gencay dergisi - sayı: 04 - mayıs 2012

56

Post on 21-Oct-2014

1.480 views

Category:

News & Politics


0 download

DESCRIPTION

http://www.gencaydergisi.comGencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

TRANSCRIPT

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 1 Sayı 4 - Mayıs 2012

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

3 MAYIS 1944 / Hüseyin Nihal ATSIZ

19 MAYIS 1944, ÖNCESİ VE SONRASI / Metehan ÇAĞRI

RAHMETLİ HÜSEYİN NİHAL ATSIZ ANISINA / Mehmet Oğuz ATABERK

SELAM SİZE 3 MAYIS’IN EVLATLARI / Recep BAYRAM

AÇIN KAPILARI OSMAN GELİYOR / Necip Fazıl KISAKÜREK

HAK YOLUNDA BAĞRI YANIK YOLCU / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU

URALLARDAN ANADOLU OVALARINA: ZEKİ VELİDİ TOGAN / Sertaç EKEMEN

SÖYLEŞİ: NECDET ÖZKAYA

UNUTULAN TÜRKLERDEN SEKELLER’İ HATIRLAMAK / Bülent ERDİL

TÜRK DİLİ BAYRAMI ve ANADİLDE EĞİTİM / Alperen KIZIKLI

‘ROMANTİK’ OLMAYAN BİR FAALİYET: ENDÜSTRİYEL FUTBOL / Murat KARATAŞLI

TÜRK-İSLAM BÜYÜKLERİ: HOCA AHMET YESEVİ / Vural Egemen SARIGÖZ

KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

1

3 MAYIS 1944 Hüseyin Nihal ATSIZ

Bundan 29 yıl önce Ankara’da yapılan bir

yürüyüş, bugün farkına varılmamış

olmakla beraber, Türk tarihinin gidişi

üzerine son derece tesirli olmuştur.

Havadaki zehirli gazla boğulacak hale

gelmiş bir insana oksijen verilmesi, aşırı

hummâ içinde kıvranan hastaya bir

antibiyotik şırıngası yapılmasının

yaratacağı şifa gibi, dikta idaresi altında

yaşayarak o diktanın hiç umursamadığı

komünizm propagandasının çökertmeye

çalıştığı bir toplumu 3 Mayıs 1944”te

Ankara’da yapılan bir gençlik yürüyüşü

uyarmış, tehlikeyi gördükleri halde ses

çıkarmayanlara cesaret ve ümit vermiş,

tek partili idare olduğu halde Millet

Meclisi’nde de görülen heyecanla

Türkiye’yi bir “içten vurulma”

tehlikesinden kurtarmıştır.

Bu kurtarışın kahramanları, büyük

çoğunluğu yüksekokul ve üniversite

öğrencisi olan birkaç bin gençtir. 3 Mayısın

gerçek değerinin kavranmamış olması o

zamanki idarenin, hepsi kendi elinde

bulunan basın ve radyo ile yaptığı aralıksız

propaganda yüzündendir. Sosyalist

maskesi altındaki komünizm Türkiye’yi

Rusya’ya katmak konusundaki niyetini

memleket mukadderatına hâkim olanlar

anlayamamışlardı. Yirminci yüzyılda, idare

başında bulunanların mutlaka herkesten

iyi ve doğru düşüneceği kabul etmeye

imkân yoktur. Türkiye’de de ehemmiyetsiz

görevlerde bulunan veya henüz okuma

çağında olan bir takım gençlerin tehlikeyi

baştakilerden daha çok isabetli görmüş

olmasından hiçbir fevkalâdelik

aranmamalıdır. Bu, bir dereceye kadar

mizaç ve yaratılış meselesidir.

Uzun süre devleti idare etmiş olan Halk

Partisi’nde 1938”den sonra bir İnönü’yü

yüceltme çağı başlamış, evvelce Atatürk

için kullanılan “Milli Şef” deyimi ona mal

edilmiş, pullardan ve paralardan

Atatürk’ten üstün olduğu havası

yaratılmak istenmiştir. Hâlbuki bu çok

yanlış bir davranıştı. Çünkü Atatürk,

Rusya’da ortaya çıktığı zaman, hakkında

kimsenin ve tabiî kendisinin de bilmediği

komünizm ve onun Türkiye için tehlikesini

anlamış, tedbirlerini almış olduğu halde

İnönü komünizmin nasıl bir bela olduğunu

bir türlü idrak edememiş, “Sağcılar” dediği

Nurcu vesaire makulesini gözünde

büyüttüğü halde bugün toplu olarak

anarşist adı altında anılanların gayesini bir

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

2

türlü kavrayamamıştır. Anarşistler

üniversiteyi işgal ettiği zaman boykotla

işgalin aynı şey olduğunu söyleyecek

kadar vahim bir hata yapmış, bu da

yetmiyormuş gibi Türkiye’yi mahvetmek

istedikleri için idama mahkûm edilen üç

komünistin idamını durdurmak teşebbüsü

ile ilerde tarihin çok olumsuz hüküm

vereceği bir harekette bulunmuştur.

Kafa ve gönül yapısı bu olan İnönü’nün 3

Mayıs 1944 yürüyüşüne iyi gözle

bakmasına şüphesiz imkân yoktur. Bu

sebepledir ki “Türkçü” kelimesinden ömrü

boyunca ürkmüş, bu ürkmede çevresinin

de büyük ölçüde tesirinde kalmıştır. Onda

batıya karşı garip bir kompleks vardır.

Türkiye’nin manevi kalkınmasını

klâsiklerin Türkçeye çevrilmesinde

görmesi bunun delilidir. Hâlbuki artık

roman ve piyeslerle yahut eski Yunan

felsefesiyle milletlerin kalkınma imkânının

olduğu çağda değiliz. Bugün her

zamankinden çok milliyetçilik çağıdır.

Beynelmilelci olduklarını iddia eden

komünist devletler bile aşırı bir

milliyetçiliğin içindedir. Bu, sosyal bir

kanundur: Toplumlar yayılmak ve

büyümek için çatışır, çarpışır; bunun için

her vasıtadan faydalanır. Böyle bir sosyal

kanun olmasaydı barışçı İsa’nın dinindeki

milletler asırlarca savaşmaz, Budist

Japonlar savaşın sözünü dahi etmez,

kardeş Müslümanlar birbirinin canına

kastetmezdi.

Bu sebeple yabancı klâsiklerin tercüme

edilerek Türk gençliğine okutulması

onlarda bir aşağılık duygusu yaratmaktan

başka sonuç vermemiştir. 20-25 yaşındaki

gençlerin şaheser diye hep Yunan, Lâtin,

Batı, Acem, Arap, Rus eserlerini okursa

“demek benim milletimin şaheseri

yokmuş” düşüncesine kapılmasından tabiî

ne olabilir?

İşte Türkçüler, Türk milletinin manevî

kalkınmasını önce komünizmin yok

edilmesinde, sonra millî kültürün

diriltilmesinde anladıkları için İnönü ile

bağdaşamamışlar, onun tarafından

Türkiye’yi bütün dünya ile düşman etmek

için uğraşan kişiler diye ilân edilmişlerdir.

Türkçüler şu memlekette hiçbir zaman

iktidara geçmedi. İnönü ve partisi uzun

yıllar iktidarda kaldı ve istediği icraatı,

propagandayı yaptı. Acaba zaman kime

hak verdi? Tecrübesiz, çoluk çocuk sayılan

1944’ün gençlerine mi?, yoksa tecrübeli

kaptan olduğu ilan edilen İnönü’ye mi?

Onun tecrübeli kaptan olduğu hakkındaki

sözü, İkinci Cihan Savaşı’nda Türkiye’nin

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

3

harbe girmesi ve bunun İnönü’ye mal

edilen bir başarı olarak kabul

edilmesinden doğmuştur. Acaba gerçek

böyle midir?

Türkiye, bilfarz Yugoslavya’nın

topraklarında kurulmuş bir devlet olsaydı

veya İngilizler vadettikleri savaş

malzemesini bize verebilselerdi tecrübeli

kaptan onu yine savaşın dışında tutabilir

miydi. Bunlardan başka Türkiye’nin savaşa

girmeyişinde Von Papen”in büyük rolünü

asla unutmamak lazım.

3 Mayıs yürüyüşü milletin gözünü

komünizme karşı açan bir millî harekettir.

O tarihten başlayarak okullarda hakikî

milli tarih okutulsaydı, millî eğitimin bazı

kilit noktalarına komünistlerin sızmasına

meydan verilmeseydi 12 Mart muhtırasına

sebep olan anarşi doğmayacak, bir takım

gençler Türk milletinden zorla

koparılmayacak, ahlâk değerleri

çökmeyecekti. Anarşi hareketleri

dediğimiz kargaşalıklar, dikkatle mütalâa

olunursa gayet korkunç bir ruh halinden

doğmakta, âdeta bir milletin intihar etmek

istemesi gibi bir manzara göstermektedir.

Komünizm, sosyal bir isteriden başka bir

şey değildir. Onun hâkim olduğu hiçbir

ülkede sosyal adalet ve iktisadi refah

sağlanamadığı halde faşist veya kapitalist

denilen demokrat ülkelerin pek çoğunda

bu iş başarılmıştır.

Komünizmin iktidara geçtiği günden beri

Rusya’nın Türkiye hakkındaki kötü

niyetleri Çarlık Rusya’sının kötü

niyetlerinden bir parça bile sapmamıştır.

Boğazlarda üs istemenin başka mânâsı var

mıydı?

3 Mayıs’ı yapan Türkçülerin şuurla ve

inançla bildikleri gerçek: Komünizmin

Türklüğe kasteden bir tehlike olduğu idi.

Son iki yılın olayları, sürüp giden

Sıkıyönetim mahkemeleri, bu

mahkemelerde ortaya dökülen hakikatler

Türkçülere hak vermiştir.

3 Mayıs birçok Türkçünün büyük sıkıntı ve

ıstırabı ile kapanmıştır. Fakat 3 Mayıs

devam etmektedir: Ötüken’in Yazı İşleri

Müdürü Kayabek, aşağı yukarı 6 yıl önce

başlayan bir davanın sonucu olarak

mahkûm edildiği 15 aylık hapis etmek

üzere, eşini ve birisi bebek olan dört

çocuğunu İstanbul’da bırakarak, doğum

yeri olan Eğin’e hareket etmiştir.

Önümüzdeki yüzyılın tarafsız tarihçileri 3

Mayıs’ın bir dönüm noktası olduğunu

elbette tespit edeceklerdir.

3 Mayıs’a selâm olsun!… 3 Mayıs ruhu

ebediyen yaşasın!…

Ötüken, 11 Nisan 1973, Sayı: 5

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

4

19 MAYIS 1944, ÖNCESİ VE SONRASI Metehan ÇAĞRI

“Irkçılara, Milletin mukadderatını

kaptırmamak için Cumhuriyetin bütün

tedbirlerini alacağız”

“Türkiye'nin ırkçı ve Turancı olması

lâzım geldiğini iddia edenler, hangi

millete faydalı, kimlerin maksadına

yararlıdırlar? Türk milletine yalnız

belâ ve felâket getirecek olan bu

fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk

milletine hiçbir hizmetleri olamayacağı

muhakkaktır.”

İsmet İnönü - 19 Mayıs 1944

Türk Milliyetçilerini, Türkçüleri, ırkçılık ile

suçlayan İnönü’nün, bu konuşmasını

yaptığı güne gelmeden önce 1944 yılına

genel bir bakış yapalım.

1944 yılı Türkçüler için, Türk Milliyetçileri

için bir mücadele yılı bir uyanış yılı

olmuştur. Öyle ki 3 Mayıs 1944’te yaşanan

olaylar cumhuriyet tarihinde sisteme karşı

yapılan ilk itiraz, ilk başkaldırı niteliği

taşımaktadır. Her türlü baskının yaşandığı,

iktidardan izinsiz nefes dahi alınamadığı o

günlerde gençliği sokağa döken o güç

baskıya, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe

karşı Türk’ün Türkçülüğün kutlu

haykırışıdır, kutlu gücü olmuştur. Dönemi

iyi anlamak adına Türkçülük, Türk

Milliyetçiliği yoluna ömürlerini vermiş

insanların fikirlerine başvuralım.

Sadi Somuncuoğlu şöyle der 1944 yılı için;

“1944’de iki ayrı olay yaşanır. Birincisi 26

Nisan’da başlayıp 3 Mayıs 1944’de sona

eren Atsız-Sabahattin Ali davası. İkincisi 7

Eylül 1944’te başlayıp 29 Mart 1945’te

sona eren “Irkçılık-Turancılık” davasıdır.

Bilindiği gibi, Atsız Bey devrin Başbakanı

Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektupta,

“vatan haini” dediği için Sabahattin Ali’nin

açtığı davaya Ankara Adliyesinde bakılır.

Duruşmalara katılmak üzere Ankara’ya

gelen Atsız’a, Yükseköğrenim gençliği

büyük sevgi gösterilerinde bulunur. Adliye

binasını kuşatan, Anafartalar ve Denizciler

caddelerini dolduran, Milli marşlar

söyleyerek Ulus ve Samanpazarı’na doğru

yürüyüşe geçen, sloganlarla komünizmi

telin eden gençlere, karşı polis çok sert

davranır.”(1)

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

5

Evet, 3 Mayıs 1944 günü bir gençlik

hareketi olmuştur. 3 Mayıs 1944

cumhuriyet tarihinin ilk büyük

nümayişidir. 3 Mayıs 1944 sistemin

kontrolünde olmayan ilk harekettir. 3

Mayıs 1944 zulme, baskıya, karşı,

diktatörlüğünü ilan edenlere karşı

Türklüğün, Türkçüğün ilk haykırışı olmuş.

Şimdi 3 Mayıs 1944’ü Alparslan Türkeş’in

ağzından dinleyelim; “3 Mayıs günü

heyecanla sokağa fırlayan gençler kıyasıya

dövüldüler. Kafaları yarıldı, gözleri patladı.

Bazılarının kolları, kaburgaları kırıldı. O

zamana kadar Milli Şef’in müsaade

etmediği hiçbir gösteri yapılamazdı.

Demokrasi, Eşitlik, Hürriyet, Gençlik...

Bütün bunlar Türkiye’nin 1944 iktidarında

hep palavradır. Halkın alkışları, gençlikten

çıkacak “yaşa” naraları kayıtsız şartsız

İnönü’nün tekelinde kalmalıdır.”(2)

Nefes almanın bile milli şef’in iznine tabi

tutulduğu o günlerde Türk Gençliği’nin

yaptığı bu yürüyüş sistemi çok korkutmuş

olacak ki hemen ardın tutuklamalar başlar,

“Irkçılık-Turancılık” davası açılır. Birçok

genç işkence görür.

Gösterilerin ardından tutuklanan onlarca

gencin ailesi yaklaşan 19 Mayıs Gençlik ve

Spor Bayramı'ndan umutludur. Gençlik

Bayramı'nda bir yığın masum gencin,

bayramı zindanlarda geçirmesine milli

şefin gönlü razı olmayacağını sananlar

çoktur. Öyle umulur ki İnönü, 19 Mayıs'ın

neşesini bozmak istemeyerek ve bir emirle

zindanların kapılarını açtıracak, manasız

bir sebeple tutuklanmış aydın gençleri

hürriyete iade edecektir.

Milli Şef, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,

gençleri ve ailelerini sevindirmek şöyle

dursun, bilakis Ankara Stadyumu'nda, 19

Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramı

nutkunda Irkçılık ve Turancılık iddiaları

hakkındaki görüşünü bütün açıklığı ile

ortaya koyarak, milliyetçileri hayal

kırıklığına uğratan bir konuşma yapar.

Milli şef, henüz tahkikat safhasında

bulunan olay ile Türkçüler ve milliyetçiler

aleyhine çok ağır ithamlarda bulunur.(3)

İşte, Devlet üzerinde diktotarya’nın

kurulduğu o dönemde Milli Şef’in, rejimin

kurucu unsuru olan, devleti fikirleri ile

yeşerten Türkçüleri hedef göstererek

yaptığı konuşmadan alıntı; “ Turancılar,

Türk milletini bütün komşularıyla

onulmaz bir surette derhal düşman

yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır.

Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların

tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını

kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin,

bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar,

genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan

fikirlerini millet karşısında açıktan açığa

münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır.

Aldanmışlardır ve daha çok

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

6

aldanacaklardır. Şimdi vatandaşlarımdan

iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını

isteyeceğim: Irkçılar ve Turancılar gizli

tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır.

Niçin? Kandaşları arasında gizli fesat

tertipleriyle fikirleri memlekette yürür

mü? Hele doğudan, batıdan ülkeler gizli

Turan cemiyetiyle zapt olunur mu? Bunlar

o şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve

esas teşkilatı ayakaltına alındıktan sonra

başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler

perdesi altında doğrudan doğruya

Cumhuriyet'in, Büyük Millet Meclisinin

mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler

karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında

çocuklarımızdan bize kadar derece derece,

perde perde hepimizi aldatmak

iddiasındadırlar.”

Bu konuşmanın ardından basın yayın

organları kendilerine vazife çıkartmış ve

Türkçüleri ve Turancılığı suçlayıcı birçok

delil arama telaşına kapılmışlardır. Aynı

şekilde, Milliyetçilik aleyhine yapılan

yayınlar artmış, Orhun dergisine abone

olanlar, bu dergide bir tek yazıları çıkmış

olanlar, Nihal Atsız'a sokakta bir defa

selam vermiş olanlar dahi basının da

etkisiyle tutuklanmışlardır. Tutuklamalar

sonucunda ise amansız işkenceler

başlamıştır.

Yaşananlar göstermiştir ki; ülke baskı ile

yönetilmektedir. Devletin kurucu

ideolojisi, sistem tarafından devlet için bir

tehlike olarak görülmektedir. Cumhuriyet

sözde kalmış ve yönetim şeklinin

diktatörlüğe dönüştüğü görülmüştür.

3 Mayıs tarihli gösterilerin ve 19 Mayıs

Nutku'nun ardından toplanan

milliyetçilerin davası, İstanbul 1 numaralı

Örfi İdare mahkemesinde görüşülmeye

başlanmıştır. Davada toplam 23 sanık

yargılanmıştır.

1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesinde, 7

Eylül 1944 ile 29 Mart 1945 tarihleri

arasında 65 oturum devam eden

yargılama sonunda milliyetçiler muhtelif

hapis ve sürgün cezalarına mahkûm

olmuşlardır. Davada on üç sanık beraat

etti. On sanık ise on yıla kadar çeşitli hapis

cezaları aldılar. Verilen bu karar temyiz

edilmiş ve askeri temyiz mahkemesi bu

mahkûmiyet kararlarını esastan ve

usulden bozarak 23 milliyetçinin telgraf ile

26 Ekim 1945 tarihinde tahliye

edilmelerini sağlamıştır. Ardından davaya

2 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde devam

edilmiş ve neticede milliyetçilerin hepsi 31

Mart 1947 tarihinde beraat etmişlerdir.

Fakat bu dava sürecinde birçok Türk

Milliyetçisi işkence ve zulüm altında

kalmıştır.

3 Mayıs'ın ilk yıl dönümü 1945 yılında

cezaevinde tutuklu bulunan Türkçüler

tarafından masa etrafında yapılan bir

toplantı ile anılmış, daha sonraki yıllarda

ise çeşitli törenlerle “3 Mayıs Türkçüler

Günü” olarak anılmaya devam etmiştir.

(1) http://www.yg.yenicaggazetesi.co

m.tr/yazargoster.php?haber=1810

0

(2) 1944 Milliyetçilik Olayı / Alparslan

Türkeş

(3) Gündem Gazetesi / 19 Mayıs 1944

Nutku ve Sonrası

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

7

RAHMETLİ HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

ANISINA Mehmet Oğuz ATABERK

12 Ocak 1905’te başlayıp 11 Aralık

1975’te biten; dolu dolu yaşanmış, 70

yıllık dünya misafirliğini birkaç sayfalık

yazıya sığdırabilmek elbette imkânsızdır.

Lakin maksadım Türkçülere uzun yıllar

önderlik etmiş büyük fikir adamı Atsız

Ata’mızı kısaca tanıtmak ve fikirlerinin

genel çerçevesini, genç bir gönüldaşının

gözünden nakletmeye çalışmaktır.

Atsız Ata’yı merak edenlerin ve tanımaya

yeltenenlerin yapacağı en akıllıca iş bence

en mükemmel romanı olan “Ruh Adam” ı

okuyarak işe başlamaktır. “Bozkurtların

Ölümü”,” Bozkurtlar Diriliyor” ve

“Delikurt" romanları da hem kaliteli

edebiyatçılık yapıp, okuru kendine

bağlayan eserler verip hem de

Türkçülüğün çok duru bir biçimde

işlenebileceğinin somut örneklerindendir.

Şiirlerinin bir araya toplandığı “ Yolların

Sonu” eserinde de hem derin kişiliğinden,

hem de saf, temiz Türkçülüğünden kesitler

bulmak mümkündür. Türk tarihi, Türk

edebiyatı üzerine incelemelerini de

kitaplaştıran Atsız, Türkçülüğe yol

göstermesi açısından faydalı olan,

insanların düşünce dünyasını genişletecek

nitelikte eserler kaleme almıştır.

Sağlığında Orhun, Orkun, Ötüken, Kopuz,

Çınaraltı v.b. dergilerde yazdığı makaleler

de 4 ayrı ciltle kitaplaştırılmıştır. Adına

açılmış olan internet sitelerinden hayatı

hakkında detaylı bilgiye ulaşılıp, bazı

makaleleri, şiirleri okunabilir ve

elektronik ortama pdf formatında

yüklenmiş birçok kitabına ulaşılabilir. Yani

Atsız’a ulaşmak bu kadar

kolaylaştırılmışken ve bizlere maddi

külfeti bile neredeyse yokken, onun

eserlerini okumamak, fikirlerini

düşünmemek, üzerinde tartışmalar

yapmamak, kanımca bizim ayıbımız olur.

Ruh Adam’daki Selim Pusat’la kendini

alegorik bir şekilde karakterize eden Atsız,

hem diğer romanlarının kahramanlarıyla,

hem de başta Milliyetçilik-Turancılık

hakkında olmak üzere birçok alandaki

görüşlerini ve çalışmalarını aktardığı

makaleleriyle milli şuura sahip

olan/olmak isteyenlerin fikriyatında

azımsanmayacak derecede olumlu etkide

bulunmuştur.

Bilindiği üzere; Türk Milliyetçileri resmi

tarihten en çok muzdarip olan

gruplardandır. Yani bizlere öyle bir tarih

öğretilip, ezberletilmeye çalışılıyor ki,

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

8

Türklük kavramının, Türk tarihinin

jeopolitiğinin, Türkçülüğün, Turancılığın

neredeyse hiç üzerinde durulmuyor.

Türklerin tarihteki yeri de insanlara çok

dar pencerelerden sunuluyor. Hüseyin

Nihal Atsız, Türk milleti açısından zor bir

geçiş dönemi olan ve düşünce

özgürlüğünden neredeyse söz

edilemeyecek “Milli Şef” döneminde

yaşamış, bu dönemlerde eserler vermiş,

insanların düşüncelerini travmadan

kurtarıp okurlarında ve öğrencilerinde

Türkçü bir tarih şuuru oturtabilmek için

elinden ve kaleminden geldiğince

mücadele etmiş bir dava adamıdır.

Bu cesaretinin bedelini de fazlasıyla

ödemiştir. Düşüncelere pranga vurulmaya

çalışılan devrin yumruğu Türkçülerin

ensesinde diğer gruplara olduğundan daha

katmerli olmuştur.2. Dünya Savaşı’nın

gidişatına göre Sovyetlerin gücünün

artması sonucu, onlara yaranabilmek

adına ve daha basit günlük siyasi

kaygılarla 1944 yılında Türkçüler

yargılanmaya başlanmıştır. Cezaevlerine

tabutluklara doldurulmuş ve Türkçü,

Turancı düşünceye sahip, ağırlıklı olarak

öğrenci, öğretmen, edebiyatçılardan

oluşan dava adamları türlü işkencelerden

geçirilmişlerdir. 2. Dünya Savaşı sonlanıp,

Sovyetlerden uzak ve demokrasi yanlısı

uygulamaların başlamasıyla Türkçüler

kısa zaman içinde serbest bırakılmış ve

Atsız da ülküsü uğruna çalışmaya kaldığı

yerden devam etmiştir.

Çıkardığı dergiler ya alakasız ve yersiz

sebepler gösterilerek kapatılmış ya da

maddi imkânsızlıkların kurbanı olmuştur.

O yüzden makalelerini yayınladığı dergi

isimleri ömrü boyunca değişkenlik

göstermiştir. Değişmeyen şey; Atsız ve

onun Türkçü- Turancı düşünceleridir.

Ömrü boyunca çizgisinden hiç sapmamış,

yoldaşları ondan ayrı düştüyse de, maddi

manevi birçok zorlukla karşılaştıysa da, o

takdire şayan bir karaktere sahip

olduğunu duruşuyla göstermiştir. Tarihini

1923’ten, 1071’den ya da 571’den

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

9

başlatanlara inat, Türk’ün var olduğu

günden beri tarih sahnesindeki rolü

üzerinde durmuş, olması gereken bilinci

oluşturmaya çalışmıştır. Tarihte 16 Büyük

Türk Devleti olduğu görüşünün yanlışlığını

vurgulamış ve bu konuyu “16 Devlet

Masalı ve Uydurma Bayraklar” isimli

yazısında şu şekilde açıklığa

kavuşturmuştur:

“…16 veya 50 devlet kurulmuş değildir.

Gerçekte anayurtta bir, nihayet iki

devlet kurulmuş, anayurt dışında da

buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O

kadar. Bizi asıl ilgilendiren

anayurdumuzdaki devlet olduğuna göre

de konu bir veya iki devletin tarihinden

ibaret kalmaktadır. Bu iki devlet

Türkistan ve onun uzantıları olan doğu

Avrupada kurulan devletle bugün

Türkiye dediğimiz devletin kurulduğu

Önasya bölgesindeki devletten ibarettir

ve ikincisi birkaç defa birincisine tâbi

olmak suretiyle tarihteki Tek Türk

Devleti prensibini devam ettirmiştir…”

Ötüken, 65. sayı, 1969

“Turancılık” isimli makalesinde de yine

Türk’ün tarihteki rolünün

küçümsenmesini eleştirirken 16 devlet

hikâyesi anlatanlara da göndermede

bulunmuştur.

“ …Tarihimizi Malazgird’le veya İznik’in

alınmasıyla başlatanlara sormalı:

İznik’i başkent yapanlar veya Malazgird

Savaşı’nı kazananlar daha önce ne

idiler? Nerede idiler? On Birinci Yüzyıl

tarihin ışıldakları altındaki bir asırdır.

O adamların nerede olduklarını gözler

önüne derhal serer. Böylece de Türk

devletleri denen nesnenin birbirini

kovalayan Türk hanedanları olduğu,

aslında bir tek devlet olup fetret

zamanlarında ikiye üçe bölündüğü ve

bunun Tanrıkut’a kadar gerilere

uzandığı ortaya çıkar….”

Milli benlik, milli değerler ve milli ruh

üzerinde çokça duran Atsız yazılarında bu

konulara fazlaca değinmiş, Turancılığa ve

Türkçülüğe gelen acımasız eleştirilere

göğüs germiş, aynı zamanda okurlarına ve

yolundan giden dava arkadaşlarına da

Turancılığın romantik bir hayal

olmadığını, “Turan”ın gerçekleşmesinin

bir hayal mahsulü olarak görülmemesi

gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Çünkü

ülkemizde etki sahibi olan yabancı

güçlerin pompaladığı korku ve aşağılık

kompleksiyle insanlarımız sünepeleşme,

uyuşma yoluna düşürülmeye çalışılmıştır.

Atsız da Türklerin tarihten beri güçlü bir

millet olduğunu, şu an birbirinden ayrı

düşürülmüş olan Türklerin eğer

birleşirlerse dünyanın “süper güçlerine”

kök söktüreceğini milletimize anlatmayı

kendine görev addetmiştir.

Batı Türkistan’da Sovyetlerin, Doğu

Türkistan’da Kızıl Çin’in boyunduruğunda

yaşayan soydaşlarımız ve Ortadoğu,

balkanlarda dağınık yaşayan Türkler bir

araya gelirlerse tilki hükmü yerini “Kurt

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

10

Töresi”ne bırakacak, emperyalistlerin

zulmü payidar olamayacaktı. Süper

Güçlerin(!) Türklerin birliğinden ne kadar

korktuğunu görmek için Anadolu

coğrafyasına hapsedilmiş olan Türkiye

Cumhuriyeti Devleti üzerinde oynadıkları

oyunlara bakmak fazlasıyla yetecektir.

Sovyetlerin ve Çin’in kışkırttığı

komünistler insanları örgütleyerek

birbirine düşürüp ülkeyi gerileme ve

bölünme yoluna itmeye çalışırken batı

dünyası ve ABD tarafından korunup

kollanan mandacı kapitalistler de bir

yandan hazine küplerini ağzına kadar

doldurup, diğer yandan ülkeyi batıya

bağımlı hale getirecek ihanet hamlelerini

devam ettirmişlerdir. Her iki taraf da

Türkçü- Turancı düşünceye sahip insanları

maceracı zümre olarak görüp,

küçümsemişler ve maceraya atılmanın

sonunun kötü olacağını ve Turan’ın sadece

hayalî bir düşünce olduğunu dillerine

pelesenk etmişlerdir. Bu acımasız ve yanlış

eleştirilere Atsız sessiz kalmamış,

Türkçüleri ve Turan’ı Türk düşmanlarının

ağzına sakız etmemek, onların sesini

kesebilmek için mücadele etmiştir. Bu

konudaki görüşlerini de çok güzel ve

akıllıca dile getirmiştir:

“… Her maceracılık hata olmadığı gibi

her ihtiyat da tedbirli davranış değildir.

İnsanlık tarihi siyaset, askerlik ve ilim

alanındaki maceralarla doludur. Kristof

Kolomb’un batıya giderek Hindistan’

varmak istemesi macera idi…. Yavuz’un

30.00 kişiyle çölü aşarak Mısır’a girmesi

bir macera değil miydi?...”

Söylenecek söz çok, yapılacak iş fazla iken,

Atsız da hiç durmamış, araştırmış,

okumuş, yazmış, anlatmış ve milletine

hizmet aşkını ömrünün sonuna kadar

kalbinde taşımıştır. İçinde bulunduğu zor

şartlara ve milletini sevdiği için kendisine

reva görülen zulme direnmesi için, miktarı

ve niteliği ne olursa olsun maddi sebepler

yetersiz kalırdı. Ona ölene kadar

Türkçülük bayrağını taşıtan güç, azmi ve

içindeki “Türk” sevgisi idi.

Bugün Türk milliyetçilerinin geçmişe

nazaran kendilerini daha rahat ifade

etmelerinde 1944’te yargılanan

Bozkurtların, Atsız Ata’nın ve Türkçülük

sancağını daha yükseklere çekebilmek için

mücadele etmiş yiğitlerin katkılarını da

küçümsememek gerekir. Bugün elimizde

Türkçülük, Turancılık, milli değerler, milli

benlik, tarih şuuru, cihan hâkimiyeti

mefkûresi üzerine yazılmış yüzlerce

makale, kitap ve yapılmış sayısız araştırma

dururken altı boş, kısır tartışmalara

girmemiz yerimizde saymamıza hatta

gerilememize sebep olur. Oysa milli bilince

sahip olmaya çalışan biz gençlere düşen;

birbirimizi yıpratacak, bölecek

tartışmalardan kaçınıp, radikallik uğruna

ve yüksek ego yüzünden ayrı düşmemek,

birbirimize her geçen gün daha sıkı

sarılmaktır. Birbirimizden başka

kimsemizin olmadığını fark etmeli,

tenkitlerimizi aşağılamak için değil de

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

11

karakterleri onarabilmek için yapmalıyız.

Ülküdaşını beğenmemezlik yapmak bize

yakışmaz. Bilmeliyiz ki bizden olanlar geri

kaldıysa, eksik kaldıysa suçun büyüğü

onlara yardım eli uzatamayan, faydalı

olamayan bizlerdedir. Her gönüldaşımızın

entelektüel olması gibi bir zorunluluğun

olmadığı gibi tüm entelektüeller de

dostumuz değildir. Atsız, Yakarış şiirinin

girişinde bu konuya şöyle değinmiştir:

“Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;

Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.

Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?

Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı…”

Bizlerle ortak değerlere ve hassasiyetlere

sahip olan, aynı kıbleye yönelip secde

eden, aynı dünya görüşüne göre hareket

eden ve en önemlisi aynı ülküye gönül

vermiş kardeşlerimize şartlar ne olursa

olsun hak ettikleri değeri vermeli, onlara

sırt dönmemeliyiz. Gereksiz tartışmaları

bırakıp; “Yüzde yüz Türk olduğun gün

cihan senindir.” düsturuyla yola

koyulmamız ve bir an önce mesafe kat

etmeye başlamamız gerekmektedir.

Gerçek bir Türk gibi olabilmek ve TÜRK’çe

yaşayabilmek duasıyla…

KAHRAMANLIK

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş

demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.

Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;

Kahramanlık: saldırıp bir daha

dönmemektir.

Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından

Koşar adım gitmeli onların arkasından.

Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından

İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez

doğanlık...

Her ışığın ardında gizlidir bir kahramanlık;

Adsız sansız olsa da, en büyük

kahramanlık:

Göz kırpmadan saldırıp bir daha

dönmemektir.

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş

demektir.

Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir.

Bunun için ölüme bir atılış gerektir.

Atıldıktan sonra da bir daha

dönmemektir...

Hüseyin Nihal ATSIZ

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

12

SELAM SİZE 3 MAYIS’IN EVLATLARI

SELAM EY TÜRKÇÜLERİN GÜNÜ Recep BAYRAM

İçtiğiniz ızdıraplar, size kımızdır.

Bu acılar, mazimize selamımızdır.

...

Hüseyin Nihal ATSIZ

Türkiye’nin çok partili hayata geçiş ve

ikinci dünya savaşından kaçış dönemiydi.

Ata’nın ilke ve inkılapları, anlaşılmadan

siyasi menfaatler uğruna değiştiriliyordu.

Devlet, algılayamayacağı cinsten bir

düşman ile burun burunaydı. İsmet

Paşa’nın evlatları Halkevleri ve CHP

teşkilatları aracılığı ile ülkede popüler bir

rüzgâr yakalayacak olan Komünizm

bayrağını çoktan dalgalandırmaya

başlamıştı.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali

Yücel’in Sabahattin Ali’ye Bakanlıkta yer

vermesi, Türk Milliyetçilerinin keskin

kalemlerinden Nihal ATSIZ’ın bu duruma

artık seyirci kalamayacağını gösterdi ve

ATSIZ’ın Başbakan Şükrü SARAÇOĞLU’na

bu konu hakkında art arda yazdığı iki

mektup ORKUN Dergisi’nde yayınlanınca

ortalık büsbütün karıştı. Türk

Milliyetçiliği’ni savunan ATSIZ, Sabahattin

Ali’nin hain olduğunu vurguluyor hatta

Sabahattin Ali izin verir ise bunu

ispatlayacağını ifade ediyordu. Hasan Ali

Yücel, Sabahattin Ali’yi iyice öne sürüyor

ve nihayetinde ideolojilerin karşılaştığı

ama görünürde insanların yüzleştiği bir

hadise olarak tarih kayıtlarına geçen

mahkeme süreci başlıyordu. Sabahattin

Ali, ATSIZ hakkında suç duyurusunda

bulunmuş ve davanın ilk celsesi 26 Nisan

1944’te Ankara’da görülmüştü. ATSIZ’ın

yargılandığını duyan Türkçü gençler,

Ulus’tan, Denizciler Caddesi’nden,

Samanpazarı’ndan Adalet Binası’na kadar

her yeri tıklım tıklım doldurmuş,

mahkeme salonunda iğne ucu kadar yer

bırakmamıştı. İşte o tarih, mahkemenin

ertelendiği 3 Mayıs 1944’tü.

Bu tarihte hiçbir etki veya grup adı altında

olmaksızın Türkçü gençler, kendi

sorumluluklarının gereği olarak ATSIZ’ın

ve Türkçülüğün sahipsiz olmadığını

gösterdiler. Gençlerin bu dik duruşuna

hükümet polis ile zor kullanarak müdahale

etti. Hatta Başbuğ Türkeş "3 Mayıs günü

heyecanla sokağa fırlayan gençler

kıyasıya dövüldüler. Kafaları yarıldı,

gözleri patladı. Bazılarının kolları,

kaburgaları kırıldı." açıklamasıyla bu

durumun vahametini dile getiriyordu.

Büyük Uyanış, Diriliş diyebileceğimiz bu

görüntü, arkasında Türkiye’nin köklü

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

13

değişikliklere gideceği bir takım siyasi

kararlara gebeydi.

...

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş

demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp

sönmemektir.

Bunun için ölüme bir atılış gerektir.

Atıldıktan sonra bir daha

dönmemektir.

Bu davadan para cezasına çarptırılarak

beraat eden Atsız, Türkçü arkadaşları ile

esas bundan sonraki süreçte önemli

saldırıları göğüsleyeceklerdi. Davanın

bitimi ile Atsız, takip edilmeye başlanmış

ve diyalog içerisinde olduğu isimler de bu

senaryonun içerisine dahil edilmişti. Türk

Milletine mensup ve milletine hizmeti

bir prensip haline getirmiş insanların

devlet tarafından bu denli düşmanca

algılandığı gerekçe acaba ne olabilirdi?

1944’tün 19 Mayıs’ında İsmet İnönü’nün

yaptığı konuşma bu sorumuzu

cevaplıyordu.

3 Mayıs günü meydanlarda yürüyen

gençlerden İsmet Paşa çok korkmuştu. 19

Mayıs 1944 hitabı, bir örgütün olduğunu

ve bunların ihtilal yapabileceklerini, böyle

bir grup ya da düşüncenin bu şekilde nasıl

organize olduğunu anlayamadıklarını ve

Cumhuriyetin bütün imkânları ile bunlarla

mücadele edileceğini belirten bir

konuşmaydı. Evet, o günden sonra tüm

Türkiye’de devlet, köşe bucak Irkçı-

Turancı ifadeleriyle Türkçüleri arıyor ve

bunları imha edercesine defter defter kayıt

tutuyordu.

Oysa bu ruhu en iyi bilmesi gereken kişi

İsmet Paşa’ydı. Milli Mücadele’nin her

anında bulunmuş biri olarak, her şeyi

önceden organize etmeksizin Türk

Milletinin nasıl bir kahramanca tutum

sergilediğini ve 3 Mayıs 1944’te gençlerin

bu heyecanının da altında bu sırrın

yattığını en iyi anlayacak beyin, İsmet

İnönü’ydü. İktidar kendisindeydi ve siyasi

gidişat hiç de iç açıcı değildi. Rusya’nın

artan baskısı ve giderek popülerleşen

Komünizm, Türkiye’ye iyiden iyiye kök

salıyordu. İşte bu 19 Mayıs 1944’te

Türklüğün beline en büyük darbeyi 19

Mayıs 1919’da Türklüğe en büyük hizmeti

veren Ulu Önder Atatürk’ün silah

arkadaşı İsmet İnönü veriyordu.

Irkçılık-Turancılık Davası, 7 Eylül 1944’te

görülmeye başlanmış ve her biri bu

davanın onurlu birer sanığı olarak 23

Türkçü bir araya getirilmişti. Bu isimler,

Hasan Ferit Cansever, Fethi Tevetoğlu,

Alparslan Türkeş, Nurullah Barıman,

Zeki Özgür Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı,

Hüseyin Nihal Atsız, Hüseyin Namık

Orkun, Nejdet Sançar, Saim Bayrak,

İsmet Rasin Tümtürk, Cihat Savaş Fer,

Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf

Kadıgil, Cebbar Şenel, Zeki Velidi

Togan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet

Tanyu, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

14

Özbek, Cemal Oğuz Öcal ve en sonuncusu

da 22 Nisan 2012 tarihinde Hakk’a

yürüyen Said Bilgiç’ti. 65 oturum süren

mahkeme Türk Siyasi hayatına damgasını

vurmuş ve bundan sonra milliyetçilerin

daha sivri isimleri olacak kişilerin

gözlerindeki ışığı daha da parlatmaya

başlamıştı.

Dava, 26 Mart 1945’e kadar sürmüş, 13

sanık beraat etmiş ve Zeki Velidi Togan,

Alparslan Türkeş, Hüseyin Nihal Atsız,

Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer,

Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu,

Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal

Oğuz Öcal gibi isimler de cezaya

çarptırılarak, 26 Ekim 1945’e kadar

tutuklu kalmışlardı.

1945’in ilk 3 Mayıs’ında tutuklu bulunan

kişiler aralarında para toplayarak, meyve

almışlar ve 3 Mayıs 1944’te Türkçü

gençlerin yaptığı özverili duruşu

kutlamışlardır. Ardından temyizle beraat

etmişler ve yargılama değil, hükümetin

emrini yerine getiren sözde savcı ve

hâkimler cezaevine girmekten 1950

Demokrat Parti iktidarının affı ile

kurtulmuşlardır.

O ilk kutlama ve o kutlamayı yaptırmaya

vesile olan Diriliş her 3 Mayıs’ta kutlanır

hale gelmiştir. Türkçülerin bu anlamlı

gününün 19 Mayıs gibi Türk Milletinin

dönemeç noktası diyebileceği bir günün

bayramında baltalanması, hiçbir Türkçüyü

üzmemiş aksine bundan ders çıkartarak,

iktidar sahipleri milli mücadele kahramanı

da olsalar Atatürk’ün Gençliğe

Hitabesi’nde belirttiği gibi “Bütün bu

şerâitten daha elîm ve daha vahim

olmak üzere, memleketin dahilinde,

iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet

ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler.”

vasiyetini daha iyi anlamalarını

sağlamıştır.

Yazımıza bu konunun başkahramanının

yazmış olduğu bilgiler ve şiiri ile son

verelim.

“Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin

günüdür. Ona bir bayram

diyemeyeceğiz. Çünkü ıstırabımız o gün

başlamıştır. Ona bir matem demek de

kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların

arasında bize büyük bir imtihan vermek,

yürekliyle yüreksizi er meydanında

denemek, yahşi ile yamanı ayırmak

fırsatını vermiştir. O güne kadar

tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile

yürüyen Türkçülük, 3 Mayıs’ta gafletten

ayrılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç

yüzleri görmüş, can düşmanlarını

tanımış, dost sandığı hainleri ayırt

etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından

gerçeğin sert topraklarına düşmüştür.

Böyle sağlam bir sonuca varmak için

çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş

sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a

Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz.

Hoşlanmayanlar onu benimsemesin.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

15

Yalnız kendilerine benzeyenler, yani

Türk’e benzemeyenler onu yadırgasın.

Biz 3 Mayıs’ı sevmekte devam edeceğiz.

Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı

3 Mayıs hareketini onun çift olduğunu

acı bir deneme ile öğrendi. Bu milli

hareketin zaferinden korkan Türkçülük

düşmanları, Türkçüler ortaçağı andıran

vahşetlerle hapse atılır ve aleyhlerinde

türlü yayınlar yapılırken, onları

tartışmaya çağırmak garabetini de

gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak

ve Türkçülerin günü olan 3 Mayıs, bir

gün Türklerin günü olunca onlar tarihin

büyük mahkemesinde layık oldukları

akıbete uğrayacaklardır.

Türkçüler! Toplu veya yalnız, her yerde

3 Mayıs’ı analım. Analım ve Kür Şad’ın

hatırasını yüceltelim.”

Hüseyin Nihal ATSIZ

Kür Şad, 1946, Sayı:2, Orkun, 1962,

Sayı:3-4

...

Türk duygusu her Türkçüye en tatlı

kımızdır;

Türk ülküsü candan da aziz

bayrağımızdır.

...

Hüseyin Nihal ATSIZ

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

16

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

17

AÇIN KAPILARI OSMAN GELİYOR Necip Fazıl KISAKÜREK

Müjde ey Müslüman, Osman geliyor!

Zalime, zulme düşman geliyor!

Bilirim, senin de koşman geliyor,

Koş ona, ardından cihan geliyor;

Açın kapıları, Osman geliyor!

Sen, yurduna hasret; yurdunda esir!

Sen, günaha batmış; günaha vezir!

Sen, güneşten mahzur, geceye nezir!

Geliniz… Kahraman sultan geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Saç-sakal karışık; tarak mı işler?

Biçare tarakta kırılır dişler!

İlk ve son değil ki onda gelişler;

Pençesi imanlı aslan geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Yaradan’a kulluk en güzel sanat,

O, Allah’a dua, Resul’e naat;

Şeytanın dilinde tek beyanat:

“Beni çıldırtan o yaman geliyor!”

Açın kapıları, Osman geliyor!

Yanında çilenin kahramanıyla,

Kırdı zincirleri tüm imanıyla;

Vuslat gemisiyle, aşk limanıyla

Hergün yazılacak destan geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Ey genç, ismin Mehmed Âkif yazılsın,

Sen, şiir sultanı Necip Fazıl’sın!

Yüreğine Serdengeçti kazılsın;

Sana Yaradan’dan derman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Bırak nöbet tutsun pusuda karga,

Onunda ateşi çıkacak kırka!

Resul’den emanet bu kutsal hırka;

Kaab’den, Üveys’den aman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Sökülsün nâmeler, şarkımız çalsın,

Şanımızı rüzgâr, dünyaya salsın;

Ağlayıp, dövünmek şeytana kalsın;

Dertlerine deva Lokman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Ey Rabbim, Resul’üm, aşkım, Kur’an’ım,

Enbiyam, evliyam, mürşidim, canım,

Yavuz’um, Fatih’im, Ulu Hakan’ım,

Yolunuza bin kez kurban geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor!

Bilmem buna küfrü kovuş mu dersin?

Soysuzun fikrini boğuş mu dersin?

Batmayan güneşle doğuş mu dersin?

Ne dersen de, büyük zaman geliyor!

Açın kapıları, Osman geliyor

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

18

HAK YOLUNDA BAĞRI YANIK YOLCU:

OSMAN ZEKİ YÜKSEL SERDENGEÇTİ Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU

Türk-İslam ülküsüne ömrünü adayan,

inandığı ülkü ve davadan hiçbir taviz

vermeyen ve her fedakârlığa katlanan

fikirleri, mücadelesi ve kişiliğiyle Türk

milliyetçilerine ışık olan, bayrak olan

Osman Yüksel her türlü baskı ve zulümlere

karşı direnmiş bir dava adamıdır.

Tek parti döneminin Müslüman Türkler

üzerinde uygulamış oldukları baskılara

karşı, kalemini kılıç yapıp Atsız ve Necip

Fazıl ile birlikte mücadele etmiş, zulüm

gören Müslüman Türklerin sesi ve sözcüsü

olmuştur.

“İster beni hoş görün, ister vurun

öldürün,

“İster bir cani gibi zindanda

süründürün,

“Yeter artık illallah! Şu yangını

söndürün,

“Amerikan doları bu yangına kâr etmez.

“Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle

gitmez!”

Osman Zeki Yüksel 1917 tarihinde

Antalya’nın Akseki ilçesinde dünyaya

gelmiştir. Yayımladığı Serdengeçti

dergisinden ve bu dergide Serdengeçti

imzasıyla kaleme aldığı yazılarından

dolayı Serdengeçti olarak tanınmıştır.

Babası Hoca Ahmet Salim, annesi Emine

Hanımdır. Babası müftü olan Osman Zeki

Yüksel’in Esat ve Hasan Selami isminde iki

abisi ve Müstecabi isminde kardeşi vardır.

Ailesi büyük bir geçmişe sahiptir ve

çoğunluğu yüksek tahsil yapmıştır.

Kurtuluş Savaşı’nda Akseki Müdafaa-i

Hukuk Cemiyetinin kurucuları arasında

babası Hoca Ahmet Salim Efendi de yer

almıştır. Osman Zeki Yüksel’in çocukluğu

babasının okuduğu Muhiddin-i Arabî,

İmam-ı Gazali, Hasan-ı Basri, Beyazıd-ı

Bestami gibi İslam âlimlerinin eserlerini

dinleyerek geçmiştir. Büyük abisi Esat

Yüksel Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, diğer

abisi hukukçu, küçük kardeşi Müstecabi

doktor olarak devletine hizmet etmiştir.

Osman Zeki Yüksel’in eğitim hayatı Milli

Mücadele zamanına rastlamaktadır. Bu

zamana ait yaşadıklarını ve duygularını şu

sözlerle ifade etmektedir. “İlk mektepte

okuduğumuz kıraat kitapları, zorla gasp

edilmiş, alçakça çiğnenmiş bir vatanın

yakılmış, yıkılmış bir yurdun

hatıralarıyla dopdoluydu. Zafer

neşidelerinin yanında, sönmüş ocaklar,

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

19

yıkık mabedler, malul gaziler gördük.

Okuduklarımız gördüklerimize

uyuyordu. Milli Mücadele heyecanı

Kuvayi Milliye ruhu körpe

dimağlarımızda silinmez akisler, derin

izler bıraktı. Sonradan bu ruh yavaş

yavaş gevşedi. Yerini sert, kaba bir

materyalizme, kör bir putperestliğe

bıraktı. Milli Mücadele heyecanı

söndürüldü. Kuvayi Milliye ruhu

öldürüldü” (Serdengeçti, 2000, 6-7).

Ortaokul ve lisenin 1 ve 2. sınıfını

Antalya’da, son sınıfı da Ankara Atatürk

Lisesi’nde okumuştur. Okul dönemlerinde

hayranı olduğu Mehmet Akif, Yunus Emre

ve Mevlana’nın kitaplarını okuyarak

kendini yetiştirmiş, bu kitaplar sayesinde

milliyetçi, muhafazakâr ve hümanist

düşünceler kazandıracak fikirlere sahip

olmuştur. Hatta bu konuda kendisi şöyle

demektedir. “Beni günlük gelici geçici

şeylerden, ferdiyetin dar çerçevesinden

kurtaran: bana mücadele heyecanı,

cemiyet ve cemaat şuuru veren Mehmet

Akif olmuştur… Eğer karşımıza

öldüremedikleri, saklayamadıkları bir

Namık Kemal bir Mehmet Akif

çıkmasaydı biz de sapanlar, sapıtanlar

güruhuna katılacaktık. Biz Namık

Kemal’den vatan ve hürriyet sevgisini

öğrendik. Fakat bu vatan mücerretti,

nazari idi. Akif bu mücerret vatanı

müşahhaslaştırdı. Bu sihirli fakat boş

kalıba ruh verdi. Ses verdi. Onu

realitenin haşin yüzüyle, başsız

ümmetlerin, mazlum milletlerin

feryatlarıyla doldurdu. Halkın dertlerini,

arka sokakların sefaletini, camilerin,

secdelerin heyecanını, cephelerin kan ve

kıyametini dile getirdi. Akif’te memleket,

millet haline geldi. Namık Kemal’in

hürriyeti, Akif’te istiklal oldu,

bayraklaştı” (Serdengeçti, 2000, 7).

Yabancı yazarların eserlerini de okumayı

ihmal etmeyen Osman Yüksel, dünyayı

tanımaya çalışmış, bilgi dağarcığını sürekli

geliştirmiştir. Lise yıllarında ‘Fikretçi’lere

karşı giriştiği ‘Akifçi’lik tartışmaları ile

fikirlerini duyurmaya başlamıştır.

1940 yılında Ankara Dil Tarih ve Coğrafya

Fakültesi Felsefe bölümüne kaydolmuştur.

Bu bölümü okumayı çok istediğini şu

şekilde anlatmıştır. ”Burada ruhiyat

okuyacaktım. İnsanları harekete

geçirecek psikolojik amilleri, ruhi

tezahürleri öğrenecektim. İçtimaiyat

okuyacaktım. Cemiyetlerin yükseliş ve

çöküş sebeplerini, sosyal cereyanları

takip edip araştıracaktım. Nihayet

felsefe tahsil ederek büyük filozofların

sistemleri üzerinde duracak, onlardan

aldığım ilhamla, ışıkla kültür

hayatımızın geçirmekte olduğu

buhranları anlayacak, karanlıkları

aydınlatacaktım. Milletime, vatanıma bu

yolda gücümün yettiği kadar faydalı

olmaya çalışacaktım” (Serdengeçti, 3.

Sayı, 3). Osman Yüksel bu konuda hayal

kırıklığına uğramıştır. Bu okulda

öğrencilerin okul hocaları tarafından

materyalist bir şekilde yetiştirildiğini,

halkın inancıyla alay edildiğini, tarihinden

ve kültüründen uzaklaştırıldığını şöyle

ifade etmektedir. “Her şeyi ben bilirim

iddiasında bulunan bu zavallılar, Karl

Marx’ı Marka, Engels’i Engel olarak

yazacak ve okuyacak kadar kendi

ideolojilerinin bile yabancısıdır. Bu

zavallılar, bu solda sıfırlara göre

Çanakkale tahtakale, Atatürk sarhoşun

biri, Namık Kemal şişirilmiş bir adam,

İstiklal Marşı şairi yobaz ve İstiklal

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

20

Harbi kahramanları, şehitler budala idi.

Bunlar ceplerinde para olunca kapitalist

sistemleri kabul eder, parası bitince

yaman birer proleter olurlar ve aç

midelerin türküsünü çağırırlar.

Şehvetleri gıcıklanınca ise serbest

çiftleşme taraftarı olurlar. Ellerine beş-

on kuruş geçti mi doğru meyhaneye

giderler yahut bir yerde toplanarak bu

iffetsizler, şerefsizler güruhu Stalin’in

şerefine kadeh kaldırırlar” (Serdengeçti,

3. Sayı, 4).

Osman Yüksel, ailesinin kendisine

kazandırdığı manevi değerler ve ortaokul

ve lise çağlarında Mevlana, Akif, Yunus

Emre eserlerini okuyarak ruhunu eğitmesi

sonucu fakülte hocalarının çekmeye

çalıştığı bataklıktan kurtuluşunu da şu

şekilde anlatmaktadır. “Kendi varlığını

bile inkar eden ‘ide’ci feylesoflardan

tutun da, en kaba materyalistlere kadar,

bunların kurdukları fikir sistemleri

içinde bir hayli dolaştım. Kantları

Kontları gördüm. Hiç biri içimdeki

boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir

yola çıkaramadı. Niçenin ihtiras

şarkıları, Russonun vicdan ve hürriyeti,

Spinozanın panteizmi, Berksonun canlı,

hayat akan felsefesi, zaman zaman

bütün varlığımı kaplamak istedi. Fakat

bu olmadı. Daima bir yanım açıkta kaldı.

Aradığımı yine kendimde, kendimizde,

şarkta buldum. Mevlana ve Yunus

imdadıma yetişti. Bu iki büyük ustanın

sesi, felsefesi bana kalbimin atışı kadar

canlı, benden bana yakın göründü. Beni

ayrılık gayrılık tanımayan vahdetçi bir

dünya görüşüne götürdü. ‘İzm’lerin

elinden kurtardı. Kalp yollarından geçen

her fikir nur oldu: Tanrıyı, mutlak

hakikati buldu. Sanat ve fikir, kalp ve

akıl, garbın hiçbir feylesofunda, bu iki

büyük insanda olduğu kadar

birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş!

En büyük insanlık, en büyük ahlak…

Hakikat!..” Evet, cemiyet karşısında ben

hep Akif gibi düşündüm. Beni bu

mücadeleye, bu sevdaya atan Akif

olmuştur. Kainat, varlık, Hakk

karşısında ise Mevlanaların, Yunusların

yolundaydım” (Serdengeçti, 2000, 8-9).

Okulda artan komünist faaliyetlerden

dolayı öğretim görevlilerini Milli Eğitim

Bakanlığı’na şikâyet etmiştir. Tahkikat için

gelen müfettişlere durumu

ispatlayamadığı için hocaların aleyhinde

ifade verdiği gerekçesi ile disiplin kurulu

kararı ile okuldan atılmıştır. Osman

Yüksel, Danıştay’a aleyhte dava açmış ve

bu davayı kazanarak yeniden okuluna

dönmüştür.

Okulda, öğrencilerden Sabahattin Ali’ye

Türklüğe hakaret ettiği gerekçesi ile tokat

atan Osman Yüksel mahkemede

yargılanmış, 12,5 lira para cezasına

çarptırılmıştır.

1944 Türkçülük Hareketine karıştığı için

öğrenimini yarıda bırakmak zorunda

kalmıştır. 3 Mayıs 1944 Türkçülük

Hareketinde Osman Yüksel, Hüseyin Nihal

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

21

Atsız ve Başbuğ Alpaslan Türkeş’le birlikte

yargılanmış, İsmet İnönü tarafından

işkence ettirilmiştir. 1944 Mayıs ayında

yayımlanan bir resmi tebliğ ile Tahrikçi

Turancılar’ın açığa çıkarıldığı

açıklanmıştır. Nihal Atsız, Zeki Velidi,

Reha Oğuz Türkkan ve Dr. Hasan Ferit

Cansever başta olmak üzere birçok kişi

(23 kişi) tutuklanmıştır. Bu noktaya

gelmeden önce öne çıkartılan Sabahaddin

Ali ve Nihal Atsız davası vardır. Nihal Atsız

‘Orhun’ dergisinde “Başbakan Şükrü

Saraçoğlu’na açık mektup” başlıklı bir

yazısında Sabahaddin Ali’yi vatan

hainliğiyle suçlayınca, S. Ali hakaret davası

açarak Atsız’ı mahkemeye vermiştir. Dava

sırasında (Nisan 1944) çoğunluğu Siyasal

Bilgiler Okulu öğrencisi olan sağcı

öğrenciler Adliye binasının önünde gösteri

yapmıştır. Sonuçta Atsız 9 Mayıs 1944’te

dört ay hapis ve 66 TL para cezasına

çarptırılmıştır. Sabahaddin Ali ile Nihal

Atsız arasındaki dava devam ederken

milliyetçi gençler Ankara garında toplanıp

buradan Ulus’a yürümüştür. Ertesi gün

sabah galeyana gelen milliyetçi gençlerin

gözünü korkutmak amacıyla Said Bilgiç,

Said Sadi, Osman Yüksel ve Ahmet

Ellezoğlu sorgulanmak üzere alınmıştır.

Ankara Emniyeti’nde tutuklanan Osman

Yüksel, birkaç gün burada kaldıktan sonra

serbest bırakılmak yerine, olay Ankara’da

geçmiş olsa da İstanbul Sıkıyönetim

Mahkemesine sevk edilmiştir. Osman

Yüksel, Ankara’dan İstanbul’a gizlice

getirildiklerini anlatmaktadır. Osman

Yüksel’in de aralarında bulunduğu

sanıklara tahkikat sırasında işkenceler

uygulanmış, hepsi (40x50x250)

santimetre boyutlarındaki (tabutluklarda)

hücrelerde tutulmuşlardır. Osman Yüksel,

yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır:

“Baktım emniyetin önünde kapalı bir

otomobil var. Mahkûmlara mahsus,

silahlı süngülü jandarmalar, polisler

Atsız’ı getirdiler ve içeri soktular. Ben de

girdim. Dışarısı görünmüyor, susuyoruz;

Atsız’a bakıyorum gülüyor… Bu adamlar

bizi nereye götürüyorlar? Yahu

istasyona gitmeyecek mi idi? Yanımdaki

sivil polis memuruna sormak istiyorum.

‘Sus’ diyor, ‘sus…’ Buraları ben hiç

görmemiştim. Yoksa bizi bir yere

götürüp orada kurşuna dizmesinler!

Elimle işaretler yapıyorum. Kurşuna mı?

Yanımdakiler mütemadiyen susuyor.

Dünyada hiçbir sükût bu kadar korkunç

değildir, ölüm gibi bir sükût… Nihayet

bir yerde durduk. Baktım

Etimesgut’tayız ah! Kurtulmuş gibiyim.

Demin bana sus diyen polis gülüyor. Bizi

niye istasyondan sevk etmediniz? ‘O,

canım deyo, siz münevver adamlarsınız!

Herkesin içinde süngülü jandarmaların

önünde götürmek ayıp değil mi?’

Sonradan öğrendim ki bu da yalanmış!

İstasyona bizim arkadaşlar gelir; bir

taşkınlık yaparlar diye bizi buradan

sevk ediyorlar… Sabah oluyor galiba.

Polis yağmur yağıyor dedi, biz dışarıya

bakamıyoruz. Evet, burası küçük bir

istasyon; halktan fazla polisler,

komiserler… Ellerindeki tabancaları

bize doğru çevirmişler. Ne oluyoruz?

Eşkıya mı götürüyorsunuz efendiler? Ne

yapsınlar emir almışlar! Beni bir

taksiye, Atsız’ı bir taksiye bindiriyorlar.

O adını bilmediğim istasyondan hareket

edeli yarım saat oldu. Deniz kıyısında

bir yerde taksilerimiz durdu. ‘Pendik’

dediler. Bir vapur yanaşıyor,

otomobillerimizle beraber yallah

vapurun içine… İstanbul yakasına

geçiyoruz. Büyük bir binanın önünde

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

22

durduk, ‘in’ dediler indik, bir adam bizi

yukarıya çıkardı. Nihayet bizi bir

kapının önünde durdurdular. Yakasında

mülkiye rozeti taşıyan bir zat çıktı,

elimden kitaplarımı aldı! ‘etmeyin

bunları bana bırakın’ dedim. ‘olmaz,

bilahare veririz’ dediler, bir garip

oldum, kitaplarım onlar yanımda

olsaydı. Baştan aşağı elbisemi soysalar

böyle müteessir olmazdım. Bir kat daha

çıktık, tavan arasındayız. Yağmur

yağıyor, tavanlar akıyor, ayaklarımız su

içinde. Sağımda solumda kapıları

numaralanmış küçük küçük hücreler

var. 13 numaralı hücrenin kapısı açıldı,

fare deliği gibi bir yer, ancak küçük bir

karyola sığabiliyor, kapıyı yüzüme

çarpar gibi kapadılar, tuhaf bir hal

memnun gibiyim” (Serdengeçti, 1. Sayı,

14-15). Bir zaman sonra polisin yanına

ajan şüphesiyle bir Bulgar köylüsü

komünisti getirdiğini anlatan Osman

Yüksel, “Hücremde yeni hissetmeye

başladığım gayet pis bir koku var. Koku

gittikçe artıyor, tahammül edemiyorum.

Kapıyı çalıyorum, duyan yok. Bir daha

bir daha çalıyorum, nöbetçi polis

homurdanarak açıyor. Ne o? Dışarı

çıkacağım. Hela baştanbaşa pisliklerle

dolu, ayak basacak yer yok. Öyle olduğu

halde burada bir saat kadar kaldım.

Bulunduğum hücrenin kokusu daha

fena. Sabaha kadar bu hal devam ediyor.

Sabah mı? Bizim için sabah-akşam,

gece-gündüz yok. Bir vakit biliyoruz, 300

gram kuru ekmeğin geldiği harikulade

akşamüzeri… Çoktan beri susuzuz,

birkaç defa istedim getirmediler. Yok

diyorlar, bir daha istedim nihayet pis bir

kovada üzerinde saman çöpleri yüzen

mübarek su geldi. Saman çöplerini

üfürerek kovadan suyu içiyorum;

hayvan suluyorlar sanki. Kokudan

dehşetli rahatsızdım, anladım ki Bulgar

kokuyor tıpkı domuz gibi. Ne yapsam

Allah’ım, ne yapsam? Şikâyet etsem kime

edeceksin? Hem Nano anlayacak,

zavallının hatırını kırmış olacağım.

Kokudan kurtulmak için gece gündüz sık

sık dışarı çıkıyor, bilhassa geceleri

helâda saatlerce kalıyorum; bunu kimse

bilmiyor” (Serdengeçti, 1. Sayı, 14-15).

Aylarca işkence gören Osman Yüksel ve 23

milliyetçinin ilk mahkûmiyet kararları

Yargıtay tarafından bozularak, 31 Mart

1945 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim

Mahkemesi tarafından beraat ettirilmiştir.

Osman Yüksel 1940-1947 yılları arasında

çeşitli gazetelerde yazılar yazmıştır. Bir

Fakültenin İç Yüzü ve Azap

Hücrelerinde yazılarıyla fakülteden kaydı

silinmiştir. Yapılan soruşturma ve

mahkemeden sonra suçsuzluğu

anlaşılarak serbest bırakılmıştır. Atıldığı

fakülteye yeniden girmek için çok

uğraşmış, fakat kabul edilmemiştir. Bu

durumu dönemin Maarif vekili Hasan Ali

Yücel’e hitaben “Yüksek vekâletin alçak

vekiline” başlıklı dilekçesi ile bildirmek

istemiş bu nedenle tekrar tutuklanmıştır.

Hapisten çıkınca unvanını aldığı ünlü

Serdengeçti dergisini çıkarmaya

başlamıştır. Birçok sayısı toplatılan bu

dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında

çok sayıda dava açılmış ve çoğu kez “Açın

kapıları Osman geliyor” diyerek sık sık

tutuklanıp hapse girmiş daha sonra

serbest bırakılmıştır. Serdengeçti dergisi

sık kapanması ve mahkûmiyet kararı

çıkması nedeniyle 40 yılda 33 sayı

çıkarılabilmiştir. Osman Yüksel Tek Parti

yönetiminin İslamiyet ve Müslümanlar

üzerindeki ağır baskılarını protesto eden

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

23

aydınların önde gelenleri arasındadır. Her

sayı sonrası tutuklanan Osman Yüksel

ülküsünden, fikirlerinden, davasından

hiçbir zaman ayrılmamıştır.

Osman Yüksel Serdengeçti, 1965-1969

yılları arasında Adalet Partisi listesinden

Antalya milletvekilliği yapmıştır. Osman

Yüksel politika yapmayı hiçbir zaman

sevmemiş ve protokollerden uzak

durmaya çalışmıştır. Partisine yönelttiği

eleştiriler yüzünden bir süre sonra Adalet

Partisi'nden ihraç edilmiştir. Milletvekilliği

sırasında kravat takmadığı için uyarı

almıştır, uyarıları dikkate alınmayınca

genel kurula girişi yasaklanmıştır. Bu kez

beline bağladığı kravatla içeri girmiş,

yakasına takması gerektiğini söyleyenlere

ise, “Kanunda nereye takılacağı belli

değil. İstediğim gibi takarım” demiştir.

Sonraki yıllarda mücadelesine yine

yayınladığı yazı ve kitaplarla devam

etmiştir. Son olarak Yeni İstanbul

Gazetesinde "Selam" başlığı altında

günlük fıkralar yazmıştır.

Mücadelesini Allah davası, Millet davası,

Vatan davası olarak tanımlayan Osman

Yüksel,

10 Kasım 1983’te vefat etmiş, Cebeci Asri

Mezarlığı’na defnedilmiştir. Allah ona ve

bu dava uğruna canlarını kaybeden ülkücü

şehitlerimize rahmet eylesin.

ESERLERİ

Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler,

Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatler,

Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali,

Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap,

Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocuğun

Şiir Kitabı, eserlerinden bazılarıdır.

Eserlerinden…

Özlediğim Âlem

Bir âlem özlüyorum: asrısaadet gibi, ebedi

faziletlerin, kavi imanların, temiz

vicdanların hüküm sürdüğü bir âlem! Bu

âlemin sakinleri, kelimenin tam ve hakiki

manasıyla insan olsun. İçleri huzur, dışları

nur ile dolsun! Geceden başka karanlık,

gök gürlemesinden başka gürültü

görmesinler, duymasınlar.

Bir âlem özlüyorum ki: Orada erkekler,

evinden başka hane bilmesin. Aileyi bir

gaile, çocuklarını çekilmez bir dert gibi

görmesin, bu hale getirmesin. “Evlat

kokusu cennet kokusudur” hadisi ile

duygulansın. İçi cennet, dışı cennet olsun:

cinnet olmasın. Erkek kendi karısından

başka kadın, kadın kendi kocasından

başka erkek tanımasın, sevmesin. Ailenin

reisi olan erkek, ayarlı kararlı, kavi, metin,

vakarlı, çalışkan olsun. Yuvanın kurucusu

kadın, temiz, cefakâr, vefakâr, sabırlı,

saygılı, sevgili olsun.

Bir âlem özlüyorum ki: Orada gençler,

orada delikanlılar, deli denizler gibi,

dalgalanıp coşanlar, mukaddes bir davanın

peşinden koşanlar olsunlar. Âlemlerin

Rabbine inansınlar. Küçük dalgaları, dalga

geçmeyi, kaldırım sevdasını bıraksınlar.

İman denizlerinin büyük dalgalarında,

sonsuzlukta kaybolsunlar; Varolsunlar.

Büyük davalarla davalansın, ulvi

sevdalarla sevdalansınlar. Orada gençler,

orada gençlik imandan kaleler gibi, canlı

hisarlar gibi, dimdik, dipdiri dursunlar. Bu

kaleyi, bu hisarı hiçbir kuvvet aşamasın.

Onların temiz kalplerinde Allah- Millet-

Vatan sevgisinden başka sevgi yaşamasın.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

24

Bet beniz sararmış, gözlerin altı morarmış,

sarsak, çarpık, titrek, başlamadan bitmiş,

bitmeden tükenmiş gençler. Ağızları rakı,

ayakları ter, donları pislik kokan gençler:

böyle gençler yok bizim âlemimizde!

Öyle bir âlem özlüyorum ki: Memur

amirine, ast üstüne bir köle, bir uşak gibi

değil, vazife aşkıyla, iç nizamiyle, kalpten,

gönülden bağlansın. Sadece Allah’ın,

vicdanın kanunun hükmünü yerine

getirsinler. Zira gerçek hüküm onundur.

Gerçek büyük o dur. Herkes, bütün

insanlar, kendilerini aşan, kendilerinden

üstün hakim, kadir, her yerde, her zaman

hazır nazır olan, Rahman ve Rahim

Allah’ın varlığını kabul etsin! Daima her

yerde ve her şeyde onu görsün, onu bilsin..

bütün başlar sadece onun huzurunda

eğilsin! İşte biz, böyle bir alem istiyoruz.

Hiç kimse aslını saklamasın. Bir santim

yükselmek için, bir metre eğilen başlar,

baş olmaktan çıksın. Baş, yerini ayağa terk

etmesin. Söz ayağa düşmesin

dalkavukluğa, riyaya, insanları

putlaştırmağa giden bütün yollar

kapansın. İsimlerden, resimlerden,

şekillerden elhazer.. Özlediğim alem böyle

bir alem!

*Serdengeçti Dergisi 14. Sayı

Hak Yolun Bağrı Yanık Yolcuları

Hak yolunda bağrı yanık yolcularız. Yollar

ki, her zaman insanlarla doludur. Fakat

insan her zaman yolcu değildir. Bizim

yolculuğumuz ebedî bir yolculuk.. Bizler

ebedî yolcularız!.. Önü, sonu olmayanın,

bitmeyenin, tükenmiyenin, göçmiyenin,

çökmiyenin yolundayız!..

Biz bu yolda cefayı sefa, mihneti nimet

bilen insanlarız.. Bu yol, çetin bir yoldur..

Bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir. Öyle,

her kişinin kârı değildir bu yolda

yürümek... Er kişinin kârıdır, bizler er

kişileriz.. Allah’a giden bütün yollar, şer

kuvvetler, kötü niyetliler tarafından

tutulmuş. Bunu biliyoruz. Şerirler,

zorbalar, zalimler, türlü maskelerle bizi

can evimizden vurmak istiyorlar.

Bu yolda yürürken istiklâlimizden,

istikbalimizden, her şeyimizden

olacakmışız!.. Hapishanelere

düşecekmişiz.. Eyvallah!.. Eyvallah..

hepsine razıyız!.. Ölümden ötesi var mı?

“Urganda da ölüm, yorganda da..”

diyoruz!.. Biz bu yolun, delisi divânesi, bu

işin hastasıyız..

Aslı olduk, Kerem olduk, sıtma olduk,

verem olduk!.. Yıllardır ve yıllardır, onlar

yediler, biz baktık onlar dediler, biz

dinledik! Onlar yaşadılar biz inledik!.

Yıllardır yıllardır, din için, iman için

canımızı cânânımızı, bütün vârımızı

verdik. Ne kadar öldürdülerse o kadar

yarattık, ne kadar yıktılarsa o kadar

yaptık, ne kadar batırdılarsa o kadar

kurtardık dediler..

Biz hakiki kurtarıcıya sığındık.

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

25

Biz hep sustuk. Ağzımızda dilimiz var

demedik... Onlar nutuk çektiler! Biz dert

çektik, çile çektik! İçlendik, dertlendik!

Derdimizi kimseye dinletemedik!

Ne milletmişiz, biz de bilemedik?!

Biz bu sırra eremedik. İyi bir gün

göremedik...

Fakat sabrın da bir sonu vardı. Artık

konuşuyoruz. Garip ve dertli Anadolu’yu

dile getireceğiz. Biz onun dâvasiyle

dâvalandık, sevdasıyla sevdalandık.

İmansızlara teslim edemeyiz onu.

Soygunculara, vurgunculara istismar

ettirmeyiz!..

10 Ağustos 1952

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

26

URALLARDAN ANADOLU OVALARINA:

ZEKİ VELİDİ TOGAN Sertaç EKEMEN

Zeki Velidi Togan’ın hayatının ve

fikirlerinin gelişimi yetiştiği ortamla direkt

paralellik göstermiştir. 1890 da Ural

Dağları’nın eteklerinde, Işındağ’da

dünyaya gelen Togan’ın soyu bağlı

bulunduğu Başkurt boyunun bölgede

yerleşkesi 16. yy kadar dayanmaktadır.

Togan gençliğine kadar olan yaşamını bu

çetin coğrafyada geçirmiş ve doğayla iç içe

bir yaşam içerisinde bulunmuştur.

Togan’ın babası imamlık mesleğini icra

eden bir müderristir. Bu yüzden Togan’ın

tarihi bilincinin yanında, İslami bir bilince

sahip olması ve buna binaen Arap ve fars

edebiyatıyla iç içe olup Türk-İslam

sentezinin şekillenmesinde bu durumun

etkisi büyüktür. Dedesi ise kazan tarafında

yaşamış dini alim Şahabettin Mencai den

eğitim görmüş bir İslam alimidir. Ural’ın

çetin dağlarında kayağa merak salmış ve

bu sevdasını Türkiye’ye gelince bile

bırakmamıştır. İslami eğitiminin yanı sıra,

Türk tarihine başta Dede Korkut

Hikâyeleri olmak üzere destansı bakışlarla

ilgi duymaya başlıyor. Rus lisanını

öğrenerek batılı eserlerle ilgilenmeye

özellikle coğrafya ve matematik

bilimleriyle açıktan ilgilenmeye başlıyor.

Ayrıca, Fars ve Arap lisanını öğrenmesi ile

beraber Türk Divan Şiiriyle de ilgilenmeye

başlamaktadır.

1905 yılında Çarlık Rusya da, Duma

Meclisinin kurulması ile beraber Rusya

İmparatorluğu Türk bloğunun St.

Petersburg baş temsilcisi oluyordu, Duma

içerisindeki faaliyetlerinin neticesinde,

meselenin bir Başkurt meselesi

olmadığını, aynı milletlerin ortak bir

paydada birleştiği Avrupa

nasyonalizminden de etkilenerek

meselenin özünde bir Türk meselesi

olduğu kanaatine varmıştır. Bu meselenin

ise sadece Sibirya Türk kültürünün değil,

Uygurlardan Balkanlara kadar kapsayan

coğrafyanın bir temsili olduğunu ifade

etmeye başlayacaktı. Siyasete atıldığı süre

içerisinde tamamladığı ilk nadide eseri

olan ve Semerkant metinlerinden büyük

ölçüde yararlanarak hazırladığı eseri

Türk- Tatar Tarihini yazdığında yaşı 21idi.

Gençliğinden itibaren hayatının sonuna

kadar reel olarak içinde olacağı Türklük

tarih- kültür savaşımını da siyasal alanda

somut olarak hayata geçiriyordu.

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

27

1917 devriminin gerçekleşmesi ile

Başkurdistan Muhtar Cumhuriyetini ilan

eden komite içerisinde yer alıp bu devletin

ilk cumhurbaşkanı olacaktı. Devrimin

önderleri olan, Josef Stalin Vladimir Lenin

ve Lev Troçki ile yakın ilişkiler kurduysa

da, bu ilişkiler uzun soluklu olmuyor ve

Başkurdistan’ın ilhakı ile aralarında

resmen bir husumet doğuyordu. Çetin

sıcak çatışmalarının akabinde Rus iç

savaşında kaybedenler arasında olan

Ahmet Zeki Velidi Togan 1921 yılında

tutsak düşüyordu. Bu tutsaklığı çok uzun

sürmüyor ve hapisten kaçmayı başararak

Enver Paşa ile Kafkaslar da bir takım

görüşmelerde bulunuyordu. Türk Milli

Birliği hareketi içerisindeki hareketlenme

ve akabinin de Baskıncılar Hareketini,

Başkurt Özgürlük Hareketi ile

birleştirmeyi denese de bu konuda başarılı

olamıyordu.

1923 yılı itibari ile Sovyetlerden ayrılıp

İran’a oradan Hindistan’a ve Berlin’e

ulaşarak Türk Ocaklarının efsane lideri

Hamdullah Suphi Tanrıöver’le bir takım

görüşmeler içerisinde bulunuyordu. Bu

görüşmelerinin nihayetinde 1925 yılında

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçip

Başbuğ Atatürk ile tanışarak Türkiye’de

akademik faaliyetlerde bulunmaya

başlıyordu. 1932 yılında tertip edilen

kongreye o zamanlar doçentlik

makamında bulunan Togan’da katılıyordu.

Türk Tarih Kongresi içerisinde yapmış

olduğu Orta Asya Türk göçü

tahlillerindeki, Moğol faktörü tezi

dolayısıyla altı ay yurt dışında kalmak

zorunda kalıyordu. Daha sonra yurda

tekrar geri dönerek Darüşşafaka ve

İstanbul Üniversitesinin çalışmalarının

ardından profesör unvanını alıyordu.

1940’lı yıllarda, Milli Şef unvanı ile

iktidarda bulunan İsmet İnönü hükümeti

tarafından, İkinci Dünya Savaşında galip

gelmeye başlayan Sovyet askeri ve arksist

ekolünün de etkisiyle, Mayıs ayının 1944

yılında, Almanya ile destekli, Türkiye

toprakları üzerinde etnisite kaynaklı faşist

bir cunta oluşturup hükümeti ele geçirmek

ve Alman İtalyan antantlı ırkçı, faşizan bir

yönetim kurmak iddianamesi ile Nihal

Atsız, Reha Oğuz, Hüseyin Namık,

Alparslan Türkeş, Orhan Şaik, Nejdet

Sançar, Fethi Tevetoğlu, İsmet Tümtürk

ile beraber başlayan Türkçülük-Turancılık

ana davası sonucu, 11 ay hapis cezasına

çarptırılmıştır. Bu cezasının ardındaki

süreçte davasında bir yılgınlıkta

bulunmayarak aksine daha bir azimle

sarılarak yoluna devam etmiştir. 1971

Türk Tarihin de önemli bir yeri olan askeri

muhtıra arifesinde ebediyete intikal

etmiştir. 2010 yılı TURKSOY tarafından

Togan yılı ilan edilmiştir.

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

28

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

29

SÖYLEŞİ: NECDET ÖZKAYA Metehan ÇAĞRI - Kumru PAKSOY

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN SİYASET

ARENASINA GEÇİŞİ VE ALPARSLAN

TÜRKEŞ

NECDET ÖZKAYA ANLATIYOR

Alparslan Türkeş 1960 ihtilalini yaptığı

zaman ben öğretmen okulu son sınıfta

okuyordum. O zaman Alparslan Türkeş

ismini ne tanıyordum ne biliyordum. Tabi

sadece ihtilali yapan Alparslan Türkeş

değildi. Radyodan anonsu yapan Türkeş’ti.

Gür sesli bir adam konuşuyor. “Ben

Kurmay Albay Alparslan Türkeş… Türk

Silahlı Kuvvetleri kardeş kavgasına son

vermek için idareye el koymuştur.” Bu

şekilde devam eden bir konuşma.

Biz Demokrat Parti çevrelerinin

çocuklarıyız. Demokrat Parti’nin

iktidardan uzaklaşması çevremizde,

mahallemizde çok da hoş karşılanmadı. Bir

müddet sonra, Van’da tanıdığım birkaç

milliyetçi tanıdığım insanlar vardı. Bunlar

biz Alparslan Türkeş adını bir yerlerden

hatırlıyoruz dediler. Konuşurken tabi

hatırlanmaya başlandı.

1944 yılında bir “Irkçılık-Turancılık”

davası başladı. Bu davanın birinci adamı

rahmetli Nihal Atsız hocaydı.

Yargılananların içinde o zaman Üst

Teğmen olan Alparslan Türkeş’te vardı.

Tabi böyle olunca, Türk Milliyetçisi

çevrelerde ihtilalden dolayı başlayan

kızgınlıklar Alparslan Türkeş ismi ile

birlikte hafiflemeye başladı. Halk yine

kızıyordu ama Milliyetçi aydınlar

Alparslan Türkeş isminden dolayı

ısınmaya başlamışlardı. İhtilal günleri

devam ederken bir gün duyduk ki ihtilali

yapanlardan 14 tane subay yurt dışına

sürgün edilmiş. Sürgün edilenlerin başında

Alparslan Türkeş var. Benim yakından

tanıdığım Muzaffer Özdağ Bey var. Yine

çok yakından tanıdığım, sevdiğim Dündar

Taşer Bey var, Ahmet Er Bey var. Bunlar

belli bir süre ile yurt dışına sürgüne

gönderildiler. Türkeş’in başında

bulunduğu bu gruba 14’ler grubu denildi.

Tabi bu süreçte Türkeş’e olan ilgi arttı. Ben

o zamanlar Van’dan ayrılmış İstanbul’a

öğretmen enstitüsüne gelmiştim. Edebiyat

bölümü öğrencisi olmuştum ve böylece

Nihal Atsız Hoca ile de tanışma fırsatı

bulunca işin gerçeğini iyice anlamaya

başladım. Evet, Alparslan Türkeş Türk

Milliyetçisi bir insandı. Subay olmasına

rağmen Nihal Atsız Bey ile mektuplaşmış

zaman zaman takma isimlerle, onun

çıkarttığı dergilerde yazılar yazmış.

Tabi o günlerde şu soruda akla geliyor.

İhtilalin kudretli Albayı diye isimlendirilen

Türkeş, nasıl oluyor da kudretsiz olan

askerler tarafından arkadaşlarıyla beraber

sürgüne gönderiliyor?

-Kurşuna dizilecekleri de

söyleniyordu?

Evet doğru… Tabi ona cesaret

edememişler. Çünkü geride kalan

arkadaşlarından korkmuşlar.

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

30

Sonra Atsız hocayla görüşmeye devam

ettik. Evine de gittik. İstanbul, Maltepe’de

oturuyordu o zamanlar. Çok nazik bir

adamdı Atsız Hoca. Yazılarını okuyunca,

romanlarını okuyunca çok sert bir adam

zannedersiniz. Hâlbuki çok nazik çok

kibar… Evine gidenlerin içinde yaşça en

küçük ben olduğum halde çayı yapar, çayı

kendi eliyle ikram ederdi.

Atsız Hocanın yorumu şöyle oldu; 14’lerin

dışında kalan askerler, Komite Başkanı

Cemal Gürsel de dâhil CHP’ye dayandılar.

Türkeş, yurtdışından sürgün hayatı bitip

dönünce İstanbul’daki milliyetçiler Edirne

sınırında karşıladılar. Ben o zamanlar

öğretmen olmuştum Adana’da. Tabi

Türkeş ismi Ankara’ya geldi çeşitli

konuşmalar başladı efsaneler başladı.. O

sırada Adana’da Türk Ocakları açılmıştı.

Gelip gidiyordum oradaki büyükleri

dinliyorum. Bir kısım Demokrat Partililer

şöyle söylüyorlar; “27 Mayıs İhtilalini

İsmet Paşa ve CHP’liler yaptırdı.” Öyle

diyenlerde doğru söylüyor, değildi

diyenlerinde birçok doğru belgeleri var.

-Bunun arkasındaki gerçek neydi peki?

Mesela, 14’lerin sürgünü neden

yaşanmıştı?

Komite içinde bir grup çok acele seçim

yapılarak iktidarın CHP’ye verilmesini

istiyorlar. Türkeş ve arkadaşları da çok

yanlış olur diyorlar. Biz sanki CHP’nin

askeri gibi oluruz, hâlbuki biz bu ülkede

kardeş kavgasını önlemek için geldik,

diyorlar. DP kapatılmış, teşkilatları yok,

CHP’yi tek başına seçimi sokmak iktidarı

direk teslim etmek olur. Buna karşı

çıkıyorlar. Peki, Türkeş ve arkadaşlarının

fikri ne? Onların fikri; bir takım

müesseseleri kurmak istiyorlar. Mesela,

Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurma fikri

onlardan çıkmış, Türk Kültürünü

Araştırma Enstitüsü kurmuşlardı, orda

Türk Birliği konuları işlenecekti. Buna

benzer projeleri vardı Türkeş ve

arkadaşlarının. Ülkü birliği projesi vardı.

İşte bunu gibi sebepler…

Bir taraf iktidarı İsmet Paşaya devredip

gidelim diyorlar, Türkeş ise zaten 1944

olaylarında İsmet Paşa’ya karşı çıkmış.

İsmet Paşa 19 Mayıs 1944’te bir konuşma

yapmış, Türkiye’de ırkçılar var demiş

bunların aleyhlerinde konuşmalar yapmış.

Şimdi tekrar Adana’ya dönelim. O dönem

eski Demokrat Partililer de, Türk

Ocaklarına gelip gidiyor. Ben onlardan

dinliyorum; İsmet Paşa’dan intikam alacak

bir adam bulmalıyız diyorlar. Bu kim

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

31

olabilir? Asker olmalıdır yoksa sivil olursa

başa çıkamaz diyorlar. Asker içinden kim

olmalıdır? 1944 yılında işkence görmüş,

tırnakları çekilmiş, 1960’ta sürgün edilmiş.

O zaman Türkeş, Demokrat Parti’nin

öcünü İsmet Paşadan alabilir diyorlar. Alır

mı almaz mı onu kimse tartışmıyor,

alabilir diyorlar ve böylece bir efsane

doğuyor. Ankara’daki Türkeş ile

Adana’daki ya da yurdun herhangi bir

yerindeki Türkeş farklı. Bunu çok iyi

anlamak lazım. Ben sizinle o efsanelerden

birini paylaşayım;

Adana’nın meşhur bir gazetecisi vardı.

Okey Osman derlerdi. Okey Osman beni

yanına çağırdı. Tabi milliyetçi olduğumu

da biliyor. Bana dedi ki; “Dün… Palas’tayım

lobide oturuyorum bir baktım

merdivenlerden Türkeş çıkıyor” dedi. Tabi

bunu anlattığı zamanda Türkeş daha

Hindistan’da.

Tabi bu dönemlerde Atsız Hoca Türkçüler

Derneği’nin kurulması için tüzük

çalışmaları yapıyor. İstanbul Türkçüler

Derneği kuruldu. Sonra bana Atsız

Hoca’dan mektup geldi. Adana’da

Türkçüler Derneği’nin kurulması için

vazifelendirildiğimizi söylüyordu. Sonuç

olarak yönetimi kurmak için yedi kişi

olduk ve derneği kurduk. Bu sıralarda

Türkeş’in bir siyasi partiye geçeceği ya da

parti kuracağı lafları dolaşmaya başladı.

Türkeş, Cumhuriyetçi Köylü Millet

Partisine girdi ve parti müfettişi olarak

göreve başladı. İlk olarak o dönemde

görevli olarak Adana’ya geldiğinde Türkeş

ile yüz yüze tanışma fırsatı buldum.

Türkiye’nin meseleleri konuşuldu. Bize

Türk Dünyasının sorunlarını izah etti.

Daha sonraları CKMP’nin Genel Başkanı

oldu. Adana’ya da gelip gitmeye devam

etti. Bu dönemlerde de efsaneler devam

etti. Anlatılır; “Cemal Gürsel ile Alparslan

Türkeş kavga etmiş. Alparslan Türkeş,

Gürsel’i çekip vurmuş.” Halk arasında

efsane olmuş bunlar.

Bunun ardından 1969’da Adana’da

milliyetçi camia için çok önemli olan o

kongre yapıldı. Kongreye, İstanbul’dan

Ankara’dan arkadaşlar katıldı. Tabi bu

kongrede tartışılan parti’nin adı değil.

Herkes, Milliyetçi Hareket Partisi adında

hemfikir, fakat rozet de ihtilaf var. Dündar

Beyler daha önce hazırlamışlar “üç hilalli

bayrak”. Fakat İstanbul’dan gelen grup ve

Ankara’dan katılanlar “bozkurt” istiyorlar.

Sonra karar alındı, parti bayrağı üç hilal

oldu, gençlik kollarının bayrağı da bozkurt

oldu.

Bu kongreden sonra tabi Türkeş’in

milletvekilliği durumu konuşuldu.

Seçimlerde Türkeş Bey Adana’dan aday

oldu ve bir tek o seçildi.

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

32

Şimdi köylere propagandaya giden

arkadaşlar anlatıyorlar, o dönem nüfusun

büyük kısmı köylerde oturuyor. Şimdi a

köyünde soruyorlar: “Türkeş, Cemal

Gürsel’i vurdu mu vurmadı mı ?” Giden

arkadaşlar düşünmüşler vurdu mu desek

vurmadı mı desek. Arkadaşlar demişler;”

Ya öyle bir şey olur mu? Kurmay Albay

ihtilal’in liderini vurur mu? Bunu CHP’liler

uyduruyor. Köylülerde; ”yuh be bizde

Türkeş’i adam zannediyorduk. İsmet

İnönü’den de intikam alacak

zannediyorduk” demiş. Boş verin

Türkeş’te sıradan bir adammış biz

Türkeşçi değiliz demişler. Sonra bunu

dinleyen partililer a köyünden b köyüne

gidince aynı soruyla karşılaşınca ne

diyecekler? -Vurdu- Bu seferde “belli ya

zaten vurdulu kırdılı adam, bu zaten

ihtilalci bundan siyasetçi olur mu?”

demişler. İşte o dönemlerde bunun gibi

açmazlar vardı. Vurdu deseniz bir türlü

vurmadı deseniz bir türlü. Efendim

“Menderesi astı(!)” Menderesi

devirenlerin içinde Türkeş var fakat

asanların içinde Türkeş yok. Tam aksine

Türkeş, Menderes ve arkadaşlarının

asılmaması için mektup yazmış komiteye.

Fakat bunları anlatmak çok zor. İnsanlara

sesinizi duyuramıyorsunuz.

Fakat Türkeş hep mücadeleyi seçmişti ve

tüm hayatı boyunca da mücadele etti.

1944’te yargılanması, 27 Mayıs’ta sürgün

edilmesi, Talat Aydemir hadisesi, siyasete

atılması, genel başkan olması, 12 Eylül

olayları, yıllarca süren hapishane hayatı,

idamla yargılanması hiçbir zaman

vazgeçmiyor. Mesela 12 Eylül’ü anlatayım,

geçen gün Sadi Bey (Sadi Somuncuoğlu) ile

de konuştuk. Mamak da mahkemeler

başlıyor. Türkeş önde Sadi Beyler arkada

salona girince ülkücü gençler bir anda

ayağa kalkıyor ve istiklal marşı okumaya

başlıyor. Müthiş bir heyecan, korkudan

eser yok, mücadeleye aynen devam

ediliyor. Türkeş’in yaptığı meşhur

konuşma var mesela. Türkeş o konuşmayı

yaptıktan sonra hâkimin karşısında ki o

dik duruşundan sonra anlaşılmıştı ki dava

orda bitmişti. Evet, yıllarca sürecekti fakat

Türkeş’in boyun eğmemesi ve haklı

mücadelesini vermesi o davanın

kazanılacağının kanıtıydı.

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

33

UNUTULAN TÜRKLERDEN

SEKELLER’İ HATIRLAMAK Bülent ERDİL

Sekeller’in yaşadığı topraklar

2011 Aralık ayının soğuk ve yağışlı bir

günüydü. Arkadaşlarımızla Balgat’ta

toplanacaktık. O sırada arkadaşlarla

birlikte oraya orta yaşlı, Romanyalı, adı

Levente Gergelyfi Borbely olan biri de

geldi. Onunla tanıştıktan sonra, bana Sekel

Türkü olduğunu söyleyip, uzun uzun

anlatmaya başladı. Sekeller hakkında çok

önemli bilgileri onun sayesinde öğrenme

şansım oldu. Türkiye’den başlayıp

Moğolistan’a kadar yürüyeceğini; herkese

Sekeller’i ve onların sorunlarını

anlatacağını söyledi. Bir ara ona

Macarlar’ın JOBBİK Partisinden bahsettim.

Çok da hoşnut olmadı. Onlar bizi Macar

olarak görüyor. Oysa biz Sekel’iz dedi.

Sekeller’in bağımsızlığı için her şeyi gözen

alan öğretmen: Levente Gergelyfi Borbely

Sekeller’in kullandığı Göktürk kökenli

alfabeleri

Anlatılanlara şaşırmıştım, çünkü 2011

Eylülünde Macarlı’ya gitmiştim. Avrupa

parlamentosunda yaptığı Türk dostu

çıkışlarıyla bana sempatik gelen ve takdir

ettiğim JOBBİK Partisinin önde

gelenleriyle Budapeşte’de tanışma şansım

olmuştu. Özellikle Markó Elemér István

adında değerli bir partiliyle uzunca bir

görüşme yapmıştık. Türkiye’den bir gencin

onlarla tanışmak için kapılarını çalması

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

34

onu son derece sevindirmişti. Mutluluğunu

genel başkanları Gabor Vona’yı arayarak

paylaşmıştı. Telefonla makamını arayıp,

durumu anlattı. Bu duruma oldukça

şaşıran ve sevinen Gabor Vona beni ertesi

gün için Macar Parlamentosuna davet

etmişti. Ancak Türkiye’ye dönüş

yapacağımdan, teşekkür edip davetlerine

katılamayacağımı söyledim.

Marko’yla saatlerce süren bir görüşme

yapmıştım. Hocalı Soykırımından,

ülkemdeki terör sorununa kadar birçok

konuyu ona aktarmıştım. Nerelisin diye

sorduğumda, bana bir zamanlar

Osmanlı’ya ait olan, bugün Romanya’daki

Karpat Dağları’nı da içine alan “Erdel”

eyaletinden olduğunu söyledi. Erdel ile

soyadım olan “Erdil”in benzerliği onu

ayrıca sevindirmişti. Erdel bayrağı ile

beraber hatıra fotoğrafları çektirdik.

Yanımda getirdiğim Türk bayrağını ona

hediye ederken, o da bana Erdel’in

bayrağını hatıra olsun diye vermişti.

Markó Elemér István ile JOBBIK’in

Budapeşte’deki ofisindeyiz

Sekeller’e gelince… Sekeleli (yabancı

söylenişi: Sekelistan) bir milyona yaklaşan

nüfusuyla 14.000 km²’lik bir bölgeyi

kaplamaktadır. Romanya’nın ortasında yer

alan Macarcaya yakın bir dil konuşan

ancak Hunların soyundan gelen bir Türk

topluluğudur. Dillerinin yapısı Türkçeye

de benzemekte olup, biraz değişmiş de

olsa Dünya’da Göktürk alfabesini halen

kullanan tek millettir. Attila'nın 453

yılında ölmesinden sonra dağılan

ordusunun bir kısmı, Karpat Dağları’nın iç

kesimlerine çekilir. Bu ormanlık ve dağlık

bölgede yaşamaya başlayan Hun

savaşçılarının torunları olan Sekeller,

895’te bölgeye gelen Avar Türkleriyle

etkileşmişlerdir. Ancak Avarlar, daha

sonrasında Slav topluluklarıyla karışıp

bugünkü Macar milletini oluşturmuştur.

Ortodoks olan Sekeller, kendilerini

Hunların torunları, yani Türk olarak

görmekte, bugün Romanya’nın baskısı

altında benliklerini sürdürme mücadelesi

vermektedirler. Bayrakları, Marko’nun

bana hediye ettiği “Erdel” eyaletinin

bayrağının aynısıdır.

Sekel Türklerinin Bayrağı

Macar Devleti 1526 Mohaç savaşından

sonra Osmanlı’ya bağlanınca, Sekeller’e

özerklik verilmiştir. Ancak atanan

Avusturya - Macar yöneticileri bu özerk

devleti ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.

Buna karşı uzun yıllar mücadele eden

Sekellerin özerkliği, Avusturya

İmparatorluğu'nun 18. yüzyılda

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

35

Transilvanya'yı işgaliyle sona ermiştir.

Bağımsızlık için çabalayan Sekeller,

bundan sonra yoğun bir Macar etkisine

girmiştir. Avusturya – Macar

İmparatorluğu'nun çökmesinden sonra

devletlerini kurmayı denemişlerdir. Ancak

girişimleri her defasında engellenip;

Romanya'ya verilmiştir.

Romanya'nın baskısı altındaki Sekeller,

günümüzde ayrımcılığa ve insan hakları

ihlallerine maruz kalmaktadırlar.

Kendilerine özgü olan Göktürk alfabelerini

kullanmaları da engellenmekte, asimile

edilmeye çalışılmakta; ekonomik ve sosyal

bir baskı altına alınmaktadır. Herhangi bir

azınlığa karşı yapılan en ufak ayrımcılıkta

ayağa kalkan AB, söz konusu Sekel

Türkleri olunca yapılanları görmezden

gelmekte, hatta içten içe buna memnun

bile olmaktadır. Kültür ve tarih bilinçleri

yok edilmeye çalışılsa da tüm baskılara

karşı hala ayakta kalmaya devam

etmektedirler.

İşte bu yaşanan ayrımcılığı ve baskıyı tüm

Türk Dünyasına anlatmak için yola çıkan

Levente Gergelyfi Borbely ile tanışmak

benim açımdan son derece olumlu oldu.

Milli uyanışları devam eden bu toplum

1990 yılında Genç Sekeller Forumu adı

altında kurulan bir yapılanmayla

kendilerine karşı baskıya karşı mücadele

başlatmışlardır. 2003 yılında kurulan Milli

Sekel Konseyi ile güçlenen milli uyanış,

özerklik almayı hedeflemektedir.

Avrupa’nın göbeğinde var olma

mücadelesi veren Sekeller, başta Türkiye

olmak üzere tüm Türk Dünyasından

yardım ve ilgi beklemektedir.

Birinci Dünya Savaşı’nda din kardeşlerini

korumak için Arap çöllerine koşan; ancak

onlar ve onların İngiliz kardeşleri

tarafından pusulara düşürülen, yaralı

halde Anadolu’ya doğru dönerken Hicaz,

Filistin ve Şam yollarında karınları deşilip

midelerinde altın aranan, vahşice

katledilen on binlerce Türk askerinin

torunları olarak elimizi vicdanımıza koyup

düşünelim. Bunları yapanların torunlarına

gösterdiğimiz sevgi, ilgi, sempati ve

hayranlığın yüzde birini, 1877’deki Rus

Harbinde Osmanlı’ya yardımcı olmak

amacıyla savaşçı bir birlik oluşturan, bin

bir yokluk ve zorluk içinde Türk

Ordusu’nun imdadına koşan; bu sebeple

Fransa ve İngiltere tarafından

cezalandırılıp, Romanya’ya kurban edilen

gerçek kardeşlerimiz Sekeller’e de

göstersek, çok mu olur?

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

36

TÜRK DİLİ BAYRAMI ve

ANADİLDE EĞİTİM Alperen KIZIKLI

“Mehmet Bey Konya’yı ele geçirip,

Siyavuş’u Selçuklu tahtına geçirdikten

sonra 13 Mayıs 1277 tarihinde Konya

önünde akdedilen bir toplantı ile Türkçeyi

resmi dil olarak ilan eden ünlü fermanını

yayınlamıştır.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in ünlü fermanı

İbni Bibi’nin Evamirü’l-Alaiyye adlı Farsça

eserinde Farsça olarak yer almıştır. İbni

Bibi’nin eseri Yazıcıoğlu Ali tarafından

Tevarih-i Al-i Selçuk adıyla 15. yüzyılda

Türkçeye çevrilmiştir. Çevirinin yazması,

Topkapı sarayı Revan bölümü, 1391

numarada kayıtlıdır. 13.yüzyılın dil

özelliklerini yansıtan bu yazmada ferman

şu şekilde Türkçeye çevrilmiştir:

“Şimden girü hiç kimesne kapuda ve

divanda ve mecalis ve seyranda Türki

dilinden gayri dil söylemeye”

13. Yüzyılın dilini yansıtan bu cümle

bugünkü Türkçeye Karaman Valiliğinin

başvurusu üzerine Türk Dil Kurumu

tarafından şu şekilde aktarılmıştır.

“Bugünden sonra hiç kimse sarayda,

divanda, meclislerde ve seyranda Türk

Dilinden başka dil kullanmaya”

Karamanoğlu Mehmet Bey’in, 13 Mayıs

1277’ de, Türkçeyi korumak amacıyla

yayınladığı ünlü fermanı, O dönemdeki

Anadolu’nun durumunu bilmeden

değerlendirmek doğru olmaz.

XII. yy ve sonları, Anadolu Selçuklularının

hüküm sürdüğü; Türk olmalarına rağmen,

devletin her alanında İran hâkimiyetinin

apaçık görüldüğü ve Türklüğün

değerlerinin devlet eliyle unutturulmaya

yüz tuttuğu yıllardır. İşte bu dönemde

Karamanlılar, Anadolu’da sadece dil

alanında değil; Türk değerlerinin

yaşatılması için, her alanda, büyük

mücadeleler vermişlerdir.

1238 ‘de, Selçukluların İranlaşması

karşısında, Karamanlıların atası, Nure

Sofi’nin de katıldığı, Türklüğün savunması

denilebilecek, Kırşehir’in Maliya Ovasın’da

gerçekleşen savaş; Karamanoğulları’nın

Anadolu’da verdikleri mücadelelerin ve

değerlerin korunması savaşının en açık

delilidir.

Karamanoğlu Mehmet Bey, Anadolu’da

Türklüğün, mücadelesini vermiştir.

1277’de yayınladığı fermanın özünde, bir

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

37

milletin birlik-beraberliğinin ilk adımının,

dil birliği olduğu vurgulanmaktadır.” (1)

Tarihte 3500’den fazla dilin(2) var

olduğunu bilinmektedir fakat şu an

yaşayan dillerin sayısı ise bu rakamın

çok çok altındadır. Yani diller doğuyor,

gelişiyor ya kalıcı oluyor veyahut tarih

sahnesinden siliniyor. Bu süreç doğal bir

şekilde gelişmektedir. Suni olarak

atfedilemez.

Nitekim günümüzde Türkiye sınırları

içerisinde büyük kitlelerin konuştuğu

diller arasından, kültür - sanat

geçmişi ve kelime hazinesi daha varlıklı

olan Türkçe'nin ortak anlaşma dili

olarak seçilmesi gayet mantıklı bir

süreçtir. Türkçenin günümüze kadar

yaşaması ve varlığını devam ettirmesi de

bu bayram vesilesi ile kutlanır.

Ortak anlaşma dili olarak bir dilin

seçilmesi, o toplumun birlikte yaşam

sürecinde ortaya çıkan siyasi ve

kültürel bir kabulleniştir. Tek bir dil,

ortak anlaşma dili seçilip bu dilin üzerine

yeni değerler konularak toplumsal

etkileşim devam ettirilir. Ülkeler bu dille

eğitim yapar ve resmi devlet işlerini

yürütür. Halklar birbiriyle ticari,

ekonomik, sosyal, hukuki her türlü

etkileşimini bu dil ile gerçekleştirir.

Türk dili bayramından yola çıkarak, 2 -

3 yıldır tartışılan sürekli gündeme

getirilen anadilde eğitim konusunu ele

almak istiyorum.

Öncelikle anadilde eğitim ile anadil

eğitimi kavramlarını tanımlayalım.

Anadilde eğitim, eğitim ve öğretimin her

kademesinde bir anadilin seçilip, her

dersin her branşın o dille anlatılması,

öğrencilerin ve öğretmenlerin anadil ile

öğretimi gerçekleştirmesi, karşılıklı

iletişim kurması esasına dayanır.

Anadil eğitimi ise, kişinin ailesi ve çevresi

tarafından kendisine öğretilen,

doğumundan yaşadığı her ana kadar ailesi

ve yaşadığı çevre ile sürekli iletişim için

kullandığı dilin, dil bilgisini, fonasyonunu

ve imla kurallarını öğrenebilmesi

demektir. Anadil eğitimi ve anadilde

eğitim birbirine karıştırılmamalıdır.

Tek resmi dil bir gereklilik midir ?

Eskiden sömürge olan Hindistan

örneğini inceleyelim isterseniz. Resmi

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

38

devlet dili olarak iki dil belirlenmiştir:

Hintçe ve İngilizce. Fakat Hintçe, artık

devlet dili olarak sembolik bir anlam

taşımaktadır. Devlet kurumlarında

işlemler daha ziyade İngilizce

yapılmaktadır. Çift resmi dilli ülkelerden

olan Hindistan’da görülen odur ki,

toplum doğal seyir esnasında tek resmi

dili benimseme noktasına

gelmiş; İngilizceyi ortak resmi ve

anlaşma dili olarak benimsemiştir.

Sonuç olarak eğer bir devlet, kabile devleti

değilse toplumsal süreç tek dil ile anlaşma,

tek dil üzerinde uzlaşma noktasına doğal

olarak ilerler. Bunun tersine doğru gelişen

olaylar genellikle sunidir ve dış

müdahaleler sonucu gerçekleşmektedir.

Eğitim ve resmi dilin tek dil olarak

benimsenmesi; görece olarak

gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinde

vuku bulmamış bir olaydır. Bu ülkelerde

birden çok resmi devlet dili, ayrışmış ve

birbirinden uzaklaşmış büyük halk

yığınları vardır. Ayrıca buralardaki resmi

dil birliğinin sağlanması çabaları

emperyalist ülkeler tarafından

istenmeyen, engel olunan bir durum

olarak tarih boyunca da göze

çarpmaktadır. Söz konusu 3. dünya

ülkelerinde, birden fazla resmi dili

destekleyenlerin İngiltere, Fransa,

Amerika, Almanya gibi, kendi ülkelerinde

başka bir resmi dili kabul etmeyen, kendi

uygulamadığı ileri demokrasi (!)

gereğini başkalarına pazarlamaktan

geri durmayan ülkeler olduğu da

dikkati çekmektedir.

Tarihte sömürge olmamış ülkeler tek

resmi dil gerekliliğini savunmaktadır ve

ülkelerinde tek bir dili resmi dil

kullanmaktadırlar Bu sebeple Kürtçenin,

Lazcanın, Çerkezcenin, Zazacanın

Türkiye Cumhuriyeti sınırları

içerisinde resmi devlet dili olması

mümkün gözükmemektedir.

Farklı anadillerde eğitim diğer

ülkelerde ne durumdadır?

Konuyla ilgili tartışmalarda başka ülkeler

üzerinden örnek verildiği için Avrupa ve

Amerika'da anadil eğitimi ile ilgili neler

yaşanmaktadır, kısaca onlardan da

bahsedelim. (Aslında başka ülkeleri bu

kadar irdelemek yerine bizim kendi

gerçeklerimizi ortaya koymamız

gerekiyor.)

Brüksel'de 30 yıldır devam etmekte

olan ve 2011 itibariyle 300'e yakın

anaokulu ve ilkokul öğrencilerinin

devam ettiği Türkçe Anadilde Eğitim

(OETC) Projesi ile İspanyol ve İtalyanca

Anadilde Eğitim Projeleri Eğitim Bakanı

Pascal Smet tarafından

durdurulmuştur.(3)

Almanya Türklerin entegrasyonu için

anadilde eğitim politikasını gevşetmekte,

Türk okullarının sayısını azaltmaktadır.

Bizzat Angela Merkel tarafından çok

dilli, çok kültürlü politikaların Almanya

için bir fiyasko olduğu dile

getirilmiştir. Merkel, Türklere ve diğer

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

39

azınlıkların, Almanya’ya uyum

süreçlerinde anadilde eğitimini Almanca

yapmaları gerekliliğini savunmuştur.(4)

Yunanistan Batı Trakya'daki 57 olan Türk

Okulu sayısını 22'ye düşürmektedir.*5

Amerika'da aileler çocuğum İspanyolca

anadilde eğitim almasın, İspanyolca

öğretilen sınıflara konulup ayrımcılığa tabi

tutulmasın diye Eyalet hükümetlerini

mahkemelere vermektedir. İspanyol

kökenli aileler

çocuklarının, İspanyolcayla değil

İngilizce ile eğitim hayatlarına devam

etmesini istiyor.(6)

Amerika'da Virginia eyaletinde Almanların

en yoğun bulunduğu eyalette İngilizce tek

resmi eğitim dili olarak kullanmakta,

Almanca ise seçmeli dil dersi olarak

öğretilmektedir.

Fransa, Avusturya, Almanya,

Polonya, Hollanda gibi ülkeleri ele

alalım. Bu ülkelerin sınırları 1945'den

sonra netleşmiştir. Farklı dillerde

konuşan çeşitli halklar, anavatanı olan

toprakları savaş sonrası farklı bir devletin

sınırları içerisinde bulmuştur. Bu

sebeple Fransa - Almanya, Almanya-

Hollanda, Almanya- Belçika sınırındaki

eyaletlerde resmi dilin farklı olması yanlış

değildir. Nitekim 2. Dünya Savaşı

sonrasında yapılan anlaşmalarla her ülke,

diğer ülkelerde kalmış azınlık olan

kendi halklarının, sosyal ve kültürel

her türlü hakkını koruma altına da

almıştır.

Lozan Antlaşması'na göre Türkiye'de

azınlık olarak sadece gayrimüslim

olanlar belirlenmiştir. Bu sebeple

Almanya, Fransa, Belçika

ve Hollanda'daki azınlık olma şartları ve

hakları, Türkiye'deki gayrimüslim

olmayan ve azınlık statüsü taşımayan halk

kitleleri için uygun bir örnek

olmamaktadır.

Bir Türkiye hayal edin…

Birden çok anadilde eğitim yapılsın

ve konuşulsun. İnsanlar ilkokuldan

üniversiteye kadar Zazaca, Romence,

Kürtçe, Lazca vs. dilde kendi anadilinde

eğitim alsın. ( seçmeli dil dersi olarak

değil) Matematiği, sosyali, feni kendi

anadilinde öğrensin. Peki, bu insan hangi

tarihi öğrenecektir? Kendi halkının

tarihini, kendi anadilinden öğrenecektir.

Hâlbuki bu coğrafyadaki 1000 yıllık

beraberliğimizde aynı tarihi yaşamamıza

rağmen, herkes için sanki farklı olaylar

yaşanmış gibi yeni bir tarih yazılacaktır.

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

40

Sınıflara bölünmenin ( evet - hayırcılar,

sağcılar - solcular, aileviler - sünniler vs.)

çok kolay bir şekilde meydana geldiği

ülkemizde, anadilde eğitimin hayata

geçirilmesi ile Türkçeciler, Zazacacılar,

Kürtçeciler, Lazcacılar,

Çerkezceciler tezahür edebilir ve dil

üzerinden bölgesel milliyetçilik akımları

hızla artabilir. Anadolu ve Rumeli

coğrafyası, tek kibrit ile yakılabilecek bir

orman haline gelebilmesi mümkün

olabilir.

Türkiye’de birden çok anadilli eğitim eğer

söz konusu olursa süreç

içerisinde 780.000 km2'lik coğrafya da

küçük küçük devlet yapılanmalarını ve

bir bütün olarak güçlü olan Türkiye yerine

birçok parçaya bölünmüş (Yugoslavya

gibi) 3. dünya ülkeleri ortaya

çıkabilecektir. Bu devletçikler kendi

kendini yönetebilecek tecrübeye sahip

olamayacakları için himaye altına

girmekten de geri durmayacaklardır.

Emperyalist ülkelerin “ Böl, parçala, yut

(himaye et) “ siyasetinin gerçekleştiği

ülkecikler olarak hayatlarına devam

etmeye çalışacaklardır.

Bir tablo çizmeye çalıştım sizlere. Farklı

anadillerde eğitim ile birden çok halkı

bir anda ayrıştırıp, bir anda

farklılaştırabiliyoruz. Bunu sadece

eğitimde dil birliğini ve dolaylı olarak da

tarihsel bütünlüğü bozarak

başarabiliyoruz.

Anadilde eğitimin mümkün müdür?

Anadil eğitimi çözüm müdür, neler

yapılabilir?

Tartışmalar hep bu noktaya gelir ve

maalesef ki çözümsüz kalınır, nihayetinde

tartışmanın iki farklı görüşün bir

inatlaşması haline dönüştüğü gözlenir.

Türkiye'deki demokrasi kavramını iyi

analiz etmemiz gerekiyor. Avrupalı

ülkeler kendi demokrasilerini

tabandan tavana bir halk hareketi ile

gerçekleştirdikleri için anadilde eğitim

toplumsal uzlaşının bir sonucudur; bir

ayrışma aracı değildir. Fakat bizim

ülkemizde demokrasi ahlakı halen;

tavandan - tabana yayılmakla meşguldür.

Demokrasi kavramı ve ahlakı üzerinde bir

uzlaşının olmadığı ülkemizde, herkes

kendisi için, kendine göre bir demokrasi

istemektedir. Milletin geleceği, vatanın

bütünlüğü, devletin varlığı bu

hengâmede akla gelmez olmaktadır.

Önereceğimiz çözümleri bu gerçeklerin

farkında olarak meydana getirirsek

sorunları ortadan kaldırabilmemiz

mümkündür.

Artık toplum olarak, öncelikli olarak

devlet ve toplum bekamızı düşünerek her

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

41

konuda bir bütün olarak hareket

etmemizin zamanı gelmiştir. Çünkü

uluslararası liberal baronlar ve aydın

geçinen yerli liberaller (!) dilde

ayrışmayı, etnik ayrışmayı

körüklerken, aynı marka gazozu, aynı

marka lastik ayakkabıyı ve aynı marka

etli köfteyi sevmememiz için garip bir

birliktelik içerisindedirler.

Anadilde eğitim propagandası ile bizi

birbirimize düşürenlere, ülkemizi

bölmek isteyenlere hep birlikte engel

olmalıyız.

Anadilde eğitim propagandası ile bizi

birbirimizden uzaklaştırmaya çalışanlara

karşı dikkatli olup, aramıza nifak tohumu

atanlara bütün bir Türkiye olarak gelin

hep birlikte karşı duralım.

Hacı Bektaş-ı Veli'nin dediği gibi: "Bir

olalım, iri olalım, diri olalım"

Kaynaklar

1- KARAMANOĞLU MEHMET BEY VE

FERMANI AÇIKLAMASI

http://www.karamankulturturizm.gov.

tr/kulturMd/sayfaGoster.asp?id=302

2 - Prof. Dr. Mehmet AYDIN Dilbilim El

Kitabı

3-

http://www.belcikahaber.be/?act=sho

w&code=page&id=2&id_page=8071&re

sume=0

4 -

http://www.voanews.com/turkish/ne

ws/almanya-gocmenlik-politikasi-

merkel-sarrazin-107553523.html

5-

http://www.cnnturk.com/2011/dunya

/04/18/bati.trakyada.turk.okullari.kap

atiliyor/613731.0/index.html

6 -

http://www.turkiyegazetesi.com/mak

aledetay.aspx?id=464392

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

42

‘ROMANTİK’ OLMAYAN BİR FAALİYET

OLARAK ENDÜSTRİYEL FUTBOL Murat KARATAŞLI

“Portekiz’i üç ‘F’ ile yönettim; futbol, fado –Portekiz halk şarkıları-, ve fiesta…”

António De Oliveira Salazar

Günümüzün ucu, bucağı ve sınırı olmayan,

küresel -ya da zoraki küreselleştirilen-

dünyasının ekonomik-kültürel geçirgenliği

kullanılarak, insanlığın, insanilik arz eden

‘her türlü’ semptomlarından bir kazanım

elde etmeyi, halk deyişiyle ‘sinekten yağ

çıkarmayı’ varlığının en önemli

parametresi olarak addeden neo-liberal

sistem ve bu sistemin aktörleri, hayatın ve

dünyanın her alanında kendilerine bir

geçim kapısı bulmakta fazla bir zorluk

çekmemektedirler. Bu durumdan

hareketle, bu çalışmanın sınırları

kapitalizm ve futbol ilişkisine ayrılmıştır.

Oldukça popüler olan bu konuya girme

amacım, milyonları peşinden sürükleyen

bir aidiyet bilinci inşasının ekonomik

nedenleri olduğunu anımsatmaktır.

Futbol, insanoğlunun eski zamanlarından

beri var olan, ruhi ve bedeni deşarj olma

ihtiyacı ve istencinin dışavurumu olan bir

spor organizasyonu şeklinde, dünya

üzerinde kendisine hatırı sayılır bir mevki

edinmiştir. Resmi olarak patent ve telifini

alan Britanya İmparatorluğundan çok

daha önce, bizim atalarımızın da, Divan-ı

Lügatit Türk’te ‘tepük’ olarak rivayet

edildiği gibi, topla oynanan bir ayak oyunu

olan bu spor dalını icra ettikleri açıktır.

Dolayısıyla futbolun köklerinin çok eski

zamanlarda olduğu bir gerçekliktir.

İngiltere’de modern futbolun ortaya çıkışı

ise, endüstriyel kapitalizmin geliştiği

döneme rastlamaktadır. Futbol oyununa

kurallar konulması, kapitalizmin gelişim

sürecine paralel olarak gerçekleşmiştir.

1845 yılında futbol kuralları, ilk kez İngiliz

Rugby Okulu tarafından yazılı olarak

belirlenmiştir. Böylece futbol

müsabakalarında, oyun alanlarına iğne ya

da demir parçalarının atılmasının önüne

geçilmesi amaçlanmıştır. Rugby Okulu’nun

futbola koyduğu kuralların benzerleri,

1849 yılında bu okulun en büyük rakibi

olan Eton Okulu tarafından belirlenmiştir.

Eton Okulu, futbolda “elle müdahale”yi

yasaklamıştır. Böylece futbolda, sportif

davranma, rasyonellik, kurallara bağlılık

ve niteliklilik konularında önemli adımlar

atılmıştır.1 Bu şekilde toplumsal süreçlerle

paralel olarak pek çok yönden ‘şekil ve

esası’ değişen bu oyunun oynanmasında

ve rağbet bulmasında, hâlâ bir rahatlama-

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

43

mutlu olma- gündelik dertlerden ve

sıkıntılardan uzaklaşma amacının olduğu

ve günümüze kadar taşındığı

görülmektedir. Saydığımız ‘anti-depresan’

özellikleri yanında futbol, gerçekten

insanlar nazarında büyüsel özelliklere

sahip bir spor dalıdır ve bu özellikleri

kullanılarak -akılcılaştırılarak-

günümüzün düzeninde takımlar kapitalist

birer işletme haline getirilmiştir. Kısaca,

futbolu masumca oynanan bir oyun

olmaktan çok, seyredilen ya da izlenen bir

kapitalist etkinlik haline getiren şey,

modern bireyin özlemlerine ve pek tabii ki

arkaiklerine seslenen büyülü atmosferidir.

Kentlerin, kapitalist ekonominin

şekillendirdiği modern hayatın

görünürdeki en önemli yaratımları olduğu

bilinmektedir.2 Bunun için boşalmış

köylerin ve daha küçük yerleşim

birimlerinin aksine futbol, kentli yaşamın

bir vazgeçilmezi, kişisel yoksunlukların ve

problemlerin unutulduğu bir ‘yığın’

alışkanlığıdır. İnsanların zaaflarından ve

alışkanlıklarından para kazanmayı, ya da

insanlara yeni alışkanlıklar ‘satmayı’

kutsal bir görev bilen sermaye merkezleri,

kimi zaman insanların hayallerine

tahakküm eden bir sistem dayatmakta asla

beis görmemekte, hatta bunu son derece

meşru addedilen kanallarla

yapmaktadırlar. Gelinen noktada futbol

pazarındaki pasta devasa boyutlara

ulaşmış bulunmaktadır. Günümüzde 250

milyar dolarlık futbol endüstrisinin varlığı

dillendirilmektedir.3

Taraftarlarca tamamen sâfiyane hisler,

‘son derece fıtri’ bir duygusallık ve

aidiyetin tezahürü olan bu hissiyat, para

kazanmak isteyen çevreler için

sermayenin asıl kaynağını teşkil

etmektedir.

Kapitalistleşen Futbol Takımları ve

Kapitalist Futbol Bürokrasisi:

Eskiden, yetenek ve emek ölçüsünde

başarının kutsandığı bir spor dalı olan,

yani nostaljik bir rivayet olarak; ülke milli

takımlarının ‘uçak bileti bulmadıkları için

Dünya kupalarına gidemedikleri’

zamanlarda futbol, gerçekten hoş bir

sportif etkinlik olarak hatırlanıyordu.

Kapitalizmin, kendisini var eden en önemli

özelliği olan hızla gelişen teknolojik

imkânları kullanması ve geliştirmesi bize

bu konuda fazlasıyla ışık tutuyor… Gerçek

bir duygusal aidiyet kazandırmaktan ve

sportif bir etkinlik olmaktan öte, birer

ticarethane haline getirdiği futbol

takımlarının kazanımlarına ve

girişimlerine baktığımız zaman, andığımız

şekilde ‘futbolun sadece futbol olmadığına’

ve o eski saf haliyle kalmadığına şahit

olmaktayız. Bizim yakındığımız ve

yadsıdığımız ana husus; kulüplerin,

futbolun duygusal büyüsünün temsil ettiği

“duygusal sermayeyi” kullanıp, ‘karnını

kaşıyan’ kapitalist odaklar haline

gelmesidir. Günümüz futbol dünyasının en

zengin kulüplerinden olan birkaç kulübün

tarihsel anlamda kapitalizmle nasıl kol

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

44

kola girdiği aşağıda vereceğimiz birkaç

örnekle daha açık bir hale getirilebilir.

İngiltere’nin köklü kulüplerinden F.C

Manchester United’ı 1995 yılında Malcolm

Glazer’in 192 milyon dolara satın almasına

kadar futbol hayatına sıradan bir futbol

kulübü olarak devam eden takım, mülkiyet

devir-tesliminden sonra şahlanmış ve

dünyaya futbol anlamında “dur” diyen bir

kulüp haline gelmiştir. Kurulduğu yıl olan

1878’den 1995’e kadar 10 kez Premier lig

şampiyonluğu bulunan kulüp, bu tarihten

sonraki 14 yıl içersinde karnesine 9

şampiyonluk katmıştır. Hayli zengin olan

yeni sahibin bu kısa tırmanıştaki etkisi

analiz edileceği zaman, finansal

sermayenin sunduğu imkânlar göz ardı

edilemeyecek kadar büyüktür. Yine aynı

şekilde Roman Abramovich’in 2003

yılında F.C Chelsea kulübünü satın alması

ve o zamandan bu yana toplamı 500

milyon avroya varan futbolcu alımları

yapması, İngiltere ve Avrupa futbolu adına

bir fırsat eşitsizliği yaratmıştır.

Abramoviç’in ödediği kabarık futbolcu

faturaları, transfer piyasasında yalnızca

zenginlerin at koşturabileceği bir düzen

inşa etmiştir. Bu yeni yaklaşımlar, mali

olarak “büyük” kulüplerin daha da

büyümesine ve küçük kulüplerin ise daha

fazla küçülmesine, dolayısıyla sportif

başarıların tabana yayılmasına ve

rekabetin azaldığı bir tekelleşmesine

sebep olup, eşitsizliğin ana belirleyici

olduğu uluslararası bir futbol düzeninin

oluşmasına sebep olmuştur. Premier lig

takımlarının bu şekilde hızlandırdığı ve

aralarına Real Madrid, Barcelona, A.C.

Milan gibi Latin Avrupalı kulüplerin

katılmasıyla endüstriyel futbol ete kemiğe

bürünmüştür. Ülkemizde neden sadece

Bursaspor’un Anadolu kulüpleri arasından

sıyrılıp ‘tek şampiyon Anadolu takımı’

olduğu probleminin kaynağı da burada

gizlidir. İstanbul sermayesinin

desteklediği İstanbul takımları ve çoğu

zaman finansal destekten mahrum olan

Anadolu takımları arasındaki fark hiç de

tesadüf değil…

Kapitalist düzenin gerektirdiği şekilde

kurumsallaşan kulüplerden Manchester

United Genel Müdürü(?) Peter Kenyon’un,

bir röportaj sırasında kendisinin de

yakındığı şekliyle ‘ticarethane’ haline

gelen Futbol endüstrisine kendi takımı

üzerinden bir eleştiri getirmesi kapitalist

bir kulübün özeleştirisi olarak gerçekten

çok önemlidir: “Sorun, bir futbol kulübü

olarak mı, yoksa artık küreselleşmiş bir

sporda dünya çapında tanınan

uluslararası bir marka olarak mı

algılandığımızı bilmektir." 3 –Kenyon,

şimdilerde F.C Chelsea kulübünün CEO’su,

bu röportajı verdiği zaman Manchester

yöneticisi idi.- Burada Kenyon’un futbolun

ihtişamının finansörü olan ‘düzen’e karşı

çıkma gibi bir yaklaşımı söz konusu değil,

tam aksine, kapitalist bir figür ve kurmay

olarak görev alanının fluluğundan ve

belirsizliğinden yakınma hali mevcut.

Çünkü O; Manchester sermayesinin daha

işlevsel hale gelmesinin mi, yoksa futbolun

romantizmi içinde seyreden bir takım mı

istendiğinin netleşmesini ve işini yapmak

istiyor. Bu itiraf bile tüm yazımdan daha

etkili bir pasajdır.

Tüm bu mâli beklentiler ve yaklaşımlar

belirlenirken; İngiliz holiganizminin ateşli

gruplarından Manchester taraftarları,

maçların öncesinde ve sonrasında tuhaf

bir aidiyet ve romantizmin dışa vurduğu

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

45

faşizanlıkla, rakip takımların

taraftarlarıyla ölümüne kavga edip

kendilerince ‘taraftar olmaklık’ın getirdiği

aidiyet gururlarını yüceltiyorlar. Bu durum

insani bir psikolojinin çıktısı olsa da, kulüp

yöneticileri ve siyasi güç odaklarının gözü

bu yığınları kendi amaç ve istekleri

doğrultusunda kullanma temayülüyle hep

bu yığınlar üzerinde olmuştur. Takımı için

herşeyi yapan bir adamdan daha kolay

para kazanılacak müşteri olamaz…

Futbol’un bu büyüsel etkilerinin siyasal

alana kanalize edilmesi, Portekiz diktatörü

Salazar’ın yukarıdaki ifadesiyle ortaya

çıkıyor. Yığınların kontrolü için futbolun

ne denli güçlü ve önemli bir ‘enstrüman’

olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.

Örneğin, 1998 Dünya Kupasını

kazandıktan sonra Fransa'da bir milyon

kişi sokaklara çıkmıştır. Bu 1944'de

Paris'in Nazi işgalinden kurtulmasının

ardından yapılan gösterilerden beri

gerçekleşen en büyük kutlamaydı. 1989'da

anti-bürokratik sloganlarla 1 milyon

insanın doldurduğu Tiananmen

meydanını, yine Çin'in Umman'ı 1–0

yenerek Dünya Kupası'na katılmaya hak

kazanmasının ardından 500.000 kişi

doldurdu.5 Kısacası futbol, dünyanın her

yerinde kitleler üzerindeki etkisi

ölçüsünde, siyasetçilerin ve patronların

gözlerini diktikleri bir alan… Bu alanı

kontrol edebilmek ve bu alan üzerinden

pazar bulabilmek için, kendi bürokratik

kanallarını her zaman içeride tutmak, bu

insanlar için oldukça önemli. Bu sebeple

iktidarlar, oldukça geniş bir yelpazede

kitlesel gücü olan futbolu iktidarlarının

hep bir aracı olarak kullanmışlardır. Bu tür

yaklaşımlar bütün dünyada olduğu gibi

ülkemizde de kullanılmıştır ve halen de

kullanılmaktadır. Örneğin; 12 Eylül’ün

getirdiği sessizliğin atlatılması ve gençliğin

siyasi düşüncelerden, dolayısıyla anarşi ve

terörist eğilimlerden uzak tutulması amaç

ve arzusu ile Türkiye’de de 12 Eylül 1980

sonrasında futbol, gençleri terörden ve

‘her türlü zararlı alışkanlıklardan’

uzaklaştırmak için kullanılmıştır.6

Ülkemizin küresel sisteme entegrasyonu

konusunda en büyük payın sahibi olan o

zamanın yöneticileri; Neo-Marksistlerin

iddia ettikleri gibi futbolu, Marks’ın

deyimine atıfla, kitleleri ‘afyonkeş’ hale

getirip ‘mankurtlaştırmak’ için

kullanmaya çalışmışlardır.

Tüm bunlar olurken futbolcuların da

yaşantılarıyla ve ‘futbolculuklarıyla’ bu

sistemin en önemli muzdariplerinden bir

kısmı oldukları su götürmez bir

gerçekliktir. Çünkü sistemin dişlileri daha

çok onları sıkıştırıyor. Çünkü onlar; çok

hızlı ve ani bir değişiklerle fiyatları bir

anda tavan veya taban yapabilen,

dolayısıyla sistemin en önemli metası

haline gelmiş insanlar olarak karşımızda

durmaktadırlar. Mesela en basit bir

örnekten yola çıkarsak; Real Madrid

kulübü, henüz gençken Ronaldinho’yu

“yüzü çirkin, forma satışlarımız düşer”

gibi ticari bir zihniyetle almamıştır. Onun

yerine daha yakışıklı, -mesela Beckham,

Ronaldo gibi- futbolcuları alarak, güzel

futbollarının yanında onların magazinel

suratlarıyla da, forma ve ürün satışlarını

dolayısıyla kârı maksimize edebilmek için,

iyi bir nesne olmaları da gerekiyor. Ünlü

futbolcu Carlos Tevez’in verdiği

mülakattaki yorgunluğunun sebebi, genç

yaşta silinip giden futbolcuların hikâyeleri

burada aslında burada saklı.7

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

46

Yukarıda sayılan durumlardan hareketle neo-

liberal ekonomik akımın elinde, son

derece ruhsuz ve duygusuz, bundan dolayı

da acımasızlaşan bir endüstri haline gelen

futbolun yalnızca zengin kulüplerin

maçlarının akrobatik şovlara dönüştüğü

müsabakalar ve zengin kulüplerin futbolcu

harcamadaki ustalığının getirdiği

huzursuz ortamın futbolu ne hale getirdiği

bellidir. Ülke milli takımlarının Dünya

kupalarındaki kadrolarının, gelişmiş futbol

kulüplerinden görece daha renksiz oluşu,

Güney Afrika’da düzenlenen Dünya

Kupasında sportif anlamda bir sessizlik ve

tekdüze bir hava yaratmıştır. Milli hisler

söz konusu olmasa belki de Dünya

Kupaları çok daha sıkıcı bir hal alacaktır.

Bu ortamdan ve ufuktaki futbol

tehlikelerinden kurtulmak isteniyorsa,

FIFA ve UEFA gibi uluslararası futbol

federasyonlarının daha adil ve daha renkli

bir futbol dünyasının inşası için gerekli

yaptırımları ve kısıtlamaları getirmesi

gerekiyor, çünkü gerçekten futbolun

ahlaki büyüsü kaybolmaya yüz tutmuş

durumda…

Dipnotlar:

1. Barış Kılınç, ‘Kapitalist bir etkinlik

olarak futbolun büyüsü ve

kahramanları’, İletişim kuram ve

araştırma dergisi, Sayı 26 Kış-Bahar

2008, s. 273–289

2. www.wienerzeitung.at

3. Yrd. Doç. Dr. Sabahattin

DEVECİOĞLU, ‘Küresel ekonomik

krizin futboldaki görünümü’

4. http://www.radikal.com.tr/Default.a

spx?aType=RadikalYazarYazisi&Arti

cleID=999939

5. Mustafa Taner,‘Kapitalist Dünya

Kupası’

http://www.iscimucadelesi.net/arsi

v/dergi/uc/futbol.htm

6. Yrd. Doç. Ahmet Talimciler, Ege

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Sosyoloji Bölümü, ‘İdeolojik bir

meşrulaştırma aracı olarak spor

ve spor bilimleri’, SPOR YÖNETİMİ

VE BİLGİ TEKNOLOJİLERİ DERGİSİ

ISSN: 1306–4371 CİLT:1 SAYI:2

7. http://www.taraftardergi.com/tag/e

ndustriyel-futbol/

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

47

TÜRK-İSLAM BÜYÜKLERİ:

HOCA AHMET YESEVİ Vural Egemen SARIGÖZ

Hoca Ahmet Yesevi (K.s) Aziz ve yüce Türk

Milleti’nin, dini inancını kuvvetlendirmiş,

dilinin yayılıp tanınmasını sağlamış bir

Türk-İslam büyüğümüzdür. Türk

Milleti’nin manevi hayatına yön veren,

Türkler arasında ilk Sufîlik tanımını

yaygınlaştıran, yazdığı Türkçe şiirlerle,

aktardığı Türkçe hikmetlerle Türk

Dünyasının inanç noktasında imanını

kuvvetlendirmiştir. Başlattığı iman

akımını önce sufîleri arasında güçlendiren

Hoca Ahmet Yesevi (K.s) Horasan Erenleri

sayesinde, dünyanın dört bir yanına

Türk’ün kuvvetli iman akımını

götürmüştür.

Hoca Ahmet Yesevi(K.s) hayatı hakkında

elimizde kesin bilgiler olmasa da

atalarımızdan bu güne kadar menkıbeler

tadında aktarılan bilgilere göre bir

biyografi çıkarmamız mümkündür.

Türkistan’ın Yesi şehrinde 1093 yılında

dünyaya gelmiş 73 yıl yaşadığı ve 1166

yılında vefat ettiği gayri resmi bilgilerle

bilinmektedir.(1)

Küçük yaşta Tasavvuf Ehli olan babası ile

Şeyh kızı olan annesini kaybetmesi

üzerine büyütülmesini ve yetiştirilmesini

ablası üstlenmiştir.

İlk eğitimini babasından alan Yesi’li

Ahmet, daha sonra devrin Tasavvuf Şeyhi

olan Mutasavvıf Arslan Baba’dan manevi

eğitimini almıştır. Buhara’da Yusuf

Hamedani isimli Tasavvuf ehli bir şeyhin

yanında eğitimini tamamlamış ve

Mürşidinin vefatı üzre halifesi unvanını

kazanmış ve Hamedani’nin halifesi Sıfatı

ile eğitim için ayrıldığı Yesi’ye Yesi’li Halife

Ahmet Hoca unvanı ile dönmüştür.

Yesi’ye döndükten sonra birçok talebenin

yetişmesini sağlamış, yetiştirdiği

talebelerle İslam’ın irşadını

gerçekleştirmiştir. İrşada başladığında

oluşturduğu kurallar manzumesi/silsilesi

ile Yeseviliğin temelini atmış ve bu gün

tarihi kaynaklarda bilinen ilk Türk

Tasavvuf Ehli unvanını kazanmıştır.

Günümüzün Anadolu’suna hiç gelememiş

olmasına rağmen Anadolu’da sevilen ve

tanınan bir büyük olması onun irşat

yolunda ne kadar başarılı olduğunu

gösterir.

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

48

Bu hususta Yahya Kemal Beyatlı “fiu

Ahmet Yesevi kim, bir araştırın,

göreceksiniz, Bizim milliyetimizi asıl

onda bulacaksınız.” sözleriyle Hoca

Ahmet Yesevi (K.s)’nin ne kadar sevildiğin

ifade etmiştir.

Divan-ı Hikmet kitabında yer alan

Hikmetler ile Müslüman Türk’e

Müslümanca yaşamanın, İslam’a göre

hayat sürmenin kolaylıklarını ve zevkini

aktarmıştır.

O dönemde Türk olmayan birçok İslam

âliminin teşbih yoluyla insanlara İslam’ı

anlatma çabası onların bir süre sonra

‘’sapık fırka şeyhi’’ , damgası yemelerine

sebep olmuş ancak Hoca Ahmet Yesevi bu

yolu başarıyla kullanarak Türk Milleti’nin

iman noktasında bilinçlenmesini

sağlamıştır.

Arapça ve Farsça’yı çok iyi konuşup

yazmasına rağmen, ısrarla eserlerini

Türkçe yayınlamış ve Türkçe

dağıtılmasına müsaade etmiştir. Bunun

sebebi ise Türk’ün dini kadar dilinin de

önem arz ettiği inancına sahip olmasıdır.

(2)

Divan-ı Hikmet şiirleri, Türk tasavvufunun

ve edebiyatının çok önemli olarak bilinen

en eski örneklerini içeren bir eserdir.

Akaid eseri ile İslamın esaslarını

anlatmaya çalışırken, müridleri

mürşidlerinden aldıkları ilim ile Fakrname

isminde bir eser ortaya koymuşlar ve bu

eseri mürşidleri Hoca Ahmet Yesevi (K.s)

‘ye mal etmişlerdir.(3)

Türk Dünyası İslamiyetin anlaşılmasında

ve yaşanmasında İlk Tasavvuf Ehli olan

Hoca Ahmet Yesevi (K.s)’e borçludur.

Allah ondan razı olsun…

KAYNAKLAR

(1) Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi

Resmi İnternet Sitesi (

www.yesevi.edu.tr)

(2) Ahmet Kabaklı – Türk Edebiyatı

Dergisi 1985 Yılı

(3) Yesevi’nin Müridleri – Cavit Bozkuş

Sayfa .139

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

49

Page 53: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

50

KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK

Üstadın,”Bu eser, benim bütün varlığım,

vücut hikmetim, her şeyim...” dediği,

Anadolu gençliğine ithaf ettiği, içeriğini altı

ana başlıkta topladığı, Büyük Doğu’da

yayınlanan yazılarından oluşan, herkesin

kütüphanesinde bulunması gerektiğine

inandığım, besleyici ve kurtarıcı nadide

eserlerden birisidir.

“İçimize göz atarak dışımızı ayarlamak

bir yol olduğu gibi, dışımıza bakarak

içimizi düzenlemek de daima iç

hakikatte birleşen ayrı bir iştir. Bunun

için bir türlü göremediğimiz, bir türlü

bize gösterilmeyen bu günkü dünyayı en

mahrem fikir ve ruh kökleriyle tanımak

lazım...”

Çağımızın Dede Korkut’u olarak bilinen ve

ömrü boyunca Kızıl Elma ülküsüyle yaşayan

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Türklerin

tarihini aydınlatan ve milli bilinci diri tutan

Orhun Yazıtlarını ve bu yazıtların uyanışa

çağırışını anlattığı Türkçemizin haşmetini

veren destan türünde eserdir.

“Sibirya da soğuk, insanı biraz da tutsaklık

acısından üşütür… Masalların devleriyle

insanları arasındaki ölçüyü andıran bu hava

açıkça belli olmasa bile korkudur… Çünkü

üzerinde yürüdüğünüz düzlük ölçüsüzdür,

tırmandığınız ve sizi o ölçüsüz düzlükten

kurtaracağını sandığınız bir başka biçimde

ölçüsüzdür; ormanını aklınız, tundrasını

havsalanız almamağa başlar…”

Page 54: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

50

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 55: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

51

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 56: Gencay Dergisi - Sayı: 04 - Mayıs 2012

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ

İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZİMİZDEN BASILI OLARAK

TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.

millidusunce.org