farkındalık dergisi mayıs 2015
DESCRIPTION
ÂTRANSCRIPT
1
2
Genel Yayın Yönetmeni Mehmet GÖKDOĞAN Editör Hüseyin YAYLA Merve ÇETAK Redaksiyon Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni Cem TEPEKÖYLÜ Serdar Serhat ALTAN Basın Tanıtım Sorumlusu Rıza GEDİKOĞLU Sunay GÜLSOY Fotoğraflar Nazım TETİK Tasarımcı Özgür ÇAPÇI
Yazarlarımız
Arzu Bahar KARAKAŞ
Barış ÇELİMLİ
Birgül AL
Cem TEPEKÖYLÜ
Ceyda CEVHER
Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
Esra ALTINTIĞ
Gönül KARAARSLAN
Gül Gürdal DURMUŞ
Günsel İSLAMOĞLU
Harun HARPUT
İsmail Can KARAKUŞ
Mehmet ARSLANTAŞ
Mehmet GÖKDOĞAN
Merve ÇETAK
Nurdan OFLAZOĞLU
Pınar ÖZÖNER
Rıza GEDİKOĞLU
Serdar Serhat ALTAN
Sahir ÜZÜMCÜ
Sunay GÜLSOY
Yaren ATAY
Yelda KARATAŞ
Farkındalık yaratmak şiarıyla çıkmış olduğumuz bu yolda e-
dergimizin beşinci sayısını çıkarmış bulunmaktayız. Kültür – Sanat
ve Edebiyat alanlarında susamış gönüllere bir damla su sunabilme
gayesiyle çıkarmakta olduğumuz bu e-dergide herkesin ilgisini
çekebilmeyi umut ediyoruz.
Mayıs sayımızda geçtiğimiz günlerde Hakk’ın rahmetine
kavuşan Türkiye'nin Einstein'ı olarak adlandırılan Prof. Dr. Oktay
Sinanoğlu’nu anlatan yazımızla üstada vefamızı göstermek istedik.
İki Kapılı Ev oyuncularından Ayşegül URAZ Cem USLU ile
röportaj yapma imkanı bulduk ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Hıdırellez Bayramımızı konu alarak geleneğimiz hakkında
unutulmaya yüz tutmuş bilgilere ışık tuttuk.
Drama Eğitimi başlıklı inceleme yazımızla Drama kursları
hakkında ilginizi çekecek bilgileri siz okurlarımıza sunduk.
Yabancı dizi takipçileri için Game of Thrones dizisi ve
dizinin müziklerini yapan Alman müzisyen Ramin Djawadi hakkında
inceleme yazısı hazırladık.
Mardin Gezisini anlatan gezi yazımızla ve fotoğraflarımızla
seyahat etmeyi sevenlere Mardin şehrini ayağına getirdik.
Anneler Günü’nü konu alan deneme yazımızla annelerimize
duyduğumuz minnetti naçizane göstermeye çalıştık.
10 – 16 Mayıs Engelliler Haftası olması münasebetiyle
Kağızman Kaymakamı Musa ÜÇGÜL’ün Engelli vatandaşlara
yönelik maddi ve manevi ihtiyaçlarının giderilmesi ile ilgili
çalışmalarına yer verdik.
18 – 24 Mayıs tarihleri arasında Müzeler Haftası olması
sebebiyle Müze hakkında araştırma yazımızı hazırladık.
Mayıs sayımızda siz okuyucularımızın ilgisini çekeceğini
düşündüğümüz birbirinden değerli şiir, inceleme ve araştırma
yazımızla gönüllerinizde taht kurmayı temenni ediyoruz.
Devamlılığının daim olmasını dileğimiz e-dergimize vermiş
oldukları desteklerden dolayı öncelikle güzide kalemlerimize,
fotoğrafçımıza, tasarımcımıza, sosyal medyada dergimizi takip
edenlere, siz değerli okuyucularımıza teşekkürü bir borç bilirim.
Mehmet GÖKDOĞAN
Genel Yayın Yönetmeni
farkindalikdergisi @farkindalik_drg
3
İçindekiler 16 Mayıs 2015 Sayı:5
4. Kağızman Kaymakam’ı Musa ÜÇGÜL’ün Engelli Vatandaşları Ziyareti – Etkinlik – Mehmet GÖKDOĞAN
6. Çağımız Sanat İzleyicisi Üzerine Birkaç Düşünce – Deneme – Yelda KARATAŞ
8. Game Of Thrones – Müzik – Cem ARBAĞ
9. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ
11. Mevsimlik Bayramımız Hıdırellez – Deneme – Gönül KARAARSLAN
12. Anne Sevgisi – Deneme – Pınar ÖZÖNER
13. O Adam – Deneme – Sunay GÜLSOY
15. Sanat Herkese Ulaşmalı – Tiyatro – Rıza GEDİKOĞLU
17. Öylesine – Deneme – Arzu Bahar KARAKAŞ
19. Farklı Bir Şeyler Var – Şiir – Cem TEPEKÖYLÜ
20. Drama Eğitimi – İnceleme – Merve BURSALI
24. Eko Sancısı – Şiir – Ceyda CEVHER
26. Gurme – Şiir – Barış ÇELİMLİ
27. Kötü – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ
28. Rosa – Şiir – Harun HARPUT
29. Müze Nedir? – Arkeoloji – Merve ÇETAK
32. İki Kapılı Ev Oyuncularıyla Röportaj – Röportaj – Serdar Serhat ALTAN
37. Dil Üzerine – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
39. O Yer – Şiir – Birgül AL
41. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu – İnceleme - Nurdan OFLAZOĞLU
46. Gel – Şiir – Esra ALTINTIĞ
47. Güneşi Kovdum Artık – Şiir – Günsel İSLAMOĞLU
48. Alaska’nın Peşinde – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY
50. Mardin Gezisi – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal DURMUŞ
4
Mehmet GÖKDOĞAN
Etkinlik
Kağızman Kaymakam’ı
Musa ÜÇGÜL’ün
Engelli Vatandaşları
Ziyareti
Kağızman Kaymakam’ı Musa ÜÇGÜL’ün
Engelli Vatandaşları Ziyareti
10 – 16 Mayıs tarihleri arasında Engelliler Haftası olması
münasebetiyle ülkemizde Engelli vatandaşlara yönelik pek çok
etkinlik düzenlenmektedir.
“Hayatı Paylaşmak İçin Engel Yok” sloganıyla gerek kamu
kurum ve kuruluşları gerekse özel sektör Engelliler Haftası
çerçevesinde imkânları doğrultusunda kendi üzerlerine düşeni
yapmak için adeta birbirleriyle yarış içine girdiler.
Bu anlamlı etkinliklerden biri de Kars ili Kağızman ilçesinde
gerçekleşti. Kağızman Kaymakam’ı Musa ÜÇGÜL; ilçe dâhilinde
maddi durumu yetersiz olan engelli vatandaşların Kaymakamlık’a
bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı vasıtasıyla tespit
edilmesini sağlayıp ihtiyaç sahiplerini bizzat evlerinde ziyaret etti.
Ziyaretleri sırasında evde bulunan çocuklara hediyeler götürüp
aileleriyle görüştü. İhtiyaçları belirlenip en kısa sürede
Kaymakamlıkça giderilmek üzere gerekli notlar alındı.
Hayatı paylaşmak için engel yoktur ve bilmeliyiz ki
önümüzdeki en büyük engel sevgisizliktir.
“Gönlü ışık yakmayı, aydınlanmayı öğrenen kişiyi, güneş bile
yakamaz. Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen
benliğini yakıver.”
Mevlana Celaleddin Rumi
Mevlana’nın da dediği gibi önce kendimiz ışık olmalıyız ki
çevremizi aydınlatalım. Kendimiz aydınlanamazsak, ışık saçamazsak
“FARKINDALIK” yaratamazsak insan olmanın vasıflarını nasıl
kazanabiliriz?
5
Ziyaret edilen evlerden biri de Aras Anadolu Lisesi 1. Sınıf öğrencisi görme engelli Mahsun GÜL’ün
evidir. Aileden ve okul yetkililerinden aldığımız bilgiler neticesinde Mahsun GÜL’ün; öğretmeninin desteği
sayesinde okulunda 1. Olduğunu öğrendik. Kendisine ne olmak istediği sorulduğunda Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi öğretmeni ve ya Psikiyatr olmak istediğini söyledi. Azmiyle ve samimiyetiyle gerek öğretmenleri
gerekse arkadaşları tarafından çok sevilen Mahsun çalışkanlığıyla da arkadaşları ve dört erkek kardeşine
örnek teşkil etmektedir. Evlerinin okula uzak olması sebebiyle annesi her gün Mahsun’u okula götürüp
getirmektedir. Maddi imkânsızlıklar içerisinde hayat mücadelesini sürdüren ailenin babası inşaat kazası
sonucu görme bozukluğu yaşamış ve çalışma hayatı sekteye uğramış.
Engelliler Haftası sebebiyle aileyi ziyaret eden Kaymakam Musa ÜÇGÜL ailenin sıkıntılarını
dinleyerek ihtiyaçlarının giderilmesi için gerekli talimatları verdi. Engelliler haftasıyla ilgili sorularımızı
yanıtlayan Kaymakam Musa ÜÇGÜL:
“Engelli insanlar sadece dünya engelliler günü ya da haftasında değil, her zaman hatırlanması
gerekir, hiç kimse isteyerek engelli olmayı seçmez, doğuştan ya da yaşam sürecinde yaşanan hadiseler
sonucu bu durum vuku bulmuştur. Engelli insanlar, toplum tarafından asla dışlanmamalı ve hor
görülmemelidir. Özellikle insanlar, bu konuda bilinçlendirilmelidir. Engelli vatandaşlarımızın sorunlarını
kamu ya da sivil toplum kuruluşları olarak nasıl çözümleyebiliriz ve onları topluma nasıl kazandırabiliriz
bunun çalışmalarını yapmalıyız.” Dedi.
Kağızman Kaymakam’ı Musa ÜÇGÜL’e bu anlamlı ziyaretleri ve engelli vatandaşlara maddi ve
manevi desteği sebebiyle Farkındalık Dergisi Ailesi olarak teşekkürü bir borç biliriz.
Engelli vatandaşlarımıza toplumun her alanında sevgiyle ve anlayışla yaklaşılmalıdır. Engelli
bireylere saygının engelli bireylerde yaşama sevincini artıracağını unutmamamız gerekir. Engelli bireyler
fark edilmeyi bekler ve onlar toplumumuzun bir parçasıdır.
Engelliler Haftası’nın bu son gününde tüm engelli vatandaşlarımızın 'Engelliler Haftası'nı en derin
sevgi ve saygılarımla kutlarım.
6
Yelda KARATAŞ
Şiir
Çağımız Sanat İzleyicisi
Üzerine Birkaç Düşünce
Çağımız Sanat İzleyicisi Üzerine Birkaç Düşünce
'Cümlelere vurulmak' son derece tehlikelidir. Vurulmak
üzerine geliştirilen propagandalar hayatın her alanında tehlikeli
hayranlık hastalıkları yaratır. Sanat bir esrikleşme değil diye
düşünüyorum. (Bakınız Özel Bir Gün Ettora Scola) Özellikle,
eğitimsiz insan kalabalıkları anlayamadıklarına hayran olmayı çok
severler. Sanat ve politika da en az anladıklarıdır. Sanat insanın
gözünü açar, kapatmaz. Kuşların neden öttüğü ile de çok yakından
ilgilidir sanat bana kalırsa ve hatta neden, nasıl, nerede ve niçin
öttüklerini bize esirgemeksizin gösterir. Bu anlamda bilim ve
felsefeden de cesur ve öndedir ve hatta onların ötüşüne de neden
vurulduğumuzu kulağımızın duyma yeteneğini geliştirerek gösterir
bize. Sadece duyulmak için şiir yazılmaz. Kulak bir aracıdır.
Duyurmak istediğimiz şey için ses bir aracıdır.
Şiir de bir aracıdır ses ile şairin duyarlılığını bilince ve kalbe
iletmek için. Biz ses aracılığı ile bir duyarlılığı iletiriz izleyiciye şiir
yazarken. Ressam aynı işi, desen ve renkle yapar. Işık renk ya da
kütle ya da ses söz olur, bir başka sözle yan yana gelir imge olur
çoğalır metafor olur ve bize bir şey söyler. Hatta bana kalırsa fısıldar.
Anlamlandırılamayan bir sanatsal çalışma; saçmadır ve sadece
biçimsel bir tartışmanın nesnesidir. Gerçeğin kendisine yabancıdır.
Sanatçı, anlaşılamıyorsa bu sanat yapıtının anlaşılamaz olması için
değil; izleyicinin estetik ve kültürel birikiminin eksikliğidir. Sanat yapıtı
bize 'bir şey' söyler: Duyamıyorsak bu onun saçma olması değil,
bizim yetersizliğimiz olabilir. Sanat yapıtını sadece biçimsel bir
gösteriye dönüştürmek isteyenler, sık sık 'halkın anladığı sanattan'
söz ederler. Birilerinin anladığı sanat yoktur.
Toplum bireyi sanatçıların ürettikleri sanat yapıtları vardır.
Özü gereği ilericidir. Onu anlaşılmazlık damgası vurmak isteyenlerin
hedefi haline bu doğal yapısı getirir. Picasso'; Tek kelime İngilizce
bilmem ama İngilizce dili vardır.' Kübizm'i anlamadıklarını
söyleyenlere karşı demiştir.
Picasso
7
Perspektif vardır. Sizin ne kadar gördüğünüzle ilgili olarak değil; gözünüzün doğası gereği vardır...
Tıpkı elektriğin doğada var olması gibi. Biz onu öğrendiğimizde varlığına inanırız... Oysa o hep vardır.
Estetik gerçeklik gibi insan bakışıyla yaratılan bu değer; sürekli değişir, gelişir. Değişmez bir estetik değer
yoktur, değişmez bir bilimsel gerçeğin olamayacağı gibi. İnsanın değişmez bir özü yoktur; değişir çünkü var
olan, sabit değildir. Bakışı da değişir, nesneye ve sese... Yani dediği gibi Turgut'un: 'aşkım da değişebilir,
gerçeklerim de' Sanat kabaca anlaşılmak derdinde olan bir iletişim dili değildir. Sanat söyler, sen ne kadar
duyarsan o kadar anlar, hissedersin.
Sanatın anlaşılmaz gevelemeler olup olmadığının ölçüsü bazılarının yetersiz kalibresi değildir. Hele
bunlar halk adına konuşmaya başlarlarsa tehlike daha büyür.
Sanat tarihini yağmalayan bilinçsiz bir sürü çıkar ortaya. Çünkü sanat hakkında halk adına ahkâm
kesemeye çok meraklı bazı mihraklar, özünde sanatı anlamamaktadır. Çünkü burjuvazi, sanatı anlayanın
emek sermayenin uzlaşmaz çelişkisini de anlayacağını bilir. Estetik, etik ve ekonomik bilinç oluşmasını
önlemek onun işidir... Burjuvazi bu konuda yetkin olmayan insanlardan bilirkişiler oluşturur. Halk adına bu
iktidarın karşısına geçenler de en az onlar kadar bilgisiz ve iktidar merakındadırlar... Dram buradadır... Olan
şaire olur! Bir ülkede, kültür sanat ve estetik alanında yetkinlik düzeyini geliştiren sanatçı kadar izleyicidir.
Türkiye'de eğitim sistemi ilkokuldan üniversiteyi de kucaklayan süreçte; felakettir. Çocuklarımız not almak
için çalışır, öğrenmek için değil. Siz öyle bir doktora sağlığınızı nasıl emanet edesiniz? Böyle bir avukatla
nasıl çalışırsınız... Böyle bir manavdan nasıl sebze alırsınız?
Eğitim sistemimizin yarattığı kof beyinlere çağdaş şiirimizi sunmaya çalışıyoruz; bir sürü sahte şair
arasından... Ayrımı yapacak okuyucu yok ki! Çünkü eğiten kendini eğitmeyi unutmuş! Çocuklarımıza şiir
okuyalım, film izletelim, kentin içinde gezdirelim, mimari ile karşılaşsınlar. Onları kağıt toplayıcıları ile
tanıştıralım; farklı hayatlara dokunsunlar... Onlara Bach dinletelim; önce anlamaz ama sonra
vazgeçemezler... Onlara okumanın ne denli zenginlik olduğunu kendi okuduklarımızı onlarla tartışma
açarak gösterelim. İnsan bilgiye açtır hele çocuk ve gençken. Yaşlanınca da; bilginin sonsuzluğu içinde
öğreneceklerimizin ne çok olduğunu unutmayalım; paylaşalım... Bu yazıyı çoğu kişi sonuna kadar
okumayacak. Ama ' ben hiç değilse denedim'
8
Cem ARBAĞ
Müzik
Game Of Thrones
Game Of Thrones
Amerika’lı fantezi ve kurgu yazarı olan George R.R. Martin tarafından 1996 yılında yazılmaya başlanılan, HBO kanalı ile televizyon dünyasına aktarılmadan önce dahi geniş bir hayran kitlesine sahip olan Game Of Thrones (kısaca G.O.T olarak anılıyor ama biz yine de dolu dolu Game Of Thrones diyelim :D ) , Yüzüklerin Efendisi ile birlikte, TV veya sinemaya uyarlanmış en başarılı fantastik roman uyarlamalarından biri.
George R.R. Martin, eserinde aksiyon unsurlarını ve politik entrikaları öyle ustaca harmanlıyor ki; politika sevmeyen de, aksyion sevmeyen de senaryoyu sıkılmadan merakla takip edebiliyor.
Diziyi diğer dizilerden ayıran en önemli özelliklerden birisi de, vazgeçilmez dediğimiz karakterlerin hiç beklenmedik bir anda ölmesi ve bu ölümler o kadar çarpıcı oluyor ki, artık Game Of Thrones izleyeni, bir karakteri sevmeye korkuyor. Bu yönüyle dizi: “kişiler geçici kurumlar kalıcıdır” sözünün TV dünyasında hayat bulmuş şekli. Bu denli cesaretli cast değişikliklerine gidebilmek, dizinin ne kadar mükemmel bir senaryoya sahip olduğunun göstergesi adeta.
9
Ramin Djawadi
Şu an dizi, 5. sezonunun ortalarına gelmiş ve bu zamana kadar dizi hakkında pek çok şey yazılıp
çizilmiş, bu saatten sonra diziyle ilgili ancak bölüm özelinde farklı birşeyler yazılabilir düşüncesindeyim fakat okuyucularımıza spoil verme korkusuyla, bölüm özeline hiç girmeden dizinin müziklerinden biraz bahsedeceğim.
Müzik konusunda da, bu zamana kadar ki en başarılı film müziklerinden birine sahip olan Game Of Thrones’un, o hipnotize edici jenerik müziğinin sihirli dokunuşlarının sahibi, Ramin Djawadi adlı, İran asıllı Alman müzisyen. Game Of Thrones’den de önce Prison Break ve Person Of Interest gibi dizilerin film müziğini yapmış ve gayet de başarılı olmuş müzisyen, Game Of Thrones ile birlikte kariyerinin zirvesine çıktı.
Son yıllarda, yeniden uyarlaması en fazla yapılan müzik olma başarısını gösteren jenerik müziği, dizinin vazgeçilmez tek oyuncusu adeta. Hangimiz diziye jenerik müziğini dinlemeden başlayabilir? :)
Müziği, senaryosu, oyucuları ve kurgusuyla, uzun yıllar boyunca seyretmek istediğimiz Game Of Thrones dizisi artık beklentilerimizi ve sektördeki çıtayı oldukça yükseltti. Benzer kalitede yapımların gelmesini de dört gözle bekliyoruz.
10
Sahir ÜZÜMCÜ
Şiir
…
…
Nasıl da yakışır insan insana,
bulutlar gibi,
durmadan sürüklenerek yeni bir yere,
yok olur dururken gürültüyle,
yan yana gelince iki yanıcı madde,
ama biz sarılır,
susarız bu sefer sadece,
acıkmazsın.
Yalnızlık da bir sürüdür çünkü
ve parçalanarak uzaklaşmaktan kendinden,
ben dediğin bizden parçalara ayrılırken gürültüyle,
parçalarından tanır kanının kokusunu,
daha aç olur koyunlardan kurtları yalnızların,
ama biz koşar,
kaçarız bu sefer suçtan,
yakalanmazsın.
Devlerin gecelerinde,
ateş başında ter içinde,
sımsıkı tutunur bir kelimeye,
zincirler gibi köpeklere vurulmuş,
başka kimsenin dövülmediği bir çekicin altında,
biz oluruz ne yapsak da,
ıslanırım,
ıslanır ama ıssız adalar bu sefer,
ıslanırsın…
11
Gönül KARAARSLAN
Deneme
Mevsimlik Bayramımız
Hıdırellez
Mevsimlik Bayramımız Hıdırellez
Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biri olan
Hıdırellez ya da Hıdrellez; günümüz takvimine göre 6 Mayıs, Rumî
takvime göre 23 Nisan'da kutlanmaktadır.
Hıdırellez günü Hızır ile İlyas'ın yeryüzünde buluştukları
inancı vardır. Hıdırellez bayramı İslamiyet'ten önce de bazı
toplumlarda kutlanmıştır. Mezopotamya, Anadolu, İran, Balkanlar,
Doğu Akdeniz ülkeleri ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde
kullanılagelen hıdırellezin tarihçesi şöyledir:
Hz. Hızır ile İskender birlikte ölümsüzlük suyu olan ab-ı
hayatı ararlar. Hızır ab-ı hayatı bulur ve içer. Ölümsüzlüğe ulaşan
Hızır, bahar aylarında İlyas ile buluşarak yeryüzüne iner ve insanlığa
ve doğaya bolluk bereket dağıtır. Hastalara şifa verir, bitkileri
çeşitlendirirler. İşte bu inançtan dolayı kutlamalar genellikle baharın
gelişini simgeleyen yeşil mekânlarda görülür. Bazı bölgelerde türbe
veya yatır ziyareti yapıldığı da bilinmektedir. Hıdırellez gecesi; gül
ağaçlarının dibine konulan dilek ağaçları, insanların istedikleri
nesneler veya durumlar için yaptıkları küçük maketler Anadolu'da sık
görülen folklorik motiflerdir. İnanışa göre Hızır, bu dilekleri görüp
onlara yardım edecektir. Dilek kâğıtları kırmızı renkli ip veya kurdele
ile bağlanır. Yine hıdırellez gecesi evdeki baklagillerin ağzının açık
bırakılması bolluğun geleceğine dair bir davranıştır.
Nice Hıdırellez geleneklerini yaşatmamız
dileğimle...
Bayramımız kutlu olsun.
12
Pınar ÖZÖNER
Deneme
Anne Sevgisi
Can Yücel'e sormuşlar:
'Neden hep babanıza şiir
yazıyorsunuz?'
Üstad vermiş cevabını:
'Anneme olan sevgimi yazacak
kadar şair değilim!'
Anne Sevgisi
Dünyada anne sevgisinin yerini doldurabilecek hiçbir sevgi
yoktur. Bir annenin çocuğuna olan sevgisini anlatamadı hala
kitaplar… Annemiz bizi dünyaya getiren, yaşamımız boyunca da
bizim en büyük destekçimiz olan, bir bakıma hayatımızdaki
mucizedir.
Hayatımıza giren-çıkan yüzlerce insan vardır. Fakat hangisi
bizi annemiz gibi koruyup kollayıp, aynı zamanda da sevgisini ve
şefkatini gösterebilir? İnsan; yaşlandıkça, hayatın zorlukları ile
karşılaştıkça, kimsenin kimseye karşılıksız iyilik yapmadığını görünce
ve çıkar dünyasında yaşadığını fark edince; bir annenin evladını
nasıl da her şeye rağmen karşılıksız sevdiğini görüp şaşırıyor. İşte
bu yüzden gerçek sevgi ve merhameti görmek isteyenler annelerinin
yüzlerine bakmalıdırlar.
Annelik, insanın bütün psikolojisini, hayata bakışını, hayata
tutunuşunu belirleyen çok farklı bir duygudur. Bütün dinlerde ve
inanışlarda anneye özel bir anlam yüklenmiştir. Allah-u Teala Kur'an-
ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Rabbin ondan başkasına ibadet
etmemenizi ve anne babaya iyilik etmenizi emretmiştir. İkisinden
birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın
onlara öf bile deme; onları azarlama onlara güzel söz söyle; onlara
rahmet ve şefkat dolu tevazu kanadını ger. Onlara alçak gönüllü ve
şefkatli davran ve onlar hakkında dua edip şöyle de: Ey Rabbim,
bunlar küçükken beni nasıl yetiştirip büyüttülerse, sen de onlara
merhamet et, acı." (İsra Suresi,ayet 23-24) Görüldüğü gibi Allah
anne ve babaya iyilik etmeyi kendi ibadeti ve şükrüyle yan yana
zikretmiştir.Peygamber efendimiz de bir hadisinde ‘’Cennet annelerin
ayakları altındadır’’ diye buyurarak anneliğin ne kadar önemli
olduğuna dikkat çekmiştir.
Annelerimize olan görevlerimizi en iyi şekilde yerine getirmeyi
umuyor, tüm annelere de Hz Fatıma’yı örnek alan anneler olmayı
Allah’tan nasip etmesini diliyorum.
Anneler Gününüz
Kutlu Olsun
13
Sunay GÜLSOY
Deneme
O Adam
O Adam
Alacakaranlığın ortasında açıldı gözlerim.
Yine, yeniden her geçen an gibi…
Kör kuyuların dibindeyim,
Nefesim…
Alırken, vermek istemediğim nefesim.
Ne yönden eserse gelen rüzgarla kaybolup gitsin.
Hayat heybem sırtımda, yüküm daha da ağır.
Unutsam, unutulsam,
Kara kalemle çizip yok etseler beni,
Temiz, saf, beyaz sayfalarında…
Dönebilsem o toy hallerime on üçüme, on beşime, yirmi beşime.
Keşke…
Çığlıklar gölünün tam ortasındayım, ölüm gemisinin içinde.
Battı batacak yaa…
Ne yukarıya çıkmaya mecalim var, ne de boğulmaya,
Demir parmaklıklar arkasında ay ışığıyla duvara yansıyan
gölgesizliğime bakıyorum.
Siyah, daha da siyah filmlerin başrol oyuncusuyum.
Elimde cigaramla nara atıyorum hapishanenin koğuşuna…
14
Ah ulan! Dört köşeye yayılan namım keşke Necip Fazıl gibi şerefli olsaydı.
Oysa karşımda duran,
Kimsesizliğimdi, kimliksizliğimdi, yok edilmek istenişimdi.
Fikrim hayallerimi alt etti. Şah olacağımı düşünürken, Mata çevirdi beni.
Bu beden ne günahların zevkine ortak oldu.
Affedin beni, Ah O taçsız bırakılan 13 yaşındaki ismi söylenemeyen gelinler…
O silahtan çıkan kör kurşunla alacanına kıyılanlar, anasız kalan yavrular…
Affedin beni, Ah Güldünyalar, Doktor Ayşeler….
Düşünmeden durmayan beynimde dirilen o özgür ölüler…
Ama biliyorum ölüler muhakkak gömülür.
İnsan yaşadığı kadar özgürdür.
Akmasını istemediğim gözyaşlarıma kilit vurdum, mühürledim.
Değer gösterilmesi gerekene, o değeri veremedim.
Hakikatin kendine biçtiği doğruyu, düstur edinemedim.
Ödülüm acı çekmekti benim…
Ah Azrail gel artık! Ben bana fazla geliyorum diye çağırsam da,
Gelmeyecek biliyorum…
Şimdi;
Boynu bükük, ezgin, bezgin, sefilliği yaşayan O ADAM ben değilim.
Ben kadın olarak, bütün bu acıları yaşamaya mahkûm edilenim.
15
Rıza GEDİKOĞLU
Tiyatro
Sanat Herkese Ulaşmalı
Sanat Herkese Ulaşmalı
2000 Yılından bu yana Denizli’de faaliyet göstermekte olan ve
2011’den itibaren de çalışmalarına “Tiyatro Cezve” adı altında
sürdürmekte olan ekip, “Sanat Herkese Ulaşmalı” sloganıyla bir
projeye imza attı. Denizli il sınırlarını kapsaması planlanan bu proje
bir anda zirveye çıkarak, adını şehir dışında da duyurdu.
Tiyatro Cezve, sahneye koyduğu oyunlarını 2 sezondan beri
Türk işaret dili çevirisi ile destekleyerek, tiyatroyu işitme engelliler için
izlenebilir bir sanat haline getirdi. Denizli İşitme Engelliler Derneği –
Türk İşaret Dili Birimi’nin desteğini alan ekip Denizli, Aydın – Nazilli,
Afyonkarahisar, Antalya ve Isparta’da işaret dili çevirisi ile
performanslarını sergilediler.
16
İşitme engelliye tiyatro engel olmaktan çıkıyor
Sahnenin sağ tarafında, işaret dili destekli şekilde sunulan oyunlar sayesinde, sanat etkinliklerinin
herkese uyarlanabileceğinin örneğini veren ekip, işitme engelini tiyatroya engel olmaktan çıkarmış
görünüyor.
Uluslar arası platformda da işaret dili
Tiyatro Cezve projelerini bu yıl uluslar arası platforma taşıma heyecanını yaşıyor. Denizli’de
aralıksız 31 yıldır devam etmekte olan ve bu yıl 16–24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek Uluslar arası
Amatör Tiyatro Festivali kapsamında Aziz Nesin’in yazdığı “Hadi Öldürsene Canikom” adlı eseri işaret dili
çevirisi destekli sergilemeye hazırlanıyor.
17
Arzu Bahar KARAKAŞ
Deneme
Öylesine
Öylesine
Denizden mutluluk tutar gibiyiz aslında. Sabahları “rastgele”
deyip, kendini denizin koynuna bırakan balıkçılar gibi. Kimimiz eski
yüzlü bir sandal, kimimiz büyük balıkçı teknesi. Bazen olta atıyoruz
hayata, ucunda yem niyetine bağladığımız umutlarımız. Umut
kalmamışsa ceplerimizde, ağ açıyoruz o zamanda birkaç küçük
mutluluk takılsın diye.
Sizin kıyılardan görüp güzelliklerine hayran kaldığınız
yunuslara aldanıyoruz bizde. Yaklaştıkça büyüyor büyüyor
hayallerimiz. O suyla oynaşan, dalgalarla sevişen gülen yüzlülere
yaklaştıkça, sanıyoruz ki bizimde yüzümüz gülecek. Oysa onlar,
uzaklardaki sizi aşkla çağırmaya devam ederken aynı anda bizim
ağlarımıza çarparak parçalıyorlar.
Bazen martılara rastlıyoruz sonsuzluğu kanatlayan.
Sanıyoruz ki; bitmeyen maviliğe kafa tutup inadına kanat çırparken
bize de ışık olurlar. Onlar bembeyaz umutlar halinde süzülüp,
uzaklardaki gökyüzüne çağırırken sizi, bizim bin bir emekle
tuttuğumuz küçük mutluluklarımızı, bir çift sivri gaga arasında
çatırdatıyorlar aslında.
Bazen tatlı rüzgârlara bırakıyoruz sandalımızı. Gelişine
karşılıyoruz dalgaları. Saçlarımızın arasında gezinmesine izin
veriyoruz rüzgârın tembel tembel. Sanıyoruz ki; yanağımıza bu kadar
yumuşak dokunan rüzgâr acıtmaz canımızı hiçbir zaman. Rüzgâr,
tatlı mırıltısına çağırırken uzaklardaki sizi, bizi açıklarda alabora
ediyor aslında.
18
Bizimde öfkelenip kabardığımız zamanlar oluyor elbet. Troller gibi daldırıp kepçelerimizi en derinlere
toz duman ediyoruz denizin dibini. Köpekbalıklarına efeleniyoruz boyumuza posumuza bakmadan.
Kocaman dalgalar oluşturuyoruz bir “off!” çekerek. Ne yeni yavrulamış umutları görüyor gözümüz ne de
nesli tükenmekte olan mutlulukları. Bazen oluyor işte.
Ya da denize savrulduğumuz oluyor kimi. Litrelerce hayal kırıklığı yutuyoruz. Bırakıyoruz dibe
vuralım diye kendimizi. Çünkü aşağı inip ayaklarımızı vurmadan dibe, yukarı çıkamayacağımızı biliyoruz.
Öyle içimiz dolu dolu batıyoruz suya da sonrasında boş çuval gibi kalakalıyoruz suyun üzerine, hayat
yorgunu.
Eğer ulaşabilmişsek tüm bunlara rağmen kıyıya, seriyoruz ağlarımız sahile. Kendimiz gibi olanları
topluyoruz yanımıza. Omuz verdiriyoruz yerdeki bizi kaldırmaya. Mekikleri bir usta rahatlığıyla kullanıp,
örüyoruz hayatı yeniden. Yüreklerimiz birbirine değiyor ağları onarırken ve ellerimizin yaraları iyileşiyor. Her
dokunuşta sarıyoruz birbirimizin yaralarını, alıyoruz denizini acı tuzunu derimizden. Nasıl yapacağımızı
biliyoruz, çünkü hemen hepimiz aştık bu dalgaları zaman zaman. Biliyoruz işte, biliyoruz öylesine… Günü
geldiğinde şefkatli ellerin ellerimizi tutmasıyla kalkıyoruz ayağa tekrar.
Ve bir sabah yine “rastgele” diyerek bırakıyoruz kendimizi denizin koynuna. Biz kadınlar böyle
yaşıyoruz işte hayatı.
19
Cem TEPEKÖYLÜ
Şiir
Farklı Bir Şeyler Var
Farklı Bir Şeyler Var
Farklı bir şeyler var aramızda
Gözlerimiz ışıl ışıl
Yaşama sevincini yansıtıyor
Sarıldığımızda güller açıyor
Gönlümüzde..
Hiç yaşanmamış bir askın
Sanki hiç sönmeyecekmiş gibi yanan
Ateşi ile kavruluyoruz
Bakışlarımız bizi yansıtıyor...
Şarkılarda yeniden buluyoruz kendimizi...
Ruhlarımız bir
Başka bir şeyler var aramızda
Farklı bir aşk...
Farklı bir sevgi...
Bazen fırtınalı
Deliler gibi coşkulu...
Bazen durgun, duygulu
Huzur dolu
20
Merve BURSALI
İnceleme
Drama Eğitimi
Drama Eğitimi
Günümüzde çağdaş eğitim yöntemleri arasında sık sık ismi
geçen bir yöntem olan drama yönteminin popülerliği gün geçtikçe
artmaktadır.
İnci San hocanın da söylediği gibi drama: "Doğaçlama, rol
oynama v.b. tiyatro ya da drama tekniklerinden yararlanarak, bir grup
çalışması içinde, bireylerin bir yaşantıyı, bir olayı, bir fikri, kimi zaman
bir soyut kavramı ya da bir davranışı, eski bilişsel örüntülerin yeniden
düzenlenmesi yoluyla ve gözlem, deneyim, duygu ve yaşantıların
gözden geçirildiği ‘oyunsu’ süreçlerde anlamlandırması,
canlandırmasıdır. Ancak, yaratıcı eğitsel drama çalışmaları 1) tiyatro
yapmak 2) oyunculuk değildir”. Daha basit bir anlatımla; bir grupla
beraber, tiyatro teknikleri kullanılarak, dramatik kurgusu oluşturulmuş
bir durumun "mış gibi" canlandırılmasına drama denir.
Bu noktada drama ile ilgili akıllara gelen sorulardan en yaygın olanları "ne işe yarar bu drama?" ve "drama bir araç mıdır yoksa bir araç mıdır?" sorularıdır. Drama esasen hem bir öğretim yöntemi hem de bir kişisel gelişim aracıdır.
"Dramatik eğitimde temel iki yaklaşım söz konusudur:
1. Bir sanat olarak drama .
2. Bir öğretme aracı olarak drama.
Drama bir sanat olarak ele alındığında ders programında ayrı bir konu olarak yer alır. Bu durumda dramatik oyun, çocuğun kişilik gelişimine destek olmayı amaçlayan ayrı bir aktiviteyi oluşturur. Bu yaklaşımda vurgu, katılımcıları oyun yaratma sürecine dahil ederek dramatik süreci geliştirme ve anlama üzerindedir. Nihai hedef bir oyun yaratmaktır ama gösteri değil. Bu süreç yoluyla çocuklar temel drama kavramlarını araştırır, onlara aşina olur ve hayal güçlerini, yaratıcı ve algılayıcı güçlerini geliştirirler. Drama derslerinde yaratıcı hareket, doğaçlama ve yaratıcı konuşma konuları üzerinde durulur.
21
Bu yetileri geliştirmeye yarayan bir dizi oyunlar, dramatik durumlar yoluyla öğretmenler, çocuklara hem kendilerinin, hem çevrelerinin hem de yaptıkları işin daha çok farkında olmaları, daha bilinçli yaklaşmaları için yardımcı olurlar. Çocuklar kendi düşüncelerini ve yorumlarını ifade etme ve öneriler sunma konusunda cesaretlendirilirler. Kendi oyunlarını oluşturma ve oynama sürecinde çocuklar üç temel rolü üstlenirler: oyunculuk, oyun yapımcılığı ve seyirci olmak. Her bir rol katılımcıların değişik yetilerini geliştirmelerine katkıda bulunur. Örneğin oyunculuk rolünü üstlendiklerinde belirli duyguları ve düşünceleri ifade edebilmek, iletebilmek için vücutlarını nasıl kullanmaları gerektiğini öğrenirler. Oyunlarını kendileri yarattıkları için bu süreç onlara ayni zamanda bir karakter yaratmak ve diyalogları oluşturmak için gerekli yazarlık maharetleri hakkında da ipuçları verir. Oyunu oluşturma sürecinde yapı bilincinin gelişmesi; seyirci rolünde alıcı ve değerlendirici olarak kendilerini geliştirmeleri bu süreçlerde elde edecekleri kazançlardan bazılarıdır. Bu yaklaşımın amaçlarından belli başlıları şunlardır: hayal gücünün, yaratıcılığın, problem çözme yetisinin, sosyal farkındalığın, dil ve iletişim becerilerinin gelişmesi ve ayni zamanda tiyatro sanatının tanınması, daha iyi anlaşılmasıdır. Bu yaklaşım açıkça çocukların bir dramatik sanat anlayışı kazanırken öğrenmesi ve gelişmesine yardımcı olmayı amaçlıyor. Çocuklara içinde en yaratıcı düşüncelerinin ve en güçlü duygularının aktığı kaynaklarını keşfetmeleri için yardım ediyor.
İkinci yaklaşımda-bir öğretim aracı olarak drama- dramatik oyun ders programında yer alan tarih, dil, matematik gibi değişik konuları öğretmek için kullanılır. Bu yaklaşım diğerinden öncelikle amaç konusunda ayrılır. Bir çok benzer ya da ayni süreçler ikisinde de kullanılabilir ancak dramayı bir öğretme aracı olarak ele alan öğretmen, bu süreçleri, çocukların diğer alanlarla ilgili kavram ve gerçeklere dayalı bilgiyi öğrenmeleri için kullanır ve çocukların gerçek yaşamda karşılaşabilecekleri sosyal deneyimleri kurgulayarak oynamalarını sağlar. Bu süreçte çocuklar çalışılan konuya deneysel olarak katılırlar. Çocuklar, öğretilen konuya dair bir dramatik anın içinde varsayarlar kendilerini ve böylece o konuya daha yakından ve kişiselleştirerek bakabilirler. Bu süreç de onların konuyu daha derinlemesine incelemesini ve öğrenmesini sağlar. Çocuklar bir rol üstlenirler ve kendilerini tarihi veya hayali bir kişiliğin yerine koyarlar. Böylece gerçeğe fantezi yoluyla bakmayı, yüzeyde görünenin altında yatanı görmeyi öğrenirler ve bu onların farkındalıklarını geliştirir. Burada amaç oyun yapmaktan çok anlamaktır. Zaman zaman süreç içinde oyun çıkarıldığı da olur ama amaç bu değildir. Fakat açıktır ki, bu süreci kullanmada basarili olmak için bazı temel dramatik yetilere sahip olmak gerekir. Çocuk, konsantrasyon, hayal edebilme ve vücudunu kontrol etme gibi bazı temel yetilere sahip olmalıdır ki verilen bir durumda hayali bir karakteri yaratabilsin, onun gibi konuşabilsin. Yani, asal amaca- bilgi kazanmak- ulaşabilmek için dramatik süreç bir araçtır ve bu aracı iyi kullanabilmek gerekir. Bu iki temel yöntemin başlıca temsilcileri Peter Slade ve Dorothy Heathcote’dur (Sağlam, 2004).
22
Drama eğitiminin kişilere kazanımlarından bazıları ise şunlardır:
- Problemlere karşı duyarlı olmayı sağlar.
- Serbest düşünme becerisi kazandırır.
- Zihinsel etkinliklerde esnek düşünmeyi sağlar.
- Orijinal fikirlerin ortaya çıkmasını sağlar.
- Dikkati artırır, yoğunlaşmayı sağlar.
- Yeni ve farklı deneyimlere açık olmayı sağlar.
- Öğretmenin sosyal ve öğrenme problemlerini teşhis etmesine yardımcıdır.
- Programın her alanında her konunun öğretiminde kullanılır.
- Hem görsel hem de sunuşsal sanatlar için kullanılabilir.
- Kendini ve başkalarını anlama becerisini geliştirmeye yardımcıdır. İletişim becerilerine olumlu bir katkı
sağlar.
- Kendine güven duyma, destekleme, karar verme becerisi kazandırır.
- Çocukların ahlaki değerleri keşfetmelerine olanak tanır.
- Beden dilini kullanmayı sağlar.
- Duygularını farkına varma ve ifade etmeyi sağlar.
- Kendini değerlendirme becerisini geliştirir.
- Eğitimde sınıf ortamında soyut ders konularının somut hale getirilerek kavranmasını sağlar.
- Dil gelişiminde olumlu katkı sağlar
23
"Drama yönteminde kişilere hitap ederken "öğrenci" ya da "çocuk" yerine "katılımcı" kavramı
kullanılır. Katılımcı kavramının anlamı ise, kişi ister sekiz yaşında, ister daha büyük olsun, onun bir birey
olduğu ve kendine has duyguları, düşünceleri bulunduğudur. Öğrenme ortamında en az öğreten kadar
hakları vardır ve bu haklara saygı duyulmalıdır. Dahası bu birey her insan gibi değerlidir, önemlidir ve
anlaşılmayı beklemektedir. Drama liderlerinin ilk görevi ise katılımcıyı anlamaya çalışmakla başlar (Aslan,
2009)."
Drama lideri veya öğretmeninde mutlaka bulunması gereken bazı yeterlikler söz konusudur. Bunların en önemlilerinden bahsedecek olursak şunları sıralayabiliriz: Yaratıcı düşünme, doğaçlama yapabilme, rol oynama becerisine sahip olma, drama kuramsal bilgisine ve sertifikasına sahip olma, edebiyat bilgisi, gelişim ve öğrenme psikolojisi bilgisi, drama planı yazabilme becerisinin olması, grupla çalışabilme yetisi, kendini sürekli geliştirme ve yenileme isteği, eleştirilere ve geri bildirimlere açık olmadır. Mutlaka bu özelliklere ek birçok özellik ve yeterlilik eklenebilir fakat temelde olması gerekenler bunlardır denebilir.
Katılımcıların gönüllülüğünün esas olduğu, olumlu sınıf ikliminin sağlandığı bir demokratik öğrenme ortamında yaratıcı ve üretici etkinliklerde bulunmak her yaştan insana iyi gelecektir. Eğlenirken öğrenmenin, kendini geliştirmenin tadına drama ile varmanızı dilerim.
KAYNAKÇA
San, İ. (1989)." Eğitimde yaratıcı drama". Ö. Adıgüzel, (Ed.), Yaratıcı drama içinde (57-68). Ankara: Naturel Yayıncılık.
Sağlam, T. (2004). "Dramatik Eğitim: Amaç mı? Araç mı?". Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü TİYATRO ARAŞTIRMALARI DERGİSİ, Haziran 2004 , Sayı: 17 Sayfa: 4-21, ANKARA.
Aslan, N. (2009). "DRAMA ÖĞRETİMİ". "Eğitimde Drama", Editör Naci ASLAN, Oluşum Yayınları, Mayıs 2009, Sayfa: 25, ANKARA.
Fotoğraflar GOOGLE görsellerden alınmıştır.
24
Ceyda CEVHER
Şiir
Eko Sancısı
Eko Sancısı
Göçmen kuşları uğurlarız evlerimizden,
Gökte dizi dizi liriktiler;
Krapon kağıdından kuleler
Çingelerin ateşli dilberi,
Güzelleme olur süzülür
Bülbülün dilinden.
Bahçemizin gecelerinde hüzünler
Yıldızları avlarken
Haberi yok radyoda çalan şarkının
Kanatları değer rüzgâra, güneşimizi eğer.
Serçeleri seviyoruz başkasının ellerinde
Büyük hezeyanlar gürler hayallerimize
Avuçlarımızda yağmurlar sancılanır
Dizlerini kanatır bahar
Yaradır;
Kalbimizde dolama
Çam reçinesine dolar çocukluğumuz
Kent efsaneleri yanar
Coğrafyasında kayboluruz küçük ceviz ağacının
Emin değiliz altı yaşımızda öldüğümüzden
Yitik ruhlar serenat havasında
Salınırız kara tahta sarkıcında
25
Bir kâse süt mısır gevreğini hâlâ sevmez
Serpilmiş kızlar yabani kalır
Göğüslerinde ağlatmaz kuzularını
Sedeften dişleri, doğanın yapraklarını ısırmaz
Kıpır kıpır değildir sevmeler;
Meltem yelinin yokladığı
İki çılgın fidan gibi.
Kudurmaz azgın şarkıların söylendiği dere kenarları
Yosun tutmaz serili çarşaflar, yeşermez dansları dalgaların
Su çabuk kayar diri tenli zamandan
Herkes üşür!
Uzak bir yaylada koyun otlatan çoban üşür
Bağlaması üşür!
Ritmikleşir sessizlik
Köyün horozu ötmez
Üşür ibiği…
Kent efsaneleri yanar
Coğrafyasında kayboluruz küçük ceviz ağacının
Emin değiliz yaşlanıp öleceğimizden
Yitik ruhlar serenat havasında
Salınırız kara tahta sarkıcında
26
Barış ÇELİMLİ
Şiir
Gurme
Gurme
-Kan İle Sütün Lezzet Farkı...
Dünyanın orta yeri
Bir kara kıta
Bir kara kıtlıkta
Bir kara çocuk
Çocuğun ellerinde
Bir kara meme
Bir kuru gövdede
Bir yara meme
Ağzındaki tadı sevmese de
Midesine o memeden
Damlayan kana sevinir,
Sarılır yaşamaya
Açlığın inadına
Günlerdir uzak durur
Damağı süt tadına
Dünyanın orta yerinde
Bir kara anne
Aldırış etmeden
Memesindeki acıya
Çocuğun kara yüzünden
Karasinekleri kovar
Dermansız elleriyle
Gücü olsa o elleri
Gökyüzüne kaldıracak
Ve dünyanın ortasından
Evrene saldıracak
—Açım ben aç!
Kan içiyor mememden
Benim kömür karası yavrum
Daha yaşım kaç!
27
İsmail Can KARAKUŞ
Şiir
Kötü
Kötü
Kötü insanlar
Kötü şiirlerde
Güzel kuşları harcadılar
Güzel kuşlar
Kötü insanları
Her şeye rağmen sevdiler
Bu yüzden
Hüzünlenmeye
Bana bir şiir,
bir kuş olsa
yeter.
28
Harun HARPUT
Şiir
Rosa
Rosa
Penceremin kenarında
Yakmışım bir sigara
Gül’üm yine aklımda
Gelecek bu bahara
Yangınım
Yandığım
Hasretine dayanamadığım
Gülüm
29
Merve ÇETAK
Arkeoloji
Müze Nedir?
Müze Nedir?(!)
Müze kelimesi eski Yunanca’daki mouseion, “Musaların
Tapınağı” kelimesinden gelmektedir. Mouseion kelimesinin İtalyan
söyleyişinden museo haline getirilerek bugünkü anlamına yakın
kullanılışı Rönesans devrinde (16. yüzyıl) gerçekleşmiştir1.
Uluslar arası Müzeler Kurulu (International Council on
Museums – ICOM), müzeyi şöyle tanımlamaktadır: Müze, kar amacı
gütmeyen, toplumun gelişmesinde ve hizmetinde olan ve halka açık,
insanlar ve yaşam çevrelerinin somut kanıtlarını, araştırma, eğitim ve
zevk alma amacıyla, toplayan, koruyan, ileten ve sergileyen daimi
kuruluştur2.
Bu konuda söz sahibi başka bir birlik olan Amerikan Müzeler
Birliği’nin tanımına göre; müze, topluma açık, toplum çıkarları
çerçevesinde yönetilen, federal ve eyalet vergilerinden muaf olan
sanatsal, bilimsel, tarihsel ve teknolojik materyaller de dahil olmak
üzere eğitimsel ve kültürel değerlere sahip nesne ve örnekleri
koruyan, muhafaza eden, inceleyen, yorumlayan, bir araya getiren ve
toplumun öğrenmesi ve eğlenmesi için sergileyen, kar amacı
gütmeyen daimi bir kurumdur3.
1 Acar v.d. 1985: 2546. 2 Gürel 2006: 6. 3 Tüzün 2010: 5.
30
İnsanoğluna ait en önemli özelliklerinden birisi sahip olma içgüdüsüdür. Bu sahip olma içgüdüsü
zamanla ortaçağda zenginliklerin sergilenmesi ve bir çeşit güç gösterisi haline gelmiştir. Müzeciliğin ilk
ortaya çıktığı tarihlerde biriktirme toplama dışında hiçbir amaca hizmet etmediği görülmektedir. İnsanların
kendi evlerinde, tapınaklarda, kiliselerde toplanan eserlerin zamanla halka sunulmaya başlanması ile
müzeciliğin amaçlarında çok boyutluluğun ilk adımları atılmıştır. Zamanla bu sergileme işlevi müzeciliğe
dönüşmüştür4.
Müzeciliğin tanımı ise; sahip olunan veya biriktirilen eşyanın belirli bir düzen içinde başkalarına
gösterilmesi (teşhir) faaliyetidir 5 . Türkiye’de müzecilik sistemi bağlı oldukları kuruma göre şu şekilde
sıralanır; devlete bağlı müzeler, belediye müzeleri, askerî müzeler, üniversitelere bağlı müzeler, vakıfların
veya kişilerin oluşturduğu özel müzelerdir6. Türkiye’de eser toplamak, korumak ve değerlendirmek genel
olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kontrolündedir. Bakanlık bu görevi Kültür vakıfları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü kanalı ile yürütmektedir. Tarih, kültür ve tabiat varlıkları, taşınır taşınmaz tüm eski eseleri, anıt
ve kalıntıları tespit ve tescil etmek, korunmalarını sağlamak, cami, medrese, mescit, han, kervansaray, gibi
tarihi eserlerin onarımını yapmak, tasnif etmek, kayıt altına almak, bunları müzelerde depolamak, korumak,
teşhir etmek Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün görevidir7.
4 a.e. 5 Acar v.d. 1985: 2547. 6 Denizci 2012: 15. 7 Tüzün 2010: 16.
31
Yukarıdaki tanımlardan da anladığımız gibi sanatın, kültürün, bilimin, tarihin, teknolojinin, eğitimin
başlangıç noktası müzedir. Hayatında hiç müze görmemiş bir çocuğa tarihten, kültürden bahsedemezsiniz.
Onu cahillikle, ırkçılıkla, şiddet yanlısı olmakla suçlayamazsınız. Çocuğunuzu oyuncak silahlarla
yetiştirdiniz, doğadan uzak tuttunuz, bütün dünyası bilgisayar olmuş bir çocuğu suçlayamazsınız, çünkü
bunun bütün sorumlusu sizsiniz! Almanya’da 5 yaşındaki öğrenci gurubuna “Müze nasıl gezilir?” eğitimi
veriliyorsa bizim ülke olarak oturup bazı şeyleri tekrar düşünmemiz gerekir(!)
Uyuma! İlk durağın bir müze olsun! Kültürel mirasına sahip çık ve gelecek kuşaklara aktar…
32
Serdar Serhat ALTAN
Röportaj
İki Kapılı Ev Oyuncularıyla
Röportaj
İki Kapılı Ev Oyuncularıyla Röportaj
Ekip Tiyatrosu ekibine göstermiş oldukları güler yüzlü, samimi, içten,
misafirperver tavırlarından dolayı başta yönetmen sn: Cem USLU
olmak üzere bütün oyunculara teşekkür ederiz. Oyunculardan Ayça
SEYMEN ŞİMŞEK’e sağladığı katkılardan, yönetmen Cem USLU ve
Ayşegül URAZ’a söyleşilerinden dolayı teşekkür ederiz.
Serdar Serhat ALTAN: Cem USLU ’yu kısaca tanıyabilir miyiz?
Cem USLU: Ben Cem USLU 1983 doğumluyum. Uludağ
Üniversitesi uluslararası ilişkiler okurken başladım tiyatroya.2006 da
mezun oldum. Aynı yılın ağustos ayında konservatuara tiyatro
bölümüne girdim. On yıldır tiyatro ile ilgileniyorum
Serdar Serhat ALTAN: Tiyatroya başlama fikri ne zaman ve nasıl
başladı? Ailenizde tiyatro ile ilgilen var mı?
Cem USLU: Ekip arkadaşlarımla üniversite üçüncü sınıfta iken
Ekip Tiyatrosu’nu kurduk. Mezun olduktan sonra da arkadaşlarımla
Ekip Tiyatrosu’nda devam ettik. Diyebiliriz ki bir grup konservatuar
öğrencisi arkadaşların bir araya gelmesi ile oluştu.
Ailemde tiyatro ile ilgilenen kimse yok. Aslında benim de aklımda
tiyatro yoktu. Müzisyen olmak istiyordum.Lisede okurken birkaç
oyunda oynadım ama asıl olarak üniversitede belirdi tiyatroya olan
ilgim.
Serdar Serhat ALTAN: Ekip Tiyatrosu olarak bir felsefeniz var mı?
Ya da oluşum sebebiniz nedir?
Cem USLU: İlk amacımız hatta temel amacımız tiyatro yapmaktı.
Tiyatro bölümünde okuyan arkadaşlar olarak bir araya geldik ve
tiyatro icra etmeye karar verdik. Tabi ki bir çok oyuncu ve mezun var.
Yalnız tiyatro yapacakları alan yok.Kendi tiyatromuzu kendimiz
kuralım dedik.İlk başta bir varoluş mücadelesi verdik.Mekan
bulmak,oyun oynamak ve kadro oluşturmak bunlar sıkıntıydı.Kitleye
ulaşmak,tanınır olmak,ses getirmek, bunları daha yeni yeni aştık.
33
Serdar Serhat ALTAN: Tiyatrodan başka bir sanat alanı ile ilgileniyor musunuz?
Cem USLU: Evet tiyatro dışında sinemada da faaliyet gösterdim. Bunu kendimin belirlediğini
söyleyemem. Dizi, reklam ve filmlerde rol aldım. Saklı Kalan adlı dizide rol aldım. Karadayı dizisinde rol
aldım. Bunların dışında birkaç reklam filminde de oynadım, ama asıl alanım tiyatro.
Serdar Serhat ALTAN: Tiyatro alanında kendinize örnek olarak aldığınız büyük usta nitelendirdiğiniz bir
tiyatro oyuncusu var mı?
Cem USLU: Ben daha yeni ve genç bir oyuncuyum. Daha işin başındayım. Elbette çok büyük
oyuncularımız var ama kalkıpta bu büyük oyuncudur şu değildir demek yanlış olur. Hepsi yetenekli ve
büyük oyuncular. Tabi her meslekte iyi olduğu kadar kötü oyuncular da var. Ben kalkıp da bu oyuncu iyi bu
oyuncu iyi değil diyemem. Dediğim gibi daha yeni ve genç bir oyuncuyum.
Serdar Serhat ALTAN: Tiyatro toplum için neyi ifade etmeli? Bir eğitim aracı olarak görülebilir mi?
Cem USLU: Tiyatro bir eğitim kurumu değildir bana göre. Sanat dalıdır. Sanatla ilgileniyorsanız eğer ister
izleyici olun, ister icra eden olun, tiyatro ile kendinizi iyi hissedersiniz. Tabi ki de bir şeyler öğrendiğinizi
hissedersiniz, tabi ki de sizi geliştirdiğini anlarsınız ama bu tiyatronun temel işlevinin eğitim olduğunu
göstermez.
34
Serdar Serhat ALTAN: Genellikle hangi tür oyunlarda rol almayı seviyorsunuz?
Cem USLU: Ben bugüne kadar genel olarak dram ve gerilim ağırlıklı oyunlarda rol aldım. Pek fazla
komedide rol almadım. Belki bugüne kadar bu türlerde oynadım ama böyle bir genelleme yapmak doğru
olmaz.
Ayşegül URAZ: Dram, trajedi ve komedi hepsi benim çocuğum gibidir diyebilirim. Hepsinde oynadım,
oynarım. Böyle bir ayırımın içine hiç girmedim. Biçimine alışmak konusunda belki biraz sorun yaşıyorum
ama rolü oynamak konusunda, roller arası geçişte herhangi bir problem yaşamıyorum. Hepsinin bende yeri
ayrı ve hepsinde oynamaktan keyif alıyorum.
Serdar Serhat ALTAN: Özel tiyatrolara herhangi bir yaptırım uygulanıyor mu? Ekonomik bir destek
sağlanıyor mu?
Cem USLU: Herhangi bir yaptırım ve baskı durumu yok diyebiliriz. Neyi istiyorsak onu seçip oynuyoruz.
Özel tiyatrolara destek konusunda problem var. Destekleme ya yok ya da çok minimum bir seviyede
desteği var. Bizim ve toplumumuzun vergileriyle oluşan bir fon var. Bu nedenle destek sağlanmalı ancak
böyle bir destekten söz edemeyiz. Yıllık olarak ödemesi gereken destek sadece bir oyunu destekleyecek
nitelikte. Sanata ve kültürel faaliyetlere büyük bir desteğin sağlanması gerekir. Baskı konusunda evet genel
olarak tiyatro üzerinde bir baskı var. Bu tam belirgin değil. Aslında son zamanlarda tiyatro ekiplerinin siyasi
duruşu ve tutumu önemli hale geldi. Tabi ki bunun yanlış bir tutum olduğu konusunda hemfikiriz. Sanat bir
ideolojiye ve herhangi bir siyasi düşünceye bağlı kalmamalıdır.
35
Ayşegül URAZ: Ben baskının açık bir şekilde ve belirgin olduğunu düşünüyorum. Bugün bizi bırakın köklü
tiyatro ekipleri bile bazı durumlarda baskıya maruz kalıp ekonomik olarak desteklenmiyor. Her yönüyle
kendi kendine ayakta duran bir tiyatrodan ve tiyatro ekiplerinden bahsedebiliriz.
Serdar Serhat ALTAN: Avrupa Tiyatrosu ile Türkiye’deki tiyatroyu karşılaştırma durumu olursa nasıl
değerlendirirdiniz?
Ayşegül URAZ: Çok üzülürüz çok. Birçok konuda yetersiz ve eksik olduğunu söylemek yerinde bir tabir
olur.
Cem USLU: Avrupa da yerel yönetimler kendi bölgesindeki tiyatrolara müthiş bir seviyede destek sağlıyor.
Bu aslında her yerel yönetimin halkına sunması gereken bir hizmet. Kültürün, sanatın, halka sunulması
gereken bir hizmet olduğu, bir ihtiyaç olduğunu bilincindeler. Bizim ülkemizde böyle bir hizmetten söz
edemeyiz. Bizde gişe ve kendi desteğiyle ayakta kalmaya çalışan bir tiyatro var.
Serdar Serhat ALTAN: İzleyicilerin en çok rağbet gösterdiği tür hangisi?
Ayşegül URAZ: Biz İki Kapılı Evi yaparken yola çıktığımız fikir artık gülmeye ihtiyacımız var gerçeğinden
yola çıkarak yaptık. Bu durumu temel alarak seçtik bu oyunu. Ülke ve toplum olarak gülmeye çok
ihtiyacımız var. Bu yüzden komediye biraz daha rağbet var.
Cem USLU: İnsanlar gülmeyi istiyor. Burası çok dertli bir ülke. Hiçbir döneminde dert ve keder eksik
olmamıştır. Bu bizim kültürümüzün de artık bir parçası oldu. Acıya açık bir toplum olduk. İki Kapılı Ev adlı
oyunda bunu gördük. İnsanların gülmeye ihtiyacı olduğunu gördük. Ben kendim bile bu oyunun olduğu
günü iple çekiyorum.
Serdar Serhat ALTAN: Toplum ile sanatçı arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz? Toplumun sanatçıyı
farklı bir statüde gördüğünü düşünüyor musunuz?
Cem USLU: Statü konusunda böyle bir imaj var. Bu imajı yaşayan ve kullanan insanlarda var. Aslında bu
imajı yaratan yine halkın kendisi. Bütün mesleklerde böyle bir imaj var. Doktor olsun, mühendis olsun
hepsinde var. Aslında başta biz sanatçılar olmak üzere hepimiz bu toplumun bir parçasıyız, onlardan biriyiz.
Hepimiz aynıyız ve aynı hayatı paylaşıyoruz.
Serdar Serhat ALTAN: Günümüzde diziler ve sinemanın tiyatroya olan ilgiyi azalttığı tartışılıyor.
Sinemanın tiyatroyu engellemesi söz konusu mu? Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cem USLU: Yok yok böyle bir durumun olduğunu düşünmüyorum. Çünkü o kadar büyük bir sektör yok.
Çekişmenin ya da birbirini engellemenin olması için sektör olarak çok büyük bir pasta olması gerekir. Ben
böyle büyük bir sektörel bir engellemenin olduğunu düşünmüyorum. Keşke bu iki alanda daha fazla ilgi ve
uğraş olsa, engelleme yerine aksine birbirini besler. Bana göre bir sanat dalı, diğer sanat dalını besler
neden engellesin ki.
Serdar Serhat ALTAN: Bir tiyatro oyuncusunun tiyatroyla beraber ilgilenmesi gerektiği ve ona fayda
sağlayacağını düşündüğünüz bir sanat dalı veya yeteneği olmalı mı?
Cem USLU: Ekip Tiyatrosu’nun yönetmeniyim. Oyun metni yazıyorum. Bunun dışında bilmeniz gereken
her şey sahnede işinize yarar. Bunun dışında enstrüman çalıyorum. Bildiğiniz her şeyi bir gün
kullanacağınız bir alan bulursunuz mutlaka. Bu bir oyunun içeriği de olabilir.
Ayşegül URAZ: Elbette bir oyuncu olarak ne kadar fazla donanıma sahip olursanız o kadar işinize yarar.
Beslenebileceğiniz pek çok alan yaratmanız pozitif bir yöndür. Dans, tasarım, müzik bunların hepsi birer
avantajdır. Sizin oyunculuğunuzu ve sizi besler.
36
Serdar Serhat ALTAN: Salon bulmakta sıkıntı yaşıyor musunuz? Size ait bir salonunuz var mı?
Cem USLU: Kendimize ait bir salonumuz yok. Salonları kiralayarak oyunlarımızı oynuyoruz. Şuan
kullandığımız D22 salonu da arkadaşımızın tiyatrosu. Beş yıldır sahneleri kiralayarak oynuyoruz. Devletin
bize salon tahsis etme gibi bir durumu yok. Çünkü onların bile çoğu salonu kapalı yada kapatıldı. Salon
olmayınca bazı yerlerde insanlarla buluşamıyoruz.
Serdar Serhat ALTAN: Türk Tiyatrosu kadın oyuncu olarak istenilen seviyede kadın oyuncu barındırıyor
mu?
Ayşegül URAZ: Kadın oyuncu konusunda sıkıntı olmadığını söyleyebiliriz. Belki bu ülkenin sisteminde
kadın olmakla ilgili başlı başına bir sıkıntı var ama kadın oyuncu olarak bir sıkıntı veya eksiklik olduğunu
düşünmüyorum. Çok iyi, çok yetenekli ve yeterli sayıda kadın oyuncumuz var.
Serdar Serhat ALTAN: Tiyatro üzerine söylemek istediğiniz temenni veya dileğiniz var mı?
Ayşegül URAZ: Temel ihtiyaçmış gibi görülmesi gerektiğinin bilinmesini istiyorum. Bireyi özgürleştiren,
herkese ulaşabilen, insanın var olmasının bir parçasını taşıyan bir sanat dalı olduğunu bilsinler. İnsanları
değiştiren, geliştiren, özgürleştiren, dürüst, içten ve samimi bir toplum haline getiren bir tiyatro temenni
ediyorum.
Cem USLU: Daha fazla insan ile buluşabilen bir tiyatromuzun olmasını diliyorum. Devleti ve toplumun
mutlaka desteklediği bir tiyatro olmasını istiyorum. Sanatı kar getiren bir kurum olarak değil, devletin
halkına sunmak için çaba harcadığı bir kültür aracı haline gelmesi gerektiğinin bilinmesini istiyorum.
Tiyatromuzun; sanatın, bireyin ve toplumun bir parçası olduğunu, toplumu bütünleştiren bir kültür olduğunu
unutmasınlar.
İ K İ K AP I L I EV
Y A Z A N : Pe d r o C a ld e r ó n D e L a B a r c a
İ S P A N YO L CA AS L I N D A N Ç E Vİ R E N: O n u r A l ag ö z , N i h an D e m i r e l l i
U Y A R L A Y A N: E K İ P
Y Ö N ET E N : C em Us l u
O Y U N C U KO Ç U: M i n e Çe r ç i
A S İ ST A NL A R: Z e y n e p E r t an , Bo r a Pak
I Ş I K T A S A RI MI : Ce m Y ı l m a z e r
D E K O R T A SA R I MI : C em U s l u , Ö n e r Se r k a n Ş im ş ek
K O ST Ü M v e A K S ES U A R T AS A R I MI : D u y g u Y e t i ş , S im e l Ak s ü ng e r , A y ş eg ü l U r a z
F O T O Ğ R AF L A R: A l i G ü l e r
A F İ Ş v e B RO Ş Ü R: D u y g u Y e t i ş
C A L A B A Z A S: A ş k oş : S im e l Ak s ü ng e r
L A U R A : K ü t : H ak a n Em r e Ü n a l
L I S A R DO / F A B I O : S a f t i r i k : Ö m er F ı r a t K ök e r
D O N F E L I X : P a t a r a : İ s m a i l S ağ ı r
S I L V I A / C E L I A / HE R R E R A : G ü z e e l l i k : A y ş eg ü l U r a z
MA R C E L A / L EL I O : T a t a : D u yg u Ye t i ş
37
Edib Rasljanin
İSLAMOĞLU
Deneme
Dil Üzerine
Dil Üzerine
Dil canlı bir varlıktır denir hep. Ben de derim. Her canlı varlık
gibi dil de doğar, yaşar ve ölebilir. Ölebilir diyorum çünkü dilin ölmesi
onu kullananların ona bahşettiği kaderdir.
Bilmemekten değil ama ihmal ve dikkatsizlikten olacak ki
hemşerilerimiz günlük konuşmalarında dilimize yeni kavramlar ilave
ediyorlar, Seksenlerin Fehmi Abisinin tabiriyle, icat ediyorlar. Bu
kavram ve kelimelerden bazılarını sosyal ortamda dile getirmek hayli
zamandır içimde ukde. Bugüne ve dergimize nasipmiş.
Devlet televizyonu dahil, yazılı ve görülü yayın
organlarımızda, hele ki film ve dizilerde sıkı sık karşılaştığımız bu
kavramlar zamanla benimseniyor ve doğruymuş gibi algılanmaya
başlıyor. Koyu yazdığım kelimeye mi takıldınız? Takılırsınız tabi
çünkü orada görsel kelimesini görmeye alıştınız. ‘yazılı’ kelimesi
yazmak fiilinden gelip ı ve lı yapım eklerini alıp son şeklini alırken
görmek fiilinin başı kel mi ki aynı muamele görmüyor? Ya da neden
yazmak fiili Fransızcadan gelen sal/sel ekini alıp yazsal şeklini
almadı? O üvey evlat mı? Dedim ya, alışkanlık meselesi. Mademki
bir kelimeye yabancı dilden gelen bir eki ilave ediyoruz, hemen yanı
başındaki, üstelik onunla sıkı anlam ilişkisinde bulunan diğer bir
kelimeye aynı eki neden ilave etmiyoruz? Yani, yazılı ve görülü
medya ya da yazsal ve görsel medya tabirini kullanmak daha doğru
olsa gerek. ‘Tarihî ve matematiksel’ yerine ‘tarihsel ve matematiksel’
demek daha doğru olması gerektiği gibi.
Gerekmek fiili de bu gibi hatalara sebep olan fiillerden biri.
‘Bana kalem gerekiyor.’ demek yanlıştır. ‘Bana kalem lazım.’ doğru
olan cümledir. Gerekmek fiili isim fiillerle birlikte yardımcı fiil olarak
kullanıldığından, önünde yine bir fiilin bulunması gerekir. (bu
cümledeki gibi).
Ne…ne.. bağlacı yine yanlış kullanımlara sebep olmakta. Bu
bağlaç kullanıldığında yüklemin olumlu bitmesi esastır çünkü bağlaç
zaten olumsuzluk anlamını vermektedir. ‘Ben ne şiir ne de hikâye
yazmıyorum.’ demek yanlış bir cümledir ve doğrusu şöyle olmalı:
‘Ben ne şiir ne de hikaye yazıyorum.’
38
Hele şu almış olmak, yapmış olmak, görmüş olmak, hatta olmuş olmak tabirleri var ya – beni deli
ediyor. ‘Yanımda görmüş olduğunuz genç izlemiş olduğu maçın oyuncularıyla aynı derecede heyecanlı ve
mutlu olmuş olduğunu söylemiş oldu.’ Bu nasıl cümle!? Gel de sinirlenme! Bu cümleyi ‘Yanımda
gördüğünüz genç izlediği maçın oyuncularıyla aynı derecede heyecanlı ve mutlu olduğunu söyledi.’
şeklinde söylesen bir tarafın mı eksilir? Sabah programı sunucusu: ‘Sevgili seyirciler, yarın aynı saatte size
burada bekliyor olacağım.’ Allah seni bildiği gibi yapıyor olsun!! Olmak yardımcı fiili isim köklü kelimelerle
kullanılır: traş olmak, mutlu olmak, hazır olmak, yardımcı olmak gibi.. İstisnaların kaideleri boz madığını da
biliriz: geçmiş olsun vb.
Kısaltmalar da bazen hatalı kullanılıyor. Malum olduğu üzere, Türkçede sessiz harflerin tümü e ile
okutulur: be, ce, çe, de, ..me, ..re, .. ze. Bazen h ve k harfleri – tabii ki yanlış olarak a ile okutulur: ha, ka
diye. Seçim arefesindeyiz. Liderler meydanlarda rakip partileri eleştirirken isimlerini genellikle kısaltmalarla
söylerler: MeHaPe, CeHaPe, HaDePe, AKaPe. Bazı kurumların isimleri de yanlış telaffuz edilir: SeSeKa
(şimdi SeGeKa), İHaLe, TeSeKa vb. Hepsi yanlış çünkü bütün bu kısaltmalar Türkçedir ve Türkçe olarak
okunması lazım. TaBaMaMa olarak neden okunmaz, TaRaTa neden denmez? Sanatçı İsmail YeKa da bu
hatadan nasibini almış çok mu? Dilimizi düzenleyen, kontrol eden, araştıran ve geliştiren kurum olan
TeDeKa’nın da başına aynı taş düşmüş – farkında mısınız?
39
Birgül AL
Şiir
O Yer
O Yer
Bir okyanusu aşmış kadar yakındım gelişine
Hüznü aştığım bir yer var elbet
Sensizliğe dokunabileceğim mesafede
Gözlerim ve ellerim uzaklığında
Olmuş ve hiç olmamış bir yer duruşu
Hatırlayamadığım adın
Harcadığım boşa zamanın
Ve kaybolan şehirlerin çıkmazlarında
Yitmişliğin
Kimsesizliğin
Cümlelerimin sustuğu tükenmişlik duruşunda bir yer
Pişmanlığın
Kendime yenilmişliğin
Feryatların
Ah ile vah arası aşmışım gibi yaklaştığım gize
Gurur dediğin bir adımlık mesafede
Biz de birikenlerin yerinde buluşalım mı seninle
Yaşanan ve yaşanamayanların karıştığı o yer
40
Kaderdeki yazıların
Kalemin
Mürekkebin
Sayfaların
Şiir izdüşümü paragrafların
Seni ve beni anlatan kitap arası ayıraçların
Aşk ve nefretin ikilemindeki çırpınışların
Patikalarında yürüdüğümüz yolların
Bazen koynunda çaresizliğin
Bazen isyanıyla haykırışların
Gözyaşı ve tebessümün karıştığı yer de buluşalım
İtiraf ve inkar
Anlam ve arayışların
Aşk ve inancın teğet geçtiği bir yer
Çaresizliğin girdabında dibe vuruşların
Neden niçin'lerin ve nasıl’ların
Yılgınca cevap arayışların
Bazen bıkkınlığın kısır döngüsünde dargınlığın
Kendine idam hükmüne infazın
Vah ölen benmişim musalla taşındaki
Alışıyorum da sanki
Başka başka daha var mı sancılarıma katacaklarım
Bazen yüreğimin acılarımdan ne de bahtiyarım
Cenneti cehenneme mesken edindiğim yer
Ölenler yaşayanlardan daha canlı ve taze
Yüreğimde aşk
Bir yanım iyi ki bir yanım keşkelerinde o yer
Düşlerim kavuşmak
Adım bağışlamak
Martı dilinde özgür öyle barışık yüreğiyle
Rüyalarım ayrılık
Bir şiir kadar gözlerimde öyle buruk
Bir dörtlüğün çoğaldığı yerde buluşalım mı seninle…
41
Nurdan OFLAZOĞLU
İnceleme
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
c
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
Oktay Sinanoğlu,(1934-2005, Bari, İtalya) Türk kuramsal
kimya mühendisi ve moleküler biyologdur.
Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının
ilk profesörlerinden biri oldu. DNA sarmalının çözelti içinde o biçimde
nasıl durduğuna açıklama getirdi. Dünyanın pek çok yerinde buluşları
ve kuramları ile ilgili konferanslar verdi.
1980'li yıllarda çalışmalarını kimya biliminin basit bir şekilde
öğretilmesine yönelik bir kuramsal çerçeve üzerinde yoğunlaştırdı.
Ancak 1988'de yayımlanan çalışmaları akademik dünyada ilgi
görmedi. 1993'te Yale Üniversitesindeki profesörlük görevlerinden
erken sayılabilecek bir yaşta emekliye ayrıldı. Aynı yıl Türkiye'ye
dönerek Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya
Bölümü'nde profesörlüğe atandı. 2002 yılında bu görevden de
emekliye ayrıldı. Yine hocanın birçok çalışma yaptığı alan var:
matematik, moleküler biyoloji, fizik, astrofizik, nükleer fizik, kimya.
Hatta kimya üzerine yaptığı çalışmalarla iki kez Nobel Ödülü’ne aday
bile gösterilmiştir.
Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok Türk
ulusal kimliği ve Türk diliyle ilgili milliyetçi görüşlerini yaymaya adadı.
Eğitim dilinin resmi dil olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli
olarak öğretilmesinin gerektiğini savunmaktadır. Matematiksel
yapısından dolayı Türkçenin en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir.
Oktay hocanın Türkçeye karşı ciddi bir hassasiyeti vardır.
Kendisi de yabancı dilde eğitim almasına rağmen der ki: Öğrenciler
için İngilizce okutulan fen bilimleri dersi Türkçe olarak okutulan dan
%20 daha anlaşılırdır. Bu yüzden Türkçe eğitim daha etkilidir.
Sonuçta ana dilde öğrenim bir başkadır diyerek bu görüşe
katılabiliriz. Türkçe üzerine de çalışmaları vardır. Oktay
Sinanoğlu’nun Türkçeyle ilgili görüşleri aşağıda belirtilmiştir:
Öz Türkçe sözü, sahte sağ, sahte sol çatışmasının yoğun
olduğu yıllarda yıprandı; iki tarafın da elli yıl süren bağnazlığı, dar
görüş ve saplantıları, Türkçe sevgisi ve merakı yerine ona ipe sapa
gelmez bir acayip “sağ-sol” siyaseti karıştırmaları Türkçeye zarar
verdi; Türkçenin ikiye bölünüp iki parçasının da eritilmesine zemin
hazırlamış oldu.
42
BÖL VE YÖNET
Biliyorsunuz, 1950’lerden başlayarak, birçok üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de
birer sahte sağ ve sahte sol yaratarak hakiki solcular da gerçek milliyetçiler de ezilmiş, bu iki görüşü,
felsefeyi birer kelimeye (sol = anti-faşist, sağ = anti-komünist) indirgeyerek milleti ikiye bölmüş, gençleri
birbirine kırdırmıştı. Bu bölünme Türkçeye de bulaştı: Türkçe severler, dilciler, edebiyatçılar bile ikiye
bölündü. Eski Türkçe, Türkçe yerine icat edilen iki laf, Osmanlıca ve Öz Türkçe kullanılır oldu. Sağcıları
“Osmanlıca”, “solcuları da “Öz Türkçeci” idiler. Halbuki iki laf da yanlıştı.
“OSMANLICA” NE DEMEK ?
800 - 900 yıllarından başlayarak, Türklerin Müslüman olmasıyla Türkçeye bazı Arapça, Farsça
kelimeler girmiş ama Arapların fethettiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin yerli halkları eski dillerini
kaybedip Araplaştıkları halde, Türkistan ve sonra bugünkü Türkiye’de Türkler hep Türk kalmışlar yani
Türkçelerini korumuşlardı.
Asya Türklerinin binlerce yıllık çok derin ve üstün bir kültürü, uygarlığı vardı. Osmanlıdan önceki o
devir Selçuklu gibi Türk devletlerinde de, Osmanlı döneminde de “Eski Türkçe” diyebileceğimiz aynı dil
vardı. Peki “Osmanlıca” lafı nereden çıktı? (Allah Allah, Selçuklulara, hatta daha öncekilere de mi “Osmanlı”
diyeceğiz yani?) Bu adın İngilizler tarafından XIX. yüzyıl sonunda takıldığı rivayet edilir. (Üzerine basarak
söyleyelim: ?Eski Türkçenin sadeleştirilmesi, şanlı Osmanlı atalarımıza yöneltilen düşmanlıkla
karıştırılmamalıdır. Ona düşmanlık, babana, dedene, kendine düşmanlıktır. Ayrıca unutmayalım ki
Selçuklular, sonra Osmanlılar olmasaydı bugün Türkiye’de ne Türk ne de Türkçe olurdu.)
43
YA “ÖZ TÜRKÇE “?
“Öz Türkçe” sözü de yanlış. Her dilde, halkın gündelik dili ile hukuk dili, tıp dili, bilim dili, felsefe,
hatta kısmen edebiyat dili arasında fark olur. Özellikle çoğu Batı dilinde, bu üst dili sadeleştirmek, halk
diline yaklaştırmak mümkün değildir. Çünkü öyle dillerin (hele İngilizcenin) fazla bir geçmişi olmayıp ileri
düzey terimleri Latince ve eski Yunancadan türetilmiştir; kendilerinin kök dilinden türetme kuralları yok veya
kalmamıştır (Roma İmparatorluğu etkisi). Türkçe ise en az on bin yıllık bir Avrasya dili (öbür kıtalara da
taşmış); belki de en eski dil. Matematik gibi olan kuralları, terim üretme yetenekleri binlerce yıldır yaşıyor.
Bu kuralları iyi bilen herkes her devirde, her dal, her meslek için gerekecek yeni kavramlara karşılık
terimleri türetebilir, o konuda eğitimi olmayan herhangi bir kişi de, aşağı yukarı ne ifade edildiği hakkında bir
fikir sahibi olabilir. Bu kurallar Türkçenin her lehçesinde de, en eski Asya Türkçesinde de, günün halk
Türkçesinde de mevcuttur. O halde bu şekilde türetilen terimlere “Kök Türkçe” dememiz daha uygundur.
(Ve işbu adı burada şimdi öneriyorum). “Kök Hücre” diyelim; zaten “Öz Türkçe” sözü, sahte sağ, sahte sol
çatışmasının yoğun olduğu yıllarda yıprandı; iki tarafın da elli yıl süren bağnazlığı, dar görüş ve saplantıları
Türkçe sevgisi ve merakı yerine ona ipe sapa gelmez bir acayip “sağ-sol” siyaseti karıştırmaları Türkçeye
zarar verdi; Türkçenin ikiye bölünüp iki parçasının da eritilmesine zemin hazırlamış oldu.
Atatürk döneminde ulusal hamleler yapılırken, yeni bilim/teknik terimleri kesinlikle Batı dillerinden
alınmayacak, ?Kök Türkçeden türetilecek, bu suretle sair Avrasya Türk lehçeleri, ve (o da zaten “Kök
Türkçe” olan) halk dilimizde de yeniden bütünleşme sağlayacaktı. İşte Atatürk’ün Dil İnkılabı aslında bu idi.?
(Aydınlık Dergisi, 29 Mayıs 2005, sayı 932, sayfa 56)
TASFİYECİLİKTEN DOĞAN BOŞLUĞA İNGİLİZCE BOZUNTUSU TARZANCA SÖZCÜKLER
HÜCUM ETTİ
Gaye bin yıldır halk diline kadar girmiş, bazısı manevi manalar da taşıyan sözcükleri tasfiye etmek,
“Eski Türkçeye ,Osmanlıca” diyerek bizi tarihimize, atalarımıza yabancılaştırmak, Türk dünyasının o
zamana dek mevcut olan ortak Türkçesini, ortak edebiyatımızı bertaraf etmek değildi ama 1950’ler ve
sonrası, bilim/tekniği (kök) Türkçeyle yapma gayesinden uzaklaştığı gibi mevcut eski Türkçe kelimelerin,
halk diline ve edebiyatımıza iyice yerleşmiş olanlarının bile tasfiyesi yoluna gidildi. Oluşan boşluğu vaktiyle
“Anglomanlıca” adını taktığımız İngilizce bozuntusu, “Tarzanca” sözcükler hücum etti. Bunlar halk diline,
edebiyat, basın-yayın diline sokulmak istendi. Ne Eski Türkçe ne Türkçe! Yerine “Anglomanlıca”
Bilim/teknik/tıp dilinde de aynı tutum sergilendi; Eski Türkçe mevcut terimlerden vazgeçildiği gibi, Kök
Türkçeden terim türetme yerine “Tarzanca” ile eğitimle derinden desteklenen yabancı, “Anglomanlıca”
salatası yeğlendi.
TÜRKÇE KONUSUNDAKİ İLKELERİMİZİ SIRALAYALIM:
1. Eski aydın diliyle, halk diliyle, tarihi ve günümüz Avrasya lehçeleri ile Türkçe bir bütündür. Tümüyle
kullanılmalı ve öğretilmelidir. Türkçenin bütünü etrafında tüm aydınlarımız birleşmeli; Türkçe, tarihimizle
geleceğimiz arasında, hem de Avrasya coğrafyasındaki Türk halkları arasında yeniden köprü olmalıdır.
2. Türkçenin bölünmesine ve tasfiyesine hayır, zenginleştirmeye evet.
3. Kavramların eski- yeni Türkçe karşılıkları dururken, “Anglomanlıca”, “Tarzanca” laflar kullanmayacağız.
Örneğin, “teferruat” ve “ayrıntı” dururken “detay” deme züppeliği de ne oluyormuş?
4. Yeni kavramlara karşılıklar, binlerce yıllık ve halk diliyle de bağdaşıl olan Kök Türkçenin matematik gibi
terim türetme kurallarıyla karşılanacak; bu kuralları okulda herkes iyi öğrenecek. Kavramları Türkçe başka
türlü (ve çoğu kez Batı dillerinden daha uygun ve güzel) ifade ederiz.
5. Bin yıldır kullandığımız, bazılarını Arapça, Farsça köklerden Türklerin türettiği, çoğu halk diline kadar
girmiş “Eski Türkçe” sözcükleri tasfiye etmemeli, onları da kullanmalı ve öğretmeliyiz ki geçmişimizle,
atalarımızla, edebiyatımızla bağlarımız kopmasın.
44
6. Eşanlamlılar hakkında ilke: Her dilde eşanlamlı gibi başlayan kelimeler zamanla anlam kaymasına uğrar;
her birisi biraz değişik anlama gelmeye başlar. Bu dili zenginleştirir. (Laf, söz; kelime, sözcük, bilim, ilim
ikililerindeki gibi.) Ayrıca her kelimenin üstünde tarih ve kültür birikimini yansıtan bir “çağrışım bulutlu”
vardır. Tüm bu sebeplerden “Eski Türkçe”, “Kök Türkçe” tüm sözcükleri korumalı ve kullanmalıyız.
Türkçede “münakaşa”, “müzakere”, “münazara” birbirine yakın ama önemli değişik anlamlara gelir. Bunları
atıp yerine sadece, kendisi de çok güzel bir “Kök Türkçe” sözcük olan “tartışma”yı koyarsanız dili
fakirleştirir, yaratılan boşluğu “Tarzanca” kelimeler dolmasına yol açarsınız.
7. Eski-yeni her türlü güzel Türkçesi dururken İngilizce bozuntusu laf paralamanın kökeninde yabancı dille
(genelde şimdi “Tarzanca”) eğitim yatıyor. Bu sömürge, bu misyoner okulu türü eğitim çocuklara aşağılık
duygusu aşılarken, bir yandan da düşünme kabiliyetini köreltmekte, ulusal bilinci de yıpratmaktadır.
8. Garip İngilizcemsi dükkan, işyeri, şirket, renkli, allı pullu, ”magazin” türü dergi/mecmua adları salgınının
da kökünde aynı aşağılık duygusunu, sömürge ruhunu ve tabii yabancı dille eğitimi bulabilirsiniz. İlkemiz,
yabancı dille eğitime hayır, mesleğe göre gerekebilecek yabancı dilleri ayrıca, yabancı dil derslerinde,
yabancı dil öğretme uzmanı öğretmenlerle öğretmeye “evet” olacaktır. (Atatürk’ün milli eğitim ilkesi de
buydu.)
9. Her düzeyde okullarımızda “Eski Türkçe”, “Kök Türkçe” hepsi çok iyi öğretilecek, son on yıl öncesine
kadar olduğu gibi binlerce yıllık edebiyatımızın tümü okutulacak. Gençler, 40-50 yıl önceki bir yazıyı
anlamakta zorluk çekmeyecek. Nerede görülmüş? Atatürk’ün “Büyük Nutku”nu bile “sadeleştiriyoruz”
bahanesiyle tercüme edip anlamını bile kasten değiştiriyor; üstelik ruhunu, üslubunu, gücünü yok diyorlar.
Herkes, yazar nasıl yazdıysa aynen öylesini okuyup anlayacak. Yoksa, zaten ne edebiyat kalır, ne yazar.
(Aydınlık Dergisi, 932,933, 5/12 Haziran 2005 sayıları)
Bütün bunları okuyup değerlendirdikten sonra bir kanıya varıyorsunuz. Söylenenler, saptamalar
doğru. “Eski Türkçe”, “Kök Türkçe” yaklaşımı bana ters gelmiyor. Cıvıklaşmaya başlayan kültür
emperyalizmine ve her türlüsüne karşı tavır almaktan başka çıkışımız olmadığı gerçeği bir kez daha
doğrulatıyor kendini.
Dilimizi yabancı sözcüklerden ayıklarken, yüzyılların süzgecinden geçerek gelen, çoğu değişime
uğramış, dilimizde farklı söylem kazanmış Arapça ve Farsça kökenli sözcüklere eskisi gibi itici bakmamayı
öğreneceğim ilkin! Hele hele Türkçesini bulamadığım ya da oturmayan sözcüklerin yerine “Eski
Türkçe”den alacağım kelimeleri kullanmaya çalışacağım. Kültür emperyalizminin öne çıkardığı Batı
dillerinden sözcük yerleşmesine karşı dilimi korumayı sürdüreceğim.
İyice biliyoruz ki dilimizi koruyup geliştirmek yurdumuzun ulusumuzun geleceği ile bağlantılıdır.
Emperyalizme karşı direnmek ve ulusal dirliği güçlendirmek dilimize yapılacak katkıların en büyüğüdür.
45
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun önerdiği sözcüklerden bazıları eskiden kullanılan ama zamanla
unutulmuş sözcüklerdir.
SÖZCÜKLER
Türkçe Yabancı Karşılığı
Örütbağ İnternet
Evrenkent Üniversite
Hızlı Katar Tren
Dirilbilim Biyoloji
Teknikbilim Teknoloji
Tezyemek Fast Food
Çay Evi-Kahvehane Cafe
Neft Petrol
Basın-yayın Medya
Gezim Turizm
Gezgin Turist
Ruhbilim Psikoloji
Hekim Doktor
Bölümce Fakülte
Orta Okul Rüştiye
Yakıt yağ Fuel oil
46
Esra ALTINTIĞ
Şiir
Gel
Gel
Sen yoksan sensizlik sarar her yerimi
Geceler boyu düşlerimde
Gecem aydınlanır gözlerinde
Ne zaman bir ben düşünsem
O ben önce sen
Sonra biz oluverir hemen
Kalpteki sevginin yerini almışsa kırık düşler
Gecelerin sonu geç gelmisse eğer
Ve sen kendini bende bulamazsan
Bu kalp yanmaya alışıp kendini yok etmeden
Gel o zaman geç olmadan gel
Gel bizi kaybetmeden gel
47
Günsel İSLAMOĞLU
Şiir
Güneşi Kovdum Artık
Güneşi Kovdum Artık
Hayat tatsız Aş tuzsuz Güneş de ısıtmıyordu zaten. Yollar yokuş Yollar karanlık Güneş de aydınlatmıyordu zaten. Hayaller gitmiş Umutlar sönmüş Güneş de parlamıyordu zaten. Hasretin ateş Gözümde yaş Güneş de kurutmuyordu zaten. Ömür geçmiş Ömür bitmiş Güneş hiç doğmamıştı zaten. Güneşi kovdum artık Peşimde dönmüyordu zaten.
48
Yaren ATAY
Kitap İncelemesi
Alaska’nın Peşinde
Alaska’nın Peşinde
“Geleceği hayal etmek, bir nevi nostaljidir. Çünkü bütün
hayatını labirentte mahsur kalıp bir gün oradan nasıl çıkacağını,
bunun ne kadar müthiş olacağını düşünerek geçirirsin ve geleceği
hayal etmek devam etmeni ama bunu hiç yapmamanı sağlar.
Geleceği yalnızca o andan kaçmak için kullanırsın."
Aynen böyle demişti Alaska Miles’a. Ama onu bu maceraya
sürükleyen “Büyük Belki”nin ne olduğunu bulmasına öncülük ederken
farkında olmadan onu kendi labirentine çekecekti. İlk içki, ilk şaka, ilk
dost, ilk aşk, son sözler… John Green’in kaleminden bizleri kendi
labirentine sürükleyeceği başyapıtıyla karşınızdayız.
Miles Halter, ünlülerin son sözlerine bayılan, sıradan bir
gençtir. Evindeki güvenli hayata katlanamadığından François
Rabelais'nin ölmeden hemen önce "Büyük Belki" olarak betimlediği
bilinmezin ne olduğunu bulabilmek için yatılı bir olan okula Culver
Creek Lisesi’ne yazılır ve orada onu tanıştığı zeki, komik, son derece
güzel, bir o kadar da perişan ve dengesiz bir halde olan Alaska
Young da dâhil olmak üzere birçok şey beklemektedir.
Kısaca diğer karakterleri de incelersek, Chip Martin Boyu bir
buçuk metre kadar fakat "Bir Adonis maketi gibi yapılı"dır. Alaska'nın
en iyi arkadaşı ve Miles'ın oda arkadaşıdır. Takma adı ise "Albay"
Alaska'nın hazırladığı şakaların ardındaki stratejik beyninden gelir.
Yoksul bir geçmişi vardır. Sadakat ve onura kafayı takmıştır. Takumi
Hikohito Alaska ve Chip'in rap müziğe şaşırtıcı bir yeteneği olan
arkadaşı. Sık sık Miles, Chip ve Alaska'nın planlarından dışlanmış
hisseder. Lara Buterskaya Roman göçmenidir. Alaska'nın arkadaşı
ve kısa bir süreliğine Miles'ın kız arkadaşı olur.
Mr. Starnes Culver Creek'in rehber öğretmenidir. Roman
boyunca birçok kez Miles, Chip, Alaska, Takumi ve Lara tarafından
yapılan eşek şakalarına maruz kalmıştır. Dr. Hyde, Culver Creek'te
Dünya Dinleri öğretmenidir. Uzun süredir öğretmenlik yapmaktadır ve
soluma sorunu yaşamaktadır fakat bunlar onun derslerine ve
konularına olan tutkusunu engellemez.
49
John Green’in anlatımdaki samimiyeti, zekice esprileri ve düşündüren sözleri kitaba olan ilginizin
daima kalmasını sağlıyor. Şahsen ben bir iki güne kitabı bitirmiştim. Normalde böyle kitapları fazla
okumam. Hatta aynı yazarın “Aynı Yıldızın Altında” romanını okuduktan sonra ister istemez adamın yazdığı
tüm kitaplara bir önyargı oluşturmuştum.
Ancak bu kitabı okuduktan sonra bunun ne kadar saçma olduğuna karar verip daha objektif
bakmaya başladım. Bu da bu kitabı incelemem için başka bir nedendi. Ayrıca beni labirentimden
çıkartmasa da onun bir parçası olan ön yargı duvarımı kırmamı sağladı. Umarım siz de kendi hayat
labirentinizden çıkmanın yolunu bulabilirsiniz.
50
Gül Gürdal DURMUŞ
Gezi – Seyahat
Mardin Gezisi
Herkese tekrar merhaba…
Benim mevzum gezi olunca ve ay da bahardan olunca bu
yazıda da bu mevsimde gidebileceğimiz yerlerden birinden
bahsetmek istiyorum. Bu güzel ayda umarım her şey yolunda ve
istediğiniz gibi olur temennisiyle özelliklede tatil planları yapanlar,
farklı yerler, deniz kum güneş üçlüsünden başka alternatifler
arayanlar için buyurun;
Dini motiflerin birleştiği, ırkların kardeşliğinin devamlı yeşerdiği,
tarihin muhteşem güzelliği Mardin’dir buranın ismi… Şiir gibi de oldu
zaten şehir şiir gibi.
Manastırlar, kiliseler, camiler, kervansaraylar tek tek anlatmaya
hakikaten sayfalar yeterli olmaz.
Süryani kiliselerini görmek, taş yapılı camileri ziyaret etmek değişik
lezzetleri keşfetmek güzel insanlarla sohbet etmek istiyorsanız
hemen rezervasyonlarınızı yaptırınız
Burada tarafımdan otel isimleri vermek doğru olmaz ama Midyat’ta
kalmanızı önerir ve internetten de bölgedeki otel yorumlarını dikkate
alarak bir tercih yapmanızı söyleyebilirim.
Bu şehirde o kadar çok gezilip görülecek anlatılacak yer var ki hiçbir
şey yapamasanız sadece elinize bir fotoğraf makinesi alıp sokakları
dolaşsanız bile etrafınıza hayran hayran bakarak fotoğraf çekerek
günün nasıl bittiğini anlamazsınız ki gecelerini de es geçmeyin gece
de muhakkak fotoğraf çekin.
51
Evlerin yapısına taşların işlenişlerine esnafın misafirperverliğine çok yeşil bir görüntü
olmamasına rağmen şehrin size verdiği huzura rahatça güvenli bir şekilde yürüyüşün keyfine
doyamayacaksınız.
Sokaklara araçlar girmiyor bu çok hoş ve o sokaklarda göreceğiniz eşekler hem yük hem de
çöp taşımaya yardımcı oluyorlar. Taşların sokaklara bu kadar çok yakıştığına şaşıracak ve
her yere el sürmek isteyeceksiniz, emin olun.
Mardin Kalesi’ne çıkıp şöyle bir süzün şehri..Kartal Yuvası da deniyor buraya. Birçok
medeniyete ev sahipliği yapan şehrin kalesi şehri korumak için de birçok savaşa elbette
tanıklık ediyor. Bugün surların bir bölümünün sadece temelleri görülebiliyor. Kalenin ovadan
yüksekliği bin metre civarında.
En çok telaffuz edilen isimlerden biri de Deyrulzafaran Manastırı. Mardin’in yaklaşık 4 km
doğusunda ovaya hakim bir noktada konumladırılmıştır ve üç katlı bir yapıdır. Sıvasında
safran kullanıldığı için farklı bir sarı rengi vardır. Taş nakışları, ahşap el işlemeleri, kemerli
sütunları gerçekten göz kamaştırır ve Süryaniler için bugün önemli ibadet merkezlerinden
biridir ki dünyanın her yerinden buraya özellikle Süryani turistler dua ve bereket için gelirler.
En büyük özelliklerinden biri de içinde 52 Süryani patriğinin mezarının bulunmasıdır. İlk tıp
fakültesinin de burada kurulduğu söylenmektedir.
Meryem Ana Kilisesi de muhakkak görülmesi gereken yerler arasındadır mesela. Kasımiye
Medresesi en önemli eserlerden biridir. 15. y.y da yapılmıştır. Bu şehirdeki felsefenin
boyutunu şehrin içinde gezerken iyice hissedeceksiniz ki bu medresede yaptırılmış olan
çeşmede insan ömrünü suyla tasfir eder.
52
Mardin’le ilgili en çok duyulan isimlerden biri Midyat’tır. Mardine yaklaşık bir saatlik
mesafededir bu güzel ilçe. Zamanla Midyat halini almış kelimenin aslı Süryanice’dir ve
vatanım anlamına gelir. Midyat denilince akıllara ilk gelen şeylerden biri gümüştür. Gümüş
burada ince ince işlenir ve ortaya telkâri denilen bir sanat eseri çıkar. Burada da Süryani
kiliselerini ziyaret edebilirsiniz elbette ama Mor Gabriel diğer adıyla Deyrul Umur Manastırını
görmeden gitmeyin.
Ulu cami, Hatuniye Medresesi, Marufiye Medresesi… kent müzesi ve bir dolu
gezilecek yer var ki ez cümle gidilip görülmesi gereken şahane yerlerden biridir Mardin.
53
Ve son olarak bu gün bakır işlerine motif olan bir efsaneyle veda edelim Şahmeran
efsanesi (alıntıdır):
Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis'te ve Mardin'de.
Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde.
Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp'ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
- Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.
Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp'ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran'da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde. Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış.
54
Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp'ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran'a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp'ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:
- Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.
Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş. Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormTahmasp'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş.uş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.
Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar.
Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp'ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp'a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler. Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp'a dönmüş: Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş. Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.
Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp'ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp'a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş…
55
HAZİRAN SAYIMIZDA
YİNE, YENİDEN
BULUŞMAK DİLEĞİYLE
…