geçen hafta 71.389 okura ulaştık kitap aydınlık€¦ · / İstanbul tel: 0212 251 21 14 / 251...
TRANSCRIPT
Aydınlık30 Ağustos2013 Cuma
Yıl: 2 Sayı: 79
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P.Geçen hafta 71.389 okura ulaştık
Kürdümüzle birlikte özgürleşeceğiz
Kürdümüzle birlikte özgürleşeceğiz
Kürdümüzle birlikte özgürleşeceğiz
Kürdümüzle birlikte özgürleşeceğiz
Kürdümüzle birlikte özgürleşeceğiz
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
DOĞU PERİNÇEK’İN YENİ KİTABI: TÜRKİYE SOLU VE PKK
İki kitap ve bir fotoğraf...
İlk kitap “II. Abdülhamid Devri Son Bahriye Na-
zırı Hasan Rami Paşa ve Hatıratı”
Bir hatırat ki pek acıklı ve bir o denli gülünç. Göğ-
sü madalya dolu paşalar; ne bir zaferleri var ne bir
başarıları. Donanmaları değil, gemileri bile yok. Ha-
liç’ten çıkmaya yeltenirken ilk köprü ile ikincisi ara-
sında bozulan hurda yığını. Ama madalyadan ge-
çilmiyor üniformaları. 1908 Devrimi’ne kadar Bah-
riye Nazırlığı yapmış Hasan Rami Paşa hatıratında
içler acısı bu sefil dönemi anlatırken, ihsanlarına nail
olduğu Abdülhamit’i yerden yere vurmayı da ihmal
etmiyor. Bir imparatorluk nasıl ve niye çöker, tek ba-
şına bu kitap anlatmaya muktedir. Bu kitaba ayrı-
ca yer vermek gerekecek... (Alfa Yayınları Arşiv di-
zisi birbirinden önemli pek çok kitabı yayımlıyor, il-
gilisine de duyurmuş olalım böylece.)
İkinci kitap ise incecik, Kaynak Yayınları’ndan
çıkmış. Göğsünde sadece İstiklal Madalyası olan ve
en korkunç durumları zafere çevirmiş bir ordunun
subaylarından, onları da pek sıradan şeylermiş
gibi, kendini olabildiğince görünmez kılarak anla-
tan bir komutan. Muhafız Alayı’nın kurucusu Ge-
neral İsmail Hakkı Tekçe’nin anıları. “Atatürk’ün
Muhafızı Anlatıyor”
İlle karşılaştırarak okumak gerekmiyor ama, öyle
denk geldi. Tarihin mezarlığına gömülenlerle, in-
sanlığın büyük ufkuna doğanların hikâyeleri...
Bir de fotoğraf: Belli ki hepsi ast rütbelerde su-
baylar... Karavanadan mı yiyorlar, peynir üzüm
gibi geçiştirilen bir övün mü? O an hiçbir sarayda,
hiçbir restaurantta bundan daha temiz, bundan daha
leziz, bundan daha helal bir lokma, bir yemek geç-
miyordur insan boğazından. Dahası, bir yemeği, bir
tek lokmayı hiç kimse o bir avuç zabitan gibi garip
bir vakar ve sadelik, hak etmişliğin kankardeşi bir mut-
luluk içinde yemiyordur.
Objektif Mustafa Kemal’de odaklanmış.
Onların içindeki en onlardan… Yine de bambaşka bir
adam.
Objektife baktığında tarihe odaklanıp ya da tarih mi
onda odaklanmıştır; zamanı eylemine tanık kılan bir ira-
de gücüyle bugünlere ve yarınlara bakmış hep.
Bakmış… derken; henüz ‘Kör Kemal’ olmamış.
Ahu bakışlı, sürmelenmiş gözlü, vicdanını çapak al-
mış gericilerin sıfatlamasıdır; ‘Kör Kemal’, ‘Sağır İsmet’...
İsmet Bey de o anda, bir başka zabitan grubuyla bir
başka sofradadır belki, yine aynı silah kardeşliğinin, en
yoksul bir vatan sofrasında helallerden en helal rızkını pay-
laşmanın esenliğini bir bardak su kadar aziz bir ömre ta-
mam etmek için, oturmuş… Ve kalkmak üzeredir.
***
İmparatorluk laftadır artık,
çökmesi an meselesi, hiçbir şey o
kaderi engelleyemez; açlıklar, sal-
gın hastalıklar, çaresizlik, yoksul-
luk ve düşman, baştan başa vurmuş
kaplamış Anadolu’yu, Urumeli’ni,
Osmanlı mülkü görünen koskoca
bir haritayı.
Ama onlar o kadar kendile-
rinden emin ki, o kadar hazırlar ki
bir şeye ve her şeye; bakın gözle-
rinden okuyacaksınız, çehrelerine
ilişmiş azcık “muzır” o örtülü gü-
lümseyişlerinden hatta bıyıklarından okuya-
caksınız.
Üniformaları güneş ve toprak kokuyor.
Tarihte bir an bile emperyalizmden par-
maklanmadan kıpırdayamamış gericiliği ve
yobazlığın başkaldırısını ezmiş Hareket Or-
dusu’nun zabitanı edası var üstlerinde…
“Afiyet olsun arkadaşlar”
Sonra kalkacaklar, her birinin yüreğin-
de sevda, bir yavuklu, bir sevgili, bir eş, ana,
çocuklar belki. Yüreklerinin üstüne gelen
ceplerinde, ‘çıkarılmış suretlerinden’ bir
hatıra, efkârlı bir iç çekişle Allaha emanet edip onları, ulu
yollarına gidecekler, tarihi yapmaya…
Kemal Libya’ya gidecek kalkıp o sofranın başından,
vatan toprağı bellenmiş Tomruk ve Derne’yi İtalyanlara
karşı savunmaya, sol gözünü orada yaralaya-
cak, ‘Kör Kemal’ olmaya gidecek kalkıp, İsmet
Yemen’e gidecek kalkıp, isyan üstüne isyan-
lardan birini bastırmaya. Kesif top ateşinde sa-
ğır olmaya…
Balkan Dağları’nda, Arnavutluk’ta sava-
şacaklar, Yemen çöllerinde kanlarını kumla
harc edecekler… Kollarını, bacaklarını, göz-
lerini bırakacaklar, can verecekler…
Doğdukları, çocukluklarını yaşamadan bü-
yüdükleri, bir pencere kafesinin ardında süzülen
gölgelerine âşık oldukları kadınların hayalleriyle
dolu şehirlerini yitirecekler; Selanik’i, Bey-
rut’u, Manastır’ı, Ohri’yi, Üsküp’ü, Şam’ı…
Hatıralarını yad edip acı çekmeye bile za-
manları olmayacak, gidecekler yine…
Çanakkale’ye, Allahüekber Dağları’na, Hicaz
Çölleri’ne, Süveyş Kanalı’na, Galiçya’ya… O za-
mana kadar dünyanın gördüğü en muazzam do-
nanmaya ve onun kahir top salvolarına göğüs ge-
rip, yenip, tornistan ettirecekler; Peygamber
mezarını dayanılmaz açlığa, hastalıklara, iha-
netlere, sırttan vurulmalara karşın teslim etme-
yecekler, yaz giysileriyle Kafkas Dağlarının kışında
donacaklar, Filistin sokaklarında dudakları su-
suzluktan çatlak göğüs göğse çatışmalara gire-
cekler… Yenilecekler!
Koskoca topraklar çıkacak vatan tanımla-
masından, Payitaht’a düşman girecek, fethedil-
miş bir İstanbul yok hükmündedir; en güzel şe-
hirler Selanik, Beyrut, İzmir elden çıkacak… Bir
ucu Erzincan’da, bir ucu Konya’dadır işgal kuv-
vetlerinin…Adana, İskenderun, Ayıntap, Urfa,
Maraş, Antalya…
Bir kez vatansever olmaya görün, bir kez dev-
rimci… Yenilgi yok hükmündedir, yoktur lü-
gatlarda öyle bir kelime…
Kalkıp o sofranın başından, ağızlarında son
lokmaları, gidecekler yine…
Her emperyalizme karşı savaş, bir iç savaştır
ya aynı zamanda… Savaşacaklar.
Yoktan ordular var edecekler, hüsranları
azme çevirecekler…
Bir 30 Ağustos günü zafer marşları söyleye-
cekler.
Gittikleri büyük insanlığın şa-
fağıdır.
Kalkacaklar o dünyanın en he-
lal lokmalarının yendiği sofra ba-
şından, İstikal’e, Cumhuriyet’e gi-
decekler… Bir hayal, bir kavram ol-
maktan çıkarıp bir mülkü vatan ya-
pacaklar.
Kaç kişi kaldılarsa, toplanıp yine
öyle bir sofra başında, üniformala-
rından barut ve kan, kar ve tozu sil-
keleyip sıkma belli, küçük bardak-
larda rakılarını içerken, sarı leblebi-
lerini atıştıracaklar, o “fakrü zaruret
günlerinden” kalma hatıralarda. Ka-
dehlerini inşa ettikleri milletlerinin şe-
refine kaldıracaklar…
***
Karargâhında bir NATO generali, hatırlayıp o gün-
leri, hislenmiş, “ne zor zamanlarmış, ne kahramanlarmış
onlar… Neyse ki geride kaldı artık” deyip, tören kılıcını
da iyice afili kılıp, 30 Ağustos resepsiyonuna topuk çak-
maya gitmeye hazırlanırken…
Artık zaferlerini bile kutlamalarına izin verilmeyen
O’nun askerleri, onlar biliyorlar ki; geride kalması temenni
edilen, aslında çok yakın bir gelecekte yaklaşandır.
Tıpkı yine o sofranın başındakiler gibi, ceplerinde idam
fermanları, sökülmüş rütbeleri, haklarında verilmiş fet-
vaların güncellenmişleri…
Vız gelecek!
Yeniden bir istiklal, yeniden bir Cumhuriyet sevda-
sına gidecekler…
O fotoğraftaki zabitan bize, tarihe ama en çok onla-
ra bakıyor çünkü.
DÜNYANIN EN HELAL LOKMASI30 A�USTOS 2013 CUMA2 Aydınlık KİTAP
HALDUN ÇUBUKÇU
Baskı: Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. Tic. A.ŞOruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
[email protected] Müdürü
Kamile Karakadı[email protected]
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin AktaşYazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]
Reklam ServisiAydınlık
KITA P.
Sayfa Sekreteri Alev Özgenç
Felsefe ne büyük şey. Kıymeti de büyük,
içeriği de. Filozoflar da öyle. Binlerce yıl-
dır varlar, binlerce fikir sunarlar. Tabii
sundukları kimi zaman gün gibi açık gö-
rünse de, kimi zaman geceden daha ka-
ranlık, yıldızlardan daha karmaşıktır.
Doğa filozoflarından beri böyledir felse-
fe, büyük karanlıkta bir yanar bir söner.
Konusu karışıktır, anlatısı karışıktır, ba-
zen zahirîdir mevzu, bazense bâtıni. Ba-
zen de devreye, felsefenin olağan karma-
şası yetmiyormuş gibi, işleri daha da ka-
rıştıracak felsefe tarihçileri ve felsefe ko-
nuşucuları girer.
Halihazırda idrak edilmesi güç olan
mevzuları öyle boca
ederler ki, amaçları
sanki bocalamalarının
zekatını vermektir
okura. O zekat da
öyle bereketlidir ki,
her şey hakkında hiç-
bir şey anlatan bu
adamcağızların kitap-
ları okuru boşlukla
doldurur; okuru pek
çok konunun çeviri
kokmuş, eğreti keli-
meleriyle şişirir; otur-
mamış, saçılmış cüm-
leleriyle çatlatır.
Oysa kimi felsefe
anlatıcıları vardır ki,
okurun eline çizgileri
birbirine girmiş, uy-
durma ve yakıştırma
yer adlarıyla iyice ka-
ralanmış büyük bü-
yük haritalar tutuşturmak yerine, önce
yol tarifi verir. Ama tali yolları da anlatır
ve sonrabir harita çıkarırlar. O zaman yol
da sadeleşir, yolculuk da. Yol sadeleştik-
çe, yürüyen fikrine daha rahat yönelir;
akıl, temiz fikirleri daha açıkça görebilir.
Birkaç hafta evvel elime böylesi bir
kitap geçti. Sadık Usta’nın “Dünyayı
Değiştiren Düşünürler” isimli kitabının
ilk cildi “Hint Veda’larından Giordano
Bruno’ya” başlığıyla Yordam Kitapça
sunuldu.
FELSEFEYE ISINMA TURU“Felsefe nedir? Felsefe ne zaman or-
taya çıktı ve hangi tarihsel süreçlerin
ürünü oldu? İdealizm mi yoksa materya-
lizm mi daha önce ortaya çıktı? Tarihten
günümüze değişmeyen bir felsefi çizgi
var mı? Felsefede eşitlik düşüncesinin
kaynağı nedir ve ütopya ile ilişkisi ne-
dir?” gibi sorularla yola çıkan kitap, fel-
sefenin, hatta fikrin öncesine kadar uza-
nıyor ve felsefeyle çokça haşır neşir ol-
mayanların da rahatlıkla anlayabileceği
yalınlıkta. Bu yolculuğun ısın-
ma turu diyebileceğimiz
“Felsefenin Serüveni”
başlıklı sunuş bölümünde
sınıflı toplumların henüz
görünmediği ilk çağlardan
konuşmaya başlayan Usta,
felsefenin temelinde
“büyü”nün yattığını ve o
“büyü”nün zamanla nasıl
büyüdüğünü ve bugün ko-
nuşulan iki büyük mevzu-
ya, idealizme ve materya-
lizme hangi yollardan yürü-
düğünü anlatıyor.
Dört ciltlik çalışmanın
ilk cildinde bu yolculuğun
metinlerle yürüyen yanı, bi-
linen en eski yazılı eserler
olan Hint Veda’larıyla başlı-
yor, Uddalaka, Konfüçyüs,
Lao Tse, Hesiodos, Anaksi-
mander, Herakles, Demokrit,
Platon, Aristoteles, Epikür, Lukretius,
Seneca, İbn-i Sina, Leonardo da Vinci,
Erasmus, Martin Luther, Thomas Mün-
zer ve Giordano Bruno gibi pek önemli
ve pek şenlikli filozoflarla sürüyor. “Ma-
teryalizmi ve diyalektiği dirilten filozof”
Giordano Bruno(1548-
1600)’nun ölümüne kadar
süren anlatı, isimlerden de
anlaşıldığı üzere, hem doğu-
yu konuşuyor hem batıyı.
Böylece pek çok çalışmada
atlanan şeyi ihmal etmeye-
rek, insanlığın fikrî yolculu-
ğunu bütünlük içinde ele
alıyor. Doğu-batı arasında
mekik dokuyan yazar bu sa-
yede okura doğunun ve ba-
tının fikri değişimlerinin ge-
niş ama kolay okunur bir öl-
çeğini de sunmuş oluyor.
Bununla doğu ve batı emme
basma tulumba kolu gibi ba-
tıp çıkarken fikirlerin nasıl
çağladığı görülüyor. Bu çağ-
lamaların en ilgi çekicilerin-
den biri şüphesiz “Doğu
Rönesansı” başlıklı konu.
Daha önce Kaynak Yayınla-
rı’ndan yayımlanan, Hilmi
Ziya Ülken'in, Samir
Amin'in, Sadık Usta'nın ve
Hasan Aydın'ın hem birbi-
rinden farklı hem de birbiri-
ni bütünleyen dört makale-
sinin buluştuğu “Doğu Uy-
garlığının Yükselişinin Tarihsel Neden-
leri” isimli eserde de bu konuya değin-
miş olan Usta, bilimin önce İran, Hint ve
Orta Asya'yı kucakladığını, sonra da En-
dülüs üzerinden Batı'ya yayılarak dünya-
lılaştığını belirtirken, biliminin Doğudaki
gerileme sürecine de değiniyor, bu geri-
lemenin ekonomik, siyasi ve felsefi ne-
denlerini anlatıyor.
“Dünyayı Değiştiren Düşünürler”in
bir diğer ilginç noktası ise, kitapta çok
fazla dipnotun bulunuyor olması. Bu
dipnotlar bazı zorunlu alıntı ve açıklama-
ları belirtmenin yanı sıra, okura adeta bir
ısı haritası sunarak metinlerde gözden
kaçmaya müsait olan önemli noktaları
belli ediyor. Okura hem filozofların me-
tinlerinde hem de Usta’nın kendi anlatı-
sında güvenle ilerleme şansı tanıyan bu
dipnotlar, hayli titizlikle ve incelikle yer-
leştirilmiş olduğundan konular hakkında
yeterli bilgi sahibi olmayan insanların da
konulara vakıf olmasına imkan tanınıyor.
Ancak belirtmeden geçmemek gere-
kir ki, bu çalışma -ne kadar ayrıntılı ve ti-
tizlikle hazırlanmış olursa olsun- bir seç-
ki çalışması ve dolayısıyla her konunun
ayrıntılı olarak anılması ve incelenmesi
mümkün değil. Ancak büyük filozofların
önemli eserlerinin kısımları özenle seçil-
diğinden ve bu sayede felsefe tarihinde
materyalist ve diyalektik bakış açısının
yanı sıra eşitlikçi düşünceyi dile getiren
düşün adamlarının geniş yelpazesi bir
araya getirildiğinden, eser “seçki” sınır-
ları içinde gayet doyurucu ve etkili.
Hint Veda’lar�ndanGiardino Bruno’ya,
Sad�k Usta, Yordam Kitap
Tarihin felsefe haritası
Marcel Beyer
30 A�USTOS 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
MURAT HATUNOĞ[email protected]
Sad�k Usta
30 A�USTOS 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP ARAKABLO
Sevgili Seyyit,
Doğu [Perinçek], “Elsässer’in altın
cümlesi” demiş. Kitapta öyle çok altın
cümle var ki diğerlerine haksızlık edilmiş
gibi geldi... Doğrusu bir kitap ancak bu
kadar yerinde, zamanında ve hakkeder
biçimde tavsiye edilmiş olabilir. Kitap
öyle etkili ki, ince eleyip sık dokuyarak
ikinci kez eleştirel bir okumayı zorunlu
kılıyor...
Türkçe baskıya önsözde, “Amerikan
emperyalizmi ve onun zincire vurulmuş
köpekleri Siyonizm ve Vahabilik; ve fi-
nanskapital temelinde Avrupa Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne dönü-
şen Avrupa Birliği” deniyor (s. 11).
Kitap baştan sona finans kapital te-
melinde AB’nin ABD’ye bağımlılığına
dikkat çekiyor. Özellikle sıkıntılı
zamanlarda emperyalist
merkezler arasındaki çe-
lişkiye olduğundan faz-
la rol yükleyen “sol”
anlayışa karşı bir
“aşı” gibi... Şu be-
timleme de çok il-
ginç: “Avrupa Bir-
liği ‘küreselleşme-
nin röle istasyonu’
gibi çalışmakta-
dır.” (s. 28)
Şu cümlede, çok
beğendiğim bir ben-
zetmeyi öncelikle anma-
lıyım: “Ailenin, ulusun ve
dinin, ruhtan ve güçten yok-
sun halklar lapası içinde çözülme-
sine izin vermeyelim.”(s. 12) Bizden ve
herkesten yapılmak istenen tamı tamına
bu: “Halklar lapası..”
Yine aynı yerde: “Mücadele yurtse-
verlerden ve emperyalistlerden oluşan iki
cephe arasındadır.” ve “Yurtsever, de-
mokrasiyi akla uygun tek bir alanda, ulu-
sal devlet sınırları içinde savunur “ deni-
yor ki, politik eğitim salonlarına kabart-
ma harflerle yazıp asılacak cümleler.
Troçki’nin bir cümlesi aklıma geldi: “Parti
bürolarına yurt, bölge ve dünya haritaları
asmak gerekir.”
İttifaklar - beraberlikler konusunda
bir benzerliği de vurgulamalı: Mücadele-
nin güncelliği içinde çok farklı birliktelik-
ler oluşur ve dağılır. Bu biliniyor da, Ül-
kücülerle ya da Müslümanlarla gerçekleş-
tirilen beraberliklere tarihten bir yanıt ve-
riyor Elsässer: “Solcular ve direnişçiler
beraber direniş
mücadelesi
vermeselerdi
Naziler nasıl
durdurulur ve
Avrupa özgürlü-
ğüne nasıl kavuş-
turulabilirdi?” (s.16)
Solculuk nedir?
Azınlık hakları mı?
“Ötekileri” savunmak mı? Sı-
nıf dışı unsurların /sistem mağdurlarının
savunulması mı? Ya da John Holloway
misali, “iktidar olmadan dünyayı değiştir-
mek” iddiası mı?
Yanıt açık: “Sol, işçi sınıfı davası için
sefalet ve yoksulluğa, baskı ve sömürüye
karşı mücadele etmektir.” (s. 17)
Kitapta bir temel yanlış ise şu cümley-
le tekrarlanıyor: “ En azından prensip
olarak... Küreselleşme iyi bir şeydi: Yani
ticaretin serbest yapıldığı...” (s. 22)
“Aklı başında hiçbir insan, küreselleş-
menin unsurları olan ama yanlışlıkla kü-
reselleşmeyle bir tutulan, dünya ticareti-
nin gelişmesine, insanların daha özgürce
seyahat etmesine karşı çıkmaz” (s. 31)
Mazlum uluslar için “serbest ticaret”,
kapitalist-emperyalist zamanların en kötü
en tehlikeli ilişki biçimlerinden biridir. Ti-
caret serbestisinin övgüye değer görülme-
si, yazarın emperyalist bir ülkenin solcusu
olmasından kaynaklanan dar görüşlülü-
ğün ürünü kanımca (Yıldırım Koç’un ku-
lakları çınlasın).
Kitapta ilk ara başlık, “Her şey nasıl
başladı?”... Biz, sömürge oluş süreciyle
gelen her şeyin 1838 Serbest Ticaret An-
laşması’yla başladığını öğrenmiştik.
Evrensel “tam bir kazan kazan” dö-
nemi olabilir mi?
Bulanık bir anlatıma işaret etmek zo-
rundayım: “50’li 60’lı yıllar tam bir kazan-
kazan durumunu işaret ediyordu... Eisen-
hower ve Kennedy, Kruşçev ve Mao,
Adanauer ve Ulbricht’in çağı olan altın
çağlardı.” Mao ve Ulbricht’in çağı aynı
zamanda diğerlerinin çağı nasıl oluyor?
1960 ortak bildirisinde 4 temel çelişki-
den biri kapitalist sistemle sosyalist sistem
arasındaki çelişki olarak tespit edilmiş-
ken, aynı dönemi “tam bir kazan-kazan”
diye nitelemek doğru mu?
Devletlerin çökmesiyle Emperyalist
müdahele arasındaki ilişki için; “Müda-
halenin nedeni devletlerin çökmesi değil;
çöküş Batının müdahalelerinin bir sonu-
cudur” (s. 25) tespiti yapılmış. Ki tersinin
büyük bir emperyalist yalan olarak nasıl
yaygınlaştırıldığını biliyoruz.
Emperyalist müdahale, zor / güç kul-
lanımında meşruluğu, ulus-devletlerin ba-
şındaki “işbirlikçi despotların” tamı tamı-
na “kleptiranik” niteliğinden sağlıyor. Yö-
neticiler hem tiranlar hem de hırsız...
Halkın bunlara tepkisi daha kötüsünün
gelmesi için kullanılıyor... Bu işin içinden
nasıl çıkılacak?.. Halkın aydınlatılıp yazgı-
sını belirlemesi, hem içerden hem dışarı-
dan ağır şiddetle engelleniyor...
İkinci soru şu: İç dinamiklerin olumlu
ya da olumsuz etkileri bakımından öl-
çümleme ve katkı nasıl değerlendirilecek
ve de uygulanacak?
Bence kitapta bir de altın soru var:
“Demokratik ve sosyal cumhuriyeti sa-
vunmayı mı, yoksa postdemokratik ve
neoliberal ultra emperyalizm içinde çö-
zülmeyi mi seçeceğiz? Bu, 21.yy’ ın başın-
da yanıtlanması gereken soru olarak önü-
müzde durmaktadır.”
F�NANSAL K�TLE �MHAS�LAHLARI
Kitap başka bir kavramla önümüze
yeni ufuklar açıyor anlatım kolaylıkları
bakımından: “Finansal kitle imha silahla-
rı”... Sonra politik hedefi de gösteriyor:
“Finansal kitle imha silahlarının mucitleri
Wall Street’te oturmaktadır.”
Şimdi çok daha aşılmış olsa da
2008’de, yeryüzünde, bütün dünya ülke-
lerinin bir yıllık gayrısafi milli hasılaları
toplamının 17 katı olan 863 trilyon dolar
değerinde kâğıt vardı: Yani 17 kere karşı-
lıksız... Köpüğe bakın! Ve ABD’nin 2009
borcu 51 trilyon dolar...
İşte Doğu’nun [Perinçek] haklı ve ye-
rinde vurguladığı “altın cümle”nin değeri
burada ortaya çıkıyor:
Günümüz kapitalizmi, “artı değeri
sömürerek değil, artı değer üretimini
yıkıma uğratarak varlığını sürdürüyor.”
(s. 59)
Böylece Küreselleşme denen süreçte
kapitalizm, kapitalizmi inkâr eden bir
aşamaya gelmiştir. Sermayenin verimliliğe
göre hareket ettiği piyasa mekanizması-
nın yerini, ABD’nin silahla dayattığı dolar
saltanatı; ekonomik zorun yerini, Orta-
çağ’daki gibi, çıplak zor almıştır. Artık
“herkes, her şey satılıktır” (s. 23). Ancak
alım satım, 19. yüzyıl kapitalizminde ol-
duğu gibi, eşdeğerlerin değişimi değildir.
Siz ürününüzü veriyorsunuz, ABD size
yeşil renkli kâğıtlar veriyor.
“Hayali sermaye diktası”... ABD ve
İngiltere’nin başını çektiği dolar saltanatı,
silahlı gücüne dayanarak bütün dünyayı
haraca kesiyor.
Peki Ortaçağ kötü müdür?
Doğu [Perinçek], bu doğru saptama-
sından, “Yeni Ortaçağ denen budur. Yeni
MUSTAFA İLKER GÜRKAN'IN MEKTUBU
‘Altın Cümle’nin değeriSEYYİT NEZİ[email protected]
Do�uPerinçek, 23
Temmuz günlüAyd�nl�k’taki ROTA’da s�cak
selamlar�yla yine çetin bir görev
yüklemi�ti. Bir süre sonra da, Deniz
Gezmi�’le birlikte DÖB’ü (Devrimci
Ö�renci Birli�i) kuran 1968 ö�renci
liderlerinden, �imdiki Mu�la Barosu
Ba�kan� Mustafa �lker Gürkan'dan bir
mektup ald�m. Gürkan mektubuyla,
Elsässer'in kitab�yla ilgili bu
görevi s�rtlanm�� oldu.Payla��yorum. (Seyyit Nezir)
Mustafa �lker GürkanMustafa �lker GürkanMustafa �lker GürkanMustafa �lker Gürkan
5Aydınlık KİTAP
Ortaçağ, Eski Kapitalizm değildir” savına
geçiyor. Ortaçağ’ın olumsuzlanmasını
öneriyor. Ama bu, Avrupa için doğru;
Doğu toplumları için, İslam dünyası için
aynı zaman dilimi muazzam bir ilerleme-
ye çakışıyor. Oryantalizmle bir hesabımız
olmalı diye düşünüyorum.
ÜRET�M TEMELD�R, ÜRET�M GÜÇLER� BA�ATTIR
Savaşın ekonomik zorunluğu başlığı
altındaki bölümde şöyle bir cümle var:
“Yaşanabilecek en kötü durum, petrol
üreten ülkelerin artık dolar karşılığı satış
yapmaktan vazgeçmesidir.” (s. 50) Em-
peryalizm için en kötü durum!.. Okuyun-
ca içim açıldı... Demek ki aslında “maddi
hayatın üretimi” insan toplumu için öne-
mini, belirleyici yerini koruyor. Üretim ol-
masa “yeşil kâğıtlar”ın ne hükmü olacak?
Yeşil kâğıt, egemenliğini, petrolün değişi-
mi için temel araç olma özelliği ile koru-
yabiliyor. Yazar, böylece, “altın
cümle”deki saptamasında gizli karşısavı
da açığa çıkarıyor.
Yani: Dolar kendi başına amaç gibi
görünüyor ama üretim karşısında para-
nın temel işlevine halâ
mahkûm...
Yani şu: Artı değer
üretimini yıkmaya çalış-
makla, dolar kendi me-
zarını kazıyor.
EMPERYAL�ZMVE UZANTILARI
Elsässer’in “[Em-
peryalizm] Ekonomik ve
askeri terörü beyin yıka-
ma programıyla birlikte
yürütmektedir.” sapta-
masının ardı sıra yaz-
dıkları birkaç kez
okunmaya değer.. Ayrı-
ca örnekleri zenginleştirmek ve geniş kit-
lelere anlatmak görevi de yüklüyor bize...
Solcuysak ne yapmalıyız? Emperya-
lizm içimizdeki uzantıları eliyle ne istiyor?
“Postmodern solcular devlet, işçi sınıfı ve
ulus karşıtı olarak” bizi
de kendilerine benzet-
mek “istemektedir”.
Öyleyse ulusun, ulus
devletin ve işçi sınıfının
safında yer tutacağız...
Yazar, “68 Kuşağı,
Emperyalizmi Sevmeyi
Nasıl Öğrendi?” başlık-
lı bölümde çarpıcı sav-
lar getiriyor. Emperya-
lizm (ve küreselleşme)
karşıtı mücadeledeki
yanlış çizgilerin son de-
rece yetkin, özlü eleşti-
risini de yapıyor.
“Hippi”likle “Yup-
pi”liğin aynı şeyler olduğu, tek bir sayfada
ve hiçbir şeyi boşlukta bırakmadan anla-
tılmış. Bu bölümün sonunda “okul üni-
formaları” sorunuyla ilgili bilgi verilmiş.
Ülkemizde güncel bir konu... Yararlanıl-
malı (s. 66 - 67)...
“Cinsel devrim” meselesini de ele
alan yazar, “Yasaklamak yasaktır” düs-
turunun son tahlilde vahşi kapitalizme
nasıl hizmet ettiğini, her toplumun te-
mel değerlerinden olan “merhamet ve
şefkat’in” insanlardan nasıl çekilip alın-
dığını gösteriyor...
Foucault’nun görüş-
lerini eleştirdiği “azınlık
yaması”, Negri eleştirisi-
nin yer aldığı “İmpara-
torluk: Evrensel Mani-
festo” bölümleri her
“millici”nin okuması ge-
reken bölümler...
Kitabı çokça değerli
kılan yönü ise, eleştir-
mekle yetinmeyip çözü-
mü de önermesi. Yazara
göre bu vahşetten kurtul-
manın reçetesi, önce De-
mokratik ve sosyal bir ulu-
sal devleti gerçekleştir-
mektir. Finans kapitalin belinin kırılması
+ Yenikorumacılık + Avrasyacılık ve
Emperyalizmin “küreselciliğine” karşı,
ulusların dayanışması bu ulusal devletle-
rin ivedi görevleri...
Doğu Perinçek, ma-
kalesinin sonunda, “Bi-
limsel Sosyalizm ve Bi-
lim” kitabındaki “Vatan
Savunması ve Milli De-
mokratik Devrimler”
(s.115 vd.), “Yeni Devrim-
ler Çağı” (s. 229-268) bö-
lümlerine de bakmamızı
öneriyor. Bence kitabında-
ki bu bölümler J. Elsäs-
ser’in eserinden önce
okunmalıdır. Neden?
Doğu’nun [Perinçek]
kitabı, emperyalizm çağın-
da vatan ve ulusun
Marx’tan hareketle tanım-
lanması yönünde sistema-
tik bir çerçeve oluşturuyor; böylece J. El-
sässer’in kitabı, o sistematik içinde büyük
zenginlik kazanacak ve o sistematiğe de
büyük zenginlik katacaktır.
Elsässer
30 A�USTOS 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Bir şairin gerek kendi ülkesinde gerekse di-
ğer ülkelerde yaşanan toplumsal olgu ve
olayların her birine ilişkin; üstelik özne ve
nesne belirterek, şiirler yazma zorunluluğu
var mıdır? Nedense, bu konuda kimse ev-
rensel bir kavrayışla bakamıyor soruna.
Şairin ideolojisi görmezden geliniyor. Ör-
neğin, şairin bir halka ilişkin yazdıkları; di-
ğer halkların benzer sorunlarını da içere-
bileceği, içerdiği görülmüyor; ya da görül-
mek istenmiyor.
Bağımsızlık dendiğinde, evrensel olarak
karşılık bulur bu. Ulusların kaderlerini be-
lirleme hakkı demek de, aynı genişlikte dü-
şünülür, düşünülmeli; çünkü kuramsal bir
doğru olarak, öyledir. Bu doğrultuda, açık-
layıcı ve doğrulayıcı nice örnek veri-
lebilir.
Günlük konuşmalarda,
Nâzım Hikmet’in Kürt tari-
hine uzak durduğu ve şiir-
lerinde Kürtlere yer ver-
mediği kimilerince sıkça
dillendirilir; hatta, bu ne-
denle Nâzım Hikmet’e
duyulan öfke dile getirilir.
Ermenilerden söz et-
mediği, bunun önemli bir
eksiklik olduğu da söylenebi-
liyor. Oysa Nâzım Hikmet’in
hangi yapıtına bakılırsa bakılsın,
insandan; halkların ve ulusların özgürlü-
ğünden yana olduğu ve bu yaşamı boyunca
bunun savaşımını verdiği görülür; çünkü an-
tiemperyalisttir. Bu genişlikte bakılmayın-
ca Nâzım Hikmet ‘in dünya halklarına ilgi-
siz kaldığı söylenebiliyor. Oysa, adları geç-
mese de; Nâzım Hikmet ulusların kaderle-
rini tayin hakkına; ulusların bağımsızlık sa-
vaşlarına sonuna kadar sahip çıkmış, taraf
olmuştur. Çin kurtuluş savaşını o denli iç-
selleştirmeseydi; her halde “Jakond ile Si-
Ya-U”yu yazmazdı. Gene “Benerci Kendi-
ni Niçin Öldürdü?” Hintlilerin İngiliz’lere
karşı verdiği bağımsızlık savaşının destanı de-
ğil midir? Nâzım, “Taranta Babu’ya Mek-
tuplar”daki şiirlerinde ise Afrika ulusal
kurtuluş savaşları anlatılır. Ayrıca, onlarca
şiirinde; “Kız Çocuğu” şiirinde olduğu gibi
emperyalist savaşların kıyımlarına karşı çı-
kar; kıyıma uğrayan halkların acısını, öfke-
sini dile getirir. “Şeyh Bedreddin Desta-
nı”nda anlatılan halk hareketi; dünya halk
hareketleriyle örtüşür. “Kuvâyi Milliye”
destanı ise; Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleşti-
ren Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’iyle...
Anadolu insanını anlatır. Bu bağlamda, şu
dizeler yeterince açıklayıcı olsa gerek:
“Onlar ki toprakta karınca,Suda balık,
havada kuş kadarçokturlar;
korkak,cesur,
câhil, hakîm
ve çocukturlar ve kahreden
yaratan ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceralarıvardır.”
Bu dizelerde tanımlanan, bir anlamda,
dünya halklarıdır. Sanatı, şiiri bu evrensel
kavrayıştan yalıtmak; ister istemez, yanlış so-
nuçlara götürecektir. Ne yazık ki
öyle de olmaktadır. Yoksa
Nâzım Hikmet ‘in Kürt
halkına, Ermenilere
karşı duyarsız kaldı-
ğı söylenmezdi.
Oysa, toplumsal
konumu ne olursa
olsun Türkiye’de
yaşayan herkes,
onun “Memleke-
timden İnsan Man-
zaraları” (MİM) kita-
bında, eksiksiz yer almış-
tır. Böyle olduğu için, ger-
çeklikle yüklü; bir insanlık manz-
arası sunar okuyucuya. Aşağıdaki dizelerden
bile kolayca anlaşılır bu. Söylendiğinin ak-
sine özellikle Kürtlerden söz eder bu şiirde,
onları sahiplenir; onlara ilişkin hoş olmayan
algıları da, ironik bir dille eleştirir ve düzeltir:
“ -biz Aydınlıyız bayan hemşire. Köylüyüz. Gedikli jandarma başçavuşudur
Perihan’nın babası. Zaten benim de teyze oğlum olur. Hüsnü ÇavuşMallarımız ele gitmesin diye evlendirdik. Onun gözü başkasındaymış
anası zorladı. Hüsnü Çavuşla on beş yıl, bayan hemşire,
kalmadı gezmediğimiz yer.Karadeniz’de içinde Lazların,
şarkta Kürtlerin arasında. Kürtlere kuyrukluderler
yalan. Kuyrukları yok.Yalnız çok âsi, çok fakir insanlar. Zenginleri de var
ama az.
Beyleri...”Görüleceği üzere Kürtlerin
yoksullukları dile getiriliyor; ayrı-
ca ‘âsi’ oldukları söylenerek Kürt
ayaklanmalarına gönderme yapı-
lıyor, Kürtlerin az olan zenginleri,
beyleri de işaretlenerek, sınıfsal so-
run da ortaya konuyor. Bu kavra-
yışını tamamlayan başka dizeler de
var Nâzım Hikmet’te. Örnek:
“Ve şarktaakrepleri, toprak koğuşları, karpuzlarıyla ünlühapishanedeHalil’in üstüne uşaklarını saldırttıKürt beylerive beline inen odunla devrilmeden önce Halil
aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını.”
MİM’de, Kürtlerin feodal iliş-
kileri, bu toplumsal yapının aç-
mazları da ortaya konur. Dizelerdeki yer
ise Diyarbakır ve hapishanesidir. Görüle-
ceği üzere Nâzım Hikmet şiirlerindeki ge-
nellemelerle özel olanın açığa çıkmasını
sağlamıştır. Özetle; Nâzım Hikmet’in,
dünya halklarına ve Kürt halkına karşı du-
yarsız kaldığı, kesinlikle söylenemez. Za-
ten, Sorbon Üniversitesi Kürt Dili Profe-
sörü Kürdolog Kamuran Ali Bedirhan’a
yazdığı bir mektupta Türkiye halkları ko-
nusunda yorum gerektirmeyen bir açıklıkla
düşüncelerini ortaya koyuyor. Bu mektu-
bun içeriğini oluşturan sosyalistçe kavra-
yışı görmemek olmaz. Yoksa Nâzım Hik-
met’e yapılan haksızlık hep devam eder.
Mektup şöyle:
“Kökleri yüzyılların derinliklerine da-
lan tarihiyle, kültürüyle Kürtlerin önem-
li çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında
yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında ya-
şayan Türk Milletini, Kürt Milleti kardeşi
sayar. Her iki millet, Türk ve Kürt dere-
beylerinin Osmanlı imparatorluk idare-
sinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır,
Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan son-
ra ise her İki millet emperyalizme karşı tek
bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anado-
lu Milli Kurtuluş Hareketi yalnız Türkler
için değil, Kürtler İçin de tarihlerinin en
şerefli sayfalarından biridir. O dövüş yıl-
larının, sonradan Türk idarecilerince ya-
sak edilen en unutulmaz türkülerinden
biri “Vurun Kürt uşağı namus günüdür”
diye başlar.
Anadolu’ da yaşayan Türklerle Kürt-
ler’ in arasına nifak sokmak isteyen geri-
ci, sömürücü, karanlık kuvvetler, emper-
yalizmle el ele vererek halklarımızı daha
kolayca ezmek istiyorlar, Kürt ve Türk
halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşama-
ya varmak için derebeylerine, kara kuv-
vetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere,
ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve milli
haklarını inkâr edenlere, halkları birbiri-
ne düşürüp sırtlarından rahatça geçinen-
lere, emperyalizmin uşaklarına" karşı yü-
rüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının
zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiy-
le kazanılır. Ancak böyle bir elbirliğiyle kar-
deş iki millet hürriyete, milli ve insani hak-
larına kavuşabilir.”
Kısacası, hangi ulusa ilişkin yazmış
olursa olsun, Nâzım Hikmet ‘in dünya gö-
rüşü, evrensel kavrayışı, ideolojik yapı-
lanması nedeniyle; yazdıkları, diğer halk-
lar gibi, Kürt halkını da içermektedir.
Nâzım Hikmet’in Ermenilerden söz
eden “Akşam Gezintisi” şiiri de olmasay-
dı; ne kaybederdi şairliğinden? Durduğu
yer; onun, evrensel insanî doğrulara sonuna
kadar sahip çıktığını kanıtlamıyor mu? Mo-
zambikli, Eritreli, Şilili, Filistinli... deme-
di diye yargılayıp yok mu sayacağız Nâzım
Hikmet ‘i? Sanırım, şiirlerdeki gizli tarihi
doğru okumak gerek. Ancak o zaman im-
gesel bir dünya olan şiirler doğru anlam-
landırılabilir. Bu arada, şiirlerin gereksin-
diği okuma ediminin özellikli olduğunu da
anımsamakta yarar var.
Bir de 1980 Şairler kuşağından Nâzım
Hikmet’in şair olmadığını söyleyen zaval-
lılar var. Düşüncelerini açıkça yazsalar da
hesaplaşsak ne iyi olurdu.
Hangiulusa ili�kin
yazm�� olursa olsun,Nâz�m Hikmet ‘in dünya
görü�ü, evrensel kavray���,
ideolojik yap�lanmas�nedeniyle; yazd�klar�,
di�er halklar gibi, Kürt halk�n� daiçermektedir
VEYSEL ÇOLAK
Ölümsüzlü�ünün Ölümsüzlü�ünün 50. Y�l�nda
Nâzım Hikmet şiirindedünya halkları ve Kürtler
Cemal Süreya’nın “99” Yüz adlı kita-
bını Aydınlık-Kitap okurlarından bil-
meyen hemen hemen yoktur. Bir port-
reler/izdüşümler galerisidir “99 Yüz”.
Kaynak Yayınları’nın Ocak 1991’de
yayımladığı kitaba yazdığı önsözde
Doğu Perinçek, Cemal Süreya’nın baş-
langıçta 99 portrede bırakmayı düşün-
düğünü belirtir. Cemal Süreya, Ec-
evit’i yazmayı eski şeyleri yinelemek is-
temediği için erteler. Sondan bir önce-
ki portre ise Evren olacaktır. Yazının
başlığı bile hazırdır: Yılan Paşa. (Ce-
mal Süreya Evren’in yılan anlamına
geldiğini söylermiş).
Son izdüşüm Doğu Perinçek ola-
cakmış. Yazacağı bu izdüşümden soh-
betlerinde de söz eden Cemal Süre-
ya’nın … bir de bir Aşil benzetmesi
var…
Sohbetlerinden birinde şöyle diyor:
“Doğu, sen Aşil’sin. Sende sihir var,
vuramazlar. Ancak topuğundan vura-
bilirler seni”. (Age, s. 11).(1)
Cemal Süreya bu izdüşümü yaza-
madan ayrıldı aramızdan.
B�R AYA�I AKSAK TÜRK A��L’�
Yazabilmiş olsa ortaya nasıl bir
portre çıkacağını bilemeyiz. Aşil ben-
zetmesine bakarak, yalnızca bazı tah-
minlerde bulunabilir, izdüşümün bu
benzetme etrafında gelişeceğini ileri
sürebiliriz belki bugün ancak. Doğu
Perinçek’i düşününce doğrusu bu imge
birçok açıdan çok yerinde ve özgün bir
buluştur.
2007 Genel Seçimleri sırasında Ay-
dınlık Dergisi’nde Doğu Perinçek ka-
pağı yaptığımız günlerde, kapak kapsa-
mında düşünmüştük bir Doğu Perinçek
portresi yazmayı. Sonra vazgeçildi bun-
dan. O zaman da yazıya Cemal Süre-
ya’nın Aşil imgesiyle başlamayı kur-
muştum. Bütün bir Almanya’yı bisiklet-
le dolaşan bir ayağı aksak genç “Türk
Aşil’i” de, benim bu imgeden geliştirdi-
ğim bir ek imge olarak yer alacaktı o
yazıda./“99 Yüzü” ilk okuduğumdan bu
yana aklımdan çıkmayan bu özgün
imge çok etkilemiştir beni.
“�Ç O�UZ’UN MÜLKSÜZ O�LU”
Hüseyin Haydar “Doğu Nerede”
adlı şiirinde birçok imge yaratmıştır.
Ben bu şiirden söz ettiğim bir yazıda
“Doğu”yu Alp Er Tunga Destanı ve
onun kahramanıyla ilişkilendirmiştim.
Bana kalırsa, şair böyle bir şeyi hiç dü-
şünmemiş de olsa, “Doğu Nerede” şii-
rinin kahramanı “Doğu”, Alp Er Tun-
ga’nın günümüzdeki tezahürüydü bu
şiirde: Çağdaş Alp Er Tunga! İranlıla-
rın –Firdevsi’nin,- “Şehname”de ken-
disinden uzunca söz ettiği Türk hakanı
Efrasiyâb…
Yusuf Has Hacip “Kutadgu
Bilig”de, Kaşgarlı Mahmut “Dîvân-ü
Lügât’it Türk”te ve Ali Şir Nevai de
“Tarih-i Mülûk-i Acem”de söz ederler
Efrasiyâb’dan.
Hüseyin Haydar’ın, geçenlerde Ay-
dınlık’ta yayımladığı “Silivri Hasdal
Kıtaları” şiirinin “İç Oğuz’un Mülksüz
Oğlu” başlıklı 4. kıtasında Cemal Sü-
reya’nın tersine Hektor’a benzettiği
Doğu ise, “Orada, iç denize bakan
adam”dır, bir yandan da “sol eliyle çı-
karmaktadır, sağ omuzundaki oku”…
Eski kahramanların imgesinden
yeni kahraman imgeleri, eski destan-
lardan yeni destanlar yaratmak şairle-
rin yüzlerce yıldır yapa geldikleri bir
çeşit güncelleme çalışmasıdır:
Edebiyatta da eski bilinmeden yeni
yaratılamaz.
Ama yine de, hâlâ o görüşteyim
ben. Ne Hektor, ne Aşil; Doğu Perin-
çek, Alp Er Tunga’dır. Ama ille de to-
puğa vurgu yapacaksak, benim imgem
“Türk Aksağı”…(2)
52 K�TAPSalt Aydınlıkçılar içinde değil, en
sağından en soluna tüm Türk siyasetçi-
leri içinde en çalışkanı odur. Gazete ve
dergi sayfalarındaki binlerce makale
şurda dursun, “Türkiye Solu ve PKK”
ile ulaştığı 52 kitap, dünya siyasetinde
de kırılması güç bir rekordur.
Türkiye’de hiçbir siyasetçi sanat ve
edebiyatı onun kadar bilmez. Fakat o,
bir edebiyat eleştirmeni kadar –yer yer
hatta daha da fazla- edebiyat bilgisi,
beğenisi ve görgüsüne sahiptir. Bunlar
kitap ve makalelerinde merbuttur.
Anayasa hukuku konusuna onun kadar
vakıf Anayasa hukukçusu da yoktur.
Dil konusundaki çalışmaları ise, taa
“Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek”ten
beri gelen bir şey. Aydınlık Dergisi’nde-
ki benzersiz dil yazılarını yazan o idi. O
günlerde imza atmadığı bu yazıları şim-
di “Rota”da sürdürmesi, Türkçenin kö-
kenleri ve diğer dillerle olan ilişkisine
yapılmış çok önemli katkılardır.
Doğu Perinçek’in Aydınlık Dergi-
si’nde birlikte çalıştığımız dönemde
tek bir toplantıya olsun geciktiğini gör-
medim ben. Her toplantıya dergiyi
baştan sona okumuş, notlar almış, ge-
lecek sayı için öneriler hazırlamış ola-
rak gelirdi. Hem de başlık ve alt başlık
önerileriyle birlikte… Türkiye’de Şina-
si’den bu yana yetişmiş on büyük gaze-
teci varsa, onlardan biri Doğu Perin-
çek’tir. Beş büyük gazeteci varsa, be-
şinden biri de mutlaka odur…
Bir gazetecinin büyüklüğü neyle öl-
çülür? Yetiştirdiği gazeteci sayısıyla
mı, yayımladığı dergi-gazete sayısıyla
mı, yaptığı gazeteciliğin yarattığı top-
lumsal-siyasal-kültürel etkiyle mi, yok-
sa yazdığı makale sayısıyla mı? Bunla-
rın dördü de Doğu Perinçek’te fazla-
sıyla var!
“TÜRK AKSA�I”Çıra gibi yanan gözleriyle inanıp
savunduğu görüşlere anlam üstüne an-
lam katan bir Doğu Perinçek imgesi…
Yargılanan değil, yargılayan bir
Doğu Perinçek imgesi ki, o savunma
şimdiden tarihe mal olmuş bir milli
hukuk ve milli siyaset belgesidir.
Hücresinde okuduğu kitaptan başı-
nı kaldırıp o işlek el yazısıyla notlar
alan bir Doğu Perinçek imgesi.
Gönderilmiş her mektuba cevap
yazan münşi.
Kuşlara, çiçeklere, böceklere selam
veren adam. Bir çocuk kadar saf; ina-
nır söylediklerine, çünkü kendi gibi
doğru bilir herkesi.
Bilge ve aydın.
Yiğit ve öncü.
İki asrın en büyük Türk devrimcisi.
Uzun soluklu dalgıç,
yorulmaz maratoncu.
Çakır gözlü zeybek.
Yanık tenli bozlak.
Köroğlu koçaklaması.
Kökleri Orta Asya bozkırlarına
uzanan “Türk aksağı” –ki bunların her
biri ele alınıp ayrı ayrı yazılacak izdü-
şümlerdir,-
gelip gelip sanki Doğu Perinçek’te
vücut bulmuştur.
İşte bu yüzden o ağırlaştırılmış mü-
ebbet, ancak suçunu soranları korkutur.
Yerimiz bitti ama, izdüşüm bitme-
di. Bir yazıyla bitecek bir portre değil
elbet yedi düvele kafa tutan adamın
portresi. Yazının başlığı da zaten, işte
bu nedenle uvertür.
(1) Ölümlü bir baba ile bir tanrıçanın
oğlu olan, eski Yunan mitoloji kahraman-
larından Aşil’i –Akhilleus,- doğduğunda
annesi ölümsüzlük nehrinde yıkarken sol
topuğundan tutarak suya batırmıştır. O sı-
rada Zeus’un gelmesiyle topuğu dışarıda
kalır. Tümüyle ölümsüzlük kazanamayan
Aşil’in yalnızca topuğundan vurulursa öle-
ceğine inanılır. Truva savaşlarında teke tek
döğüşte Hektor’u öldüren Aşil, Paris’in ze-
hirli okuyla topuğundan vurularak öldürü-
lecektir.
(2) Ulusal müziğimizdeki yaygın usûl-
lerden olan ve bir nim sofyan ile bir semai-
den oluşan bu usül, tarihte binlerce yıl
içinde binlerce kilometre yol yaptı. Bugün-
kü makam zenginliğine Anadolu’da ulaştı.
Klasik ve halk müziğimizde bu usülde çe-
şitli makamlarda yüzlerce eser bulunmak-
tadır. Geçen hafta sözünü ettiğim “Vardar
Ovası” türküsü de bu usülde ve hicaz ma-
kamındadır.
ÇAKIR GÖZLÜ ZEYBEK, YANIK TENLİ BOZLAK…
Doğu Perinçek için uvertür
30 A�USTOS 2013 CUMA 7Aydınlık KİTAP
MECİT Ü[email protected]
GÜLDEN TERAZİ
Silivri Cezaevi, 2013
30 A�USTOS 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Otuz yıldır Türkiye’nin başat gündem
maddelerinden biri olmaktan düşmeyen
PKK’nin Türkiye Solu tarafından tahlil
edilmesi sürekli “sıkıntı” yaratmıştır.
Bu sıkıntının bir yanında, PKK’nin elin-
deki şiddet gücünün tehdit ve şantaj kur-
gulama kapasitesi yer alıyorsa, terazinin
diğer kefesinde ise, PKK ile birlikte gö-
rünmekle elde edilebilecek sözüm ona
‘avantajların’ yarattığı sarhoşluk yer alır.
İthal ‘kitlesellik’, kolayca elde edilen
maddi kaynaklar, siyasette kavuşulan
sanal ağırlık gibi, PKK ile işbirliği yapan
sözde aydın veya grupların bir dönem
elde ettiklerini sandıkları ve tersi du-
rumda hiçbir zaman sahip olamayacak-
ları ‘avantajlar’ pek çok sosyalist örgüt-
lenmenin sonuçta kendi varlığının dahi
sorgulanmasına yol açan bir ‘sıkıntı’nın
kaynağı olmuştur.
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Pe-
rinçek ve temsil ettiği siyasi hareket,
PKK’nin çıkışından itibaren bedel öde-
yen bir ‘sıkıntı’nın muhatabı oldu. Emek-
çi sınıfların birliği ve demokratik devri-
min temel rotası olan anti emperyalizm
duruşlarından taviz vermeyen Perinçek
ve arkadaşları, PKK’nin varlığı nedeniyle
Türkiye’de en ağır bedelleri ödemek
zorunda bırakıldılar.
Onlarca parti üyesi PKK tarafından
katledildi. Doğu Perinçek’e ve başka
parti yöneticilerine karşı kurulan kom-
plolarda PKK bağlantısı ortaya çıktı.
Kontrgerilla ve PKK, deyim yerindeyse,
Perinçek ve arkadaşlarını engellemek, tu-
zağa düşürmek ve katletmek için şeyta-
ni bir ittifak içerisindeydi. 70’li yıllardan
bugüne süregelen bu mücadelenin izle-
rini şimdi, bizzat Perinçek’in kaleminden,
‘Türkiye Solu ve PKK’ adıyla yayımlanan
son kitabından sürüyoruz.
SOSYAL�ZM VE M�LLÎ MESELE
Milliyetler meselesi üzerine prog-
ramatik düzeyde ilk çalışmaları ortaya
koyan Doğu Perinçek’in temsil ettiği ve
bugün İşçi Partisi ile vücut bulan siyasi
geleneğin teorik çalışmalarının dünya
sosyalistlerinin deneyimleri ve teorik
birikiminden azami oranda faydalandı-
ğı kitabın ilk bölümünde ve özellikle de
5. bölümünde ortaya konuyor.
İnsanlığın özgürlük ve eşitlik müca-
deleleri içerisinde “millî mesele”nin ta-
yin edici bir rolü olduğunu ve bu rolün
emperyalizmin sosyalizme ve ezilen ül-
kelere karşı saldırısıyla yakından ilgili ol-
duğunu anlıyoruz. Ezilen dünyanın ve
sosyalist ülkelerin emperyalizme karşı
mücadelesinin bir parçası olmayı red-
deden millî hareketler önünde sonunda
emperyalizmin ‘enstrümanı’ haline ge-
liyor. Kimi hareketler bunun farkına
dahi varmıyor. Kimileri ise, Abdullah
Öcalan örneğinde olduğu gibi, “gönüllü
olarak… ABD ve NATO güvencesinde”
sürgüne dahi gitmeye razı olacak kadar
‘araçsal’laşmıştır! Abdullah Öcalan, ko-
numuna “araçsal bir değer biçilmesini an-
lamlandırırken”, aslında emperyalizmin
emrinden çıkmayacağına dair yemin et-
mektedir.
Bu durumda ise, şiddeti temel mü-
cadele yöntemi olarak benimseyen bir
hareketin amacı özgürlük ve eşitlik için-
de yaşamak değil, emperyalizmin saldı-
rıları karşısında hedef ülkenin hareket
alanını kısıtlamak olarak şekilleniyor.
Dünya sosyalistlerinin edindiği bu de-
neyimi Türkiye’nin de yaklaşık 30 yıldır
özdeneyimi ile yaşıyor olması, bu tes-
pitleri daha da anlamlı kılıyor.
LEN�N’�N ‘ZAYIF HALKA’TEOR�S�
“… emperyalizm tahlilinden hare-
ketle Lenin, artık Marx zamanındaki dev-
rim teorisinin geçerli olmayacağını sap-
tadı. Devrim, 19. yüzyıldaki gibi ülke için-
deki sınıfsal kamplaşmaların bir ürünü
olmayacaktı. Devrim, artık emperya-
lizm ile sömürdüğü ülke arasındaki çe-
lişmenin çözülmesiydi.” (s. 144)
Lenin bu saptamaya bağlı olarak, dev-
rimin “emperyalizmin en zayıf halka-
sında” gerçekleşeceğini öngörür. Em-
peryalist sistemi merkezden periferiye
doğru siyasi, askeri ve ekonomik ba-
ğımlılığın görecelileştiği bir zincir hal-
kaları olarak tarif eden Lenin, devrimin
de bu zincirin en zayıf halkasında müm-
kün olabileceği saptaması yapar.
Ancak, Türkiye Solu’nun bir kısmı,
Lenin’in teorik çalışmalarını dikkate al-
maz ve Lenin’i inkâr edercesine, 19.
yüzyılın teorileri ile 20. hatta 21. yüzyılı
açıklamaya ve yorumlamaya kalkışırlar.
“Sosyalist Solun PKK konusundaki yan-
lışlarının hepsi, Lenin’in ispatlanmış
olan dünya tahlili ve devrim teorisinin
reddine ve emperyalizmin kuyruğuna ta-
kılan 2. Enternasyonal döneklerinin teo-
rilerinin kabulüne dayanır.” Halbuki,
“dikkate almadıkları gerçek şudur: Ezi-
len Dünya ülkeleri içindeki etnik ve
mezhepsel savaşları bizzat İngiltere ve
ABD gibi 20. yüzyılın büyük emperyalist
devletleri tezgâhlamışlardır.” (s. 145)
Öte yandan, küreselleşme adı verilen
büyük emperyalist saldırının en temel ta-
leplerinden biri de, 20. yüzyılda ezilen
dünyanın en büyük kazanımı olan ulus-
devletleri ortadan kaldırmaktı. Nite-
kim, Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğ-
rafya için hazırlanan “Büyük Ortadoğu
Projesi”nin önde gelen hedefinin ulus-
devletleri yıkmak ve yerine kukla yöne-
timler yerleştirerek bölgeyi kontrol etmek
olduğu, özellikle de “Arap Baharı” ile
birlikte yaşananlar değerlendirildiğinde,
tartışmaya gerek bırakmayacak açıklık-
ta önümüzde duruyor.
Ülkemizde ulus-devlet, Cumhuriyet
Devrimi’nin kazanımları, millet varlığı-
nı ve birliğini ifadeden her şeyi topyekun
“mücadele listesi”ne alan Türkiye Solu,
Perinçek’in tanımıyla “temiz niyetli” ol-
salar da, BOP saldırısının “araçsallaştı-
rılan” unsurları olmaktan kurtulamı-
yorlar.
GER�C� M�LLET OLUR MU?“Kimi zamanlarda milletlerin, ka-
vimlerin kendileri gerici konumlara dü-
şebilmişlerdir. Bu bir tarih gerçeğidir.
Sosyalistlerimizi belki daha kolay ikna
edebiliriz umuduyla belirtelim, Marx
da Lenin de, başka büyük devrimciler de,
bazı durumlarda “gerici halklardan”,
PERİNÇEK, SOLUN SINAVINI MERCEK ALTINA ALIYOR: TÜRKİYE SOLU VE PKK
KAPAK
Türkiye Solu ve PKK, Do�u Perinçek,
Kaynak Yay�nlar�, 221 s.
ALİ RIZA Ö[email protected]
Kürdümüzle birlikteözgürleşmek
Cizre Mitingi 1991
30 A�USTOS 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
“emperyalist işbirlikçisi milletler”den,
“emperyalist milletler”den söz etmiş-
lerdir. Ezen-Ezilen Millet kamplaşma-
sının kendisi, bu saptamayı içerir. İngi-
liz milletinin, Alman milletinin, ABD
milletinin düştüğü konumları, insanlık
kendi pratiğinde gördü.” (s. 149-150)
Çağımızın ayrışma kriterleri açısından
değerlendirecek olursak, ezilen millet-
lerin emperyalizmle çatışmalarında sal-
dırgan güçlerin yanında yer alan, hatta
emperyalist saldırganların gönüllü as-
kerliğini yapmaya kalkışan halkların
“gerici halklar” arasında sayılması ge-
rekir. Yani, sadece ezilen dünyanın sö-
mürüsünden pay alan emperyalist ülke-
lerin milletleri değil, aynı zamanda ezi-
len dünya içerisinde yer alsa da, siyasi ko-
numu ezenlerin dünyasında ifade bulan
milletlerin de gerici milletler tanımını
hak ettiğini söylemek mümkündür.
“Ermeni ve Kürt milliyetçiliğinin ta-
rihleri ise, emperyalizmle işbirliği tari-
hidir. Bu da acıdır, ama bir gelenektir.”
(s. 150) Türkiye’nin eşitlik ve özgürlük
mücadelesiyle bütünleşmeyen ve ayrı-
lıkçılığı dayatan bir milliyetçi hareketin
ezilen dünyanın gelecek ütopyasında
kendisine yer açması imkânsızlaşır. Hat-
ta, bizzat Abdullah Öcalan’ın ifade ettiği
gibi, tersine kendi ‘araçsal’lığını sadece
Türk milletine dayatmakla kalmaz, üs-
telik Ortadoğu’nun diğer mazlum halk-
larına karşı da ‘genişletmek’ yönünde su-
nabilir.
DÜNÜ VE BUGÜNÜ �LE PKKDoğu Perinçek PKK’nin tarihini 7
farklı döneme bölerek inceliyor. 1980’e
kadar olan dönem Gladyo’nun göz yum-
ması ile devrimci örgütlere terör uygu-
lanan dönem olarak ele alınıyor. PKK’nin
sadece sol ve devrimci örgütlere karşı şid-
det uyguladığı dönem, Kontrgerilla’nın
“böcek yiyen böcekler” teorisinin uygu-
landığı dönemdir. Yüzlerce devrimcinin
bu dönemde PKK tarafından katledildiği
biliniyor. PKK’nin bu dönemde MİT ve
Kontrgerilla denetiminde yönlendirildiği
Abdullah Öcalan’ın ifadeleriyle, artık ke-
sin olarak biliniyor.
Perinçek 1980 ile 1991 arasındaki
ikinci dönemi, Hafız Esad’ın istihbarat
örgütü Muhaberat tarafından kontrol
edildiği dönem olarak tanımlıyor. Mu-
haberat tarafından kullanılmayı gönül-
lü kabul eden Öcalan, bu durumu Taner
Akçam’a şöyle ifade ediyor: “Beni kul-
lansınlar, çok önemli değil. Bana birkaç
yıl lazım.” (s. 29) Gerçekten de, Suriye
yönetimi ABD’nin Türkiye üzerinden
Müslüman Kardeşler’i ülke içindeki kış-
kırtmalarda kullanmasına karşılık, ayrı-
lıkçı terör ile Türkiye’yi vurmayı hesap-
lamıştı.
Perinçek bu dönemde PKK’nin daha
ABD güdümünde olmadığını altını çi-
ziyor. “1980 sonrasında PKK pratiğinin
Suriye denetiminde oluşu, ABD güdü-
münde olmadığını da ifade ediyor. Bu-
rası önemli, çünkü PKK’yi her dönem so-
mut ilişkilerine bakmadan “ABD gü-
dümlü” ilan etmek, bir kısım Türkiye yö-
neticilerinin ve bağnaz milliyetçilerin
kolayına gelmiştir.” (s. 30)
ABD’nin 1991 Ocak ayında Irak’a
saldırması Ortadoğu’da tüm dengeleri alt
üst etti. Artık, bütün bölge büyük bir sal-
dırı tehdidi altındaydı. Ancak, irili ufak-
lı pekçok örgüt de, yeni konjonktörü ‘ta-
rihsel fırsat’ olarak değerlendirdi. Bun-
lardan biri de PKK idi. “Suriye ilişkisi ne-
deniyle 1991-98 arasında PKK bir bakı-
ma iki başlı hale gelmişti. Irak’ın kuze-
yinde, asıl örgütlenme ve silahlı güç
vardı. Bu örgüt, ABD işgal kuvvetlerinin
denetimine girmişti. Abdullah Öcalan ise
Şam’da oturduğu için, Suriye’nin istek-
lerini de uygulamak zorunda kalıyordu.”
(s. 32)
ABD’nin “Öcalan Operasyonu”
özünde, PKK’yi doğrudan ve tamamen
kontrol etmek düşüncesi ile yakından il-
gilidir. Perinçek, 21 Şubat 1999 tarihin-
de, Öcalan Türkiye’ye verilirken
ABD’nin isteklerini şöyle tahlil etmiş
“Bir; Kuzey Irak’ta kukla Kürt devleti-
ne koruyuculuk ve bunun doğal sonucu,
kriz bölgelerinde ABD’nin müdahale
gücü misyonunun benimsenmesi. İki; 28
Şubat sürecinin durdurulması ve ılımlı İs-
lam. Üç; Mafya-Tarikat-Gladyo dikta-
sının sürdürülmesi yoluyla İkinci Cum-
huriyet.” (s. 34)
Perinçek’e göre, 1999 ile 2004 ara-
sında Abdullah Öcalan ve PKK “Ke-
malistlerle Yürüme Dönemi” yaşadı.
Bu dönemin anlatılması, belki de kitabın
en önemli bölümü. Birincisi, ayrılıkçılı-
ğın yerini birlikçi bir tutuma bırakması-
nın örneklerini içermesi nedeniyledir.
İkincisi ise, millî meselenin çözümü-
nün yollarını göstermesi bakımından az
deneyimlerimizden olması nedeniyle.
“Öcalan, 1999-2004 yılları arasında,
“Atatürk Milliyetçiliğini” savundu. Ke-
malist yönetimin Kürt isyanlarını bas-
tırmasını haklı buldu. Çünkü isyancılar
‘gerici’, Kemalist Cumhuriyet ise ‘ileri-
ci’ idi. Hatta Apo, 28 Şubat’ı da destek-
ledi. ABD ve AB’nin Kürt sorununa mü-
dahalesine karşı tavır aldı ve PKK’nin si-
lahlı güçlerinin Türkiye sınırları dışına çı-
karılmasını sağladı.” (s. 44)
Perinçek, 2003 yılında Irak’ın işgal
edilmesi sonrasında PKK’nin tekrar
ABD denetimine girdiği tespiti yapıyor.
“Türkiye’deki işbirlikçi iktidar, kendi
hapishanesindeki ayrılıkçı örgüt lideri-
ni, Türkiye’yi bölme planı uygulayan
ABD’nin eline teslim etmiştir.” (s. 53)
PKK’nin 2006 yılından itibaren AKP
üzerinden uygulamaya konan planların
“araç”ı haline geldiğini gözlemliyoruz.
ABD Türkiye ile ilişkiler tarihinde bul-
duğu en sadık müttefiki aracılığı ile pro-
jesini adım adım gerçekleştirmeye baş-
lamıştır. Bunlardan belki de ilki, PKK’nin
Ortadoğu’daki ‘Kürt Kapanı’na oyuncu
olarak dahil edilmesinin önünün açıl-
masıydı. Bunun için öncelikli hedef ise,
ulusal direnç noktalarının ‘elimine’ edil-
mesiydi. TSK’nin sistemli olarak itibar-
sızlaştırılmasına yönelik komplolar, Er-
genekon, Balyoz gibi davalar, ulusal di-
renişi temsil eden aydın ve siyasetçilerin
tutuklanması vs. Türkiye’nin ulus-devlet
direncini kırmak hedefli organizasyonlar
olarak ortaya çıktı. PKK’ye çizilen “yol ha-
ritaları” artık ABD’de tasarlanıp Türki-
ye’de uygulamaya konuyordu. “Öyle bir
‘yol haritası’ ki, ABD, AB, Abdullah
Gül, Abdullah Öcalan, TÜSİAD, TESEV,
“sivil toplum” dönekleri, Barzani, Tala-
bani, cümbür cemaat tam kadro mevcut.”
(s. 65)
M�LLÎ MESELEN�N ÇÖZÜMÜ:M�LLÎ B�RL�K
Kürt milliyetçiliği tarihsel olarak,
ayrılıkçılığı dayatmasıyla emperyalizme
karşı eşitlik ve özgürlük talebini sekte-
ye uğratan bir karşı-devrim enstrümanına
dönüştü. Ezilenlerin dünyasında bir ge-
lecek aramak yerine, emperyalistlerin
bölge ülkelerine ve en çok da Türkiye’ye
karşı şantaj ve baskı kurmak için kul-
landıkları “hizmetkâr” olmayı kabul-
lendi. Böyle yaparak, en çok da Kürtle-
re zarar verdi. Halkların komşularıyla
düşmanlık içerisinde bir gelecek kura-
mayacakları gerçeğini ıskaladı. Halbuki,
Kürtlere en gerekli dostluklar, komşu-
larından gelecekti.
Peki, her şey için çok mu geç kalın-
dı?
Perinçek’e göre, hayır. Hiçbir şeye geç
kalınmış sayılmaz. Hele ki, Türkiye’nin
emperyalizme karşı verdiği eşitlik ve
özgürlük kavgası söz konusu ise…
“Halk hareketiyle ortaya çıkan Cum-
huriyet Hükümeti seçeneği, çok hızlı bir
süreçte Hakkâri’den Siverek’e kadar
Kürdümüzün de umudu olacaktır. Çün-
kü Türkiye’nin bağımsızlık ve özgürlük
hareketi, tarih boyunca Kürdümüzü ku-
caklamış ve bağrına basmıştır. Kürdümüz
de tarih boyunca Türkiye’nin bağımsız-
lık ve özgürlük mücadelesinin dışında
kalmamıştır.”
“Kimi solcularımız sanıyorlar ki,
Kürdü etkilemenin yolu, PKK’nin ta-
leplerine ortak olmaktır. Büyük yanılgı-
dır ve emperyalizmin cephesine giden
yoldur!
Bugün Kürdümüz için en değerli
şey, birliktir. Biz Kürdümüzle birlik ha-
linde özgürlüğe ve zenginliğe yürüme ka-
rarındayız.”
KAPAK
30 A�USTOS 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Geçtiğimiz haftalarda depremi bir kez
daha hatırladık. 17 Ağustos 1999, bazıla-
rımızda derin yaralar, bazılarımızda sıy-
rıklar bıraktı. Ama hiçbirimizi es geçme-
di. Tam da bu günlerde Alakarga Yayın-
ları tarafından “Fay Boşluğu” adlı kitap ya-
yımlandı. Bu kitap ‘depremden nasıl ko-
runuruz’ temalı bir kitap değil, Türk öy-
kücülüğünde yüzlerce metin arasından
ayıklanıp çıkarılmış bir deprem öyküleri
derlemesi. İçinde Nezihe Meriç’ten Hali-
karnas Balıkçısı’na, Ömer Seyfettin’den
Bilge Karasu’ya 27 yazarın öyküleri yer alı-
yor. Biz de bu titiz derlemeyi hazırlayan Ka-
dir Yüksel ile bir sohbet gerçekleştirdik. Ve
kitabın telif haklarının bir kısmının
AKUT’a bağışlandığını belirtmeliyiz. Bu
vesileyle biz de AKUT’un yolunu tuttuk ve
kurucusu Nasuh Mahruki ile AKUT ve
deprem üzerine konuştuk.
“Fay Boşluğu” kitabı edebiyatımızdaönemli birçok yazarın deprem ile ilgili öy-külerinin derlenmesi ileoluştu, bu fikir neredendoğdu?
Öncelikle ben doğ-
ma büyüme İzmit’liyim.
1999 yılındaki büyük
Gölcük depreminde de
İzmit’teydim. Depremin
tam içindeydim. Çok şey
yaşandı, bugün bile gö-
zümün önünden gitme-
yen şeylere tanıklık et-
tim. Çok zor günlerdi. O
zamanlar yayımladığım
bir öykü dergisi vardı:
“Üçüncü Öyküler”.
Dergide bir deprem
özel sayısı yapmak için
depremi yaşayanlardan
öykü yazmalarını iste-
dim. Elbette çok zordu o
kötü günlere tanıklık et-
miş yazar dostlarımın
öykü yazmaları. Gene de yazılabilen öy-
külerle bir özel sayı oluşturduk. O günden
sonra okuduğum deprem öykülerini bir
kenara not almaya başladım. Birkaç yıl
sonra da böyle bir derleme hazırlamaya
giriştim. Boynumda bir borç gibi asılı du-
ruyordu bu derleme.
Büyük bir tarama ve eleme sürecigerçekleşti elbette öyküleri belirlerken, bu
süreci biraz anlatabilir misiniz?İki yıla yakın bir sürede ulaşabildiğim
bütün öykü kitaplarını taradım. Şöyle söy-
leyeyim, Samipaşazade Sezai’nin öyküle-
rinden bugüne kadar yayımlanan öykü ki-
taplarının listesini aldım önüme ve çoğu-
na ulaştım. Eski TDK’nın öykü özel sayı-
sında ve Adam Öykü’nün ilk sayılarından
birinde yer alan öykü kitapları listelerine
farklı kitaplardan edindiğim yazar adları
ve kitapları da ekleniyordu. Sahaf sahaf do-
laştım İstanbul’da, edebiyatçı dostlarımın
kitaplıklarına daldım. Üniversite kitap-
lıklarından soruşturdum. Aslında bir ya-
nıyla deprem öyküleri ararken bir yanıy-
la da öykücülüğümüzün tarihsel gelişimi ta-
rıyordum. Çok şey kazandırdı bana.
Bir de ülkemizde gerçekleşen dep-
remlerin listelerini çıkardım. Özellikle yı-
kıma yol açan büyük depremleri sıraladım.
O tarihlerde ve hemen ertesi yıllarda ya-
yımlanan öykü kitaplarını daha bir dikkat-
li inceledim. Bu da doğru bir yöntemdi, çün-
kü o dönemlerde öyküler yazıldığını gör-
düm. Özellikle 1999 depremi sonrasında
daha önceki yıllarda yazılanlardan daha çok
deprem öyküsü yazıldığını söyleyebilirim.
Bu derleme elbette
bulduğum bütün öyküleri
içermiyor. Altmışa yakın
öykünün içinden seçti-
ğim yirmi sekiz öykü yer
alıyor. Öyküler ardı ardı-
na okunduğunda, önce-
siyle, sarsıntısıyla, sonra-
sıyla, tortularıyla depre-
min bütün aşamalarının
görülebilmesini istedim.
Öyküleri böyle bir anla-
yışla dizdim. Şunu mutla-
ka belirtmek isterim. Sait
Faik’in bir öyküsü vardı ve
yeni yayımcısının ilgisizli-
ği nedeniyle izin almakta
güçlük yaşadık, öyküye yer
veremedik. Çok istememe
karşın yer veremediğim böy-
le birkaç öykü oldu.
Edebiyatımızın depremvb felaketlere yaklaşımı ge-
nel olarak nasıl tanımlarsınız?Her yanı fay hatlarıyla çevrili bir ülke
için edebiyatımızın depreme yaklaşımının
eksik olduğunu düşünüyorum. Özellikle
1999 depremine kadar bu böyle. 1999 dep-
reminden sonra özellikle genç yazarların öy-
külerinde, romanlarında depreme yer ver-
diğini görüyoruz. Bunun nedeni bence
1999 depreminin yarattığı etkidir. Özellik-
le 1999 depremini televizyonlardan naklen
seyretti tüm ülke, bir de o dönemde oluşan
toplumsal dayanışma çok etkileyiciydi.
Bana ilginç gelen toplumcu düşünce-
deki yazarlarımızın depremin yaşattıklarını
edebiyata, özellikle öyküye çok az yansıt-
maları… 1950 Kuşağı öykücüleri için de
söyleyebiliriz aynı şeyi. Bunun bir eleştiri
olarak algılanmamasını isterim, bu sade-
ce bir saptama.
Bu türden felaketler sonrasında ya-raların sarılmasında edebiyatın payına dü-şen nedir?
Edebiyat maddi yaraların sarılmasına
yarar mı, bilmiyorum? Ama depremin
ruhlarımızda açtığı yaralara etkili olacağını
düşünüyorum. Çünkü 1999 depreminde
tam içinde yaşadığımda gördüm ki, dep-
rem sonrası ruhlarda oluşan yıkımlar da,
maddi yıkımlar kadar acı veriyor. Edebi-
yat, ruhlarımızdaki çöküntüyü, temelin de-
ğil insanın çürüğünü anlatabilmek için
önemli. İnsanın çürüğüne, insandaki çö-
küntüye karşı bilincimizi geliştirmemiz
için önemli. Yaşanan bütün acıları payla-
şabilmek ve çağına tanıklık edebilmek
için önemli…
Kitabın telif hakkının bir kısmıAKUT’a bağışlanıyor, bu nasıl oldu, nedenböyle bir şeye karar verdiniz?
AKUT neredeyse 1999 depremiyle
özdeşleşmiş bir kuruluş. O acı günlerin için-
de yaşamış kiminle konuşursanız konuşun
AKUT’tan ve yabancı kurtarma ekiple-
rinden söz edecektir. Ticari bir kaygıdan
daha çok bir sorumluluk düşüncesiyle ha-
zırladık bu derlemeyi. Bu sorumluluk dü-
şüncemizi toplumda da kabul görmüş,
depremle bütünleşmiş bir kuruluşla pay-
laşmak istedik. Bunu yazarlarımızla pay-
laştık ve hepsinden olumlu yanıt aldık. Bu
da yazarlarımızın depremin acılarını pay-
laşmaya bir katkısıdır.
Kitapta yazarlardan deprem öyküle-ri okuyoruz, peki deprem sizin için ne ifa-de ediyor?
Ne yazık ki ülkemiz deprem gerçeğini
bir türlü kavrayıp çözemiyor. Gerekli ön-
lemleri almış gibi görünüyoruz ama dep-
rem olup bittikten bir süre sonra unutu-
yoruz ve bir sonraki depreme kadar gene
aynı hataları yapıyoruz. Gene imara açıl-
mayacak yerleri imara açıyoruz, gene bi-
nalarımızı sağlam yapmıyoruz, gene bir kat
fazla çıkmanın hesaplarını yapıyoruz, gene
denetimi aksatıyoruz, gene denizleri dol-
duruyoruz… Örneğin bir İstanbul depre-
minden söz ediliyor, ne kadar hazırlıklıyız
böyle bir depreme. Eğer bilim adamlarının
söyledikleri gibi bir deprem gerçekleşirse…
Doğrusu, düşünmek bile istemiyorum ya-
şanacak acıları… Kitabın giriş yazısında da
sözünü etmiştim; beni en çok irkilten söz
“depremle yaşamaya alışmalıyız” sözü.
Ne kadar alışkanlıklar canlısıyız. Neye alı-
şacağız? Depreme! Faya! Binanın çürü-
ğünü, kaçak katları, yapılmayan denetim-
leri, vurgunları bir kenara atalım ve dep-
reme alışalım, öyle mi? Her şeyi tevekkülle
karşılayalım, 7.4 yetmedi mi diye soralım,
kılımızı bile kıpırdatmadan, çare düşün-
meden alışalım yeter ki. İnsanın çürüğünü
sorgulamayalım ama depreme alışalım,
ne güzel? Peki, ruhlarımızdaki depreme
alışmanın kolay olduğunu mu sanıyorsu-
nuz? Deprem olağan seyrinde ilerleyen bir
doğa olayıdır, doğa olayı olarak öldürücü
değildir. Depremi korkunç hale getiren, öl-
dürücü kılan ne yazık ki insanlardır.
DAMLA [email protected]
Fay Bo�lu�u, Kadir Yüksel, AlakargaSanat Yay�nlar�, 320 s.
Ruh yaralarını edebiyat sararRuh yaralarını edebiyat sararRuh yaralarını edebiyat sararRuh yaralarını edebiyat sararRuh yaralarını edebiyat sararRuh yaralarını edebiyat sararRuh yaralarını edebiyat sarar
Kadir Yüksel
30 A�USTOS 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
Türkiye sizi dağcılık alanındaki faali-yetlerinizle tanıdı. Daha sonra GölcükDepremi’nde AKUT adını duyurdu. Buarama kurtarma ekibi yönelimi neredendoğdu?
1994 yılı Kasım ayında Bolkar Dağla-
rı’nda bir dağ kazası yaşandı. O dönemler-
de ben profesyonel dağcıydım. Türkiye’de
organize bir arama kurtarma takımı yoktu.
Böyle olaylar olduğunda da dağcılar gönüllü
olarak bölgeye gider çalışmalar yapardı. Bu
olayda da öyle oldu. Haberi alınca bütün yet-
kili dağcılar işini gücünü bırakıp bölgeye git-
ti. Çünkü bir seferde iki dağcının kaybından
bahsediyoruz burada. Kaza haberi yayılır ya-
yılmaz Türkiye’nin her tarafından yetkili dağ-
cılarla bölgeye geldik ve arama çalışmalarını
başlattık. İki grup halinde 14 gün aradık ço-
cukları, bulamadık. Birinin cenazesini sekiz
ay sonra bir çoban buldu, diğeri hala bulu-
namadı. Bu olaydan sonra benim de arala-
rında bulunduğum bir avuç dağcı, oturduk,
birtakım toplantılar yaptık ve çeşitli öngö-
rülerde bulunduk gelecekle alakalı. Oradan
iyi bir ders aldık çünkü. Hepimiz iyi dağcı-
larız. O dönemde benden başka altı yedi tane
daha 7000 metrenin üzerine tırmanmış
dağcılar vardı. Ama dediğim gibi arama ça-
lışması sonuçsuz kaldı. Bunun üzerine ge-
lecekteki olası kazalara hazırlanalım diye-
rek örgütlenmeye karar verdik. 1995 yılı ta-
mamen bu çalışmalarla geçti. Oturduk,
arama kurtarma ile ilgili kimde ne bilgi var
araştırdık. O sırada çok acı bir gerçekle kar-
şılaştık. Biz dağ ve doğa sporlarındaki ka-
zaları araştırırken gördük ki, Türkiye bir do-
ğal afet ülkesiymiş. Birkaç yılda çok ciddi yı-
kımlara yol açan seller yaşanıyormuş, birkaç
on yılda bir kitlesel afete dönüşen depremler
yaşanıyormuş. Bu yüzden düşündük ki,
ekibimizin çalışmalarını sadece dağlarla
doğayla sınırlı tutmamalıyız. İhtiyaç halin-
de gideriz, depremde, selde, her yerde ça-
lışmalar yaparız, dedik. Nitekim 14 Mart
1996 tarihinde de tam bu düşünceyle, dağ
ve doğanın yanısıra, deprem, sel gibi doğal
afetlerde ve büyük kazalarda can kaybını en
aza indirmeyi misyon olarak seçen bir sivil
toplum kuruluşu olarak AKUT Arama
Kurtarma Derneği’ni kurduk.
AKUT’tan önce böyle bir arama kur-tarma ekibi var mıymış daha önce?
Hayır. Sadece devletin Sivil Savunma
ekibi vardı. O da tüm Türkiye’de 110 kişi-
lik bir ekipti, İstanbul, Ankara, Erzurum, üç
tane takımları vardı. Sadece depremde ve
selde çalışırlardı.
Devletin AKUT’u tanıması Gölcük dep-remiyle mi gerçekleşti?
Hayır, Adana Ceyhan depremiyle. 1998
Haziran’ında Adana Ceyhan depremi ol-
duğunda Bülent Ecevit başbakandı. Bülent
Ecevit sivil topluma çok inanan ve güvenen
bir başbakandı ve Türkiye’de bunun önünün
açılmasını çok istiyordu. Hatta biz Ceyhan
depremine Bülent Ecevit’in uçağıyla gittik.
Orada da çok güzel işler yaptık, iki kişiyi kur-
tardık. Hatice Öğretmeni ve 11 yaşındaki
Sercan’ı. AKUT’un enkazlarda kurtardığı
ilk insan Hatice Öğretmen’dir. Bu dep-
remden öncesi tabii sürekli eğitimler, tat-
bikatlar, hazırlıklarla geçti. Hatta Esenler Be-
lediyesi’nin yıkacağı bir binayı kullandık. Ön-
ceden belediyeyle anlaşarak, binanın içine
plastik mankenler, masa, sandalye, ev ofis eş-
yaları yerleştirdik. Hepsinin resmi çekildi, ha-
ritası çıkartıldı. Bina yıkıldıktan sonra, in-
sanlar nerde hayatta kalma şansına sahip, ne-
relerde enkaz altında kalıyorlar, bunların he-
sabını yapmaya çalıştık.
Devletten bir pay, bütçe alıyor musunuz?Payları ne yazık ki kendi oluşumlarına
veriyorlar, bize bir şey
düşmüyor. Tabii biz
kendi yağımızla kavru-
luyoruz. Pay versinler
demiyorum. Halkın
AKUT’a güveni son-
suz. En güvenilir sivil
toplum kuruluşu. Hal-
kın güveninin yanı sıra
çok kabiliyetli çocukla-
rımız var. Yurtdışında
da projeler yapıyoruz.
Devletten hayır gelme-
yeceğini anlayınca
AKUT’u kendimiz yü-
rütmeye başladık. Biraz da şunda bilendik
aslında, 2006 yılında, AKUT’un onuncu yı-
lında, o zamana dek 700 küsur insan kur-
tarmışız afetlerden, şimdi 1800’e yaklaştı,
bir kamu spotu hazırlamıştık, sms yollayıp
bağış yapın diye. Anlaştık televizyonlarla
ama RTÜK izin vermedi. Hâlbuki böyle bir
yetkisi yok. Çünkü biz kamu yararına ça-
lışan bir kuruluşuz. Mahkeme verdik, bir-
birimize girdik. iki sene sürdü, kazandık
ama iki sene bağış toplayamadık.
Bütün AKUT yapılanmasında beş ma-
aşlı personelimiz var, onlar da sekretarya işiy-
le uğraşıyorlar. Onun dışında her şey gönüllü
olarak yapılıyor. Hayat kurtardığımız ara-
balara motor taşıt vergisi ödüyoruz. 32 böl-
geye dağıtılmış araçlarımız var. 300 civarında
telsizimiz var. Telsizler için de cihaz kulla-
nım bedeli ve frekans ücreti diye saçma sa-
pan bedeller ödüyoruz. Ama devletten bir
bütçe, destek hiçbir zaman almadık. 2004’ten
bu yana defalarca dilekçe verdim. Artık vaz-
geçtim. İnsanlardan bağış istiyoruz, sonra on-
ların bir kısmını devlete vergi olarak ödü-
yoruz. Bu beni vicdanen rahatsız ediyor. Ke-
pazelikten başka bir şey değil.
İnsanların 17 Ağustos’tan bu yana do-ğal afetler hususunda bilinçlendiğini dü-şünüyor musunuz? Yoksa her şey aynı mı?
Aslında tabii ciddi bir bilinçlenme var.
Hiçbirimiz 1999 depreminden önceki gibi
değiliz. Ama, maalesef yapılanlar yetersiz.
Aradan 14 sene geçti. Mevcut yapılar aynı
şekilde duruyor, büyük şehirler en büyük
problem burada. Arama kurtarma ekiple-
rinin sayısı inanılmaz arttırıldı, ama tabii afet
yönetimi sadece arama kurtarmayla çözü-
lecek bir şey değil, çünkü müdahale safha-
sı sadece bir aşama. Afet yönetimi, afet po-
tansiyel bir tehlike halindeyken başlar.
Mevcut yerleşimlerin %80’i, özellikle İs-
tanbul’da, kaçak. Bunu belediye başkanı da
söylüyor, herkesin bildiği şey. Bu binaların
yıkılıp yeniden yapılması gerekiyorken, ki bu
14 senede İstanbul’un üçte biri yeniden ya-
pılırdı, ama yapmadılar. Ne kadar boş ara-
zi varsa oralara koca koca gökdelenler dik-
tiler, ama oralar zaten boştu, zaten boş olan
zavallı arazileri imara açıp büyük rantlar elde
ettiler. O rantları dağıttılar. Ama hala eski
binalar, yıkılma tehlikesi olan binalar yerinde
duruyor. Hatta yine belediye başkanı ken-
di söylüyor, İstanbul’da korktuğumuz dep-
rem yaşanırsa 50 bin tane bina yıkılacak diye,
o zaman 50 bin binayı yarın sabah boşalt-
manız lazım. Geçen gazetelerde de vardı, iki
yıldır Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararla-
rın %60’ı imar yasasıyla alakalıymış. Dep-
remden sonra 600 tane park alanı, toplan-
ma alanı işaretlendi, özel korumaya alındı,
onların yarısından fazlası imara açıldı tek-
rar, alışveriş merkezi, rezidans, bir sürü şey
yapıldı. Yani burada bu rant kapısı açık ol-
dukça, maalesef yapılacak bir şey yok.
“Fay Boşluğu” kitabında Kadir Yükseledebiyatımızdan deprem öyküleri derledi,büyük bir tarama sonucu. Siz bu afetler son-rası kurtarma süreçlerinde pek çok şey ya-şadınız pek çok insanın öyküsüne tanık ol-dunuz. Siz de bunları kitap haline getirmeyidüşünmediniz mi hiç?
Ben yedi tane kitap yazdım. Ama dep-
remle ilgili bir tane makale yazdım. “Bir
çocuğu kurtarırken başka hayatları kay-
bettiğini bilmenin dayanılmaz acısıyla ya-
şamayı öğrenmek” gibi uzun bir isim koy-
dum. Onun dışında ben o süreçleri dü-
şünmek istemiyorum, aklıma bile getir-
miyorum. Travmaları zihinden atıp gele-
ceğe bakmak gerekli.
Kitabın gelirleri AKUT’a bağışlanıyor.Bu teklif size nasıl geldi?
Alakarga Yayınları’ndan, bu kitabın
bütün yazarlarıyla ve telif sahipleriyle ko-
nuştuk, hepsi gelirin AKUT’a verilmesini is-
tiyor, diye bir teklif geldi. Herkesin razı ol-
duğundan emin olunca biz de kabul ettik,
teşekkür ettik.
Teşekkür ediyoruz.
Yazarların desteği AKUT’a
Nasuh Mahruki
Damla Yaz�c� ile Nasuh Mahruki
Sesler duyarız. Bazıları hoşumuza gi-
der kulak kabartırız. Bazıları iğreti
gelir canımızı sıkar. Beynimiz tercih-
lerimize göre eler, sıralar ve sınıflara
ayırır sesleri. Uğultulara, çığlıklara,
yankılara, fısıltılara, sert, yumuşak
milyonlarca sese maruz kalırız. Unu-
turuz bazılarını, unutmak isteriz.
Bazı tınılar hiç yoktan tırmalar anı
duvarlarımızı. Benzettiğimiz de olur,
şarkı şarkı içtiğimiz de. Ses boşluğun
içinde olmazsa olmaz olarak karşımı-
za çıkar.
Marcel Beyer'in
“Yarasalar” romanı
seslerin avucuna ku-
rulmuş bir köy gibi.
Bütün sesler savaş
fonunda köy meyda-
nına giriyor. Kahra-
man sesleri arzuyla
kaydederken çocuk-
lar II. Dünya Sava-
şı’nın arka yüzünü
okuyucuya anlatıyor.
Kapı gıcırtısından,
ameliyat sesine ka-
dar… Her türlü sesi
okurken seslerin
okunup okunmaya-
cağını düşünmüyor
insan. Romanı bitir-
diğinizde, okumuş
olmaktan çok, anla-
tılanları duymuş olabileceğiniz algısı
oluşabilir.
�K�NC� DÜNYA SAVA�ININSESLER�
İki ana anlatıcı, iki ayrı bakış açı-
sıyla aynı dönemi sunuyor. Bir yanda
sesleri kayıt altına alan, onlarla oyna-
yan ve hatta onlarla yaşayan Karnau,
diğer yanda savaşın zaferini ve yenil-
gisini yaşayan Helga. Savaş sırasında
Almanya'da neler olup bittiğini sesle-
rin izinde okurken akıl tutulmasının
yol açtığı yıkımı da işitebiliriz. Çocu-
ğun (Helga'nın) saf bakışı tarihi par-
çaları yerine oturtmaya yarıyor. Bay
Karnau'nun seslere olan merakı ise
farkına varmadığımız bir dünyanın
kapılarını açıyor. Savaş meydanında
ölen askerlerin seslerini kaydetme işi-
ni kim zevkle yapar ki?
Helga'nın sürekli propaganda ya-
pan yüksek memur babası faşist siya-
setçi karakterini belirliyor. Böylece
tarih, siyaset, akıl ve vicdan arasında
çoklu sorgulamalar yapılabiliyor. De-
ğişmeyen söylemlerin çılgınlığa dön-
üştüğünü gösteren sayfalar romanı
didaktik yönden besliyor. Alman-
ya'nın Avrupa'ya yayılışını, geri çekili-
şini ve yıkılışına tanıklık ediyoruz. Sı-
ğınağa kadar inen sesler, yarasa de-
neyleri ve cinayetler bir diğer savaşı,
insanın kendi içindeki savaşını yansı-
tıyor.
Yakın tarihiyle yüzleşen ve hesap-
laşan Almanya'yı karakter haline geti-
ren yazar aklındaki soruların ve şüp-
helerin cevaplarını arıyor romanda.
Unutmak çare midir? Gerçekten
unutmak mümkün müdür? Yoksa
unutmuş gibi yaparak sumen altı edi-
lebilir mi tarih? Köy meydanından
evlere dağılan sesler;
işkencecilerin, dikta-
törlerin, suskunların
seslerini zamanın kısıt-
lı teknolojisiyle her an
her yerden kayda alan
Karnau davetsiz bir
misafir.
S�SL� B�RROMAN
Anlatımdaki gizem
olayların büyük sonuç-
lar doğuracağını hisset-
tirse de olaylar ya sö-
nümleniyor ya da so-
nuçlanmıyor. Merak un-
surunun dibini sıyırmak
şeklinde tanımlanabilir
bu teknik.
Okuyucu sisin ve pu-
sun içinde sesler duyuyor.
Ulaşmak istediği, hayal ettiği konu si-
sin içinde bir yerlerdeymiş gibi geli-
yor. Belki de gerçekten orada anlatıl-
mak istenen. Sadece ustaca kamufle
edilmiş olabilir. Bunu da sezebilen
okuyucu romanın yazılışı üzerine de
düşüncelere salabilir kendini.
Perde arkasında bir şeyler döndü-
ğünü hissetmek bazı bölümlerde can
sıkıcı olsa da bu aslında savaşın ge-
rekliliği. Gerçekçi bir özellik olarak
karşımıza çıkan bu fısıltı dünyası
“ses” temeline de katkıda bulunuyor
ayrıca. Savaşın sinik ruh halini üzeri-
nize saldığı zamanlar genelde bir pat-
lama, bir ölüm, bir mucize beklediği-
niz zamanlara denk getirilmiş. Bu
yüzden “Yarasalar” sıkılıp bırakılacak
bir kitap asla değil.
Marcel Beyer'in şiirle edebiyata
giriş yaptığını ve şiirsel romanlarının
onu ön plana çıkardığını belki duy-
muşsunuzdur. “Yarasalar”ı okurken
Alman şiirinin keskinliğini ve düz ya-
zıya selam çakan tekniğini göz ardı
etmeyin o zaman.
ERDEM GEZGİNCİ
Yarasalar, Marcel Beyer,
Ayr�nt� Yay�nlar�, 240 s.
Yak�ntarihiyle
yüzle�en vehesapla�an Almanya'y�karakter haline getirenyazar akl�ndaki sorular�n ve�üphelerin cevaplar�n�ar�yor romanda.Gerçekten unutmakmümkün müdür?
Marcel Beyer
30 A�USTOS 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP
Sesleri okumakSesleri okumakSesleri okumakSesleri okumakSesleri okumakSesleri okumakSesleri okumak
30 A�USTOS 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAP
Denis Diderot, 5 Ekim 1713’te Fran-
sa’nın Champagne Kenti, Langres Ka-
sabası'nda bıçakçılık yapan bir babanın
oğlu olarak doğdu. Dindar olan aile
Diderot’un da aile geleneğine uyarak, ai-
lenin diğer bireyleri gibi papaz olmasını
istiyordu. Kendini manastıra kapayan kız
kardeşi de bu aşırı tutucu düşünceleri ta-
şıyamadığından, akli dengesini yitirip
28 yaşında ölmüştü. Diderot Cizvit ko-
lejine yazdırıldı. Cizvitlerle birlikte beş
yıl bu okulda din eğitimi aldı. Teolojik
eğitimini bitirdikten sonra mantık, ahlak,
matematik, fizik ve metafizik öğrenmek
üzere, Paris Horcourt Koleji’ne gitti.
1732’de, Paris Üniversitesi’nde Latince,
Grekçe ve felsefe okutmanlığı yetkisine
sahip oldu. Bir süre devlet savcısı Cle-
ment de Ris’in yanında çalıştı. Ailesinin
karşı çıkmasına karşın sınıfsal farklılık-
ları önemsemeksizin bir çama-
şırcının kızı olan Antoinette
Champion’la evlendi. Di-
derot ikinci evliliğini,
1755’te düşüncelerini be-
ğendiği Sophie Volland
ile yaptı. Volland evde
kalmış bir kadın ola-
rak görülüyordu. Kitap
çevirme çalışmaları yap-
tı. 1746’da, aralarında
D’Alembert, Rousseau,
Buffon, Daubenton, Mar-
montel, d’Holbach, Bordeu,
de Jaucourt, Turgot, Quesnay, Hal-
ler, Condillac, Montesquieu, Necker,
Grimm gibi düşünürlerin imzalarını ta-
şıyacak Ansiklopedi’nin yayımlama hak-
kını elde etti. Ansiklopedistler, 1731-1777
yılları arasında Fransa’da Aydınlanma sü-
reci içerisinde, dönemin bütün bilgileri-
nin toplandığı 17 ciltlik “Encyclope-
die”yi çıkardılar. Ansiklopediyi çıkarır-
ken amaçları, bir gün dünyanın yok ol-
ması olasılığına karşın, insanlığın yeni bir
başlangıç yapabilmeleri için başvuru
kaynağı olarak kullanılabileceği düşün-
cesiydi. Denis Diderot 1746’da Ansik-
lopediyi yayımlama hakkını elde etti.
ENCYLOPED�E’YE ADANMI� B�R ÖMÜR
Diderot “Filozofça Düşünceler” ki-
tabını yayınladığında, Paris parlamentosu
tarafından mahkûm edildi. Saint-Medard
Kilisesi Diderot’yu dinsiz ilan etti. Bu
hem bir cezadır, hem de bir ödül. Bu sü-
reçte D’Alambert ile birlikte Ansiklo-
pedi’nin başına getirildi. 1749’da “Kör-
ler Üzerine Mektup” tutuklanarak, iki ay
boyunca Vincennes Şatosuna kapatıl-
masına neden oldu. 1752’de Ansiklope-
di’nin ikinci cildi
yayımlandı. Dev-
let Şurası Ansiklo-
pedi’deki bilgileri
sakıncalı bularak ya-
sakladı. Yasağın
D’Argenson’un araya
girmesiyle kaldırılmasın-
dan sonra, 1753’de üçüncü cil-
di yayımlanabildi. Bu kez Cizvitler büyük
tepki gösterdiler.
Ansiklopediye en çok maddeyi Di-
derot yazmıştır, tam 990 madde. Ansik-
lopedistler olarak tanımlanan diğer Ay-
dınlanmacı filozof ve yazarlar ayrıldıktan
sonra Diderot yayını tek başına sürdür-
dü. 1766’da yayımlanan ciltler gizlilikle
dağıtılabildi. Ansiklopedistler otoriteye
karşı çıkıyor, bilim, akıl, deneyciliği,
Newton ve Locke’un düşüncelerini sa-
vunuyorlardı. Ansiklopedi din dışı, laik
bir dünya görüşünü yaymaya çalışıyordu.
Diderot da; dini kullanarak servet biri-
kimine sahip olmuş kiliseleri, “Tanrının
evi değil bir endüstri” olarak görüyor ve
bu nedenle Hıristiyanlık’ı reddediyordu.
Diderot 31 Temmuz 1784’de öldü, Saint-
Roch Kilisesi’ne gömüldü.
“Paris Salon Sergileri” fikir insanı ola-
rak bilinen Diderot’un başka bir yanını
gösterir. Diderot’yu anlamak için onun
“Filozofça Düşünceler”de dile getirdiği
yaklaşımına bakmak gerekir. Diderot’un
felsefesi gerçeğin araştırılması üzerine-
dir. Şöyle söyleyecektir; “Benden gerçeği
araştırmam beklemelidir, yoksa onu bul-
mam değil.” Bu onu Agnostisizm’e
-bilinmezcilik- de yaklaştırır. “Paris Sa-
lon Sergileri”ni Türkçeye çeviren Kaya
Özsezgin, Diderot’nun bu felsefesinin sal-
tık Diderot’yu değil, Aydınlanma Ça-
ğı’nın, bilimde, düşüncede egemen kıl-
maya çalıştığı, akılcı ve eleştirici yönte-
mi de formülleştirdiği kanısındadır. Bu
yaklaşım Aydınlanma
Çağı’nın anahtarıdır.
18. yüzyıl Aydınlan-
ma Çağı olarak ad-
landırırken, mimari-
de, sanatta eğilim Ba-
rok ve Rokoko’nun
işlevini yitirdiği ve ye-
niden klasisizmin
yükseldiği bir dö-
nemdir. Resimde ve
diğer sanatlarda kla-
sik okulun ölçütleri
ve estetik anlayışı
egemendir. Yeni
kentsoylular, aris-
tokrasinin yüksek sa-
nat algısını, köylü üre-
tici sınıflarla ilişki ku-
rarak aşmış, tersyüz
etmiştir.
SANAT ELE�T�RMEN�OLARAK D�DEROT
Sanat eleştirmeni olarak Diderot,
belli dönemlerle Paris’te sergi salonla-
rında halkın izlenimine açılan resim sa-
natı ile ilgili notlarını, görüşlerini, anı-
larını, konu dışı izlenimlerini, anekdot-
ları içerir. Kuşkusuz bugünkü anlamın-
da bir sanat eleştirmeni değildir Diderot.
Salon sergilerini eleştirirken de nesnel
gerçekliği değil, öznel izlenimlerini öne
çıkarır. Kaya Özsezgin, kitaba yazdığı
“Diderot ve Sanat Eleştirisi” başlıklı
yazısında “Sanat eleştirisinin henüz yay-
gınlaşmadığı, sanat yapıtının belli zaman
aralıklarıyla sergileme geleneğinin yeni
yeni başladığı bir dönemde” böyle ol-
masını olağan gördüğünü yazar. Dide-
rot’un yaşadığı dönemde ressamlar ba-
ğımsız sanat yapmanın ötesinde, kilise-
nin dinsel konulu duvar resimleri ve
soyluların sipariş ettikleriyle sınırlıdır. Bu-
nun tek ayrımı iki yılda bir Paris’te, Lo-
uvre’da sanat eserlerinin halka açık ola-
rak sergilenmesi amacıyla gerçekleştiri-
len salon sergileridir. Diderot, kitapta yer
alan sanat yapıtları ile ilgili görüşlerini,
önceleri Rahip Raynal tarafından yö-
netilen, 1754’ten sonra da Baron
Grimm’in yönetimindeki Correspon-
dance Litteraire için kaleme almıştır. Di-
derot bu yazılarında, sanatçıları kutsayan,
onları destekleyen ve daha nitelikli ürün-
ler vermeleri için çaba harcamalarına yö-
nelik bir davranış gösterir. Diderot, eleş-
tirinin sanat dışında, örneğin sağlık so-
runlarının çözümü için kullanılmasından
yanadır. Sanatçıları acımasızca eleştir-
menin bir anlamı yoktur. Asıl eleştiril-
mesi gerekenler, katı yürekliler, ikiyüz-
lüler, bağnazlar ve zorbalardır.
SÖZCÜKLERLE Ç�Z�LEN RES�MLER
Diderot, sanat yapıtı
ile yapıtın konusunun ger-
çeği yansıtması gerektiğine
inanır. Resimde bir insan
portresi konu alınmışsa,
resme bakan izleyici o re-
simde modelin hem yüz
çizgilerini gerçekçi bir bi-
çimde, hem de o yüzün ar-
dında taşıdığı kişiliğini se-
zebilmelidir. Bu nedenle
yazılarında bunu en iyi bi-
çimde ifade edebilmek için
“gerçeği tıpatıp uygun” de-
yimini kullanır. Diderot,
bunları resimde göremezse,
ressama eserini nasıl çizme-
si gerektiğini göstermekten
kaçınmaz.
Diderot, “Paris Salon Ser-
gileri”nde kendini ressamın
yerine koyuyor ve fırça ile değil kalem
kullanarak ressamın resmini sözcükler-
le yeniden çiziyor.
Öyle ya, kalem gerektiğinde yalnızca
yazmak için değil çizmek için de kulla-
nılabilir.
Diderot, Paris sergilerini geziyorHALİT PAYZA
Diderot’agöre, resimde bir
insan portresi konual�nm��sa, resme bakan
izleyici o resimde modelin
hem yüz çizgilerini gerçekçi
bir biçimde, hem de o yüzün ard�nda ta��d��� ki�ili�inisezebilmelidir
Paris Salon Sergileri, Denis Diderot,
Yap� Kredi Yay�nlar�, Çev: Kaya Özsezgin, 226 s.
Diderot
30 A�USTOS 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Yaln�zgezerin Dü�leri
Jean JacquesRousseau,AlakargaSanatYay�nlar�,Çev: Nihal Yormaz,152 s.
Rousseau’nun Paris ve civarında karşı-
laştığı insanlarla ilgili gözlemlerine, bit-
ki âlemi ve tıp ile ilgili görüşlerine, eği-
tim ve çocuk yetiştirme konularına ba-
kış açısına ve dönem aydınlarına yakla-
şımına ışık tutar nitelikte olan “Yalnız-
gezerin Düşleri”, düşünürün hayatının
bu son evresinde geldiği noktayı iyi kav-
ramak açısından da büyük önem taşıyor.
Verlaine
StefanZweig, Aylak AdamKültür SanatYay�nc�l�k,Çev: BurcuYalç�nkaya,69 s.
Şiirimizin büyük ustalarını da derinden
etkilemiş Fransız şiirinin büyük ustası
Verlaine, bir başka büyük ustanın ka-
leminde yeniden hayat buluyor. Stefan
Zweig’ın kitapları içinde en naifi olan
bu eser, büyük bir şairin karanlıkta ka-
lan en saklı taraflarını, zaaflarını, umut-
larını, çaresizliklerini adeta şiirsel bir dil-
le anlatıyor. Bir insanı anlamanın ve an-
latmanın güzelliği sizleri bekliyor.
Bir GazetecininYolculuk Notlar�
Jules Verne,�� Bankas�KültürYay�nlar�,Çev: FeridNam�kHansoy,256 s.
Acar gazeteci Cladius Bombarnac,
Hazar Denizi kıyısından Çin İmpara-
torluğu’nun başkentine giden Asya
postası trenine binerek yol boyunca gö-
rüp yaşadıklarını haber yapmakla gö-
revlendirilir. Trende Avrupalılar ve
Asyalılardan oluşan sıradan bir toplu-
luk yolculuk ediyor gibi görünmekte-
dir. Oysa büyük bir sırrı taşıyan trendeki
yolcular da göründükleri gibi değildir...
1871 Paris Komünü
ProsperOlivierLissagaray,PayelYay�nlar�,Çev: Ay�enTek�en, 448 s.
Lissagaray bu yapıtta Komün'ün top-
lumsal, proleter, ulusal ve uluslararası
yönlerini açıkça dile getiriyor. Faklılık-
ların ve mücadelenin rüzgarında çok er-
ken, belki vakitsiz ekilmiş ama son de-
rece anlamlı girişim tohumlarını top-
lumsal bir düzlemde ele alıyor. Güçlü
bir iradenin ürünü olarak yeni bir de-
mokrasi biçiminin ortaya çıkışını pro-
leter bakış açısıyla gözler önüne seriyor.
Tanr�lar ve Dilenciler Diyar�
AyhanSar�han,KaynakYay�nlar�,256 s.
“Tanrılar ve Dilenciler Diyarı” Nepal
- Hindistan izlenimleri... Gezi kitapla-
rıyla tanıdığımız, dünyanın dört bir
yanını dolaşan çağdaş seyyah Ayhan Sa-
rıhan, kitabında bizi, Türkiye’ye uzak
ama bize bir o kadar da yakın iki Asya
ülkesine götürüyor. Nükteli bir üslup-
la anlatılan bu ilginç ve bir o kadar da
tanıdık iki Asya ülkesi, tanrılarının ve
dilencilerinin bolluğuyla ünlü.
Sonunda Ölüm Geldi
AgathaChristie,Alt�nKitaplar,Çev: Çi�demÖztekin,256 s.
M.Ö. 2000 yılında Mısır’da ölüm demek
aslında yaşam demekti. Bir Ka rahibi-
nin metresi olan güzel Nofret’in cese-
di bir uçurumun dibinde bulunduğun-
da, birçokları, genç, güzel ve zalim
genç kızın bu ölümü hak ettiğini dü-
şünmüşlerdi. Tıpkı bir yılan gibi ölm-
üştü. Ama rahibin Nil kıyısındaki evin-
de yaşayan kızı Renisenb genç kızın bir
cinayete kurban gittiğini düşünüyordu…
Yeni BirAyd�nlanmaya Do�ru
�smail Tunal�,RemziKitabevi,176 s.
İsmail Tunalı’nın 1970’lerden bu yana sa-
nat felsefesi üstüne görüş ve değerlen-
dirmelerini toplayan bu kitap, çağımızın
temel sorunlarına da ışık tutuyor. Kül-
tür alanında doğruyu aramak, sanat so-
runlarının çözümünü farklı bir eğilimle
ele almak Tunalı’nın temel yaklaşımını
oluşturuyor. Bu bakımdan kitaptaki de-
ğerlendirmelerin sanat felsefesine bakışta
bir boşluğu giderdiğini söyleyebiliriz.
Ye�ilçam’da Öteki Olmak
Dilara Balc�,KolektifKitap, 252 s.
Gayrimüslimler Anadolu toprakların-
da “öteki” olmaktan kurtulamamış ve
başlangıcından günümüze sinemada, ya-
kıştırılan kişiliklerin ve kalıplaşan mo-
dellerin dışına çıkamamışlardır. Gayri-
müslimlere dair toplumsal yapıda nasıl
bir algı yaratıldığını ortaya koyan kitap,
Osmanlı’nın son zamanlarından
1980’lere kadar Türkiye’nin sosyolojik
ve siyasi bir panoramasını da sunuyor.
Tek Ki�ilik Din
Cem Selcen, SelYay�nc�l�k,208 s.
Birbirinden tamamen farklı kişileri kur-
ban seçen seri katil ya da katillerin pe-
şindeki bilge ve sinik bir komiser... Bu iki
tuhaf adamın yolu bir cinayetle kesişti-
ğinde yalnızlığı ikisi de kendi pencere-
lerinden bir kez daha sorgulayacak ve ha-
yat ile ölümün anlamlarını edebiyat,
felsefe ve günlük hayatın ta kendisinden
damıtarak yeniden oluşturacaklar.
Alacakaranl�k
ValeriyBryusov,EvrenselBas�m Yay�n,Çev: ArifBerbero�lu,80 s.
“Çağdaş olanla, köklü tarihin derin-
liklerine uzanan olguların imgesel sen-
tezini ustalıkla verirken, şiirinin ter
koktuğunu, dizelerinin donmuş bir lav
kütlesi gibi avuçta tartılabildiğini du-
yumsarız.
İnsanın dünyayı değiştirme müca-
delesi onun şiirinin ana damarıdır. ”
-Arif Berberoğlu-
Koyu Renk Sevdalar
Buse Ünal,DharmaYay�nlar�,296 s.
Bir aşk, üç dost ve bir ömür... Üç genç
kızın öyküsü: “Koyu Renk Sevdalar”.
Gençlik aşkı için her şeyden vazgeçen
Melek, arkadaşına her koşulda destek
olan Zümrüt, yetenekli ve güzel Deniz,
serseri ve sevimli Oktay… Üç genç kı-
zın hayatı artık ölene kadar birleşecek-
tir. Buse Ünal’dan dostluğu ve aşkı an-
latan çarpıcı bir roman…
Robert Capa’y�Beklerken
SusanaFortes,Do�an Kitap,Çev: SedaErsavc�,216 s.
Bir yandan savaşın acımasızlığına ta-
nıklık ederken bir yandan da aşkla ve
fotoğrafla direnenlerin hikâyesi… 20.
yüzyıl savaşlarının en çarpıcı görüntü-
lerini insanlığın belleğine kazıyan fo-
toğraflar için deklanşöre basan kişidir
Robert Capa. Bir efsane isim. Bu ef-
saneyi yaratan da tutkulu bir aşktır. Ca-
pa’nın yoldaşı ve meslekdaşı Gerda
Taro ile yaşadığı maceralı ilişki.
YENİ ÇIKANLAR