gencay dergisi - sayı 30 - temmuz 2014
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 30 - Temmuz 2014 http://www.gencaydergisi.comTRANSCRIPT
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 3 Sayı 30 - Temmuz 2014
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
ANKARA TÜRK OCAĞI AÇILIŞ KONUŞMASI / Hamdullah Suphi TANRIÖVER
TÜRK OCAKLARI’NIN TARİHİ MİSYONUNDAN BUGÜNE BAKIŞ / Mehmet ALTINTAŞ
DOĞU TÜRKİSTAN’DA BİR İTTİHATÇI: AHMET KEMAL İLKUL / Mustafa GAZEL
ANKARA TÜRK OCAĞI VE KAPATILMASI/ Metehan ÇAĞRI
BİR TÜRKÇÜ’NÜN ÜTOPYASI / Sergen ÇİRKİN
TÜRK OCAKLARI, MUSTAFA KAFALI VE ANAHTAR / Fatma Özge ÖZDEMİR
TARİH BUNU DA YAZAR / Çağhan SARI
SONSUZ SALTANAT / Veysel Gökberk MANGA
Y KUŞAĞI NESLİN TÜRK OCAKLARI’NA BAKIŞI / Serhat KAHRIMAN
TÜRK OCAKLARI VE MİLLİ ŞUUR / Ziya GÖKALP
GENCAY
1
GENCAY
2
GENCAY
3
TÜRK OCAKLARI’NIN TARİHİ
MİSYONUNDAN BUGÜNE BİR BAKIŞ
Mehmet ALTINTAŞ
Dünya tarihini hemen şöyle kabaca bir
tasnife tabi tuttuğumuzda, muhakkak
suretle en mühim bir safha olarak, modern
çağı yani, modernizmin ifade ettiği
teknolojik gelişmeleri, açık düşüncenin
gelişmesini, pozitivizmin yaygın
egemenliğini ve mutlaka uluslaşmayı ifade
etmek mecburiyetinde kalırız.
Halen üzerinde ayakta durduğumuz
dünyanın en mühim amili, bugünkü
dünyanın inşasının en mühim harcı, işte
bu 'ulus' kavramı ve onun etrafında
gelişen 'ulus devletler' olmuştur. Avrupa
aydınlanmasının bir mahsulü olarak
ortaya çıkan bu kavramlar, zamanla doğu
ve batı dünyasını şekillendiren, yeniden
biçimlendiren en gerçek bir araç olmuş,
neredeyse bütün sosyal, siyasal, ekonomik,
askeri içerikli alt mefhumlar, hep bu iki
ana kavramın etrafında gelişip durmuştur.
19. yüzyıldan itibaren ve hususan 20.
yüzyılın başlarında, 'uluslaşma' meselesi
bizim topraklarımızda da en belirleyici bir
etken olarak karşımıza çıktı.
İmparatorluğumuzun topraklarında
yaşayan etnik ve dini asabiye sahibi birçok
grup, ardı ardına isyan bayrağını çekip,
uluslaşmaya doğru yelken açtı, ayrışma
yolunu seçti. Neredeyse bir asra yayılan
bütün bu süreç boyunca, kendini
İmparatorluğun gerçek sahibi sayan
Türkler, bir şekilde işlerin yoluna
gireceğine ve imparatorluğun hayatına
devam edeceğine inanıyorlardı. Bunun ne
şekilde olacağını neredeyse kimse
bilmiyordu, fakat kitlenin pek mühim bir
kısmı, bilinçaltlarının derinliklerinden
gelen bir rahatlık telkiniyle atalete
sürükleniyor, tehlikenin kendilerine bir
şekilde ulaşabileceğine kesinlikle
inanamıyorlardı.
Yazık ki işler hiç de beklenildiği gibi
gitmedi. Bu rahatlık duygusu özellikle
Balkan uluslarının ayaklanması ile bir
anda kendini korkuya salan bir telaşa
dönüştü. Millet hiç de hazır olmadığı bir
anda yakalandı bu telaş haline.
Düşünmeye pek fazla vakit bırakmayacak
biçimde hızla gelişti bütün olaylar. Her şey
kötüye gidiyordu ve böyle gitmeye devam
ederse pek yakında ortalıkta bu yangından
kurtarılabilmiş hiçbir şey kalmayacaktı.
Münevverler, batılı usullerin tatbikiyle,
inkılaplar yapmakla işleri yoluna koymayı
GENCAY
4
deniyorlar fakat her yama yeni bir buhran
yaratmaktan başka bir işe yaramıyordu.
'Uluslaşma' imparatorluğu parçalıyordu.
Hikâyenin bu en kötü kısmından sonra
milletimize nefes aldıracak bir takım yeni
fikirler ve onların tatbikçisi kurumlar
oluşmaya başladı. Bu fikirlerin en mühimi
Türkçülük ve kurumların ise hiç şüphesiz
Türk Ocakları olmuştur. Türk Ocakları'nı
kuran milliyetçi aydınlar, 'ulus' realitesini
Türkler lehine kullanma iddiasıyla ortaya
çıktılar. Bu bir anlamıyla imparatorluk
bünyesine bir karşıtlık içeriyordu.
İmparatorluğun çok uluslu, çok dinli
yapısına karşın, Ocak tek uluslu bir yapı
öneriyordu.
Türk Ocağı'nın 1912 de yayımlanan ilk
Esas Nizamnamesi’nin ikinci maddesi
şöyle söylüyordu: “Ocağın amacı, İslam
kavimlerinin en mühimlerinden olan
Türklerin milli terbiye, sosyal, iktisadi ve
ilmi seviyelerinin ilerletilmesiyle Türk ırk
ve dilinin kemaline çalışmak.” Türk
Ocağı’nın ilk reisi Ahmet Ferit Bey, Ocağın
maksadına dair şunları yazmıştı: “ (...)
Türk'ün maruz olduğu sefaletleri
gidermek, onu duçar olduğu
hastalıklardan kurtararak zinde ve faal bir
hale koymak...”
Ocaklar bu gayelerle çalışmaya ve
Türklerde bir 'ulus-milliyet' bilinci
oluşturmaya başladılar. İşte başlıkta
kastettiğimiz “Türk Ocakları'nın tarihi
misyonu” budur. Tarihi misyon, Türk
Milleti’ni ve ona dayanan Türk
Milliyetçiliği’ni yeniden yaratmak...
Bunun altına sıralanabilecek ikinci ana
misyon, Ocağın milli bir mektep olma
iddiasıdır. Biz bu yazıda bu iki ana
misyonu bugünkü Türk Ocakları'nın hangi
ölçüde temsil edebildiğini cevaplamaya
çalışacağız...
Türk Ocakları elbette ki millet hayatımızda
başka pek çok misyonu daha yerine
getirmiştir; bugün Türkiye'de millete
hizmette bulunan neredeyse her faaliyet
sahasının öncülüğünü ocaklar yapmıştır.
Eğitimden-sanata, sağlık hizmetlerinden-
spora, entelektüel çabalardan tarıma
kadar akla gelebilecek her sahada, genç
cumhuriyetimizin yolunu Türk Ocaklılar
çizmiştir. Bununla birlikte bütün bunlar
esas gayelerin hizmetkârı sayılabilecek
daha küçük çalışmalardır. Her ne
hikmetse, şimdilerde Türk Ocakları'nın
tarihi misyonlarına dair konuşanlar,
geçmişte kurduğumuz spor kulüplerinden
ve dispanserlerden bahsetmeyi, bir ulusun
yaratılması gibi muhteşem bir gayeden
bahsetmeye tercih ediyorlar!
Türk Ocakları'nın 1912-1920 arasındaki
faaliyet sahaları ve usulleri ile 1922-1931
yılları arasındaki ikinci devredeki
faaliyetleri arasında farklılıklar vardır.
Birinci devrede, yıkılmakta olan bir
imparatorluğun hayatını devam
GENCAY
5
ettirebilmesini sağlamak için çeşitli siyaset
usullerine, sosyal bilimlere, edebiyata ve
tarih bilimine dair tetkik yapmak gibi hayli
entelektüel bir çalışma sahası vardır. İkinci
devrede ise büyük toprak kayıplarından
sonra elde kalmış küçük bir kara parçasına
tutunabilmek gibi daha hayati ve temel bir
ihtiyaca cevap aranmaktadır. Böyle
canhıraş bir hayatta kalma arayışında
elbette çalışma usulleri değişebilecektir.
Her ne haliyle olursa olsun bu iki devre
birbirini tamamlayan, birbiriyle uyumlu
iki parçadan mürekkep bir bütünü ifade
eder. Ocağın son 30 yılında, cumhuriyetle
sorunlu bir takım tiplerin, Türk Ocaklılık
iddiasıyla ortaya çıkıp, 1922-1931 yılları
arasındaki faaliyet ve usulleri eleştirmeleri
iyi niyetli görünmüyor. Yeni doğmuş ve
hayata tutunmaya çalışan bir milli devletin
resmi ideolojisine destek olmak, resmi
ideolojinin bir parçası olmak, millet
hayatına yapılabilecek en büyük hizmettir.
Sözde 'entelektüel' kaygılar adına “resmi
ideoloji” eleştirileri yapmak, cahillik
alameti değilse, su-i niyet emaresidir.
Her ne hal ise... Türk Ocağı'nın mazideki
kıymet ve gücünü, sanırım bir milyon defa
yazmış fakat bir defa bile bugün ve yarın
ne yapılması gerektiğiyle ilgili fikir
üretememiş, söylem ve eylem
geliştirememiş büyüklerimizle aynı
duruma düşmeyelim. Gerçi buraya kadar
yazdıklarımız dahi geçmişle övünüp
avunma çabalarından varestedir. Bugüne
bir misal olsun diye temel bir iki konuya
temas edip, yine bugünkü yanlış yorum ve
yönelişlere bir cevap verme gayretinde
olduk.
Bundan sonraki kısım bugün ve yarın
hakkında olacak. Zaten bugüne ve yarına
dair olmayan her söz ağzımızda bir
kalabalık olarak yer işgal etmekten başka
işe yaramıyor. Ağzı kalabalık, tükenmez
söz sahibi bazı büyüklerimizin neden
meyveye duramadığının cevabı da burada
sanırım! Muhakkak ki toplumsal ve siyasi
meseleleri kendi namına yönlendirip
yönetmek isteyen herkes gibi Türk
Milliyetçileri de sürekli olarak şimdiyi ve
sonrasını anlamaya ve anladığıyla amel
etmeye çalışmalıdır. Gerisi laf-ı güzaf...
21. Yüzyıl karşımızda bir heyula gibi
dikilmiş duruyor. Öyle anlaşılıyor ki bu
asırda hiçbir şey eskisi gibi kalamayacak.
Özellikle sosyal bilimlere ve siyasete dair
kavramlar mutlak bir dönüşümden
kaçamayacaklar.
Peki, 21. Yüzyılda nasıl bir “millet algısı”,
nasıl bir “milliyetçilik” ve nasıl bir “milli
devlet” olacak ya da bunlar olacak mı?
İdeolojik anlamda modernizmin bir ürünü
olan 'ulus' (millet), ve 'ulusçuluk'
(milliyetçilik) postmodern dünyaya nasıl
taşınacak? Bireyin ve toplumun 'kimlik
arayışını' hangi amiller belirleyecek? Birey
kendini konumlandırmak için hangi
bağlara ihtiyaç duyacak? Bunların toplum
ve birey psikolojisi namına tespit edilmesi
gerek. Ocakların buna dönük bir faaliyeti
olduğunu bilmiyorum. Birey ve toplum,
'millet' olarak kalmaya devam
etmeyecekse, 'milliyetçilik' tamamen içi
boşalmış ve anlamını yitirmiş bir kavrama
dönüşecektir. En temel bir mesele olarak
'millet' kavramının geleceğini
tartışmalıyız. Küreselleşme ideologlarının
ağızlarında geveledikleri haliyle; en
azından iktisadi bir zorunluluk olarak,
millet realitesi sonsuza kadar devam
GENCAY
6
edecek. Dünya yüzünde paylaşılması
gereken mal ve çıkarlar söz konusu olduğu
müddetçe, küresel anlamda dünya, bazı
büyük paydaşlara ihtiyaç duyacaktır. Bu
paydaşların her biri kendi içinde mümkün
olduğu ölçüde homojenize olmuş olmalı ki
mal ve çıkarların paylaşımı bir kaosa
dönüşmesin. Küreselcilerin bakış açısı
böyle… Benim şahsi kanaatim, insanların
içlerinde barındırdıkları akrabalık
ilişkilerine dair bağlar ve o bağlara olan
ihtiyaçlar hiçbir zaman tükenmeyecek
olduğu yönünde... Bu ihtiyaçlar,
işlenebildiği, forme edilebildiği müddetçe,
ulusların yaratılması için yeterli bir
malzemedir.
Türk Ocakları'nı temsil yetkisiyle yazıp
çizen, televizyon programlarına çıkan bazı
büyüklerimiz, geleceğin çatı kavramı
olarak, 'millet' yerine 'medeniyet'
mefhumunu kullanmayı tercih ediyorlar.
Bilindiği üzere, medeniyet kavramı
milletler ve devletler üstü bir kavramdır.
Aynı medeniyet çatısı içine birkaç millet,
birkaç devlet, birkaç dil ve hatta birkaç din
bile girebilir (huntingtonun medeniyetler
çatışması teorisini hatırlayalım).
Milletüstü bir kavramı fikir dünyalarının
merkezine yerleştirmekle ne çeşit bir
milliyetçilik üretebileceklerini şimdilik
anlayabilmiş değiliz! “Yeni bir medeniyet
tasavvuru” diye başlayıp, sonsuza doğru
uzanan, fakat dinleyenlerin neredeyse
hiçbir anlam çıkaramadığı bazı sesler
çıkaran Türk Ocaklı büyükler gerçek
anlamda neyin peşindeler onu da
bilemiyoruz(!) Bu “medeniyet” temelli
yapılandırmanın, bir zamanların
“Osmanlıcılık” ya da “Ümmetçilik”
siyasetlerinden hangi yönleriyle ayrıldığı
da pek malum değil.
Hülasa-i kelam Türk Ocakları'nı temsil
yetkisine sahip bazı büyükler, tarihi
misyondan gelen emanete sahip
çıkamıyorlar. Çıkamadıkları gibi, emaneti
incitiyor, “Millet” ve “Milliyet” ve dahi
“Milliyetçilik” aleyhinde bulunmuş
oluyorlar. Ya KAHHAR!..
Ne yapmalı? “Millet” varlığını her türlü
siyasetin üstünde tutacak, gerçek
akademik donanım sahibi münevverlere
yol vermek her halde yapılabileceklerin
başında gelir. Siyasi ikbal beklentisi
bulunmayan, akademik kimliğiyle rüştünü
ispat etmiş ve en önemlisi “Türk Ocağı
Heyet-i Umumisi” azası olmadan da
milliyetçi camiada malum ve meşhur
bulunan şahsiyetlere yol açılmalı.
Kerameti kendinden menkul, kadro işgal
etmekten başka bir hizmeti bulunmayan
ve kartvizitindeki en büyük hane “Türk
Ocakları Filanca Kurul Üyeliği” olanlarla iş
yürümeyeceği açık. Yarınları
kurgulayabilme, fikri ürün ortaya
koyabilme yeterliliğine haiz
akademisyenlerin alt kademeleri binlerce
Türk genciyle doldurulmalı. Bilgi, tecrübe
GENCAY
7
ve heyecanın bir araya gelmesi işleri
kolaylaştıracaktır.
İkinci olarak saydığımız tarihi misyon,
“Ocakların milli bir mektep” olması
iddiasıdır. Hakikatte de bu iddia yerli
yerindedir. Ocaklar milli birer mektep
olmuşlardır. Milli eğitim davamız, milli
tarih yazımı davamız, milli dil ve edebiyat
davamız ve kültür hayatımızı dolduran
nice mühim işler hep ocakta kotarılmış,
ocaklar yoluyla Türk münevverlerine,
Türk gençliğine ve Türk milletine
aktarılmıştır.
Bu çok büyük bir iddia ve çok büyük bir
projeydi. Şubeler toplum hayatının her
yönüyle ilgilendiler. Ocak genel merkezi
milli davaların en mühimleriyle ilgili
çalıştaylar yaptılar. Dil ve Tarih kongreleri
yapıldı. Mustafa Kemal'in de işaret ettiği
gibi Ocakların ışığı herkesi aydınlattı.
Geçmişin bu pek parlak hikâyesi ile
bugünün realitesi birbirinden ne kadar da
kopuk duruyor. Ya bu 'Ocak' o 'Ocak' değil
ya da bu 'Ocaklılar' o 'Ocaklılar' değil. Son
yıllarda, milletin fikir hayatına katkı
sunulamaması, bir defa dahi gündeme
tesir edilememiş olması, bir takım
büyüklerimizi düşündürmeli. Kendini
muhasebeye sevk etmeli. Elbette bu
satırları okurken “şunları şunları yaptık
ya” diye düşünecekler. Biraz adil
bakarlarsa, o eski iddiamıza layık hiçbir iş
yapılamadığını, kendini tekrar eden ve
gündemi yakalamaya çalışan işleri
aşamadığımızı fark ve itiraf edeceklerdir.
Çözüm gündemin önünden gitmekte. Nasıl
ki gerçek anlamıyla okullar, akademiler,
gündeme göre değil, kendi müfredatlarına
göre tedrisat yaparlar, ocaklar da öyle
olmalıdır. Ocaklar siyasetin, şahısların,
nefislerin üzerinde olmalı, kendi usulünce
çalışmaya devam etmelidirler. Buna ne
kadar da uzağız!..
Son sözüm muhataplarına bir anlam ifade
edecektir. Hamdullah Suphi, İstanbul'un
işgalinden sonra Ankara'ya gelir, Mustafa
Kemal Paşa’yı bularak, İstanbul’da Ocağın
kapatılması hakkında şu sözleri eder; “
Türk'e bir tek Ocağı fazla gördüler. Fakat
sıkılmayın, OCAK BİZİM İÇİMİZDE
YANACAKTIR. Bir tanesini kapatırlar, on
tanesini açarız.”
Baki selam, hürmet...
GENCAY
8
DOĞU TÜRKİSTAN’DA BİR İTTİHATÇI:
AHMET KEMAL İLKUL Mustafa GAZEL
RODOS VE İSTANBUL’DAKİ HAYATI
Ahmet Kemal, 1889 tarihinde, Rodos
adasının aynı isimli şehrinde doğar.
Babasının adı Yusuf, annesinin adı Zekiye,
sülale adı Habibzâde’dir. Yusuf Efendi
Muğla’nın Köyceğiz kazasına bağlı Dalyan
kasabasında ticaretle uğraşmakta iken
küçük yaştaki oğlunun hasretine
dayanamayarak ailesini yanına aldırır.
Ahmet Kemal beş yaşına geldiğinde Yusuf
Efendi işi dolayısıyla Rodos’a gider iken
hastalanır ve ardından vefat eder.
Zekiye Hanım, Yusuf Efendi’nin vefatından
iki yıl sonra dört çocuğunu alarak tekrar
baba yurduna, Rodos’a döner. Ahmet
Kemal yedi yaşına geldiğinde, Ahmet
Mithat Efendi’nin Rodos’ta sürgünde iken
kurduğu Medrese-yi Süleymaniye’ye
kaydolunur. Buradaki eğitimini başarıyla
tamamlayarak rüştiyeye kaydolur.
Rodos’ta sürgünde bulunan Vicdani ve
Tevfik Beylerden özel dersler alır. Edebi ve
tarihi kitapları okumaya başlar. Özel
hocaları, Ahmet Kemal de meşrutiyet
fikrinin doğmasına yol açarlar. Hocalarının
isteğiyle yabancı gazeteleri postaneden
almak ve dağıtmakla görevlidir.
Ağabeyi Süleyman Fuat’ın Tefeyyüz
Kütüphanesi isminde bir kitap evi açması
Ahmet Kemal’in kendisini geliştirmesine
katkı sağlar. Başta Namık Kemal’in eserleri
olmak üzere hocalarının tavsiye ettiği
bütün kitapları okur. Bu arada rüştiyeyi
bitirir. Fakat Süleyman Fuat Bey onu
idadiye yollamayarak kitap evinin
idaresine memur kılar. Ahmet Kemal pek
çok kitabın yanında Mısır’da çıkan İttihad
ve Terakki ile Şura gazetelerini de okur ve
satar.
On altı yaşına geldiğinde teyze oğlu Ali
Nazmi Bey tarafından mülazım olarak
adliye kalemine alınır. Burada iki sene
çalışır. On sekiz yaşında Sömbeki
Adası’ndaki muallimlik imtihanını
kazanarak muallim olur. 23 Temmuz 1908
tarihinde Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle
Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır,
İttihat ve Terakkice Rodos’a vali olarak
gönderilir. Ahmet Kemal hürriyetin
ilanından çok memnundur. İttihat ve
Terakki binasında inkılâp lehinde
konuşmalar yapar. Bundan sonraki
hayatında hızla yükselecektir.
Ahmet Kemal, Kalimnos adası baş
muavinliğine tayin edilir. Aynı zamanda
İttihat ve Terakki’nin adadaki
temsilcisidir. Altı ay sonra 1909 yılında
Meis Adası’nın baş muavinliğine tayin
olunur. Burada “Meis Adası Tarihi” adlı bir
eser neşreder. İzmir’de neşredilen
“Ahenk” gazetesine “Adalar Mektubu”
başlıklı makaleler yazar. 1911 senesinin
yaz tatilini İstanbul’da geçiren Ahmet
Kemal payitahttan çok etkilenir ve
ailesiyle buraya göç etmeye karar verir.
GENCAY
9
Fakat İtalyanların Trablusgarp’ı ve
Menteşe adalarını işgali zorunlu bir göçü
doğurur. Ahmet Kemal ve ailesi önce
İzmir’e daha sonra ise İstanbul’a göç
ederler.(1)
Ahmet Kemal muallimlik içim maarif
nezaretinde Süleyman Sami Bey’e
müracaat eder. Yapılan imtihanı kazanarak
Aksaray’daki Rehber-i İttihâd-ı Osmânî
mektebinde Türkçe ve tarih öğretmeni
olarak vazifeye başlar. Aynı zamanda
“Mektebli” gazetesinde şiirler yazar ve
“Afitab” adlı edebi bir risale çıkarır. İttihat
ve Terakki’nin fikirlerini yayan “Hak”
gazetesinde işe başlar. Köprülüzâde Fuat
Bey, bu gazetenin önde gelen
yazarlarındandır. Hak gazetesinde
çalışırken Ziya Gökalp ile tanışır. Gayretli
ve başarılı çalışmaları sonucunda “Hilâl-i
Osmânî” gazetesinin yazı işleri
müdürlüğüne getirilir. Bu gazetedeki
görevi dolayısıyla Dâhiliye Nazırı Talat Bey
ile yakın temas kurar. İttihat ve
Terakki’nin himayesinde bulunan
Beşiktaş’taki İttihat ve Terakki
mektebinde Türkçe öğretmenliği ve daha
sonra müdür vekilliği görevlerinde
bulunur. Okuldaki ve gazetedeki
başarılarıyla büyük takdir toplar. Rodoslu
Ahmet Kemal ismiyle adını duyurur.
Ahmet Kemal almış olduğu vazifeler
sonucunda İttihat ve Terakki’nin güvenini
kazanır. Cemiyetin en gizli işlerinde
çalıştırılır. Talat Bey’in en yakın
adamlarından biri olur. Türkçülük
ideolojisinin teorisyeni olan Ziya Gökalp
ile olan teması onu kendi ifadesiyle “Koyu
bir Türkçü” yapar.(2)
Bu dönemde halifenin oturduğu yer olması
hasebiyle İstanbul, bütün Müslümanların
ve tabiatıyla Türklerin en önde gelen şehri
idi. İstanbul mekteplerinde Türk ve İslam
ülkelerinden gelen öğrenciler eğitim tahsil
ediyorlardı. Bu çerçevede Doğu Türkistanlı
birçok genç sultanilerde, tıp fakültelerinde
eğitim görüyor ve İttihat ve Terakki’nin
himayesi altında bulunuyorlardı. 29 Mayıs
1947 tarihinde Doğu Türkistan Eyalet
Hükümeti Başkanı (Genel Vali) olacak olan
Gulcalı Mesud Sabri Baykuzu da bu
gençlerden biri idi.(3)
Yine bu dönemde, Türk ve Müslüman
ülkelerinin hacıları, İstanbul’a uğramadan
Hicaz’a ya da memleketlerine gitmezlerdi.
Bu cümleden olarak Kaşgarlı Musabaylar
sülalesinden Ebulhasan Hacı da İstanbul’a
gelmişti. Galata Sultanisi’nde okuyan
akrabası Sabit Bey ve tıp talebesi Mesud
Sabri Bey ona rehberlik ederek İstanbul’u
gezdiriyorlardı. Talat Bey, Ebulhasan
Hacı’yı Ahmet Kemal vasıtasıyla makamına
davet ederek Kaşgar’a bir öğretmen
gönderileceğini söyler. Ebulhasan Hacı bu
daveti canı gönülden kabul eder. Talat Bey,
Ahmet Kemal’in kılavuzluğunda Ebulhasan
Hacı ve iki genç talebeyi Edirne’ye
gönderir. Edirne valisi Hacı Adil Bey,
onlara, Bulgarların yaptığı zulümleri
gösterir. Talat Bey, Edirne ziyaretinden
sonra görüştüğü Ebulhasan Hacı’dan,
Kaşgar’a öğretmen olarak gönderilecek
olan Ahmet Kemal’i himaye etmesini
ister.(4)
Fikri alınmadan Kaşgar’a öğretmen olarak
gönderilmesi kararlaştırılan Ahmet Kemal,
Talat Bey ile görüşerek kendisinden daha
layık birinin gönderilmesini talep eder. Bu
alçak gönüllülük karşısında Talat Bey:
GENCAY
10
“Bize ilim kadar duygu da lazımdır. Biz
vazife aşkını duymuş ve müdrik olmuş
insanlara itimat etmekten zevk duyarız.
Binaenaleyh merkez-i umumide bu mesele
münakaşa edildi. Ziya Gökalp Beyle sizi
münasip gördük. Arzumuz dairesinde
hareket etmenizi rica ederim. Vazifenin
mühim ve hassas olduğunu müdrik olmanız
benim ümit ve kanaatimi arttırdı ve
kuvvetlendirdi. Yolunuzun sadece uzun bir
seyahat olmadığını, oralarda görülecek işin
ve çalışmanın mühim olacağına
inandığınızı anlıyor ve bu vazifenin
kudsiyetini idrak ve takdir ettiğiniz şu
andan itibaren sizi bu mühim vazifeye
başlamış addediyorum. (…) Ziya Gökalp
Bey’i de bu akşam ziyaret ediniz. Size
vereceği vazife ve mühim öğütler vardır.
Yolunuz ve gönlünüz açık olsun. Azim,
metanet ve cesaret daima işinize yarayacak
bir silahtır. İcabında ölümü tercih ediniz.
Fakat bu mukaddes yoldan dönmeyiniz. Bu
gaye ve ideal yolunda ilk yürümek şerefi
size nasip olduğundan dolayı sevinmeli
ve öğünmelisiniz…”(5)
Ahmet Kemal, Talat Bey ile olan görüşmesi
sırasındaki duygularını “Bu öğütleri
dinlerken gözlerim yaşarmış, kendimde
kanatlanıp Türkistan Cennetine uçmak
azim ve heyecanı hâsıl olmuştu” diye ifade
etmektedir. Ahmet Kemal ilgili talimatları
alıp hazırlıkların tamamlanmasından
sonra akşama doğru Nuriosmaniye’de,
İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi
binasında bulunan Ziya Gökalp’i ziyarete
gider. Bu büyük Türkçünün elini öperek “
Türkistan’a hareket edeceğim, kıymetli
emir ve öğütlerinizi almaya geldim”
diyerek söze başlar.
Bunun üzerine Ziya Gökalp: “Oğlum bu
karardan haberdarım. Size verilen vazifenin
kutsiyetini takdir ettiğinize eminim.
Yolunuz çok tehlikeli gibi görünür. Fakat bu
yolun sonunda bilinmeli ki Cennet vardır.
Gaye mukaddestir. Bu nurlu topraklara ve
insan melekleriyle meskûn diyarlara
salimen ulaşmanı dilerim. Tanrı yardımcın
olsun. Her yerde ve her işte nefsine hâkim
ol. Girdiğin ilin adetlerine uy. Temiz kalpli
ve yumuşak huylu bir halkın arasında
yaşadığın müddetçe dilinde dirlik ve
temizlik, gönlünde iyilik yer etsin. İyi
huylarınla muhitte sevgi ve benlik yarat.
Sen şimdi bu diyarlara gönül avcılığına
gidiyorsun. İyi ahlak, tevazu ve feragat en
müessir silahın olacak. Halkı arzularınıza
tabi kılmak için kılmak için evvela kalpleri
kazanmak gerekir. Ekeceğin tohumlar canlı
ve feyizli mahsuller ve varlıklar
yetiştirecektir. Tarih bunları toplayacak ve
size de saadet ve şeref hisleri ayırarak
sahifelerine kaydedecektir…”(6)
Ahmet Kemal, almış olduğu ilmi ve siyasi
öğütlerden sonra Ziya Gökalp’in elini
öperek yanından ayrılır. Buradan
Divanyolu’nda bulunan Türk Ocağı
binasına giderek arkadaşlarına veda eder.
Ertesi gün Odesa’ya hareket edecektir.
Talat Bey ve Ziya Gökalp’in Ahmet Kemal’e
vermiş oldukları talimat ve öğütler İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin Türkistan’a
bakışını ve beklentilerini yansıtmaktadır.
GENCAY
11
KADİM TÜRK YURDU: DOĞU
TÜRKİSTAN
Türklerin yaşadığı ülke manasına gelen
Türkistan’ın yüz ölçümü 5.340.066
kilometrekare olup, bunun 1.823.418
kilometrekaresini Doğu Türkistan
toprakları oluşturmaktadır.(7) Doğu
Türkistan’ın doğusunda Çin, Moğolistan ve
Tibet; batısında Batı Türkistan; kuzeyinde
Sibirya; güneyinde ise Hindistan, Pakistan
ve Tibet yer almaktadır. Doğu Türkistan,
Asya’nın tam ortasında yer alması
sebebiyle stratejik bir öneme sahiptir.(8)
Doğu Türkistan’da, batıdan doğuya doğru
uzanan Tanrı Dağları ülkeyi, kuzey ve
güney olarak ikiye bölmektedir. Tarım
Havzası adıyla bilinen güney bölgesi sıcak
ve kurak; Cungarya Havzası olarak bilinen
güney bölgesi ise kışın karlı, soğuk, yazın
yağmurlu yayla iklimine sahiptir.(9)
Tarım Havzası, 900.000 kilometrekarelik
yüzölçümü ile ülkenin yarısından fazla bir
alanı kapsamaktadır. Tanrı Dağları ile
Karanlık Dağlar arasında uzanan havzanın
500.000 kilometrekaresini dünyanın en
büyük çöllerinden bir olan Taklamakan
Çölü oluşturur. Tarım Havzası’nın geri
kalan 400.000 kilometrekarelik kısmını
ziraata elverişli topraklar oluşturmaktadır.
Tarım Havzası’nın su ihtiyacını Tarım
Nehri karşılamaktadır. Bölgeyi verimli
hale getiren Tarım Nehri, havzanın
doğusuna doğru akarak Karaburan (Lob)
Gölüne dökülür. Tarım Nehri sayesinde
bölgede buğday, pamuk, mısır, pirinç ile
bol miktarda meyve ve üzüm
yetiştirilmektedir. Hayvancılık bölgede
yaygındır. Bol miktarda koyun ve keçi ile
başta at olmak üzere büyükbaş hayvan
yetiştirilmektedir.(10)
Güney bölgesi Kaşgar, Yarkent, Hoten,
Aksu, Kuça ve Üçturfan şehirlerinden
dolayı Altışehir Bölgesi adıyla da
anılmaktadır. Bu bölgenin tarihte
kullanılmış bir diğer ismi de
Kaşgariye’dir.(11)
Cungarya Havzası, Tanrı Dağları ile Altay
Dağları arasında bulunmakta ve ülkenin
ikinci büyük havzasını teşkil etmektedir.
Yaklaşık 600.000 kilometrekareyi bulan
Cungarya Havzası, Tarım Havzası’na göre
daha küçük, fakat çok daha verimli
topraklardan meydana gelir. Havzanın
özellikle güney kısmı tarıma oldukça
elverişlidir. Geniş bir otlaklık alana sahip
olan bölgede, bol miktarda hayvancılık
yapılır. Doğu Türkistan’ı komşu
memleketlere ve Uzak Doğu ülkelerine
bağlayan kara ve demir yollarının
Cungarya Havzası’ndan geçmesi bölgeyi
güneyde bulunan Tarım Havzası’na göre
her sahada daha kalkınmış bir hale
getirmiştir.(12)
Kuzey bölgesinde Urumçi, Gulca,
Sarısümbe, Çöçek şehirleri ve bu yüzyılda
kurulan Karamay, Şihenze gibi Çinli
ahaliyle meskûn şehirler
bulunmaktadır.(13)
Ülkenin önemli akarsuları Tarım
Havzası’nı sulayan Tarım Nehri ile
Cungarya Havzası’nı sulayan Bulungir,
Kara İrtiş ve Harungudu nehirleri; önemli
gölleri ise Bağraç, Lob ve Ebi
gölleridir.(14)
GENCAY
12
Doğu Türkistan, tarihi İpek Yolu’nun
üzerinde yer almaktadır. Tarih boyunca
batıdan gelenler burada ya Süydün -
Urumçi - Guçin - Barköl hattıyla, ya da
Hoten - Yarkent - Yenihisar - Kaşgar - Aksu
- Kuçar hattıyla Kumul’a ulaşarak buradan
Çin’e doğru; Çin’den gelenler de
Kumul’dan itibaren bu iki yoldan birini
seçerek batıya doğru giderlerdi.(15)
Doğu Türkistan, yeraltı zenginlikleri
bakımından, Asya’nın en önde gelen
ülkelerinden biridir. Bölgede petrol,
kömür, demir, bakır, kalay, gümüş, altın,
kükürt, uranyum, volfram ve platin
mevcuttur.(16)
Doğu Türkistan Haritası
Doğu Türkistan’ın nüfus ve etnik yapısı
hakkında sağlıklı bilgi edinmek oldukça
güçtür. Bunun en önemli sebebi Çin
idaresinin, etnik unsurların sayısını
belirtecek açık ve inandırıcı bir nüfus
sayımı yapmaktan kaçınmasıdır.
1920’li yıllardaki Çin resmi nüfus sayımına
göre Doğu Türkistan’ın genel nüfusu
2.300.000 olarak gösterilmektedir.(17)
1929 yılında Ruslar tarafından yayımlanan
“Novy Vostok” ile 1935 senesinde
Batılılarca neşredilen “Chine Year Book”
adlı istatistik kitaplarında Doğu
Türkistan’ın nüfusu 4 ile 6 milyon
arasında gösterilmiştir.(18)
Çinlilerin 1947 yılında yaptığı ve 1957
senesinde “Central Asian Review” de
yayımlanan eyalet nüfus sayımına göre
doğu Türkistan’ın nüfusu 6,5-7 milyon
civarındadır. Fakat 1953 yılında yine
Çinlilerin verdiği resmi bilgilere göre Doğu
Türkistan’ın toplam nüfusu 3.640.000
olarak görülmektedir.
“Çin makamlarının, Doğu Türkistan
Türklerinin nüfusunu yarı yarıya az
göstermesinin iki sebebi olabilir: ya azınlık
milletleri az göstermek suretiyle onların
haklarını vermemek ve onların bir tehlike
olmadığı mesajını vermek, ya da nüfusun
diğer yarısının Çinli olduğunu ima
etmektir.”(19)
Doğu Türkistan’ın milli liderlerinden
Mehmet Emin Buğra Bey, 1952 yılında
Doğu Türkistan’ın nüfusunun 8 milyondan
biraz fazla olduğunu ve bunun yüzde
96’sını Türklerin teşkil ettiğini
belirtmektedir.(20) Doğu Türkistan adlı
eserinde Amaç Karahoca ise, 1949
senesinde Türk nüfusunun 8 milyon
olduğunu zikretmektedir. Kadim bir Türk
yurdu olan Doğu Türkistan, 1865-1877
yılları arasında hüküm süren Yakup Bey
Devleti’nin sona ermesinden sonra
Çin’deki Mançu Hanedanı’nın istilasına
uğramıştır. Yakup Bey’in 29 Mayıs 1877
GENCAY
13
tarihinde vefat etmesini fırsat bilen Çin
orduları, bir sene sonra 16 Mayıs 1878’de
Doğu Türkistan’ın tamamını işgal ve istila
ettiler. Doğu Türkistan, 1882 yılının
sonuna kadar Zo Zung Tang
komutasındaki Çin ordusu tarafından
idare edildi. 18 Kasım 1884 tarihinde Çin
İmparatorunun emriyle Doğu Türkistan’ın
adı, Çin’in 19. eyaleti olarak “Yeni Ülke”
manasına gelen “Hsin Çiyang”a çevrildi.
Bundan böyle Avrupa’da da, oldukça basit
bir söylenişi olan “Sinkiang” adı yerleşti.
Daha önceki Çin istilaları devrinde Çinliler,
Doğu Türkistan’ı, bir sömürge sıfatıyla
tanıyorlardı. Bu defa ise bir sömürge
olarak değil, doğrudan Çin’in bir eyaleti
olarak ilan ettiler ve ilk genel vali olarak
da General Liu Cin Tang’ı
görevlendirdiler.(21)
1911 yılında Çin’de, Mançu Hanedanı
ortadan kaldırılarak Milli Çin hâkimiyeti
tesis edildi. Aynı yıl cumhuriyet ilan edildi.
Mançu İmparatorluğu’na bağlı Çinlileri,
Türkleri, Moğolları, Tibetlileri ve
Mançuları temsilen beş renkli bir
cumhuriyet bayrağı kabul edildi. Aynı
zamanda Doğu Türkistan, Moğolistan,
Tibet ve Mançurya yeni kurulan Çin
Cumhuriyeti’ne iltihak etmeye ve Çin ile
bir bütün olarak kalmaya davet edildi. Bu
dönemde Çin Merkezi Hükûmeti, Doğu
Türkistan üzerinde tam bir nüfuz tesis
edemedi. Dış ülkeler ile olan ticari ve diğer
anlaşmalar Doğu Türkistan’daki mahalli
idareciler tarafından gerçekleştirildi.
Ancak bu idarecilerin Çinli olduğu
unutulmamalıdır.(22)
DOĞU TÜRKİSTAN’DAKİ HAYATI VE
FAALİYETLERİ
Ahmet Kemal, 14 Şubat 1914 tarihinde bir
Rus vapuru ile İstanbul’dan ayrılır. Otuz iki
saatlik bir yolculuğun ardından Odesa’ya
varır. Buradan tren ile hareket eder.
Yolculuğu esnasında sırasıyla Taşkent,
Endican ve Oş şehirlerinde konaklar. Rus
idaresinde bulunan bu tarihi Türk
şehirlerinin bakımsızlığı karşısında büyük
bir üzüntü duyar. Şehirler harap ve berbat
bir haldedir. Yolları bakımsızlıktan
bataklık halini almıştır. Nihayet
beraberindeki Kadir Bey ile birlikte
takriben bir ay süren zorlu bir yolculuğun
ardından 14 Mart 1914 tarihinde
Kaşgar’ın Artuş kasabasına vasıl olur.(23)
Artuş ahalisinin göstermiş olduğu alaka ve
dostluk karşısında Ahmet Kemal kendi
ifadesiyle “pek şairane bir gün” geçirir.
Yurdun aksakallıları ve gençleri ona Türk
kardeşlerinden haber sorar. Karşılaştığı
manzara karşısında bir vecd-i milli ile
titrer ve mest olur. Evine konuk olduğu
Musa Hacıbayzâde Bahaeddin Bay’dan,
yakın bir ilgi ve misafirperverlik görür.
Burada dinlenerek üzerindeki yol
yorgunluğunu atar. Bahaeddin Bay’ın
hazırlattığı araba ile tarihi Kaşgar şehrine
gider. Şehrin güzelliği karşısında adeta
büyülenir.(24)
Kaşgar’da maruf ve meşhur olan on beş
tane medrese vardı. Her medresede
yaklaşık iki yüz öğrenci bulunuyordu.
Talebelerin giderleri, zengin vakıflarla
karşılanıyordu. Fakat medreselerin bir
programları bulunmamakta ve eğitim
iptidai şekilde gerçekleşmekte idi. Ahmet
Kemal, Kaşgar medreselerinde yirmi yıl
GENCAY
14
dirsek çürüten oğulların, daha adlarını
yazmakta aciz kaldıklarını belirtir. Esir
Doğu Türkistan adlı eserinde İsa Yusuf
Alptekin de maarifin yetersizliğinden
bahsetmekte ve eğitimli adamın zor
yetiştiğini belirtmektedir. İsa Yusuf Bey
Taşkent’te bulunduğu sırada Türkistan’ın
mukadderatı üzerine Özbek Türklerinin
milli şairi Çolpan ile bir görüşmede
bulunmuştur. Çolpan “İsa Bey, gerek bizim
gerek sizin için yapılacak şey, adam
yetiştirmek! Her şeyden anlayacak adam
yetiştirmek! Ne çekiyorsak, adamsızlıktan
çekiyoruz…” tespitinde bulunur. Ahmet
Kemal, Çolpan’ın da Türkistan’ın geleceği
için hayati gördüğü eğitimli adamları
yetiştirmek için harekete geçecektir.(25)
Ahmet Kemal, Bahaeddin Bay, Hacı
Mehmet Ali Efendi, Veli Han Efendi,
Abdülkadir Damolla gibi Kaşgar’ın ileri
gelen isimlerinin desteğini alarak bir
mektep ve hayır cemiyeti açmak için
girişimlere başlar. Yine Kaşgar’ın önde
gelen şahsiyetlerinden Ömer Ahund Bay
ile bu konuda görüşür. Ömer Bay “Biz Çin
hükümetinin ezgisi altındayız. Ben bu gibi
işlere baş olmak cesaretinde bulunamam”
gibi soğuk bir fikirde bulunur ve ikna
edilemez. Bunun üzerine mektebin
Artuş’ta açılmasına karar verilir.
19 Nisan 1914 tarihinde Artuş’ta
“Dârülmuallimin-i İttihat”ın açılacağı ve
“Cemiyet-İslâmiye”nin kurulacağı çevre
yurtlara ilan edilir. Özellikle Bahaeddin
Bay’ın da gayretleriyle mektebin
programları, defterleri ve tüzüğü
hazırlanır. Bütçesi tanzim olunur. İçlerinde
Kadı-yı Reis Dahallalı Hacı İslam
Damolla’nın da bulunduğu birçok kanaat
önderi ve nüfuz sahibi şahsiyet, mektebin
açılışına iştirak eder. Cemiyetin on altı
maddelik nizamnamesi bu iktidarlı zevatın
huzurunda okunur ve oy birliğiyle aynen
kabul edilir. Kurbanların kesilmesi ve
kadı-yı reisin Türk milletinin saadet ve
kurtuluşu hususunda yapmış olduğu
dualardan sonra mektep ve hayır cemiyeti
açılır. Gaffar Hacı, Hüsameddin Hacı,
Sadedin Hacı, Mühiddin Hacı mektebin
idare heyetini oluşturur. Bahaeddin Bay
ise reisliği üstlenir. Ahmet Kemal, sarığı,
cübbesi ve hayli olan uzamış sakalıyla bu
kişileri tebrik ederek ve vazifelerinde
başarı diler. “O zamanda Kaşgar’da
sarıksız, cübbesiz ve sakalsız bir şahsın
söyleyeceği sözlere kıymet verilmezdi”
Ahmet Kemal İlkul ve bir grup Doğu
Türkistanlı
Dârülmuallimin-i İttihat mektebiyle
Kaşgar’da, usul-i cedit ile eğitim yapan
modern bir okul açılmış olur. Eğitim
parasız ve yatılıdır. Öğrenciler iki sene
tahsilden, usul-i talim ve terbiyeden sonra
mecburen iki sene de yurtlarda muallimlik
edeceklerdir. Mektebe pek çok öğrencinin
kaydı yapılır. Ahmet Kemal, öğrencilerin
olabildiğince iyi yetişmesi için vazifesini
GENCAY
15
büyük bir şevkle yerine getirir. Talebelere
modern ilimlerin yanında jimnastik
talimleri yaptırır, şiirler okutur ve vaaz
etme usullerini öğretir.(26)
Mektebin açılmasından kısa bir süre sonra
Kaşgar’da bir takım kimseler usul-i cedidin
haram olduğunu belirterek Ahmet Kemal
ve Bahaeddin Bay’a cephe alırlar. Fakat
şehrin gençleri bu güruha karşı mektebi
müdafaa ederler. Kaşgar’da da
Dârülmuallimin-i İttihat’ın ve Cemiyet-
İslâmiye’nin kurulması için girişimlere
başlanır. Bu sırada mektebin de etkisiyle
gençler arasında milliyetçilik ve
vatanseverlik duyguları iyice kabarır.
Mektebin ahali üzerindeki etkisi giderek
artar. Ahmet Kemal’in Teşkilat-ı Mahsusa
ile arasındaki vasıta olan Hayati Zenger
Bey’in getirdiği şapoğraf makinesiyle
mektebin kitapları ve “Ulu Din” adında bir
gazete basılır.
Selim Ahun isminde bir molla “Usul-i
cedidçiler Allah’ı tanımazlar, dine itikatları
yoktur, ahkâm-ı şeriata rağbet etmezler”
gibi iftiralarla Kaşgar ahalisini galeyana
getirmeye çalışır. Aynı molla, mektepte
okutulan tarih ve coğrafyanın haram
olduğu fetvasını verir. Ahmet Kemal, bu
mollanın yıkıcı faaliyetlerini kendisine
rüşvet vermemelerine bağlamaktadır.
Ahmet Kemal, tartışmalar içerisinde geçen
altı ayın sonunda, kurban bayramının
dördüncü günü, öğrenciler tarafından
hazırlanan bir piyesi sahneye koymaya
karar verir. Halka davetnameler
gönderilir. Özellikle usul-i cedid karşıtları
da piyese davet edilir. Öğrencilerin milli
türküleri de icra ettiği piyese geniş bir
katılım olur. Fakat Ahmet Kemal’in
mescide resim asması yeni bir tartışma
mevzusunun doğmasını sağlar.
Beraberindeki arkadaşlarıyla Artuş’a gelen
Teşkilat-ı Mahsusa’nın esaslı
adamlarından Adil Hikmet Bey
hatıralarında, mescidin mihrap tarafında
Mahmut Şevket Paşa ile Enver ve Niyazi
Beylerin resimlerinin asılı olduğunu
gördüklerini belirtmektedir. Ahmet Kemal
ise suret meselesinin efkar-ı umumiyede
bu kadar acı bir tesir icra edeceğini
zannetmediğini belirtir.(27)
Mahmud Ahund Damolla ile Abdulkadir
Damolla gibi kanaat önderlerinin mektebi
savunmalarına rağmen öğrenci sayısı
giderek azalmaya başlar. Mektebin ve
cemiyetin kapatılması için baskılar artar.
Yine Bahaeddin Bay’ın çabaları sonucunda
mektebin kapatılması önlenir ve yeni
kayıtlarla tedrisata başlanır. Bu defa aynı
güruh, genel valiye, Bahaeddin Bay’ın
mektep perdesi altında ayaklanma için
asker hazırlamakta olduğunu ihbar eder.
Çin hükümeti, bu ihbar üzerine daha
ilkokul çağındaki çocukların ayaklanma
başlatabileceklerini olası bularak tahkikat
başlatır. Bahaeddin Bay, yapmış olduğu
etkili savunma ile haklanır.
Artuş ve Kaşgar ahalisinin zaman geçtikçe
mektebe olan ilgileri tekrardan artar.
Ahmet Kemal şapoğraf makinesiyle
“Büyük Din Risalesi” ve ona ilaveten
beyannâme ve hitapnâmeler basarak
kamuoyunu aydınlatmak için halka dağıtır.
Bunun faydası kısa zamanda görülür.
Mektebin meslek ve programı halka ilan
edilir. Bir müddet tartışmalar sona erse de
özellikle Ömer Ahund Bay’ın
kışkırtmalarıyla mektebin hükümet
tarafından kapatılması gerektiği
GENCAY
16
dillendirilmeye başlanır. Burada Ömer
Ahund Bay’ın, Rus konsolosluğu ile olan
yakın temasını belirtmekte fayda
vardır.(28)
Adil Hikmet Bey
Bu sırada 1908 yılında tahsil için
İstanbul’a gönderilen Mesud Sabri
Baykuzu, Tursun Efendi, Abdürrahman
Şadi, Hasan, Ahmet Necati, Tursun, Kemal
Bedri Beyler, Birinci Cihan Harbi’nin
başlamasından dolayı memleketlerine
evdet etmişlerdi. Ahmet Kemal,
İstanbul’dan tanıştığı arkadaşlarının
gelmesinden çok memnun olur. Doğu
Türkistan’ın bu yiğit evlatları, zaman
kaybetmeden memleketlerine hizmete
başlamışlardır.(29)
Yine bu sıralarda Enver Paşa’ya bağlı
olarak kurulan Teşkilat-ı Mahsusa
tarafından görevlendirilen Adil Hikmet
Bey, Selim Sami Bey, Hüseyin Emrullah
Bey, İbrahim Bey ve Hüseyin Bey de
Kaşgar’a gelmişlerdi. Adil Hikmet Bey, dört
yabancı dil bilen önemli bir Teşkilat-ı
Mahsusa yüzbaşısıdır. Garbi Trakya
Hükümet-i Muvakkatesi’nin kuruluşunda
da aynı teşkilatta çalışmıştır. Hatıralarını
“Asya’da Beş Türk” başlığı altında
Cumhuriyet gazetesinde neşretmiştir.
Selim Sami Bey, Teşkilat-ı Mahsusa’nın
başkanı Eşref Sencer Kuşçubaşı’nın
kardeşidir. Aslen Dağıstanlıdır. Ağabeyi
Kuşçubaşı Eşref ile Arabistan’da pek çok
olaya iştirak etmiştir. Hüseyin Emrullah
Bey, heyetin tek sivil şahsiyetidir. Mülkiye
mezunudur. Kaymakamlık, İzmir polis
müdürlüğü ve Erzurum mebusluğu
yapmıştır. İbrahim Bey, kaptan ve seçkin
bir komitacıdır. Hüseyin Bey, “Tatar” ve
“Mücahit” lakaplarıyla tanınan önemli bir
komitacıdır. Aynı teşkilatın emrinde
Edirne’nin kurtuluşu için çalışmış ve
yararlılıklarından dolayı mücahit lakabını
almıştır.(30)
Adil Hikmet Bey, eserinde Ahmet Kemal’in
ulema ile çekişmesine, mescide resim
asmasına, çizdiği resimler ile ulemayı
aşağılamasına ve muallimlere karşı olan
olumsuz tutumuna eleştiri getirmektedir.
Ahmet Kemal’e verdikleri öğütlerden
sonra kendini çabucak düzelttiğini belirtir.
Adil Hikmet Bey ve arkadaşları Kaşgar’da
kaldıkları süre zarfında ahaliyle iyi ilişkiler
kurarlar. Hüseyin Emrullah Bey, mektebin
tedris ve terbiye programını yeniden
kaleme alır. İsmail Hakkı Efendi, Hoten’e
gönderilerek burada da bir mektep
açtırılır.
GENCAY
17
Adil Hikmet Bey başkanlığındaki bu beş
Teşkilat-ı Mahsusa üyesinin Kaşgar’daki
faaliyetleri İngiliz ve Rusların dikkatini
çeker. İlk olarak Hacı Ramazan adında bir
ihtiyarın para karşılığı İngilizlere casusluk
yaptığını tespit ederler. Ardından Yusuf
Ahun adında bir kişinin yine para karşılığı
Rus konsolosluğuna malumat verdiğini
öğrenirler. Bunun üzerine Kaşgar’daki
işlerinin sona erdiğini düşünerek
Afganistan’a gitmeye karar verirler. Adil
Hikmet Bey ve arkadaşları Kaşgar’da
bulundukları süre zarfında oldukça iyi
tohumlar ekmişlerdir.(31)
Ahmet Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa
üyelerinin Kaşgar’dan ayrılmalarından
takriben bir ay sonra Çin hükümetine tabi
Muyaz Kümbez’de, Rus Kozakları
tarafından esir edildikleri haberini alır.
Bahaeddin Bay ile birlikte serbest
kalmaları için girişimlere başlarlar. Ömer
Ahund Bay’dan aradıkları desteği
bulamazlar. Devletlerarası hukuktan bir
haber olan Çin valisinin de meseleye önem
vermemesi üzerine Pekin Alman
sefaretine durumu bildiren bir telgraf
gönderirler. Adil Hikmet Bey ve
arkadaşları Rusların elinden kurtulduktan
sonra Taşkent’e hareket edeceklerdir. Bu
sırada mektep ilk mezunlarını verir. Yirmi
yedi genç muallime diplomaları takdim
edilir.(32)
KAYNAKLAR
(1) Ahmet Kemal İlkul, Çin – Türkistan
Hatıraları/ Şanghay Hatıraları, Haz.
Yusuf Gedikli, Ötüken Neşriyat, İstanbul
1997, s.9-13.
(2) İlkul, a.g.e., s.14-15.
(3) İsa Yusuf Alptekin, Esir Doğu
Türkistan İçin (1)/ İsa Yusuf Alptekin’in
Mücadele Hatıraları, Haz. Ömer Kul,
Berikan Yayınevi, Ankara 2010, s.521.
(4) İlkul, a.g.e., s.62-64.
(5) İlkul, a.g.e., s.65-66.
(6) İlkul, a.g.e., s.66.
(7) Mehmet Saray, Doğu Türkistan
Türkleri Tarihi (1) (Başlangıçtan 1878’e
Kadar), Kitapevi, İstanbul 1997, s.9.
(8) Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri
ve Toplulukları Tarihi, Akçağ Yayınları,
Ankara 2011, s.364.
(9) Konuralp Ercilesun, Doğu Türkistan -II-,
Türk Yurdu, Sayı 94, Haziran 1995, s.20.
(10) Mehmet Saray, a.g.e., s.10-11.
(11) İklil Kurban, Şarki Türkistan
Cumhuriyeti (1944-1949), Türk Tarih
Kurumu, Ankara 1992, s.6.
(12) Saray, a.g.e., s.11-12.
(13) Kurban, , a.g.e., s.6.
(14) Saray, a.g.e., s.12.
(15) Ercilasun, , a.g.e., s.20.
(16) Mehmet Emin Buğra, Doğu Türkistan
Tarihi, Çoğrafi ve Şimdiki Durumu,
Güven Basımevi, İstanbul 1952, s.7.
(17) Kurban, a.g.e., s.6.
GENCAY
18
(18) Saray, a.g.e., s.22.
(19) Saray, a.g.e., s.22.
(20) Buğra, a.g.e., s.5.
(21) Baymirza Hayit, Türkistan
Devletlerinin Millî Mücadeleleri Tarihi,
Türk Tarih Kurumu, Ankara 2004, s.147-
149; Kurban, a.g.e., s.11-12.
(22) Amaç Karahoca, Doğu Türkistan -Çin
Müstemlekesi-, Doğu Türkistan Göçmenler
Cemiyeti, İstanbul 1960, s.7-8.
(23) İlkul, a.g.e., s.67-88
(24) İlkul, a.g.e., s.88-93.
(25) İlkul, a.g.e., s.88-93.
(26) İlkul, a.g.e., s.98-101.
(27) İlkul, a.g.e., s.102-107.; Adil Hikmet
Bey, Asya’da Beş Türk, Haz. Yusuf Gedikli,
Ötüken Neşriyet, İstanbul 2012, s.135.
(28) İlkul, a.g.e., s.108-113.
(29) İlkul, a.g.e., s.114-115.
(30) Adil Hikmet Bey, a.g.e., s.15-20.
(31) Adil Hikmet Bey, a.g.e., s.134-142.
(32) İlkul, a.g.e., s.117-120.; Adil Hikmet
Bey, a.g.e., s.147-149.
GENCAY
19
ANKARA TÜRK OCAĞI VE
KAPATILMASI Metehan ÇAĞRI
2009 yılında Ankara’ya lisans eğitimimi
almaya geldiğim günden bu yana
gönülden, son 1.5 yıldır da resmi olarak
Türk Ocaklıyım. Türk’ün ocağı ile
tanışmamı nasip eden Tanrı’ya şükürler
olsun.
Yanlış hatırlamıyorsam, Türkoloji’nin
yaşayan devlerinden Prof. Dr. Ahmet Bican
Ercilasun’un , “Ülkü Devi Nihal Atsız”
konferansı sayesinde tanışmıştım Ankara
Türk Ocağı ile. Durmadan Türklük için,
Türkçülük için çalışan bir kadro, ocak
başkanı Türkan Hacaloğlu…
Sempozyumlar, paneller, konferanslar,
basılı yayımlar, geziler, kutlamalar,
anmalar, konserler, arı gibi çalışan gençlik
kolları…
Hocaların hocası, tarihçi Mustafa Kafalı ile
de tanışma şerefine Ankara Türk Ocağı
sayesinde erişmiştim. Başbuğ Türkeş
anısına “Günümüzde Türklüğün
Meseleleri” başlıklı bir panel düzenlemişti
Ankara Türk Ocağı. Panel başkanı Prof. Dr.
Mustafa Kafalı’ydı (Allah uzun ömürler
versin) .
Var gücüyle çalışıyordu Ankara Türk
Ocağı! 23 Nisan 1925 Ankara Türk Ocağı
II. Kurultayında Mustafa Kemal’in; “Türk
ve Türkçülük aleyhinde bulunanları
ezeceğiz.” sözü şiar edilmiş, Türk ve
Türkçülük düşmanlarına karşı mücadele
ediliyordu. Cumhuriyet’in başkenti
Ankara’da, Türkçülüğün karşısındayız
diyerek Türk düşmanlığını ilan eden
başbakana rağmen dimdik ayaktaydı
Ankara Türk Ocağı.
Peki, neydi, çalışan, mücadele eden,
Türkçü bir nesil yetiştirmek için var
gücünü ortaya koyan Ankara Türk
Ocağı’nın feshedilmesinin sebebi? Evet,
Ankara Türk Ocağı yönetimi, Türk Ocakları
Genel Merkezi’nin 24 Haziran 2014 tarihli
tebliğ ile görevden alındı ve Ankara Türk
Ocağının kapısına kilit vuruldu!
GENCAY
20
43. Büyük Kurultay ve Ankara Türk
Ocağı’nın Tavrı
Türk Ocakları Genel Merkezi 43. Olağan
Büyük Kurultayı, 19 Nisan 2014 tarihinde
(Tarihi Türk Ocağı Binası yerine) ATO
Meclis Salonu’nda yapıldı. İki listeli bir
seçim olacaktı.
Türk Ocakları genel merkez yönetiminin,
Türkçülüğü ayaklar altına alan bir
iktidarın devrinde sessiz sakin pasif bir
yönetimde bulunması, dik duruş
sergileyememesi Türk Ocaklılarda
rahatsızlık yaratıyordu. Bu pasif duruş
Türk Ocaklarının kuruluş ruhuna
yakışmıyordu. Baskı, istibdat, işgal ve
haksızlığa karşı başkaldırı hareketinin adı
olan Türk Ocakları, Türk ve Türkçülüğün
düşmanlarının iktidar olduğu bir devirde
pasif politikalarla yönetiliyordu. İşte bu
gidişata dur demek, Türk düşmanlarına
karşı kükrercesine hareket etmek ve
Türk’ün ocağını asli misyonuna
döndürmek için hocaların hocası Prof.
Mustafa KAFALI adaylığını açıkladı.
Adaylık açıklaması Türk Ocakları genel
merkezinde yapılacaktı fakat genel merkez
yönetiminin izin vermemesi üzerine
yapılamadı. Mustafa KAFALI, Türk
Ocakları genel merkezi önünde, yanında
hazır bulunan ocaklılarla birlikte adaylık
açıklamasını yaptı.
Kurultay günü aslında Mustafa KAFALI
hocanın işi hiç de kolay değildi. Kendi
yönetim kurulu listesinde Türk
milliyetçiliğinin devleri, entelektüel
isimleri yer alıyordu. Prof. Dr. İskender
ÖKSÜZ, Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN,
Prof. Dr. Sadettin GÖMEÇ… Ayrıca İlber
Ortaylı başta olmak üzere 60’ı profesör
110 Türk milliyetçisi akademisyen “Prof.
Dr. Mustafa Kafalı’nın Başkanlığında Türk
Ocakları’nın tarihi misyonuna döneceğine
inancım tamdır.” diyerek ilan
yayınlamışlar, Türk Ocakları eski başkanı
Sadi Somuncuoğlu, Prof. Dr. Ümit Özdağ
gibi isimler de gazetede köşelerinden
desteklerini açıklamışlardı. Türk
milliyetçiliğinin bu dev isimlerinin
desteklerine rağmen işi zordu Mustafa
Kafalı’nın. Çünkü 90 atanmış genel merkez
delegesi, 90 kurşun asker görevi
oynuyordu kurultayda ( birkaç isim hariç).
Türk Ocakları şubelerini temsilen
“seçilerek” gelmiş, her şubenin üye
durumuna göre iki-üç-beş delege oy
kullanmak için hazır bulunurken, Türk
Ocakları Genel Merkezi tarafından da
“atanarak” hazırda bulunan 90 delege
vardı. İşte bu hiç de adil olmayacak
seçimlerde Ankara Türk Ocağı’da tavrını
belli etmişti. Hocaların hocası Mustafa
Kafalı’nın yanında yer almıştı. Ankara Türk
Ocağı Başkanı Türkan Hacaloğlu bir asena
gibi dik durmuş, genel merkez yönetimini
yanlışlarından dolayı eleştirmiş ve
mikrofonun kapatılarak susturulmak
istenmesi üzerine ise bir bozkurt edası ile
“benim sesim mikrofonsuz da gür çıkar
diyerek” konuşmuş, dik duruşunu
göstermişti.
Kurultay 174’e 90 oyla sonuçlandı ve eski
yönetim görevine devam etti. Genel
Merkez’in atadığı 90 delege yerine sadece
GENCAY
21
şubeleri temsilen seçilerek gelen delegeler
oy kullanmış olsaydı sonucun çok daha
farklı olacağı görülüyordu.
Peki, Ankara Türk Ocağı yönetimi neden
görevden alınmıştı? Genel merkezin
karşısında yer aldığı için miydi yoksa
başka gerekçeler de mi vardı?
Ankara Türk Ocağı’nın Feshi ve
Gerekçeli Kararına Dair
Ankara Türk Ocağı üyesi biri olarak
feshedilme kararını öğrendikten bir gün
sonra ocağımızın kapatılma gerekçesini
öğrenmek için genel merkezi aradım.
Sekreter bayan, şuan kimse olmadığını
öğleden sonra 4-5 gibi aramam
durumunda yöneticilerle görüşebileceğimi
bildirdi. Belirtilen saatlerde aradım.
Telefon çalıyor fakat açan yok. Üst üste
aramama rağmen cevap yoktu. Farklı bir
numaradan aradım, birkaç kez çaldıktan
sonra telefon açıldı. Kendimi tanıttım ve
neden aradığımı belirtince genel merkez
yönetim kurulu üyelerinden bir kişiye
telefon bağlandı. Ocağımızın neden
kapatıldığına dair gerekçeli kararı
kendilerinden değil “Ocak Eski Başkanı
Türkan Hanımdan” öğrenebileceğimi
kendilerinin açıklama yapmayacağını
belirtti. Kayyum heyetinin ne zaman
seçime gideceğini sormam üzerine ise
biraz hiddetli bir ses tonu ile defterleri
daha alamadıklarını sadece kapıyı
değiştirebildiklerini, seçimlerin ne zaman
olacağının belli olmadığını söyledi(ne
utanç verici bir durum, defterleri
alamamışlar sadece ocağın kapısını
değiştirebilmişler!). Teşekkür ettim,
“Ankara Türk Ocağı Başkanı Türkan
Hacaloğlu’dan” öğreneceğimi belirttim.
Telefonda konuştuğum yetkiliye farklı bir
hususu daha söyledim. Aslında bir Türk
Ocaklı olarak şikâyette bulunacaktım.
Eskişehir Türk Ocakları Başkanı Nedim
Ünal sosyal medyada sahibi olduğu bir
hesap üzerinden Türklük düşmanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı
adaylığı karşısında sempatisini
belirtiyordu. Şikâyette bulundum ve
Eskişehir Ocak yönetimine karşı nasıl bir
tutum içinde bulunacaklarını sordum.
Aldığım cevap şuydu; “ne yani en çok
çalışan ocağımızı mı kapatmamızı
istiyorsunuz?” Türkçülük adına arı gibi
çalışan ocak Ankara Türk Ocağıydı
hâlbuki. Sayın Nedim Ünal’ın yönetiminde
Eskişehir Türk Ocağı, ne adına en çok
çalışan ocaktı bilemeyeceğim. Şikâyetçi
olduğumu yineledim, sosyal medya
hesapları üzerinden yapılanların
soruşturma gerekçesi olamayacağını
belirtti sayın yönetici. Konuşmayı
sonlandırdık.
İlginç olan bir durum vardı. Eskişehir Türk
Ocağı başkanının durumu için sosyal
medya da yaptıkları soruşturma gerekçesi
olamıyordu, fakat Ankara Türk ocakları
yöneticilerinin sosyal medya hesapları
takip ediliyor ve Ankara Ocağa soruşturma
evrakları gönderiliyordu.
(İkiyüzlülüklerini ve yalancılıklarını Allaha
havale ediyorum!)
GENCAY
22
Daha da ilginç olan bir durum şu ki; Tayyip
Erdoğan sempatizanı Nedim Ünal için
sosyal medyada yaptıkları soruşturma
gerekçesi olamaz denirken, Ankara Türk
Ocakları yönetiminin görevden alınma
gerekçeleri arasında ise sosyal medya
hesaplarında olanlara açılan
soruşturmalar gerekçe gösteriliyordu.
Güler misin ağlar mısın?
Peki başka ne gibi gerekçeler var
diyorsunuzdur ?.. Söyleyeyim efendim,
fakat gülmeyin ya da şaka yapıyorum
zannetmeyin!
Yeterli sayıda Türk Yurdu Dergisi
aboneliği yapmamak!
(Türklük ve Türkçülük için çalışmayı şeref
sayan Ankara Türk Ocağı için iftiradır!)
Genel Başkan ve yönetime tarih ve
Türklük dersi vermek!
(Haa ama haddi aşan bir şekilde yapılmış!)
Türk Ocaklı gençlerin terbiyesizliklerine
destek vermek!
(Ocaklı Türk gençlerinin terbiyesiz
olduğunu iddia ediyorsanız böyle bir nesil
yetişmesinin baş sebebi siz olurdunuz
herhâlde. Öyle bir durumda kapatıp
kepenkleri gitmenizi beklerdik)!
Gördüğünüz gibi durum bundan ibarettir.
Türk’ün şanlı çınarı nasıl bir yönetimin
elindedir sizin takdirinize bırakıyorum.
Fakat bilenmesini isterim ki bizler İzmir
işgal edilince tarihi Sultan Ahmet
mitinglerini düzenleyip halkı direnişe
davet eden Türk Ocaklıların torunlarıyız!
Bizleri öyle yıldırıp ocağımızı terk edip
gideceğimizi zannediyorlarsa çok
yanılırlar! Mustafa Kemal’in Ankara Türk
Ocağı II. Kurultayında dediği gibi “Türk ve
Türkçülük aleyhinde bulunanları
ezeceğiz!” bunu yapmadan da bir yere
gitmeye niyetimiz yok!..
GENCAY
23
BİR TÜRKÇÜ’NÜN ÜTOPYASI Sergen ÇİRKİN
Bugün 25 Mart 2062, Türk Ocakları’nın
150. kuruluş yıl dönümünü anmak için
toplanmış bulunuyoruz, kutlu olsun...
Saygıdeğer Ocaklılar, bir devrin tarihe
gömüldüğü son günlerde, ilk kıvılcımları
190 yiğit Türk evladı tarafından atılan
Ocağımız bugün bir buçuk asrı devirmiştir.
Sizleri 48 yıl öncesine, Ocaklarla tanıştığım
ilk yıllara götürmek istiyorum. O yıllarda
Türk Ocaklarının genel merkezi Ankara
Balgat’ta bulunan 4 katlı bir binadan
teşekkül ediyordu. Devrin şehir merkezine
görece uzak ve soğuk bir görünüme sahip
olan bu bina günümüzde mevcut değildir.
Genel Merkez’in yeniden bu kutsal çatıya,
ait olduğu yere taşınması, Ocaklılık
ruhunun tüm yurda yayılmasında önemli
bir aşama olmuştur. Türk Ocakları bugün,
şubeleri ve yurtdışı temsilcilikleri ile
sayısız üyesi bulunan anıtsal bir kültür
kurumu haline gelmiştir.
Ocakların 2014 yılında gerçekleşen 43.
Kurultayı tam anlamıyla devrin
Türkiye’sini yansıtıyordu. 58-61. Türk
Hükumetleri’nin yarattığı kaos ve çatışma
ortamı, ülkede hemen her alanda olduğu
gibi Ocaklarda da etkisini göstermişti.
“Büyük Türkiye Komitesi”nin
kuruluşunu takiben çıkartılan bir
parlamento kararıyla bahsi geçen
hükumetler “damnatio memoriae” olarak
ilan edilmiş ve Cumhuriyet hafızasından
tamamıyla silinmiştir.
İki farklı listenin adaylık yarışına tanıklık
eden 43. Kurultay, Şerafettin Yılmaz’ın
divan başkanlığında toplanmıştı. Bu
listeler, her ikisi de Türk tarihçiliğinin
önemli isimlerinden olan Prof. Dr.
Mehmet Öz ve Prof. Dr. Mustafa Kafalı
tarafından çıkartılmıştı. Genel Merkez
yönetiminin ülke siyasetine dair izlediği
tutumlar, şubelerce tepkiyle karşılanmış
ve bu durum kurultayın ağır bir
atmosferde geçmesine sebep olmuştu.
Büyük kurultaya İstanbul delegesi olarak
katılan Cezmi Bayram’ın basına verdiği şu
ifadeler devrin milliyetçi camiasında ağır
bir infial yaratmıştır:
“Cumhuriyet döneminde milliyetçilik
yapılmadı.”
“Cumhuriyetin ilk yıllarında Türklere de
darbe vurulmuştur.”
GENCAY
24
“Türk Ocakları Cumhuriyet dönemi
inkılaplarına karşı çıkmıştır.”
“Kürtçe eğitim tartışmaların yapıldığı
dönemde liselerde seçmeli Kürtçe dersi
verilmesi kanaatini taşıyordum.”
“Kürtçe eğitimine, sadece Kürtlerin değil
Türklerin de onlarla anlaşmak için ihtiyacı
vardır.”
Bu cümlelerin, uzun satırlar arasından
özenle cımbızlanmış olduğunu
düşünebilirsiniz. Fakat aksine cümlelerin
tamamı altı dikkatle çizilmiş ibareler olup
Sayın Bayram’ın ana fikirlerini
yansıtmaktadır. Bayram, benzeri
görüşlerini Türk Yurdu mecmuasının
Aralık 2013 sayısında da neşretmiş ve
söylemlerindeki ısrarı sürdürmüştür.
Bayram’ın görüşlerindeki bu ısrara karşın
Genel Merkez yönetimi Bayram hakkında
herhangi bir işlem yapmamış bilakis bu
görüşlere Türk Yurdu mecmuasında yer
vererek görüşleri teyit ettiğini ilân
etmiştir.
Kurultay bu tartışmalar altında sürerken,
kürsüye çıkan delegeler, Merkez Yönetim
Kurulu’na ülkenin vahim durumu
hakkında sorular yöneltiyor ve Genel
Merkez’in bu vahamet karşısında niçin
sessiz kaldığını öğrenmek istiyorlardı.
Nihayet genel kurul seçimleri 90’a karşı
174 oy ile Sayın Öz’ün lehine sonuçlandı.
Fakat burada şunu belirtmek isterim ki bu
174 oyun büyük kısmı şube seçmenine ait
değildi. Alınan oyların çoğunluğu Genel
Merkezce atanan heyet üyelerinden
geliyordu yani, ortada “Seçilmişlerin
yaptığı bir Seçim” söz konusuydu. Bir
müddet sonra terk edilecek olan bu
delegasyon sistemi Ocaklılık ruhuna da
tamamen aykırıydı.
Zira Ocak kurultayları hiçbir zaman tek
düzey bir onay meclisi görevi görmemiştir.
Türk Ocağı, daha kurulduğu ilk yıllarından
itibaren ülkede seçim ve demokrasi
kültürlerinin yerleşmesine büyük katkı
sağlamıştır. Ocaklılar, yeri gelmiş siyasi
üyelikleri sebebiyle Ziya Gökalp gibi bir
ismin genel başkan seçilmesine hayır
demiş; yeri gelmiş Hamdullah Suphi gibi
bir genel başkana kurultay salonundan en
ağır ifadeler ile yüklenmiştir ve daha da
önemlisi bu gibi eleştiriler örtbas edilmeye
çalışılmamış, kurultay tutanaklarına satır
satır geçirilerek günümüze dek
ulaştırılmıştır.
İşte sizlere bir demokrasi örneği…
Fakat 43. Genel Kurulda Türkan
Hacaloğlu’nun Ankara Şubesi adına
yaptığı konuşma, Genel Merkez
Yönetimince hiç de hoş karşılanmaz. Bu
konuşma metni, Şube yönetim kurulunun
feshine neden olmuştur. Konuşmanın
asılsız içerikle dolu olduğunu beyan eden
Merkez Yönetim Kurulu, her nedense bu
asılsız içerikten rahatsız olmuş ve şube
yönetiminin feshine karar vermiştir.
GENCAY
25
Bu kararı imza eden yüksek heyete
sormak isterdim, Türk Ocakları Ne Yapar?
Türk Ocakları yorganlık patiska üretmez,
fermuar veya domates salçası da… Türk
Ocakları bir fikir kurumudur ve fikirler
ancak tartışma ortamlarında vücut
bulabilir. Fakat bu kez öyle olmamış aykırı
tüm sesler devrin genel merkez yönetimi
tarafından aforoz edilmiştir. Daha önce de
belirtiğimiz gibi ülke genelinde hâkim olan
tahammülsüzlük ve asabiye hali kimi Türk
Ocağı yöneticilerine de sirayet etmişti.
Hatta öyle ki eğer bugün bu satırları işitme
imkânları olsaydı, aynı asabiyetle karşılık
vereceklerinden kuşkum olmazdı.
Mekânları Cennet olsun…
Ve bugüne dönecek olursak Eski Genel
Başkanımız Prof. Dr. İkbal Vurucu’dan bu
kutlu bayrağı devralan saygıdeğer hanım
efendi Prof. Dr. Özge Korkmaz’ı Ocakların
ilk kadın Genel Başkanı olması dolayısıyla
bir kez daha kutluyorum… Esenlikle…
GENCAY
26
TÜRK OCAKLARI, MUSTAFA KAFALI
VE ANAHTAR Fatma Özge ÖZDEMİR
Hani Galip Erdem’in Ülkücünün Çilesi adlı
kitabında anlatmış olduğu bir ayrık otu
hikâyesi vardır, bilir misiniz?
“Alabildiğine gür yemyeşil çimenlerin, renk
renk menekşelerin, papatyaların,
gelinciklerin yaşadığı bir çayır vardı.
Bir gün bu Çayır'a ne idiğü belirsiz bir ot
geldi. Masum ve mazlum bir eda ile "Sayın
Çayır hazretleri" dedi. "Yersiz yurtsuz
kaldım. Kıyıcığınızda köşeciğinizde, hiç işe
yaramayan verimsiz bir parçanızda
yerleşmeme müsaade eder misiniz?"
Çayır önce şaşırdı. Bu davetsiz misafiri hiç
tanımıyordu. "Adın nedir?" diye sordu,
"Sana kim derler?" Öteki, biraz daha ezilip
büzüldü, merhamet dilenen bir sesle: "Bana,
ayrık otu, derler. Kimseye zararım
dokunmaz. Herkese iyilik ederim." dedi.
Çayır: "Pekiyi. Yalnız, bizim çocuklara bir
danışayım. Kabul ederlerse, sana da bir
köşe veririz. Bizim burada demokrasi
vardır. Hiç kimse tek başına karar veremez.
Herkesin fikri alınır." diyerek, çayırda
yaşayan bütün bitkileri topladı. Kısaca
meseleyi anlattı. Diz boyu çimenler, mor
menekşeler kıpkırmızı gelincikler, sarı
papatyalar, yeni bir arkadaşa
kavuşacaklarını düşünerek çok sevindiler.
Oy birliği ile "Ayrık otu"na münasip bir yer
verilmesi tezini savundular. O çayırda, ulu
bir Çınar vardı. Çok yaşamış, çok
güngörmüştü. Söz aldı: "İşinize karışmak
gibi olmasın ama bence hata ediyorsunuz.
Siz, ayrık otunu tanımazsınız. Görünüşüne
aldanmayın. Son derece zararlı bir bitkidir.
Aranıza girerse huzurunuzu bozar,
kökünüzü kurutur, yaşama hakkınızı
elinizden alır. İyiliğiniz için söylüyorum.
Bana göre hava hoş. Ben kuvvetliyim. Bana
hiçbir şey yapamaz."
Çınar'ın öğütlerine aldırış eden olmadı...
"İhtiyar, amma da saçmalıyor ha! Bu zavallı
kime kötülük edebilir ki!" dediler. Böylece,
karar verildi. Ayrık otu, çayırın verimsiz bir
köşesine yerleşti.
Sonra, zaman geçti... Ayrık otu, tabiatının
icabını yapmağa başladı. Kendisine ayrılan
saha ile yetinmedi. Her tarafa kök saldı.
Toprağını gittikçe genişletiyor, herkese kafa
tutuyor, yavaş yavaş herkesi yerinden
ediyordu. Çayır'ın huzuru kaçmıştı. O eski
ahenk, dostça ve beraberce yaşanılan
günler şimdi bir hayâl olmuştu. Çimenler,
artık diz boyu değildi. Menekşeler, o şahane
morluklarını kaybetmiş kirli bir renge
bürünmüşlerdi. Gelincikler, muradına
ermeden soluveren gelinlere benzemişti.
GENCAY
27
Papatyaların sarısı artık eskisi gibi tatlı
görünmüyor, bir "ölüm sarılığı"nı
hatırlatıyordu.
Vaziyetin gittikçe kötüleştiğini görünce,
meseleyi bir kere daha müzakere ettiler.
Herkes, başlangıçtaki fikrinin hatalı
olduğunu, ayrık otunu kabul etmemeleri
gerektiğini söyledi. Yazık ki, iş işten
geçmişti. Ne yapılabileceğini düşündüler.
Neticede, "Çayır Ana"ya gidip "Ayrık otu"nu
şikâyet etmeye karar verdiler. Çayır,
çocuklarının haline çok üzüldü, âdeta
yüreği parçalandı. Hemen, "Ayrık otu"nu
buldu. Hiddetle: "Sana verdiğimiz köşede
durmamış, her tarafı istila etmeye
başlamışsın. Çocukların huzuru kalmamış.
Sana acıdıkları için aralarına almışlardı.
Hepsini pişman ettin. Ya bu huyundan
vazgeç, köşeciğine çekil, ya da geldiğin yere
git." dedi.
Ayrık otu, arsız arsız sırıttı. Kendine
güvenen bir ifade ile: "Yerimden
memnunum... Halimden asla şikâyetçi
değilim. Rahatsızlığım da yok. Eğer rahatsız
olanlar varsa, çekilip gitmekte serbesttirler.
Beyhude yorulmayın. Elinizden bir şey
gelmez. Köklerimi öyle derinlere saldım ki,
artık söküp atamazsınız!" cevabını verdi.
Bu hikâye, böylece biter. Sözünü kimseye
dinletemeyen o Ulu Çınar'a gelince: Çayır
sâkinlerinin haline o kadar üzülmüş,
kaybolan saadetlerinin arkasından öylesine
ağlamış ki, "Ben demedim mi?" bile
diyememiş!..’’ (Galip ERDEM - Ülkücünün Çilesi -
Ötüken Yayınevi İstanbul 1976)
Bugünlerde ayrık otunun yerleşmesi
misali, bir Türk Ocakları furyası var ya
hakkımızda hayırlısı… Hakkımızda
hayırlısı demek için bile geç kalınmış bir
durum aslında. Türk Ocakları arasında en
hızlı, hareketli ve faal çalışan Ankara Türk
Ocağı şubesi -ayrıca Türk Ocakları
tarihinde ilk bayan başkana sahip olan
Türk Ocağı'dır-, eften püften bir
gerekçeyle kapatılmış, hatta Başkan,
Başkan Yardımcıları ve üyeler içindeyken
gelinip anahtarı değiştirilmiş ve Türk’ün
ocağına giriş engellenmiştir. Hiçbir etik
kurala uymayan bu davranışın, Türk
Milliyetçisi vicdanlarda da yer bulması
mümkün değildir.
Türk Ocakları, 25 Mart 1912’de resmen
kurulmuş olup, ‘’90 yıllık bir gönüllüler
kurumu’’ olarak nitelendirilmektedir.
Diğer derneklerden farklı bir kuruluş
yapısına sahip olan Türk Ocakları, bir
gençlik hareketinin somutlaştırılmasıyla
doğmuştur. Şimdiye bakacak olursak, artık
çizgisinden çıkan Türk Ocakları, gençlik
hareketinin somutlaştırılmasıyla doğup,
gençlik hareketinin baskılanmasıyla son
buldurulmak istenmektedir.
Benzer olaylar bu yıl düzenlenen 43.
Olağan Büyük Kurultay’da da yaşanmıştır.
Burada da Mustafa Kafalı Hocamız
başkanlığa aday olmuş ve bin bir hileyle,
düzenbazlıkla seçimi kaybetmesine neden
olunmuştur. Bunlardan kimin haberi var?
Kimsenin. Çünkü ‘’Aman ocağımızı
kapatırlar, aman bizim faaliyetimizi
GENCAY
28
engellerler’’ denilerek, hep geri planda
durmanın sonucudur bu durum. Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı,
ocağın kapısına kilidi sonunda
vurdurmuştur. Galip Erdem’in ayrık otu
hikâyesini bu yüzden paylaştım sizlerle.
Çünkü bu ayrık otlarını temizlemek artık
bir o kadar zahmetli olduğu gibi, bir o
kadar da güç. Balık baştan kokar hesabı,
atılımcı gençlerin önünün kapatılması
bizleri ilerletmemekle birlikte, 90 yıllık
Türk’ün Ocağı’na kilidi vurdurmuştur. Bu
duruma tepkisiz kalınmaması gerekir. Her
şeyden önce hemen, acil bir plan yapılıp en
yerinde tepki gösterilmelidir.
Unutulmamalıdır ki; bizim ülkemizde
zamanı geçen her olay çürümeye yüz
tutmaktadır. Hatta çürümesine fırsat
verilmeden, bir şekilde gündem değişmiş,
o olayın üzerinden geçen zaman unutma
yolundaki planlara çare olmuştur.
Böyle şanlı bir tarihe sahip olan Türk
Ocakları’nın, bu gibi bir durumla gündeme
gelmesi Türk Milliyetçileri’nin üzerinde
oynanan oyunun da bir göstergesidir.
Buradan anlaşıldığı üzere düşünen, üreten
ve çözümler sunan beyinlerin önü
kesilmeye mahkûmdur bu ülkede. Bizlere
düşünmeyen, sorgulamayan insanlar
lazımdır. Türk Ocakları Genel Merkezi,
Ankara Şube’nin kapatılma olayını,
iktidarın gündem değiştirme yöntemini
takip ederek, Madımak olaylarının
yıldönümüne getirmiş olması ayrıca dikkat
çekilecek bir mevzudur. Günümüz ve
yaşadığımız olaylardan anlaşıldığı üzere,
Galip Erdem ‘’Ayrık Otu’’ hikâyesini
boşuna kaleme almamıştır. Dinlenilmeyen
koca çınarlar, günümüzde hala
dinlenilmemekte olmasına rağmen
köşelerine çekilmek yerine meydanlarda
gençlerden çok genç olarak faaliyette
bulunmaktadırlar. Allah onları başımızdan
eksik etmesin!
Peki, bu kadar olaydan sonra neler
yapılmalı? Bizim gibi insanlar bu
haksızlığa göz mü yummalı? Ben size
söyleyeyim; o kadar çok plan yapılır ki bu
olaylardan sonra, sanırsınız bu güç
dünyayı yerinden oynatır. Sonra üzerinden
zaman geçer, bu zaman zarfında planların
yerine oturması beklenirken; planları silip
süpüren zaman gözden kaçar. Her olayda
olduğu gibi yine zamanın eline bırakılan
tepkiler, yok olur gider. Hep “Unutma,
unutturma!’’ diye başlayan cümleler,
yerini “Bir sonrakinde böyle olmayacak!’’
cümlelerine bırakır. Unuturuz arkadaşlar!
Bunu da unuturuz! Ne de olsa bize
dokunmayan yılan bin yaşasın, biz hep
unuturuz. Unutmak gibi, sessiz kalmak
gibi, yapılan haksızlığı yok saymak gibi bir
huyumuz var ne de olsa. Bakınız, seçimden
sonra Mustafa Hoca’ya yapılan haksızlığı
unuttuk bile… Birkaç gün sosyal medyada
yer alsın yeter. Birkaç gün insanlar
paylaşımlarımızı beğensin kâfi…
Unutmamamız gereken tek bir şey var
aslında ‘’Unutmak Tükenmektir!’’. Bunu
kavradığımız an bütün sorun çözülecektir.
GENCAY
29
GENCAY
30
TARİH BUNU DA YAZAR
Çağhan SARI
Siyasetle meşgul olanlar zaman içinde
sosyal medyada yaptıkları paylaşımlar ile
sorun yaşayabilirler. Haklı haksız hepsi
yaşayabilir. Üniversite öğrencileri,
hocalarına sosyal paylaşım yolu üzerinden
yaptıkları ifadelerdeki eleştiri ile hakaret
sınırını ayırt etmezse sorun yaşarlar.
İstisnasız hepsi yaşayabilir. Artık sosyal
medyadaki paylaşımlarınız karakter
analizlerinde ve etiketlenmenizde
kullanılır. İlgililerin merceğine girin bütün
paylaşımlarınız kullanılır. Unutmadan eğer
Türk Ocakları üyesi iseniz, sosyal
paylaşımlarınız Genel Merkez tarafından
hakkınızda soruşturma açılmasında yeterli
unsur teşkil edebilir. Maalesef haklı haksız
hepsi teşkil edebilir!
Bu yazının kaleme alınmasından yaklaşık
iki hafta kadar önce Türk Ocağı Genel
Merkezi, Ankara Şubesi’nin Yönetim
Kurulu’nu görevden aldığını duyurdu.
Yönetimin feshi ile ilgili karar metni ile
diğer yazışmaları, bu yazının sahibi tetkik
etme imkânı buldu. Ancak hadisenin
yargıya intikali sebebi ile neşredilme
sakıncası göz ardı edilmedi. Türk Ocakları
Genel Merkezi’nin bu karara vardığı
aşamaları hatırlayalım.
Türk Ocakları Genel Merkezi, 19 Nisan
2014 tarihinde gerçekleştirdiği kurultay
sonucunda göreve geldi. Seçimleri kazanan
mevcut yönetim idi. Mevcut yönetim ise
yıllarca başkanlık görevini ifa etmiş
saygıdeğer büyüklerden Nuri Gürgür’ün
2012 kurultayında seçimi kazandığı liste
idi. Nuri Gürgür bu kurultay ile başkanlık
görevini, listesinde yer alan tarihçi Prof.
Dr. Mehmet Öz’e bırakmıştı. İki sene görev
yapan Genel Merkez yönetimi 2014’de de
seçimleri kazanıp yoluna devam etmiş
oldu. Birçok yazıda değinildiği için son
seçimlerde Genel Merkez delege sayısı ile
ilgili mevzubahis açmayacağız.
Kurultaydan iki gün önce, dönemin Ankara
Türk Ocağı Gençlik Kolları Başkanı Burak
Yamuç bir bildiri yayınlar. İki arkadaşının
da imzası bulunan bu bildiride –şuan
görevde olan- Türk Ocakları Genel
Merkezi’nde Genel Sekreter Yardımcısı
Emrah Şenel’in gençlere karşı
yaklaşımlarından şikâyet edilmiştir. Bu
bildiri Facebook üzerinden yayınlanmış ve
birkaç saat içinde gençler tarafından
paylaşılmıştır. Şimdi bu bildirinin fesih
gerekçeleri arasında görmek, gençliğin
bildiri kaleme almasında ne kadar titiz (!)
olması gerektiğini gösteriyor.
Bir başka Facebook paylaşımı gerekçesi,
Bursa Türk Ocağı Gençlik Kolları Eski
GENCAY
31
Başkanı, Ankara’da feshedilen yönetim
kurulunun üyesi, Mehmet Altıntaş ile
ilgilidir. Mehmet Altıntaş, Ankara’da
yapılan Kırım mitingine katılmış, -malum
bozkurt tartışması- mitingde yaşanan
tatsız olayları Facebook’ta kendi
hesabından yorumlamıştır. Bazı hocalar
hesabına mesaj göndermişlerdir.
Gerekçeler arasında Mehmet Altıntaş
hakkında Ankara şube yönetiminin neden
soruşturma açmadığı vurgulanmıştır.
Olumlu olumsuz görüş beyan ederken
gençlerin ne kadar dikkatli ve ölçülü
davranması gerektiğini görüyoruz.
Facebook’ta eğer Genel Merkez’e muhalif
iseniz arkadaşlarınız ile yan yana gelip,
fotoğraf çektirip, Güzel Günler Göreceğiz
şiirine nazire yaparcasına ‘güzel şeyler
olacak’ yazısıyla fotoğrafı takdim
ederseniz yine bir soruşturmanın
muhatabı olacağını yazmamız gerekiyor.
Türk Ocakları Gençlik Kolları Eski Başkanı
Ömer Serdar Karaca, feshedilen Ankara
yönetiminde muhasip vazifesinde
bulunmuş, 43. Kurultay’da da Prof. Dr.
Mustafa Kafalı’nın listesinde yedek olarak
yer almıştır. Ömer Serdar Karaca’nın,
Mehmet Altıntaş ile masa başında
çalışırken çektirdikleri fotoğraf, ‘güzel
şeyler olacak’ yazısı ile paylaşılmıştır. Bu
paylaşım hakkında Ankara şubeye, Genel
Merkez’in soru yöneltmesi, yanıttan
memnun kalmaması şunu göstermektedir
ki, eğer muhalifseniz ve başarılı bir
muhalifseniz lütfen mesai sırasında
fotoğraf çekilmeyin. Çünkü siz böyle
yaparsanız atasözlerine konu olabilecek
bir performans sergiletirsiniz.
Son olarak eğer konferans veya konuşma
tertip ederseniz Facebook üzerinden
duyurmayın, afiş hazırlatmayın. Çünkü o
tarihlerde Genel Merkez’in bir etkinliği
vardır ve siz bu etkinliğe katılmak yerine
alternatif üretmiş olursunuz.
Fesih gerekçelerinin Facebook üzerinden
toplananları bu kadar ile sınırlı.
Twitter’daki paylaşımların olmaması
dikkat çekici; ya Twitter kullanılmıyor ya
da takip edilmiyor, bilemiyoruz. Elbette
Genel Merkez fesih kararı almaya haiz.
Ancak bu gerekçeler tarihe geçmeyecek
midir? Umumiyetle 1912-1931 devresi
yazılan Türk Ocakları tarihinin bu
döneminde, fesih kararlarını yazmak
mesele değildir. Mesele, gerekçeleri
yazabilmektir. Mesele, Ocak adabının ve
geleneğinin fesih kararlarında
hatırlandığını yazabilmektir.
GENCAY
32
SONSUZ SALTANAT
Veysel Gökberk MANGA
Bu yazıyı, bir "Türk Ocaklı eskisi" olarak,
birkaç yıl alın terimi dökerek hizmet
ettiğim Türk Ocağı'nın hâl-i pür-melâli
hakkında birkaç kelâm etmek hakkım
olduğuna inanarak yazıyorum.
Eskiliğim şöyledir: Bir süre, çeşitli
şehirlerde Ülkü Ocağı şubelerinde
bulunduktan sonra, buraların kısıtlı bir
dâire içinde dönüp durduğunu fark ederek
Ülkü Ocağı'ndan ayrılmıştım. Daha sonra,
hâlâ bir Türk Ocağı şubesinin başkanlığını
yapan kıymetli bir adamın, bir hocamın
peşine takılıp aklından, ferâsetinden
faydalanarak, Türk Ocağı bünyesinde
düzenlenen, daha ziyâde "akademik"
sayılabilecek faaliyetlere katıldım,
konferans ve seminerlerin devâmcısı ve
merâklı bir öğrencisi oldum. Tâ ki o
şehirde vaktim dolana ve Ankara'ya gelene
kadar...
O şehirden ayrılıp Ankara'ya gelmem
arasında bir yıllık bir süre vardı. Bu bir
sene, bende bâzı fikirlerin değişmesine,
bâzılarının da filizlenip kökleşmesine
imkân verdi. Bunlardan birincisi ve belki
en önemlisi, bir kurum eğer fazla eski ise,
onun bâzı yönlerden kusurlu ve tâmir
edilemez derecede kusurlu olduğunu
görmem oldu. İcrâ ettiği görev îtibâriyle
"salonda kalmakla" suçlanan ve gerçekten
de, şahsî çaba ve katılımlar gözardı
edildiğinde, "akademik" olarak varlığını
devâm ettirmeyi daha makul ve mantıklı
bulan Türk Ocakları, kuruluşunun 100.
yılını kutladığına göre, asırlık bir çınar
olmasına asırlık bir çınardı; fakat artık
hareket kaabiliyetinden yoksun bir
bünyesi vardı. Aktif bir hareketin
muharrik kuvveti olmak kudretinden,
zannımca yoksundu.
Bu mütalaalar sonunda Ankara'da, "Türk
Ocaklı" olmamaya karar verdim ve bu
şahsî kararımı yalnızca uyguladım,
kimseye açmadım. O kadar ki, geçenlerde
kapatılan Ankara Şube'nin kapısından
yalnız, özel toplantılar münâsebetiyle üç
kez girmişliğim vardır. Genel Merkez'e ise
iki kere gittim.
Sırası gelmişken, Genel Merkez
ziyâretlerimin ilkinden de kısaca
bahsetmem faydalı olacak: Bu ilk ziyârette,
yakından tanıdığım bir arkadaşın burs
başvurusu için ocağımızın kapısını
aşındırdık. Arkadaşım ısrârla benim de
burs başvurusu yapmamı, ona göre bursu
ziyâdesiyle hak ettiğimi söyleyip
duruyordu. Ben de ona, "belki ben bursu
hak ediyorum ama acabâ bu çeşitli
hâlleriyle kerrat cetvelini andıran not
tablonla sen hak ediyor musun?" diye
takılıyordum. Başvurusunu yapmaya
GENCAY
33
gittiğimiz şeyin, benim arkadaşım için
"önceden ayrılmış" olmasını bilmenin
rahatlığıyla bu lâfları edebiliyordum elbet.
Çünkü arkadaşımın torpili sağlamdı,
şimdiki Genel Başkan'ın adını "referans"
olarak kayıtlara geçirecekti. Onun ısrârları
netîcesinde burs başvurusunu alan genç
adama, başvuru yapmadan evvel bir soru
yöneltmek ihtiyâcı hissettim: Eğer ben,
Genel Başkan'ın adını yazan kötü bir
öğrenci olsam bu bursu alır mıyım veyâ
ben referansı olmayan iyi bir öğrenci
olsam bursun bana çıkması ihtimâli nedir?
Aldığım cevâp bana, Türk Ocağı'nın artık
bir zümrenin tapulu malı olduğunu iyice
belletti.
Meselemize dönelim: Türk Ocağı
kurulduğu vakit, birkaç gencin aklında
yeşeren bir yeni medeniyet tasavvurunun
tecessümü idi. Hareketliydi ve harekete
getiriciydi. Yeni ve kıymetli fikirler
sunmak kudretindeydi. Bir mücâdelenin
en güçlü yürütücüsü olacak kadar faaldi ve
bunların hepsi, yeni ve sağlam bir temele
oturması sâyesindeydi. Bu temelin
köklerini târihin içinden aldığı da mutlakâ
doğruydu fakat bu alış işi de, olduğu gibi
bir alış değildi. Kusurlu, çürümüş, âtıl
tarafların tasfiyesinden sonra kalanların
yepyeni bir enerjiyle yoğrulmasından
meydâna geliyordu. Nitekim cumhuriyeti
kurdu.
Ülkü Ocağı kurulduğunda ise, Türk Ocağı
eliyle kurulan cumhuriyet çok acı bir
tecrübe ile karşı karşıyaydı ve onun
kurulması da bir ihtiyâç idi. Bu sefer
mücâdele de biraz daha karanlık ve farklı
usûllerle yürütülmek zorunda kaldı; çok
canlar yandı ve kanlar döküldüyse de,
muvakkaten de olsa cumhuriyet, canına
kastedenlerin elinden kurtarıldı. Fakat bu
iki büyük ve târihî başarı, benim gözümde
artık iki kurumun da âtıl kaldığı ve o
muazzam muharrik kuvveti kaybettiği
gerçeğini değiştiremez.
Bu yazıyı, "bu iki ocağın da ateşli
günlerinden eser kalmamıştır, ikisinin de
kapatılması lâzımdır, bu millete
faydalarından çok zararları vardır" demek
için yazmıyorum. Hayır, söylediklerimin
hepsi şahsîdir ve ben, en iyisini bulana
kadar çâreyi, kurtarıcıyı bu kurumlar
dışında arayacağım. Ancak derdim başka:
Her şeye rağmen, Türk Ocağı'nın Ankara
Şubesi'nin iyi işler yapmaya, hem de âtıl
kalan, bozulan, belki çürüyen ve kokan
yapıya rağmen iyi işler yapmaya, enerjisini
hem o yapıyı düzeltmeye, hem de yeni ve
güzel şeyler yaratmaya sevkettiğini
hayretle görmüştüm. Çok iyi bir gençlik
ekibiyle, Türkiye'nin her tarafındaki Türk
Ocaklı gençleri bir araya getiren,
düşündüren, heyecanlandıran, "en büyük
eksiğimiz" olan "sevgisizliğimiz"e karşı
savaş açan kadroyu, şaşırarak
seyretmiştim. Şimdi bu gençlerin
müdâvimi olduğu şube kapatıldı ve ben
son kale de düşmüş gibi hissediyorum.
Neden biliyor musunuz?
GENCAY
34
Türk Ocakları Ankara Şubesi, son seçimde
ilerleyen yaşına rağmen büyük
fedâkârlıkla gidişâttan
memnûniyetsizliğini dile getirerek
adaylığını açıklayan Prof. Dr. Mustafa
KAFALI'ya destek verdikleri için... Mevcut
yönetim, kendisine yöneltilen her muhâlif
seslenişi, giyinip kuşandırdığı,
silâhlandırıp pusatlandırdığı 90
delegesiyle def etmeye önceden karar
verdiği için...
Bu meselede yazacak çok şey var. Onların
birçoğu da derginin bu sayısında, değişik
yazılarda yazıldı. Onun için ben
uzatmayacağım. Ancak yine de, bir alacaklı
yâhut Almanya'dan oğlu gelen ev sâhibi
gibi, Ankara Şube'nin kapısının kilidini
dahi değiştirerek, ne bir tebliğ, ne başka
bir şey, kapıya yalnızca bir not asarak
mühür vuran, yönetimi sıradaki "seçimli
atama"ya kadar kayyuma devreden Genel
Merkez'e bir çift lâfım var.
Bizdenseniz, bizden olduğunuzu
göstermekte acele ediniz. Bâzı şube
başkanlarınızın cumhurbaşkanlığı
sürecinde Recep Tayyip ERDOĞAN'ı
destekleyeceklerine dâir ortada dolaşan
haberleri ya yalanlayınız veyâ
doğrulayınız ki, bizler de vicdanlı Türk
milliyetçileri olarak, sizlere karşı nasıl bir
tavır takınabileceğimizi kestirebilelim.
İçinden âkil adam çıkaran, açılım
sürecinde hükûmetin karşısında erkekçe
duramayan, ERDOĞAN'ın
cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladığı
ATO'nun yönetim kurulunda önemli
isimler barındıran, Genel Başkanı
DTCF'deki bir eyâlet sistemi
konferansında yalnızca bir akademisyen
olarak, Türk Ocaklı kimliğini işe hiç
karıştırmayarak konuşma yapan bir Türk
Ocağı'nı bizden saymamak ve bütün
kuvvetlerimizle, âdil veyâ değil, ona
hücûm etmek en tabiî hakkımızdır.
Şimdilik, cevâp gelmeden evvel, böyle bir
Türk Ocağı'na, bir dörtlük hediye etmekle
yetiniyorum:
Gün gelir, sonlanır hayât ve memât, Yıkılır
ol devlet-i ebed-müddet. Sanmayın bâkîdir
tâc, taht, saltanat; Sizin de devriniz
geçecek elbet!
Devrinizin "devr-i sâbık"a döndüğü vakit,
sizi bugünkü yerimizde bekliyor olacağız.
GENCAY
35
Y KUŞAĞI NESLİN TÜRK OCAKLARI’NA
BAKIŞI Serhat KAHRIMAN
Efendim öncelikle burada yazılı olan her
şey eleştirilere sonuna kadar açıktır. Her
şeyin doğrusunu biliyorum diye değil
benim de söyleyeceklerim var diye bu
yazıyı yazıyorum ve bu satırlardaki
cümleler yüksek bir bilgi seviyesinden
değil bugüne kadar elde etmeye çalıştığım
görgülerimden dökülmüştür.
Tevellüt; doksan iki, takdir ederseniz son
zamanlarda yapılan tasniflere göre hani şu
meşhur “y” kuşağındanım. Lise yıllarım
boyunca hayalim hep Ankara’da okumaktı.
Ankara’ya gidecek ve hep meraklısı
olduğum şu ‘siyaset’e dalacaktım. Her gece
başımı yastığa koyduğumda türlü hayaller
kurdum. Ve nihayet kader beni de
Ankara’nın taşlı yollarına düşürdü. Hem de
Gazi Üniversitesi’ni kazandım. Her şey
benim bir an önce “siyaset”e dalıp yıllardır
sevdalısı olduğum Türk Milliyetçiliği
davasına hizmet edebilmem için lehime
işliyordu. Hazırlık sınıfını bitirip 1. Sınıfa
başladığım yıl bir arkadaşım vasıtasıyla
Türk Ocakları Ankara Şubesi’nde bulunan
gençlik kollarının sene başı tanışma
kahvaltısına katıldım. Birbirinden
kıymetli, değerli, donanımlı Türk
milliyetçisi genç arkadaşlarla tanıştığım
gün işte benim yerim burası dedim.
Camiamız için ilmi ve fikri boyutta
çalışmalar yapan, Türkçü camianın
insanlarca üzerine yapıştırılmış
portresinden çok farklı insanlardı burada
gördüklerim.
İşte Türk Ocakları ile benim tanışmam
böyle oldu. Bir çoğumuz gibi; “bir arkadaş
vasıtası ile”. Yani Türk Ocağı’na gelip giden
bir arkadaşınız yoksa orayı tanımak biraz
zor olabiliyor. Kuşağımız ocağı tanımıyor
mu? Camiamız ile alakadar olan gençleri
saymazsak ne yazık ki bir çok arkadaş
tanımıyor. Ülkü ocaklarıyla aynı değil mi,
Alperenler’in değil mi gibi sorularla
karşılaşabiliyorsunuz. Veyahutta daha
acısı “ihtiyarlar kulübü, ulusalcıların
mekânı” gibi daha başka yakıştırmalarla
da karşılaşabiliyorsunuz. Hele son
zamanlarda bir başka duyabileceğiniz
yakıştırma; “cemaatçiler, akkurtlar”.
İnsanlar bu yakıştırmaları yaparken
elbette edindiği bazı izlenimler vardır.
İnsanlara niye bunu bize yakıştırıyorsun
diye çıkışmak yerine bu yakıştırmaları hak
edecek ne yapıyoruz diye aynaya
GENCAY
36
bakmalıyız. Velhasılı kelâm insanlara Türk
Ocakları’nın, Türk Ocaklıların kendini
anlatmaya ihtiyacı var. Hatta her Türk
Ocaklının ihtiyaçtan da ziyade ocağına,
camiasına, davasına böyle yakıştırmalar
yapıldığı için, yapılmasına fırsat verdiği
için borcu da var.
Tabii Tüm bu yanlış ve yakışıksız
yakıştırmaların yanında Türk Ocakları’nın
102 yıllık bir mazisi ve belli bir kimliği,
duruşu vardır. Fakat bizim kuşağımızın
bir özelliği –kendi gençlerimizin tenzih
ediyorum- büyüklerinden çok yaşıtlarına
bakarak, onlarla konuşarak bir şeyleri
öğrenme yolunu tercih ediyor. İşte tam da
bu noktada Ankara Şubesi ile başlayan
Gençlik Kolları yapılanması Türk
Ocaklarını ve Türk Ocaklılığı kendi
kuşağına tanıtma rolünü üstlenmişti. Sırası
ile Ömer Serdar Karaca, Yusuf Emre Koç ve
Burak Yamuç’un Şube Gençlik Kolları
Başkanlıkları dönemlerinde gençlerle olan
diyalog artmış ve ocağımız etrafında
toplanan gençlik halkası gitgitde
büyümüştür. Nuri Gürgür döneminde
Genel Merkez’de Gençlik Kolları için bir
başkanlık sıfatı oluşturulması ve bunun
başına da Ömer Serdar Karaca’nın
getirilmesiyle tüm ülke genelinde Türk
Ocakları’nın gençlik faaliyetleri hız
kazanmıştır. Öyle ki Türk Ocaklı gençler
Türkçü camianın gülen yüzü olmayı
başarmışlardır. Kuşağımızın buna tepkisi
tabii ki gecikmedi. Zamanla etraflarında
Türk Ocaklı gençleri gören arkadaşlar
faaliyetleri hayranlıkla izler oldular. Tabii
burada ocaklı arkadaşlarımızın güzel
karakterlerinin ve güler yüzlü, çalışkan ve
mütevazi tabiatlerinin büyük bir katkısı
oldu. Türk Ocakları geleceğine yatırım
yapmaya başlamış ve kendini yönetecek
kadrolarını kendi yetiştirmeye başlamıştı.
Rabbim bu şerefli kurumun Ankara
Şubesi’nde Burak Yamuç’un başkan
yardımcılığı görevini yürüttükten sonra
bana da Gençlik Kolları Başkanlığı
yapmayı nasip etti. Bu dönemde öyle güzel
insanlar tanıdım ki; Türk Milleti’ni ve Türk
Ocakları’nı omuzlarında taşımaya hazırlar.
Özellikle bayan arkadaşlarımızın
ocağımıza olan rağbeti bizi daha çok
sevindiriyordu. Demek ki bizim beyefendi
arkadaşlarımız bayanları rahatsız edecek
bir tutumda bulunmuyorlardı ki; bayanlar
bütün bir yüreklilikleriyle ocağa
koşuyorlar. Bir nesli anaların yetiştirdiğini
düşünecek olursak Türk Ocakları artık iki
kuşak ötesine yatırım yapmayı başarmıştı.
Lise yaş grubundan arkadaşlarımızda 15-
20 kişilik bir grup halinde sürekli
aramızdalar. Hatta öyle ki aralarında 99’
doğumlu kardeşlerimiz bile var. Ağabey ve
ablalarıyla birlikte ocaklılık şuurunu
kazanmak için çabalıyorlar. Heyecanları
ise görülmeye değer şekilde yüksek.
Bu arkadaşlarımıza asla ve asla kurum
içerisindeki kişileri kötülemek gibi fena
fikirler enjekte edilmedi. Bu gençler A
şahsı, B şahsı, C şubesi, D’nin hatrı için
değil doğrudan Türk Milleti ve Türk
Ocakları için orada bulunuyorlar. Hepsinin
bir sözü vardı kendi aralarında “Davamızı
karakterimizde taşıyacağız. Tüm neslimize
örnek olacağız. Bütün Türkçü camianın
üzerine haksız yere yapıştırılmış olan kara
ve çirkin etiketleri, tabuları yıkacağız.”
Nihayetinde bu sözü vermekle kalmayıp
hepsi yerine getiriyorlar. Oturup
kalkmalarından, giyim kuşamlarına,
konuşurken sarf ettikleri cümlelerden,
GENCAY
37
insanlara karşı davranışlarına kadar lisan-ı
hâl ile örnek olma gayreti içerisindeler.
Yaptıkları okumalar ile kendilerini
donatmaya özen gösteriyorlar. Öyle bir
teşekkür beklentisi içinde de olmayan bu
genç kardeşlerimiz “y kuşağı”na Türk
Ocakları’nı tanıtmayı en güzel şekilde
başarıyorlar. Bu çok kıymetli
kardeşlerimin isimlerini burada tek tek
sayamadığımdan ötürü çok üzgünüm.
Hepsi sayfalara bedel, pırıl pırıl insanlar.
Bu gençler için Türk Ocaklı olmak, ülkücü
olmak bir siyasi kimlik değil, bir yaşam
tarzıdır.
Gelelim son günlerde yaşanan Türk
Ocakları Ankara Şubesi’nin bu üzücü
süreci bütün genç kardeşlerimizi derinden
üzdü. Ankara Ocak gençler için artık bir
yuva gibi olduğu için gittiklerinde kapının
karşılarında duvar olması hepsini sarsıyor.
Ve bu yürekli gençleri hiç kimse sormuyor.
Bu süreç böyle işledi, bu gençler ne
yapıyor, ne oldu diyen bir kimse yok.
Gençler derken öyle üç beş kişilik marjinal
bir gruptan bahsetmiyorum. Burada
bulunan gençlerin fikriyatının ne olduğu
üzerine zerre kadar fikri olmayan nice
insanlar tanımak istemezdim, tanıdım.
Gençlerin burada böyle kalabalık olup,
böyle güzel hayaller kurup, çalışıp, güzel
şeyler amaçladığını bilmeyen, hiç bir
şekilde haberi dahi olmayan adamlar
görmek istemezdim, gördüm. Bu
kalabalıkta bir birine tutkun bir gençlik
yabana atılırsa yazık olacak. Türk Milleti
adına, Türkçülük adına, Türk Ocakları
adına hayalleri olan, bu nesli kazanmak
çok emekler aldı, kaybetmek kolay
olmasın. Lise yıllarımdan bir hocamın sözü
aklıma geliyor; “Türkiye’de en kolay
harcanan şey gençliktir.” demişti. Hocamın
bu sözü haksız çıkarılsın.
Son olarak peki senin vasfın ne ola ki bu
yazıyı yazdın diye soran olursa; efendim
ben bu millete gönül vermiş, Türkçü,
kendini Türk Ocakları’nda yetiştirmeye
çalışan bir çok gençten sadece biriyim. Bu
kuşağın, bu insanların içinde onları izleyen
sıradan bir çift göz olarak izlenimlerimi
aktardım. Hep kuşak farkından, birbirimizi
anlayamamaktan şikâyet edildiği için ben
de arkadaşlarımın içinde genel
gözlemlerimi yazdım. Belki de bir abimin
dediği gibi doğru bildiğimi söylemek için
30 yıl beklemeliydim, ama 30 yıl sonra da
gençler adına bir yazı yazmak için biraz
geç olurdu değil mi? Saygılarımla, hürmet
ederim…
GENCAY
38
TÜRK OCAKLARI VE MİLLİ ŞUUR Ziya GÖKALP
Millî şuurun kaynaklarından ikincisi millî
tarih fikridir. Hakikatte tarih ve coğrafya,
milletin hars ve medeniyetini yaratan
esaslı âmillerden birisidir. Tarih şuuru,
millî topluluğun mazisinin
derinliklerinden kuvvet alarak istikbâle
doğru bir bütün halinde ilerlemesini temin
eden biricik unsurdur. Millî tarih fikrine
bağlı bulunmayan cemiyetler maziden
kuvvet alamadıkları gibi, istikbâle de
metin adımlarla yürümek kudretini
gösteremezler. Bu itibarla topluluk da milli
tarih şuurunun yaratılması ve
kuvvetlendirmesi iktiza etmektedir. Bütün
eğitim müesseselerin yanı başında genel
olarak Türk Ocakları eskiden beri bir gaye
uğrunda çalışmaktadırlar. Birinci Cihan
Harbinde Başkomutan, Çanakkale de
olağanüstü fedakârlığı istilzam eden
vazifelerde gönüllü isterken ortaya atılan
gönüllülerin çoğunun Türk Ocağı
mensuplarını teşkil eden yedek
subaylardan çıkması, memleketimizde ve
cemiyetimizde ocaklarımızın yarattığı
müspet tesiri ispata kâfi gelir sanırız.
Millî tarih şuurunun milletin buhranlı
zamanlarında kalkınması için biricik
mânevi destek teşkil ettiği tarihte görülen
misalleriyle tespit edilmiştir. Müşterek
hâtıralar ve müşterek keder ve sevinçler
hep tarih potasının içerisinde
yoğurulmuştur. Bilhassa ecdâdın mâruz
kaldığı büyük zafer dostlarını millî
tarihimizin başlıca kuvvet menbâlarıdır.
Eski Yunanlılar, yurtları istilaya uğradığı
zamanlarda, Odise destanlarını nesillere
intikal ettirerek ruhlarında aradıkları
kuvveti bulabilmişlerdir.
Biz Türkler, tarihimizin her milletten daha
zengin destanlara sahip bir ırkın çocukları
olmakla iftihar ederiz. Orta Asya'da
Çinlilerle ve Moğollarla olan mücadelemiz,
hep bu tarihî kudretimize dayanmıştır. Ve
aradığımız bu büyük ruh kudretini , zengin
tarihimizin kaynaklarından bulmuş ve
aramışızdır. Bozkurt Efsanesi, Orta
Asya'da ırkımızın geçirdiği büyük
buhranda daima rehberlik yapmıştır. Ünlü
Başkumandan Atatürk, ordularına yaptığı
tamimlerde en karanlık ve ümitsiz anlarda
millî tarihin mefahirini zikrederek onların
maneviyatını takviyeye çalışmıştır. Ve
nihayet Türk Gençliğini de yine millî
tarihin mirası olan Türk kanının
GENCAY
39
mevcudiyetini ve büyük hazine olarak
tavsif etmiştir.
Tarih ve coğrafya, birbirini tamamlayan iki
unsurdur. Coğrafya milletin yaşadığı vatan
bütününü temsil eder. Bu umumî realiteye
müstesna olarak bazı milletlerin
mevcudiyetini görmekteyiz. Ezcümle
İsviçre ve Amerika gibi memleketlerde
birçok milletlerin bir yurt içerisinde
toplandığı müşahede edilebilir. Fakat bu
hal de, yine tarihin bir zaruretidir. Ve bu
istisnalar umumi kaideye halel verecek
mahiyette değildirler. Adı geçen
topluluklarda yurt birliği kadar tarih
birliği de mevcut olsaydı, muhakkak ki,
mevcudiyetleri daha sağlam temellere
istinat etmiş olurdu. Tarihin çizdiği
hakikat budur.
Eski Roma'da Cermen istilasına karşı
gösterilen mukavemet, millî tarih
şuurunun kuvveti ile yapılmış ve Galya
istilâdan bu şekilde kurtulabilmiştir.
Kartaca da Anibal'in etrafında toplanan
küçük bir topluluk, büyük Roma
İmparatorluğu ordularına karşı maddî
kudretine inanarak mücadele etmiştir. Bu
da, millî tarih şuurunun tezâhüründen
başka bir şey değildir.
Bugün her türlü eğitim ve öğretim
müesseseleriyle hükümet olarak ve her
türlü kültür müesseseleriyle millet olarak
amacımız, millî tarih şuurunun takviyesi
etrafında toplanması olmalıdır. Aksi halde
bütün silahların ve her türlü maddi
varlıkların en buhranlı zamanlarında bir
taş yığınından başka bir mânâ ifade
etmediğini ve milletin içinden gelen ruh
kudretinin her türlü maddî kuvvetten
üstün olduğuna tarih şahittir.
TÜRK YURDU - Haziran 1955
GENCAY
40
HOCALARIMIZI ZİYARETLERİMİZDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.