolu dolu yaşanmış, 70
yıllık dünya misafirliğini birkaç sayfalık
yazıya sığdırabilmek elbette imkânsızdır.
Lakin maksadım Türkçülere uzun yıllar
önderlik etmiş büyük fikir adamı Atsız
Ata’mızı kısaca tanıtmak ve fikirlerinin
genel çerçevesini, genç bir gönüldaşının
gözünden nakletmeye çalışmaktır.
Atsız Ata’yı merak edenlerin ve tanımaya
yeltenenlerin yapacağı en akıllıca iş bence
en mükemmel romanı olan “Ruh Adam” ı
okuyarak işe başlamaktır. “Bozkurtların
Ölümü”,” Bozkurtlar Diriliyor” ve
“Delikurt" romanları da hem kaliteli
edebiyatçılık yapıp, okuru kendine
bağlayan eserler verip hem de
Türkçülüğün çok duru bir biçimde
işlenebileceğinin somut örneklerindendir.
Şiirlerinin bir araya toplandığı “ Yolların
Sonu” eserinde de hem derin kişiliğinden,
hem de saf, temiz Türkçülüğünden kesitler
bulmak mümkündür. Türk tarihi, Türk
edebiyatı üzerine incelemelerini de
kitaplaştıran Atsız, Türkçülüğe yol
göstermesi açısından faydalı olan,
insanların düşünce dünyasını genişletecek
nitelikte eserler kaleme almıştır.
Sağlığında Orhun, Orkun, Ötüken, Kopuz,
Çınaraltı v.b. dergilerde yazdığı makaleler
de 4 ayrı ciltle kitaplaştırılmıştır. Adına
açılmış olan internet sitelerinden hayatı
hakkında detaylı bilgiye ulaşılıp, bazı
makaleleri, şiirleri okunabilir ve
elektronik ortama pdf formatında
yüklenmiş birçok kitabına ulaşılabilir. Yani
Atsız’a ulaşmak bu kadar
kolaylaştırılmışken ve bizlere maddi
külfeti bile neredeyse yokken, onun
eserlerini okumamak, fikirlerini
düşünmemek, üzerinde tartışmalar
yapmamak, kanımca bizim ayıbımız olur.
Ruh Adam’daki Selim Pusat’la kendini
alegorik bir şekilde karakterize eden Atsız,
hem diğer romanlarının kahramanlarıyla,
hem de başta Milliyetçilik-Turancılık
hakkında olmak üzere birçok alandaki
görüşlerini ve çalışmalarını aktardığı
makaleleriyle milli şuura sahip
olan/olmak isteyenlerin fikriyatında
azımsanmayacak derecede olumlu etkide
bulunmuştur.
Bilindiği üzere; Türk Milliyetçileri resmi
tarihten en çok muzdarip olan
gruplardandır. Yani bizlere öyle bir tarih
öğretilip, ezberletilmeye çalışılıyor ki,
GENCAY
8
Türklük kavramının, Türk tarihinin
jeopolitiğinin, Türkçülüğün, Turancılığın
neredeyse hiç üzerinde durulmuyor.
Türklerin tarihteki yeri de insanlara çok
dar pencerelerden sunuluyor. Hüseyin
Nihal Atsız, Türk milleti açısından zor bir
geçiş dönemi olan ve düşünce
özgürlüğünden neredeyse söz
edilemeyecek “Milli Şef” döneminde
yaşamış, bu dönemlerde eserler vermiş,
insanların düşüncelerini travmadan
kurtarıp okurlarında ve öğrencilerinde
Türkçü bir tarih şuuru oturtabilmek için
elinden ve kaleminden geldiğince
mücadele etmiş bir dava adamıdır.
Bu cesaretinin bedelini de fazlasıyla
ödemiştir. Düşüncelere pranga vurulmaya
çalışılan devrin yumruğu Türkçülerin
ensesinde diğer gruplara olduğundan daha
katmerli olmuştur.2. Dünya Savaşı’nın
gidişatına göre Sovyetlerin gücünün
artması sonucu, onlara yaranabilmek
adına ve daha basit günlük siyasi
kaygılarla 1944 yılında Türkçüler
yargılanmaya başlanmıştır. Cezaevlerine
tabutluklara doldurulmuş ve Türkçü,
Turancı düşünceye sahip, ağırlıklı olarak
öğrenci, öğretmen, edebiyatçılardan
oluşan dava adamları türlü işkencelerden
geçirilmişlerdir. 2. Dünya Savaşı sonlanıp,
Sovyetlerden uzak ve demokrasi yanlısı
uygulamaların başlamasıyla Türkçüler
kısa zaman içinde serbest bırakılmış ve
Atsız da ülküsü uğruna çalışmaya kaldığı
yerden devam etmiştir.
Çıkardığı dergiler ya alakasız ve yersiz
sebepler gösterilerek kapatılmış ya da
maddi imkânsızlıkların kurbanı olmuştur.
O yüzden makalelerini yayınladığı dergi
isimleri ömrü boyunca değişkenlik
göstermiştir. Değişmeyen şey; Atsız ve
onun Türkçü- Turancı düşünceleridir.
Ömrü boyunca çizgisinden hiç sapmamış,
yoldaşları ondan ayrı düştüyse de, maddi
manevi birçok zorlukla karşılaştıysa da, o
takdire şayan bir karaktere sahip
olduğunu duruşuyla göstermiştir. Tarihini
1923’ten, 1071’den ya da 571’den
GENCAY
9
başlatanlara inat, Türk’ün var olduğu
günden beri tarih sahnesindeki rolü
üzerinde durmuş, olması gereken bilinci
oluşturmaya çalışmıştır. Tarihte 16 Büyük
Türk Devleti olduğu görüşünün yanlışlığını
vurgulamış ve bu konuyu “16 Devlet
Masalı ve Uydurma Bayraklar” isimli
yazısında şu şekilde açıklığa
kavuşturmuştur:
“…16 veya 50 devlet kurulmuş değildir.
Gerçekte anayurtta bir, nihayet iki
devlet kurulmuş, anayurt dışında da
buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O
kadar. Bizi asıl ilgilendiren
anayurdumuzdaki devlet olduğuna göre
de konu bir veya iki devletin tarihinden
ibaret kalmaktadır. Bu iki devlet
Türkistan ve onun uzantıları olan doğu
Avrupada kurulan devletle bugün
Türkiye dediğimiz devletin kurulduğu
Önasya bölgesindeki devletten ibarettir
ve ikincisi birkaç defa birincisine tâbi
olmak suretiyle tarihteki Tek Türk
Devleti prensibini devam ettirmiştir…”
Ötüken, 65. sayı, 1969
“Turancılık” isimli makalesinde de yine
Türk’ün tarihteki rolünün
küçümsenmesini eleştirirken 16 devlet
hikâyesi anlatanlara da göndermede
bulunmuştur.
“ …Tarihimizi Malazgird’le veya İznik’in
alınmasıyla başlatanlara sormalı:
İznik’i başkent yapanlar veya Malazgird
Savaşı’nı kazananlar daha önce ne
idiler? Nerede idiler? On Birinci Yüzyıl
tarihin ışıldakları altındaki bir asırdır.
O adamların nerede olduklarını gözler
önüne derhal serer. Böylece de Türk
devletleri denen nesnenin birbirini
kovalayan Türk hanedanları olduğu,
aslında bir tek devlet olup fetret
zamanlarında ikiye üçe bölündüğü ve
bunun Tanrıkut’a kadar gerilere
uzandığı ortaya çıkar….”
Milli benlik, milli değerler ve milli ruh
üzerinde çokça duran Atsız yazılarında bu
konulara fazlaca değinmiş, Turancılığa ve
Türkçülüğe gelen acımasız eleştirilere
göğüs germiş, aynı zamanda okurlarına ve
yolundan giden dava arkadaşlarına da
Turancılığın romantik bir hayal
olmadığını, “Turan”ın gerçekleşmesinin
bir hayal mahsulü olarak görülmemesi
gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Çünkü
ülkemizde etki sahibi olan yabancı
güçlerin pompaladığı korku ve aşağılık
kompleksiyle insanlarımız sünepeleşme,
uyuşma yoluna düşürülmeye çalışılmıştır.
Atsız da Türklerin tarihten beri güçlü bir
millet olduğunu, şu an birbirinden ayrı
düşürülmüş olan Türklerin eğer
birleşirlerse dünyanın “süper güçlerine”
kök söktüreceğini milletimize anlatmayı
kendine görev addetmiştir.
Batı Türkistan’da Sovyetlerin, Doğu
Türkistan’da Kızıl Çin’in boyunduruğunda
yaşayan soydaşlarımız ve Ortadoğu,
balkanlarda dağınık yaşayan Türkler bir
araya gelirlerse tilki hükmü yerini “Kurt
GENCAY
10
Töresi”ne bırakacak, emperyalistlerin
zulmü payidar olamayacaktı. Süper
Güçlerin(!) Türklerin birliğinden ne kadar
korktuğunu görmek için Anadolu
coğrafyasına hapsedilmiş olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti üzerinde oynadıkları
oyunlara bakmak fazlasıyla yetecektir.
Sovyetlerin ve Çin’in kışkırttığı
komünistler insanları örgütleyerek
birbirine düşürüp ülkeyi gerileme ve
bölünme yoluna itmeye çalışırken batı
dünyası ve ABD tarafından korunup
kollanan mandacı kapitalistler de bir
yandan hazine küplerini ağzına kadar
doldurup, diğer yandan ülkeyi batıya
bağımlı hale getirecek ihanet hamlelerini
devam ettirmişlerdir. Her iki taraf da
Türkçü- Turancı düşünceye sahip insanları
maceracı zümre olarak görüp,
küçümsemişler ve maceraya atılmanın
sonunun kötü olacağını ve Turan’ın sadece
hayalî bir düşünce olduğunu dillerine
pelesenk etmişlerdir. Bu acımasız ve yanlış
eleştirilere Atsız sessiz kalmamış,
Türkçüleri ve Turan’ı Türk düşmanlarının
ağzına sakız etmemek, onların sesini
kesebilmek için mücadele etmiştir. Bu
konudaki görüşlerini de çok güzel ve
akıllıca dile getirmiştir:
“… Her maceracılık hata olmadığı gibi
her ihtiyat da tedbirli davranış değildir.
İnsanlık tarihi siyaset, askerlik ve ilim
alanındaki maceralarla doludur. Kristof
Kolomb’un batıya giderek Hindistan’
varmak istemesi macera idi…. Yavuz’un
30.00 kişiyle çölü aşarak Mısır’a girmesi
bir macera değil miydi?...”
Söylenecek söz çok, yapılacak iş fazla iken,
Atsız da hiç durmamış, araştırmış,
okumuş, yazmış, anlatmış ve milletine
hizmet aşkını ömrünün sonuna kadar
kalbinde taşımıştır. İçinde bulunduğu zor
şartlara ve milletini sevdiği için kendisine
reva görülen zulme direnmesi için, miktarı
ve niteliği ne olursa olsun maddi sebepler
yetersiz kalırdı. Ona ölene kadar
Türkçülük bayrağını taşıtan güç, azmi ve
içindeki “Türk” sevgisi idi.
Bugün Türk milliyetçilerinin geçmişe
nazaran kendilerini daha rahat ifade
etmelerinde 1944’te yargılanan
Bozkurtların, Atsız Ata’nın ve Türkçülük
sancağını daha yükseklere çekebilmek için
mücadele etmiş yiğitlerin katkılarını da
küçümsememek gerekir. Bugün elimizde
Türkçülük, Turancılık, milli değerler, milli
benlik, tarih şuuru, cihan hâkimiyeti
mefkûresi üzerine yazılmış yüzlerce
makale, kitap ve yapılmış sayısız araştırma
dururken altı boş, kısır tartışmalara
girmemiz yerimizde saymamıza hatta
gerilememize sebep olur. Oysa milli bilince
sahip olmaya çalışan biz gençlere düşen;
birbirimizi yıpratacak, bölecek
tartışmalardan kaçınıp, radikallik uğruna
ve yüksek ego yüzünden ayrı düşmemek,
birbirimize her geçen gün daha sıkı
sarılmaktır. Birbirimizden başka
kimsemizin olmadığını fark etmeli,
tenkitlerimizi aşağılamak için değil de
GENCAY
11
karakterleri onarabilmek için yapmalıyız.
Ülküdaşını beğenmemezlik yapmak bize
yakışmaz. Bilmeliyiz ki bizden olanlar geri
kaldıysa, eksik kaldıysa suçun büyüğü
onlara yardım eli uzatamayan, faydalı
olamayan bizlerdedir. Her gönüldaşımızın
entelektüel olması gibi bir zorunluluğun
olmadığı gibi tüm entelektüeller de
dostumuz değildir. Atsız, Yakarış şiirinin
girişinde bu konuya şöyle değinmiştir:
“Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.
Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?
Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı…”
Bizlerle ortak değerlere ve hassasiyetlere
sahip olan, aynı kıbleye yönelip secde
eden, aynı dünya görüşüne göre hareket
eden ve en önemlisi aynı ülküye gönül
vermiş kardeşlerimize şartlar ne olursa
olsun hak ettikleri değeri vermeli, onlara
sırt dönmemeliyiz. Gereksiz tartışmaları
bırakıp; “Yüzde yüz Türk olduğun gün
cihan senindir.” düsturuyla yola
koyulmamız ve bir an önce mesafe kat
etmeye başlamamız gerekmektedir.
Gerçek bir Türk gibi olabilmek ve TÜRK’çe
yaşayabilmek duasıyla…
KAHRAMANLIK
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş
demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık: saldırıp bir daha
dönmemektir.
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.
Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez
doğanlık...
Her ışığın ardında gizlidir bir kahramanlık;
Adsız sansız olsa da, en büyük
kahramanlık:
Göz kırpmadan saldırıp bir daha
dönmemektir.
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş
demektir.
Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir.
Bunun için ölüme bir atılış gerektir.
Atıldıktan sonra da bir daha
dönmemektir...
Hüseyin Nihal ATSIZ
GENCAY
12
SELAM SİZE 3 MAYIS’IN EVLATLARI
SELAM EY TÜRKÇÜLERİN GÜNÜ Recep BAYRAM
İçtiğiniz ızdıraplar, size kımızdır.
Bu acılar, mazimize selamımızdır.
...
Hüseyin Nihal ATSIZ
Türkiye’nin çok partili hayata geçiş ve
ikinci dünya savaşından kaçış dönemiydi.
Ata’nın ilke ve inkılapları, anlaşılmadan
siyasi menfaatler uğruna değiştiriliyordu.
Devlet, algılayamayacağı cinsten bir
düşman ile burun burunaydı. İsmet
Paşa’nın evlatları Halkevleri ve CHP
teşkilatları aracılığı ile ülkede popüler bir
rüzgâr yakalayacak olan Komünizm
bayrağını çoktan dalgalandırmaya
başlamıştı.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali
Yücel’in Sabahattin Ali’ye Bakanlıkta yer
vermesi, Türk Milliyetçilerinin keskin
kalemlerinden Nihal ATSIZ’ın bu duruma
artık seyirci kalamayacağını gösterdi ve
ATSIZ’ın Başbakan Şükrü SARAÇOĞLU’na
bu konu hakkında art arda yazdığı iki
mektup ORKUN Dergisi’nde yayınlanınca
ortalık büsbütün karıştı. Türk
Milliyetçiliği’ni savunan ATSIZ, Sabahattin
Ali’nin hain olduğunu vurguluyor hatta
Sabahattin Ali izin verir ise bunu
ispatlayacağını ifade ediyordu. Hasan Ali
Yücel, Sabahattin Ali’yi iyice öne sürüyor
ve nihayetinde ideolojilerin karşılaştığı
ama görünürde insanların yüzleştiği bir
hadise olarak tarih kayıtlarına geçen
mahkeme süreci başlıyordu. Sabahattin
Ali, ATSIZ hakkında suç duyurusunda
bulunmuş ve davanın ilk celsesi 26 Nisan
1944’te Ankara’da görülmüştü. ATSIZ’ın
yargılandığını duyan Türkçü gençler,
Ulus’tan, Denizciler Caddesi’nden,
Samanpazarı’ndan Adalet Binası’na kadar
her yeri tıklım tıklım doldurmuş,
mahkeme salonunda iğne ucu kadar yer
bırakmamıştı. İşte o tarih, mahkemenin
ertelendiği 3 Mayıs 1944’tü.
Bu tarihte hiçbir etki veya grup adı altında
olmaksızın Türkçü gençler, kendi
sorumluluklarının gereği olarak ATSIZ’ın
ve Türkçülüğün sahipsiz olmadığını
gösterdiler. Gençlerin bu dik duruşuna
hükümet polis ile zor kullanarak müdahale
etti. Hatta Başbuğ Türkeş "3 Mayıs günü
heyecanla sokağa fırlayan gençler
kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı,
gözleri patladı. Bazılarının kolları,
kaburgaları kırıldı." açıklamasıyla bu
durumun vahametini dile getiriyordu.
Büyük Uyanış, Diriliş diyebileceğimiz bu
görüntü, arkasında Türkiye’nin köklü
GENCAY
13
değişikliklere gideceği bir takım siyasi
kararlara gebeydi.
...
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş
demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp
sönmemektir.
Bunun için ölüme bir atılış gerektir.
Atıldıktan sonra bir daha
dönmemektir.
Bu davadan para cezasına çarptırılarak
beraat eden Atsız, Türkçü arkadaşları ile
esas bundan sonraki süreçte önemli
saldırıları göğüsleyeceklerdi. Davanın
bitimi ile Atsız, takip edilmeye başlanmış
ve diyalog içerisinde olduğu isimler de bu
senaryonun içerisine dahil edilmişti. Türk
Milletine mensup ve milletine hizmeti
bir prensip haline getirmiş insanların
devlet tarafından bu denli düşmanca
algılandığı gerekçe acaba ne olabilirdi?
1944’tün 19 Mayıs’ında İsmet İnönü’nün
yaptığı konuşma bu sorumuzu
cevaplıyordu.
3 Mayıs günü meydanlarda yürüyen
gençlerden İsmet Paşa çok korkmuştu. 19
Mayıs 1944 hitabı, bir örgütün olduğunu
ve bunların ihtilal yapabileceklerini, böyle
bir grup ya da düşüncenin bu şekilde nasıl
organize olduğunu anlayamadıklarını ve
Cumhuriyetin bütün imkânları ile bunlarla
mücadele edileceğini belirten bir
konuşmaydı. Evet, o günden sonra tüm
Türkiye’de devlet, köşe bucak Irkçı-
Turancı ifadeleriyle Türkçüleri arıyor ve
bunları imha edercesine defter defter kayıt
tutuyordu.
Oysa bu ruhu en iyi bilmesi gereken kişi
İsmet Paşa’ydı. Milli Mücadele’nin her
anında bulunmuş biri olarak, her şeyi
önceden organize etmeksizin Türk
Milletinin nasıl bir kahramanca tutum
sergilediğini ve 3 Mayıs 1944’te gençlerin
bu heyecanının da altında bu sırrın
yattığını en iyi anlayacak beyin, İsmet
İnönü’ydü. İktidar kendisindeydi ve siyasi
gidişat hiç de iç açıcı değildi. Rusya’nın
artan baskısı ve giderek popülerleşen
Komünizm, Türkiye’ye iyiden iyiye kök
salıyordu. İşte bu 19 Mayıs 1944’te
Türklüğün beline en büyük darbeyi 19
Mayıs 1919’da Türklüğe en büyük hizmeti
veren Ulu Önder Atatürk’ün silah
arkadaşı İsmet İnönü veriyordu.
Irkçılık-Turancılık Davası, 7 Eylül 1944’te
görülmeye başlanmış ve her biri bu
davanın onurlu birer sanığı olarak 23
Türkçü bir araya getirilmişti. Bu isimler,
Hasan Ferit Cansever, Fethi Tevetoğlu,
Alparslan Türkeş, Nurullah Barıman,
Zeki Özgür Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı,
Hüseyin Nihal Atsız, Hüseyin Namık
Orkun, Nejdet Sançar, Saim Bayrak,
İsmet Rasin Tümtürk, Cihat Savaş Fer,
Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf
Kadıgil, Cebbar Şenel, Zeki Velidi
Togan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet
Tanyu, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi
GENCAY
14
Özbek, Cemal Oğuz Öcal ve en sonuncusu
da 22 Nisan 2012 tarihinde Hakk’a
yürüyen Said Bilgiç’ti. 65 oturum süren
mahkeme Türk Siyasi hayatına damgasını
vurmuş ve bundan sonra milliyetçilerin
daha sivri isimleri olacak kişilerin
gözlerindeki ışığı daha da parlatmaya
başlamıştı.
Dava, 26 Mart 1945’e kadar sürmüş, 13
sanık beraat etmiş ve Zeki Velidi Togan,
Alparslan Türkeş, Hüseyin Nihal Atsız,
Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer,
Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu,
Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal
Oğuz Öcal gibi isimler de cezaya
çarptırılarak, 26 Ekim 1945’e kadar
tutuklu kalmışlardı.
1945’in ilk 3 Mayıs’ında tutuklu bulunan
kişiler aralarında para toplayarak, meyve
almışlar ve 3 Mayıs 1944’te Türkçü
gençlerin yaptığı özverili duruşu
kutlamışlardır. Ardından temyizle beraat
etmişler ve yargılama değil, hükümetin
emrini yerine getiren sözde savcı ve
hâkimler cezaevine girmekten 1950
Demokrat Parti iktidarının affı ile
kurtulmuşlardır.
O ilk kutlama ve o kutlamayı yaptırmaya
vesile olan Diriliş her 3 Mayıs’ta kutlanır
hale gelmiştir. Türkçülerin bu anlamlı
gününün 19 Mayıs gibi Türk Milletinin
dönemeç noktası diyebileceği bir günün
bayramında baltalanması, hiçbir Türkçüyü
üzmemiş aksine bundan ders çıkartarak,
iktidar sahipleri milli mücadele kahramanı
da olsalar Atatürk’ün Gençliğe
Hitabesi’nde belirttiği gibi “Bütün bu
şerâitten daha elîm ve daha vahim
olmak üzere, memleketin dahilinde,
iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet
ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler.”
vasiyetini daha iyi anlamalarını
sağlamıştır.
Yazımıza bu konunun başkahramanının
yazmış olduğu bilgiler ve şiiri ile son
verelim.
“Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin
günüdür. Ona bir bayram
diyemeyeceğiz. Çünkü ıstırabımız o gün
başlamıştır. Ona bir matem demek de
kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların
arasında bize büyük bir imtihan vermek,
yürekliyle yüreksizi er meydanında
denemek, yahşi ile yamanı ayırmak
fırsatını vermiştir. O güne kadar
tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile
yürüyen Türkçülük, 3 Mayıs’ta gafletten
ayrılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç
yüzleri görmüş, can düşmanlarını
tanımış, dost sandığı hainleri ayırt
etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından
gerçeğin sert topraklarına düşmüştür.
Böyle sağlam bir sonuca varmak için
çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş
sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a
Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz.
Hoşlanmayanlar onu benimsemesin.
GENCAY
15
Yalnız kendilerine benzeyenler, yani
Türk’e benzemeyenler onu yadırgasın.
Biz 3 Mayıs’ı sevmekte devam edeceğiz.
Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı
3 Mayıs hareketini onun çift olduğunu
acı bir deneme ile öğrendi. Bu milli
hareketin zaferinden korkan Türkçülük
düşmanları, Türkçüler ortaçağı andıran
vahşetlerle hapse atılır ve aleyhlerinde
türlü yayınlar yapılırken, onları
tartışmaya çağırmak garabetini de
gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak
ve Türkçülerin günü olan 3 Mayıs, bir
gün Türklerin günü olunca onlar tarihin
büyük mahkemesinde layık oldukları
akıbete uğrayacaklardır.
Türkçüler! Toplu veya yalnız, her yerde
3 Mayıs’ı analım. Analım ve Kür Şad’ın
hatırasını yüceltelim.”
Hüseyin Nihal ATSIZ
Kür Şad, 1946, Sayı:2, Orkun, 1962,
Sayı:3-4
...
Türk duygusu her Türkçüye en tatlı
kımızdır;
Türk ülküsü candan da aziz
bayrağımızdır.
...
Hüseyin Nihal ATSIZ
GENCAY
16
GENCAY
17
AÇIN KAPILARI OSMAN GELİYOR Necip Fazıl KISAKÜREK
Müjde ey Müslüman, Osman geliyor!
Zalime, zulme düşman geliyor!
Bilirim, senin de koşman geliyor,
Koş ona, ardından cihan geliyor;
Açın kapıları, Osman geliyor!
Sen, yurduna hasret; yurdunda esir!
Sen, günaha batmış; günaha vezir!
Sen, güneşten mahzur, geceye nezir!
Geliniz… Kahraman sultan geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor!
Saç-sakal karışık; tarak mı işler?
Biçare tarakta kırılır dişler!
İlk ve son değil ki onda gelişler;
Pençesi imanlı aslan geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor!
Yaradan’a kulluk en güzel sanat,
O, Allah’a dua, Resul’e naat;
Şeytanın dilinde tek beyanat:
“Beni çıldırtan o yaman geliyor!”
Açın kapıları, Osman geliyor!
Yanında çilenin kahramanıyla,
Kırdı zincirleri tüm imanıyla;
Vuslat gemisiyle, aşk limanıyla
Hergün yazılacak destan geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor!
Ey genç, ismin Mehmed Âkif yazılsın,
Sen, şiir sultanı Necip Fazıl’sın!
Yüreğine Serdengeçti kazılsın;
Sana Yaradan’dan derman geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor!
Bırak nöbet tutsun pusuda karga,
Onunda ateşi çıkacak kırka!
Resul’den emanet bu kutsal hırka;
Kaab’den, Üveys’den aman geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor!
Sökülsün nâmeler, şarkımız çalsın,
Şanımızı rüzgâr, dünyaya salsın;
Ağlayıp, dövünmek şeytana kalsın;
Dertlerine deva Lokman geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor!
Ey Rabbim, Resul’üm, aşkım, Kur’an’ım,
Enbiyam, evliyam, mürşidim, canım,
Yavuz’um, Fatih’im, Ulu Hakan’ım,
Yolunuza bin kez kurban geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor!
Bilmem buna küfrü kovuş mu dersin?
Soysuzun fikrini boğuş mu dersin?
Batmayan güneşle doğuş mu dersin?
Ne dersen de, büyük zaman geliyor!
Açın kapıları, Osman geliyor
GENCAY
18
HAK YOLUNDA BAĞRI YANIK YOLCU:
OSMAN ZEKİ YÜKSEL SERDENGEÇTİ Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU
Türk-İslam ülküsüne ömrünü adayan,
inandığı ülkü ve davadan hiçbir taviz
vermeyen ve her fedakârlığa katlanan
fikirleri, mücadelesi ve kişiliğiyle Türk
milliyetçilerine ışık olan, bayrak olan
Osman Yüksel her türlü baskı ve zulümlere
karşı direnmiş bir dava adamıdır.
Tek parti döneminin Müslüman Türkler
üzerinde uygulamış oldukları baskılara
karşı, kalemini kılıç yapıp Atsız ve Necip
Fazıl ile birlikte mücadele etmiş, zulüm
gören Müslüman Türklerin sesi ve sözcüsü
olmuştur.
“İster beni hoş görün, ister vurun
öldürün,
“İster bir cani gibi zindanda
süründürün,
“Yeter artık illallah! Şu yangını
söndürün,
“Amerikan doları bu yangına kâr etmez.
“Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle
gitmez!”
Osman Zeki Yüksel 1917 tarihinde
Antalya’nın Akseki ilçesinde dünyaya
gelmiştir. Yayımladığı Serdengeçti
dergisinden ve bu dergide Serdengeçti
imzasıyla kaleme aldığı yazılarından
dolayı Serdengeçti olarak tanınmıştır.
Babası Hoca Ahmet Salim, annesi Emine
Hanımdır. Babası müftü olan Osman Zeki
Yüksel’in Esat ve Hasan Selami isminde iki
abisi ve Müstecabi isminde kardeşi vardır.
Ailesi büyük bir geçmişe sahiptir ve
çoğunluğu yüksek tahsil yapmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nda Akseki Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetinin kurucuları arasında
babası Hoca Ahmet Salim Efendi de yer
almıştır. Osman Zeki Yüksel’in çocukluğu
babasının okuduğu Muhiddin-i Arabî,
İmam-ı Gazali, Hasan-ı Basri, Beyazıd-ı
Bestami gibi İslam âlimlerinin eserlerini
dinleyerek geçmiştir. Büyük abisi Esat
Yüksel Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, diğer
abisi hukukçu, küçük kardeşi Müstecabi
doktor olarak devletine hizmet etmiştir.
Osman Zeki Yüksel’in eğitim hayatı Milli
Mücadele zamanına rastlamaktadır. Bu
zamana ait yaşadıklarını ve duygularını şu
sözlerle ifade etmektedir. “İlk mektepte
okuduğumuz kıraat kitapları, zorla gasp
edilmiş, alçakça çiğnenmiş bir vatanın
yakılmış, yıkılmış bir yurdun
hatıralarıyla dopdoluydu. Zafer
neşidelerinin yanında, sönmüş ocaklar,
GENCAY
19
yıkık mabedler, malul gaziler gördük.
Okuduklarımız gördüklerimize
uyuyordu. Milli Mücadele heyecanı
Kuvayi Milliye ruhu körpe
dimağlarımızda silinmez akisler, derin
izler bıraktı. Sonradan bu ruh yavaş
yavaş gevşedi. Yerini sert, kaba bir
materyalizme, kör bir putperestliğe
bıraktı. Milli Mücadele heyecanı
söndürüldü. Kuvayi Milliye ruhu
öldürüldü” (Serdengeçti, 2000, 6-7).
Ortaokul ve lisenin 1 ve 2. sınıfını
Antalya’da, son sınıfı da Ankara Atatürk
Lisesi’nde okumuştur. Okul dönemlerinde
hayranı olduğu Mehmet Akif, Yunus Emre
ve Mevlana’nın kitaplarını okuyarak
kendini yetiştirmiş, bu kitaplar sayesinde
milliyetçi, muhafazakâr ve hümanist
düşünceler kazandıracak fikirlere sahip
olmuştur. Hatta bu konuda kendisi şöyle
demektedir. “Beni günlük gelici geçici
şeylerden, ferdiyetin dar çerçevesinden
kurtaran: bana mücadele heyecanı,
cemiyet ve cemaat şuuru veren Mehmet
Akif olmuştur… Eğer karşımıza
öldüremedikleri, saklayamadıkları bir
Namık Kemal bir Mehmet Akif
çıkmasaydı biz de sapanlar, sapıtanlar
güruhuna katılacaktık. Biz Namık
Kemal’den vatan ve hürriyet sevgisini
öğrendik. Fakat bu vatan mücerretti,
nazari idi. Akif bu mücerret vatanı
müşahhaslaştırdı. Bu sihirli fakat boş
kalıba ruh verdi. Ses verdi. Onu
realitenin haşin yüzüyle, başsız
ümmetlerin, mazlum milletlerin
feryatlarıyla doldurdu. Halkın dertlerini,
arka sokakların sefaletini, camilerin,
secdelerin heyecanını, cephelerin kan ve
kıyametini dile getirdi. Akif’te memleket,
millet haline geldi. Namık Kemal’in
hürriyeti, Akif’te istiklal oldu,
bayraklaştı” (Serdengeçti, 2000, 7).
Yabancı yazarların eserlerini de okumayı
ihmal etmeyen Osman Yüksel, dünyayı
tanımaya çalışmış, bilgi dağarcığını sürekli
geliştirmiştir. Lise yıllarında ‘Fikretçi’lere
karşı giriştiği ‘Akifçi’lik tartışmaları ile
fikirlerini duyurmaya başlamıştır.
1940 yılında Ankara Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi Felsefe bölümüne kaydolmuştur.
Bu bölümü okumayı çok istediğini şu
şekilde anlatmıştır. ”Burada ruhiyat
okuyacaktım. İnsanları harekete
geçirecek psikolojik amilleri, ruhi
tezahürleri öğrenecektim. İçtimaiyat
okuyacaktım. Cemiyetlerin yükseliş ve
çöküş sebeplerini, sosyal cereyanları
takip edip araştıracaktım. Nihayet
felsefe tahsil ederek büyük filozofların
sistemleri üzerinde duracak, onlardan
aldığım ilhamla, ışıkla kültür
hayatımızın geçirmekte olduğu
buhranları anlayacak, karanlıkları
aydınlatacaktım. Milletime, vatanıma bu
yolda gücümün yettiği kadar faydalı
olmaya çalışacaktım” (Serdengeçti, 3.
Sayı, 3). Osman Yüksel bu konuda hayal
kırıklığına uğramıştır. Bu okulda
öğrencilerin okul hocaları tarafından
materyalist bir şekilde yetiştirildiğini,
halkın inancıyla alay edildiğini, tarihinden
ve kültüründen uzaklaştırıldığını şöyle
ifade etmektedir. “Her şeyi ben bilirim
iddiasında bulunan bu zavallılar, Karl
Marx’ı Marka, Engels’i Engel olarak
yazacak ve okuyacak kadar kendi
ideolojilerinin bile yabancısıdır. Bu
zavallılar, bu solda sıfırlara göre
Çanakkale tahtakale, Atatürk sarhoşun
biri, Namık Kemal şişirilmiş bir adam,
İstiklal Marşı şairi yobaz ve İstiklal
GENCAY
20
Harbi kahramanları, şehitler budala idi.
Bunlar ceplerinde para olunca kapitalist
sistemleri kabul eder, parası bitince
yaman birer proleter olurlar ve aç
midelerin türküsünü çağırırlar.
Şehvetleri gıcıklanınca ise serbest
çiftleşme taraftarı olurlar. Ellerine beş-
on kuruş geçti mi doğru meyhaneye
giderler yahut bir yerde toplanarak bu
iffetsizler, şerefsizler güruhu Stalin’in
şerefine kadeh kaldırırlar” (Serdengeçti,
3. Sayı, 4).
Osman Yüksel, ailesinin kendisine
kazandırdığı manevi değerler ve ortaokul
ve lise çağlarında Mevlana, Akif, Yunus
Emre eserlerini okuyarak ruhunu eğitmesi
sonucu fakülte hocalarının çekmeye
çalıştığı bataklıktan kurtuluşunu da şu
şekilde anlatmaktadır. “Kendi varlığını
bile inkar eden ‘ide’ci feylesoflardan
tutun da, en kaba materyalistlere kadar,
bunların kurdukları fikir sistemleri
içinde bir hayli dolaştım. Kantları
Kontları gördüm. Hiç biri içimdeki
boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir
yola çıkaramadı. Niçenin ihtiras
şarkıları, Russonun vicdan ve hürriyeti,
Spinozanın panteizmi, Berksonun canlı,
hayat akan felsefesi, zaman zaman
bütün varlığımı kaplamak istedi. Fakat
bu olmadı. Daima bir yanım açıkta kaldı.
Aradığımı yine kendimde, kendimizde,
şarkta buldum. Mevlana ve Yunus
imdadıma yetişti. Bu iki büyük ustanın
sesi, felsefesi bana kalbimin atışı kadar
canlı, benden bana yakın göründü. Beni
ayrılık gayrılık tanımayan vahdetçi bir
dünya görüşüne götürdü. ‘İzm’lerin
elinden kurtardı. Kalp yollarından geçen
her fikir nur oldu: Tanrıyı, mutlak
hakikati buldu. Sanat ve fikir, kalp ve
akıl, garbın hiçbir feylesofunda, bu iki
büyük insanda olduğu kadar
birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş!
En büyük insanlık, en büyük ahlak…
Hakikat!..” Evet, cemiyet karşısında ben
hep Akif gibi düşündüm. Beni bu
mücadeleye, bu sevdaya atan Akif
olmuştur. Kainat, varlık, Hakk
karşısında ise Mevlanaların, Yunusların
yolundaydım” (Serdengeçti, 2000, 8-9).
Okulda artan komünist faaliyetlerden
dolayı öğretim görevlilerini Milli Eğitim
Bakanlığı’na şikâyet etmiştir. Tahkikat için
gelen müfettişlere durumu
ispatlayamadığı için hocaların aleyhinde
ifade verdiği gerekçesi ile disiplin kurulu
kararı ile okuldan atılmıştır. Osman
Yüksel, Danıştay’a aleyhte dava açmış ve
bu davayı kazanarak yeniden okuluna
dönmüştür.
Okulda, öğrencilerden Sabahattin Ali’ye
Türklüğe hakaret ettiği gerekçesi ile tokat
atan Osman Yüksel mahkemede
yargılanmış, 12,5 lira para cezasına
çarptırılmıştır.
1944 Türkçülük Hareketine karıştığı için
öğrenimini yarıda bırakmak zorunda
kalmıştır. 3 Mayıs 1944 Türkçülük
Hareketinde Osman Yüksel, Hüseyin Nihal
GENCAY
21
Atsız ve Başbuğ Alpaslan Türkeş’le birlikte
yargılanmış, İsmet İnönü tarafından
işkence ettirilmiştir. 1944 Mayıs ayında
yayımlanan bir resmi tebliğ ile Tahrikçi
Turancılar’ın açığa çıkarıldığı
açıklanmıştır. Nihal Atsız, Zeki Velidi,
Reha Oğuz Türkkan ve Dr. Hasan Ferit
Cansever başta olmak üzere birçok kişi
(23 kişi) tutuklanmıştır. Bu noktaya
gelmeden önce öne çıkartılan Sabahaddin
Ali ve Nihal Atsız davası vardır. Nihal Atsız
‘Orhun’ dergisinde “Başbakan Şükrü
Saraçoğlu’na açık mektup” başlıklı bir
yazısında Sabahaddin Ali’yi vatan
hainliğiyle suçlayınca, S. Ali hakaret davası
açarak Atsız’ı mahkemeye vermiştir. Dava
sırasında (Nisan 1944) çoğunluğu Siyasal
Bilgiler Okulu öğrencisi olan sağcı
öğrenciler Adliye binasının önünde gösteri
yapmıştır. Sonuçta Atsız 9 Mayıs 1944’te
dört ay hapis ve 66 TL para cezasına
çarptırılmıştır. Sabahaddin Ali ile Nihal
Atsız arasındaki dava devam ederken
milliyetçi gençler Ankara garında toplanıp
buradan Ulus’a yürümüştür. Ertesi gün
sabah galeyana gelen milliyetçi gençlerin
gözünü korkutmak amacıyla Said Bilgiç,
Said Sadi, Osman Yüksel ve Ahmet
Ellezoğlu sorgulanmak üzere alınmıştır.
Ankara Emniyeti’nde tutuklanan Osman
Yüksel, birkaç gün burada kaldıktan sonra
serbest bırakılmak yerine, olay Ankara’da
geçmiş olsa da İstanbul Sıkıyönetim
Mahkemesine sevk edilmiştir. Osman
Yüksel, Ankara’dan İstanbul’a gizlice
getirildiklerini anlatmaktadır. Osman
Yüksel’in de aralarında bulunduğu
sanıklara tahkikat sırasında işkenceler
uygulanmış, hepsi (40x50x250)
santimetre boyutlarındaki (tabutluklarda)
hücrelerde tutulmuşlardır. Osman Yüksel,
yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır:
“Baktım emniyetin önünde kapalı bir
otomobil var. Mahkûmlara mahsus,
silahlı süngülü jandarmalar, polisler
Atsız’ı getirdiler ve içeri soktular. Ben de
girdim. Dışarısı görünmüyor, susuyoruz;
Atsız’a bakıyorum gülüyor… Bu adamlar
bizi nereye götürüyorlar? Yahu
istasyona gitmeyecek mi idi? Yanımdaki
sivil polis memuruna sormak istiyorum.
‘Sus’ diyor, ‘sus…’ Buraları ben hiç
görmemiştim. Yoksa bizi bir yere
götürüp orada kurşuna dizmesinler!
Elimle işaretler yapıyorum. Kurşuna mı?
Yanımdakiler mütemadiyen susuyor.
Dünyada hiçbir sükût bu kadar korkunç
değildir, ölüm gibi bir sükût… Nihayet
bir yerde durduk. Baktım
Etimesgut’tayız ah! Kurtulmuş gibiyim.
Demin bana sus diyen polis gülüyor. Bizi
niye istasyondan sevk etmediniz? ‘O,
canım deyo, siz münevver adamlarsınız!
Herkesin içinde süngülü jandarmaların
önünde götürmek ayıp değil mi?’
Sonradan öğrendim ki bu da yalanmış!
İstasyona bizim arkadaşlar gelir; bir
taşkınlık yaparlar diye bizi buradan
sevk ediyorlar… Sabah oluyor galiba.
Polis yağmur yağıyor dedi, biz dışarıya
bakamıyoruz. Evet, burası küçük bir
istasyon; halktan fazla polisler,
komiserler… Ellerindeki tabancaları
bize doğru çevirmişler. Ne oluyoruz?
Eşkıya mı götürüyorsunuz efendiler? Ne
yapsınlar emir almışlar! Beni bir
taksiye, Atsız’ı bir taksiye bindiriyorlar.
O adını bilmediğim istasyondan hareket
edeli yarım saat oldu. Deniz kıyısında
bir yerde taksilerimiz durdu. ‘Pendik’
dediler. Bir vapur yanaşıyor,
otomobillerimizle beraber yallah
vapurun içine… İstanbul yakasına
geçiyoruz. Büyük bir binanın önünde
GENCAY
22
durduk, ‘in’ dediler indik, bir adam bizi
yukarıya çıkardı. Nihayet bizi bir
kapının önünde durdurdular. Yakasında
mülkiye rozeti taşıyan bir zat çıktı,
elimden kitaplarımı aldı! ‘etmeyin
bunları bana bırakın’ dedim. ‘olmaz,
bilahare veririz’ dediler, bir garip
oldum, kitaplarım onlar yanımda
olsaydı. Baştan aşağı elbisemi soysalar
böyle müteessir olmazdım. Bir kat daha
çıktık, tavan arasındayız. Yağmur
yağıyor, tavanlar akıyor, ayaklarımız su
içinde. Sağımda solumda kapıları
numaralanmış küçük küçük hücreler
var. 13 numaralı hücrenin kapısı açıldı,
fare deliği gibi bir yer, ancak küçük bir
karyola sığabiliyor, kapıyı yüzüme
çarpar gibi kapadılar, tuhaf bir hal
memnun gibiyim” (Serdengeçti, 1. Sayı,
14-15). Bir zaman sonra polisin yanına
ajan şüphesiyle bir Bulgar köylüsü
komünisti getirdiğini anlatan Osman
Yüksel, “Hücremde yeni hissetmeye
başladığım gayet pis bir koku var. Koku
gittikçe artıyor, tahammül edemiyorum.
Kapıyı çalıyorum, duyan yok. Bir daha
bir daha çalıyorum, nöbetçi polis
homurdanarak açıyor. Ne o? Dışarı
çıkacağım. Hela baştanbaşa pisliklerle
dolu, ayak basacak yer yok. Öyle olduğu
halde burada bir saat kadar kaldım.
Bulunduğum hücrenin kokusu daha
fena. Sabaha kadar bu hal devam ediyor.
Sabah mı? Bizim için sabah-akşam,
gece-gündüz yok. Bir vakit biliyoruz, 300
gram kuru ekmeğin geldiği harikulade
akşamüzeri… Çoktan beri susuzuz,
birkaç defa istedim getirmediler. Yok
diyorlar, bir daha istedim nihayet pis bir
kovada üzerinde saman çöpleri yüzen
mübarek su geldi. Saman çöplerini
üfürerek kovadan suyu içiyorum;
hayvan suluyorlar sanki. Kokudan
dehşetli rahatsızdım, anladım ki Bulgar
kokuyor tıpkı domuz gibi. Ne yapsam
Allah’ım, ne yapsam? Şikâyet etsem kime
edeceksin? Hem Nano anlayacak,
zavallının hatırını kırmış olacağım.
Kokudan kurtulmak için gece gündüz sık
sık dışarı çıkıyor, bilhassa geceleri
helâda saatlerce kalıyorum; bunu kimse
bilmiyor” (Serdengeçti, 1. Sayı, 14-15).
Aylarca işkence gören Osman Yüksel ve 23
milliyetçinin ilk mahkûmiyet kararları
Yargıtay tarafından bozularak, 31 Mart
1945 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim
Mahkemesi tarafından beraat ettirilmiştir.
Osman Yüksel 1940-1947 yılları arasında
çeşitli gazetelerde yazılar yazmıştır. Bir
Fakültenin İç Yüzü ve Azap
Hücrelerinde yazılarıyla fakülteden kaydı
silinmiştir. Yapılan soruşturma ve
mahkemeden sonra suçsuzluğu
anlaşılarak serbest bırakılmıştır. Atıldığı
fakülteye yeniden girmek için çok
uğraşmış, fakat kabul edilmemiştir. Bu
durumu dönemin Maarif vekili Hasan Ali
Yücel’e hitaben “Yüksek vekâletin alçak
vekiline” başlıklı dilekçesi ile bildirmek
istemiş bu nedenle tekrar tutuklanmıştır.
Hapisten çıkınca unvanını aldığı ünlü
Serdengeçti dergisini çıkarmaya
başlamıştır. Birçok sayısı toplatılan bu
dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında
çok sayıda dava açılmış ve çoğu kez “Açın
kapıları Osman geliyor” diyerek sık sık
tutuklanıp hapse girmiş daha sonra
serbest bırakılmıştır. Serdengeçti dergisi
sık kapanması ve mahkûmiyet kararı
çıkması nedeniyle 40 yılda 33 sayı
çıkarılabilmiştir. Osman Yüksel Tek Parti
yönetiminin İslamiyet ve Müslümanlar
üzerindeki ağır baskılarını protesto eden
GENCAY
23
aydınların önde gelenleri arasındadır. Her
sayı sonrası tutuklanan Osman Yüksel
ülküsünden, fikirlerinden, davasından
hiçbir zaman ayrılmamıştır.
Osman Yüksel Serdengeçti, 1965-1969
yılları arasında Adalet Partisi listesinden
Antalya milletvekilliği yapmıştır. Osman
Yüksel politika yapmayı hiçbir zaman
sevmemiş ve protokollerden uzak
durmaya çalışmıştır. Partisine yönelttiği
eleştiriler yüzünden bir süre sonra Adalet
Partisi'nden ihraç edilmiştir. Milletvekilliği
sırasında kravat takmadığı için uyarı
almıştır, uyarıları dikkate alınmayınca
genel kurula girişi yasaklanmıştır. Bu kez
beline bağladığı kravatla içeri girmiş,
yakasına takması gerektiğini söyleyenlere
ise, “Kanunda nereye takılacağı belli
değil. İstediğim gibi takarım” demiştir.
Sonraki yıllarda mücadelesine yine
yayınladığı yazı ve kitaplarla devam
etmiştir. Son olarak Yeni İstanbul
Gazetesinde "Selam" başlığı altında
günlük fıkralar yazmıştır.
Mücadelesini Allah davası, Millet davası,
Vatan davası olarak tanımlayan Osman
Yüksel,
10 Kasım 1983’te vefat etmiş, Cebeci Asri
Mezarlığı’na defnedilmiştir. Allah ona ve
bu dava uğruna canlarını kaybeden ülkücü
şehitlerimize rahmet eylesin.
ESERLERİ
Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler,
Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatler,
Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali,
Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap,
Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocuğun
Şiir Kitabı, eserlerinden bazılarıdır.
Eserlerinden…
Özlediğim Âlem
Bir âlem özlüyorum: asrısaadet gibi, ebedi
faziletlerin, kavi imanların, temiz
vicdanların hüküm sürdüğü bir âlem! Bu
âlemin sakinleri, kelimenin tam ve hakiki
manasıyla insan olsun. İçleri huzur, dışları
nur ile dolsun! Geceden başka karanlık,
gök gürlemesinden başka gürültü
görmesinler, duymasınlar.
Bir âlem özlüyorum ki: Orada erkekler,
evinden başka hane bilmesin. Aileyi bir
gaile, çocuklarını çekilmez bir dert gibi
görmesin, bu hale getirmesin. “Evlat
kokusu cennet kokusudur” hadisi ile
duygulansın. İçi cennet, dışı cennet olsun:
cinnet olmasın. Erkek kendi karısından
başka kadın, kadın kendi kocasından
başka erkek tanımasın, sevmesin. Ailenin
reisi olan erkek, ayarlı kararlı, kavi, metin,
vakarlı, çalışkan olsun. Yuvanın kurucusu
kadın, temiz, cefakâr, vefakâr, sabırlı,
saygılı, sevgili olsun.
Bir âlem özlüyorum ki: Orada gençler,
orada delikanlılar, deli denizler gibi,
dalgalanıp coşanlar, mukaddes bir davanın
peşinden koşanlar olsunlar. Âlemlerin
Rabbine inansınlar. Küçük dalgaları, dalga
geçmeyi, kaldırım sevdasını bıraksınlar.
İman denizlerinin büyük dalgalarında,
sonsuzlukta kaybolsunlar; Varolsunlar.
Büyük davalarla davalansın, ulvi
sevdalarla sevdalansınlar. Orada gençler,
orada gençlik imandan kaleler gibi, canlı
hisarlar gibi, dimdik, dipdiri dursunlar. Bu
kaleyi, bu hisarı hiçbir kuvvet aşamasın.
Onların temiz kalplerinde Allah- Millet-
Vatan sevgisinden başka sevgi yaşamasın.
GENCAY
24
Bet beniz sararmış, gözlerin altı morarmış,
sarsak, çarpık, titrek, başlamadan bitmiş,
bitmeden tükenmiş gençler. Ağızları rakı,
ayakları ter, donları pislik kokan gençler:
böyle gençler yok bizim âlemimizde!
Öyle bir âlem özlüyorum ki: Memur
amirine, ast üstüne bir köle, bir uşak gibi
değil, vazife aşkıyla, iç nizamiyle, kalpten,
gönülden bağlansın. Sadece Allah’ın,
vicdanın kanunun hükmünü yerine
getirsinler. Zira gerçek hüküm onundur.
Gerçek büyük o dur. Herkes, bütün
insanlar, kendilerini aşan, kendilerinden
üstün hakim, kadir, her yerde, her zaman
hazır nazır olan, Rahman ve Rahim
Allah’ın varlığını kabul etsin! Daima her
yerde ve her şeyde onu görsün, onu bilsin..
bütün başlar sadece onun huzurunda
eğilsin! İşte biz, böyle bir alem istiyoruz.
Hiç kimse aslını saklamasın. Bir santim
yükselmek için, bir metre eğilen başlar,
baş olmaktan çıksın. Baş, yerini ayağa terk
etmesin. Söz ayağa düşmesin
dalkavukluğa, riyaya, insanları
putlaştırmağa giden bütün yollar
kapansın. İsimlerden, resimlerden,
şekillerden elhazer.. Özlediğim alem böyle
bir alem!
*Serdengeçti Dergisi 14. Sayı
Hak Yolun Bağrı Yanık Yolcuları
Hak yolunda bağrı yanık yolcularız. Yollar
ki, her zaman insanlarla doludur. Fakat
insan her zaman yolcu değildir. Bizim
yolculuğumuz ebedî bir yolculuk.. Bizler
ebedî yolcularız!.. Önü, sonu olmayanın,
bitmeyenin, tükenmiyenin, göçmiyenin,
çökmiyenin yolundayız!..
Biz bu yolda cefayı sefa, mihneti nimet
bilen insanlarız.. Bu yol, çetin bir yoldur..
Bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir. Öyle,
her kişinin kârı değildir bu yolda
yürümek... Er kişinin kârıdır, bizler er
kişileriz.. Allah’a giden bütün yollar, şer
kuvvetler, kötü niyetliler tarafından
tutulmuş. Bunu biliyoruz. Şerirler,
zorbalar, zalimler, türlü maskelerle bizi
can evimizden vurmak istiyorlar.
Bu yolda yürürken istiklâlimizden,
istikbalimizden, her şeyimizden
olacakmışız!.. Hapishanelere
düşecekmişiz.. Eyvallah!.. Eyvallah..
hepsine razıyız!.. Ölümden ötesi var mı?
“Urganda da ölüm, yorganda da..”
diyoruz!.. Biz bu yolun, delisi divânesi, bu
işin hastasıyız..
Aslı olduk, Kerem olduk, sıtma olduk,
verem olduk!.. Yıllardır ve yıllardır, onlar
yediler, biz baktık onlar dediler, biz
dinledik! Onlar yaşadılar biz inledik!.
Yıllardır yıllardır, din için, iman için
canımızı cânânımızı, bütün vârımızı
verdik. Ne kadar öldürdülerse o kadar
yarattık, ne kadar yıktılarsa o kadar
yaptık, ne kadar batırdılarsa o kadar
kurtardık dediler..
Biz hakiki kurtarıcıya sığındık.
GENCAY
25
Biz hep sustuk. Ağzımızda dilimiz var
demedik... Onlar nutuk çektiler! Biz dert
çektik, çile çektik! İçlendik, dertlendik!
Derdimizi kimseye dinletemedik!
Ne milletmişiz, biz de bilemedik?!
Biz bu sırra eremedik. İyi bir gün
göremedik...
Fakat sabrın da bir sonu vardı. Artık
konuşuyoruz. Garip ve dertli Anadolu’yu
dile getireceğiz. Biz onun dâvasiyle
dâvalandık, sevdasıyla sevdalandık.
İmansızlara teslim edemeyiz onu.
Soygunculara, vurgunculara istismar
ettirmeyiz!..
10 Ağustos 1952
GENCAY
26
URALLARDAN ANADOLU OVALARINA:
ZEKİ VELİDİ TOGAN Sertaç EKEMEN
Zeki Velidi Togan’ın hayatının ve
fikirlerinin gelişimi yetiştiği ortamla direkt
paralellik göstermiştir. 1890 da Ural
Dağları’nın eteklerinde, Işındağ’da
dünyaya gelen Togan’ın soyu bağlı
bulunduğu Başkurt boyunun bölgede
yerleşkesi 16. yy kadar dayanmaktadır.
Togan gençliğine kadar olan yaşamını bu
çetin coğrafyada geçirmiş ve doğayla iç içe
bir yaşam içerisinde bulunmuştur.
Togan’ın babası imamlık mesleğini icra
eden bir müderristir. Bu yüzden Togan’ın
tarihi bilincinin yanında, İslami bir bilince
sahip olması ve buna binaen Arap ve fars
edebiyatıyla iç içe olup Türk-İslam
sentezinin şekillenmesinde bu durumun
etkisi büyüktür. Dedesi ise kazan tarafında
yaşamış dini alim Şahabettin Mencai den
eğitim görmüş bir İslam alimidir. Ural’ın
çetin dağlarında kayağa merak salmış ve
bu sevdasını Türkiye’ye gelince bile
bırakmamıştır. İslami eğitiminin yanı sıra,
Türk tarihine başta Dede Korkut
Hikâyeleri olmak üzere destansı bakışlarla
ilgi duymaya başlıyor. Rus lisanını
öğrenerek batılı eserlerle ilgilenmeye
özellikle coğrafya ve matematik
bilimleriyle açıktan ilgilenmeye başlıyor.
Ayrıca, Fars ve Arap lisanını öğrenmesi ile
beraber Türk Divan Şiiriyle de ilgilenmeye
başlamaktadır.
1905 yılında Çarlık Rusya da, Duma
Meclisinin kurulması ile beraber Rusya
İmparatorluğu Türk bloğunun St.
Petersburg baş temsilcisi oluyordu, Duma
içerisindeki faaliyetlerinin neticesinde,
meselenin bir Başkurt meselesi
olmadığını, aynı milletlerin ortak bir
paydada birleştiği Avrupa
nasyonalizminden de etkilenerek
meselenin özünde bir Türk meselesi
olduğu kanaatine varmıştır. Bu meselenin
ise sadece Sibirya Türk kültürünün değil,
Uygurlardan Balkanlara kadar kapsayan
coğrafyanın bir temsili olduğunu ifade
etmeye başlayacaktı. Siyasete atıldığı süre
içerisinde tamamladığı ilk nadide eseri
olan ve Semerkant metinlerinden büyük
ölçüde yararlanarak hazırladığı eseri
Türk- Tatar Tarihini yazdığında yaşı 21idi.
Gençliğinden itibaren hayatının sonuna
kadar reel olarak içinde olacağı Türklük
tarih- kültür savaşımını da siyasal alanda
somut olarak hayata geçiriyordu.
GENCAY
27
1917 devriminin gerçekleşmesi ile
Başkurdistan Muhtar Cumhuriyetini ilan
eden komite içerisinde yer alıp bu devletin
ilk cumhurbaşkanı olacaktı. Devrimin
önderleri olan, Josef Stalin Vladimir Lenin
ve Lev Troçki ile yakın ilişkiler kurduysa
da, bu ilişkiler uzun soluklu olmuyor ve
Başkurdistan’ın ilhakı ile aralarında
resmen bir husumet doğuyordu. Çetin
sıcak çatışmalarının akabinde Rus iç
savaşında kaybedenler arasında olan
Ahmet Zeki Velidi Togan 1921 yılında
tutsak düşüyordu. Bu tutsaklığı çok uzun
sürmüyor ve hapisten kaçmayı başararak
Enver Paşa ile Kafkaslar da bir takım
görüşmelerde bulunuyordu. Türk Milli
Birliği hareketi içerisindeki hareketlenme
ve akabinin de Baskıncılar Hareketini,
Başkurt Özgürlük Hareketi ile
birleştirmeyi denese de bu konuda başarılı
olamıyordu.
1923 yılı itibari ile Sovyetlerden ayrılıp
İran’a oradan Hindistan’a ve Berlin’e
ulaşarak Türk Ocaklarının efsane lideri
Hamdullah Suphi Tanrıöver’le bir takım
görüşmeler içerisinde bulunuyordu. Bu
görüşmelerinin nihayetinde 1925 yılında
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçip
Başbuğ Atatürk ile tanışarak Türkiye’de
akademik faaliyetlerde bulunmaya
başlıyordu. 1932 yılında tertip edilen
kongreye o zamanlar doçentlik
makamında bulunan Togan’da katılıyordu.
Türk Tarih Kongresi içerisinde yapmış
olduğu Orta Asya Türk göçü
tahlillerindeki, Moğol faktörü tezi
dolayısıyla altı ay yurt dışında kalmak
zorunda kalıyordu. Daha sonra yurda
tekrar geri dönerek Darüşşafaka ve
İstanbul Üniversitesinin çalışmalarının
ardından profesör unvanını alıyordu.
1940’lı yıllarda, Milli Şef unvanı ile
iktidarda bulunan İsmet İnönü hükümeti
tarafından, İkinci Dünya Savaşında galip
gelmeye başlayan Sovyet askeri ve arksist
ekolünün de etkisiyle, Mayıs ayının 1944
yılında, Almanya ile destekli, Türkiye
toprakları üzerinde etnisite kaynaklı faşist
bir cunta oluşturup hükümeti ele geçirmek
ve Alman İtalyan antantlı ırkçı, faşizan bir
yönetim kurmak iddianamesi ile Nihal
Atsız, Reha Oğuz, Hüseyin Namık,
Alparslan Türkeş, Orhan Şaik, Nejdet
Sançar, Fethi Tevetoğlu, İsmet Tümtürk
ile beraber başlayan Türkçülük-Turancılık
ana davası sonucu, 11 ay hapis cezasına
çarptırılmıştır. Bu cezasının ardındaki
süreçte davasında bir yılgınlıkta
bulunmayarak aksine daha bir azimle
sarılarak yoluna devam etmiştir. 1971
Türk Tarihin de önemli bir yeri olan askeri
muhtıra arifesinde ebediyete intikal
etmiştir. 2010 yılı TURKSOY tarafından
Togan yılı ilan edilmiştir.
GENCAY
28
GENCAY
29
SÖYLEŞİ: NECDET ÖZKAYA Metehan ÇAĞRI - Kumru PAKSOY
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN SİYASET
ARENASINA GEÇİŞİ VE ALPARSLAN
TÜRKEŞ
NECDET ÖZKAYA ANLATIYOR
Alparslan Türkeş 1960 ihtilalini yaptığı
zaman ben öğretmen okulu son sınıfta
okuyordum. O zaman Alparslan Türkeş
ismini ne tanıyordum ne biliyordum. Tabi
sadece ihtilali yapan Alparslan Türkeş
değildi. Radyodan anonsu yapan Türkeş’ti.
Gür sesli bir adam konuşuyor. “Ben
Kurmay Albay Alparslan Türkeş… Türk
Silahlı Kuvvetleri kardeş kavgasına son
vermek için idareye el koymuştur.” Bu
şekilde devam eden bir konuşma.
Biz Demokrat Parti çevrelerinin
çocuklarıyız. Demokrat Parti’nin
iktidardan uzaklaşması çevremizde,
mahallemizde çok da hoş karşılanmadı. Bir
müddet sonra, Van’da tanıdığım birkaç
milliyetçi tanıdığım insanlar vardı. Bunlar
biz Alparslan Türkeş adını bir yerlerden
hatırlıyoruz dediler. Konuşurken tabi
hatırlanmaya başlandı.
1944 yılında bir “Irkçılık-Turancılık”
davası başladı. Bu davanın birinci adamı
rahmetli Nihal Atsız hocaydı.
Yargılananların içinde o zaman Üst
Teğmen olan Alparslan Türkeş’te vardı.
Tabi böyle olunca, Türk Milliyetçisi
çevrelerde ihtilalden dolayı başlayan
kızgınlıklar Alparslan Türkeş ismi ile
birlikte hafiflemeye başladı. Halk yine
kızıyordu ama Milliyetçi aydınlar
Alparslan Türkeş isminden dolayı
ısınmaya başlamışlardı. İhtilal günleri
devam ederken bir gün duyduk ki ihtilali
yapanlardan 14 tane subay yurt dışına
sürgün edilmiş. Sürgün edilenlerin başında
Alparslan Türkeş var. Benim yakından
tanıdığım Muzaffer Özdağ Bey var. Yine
çok yakından tanıdığım, sevdiğim Dündar
Taşer Bey var, Ahmet Er Bey var. Bunlar
belli bir süre ile yurt dışına sürgüne
gönderildiler. Türkeş’in başında
bulunduğu bu gruba 14’ler grubu denildi.
Tabi bu süreçte Türkeş’e olan ilgi arttı. Ben
o zamanlar Van’dan ayrılmış İstanbul’a
öğretmen enstitüsüne gelmiştim. Edebiyat
bölümü öğrencisi olmuştum ve böylece
Nihal Atsız Hoca ile de tanışma fırsatı
bulunca işin gerçeğini iyice anlamaya
başladım. Evet, Alparslan Türkeş Türk
Milliyetçisi bir insandı. Subay olmasına
rağmen Nihal Atsız Bey ile mektuplaşmış
zaman zaman takma isimlerle, onun
çıkarttığı dergilerde yazılar yazmış.
Tabi o günlerde şu soruda akla geliyor.
İhtilalin kudretli Albayı diye isimlendirilen
Türkeş, nasıl oluyor da kudretsiz olan
askerler tarafından arkadaşlarıyla beraber
sürgüne gönderiliyor?
-Kurşuna dizilecekleri de
söyleniyordu?
Evet doğru… Tabi ona cesaret
edememişler. Çünkü geride kalan
arkadaşlarından korkmuşlar.
GENCAY
30
Sonra Atsız hocayla görüşmeye devam
ettik. Evine de gittik. İstanbul, Maltepe’de
oturuyordu o zamanlar. Çok nazik bir
adamdı Atsız Hoca. Yazılarını okuyunca,
romanlarını okuyunca çok sert bir adam
zannedersiniz. Hâlbuki çok nazik çok
kibar… Evine gidenlerin içinde yaşça en
küçük ben olduğum halde çayı yapar, çayı
kendi eliyle ikram ederdi.
Atsız Hocanın yorumu şöyle oldu; 14’lerin
dışında kalan askerler, Komite Başkanı
Cemal Gürsel de dâhil CHP’ye dayandılar.
Türkeş, yurtdışından sürgün hayatı bitip
dönünce İstanbul’daki milliyetçiler Edirne
sınırında karşıladılar. Ben o zamanlar
öğretmen olmuştum Adana’da. Tabi
Türkeş ismi Ankara’ya geldi çeşitli
konuşmalar başladı efsaneler başladı.. O
sırada Adana’da Türk Ocakları açılmıştı.
Gelip gidiyordum oradaki büyükleri
dinliyorum. Bir kısım Demokrat Partililer
şöyle söylüyorlar; “27 Mayıs İhtilalini
İsmet Paşa ve CHP’liler yaptırdı.” Öyle
diyenlerde doğru söylüyor, değildi
diyenlerinde birçok doğru belgeleri var.
-Bunun arkasındaki gerçek neydi peki?
Mesela, 14’lerin sürgünü neden
yaşanmıştı?
Komite içinde bir grup çok acele seçim
yapılarak iktidarın CHP’ye verilmesini
istiyorlar. Türkeş ve arkadaşları da çok
yanlış olur diyorlar. Biz sanki CHP’nin
askeri gibi oluruz, hâlbuki biz bu ülkede
kardeş kavgasını önlemek için geldik,
diyorlar. DP kapatılmış, teşkilatları yok,
CHP’yi tek başına seçimi sokmak iktidarı
direk teslim etmek olur. Buna karşı
çıkıyorlar. Peki, Türkeş ve arkadaşlarının
fikri ne? Onların fikri; bir takım
müesseseleri kurmak istiyorlar. Mesela,
Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurma fikri
onlardan çıkmış, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü kurmuşlardı, orda
Türk Birliği konuları işlenecekti. Buna
benzer projeleri vardı Türkeş ve
arkadaşlarının. Ülkü birliği projesi vardı.
İşte bunu gibi sebepler…
Bir taraf iktidarı İsmet Paşaya devredip
gidelim diyorlar, Türkeş ise zaten 1944
olaylarında İsmet Paşa’ya karşı çıkmış.
İsmet Paşa 19 Mayıs 1944’te bir konuşma
yapmış, Türkiye’de ırkçılar var demiş
bunların aleyhlerinde konuşmalar yapmış.
Şimdi tekrar Adana’ya dönelim. O dönem
eski Demokrat Partililer de, Türk
Ocaklarına gelip gidiyor. Ben onlardan
dinliyorum; İsmet Paşa’dan intikam alacak
bir adam bulmalıyız diyorlar. Bu kim
GENCAY
31
olabilir? Asker olmalıdır yoksa sivil olursa
başa çıkamaz diyorlar. Asker içinden kim
olmalıdır? 1944 yılında işkence görmüş,
tırnakları çekilmiş, 1960’ta sürgün edilmiş.
O zaman Türkeş, Demokrat Parti’nin
öcünü İsmet Paşadan alabilir diyorlar. Alır
mı almaz mı onu kimse tartışmıyor,
alabilir diyorlar ve böylece bir efsane
doğuyor. Ankara’daki Türkeş ile
Adana’daki ya da yurdun herhangi bir
yerindeki Türkeş farklı. Bunu çok iyi
anlamak lazım. Ben sizinle o efsanelerden
birini paylaşayım;
Adana’nın meşhur bir gazetecisi vardı.
Okey Osman derlerdi. Okey Osman beni
yanına çağırdı. Tabi milliyetçi olduğumu
da biliyor. Bana dedi ki; “Dün… Palas’tayım
lobide oturuyorum bir baktım
merdivenlerden Türkeş çıkıyor” dedi. Tabi
bunu anlattığı zamanda Türkeş daha
Hindistan’da.
Tabi bu dönemlerde Atsız Hoca Türkçüler
Derneği’nin kurulması için tüzük
çalışmaları yapıyor. İstanbul Türkçüler
Derneği kuruldu. Sonra bana Atsız
Hoca’dan mektup geldi. Adana’da
Türkçüler Derneği’nin kurulması için
vazifelendirildiğimizi söylüyordu. Sonuç
olarak yönetimi kurmak için yedi kişi
olduk ve derneği kurduk. Bu sıralarda
Türkeş’in bir siyasi partiye geçeceği ya da
parti kuracağı lafları dolaşmaya başladı.
Türkeş, Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisine girdi ve parti müfettişi olarak
göreve başladı. İlk olarak o dönemde
görevli olarak Adana’ya geldiğinde Türkeş
ile yüz yüze tanışma fırsatı buldum.
Türkiye’nin meseleleri konuşuldu. Bize
Türk Dünyasının sorunlarını izah etti.
Daha sonraları CKMP’nin Genel Başkanı
oldu. Adana’ya da gelip gitmeye devam
etti. Bu dönemlerde de efsaneler devam
etti. Anlatılır; “Cemal Gürsel ile Alparslan
Türkeş kavga etmiş. Alparslan Türkeş,
Gürsel’i çekip vurmuş.” Halk arasında
efsane olmuş bunlar.
Bunun ardından 1969’da Adana’da
milliyetçi camia için çok önemli olan o
kongre yapıldı. Kongreye, İstanbul’dan
Ankara’dan arkadaşlar katıldı. Tabi bu
kongrede tartışılan parti’nin adı değil.
Herkes, Milliyetçi Hareket Partisi adında
hemfikir, fakat rozet de ihtilaf var. Dündar
Beyler daha önce hazırlamışlar “üç hilalli
bayrak”. Fakat İstanbul’dan gelen grup ve
Ankara’dan katılanlar “bozkurt” istiyorlar.
Sonra karar alındı, parti bayrağı üç hilal
oldu, gençlik kollarının bayrağı da bozkurt
oldu.
Bu kongreden sonra tabi Türkeş’in
milletvekilliği durumu konuşuldu.
Seçimlerde Türkeş Bey Adana’dan aday
oldu ve bir tek o seçildi.
GENCAY
32
Şimdi köylere propagandaya giden
arkadaşlar anlatıyorlar, o dönem nüfusun
büyük kısmı köylerde oturuyor. Şimdi a
köyünde soruyorlar: “Türkeş, Cemal
Gürsel’i vurdu mu vurmadı mı ?” Giden
arkadaşlar düşünmüşler vurdu mu desek
vurmadı mı desek. Arkadaşlar demişler;”
Ya öyle bir şey olur mu? Kurmay Albay
ihtilal’in liderini vurur mu? Bunu CHP’liler
uyduruyor. Köylülerde; ”yuh be bizde
Türkeş’i adam zannediyorduk. İsmet
İnönü’den de intikam alacak
zannediyorduk” demiş. Boş verin
Türkeş’te sıradan bir adammış biz
Türkeşçi değiliz demişler. Sonra bunu
dinleyen partililer a köyünden b köyüne
gidince aynı soruyla karşılaşınca ne
diyecekler? -Vurdu- Bu seferde “belli ya
zaten vurdulu kırdılı adam, bu zaten
ihtilalci bundan siyasetçi olur mu?”
demişler. İşte o dönemlerde bunun gibi
açmazlar vardı. Vurdu deseniz bir türlü
vurmadı deseniz bir türlü. Efendim
“Menderesi astı(!)” Menderesi
devirenlerin içinde Türkeş var fakat
asanların içinde Türkeş yok. Tam aksine
Türkeş, Menderes ve arkadaşlarının
asılmaması için mektup yazmış komiteye.
Fakat bunları anlatmak çok zor. İnsanlara
sesinizi duyuramıyorsunuz.
Fakat Türkeş hep mücadeleyi seçmişti ve
tüm hayatı boyunca da mücadele etti.
1944’te yargılanması, 27 Mayıs’ta sürgün
edilmesi, Talat Aydemir hadisesi, siyasete
atılması, genel başkan olması, 12 Eylül
olayları, yıllarca süren hapishane hayatı,
idamla yargılanması hiçbir zaman
vazgeçmiyor. Mesela 12 Eylül’ü anlatayım,
geçen gün Sadi Bey (Sadi Somuncuoğlu) ile
de konuştuk. Mamak da mahkemeler
başlıyor. Türkeş önde Sadi Beyler arkada
salona girince ülkücü gençler bir anda
ayağa kalkıyor ve istiklal marşı okumaya
başlıyor. Müthiş bir heyecan, korkudan
eser yok, mücadeleye aynen devam
ediliyor. Türkeş’in yaptığı meşhur
konuşma var mesela. Türkeş o konuşmayı
yaptıktan sonra hâkimin karşısında ki o
dik duruşundan sonra anlaşılmıştı ki dava
orda bitmişti. Evet, yıllarca sürecekti fakat
Türkeş’in boyun eğmemesi ve haklı
mücadelesini vermesi o davanın
kazanılacağının kanıtıydı.
GENCAY
33
UNUTULAN TÜRKLERDEN
SEKELLER’İ HATIRLAMAK Bülent ERDİL
Sekeller’in yaşadığı topraklar
2011 Aralık ayının soğuk ve yağışlı bir
günüydü. Arkadaşlarımızla Balgat’ta
toplanacaktık. O sırada arkadaşlarla
birlikte oraya orta yaşlı, Romanyalı, adı
Levente Gergelyfi Borbely olan biri de
geldi. Onunla tanıştıktan sonra, bana Sekel
Türkü olduğunu söyleyip, uzun uzun
anlatmaya başladı. Sekeller hakkında çok
önemli bilgileri onun sayesinde öğrenme
şansım oldu. Türkiye’den başlayıp
Moğolistan’a kadar yürüyeceğini; herkese
Sekeller’i ve onların sorunlarını
anlatacağını söyledi. Bir ara ona
Macarlar’ın JOBBİK Partisinden bahsettim.
Çok da hoşnut olmadı. Onlar bizi Macar
olarak görüyor. Oysa biz Sekel’iz dedi.
Sekeller’in bağımsızlığı için her şeyi gözen
alan öğretmen: Levente Gergelyfi Borbely
Sekeller’in kullandığı Göktürk kökenli
alfabeleri
Anlatılanlara şaşırmıştım, çünkü 2011
Eylülünde Macarlı’ya gitmiştim. Avrupa
parlamentosunda yaptığı Türk dostu
çıkışlarıyla bana sempatik gelen ve takdir
ettiğim JOBBİK Partisinin önde
gelenleriyle Budapeşte’de tanışma şansım
olmuştu. Özellikle Markó Elemér István
adında değerli bir partiliyle uzunca bir
görüşme yapmıştık. Türkiye’den bir gencin
onlarla tanışmak için kapılarını çalması
GENCAY
34
onu son derece sevindirmişti. Mutluluğunu
genel başkanları Gabor Vona’yı arayarak
paylaşmıştı. Telefonla makamını arayıp,
durumu anlattı. Bu duruma oldukça
şaşıran ve sevinen Gabor Vona beni ertesi
gün için Macar Parlamentosuna davet
etmişti. Ancak Türkiye’ye dönüş
yapacağımdan, teşekkür edip davetlerine
katılamayacağımı söyledim.
Marko’yla saatlerce süren bir görüşme
yapmıştım. Hocalı Soykırımından,
ülkemdeki terör sorununa kadar birçok
konuyu ona aktarmıştım. Nerelisin diye
sorduğumda, bana bir zamanlar
Osmanlı’ya ait olan, bugün Romanya’daki
Karpat Dağları’nı da içine alan “Erdel”
eyaletinden olduğunu söyledi. Erdel ile
soyadım olan “Erdil”in benzerliği onu
ayrıca sevindirmişti. Erdel bayrağı ile
beraber hatıra fotoğrafları çektirdik.
Yanımda getirdiğim Türk bayrağını ona
hediye ederken, o da bana Erdel’in
bayrağını hatıra olsun diye vermişti.
Markó Elemér István ile JOBBIK’in
Budapeşte’deki ofisindeyiz
Sekeller’e gelince… Sekeleli (yabancı
söylenişi: Sekelistan) bir milyona yaklaşan
nüfusuyla 14.000 km²’lik bir bölgeyi
kaplamaktadır. Romanya’nın ortasında yer
alan Macarcaya yakın bir dil konuşan
ancak Hunların soyundan gelen bir Türk
topluluğudur. Dillerinin yapısı Türkçeye
de benzemekte olup, biraz değişmiş de
olsa Dünya’da Göktürk alfabesini halen
kullanan tek millettir. Attila'nın 453
yılında ölmesinden sonra dağılan
ordusunun bir kısmı, Karpat Dağları’nın iç
kesimlerine çekilir. Bu ormanlık ve dağlık
bölgede yaşamaya başlayan Hun
savaşçılarının torunları olan Sekeller,
895’te bölgeye gelen Avar Türkleriyle
etkileşmişlerdir. Ancak Avarlar, daha
sonrasında Slav topluluklarıyla karışıp
bugünkü Macar milletini oluşturmuştur.
Ortodoks olan Sekeller, kendilerini
Hunların torunları, yani Türk olarak
görmekte, bugün Romanya’nın baskısı
altında benliklerini sürdürme mücadelesi
vermektedirler. Bayrakları, Marko’nun
bana hediye ettiği “Erdel” eyaletinin
bayrağının aynısıdır.
Sekel Türklerinin Bayrağı
Macar Devleti 1526 Mohaç savaşından
sonra Osmanlı’ya bağlanınca, Sekeller’e
özerklik verilmiştir. Ancak atanan
Avusturya - Macar yöneticileri bu özerk
devleti ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
Buna karşı uzun yıllar mücadele eden
Sekellerin özerkliği, Avusturya
İmparatorluğu'nun 18. yüzyılda
GENCAY
35
Transilvanya'yı işgaliyle sona ermiştir.
Bağımsızlık için çabalayan Sekeller,
bundan sonra yoğun bir Macar etkisine
girmiştir. Avusturya – Macar
İmparatorluğu'nun çökmesinden sonra
devletlerini kurmayı denemişlerdir. Ancak
girişimleri her defasında engellenip;
Romanya'ya verilmiştir.
Romanya'nın baskısı altındaki Sekeller,
günümüzde ayrımcılığa ve insan hakları
ihlallerine maruz kalmaktadırlar.
Kendilerine özgü olan Göktürk alfabelerini
kullanmaları da engellenmekte, asimile
edilmeye çalışılmakta; ekonomik ve sosyal
bir baskı altına alınmaktadır. Herhangi bir
azınlığa karşı yapılan en ufak ayrımcılıkta
ayağa kalkan AB, söz konusu Sekel
Türkleri olunca yapılanları görmezden
gelmekte, hatta içten içe buna memnun
bile olmaktadır. Kültür ve tarih bilinçleri
yok edilmeye çalışılsa da tüm baskılara
karşı hala ayakta kalmaya devam
etmektedirler.
İşte bu yaşanan ayrımcılığı ve baskıyı tüm
Türk Dünyasına anlatmak için yola çıkan
Levente Gergelyfi Borbely ile tanışmak
benim açımdan son derece olumlu oldu.
Milli uyanışları devam eden bu toplum
1990 yılında Genç Sekeller Forumu adı
altında kurulan bir yapılanmayla
kendilerine karşı baskıya karşı mücadele
başlatmışlardır. 2003 yılında kurulan Milli
Sekel Konseyi ile güçlenen milli uyanış,
özerklik almayı hedeflemektedir.
Avrupa’nın göbeğinde var olma
mücadelesi veren Sekeller, başta Türkiye
olmak üzere tüm Türk Dünyasından
yardım ve ilgi beklemektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda din kardeşlerini
korumak için Arap çöllerine koşan; ancak
onlar ve onların İngiliz kardeşleri
tarafından pusulara düşürülen, yaralı
halde Anadolu’ya doğru dönerken Hicaz,
Filistin ve Şam yollarında karınları deşilip
midelerinde altın aranan, vahşice
katledilen on binlerce Türk askerinin
torunları olarak elimizi vicdanımıza koyup
düşünelim. Bunları yapanların torunlarına
gösterdiğimiz sevgi, ilgi, sempati ve
hayranlığın yüzde birini, 1877’deki Rus
Harbinde Osmanlı’ya yardımcı olmak
amacıyla savaşçı bir birlik oluşturan, bin
bir yokluk ve zorluk içinde Türk
Ordusu’nun imdadına koşan; bu sebeple
Fransa ve İngiltere tarafından
cezalandırılıp, Romanya’ya kurban edilen
gerçek kardeşlerimiz Sekeller’e de
göstersek, çok mu olur?
GENCAY
36
TÜRK DİLİ BAYRAMI ve
ANADİLDE EĞİTİM Alperen KIZIKLI
“Mehmet Bey Konya’yı ele geçirip,
Siyavuş’u Selçuklu tahtına geçirdikten
sonra 13 Mayıs 1277 tarihinde Konya
önünde akdedilen bir toplantı ile Türkçeyi
resmi dil olarak ilan eden ünlü fermanını
yayınlamıştır.
Karamanoğlu Mehmet Bey’in ünlü fermanı
İbni Bibi’nin Evamirü’l-Alaiyye adlı Farsça
eserinde Farsça olarak yer almıştır. İbni
Bibi’nin eseri Yazıcıoğlu Ali tarafından
Tevarih-i Al-i Selçuk adıyla 15. yüzyılda
Türkçeye çevrilmiştir. Çevirinin yazması,
Topkapı sarayı Revan bölümü, 1391
numarada kayıtlıdır. 13.yüzyılın dil
özelliklerini yansıtan bu yazmada ferman
şu şekilde Türkçeye çevrilmiştir:
“Şimden girü hiç kimesne kapuda ve
divanda ve mecalis ve seyranda Türki
dilinden gayri dil söylemeye”
13. Yüzyılın dilini yansıtan bu cümle
bugünkü Türkçeye Karaman Valiliğinin
başvurusu üzerine Türk Dil Kurumu
tarafından şu şekilde aktarılmıştır.
“Bugünden sonra hiç kimse sarayda,
divanda, meclislerde ve seyranda Türk
Dilinden başka dil kullanmaya”
Karamanoğlu Mehmet Bey’in, 13 Mayıs
1277’ de, Türkçeyi korumak amacıyla
yayınladığı ünlü fermanı, O dönemdeki
Anadolu’nun durumunu bilmeden
değerlendirmek doğru olmaz.
XII. yy ve sonları, Anadolu Selçuklularının
hüküm sürdüğü; Türk olmalarına rağmen,
devletin her alanında İran hâkimiyetinin
apaçık görüldüğü ve Türklüğün
değerlerinin devlet eliyle unutturulmaya
yüz tuttuğu yıllardır. İşte bu dönemde
Karamanlılar, Anadolu’da sadece dil
alanında değil; Türk değerlerinin
yaşatılması için, her alanda, büyük
mücadeleler vermişlerdir.
1238 ‘de, Selçukluların İranlaşması
karşısında, Karamanlıların atası, Nure
Sofi’nin de katıldığı, Türklüğün savunması
denilebilecek, Kırşehir’in Maliya Ovasın’da
gerçekleşen savaş; Karamanoğulları’nın
Anadolu’da verdikleri mücadelelerin ve
değerlerin korunması savaşının en açık
delilidir.
Karamanoğlu Mehmet Bey, Anadolu’da
Türklüğün, mücadelesini vermiştir.
1277’de yayınladığı fermanın özünde, bir
GENCAY
37
milletin birlik-beraberliğinin ilk adımının,
dil birliği olduğu vurgulanmaktadır.” (1)
Tarihte 3500’den fazla dilin(2) var
olduğunu bilinmektedir fakat şu an
yaşayan dillerin sayısı ise bu rakamın
çok çok altındadır. Yani diller doğuyor,
gelişiyor ya kalıcı oluyor veyahut tarih
sahnesinden siliniyor. Bu süreç doğal bir
şekilde gelişmektedir. Suni olarak
atfedilemez.
Nitekim günümüzde Türkiye sınırları
içerisinde büyük kitlelerin konuştuğu
diller arasından, kültür - sanat
geçmişi ve kelime hazinesi daha varlıklı
olan Türkçe'nin ortak anlaşma dili
olarak seçilmesi gayet mantıklı bir
süreçtir. Türkçenin günümüze kadar
yaşaması ve varlığını devam ettirmesi de
bu bayram vesilesi ile kutlanır.
Ortak anlaşma dili olarak bir dilin
seçilmesi, o toplumun birlikte yaşam
sürecinde ortaya çıkan siyasi ve
kültürel bir kabulleniştir. Tek bir dil,
ortak anlaşma dili seçilip bu dilin üzerine
yeni değerler konularak toplumsal
etkileşim devam ettirilir. Ülkeler bu dille
eğitim yapar ve resmi devlet işlerini
yürütür. Halklar birbiriyle ticari,
ekonomik, sosyal, hukuki her türlü
etkileşimini bu dil ile gerçekleştirir.
Türk dili bayramından yola çıkarak, 2 -
3 yıldır tartışılan sürekli gündeme
getirilen anadilde eğitim konusunu ele
almak istiyorum.
Öncelikle anadilde eğitim ile anadil
eğitimi kavramlarını tanımlayalım.
Anadilde eğitim, eğitim ve öğretimin her
kademesinde bir anadilin seçilip, her
dersin her branşın o dille anlatılması,
öğrencilerin ve öğretmenlerin anadil ile
öğretimi gerçekleştirmesi, karşılıklı
iletişim kurması esasına dayanır.
Anadil eğitimi ise, kişinin ailesi ve çevresi
tarafından kendisine öğretilen,
doğumundan yaşadığı her ana kadar ailesi
ve yaşadığı çevre ile sürekli iletişim için
kullandığı dilin, dil bilgisini, fonasyonunu
ve imla kurallarını öğrenebilmesi
demektir. Anadil eğitimi ve anadilde
eğitim birbirine karıştırılmamalıdır.
Tek resmi dil bir gereklilik midir ?
Eskiden sömürge olan Hindistan
örneğini inceleyelim isterseniz. Resmi
GENCAY
38
devlet dili olarak iki dil belirlenmiştir:
Hintçe ve İngilizce. Fakat Hintçe, artık
devlet dili olarak sembolik bir anlam
taşımaktadır. Devlet kurumlarında
işlemler daha ziyade İngilizce
yapılmaktadır. Çift resmi dilli ülkelerden
olan Hindistan’da görülen odur ki,
toplum doğal seyir esnasında tek resmi
dili benimseme noktasına
gelmiş; İngilizceyi ortak resmi ve
anlaşma dili olarak benimsemiştir.
Sonuç olarak eğer bir devlet, kabile devleti
değilse toplumsal süreç tek dil ile anlaşma,
tek dil üzerinde uzlaşma noktasına doğal
olarak ilerler. Bunun tersine doğru gelişen
olaylar genellikle sunidir ve dış
müdahaleler sonucu gerçekleşmektedir.
Eğitim ve resmi dilin tek dil olarak
benimsenmesi; görece olarak
gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinde
vuku bulmamış bir olaydır. Bu ülkelerde
birden çok resmi devlet dili, ayrışmış ve
birbirinden uzaklaşmış büyük halk
yığınları vardır. Ayrıca buralardaki resmi
dil birliğinin sağlanması çabaları
emperyalist ülkeler tarafından
istenmeyen, engel olunan bir durum
olarak tarih boyunca da göze
çarpmaktadır. Söz konusu 3. dünya
ülkelerinde, birden fazla resmi dili
destekleyenlerin İngiltere, Fransa,
Amerika, Almanya gibi, kendi ülkelerinde
başka bir resmi dili kabul etmeyen, kendi
uygulamadığı ileri demokrasi (!)
gereğini başkalarına pazarlamaktan
geri durmayan ülkeler olduğu da
dikkati çekmektedir.
Tarihte sömürge olmamış ülkeler tek
resmi dil gerekliliğini savunmaktadır ve
ülkelerinde tek bir dili resmi dil
kullanmaktadırlar Bu sebeple Kürtçenin,
Lazcanın, Çerkezcenin, Zazacanın
Türkiye Cumhuriyeti sınırları
içerisinde resmi devlet dili olması
mümkün gözükmemektedir.
Farklı anadillerde eğitim diğer
ülkelerde ne durumdadır?
Konuyla ilgili tartışmalarda başka ülkeler
üzerinden örnek verildiği için Avrupa ve
Amerika'da anadil eğitimi ile ilgili neler
yaşanmaktadır, kısaca onlardan da
bahsedelim. (Aslında başka ülkeleri bu
kadar irdelemek yerine bizim kendi
gerçeklerimizi ortaya koymamız
gerekiyor.)
Brüksel'de 30 yıldır devam etmekte
olan ve 2011 itibariyle 300'e yakın
anaokulu ve ilkokul öğrencilerinin
devam ettiği Türkçe Anadilde Eğitim
(OETC) Projesi ile İspanyol ve İtalyanca
Anadilde Eğitim Projeleri Eğitim Bakanı
Pascal Smet tarafından
durdurulmuştur.(3)
Almanya Türklerin entegrasyonu için
anadilde eğitim politikasını gevşetmekte,
Türk okullarının sayısını azaltmaktadır.
Bizzat Angela Merkel tarafından çok
dilli, çok kültürlü politikaların Almanya
için bir fiyasko olduğu dile
getirilmiştir. Merkel, Türklere ve diğer
GENCAY
39
azınlıkların, Almanya’ya uyum
süreçlerinde anadilde eğitimini Almanca
yapmaları gerekliliğini savunmuştur.(4)
Yunanistan Batı Trakya'daki 57 olan Türk
Okulu sayısını 22'ye düşürmektedir.*5
Amerika'da aileler çocuğum İspanyolca
anadilde eğitim almasın, İspanyolca
öğretilen sınıflara konulup ayrımcılığa tabi
tutulmasın diye Eyalet hükümetlerini
mahkemelere vermektedir. İspanyol
kökenli aileler
çocuklarının, İspanyolcayla değil
İngilizce ile eğitim hayatlarına devam
etmesini istiyor.(6)
Amerika'da Virginia eyaletinde Almanların
en yoğun bulunduğu eyalette İngilizce tek
resmi eğitim dili olarak kullanmakta,
Almanca ise seçmeli dil dersi olarak
öğretilmektedir.
Fransa, Avusturya, Almanya,
Polonya, Hollanda gibi ülkeleri ele
alalım. Bu ülkelerin sınırları 1945'den
sonra netleşmiştir. Farklı dillerde
konuşan çeşitli halklar, anavatanı olan
toprakları savaş sonrası farklı bir devletin
sınırları içerisinde bulmuştur. Bu
sebeple Fransa - Almanya, Almanya-
Hollanda, Almanya- Belçika sınırındaki
eyaletlerde resmi dilin farklı olması yanlış
değildir. Nitekim 2. Dünya Savaşı
sonrasında yapılan anlaşmalarla her ülke,
diğer ülkelerde kalmış azınlık olan
kendi halklarının, sosyal ve kültürel
her türlü hakkını koruma altına da
almıştır.
Lozan Antlaşması'na göre Türkiye'de
azınlık olarak sadece gayrimüslim
olanlar belirlenmiştir. Bu sebeple
Almanya, Fransa, Belçika
ve Hollanda'daki azınlık olma şartları ve
hakları, Türkiye'deki gayrimüslim
olmayan ve azınlık statüsü taşımayan halk
kitleleri için uygun bir örnek
olmamaktadır.
Bir Türkiye hayal edin…
Birden çok anadilde eğitim yapılsın
ve konuşulsun. İnsanlar ilkokuldan
üniversiteye kadar Zazaca, Romence,
Kürtçe, Lazca vs. dilde kendi anadilinde
eğitim alsın. ( seçmeli dil dersi olarak
değil) Matematiği, sosyali, feni kendi
anadilinde öğrensin. Peki, bu insan hangi
tarihi öğrenecektir? Kendi halkının
tarihini, kendi anadilinden öğrenecektir.
Hâlbuki bu coğrafyadaki 1000 yıllık
beraberliğimizde aynı tarihi yaşamamıza
rağmen, herkes için sanki farklı olaylar
yaşanmış gibi yeni bir tarih yazılacaktır.
GENCAY
40
Sınıflara bölünmenin ( evet - hayırcılar,
sağcılar - solcular, aileviler - sünniler vs.)
çok kolay bir şekilde meydana geldiği
ülkemizde, anadilde eğitimin hayata
geçirilmesi ile Türkçeciler, Zazacacılar,
Kürtçeciler, Lazcacılar,
Çerkezceciler tezahür edebilir ve dil
üzerinden bölgesel milliyetçilik akımları
hızla artabilir. Anadolu ve Rumeli
coğrafyası, tek kibrit ile yakılabilecek bir
orman haline gelebilmesi mümkün
olabilir.
Türkiye’de birden çok anadilli eğitim eğer
söz konusu olursa süreç
içerisinde 780.000 km2'lik coğrafya da
küçük küçük devlet yapılanmalarını ve
bir bütün olarak güçlü olan Türkiye yerine
birçok parçaya bölünmüş (Yugoslavya
gibi) 3. dünya ülkeleri ortaya
çıkabilecektir. Bu devletçikler kendi
kendini yönetebilecek tecrübeye sahip
olamayacakları için himaye altına
girmekten de geri durmayacaklardır.
Emperyalist ülkelerin “ Böl, parçala, yut
(himaye et) “ siyasetinin gerçekleştiği
ülkecikler olarak hayatlarına devam
etmeye çalışacaklardır.
Bir tablo çizmeye çalıştım sizlere. Farklı
anadillerde eğitim ile birden çok halkı
bir anda ayrıştırıp, bir anda
farklılaştırabiliyoruz. Bunu sadece
eğitimde dil birliğini ve dolaylı olarak da
tarihsel bütünlüğü bozarak
başarabiliyoruz.
Anadilde eğitimin mümkün müdür?
Anadil eğitimi çözüm müdür, neler
yapılabilir?
Tartışmalar hep bu noktaya gelir ve
maalesef ki çözümsüz kalınır, nihayetinde
tartışmanın iki farklı görüşün bir
inatlaşması haline dönüştüğü gözlenir.
Türkiye'deki demokrasi kavramını iyi
analiz etmemiz gerekiyor. Avrupalı
ülkeler kendi demokrasilerini
tabandan tavana bir halk hareketi ile
gerçekleştirdikleri için anadilde eğitim
toplumsal uzlaşının bir sonucudur; bir
ayrışma aracı değildir. Fakat bizim
ülkemizde demokrasi ahlakı halen;
tavandan - tabana yayılmakla meşguldür.
Demokrasi kavramı ve ahlakı üzerinde bir
uzlaşının olmadığı ülkemizde, herkes
kendisi için, kendine göre bir demokrasi
istemektedir. Milletin geleceği, vatanın
bütünlüğü, devletin varlığı bu
hengâmede akla gelmez olmaktadır.
Önereceğimiz çözümleri bu gerçeklerin
farkında olarak meydana getirirsek
sorunları ortadan kaldırabilmemiz
mümkündür.
Artık toplum olarak, öncelikli olarak
devlet ve toplum bekamızı düşünerek her
GENCAY
41
konuda bir bütün olarak hareket
etmemizin zamanı gelmiştir. Çünkü
uluslararası liberal baronlar ve aydın
geçinen yerli liberaller (!) dilde
ayrışmayı, etnik ayrışmayı
körüklerken, aynı marka gazozu, aynı
marka lastik ayakkabıyı ve aynı marka
etli köfteyi sevmememiz için garip bir
birliktelik içerisindedirler.
Anadilde eğitim propagandası ile bizi
birbirimize düşürenlere, ülkemizi
bölmek isteyenlere hep birlikte engel
olmalıyız.
Anadilde eğitim propagandası ile bizi
birbirimizden uzaklaştırmaya çalışanlara
karşı dikkatli olup, aramıza nifak tohumu
atanlara bütün bir Türkiye olarak gelin
hep birlikte karşı duralım.
Hacı Bektaş-ı Veli'nin dediği gibi: "Bir
olalım, iri olalım, diri olalım"
Kaynaklar
1- KARAMANOĞLU MEHMET BEY VE
FERMANI AÇIKLAMASI
http://www.karamankulturturizm.gov.
tr/kulturMd/sayfaGoster.asp?id=302
2 - Prof. Dr. Mehmet AYDIN Dilbilim El
Kitabı
3-
http://www.belcikahaber.be/?act=sho
w&code=page&id=2&id_page=8071&re
sume=0
4 -
http://www.voanews.com/turkish/ne
ws/almanya-gocmenlik-politikasi-
merkel-sarrazin-107553523.html
5-
http://www.cnnturk.com/2011/dunya
/04/18/bati.trakyada.turk.okullari.kap
atiliyor/613731.0/index.html
6 -
http://www.turkiyegazetesi.com/mak
aledetay.aspx?id=464392
GENCAY
42
‘ROMANTİK’ OLMAYAN BİR FAALİYET
OLARAK ENDÜSTRİYEL FUTBOL Murat KARATAŞLI
“Portekiz’i üç ‘F’ ile yönettim; futbol, fado –Portekiz halk şarkıları-, ve fiesta…”
António De Oliveira Salazar
Günümüzün ucu, bucağı ve sınırı olmayan,
küresel -ya da zoraki küreselleştirilen-
dünyasının ekonomik-kültürel geçirgenliği
kullanılarak, insanlığın, insanilik arz eden
‘her türlü’ semptomlarından bir kazanım
elde etmeyi, halk deyişiyle ‘sinekten yağ
çıkarmayı’ varlığının en önemli
parametresi olarak addeden neo-liberal
sistem ve bu sistemin aktörleri, hayatın ve
dünyanın her alanında kendilerine bir
geçim kapısı bulmakta fazla bir zorluk
çekmemektedirler. Bu durumdan
hareketle, bu çalışmanın sınırları
kapitalizm ve futbol ilişkisine ayrılmıştır.
Oldukça popüler olan bu konuya girme
amacım, milyonları peşinden sürükleyen
bir aidiyet bilinci inşasının ekonomik
nedenleri olduğunu anımsatmaktır.
Futbol, insanoğlunun eski zamanlarından
beri var olan, ruhi ve bedeni deşarj olma
ihtiyacı ve istencinin dışavurumu olan bir
spor organizasyonu şeklinde, dünya
üzerinde kendisine hatırı sayılır bir mevki
edinmiştir. Resmi olarak patent ve telifini
alan Britanya İmparatorluğundan çok
daha önce, bizim atalarımızın da, Divan-ı
Lügatit Türk’te ‘tepük’ olarak rivayet
edildiği gibi, topla oynanan bir ayak oyunu
olan bu spor dalını icra ettikleri açıktır.
Dolayısıyla futbolun köklerinin çok eski
zamanlarda olduğu bir gerçekliktir.
İngiltere’de modern futbolun ortaya çıkışı
ise, endüstriyel kapitalizmin geliştiği
döneme rastlamaktadır. Futbol oyununa
kurallar konulması, kapitalizmin gelişim
sürecine paralel olarak gerçekleşmiştir.
1845 yılında futbol kuralları, ilk kez İngiliz
Rugby Okulu tarafından yazılı olarak
belirlenmiştir. Böylece futbol
müsabakalarında, oyun alanlarına iğne ya
da demir parçalarının atılmasının önüne
geçilmesi amaçlanmıştır. Rugby Okulu’nun
futbola koyduğu kuralların benzerleri,
1849 yılında bu okulun en büyük rakibi
olan Eton Okulu tarafından belirlenmiştir.
Eton Okulu, futbolda “elle müdahale”yi
yasaklamıştır. Böylece futbolda, sportif
davranma, rasyonellik, kurallara bağlılık
ve niteliklilik konularında önemli adımlar
atılmıştır.1 Bu şekilde toplumsal süreçlerle
paralel olarak pek çok yönden ‘şekil ve
esası’ değişen bu oyunun oynanmasında
ve rağbet bulmasında, hâlâ bir rahatlama-
GENCAY
43
mutlu olma- gündelik dertlerden ve
sıkıntılardan uzaklaşma amacının olduğu
ve günümüze kadar taşındığı
görülmektedir. Saydığımız ‘anti-depresan’
özellikleri yanında futbol, gerçekten
insanlar nazarında büyüsel özelliklere
sahip bir spor dalıdır ve bu özellikleri
kullanılarak -akılcılaştırılarak-
günümüzün düzeninde takımlar kapitalist
birer işletme haline getirilmiştir. Kısaca,
futbolu masumca oynanan bir oyun
olmaktan çok, seyredilen ya da izlenen bir
kapitalist etkinlik haline getiren şey,
modern bireyin özlemlerine ve pek tabii ki
arkaiklerine seslenen büyülü atmosferidir.
Kentlerin, kapitalist ekonominin
şekillendirdiği modern hayatın
görünürdeki en önemli yaratımları olduğu
bilinmektedir.2 Bunun için boşalmış
köylerin ve daha küçük yerleşim
birimlerinin aksine futbol, kentli yaşamın
bir vazgeçilmezi, kişisel yoksunlukların ve
problemlerin unutulduğu bir ‘yığın’
alışkanlığıdır. İnsanların zaaflarından ve
alışkanlıklarından para kazanmayı, ya da
insanlara yeni alışkanlıklar ‘satmayı’
kutsal bir görev bilen sermaye merkezleri,
kimi zaman insanların hayallerine
tahakküm eden bir sistem dayatmakta asla
beis görmemekte, hatta bunu son derece
meşru addedilen kanallarla
yapmaktadırlar. Gelinen noktada futbol
pazarındaki pasta devasa boyutlara
ulaşmış bulunmaktadır. Günümüzde 250
milyar dolarlık futbol endüstrisinin varlığı
dillendirilmektedir.3
Taraftarlarca tamamen sâfiyane hisler,
‘son derece fıtri’ bir duygusallık ve
aidiyetin tezahürü olan bu hissiyat, para
kazanmak isteyen çevreler için
sermayenin asıl kaynağını teşkil
etmektedir.
Kapitalistleşen Futbol Takımları ve
Kapitalist Futbol Bürokrasisi:
Eskiden, yetenek ve emek ölçüsünde
başarının kutsandığı bir spor dalı olan,
yani nostaljik bir rivayet olarak; ülke milli
takımlarının ‘uçak bileti bulmadıkları için
Dünya kupalarına gidemedikleri’
zamanlarda futbol, gerçekten hoş bir
sportif etkinlik olarak hatırlanıyordu.
Kapitalizmin, kendisini var eden en önemli
özelliği olan hızla gelişen teknolojik
imkânları kullanması ve geliştirmesi bize
bu konuda fazlasıyla ışık tutuyor… Gerçek
bir duygusal aidiyet kazandırmaktan ve
sportif bir etkinlik olmaktan öte, birer
ticarethane haline getirdiği futbol
takımlarının kazanımlarına ve
girişimlerine baktığımız zaman, andığımız
şekilde ‘futbolun sadece futbol olmadığına’
ve o eski saf haliyle kalmadığına şahit
olmaktayız. Bizim yakındığımız ve
yadsıdığımız ana husus; kulüplerin,
futbolun duygusal büyüsünün temsil ettiği
“duygusal sermayeyi” kullanıp, ‘karnını
kaşıyan’ kapitalist odaklar haline
gelmesidir. Günümüz futbol dünyasının en
zengin kulüplerinden olan birkaç kulübün
tarihsel anlamda kapitalizmle nasıl kol
GENCAY
44
kola girdiği aşağıda vereceğimiz birkaç
örnekle daha açık bir hale getirilebilir.
İngiltere’nin köklü kulüplerinden F.C
Manchester United’ı 1995 yılında Malcolm
Glazer’in 192 milyon dolara satın almasına
kadar futbol hayatına sıradan bir futbol
kulübü olarak devam eden takım, mülkiyet
devir-tesliminden sonra şahlanmış ve
dünyaya futbol anlamında “dur” diyen bir
kulüp haline gelmiştir. Kurulduğu yıl olan
1878’den 1995’e kadar 10 kez Premier lig
şampiyonluğu bulunan kulüp, bu tarihten
sonraki 14 yıl içersinde karnesine 9
şampiyonluk katmıştır. Hayli zengin olan
yeni sahibin bu kısa tırmanıştaki etkisi
analiz edileceği zaman, finansal
sermayenin sunduğu imkânlar göz ardı
edilemeyecek kadar büyüktür. Yine aynı
şekilde Roman Abramovich’in 2003
yılında F.C Chelsea kulübünü satın alması
ve o zamandan bu yana toplamı 500
milyon avroya varan futbolcu alımları
yapması, İngiltere ve Avrupa futbolu adına
bir fırsat eşitsizliği yaratmıştır.
Abramoviç’in ödediği kabarık futbolcu
faturaları, transfer piyasasında yalnızca
zenginlerin at koşturabileceği bir düzen
inşa etmiştir. Bu yeni yaklaşımlar, mali
olarak “büyük” kulüplerin daha da
büyümesine ve küçük kulüplerin ise daha
fazla küçülmesine, dolayısıyla sportif
başarıların tabana yayılmasına ve
rekabetin azaldığı bir tekelleşmesine
sebep olup, eşitsizliğin ana belirleyici
olduğu uluslararası bir futbol düzeninin
oluşmasına sebep olmuştur. Premier lig
takımlarının bu şekilde hızlandırdığı ve
aralarına Real Madrid, Barcelona, A.C.
Milan gibi Latin Avrupalı kulüplerin
katılmasıyla endüstriyel futbol ete kemiğe
bürünmüştür. Ülkemizde neden sadece
Bursaspor’un Anadolu kulüpleri arasından
sıyrılıp ‘tek şampiyon Anadolu takımı’
olduğu probleminin kaynağı da burada
gizlidir. İstanbul sermayesinin
desteklediği İstanbul takımları ve çoğu
zaman finansal destekten mahrum olan
Anadolu takımları arasındaki fark hiç de
tesadüf değil…
Kapitalist düzenin gerektirdiği şekilde
kurumsallaşan kulüplerden Manchester
United Genel Müdürü(?) Peter Kenyon’un,
bir röportaj sırasında kendisinin de
yakındığı şekliyle ‘ticarethane’ haline
gelen Futbol endüstrisine kendi takımı
üzerinden bir eleştiri getirmesi kapitalist
bir kulübün özeleştirisi olarak gerçekten
çok önemlidir: “Sorun, bir futbol kulübü
olarak mı, yoksa artık küreselleşmiş bir
sporda dünya çapında tanınan
uluslararası bir marka olarak mı
algılandığımızı bilmektir." 3 –Kenyon,
şimdilerde F.C Chelsea kulübünün CEO’su,
bu röportajı verdiği zaman Manchester
yöneticisi idi.- Burada Kenyon’un futbolun
ihtişamının finansörü olan ‘düzen’e karşı
çıkma gibi bir yaklaşımı söz konusu değil,
tam aksine, kapitalist bir figür ve kurmay
olarak görev alanının fluluğundan ve
belirsizliğinden yakınma hali mevcut.
Çünkü O; Manchester sermayesinin daha
işlevsel hale gelmesinin mi, yoksa futbolun
romantizmi içinde seyreden bir takım mı
istendiğinin netleşmesini ve işini yapmak
istiyor. Bu itiraf bile tüm yazımdan daha
etkili bir pasajdır.
Tüm bu mâli beklentiler ve yaklaşımlar
belirlenirken; İngiliz holiganizminin ateşli
gruplarından Manchester taraftarları,
maçların öncesinde ve sonrasında tuhaf
bir aidiyet ve romantizmin dışa vurduğu
GENCAY
45
faşizanlıkla, rakip takımların
taraftarlarıyla ölümüne kavga edip
kendilerince ‘taraftar olmaklık’ın getirdiği
aidiyet gururlarını yüceltiyorlar. Bu durum
insani bir psikolojinin çıktısı olsa da, kulüp
yöneticileri ve siyasi güç odaklarının gözü
bu yığınları kendi amaç ve istekleri
doğrultusunda kullanma temayülüyle hep
bu yığınlar üzerinde olmuştur. Takımı için
herşeyi yapan bir adamdan daha kolay
para kazanılacak müşteri olamaz…
Futbol’un bu büyüsel etkilerinin siyasal
alana kanalize edilmesi, Portekiz diktatörü
Salazar’ın yukarıdaki ifadesiyle ortaya
çıkıyor. Yığınların kontrolü için futbolun
ne denli güçlü ve önemli bir ‘enstrüman’
olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.
Örneğin, 1998 Dünya Kupasını
kazandıktan sonra Fransa'da bir milyon
kişi sokaklara çıkmıştır. Bu 1944'de
Paris'in Nazi işgalinden kurtulmasının
ardından yapılan gösterilerden beri
gerçekleşen en büyük kutlamaydı. 1989'da
anti-bürokratik sloganlarla 1 milyon
insanın doldurduğu Tiananmen
meydanını, yine Çin'in Umman'ı 1–0
yenerek Dünya Kupası'na katılmaya hak
kazanmasının ardından 500.000 kişi
doldurdu.5 Kısacası futbol, dünyanın her
yerinde kitleler üzerindeki etkisi
ölçüsünde, siyasetçilerin ve patronların
gözlerini diktikleri bir alan… Bu alanı
kontrol edebilmek ve bu alan üzerinden
pazar bulabilmek için, kendi bürokratik
kanallarını her zaman içeride tutmak, bu
insanlar için oldukça önemli. Bu sebeple
iktidarlar, oldukça geniş bir yelpazede
kitlesel gücü olan futbolu iktidarlarının
hep bir aracı olarak kullanmışlardır. Bu tür
yaklaşımlar bütün dünyada olduğu gibi
ülkemizde de kullanılmıştır ve halen de
kullanılmaktadır. Örneğin; 12 Eylül’ün
getirdiği sessizliğin atlatılması ve gençliğin
siyasi düşüncelerden, dolayısıyla anarşi ve
terörist eğilimlerden uzak tutulması amaç
ve arzusu ile Türkiye’de de 12 Eylül 1980
sonrasında futbol, gençleri terörden ve
‘her türlü zararlı alışkanlıklardan’
uzaklaştırmak için kullanılmıştır.6
Ülkemizin küresel sisteme entegrasyonu
konusunda en büyük payın sahibi olan o
zamanın yöneticileri; Neo-Marksistlerin
iddia ettikleri gibi futbolu, Marks’ın
deyimine atıfla, kitleleri ‘afyonkeş’ hale
getirip ‘mankurtlaştırmak’ için
kullanmaya çalışmışlardır.
Tüm bunlar olurken futbolcuların da
yaşantılarıyla ve ‘futbolculuklarıyla’ bu
sistemin en önemli muzdariplerinden bir
kısmı oldukları su götürmez bir
gerçekliktir. Çünkü sistemin dişlileri daha
çok onları sıkıştırıyor. Çünkü onlar; çok
hızlı ve ani bir değişiklerle fiyatları bir
anda tavan veya taban yapabilen,
dolayısıyla sistemin en önemli metası
haline gelmiş insanlar olarak karşımızda
durmaktadırlar. Mesela en basit bir
örnekten yola çıkarsak; Real Madrid
kulübü, henüz gençken Ronaldinho’yu
“yüzü çirkin, forma satışlarımız düşer”
gibi ticari bir zihniyetle almamıştır. Onun
yerine daha yakışıklı, -mesela Beckham,
Ronaldo gibi- futbolcuları alarak, güzel
futbollarının yanında onların magazinel
suratlarıyla da, forma ve ürün satışlarını
dolayısıyla kârı maksimize edebilmek için,
iyi bir nesne olmaları da gerekiyor. Ünlü
futbolcu Carlos Tevez’in verdiği
mülakattaki yorgunluğunun sebebi, genç
yaşta silinip giden futbolcuların hikâyeleri
burada aslında burada saklı.7
GENCAY
46
Yukarıda sayılan durumlardan hareketle neo-
liberal ekonomik akımın elinde, son
derece ruhsuz ve duygusuz, bundan dolayı
da acımasızlaşan bir endüstri haline gelen
futbolun yalnızca zengin kulüplerin
maçlarının akrobatik şovlara dönüştüğü
müsabakalar ve zengin kulüplerin futbolcu
harcamadaki ustalığının getirdiği
huzursuz ortamın futbolu ne hale getirdiği
bellidir. Ülke milli takımlarının Dünya
kupalarındaki kadrolarının, gelişmiş futbol
kulüplerinden görece daha renksiz oluşu,
Güney Afrika’da düzenlenen Dünya
Kupasında sportif anlamda bir sessizlik ve
tekdüze bir hava yaratmıştır. Milli hisler
söz konusu olmasa belki de Dünya
Kupaları çok daha sıkıcı bir hal alacaktır.
Bu ortamdan ve ufuktaki futbol
tehlikelerinden kurtulmak isteniyorsa,
FIFA ve UEFA gibi uluslararası futbol
federasyonlarının daha adil ve daha renkli
bir futbol dünyasının inşası için gerekli
yaptırımları ve kısıtlamaları getirmesi
gerekiyor, çünkü gerçekten futbolun
ahlaki büyüsü kaybolmaya yüz tutmuş
durumda…
Dipnotlar:
1. Barış Kılınç, ‘Kapitalist bir etkinlik
olarak futbolun büyüsü ve
kahramanları’, İletişim kuram ve
araştırma dergisi, Sayı 26 Kış-Bahar
2008, s. 273–289
2. www.wienerzeitung.at
3. Yrd. Doç. Dr. Sabahattin
DEVECİOĞLU, ‘Küresel ekonomik
krizin futboldaki görünümü’
4. http://www.radikal.com.tr/Default.a
spx?aType=RadikalYazarYazisi&Arti
cleID=999939
5. Mustafa Taner,‘Kapitalist Dünya
Kupası’
http://www.iscimucadelesi.net/arsi
v/dergi/uc/futbol.htm
6. Yrd. Doç. Ahmet Talimciler, Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü, ‘İdeolojik bir
meşrulaştırma aracı olarak spor
ve spor bilimleri’, SPOR YÖNETİMİ
VE BİLGİ TEKNOLOJİLERİ DERGİSİ
ISSN: 1306–4371 CİLT:1 SAYI:2
7. http://www.taraftardergi.com/tag/e
ndustriyel-futbol/
GENCAY
47
TÜRK-İSLAM BÜYÜKLERİ:
HOCA AHMET YESEVİ Vural Egemen SARIGÖZ
Hoca Ahmet Yesevi (K.s) Aziz ve yüce Türk
Milleti’nin, dini inancını kuvvetlendirmiş,
dilinin yayılıp tanınmasını sağlamış bir
Türk-İslam büyüğümüzdür. Türk
Milleti’nin manevi hayatına yön veren,
Türkler arasında ilk Sufîlik tanımını
yaygınlaştıran, yazdığı Türkçe şiirlerle,
aktardığı Türkçe hikmetlerle Türk
Dünyasının inanç noktasında imanını
kuvvetlendirmiştir. Başlattığı iman
akımını önce sufîleri arasında güçlendiren
Hoca Ahmet Yesevi (K.s) Horasan Erenleri
sayesinde, dünyanın dört bir yanına
Türk’ün kuvvetli iman akımını
götürmüştür.
Hoca Ahmet Yesevi(K.s) hayatı hakkında
elimizde kesin bilgiler olmasa da
atalarımızdan bu güne kadar menkıbeler
tadında aktarılan bilgilere göre bir
biyografi çıkarmamız mümkündür.
Türkistan’ın Yesi şehrinde 1093 yılında
dünyaya gelmiş 73 yıl yaşadığı ve 1166
yılında vefat ettiği gayri resmi bilgilerle
bilinmektedir.(1)
Küçük yaşta Tasavvuf Ehli olan babası ile
Şeyh kızı olan annesini kaybetmesi
üzerine büyütülmesini ve yetiştirilmesini
ablası üstlenmiştir.
İlk eğitimini babasından alan Yesi’li
Ahmet, daha sonra devrin Tasavvuf Şeyhi
olan Mutasavvıf Arslan Baba’dan manevi
eğitimini almıştır. Buhara’da Yusuf
Hamedani isimli Tasavvuf ehli bir şeyhin
yanında eğitimini tamamlamış ve
Mürşidinin vefatı üzre halifesi unvanını
kazanmış ve Hamedani’nin halifesi Sıfatı
ile eğitim için ayrıldığı Yesi’ye Yesi’li Halife
Ahmet Hoca unvanı ile dönmüştür.
Yesi’ye döndükten sonra birçok talebenin
yetişmesini sağlamış, yetiştirdiği
talebelerle İslam’ın irşadını
gerçekleştirmiştir. İrşada başladığında
oluşturduğu kurallar manzumesi/silsilesi
ile Yeseviliğin temelini atmış ve bu gün
tarihi kaynaklarda bilinen ilk Türk
Tasavvuf Ehli unvanını kazanmıştır.
Günümüzün Anadolu’suna hiç gelememiş
olmasına rağmen Anadolu’da sevilen ve
tanınan bir büyük olması onun irşat
yolunda ne kadar başarılı olduğunu
gösterir.
GENCAY
48
Bu hususta Yahya Kemal Beyatlı “fiu
Ahmet Yesevi kim, bir araştırın,
göreceksiniz, Bizim milliyetimizi asıl
onda bulacaksınız.” sözleriyle Hoca
Ahmet Yesevi (K.s)’nin ne kadar sevildiğin
ifade etmiştir.
Divan-ı Hikmet kitabında yer alan
Hikmetler ile Müslüman Türk’e
Müslümanca yaşamanın, İslam’a göre
hayat sürmenin kolaylıklarını ve zevkini
aktarmıştır.
O dönemde Türk olmayan birçok İslam
âliminin teşbih yoluyla insanlara İslam’ı
anlatma çabası onların bir süre sonra
‘’sapık fırka şeyhi’’ , damgası yemelerine
sebep olmuş ancak Hoca Ahmet Yesevi bu
yolu başarıyla kullanarak Türk Milleti’nin
iman noktasında bilinçlenmesini
sağlamıştır.
Arapça ve Farsça’yı çok iyi konuşup
yazmasına rağmen, ısrarla eserlerini
Türkçe yayınlamış ve Türkçe
dağıtılmasına müsaade etmiştir. Bunun
sebebi ise Türk’ün dini kadar dilinin de
önem arz ettiği inancına sahip olmasıdır.
(2)
Divan-ı Hikmet şiirleri, Türk tasavvufunun
ve edebiyatının çok önemli olarak bilinen
en eski örneklerini içeren bir eserdir.
Akaid eseri ile İslamın esaslarını
anlatmaya çalışırken, müridleri
mürşidlerinden aldıkları ilim ile Fakrname
isminde bir eser ortaya koymuşlar ve bu
eseri mürşidleri Hoca Ahmet Yesevi (K.s)
‘ye mal etmişlerdir.(3)
Türk Dünyası İslamiyetin anlaşılmasında
ve yaşanmasında İlk Tasavvuf Ehli olan
Hoca Ahmet Yesevi (K.s)’e borçludur.
Allah ondan razı olsun…
KAYNAKLAR
(1) Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi
Resmi İnternet Sitesi (
www.yesevi.edu.tr)
(2) Ahmet Kabaklı – Türk Edebiyatı
Dergisi 1985 Yılı
(3) Yesevi’nin Müridleri – Cavit Bozkuş
Sayfa .139
GENCAY
49
GENCAY
50
KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK
Üstadın,”Bu eser, benim bütün varlığım,
vücut hikmetim, her şeyim...” dediği,
Anadolu gençliğine ithaf ettiği, içeriğini altı
ana başlıkta topladığı, Büyük Doğu’da
yayınlanan yazılarından oluşan, herkesin
kütüphanesinde bulunması gerektiğine
inandığım, besleyici ve kurtarıcı nadide
eserlerden birisidir.
“İçimize göz atarak dışımızı ayarlamak
bir yol olduğu gibi, dışımıza bakarak
içimizi düzenlemek de daima iç
hakikatte birleşen ayrı bir iştir. Bunun
için bir türlü göremediğimiz, bir türlü
bize gösterilmeyen bu günkü dünyayı en
mahrem fikir ve ruh kökleriyle tanımak
lazım...”
Çağımızın Dede Korkut’u olarak bilinen ve
ömrü boyunca Kızıl Elma ülküsüyle yaşayan
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Türklerin
tarihini aydınlatan ve milli bilinci diri tutan
Orhun Yazıtlarını ve bu yazıtların uyanışa
çağırışını anlattığı Türkçemizin haşmetini
veren destan türünde eserdir.
“Sibirya da soğuk, insanı biraz da tutsaklık
acısından üşütür… Masalların devleriyle
insanları arasındaki ölçüyü andıran bu hava
açıkça belli olmasa bile korkudur… Çünkü
üzerinde yürüdüğünüz düzlük ölçüsüzdür,
tırmandığınız ve sizi o ölçüsüz düzlükten
kurtaracağını sandığınız bir başka biçimde
ölçüsüzdür; ormanını aklınız, tundrasını
havsalanız almamağa başlar…”
GENCAY
50
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
51
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ
İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZİMİZDEN BASILI OLARAK
TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
millidusunce.org