Demir
Küçükaydın
Birlik
mi? Rekompozisyon
mu? “Kuruçeşme Süreci”nin Değerlendirilmesi ve Bildiriler
Yayınları
1
BBiirrlliikk mmii?? RReekkoommppoozziissyyoonn mmuu?? ““KKuurruuççeeşşmmee SSüürreeccii””nniinn DDeeğğeerrlleennddiirriillmmeessii vvee BBiillddiirriilleerr
DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn
ÜÜççüünnccüü SSüürrüümm
HHaazziirraann 22001122
DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr
İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.
Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak
basmak ve dağıtmak serbesttir.
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
YYaayyıınnllaarrıı
2
Birlik mi? Rekompozisyon mu?
Birlik tartışmaları İçin Değerlendirmeler ve Bildiriler
İçindekiler
Birlik Tartışmaları Üzerine 4
Birlik = Bölünme: Unutulan Bir Denklem 4
“Kuruçeşme”nin Tarihteki Olası Yeri 6
“Kuruçeşme”nin Hayalleri 8
Parti Konusunda Üzerinde Düşünülmesi Gereken Bazı Sorular 11
“Sosyalistlerin Birliği” Kimin İçin Gerekli? 13
Avrupa’daki “Birlik Tartışmaları”nın Gayrı Resmi ve Öznel Bir Tarihi 14
Sunuş 14
Toplantı’ların Tarih Öncesi 16
Frankfurt Toplantısı 19
İlk Bocholt Toplantısı 24
Avrupa’da Kadınlar 29
Komisyon Çalışmaları 31
Londra 34
Duisburg 34
Berlin 34
Paris 34
Basel 34
Amsterdam 34
Hamburg 34
Frankfurt 34
Son Bocholt Toplantısı 36
Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, angi Biçimler Altında Ele Alınmalı? 38
Program Anlayışları 44
Marksizm ve Günümüz Dünyası 49
Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir Değerlendirme 55
Sunuş 55
Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir 56
3
Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi? 59
Marksizm, Hangi Marksizm? 60
Marksizmin Hangi Veçhesi 63
Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları Açma Denemesi 68
Sunuş 68
Sosyalist Demokrasi Tartışması’nın Bazı Metodolojik Sorunları 69
Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı? 73
Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin Her An
Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi 74
Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu 75
İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne Ölçüde
Hizmet Eder? 76
Partiler Sorunu 77
Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi 78
Doğrudan Demokrasi Olanakları 79
Sosyalist Demokrasi’nin İlkesi ve Maddi Temeli 79
Kuruçeşme Toplantıları Genel Kurulu’na (Kuruçeşme’ye Mektup) 83
4
Birlik Tartışmaları Üzerine
Birlik = Bölünme: Unutulan Bir Denklem
“Birlik”!.. Son ayların ve yılların büyülü sözcüğü. Herkes birlikten yana. Peki niçin birlikten
yana da bölünmeden yana değil? Tartışmaların adı niçin “Bölünme Tartışmaları” değil de
“Birlik Tartışmaları”? Adı “Bölünme Tartışmaları” olsa daha mı yanlış olurdu?
Burjuva aydınlanmacıları, soyut bir insan özü anlayışından hareketle bütün insanların iyi
doğduğunu ama onların bazılarını toplumun kötü yaptığını söylerlerdi; Hegel de, bu
yaklaşımın yanlışlığını göstermek için, “bütün insanlar kötü doğarlar, onların bir kısmını iyi
yapan toplumdur” gibilerden bir şeyler söylemiş. Aslında bu önerme de, aynı yaklaşım
çerçevesinde en azından birincisi kadar doğrudur; hatta birincisinin ve kendisinin saçmalığını
gösterdiği için, birincisinden çok daha doğrudur.
Benzer bir yaklaşım “Birlik Tartışmaları” adına da uygulanabilir. Tartışmaların adı “Bölünme
Tartışmaları” olsaydı, en azından “Birlik Tartışmaları” kadar doğru, hatta her birliğin aslında
bir bölünme olduğunu hatırlattığı; saçma bir birlikçilik yarışması ve bölücülük suçlaması
olanağını ortadan kaldıracağı için, yüz kat daha doğru olurdu.
Evet, tekrar, o unutulmuş, “eski”, diyalektiği biraz hatırlamak gerekiyor.
“Birlik” kavramı, kendisi aynı zamanda kendi zıttı olan bir kavramdır, tıpkı üretim gibi.
Üretim, aynı zamanda tüketimdir de. Herhangi bir ürün üretilirken, hammadde, enerji, iş gücü
tüketilir. Ya da herhangi bir ürün tüketilirken, artıklar, çöpler, işgücü üretilir. Aslında üretim
ve tüketim, bir ve aynı sürecin iki yüzünden, hatta bakış açımıza göre değişen iki farklı
adlandırılışından başka bir anlam taşımazlar. Üretim sözcüğünün kullanıldığı her yere, aynı
rahatlıkla tüketim sözcüğünü koyarak, aynı doğrulukta önermeler elde edilebilir.
Soruna böyle, artık unutulan diyalektik bir bakış açısıyla bakılınca, kimi çok parlak gibi
görülen adlandırmaların, aslında hiç bir şeyi açıklamadığını daha açık görmek mümkün
olabilir. Tipik bir örnek: “Tüketim Toplumu” kavramı. Aynı topluma “Üretim Toplumu”
dendiğinde hiç de farklı bir şey söylenmiş olmaz. Sadece aynı sürece başka bir koordinat
sisteminden bakarak bir isim verilmiş olur. Bir şeyin tüketilmesi için üretilmiş olması gerekir.
“Tüketim Toplumları” aynı zamanda “Üretim Toplumları”dır. Peki o halde, niye “Üretim
Toplumu” denmiyor da “Tüketim Toplumu” deniyor? Bunun nedeni, bilimsel değil,
psikolojik ya da ideolojik kaygılarda bulunabilir.
Aslında “Tüketim Toplumu” kavramıyla kastedilen, insanın mutluluğu ve yaşaması için hiç
de gerekli olmayan şeylerin bol miktarda üretildiği bir toplumdur. Fakat kastedilenin bu
5
olması halinde de, Tüketim Toplumu (veya Üretim Toplumu) kavramları ile açıklanmak
istenen arasında bir açıklama ilişkisi ortaya çıkmaz. Çünkü, üretim veya tüketim toplumu
kavramı, üretilen veya tüketilen şeylerin niteliğini değil, sadece niceliğini bir ölçü olarak ele
alır.
Eğer tarihte her toplumun aynı zamanda üretim ve/veya tüketim toplumu olduğunu; bu
anlamda modern uygarlığın bir istisna oluşturmadığını; ama “tüketim toplumu” derken,
örneğin bol miktarda çöp üreten bir toplum kastedildiğini bilir; “tüketim toplumu” kavramının
aslında anlamsız ve yanlış, hiç bir açıklayıcı değeri olmayan bir kavram olduğunu bir an bile
aklımızdan çıkarmazsak; ve tüketim sözcüğünün üretime göre daha prejoratif, kötüleyici,
aşağılayıcı bir anlamı olduğu için, yani bilimsel değil; tarihsel, ideolojik veya psikolojik
nedenlerle “üretim toplumu” değil de “tüketim toplumu” dediğimizi unutmazsak;
kastedilenin kısa bir şekilde ifadesini sağladığı için, tıpkı Avrupa Ekonomik Topluluğu yerine
AET denmesi gibi, bir kot olarak kullanmak ekonomi sağlayabilir.
Aynı ilişki Birlik ve Bölünme için de geçerlidir. Niçin “Birlik Tartışmaları” da “Bölünme
Tartışmaları” değil veya niye “Sosyalist Birlik” diye bir dergi çıkarılıyor da “Sosyalist
Bölünme” diye değil? Birincisi ikincisinden daha mı doğru? Hayır. Sadece psikolojik ve
ideolojik bir avantaj sağlanıyor. “Bölme” ya da “bölünme” olumsuz bir anlam taşır.
Her birlik bölünmedir. Bölünmesiz birlik, birliksiz bölünme mümkün değildir. İnsanları
herhangi bir kritere göre bölmek isteyin, onları aynı zamanda birleştirmiş olursunuz.
Kanarya sevenler derneği kurmak, kanarya sevenleri birleştirmek istiyorsanız, kendinizi
kanarya sevmeyenlerle bölmek, kanarya sevmeyenlerin birliğin içinde yer alamayacağını
belirtmek, en açık biçimde bölücülük yapmak zorundasınızdır. Ama diyebilirsiniz ki, “biz
kanarya sevmeyenlerle de bölünmek istemiyoruz, onlar da derneğimize üye olabilirler”. O
zaman da, kanarya sevmeyenlerin derneğe üye alınmasını istemeyenlerle bölünmüş
olursunuz. Birlikçi olmanın bölücü olmaktan başka bir yolu yoktur. Bölücü olmanın da
birlikçi olmaktan başka yolu yoktur. Nasıl her üretim eylemi aynı zamanda tüketim ise,
nasıl her temizleme eylemi aynı zamanda bir pisleme eylemi ise, her birlik eylemi de bir
bölme eylemidir. Aslında sorun hiç bir zaman üretimci ya da tüketimci, temizlikçi ya da
pislikçi, bölünmeci ya da birlikçi olmak değildir. Biri olduğunuzda otomatikman onun zıttı da
olursunuz. Sorun neyin üretilip neyin tüketildiğidir; neyin kirletilip neyin temizlendiğidir;
neyle birleşilip neyle bölünüldüğüdür.
“Bütün Sosyalistler Birleşsin”, “bunu istediğimiz için “Birlik Tartışmaları” diyoruz” mu
diyorsunuz? Ama o “Bütün Sosyalistler” içinde “Bütün Sosyalistlerin” birleşmesinin ancak
devrimci bir program bazında olursa doğru olacağını düşünenler de vardır.
Bunlarla bölünmeden “Bütün Sosyalistler Birleşsin” tezinizi savunamazsınız. Demek ki
hedefiniz, o güzel “bütün sosyalisler” değil, örneğin en azından, devrimci bir program
gerekmeden birleşebileceğine inananlardır. O zaman da adınızı, niye daha dürüstçe örneğin
“birleşmenin ancak devrimci bir program temelinde olacağını düşünen sosyalistlerle bölünen
sosyalistler” olarak adlandırmıyorsunuz? Bu daha mı yanlış olurdu? Hayır, aksine gerçekliği
6
daha açık ifade ettiği için bin kat daha doğru olurdu.
Evet artık böyle, provakatif adlandırmalara, insanların ön yargılarına, psikolojilerine değil,
zekalarına, düşüncelerine hitap eden adlandırmalara ve dile ihtiyaç var.
Artık “Elbiselerimi, tabakları yıkıyorum” değil, “Elbiselerim ve tabaklarla suyu kirletiyorum”
demeliyiz. Bu çok daha düşündürücü ve uyarıcı. Artık örneğin “Sosyalist Birlik” değil,
“Sosyalist Bölünme”yi çıkarmak gerekiyor. “Sosyalist Birlik” toplantıları değil “Sosyalist
Bölünme” toplantıları örgütlemek gerekiyor. Bu isimlerin hiç biri daha doğru ya da daha
yanlış değildir ama hiç olmazsa çağın ihtiyaçlarına daha uygun, daha düşündürücüdürler.
“Birlik” sözcüğü neyle birleşilip neyle bölünüldüğünü gizlemeye yarar, ama “Bölünme”
sözcüğü tam da neyle bölünüldüğü dolayısıyla neyle birleşildiği sorusunu kışkırtır. Soru
şudur: neyle birleşiliyor, neyle bölünülüyor; neyle birleşmek, neyle bölünmek gerekir?
“Kuruçeşme”nin Tarihteki Olası Yeri
Artık “Kuruçeşme Süreci” diye adlandırılan “Birlik Tartışmaları” Türkiye Solu’nun kendi
ölçüleri ve tarihi açısından bakıldığında, sadece var oluşuyla bile başlı başına bir başarı
olarak görülebilir. Bu tartışmalar, Türkiye’deki Sosyalist kadroların gerek nitelik, gerekse
nicelikçe en önemli bölümünü kapsamıştır. Türkiye ve Avrupa’da tartışmalara katılan,
bildiriler sunan isimlere bakıldığında, 1960’lardan beri mücadele içinde bulunmuş ve hala
politik olarak aktif kadroların hemen hepsinin doğrudan ya da dolaylı olarak tartışmalar içinde
olduğu görülür. 1960’larda TİP saflarında mücadeleye başlamış; FKF ve DEV - GENÇ
deneylerini yaşamış; 12 Mart’ı hapiste ya da gizlilikte geçirmiş; 1974 sonrasının muazzam
kitleselleşme dalgasında genellikle bir örgütün yönetiminde bulunmuş; 12 Eylül dönemini
yine hapis, sürgün veya illegalite koşullarında geçirmiş kadroların, yani sol hareketin son 20 -
30 yıllık birikiminin büyük bölümü bu tartışmalarda doğrudan veya dolaylı yer aldı. 1960’lar
bir yana bırakılırsa son yirmi yılda ilk kez böylesine geniş ve değişik çevreleri içine çekebilen
bir tartışma yaşandı.
Teorik bakımdan da durum pek farklı değildir. Özellikle “Devrimci Blok”un metinlerine
bakıldığında, savunulan teorik tezlerin genel ortalamalarıyla Türkiye sol hareketinin son 30
yıllık tarihinde ulaşılan en ileri noktayı temsil ettikleri kolaylıkla görülebilir.
Bu isimler, ortaya çıkan metinler düşünülünce sadece bu tartışmaların bile sosyalist harekete
muazzam bir itilim, bir dinamik kazandırması umulurdu. Ama bütün bu beklentiler
gerçekleşmemiştir; umuttan ziyade bir bezginlik egemendir; kimse sonuçtan memnun
değildir.
Aslında Kuruçeşme’nin kahramanca diye nitelenebilecek bir yanı da vardır. Türkiye ve
Dünyada Marksizmin diskredite olduğu bir dönemde, en azından “Devrimci Kanat”ın
metinleri bakımından, devrimci sosyalizme doğru, Marksizme doğru, akıntıya karşı bir
7
çabadır da.
Fakat bütün bu kahramanca yanına rağmen, onun garip, ifadesi güç, traji komik denebilecek
bir yanı da vardır. Sanki bütün o tartışmalar bu dünyanın dışında yapılıyor gibidir.
Onun bu yanı denebilir ki, sosyalizmin, Marksizmin trajedisinden, bu trajedinin sonuçlarını
yaşamasından kaynaklanıyor. Bir an için, dünya tarihsel açıdan baktığımızda, onun
gerçekten çok geç kalmış bir çaba olduğu görülüyor. Hayat Türkiye Sosyalistlerinin teorik
evriminden çok daha hızlı evrilmiştir.
Modern fizik evrenin oluşumunun ilk dönemlerini anlayabilmek için teleskoplarla daha
uzağa, labaratuarlarda daha sıcağa ulaşmaya çalışıyor. Teleskoplar ne kadar ileriye bakarsa
zaman içinde o kadar geriyi görüyor. Labaratuarlarda ne kadar yeni sıcaklıklara ulaşılırsa o
kadar eski sıcaklıklara ulaşılmış oluyor.
Stalinizm denen o korkunç, ve çok kullanıldığı için artık korkunçluğunun çapı kavranılmaz
olan yozlaşma sonucunda dünyaya gözlerini stalinist teoriyle açmış ve onu marksizm sanan
marksistler ne kadar ilerlerlerse o kadar geriye varıyorlar ya da tersinden ifade edersek,
marksizmin tarihinde ne kadar geriye giderlerse o kadar ileriye ulaşmış oluyorlar.
68 kuşağının teorik serüveni bir bakıma zaman içinde geriye doğru bir yolculuktur, ama bu
geriye doğru yolculuk aslında onun kendi hareket noktasına göre ileriye doğru bir gidiş
anlamına gelmektedir.
Bizler önce metafizik burjuva sosyolojilerini marksizm sanarak işe başladık; sonra Mao,
Stalin, Politzer’leri keşfettik; onlardan öğrendiklerimizi marksizm sandık. Birkaç on yılımızı
da onların marksizminin marksizm olmadığını anlamakla kaybettik. Marx, Engels, Lenin,
Troçki, Lüxemburg’ların marksizmine, yani suyun kaynağına ulaşmamız; zaman içinde daha
geriye gidişimiz; daima daha eski teorisyenleri buluşumuz bizim kandi hareket noktamız
açısından hep bir ilerlemenin ifadesi oldu.
Bütün bu teorik çabanın elbette bir tek hedefi vardı, yaşadığımız çağın sorunlarını anlayıp
çözebilmek için daha sağlam ve gelişkin bir teoriyle donanmak. İşte 68 kuşağının trajedisi bu
noktada başlıyor. Tarih bizi beklemiyordu, o kendi yolundan muazzam bir hızla gidiyordu.
Bizlerin aşağı yukarı 30 yıllık bir çabamıza malolan, yaşadığımız dünyayı açıklayabilmek için
otantik ve devrimci marksizmi yeniden keşfedişimiz süresinde, yaşadığımız dünya öylesine
değişmişti ki, biz onları keşfettiğimiz sıra, artık o araçlar yaşadığımız dünyanın sorularına
cevap verme yeteneğini yitirmişti. Bütün hayatımızı verdiğimiz çaba sonunda ulaştığımızın
birdenbire artık pek az işe yararlığını görmek; bunu kabullenmek gerçekten kolay değil.
Çoğumuz bu gerçeği görmek istemiyoruz. Kolay değil, bir kuşağın en verimli çağlarına mal
olmuş bir çabanın birden bire pek az işe yaradığını görmek ve bunu kabullenip her şeye
yeniden başlayabilmek. Gerçek durumu kavrama cesaretini gösteremeyince, gerçekleri
bizlerin çabasını anlamlı kılacak biçimde görmeye çalışıyoruz ve giderek bir hayal aleminde
yaşamaya başlıyoruz. Bu ise 68 kuşağının gelecek yükselişlere bir soluk verebilmesi, onların
ufkunu açabilmesi olanağını yok ediyor.
8
Olan bir bakıma, bilgisayar alanında son yıllarda çok sık raslandığı gibi, kimi keşiflerin daha
piyasaya çıkmadan moral yıpranmaya uğrayıp değersizleşmelerine benziyor. Uzun çabalar
sonucu, stalinist dejenerasyondan azade marksizmi keşfeder gibi oluyoruz, ama bu arada
toplum öyle değişmiş ki, bu keşfettiğimiz biçimi ve problematikleriyle marksizm artık o
toplumun sorunlarına pek az cevap veriyor. O sorunları kavrayabilmek ve onlara cevap
verebilecek bir ilerlemeyi marksist teoride başarabilmek için ne zamanımız ne de
birikimimiz var. Böylece dünyaya gözlerini o toplumun sorunlarıyla açmış yeni kuşaklarla
ortak sorunları tartışma, bir bağ kurma olanağını yitiriyoruz. İşin ilginci, bizler için muazzam
çabalara mal olmuş sonuçlar, yeni kuşaklar için kendiliğinden öyle. Örnek mi? Öu sosyalist
demokrasi konusu. Bizlerin muazzam teorik ve pratik çabalarla ulaştığımız sonuçlar, yeni ve
hatta yenilerin apolitik kuşakları için zaten kendiliğinden öyledir. Bunu birkaç yıl önce
Fransa’da gerçekleşen öğrenci hareketi kanıtladı. Kapitalizm küçük burjuva hayalleri
devrimci örgütlerin çabasından çok daha hızla ve büyük ölçülerde yok ediyor.
İşte artık “Kuruçeşme” diye bilinen “Birlik Tartışmaları” girişiminin trajedisi tam da
buradadır. Türkiye solunun ölçülerine ve hareket noktalarına göre, özellikle “Devrimci
Kanat”ın çıkardığı ürünler bakımından gerçekten muazzam bir ilerlemedir. Ama bu
muazzam ilerleme, dünya tarihi bakımından 1920’lerin otantik marksizminin ulaştığı
sonuçlara ulaşmaktan başka bir şey de değildir. Ama bu arada 70 yıl geçmiştir ve bu 70 yıl
boyunca dünya öyle değişmiştir ki, o sonuçlar bu günün dünyasının sorunlarına cevap
veremez olmuşlardır; moral yıpranmaya uğramışlardır.
Tarih marksistlerden yeni sorular sormayı bekliyor. Kuruçeşme ise, eski sorulara yeni ve
belki de en ileri cevapları verebilmiştir ama yeni soru soramamıştır.
Kuruçeşme’nin bütün zaafları onun bu niteliğinden kaynaklanmaktadır. Ne var ki, katılanlar,
onu Türkiye sosyalist hareketinin kendi hareket noktaları ve sorunları açısından
değerlendirdikleri için bu niteliğini görmemekte, zaaf ve başarılarını başka yerlerde
aramaktadırlar.
Onun temel zaafı 1920’lerin devrimci marksist pozisyonlarıyla günümüz dünyasının ve
Türkiye’sinin sorunlarına cevap bulunabileceğini düşünmesindedir. Bu nedenledir ki teorik
tartışmalara yeni bir soluk, toplumun entellektüel hayatına yeni bir canlanma getirebilmekten
uzak kalmıştır.
Tarih herhalde Kuruçeşme’yi verdiği cevaplardan dolayı değil, sormadığı sorulardan dolayı
bir yerlere koyacaktır.
“Kuruçeşme”nin Hayalleri
“Kuruçeşme” herhangi bir grubun doğrusal büyüme hayaline son vererek yola çıkmıştı, fakat
zaten önceden pratik tarafından son verilmiş bu hayalin yerine yeni hayaller geçirmekten
başka bir şey yapmadı. Nedir bu yeni hayaller? Bir kaçı şöyle sıralanabilir: Eski
9
paradigmalara bölünmüş olanların birleşebileceği hayali; örgütlerin bir birleşmeye
çekilebileceği ve örgütlerden ayrılanlarla birleşebileceği hayali; birleşilse bunun mücadeleyi
geliştireceği hayali. Aslında bu üç hayal birbirine sıkıca bağlıdır ve sürekli olarak birbirini
doğurur. Herhangi birinden hareketle diğerleri üretilebilir.
Örgütler’den başlayalım. Aslında “Kuruçeşme” yi başlatan çağrı ve bu süreç, sosyalistler
arasında var olan, temeli olan bir sürecin üst yapısı gibidir. Sosyalistlerin büyük bir bölümü
için örgütsel yapılarla kopuşma ve stalinizmle hesaplaşma birlikte gelişiyordu. İşter istemez
her örgüt içinde, örgütsel yapıları sorgulayanlarla eski biçimleri ve teorik temelleri savunanlar
şeklinde yatay bir bölünme dalgası yaşanıyordu. Elbet bu bölünmede, sorgulama ve örgütlerin
dışına kayış, tıpkı narodniklerle marksistlerin bölünmesinde narodnizmden kopmanın bir
kısım marksistler için burjuva reformizmine kayış anlamına gelmesi gibi, kimileri için
devrimci ve radikal pozisyonların terki anlamına da geliyordu.
Ancak, toplumsal ölçülere göre bu sağa kayış, pekala hareketin kendi evrimi bakımından
devrimci biçimler içinde olabilir ve içinde bulunulan momentte önemli olan bu yanıdır.
Örneğin örgütlerde genellikle daha inançlı ve militan tiplerin kalması, politik olarak daha
radikal olmaları onların hareketin gelişiminin önünde bir engel olmaları gerçeğini
değiştirmez. Bugün için önemli olan, hareketin kendi gelişimi açısından tutucu olanın
yenilgiye uğratılmasıdır.
Örgütlerden kopuş ve eleştiri öylesine yaygınlaşmış ve büyük bir kitleyi kaplamıştı ki,
örgütlerin dışındaki eleştirel kadrolar, örgütlerdeki kadrolardan daha büyük bir nicelik ve
niteliğe ulaşmışlardı.
İşte bu nesnel gelişimdir ki, her biri bu kategoriye uyan üç kişinin çağrısının hemen hemen
bütün solu içine alacak bir tartışma platformu yaratması sonucunu vermiştir. Eğer örgütler
hala eski güclerini koruyor ve gelişme potansiyeli gösteriyor olsalardı; eğer örgütlerin
dışındaki eleştirel sosyalist kadrolar, örgütlerin topundan dana büyük bir nitelik ve niceliğe
ulaşmamış olsalardı bu çağrı alayla karşılanıp, uzayın sağır boşluklarında kaybolur giderdi.
Kuruçeşme süreci bir bakıma bu nesnel eğilimin gelişmesine hizmet eden bir biçim, bir “üst
yapı” olmalıydı. Ama o bu niteliğini doğru değerlendirmedi ve hayallerinin kurbanı oldu.
Örgütlerle örgüt dışı kadrolar arasında var olan çatışmayı örtmeye, görmezden gelmeye çalıştı
ve kendi dayandığı temeli erezyona uğrattı.
Kuruçeşme eski örgütsel yapıların hepsine karşı açıktan bir tavır almalı, onları kendilerini
dağıtmaya çağırmalıydı. Elbette hiç bir örgüt kendini dağıtmayacaktı, ama böylece tüm o eski
örgüt ve yapılarla bölünebilen; hepsinden daha büyük bir nicelik ve nitelikteki kadroları
kapsayan değişik bir ayrım çizgisi ortaya çıkarılmış olacak, böylece en ileri, geleceğe yönelik
unsurların mayalanabilmesi için bir ortam sağlanmış olacaktı. Kuruçeşme bu cesareti
gösteremedi.
Kuruçeşme hem örgütleri hem de örgütsüzleri birleştirmeye kalktı. Örgütlerin, örgütsüzlerin
bu girişiminde kendilerine yönelik bir tehlike gördüklerini ama güçsüz oldukları için dişlerini
henüz gösteremediklerini anlamazlıktan geldi. Örgütler kaybedilmeden ve karşıya alınmadan
10
örgüt dışı olanların kazanılması mümkün olamazdı. Örgütleri kazanmak isteyen de,
örgütsüzleri kaybederdi. Kuruçeşme’nin başına gelen tam da bu oldu.
Bu tıpkı mücadelede hem liberal burjuvaziyi hem de örneğin ulusal kurtuluş hareketini aynı
bayrak altında toplama çabasına benzer. Dimitrov’un faşizme karşı halk cephesi anlayışının
dayandığı bu mantık, kaba arimetikten öteye geçmez; liberal burjuvazinin önündeki eksi
işaretini görmez. Onu kazanma çabasının devrimci köylülüğü yitirme sonucu vereceğini
görmezden gelir. Kuruçeşme de “tutucu” ve “reformist” örgütlerle, “devrimci, radikal” örgüt
dışı unsurlerı bir araya getirmeye çalıştı. Sonuçta yitirdiği ve demoralize ettiği redikal örgüt
dışı unsurlar oldu; güçlendirdiği ise örgütler. Elbet burada tutuculuk, reformistlik ve radikallik
hareketin kendi gelişimi açısından söz konusudur, genel sınıfsal ve politik konum açısından
değil.
Kuruçeşme bölünmeyi devrimci reformcu temelinde yapmaya kalkarak hiç de devrimci gibi
davranmamıştır. Bugün, sosyalist hareketin rekompozisyon döneminde önemli olan
programatik olarak devrimci ya da reformist olmak değildir; eski sorulara devrimci ya da
reformist cevaplar vermek değildir; eski sorular, yapılar karşısında devrimci olmaktır. Bu
devrimci oluş otomatik olarak politik devrimci konmlarla çakışmaz, hatta çok daha sağ
sonuçlar taşıyabilir. Ama bir rekompozisyon döneminde önemli olan politik reformizm
değildir. İşte Kuruçeşme, politik olarak bir reformizm devrimcilik ayrım çizgisi çekmeye
kalkarak, hareketin gelişimi karşısında engel olanlarla uzlaşmasını, devrimci olmayan
korkak davranışını gizlemeye çalışmıştır. Böyle yaparak da eski yapılara karşı devrimci
tavırda olanları kaybetmiş ve işin kötüsü onları TKP gibi reformistlerin demagojisine teslim
etmiştir.
Bir benzetmeyle bu tutuculuğu açıklamak denenebilir. Bir Kafka politik olarak hiç de hiç de
devrimci değildi, ama roman tekniği bakımından, modern dünyadaki yabancılaşma
gerçekliğinin özünü imgelerle verebilmek bakımından gerçekten büyük bir devrimciydi.
Buna karşılık, Kafka’nın çağdaşı yüzlerce solcu romancı vardı, ama bunların hiç biri değişik
problemlerin özünü vermek gibi bir soruna sahip değillerdi ve romanın kendi gelişimi
bakımından aslında korkunç tutucuydular. Romanın gelişimi, eski bukağılarından kurtulması
için burada doğru tavır, eski soru ve biçimlerin çerçevesini aşamayan solcu ve radikallere
karşı, eski soru ve biçimlerin kabuğunu parçalayan ama politik olarak hiç de devrimci
olmayanlarla saf tutmaktan geçerdi.
Benzer durum sol hareketin gelişimi için de geçerlidir. Kuruçeşme Kafka gibi hiç de
“devrimci” olmayanlarla devrimcilere karşı açıktan cepha alabilecek devrimci cesareti
gösterebilmeliydi. Bunu yapamadı. Sol hareketin kendi gelişimi açısından tutucularla, yani
örgütlerle uzlaşmasını gizlemek için politik olarak reformistlerde sahte bir düşman yarattı ve
kendine sahte bir zafer bahşetti. Sol hareketin gelişiminin önündeki gerçek engellerle,
tutucularla bölünme cesaretini gösteremediği için reformistlerle bölündü. Bölünme çizgisini
zor olandan değil kolay olandan çekmeye kalktı.
Aslında bunu bilinçli yaptığı da söylenemez, bunun ardında o çocuksu birlik hayali yatar. Bu
11
solun birleşebileceği hayali, en azından radikal solun, örgütleriyle, kişileriyle birleşebileceği
hayali hiç de bir örgütün büyüyüp diger örgütleri özümleyerek gelişeceği hayalinden daha
çocuksu değildir. Bu hayalin çocuksuluğunu da yine bir benzetmeyle anlatmaya çalışalım.
Bilinir, Muhammet öncesi dönemde, “cahiliye devri”nde, arap aşiretleri arasında sürekli
kavgalar olur, birlik teşebbüsleri de bunun yanı sıra hiç bitmezdi. Hatta kimi konjonktürlerde
büyük bir bölümü kapsayan birlikler de kurulabilirdi. Am bütün bunların hiç birisi, kan
kardeşliği temeline göre bölünmüş aşiretleri bir araya getirememişti, getirseydi bile, tarihe
muazzam bir atılım veren bir hareket yaratamazdı.
Bunu Muhammet başarabildi, ama nasıl? Hiç de aşiretleri birleştirmeye çalışarak değil, aksine
onları var eden paradigmayı, kan ve soy kardeşliğini anlamsızlaştırarak, karşıya alarak.
Bütün o aşiretleri bölen bölünmeyle bölünerek, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini
geçirerek. Din kardeşliği bayrağı altında, kan kardeşlerini kan kardeşlerine karşı, oğulları
babalara karşı savaşa sürebildi. İnsanlar, din kardeşliği, kafir/müslüman ayrımı temelinde, kan
kardeşliği paradigması temelinde hiç bir zaman birleşemeyecek unsurlar bir araya
getirilebildiler. Sadece bir araya gelmekle kalmadılar tarihi bir hareket yarattılar.
Türkiye’nin sosyalist örgütleri, Muhammet öncesi aşiretlere benzetilebilir. Tıpkı Arabistan’ın
aşiret düzeninin sallanmaya başlaması ve birçok peygamber habercilerinin orada burada boy
göstermesi gibi, örgütlerin düzeni sallanıyor ve insanlar örgütlerini terk ediyorlar. Böyle bir
durumda hala o aşiretlerin birleşmesi hem da aşiret dışına kayanlarla birleşmesi için çalışmak:
hem bir hayalin peşinde koşmak, hem de gerçek devrimcilikten Muhammet kadar olsun
nesibini alamamış olmak demektir. O örgütler birleşemezler ve birleşseler bile sosyalizm
uğruna mücadeleye yeni bir soluk vermekten ziyade daha büyük bir engel oluştururlar.
Kuruçeşme’nin yapması gereken Muhammedin yaptığını yapmaktı: örgütleri bölen
bölünmelerle bölünmek; yani reformizm devrimcilik tarzında değil, örneğin, eski
paradigmalara göre oluşmuş reformizm devrimcilik bölünmesiyle bölünmekti. Kuruçeşme
bunu yapamadı ve sahte bir peygamber olmaktan öteye gidemedi.
Aşiretlerin birleşebileceği hayali; birleştikleri takdirde mücadeleye yeni bir atılım ve soluk
verebilecekleri; çağın sorularına cevaplar getirebilecekleri hayali ve kan kardeşliğini kabul
edenlerle artık eski kan kardeşleriyle pek bir kardeşlik duygusu kalmamışların
birleşebilecekleri hayali: Kuruçeşme bu hayalleri gerçekleştirmek için yaptıklarından
dolayı değil; bu hayalleri yıkmak için yapmadıklarından dolayı değerlendirilmelidir.
Tarih “Kuruçeşme”yi reformcu platformlara karşı gerçekten radikal ve devrimci platformlar
çıkarabildiği için değil; eski sorunlar ve yapılar karşısında devrimci ve cesur
davranmadığı için bir yerlere koyacaktır.
Parti Konusunda Üzerinde Düşünülmesi Gereken Bazı Sorular
Devrimci Marksist gelenek içinde devrimci bir işçi partisinin ne zaman nasıl kurulması
12
gerektiği konusunda pek dikkati çekmemiş iki değişik gelenek vardır aslında. Bu
geleneklerden birincisi esas ifadesini Marx ve Rosa Luxemburg’da bulur. Buna göre,
devrimci bir işçi partisi mücadelenin yükselişine dayanmalı; yükselen bir hareketin ifadesi
olmalıdır. Bir yükselişin olmadığı bir dönemde bu tür örgütleri kurmaya ya da yaşatmaya
çalışmak sonuçta gelecek yükselişin sorunlarını kavramaktan uzak küçük sektler üretmeye
yarar.
Marx’ın pratik tavrı da hep bu yönde olmuştur. 1848 devrimi öncesinde ve yükselişi sırasında
Komünistler Birliği’ni kurmuşlar, mücadele etmişlerdir. Ancak devrimin yenilgisinden sonra,
kısa bir süre toparlanma denemelerinde bulunmuşlarsa da, bir süre sonra kendilerine harhangi
bir dernekte bile çalışmayı yasaklamışlar; faaliyetlerine son vermişlerdir. Yıllarca enerjilerini
küçük bir sektin problemlerine harcamaktansa, gelecek bir yükseliş için teorik hazırlığa
ayırmışlardır. Ne zaman ki işçi hareketi yeniden yükseliş belirtileri göstermeye başlamış, bu
yükselişle birlikte Birinci Enternasyonal’in kuruluşuna girişmişlerdir. Bu örgüt yükselen bir
işçi hareketine dayanmış ve onun ifadesi olmuştur. Ancak 1871 Paris Komünü yenilgisinden
sonra, hareketin tekrar gerilemesi ve Enternasyonal’in de ister istemez tekrar sektlerin
mücadele alanı olması eğiliminin belirmesiyle birlikte bu örgütü kapatmakta hiç de tereddüt
etmemişlerdir. Marx ve Engels için örgüt kutsal, dokunulmaz bir tabu değil, bir araçtır.
Diğer gelenek en önde gelen savunucu ve uygulayıcılarını Lenin ve Troçki’de (özellikle
1920’lerden sonraki Troçki’de) bulur. Bu anlayışa göre, bir gerileme dönemi dahi olsa, küçük
bir çekirdeği; bir organizmayı yaşatmak; gelecek yükselişi hazırlıklı karşılayabilmek için
zorunludur. Özellikle Troçki, Ekim Devrimi’nin başarısı ve Rosa’ların başarısızlığını böyle
açıklar. Kendisi de daha sonra Dördüncü Enternayonal’i, Lenin’den edindiği bu derse göre,
hiç bir devrimci kitle hareketi yükselişinin olmadığı koşullarda; “çağın gece yarısı”nda aynı
nedenle örgütlemiş ve onun bu çabası karşısında, örneğin İsaac Deutscher Marx’ın
pozisyonuna benzer bir tavrı savunarak bu örgütün kurulmasına karşı çıkmıştır.
Tarih hangi tavrın daha doğru olduğuna henüz bir cevap vermiş değildir. Elbet her iki tavrın
da kendine göre avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Aslında Lenin’in örgüt anlayışının
yanlış yorumlarla tabulaştırılması bu alanda yapılabilecek çok verimli araştırmaların yolunu
tıkamış, tartışmaları engellemiştir de. Örneğin Lenin’in partisinin başarısı ne ölçüde, önceden,
ne pahasına olursa olsun bir çekirdek olmasıyla açıklanabilir? Bu konuda Troçki’nin yorumu
ne ölçüde doğrudur? Aslında 1907’den sonraki yıllarda fiilen örgüt yoktur da; örgütün
canlanışı işçi hareketinin yükselişine rastlar. Bu işin bir yanı. Bir de bu güne kadar gözlerden
kaçan diğer yanı var: aslında RSDİP’nin gerçek yaşamı ve başarısı Marx’ın tavrını doğrular
niteliktedir. Ondokuzuncu Yüzyıl’ın sonlarından itibaren, dalga dalga yükselen, zaman zaman
yenilgilerle kısa süreli gerilemelere uğrasa da sürekli bir yükseliş eğilimi gösteren bir işçi
hareketi vardır Rusya’da. RSDİP de bu yükselişin ifadesidir. Yükselen bu işçi hareketi
olmasaydı, Lenin’in en yaratıcı teori ve taktikleri, tıpkı 1907-12 arasında olduğu gibi küçük
grupların çatışmaları içinde yiter gider, hiç de devrime falan yol açmazdı. Keza, 1917 yılında,
uzun hazırlık döneminde yetiştirilmiş elemanların, yükselişe en az ayak uydurabilenler
olmaları gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır.
13
Yükselen bir yığın ve işçi hareketine dayanmadan, sırf devrimci teorik pozisyonlarla uzun
gerileme dönemlerinde bir örgütü ilerideki bir kabarış için hazır tutmaya çalışmanın nasıl
tüketici bir iş olduğunu; ve ne ölçüde yığınların mücadelesini yükselttiğini ya da
yükseltmediğini en iyi Dördüncü Enternasyonal’in tarihinde görmek mümkündür. Sonuç hiç
de parlak değildir. Acaba bir örgüt olmasaydı, sonuç bugün daha mı kötü olurdu? Buna
hemen bir cevap vermek kolay değildir.
Kaldı ki, Dördüncü Enternasyonal’in dayandığı Bolşevik gelenek hala 1968’lerin dünyasının
sorunlarına bile bir program sunabilen bir düzeye sahipti; henüz olaylarca aşılmamıştı. Bu
nedenle de 1968’lerin dünyasının devrimci kabarışından etkilenebilmiş ve bu kabarışı
etkileyebilmişti.
Türkiye ve Avrupa’da Birlik Tartışmaları’nın yürütülmesi sırasında hemen herkes
Lenin/Troçki yaklaşımıyla Birlik ve Parti sorununa yaklaşmış, kimse bu yaklaşımı
sorgulamayı aklından bile geçirmemiştir.
Örneğin hiç kimse yükselen bir işçi ve kitle hareketinin olup olmadığı; varsa, bunun ne türde
örgütsel ve politik ihtiyaçları olduğu gibi bir analizden yola çıkarak bir parti gerekip
gerekmediği sorununu tartışmamıştır. Herkes için bir aksiyom durumundadır yükselme olsa
da olmasa da bir partiyi el altında bulundurmak. Bu varsayımı da tartışmak gerekiyor; hem de
bu günün dünyasına 1968’lerde Troçkist geleneğin sunduğu kadar olsun bir program ve
sistemli teori sunamadığımız gerçeğiyle birlikte.
“Sosyalistlerin Birliği” Kimin İçin Gerekli?
Nesnel bir hareketin incelenmesiyle ne tür bir örgütlenmeye ihtiyaç olabileceği türünden bir
problemin olmaması sadece “örgüt her koşulda olmalıdır” anlayışıyla da açıklanamaz, çünkü
çok önemli bir bölüm örgütlerin dışındadır da. Burada sorunun insani ve psikolojik bir
boyutu da vardır.
Aslında binlerce sosyalistin, devrimin ya da kitlelerin ihtiyaçları açısından değil, sadece
kendi açılarından bir örgüte ihtiyaçları vardır. Bir mücadeleye verilmiş yıllar; yapacak başka
bir şeyi olmama; siyaset dışında başka bir şeyden anlamama; hayata anlam verecek bir çabaya
duyulan ihtiyaç vs.. Bütün bu nedenlerle herkesin bir örgütlenmeye ihtiyacı var. Hatta
yüzlerce militan bir örgüt aparatı olmadığı takdirde şu dünyada yaşama şansı bile olmayan bir
insan durumundadır. Bu insanlar elbette yaşamlarının kaynağı olan bu yapıları ve anlayışları
dişleriyle, tırnaklarıyla savunacaklardır. Bütün bunlar insanca ve anlaşılabilir ihtiyaçlardır.
Ama bizler sosyalist isek ne kendimizi ne de yığınları kandırmamamız gerekir. Aslında
yığınların, yükselen bir hareketin veya devrimin ihtiyacı olup olmadığı için değil, -çünkü bu
konuyu bilimsel bir şüpheyle tartışmış değiliz-, kendi ihtiyacımız için bir örgüt, birlik veya
parti kurmak istediğimizin bilincinde olmalıyız. Bu aşırı bir yargı gibi görülebilir, ancak
birlik istemlerinin gerekçeleri dikkatlice okunursa, şecaat arzeden merdi kıpti gibi, birliğin
14
tam bu nedenle istendiği görülebilir.Bu durumun kavranamamış olması “Birlik
Tartışmaları”nda garip sonuçlar yaratmış durumda.
Bir parti yükselen bir hareketin ifadesi olabilir. O takdirde programatik saflıktan ziyade,
hareketin canlılığı ve dinamizmine bakılır; onun içinde saf tutulur. 1960’ların TİP’i böyleydi
ve örneğin Dr. H.Kıvılcımlı ona karşı böyle bir tavır içindeydi.
Ya da bir parti. bir program temelinde kurulabılır. Bu takdirde de inançlar ya da ideolojiler
değil, somut hedefler ve talepler birleştirici unsur oluştururlar. Bunun dışında modern
toplumda toplumu değiştirecek bir güç oluşturmanın yolu yoktur.
Halbuki birlik ya da legal parti tartışmalarında ne kitle hareketinden söz eden var ne de somut
hedefler ve programdan. Hatta legal partiyi savununlar, program olmasa bile olabileceğini
söylüyorlar. Peki bu partinin ya da birliklerin ayırıcı kriteri ne olacaktır? “Sosyalist olmak”,
“kendine sosyalist demek”. Bunlar ise inanca, ideolojiye dayanan tanımlamalardır. İnsanları
ideoloji ya da inançlarına göre birleştirmenin gereksiz ve olanaksız olduğu hala anlaşılmış
değil demek.
Sorunun böyle konulmuş olması, birliğin sosyalistlerin bir ihtiyacına vevap verdiğini gösterir;
insanca bir ihtiyaca. Ama bunun için parti kurmaya kendini ve başkalarını aldatmaya ne gerek
var. Sosyalistler derneği gibi bir şey de kurulabilir; parti namıyla yapılabilecek her şeyi
yapabilir ve belki kamu oyunda sözünün ağırlığı olan bir birlik olabilir.
Avrupa’daki “Birlik Tartışmaları”nın Gayrı Resmi ve Öznel Bir Tarihi
Sunuş
Türkiye’de “Kuruçeşme Süreci” ya da “Birlik Tartışmaları” denen girişimin bir benzeri ya da
paraleli Avrupa’da da yaşandı. Türkiye’de bu süreç içinde yaşananlar iyi kötü belgelenmiş ve
kayda geçmiş durumda: dergi ve gazetelerde çıkan yazılar; “Birlik Tartışmaları” serisi
biçiminde yayınlanan tebliğler; toplantıların video kayıtları, ilgi duyan herkesin kolaylıkla
ulaşabileceği kaynaklar.
Avrupa’daki toplantılar sözkonusu olunca durum tamamen başka. Toplantıların başında
sunulan tebliğlerin ve toplantı zabıtlarının yayınlanması yönünde karar alınmasına rağmen bu
iş yapılmadı ve yapılması için de kimse üzerine düşmedi. Bunun nedeni ne toplantıların
sonuçlarının, etkisinin ne de bildirilerin içeriğinin başlangıçta umulan düzeyi tutturamaması,
bildiri sahiplerinin bile kendi yazdıklarından pek memnun olmamalarıydı.
Aslında bildirilerin ve toplantı protokollerinin yayınlanmamış olması bir kayıp sayılmaz.
Yayınlansaydı kimse okumuzdı, kazara bu satırların yazarı gibi enayiler çıkıp ta yüzlerce
sayfa bildiriyi keçiboynuz yer gibi okumak zorunda olanlar çıksaydı “okumasaydım bir şey
kaybetmiş olmazdım” diye düşünürdü. Yazılanların belki ilerde tarihçiler için bir belge değeri
olabilirdi, ama bu tür meraklı arşivci veya araştırmacılar için de, tebliğlerin fotokopileri ve
15
konuşmaların teyp kayıtları biraz kafa yormakla ve birkaç ilişkiyle kolaylıkla elde edilebilir
durumdadır.
Birkaç arkadaş sunduğumuz tebliğleri ve toplantılar süreci içinde veya ona bağlı olarak
yazdığımız yazıları hiç olmazsa bir kitapçık halinde yayınlamaya karar verdiğimizde
kitapçığın sadece tebliğ ve yazıların bir derlemesini değil, Avrupa’daki tartışmaların kısa bir
özetini de içermesinin iyi olacağını düşündük. Başından beri bütün toplantılara katıldığım;
katıldığım bütün toplantıları banta kaydettiğim ve ayrıca Hazırlık Komisyonu’nda yer aldığım
için, iş başa düştü.
Pek az işi bu kadar sıkıcı ve motivasyondan yoksun bir şekilde yapmaya çalıştığımı
hatırlıyorum. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, dünyada gelişen olayları izlemek ve ne
olduğunu kavrayabilmek bile muazzam bir çaba gerektiriyor. Her şey hızla eskiyor. Böyle bir
dönemde, artık katılanlarının bile hatırlamadığı bir toplantılar dizisini anlatmak insana saçma
geliyor. Yazarına bile bir yük gibi gelen iş okuyucuya kimbilir nasıl gelir? Acaba kimse okur
mu? Okusa da anlar mı?
Bu işi hem kendim, hem de belki bir yerlerde hala bulunubilecek okuyucu için daha
çekilebilir, daha canlı kılabilmek için objektif ve resmi bir protokolden ziyade sübjektif ve
gayrı resmi bir denemenin tek çıkış yolu olduğu sonucuna ulaştım. Bilmiyorum ne ölçüde
doğru bir sonuç bu.
Aslında anlatılacak şeyin kendisi ve içeriği değişik bir biçimi zoruyor. Olayın traji komik
boyutu ve yaşanan yabancılaşmanın çapı ister istemez o özü yansıtabilecek değişik bir biçim
ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Bu özelliğini Elif Gönül Tolon iyi tesbit etmiş. Ööyle yazıyor:
“Kuruçeşme bir romana girmeli. Çalışmaları yürütecek kurulun adı bile “tuhaf ve ironik bir
biçimde” Kafka tarafından konmuş gibidir:”...tartışmaları düzenleme kurulu”.
Yahut da Çehov’un olağanüstü keskinlikteki o şahane hikayelerinden biri olabilirdi. İki taraf -
ya da bir çok taraf- tartışır. Ama karşısındaki onu anlamaz. Konuşmasını sürdürür, bu kez
daha az anlaşılır. Bazan bir şeyler iletebilir, gel gör ki o da ters anlaşılmıştır. Taraflar hangi
tarafta iseler, o tarafta durmaya ve konuşmaya devam ederler. Bütün bu dikkate değer
çabalardan yorulurlar. Soğuk ve bürokratik odalarda çok fazla konuşmaktan sıkılırlar. Ciddi
ve özellikle kafaca meşgul bir pozda tavana, duvarlara, birbirlerinin suratına bakarlar. Sonra
oturup yazılar yazarlar. Bunlar daha önce dergilerinde yazdıkları yazıların tıpkısıdır. Ama
özenle yeniden kaleme alınmıştır. Bir cemile olarak birbirlerinin yazılarına imza atarlar.
Taraflar pozisyonlarını bozmamaya devam ederler. Bu sırada içlerinden biri, Vlademir
Petroviç Somov, sandalyesinden kaykılır, saçlarını karıştırır, “iyi gidiyor, iyi gidiyor! diye
mırıldanır.
“Ama istersen şöyle de anlatabilirim; “Sosyalistlere” bildirgesi sosyalistlerin birliğinin ve
buradan, sosyalist hareketle işçi sınıfının birliğinin hayati bir önem taşıdığını tesbit ediyordu.
Bu amaçla yürüteceği faaliyetini sonuç alıncaya kadar sürdüreceğini belirtiyordu. Bu keyifle
yola çıkılınca, neredeyse bu bir yıllık süre içinde, sanki Türkiye yokmuş ve sanki siz
Türkiye’de değilmişsiniz de, çok önemli değişimler içinde bulunan bir dünyadaki Türkiye’de
16
değilmişsiniz de, göğe asılı yalıtık bir platform üzerindeymişsiniz gibi davranabilir misiniz?
Buzlu camdan bir küre içindeymişsiniz gibi, “birliğin tarihsel ve teorik arka planını”
tartışmakla yetinebilir misiniz?...”1
Kişi olarak benzer bir yabancılaşmayı ben de hissettim toplantılar boyunca, artan dozlarda, ve
gözümün önünden bir tablo hiç gitmedi. Bu tabloyu görmedim, bir yerde böyle bir tablo
olduğunu okumuştum. Tablonun adı İkarus’muş. Güneşli bir gök, dağlar, ovalar, çalışan
insanlar vs. bütün tabloyu dolduruyormuş. Tablonun bir yerinde, küçük sinek boku kadar bir
leke varmış. Dikkatlice bakılınca bu leke gibi görülen yerde, İkarus’un balmumundan
kanatları erimiş bir halde düşüşü görülüyormuş. Toplantılarda, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden
gelmiş ve giderek sayısı azalan bizlerin durumunu biraz bu İkarus’a bentettim durdum.
Bilmiyorum gerçek yorum hangisidir, ama böyle bir tablo bana iki türlü yorumlanabilir gibi
geliyor. Birincisi, gerçek büyük atılımlar yapılır ve denenirken kimsenin onların farkında
olmadığı; ikincisi, kimilerinin kendilerini adadıkları işlerin gerçek hayatla ilgisizliği; ya da
gerçek hayat içindeki yerinin bir sinek bokundan fazla olmadığı. Toplantıların başında birinci
yoruma eğlimliydim, sonuna doğru ikinci yorum ağırlık kazandı.
Ancak amacım roman yazmak değil. Avrupa’daki tartışmaların nasıl olduğu hakkında kısaca
bilgi vermek. Bunu kendi öznel yargılarımla yapacağım.
Toplantı’ların Tarih Öncesi
Öu “Birlik Tartışmaları”nın tarihi kadar bir tarih öncesi de vardır aslında. Kökleri Niğde
cezaevinde kurulan “Mahkum Sendikası”na; Bağımsız Sosyalist Adaylar’a, Avrupa’da
Sosyalist Forum çerçevesinde tam da bugünkü konseptle tartışmalar yapma, ortak dergi
çıkarma önerilerine kadar gider.
Kısaca bu tarih öncesin en azından Avrupa bölümünden bahsetmeden Tarihi anlamak biraz
zor olabilir.
1980’li yılların ortasından itibaren Avrupa’daki mülteciler arasında farklı düzeylerde ve eş
zamanlı olmayan Stalinizmle hesaplaşmalar, örgütlerden kopmalar ve bölünmeler yaşanmaya
giderek örgüt dışı ve eleştirel unsurların ağırlığı artmaya başlamıştı. O zamanlar henüz
Türkiye’de Devrimcilerin çoğu cezaevlerindeydi ve pek bir yayın da yoktu.
Kurtuluş’la bölünmeden çıkmış olan Sosyalist İşçi Avrupadaki militanlarının teorik
eğitimleri için belirli konuları olan tartışma toplantıları yapmaya başlamıştı. Alışılmış
geleneğin dışında, stalinist yozlaşma öncesinin devrimci marksizminin demokratik
geleneklerinden de esinlenerek bu toplantılara kendi örgütünden olmayan çevreleri de
çağırıyor ve onların tartışmalara aktif olarak katılmalarını teşvik ediyorlardı. Bu durum artan
oranda tek tek bağımsız unsurların ilgisini çekmeye devam ediyor ve yılda bir keç kez yapılan
1
Elif Gönül Tolon, Kuruçeşme Romana Girmeli "Sosyalist Birlik" Sayı:12, Nisan-Mayıs 1990, s. 54-56.
17
bu toplantılara giderek değişik çevrelerden insanlar katılmaya başlıyorlardı. Bu çevre aynı
zamanda Sosyalist İşçi adlı derginin yanı sıra Sosyalist Tartışma adlı bir teorik dergi de
çıkarıyordu.
Bir diğer çevre, eski Vatan Partisi geleneğinden gelen, bir kısmı Dördüncü Enternasyonal
üyesi, bir kısmı Troçkist olmasa bile en azından onlara olumlu bakan kişilerden oluşan ve
Devrimci Marksist Tartışma Defterleri adlı teorik dergiyi çıkaran, dergi sayfalarında çeşitli
hareketlerden devrimcilerle röportajlar da yayınlayanlardı.
Bunlardan başka bir de Devrimci Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu gibi hareketlerden
kopmuş kişi ve cevrelerin stalinizmle hasaplaşma ve tartışmaların yürütüleceği bir dergi
çıkarma projesi vardı.
Stalinizme karşı eleştirel ve devrimci marksist pozisyonları savunmaya, öğrenmeye ve
tartışmaya eğilimli üç ayrı derginin yayınlanmasındansa bu üç girişimin bir dergi çıkarmaları
ekonomi ve yaygınlık sağlayabilirdi. Böylece bir ortak dergi çıkarma projesi, Sosyalist
Forum’daki tartışmalarla iç içe geçti ve bu çevreler yılda bir kaç kez Sosyalist Forum
çerçevesinde toplantılar yapmaya devam ettiler.
Bu arada Halkın Kurtuluşu’nda yeni bir bölünme olmuş, 1968’den kalan bazı kadroları da
Sosyalist Forum’un sürekli katılanları arasına girmişlerdi. Sosyalist Forum da artık sadece
Sosyalist İşçi’nin bir girişimi olmaktan çıkmış, ortaklaşa tertiplenen bir tartışma forumu
haline gelmişti.
Böylece Sosyalist Forum çevresinde Avrupa’da yaşayan, politik olarak nisbeten aktif,
Stalinizmden kopuşmuş, genellikle troçkist de olmayan çevre ve kişilerin en azından yılda bir
kaç kez buluştukları ve tartıştıkları gruplaşma olmuştu.
Bu gruplaşma elbette daha geniş çevreleri tartışmalara çekebilmek için bir çok girişimler
yaptı. Özellikle Kurtuluş’u da çekebilmek için. Ama Kurtuluş bu çağrılara çevap vermeye
bile gerek görmedi. Bunun bir çok nedeni vardı. Birincisi, Kurtuluş troçkistlerle bir arada
toplantı yapar durumda olmak istemiyordu. Onlar karşısında hiç bir zaman bir Dev-Yol veya
TKP’li karşısındra kurabildiği teorik ve moral üstünlüğü kuramadığı; teorik eklektisizmi daha
bir ortaya çıktığı için. Diğer yandan bu çevrelerin nicel gücü çok değildi, onlarla bir
toplantıya katılmak ve örgütlemek çok daha güçlü ve Kurtuluş’un esas gözünün olduğu çevre
ve örgütlerle ilişkileri daha bozabilir, onlarla diyalog olanaklarını zedeleyebilirdi.
Kurtuluş’un bu gibi reflekslerle hareket edeceği bilindiğinden, sadece bir araya gelip bir
diyalog kurabilmek için, isterse gayri resmi, rahat bir atmosferde oturup sohbet etme
biçiminden, Kurtuluş’un toplantıyı örgütleyip bizleri de davet etmesine kadar bütün olası
biçimler önerilmiş olmasına rağmen bunların hepsi geri çevrildi ya da cevap bile verilmedi.
Kurtuluş’un bile böyle davrandığı çağrılar karşısında diğer örgüt ve çevrelerin nasıl
davranacağı tahmin edilebilir. Çoğu cevap vermedi veya “Troçkistler bizimle bir araya
gelerek meşrulaşmak istiyorlar” türünden gerekçelerle reddetti.
Aynı sıralarda TKP ve TİKP’ye yakın kimi çevrelerde de daha eleştirel tavırlar görülmeye,
18
sesler duyulmaya başlanmıştı. Bu çevreleri de çağırma önerileri ise Sosyalist İşçi’nin
“Stalinist ve reformistlerle tartışacak bir şeyim yok” vetolarıyla geri çevrildi2.
Bu arada ortak dergi projesi de yine Sosyalist İşçi’nin razı gelmemesi yüzünden hiç bir zaman
gündemden inmemesine rağmen kabul edilmedi. Kabul edilmeyiş gerekçesi Kurtuluş’un
birlikte toplantı yapmamasıyla aynıydı aslında. Troçkistlerle bir arada dergi çıkarmak; onlarla
bir arada görünmek istemiyorlardı.3
Dergi projesiyle birlikte Sosyalist Forum toplantılarına artan ilgi, bu projenin geri
çevrildiğinin açığa çıkmasıyla birlikte giderek azaldı ve daha seyrek ve cansız olarak sürmeye
devam etti.
Sosyalist Forum böyle bir iniş gösterirken, bu sefer TKP ve TSİP’te Sovyetler’de olanların
etkisiyle ortaya çıkan değişmeler sonucunda Kurtuluş ve TKEP’in de katılımıyla ortaklaşa
tartışmalar ve açık oturumlar düzenlemeye başlarlar. Neler yaptıkları ve neler planladıkları
yayınlanan bir çağrıda şöyle açıklanıyor:
“13 - 14 Mayıs tarihinde düzenlenen hafta sonu seminerlerinde dile getirilen, sol içinde
böylesi tartışma toplantılarının sürdürülmesi yolundaki ortak eğilim doğrultusunda, ikinci
toplantının 8-9 Temmuz tarihlerinde düzenlenmesi kararlaştırılmıştır. Toplantının
organizasyonu ile ilgili yapılan görüşmede, toplantılarda ele alınacak sorunların,
tartışmaların belli bir konuda yoğunlaşmasına olanak verecek bir biçimde belirlenmesi ve
toplantılara daha geniş çevrelerin katılımının sağlanması yolundaki öneriler dikkate
alınmıştır.
“8 - 9 Temmuz tarihindeki toplantıda “Ülkemizde nasıl bir sosyalizm?” konusunun
tartışılmasına karar verilmiştir. Daha sonraki toplantılarda, “Türkiye ve Türkiye
Kürdistanı’nı günümüzde nasıl değerlendiriyoruz?” ve ardından “Nasıl bir parti anlayışı?”
sorunlarının tartışılması düşünülmektedir.
“Toplantıda değişik sol akımların temsilcilerinin 30 dakikalık tebliğler sonması ve daha
sonra tartışmanın, katılan herkesin katkılarına açık olarak sürdürülmesine karar verilmiştir.
Toplantıya daha geniş bir çevrenin katılımını sağlamak amacıyla girişimler
2
Aynı Sosyalist İşçi bir kaç yıl sonra "Birlik Tartışmaları"nda orada önerilen isimlerle tartışıyordu. Tarihin
garip alayları bunlar. İnsan politikada büyük lokma yemeli büyük laf etmemeli.
3 Bu, bu satırların yazarına bir hazırlık toplantısında açıkça söylendi. Doğan Tarkan'a "Doğan bizleri bir
tür yük olarak görüyorsun" dediğimde "Evet öyle" demişti. Bu tavır, yani "sizlerle bir arada bulunuyorsam
buna minnettar olmalısınız, bunun benim için ne kadar büyük bir fedakarlık olduğunu anlamalısınız" tavrı
ile hala karşılaşıyoruz. Aynı tavrı Kurtuluş adına toplantılarda konuşan Bülent Uluer'in hemen hemen
bütün konuşmalarının mesajıdır adeta. Açıkça söylenmese de hep şu ima yapılmıştır: "Dev yolcular, dev
solcular ve diğerleri bize niye şu troçkistlerle, TKP'lilerle bir aradasınız diyip duruyorlar. Bu fedakarlıklara
katlanıp buraya gelmişiz. Sizleri adam yerine koyup oturmuşuz, buna minnettar olacak yerde hala
problem çıkarıyorsunuz." Kurtuluş ve Sosyalist İşçi düşman kardeşler olmalarına rağmen stillleri,
yaklaşımları öylesine birbirine benziyor ki insan şaşırıp kalıyor.
19
sürdürülecektir.”4
Bu iyi niyetli ve masum bildirinin, yukarıda anlatılan Tarih Öncesi bilinirse pek öyle masum
olmadığı daha iyi görülür. Bildiriye göre bu toplantılara daha “geniş çevrelerin katılımı”
arzulanıyor ve bu yönde “girişimler” yapıldığı belirtiliyor. Ne yazık ki bu doğru değildir.
TKP ve TSİP’i bir yana bırakabiliriz. Onlar ayrı bir dünya ve çevreden geliyorlar, gerçekten
dedikleri gibi Avrupa’da belli çevrelerin yıllardır “Sosyalist Forum” diye tartışma toplantıları
yapıtıklarını ve hatta benzer konuları tartıştıklarını bilmeyebilirler. Ancak Kurtuluş bunun
varlığını biliyordu, çeşitli defalar bu toplantılara devat edilmişler, beraber toplantı örgütleme
önerileri yapılmıştı. Ayrıca birçok Kurtuluşçunun Sosyalist Forum’a katılan ve
tertipleyenlerle kişisel arkadaşlık ilişkileri vardı. Pekala bu iki çevrenin birlikte tartışmalar
örgütlemesini düşünebilirlerdi. Hadi diyelim bunu istemediler, ama en azından bu tartışmalara
dinleyici olarak davet edebilirlerdi. Ama “daha geniş çevreleri katma” girişimlerinin sürdüğü
iddialarına ragmen, Sosyalist Forum içinde yer alanlar toplantılara devat edilmemişlerdir.
Anlaşılan “geniş çevre” ile anlatılmak istenen troçkizm zehirine bulaşmamış çevreler. Ama
bütün bunlar o bildiride gerçeğin ifade edilmediğini, şu Sosyalist Forum çevrelerinin ya da
“troçkistler”in bu tartışmalardan olabildiğince uzak kalmasının en azından tercih edildiğini
gösterir, dolayısıyla bildirideki ifadelerin doğru olmayan manüplasyoncu niteliğini.
İşte bu tavır, yani şu Sosyalist Forum etrafında toplanmış, içlerinde troçkistler de olan ama
haksız olarak adları troçkiste çıkmış çevreleri tartışmaların ve girişimlerin dışında ve
uzağında bırakma tavrı Avrupa’daki tartışmaların doğuştan günahını oluşturacak, hatta daha
başında tartışmaları tehlikeye sokacaktır.
Frankfurt Toplantısı
Yukarıda aktarılan bildiride üçüncü toplantının Frankfurt’ta “Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı
günümüzde nasıl değerlendiriyoruz?” başlığı altında yapılacağı belirtiliyordu. Toplantının
tarihi 30 Eylül 1 Ekim olarak tesbit edilmiştir. Daha önceki toplantılarda bir türlü nedense
ulaşılamamış “çevreler”e sihirli bir el değmişçesine hemen ulaşılmaya başlanmış ve herkes bu
tartışma toplantılarına davet edilmiştir. Ancak davet edilen hiç kimseye, bu toplantıda
Türkiye’de başlayan birlik tartışmaları konusunun da gündeme alınacağı gibi bir şey
söylenmemiştir. Herkes olağan bir “hafta sonu semineri”ne davet edilmektedir.
Bu arada Nisan ayında Türkiye’de Birlik Tartışmaları başlamıştır. Avrupa’daki sürgünler de
bu tartışmaları merak ve heyecanla izlemekte, benzer bir girişimin Avrupa’da da
yapılabileceği; en azından onu desteklemek yolunda bir şeyler yapmak gerektiği düşüncesi
herkesin kafasından geçmektedir. İnsanlar biraz da bu toplantının bir buluşma vesilesi olarak
değerlendirilebileceği ve Türkiye’deki girişime benzer ya da yardımcı olmak için neler
4
10.06.89 tarihli ve "Sayın ..." başlıklı davetiye. İmzalar: Bülent Uluer, Hasan Çebi, İlkay Demir, Engin
Erkiner, Erdal Talu.
20
yapılabileceği üzerine yoklamalar ve danışmalarda bulunabileceğini düşünerek gelmişlerdir.5
Toplantı gerçekten oldukça yüksek katılımlı (tahminen 200 - 300 kişi) ve çok çeşitli
çevrelerden insanların bulunduğu bir toplantıdır. Sosyalist Forum’a katılan çevre de gelmiştir.
Cuma akşamı kafeteryada oturulurken Sosyalist İşçi’den Doğan Tarkan bu toplantının
gündemine Türkiye’deki Birlik tartışmaları ve Avrupa’da neler yapılabileceğinin sokulması
gerektiğini; herkesin bu beklentiyle geldiğini ama toplantıyı tertipleyenlerin o ana kadar böyle
bir eğiliminin görülmediğini söyler. Sosyalist Forum’un müdavimleri arasında olan diğerleri
ise, öyle olsa da, bunun gündemi belli bir toplantı olduğunu; adamların nezaket gösterip
kendilerini davet etmiş olduklarını; onların önceden belirlenmiş bir programa göre
yürüttükleri bir toplantı olduğunu, dolayısıyla böyle bir toplantının gündemini değiştirmeye
kalkmanın doğru bir davranış olamayacağını; ancak aralarda özel olarak, insanların bir araya
gelmiş olmasından yararlanarak Türkiye’ye ilişkin neler yapılabileceği görüşülebieceğini;
eğer toplantıyı tertipleyenler böyle bir konuyu gündeme almayı özel konuşmalardan sonra
kabul ederlerse o koşullarda konuşulabieceği mealinde itirazlarda bulunurlar ve bunun üzerine
D. Tarkan da ısrarlı olmaz ve o tavrı benimser.
Ertesi gün toplantıyı açan Aydın Engin, Tertipleyen Kurul adına, Türkiye’deki birlik
tartışmaları dolayısıyla ve bazı arkadaşların ricasıyla toplantının ikinci günü öğleden
sonrasının Türkiye’deki gelişmeye ilişkin olarak Avrupa’da neler yapılabileceğinin
görüşülmesine ayrılmasının düşünüldüğünü, gelenlerin buna ne diyeceğini sorar ve büyük
çoğunluğun onayıyla konu pazar günü öğleden sonra için gündeme alınır.
Bundan sonra önceden tesbit edelmiş konuda konuşmacılar sözlerini söylerler. Çoğu
hazırlıksızdır ve konuşmacılar arasına adını orada yazdırmıştır. Ama önceden belirlenmiş
hazırlıklı konuşmacılar da aslında kafalarındaki sorunları, konuyla ilgili olsun olmasın
sıralamaktan başka bir şey yapmazlar.
İkinci gün öğleden sonra esas konu geldiğinde ne yapılacağının görüşülmesi beklenirken
“Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı” başlıklı, tarihsiz ve altında Oya Baydar, İlkay Demir,
Engin Erkiner, Ahmat Kaçmaz, Veysi Sarısözen, Orhan Silier, Bülent Uluer, Server
Tanilli’nin imzaları olan bildiri okunur.6
Bildiri ilk bakışta bu girişimlerin tarih öncesini bilmeyenler için masumane bir bildiri gibidir.
Ancak insanların önüne ansızın bir bildiri getirilmiştir. İşin ilginci Türkiye’deki tartışmalara
5
Bu toplantı hakkında şu dergilerde şu yazılar çıktı: Taner Akçam, "Frankfurt'ta İman Tazelemesi -
Sosyalist Terapi Toplantısı", Sokak, Sayı:8; İmzasız, "Avrupa'da Solcular Toplanarak Eğlenmeye
Başladılar", Toplumsal Kurtuluş, Sayı:27; İsmail Yıldırım - Temel Demirer, "Yurtdışındaki
Sosyalistlerin Frankfurt Tartışmaları", 10 Eylül, Sayı:3. Bu haberlerin hepsi gerçekliği tahrif
etmektedir. Taner Akçam sonraki hiç bir toplantıya katılmadı. Toplumsal Kurtuluş'tan bir temsilci sadece
ilk Bocholz toplantısına katıldı. Ama 10 Eylül'deki yazıyı yazan ve yazıda toplantıyı "uzatmalı mültecilik
çözümsüzlüğünün zorlama çözüm arayışları" olarak niteliyen Temel Demirer hapsine katıldı. Hatta
her konuda da bir tebliğ sundu. "Uzatmalı mülteci çözümsüzlüğüne" çözüm bulabildi mi acaba?
6 Bu bildiri birçok dergide yayınlandı daha sonra. Örneğin Sosyalist Birlik, Ekim 1989, Sayı:7
21
aktif olarak katılan ve onları destekleyen Sosyalist Forum çevresindeki kişi ve hareketlerin
hiçbirisine böyle bir bildirinin hazırlandığı bile söylenmemiştir. Bu uslup hiç de Türkiye’deki
tartışmaları başlatan 18’lerin uslubuna benzememektedir. Bildiri çok önceden hazırlanmış
idiyse, niçin daha toplantıya gelmeden bu konu ve bildirinin toplantının gündemine alınacağı
söylenmemişti? Eğer son anda hazırlandıysa, niçin o toplantıda iki günden beri bulunan
insanlar yoktu bu toplantıyı düzenleyen çevreler dışında. Kaldı ki, son anda aceleye getirip
böyle bir bildiri sunmanın ne gereği vardı. Herkesin bulunduğu toplantıda çok geniş bir
katılımla tartışılıp destekleyen herkesin imzasının bulunduğu bir çağrı yapmak daha iyi olmaz
mıydı? Oradakilerin hepsi böyle şeyleri akıl edecek politik tecrübeye sahiptiler.
Kurtuluş’çuların7 çok sevdiği deyimle “her işin bir raconu vardı”, ama nedense bu sefer
raconuna uymayanlar onlardı. Açık ki Kurtuluş ve Dev Yol geleneğinde bir uslup oluşturmuş;
tipik kendini beğenmiş, üstten bakan, Atatürk’ün “komünizm gerekiyorsa onu da biz yaparız”
diyen bakanı gibi, “gerekeni biz yaparız; biz yaparsak olur” tavrıydı ortadaki. Açıktı ki, yine
Kurtuluş’un bir manüplasyonu söz konusuydu, nasıl bu tartışma toplantılarına önceden
Sosyalist Foruma katılan çevreleri en azından önermeyerek katmak istememiş ise, simdi de
böyle bir çağrının imzacıları arasında bulunmalarını istememişti. Avrupa’da Stalinizmle karşı
eleştirel çevrelerin tartışma yürüttüğü tek forumu yok saymışlardı. Türkiye’de bu çevrelerin
ve anlayışların paralelleri çağrıyı yapanlar arasındayken, burada aynı çevreler ansızın ortaya
çıkmış bir bildiriyle dışarda bırakılıyordu.
Söz aldım ve pek sert olmayan bir eleştiriyle yetinerek, bu durumun ortadan kalkması için
ortaya çıkarılan bildirinin Türkiye’deki ilk üç kişinin çağırısı gibi ele alınabileceğini; şimdi
önümüzde “onsekizler”in bildirisi olduğunu; böylece olumsuzluğa kısmen son
verilebileceğini söyledim. Öyle anlaşılıyor ki kimse hassasiyeti anlamadı ve aslında bütünüyle
politik ve ideolojik anlamı olan çağrının teknik bir sorun olduğu türünden sözlerle
geçiştirilmeye çalışıldı. Bunu üzerine Atilla Keskin, Doğan Tarkan ve Yalçın Cerit bu tavrı
çok sert bir şekilde eleştirdiler. Özellikle Sosyalist Forum denen çevrede bulunan gurup ve
kişilerin niye dışlandığını; niye böyle aceleye getirildiğini sordular.
Bu eleştiriler8 karşısındaki tavırlar oldukça ilginçti. Ahmet Kaçmaz, böyle grupların olduğunu
7
"Kurtuluşçular" dan ziyade Avrapa'daki Kurtuluşçular, hatta Mahir Sayın, Bülent Uluer demek daha
doğru olabilir belki. Bütünüyle o harekete haksızlık etmemek gerekir.
8
M.Doyum, A.Keskin, D.Küçükaydın, Doğan Tarkan daha sonra yazdıkları ama teknik bir aksaklık
nedeniyle yayınlanamayan daha sonra da olaylarca aşıldığı için, yayınlanması eski kırgınlıkları yeniden
kışkırtabileceği için yayınlamak için çaba göstermedikleri bir "açıklama"da tavırlarını şöyle açıklıyorlar:
"İkinci gün öğleden sonra (...) Türkiye'deki çağrıyı destekleyen bir çağrı metni okundu ve toplantıya
katılanlara dağıtıldı. Bu çağrıda imzası olan 8 arkadaş yaptıkları açıklamalarlaçağrının sosyalist bir
arkadaşın insiyatifiyle gerçekleştirildiğini, metnin bu 8 imza ile yayınlanmak için Türkiye'deki bazı yayın
organlarına da iletildiğini, imzası olan 8 arkadaşın ise esas görevlerinin gelecekteki tartışma
toplantılarının teknik sorunlarını çözmekle yükümlü olduklarını belirttiler.
"Bu açıklamada imzası olan bizler ve toplantıya katılan bir dizi başka sosyalist ise gelecekte yapılacak
tartışmalara en geniş katılımın sağlanması için bu çağrıdaki imzaların yeterli olmadığını, farklı
22
gerçekten bilmediğini, imzasını eleştiren arkadaşların arasında görmekle gurur duyacağını;
Oya Baydar’ın benzer sakıncaları ileri sürdüğünü söyledi ve bu sözleriyle aslında
Avrupa’daki Birlik Tartışmaları’nın daha doğmadan ölmesini önlemiş oldu belki de. Yaklaşık
bir tavrı Veysi Sarısözen de sergiledi. Ama Mahir Sayın’ın tavrı “meşhur olmak isteyenler
imzalamaya o kadar meraklıysalar imzalasınlar” gibisinden aşağılayıcı ve hakaretamizdi.
Sadece eleştiriciler için de değil, orayı imzalamış olanlar için de, çünkü orada kendisinin değil
Bülent Uluer’in imzası vardı.
Aslında eleştiriler karşısında Kurtuluş’un gösterdiği bu sert tepki ve eleştiriler karşısında TKP
TSİP çevrelerinin şaşkınlığı Kurtuluş’un Sosyalist Forum’da tartışan çevreleri en azından
başlangıçta uzak tutmak için epey çaba gösterdiğinin kanıtlamış; eleştirilerin son derece haklı
olduğunu göstermiş oluyordu. Tabi anlayana ve anlamak isteyene.
Bildiri nasıl mı ortaya çıkmıştır? “Raviyan-ı ahbar ve muhaddisanı Rüzgar rivayet ederler ki”:
Türkiye’deki imzacılar arasında bulunan Necmi Demir, Avrupa’ya geldiğinde, benzerinin
Avrupa’da yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerini tesadüfen, yine o sıralar ortaklaşa
tartışma toplantıları düzenleyen Kurtuluş, TSİP ve TKP çevrelerine açar. Onlar da bunu
benimserler ve zaten daha önceden planlamış oldukları Frankfurt’ta yapacakları toplantıda
konuyu tartışmaya açmayı benimserler. Bir çağrı yazmaya ve etkili olması için de bazı
isimlerle ilişkiye geçmeye karar verirler...
Bu resmi denebilecek açıklamanın garip çelişkileri vardır. Necmi Demir başka çevrelerin
Sosyalist Forum adlı bir toplantılar dizisi yaptığını bilmektedir. Bunlara da gitmek gerektiğini
önermemiş midir? Kendisine sorulduğunda önerdiğini söylemektedir. Ama niye, kimin
itirazlarıyla, hangi gerekçelerle dışlandıkları konusunda konuşmayı reddetmektedir. Frankfurt
yapılanmalardan başka imzaların da buna eklenmesi gerektiğini belittik. Çağrıda imzası olan 8 arkadaşa,
bizlerin ve toplantıya katılan veya ulaşabildiğimiz bir dizi başka sosyalistin de çağrıyı imzalamasının
yararlı olacağını belirttik.
"Çağrıyı imzalayanlardan Ahmet Kaçmaz ve Veysi Sarısözen bu düşüncemizi olumlu karşıladı, Engin
erkiner çağrının Türkiye'deki 37'lere paralel olması gerektiğini söyledi, Orhan Silier ise bunun bir teknik
sorun olduğunu, genişletilmemesi gerektiğini savundu. Çağrıya imza atanlardan Bülent Uluer ve
toplantıya katılanlardan Mahir Sayın ise kanımızca olumsuz, toplantıyı gerginleştirici ve bu çabayı
bozucu birer konuşma yaptılar. Bu iki konuşmadan sonra imza listesinin genişletilmesini doğru
bulmamıza rağmen, konuşmaların mahiyetleri nedeniyle çağrıyı imzalamaktan vazgeçtik. Ve ilk çağrı bu
8 imza ile yayınlanmış oldu.
"Bizler toplantıda çağrıya imza atmamakla birlikte çağrı doğrultusunda yapılacak her girişime ortak
olduğumuzu ve bundan sonrdaki ortak tartışma toplantılarının düzenlenmesi, kapsam ve içerik olarak
derinleştirilmesi için çaba harcıyacağımızı belirttik ve öyle yapacağız.
"Bizler Türkiye'de olduğu gibi yurtdışında da türkiye sosyalist hareketinin düşünsel temelde bir berraklığa
kavuşması ve ayrılık ve birliklerin tüm sosyalistlerin katılımı ile netlik kazanması için yapılacak her
çabanın içinde olacağız.
"Bu ilk çağrının 8 imza ile çıkmak zorunda kalması kanımızca olumsuz bir durumdur. Dileğimiz henüz
başlangıcında olduğumuz bu sürecin bu tür hatalarla yeniden karartılmamasıdır. Bu açıklamayı da
gelecekte yeni benzer durumları engellemekte katkı olur düşüncesiyle yapıyoruz. Açıklık bunu
gerektiriyordu."
23
toplantısındaki tepkiler de ortada olduğuna göre, ortadaki taammüden yapılmış işin bir tek
zanlısı vardır: Kurtuluş!..
Burada Yalçın Küçük gibi bir paratez açarak Avrupa’daki çağrının bu tavrına karşılık
Türkiye’deki çağrının tavrına değinmek gerekir ki kontras iyice görülebilsin.
Türkiye ve Avrupa’daki girişimler, birbirlerinden sadece zaman sırası bakımından değil,
yaklaşım ve stilleriyle de ayrılıyorlar. En iyisi kıyaslamaya baştan başlayalım.
Türkiye’deki çağrının öncesinde 3 kişinin bir daveti bulunmaktadır: Ertuğrul Kürkçü, Nail
Satılgan ve Gencay Gürsoy. Bu üç kişinin ortak niteliği: belli bir örgüte bağlı olmamaları;
bir bakıma hareketler ve örgütler arası “Niemandsland”da bulunmalarıdır. Bu üç kişi de
politik olarak yakın oldukları dergi veya örgütlerle aynı zamanda bir tür çatışma içinde de
bulunmaktadırlar.
Bu üç kişinin kişisel ilişkileri, konumları, geçmişleri, onlara herkes karşısında daha kabul
edilebilir bir durum sağlamaktadır. Bir bakıma, bu üç kişi, Kimyada bir reaksiyonun
gerçekleşebilmesi için gerekli bir katalizör ya da maya rolü görmeye uygundurlar. (Bu elbette
onların reaksiyonun içinde de olmalarını dışlamıyor.)
Dikkati çeken ikinci nokta da şu: bu üç kişi, direk olarak kamuoyuna bir bildiriyle
çıkmıyorlar; tanışıklıkları, bilgileri, sezgileriyle ve anlaşıldığı kadarıyla kısmen kırmama,
atlamama kaygılarıyla da birtakım insanları “birlik konusunu, gayrıresmi bir ortamda serbest
bir biçimde tartışmak” için bir araya gelmeye çağırıyorlar.
Tanışıklıkları, bilgileri, sezgileriyle: Bidirinin sonundaki açıklamada “kişisel olarak görüş
beyan etmiş olmak; kişisel olarak tanışmak, daha önce gerçekleştirilmiş birlik girişimlerini
yetersiz, sonuçsuz, ya da olumsuz bulmak gibi ortak noktalar, biraraya gelenlerin bileşimini
belirledi” deniyor.
Ve - ama aynı zamanda kimseyi dışarda bırakmama, kırmama, unutmama kaygılarıyla: çünkü
bileşimi oluşturanların raslantısal niteliğini vurgulayan yukarıdaki aktarma bu kaygının
ifadesi. Gelmeyen ya da gelemeyenlerin en azından bir kısmına karşı itici, köprüleri atıcı
olmamak için yazılan: “çağrılanların bir bölümü, çeşitli mazeretlerden ötürü toplantılara
katılmadı” ifadesi; “çağrılı olanların eksik ve yetersiz olduğunu çağıranlar da çağrılmış
olanlar da peşinen kabullendiler” ifadesi; “kişisel girişimlerine, birlik tartışmalarına itilim
vermenin ötesinde bir anlam yüklememe” ifadesi... yani tümüyle bildirinin altındaki o dip not
bu kaygının ifadesi.
Bir bakıma, tartışmaların daha sonra girdiği biçimiyle, yani yani “birlik tartışmaları”
girişimi “tartışma birliği”ne dönüştüğü için -aslında bilinçli olarak yapılsa çok olumlu ve tek
mümkün gelişme - o dip not ve imzaların kendisi bildirinin içeriğinden milyon kez daha
önemli olmuştur.
İmzalara gelince, imzalarda da aynı özellikleri görürüz: imzacılar, çeşitli hareketlerin
taraftarları olsalar da, düşünce ve davranışlarıyla, bir gelişimin ancak ortak bir tartışmayla
sağlanabileceği; bir hareketin diğerlerini yere sererek, linear bir büyümesiyle olamayacağı
24
anlayışındaki kişilerdir. Diğer bir ifadeyle, kendi hareket ve geleneklerindeki tutuculardan
ziyade; başka gelenek ve hareketlerdeki eleştirel, yenilikçi akım ve eğilim veya kişileri
kendilerine yakın görenlerdir.
Türkiye’deki birlik kartışmalarının daha baştan kırgınlıklara yol açmadan gelişmesinde ve ilgi
toplamasında bu özelliklerin kesinlikle belirleyici, tayin edici bir bir fonksiyonu olmuştur.
Avrupa girişiminde ise, ne Türkiye’deki imzacıların nitelikleri, ne de stili ve uslubu ne yazık
ki görülmemektedir. Aslında Bülent Uluer’in toplantılar boyunca çaşitli vesilelerle yaptığı
konuşmalara bakınca Türkiye’deki stilden, tartışanların niteliklerinden rahatsız olduğu bile
söylenebilir. Koskoca örgütler dururken üç bağımsıza mı düşerdi bu iş?
Avrupa’daki birlik tartışmalarında bir daha hiç bir zaman Frankfurt’taki katılımın sayısı ve
zenginliği sağlanamadı. Bu gerilemede elbette Avrupa’daki toplantıların bu doğuştan
günahının da bir payı var. Ancak bu hatalar olmasaydı bile ilginin sürekli azalmasının önüne
geçilebileceğini sanmıyorum. Ondan sonraki bir kaç ay içinde yirminci yüzyılın bütün
dengeleri alt üst oldu, Ekim devriminden beri, belki de önümüzdeki uzun yılları belirleyecek
en büyük değişiklikler yaşandı. Bir toplantıda konuşmacılardan birinin büyük bir safiyetle
“Bu gün de hangi ülke düştü diye akşamları televizyona bakmaya korkuyorum” dedirten
değişiklikler..
Bu doğuştan günahlar yükselen bir hareketle birleşmiş olsaydı çok vahim sonuçları olabilirdi.
Öimdi ise, artık olup olmamalarının bile bir önemleri yok gibi.
İlk Bocholt Toplantısı
Frankfurt toplantısından döndükten sonra toplantıdaki sert tartışmaların etkisiyle olsun daha
değişik bir stil tutturulacağı umuluyordu. Bu arada çağrıcılardan Orhan Silier’den bir telefon
gelmişti, gündem ve toplantıların biçimi için önerilerimi acele yazılı olarak göndermemi
istiyordu. Evet hala değişen bir şey yoktu, en öze ilişkin sorunlar birden bire bir teknik sorun
düzeyindeymiş gibi ele alınıyordu. Tesadüfi sekiz kişi simdi de gündem önerilerini istediğine
göre, gündemi de belirlemeye karar vermiş demekti; aynı şekilde toplantıya katılacakları da
belirleyecekler demekti, çünkü isim önermemiz de istenmişti. Yine de talebi ciddiye alıp
“Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, Hangi Biçimler Altında le Alınmalı?”9
başlıklı bir yazıyla önerilerimi bildirdim. Savunduğum temel fikir: çağrıcıların gündemi
belirlememesi; en geniş katılımla yapılan toplantılarda gündemin belirlenmesi; 8 kişinin
kendilerini bu toplantının hazırlığıyla görevli teknik bir komite olarak değerlendirmeleriydi.
Talebi ciddiye alıp önerilerini iletenlerden biri de Sosyalist İşçi olmuş. Onlar da hazırladıkları
metinde benzer bir eleştiri ve öneride bulunduktan sonra kendileri için en önmli gördükleri
9
Bu yazı bu derlemenin içinde bulunuyor.
25
konuları sıralamışlar. Sözkonusu metnin hemen başında şunları açıkça söylüyorlar:
“Yurtdışındaki sosyalistlerin tartışma sürecine ilişkin konuları, programı ve bu tartışmaların
alacağı biçimin örgütlenmesini en geniş katılımın sağlanacağı bir veya hatta bir dizi
toplantıda saptanmalıdır. Toplantıların konularının ve biçiminin saptanması ne denli büyük
bir katılımla yapılırsa elde edilecek sonuçlar da o denli tatmin edici olacaktır. Öte yandan,
yapılacak bütün dar toplantılar, bir yandan elitist, öte yandan ise daima gerektiği kadar
“dar” ya da gerektiği kadar “geniş” olamayacaktır.”10
Bundan sonra ilk çağrıcı sekiz kişi kendi aralarında ne tartıştı ne görüştü bilmiyoruz. Ancak
elimizde Bocholt’ta yapılacak toplantıya ilişkin çağrının metni var. Bu metin aynen şöyle:
“Ekte verilen çağrıyı hazırlayan bizler (Frankfurt’ta okunan çağrı), bu çağrının yurt
dışındaki sosyalistlerin en geniş katılımıyla hayata geçirilebileceği inancındayız. Bu nedenle
yurtiçindeki girişimin gelişme sürecine paralel olarak yurtdışındaki sosyalistleri temsil eden
bir toplantı düzenlenmesini uygun bulduk. Amacımız, Birlik Tartışmaları Düzenleme Giirişimi
tarafından ülkede başlatılan çalışmaların yurt dışındaki paralelinin bu toplantıya katılacak
olanların ulbirliğiyle gerçekleştirilmesi, bu konuda tümüyle onların söz ve karar sahibi
olmalarıdır. Toplantıda konunun her yönüyle görüşülmesini ve çalışmaların yürütülmesine
bir çözüm getirilmesini öngörüyoruz.
“İnanıyoruz ki, sizin katılımınızla toplantı hem daha verimli ve başarılı geçecek, hem de
yurtdışındaki sosyalist potansiyelin temsili sağlanmış olacaktır.
“En iyi dileklerimizle”.11
Bu aslında tipik bir geçiş metni12
, birbiriyle çelişen yaklaşımlar iç içe. Önce “Biz” “uygun
bulduk”, “biz” “inancındayız” uslubuyla başlıyor ve yine o “biz”in “amacı”nı açıklıyor:
“toplantıya katılacak olanların (...) söz ve karar sahibi olmaları”. Yine o tipik Tandoğan
felsefesi: toplantıya katılacakların “söz ve karar sahibi olmaları”na yine o “biz” karar veriyor.
Hatta o Söz ve karar sahibi olacakların kimler olacağına da. (Çünkü kimlerin katılacağı 60
10
"Tartışma Toplantıları İçin Konu Önerileri" İmza ve tarih yok.
Gündem konusunda bir de çağrıcılardan olan O.Silier bir metin sunmuş. El yazısıyla altı sayfa tutan bu
metinin başlığı: "Tartışma Konularının, Örgütlenme ve Gerçekleştirilme Biçimlerinin ve Zamanlamasının
Karara Bağlanmasına İlişkin Öneriler". Başlığından da anlaşılacağı gibi O. Silier, çağrıcıların gündemi
belirlemesini pek sorun yapmamaktadır. Çağrıcıların tesbit edeceği oldukça dar bir çevrenin konu ve
biçimleri belirlemesinden yanadır. Önerileri eses olarak biçime ilişkin bir sürü kurallardan oluşmaktadır.
Belki akademik bir çalışmada işe yarıyabilecek bu yöntemlerin politik bakımdan hiç işe
yarayamayacağını ve manüplasyonlara çok açık olduğunu anlamamak temel zaaflarıdır bu önerilerin.
11 19 Ekim 1989 tarihli davetiye
12 Bir geçiş metni çünkü, eski stili sürdürse bile, Gündem'i belirlemiş olmaktan vaz geçmiş olduğu
görülüyor. Ama bu hakkı kullanmayan yine o "biz".
26
kişilik bir listeyle belirlenmiş.)13
Hatta toplantıların “paralel” olup olmayacağı bile
belirlenmiş. Öyle bir metin ki, davete cevap vermesen ilk kez ortaya çıkmış bir olanağın daha
baştan dağılması tehlikesi ortaya çıkar, kabul edip gittiğin takdirde, o “biz”in yukardan, senin
karar verenler arasında olmana karar veren tavrını meşrulaştırmış olursun. “Bizlerin karar
vermesine karar veren siz kimsiniz acaba” demeyi küçüklük sayarsın. “Boşver” dersin, “hadi
bunları da problem etmeyelim. Yeter ki birşeyler olsun” ve gidersin.
Bocholt, Hollanda hududunda sınır ticaretinden epey kar ettiği kendisine göre çok büyük
çarşısından belli olan küçük bir kasaba. Toplantı ucuza geldiği için “Europa Institut” denilen
bir yerde tertiplenmiş.
Çağrı yapılan 60 kişiden 32 kişi gelmiştir. A. Kaçmaz har zamanki “İngiliz Centilmeni”
tavrıyla, toplantının “eksikli bir girişim olduğunun baştan kabul” edildiğini, elbette sübjektif
ölçülere göre davranılmış olacağını, toplantının bu hataları giderebileceğini söyler. Yani biraz
üstü kapalı bir özeleştiri yapar; yetkilerin toplantıya verildiğini söyler.
Sonra söz alan Bülent Uluer ise eski stili sürdürerek toplantının aslında fazla bir şey
yapmayacağını, “teknik bir kurul oluşturacağını” “uygun gördük”lerini söyler.
İlk sekiz kişiye Frankfurt’ta itiraz edildiğinde bunların teknik bir işi üslendikleri, itirazların
çok abartılı olduğu söylenmişti. Sonra o sekiz kişinin belirlediği altmış kişiden gelen otuzu
için teknik işlerle görevli bir kurulu seçmek gibi yine teknik bir görev verilir, zaten seçilecek
kurul da teknik işlere bakacaktır. Bu teknik tekniğiyle hiç bir zaman teknik olmayan bir kurul
ya da bir sorun ortaya çıkmaz. Tabii bütün bu konuşmada yine “Lütfen problem çıkarmayın”
ana fikri.
Ne yazık ki biz o kadar gelişmis teknikleri kullanamadığımızdan “şu ana kadar yapılanları
bir değerlendirelim, gündemimizin ilk maddesi bu olsun” diye bir öneri yaparız. Yapılanların
değerlendirmesinin gündeme alınıp alınmayacağı üzerine tartışma ve Frankfurt’taki bölünme
tekrar ortaya çıkar. Kurtuluş, “”burası nedir ne değildir tartışmayalım”, “adap erkan üzerine
zaman kaybetmeyelim”; “değerlendirme geçen seferkinin devamı olur” diye itiraz eder. Ancak
bu sefer bir değerlendirme yapma ve bunun gündeme alınması kabul edilir.
Aşağı yukarı buraya kadar eleştirdiğimiz konularda eleştiriler yapılır. 8 kişi içinde iki uç
olarak adlandırmak gerekirse bir yanda Kurtuluş’tan arkadaşların değerlendirmeyi bile
gereksiz gören; diğer yanda A. Kaçmaz’ın özeleştirel tavrı şeklinde iki tavır görülür. Bölünme
bir bakıma “Sosyalist Forum” çevreleri ve “Kurtuluş” gibidir.
Bu bölünme çizgisi iki konuda daha aynen sürer. Bir diğer tartışma konusu: toplantıların
Türkiye’ye “bağımlı” mı yoksa “paralel” mi olacağıdır. Kurtuluş’un görüşü, Türkiye’deki
gündemi aynen kabul etmektir. Somut olarak tartışma “Günümüz ve Marksizm” konusunun
13
Aslında bu tavırlarla sürekli karşılaşmak insanda sürekli iğfal olduğu duygusunu uyandırıyor. "Aman
problem çıkmasın, aman dağıtıcı olmayalım. Hadi bakalım bunu da anlamamazlıktan gelip yutmuş
olalım, belki ne yaptıklarını anlarlar" diye düşünüp davrandıkça bu stil, bu yaklaşım sürüyor. Açıkça
eleştirince de "şöhret meraklısı" ya da mızıkçı olunuyor.
27
gündeme alınıp alınmamasında görülür ve gündeme alınma kararı alınır. Öte yandan
Türkiye’deki gündem eklektik ve sistemsiz olmasına rağmen, bir paralelliği tutturmak için
aynen kabul edilir.
Toplantının diğer önemli tartışma konuları, toplantıların herkese açık mı yoksa dar mı olacağı
şeklindedir. Ancak bu konularda farklı eğilimler olmasına rağmen biçimi belirleyen
Avrupa’nın koşulları, yani fiziki ve maddi sınırlamalar olur. Bu bakımdan Türkiye’dekinden
oldukça farklı bir biçim tesbit edilir. Türkiye’deki tartışmalara katılanların çok büyük bir
bölümü İstanbul’da yaşamaktadır. Avrupa’da ise adeta bütün kıtaya dağılmış bir topoğrafya
vardır. Bu nedenle sık sık bir araya gelip toplantı yapmak olanaksızdır. Öte yandan
mültecilerin özellikle yoğunlaştığı belli merkezler de vardır. Bu nedenle şöyle bir optimum
çözüm bulunur: Tartışma tıplantılarının bir başında bir de sonunda Avrupa çapında iki
toplantı yapılacaktır. Bundan başka tesbit edilen sekiz merkezde, yine isteyenin katılabileceği,
her birinde iki konu olmak üzere mahalli toplantılar yapılması benimsenir. Konularda
konuşmacı olmak isteyenler önceden bir yazılı metin hazırlamakla ve yeteri kadar önce bunu
çoğaltıp tartışmacılara iletmek üzere yollamakla görevlidir.
Bundan başka iki sorun tartışma toplantılarının teknik işlerini hazırlayacak kurulun bileşimi,
yetkileri ve toplantı adına yayınlanacak bildirinin içeriği üzerine tartışmalar olur.
Toplantılara katılım konusunda sınırlama yapmama eğilimi egemen olur. Herkesten
önerilerini bildirmesi bunlara ek olarak herkesin de yeni öneriler yapma hakkının olması
benimsenir. Ancak katılanların herhangi birisinin toplantılardan çıkmasına yol açacak bir
öneri olma halinde, varolanı kaybsetmektense olanı korumanın doğru olacağı kabul olunur,
yani veto hakkı tanınmış olur. Bu kısmen aralarında ciddi çatışmalar olan, hatta fiziki
mücadeleye kadar gider gruplar düşünülerek koyulmuş olmakla birlikte, aslında Sosyalist
Parti’nin toplantılara davet edilip edilmemesi noktasında çıkmıştı. Kurtuluş, onlar geldiği
takdirde toplantıya katılmayacağını söyleyerek dayatma yaptı. Bir çok arkadaş bu tavrın
onları daha güçlendirdiğini ifade etmeye çalıştılar. Öahsen ben, Kurtuluş’un bu tavrını doğru
bulmadığımı ama bir tercih karşısında bırakıldığımı, Kurtuluşun da gitmesini istemediğimi, şu
an bu dayatmaya boyun eğmek zorunda olduğumuzu söyledim.
Aslında toplantının uzun tartışmalarla hazırlanmış bildirisi dikkatli okunursa, bu bildirinin o
zamana kadarki stille kesin bir kopuşma, köklü bir değişim gösterdiği görülür.
Bildiriyi aynen aktaralım:
“”Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı” ile başlayan girişimin çağırıcıları, 18-19 Kasım 1989
tarihinde F.Almanya’nın Bocholt şehrinde, davetli 60 kişiden 34’ü ile çağrıcıların 8’inden
7’sinin katılımıyla gerçekleşen bir toplantı düzenlediler. Toplantının başlamasıyla birlikte
“Çağrı”yı yapan 8 kişinin görevi bitti, girişimin bundan sonraki gelişme sürecinin
yönlendirilmesi toplantıya katılanların sorumluluğuna geçti.
“Toplantıda, söz konusu girişimin değerlendirilmesi yapıldı. Bu değerlendirme sonucunda,
çağırıcı 8 kişinin temsil niteliğinin yeterli olmadığı -ki çağırıcılar bu eksikliğe kendileri
28
parmak bastılar- bunun yanı sıra bu toplantıda yer alması gereken ve katkı getirici bir kısım
çevre ve kişilerin davetliler arasında bulunmadığı tesbit edildi.
“Toplantıya katılanlar yurtdışındaki sol hareketin olabilecek maksimum düzeyde temsil
edileceği, çalışmalara katkıda bulunabilecek tüm sosyalistlerin kendilerine katılmaları için
çaba sarfetmeye karar verdiler. Bu kapsamda kadınların katılımının arttırılması için özen
gösterilmesi, bu amaçla kadın örgütleriyle temasa geçilmesi ve Kuzey Kürdistanlı
sosyalistlere bu kurula katılmaları için çağrı çıkarılması kararı alındı.
“Toplantıda, yurtdışında yapılması öngörülen çalışmaların gündemi görüşüldü, yurtta
yürütülen tartışma konularının aynen alınmalarına ve bunlara ek olarak “Günümüz ve
Marksizm” başlıklı bir konunun da tartışma gündemine konulmasına karar verildi ve bu
tartışmaların soldaki birlik ve ayrışma süreçlerine de hizmet edeceği ortak sonucuna varıldı.
Daha sonra gündemin uygulanmasıyla görevli bir “Koordinasyon Komitesi” oluşturuldu.
“Yurtta sürdürülen girişimin yurtdışındaki paralelini organize etmekle ve yurt içiyle
koordinasyonu sağlamakla görevli kurula katılmanızla bir eksikliğin giderilmiş olacağına,
böylece çalışmaların daha verimli olmasına ve çalışma sürecine azami yığınsal katılımın
sağlanmasına katkı getireceğinize inanıyoruz.
“En iyi dileklerimizle,
Bocholt toplantısına katılanlar adına”
29
Avrupa’da Kadınlar
Frankfurt toplantısında birkaç kadın vardı. Bocholt da ise iki kadın. Kadınlara bu ilgisizlik ve
kadınların bu ilgisizliği biz sosyalistlerin eski strateji ve programlarımızın, anlayışlarımızın
günümüzün dünyasının öznelerini kavramaktan; çeşitli baskı biçimlerine karşı mücadeleleri
birleştirmekten ne kadar uzak, ne kadar gerilerde kaldığımızın bir göstergesinden başka bir
şey değildir.
Bu somut olarak bizzat yurtdışı tartışma girişimlerinde de görüldü. Avrupa’nın, Avrupa’daki
mülteci ve işçilerin son yıllardaki en canlı, en aktif, en radikal kesimini oluşturan kadınlar
yoktu.
O kadınlar ki, son yıllarda tüm solun aktivitesi azalırken artan bir aktivite gösteriyorlardı. O
kadınlar ki en az iki üç yüz kişinin katıldığı çok canlı toplantılar düzenliyorlardı14
. Ve bu
toplantıda Sosyalist Feminist kadınlar hem organizatörler arasındaydılır, hem de en aktif
kesimlerden birini oluşturuyorlardı. Avrupa’da sosyalistlere çağrı yapanların ise listelerinde
bu çevrelerden bir kişinin bile adı yoktu. Aslında kadınları uzak tutmak için bir çaba
gösterilmediği rahatlıkla söylenebilir. Ama bu daha da kötüdür. Ciddiye alınan bir gücü uzak
tutma veya kazanma çabası gösterilir, alınmayana ise hiçbiri. İlk çağrıcılar arasında örneğin
Sosyalist Forum çevrelerinin başta dışlanmasını sağlayan Kurtuluş çevresinin hassas
göründüğü kadın sorununa uygun olarak bu dinamizmi olsun çekebilmek için bir şeyler
yapması beklenirdi. Ama anlaşılan ne kazanmaya ne de dışta bırakmaya değmeyecek bir grup
olarak değerlendiriliyorlardı.
Eğer bu toplantılara katılan kimi sosyalist feminist kadınlar bu durumu protesto etmeseler ve
adeta kendilerini zorla davet ettirmeseler çağrıcılardan kimsenin aklına gelip de onları da
katmak için çabalayacağı yoktu.
Ancak kadınlar kendilerini zorla davet ettirdikten sonra gündeme bir de “Kadının Kurtuluşu
ve Marksizm” gibi bir konu alınabildi.
O çok az olan kadınlar arasında bazıları protesto için toplantılara bir daha katılmadı;
kendilerini zorla davet ettiren birkaç sosyalist feminist dışında toplantılar hep bir erkek
toplantısı oldu.
İşte o açıklamadaki kadınlara ilişkin özeleştiri, kadınların bu eleştirisinin etkisiyle oraya
girmişti. Kadınların bu protesto bildirisini aktarmakta yarar var.
“Değerli arkadaşlar,
14
Son yıllarda düzenli olarak yapılan bu avrupa çapındaki kadın toplantılarının ortaya çıkışının Sosyalist
Forum'la şöyle bir bağlantısı vardır. Sosyalist Forum toplantılarında da kadınlar genellikle bir elin
parmaklarından fazla olmuyordu. Bu toplantılara katılan bazı kadın yoldaşlar bir araya gelerek kadınlar
olarak kendilerinin Avrupa çapında toplantılarını yapma kararı alırlar. Umulmayan bir ilgi ve canlılıkla
yüzlerce kişilik kadın toplantıları başlar.
30
“Bizler, 28 - 29 Eylül’de yapılan Frankfurt toplantısına tesadüfi olarak haberdar olup
katılmış Sosyalist-Feminist kadınlarız. Bu toplantının akabinde yayınlanan “Yurtdışındaki
Sosyalistlere Çağrı” metni ve toplantıya çağrılanların listesine baktığımızda diğer
olumsuzlukların yanı sıra dikkatimizi ilk çeken listedeki kadın sayısının olağanüstü azlığıydı.
Dikkatimizi ilk çeken ama, bizi pek te şaşırtmayan bir sonuçtu bu.
“Türkiye sol hareketinde yıllarca içeriği boşaltılarak tekrar edilen bir slogan vardı:
“Kadınlar katılmadan sosyalizm kurulmaz, sosyalizm kurulmadan kadınlar kurtulmaz!” Ama
bu sloganın kullanılış nedeni de kadınların nüfusun yüzde ellisini oluşturmaları gibi yalnızca
nicel bir çoğunluk olarak bakılmasındandı. Yoksa toplumun cinsiyetçi esasa dayalı
yapılanmasına karşı yükseltilecek kadın kurtuluşu mücadelesinin sosyalist harekete yepyeni
perspektifler katacağı ve bugünden başlayarak yeni yapılanmalara gidilmesinin gerekli
olduğu mantığı değildi.
“Oysaki kapitalist sistemdeki tek egemenlik biçimi sermayenin emek üzerindeki egemenliği
değildir. Bu egemenlik cinsiyete ve milliyetlere dayanan egemenlik biçimleriyle de
eklemlenerek güçlenmiştir. Bundan dolayı karşılıklı olarak birbirlerini güçlendiren bu
egemenlik biçimlerinden yalnızca birine karşı verilecek mücadele de eksik kalacaktır.
“80 öncesi Türkiye solunda her türlü sömürü ve baskı biçiminin son bulacağı düşünülen
sosyalist toplumda kadının da otomatikman kurtulacağı gibi düz bir mantık yaygındı.
“80 sonrasında ise Türkiye’de gelişen kadın hareketinin kendini dayatması sonucu Türkiye
solu “Feminizm”i gündemine almak zorunda kaldı. Tüm sol yayınlarda bugüne kadar hiç
tartışılmadığı boyutlarda “kadının kurtuluşu” üzerine yazılar yayınlandı. Hatta bu yazıların
birçoğu “herşeyin en iyisini bilen” erkekler tarafından yazılmış olmasına rağmen,
Türkiye’nin hala çok “erkek” olan sol politik arenasına baktığımızda pek te fazla bir
değişiklik olduğunu söylemek mümkün değil. Bunun en son örneğini gerek Frankfurt’taki 28 -
29 Eylül’de yapılan toplantıda, gerekse daha sonra yayınlanan “Sosyalistlere Çağrı”
mektubunda bir kez daha gördük.
“Frankfurt toplantısında erkekler “kadınlarrın cinsiyetlerinden dolayı ezilmelerine karşı
mücadele verilmediği sürece, verilecek demokrasi mücadelesinin eksik kalacağını”
vurguladılar. Ve bugünden başlayarak kadınları da içine alacak yapılanmaların gerekli
olduğu tesbitini yapan “Erkeklerin karıları” ise evlerde oturup çocuklara bakıyorlardı.
“Frankfurt toplantısına iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar az kadın katılırken,
Avrupa’daki Türkiyeli kadınların yaptığı toplantılara 300’e yakın kadının katılması,
kadınların genel olarak politikaya ilgisizliğini değil, bugünkü politik yapılanmalar içinde
kendilerini bulamayışlarının ve sol içindeki erkek egemenliğine karşı protestoların bir
ifadesidir bizce.
“Kadınları “sosyalistler arası birlik” tartışmalarının dışında bırakan ve bu tartışmalar içinde
var olanları da ikincil konuma sokan anlayışları şiddetle protesto ediyoruz.
“Toplantıya katılan kadınların “kadınlık bilinçlerine” seslenip. onları bu protestomuzu
31
desteklemeye ve tartışmalara çok sayıda kadının katılımını sağlama yolunda daha aktif
davranmaya çağırıyoruz.
“KADINLAR DA VARDIR!..
“Hamburg 15.11.1989
“Nuran Sarıca - Hülya Eralp - Ülkü Sarıca”
“Not: Mektubumuzun bir kadın arkadaş tarafından toplantıya okunmasını diliyoruz.
Komisyon Çalışmaları
“Eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür” der bir yerde Hegel. Biraz da teknik ayrıntılara
ilişkin bilgiler.
Bocholt’ta, bildiriye de yansıyan stil değişikliği ortaya çıktıktan sonra gerçekten pratik işlerle
uğraşacak, kelimenin tam anlamıyla teknik bir komitenin çalışacağı koşullar ortaya çıkmıştı.
Bu bakımdan koordinasyon komitesi ahenkli bir iş birliğinin sürdürüldüğü, farklı
geleneklerden gelen kişi ve cevrelerin birbirini tanıdığı, pratik işler yapan bir organ oldu.
Biraz da raslantısal olarak Komisyon’da Avrupa’nın hemen hemen her büyük merkezinden
bir kişi yer alıyordu. Aynı bileşim toplantıya katılan farklı eğilimlere de denk düşüyor gibiydi.
Komite’nin başlangıçtaki çabası toplantılara soğuk bakan hareket ve kişilere ulaşmak ve
onları çalımalara katmanın yollarını aramak oldu. Bu konuda son derece açık ve birlik
tartışmalarının ruhuna uygun davranıldı. Onore edilmesi gerekenler onore edildi, ayaklarına
gidildi, kimileri için heyetler gönderildi. Bunların hiç birinden olumlu bir cevap gelmedi.
Ama burada belirtilmesi gereken bir yan var. Bu toplantıların bütün teknik işlerinin
yapımında binlerce sayfa tebliğ fotokopisi, zarflanması, pullanması, tek tek telefonlarla çeşitli
konularda koordinasyonun sağlanması; toplantıların teknik hazırlıkları vs. gibi binlerce ayrıntı
Gülşen ve Tayyar Tekin’in emekleriyle başarılabildi.
Komisyonun çalışmaları hakkında bir fikir edinmek için en iyi çare onun toplartı
tutanaklarından birini buraya olduğu gibi aktarmak olabilir:
“B.Toplantısında Yurtdışında Birlik Tartışmalarını Düzenleme Girişimi tarafından
oluşturulan Koordinasyon komitesi, 5 Aralık 1989’da Brüksel’de toplandı.
“Toplantıya bütün koordinasyon Komitesi Üyeleri (Ahmat Kaçmaz, Atilla Keskin, Bülent
Uluer, Doğan Tarkan, Demir Küçükaydın, İlkay Demir, Orhan Silier, Veysi Sarısözen, Yalçın
Cerit, Ziya Orkunoğlu) katıldı.Toplantının gündemi aşyağıdaki gibi onaylandı.
“1) Tartışmanın örgütlenmesi
“-Biçimi
“-Zamanlaması
“-Koordinasyonu
32
“2). YBTDG’ne yeni katılım önerilerinin görüşülmesi
“3) Tartışmaların örgütlenmesi için mali olanakların araştırılması.
“Bütün gündem maddelerini sırasıyla görüşen KK aşağıdaki konularda görüş birliğine vardı.
“1) Biçim, zamanlama ve yer bakımından tartışmaların örgütlenmesi ekteki Açıklama’da
belirtildiği gibi gerçekleşeceğinden tutanağa Açıklama’nın eklenmesiyle yetinilmiştir. Bu
arada B. toplantısında saptanan her bir tartışma konusunda tebliğlerin toplanması,
tebliğcilerin enforme edilmesi vs. koordinasyon sorunlarını çözmekle aşağıdaki KK üyeleri
arasında iş bölümü yapıldı.
“1) Ziya: Türkiye’nin oplumsal Dinamikleri
“2) Orhan: Günümüz ve Marksizm
“3) Yalçın: Ulusal Sorun
“4) Demir: Enternasyonalizm
“5) Bülent: Sosyalist Demokrasi
“6) Veysi: Demokrasi ve Devrim
“7) İlkay: Birlik Düzlemleri
“8) Doğan: Program Anlayışları
“Ayrıca, tüm bu koordinatörlerin çalışmaları Ahmet Kaçmaz’ın sorumluluğunda bir
sekreterliğe bağlandı. Tebliğcilerin doğrudan iletişim kuracakları bu sekreterlik, edindiği
bilgileri ilgili koordinatörlere aktaracak.
“Ekte tartışma takvimi verilmiştir.
“2) YBTDG’ye yeni katılım önerileri B. toplantısında prensip olarak kabul gören ölçütlere
göre tartışıldı. Tartışmaların sonucunda bazı arkadaşlar, bazı çevrelerin nicel olarak fazla
sayıda katıldıklarını düşündükleri için, çalışmaları zorlaştıracak ölçüde genişlemeye yol
açacak önerilere itiraz etmekle birlikte, sonuçta yapılan tüm önerilerin kabulü doğrultusunda
genel bir konsensüs oluştu.
“Ancak, toplantının tavsiyesine uyarak V. Sarısözen, B. Uluer, Y. Cerit, A. Kaçmaz
kendilerini ilgilendiren isim öneri listelerini yeniden gözden geçirmek üzere geri aldılar.
“Diğer taraftanr B. toplantısına isim öneri listesi sunan Kürşat istanbullu’ya da aynı
tavsiyenin yapılmasına karar verildi. TKEP’den bu konudaki görüşünün istenmesine karar
verildi.
“Aynı zamanda, Ziya Orkunoğlu, katılımını düşündüğü arkadaşlara danıştıktan sonra bir liste
halinde önerilerini sunacağını belirtti. Onun talebi onaylandı.
“Aşağıdaki arkadaşlar, belirtilen örgüt ve kişilerle doğrudan temas kurmakla görevlendiler:
“Çağırılacak gruplar ve kimlerin ilişki kuracağını gösterir liste
“Devrimci Partizan/Y.Cerit
“Bolşevik Partizan/Y.Cerit”
33
“DAB/Bülent
“Dev-Yol- Dev-İşçi)/Bülent-Ziya-Veysi
“Dev-Sol/Bülent-Ziya-Veysi
“İşçinin Sesi/İlkay
“TEVGER/Kaçmaz
“Rızgari/Bülent
“Sınıf Bilinci/Doğan
“VP/Doğan
“Ekim/İlkay
“Dev-Savaş/Demir
“Emeğin Bayrağı/Bülent-Yalçın
“TEP-Mihri Belli/Kaçmaz
“SVP/Kaçmaz
“3) B. toplantısında her arkadaşın 100 DM tutarında mali katkıda bulunması yolunda alınan
kararın uygulanmadığı görüldü. Gerekli çabanın harcanması, sekreterliğin konu hakkındaki
ilgili arkadaşlara başvurması ile sorunun çözülmesi düşünüldü.
“Öte yandan platformla şu ya da bu şekilde ilişki kuran bütün partilere, hareket, grup ve
çevrelere, platformun her yönden desteklenmesi, özellikle mali, teknik yardım yapılması,
pratik işler için kadro verilmesi yönünde başvuru yazısı yazılmasına, bu yazının sekreterlik
tarafından gönderilmesine karar verildi.”
İlişikte yer alan bir metin de toplantıların nasıl yapılacağı hakkında şu açıklamaları yapıyor:
“Çalışmalara ilişkin açıklayıcı bilgi:
“17-19 Kasım 1989 tarihli Yurtdışı Birlik Tartışmaları Düzenleme Girişimi (YBTDG)
toplantısında tartışılmak üzere 8 konu belirlendi. Çalışmaların verimli olmasını sağlamak
amacıyla isteyen herkesten konulara ilişkin yazılı tez alınması için çaba gösterilmesi
kararlaştırıldı. Buna göre, YBTDG’de yer alanlar ve yeni çağrılılar, ayrıca bu kişilerin uygun
görecekleri ve erişebilecekleri herkes tartışmalarda tartışılmak üzere yazılı tez verebilir;
vermeye çaba göstermelidirler.
“Kitleye açık tartışmalar, o konuda tez verenlerin sunucu olarak yer almalarıyla ve
toplantıya gelen herkesin tartışmaya katılmalarıyla gerçekleştirilecektir. Bu toplantıların
ardarda dört hafta sonunda sekiz şehirde düzenlenmesi uygun görülmüştür. Her şehirde biri
Cumartesi öteki Pazar günü olmak üzere iki toplantı yapılacaktır. Bu toplantılarda
tartışılacak konular çalışma takviminde verilmiştir.
“Yuvarlak masa toplantıları ise YBTDG (mevcut ve yeni çağrı ile katılmayı kabul edenler)
vasıtasıyla yürütülecektir.
“YBTDG toplantıları hafta sonlarını kapsayan ve çok sayıda oturumu ihtiva edecek şekilde
düzenlenecektir.
34
“Tartışma onuları”nı ihtiva eden “ek”te her konunun sorumlusu belirtilmiştir. Tez
hazırlamak isteyenlerin herhengi bir sorunları olduğunda bu kişilerle irtibat kurmaları
yerinde olacaktır. Ancak tezler kesinlikle KK’si Sekretarya adresine gönderilmelidir.”
Hangi şehirlerde hangi konular tartışıldı?
Londra
24 Öubat 1990 Ulusal Sorun
25 Öubat 1990 Enternasyonalizm
Duisburg
25 Öubat 1990 Günümüz ve Marksizm
17 Mart 1990 Ulusal Soırun
Berlin
3 Mart 1990 Sosyalist Demokrasi
4 Mart 1990 Türkiye’nin Toplumsal Dinamikleri
Paris
3 Mart 1990 Devrim ve Demokrasi
4 Mart 1990 Birlik Düzlemleri
Basel
10 Mart 1990 Birlik Düzlemleri
11 Mart 1990 Devrim ve Demokrasi
Amsterdam
10 Mart 1990 Kadının Kurtuluşu ve Marksizm
11 Mart 1990 Sosyalist Demokrasi
Hamburg
17 Mart 1990 Günümüz ve Marksizm
18 Mart 1990 Kadının Kurtuluşu ve Marksizm
Frankfurt
24 Mart 1990 Enternasyonalizm
25 Mart 1990 Türkiye’nin Toplumsal Dinamikleri
Toplantılar boyunca 54 tebliğ sekreterliğe ulaştı.
En çok tebliğ Günümüz Marksizm ve ikinci olarak Birlik Düzlemleri konusunda en az ise
Enternasyonalizm ve Program Anlayışları (iki veya üçer adet) sunulmuştur.
Gerek şehirlerde yapılan gerek Avrupa çapında yapılan toplantılara katılım sürekli bir düşme
eğilimi göstermiştir. Çok nadiren dinleyici sayısı 100’ün üzerinde olmuştur. Bazen ise
konuşmacılar dinleyici dahi bulamaz durumda kalmışlar birbirleriyle tartışmışlardır15
. Bazan
15
Örneğin Frankfurt'ta yapılan "Türkiye'nin Toplumsal Dinamikleri" konulu toplantıda, konuşmacılar
35
da konuşmacılar gelmemiştir.
Bütün bunlar olurken, yani biz takvimi uygulamaya çalışırken dünya altüst oluyordu.
Bu vesileyle Avrupadaki toplantıların bazı ilginç ve anlamlı yanlarına değinmek gerekiyor.
İlk Avrupa çapındaki yuvarlak masa toplantısında ilk ve ikinci güne dörder konu dağıtılmıştı.
Katılımcıların ayrı odalarda daha büyük zaman bularak tartışabilmeleri umuluyordu.
Aslında biçim ve konular ile amaç arasında korkunç bir uyumsuzluk vardır. Nesnel koşulların
yanı sıra bu korkunç karmaşa da Birlik Tartışmaları sürecinin önce yanlış hayaller yaymasına
sonra da büyük hayal kırıklıkları yaratmasına yol açmıştır.
Hedef politik bir örgüt ve birlik iken, bu ise ancak teori ve ideoloji temelinde değil, somut
hedefler temelinde sağlanabilecek bir şey iken, ideolojik bir tartışma yapılmaya çalışılmış,
insanların bilimsel argümanlarla doğru görüşleri üstün getireceği gibi bir şeyler
düşünülmüştür.
Bu herhelde kendimize hep “bilimsel sosyalist” dememizle ilgili. Bilim olunca, ikna ve
tartışma ile, teori ile işler çözülür gibi geliyor.
Halbuki bilimsel soyalizme göre, burjuva rasyonalizminin bir kalıntısıdır doğru fikirlerin
insanları ikna edeceği. Aksine insan çıkarlarına aykırı olsa matemetik aksiyomların bile
tartışma konusu olacağını söyler Bilimsel sosyalizm. Birlik imkanlar teorik tartışmayla değil,
somut hedefler, planlar üzerinde yapılabilir. Örneğin enternasyonalizm üzerine bir tartışma ile
birlik kurulamaz, ama örneğin, diyelim ki emperyalist askeri paktlardan çekilme, ulusal
hasılanın belli bir yüzdesini çok yoksul halklara doğrudan verme gibi somut tedbirler üzerine
bir birlik kurulabilir veya kurulamaz.
Aynı mantık toplantıların örgütlenme biçiminde de yansır. Birlik fikirlerin değil, somut
güçlerin birliği olabilir. Sorun karşılıklı olarak çıkarların uygun olup olmadığıdır birleşmek
için. Bu durumda konu gibi toplantının biçimi de, teorik şu veya bu fikrin doğruluğunu
kanıtlamak değil, şu veya bu iş birliğinin hangi koşullarda yapılırsa, nasıl yapılırsa taraflar
için güven verici olabileceği gibi konularndır. Ama tartışmalar bu stilde değil, sanki bir
bilimsel sempozyum biçiminde yapılmıştır. Amac ve yöntemler, konular arasındaki bu
uyumsuzluk Avrupa’da Konularda da görülür. O kadar birlik sözü edenlerin hiç biri örneğin
Program konusunda hiç bir şey yazmamışlardır. Belki en az birlik lafı eden E. Aydınoğlu ve
D.Küçükaydın yazarlar bu konuda. Buna karşılık birlik tartışmalarında birlik için oraya
gelenlerin en çok yazdıkları konu örneğin Günümüz ve Manrksizm gibi neredeyse felsefi bir
konudur.
Aynı çelişki ilk toplantıda da görüldü. İlk gün başka toplantılara adeta giden olmadığından
herkes Günümüz ve Marksizm’e aktı. Yani dayandığı temeli sorguladı. Kafaların soru
arasında M. Sayın, A. Kaçmaz ve Oya Baydar gibi çok bilinen isimler olmasına rağmen üç beş kişi
dinleyici gelmişti. Belki altı ay önce aynı isimlerin bir arada olduğu bir tartışma toplantısını herhelde en
azından bir kaç yüz kişi gelirdi.
36
işaretleriyle dolu olmasının bir işaretiydi bu. Ama ikinci gün aynı kişiler tümüyle taktik bir
sorun olan Birlik Düzlemleri’ne aktı ve yine diğer konular tartışılmadı. Arada program,
güçler, strateji yoktur. İnsanlar marksizmi bile tartışmakta ama diğer yandan da marksistlerin
birliğini istemektedirler. Açık ki politik olarak son derece tutarsız, kendisiyle çelişkili bu
durumun bir nedeni vardır O da psikolojik bir izah olabilir belki. Savaş giden erler düşman
ateşi karşısında dağılacakları yerde korkularından bir araya toplanırlar, kurt dalamış
koyuncuklar gibi ve üzerlerine düşen mermilerin altında daha büyük ölçülerde kırılırlar.
Gerçekte Türkiye’nin sosyalistlerinin bir 1960’lardaki gibi bir programı bile yoktur artık.
Programsız bu sosyalistler, yığınların güvenini de yitirmiştir, 12 Eylül yenilgisini de
görmüştür ve son olarak burjuvazinin dünya ölçüsündeki tarihsel zaferi altında kalmıştır.
Sosyalistlerin birlik partisi, ya da birlik girişimleri toplumun önünde ufuklar açan girişimler
olmaktan ziyade, onları önerenlerin ihtiyaçlarına bir cevap gibi görünüyor. Birlik, birbirine
sokulan askerciklerin davranışına benziyor. Yoksa bu çelişkiler olmazdı. Herkesin belli bir
politika tecrübesi vardır herhalde.
Aslında yapılacak iş, kuzucuklar gibi bir araya toplaşmak değil, “dağılmak” olmalıdır. Bugün
sosyalistler işgale uğramış bir ülkede gibidirler ve artık bir tür “gerilla savaşı” yapmak
zorundadırlar. İşgale uğrayan “ülke” ezilen ve sömürülen insanların ütopyası, sosyalizm
ideali, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealidir.
Son Bocholt Toplantısı
Bu toplantıda artık çok az insan vardı. O ana kadar toplantıları aksamadan götürenlerden bile
dökülmeler başlamıştı. Türkiye’de “reformist” “devrimci” bölünmesi olacağı anlaşılmıştı.
Avrupa’da ise hersin gerekçeleri farklı olmasına rağmen bir bölünme, böyle bir ayrışma
kimse tarafından istenmiyordu pek. Kimi TBKP’liler, kendileri dışındaki radikal solun en
azından bir bölümünü kapsamayan bir partileşme girişiminin ölü doğacağını
düşündüklerinden; kimi TSİP’liler, Türkiye’deki ayrışma’dan sonra TBKP’nin aceleyle bir
parti kurmasından ve kendilerini dışlamasından korktuklarından, kimi Kurtuluşçular
troçkistler ve onlara yakınların ağırlığının olduğu “Devrimci Blok” içinde yer almanın
rahatsızlığından ve bizim gibiler de, soruna basit bir birlik değil, uzun ve karmaşık bir süreç
olan “rekompozisyon”un imkan ve gerekliliği nedeniyle.16
16
Bu toplantıda Türkiye'deki toplantıya iletmek üzerine yukarıda sıralanan farklı gerekçelerle anlaşıldı.
Elbet bizler de yine farlı gerekçelerle bu bildiriyi imzaladık. Bizim için önemli olan, bildiride yer alan "bu
güne kadar gerçekleştirilen tartışmaların bir ayrışmayı haklı ve gerekli kıcacak bir olgunluğa"
erişmediği tesbitiydi. Ancak Türkiye'deki kimi arkadaşlar, bizlerin bu tavrını kendi problematikleri
açısından gerekçeleri üzerine hiç kafa bile yormadan düşündüklerinden oldukça yanlış anlamışlar.
Kimbilir belki ayrı bir gerekçeyle ayrı bir metin yollamamız daha iyi olabilirdi. Bu tavrımızın Kurtuluş'un
tavrının desteklenmesi gibi anlaşıldığı açık. Böyle anlamak ya da böyle anlaşılması gerektiği imajı
vermek herkesin işine geliyor anlaşılan.
37
Bu toplantıda artık teorik tartışma yok, pazarlık vardı. “Sen legal Parti’yi geciktir, biz de
burayı geciktirelim”; “Tamam, biz orayı en az bir yıl geciktireceğiz, ama tartışmalar
dağılmasın.” anlamına gelen pazarlıklar. Her iki tarafın da kendi içindeki çelişkiler karşısında
birbirine ihtiyacı vardı. Biri kendi tarafına dönüp, “bakın adam dağılmaması için gayret
gösteriyor, biz acele edersek, o kötü duruma düşecek” deme olanağını elde ediyor, diğerine
“bakın adam bir yıl geciktiriyor, bu bölünme aceleye gelmesin” deme olanağı veriyordu.
Bizim gibi tümeni olmayanların bu pazarlıklarda elbet söyleyecek ve konuşacak şeyi olmazdı.
Aslında hala böyle işlerin yapıldığını görmek ve seyretmek ilginç oluyordu.
Biz, değişen bir dünyayı kavramak için daha geniş bir perspektifle, örgütlerin artık bir engel
olduğunu falan söyleyenler konuşurken, kimileri ellerini kanat çırpar gibi sallayıp
“uçuyorsun” diye işaret ediyorlardı. Kimin uçtuğunu, yani hayal aleminde yüzdüğünü zaman
gösterecek. Ama hiç olmazsa uçmak sürünmekten iyidir.
Umarız bu kitap aracılığıyla Rekompozisyon denen şeyden kimi taktik uzlaşmaları, kısa vadeli yönelişleri
değil, stratejik, belli bir dönemi kapsayacak bir yeniden mayalanmayı anladığımız anlaşılır ve yanlış
anlamalar bir ölçüde olsun telafi edilebilir. Bu toplantıda yayınlanan ve Türkiye'deki toplantıya yollanan
bildirinin metni Yeni Öncü'nün 23. sayısında yayınlandı. Bir belge olması bakımından buraya da
aktaralım:
Türkiye BTDK Toplantısına
Değerli Yoldaşlar,
Solun belli bir kesiminin ilk kez olarak sosyalizmin sorunları üzerine kapsamlı bir tartışmaya girişmiş ve
hareketimizin canalıcı sorunlarının uzunca bir dönem için ortak gündemimizi oluşturmuş olması, tüm
eksikliklerine rağmen, Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu'nun yarattığı büyük bir kazanımdır.
Bundan sonra, BTDK, kendisini Türkiye ve Kürdistanlı yığınların acil taleplmerini temel alan bir eylem
platformuna dönüştürmeyi ve programatik sorunların olgunlaştırılmasını bir görev olarak önüne
koymalıdır görüşündeyiz.
Kanımızca, bu güne kadar sürdürülen çalışmaların olumlu ögelerinin geliştirilmesi ve zaaflarının
giderilmesiyle sürdürülmesi gereken bu platform birlik girişimlerinin eksenini oluşturmaya devam
etmelidir.
Bi yurt dışında bu çalışmalara katılmış sosyalistler, bu güne kadar gerçekleştirilen tartışmaların bir
ayrışmayı haklı ve gerekli kılacak olgunluğa eriştiği kanısında değiliz. Teorik ve pratik sorunlarda yeterli
bir olgunluğa ulaşmada gerçekleştirilecek bir birlik ve saflaşma kabul etmememiz gereken bir durum
olmalıdır.
Bu en genel değerlendirmelerle, bizler, Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu çalışmalarının hem bir
eylem, hem de bir teorik tartışma platformu olacak sorumlulukla sürdürülmesini öneriyoruz.
Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
Avrupa Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu Toplantısı
7.4.1990
Aydın ENGİN, Dündar ERENLER, Ergun AYDINO LU, Selçuk ERALP, Haydar ERSÖZ, Ahmet
KAÇMAZ, Veysi SARISÖZEN, Yalçın CERİT, İrfan CÜRE, Salih Taner SERİN, ahir SAYIN, Veli CÜRE,
Timur BAYTEK, Ömer ARSLAN, Hamit ÇAYLI, Turan YILMAZ, İlkay Alptekin DEMİR, Orhan KARACA,
Demir KÜÇÜKAYDIN, Oya BAYDAR, Halil TUNCAY, eli GÜZEL, Bülent ULUER, Sinan TEKİN, Ali
TEMEL, Orhan SİLİER"
38
Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, angi Biçimler Altında Ele
Alınmalı?
Başlıkta dile gelen sorunlar, sanırım, tartışmaların gerçekte en zor bölümünü oluşturmaktadır.
Esasında bu sorulara verilecek cevaplar, tartışmaların izleyeceği yolu, kaderini, ufkunu,
dolayısıyla başarısını ya da başarısızlığını belirleyecektir. Ve pek olasıdır ki, muhtemel
ayrılıklar, seçilmiş şu veya bu konudaki farklı görüşler temelinde değil; hangi konuların, nasıl
bir öncelik sırasına göre ele alınması gerektiği noktasında ortaya çıkacaktır.
Türkiye’de çıkan dergilere bir göz atıldığında, tartışmanın, adı konulmamış olmakla birlikte,
tam da bu başlık altında yürütüldüğü, fiilen başladığı görülür. Örneğin TBKP çevresi, bir
legal sosyalist parti örgütlenmesini, temel ve en hayati sorun olarak görmekte, diğer sorunları
bu sorun bağlamında sıralamaktadır. Bir başka örnek olan Yeni Öncü ise, sosyalist demokrasi
sorununu gündemin ilk ve en önemli maddesi olarak tartışmaktadır. Örnekler çoğaltılabilir.
Hangi konuların, nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınacağı tartışması, gerçekte bir
GÜNDEM TARTIÖMASI’dır. Ve gündem tartışması, en önemli, en temel tartışmadır.
En önemli, en temel sorunun veya sorunlar/konular dizisinin ne olduğu, her hareket, çevre,
gelenek için farklıdır. Bu farklılıklar, konular ve onların önceliklerine de otomatikman
yansımaktadır.
Bu durumda sorun nasıl çözülebilir? Herkesin öne çıkarmak istediği sorunlar farklı olduğuna
göre, bir sağırlar diyalogunun ortaya çıkması nasıl engellenip. sol için ortak tartışma konuları
belirlenebilir? Çözülmesi gereken sorun budur.
Kanımızca, bizzat başlık, ayrılıklarda ortak olanı vermektedir bizlere. Öu veya bu
konuların, şu veya bu öncelik sırasına göre tartışılması önerileri, gerçekte, hangi konular, nasıl
bir öncelik sırasına göre ele alınmalı sorusuna verilen cevaplardan başka bir şey değildir.
Diğer bir deyişle, tek tek konular gözönüne alındığında, en azından bir konu ve öncelik
ortaklığı bulmak mümkün değildir ama, tüm bu ayrılıklar, aynı ortak soruya cevaptır: Hangi
konular nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınmalı; gündem ne olmalı?
Türkiye Solu’nun 1960’larda ortak tartışma konuları ve öncelikleri vardı. Bu, her ne kadar
çarpılmış ve bir takım yalnış varsayımlara dayanıyorduysa da, işin bu yanı sarfı nazar edilirse,
ortak konu: Türkiye’de Program ve Stratejinin ne olacağıydı. Osmanlı Toplumunun yapısı
veya Çin/Sovyet ayrılığı gibi, konuyla en ilgisiz gibi görünen tartışmalar, bu tartışma içinde
vardılar ve bu tartışma içinde anlam kazanıyorlardı. Bu dönem, tam da bu nedenle, Türkiye
Sol Hareketi’nin en verimli dönemini oluşturuyor.
12 Mart döneminden sonraki yığınsallaşma ve bölünmeler dalgasında, solun ortak tartıştığı bir
konu kalmamıştı. Her eğilim, gelenek, hareket, örgüt, kendi dayandığı öncüller ve varsayımlar
39
çerçevesinde, kendi özel jargonuyla, kendi iç tartışmasını yaşıyordu.
Bugün tartışmalar yeniden başlarken, geçmişin bu yükünün hala büyük belirleyici önemi
olduğu unutulmamalıdır. Aslında giderek ortaya çıkan bir ortak tartışma eğilimi, her eğilimin
giderek ortaya çıkan ortak konuları tartışmasının kendiliğinden bir sonucu olarak ortaya
çıkmıyor; her eğilimde ortak bir tartışma yürütülmediği takdirde, öne çıkan sorunların
aşılamayacağının sezilmesinden doğuyor. Ortak bir tartışma yürütme ihtiyacının sezilmesi,
ortak tartışma konularını ve önceliklerini otomatikman yaratmıyor, ama fiilen, hangi
konuların nasıl bir öncelik sırasıyla ele alınması gerektiği ortak tartışmasını yaratıyor. Diğer
bir deyişle, Türkiye Solu’nun bugün bir ortak ve önceliği olan bir fiili tartışma konusu vardır
ve bu konu, hangi konuların nasıl bir öncelik sırasına göre tartışılması gerekitği tartışmasıdır.
Çeşitli bakımlardan, tekrarlar pahasına bu tesbiti yapmak ve vurgulamak kanımızca çok
önemlidir, çünkü bundan çıkan sonuçlar tartışmanın seyrini belirleyecektir.
Konuların ve sırasının tesbitinde, bir komisyonun, öneri olarak gelen farklı konular ve konular
sırasını ele alıp, bunlar içinde ortak olanları başa almak veya bir ondan bir bundan diyerek
veya başka bir şekilde bir konular silsilesi çıkarması, fiilen eklektisizme, sistematiksizliğe,
ortak bir tartışma olanağının ortadan kaybolmasına yol açar. Tartışılması gereken en temel
konunun, yani hangi konuların nasıl bir öncelik sırasıyla tartışılması gerektiği tartışmasının,
tartışılmadan üzerinden atlanması yolunu açar. Ve tam da atlanıldığı için, bu sorunun aşılması
olanağını ortadan kaldırıp, her tek konuda, bilinçsizce, o konular bağlamında bu sorunun
adının konulmadan tartışılması, daha doğrusu tartışılamamasının yolunu açar.
Kanımca, başlıkta dile gelen sorun, bir “komisyona havale” edilemeyecek kadar önemli bir
sorundur. Edindiğimiz izlenime göre, komisyon ya da çağırıcılar kurulu, hangi konuların,
hangi sırayla tartışılması gerektiği konusunu, teknik bir sorun olarak görme ve ele alma
eğilimindedir. Kanımca bu sorun, hiç te teknik bir sorun değildir, tartışmaların temel
programatik sorunudur. Gündemin ne olacağına, çağrıcılar kurulu veya bir komisyon,
kendisi karar vermeye kalkmamalı, o sadece bu gündem tartışmasını açmakla, bunun teknik
hazırlıklarıyla ilgilenmelidir. Diğer bir deyişle, kurul ya da komisyon, bir ortalama bularak ya
da kendi anlayışına göre bir konular dizini çıkarmamalı, ama hangi konuların nasıl bir sırayla
ele alınması gerektiği tartışmasını açmalıdır. Ve bu tartışma, en geniş katılımcıyla yapılıp,
her öneri, her görüş en yetkin temsilgileriyle bu tartışmada yer almalıdır.
Bu yapılmadığı takdirde, bileşimi büyük ölçüde tesadüflere bağlı olarak belirmiş ve
tartışmalara katılmak isteyen solun önemli bir kısmının yer almadığı kurul, kendi yetkisinin
sınırlarını aşmış, tartışmaların manüple edildiği zilenimi Avrupa’daki solun en azından bir
kesiminin arasında yaygınlaşmış ve derinleşmiş, ortaya çıkmasına çok önem verilmesi
gereken güven ortamı yaratılamamış, kuşku ve güvensizlik tohumları ekilmiş olacaktır.
O halde, benden öneri getirmem istenen, “Hangi konular, nasıl bir öncelik sırasına göre, hangi
biçimler altında ele alınmalı?” sorusuna cevabımı şöyle formüle ediyorum: Hangi konuların,
nasıl bir öncelik sırasına göre hangi biçimler altında ele alınması gerektiği konusu
gündemin ilk maddesi olmalıdır. Somut olarak, ilerde konuların ve sıranın ne olacağı,
40
aceleye getirilmeden, en geniş dinleyici ve tartışmacı katılımıyla, her farklı görüşün en
yetenekli temsilcileri aracılığıyla temsil edildiği, kimsenin zaman ya da olanak olmadı
diye bir şikayet olanağının olmadığı bir tartışmalar dizisi biçiminde yapılmalıdır. Ancak
bu tartışma hakkıyla tüketildikten sonradır ki, ortaya çıkan eğlimlere, sonuçlara göre, bir
konular ve öncelikler dizini geliştirilebilir.
Türkiye’de bu tartışmanın böyle konulup yapılmaması yüzünden, tartışma konuları olarak
belirlenenler, bu gündem tartışması yapılmadan belirlenecek konu başlığı ya da sıralarının
nasıl eklektik, iç bağıntıdan yoksun olabileveğini göstermektedir. Alt alta sıralanmış birtakım
konular vardır, ama bu konular arasında hiçbir organik ilişki, bir mertebeler silsilesi yoktur.
Aynı hatayı işlemekten kaçınmalı ve Türkiye’deki arkadaşara başka bir örnek aracılığıyla
olumlu yönde etkileyici olmalıyız.
Türkiye’de tesbit edilen konular bildiğim kadarıyla şöyle: 1) Devrim - Demokrasi, 2) Global
Sorunlar, 3) Türkiye’nin Yapısı, 4) Enternasyonalizm, 5) “Doğu” sorunu, 6) Program, 7)
Birlik/Parti.
İlk beş konu aslında bir program tartışmasının çeşitli alt başlıklarından bazılarını -hepsini
değil- oluşturur. Bu durumda ayrıca bir “Program” (6) başlığı ya bunun kavranamadığını, ya
da Program’dan ayrı bir şey, örneğin bir program metni anlaşıldığını gösteriyor.
Her biri bir program tartışmasının alt başlıkları olabilecek konular bile bir mantıki veya
tarihsel bir öncelik sırasından yoksun. Örneğin “Global Sorunlar” ya da “Enternasyonalizm”
gibi çok daha genel sorunlar tartışılmadan, “Türkiye’nin Yapısı” gibi bir sorunu da arada, ya
da önce tartışmak bir sistemsizliğin, teğellemeciliğin ifadesinden başka bir şey değildir.
Eleştiriler derinleştirilebilir. Sadece bir fikir vermek ve aynı hataya düşülmemesi için
örneklemekle yetiniyoruz.
Yukarıda yaptığım önerinin kabul edilmemesi ve tüm itirazlara reğmen bir takım konu
başlıkları ve sırasının kurulca belirlenmesi olasılığına karşı, hiç olmazsa bunun en az yanlışla
yapılabilmesi için, konuları belirleme ve sıralamada gözetilmesi gereken ilkeleri ve bu
bağlamda kendi önerilerimi kısaca belirtmek istiyorum.
Önce belirlenmesi gereken şudur: konular sırası genelden özele doğru gitmelidir. En genel,
en temel sorunlardan, dayandığımız en tmel varsayımlardan, onların tartışılmasından
başlanmalı, giderek daha özel sorunlara varılmalıdır. Diğer bir ifaeyle Amaç’tan, Güçler’e
Yollar’a ve Araçlar’a doğru, yani Program, Strateji, Örgüt ve Taktik ana halkalar tarzında bir
yol izlenmelidir.
Türkiye’de çıkan sol dergiler incelendiğinde tartışmaların fiilen tersinden gittiği
görülmektedir. Taktikler (Legal Parti) ve Örgüt Biçimleri’nin (Kanatlı Parti vs.) önce
tartışıldığı; bugün tartışmaların ağırlığının bu noktada yoğunlaştığı, Program ve Strateji
tartışmalarının (Yeni Öncü’deki Sosyalist Demokrasi tartışması hariç tutulursa) gündeme
henüz gelmediği, bu sorunların zaten hallolmuş olduğu varsayımının güçlü biçimde yer ettiği
görülür.
41
Program ve Strateji sorunları daha öze ilişkin olduğu, daha yüksek bir bilinç ve bilgi
seviyesini gerektirdiği için insanların bilgi sürecinde, somutta, sonra ortaya çıkmakla birlikte,
tam da bu nedenle, başta tartışılması gereken konulardır. Bütün bölünmelerin tarihi şunu
gösterir ki, tartışmalar ve ayrılıklar önce taktik ve örgüt sorunlarıyla başlar, ancak tartışma
gelişip, mantık sonuçlarına vardıkça, taktik ve örgüt düzeyindeki ayrılıkların gerçekte
programatik ve stratejik ama çoğu kez bilince çıkmamış ayrılıkların ifadesi olduğu görülür.
Ama her zaman , her bölünme ve herkes bu mantık sonuçlarına ulaşamaz. Bazan bu
sonuçlardan korkulduğu için, bazan gerekli birikim ve genelleme yeteneği yetersiz kaldığı
için taktikler ve örgüt sorunlarının çerçevesini aşamayabilir; orada takılır kalır.
Bu nedenle, tartışmaları gerçekte taktik ve örgüt alanına giren sorunlarla ve sınırlayan ve
bunlara öncelik tanıyan bir eğilimin güçlü baskısı daima var olacaktır. Örneğin Türkiye’deki
tartışmalarda TBKP çevresinden bazıları, gerçekte taktikler düzeyine ilişkin bir konu olan
yasal parti konusunu başa almak, program ve strateji tartışmalarını ise, sanki esasta anlaşılmış
gibi, bir program metni tartışması düzeyine indirgemek ve örneğin “Sosyalist Demokrasi”
tartışmasından ısrarla uzak durmak istiyor. Ama bu baskıya karşı direnmek, programatik ve
stratejik sorunları başa almak gerekmektedir. Bunun tek yolu da yukarıda önerdiğim konu ve
biçimdir.
Ancak Program ve Stratejinin başa alınması da yetmiyor, çünkü Türkiye Solu’nda program ve
strateji denilince, Türkiye’ye ilişkin bir program ve strateji, o da 1960’lardaki tartışmalar ve
onların varsayımları çerçevesinde anlaşılıyor. Türkiye Solu, aşırı mesiyanist, ben menkezci,
Türkiye’ye dünyadan değil ama dünyaya Türkiye’den bakar bir anlayıştadır. Bu nedenle de
marksist tartışmaların uluslararası standartlarına ulaşamamakta, dünya sosyalist
entelijansiyasının organik bir parçası olamamakta, ulusal dar görüşlülüğü içselleştirmiş
bulunmaktadır. (Örneğin “Enternasyonalizm” başlığı bir tartışma konusu olarak tesbit
edilmiş. Bu enternasyonalizmin içselleştirilemediğinin bir ifadesidir. Konular öyle olabilirdi
ki, enternasyonalizm, ayrı bir başlık olmadan kabul edilmiş ve hazmedilmiş ortak bir
varsayım olarak onların mantığı gereği olabilirdi.)
Program ve Strateji sorunu dünya bağlamında, dünya tarihsel gelişmelerin ve tecrübelerin
ışığında ele alınmadıkça, sırf Türkiye ile sınırlı bir program ve strateji tartışması son derece
kısır kalmaya ve ulusal dar görüşlülükle malul olmaya mahkumdur.
Sadece, işçi sınıfı dünya tarihsel bir sınıf olduğu ve ancak dünya ölçeğinde bir sınıf olabildiği;
tek tek ülkelerin işçilerinin kelimenin gerçek anlamında işçi sınıfı değil; onun belli bölükleri,
zümreleri olduğu; sosyalizmin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşebileceği; hele bugün insanlık
ekolojik ve nüklear bir katastrofa doğru son hızla ilerlerken, tek bir ülkenin kurtulmasının
olanaksız olduğu; tek bir ülkenin proletaryasının asli görevinin kendi ülkesini “kurtarmak”
değil, -zaten bu olanaksızdır- “Dünya Proletaryasının zaferine azami katkı” olduğu için değil,
ama aynı zamanda Türkiye Sosyalistlerinin sırtında sadece Türkiye’ ye ilişkin günahları değil,
en azından 70 yıllık dünya tarihsel günahlar da bulunduğu için, program tartışmasını dünya
tarihsel gelişmelerin ve tecrübelerin ışığında yapmak zorundayız.
42
Türkiye sosyalist entelijansiyasının, bir zamanlar Marx-Engels’in övünerek söyledikleri ve
Bolşeviklerin fiilen öyle oldukları gibi, kafalarıyla kozmopolit dünya vatandaşları, dünya
sosyalist entelijansiyesinin bir parçası olmaları; dünya tarihsel düşünme alışkanlığını
edinmeleri gerekmektedir.
Dünya ölçüsünde sosyalizm ideali, bu programın tarihsel tecrübeler ve eleştiriler ışığında
yeniden ele alınması, tartışmaların ilk gündem maddesi olması gerekmektedir. Bu düzeydeki
bir program tartışması sadece ulusal dar görüşlülüğü yıkmakla kalmaz, ama aynı zamanda,
tarihsel maddeciliğin en temel kavramlarının da tartışılmasının yolunu açar ve onları daha iyi
kavramamızı ve hazmetmemizi sağlar.
Böyle bir gündem maddesi, bizlere uluslararası sosyalist entelijansiya ile ortak tartışma
konuları sağlar. Örneğin “Üretici Güçler tarafsız mıdır?”, “Programımız sadece üretim
ilişkileri ve siyaset alanını kapsamakla yetinebilir mi?”. Bu bağlamda örneğin yapı - işlev
kategorileri vs. gündeme gelecek, bir bakıma felsefi birikimsizliğin aşılması yoluna
girilebilecektir.
Yine program sorununa bağlı olarak, dünya ölçeğinde güçler, yani strateji sorunu ele
alınmalıdır. Bu iki bağlamda ele alınabilir: işçi sınıfının yapısındaki değişmeler ve Yeni
Sosyal Hareketlerin İçi Hareketiyle ilişkileri bağlamında. Bundan sonra bunların örgüt teorisi
bakımından sonuçları tartışılmalıdır. Ancak bütün bunlardan sonradır ki, özel olarak Türkiye
bağlamında tekrar program, strateji, örgüt ve taktik problemlerine aynı öncelikler sırasıyla
girilmelidir.
Önceliğin dünya ölçeğinde koyulması, bir de yan ürün sağlayabilir. Türkiye’deki dergilere
dikkat edildiğinde, Dev-Yol geleneğinin bazı unsurlarının bu tartışmaları gündemlerinin
başına aldığı görülmektedir. Bilindiği gibi Dev-Yol geleneği, solda yürütülen girişimlere uzak
durmakta, biraz da kendini beğenmişlik ve küçümsemeyle bakmaktadır. Sorun böyle
koyulduğu takdirde, bu çevreler de tartışmaların içine çekilebilir ve onların kendilerini dışta
tutmalarını haklı görmelerinin yolu tıkanabilir.
Tartışmaların nasıl bir biçim ve biçimler altında yapılması gerektiği sorununa gelince. Bu
konudaki önerilerimi şöyle özetleyebilirim:
Son Frankfurt toplantısındaki tartışmaların verimsizliği ve katılımın yüksekliği, sanki yüksek
katılımla verimsizlik arasında doğrudan bir ilişki olduğu kanısını bazı çevrelerde uyandırdı.
Giderek, verimsizliği aşmanın yolu olarak, katılımın sınırlanması ve sorunların esas olarak
özel uzman komisyonlarında tartışılması yönünde bir eğilimin ortaya çıkmasına yol açtı. Ya
da en azından böyle bir izlenim edindim. Kanımca aksaklığın nedenlerinin tesbitinde
yanılınmakta ve çok daha tehlikeli hastalıklara yol açabilecek yöntemler önerilmektedir.
Frankfurt’taki tartışmaların verimsizliği katılımın çokluğundan değildi. Konunun seçimi
kadar, rapor vermesi gereken konuşmacıların konuşmaları ve toplantının mahiyetine ilişkin
informasyonun önceden yeterince verilememiş oluşu ve gelenlerin bu nedenle farklı
beklentiler içinde oluşları bu verimsizliğe yol açtı.
43
Konu, yani “Türkiye ve Kürdistan’da Durum”, taktik düzeyde görevleri belirlemeye yönelik
olarak bir anlam ifade eder. Ama bu da, program, strateji ve örgüt düzeylerinde ortaklığı ya da
en azından belli başlı farklılık noktalarının bilindiğini varsayar. Halbuki bu ön koşul ortada
yoktu. İster istemez, bu genel sorunlar öne geçiyordu.
Konuşmacılar, ki önceden hazırlanmış olmaları gerekirdi, tesbit edilen konuda konuşmadılar;
hepsi kendi kafasındaki sorunları anlattı ve böylece daha sonra söz alanların da, kendi
kafalarındaki sorunları, gündemi değil, anlatmalarına yol açtılar. Eğer ilk beş konuşmacı,
ciddiyetle hazırlanmış raporlar sunsalardı, muhakkak ki sonraki tartışmacılar da kendilerini bu
alanla sınırlarlardı. Toplantının çoğunluğu bu olgunlukta olduğunu göstermiştir.
Verimli çalışmanın yordamı, birtakım ihtisas komisyonları kurmak ve esas tartışmaları orada
yapmak olamaz. Eğer herkes aynı konsepte ve öncelikler dizisine sahip olsa, örneğin aynı
programı, stratejiyi, örgüt anlayışını benimsemiş bir örgütün üyeleri olsa, özel çalışma
grupları belli bir verimlilik sağlayabilir. Ancak, bunlarda hiç bir ortaklığın olmadığı bir
girişimde, çalışma grupları önerisi, manüplasyona son derece açık kalır.
Kanımca, tartışmalar, en geniş yığınsal dinleyici katılımıyla, varolan değişik temel görüşlerin
hepsinin katılmasıyla, o görüşlerin en iyi savunucularının katılmasıyla, genel sorunlardan
özele doğru gidilerek yapıldığı takdirde verimli ve ilerletici olabilir. Bu tarz bir tartışma,
sonradan daha sınırlı zaman aralıklarında sorularını, sorunlarını ya da eleştirilerini iletecek
dinleyiciler topluluğunun eğitimine büyük oranda yarıyacağı gibi, bu dinleyiciler kitlesi de
eğilimlerini belirtme, konuşmacıları eğitme hakkını ve görevini gerçekleştirmiş olacaklardır.
Önerilerim kısaca bunlardan ibarettir.
Demir Küçükaydın
8.Ekim.1989
Program Anlayışları
Bizde “Program” deyince bir çok devrimcinin kafasında canlanan bir Program Metni’dir.
Program’ı Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bir program tartışmasını daha baştan bir
çıkmaza sokabilmektedir. Gerçekte bir Program Tartışması ile bir Program Metni Üzerine
Tartışma bambaşka sorunlardır.Program Metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program
anlayışında, aynı teorik temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan
görüşlerin nasıl formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu bir bakıma biçim sorunudur.
Biçimin, üzerinde anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği
sorunudur. Bu alandaki karışıklığın son örneği, TBKP’nin son program taslağı üzerine
yürütülen tartışmalardır. Gerçekte Teori, Çözümlemeler ve Program Anlayışları temelinde
yapılması gereken bir tartışma bir Program Metni tartışmasıymış gibi yürütülmekte
tartışmalar boyunca farklı kategorilerden sorunlar sürekli birbirine karışmaktadır.
O bakımdan, program sorununun sosyalistler arasında tartışılıp bir sonuca varılabilmesi, en
azından iki aşamaya ayrılabilir: birinci aşama öze ilişkindir, nesnel toplumsal yasalar ve
koşullar ışığında devrimci tarihsel görevleri ve güçleri belirleme; ikinci aşama üzerinde
anlaşılan görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. Bir
programı herhangi bir metinden ayıran, programı program yapan özelliklerin neler olduğu ve
olması gerektiği bu ikinci aşamaya ilişkin bir sorundur. Örneğin bir program metninin bir
“ilkeler deklerasyonu” ya da bir “durum yargılaması” olmaması gerektiği gibi.
“Program Anlayışları” başlığı ile kastedilen eğer “Program Metni Anlayışları” ise örneğin,
gerçekten böyle bir tartışma yapılması gerekir. Türkiye’deki sosyalistlerin bu güne kadar
program olarak ortaya çıkardığı metinlere bakılacak olursa, böyle bir tartışmanın da çok
yararlı olacağı görülebilir.
Ancak, ondan önce tarışılması gereken program metni anlayışları değil, program
anlayışlarıdır. Bu nedenle bir program metninin taşıması gereken nitelikler sorununa burada
girmek gereksiz. Ama biraz geçerayak olsa da program ile program metninin dayandıkları
farklı ilkelere kısaca değinmek gerekiyor.
Bir Program ile bir program metninin dayandığı ilkeler arasındaki fark ve ilişki en tipik
örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman
İdeolojisi, Marx ve Engels’in Tarihsel Maddeciliği ilk kez açıkladıkları ve sosyalizm
amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları eserdir. Komünist Manifesto’da
ise, Tarihin Maddeci açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil, uygulanması)
bir program gerekçesi halindedir. Komünist Manifesto’da öğretinin bir açıklaması yer almaz,
buna karşılık somut olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi’nde ise teorinin bir açıklaması
vardır ama talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır, Manifesto tümden gelir. Alman
İdeolojisi olmadan Manifesto olamazdı, ama Manifesto olmadan pekala Alman İdeolojisi
olabilirdi ve olmuştur da. Program, bir teorinin açıklanması değil, uygulaması, dökümü,
45
45
sonucudur. Ama çok özel bir sonuç.
Bir hareket bir teoriye dayanabilir, ama sınırları belli bir örgüt, bir parti bir teoriyle
kurulamaz, kurulmaya çalışılırsa ortaya sektlerden başka bir şey çıkmaz. Çünkü modern
toplumda milyonlarca insanı örgütleyen ve bayrağı etrafında toparlayan partiler olmadan
hiçbir köklü değişiklik başarılamaz. Böyle partiler ise üyelerini ideolojik kriterlere göre
değil, somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler. Amaçlardaki ortaklık çoğu kez ideolojik
bir ortaklığa tekabül etmez. Örneğin bir papaz ya da müslüman program ve tüzüğü kabul
ediyorsa, bunları savunuyorsa pekala bir parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için marksizmi
benimsemesi istenemez. İnanç ve program arasında bir çelişki varsa bu kişinin kendi iç
çelişkisidir, politik bir ayrılık konusu oluşturmaz bu bağlamda.
Bu bakımdan somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen insanların
ortak amaçlar etrafında birleşebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Aksi takdirde
teorik tahlillerle, prensipler deklerasyonlarıyla sınırlar çizilmeye kalkılır ki, bu hem
ezilenlerin mücadelesini böler, hem de sınırlar çizmek olanaksız hale gelir.
Tüm bu nedenlerle, bir metin olarak program, özel bir metindir. Bu metnin taşıması gereken
özelliklerin neler olduğu klasiklerde yeterince bulunabilir.
Bu durumda “Program Anlayışları”nı “Program Metni Anlayışları” olarak sınırlamak, gerçek
sorunun gözden gizlenmesinden başka bir şeye yaramaz; çünkü genel olarak program
konusunda son derece köklü anlayış farklılıkları vardır.
Programın nesnel durumun bir çözümlenmesine dayanması gerektiği en azından biz
marksistler için bir aksiyom durumundadır. Marx-Engels Alman İdeolojisi’nde şöyle
yazıyorlardı:
“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre
düzenlenmek zorunda olacağı bir ilişkidir. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek
tarihsel harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen varolan öncüllerden
doğarlar.” 17
Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin programı varolan toplumdaki kötülüklere,
eşitsizliklere duyduğumuz tepkiye değil, nesnel duruma ve harekete dayanmaktadır. Yani
sadece daha güzel, daha insancıl bir düzen olduğu için değil, toplumun gelişme yasaları onu
mümkün ve gerekli kıldığı için de sosyalizm istiyoruz. Ve aslında yakından bakılınca, gerçek
tarihsel hareket sosyalizmi mümkün ve gerekli kıldığı içindir ki, ortadaki olanaklarla gerçek
durum arasında bir çelişki olduğu içindir ki, bu toplum bizlere akıl, ahlak dışı, kötü
gelmektedir.
Ama burada program anlayışı alanında tartışılması gereken şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır:
Eğer gerçek tarihsel hareketin sınıfsız bir toplum için henüz gerekli koşulları oluşturmadığı
kanıtlanırsa sosyalistler kapitalizmi yıkma mücadelelerini erteleyip veya ondan vaz geçip
17
Marx - Engels, Seçmeler,C.I., s.42.
46
46
koşulların oluşmasına katkıda bulunmak veya beklemek durumunda mı olmalıdırlar? Objektif
durumun bir tahliline dayanmak başka, objektivist olmak yine başkadır. Sınıflı her toplumda
ezilenler ve onların mücadeleleri vardır ve burada sorun bu savaşta hangi tarafta olunacağıdır.
Reformizm daima köklerini bu tür bir objektivizmde bulur. “Madem ki olgun değil, bari şu
kadarcığına ulaşalım” diyerek savaşta ezenlerin yanında yer tutarlar.
Bir ülke söz konusu olduğunda, program anlayışı farklılıklarının nasıl tezahür ettiğini görmek
için Türkiye Devrimci Hareketi’ni ele alalım.
l960’larda Türkiye Solunda yürütülen program ve strateji tartışmaları solun bugüne kadar
süren topoğrafyasını belirlemiştir. Bu tartışmada iki tarafın da esas amacı en, azından formel
olarak, sosyalizm idi. Keza her iki taraf da ülkenin nesnel durumundan hareketle bir program
geliştirmek gerektiği varsayımını paylaşıyordu. Bu ortaklıklardır ki, ülkenin tahlili ve
program üzerine bir bölünmeyi mümkün kılıyordu. Bu tartışmada “Sosyalist Devrim” diyen
TİP Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu, “Demokratik Devrim” diyen MDD ise yarı
feodal bir ülke olduğunu söylüyordu18
. Ancak yakından bakılınca tarafların bir üçüncü ortak
varsayımı daha paylaştıkları görülür. MDD’ye göre eğer Türkiye kapitalist ise TİP’in yaptığı
gibi sosyalist devrimi önermek son derece doğrudur. Yani TİP’in yanlışı metodolojik değil
olgulara, nesnel durumun tahliline ilişkindir. Aynı kabuller tersinden TİP için geçerlidir.
Ülke yarı-feodal olsa Demokratik taleplerle sınırlı bir program gerekecektir. MDD’nin
çıkarsaması değil durumu tahlili yanlıştır.
Dikkat edilirse iki tarafın da aynı tarih ve evrim kavrayışına dayandığı gürülür: toplumlar
sırasıyla belli aşamalardan geçerler ve / veya geçmelidirler. Bu metodolojik yanlışın kökleri
tipik ilkel, köleci, feodal sıralamasına dayanmaktadır.
Ortak bir diğer kabul de üst üretim biçiminin alt biçimleri tasfiye ettiği ve edeceğidir.
Tartışmada bu ortak kabulleri sorgulayan hiç bir tez yer almamıştı. Yani kimse çıkıp da,
“tam da Türkiye’de feodal kalıntılar çok güçlü olduğu için, devrim sosyalist bir karaktere
sahip olacaktır”, veya “Türkiye kapitalist bir ülke olduğu için kapitalizm öncesi biçimler
güçlüdür” önermesini19
ortaya atmamıştır.
Ama ortaklıklar sadece bunlardan ibaret de değildi. Her iki taraf da Türkiye’de ya da herhangi
bir ülkede sosyalist bir toplum kurulabileceği varsayımına dayanıyordu. O zamanlar kimse
çıkıp da, “sınıfsız bir topluma ancak dünya ölçeğinde varılabilir. Bizler dünya çapında
sosyalizmin zaferi için ülkemizde azami olarak neler yapabileceğimizi tartışmalıyız” tezini
18
Burada konuyu dağıtmamak için TİP'in sosyalizmden anladığının, MDD'nin Demokratik Devrim
talepleriyle özdeş olduğunu bu anlamda bir adlandırma tartışmasının söz konusu olduğunu ve aslında da
program tartışmasının bir önceden belirlenmiş stratejileri olumlama tartışması olduğunu göz ardı
ediyoruz.
19 Dr. Hikmet Kıvılcımlı hariç. O Finans Kapital egemenliğinin Tefeci Bezirganlıkla girdiği ortak yaşam
ilişkisini ve bu kapitalizm öncesi formu güçlendirişini daima vurgulamış ama bu metodolojik seviyeden
çok uzak olan Türkiye Solu onun ne dediğini dahi anlama yeteneği gösterememişti.
47
47
savunmamıştır.
Ve nihayet her iki taraf ta, gelecek topluma yönelik programın üretim bölüşüm ve tüketim
ilişkileri yani ekonomi ve devlet alanıyla sınırlanması gerektiği, ama örneğin günlük hayat
alanının, özel olanın programda yerinin olmadığı gibi ortak anlayışlara sahiptirler.
Bu varsayımlar Türkiye solunun bütün bölünmelerinde tarafların paylaştıkları varsayımlar
olagelmişlerdir. Bugün örneğin Yeni Öncü çevresi tarafından gündeme getirilmeye çalışılan
“Sosyalist Demokrasi” tartışması bile bu varsayımlara dayanılarak yürütülebilir ve bu
varsayımları tartışma konusu yapmaz. Bu anlamda metodolojik düzeyde eski bölünme
çizgileriyle aynı program anlayışını paylaşır.
Türkiye solunun bu eski varsayımlar çerçevesinde bir birleşmesi olsa bile böyle bir birleşme
ne çağın sorunlarını, ne yeni güçleri kavrama yeteneği gösterebilir; ne de mücadeleye yeni bir
soluk verebilir. Türkiye Solu’nun gerçek ihtiyaç duyduğu, uzun vadede ona yeni bir canlılık
ve hız verebilecek şey: eski varsayımlarla ve onlara dayananlarla bir bölünmedir. Bu
bölünme son duruşmada farklı program anlayışlarına, yani tarihsel maddeciliğin farklı anlayış
ve yorumlarına dayanacaktır. Yani “Komünist Manifesto”muzu yazabilmek için önce “Alman
ideoloji”mizi yazmamız gerekiyor; diğer bir deyişle, eski program anlayışıyla kopuşmamız;
Tarihsel Maddeciliğin daha derin bir kavrayışına ulaşmamız gerekiyor. Ve bu sadece
Türkiyedeki sosyalistlerin değil, dünyadaki bütün sosyalistlerin altından kalkmak zorunda
oldukları bir görev.
Temel tezimiz şudur: solun bugünkü topoğrafyasının oluşumuna yol açan bölünmelerin
dayandığı varsayımlar yanlıştır ve bu yanlışlık bağlamında o bölünmelerin tümü bugün artık
anlamsızdır.
1. Toplumlar düz bir cizgiyle belli aşamalardan geçmezler. Tarihta bunun bir tek örneği bile
yoktur, eşitsiz ve kombine bir değişim bütün tarih boyunca egemen biçimdir.
2. Kapitalizm diger üretim biçimlerini ve eski biçime ait sınıfları, bölünmeleri, baskı
biçimlerini gelişimi ölçüsünde otomatik olarak tasfiye etmez, hatta aksine onları aynı
zamanda güçlendirir. Onlara bağımlı hale gelir. Onlar da kapitalizme. Ve böylece kapitalizm
saf bir kapitalizm olmaktan, eski biçimler de klasik eski biçimler olmaktan çıkar ve bambaşka
karmaşık bir sistem oluştururlar. Bu durum değişik görev ve güçlerin ortaya çıkmasına yol
açar.
3. Bir tek ülke sınırları içinde sınıfsız bir topluma ulaşmak mümkün değildir. O halde
program tartışması nasıl bir dünya için savaşılacağı tartışması olarak yürütülmelidir. Ancak
bundan sonradır ki, bir ülke içinde bu amaca ulaşmaya azami katkıda bulunmak için neler
yapmak gerektiği, yani ülkeye ilişkin bir devrim programı tartışmasına girilebiir.
4. Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl
sınıfsız topluma ulaşmak için varolan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde
bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü
toplum biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı
48
48
taslaklaştırmalıdır.
Bu program anlayışını tartışmak gerekiyor. Bu temelde yürütülecek uzun vadeli bir tartışma,
hem uluslararası sosyalist teorik birikimin özümlenmesi, ulusal dar görüşlülüğün aşılması;
hem edinilmiş daha gelişmiş kavramsal araçlarla dünya ve ülke gerçekliğinin daha derinden
kavranması; hem de bu birikim temelinde bütün güçleri kapsayabilecek devrimci bir
programın ortaya çıkmasını sağlayabilir.
Demir Küçükaydın
25.01.1990. Hamburg
Marksizm ve Günümüz Dünyası
Geçenlerde bir burjuva politikacısı “Marx öldü, İsa yaşıyor” diyordu20
. Bir burjuva gazetesi
“Komünizmin sonu mu, ya şimdi!” diye bir soruşturma düzenliyor21
. “İdeolojilerin Sonu” ilan
ediliyor. Fransız Sosyolog Alain Touraine “İnsan Hala Solcu Olabilir mi?” diye soruyor ve
Le Monde’da yayınlanmış bu makale solcu bilinen TAZ tarafından çevrilip yayınlanıyor.
Ama daha bunlar bir şey değil. Ezilmiş insanlar, uluslar marksizme karşı, ulusal ve dinsel
bayraklar etrafında ayaklanıyorlar. Bu ayaklanan insanların dilinde “Marksizm”, “Komünist”,
“Komünizm” baskının, zorbalığın, imtiyazların sembolü olarak kullanılıyor ve nefretle
anılıyor.
Bütün bu artık kanıksadığımız görüntüler on yıl önce en atılgan hayal gücünün bile sınırlarını
zorlardı. Yığınlar ayaklarıyla marksizm adına bağlı rejimlere, partilere karşı oy verirken hala
marksizmden söz etmek garip olmuyor mu?
Marksizm de bütün büyük dinler gibi dünyayı, haksızlığı, onun nedenlerini , ondan kurtulma
olanaklarını ve yollarını tanımlayan bir öğreti idi ve ancak islamiyetin yayılma hızıyla
kıyaslanabilecek bir çabuklukla ezilenlerin, sömürülenlerin beyinlerinde ve yüreklerinde yer
etmişti. Öimdi ise yine aynı yığınlar islamın ya da kilisenin ya da ulusal kahramanların
bayrağı altında, haksızlığa uğrayanlar adına yola çıkmış bu öğretinin imtiyazlı taraftarlarına
karşı ayaklanıyorlar. Kilise kadar olsun yığınlarla bağlarını koruyamayan bu öğretiyi daha
fazla ciddiye almanın bir anlamı var mı?
Evet, ilk bakışta böylesine umutsuz bir durumda Marksizm. Öte yandan sadece ezilen yığınlar
da değil, marksizm adına bağlı olduğunu söyleyen partiler de birbiri peşi sıra pazar
ekonomisinin faziletlerini keşfediyorlar.
Ancak, bütün bunların hiç birisi Marksizmin insanlığın kurtuluşu için tek geçerli öğreti
olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Değiştirmiyor çünkü yine marksizm adına, o öğretiyi
savunarak, birtakım insanlar canları bahasına, marksizm adına yapılan o işlerin marksizmle
bir ilgisinin olmadığını söylediler, eleştirel ve ezilenlerden yana olan tavrını korudular ve çok
önceden, aşağı yukarı olayların böyle gelişeceğini öngördüler22
. Tarihsel materyalizm
kendisinin bilincinde olan bilimdir, yani kendi kaderini de açıklama yeteneğindedir. Bütün bu
20
Norbert Blüm, burjuvazi bu sözleri özellikle işçi kökenli bakanına söyletiyor.
21 Die Zeit, "Ende des Kommunismus - und was nun?", 29 Dezember 1989
22 Özellikle Sol Muhalefet ve "Troçkist" gelenek Marksizmin şerefini kurtarmıştır. Tarihsel Maddeciliğin
kavram sistemine dayanarak geliştirdiği çözümlemeler ve öngörüler parlak bir şekilde doğrulanmış
olmuyor; Tarihsel Maddeciliğin günümüzdeki gelişmeleri öngörme ve anlamak için tek geçerli teori
olduğunu kanıtlamış bulunuyor, bu geleneğin esas katkısı tam da bu noktadadır.
50
50
anakronik gelişmelerin tarihsel maddecilik tarafından kavranamayacak bir yanı yoktur. Hatta
bütün bu olayların gerçek anlamını kavrayabilmak için tek teori olma özelliğini korumaktadır.
Kaldı ki milli ve dini bayrakların hiç biri insanlığın ezilen çoğunluğunu kapsayacak bir
program geliştirme yeteneğinde değildir. Onların yetersizliği ve yozlaşması sanıldığından çok
daha hızlı görülecektir. Bu süre insanların yaşam süreleri bakımından belki biraz uzun, ama
insanlık açısından son derece kısa olacaktır.
Bizler açısından, yığınlar sosyalizme karşı değil, ama sosyalizmi bayrak yapmış kastların
imtiyazlarına karşı ayaklanmaktadırlar; kapitalizmi getirmek için değil, bürokratik ve keyfi
“planlama” adlı plansızlığa son vermek için ayaklanmaktadırlar. Ama yerine ne koyacaklarını
bilemedikleri için öbür tarafı seçme durumunda kalmaktadırlar.
Hayal kırıklığı sanıldığından daha çabuk gelecektir. Kapitalist dünyanın metropollerinde bile
milyonlarca işsiz var. Kapitalist dünya bir borç denizi üzerinde yüzüyor. Doğu Avrupa’nın
entegrasyonunun savaş sonrasında olduğu türden kar oranlarında, dolayısıyla yatırımlarda bir
yükselişe yol açıp yeni bir yükselen uzun dalga dönemini başlatması zayıf bir olasılık. Bulvar
basınının aksine burjuvazinin ciddi beyinleri en aşırı biçimi Polonya’da görülen kapitalizm
hayranlığı karşısında kara kara düşünüyorlar. Biliyorlar ki hayal kırıklıkları büyük aşkları
kolaylıkla nefrete dönüştürür.
Özetle bütün bu gelişmeler; milyonlarca insanın din ve milliyetler bayrağı altında
marksizmden ilham aldığını söyleyen rejimlere ve partilere karşı isyan etmesi; burjuva
politikacıların ve teorisyenlerin marksizmin sonunu ilan etmeleri; devrimci ve eleştirel
marksizm açısından bir sorun oluşturmuyor. Marksizm ve Günümüz Dünyası ilişkisini şahidi
olduğumuz devasa olaylarla sınırlı olarak anlamak, bir bakıma günümüz dünyasını ve o
dünyanın gerçekten hem bir hareket hem de bir kurtuluşçu öğreti ve bilim olarak
marksizmin önüne koyduğu ciddi sorunları görmemek olur.
Evet, bugün Marksizmin bir krizinden söz edilebilir ve etmek gerekiyor. Bundan çekinmek de
gereksiz, toplumsal gerçeği açıklama iddiasında olan bir öğreti olan Tarihsel Maddecilik
bizzat kendi iddia ettiği gibi bir bilimse, gelişecektir ve bu gelişmesi de elbette evrendeki
bütün değişme ve gelişimler gibi ihtilaçlı, sıçramalı, zaman zaman bunalımlardan geçen bir
karakter arzedecektir. Bu kriz Doğu Avrupa’daki olaylardan ya da burjuvazinin
eleştirilerinden doğmuyor. Aksine marksizme yönelik ciddi eleştiriler soldan geliyor.
Tarihinde ilk defadır ki marksizm, insanlığın eşitlik idealine bağlı hareketlerce,
üzerinde gerçekten önemle durulması gereken eleştirilere uğramaktadır.
Marksizm diğer sosyalist akımlar karşısında geçen yüzyılda gerçekten kolay bir zafer
kazanmıştı. Bu kolay zaferin kefareti kendi gelişme potansiyellerini kullanamaması oldu.
Öimdi bir bakıma belki ilk defa bu şansı elde ediyor.23
Son yıllarda entelijansiyanın marksizmden uzaklaştığına şahit oluyoruz. Marksizm
23
Bakınız Perry Anderson, "Tarihsel Maddeciliğin İzinde", Belge Yayınları.
51
51
entellektüel cazibesini böyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Bu yitirmeden kastımız sadece, Latin
ülkelerinde görülen, yapısalcılığı ya da piyasa ekonomisinin erdemlerini keşfederek
dayanışmacı ve eşitlikçi bir toplum idealini terkederek yerini siperlerin karşı tarafında
seçenler değil24
. Aksine bu ideale bağlı kalıp radikal bir konumu koruma arzusunda olanlar ve
bunun için gerekli gücü marksizmde bulamayanlar.
Son yıllarda marksizmin entellektüel cazibesini yitirmesinin ardında Yeni Sağ’ın saldırısı
değil “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığı bulunmaktadır.
“Yeni Sosyal Hareketler” varlıklarıyla marksizmin iki tekeline son vermiş görünüyorlar.
Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi temsil ederdi,
adeta bu alanda bir tekel kurmuştu. Ama yeni toplumsal hareketlerin varlığıyla bu tekelini
yitirdi. Örneğin kadın hareketi, feminizm varolan sistemin eleştirisinde yaygın marksist
anlayışlardan çok daha radikal yaklaşımlar getirdi.
Marksizm aynı zamanda global bir teoriydi. Toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını açıklama
ve tutarlı bir kavram sistemi içinde toparlama yeteneğindeydi. Bu tekelini de yitirdi. Feminist
ve ekolojik “paradigmaları” daha büyük bir sistem içinde özümleyebilmiş değil.
Bütün bunlara bir de işçi hareketinin durumu tüy dikiyor. Marksizm kaderini işçi sınıfı
hareketine bağlamış bir öğretidir. İşçi hareketinin krizi marksizmin de krizini, radikalliğini ve
globalliğini yitirmesini belirliyor. Birkaç örneği hatırlamak yeter.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi sınıfı gerçekten enternasyonalist dayanışma
örnekleri verirdi. Bugün ise işçiler ve onların partileri ya burjuvalarının safında ya da
milliyetçi taleplerle grevler yapıyorlar. Buna karşılık barış hareketi tek taraflı silahsızlanma
önerileriyle reel işçi hareketinden çok daha enternasyonalist bir karaktere sahip.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi hareketinin uluslararası örgütleri vardı. Bugün işçi
hareketine bağlı olarak yarım yüzyıllık küçük 4. Enternasyonal dışında böyle bir örgüt yok.
Ama örneğin ekoloji hareketi Green Peace gibi enternasyonal örgütler kuruyor; bunlar
emperyalist ülkelerin gizli servislerinin komplolarına hedef oluyor.25
Sadece bu gözlemler bile metodolojik düzeyde bazı soruları gündeme getirir. Tarih sınıf
mücadelelerinin tarihidir. Sınıflar ise iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre belirlenirler.
Ama “yeni sosyal hareketler” içinde insanlar iktisadi ilişkiler içindeki konumlarından dolayı
yer almıyorlar. Bu durumda bu hareketler sınıfsal hareketler değilse eklektik olmadan bunu
24
Aslında Latin Ülkelerindeki eski solcu entelijansiyanın utanç verici bir şekilde siperlerin karşı tarafına
geçmesi de işçi hareketinin kriziyle ilgili olduğu kadar marksizmin gerçekten entellektüel gücünü
yitirmesiyle de ilgili. Bugün yığınların ayaklarıyla yaptığı işi, aydınlar kafalarıyla daha önce yapmışlardı ve
bu gelişmelerin bir tür habercisiydiler. Aydınların tekrar marksizme yönelişleri başlamadan kısa vadede
yığınların marksizmden ilham alan hareketlerinin gerçekleşebilmesi olasılığı çok zayıf görünüyor. Devrim
yığınlar tarafından yapılmadan önce aydınların kafalarında olur
25 Fransa'nın Pasifikteki Atom denemelerini engelleyen Green Peace gemisine Fransız İstihbaratı
sabotaj yapmıştı örneğin.
52
52
tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde nereye yerleştireceğiz. Keza iktisadi ilişkiler
içindeki konum belirleyici olmadığına göre, ekonominin son duruşmadaki belirleyiciliği
ilkesini korumak nasıl mümkün olabilir?
Ama ortaya çıkan sorunlar bunlardan ibaret de değil. Bu “Yeni Sosyal Hareketler” iktisadi
ilişkiler içinden doğmamalarına rağmen, ve dolayısıyla anti kapitalist bir özellikleri olması
gerekmezken ve de Marx’ın temel eseri olan Kapital sermayenin cinsler, ırklar uluslar
karşısında nötr olduğunu belirlemişken, kullanım değerlerini araştırma dışı bırakmışken
nasıl oluyor da bu harekeketler anti kapitalist bir karakteri daha baştan kendi özlerinde
barındırıyorlar ve kapitalist toplum karşısında gerçekteki işçi hareketinden çok daha radikal
eleştiriler getirebiliyorlar?
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçi hareketi varolan sistem karşısında en radikal
eleştiriyi yapardı. Ama bugün durum tersine. Örneğin işçiler, diyelim daha iyi arabalara sahip
olacak ücretler için grev yaparken, diyelim ki ekoloji hareketi bizzat araba üretiminin
kendisine karşı çıkıyor. Dün işçiyi devrimci yapan şey, üretilen şeylerin niceliği, yani
değişim değeri, sanki onun bu sorunlar karşısındaki körlüğünün nedeni gibi. İşçi daha uzun
tatil istiyor, daha güzel turizm yerleri istiyor, “Yeni Sosyal Hareketler” tatili, işi, turizmi
sorguluyor.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçiler az çok diğer ezilenlerin haklarına da ilgi
duyarlar ve onlar için de savaşırlardı. En azından milli hareketler ve köylü hareketleri
karşısında böyle bir konumları vardı. Bugün ise ırkçılık, milliyetçilik, seksizm işçi kültürünün
ayrılmaz bir ögesi gibi sanki. İşçi hareketine her yerde bir korporatizm eğilimi damgasını
vuruyor. Buna karşılık “Yeni Sosyal Hareketler” diğer baskı biçimleri karşısında reel işçi
hareketinden çok daha hassaslar. Kadın hareketi kendi içindeki ırkçılıkla boğuşuyor. Barış
hareketi barışa ulaşmak için barıştan daha fazla şeyler uğruna mücadele etmek gerektiği
sonucuna varıyor. Ekoloji hareketi “Üçüncü Dünya”nın çöplüğe çevrilmesine, Amazon
Ormanları’nın imhasına, oradaki yerlilere ilgisiz kalmıyor.
Son yirmi yılın en yaratıcı katkıları bu hareketlerin saflarından geldi. Entellektüel bakımdan,
geçen yüzyılın sonunda bu yüzyılın başlarında işçi hareketinin gösterdiği gibi, bir teorik
canlılık gösteriyorlar. Sadece kadın hareketinin ortaya çıkardığı, dünyayı kavrayışımızda
muazzam bir devrim başaran katkıları hatırlamak bile yeter.
Diğer yandan marksizm açısından bu hareketler karşısında en kör göze batacak iki zaaf apaçık
ortada duruyor.
Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin
esas teorik katkıları yaptıkları alanlar marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş
bölgelerini oluşturuyor. Bu hareketler radikal bir teoriye ve geleneğe duydukları ihtiyacı
özellikle Anarşist ve Ütopik Sosyalist gelenekte bulabiliyorlar. Marksizmde kaynak arayanlar
ise, marksizmin bu akımlarla aynı sorunları tartıştığı dönemden alıntılarla yetinmek zorunda
kalıyorlar çoğu kez.
Özetlersek “Marksizm ve Günümüz Dünyası” başlığı altında tartışılması gereken gerçek
53
53
sorun, “Yeni Sosyal Hareketler”in varoluşunun yarattığı sorunlardır. Bu sorunlarla ciddi
biçimde yüzleşmek gerekmektedir.
Bu yüzleşmeden iki sonuç çıkabilir: birincisi, Tarihsel Maddeciliğin artık bütün bu sorunları
kapsayabilecek bir teori görevi göremeyeceği, bunu başaracak başka bir teoriye ihtiyaç
olduğu. Biz bu kanıda değiliz. Bizim de görüşümüz olan ikinci sonuç, bu alanlardaki zaafın
tarihsel maddeciliğin yapısal niteliklerinden kaynaklanmadığı ,onun gerçek tarihsel
hareketinin bir ürünü olduğudur. Bütün bu hareketler ve onları yaratan sorunlar ve
metodolojik problemler ve bizzat teorinin bu alanlardaki geriliği kanımızca Tarihsel
Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklanabilir.
Biz bu açıklamanın sadece saf teorik bir sorun olduğu kanısında da değiliz. Toplumdaki tüm
muhalif hareketleri kapsayacak radikal, devrimci bir program geliştirebilmek için global bir
teoriye ihtiyaç vardır.Bugün, hiç bir zaman olmadığı ölçüde radikallik, eleştirellik ve
bütünsellik birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine bağlıdır. Böyle bir bütünsel teoriye
tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi” ve
“Eklemlenme” ya da “simbiyoz” kavramlarıyla ulaşılabileceği kanısındayız26
.
Esasında bu kavramlar Marx’ın öğretisinde başından beri tohum halinde vardırlar, ama daha
ziyade gelişmemiş alanlar olarak kalmışlardır. Gelişmemiş alan olarak kalmasının nedeni ise,
marksizmin daha ziyade avrupalı, beyaz ve erkek işçi hareketinin sınırları dışına pek
taşamamasıdır. Taşma yönündeki her hareket düzgün gelişen bir tarih anlayışıyla
hesaplaşmak ve bu kavramlara dayanmak zorunda kalmıştır.
Böyle bir yaklaşım bizlere sadece “Yeni Sosyal Hareketleri”, onları yaratan sorunları
açıklamakla kalmaz; onların pek de yeni olmadığını; ulusal kurtuluş hareketlerinin anti
kapitalist karakterini açıklama olanağı da sağlar.
Bu yaklaşıma ve programatik, stratejik sonuçlarına birkaç örnek verelim.
Marx’ın bizzat kendisi, ilk başta Avrupa merkezli düzgün evrim kavrayışına sahipti. Buna
göre ileri bir toplum geri olana geleceğini gösteriyordu. Kapitalizm kapitalizm öncesi
kalıntıları ve üretim biçimlerini tasfiye ediyordu. Bu yaklaşım, daha sonra sosyal şoven
partilerde olduğu gibi, pekala uygarlaştırma ve tarihsel ilerleme adına geri halkların baskı
altına alınması ve sömürgeleştirilmesini desteklemeye yarar. Keza Marx bile, Hindistan’da
İngiliz egemenliğini alkışlamıştı. Ama daha sonra İrlanda sorununu incelerken, kapitalizmin
İrlanda’dan geri ilişkileri tasfiye etmediğini, ama onunla bir tür simbiyoza girdiğini ve bu
durumun İrlanda Kurtuluş Hareketi gibi bir devrimci özne yarattığını gördü. Çözüm,
metodolojik düzeyde, sermayenin gerçek tarihsel hareketinde, eski biçimlerle simbiyoz bir
yaşama girdiği, “eklemlendiği”nden başka bir anlama gelmiyordu.
26
Ne yazık ki toplantılarda bu görüşü açıklama ve tartışma olanağı olmadı. Kimse marksizm ve
günümüz dünyasını bu bağlamda ele almadı, sadece Doğu Avrupa'daki gelişmeler konunun ağırlık
noktalarını belirliyorlardı. İlerde bu konuda geliştirdiğimiz gönüşleri ayrı bir kitap olarak hazırlamayı
düşünüyoruz.
54
54
Engels kapitalizmin çekirdek aileyi parçalıyarak gelecek toplumun koşullarını hazırladığı
görüşündeydi, tıpkı Marx’ın Hindistan konusundaki metodolojik yaklaşımını tekrarlayarak.
Buna bağlı olarak da kadın hareketini bir özne olarak görmüyordu. Modern feminist hareketin
en büyük teorik katkılarından biri Engelsin beklentisinin gerçekleşmediğini göstermek ve
nedenlerini açıklamak oldu: İş gücünün yeniden üretimi için, onun sosyal masraflarını
azaltmak ve kar oranlarını yükseltmek için aile tasfiye edilmiyor ve güçlendiriliyordu. Kadın
Hareketini yaratan temel sorun da buradaydı. Kadın Hareketi gibi hiç hesapta olmayan bir
özne ortaya çıktı. Bilinçsizce uygulansa ve adı konulmasa bile kullanılan metodolojik araç
aynıydı: “Eklemlenme” ve “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi”.
Kanımız, bu kavramların bizlere global bir açıklama ve radikal bir program geliştirme ve de
yeni görev ve güçlere uygun yeni stratejiler belirleme; marksizme eski entellektüel gücüne
kavuşma olanağını sağlayabileceğidir.
Demir Küçükaydın
26.01.1990 Hamburg
Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir
Değerlendirme
Sunuş
Türkiye’deki Sosyalist Birlik tartışmalarına paralel olarak yürütülen Avrupa’daki
tartışmalarda gündem -ya da daha doğru bir ifadeyle konu başlıkları- olarak, bütün eleştirel
kayıtlara rağmen, Türkiye’deki başlıklar benimsendi. Ancak bunun bir tek istisnası vardı:
“Günümüz Dünyası ve Marksizm”.
Avrupa’daki tartışmaların gündeminin tesbit edildiği ilk toplantıda gündeme alınıp
alınmaması üzerine en çok tartışılan konu bu oldu. Ancak bu tartışma konunun kendisinden
ziyade, Türkiye’deki girişimle ilişkiler bağlamında bir tartışmaydı. Toplantıda bir grup,
Türkiye’deki girişime “bağımlılığı” vurgularken, diğer grup “paralelliği” vurguluyordu. Bu,
bir bakıma Avrupa’daki girişimin kendi insiyetifi ve kişiliği olup olmayacağı üzerine bir
tartışmaydı. Bu tartışma bağlamında, “bağımlılığı” vurgulayanlar Türkiye’dekinden değişik
bir gündem maddesine, somut olarak ta “Günümüz ve Marksizm” konusuna itirazlarda
bulundular, yoksa konunun kendisinden hareketle bir itiraza pek rastlanmadı.
Gündeme biraz zorla girmiş olmasına rağmen, üzerinde en çok tebliğ yazılan ve en çok ilgi
çeken konu yine “Günümüz ve Marksizm” oldu, on tebliğ sunuldu.27
İlgi tebliğcilerle sınırlı kalmadı. Avrupa çapındaki ilk tartışmada (10 Öubat 1990) ilk gün
seçilen dört konudan biri olmasına rağmen, Ulusal Sorun hariç, diğer konulara kimse
gitmediğinden, tartışılan tek konu yine “Günümüz ve Marksizm” oldu.
Bu konuda tebliğ sunanlar, toplantılarda sürekli olarak, ne kafalarındaki sorunları açacak, ne
de yeterince tartışacak zaman bulamamanın sıkıntısını dile getirmişlerdi. Tezlerini doğru
dürüst tartışabilmek için de, ayrıca, kendi aralarında yeterince zaman bulabilecekleri bir
toplantı yapmayı planlamışlar, hatta tartışmalara bir baz olması için, çeşitli tebliğlerin bir özet
değerlendirmesi görevini, bu satırların yazarına vermişlerdi. Ancak olayların akışı içinde
planlanan tartışma yapılamadı. Aşağıdaki satırlar bir bakıma, tartışmalara bir baz olması
27
u tebliğler sunuldu: Galip Gündüz, "Günümüz ve Marksizm"; Temel Demirer, " `Günümüz ve
Marksizm' Üzerine Tezler"; Orhan Silier, "Marksizm ve Günümüz Dünyası Üzerine Bazı Tezler
(Taslak)"; P.C. Bektaş, "Günümüzde Komünist Olmanın Koşulları"; İlkay Alptekin Demir, "Günümüz
ve Marksizm"; Demir Küçükaydın,"Marksizm ve Günümüz Dünyası"; Doğan Tarkan, "Marksizm
Yaşıyor"; Ahmet Kaçmaz, "Günümüzde Marksizm Üzerine Bir Deneme"; Mahir Sayın, "Günümüz
Dünyasında Marksizm", Oya Baydar, "Marksizm ve Günümüz (Tartışma İçin İlk Taslak".
56
56
düşünülen ama tartışılamayan değerlendirmenin yazıya dökülmüş halidir. Darısı tartışmak
isteyenlerin başına.
Günümüz Dünyası ve Marksizm’den söz edildiği an, günümüzde şahit olduğumuz
gelişmelerin marksizm açısından ne ölçüde kavranılabilir oldukları; bu teoriyle açıklanıp
açıklanamayacakları; bu teori üzerindeki etkileri gibi sorunlar akla gelir. Daha açık ve kısa bir
ifadeyle, “marksizm geçerli midir?” tartışmasına girilmiş olur.
Ne var ki zorluk tam da bu noktada başlar: Marksizm ile günümüz dünyasının ilişkisi,
herkesçe üzerinde anlaşılmış, net olarak tanımlanmış iki şeyin ilişkisi değildir. Günümüz
dünyasındaki değişiklikler bir çok alanı kapsamaktadır. Aynı şekilde Marksizm dendiğinde
anlaşılan da çok farklı olmaktadır. Bu farklılıklar bir yandan marksizme yüklenen içerikte
(hareket mi, teori mi, ideoloji mi, bilim mi, politika teorisi mi vs.) diğer yandan da
marksizmden hangi geleneğin (maoizm, stalinizm, resmi sosyalizm, Batı Marksizmi vs.)
anlaşıldığındadır.
Bu nedenle sunulan tebliğlerin günümüz ve marksizm ilişkisi bağlamında ne gibi tezler ortaya
koyduğunu sınıflamak adeta olanaksızdır. Kimi marksizmi bir yöntembilim düzeyinde; kimi
toplum ve tarih teorisi düzeyinde, kimi bir politika öğretisi düzeyinde, kimi bir hareket olarak
ele almakta ve görüşlerini herkesin de öyle kabul ettiği varsayımıyla sıralamaktadır. Bu
nedenle tebliğleri, konu başlığının içeriği bağlamında şu veya bu noktalarda benzer ve ayrılar
diye sınıflamak elmalarla armutları toplamak gibi olanaksız bir iştir, çünkü her tebliğde
konudan anlaşılan başka bir şeydir.
Ancak, bütün bu ortak paydaya alınamayan görüşler, aslında tartışılmamış bir başka başlığın
ortak paydası altında toplanabilirlerdi. O zaman tebliğler, İsmet Paşa’nın kafasında kuyrukları
birbirine değmeden dolaşan tilkiler gibi, birbirlerine karşı kısır olarak kalmazlardı. Bu başlık
şöyle olabilirdi: “Günümüz ve Marksizm İlişkisi Hangi Bağlamlarda Ele Alınabilir?” ya
da “Marksizm Nedir?”. Bu takdirde, bütün yazılar bu soruya verdikleri cevap açısından
değerlendirilebilrler ve sınıflanabilirlerdi.
Ne var ki, yazarlar bu sorunu tartışmamaktadırlar; onların her biri, bu soruya kendi verdiği
cevabı, çoğu kez özel olarak belirtme gereğini bile hissetmeden, tartışılmasına gerek bile
olmayan bir postulat gibi kabul ederek, o postulat üzerinde görüşlerini inşa etmektedirler. Bu
nedenle tebliğleri marksizm ve günümüz ilişkisini hangi bağlamda ele aldıkları bakımından
sınıflamaya ve özetlemeye kalktığımızda, çoğu kez ifade edilmemiş bir postulayı yazarların
beyinlerinin derinliklerinden çıkarmak gerekmekte, bu nedenle de alıntı yapmak
güçleşmektedir.
Yine de sunulan tebliğleri belli kriterlere göre sınıflamayı bir denemek gerekiyor.
Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir
Günümüz Dünyası, her biri farklı bir bilgi dalının ya da bilimin alanına giren sonsuuz sayıda
süreci kapsar. Bu nedenle, marksizmle ilişkisini, onun sonsuz çeşitliliği içinde kaybolmak
57
57
istemiyorsak; marksizm açısından ele almak gerekir.
Ancak bundan önce şu soruyu sormak gerekmektedir: “günümüzün dünyasındaki hangi
olaylar, marksizmin geçerli olup olmadığı tarzında bir tartışmayı hepsi de marksizme inanan
bu insanların önüne koymuştur?” Sunulan bildirilere bakıldığnda, bu soruyui sormalarına yol
açan, Doğu Avrupa’daki gelişmelerdir. Demir Küçükaydın haricinde hemen hemen bütün
tebliğciler, marksizm açısından bir sorun olabilecek tek ciddi problemin Doğu Avrupa’daki
gelişmeler olduğunu düşünmektedirler adeta. Tartışılan bütünüyle bu konudur. Buna karşılık,
örneğin İşçi sınıfının ve modern toplumun yapısındaki değişmelerin marksizm açısından ne
gibi teorik problemlene yol açtığı28
; kapitalizmin savaş sonrası gelişiminin onun tarihsel
olarak aslında ömrünü doldurduğu yolundaki klasik görüşle ne ölçüde uyuştuğu29
; “Yeni
Sosyal Hareketler” ve tabiri caiz ise “Global Sorunlar”ın Tarihsel Maddecilik ve bir
kurtuluşçu öğreti olarak marksizm açısından ne gibi sorunlara yol açtığı vs. gibi günümüz
dünyasının son derece önemli sorunları konu bile edilmemektedir. Bu bir ölçüde Türkiye
Sosyalist Hareketi’nin ne kadar dar bir sorunlar yelpazesi olduğunun göstergesi sayılabilir.
28
Bu sorunu sadece tartışmalarda bir parça Aydın Engin açmaya çalışmıştı hatırladığım kadarıyla.
Sanırım bilgisayarın ve otomasyonun yaygınlaşması sonucu binlerce işçiyi bir araya getiren fabrikaların
yok olmasının işçilerin devrimci potansiyelleri bakımından sorun yaratıp yaratmadığını bir soru olarak
ortaya atmıştı. Aynı bağlamda, fordizm döneminin işçiyi makinanın basit bir parçası haline getirirken,
elektronik ve bilgisayarlar sayesinde işçinin makinanın yöneticisi olduğuna, bu işçinin bir gelecek
kurmaya daha yatkın olabileceğine da kısaca bu satırların yazarı değinmişti.
29 Bu sorunu tartışma eğilimi gösteren ve yer yer tartışan A. Kaçmaz'dır. Kaçmaz gerek tebliğinde gerek
başka yazılarında (örneğin Görüş'te yayınlanan "Spartaküs Olmak" başlıklı yazısında) bu sorunu
tartışmakta ve anlaşıldığı kadarıyla kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmuşluğu görüşünün
yanlışlığı hükmüne varmaktadır. Bu noktada ahlaki bir seçimle, safının ezilenlerin yanında olduğunu
söylemekte, kapitalizm ömrünü doldurmuş olmasa bile, "Spartaküs Olmak" gerektiğini belirtmektedir.
Ancak, eğilim gösterdiği görüşün diğer sonuçları üzerine pek tartışmaya girmemektedir. Yani örneğin,
"kapitalizm bir çürüme çağında bulunmuyorsa bu çıkarsamayı yapan Lenin'in teorisi nerede yanlıştır?"
Keza, bu koşullarda, "tercih ahlaki nedenlerle yapılınca kurtuluşçu bir öğretinin bilimsel olmasının ne
anlamı olmaktadır?", bunun programatik sonuçları gibi yüzlerce soruyu tartışmamaktadır. Marksizm iç
tutarlılığı olan bir sistemdir, tüm kavramlar birbirine kenetlidir. Bunlardan biri düzeltildiğinde tüm sistemi
eski tutarlılığıyla yeniden kurmak gerekir.
Aslında A. Kaçmaz' bu sorunu tartışmasının başka bir probleme bağlı olduğu seziliyor. Sovyetlerin
yozlaşması sorunu. Ahmet Kaçmaz teorik bakımdan çok kritik bir noktadadır. Kimi tesbitleri ve görüşlerini
mantık sonuçlarına ulaştırdığı takdirde klasik Troçkist görüşleri ifade etmesi gerekir. Ancak bu adımı
atamaz, buradan kurtuluşu, kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmadığı tesbitiyle sağlar bir bakıma.
Bu tesbit yapılınca, Sovyet deneyi sadece bir "erken deneme"olarak, örneğin kapitalizmin şafağında
bezirgan İtalyan kentlerinin kapitalizme geçiş girişimi gibi, değerlendirme olanağı bulur. Böylece, yirmili
yılların ortalarında sürmüş olan mücadelelerde bir tarafı tutma zorunluluğu da bir ölçüde ortadan kalkmış
olur. Bunlar, bürokratik bir kastın karşı devrimiyle değil, ama erkenlikle açıklanırlar.
Fakat, A. Kaçmaz bir şeyi unutuyor, "Spartaküs olmak" sözünü aktardığı Troçki, bu cevabı, bürokrasinin
tarihsel bir zorunluluk olabileceği olasılığına karşı söylemektedir. Yani sadece burjuvaziye karşı değil,
işçiler ve sosyalizm adına yola çıkan imtiyazlı kastlara karşı da spartaküs olmak gerekir. Sayın Kaçmaz,
kapitalistler karşısındaki Thomas Münzer'liği ile, bürokratlaer karşısındaki Luther'liğini örtmeye çalışmış
olmuyor mu?
58
58
Aslında Doğu Avrupa’daki gelişmeler ve o toplumların devlet ve sınıf yapıları Tarihsel
Maddecilik açısından anlaşılmaz sorunlar olmamışlar ve bu teorinin doğruluğunu sorgulamayı
gerektirmemişlerdir. Hatta aksine, son olaylar bu alandaki teorinin ve öngörünün büyük
ölçüde doğrulanması anlamına gelmektedir.
Tartışmacılar sorunu hep Doğu Avrupa açısından tartışmaktadırlar ama öte yandan, Tarihsel
maddeciliğin kavram sistemi içinde tutarlı olarak bu ülkelere ilişkin yapılmış ve son olaylarca
büyük ölçüde kanıtlanmış teoriyi (yani bürokrasinin bir tabaka olduğu; bu ükelerin bürokratik
olarak yozlaşmış geçiş/geçemeyiş toplumları olduğu vs.) tartışmamakta, bu alanda bir tek
soru sormamaktadırlar. Ama örneğin her yazıda, sanki çok olağan bir şeyden söz edilir gibi
“bürokrasi”den söz edilmektedir.
Diğer yandan Doğu Avrupa’daki gelişmelerin, Tarihsel Maddecilik açısından ortaya çıkardığı
sorunları da tartışmamaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerde bütün feodal kalıntılar temizlenmiş
olmasına rağmen, kapitalist sisteme geçtikleri takdirde, eski akıl yürütmelerimize göre
kapitalist bir gelişmenin önünün açılması ve hızla ilerlemeleri gerekirken niye birer yeni
sömürgeye dönüştükleri ve dönüşecekleri; bunun metodolojik bakımdan çıkardığı sorunlar;
veyahut Doğu Avrupa’daki ayaklanmalarda işçilerin sınıf olarak davranmaması ve işçi
organlarının hemen hiç görülmemesi; bu deneyler ışığında devrim stratejilerinde ne gibi
değişiklikler yapmak gerektiği vs. gibi yüzlerce sonunun hiç birine girilmemektedir.
Demek aslında tartışılan Doğu Avrupa’daki gelişmeler ışığında Marksist öğretinin kimi
sonuçlarının gözden geçirilmesiu değildir Peki tartışılan nedir o halde? Tartışılan, çoğu
durumda adını koymadan, Marksizmden ne anlaşıldığıdır.30
30
Peki yazarlar Marksizmden ne anlıyorlar? Bunun için sadece onların marksizm tanımlarına bakmak
yetmiyor. Çünkü marksizmi herhangi bir şekildre tanımladıktan sonra, yazı içinde başka tanımlar
anlamında kullanabiliyorlar ve korkunç ölçülerde bir teorik eklektisizm gösterebiliyorlar. Örneğin
A.Kaçmaz yazısının çeşitli yerlerinde şu tanımları yapıyor: "dünya görüşüdür"; "bilimsel temele
oturduğunu, evreni kucakladığını iddia eden, bütünsel bir teoridir"; sonradan kazandığı hüviyetiyle
bir "ideolojidir".
Bu tanımları yapan A. Kazçmaz'ın Marksizmi bir felsefe ve ideoloji olarak tartışması beklenirken, o
marksizmi sosyolojik boyutuyla, yani, tarihsel maddecilik düzeyinde tartışır eses olarak.
Mahir sayın'a göre: "Marksizm sınıf mücadelesinin yol gösterici teorisi"dir. Yani M. Sayın marksizmi
bütünüyle kurtuluşçu bir öğreti olan yanıyla; bir politika teorisi düzeyinde ele alıyor.
Oya Baydar ise "marksizm bilim mi, ideoloji mi, siyasal eylem kılvuzu mu, teori mi, yöntem mi,
felsefe midir? Yoksa tümü birden midir?" diye soruyor, yazısından buna bir cevap çıkarmak mümkün
olmadığı gibi, çeşitli yerlerde ferklı anlamlarda kullanabiliyor.
Galip Gündüz'e göre ise, "Marksizm dünyayı yorumlamak ve değiştirmek yolunda bir rehber"dir. Bu
bakımdan M.Sayın ile aynı tanımda anlaşıyor aşağı yukarı. Orhan Silier'e göre ise marksizm bir "bilim
ve felsefe akımıdır". Felsefe akımını anlamak mümkün ama "bilim akımı" ne oluyor bu pek mümkün
değil. Başka bir yerde de şu tanımı yapıyor:
"Marksizm sosyalizm ve işçi hareketinin bir teorisidir." Bu ne demek? ÿşçi hareketini inceleyen bir
teori mi? Bu şekilde yorumlanırsa politolojinin bir alt kolu derekesine indirilmiş olur. İşçi hareketinin
tabiatından gelen bir teori mi? Bunu marksizm kendisi bile iddia etmez. İşçi hareketinin tabiatından gelen
teori ancak sendikalizm, ekonomizm sınırlarında kalır. Yoksa işçi hareketini egemen olan bir teori mi? Bu
59
59
Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi?
Peki Marksizm nedir? Marksizmin ne olduğu da çeşitli düzeylerde tartışılabilir. Günlük
kullanımda çoğu kez marksizm sosyalizm ile özdeş olarak kullanılmaktadır.
Sosyalizm, Marksizmle özdeş değildir. Sınıfsız, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine
yönelik tüm öğreti ve hareketler sosyalizm çerçevesine girerler. Marksizm bu hareket ve
öğretilerden, bilimsel olma iddiasındaki biridir. Bunların herhangi birindeki gelişme ve
gerilemeler otomatikman diğerinde de görülecektir diye bir kural da yoktur.31
Marksizm işçi hareketiyle de özdeş değildir. İşçi hareketi, nesnel, sosyolojik bir olgudur.
İşçilerin bireysel isyanlarından (Örneğin Alkolizm gibi) işçi mücadelelerine, hatta işçi
kültürüne kadar çok geniş bir alanı kapsar. Hristiyan sendikalar da, reformist partiler de,
stalinist partiler de, anarşist partiler de işçi hareketinin birer unsurudurlar. Marksizm işçi
hareketinin, işçi sınıfı ve hareketlerinin tarihi boyunca, en gelişkin olduğu zamanda bile çok
küçük bir bölümünün ideolojisi olmuştur. Ayrıca İşçi hareketinin tarihinin tümüne
baktığımızda, marksizmin onun içindeki egemen konumu belli bir dönemi kapsar.
da tarihin çoğu dönemi için, hatta işçi sınıfı ve hareketi dühya ölçeğinde ve bütün tabakalarıyla göz
önüne getirilirse, hiç de doğru değildir.
Bildirilerin çok ilginç bir yanı da bu. Az çok akademik eğitim görmüş sayın Oya Baydar ve Orhan Silier'in
daha sistematik ve daha düşünerek, ölçüp biçerek kavramları kullanmaları umulurken, en siztemsiz, en
baştan savma, en çelişkili kullanımlar onlarda görülüyor.
31 Sosyalizm Marksizmden önce de vardı. Kısaca eşitlikçi bir toplum idealine dayanan öğretileri ve
girişimleri ifade eder. Marksizm bir yanıyla sosyalizm içersinde bilimsel olma iddiasındaki akımlardan
biridir. İslamiyetteki alevilikten bogomillğe, kurtuluş teolojisinden feminizme, ütopik sosyalizmden
anarşizme kadar bütün öğreti ve hareketler sosyalizm kapsamına girerler. Bunlardan herhangibirinin
gerilemesi ve yenilgisi otomatikman diğerlerinin de yenilgisi ve gerilemesi anlamına gelmez, hatta çoğu
kez aksi anlama, diğerlerinin prestijinin artması anlamına gelir. Gelir çünkü sınıflar nesnel gerçekliklerdir.
O sınıflar içinde ezilen sınıflar da. Ezilen sınıfların varolan adaletsizliğe karşı tepkileri, eşitlikçi bir toplum
özlemleri daima var olmuştur ve olur. Bunlar da nesnel eğilimler olarak akacak belli bir söylem ya da
ideolojik form bulurlar.
Bu ilişkinin doğru orantılı olmadığına bir örnek verebiliriz. Birisi yüzyılımızın başında, 1930'lara kadar
ezilen sınıflar ve işçi sınıfı içinde güçlü bir yeri ve geleneği olan Anarşizmle Marksizmin ilişkisidir. Geçen
yüzyılın ortalarında anarşizm, marksizm karşısında daha güçlü bir akımdı. Daha sonra marksizmin
gücünün artması oranında onun da gücü azaldı. Son yıllarda ise, en radikal hareketlerin ve düşünürlerin
giderek daha büyük oranlarda anarşizme eğilim gösterdikleri ama buna karşılık marksizmin gerilediği
görülmekte.
Gerçekten de günümüzde marksizmin gerilemesi otomatik olarak sosyalizmin gerilediği anlamına
gelmemektedir. Sosyalizm ideali bir bütün olarak marksizm ölçüsünde ciddi bir yenilgiye uğramış
değildir, hatta eğer dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmıyorsak, ve sözlerin ardındaki gerçek hedefleri
anlayabiliyorsak imtiyazlıların imtiyazlarını marksizm adına, sosyalizm adına sürdürmeye çalışmalarının
sonucu olarak ezilen sınıflar arasında bu sözlere karşı Doğu Avrupa ülkelerinde duyulan aslında son
derece sağlıklı tepkinin yükselişi, eyleme dökülüşü ve örneğin Güney Amerika ülkelerindeki kurtuluş
teolojisinin yükselişi sosyalizmin yükselişlerinin ifadesi olarak da ele alınabilirler.
60
60
Marksizmden önce anarşizm ve anarko sendikalizm işçi sınıfının en aktif çekirdeği içinde
onlarca yıl çok güçlü akımlar olarak varolmuşlardı.32
Yazıların bir çoğunda yazı içindeki anlam kaymalarıyla marksizm başka bir bağlamda
tartışılırken, örneğin birdenbire işçi hareketi ve sosyalizm anlamında kullanılabilmektedir. Bu
bakımdan yazarlar hemen hemen hiç bir hassasiyet göstermemekteler.33
Marksizm, Hangi Marksizm?
Marksizmle, kendini marksist olarak tanımlayan; ya da marksist bir terminoloji kullanan
felsefeleri, metafizik tarih ve toplum teorilerini ve eşitlikçi öğretileri ayırmak gerekmektedir.
Sovyet “Bilim ÿşçileri”nin yazdıkları Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm etütleri; Mao’nun
diyalektik üzerine yazıları vs. marksizm kavramı içinde ele alınamayacak, metafizik ya da
skolastik öğretilerdir. Birisi bir bürokrasinin, diğeri bir köylü ve kurtuluş hareketinin
marksizm lafzı altında ortaya sürülmüş ideolojileridir. Bunların hepsine de kendilerini
marksist olarak niteledikleri için marksist demek, dünyanın öküzün boynuzlarında durduğunu
iddia eden öğretilerle Nevton fiziğini, “hepsi bir çeşit doğa açıklamasıdır” diyerek aynı kaba
koymağa benzer.
Tebliğlerdeki anlayışları şu veya bunu marksizm olarak kabul etmeleri açısından sınıflamadan
önce, böyle bir ayrımı kabul edenler ya da etmeyenler olarak ayırmak mümkündür. Yazarların
bir kısmı, bizlerin şu ya da bu akımı, teorisyeni vs. marksist değil diye ayıramayacağımız
görüşündedirler, bir kısmı ise bunu mümkün görmekte ama ayrımı farklı yerlerden
yapmaktadırlar. Örneğin Oya Baydar marksizm adına kim ne yapmışsa hepsini marksizmden
kabul etmek gerektiği görüşündedir34
. Buna karşılık, Doğan Tarkan, M.Sayın35
, G.Gündüz, D.
32
Doğu Avrupa'daki Bürokratik İktidarların çözülüşü işçi hareketinin yenilgisi anlamına gelir mi? Hayır. O
bürokratik iktidarların kuruluşu işçi hareketindeki ciddi yenilgilerle mümkün olabilmişti. Aksine doğu
Avrupa'daki çözülüş işçi hareketinde uzun yıllar süren uykulardan uyanmaya, dünyanın en büyük işçi
grubu olan Rus işçilerinde bir yükselişe yol açmaktadır. Tek tek ülkeler bir yana, bir bütün olarak işçi
sınıfı ciddi bir yenilgiye uğratılabilmiş değildir. Hatta işçi hareketinin bir yükselişinden bile söz edilebilir.
Sibiryadaki grevler, Brezilya'daki başarılar, Kore İşçi Sınıfı'nın uyanışı vs. gibi, olaya dünya ölçeğinde
bakıldığında işçi hareketinin bir karşı saldırıya hazırlanma eğilimi taşıdığı dahi, dünya tarihsel ölçeklerde
söylenebilir
33 Örneğin Galip Gündüz, "yeni bir on yıla girerken, Marksizmin, sosyalizmin, dünya işçi sınıfı
hareketinin darmadağın olduğu, tarihinin en büyük bunalımlarından birini yaşadığı görülmekte" diye
yazıyor. Burada çok açık olarak marksizm kavramının düşünülmeden kullanılışının tipik bir örneği söz
konusudur. Marksizm sosyalizm ve İşçi Hareketi ile sanki özdeşmiş ya da özdeş olmasa bile kaderleri
aynıymış, aralarında çok yalın ve dolayımsız bir ilişki varmış gibi ele alınmaktadır.
34 Örneğin Oya Baydar şöyle yazıyor: "Marksizm aslında başından beri çoktu derken, Kautsky de,
Bernstein de, Lenin de, Rosa Luxemburg da, Stalin de, Trotzki de, Buharin de, Lukacs, Gramsci, Bloch,
Marcuse, Frankfurt okulu özellikle Adorno da, Althusser de, Goldmann da, tüm KP'lerin teorisyenleri de
61
61
Küçükaydın gibileri belli sınırlamaların yapılabileceği ve yapılması gerektiği konusunda
hemfikirdirler. Bu sınır M.Sayın’da Marx, Engels, Lenin ve sonra da belki Gramsci’nin
Marksizmi ile Stalin, Troçki, Kautski vs. “Ekonomizmi” arasında çekilir. Doğan Tarkan,
Galip Gündüz de Troçki ve Rosa Lüxemburg da Marksizm alanı içindedir. Demir
Küçükaydın, tüm alanlarda değil ama belli alanlardaki katkıları bakımından Lukacs, Frankfurt
Okulu, H.Kıvılcımlı gibi, bir çok eleştirel marksistin, belli alanlara ilişkin teorilerini de
marksizm bağlamında ele almaktadır.
İlkay Demir, Ahmet Kaçmaz ve Orhan Silier’in yazılarında her iki taraftan da sayılabilecek,
hatta zaman zaman birbiriyle çelişen görüşler bulunmaktadır, bu konuda merkezci bir
pozisyonda oldukları sonucu çıkarılabilir.
Böylece ilginç bir bölünme ile karşılaşılıyor. Radikal hareketlerin geleneğinden gelen
tebliğciler, son derece açık olarak bir sınır çizilebileceğini kabul etmekte ve her biri bir sınır
çizmektedir. Reformist partilerin geleneğinden gelenler arasında ise bu açıklık görülmediği
gibi, Oya Baydar’da olduğu türden bir relvativizm, bir agnostisizm bile açıkça ifade
edilmekte.
Elbette bu relativizmin politik bir nedeni vardır. Örneğin Oya Baydar’ı bu relativizme iten,
Sovyet deneyinden kendince çıkardığı şu sonuçtur36
: “Tekçi görüş diktatörlüğe yol açar”.
vs. vs. sen de, ben de Marksisttik demek istiyorum. Bunu söylerken, herkes bir yerinden yorumladı,
kimse anlamadı, yazık oldu Marksizme demiyorum." (s.2, agy.)
35 Tartışmalarda Mahir Sayın ile aynı görüşten olan Bülent Uluer ve başka bir görüşten Temel
Demirer'in kendileriyle ciddi bir hesaplaşmadan kaçınmak ve merkezci pozisyonlarını meşrulaştırmak için
sık sık söyledikleri "Stalin de bizim geleneğimizdir, bütün hatalarıyla, sevaplarıyla" sözleri aslında Oya
Baydar'ın relativizminin radikal görünümlü avamca ifadesidir. Bu kendini gökte bir tanrı gibi görüp,
yeryüzünde birbiriyle çatışan insanlar karşısında "hepsi benim kullarımdır" havasındaki sinizm, aslında
nesnel olarak katillerin yanında yer almayı meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Uluer ve
Demirer'e, kendilerinden gördükleri Stalin'in kurbanları, Dünyayı Sarsan On Gün'de işçinin tuzu kuru
aydına dediği gibi, "katil vardır, maktuller vardır, birinden olmayan diğerinden yanadır. Sen kimden
yanasın?" diye sorarlardı ve sormaktadırlar. Kimden yanasınız? İşçi sınıfını iktidarsız kılan, yeryüzünde
en çok komünist öldüren bürokratik kast ve onun teorik, politik önderi Stalin ve izleyicilerinden mi, yoksa
ona karşı savaşanlardan mı? İkisinden de olamazsınız. Tarafsız kalmak, cinayete suç ortaklığı
yapmaktır.
36 Sayın Oya Baydar bunu bir bilinmezcilik ve relativizm biçiminde yapıyor. Örneğin "Burjuva düşüncesi,
felsefesi zenginliğini ve düşünceyi Hegel, oradan da Marx'a kadar ulaştıran dinamizmini çeşitliliğinden ve
bu çeşitliliğin diyalektiğinden alırken, Marksizmin önce tekleştirilmesi sonra da bu tek'in karşısına yine
resmi olarak aynı derecede tekçi ve katı -başlıcaları revizyonist ve Trotskist- yorumların çıkarılması,
teorinin donması yanında, bilimsel tartışmalara kapanmasını; şu veya bu yönde mutlaklaşıp, çoğalma ve
zenginleşme yerine kamplaşmasını getirdi" (Bak. O.Baydar, "Marksizm ve Günümüz, Tartışma İçin İlk
Taslak", s.2/3)
Bu tavır tipiktir. Doğu Avrupa'daki gerçekliği Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklayan tek
tutarlı ve devrimci, eleştirel ve bilimsel tavrı koruyabilmiş ve sürdürebilmiş akım olan Troçkizm, Stalin'ın,
Kautsky'nin revizyonizmiyle aynı kaba koyulmaktadır.Sayın Hocam Oya Baydar'dan şu sorulara açıkça
cevap vermesi beklenirdi:
62
62
Diktatörlüğe giden yolu tıkamak için de sayın hocam bir mevlana tekkesi açar.
Tek bir doğru olduğu inancının demokrasi ya da bilimin gelişmesinin önünde bir engel
olacağı anlayışı, bu varsayım, hala sosyalist demokrasinin ne olduğunun kavranamadığını,
kafalardaki sosyalizmin hala bir partinin egemenliği olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir.
Tek bir doğru olduğu inancının demokrasiyle ilişkisi yoktur. Demokrasi, tam da her görüşün
taraftarlarının kendi görüşlerinin en doğru olduğuna inandıkları varsayımına dayanır.
Demokrasi bir bakıma her biri kendisinin en doğru olduğuna inananların yığınların özgür
olarak seçilen ve geri alınabilen temsilcilerinin çoğunluğun oylarını alarak programlarını
uygulamaya çalışmaları demektir. Bilim alanında37
da herhangi bir teoriyi savunanın onun tek
doğru olduğuna inanması ve bunu karşıki tarafa mantıki önermeler ya da deneylerle
kanıtlayarak iknaya çalışması başka, idari tedbirlerle diğerini yok etmesi başkadır. Proletarya
diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasi tehlikeyi bu inançta değil, birilerine diğerlerini ezme
yok etme yetkileri veren mekanizmalarda ve onları egemen kılan güçlerde görür. Tehlike
tekçilikte değildir, tehlike tekçiliği tehlike gören, ama şu veya bu görüşün eline diğerlerini
ezme olanakları da veren mekanizmaları sorgulamaktan kaçınan ve iktidara gelirse tekçi
görüşleri demokrasiye ye de bilimin gelişmesine aykırı görerek yasaklama potansiyeli taşıyan
rölativist çokçu görüşlerdedir. 38
Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonrda belli bir dönemde bu devrimin ideallerine,kadrolarına karşı
bir girişim olmuş mudur? Eğer olmadıysa, "Sonra gelenler Ekimin ideallerine sadık kalmışlar ve onları
gerçekleştirmeye çalışmışlardır esas olarak" dendiği takdirde bundan iki sonuç çıkar: ya bugünkü sonuç
Ekim Devriminin çöküşüdür denmek zorundadır. Ya da Ekim baştan beri yanlış yoldadır. Her ikisi de
olgularla çelişir. Eğer Devrimin ideallerinin ve kadrolarının, kazanımlarının tasfiyesi bir olgu ise, bu
kişilerle açıklanamayacağına göre hangi toplumsal güc tarafından hangi tarihsel koşullarda başarılmıştır
sorularına cevap vermek gerekmekedir. Bu somut sorunların hiç birisine girilmeden bu akım maocularla,
revizyonizlerle, stalinistlerle aynı kaba koyulmaktadır.
Ama burada bile olgu düzeyinde bir yanılgısı vardır. Troçkist denen akım hiç bir zaman tek sesli
olmamıştır. Örneğin Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonra bir kastın çok özel tarihsel koşulların bir
araya gelmesiyle 20'li yılların sonuna doğru iktidarı işçi sınıfının ellerinden tümüyle aldığında bir ortak
anlayış olmakla birlikte, ele alanların bir sınıf mı yoksa bir tabaka mı olduğu ya da ortaya çıkan sosyo
ekonomik formasyonun bir tür kapıtalizm mi, bürokratik deformasyona uğramış bir geçiş toplumu mu,
yoksa önceden görülememiş Asyai bir değişik üretim tarzı mı olduğu konusunda olgulara ve tarihsel
mkaddeciliğin ve ekonomi politiğin temel kavramlarına dayanan ciddi tartışmalar vardır. Yani o gelenek
sanıldığı gibi tek sesli değildir.
37 Aslında her bilim gerçekliğin sonsuz çeşitliliğini açıklayabilecek en temel kavram ve yasaları bulmaya
çalışır. Her bilim bir tek kavramdan türetilebilecek bir sistem kurma çabasından başka bir şey değildir. Bu
anlamda her bilim tekçidir, Marksizm de. Sayın Hocam Oya Baydar'ın tekçiliği reddedişi bu bağlamda da
bilimi reddetmesi anlamına gelmektedir aslında. Öyle bir bilim istemektedir ki artık bilim olmasın. Sonsuz
çeşitlilikteki nesne, olayları olabildiğince az, hatta mümkünse tek bir yasa temelinde açıklamaya
çalışmasın.
38 Bocholt'daki ilk tartışmada bütünsel bir teori, global bir teori ihtiyacından, ancak böyle bir teoriyle tüm
ezilenleri toparlayabilecek bir program geliştirilebileceğinden sözettiğimde. İlkay Demir de, global, tekçi
teorilerin diktatörlüğe yol açacağı, onun için buna karşı olduğunu söylemişti. Tekçi bir teori geliştirmek ya
63
63
Marksizmin Hangi Veçhesi
Marksizm, aslında biri diğerinden ayrılmayan üç bileşene ayrılabilir: Birincisi Diyalektik
Materyalizm denen Metodolojik, Mantıksal bileşeni; bir bakıma felsefi bileşeni; ikincisi
Tarihsel Maddecilik denen tarih ve toplum teorisi olan yanı ve bunun bir alt disiplini
olarak Ekonomi Politik öğretisi ve nihayet Kurtuluşçu Bir Öğreti olan yanı. Marksizm
bunlardan herhangi birine indirgenemez; marksizm bunların toplamı da değildir; bunların
tutarlı ve açık bir sistemidir. Ama bunlardan herhangi biri zorunlu olarak diğerini
gerektirmez. Pekala örneğin Anarşizm gibi kurtuluşçu bir öğreti olabilir tarihi maddeciliği
kabul etmeyen. Ya da tarihi maddeciliği kabul edebilirsiniz ama ondan hiç de eşitlikçi bir
öğreti gerektiği sonucunu çıkarmayabilirsiniz. Tarihi maddeciliği ilk taslaklaştıran İbni
Haldun, sonra Morgan bundan hiç de Marx’ın çıkardığı sonuçları zorunlu olarak
çıkarmamışlardı. Aynı şey felsefi boyutu için de söylenebilir. Birçok bilim adamı
kendiliğinden bu boyutu kabul eder ve uygular ama marksizmi kabul etmek akıllarından bile
geçmez. Keza birçok marksist, marksizmin bu vehcesinin marksizmin bir unsuru olmadığını,
doğada diyalektik bulunmadığını söyleme eğilimindedirler.
Günümüz Dünyası’nın sonsuz vehceleri olduğuna göre, günümüz dünyası’nda marksizmin
geçerli olup olmadığı en azından bu üç başlık altında incelenmesi gerekir. Ne var ki
tebliğcilerden hiç birisi böylesine bir sistematik çerçevesinde marksizmin bütün vechelerini
gerçek hayattaki değişmelerin mihenk taşına vurarak tartışmamaktadır. Bu bileşenlerden
aslında sadece tarihsel maddeciliğin bir alt disiplini olan politika öğretisi, tebliğlerin çoğunda
tartışma konusu yapılmakla yetinilmektedir.
Tebliğcilerin hepsine göre, onu hangi veçhesiyle ele alırlarsa alsınlar, Marksizm bir bilimdir.
Oya Baydar marksizmni bu bilim niteliğinden hareketle, doğa bilimleriyle bir analoji yaparak,
hiç bir bilimin bu kadar zamanda değişmeden kalamayacağını değişmek zorunda olduğunu
yazar.39
Oya Baydar’ın bu önermesi kategoriktir ve ilk bakışta prensip olarak itiraz edilemez gibi
görülmektedir. Aslında tebliğcilerden hiç .biri de bu konuyu tartışmış değildir. Bu konuyu
da böyle bir teoriyi kabul etmek hiç de zorunlu olarak, bu görüşün sahiplerinin idari tedbirlerle diğer
görüşleri yasaklamasını gerektirmez. Örneğin, fizik alanında birçok tekçi teori vardır, ama bunlar
birbirlerine kendi doğruluklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar, yoksa birbirlerini idari ya da fiziksel
tedbirlerle tasfiye etmiyorlar. Aslında, bilim tekçi olmak, sonsuz sayı ve çeşitli fenomenler ve süreçler
arasındaki ortak noktaları giderek bir tek ilkeye indirgeme çabasından başka bir şey değildir. Bu global,
tekçi teoriye karşı olmak bilime karşı olmak demektir.
39 "Her şey bir yana Marksizmi tek cümlede özetleyecek olursak o, değişmenin, gelişmenin ve değişip
gelişeni anlamanın yöntemidir. 150 yılda değişmeden kalması onun kendini inkarı demektir."
64
64
sadece Demir Küçükaydın Hamburg’taki toplantı’da40
(ki Oya Baydar Yoktu) tartıştı ve bu
kategorik sorunun yanlış ön kabullere dayandığını göstermeye çalıştı.41
40
Sorunu bu biçimiyle daha önce Devrimci Marksist sayfalarında ele almıştım. Hamburg'daki
"Günümüz ve Marksizm" konulu tartışmada konuşmamı özellikle bu alanla sınırladım ve aşağı yukarı
burada yazdıklarımı anlatmaya çalıştım. Ancak böyle bir sorunun tartışılması, dinleyicilerde en azından
doğa bilimlerindeki gelişmeler hakkında ciddi, popüler bilim tarihi kitaplarında olduğu kadar bir bilgi
olmasını gerektiriyor. Dinleyiciler için fizik, biyoloji, geometri'den verdiğim örnekler, Çince gibi geliyordu.
Kimsenin anladığını sanmıyorum ne demek istediğimi. Sonradan bir arkadaşın dediğine göre arka
sıralarda oturanlardan bazıları "Ne anlatıyor bu herif, manyak mı yahu" diye kendi aralarında
konuşuyorlarmış.
41 Bu analojiye göre, nasıl bir zamanlar Galile, Newton fiziği var idiyse ve daha sonra olaylar hakkındaki
bilginin artması ve açıklanamayan olayların birikmesiyle birlikte örneğin rölativite ve kuantum kuramları
geliştirildiyse, Marksizm de başìndan beri konulduğu gibi kalamaz, tıpkı fizik gibi gelişmek; kendi
Einstein, Max Planck vs.sini yaratmak zorundadır.
İlk bakışta, kategorik olarak çok doğru. Ancak marksizmi ve onun bugün karşılaştığı sorunların gerçek
mahiyetini anlamak bakımından tamamen yanlış bir akıl yürütmedir. Bu akıl yürütmenin ardında evrimin
belli aşamalardan sırayla geçmesi gerektiği düşüncesi yatar. Yani nasıl toplumların ilkel, köleci, feodal
diye belli aşamalardan geçeceği yolunda bir kabul var idiyse, bu anlayış aynen bilimler alanına
aktarılmaktadır. Her bilim önce kendi Gelile'lerini Newton'larını, sonra Einstein'lerini çıkaracaktır gbi bir
anlayıştır bu. Halbuki bilimler de toplumlar gibi eşitsiz gelişirler. Tarihe sonradan giren toplumlar nasıl
önceden girenlerin geçtikleri yoldan geçmeden, onların birikimi temelinde onlardan çok ileriden
başlayabilirse, aynı şekilde bilimler de öyledir.
İşte, Marksizm en son doğan, ya da bilim olarak rüştünü ispat eden bir bilim olarak, yani toplumun bilimi
olarak, daha doğarken tabiri caiz ise Einstein'iyle, Max Planck'ıyla doğmuştur. Yani kendisinden çok
daha önce doğmuş ve gelişmiş olan doğa bilimlerinin geçtiği aşamaları geçmeden onların birikimi
üzerinde ileriye muazzam bir sıçrama yaparak doğmuştur. Bu bakımdan Marx'ın kurduğu sosyoyoji bir
bakıma bilimlerin gelişimi bakımından Einstein'in kurduğu relativite fiziğine benzer. Bu bilim daha
doğarken, fiziğin 20 yüzyılda ulaşabileceği bir mantık ve metod düzeyinde doğmuştur. Bu bakımdan,
Marksizm her ne kadar 150 yıl önce doğmuşsa da o daha ziyade 20 yüzyılın bir bilimidir metodolojik
temelleriyle.
Bu durumda hiç bir bilim 150 yıla dayanamaz cevabı kategorik bir cevap olarak pek de doğru değil
demektir. Sorunun bu tarz koyuluşu, aslında diğer bazı problemleri çözme olanağı da sağlar.
Marksist Literatürde tartışılan konulardan biri de, Doğa'da diyalektik olup olmadığıdır. Bir çok "Batı
Marksizmi" geleneğı içindeki marksist, doğada bir diyalektik aramanın, Hegel'den kalıntı, Engels'in bir
basitleştirme çabası olarak nitelemekte, bunun marksist öğretinin özünde bulunmadığını
söylemektedirler.
Birincisi, Diyalektik tanımı gereği varlık ve düşüncenin en genel hareket yasalarının bilimi ise, ve aslında
tüm bilimlerde, tüm hareket biçimlerinde ortak yasalar olup olmadığını araştırmak varsa bunları tesbit
etkmek kategorik olarak baştan reddedilemeyeceğine göre, bu yasaların var olup olmadığı tek tek
tartışılmadan bir sonuca ulaşılamaz. Yani böyle bir alan vardır.
Peki bu yasalar nelerdir? Bu noktada, Doğa'da diyalektik olduğunu reddedenler gerçekten meşhur suyun
kaynaması ve buğday başağı gibi Hegel/Engels örneklerini göstererek biyolojik ve fizik doğada
diyalektiğin olmadığını, bunların zorlama örnekler olduğunu haklı olarak söylemektedirler. Gerçekten de,
Engels'in yazdığı söylenen Sovyet "bilim işçileri"nin bir marifeti olan Doğa'nın Diyalektiği'ndeki doğa
bilimlerine ilişkin örneklerin çoğu, hiç de diyalektik yasalarını örneklemek için kullanılamayacak
durumdadır.
65
65
Marksizmin bileşenleri bakımından ele aldığımızda ise, Marksizmin felsefi yanı, yani şu
diyalektik ve tarihi maddecelik denen, varlığın ve düşüncenin en genel hareket yasalarını
inceleyen bilim olan yanı, hemen hiç bir bildiride ele alınmamaktadır.
Tarihsel maddecilik ise, sadece bazı sorunları bakımından bir parça A. Kaçmaz’ın tebliğinde
incelenir. Diğer bildirilerde somut olarak hiç bir sorun ele alınmaz.
Ekonomi politik bakımından kimse hiç bir konuyu incelemez.
Bir politika öğretisi, kurtuluşçu bir öğreti olarak ise, sadece Doğu Avrupa ülkelerindeki
gelişmeler bağlamında ele alınır. Bu bağlamda da tartışılan, marksizmin, yani stalinizm
olmayan haliyle marksizmin, o olaylar karşısında incelenmesi değil, marksizmin ne
olduğudur.
Ama bundan doğada diyalektik bulunmadığı çıkarsaması yanlıştır. Yanlıştır çünkü, burda sorgulanması
gereken doğadan ziyade, doğa bilimleridir. Doğa'da diyalektik olmadığı için değil, henüz o zamanlar
doğa bilimleri diyalektik bir aşamaya varmadıkları için bir bilimin mekanik aşamasından verilen örnekler
hiç de diyalektik olmamaktadır. Tarihsel maddecilik daha doğarken diyalektik olarak, çok yüksek bir
soyutlama düzeyinde doğmuştur. Doğduğu sırada kendi yönteminin bazı temel unsurlarının tüm varlık
alanındada geçerli olabileceği sezişiyle, diyalektik maddecilik biçiminde bir genellemeye gitmiştir. Ancak
aynı tarihte, doğa bilimleri henüz doğa hakkındaki biligileri, kavrayışları, metodolojiyeriyle diyalektik bir
aşamaya ulaşmış olmaktan çok uzaktılar. Bunun sonucu olaraktır ki Engels'in örnekleri uygunsuzdur.
Tarihsel Maddecilik ve diğer bilimlerin gelişimi arasında, özellikle doğa bilimlerinin gelişimi arasında belli
bir zıtlık bulunmaktadır marksizmin geç gelişi nedeniyle.
Bugün marksizmin elbet yaşadığımız gerçekliği açıklamakta güçlük çeken bir çok yanı bulunmaktadır.
Ancak bu güçlük, doğa bilimlerinin tamamen aksi bir noktadan ortaya çıkmaktadır. Bu şöyle bir
benzetmeyle açıklanabilir.
Bir an için Fizik biliminin daha doğarken bir Rölativite teorisi halinde doğduğunu düşünelim. Doğrudan
doğruya Einstein diye bir adam çıkmış. Ve fizik denen bir bilimi tıpkı Galile ya da Newton gibi kurmuştur.
Bu fiziğe göre, hızlı giden cizimlerin kısalmaları, kütlelerinin artması vs. gerekmektedir. Ancak, çevrenize
baktığınızda otomobillerin ne ağırlığı artmakta, ne de boyları kısalmaktadır. Bu uygunsuzluk bu fiziğin
yeterince gelişkin olmadığından değil, aşırı gelişkin olmasından çıkmaktadır. Tabiri caiz ise, birinin çıkıp,
daha geri bir Newton teorisi ortaya atması gerekmektedir ki, hergün karşılaşılan olaylar kavranabilsin. Bu
elbette bir "ilerleme" değil, bir "gerilemedir".
Ya da geometri alanında, ilk geometri oklit geometrisi yerine iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir
eğiridir diyen aksiyom üzerinde yükselen bir geometri olsaydı. Bu takdirde örneğin üçgenlerin iç açıları
toplamları hep 180'den büyük ya da küçük çıkacaktı. Ama arazi alıp satmaya kalktığınızda, bu
geometrinin hiç de işe yaramadığını görecektiniz. Çünkü yeryüzünde, günlük hayatta iki nokta arasındaki
en kısa mesafe bir doğrudur. Lobaçevski geometrisi bu durumda yeterince gelişmediğinden değil, çok
ileri olduğundan yetersiz kalır, pratik işler için bir Euclit'e gerek vardır.
Marksizmin durumu da tam bu örneklere benzer. Örneğin Marx kendisi bile hayatı boyunca, hep ileri
ülkelerde devrim beklemiş (tarihsel maddeciliğin temel önermesi gelişmenin belli bir aşamasında var
olan üretim ilişkileriyle çelişkiden söz edildiğine göre, sosyalist devrimin en gelişkin bu çelişkinin en
yüksek olduğu ülkelerde olması gerekir) ama hep de yanılmıştır. Yani marksitlerin ya da Tarihsel
Maddeciliğin bir çok ön görüleri yaşadığımız hayatta gerçekleşmiyor. İki nokta arasındaki en kısa mesafe
hep bir doğru çıkıyor, Marx'ın dediği gibi bir eğri değil.
İşte Marksizmin bu günkü problemleri, onun çok yüksek bir soyutlama düzeyine dayanmasından
kaynaklanmaktadır. Yani bugün marksizmin ihtiyacı olanlar Einsteinler değil, Newton'lardır
66
66
Örneğin, Doğan Tarkan ve Galip Gündüz, o çöken rejimlerin marksizmle ilgisi yoktur; o
halde marksizm açısından bir sorun yoktur mantığı ile sorunu ele almaktadırlar. Evet o ülkeler
marksist değillerdi ama o ülkelerin var oluşları ve evrimleri marksizm açısından bazı sorunlar
yaratmaz mı? Yazarlar böyle bir soru bile sormazlar.42
Mahir sayın ise, bu konuyu bile tartışmaz. Sovyetler birliğindeki muhtemel gelişmelerin neler
olabileceğini, bu reform hareketinin hangi saiklerle niçin başladığını ele alır. Aslında
yazısının başlığının “Gobaçov Reformlarının nedenleri, gelişme eğilimleri” gibi bir şey
olması gerekirdi.43
Bir Kurtuluşçu öğreti olarak marksizmin sorunlarına ise pek az değinilmektedir. Sadece
ilginç ve çok tehlikeli bir görüş Oya Baydar ve Orhan Silier’de ifadesini bulmakta, kısmen bu
görüşün izlerine A.Kaçmaz’da da rastlanmaktadır. Bu görüşe göre, marksizmin
kitleselleşmesi onun tekçileşmesine, dogmatikleşmesine yol açmaktadır. Bu tarihsel
gerçekliğin ters yüz edilmesidir. Sovyetlerde “tekçileşme” ve “dogmatikleşme”,44
kitleselleşme değil, tabiri caiz ise, kitlelerden kopma, “devletleşme”, bürokratlaşma
sonucunda ortaya çıkmıştır.45
42
G. Gündüz:"Yıkılanın sosyalizm olmadığını düşünenler için Marksizmin bunalımı söz konusu değildir"
(s.5)
"Belli bir sosyalizm anlayışının, Stalinizmin bunalımıdır yıkılmakta olan, 60 yıldır dünya işçi sınıfına
"sosyalizm" diye dayatılan Stalinizmdir"
Doğan Tarkan: "Marksizm bugün kriz içinde değildir. Kriz içinde olan Stalinizmdir"
43 Mahir Sayın'ın konusu Günümüz Marksizm'in konusu olmadığından görüşlerinin bir eleştirisine
girmiyoruz. Mahir sayının da garip bir sosyalizm tarihi anlayışı var. İncil'de, Kuran'da, sıradan cep
romanlarında her zaman görülecek türden. Bir şeytan ya da kötü vardır, hep üstün gelir ama bir de iyi
olan vardır ki, eninde sonunda kötüyü yener. Mahir Sayın'da bu felsefe, Marksizm ve Ekonomizm'dir
biçiminde ortaya çıkar. Bir Ekonomizm vardır. Nereden kaynaklandığı, nerede gizlendiği bilinmez.
Hemen marksizme egemen olur. Ama birde Lenin gibilerin esas marksizmi vardır. Bir yolunu bulup bu
ekonomizmi yere serer. Ama ekonomizm ne yapar yapar tekrar duruma hakim olur. İçimizdeki şeytan
gibi bir şeydir anlaşılan.
44 Aslında "revizyonistleşme" demek gerekir. Kavramlar burada da yanlış kullanılıyor. Stalin ve diğerleri
dogmatik değil, tam aksine revizyonisttirler. "Emeğin Kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir"; "emeğin
kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olamaz" gibi temel önermeleri ve metodolojiyi, hiç de Bernstein
ya da Kautsky'den geri kalmayacak ölçüde revize etmişlerdir
45 Ahmet Kaçmaz, Marksizmin eyleme yönelmesi ve ideolojileşmesi arasında bir ilişki kuruyor. Oya
Baydar şöyle yazıyor: "Tam bu noktada kendi kendime cevaplayamadığım soru, tartışmak istediğim
önemli nokta: İnsanların siyasal eyleminden koparılamayacak olan, özelliğini yığınların siyasal, devrimci,
dünyayı değiştirici atılımıyla ayrılmaz bağından alan marksizmin bu ilk aşamada yukardaki
tekleştirilmeye kaçınılmaz olarak mahkum olup olmadığı sorusu" (s.3)
Aynı mealde Orhan Silier yazıyor: "Marksizmin kitleselleşmesi ve iktidarlaşmasının bu tehlikeyi (yani
dogmatizm tehlikesi) daha da arttırmış olduğunu tarihsel deneyim göstermektedir." (s.3-4)
Sayın O. Silier de, Marksizmin kitleselleşmesi ile, bir köylü ya da popülist hareketin veya bir bürokratik
kastın kmendini marksist olarak tanımlamasını karıştırmaktadır. Marksizmin işçi kitleleri arasında
67
67
Elbette bir bilim olarak marksizm ile bir kurtuluşçu öğreti olarak marksizm arasında daima
gerilim olagelmiştir. Bir bilim olarak marksizm kavranması için çok yüksek bir bilgi ve
kültür düzeyini var sayar, ama amacına ulaşması için en cahil, en geri bırakılmış yığınları
programına kazanması, örgütlemesi gerekir. Marksist bir bilim adamı olarak, sürekli
marksizmden bile kuşkulanmakla yükümlüdür. Eşitlik ideali için mücadele eden bir insan
olarak ise, hiç bir kuşku duymaması gerekir. Elbet bunlar ciddi sorunlar ve hayatın
kendisinde bulunan çelişkilerdir. Ama bu sorunları incelemek başka, kolayına kaçıp ne
kavramsal, ne de olgusal düzeyde doğu olmayan kitleselleşme/doğmatikleşme paralellikleri
kurmak yine başkadır.
Toparlarsak, A.Kaçmaz’ın tebliği hariç genellikle bildirilerde günümüz ve marksizm ilişkisi
ele alınmamakta, günümüz dünyasındaki olayların marksistlerin kafalarındakilerle ilişkisinin
ayrıca incelenmeye değer zengin bir malzemesini sunmaktadır.
yaygınlaşması onun dogmatikleşmesini değil aksine, tarihindeki en verimli en yaratıcı dönemi
yaşamasını sağlamıştır. Lenin, Rosa, Troçki hep bu dönemin ürünüydüler. Keza, marksizm
iktidarlaşamaz. Bir proletarya diktatörlüğünde, iktidarın, marksizme göre sınıf olarak proletaryanın elinde
olması gerekir, marksistlerin değil, marksistler çoğunluğa sahip oldukları sürece hükümeti oluşturabilirler.
Sovyet deneyinde olan marksizmin iktidarlaşması değil, iktidarsızlaşması, bürokrasinin iktidarlaşması
ama bunu marksizm bayrağı altında yapmasıdır.
Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları
Açma Denemesi
Sunuş
Türkiye’nin Sosyalistleri arasında Sosyalist Demokrasi’nin yaygın olarak tartışılması özellikle
Gorbaçov’un meşhur konuşmasından ve Yeni Öncü’deki tartışmalardan sonra başladı.
Burada “yaygın olarak” ayrımını yapmak gerekiyor, çünkü konunun Türkiye’nin sosyalistleri
arasında tartışılmaya başlaması çok daha eskilere gider46
.
46
"Sosyalist Demokrasi" sorununun daha önceden de tartışıldığını belirtmek özellikle gerekiyor, en
azından Marx'ın Kapital'i yazarken, birçok fikrin ilk ortaya atıcılarını buluşunu ve onları unutulmaktan
kurtarışını anlatmak için kullandığı "tarihsel adaleti yerine getirebilmek" için. Birçok Yeni Öncü taraftarı,
bırakalım Türkiye'yi, bu sorunu dünyada ilk defa Yeni Öncü'nün, daha doğrusu Tekin Yılmaz'ın ortaya
attığını sanıyor ve bunu ciddi ciddi iddia ediyor. Frankfurt'taki toplantıda, yandaki masada konuşan
M.Sayın'ın da "hadi dünyada demiyeyim ama bu tartışmayı Türkiye'de ilk kez biz attık" dediğini duyunca
kulaklarıma inanamamıştım.
Dünya'da Sol Muhalefet ve Troçkist hareketin oluşumunun ve programını geliştirmesinin temel
sorunlarından biri bu olmuştu. Dördüncü Enternasyonal'in programı ve bütün programatik belgeleri buna
kanıttır. Bunların yanı sıra, Dördüncü Enternasyonal'in "Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü"
adlı programatik metni, sırf bu konuya hasredilmiştir.
Diyelim ki bu bilinmiyor. Türkiye'de Eleştiri Yayınevi, sözkonusu kararı 12 Eylül öncesinde yayınlamıştı.
Mandel'in İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi kitabının Türkçe baskısının tarihi 1975'tir ve bu konuyu ele
alır. Vatan Partisi'nde biz, 12 Eylül sonrası dönemde birçok hareketten birçok militan Stalinizmle
yüzleştikçe bu sorunla karşılaşmıştır.
Doğu ve Batı'nın farkı bu olsa gerek. Batı geleneğinde, biri bir fikri atarken, nerelerden ilham aldığını, o
fikrin ilk kez nerede ifade edildiğini araştırıp belirtmeye özen gösterilir. Doğu geleneğinde ise durum
tamamen zıttır. Kaynaklar gizlenir ve ilk kez söylendiği imajı yayılır.
M.Sayın'ın bunu niye yaptığını anlamak zor değil. O kendisini daima daha geri olana göre tanımlar, ama
kendisine o avantajı sağlayan,
biçimsizleştirerek ve iğdiş ederek aldığı görüşlerin kaynağını gizlemek zorundadır ki, difransiyel rantı ele
geçirebilsin ve o hitap ettiği geri kitlenin önyargılarını ve tepkilerini çekmesin, söylenenleri ciddiye alıp
mantık sonuçlarına gidebilecek olanları da şaşırtabilsin.
Bu tipik değişmez tavırdır. Sadece Sosyalist Demokrasi konusunda böyle değil, Kadın sorununda da
böyledir (Necmi Gül'ün Yeni Öncü'de çıkan "Ben Doğarken İktidar Olmuşum" yazısına bakılabilir.);
faşizm sorununda da böyledir (D.Küçükaydın'ın cezaevlerinde elle çoğaltılmış "Bir Siyasi Hükümlü'nün
Notlarına Notlar" yazısına bakılabilir.)
Bunun adı "Merkezcilik"tir. Devrimcilik ve reformculuk arasında bir ara aşamadır ama kimileri için ebedi
bir karakter halini alabilir. Elbet büyük avantajları vardır. Herkesle iyi geçinmeyi sağlar örneğin: Reformist
için daha tercih edilirsiniz, çünkü diğerleri kadar "sekter" ve "ideolojik bağnaz" değlsinizdir; devrimci ve
radikaller için daha tercih edilirsiniz, çünkü reformist değilsinizdir; Troçkist için daha tercih edilirsiniz,
çünkü bir stalinist değilsinizdir; bir stalinist için daha tercih edilirsiniz, çünkü troçkist değilsinizdir vs., vs..
Dünya büyük ve güneşin altında herkese yer var.
69
69
Konunun yaygın olarak tartışılmasının yolunu açan Tekin Yılmaz’ın, sorunu aslında ne kadar
yanlış bir yerden tutup gerekçelendirdiği ve çelişkileri hakkında söylenmesi gerekenleri
E.Kürkçü, O.Dilber, A.Ural ve daha bir çokları söylediler ve yazdılar. Ama bütün bu
tartışmalarda en ileri gidenler, Troçkist hareket tarafından bu güne kadar savunulmuş olan, ve
daha ileriye gidebilmek için savunulması gereken görüşleri savunma sınırını aşmadılar.
Burada bu görüşler de kısmen tartışma konusu yapılmaya çalışılacaktır.
Aslında “Sosyalist Demokrasi” tartışması, Türkiye solu açısından, geçmişin bukağılarından
kendini kurtarma denemesinden başka bir şey değildir; 19 yüzyılın ve yirminci yüzyılın
başlarının sıradan herhangi bir marksistinin, sosyalistinin adeta aksiyom kabul ettiği,
tartışmayı bile aklına getirmediği (tıpkı dünya devrimi gibi, tıpkı tek ülkede sosyalizmin
kurulamayacağı gibi vs.) görüşleri, anlayışları yeniden edinme çabasından başka bir şey
değildir. Bu girişimin tüm çabalara rağmen hala çok az yol kat etmiş olması, şu “Stalinizm”
denen ideolojinin işçi ve sosyalist hareket üzerinde nasıl korkunç bir tahribat yarattığı ve onu
adeta yüzlerce yıl geriye ittiğinin ilginç bir göstergesidir.
Bizler için böylesine az verimli ve muazzam çabalara mal olan kabuller muhtemelen genç
kuşaklar veya gelecek bir yükselişin kitlesi tarafından kendiliğinden öyle kabul edilecek
şeylerdir.
Bunun kanıtları şimdiden görülebilir. Birkaç yıl önce, Fransa’daki öğrenci grevleri ve
yürüyüşleri esnasında, öğrencilerin solcu olmamalarına ve hatta apolitik olmalarına rağmen
fiilen yaptıkları sovyet ve Paris Komünü tipi organlar oluşturmaktan başka bir şey değildi.
Hatta onlar, direniş bitince, saçma bürokratik mekanizmalara dönüşmemesi için, direnişi
yönetmek için kurdukları organları lağvetme basiretini bile gösterdiler.
Bu nedenle, bugünkü sosyalist demokrasi tartışmasında savunulan en radikal (troçkist)
görüşler bile, muhtemelen ilerdeki bir yükselişe yeni bir perspektif vermekten ziyade, ona
engel olmama, ona uyum sağlayabilme gibi bir yetenek kazandırabilir. Bu tartışmada
savunulan görüşlerin çoğu, kral ve sultanların iradesinin bir zamanlar son derece olağan kabul
edilmesi bize bugün ne kadar geri ve saçma görünüyorsa, genç ve gelecek kuşaklara, öylesine
geri ve saçma görünecektir.
Genç ve gelecek kuşaklarla bir ilişki kurabilme noktası bulabilmek ve onlara bir zamanların
tecrübelerini aktarabilmek için her konuda olduğu gibi “Sosyalist Demokrasi” konusunda da
daha çağdaş sorunları tartışmaya başlamak gerekiyor.
Aşağıdaki Metin, “Sosyalist Demokrasi” konusunda Amsterdam’da yapılan tartışma’da, bir
dinleyici olarak söz aldığımızda dile getirmeye çalıştığımız görüşlerin genişletilmiş ve kısmen
daha sistematize edilmiş halidir.
Sosyalist Demokrasi Tartışması’nın Bazı Metodolojik Sorunları
70
70
Sosyalist Demokrasi tartışmaları esas olarak tarihsel deneylerden hareketle yapılmaktadır.
Bu klasik marksist tavırdır. Marx, Paris Komünün’den önce, kapitalizm ile sosyalizm arasında
proletarya diktatörlüğü denen bir geçiş dönemi bulunması gerektiği sonucunu mantıken
öngörmüştü, ama bunun ne gibi somut biçimler alabileceği veya alması gerektiği konusunda
hemen hiç konuşmamıştı. Ancak Paris Komünü olduktan sohnra, bu tarihsel deneyi sıcağı
sıcağına inceliyerek, bu devletin taşıdığı ve taşıması gereken nitelikleri belirlemişti.
Lenin’in de tavrı özünde farklı olmamıştır. O, başka vesilelerle de sık sık, mücadele biçim ve
örgütlerinin nasıl bir biçim alacağının sistem kurucularının kafalarında değil; toplumsal
mücadeleler pratiğinde aranması gerektiğini; teorisyenin görevinin bunları sistematize etmek
ve yaygınlaştırmak olduğunu söylemişti.
Troçki ve troçkist gelenek de aynı önermeleri tekrarlamış, devrimden sonrasına ilişkin ne
olacağı konusunda tarihsel deneylerden çıkmış klasik sonuçlar dışında pek fazla birşey
söylememe eğiliminde olmuştur. Hatta Türkiye’deki kimi troçkistler bu ağilimi
mutlaklaştırarak, devrimden sonrasına ilişkin bir program yapmayı bile ilke olarak
reddetmeye kadar varmışlardır.47
Bu metodolojik ilke, saçmalığa vardırılmış halleri bir yana atılılırsa, elbette her zaman için
dayanılması gereken bir temel oluşturur. Ancak bu sadece bir temeldir, sırf temelde kalındığı
taktirde sorunun çözümünde ileri gitmek olanaksız hale gelmekte, bu metodolojik yaklaşım
diyalektik olarak zıttına dönmekte, derinleştirici değil, derinleşmeyi engelleyici bir fonksiyon
görmektedir.
Türkiye’deki tartışmalarda da, tarihsel deneylerin ötesine gitmeme, taslaklaştırmayı yanlış
bulma nedeniyle, sosyalist demokrasi sorununda, en sıradan insanın bile kafasına gelen
sorunlardan kaçılmış olmaktadır. Kimbilir belki de o sorulardan kaçmak için bu ilkenin ardına
sığınılmaktadır.
Aslında, bu ilkenin ardına sığınmak, kaba bir ampirizm ve objektivizm yapmaktan başka bir
anlama gelmemektedir48
bugün. Diyalektik, tarihi aktif, canlı insanın yaptığı bir süreç olarak
47
Bu saçmalığa vardırmanın bir örneği olarak M. Yenice'nin "Devrimci Marksizmde `Geçiş Programı
Anlayışı'" adlı kitabı anılabilir.
48 Burada Mandel'in şu satırlarını anmak gerekiyor:
"Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin
gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü
bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek
şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve
düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından
geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.
"Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini
sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin
daha sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım." Sosyalist
antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye, bugün, geniş proleter
kitleleri ikna edememeye mahkum ediyor.
71
71
görür. Sadece gelecek tasavvurları değil; gelecek tasavvurlarını reddetmek de gelecek
üzerinde yığınların tarihsel tecrübeleri üzerinde bir etkide bulunur. ÿnsanlar, arılardan farklı
olarak, daima kafalarında bir takım tasavvurlara göre hareket ederler. Siz bir tasavvur ortaya
koymayı reddettiğiniz takdirde orayı ister istemez başka tasavvurlar dolduracak ve bu da o
tarihsel deneyi şu ya da bu yönde etkileyecektir. Tasavvurlarda bulunmak kadar,
tasavvurlarda bulunmamak ta tarihsel deneyi şu veya bu biçimde etkiler.
Somut bir örnek vereyim. Paris Komününü başaran işçiler arasında anarşistlerin, ütopik
sosyalistlerin muazzam bir etkisi; aydınlanma düşüncesinin de bir tortusu vardı. Bu etki ve
tortu sayesindedir ki, Paris Komünarları şu meşhur ilkelere (Seçilenlerin geri alınması;
ortalama işçi ücreti alması vs. gibi) göre örgütlenip davrandılar. Mazallah Paris Komününü
yapan işçiler arasında, klasik bir komünist partisinin, stalinizmin ve maoizmin etkileri ve
tortuları olsaydı, o işçiler herhalde hiç bir zaman Paris Komünü Tipi bir “devlet” yaratmayı
akıl edemeyeceklerdi ve bizler hala, Paris Komünü öncesinde Marx’ın olduğu gibi bir tarihsel
deneyin gerçekleşmesini bekliyor olacaktık. Gerçekleşen olursa da çarpıklıklarıyla
gerçekleşecek, neresinin çarpıklık, neresinin özü olduğunu araştırmak zorlaşacaktı.
Bugünün dünya işçi sınıfı hayal gücünü yitirmiş durumdadır. Buna sadece Stalinizm değil;
kapitalizmin bizzat kendisi de yol açmaktadır. Öu örnek bir fikir verebilir. Zaman, saniyeler,
dakikalar, bütünüyle artı değer üretimiyle birlikte bir anlam kazanmıştır. Kapitalizm açısından
her saniyenin bir değeri vardır. İş gücünün bir saniyesinin bile boş geçmesine müsaade
edilmemelidir. Makinalar bir saniye bile boş durmamalıdır ki, moral yıpranmaya uğramadan
önce fizik olarak yıpransın. Sermaye hızla devretmelidir ki kar oranı artsın vs. vs..
Kapitalizm ile ilk yüzyüze gelen insan, bu tempo karşısında isyan edebilir. Ama doğduğu
günden beri bunun içinde yaşamış insan, bunun nasıl insanlık dışı bir yarış olduğunu görme
yeteneğini bile yitirir. Tabakhanede çalışan işçinin burnu bir süre sonra ufunetin kokusunu
almaz olur.
Ütopik sosyalistler, anarşistler kapitalizmin bu zaman kültürüne karşı daima bir propaganda
yapmışlardır. Belki bu sayededir ki, Paris Komünarlarının ilk yaptıkları ve çok az bilinen
işlerden biri saatleri yıkmak olmuştur.
Ama bu günün dünyasının proleterleri ayaklandıklarında saatleri yıkmayı akıl edebilecek
hayal gücünden bile yoksundurlar. Onlara resmi komünist veya sosyal demokrat partiler,
burjuvaziyle aynı zaman kültürünü vermişler, bu kültürü eleştirmeyi akıllarından bile
geçirmemişler; eleştirenleri anarşist veya ütopik diye kovuşturmuşlar ve nihayet “troçkistler”
de “ütopik” değil “bilimsel” sosyalist oldukları için hep günlük mücadelenin geçişsel
talepleriyle uğraştıklarından, bu işçilerin saatleri yıkmayı düşünebilecek bir fikir kırıntısı
bulabilmeleri adeta olanaksız hale gelmiştir. Saati yıkmayı hayal edemeyen işçi, Paris
"Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. doğu
Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden farklı ve ondan
üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin
proletaryası tarafından yıkılamayacaktır."
72
72
Komünü tipi devlet kurma deneylerine de giremez.
Bırakalım geniş yığınları, bugün öncelikle bizlerin, sosyalistlerin ütopyalara ihtiyacı var.
Sadece işçiler değil, bizler bile saatleri yıkma gibi bir fikri akıl edemeyecek durumdayız.
Bunun içindir ki, sosyalist demokrasi teorisi ve pratiği alanında komünarların nallarını
topluyoruz.
Bir şeylerin nasıl olması gerektiği yolundaki projeler onların nasıl olacakları üzerinde bir
etkide bulunurlar. O halde, metodolojik olarak kendimizi sadece tarihsel deneyle sınırlamayı
bırakmak, günümüzün sorunlarından hareketle, ütopik de olsa projeler ortaya atmak
gerekiyor.
Biri üç aylık, biri üç yıllık, çok olağanüstü koşullarda geçmiş ve ikisi de yenilmiş bu iki deney
günümüzün işçi sınıfının ve günümüzün dünyasının sorunlarına ve olanaklarına cevap
vermez. Kendimizi bu deneylerle sınırlamak, pratikte, günümüzün sorunlarını atlamak,
görmezden gelmek sonucunu verir.
Özetlersek, Sosyalist Demokrasi tartışmasında, tüm tarafların dayandığını söylediği
metodolojik varsayım: sadece tarihsel deneylerin incelenmesinden hareket edilebileceği,
taslaklar yapılamayacağı anlayışı, bugün için tartışmanın gelişmesinin engeli haline gelmiştir.
Ele alınması gereken ikinci bir metodolojik sorun da, Sosyalist demokrasi sorununun hangi
felsefi kategoriler alınına girdiği sorunudur.
Paris Komünü ya da Sovyet tipi devlet dediğimiz, sosyalist demokrasi veya proletarya
diktatörlüğü diye adlandırdığımız şey bir devlettir, yani bir araçtır. Araç dediğimiz an,
kendiliğinden, yapı ve işlev kategorileri gündeme gelir. Herhangi bir aracın yapısını
belirleyen onun işlevleridir. Yapı bir bakıma yoğunlaşmış işlevdir. İşlevler de yapının ruhudur
denilebilir.
Gerek toplumsal, gerek fiziksel ve organik bütün aletler, bütün araçlar için geçerli ilk sorun
yapı ve işlev arasındaki uyumun nasıl sağlanacağıdır. Yani beklenen fonksiyonları en iyi nasıl
bir yapı yerine getirebilir sorunu. Bu aynı zamanda tüm tekniğin temel sorusudur.
Bu anlamda parti, devlet, sendikalar vs. teorileri, modelleri bir bakıma teknik düzeyindeki
sorulara cevaptırlar.
Marx’ın Paris Komünü üzerine yazdıkları dikkatlice okunursa, onun sorunu bütünüyle, belirli
işlevlerin en iyi hangi tür yapılarla çözülebileceği veya çözüldüğü problematiği çerçevesinde
ele aldığı görülür. Paris Komünü’nü tıpkı bir otomobil mühendisinin, teknik bir dergide, yeni
çıkmış bir otomobili tahlil ederken, belli sorunların hangi mekanizmalarla ne ölçüde
çözüldüğünü incelemesi gibi incelemiştir.
73
73
Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı?
Paris komünarlarının tedbirlerinin ardındaki temel problem ne idi? Aracın kendi kontrolleri
dışına çıkmasını engellemek; onların hizmetinde kalmasını sağlamak; onların üzerinde bir
egemen haline dönüşmesinin yolunu kesmek ve olağanüstü koşullar nedeniyle tek bir irade
gibi davranıp hızlı kararlar alıp uygulayabilmek.49
Komünün tedbirlerinin ardında bu
problemler yartmaktadır; mekanizmalar bu problemleri çözmeye yöneliktir ve Marx da onları
aynen böyle ele almıştır.
Seçilenlerin her an geri alınabilmesi; ortalama işçi ücretinden fazla maaş almaması; tüm karar
alıcı devlet görevlilerinin seçilmesi. Bu üç özellikten ikisi, asıl ile vekil, seçen ile seçilen
ilişkisini düzenlemekte; seçilenin seçenden bağımsızlaşmasını engellemeye çalışmaktadır.
Üçüncü ilke, tüm memurların seçilmesi, bir bütün olarak devlet denen aracın kontrol altına
alınmasına yöneliktir. Yasama, yürütme ve yargının birliği ise, daha ziyade hızlı ve etkili
karar alıp uygulama amacına yönelik, özel olarak olağanüstü koşullardan çıkmış gibi
görünmektedir. (Aslında bu konu iyice incelenmelidir.)
Sovyet devriminde bunlara ek olarak, örgütlenmenin fabrikalar temelinde olduğu görülür. Bir
diğer farkı da, köylü sovyetlerinde temsilci seçebilmek için gerekli oy sayısının işçi
sovyetlerine göre kat be ket fazla olmasıdır. Bu tedbirlerin de, bir yandan hala şehirlerin
büyük çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazi ve burjuvaziyi temsil organlarının
belirlenmesinin dışında tutmak; diğer yandan da, muazzam köylü nüfusun ağırlığını azaltmak
ama karşıya da itmemek kaygısı açıkça görülmektedir. Paris komünarlarının, nüfusun belli bir
bölümünü oylamanın dışında bırakmak gibi bir çabası, bunun için de örneğin iş yerlerine göre
temsilci seçme ilkesi gibi bir ilkesi olmamıştı, çünkü savaş dolayısıyla Paris’te sadece işçiler
kalmıştı. Keza Paris Komünü sadece bir şehirle sınırlı bır “devlet” olduğu için, yani köylülük
olmadığı için, köylüler karşısında nasıl tavır alınacağına ilişkin bir sorun, dolayıyısla bir
çözüm teşebbüsü de yoktur.
Bu tarihsel tecrübelerden çıkan, sosyalist devrimlerin sınıf içindeki geleceğe ilişkin
tasavvurlara ve önündeki acil sorunlara göre yapılar oluşturduğudur. Devletin ezilenlerin
üzerinde yükselmemesi onların hizmetçisi olması, temel bir kaygıdır ve bütün tedbirlerde bu
kaygının damgası vardır.50
49
Paris Komünü'nün tedbirleri burjuvaziye karşı olmaktan ziyade, işçileri ve halkı kendi temsilcilerine
karşı; onların bağımsızlaşmasına ve kendilerini seçenlerin üzerinde bir iktidar olmaları tehlikesine karşı
alınmış gibi görünüyorlar. Aslında bu konuyu Paris Komünü'nün Zabıtları gibi belgelerden incelemek
gerekiyor. Bu anlamda, Bürokrasi'ye karşı çok devrimci bir anlama sahiptirler.
50 Seçmek, seçileni geri almak, az para vermek vs. Bütün bunlar, sadece tedbirlerdir, garantiler değil.
Otomatikman, seçilenlerin seçenlerin kontrolü altında kalmasını sağlayamazlar. Bunu en iyi partilerde,
kitle örgütlerinde görmek mümkündür. Her birinin çok daha seçme üyeleri olduğu halde, hatta üyelerin
beşte biri bile istese seçimler yenilenebildiği halde, yönetim organlarının nasıl bürokratlaşıp, işleri
manüple edebildiği gözler önüne getirilsin.
74
74
Devletin ezilenlerin üzerinde yükselmemesi, onların hizmetçisi olarak kalması, özünde şu
tedbirlere bağladır: Ezilenlerin silahlı olması, özel silahlı adamlar olmaması; bütün
görevlilerin seçilmesi ve kendisini seçenlerin direktiflerine uymadığında, kendisinin veya
seçenlerin fikri değiştiğinde geri alınabilmesi. Aslında geri alabilme ve seçilene ortalama işçi
ücreti ilkeleri, aynı zamanda, seçilenlere duyulan güvensizliğin, onların yozlaşmasını,
kendilerini manüple etmesini engellemenin tedbirleri olarak görülmektedir.
Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin
Her An Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi
Şimdi şu soruya geçebiliriz. Gelecek bir devrimin başka ne gibi kaygıları olabilir ve bunlara
karşı ne gibi mekanizmalar öngörülebilir? Gelecek bir devrim ne gibi sorunlar ortaya
çıkaracaktır?
Seçilenin geri alınabilmesi, yani seçenlerin kontrolü dışına çıkmasının engellenmesi için
bulunan bu yöntem ile, nüfusun farklı görüşlerinin nüfus içindeki oranlarına en yakın düzeyde
temsil edilmelerini sağlamaya yönelik yöntemler çelişki içindedir. Yani her ilacın bir yan
etkisi olması gibi, geri alma ilkesi nisbi temsil ilkesini zedeler. Geri almak için, her
temsilcinin belli bir bölgenin ya da grubun temsilcisi olması gerekir. Çünkü kimin hangi
seçmenler grubunun temsilcisi olduğunu bilmenin bir başka yolu yoktur. Ancak seçimleri bu
ilkeye göre yaptığınız takdirde, örneğin nüfus içinde yüzde otuz orananda oyu olan bir
partinin, karşisindaki oylar, birçok partiye, belli bölgelerden yoğunlaşmadan, bölündüğü
takdirde temsilcilerin yüzde yüzünü elde etmesi gibi bir sonucu olur. Bu sonuç, sık sık da
gerçekleşir aslında. Örneğin ANAP iktidarında olduğu gibi. Bu durumda, yüde otuz oyla
seçilen partinin, istediğini meşru yollardan, hem de nüfusun yüzde yetmişine karşı
yapmasının önünde hiç bir engel olamaz. Bu hiç de, seçilenin seçmenlerin kontrolü dışında
davranmasından daha az tehlikeli değildir. Ancak, bu tehlikeye karşı tedbir aldığınız takdirde
ise, ülke ye da büyük bölgeler ölçüsünde gruplaşmalar yapmak zorundasınızdır. Böylece
oranların azami ölçüde yansımasını sağladığınız takdirde, bir temsilcinin hangi grubun
temsilcisi olduğu kesin olarak bilinemeyeceğinden, onu kimin geri alacağını belirlemek
olanaksızlaşacaktır.
Bu sorun nasıl çözülebilir? Bu sorunu çözmenin yolu, iki yöntemin optimum bir bileşenini
bulmak olabilir. Örneğin, Vatan Partisi programında Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu sorunu
çözmek için, seçimin nisbi temsile göre yapılmasını, ama seçildikten sonra, her temsilcinin,
belli bir bölgenin “sağdıcı” olmasını önerir. Sağdıcı olduğu bölge o temsilciyi her an için geri
alabilir.
Sadece Ekim Devrimi ve Paris Komünü değil, bunların ikincisinin kontrolden çıkması da bir deneydir ve
sonuçlar çıkarılması gerekir.
75
75
Konu daha incelenebilir. Bizlerin, sosyalistlerin, artık hala, temsilcileri geri almaktan söz
edip, bunun nisbi temsil ile çelişkisini görmezden gelmeyi bırakmamız gerekiyor. Bu
çelişkinin ezilenler bakımından ortaya çıkardığı sorunlar karşısında, kafamızı deve kuşu gibi
kuma gömerce, davranmayı bırakmamız gerekiyor. Ortada ciddi bir sorun vardır ve “tarihsel
deney”in ardına sığınıp bu sorundan kaçılamaz. Kimseyi ikna edemezsiniz. Bir model
geliştirmeniz gerekir. Gerekiyor çünkü toplumsal yapıdaki değişmeler bu sorunu çok daha
acil hale getiriyor.
Bugün dünyanın bütün ülkelerinde genel oy genelleşmiştir ve solcu, ilerici partiler, dar
bölgeyi savunan burjuva partileri karşısında nisbi temsil sistemini savunmaktadırlar. Hem
nisbi temsil sistemi yığınların bilincinde köklü bir yer ettiği için, hem de muhalefetteyken
savunulan nisbi temsili iktidara gelince reddetme tutarsızlığından kurtulmak için bu sorunu
gündeme koymak gerekmektedir.
Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu
Sosyalist demokrasi tartışmalarında işçiler dışındaki toplum kesimlerini oy hakkından
mahrum etmek veya örneğin on köylü oyunun ağırlığını bir işçi oyuna indirgemek ve
sovyetleri fabrikalara göre örgütlemek gibi görüşler açıkça savunulmaktadır51
. Ekim devrimi
örneğine dayandığı için de bu model eleştirilmez tabu olarak kalmaktadır.
Bu günün dünyasında bu tedbirleri uygulamak olanaksız olduğu gibi gereksizdir de. Rus
köylüsü genel oyu hiç tanımamıştı. Ama bugün dünyanın hemen bütün parlamenter
sistemlerinde köylü genel oyu tanımakta ve bunu güçlü bir silah olarak kullanmaktadır.
Eğer bir parti, açıkça köylülerin ağırlığını azaltacak tedbirler alacaksa, ve sosyalist olduğu
iddiasıdaysa, köylülere açıkça böyle yapacağını söylemesi gerekir, teorik organlarının satır
aralarında değil. Böyle bir partiye ise o zaman sadece köylüler değil, işçiler bile destek
vermez. Ve nüfusun çoğunluğunu sağlamadan devrim yapılamaz.
Öu halde köylülerin de tıpkı işçiler gibi bire bir temsilcileri ve ağırlıkları olması gerekiyor.
Ama sorun burada da bitmiyor. Bugün için şehir nüfusunun da büyük bir bölümü işçi değildir.
Aslında fabrika işçileri, bütün ülkelerde nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır.
Dağınık çok geniş bir ücretliler kesimi de bulunmaktadır. Keza şehir küçük burjuvaları,
işsizler vs. de var. Bütün bunların seçme ve seçilme hakları da alınamaz bugünün dünyasında.
Bunu almaya kalktığınız takdirde, o toplum kesimlerini karşıya itip kendinizi tecrit edersiniz.
Yani bugünkü dünyada, işçilerin nüfus içindeki zayıf konumlarını yüksek oranda temsil
ettirmeye yönelik tedbirler, bizzat o işçi iktidarına karşı çalışırlar. Rus devriminin bu soruna
bulduğu çözümü uygulamanın olanağı olmayacak, uygulandığı takdirde, çözülenden çok daha
51
Avrupa'da yaptığımız Sosyalist Forum toplantılarında Sosyalist İşçi dergisinden arkadaşlar bu
tedbirleri açıkça savunuyorlardı. Bunların Proletarya diktatörlüğünün özü olduğunu söylüyorlardı.
76
76
büyük problemler yaratacaktır muhtemelen.
Ama bu da ister istemez, proleter olmayan tabaka ve sınıfların; ya da toplumun daha geri ve
istikrarsız kesimlerinin ağırlığının sosyalist bir demokraside aynen yansıyacağını; böyle bir
sistemin ne ölçüde sınıfsız bir topluma gitmeye yetenekli olduğu sorusunu gündeme getirir.
Bu sorunun üzerinden hep atlanmaktadır.
İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne
Ölçüde Hizmet Eder?
Ancak sorun bununla da bitmiyor. Sovyet devriminde, işçi sovyetlerinde, temsilciler
fabrikalara göre seçiliyordu. Küçük işyerleri ise birleştirilip temsilci seçiyorlardı. Bugün bu
tedbiri uygulamaya kalkmak, işçi sınıfının çok büyük bir bölümünü, yani küçük işyerlerinde
çalışan bölümünü yeterince tanımadığı insanları seçmek zorunda bırakmak olur. Küçük
işyerinde çalışan işçiler kendi işyerindeki insanları tanır. Halbuki temsilcisini kendisi gibi
daha onlarcası bir araya gelerek seçebilecektir, ama işyerine bağlı olduğu takdirde onları
tanıma olanağı bulamayacaktır. İşçinin gerçek yaşam alanı, toplumsal çevresi oturduğu
mekandır. Oturulan ve çalışılan mekan modern toplumda birbirinden tamamen kopmuştur. Bu
durumda fabrikalara göre seçim ilkesi, işçi sınıfının kendi içindeki eğilimleri en iyi şekilde
seçmesine olanak sağlamayacaktır. İşçi sınıfının bir zümresini, büyük fabrika işçisini avantajlı
hale getirecektir.
Aslında büyük iş yerinin kendisinde de Rus Devrimi dönemine göre problemler çıkmaktadır.
Rus Devrimini yapan işçiler, fordist yöntemlerle, makinanın basit bir parçası durumuna
düşmüş işçiler değillerdi. Kısmen belli zanaatları vardı. En azından belli aletlere egemendiler.
Fabrika içinde işçilerin birbiriyla oldukça sık kontak kurma, birbirlerini tanıma olanağı
oluyordu. Fordist büyük fabrikada bu avantaj büyük ölçüde kaybolmuştur. Bir yanda
aptallaşmış, makinanın basit bir eki haline gelmiş düz işçi, diğer yanda ise, üretimdeki
konumu bakımından değil ama gelir ve toplumsal konumu bakımından işçi sayılamayacak
teknisyenler vardır. İşçiler arasında kontak çok sınırlı, hatta olanaksızdır. Bu işçi tipi, kısmen
mesleği olan işçiye göre daima daha az mücadele ve hayal gücü yeteneği göstermiştir.
Fordizm ötesi elektronik yöntemlerle üretimde ise, işçilerin konsantrasyonu hızla azaldığı
gibi, ev tekrar bir işyeri haline dönmektedir.
Bütün bu nedenlerle, fabrikalara göre seçim ilkesini uygulamaya kalkmak bizzat işçi sınıfının
kendisine karşı bir engel haline gelme, kendi iradesini, en iyi bir şekilde ifade olanağını
sınırlama sonucunu vermektedir.
Buna nasıl bir çözüm bulunacaktır? Bu takdirde, bir işçi demokrasisini, iş yerlerine göre
seçme olmayacağına, genel oy olacağına göre (burjuvazinin oy hakkı alınsa bile nüfusun geri
kalanı diğer emekçi ve küçük burjuvalardır ve onlara karşı burjuvaziye davranıldığı gibi
davranılamaz.) bu sosyalist demokrasiyi, (işçilerin silahlı olması, yöneticilerin seçilmesi, ve
77
77
kısmen geri alması; seçilenlere ortalama işçi ücretini vermesi dışında) parlamentarizmden
ayıran özellikler neler olacaktır?52
Hem emekçi nüfusa genel oy hakkını korumak, hem de işçilerin ağırlıklarını yüksek tutmak
ve iradelerini yansıtmak arasındaki çelişkiyi çözmek için, yine ortalama, optimal yöntemler
bulmak ve önermek gerekmektedir. Modern toplumda her devrim bu sorunlarla karşılaşmak
zorundadır.
Partiler Sorunu
Modern toplumda, yığınların iradesini şekillendirebilmesi için partilerden başka olanak
yoktur. Kesinlikle hiç bir ideolojik sınırlama olmaksızın her türlü propaganda ajitasyon ve
örgütlenme serbest olmalıdır. (Burada çok karıştırılan bir şey var. Burjuvazinin oy hakkını,
seçme seçilme hakkını almak başkadır, burjuva partileri yasaklamak başka. Burjuva partileri
yasaklanamaz. Hiç bir burjuva partisi ben burjuva partisiyim demez. Ancak biçimsel bir
şekilde, örneğin, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kurmak isteyen partiler kurulamaz
türünden sınırlamalar getirilebilir. Böylece burjuva partileri yasa dışına düşürmek mümkün
olabilir. Ama bu da 141/142 ne kadar sosyalist partilerin kurulmasına engel olabildiyse o
kadar olur. Zaten devrim olunca, burjuvazi bizden daha hızlı komünist olur. Ama örneğin,
fabrika sahiplerinin veya geliri şu kadardan yüksek insanların seçme, seçilme hakkı alınabilir.
Bu onların fikirlerini ifade edemeyecekleri anlamına gelmez. Onların fikirlerine proleter ve
emekçiler oy veriyorsa elden ne gelir.)
Öu halde, yasaların biçimsel kurallarına uyduğu takdirde, örneğin silah zoruyla rejimi
yıkmaya kalkmadığı takdirde, her türlü fikir ve örgütlenme serbest olmalıdır. Bu ezilenlerin
iradesini yansıtmanın tek ve en etkili yoludur. Bu hak sadece iradeyi yansıtmayı sağlamaz,
ezilenlerin çeşitli kesimleri arasında uzlaşmaları ve demokratik çözümeri; denge
değişimlerindeki yansımaları da sağlar.
O Halda, açıkça, hiç bir ideolojik sınırlama getirmeyeceğimize, her türlü fikir ve örgütlenme
özgürlüğünü savunacağımıza ve işçilerin savunması gerektiğine açıkça yer vermemiz
gerekiyor tasavvurlarımızda.
Ancak, partiler dediğimizde başka bir sorunla da karşılaşıyoruz. Modern toplumda temsilci
olarak kişilikler değil, fikir sistemleri, programlar seçilmektedir. Partilerin şu veya bu üyesi o
partinin üyesi olduğu için seçilir, parti programına uymadığında da atılır. Yani, seçenin
seçileni kontrolü dolaylı bir yol izler. Bu kısmen, geri alma sorununa da yardımcı olur. Bu
olanağı değerlendiren Kıvılcımlı, parti değiştirenin otomatikman temsilcilik yetkisini
52
Tam bu noktada Proletarya diktatörlüğünün özüne geliyoruz. Aslında proletarya diktatörlüğünün özü
zor değildir. Onun özü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmış olmasında yatar. Bu
tedbirin kendisi burjuvaziye karşı bir diktatörlük olarak görünür.
78
78
yitireceğini yazarak bu kontrolü güçlendirici bir mekanizma önermişti.
Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi
Bir başka sorun. Toplumdaki tek ezilenler işçiler değildir ve bir işçi iktidarının amacı, sadece
kapitalist sömürüyü değil, her türlü baskıyı ortadan kaldırmak olmalıdır. Öte yandan, bir baskı
biçimine uğramak, diğer baskı biçimlerine karşı aynı ölçüde hassasiyeti otomatikman
yaratmıyor. Örneğin işçi sınıfı ırkçı ve seksist baskılara karşı duyarsız olabildiği gibi bizzat
kendisi bu baskıları yapabiliyor. Aslında bunlara uğrayanlar da işçi sınıfı içinde üyelere sahip
olamalarına rağmen, özgül uğradıkları baskı biçimleri aracılığıyla temsil edilmedikleri için,
fiiliyatta var olan ayrılık ve baskının yansıması engellendiğinden, tıpkı burjuva toplumunda
herkesi biçimsel olarak eşit kabul etme ama fiiliyatta öyle olmaması nedeniyle üst durumda
olanın egemenliğini gizlenmesi ve pekiştirilmesi gibi, baskının yeniden üretilmesine ve
gizlenmesine hizmet ediyor. Kadın hareketi ve siyah hareketi bunu açıkça kanıtlamış
durumda. Bu da bir tarihsel deneydir. Bugün azınlıklar, kadınlar vs. örgütlerde, kotalar, özel
imtiyazlar, otonom yapılarla bu özgül ezilmelerine karşı araçlar geliştiriyorlar.
Aynı şey, bölgeler için de geçerlidir. Evet, özel, genele tabidir ama bunun da bir dengesi,
sınırı olmalıdır. Çoğunluk azınlığa her istediğini yapamamalıdır. Aslında demokrasinin
tarihi, çoğunluğun kendi haklarını sınırlamasının, belli kriterlere göre azınlıklar
hakkında karar hakkından vaz geçmesinin tarihidir. Örneğin, azınlıkların ana dilde eğitim
hakkını düşünelim. Demokrasi, “azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden
idare tarzı” (Lenin) olduğuna göre, pekala nüfusun büyük çoğunluğu, “kardeşim demokrasi
bu, eh biz de çoğunluğuz, siz bize uyacaksınız, biz çoğunluk olarak karar alıyoruz, azınlık
olarak dilinizi kullanamayacaksınız” diyebilir53
. Demokrasinin bu olanağı sağlamasına karşı,
ezilenlerin çeşitli mücadeleleri sonunda çoğunluğun haklarını sınırlayan ilkeler getirilmiştir.
Buna insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları vs. denebilir. Bütün bunlar, aslında
çoğunluğun bir bakıma kendi iradesiyle kendi haklarını kısıtlamalarıdır. Demokrasi, azınlığın
çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden rejim olmasına rağmen, demokrasinin gelişmesi,
bir bakıma, çoğunlukların azınlıklar hakkında onların uymasını zorlayabilecekleri kararlar
alma yektkilerinin kısıtlanmasının tarihidir.
Toplumun gerçeği aynı zamanda bölgelerdir, yaşam birimleridir vs.. Ülke çoğunluğu istedi
diye belli bir bölgeye fabrika kurulmaya karar verildiğinde o bölgenin halkı bunu istemiyorsa
ne olacaktır? Bütün bunlar için mekanizmalar gerekmektedir. Çeşitli azınlık ve bölgelerin
sadece olağan kanallardan yansımasının yanı sıra, tıpkı burjuva devletlerindeki “senato” gibi,
sınıfsal, cinsel, ırksal, bölgesel , yaş grupsal vs. kategorilere göre de insanların nüfus içindeki
53
Lenin demokrasinin şovenizmle, azınlıkların ezilmesiyle çelişmediğini çok iyi kavramıştı. Onun için
örneğin azınlık sorunlarını incelerken hep "özel türden bir demokrasi", yani çoğunluğun istediği alanda
istediği türden karar alamayacağı bir demokrasi gereğinden söz eder.
79
79
oranları ölçüsünde temsil edilebilecekleri, bir tür denge oluşturabilecek organlar kurulması,
kesinlikle savunmamız gereken, hayallerimizde yeri olması gereken bir konudur. Ancak
böylece tüm ezilenlerin bir ittifakı ve ortak bir cephesinin yolu açılıp, körlüklere son
verilebilir. Ancak böylece işçilerin çeşitli zümrelerinin yeterince temsil edilmesi sağlanabilir.
Doğrudan Demokrasi Olanakları
Bütün buraya kadar sayılan sorunlar, günümüz dünyasının sorunları. Ama günümüz dünyası,
sorunlar kadar yeni çözümlerin de olanaklarını açmaktadır. Bir kere, tekrar doğrudan
demokrasiye dönüşün yolu elektronik aracılığıyla açılmıştır. Burjuvazinin böyle bir derdi
olmadığı için pek kullanmıyor.
Aslında, Paris Komünü’nün aldığı kararlar, dolaylı demokrasinin yol açtığı sorunları giderme
çabası olarak da ele alınabilir. Eğer insanlar bir alana toplanıp, birlikte tartışıp karar alsalar ve
uygulasalar, bütün o Paris Komünü tedbirlerine gerek kalmazdı. Ancak, modern toplum koca
bir ülkedir, şehirdir. Yüzbinlerce, milyonlarca insan bir araya gelemez, gelse tartışamaz.
Herşeyden önce fiziki sınırlar vardır. Bunun içindir ki, dolaylı domokrasi denen temsilcilik
mekanizmaları geliştirilmiştir. Bu mekanizmalar da, bu sorunu çözmüş ama bu sefer başka
problemler çıkarmıştır. O problemlerin çözülmesi de başka. Bütün bunlardan kurtulmanın
aslında çok kolay bir yolu var: Suyu kaynağından kesmek. Doğrudan demokrasi olsa, örneğin
Paris Komünü’ün o meşhur tedbirlerinin hiç birine gerek kalmaz. Ancak bilgisayarlar
sayesinde, modern teknoloji sayesinde doğrudan demokrasiyi yeniden, başka bir düzeyde
kurmak mümkün görünmektedir. Bugün bazı televizyon programlarında bile, dinleyicilerin
telefonları aracılığıyla, dinleyicilerin eğilimlerindeki değişmeler anında öğrenilebiliyor. Her
evdeki telefona takılabilecek küçük bir alet aracılığıyla, nüfusun tamamının, hiç bir bürokratik
işleme baş vurmadan hangi görüş ve tercihlerde olduğu bugün kolaylıkla tesbit edilebilir. Bu
tür doğrudan demokrasi mekanizmalarının kesinlikle programımızda yeri olması gerekir, hiç
olmazsa bir hedef olarak.
Sosyalist Demokrasi’nin İlkesi ve Maddi Temeli
Ancak, bütün bunların hepsi bir bakıma işin üst yapısıdır. Toplumdaki zenginlikler belli
kişilerin elinden alınmış olmalıdır. Yani salonlar, matbaalar, kağıtlar özel mülkiyette
olmamalı. Peki ama bütün bunları kim, hangi ilkeye göre dağıtacak?
Bütün kağıt, matbaa gibi propaganda araçları, bütünüyle devletin elinde olmalı, ancak
kesinlikle belirlenmiş kurallara göre bunların dağılımını düzenlemekle yetinmelidir. Bu kural
ve oranların nasıl olması gerektiği konusunda şimdiden bir şey söylenemez. Nüfus içindeki
güçler ilişkisi belirleyici olabilir. Ancak, nasıl, bolluğun olmadığı bir toplumda, herkese
80
80
emeğine göre ilkesi geçerli olmak zorundaysa, propaganda olanaklarında da herkese üyesine
ve / veya oyuna göre ilkesi geçerli olmak zorundadır.
Bu konuya son vermeden önce bir kaç değinme yapmak istiyorum.
Birincisi şu sosyalist demokrasi tartışmasının adına ilişkin. Ben de bu adı kullanıyorum ama,
yanlışlığını ne yerine kullandığımı bilerek ve herkes öyle kullandığı için. Sosyalist
demokrasiden kimileri gibi sırf sosyalistler için geçerli bir demokrasi kast edilmiyorsa,
kastedilen proleter demokrasisidir. Yani proletarya diktatörlüğü, diğer bir değişle geçiş
dönemi ve onun demokrasisi.
Sosyalizmde ise proletarya olmayacaktır. Sosyalizm sınıfsız toplumdur54
. Burjuva, küçük
burjuva yoksa, proleter de yoktur, üreticiler vardır. Böyle bir toplumda da, demokrasiye
ihtiyaç olacaktır. Gürül gürül akan bir bolluk olmadığı sürece, çalışmayana ekmek yoksa, bu
ilkeyi uygulamak için uygulayacak bir mekanizma, azınlık çoğunluk ilişkisi olacaktır.
Azınlığın çoğunluğa uyduğu yerde demokrasi vardır, olacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyma
zorunlulğundan kurtulduğu yerde ise özgürlük: bunun maddi temeli de korkunç bir
bolluk olabilir. Her alanda.
Ama tartışmalarda tartışılan, bu, sosyalist toplumdaki, burjuva adaletini, yani eşitliği
sağlayan demokrasi değildir. Ondan önceki, geçiş döneminde, hem karşı devrimci sınıfların
saldırıları karşısında ezilenlerin egemenliğini savunacak, hem ezilen sınıflar arasındaki ittifakı
koruyacak hem de bu arada kendi yok oluşunun koşullarını ve ilk adımlarını atacak bir araçtır.
Bu dönemde henüz herkes için eşitlik olamayacaktır malesef. Bir saat çalışan herkes, sosyalist
bir toplumda olduğu gibi ne iş yaparsa yapsın bir saatin parasını eşit olarak almayacaktır
henüz. Bu dönemde bir mühendisin bir saati ile sıradan bir işçinin bir saati arasında bir fark
olacaktır. Bu fark bugünkü toplumla kıyaslanmayacak ölçüde azalmış olsa ve azalma eğilimi
göstermek zorunda olsa da.
O halde, sosyalist demokrasi adı yanlıştır, ona geçiş dönemi demokrasisi, proleter demokrasisi
demek, tartışılan şeyi daha doğru açıklardı.
Bir başka sorun, diktatörlük kavramının iki farklı kullanımını ve anlamını ayırmamaktır. Bu
ayıramayış bu konudaki tartışmaları iyice anlaşılmaz kılabiliyor.
Diktatörlük kavramı sosyolojik olarak demokrasi kavramıyla özdeştir. Proletarya
diktatörlüğünün özünü Lenin’in dediği gibi zor bile oluşturmaz. Diyelim ki, burjuvaziye her
hakkı verdiniz. Sadece onun bütün servetini aldınız. Miras hakkın kaldırdınız. Bunun dışında
hiç bir kısıtlama getirmiyorsunuz. İşte tam bu, yani özel mülkiyetin olmaması, burjuvaziye bir
diktatörlük olarak görünür. Tıpkı burjuvazinin bütün hakları proletaryaya tanıması ama özel
mülkiyete dayanmasının proletarlyaya bir diktatörlük olarak gelmesi gibi. Bu anlamda
54
Aslında Demokrasi en saf haliyle, bir azınlık çoğunluk ilişkisi olarak yokoluşunun arefesinde sosyalist
bir toplumda var olabilir, tıpkı metaın özünün tüm saflığıyla, yok olmadan önce, kapitalist toplumda ortaya
çıkması gibi.
81
81
elbette proleter demokrasisi burjuvaziye karşı, burjuvazinin varoluş koşulunu ortadan
kaldırdığı için bir diktatörlüktür.
Ancak, diktatörlüğün bir de politik anlamı vardır. Politik anlamıyla diktatörlük,
demokrasinin zıttıdır. Bir azınlık ya da bir kişinin çoğunluğun iradesine rağmen zorla
egemenliğini kurması, korumasıdır. Bu sistemde özgürlükler, demokratik mekanizmalar
yoktur.
Ne Marx, ne Engels, ne de Lenin, Proletarya diktatörlüğü ya da burjuva diktatörlüğünden söz
ederken onu bu politik anlamıyla kullanmadılar. Onlar hep sosyolojik anlamlarında
kullandılar. Ama bugün, bürokratik diktatörlükleri savunanlar, diktatörlüğün bu iki anlamı
arasındaki kaymalardan yararlanarak, kolaylıkla politik olarak diktatörlüklerini meşru
göstermeye çalışıyorlar.
Proleter demokrasisi için tartışmalarda, özellikle troçkist görüşlerden arkadaşlar, çok partinin
olması gerektiğini, çünkü işçi snıfının yekpare olmadığını söyliyerek bunu
gerekçelendiriyorlar.
Kanımca bu tutarlı bir gerekçelendirme değildir. Birincisi, işçi sınıfı tabakalarının
eğilimlerinin ayrı partilerde ifade bulacağı gibi bir anlama gelir ki, bu çoğu kez pek doğru
değildir, partiler ve onların temsil ettikleri güçler arasındaki ilişki bu kadar mekanik değildir.
Bu gerekçelendirmeye göre, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa çok partiye gerek
olmayacaktır. Hayır, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa da, yekpare olsa da, kısa vadeli
çıkarla uzun vadele çıkar; parçanın çıkarıyla bütünün çıkarı özdeş olmadığı için partilere
gerek vardır. Partiler, yani farklı görüşler olmadan, çoğunluğun ve azınlığın şekillenmesi yani
demokrasi olaraksızdır.
Burada, sosyalist demokrasiyle fazla karıştırılan parti içi demokrasi sorununa geçelim. Partiler
üyelerini amacını benimseme kriteriyle alırlar. Yani oldukça monolitik yapıları vardır. Ama
buna rağmen bir parti içinde bile, bir çoğunluğun oluşabilmesi, belli bir taktik sorununda bir
irade ortaya çıkabılmasi için, tabii demokratik yöntemlerle, o parti içinde farklı platformlar
olması gerektirir. Bu akıl yürütme, proletarya yekpare olsa da çok parti gerekeceğine bir
kanıttır. .
Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Sosyalist demokrasinin ilkeleri aynen bir
partinin ilkeleri haline indirgeniyor. Aslında bunlar son derece farklı ilkelere dayanırlar.
Sosyalist bir demokraside, üyelerine hiç bir fraksiyon kurma özgürlüğü tanımayan partiler de
olacaktır. Bunları da yasaklayamaz sosyalist demokrasi. Hatta bu tür partiler iktidara da
gelebilirler. Ama bu kendi içinde fraksiyon tanımayan partiler, başka partileri
yasaklayamazlar.
Bir parti üyelerini önceden belli kabullere göre alır, o kabullere uygun davranmayanı atmak
hakkına sahiptir. Demokratik bir partide, tartışma ancak o kabullerin alanında geçerli olabilir.
Ama bir toplumda öyle değildir, toplumun anayasası amacın şu olacaktır yoksa seni atarım
82
82
diyemez. O, her bireye amacına çoğunluğu kazanma olanağını sağlar. Partide yerini
bulamayan başka parti kurar.
Aslında bu tartışmalarda parti içi demokrasinin varlığını sosyalist demokrasinin garantisi gibi
koyanlar, eski tek parti anlayışlarını hala yıkmamışlar demektir. Bürokratlaşma sorunu parti
içi demokrasiden değil, sosyalist demokrasiden çıkar.
Bir diğer sorun, sosyalist demokrasiyi savunanlar, proletaryanın bu organlarda hep en doğru
görüşü seçeceği gibi bir varsayımla savunuyorlar. Çocukça bir görüştür bu. Proletarya da
ezilen diğer yığınlar da çoğu zaman kendi çıkarlarına aykırı aptalca kararlar almaya
eğilimlidirler. Hele genel ve tarihsel çıkarı savunan bir parti, muhtemelen çoğu zaman
azınlıkta kalmaya mahkum bir parti olabilir.
Çoğunluk doğru kararlar alacağı ve en doğru partileri iktidara getireceği için değil,
hayır, en aptalca kararları alacağı, ama bu en aptalca kararlara rağmen bile, hiçbir
tedbirin, bu aptalca kararları alan çoğunluk iradesini yansıtma yönteminden daha fazla
çoğunluğun çıkarını sağlaması mümkün olmadığı için
83
83
Kuruçeşme Toplantıları Genel Kurulu’na (Kuruçeşme’ye Mektup)
1989’un Eylül ayından beri Avrupa’da da Türkiye’dekine paralel olarak yürütülen Yurtdışı
Birlik Tartışmaları’na aktif olarak katılıyorum ve tartışmaların teknik hazırlıklarını üslenmiş
bulunan Koordinasyon Komitesi’nde yer alıyorum.
Buradaki tartışma sürecinin başından beri bizlerin bir kulağı ya da gözü Türkiye’deki
tartışmalara yönelik oldu. Buradaki tartışmaları niteleyen bir sıfat olarak “paralel” olmayı hiç
bir zaman bir tabiyet, bir bağımlılık olarak anlamadık. İçerdeki ve dışardaki çalışmaları, her
birinin kendi özel ve bağımsız kişiliği ve yapısı olan; böyle olduğu için karşılıklı olarak
birbirini etkileyen; fakat aynı zamanda karşılıklı olarak birbirlerine sorumlu hisseden, bu
nedenle de olabildiği kadar uyumlu olma çabası da gösteren girişimler olarak kavradık.
Bu kavrayışa uygun olarak da tartışmaların yürütüleceği konu başlıklarını (Gündemi) büyük
bir çoğunluğumuzun kafasına yatmamasına rağmen Türkiye’dekine uygun olarak benimsedik,
ama örneğin ilişkiyi bir tabiyet olarak anlamadığımız için de Türkiye’deki tartışmaların
gündeminde bulunmayan “Günümüz Dünyası ve Marksizm” gibi bir konuyu gündeme
almaktan çekinmedik.
Yine Türkiye’deki çalışmalarla bir uyum ve koordinasyonu güdebilmek amacıyla tartışmaları
çok sınırlı bir zaman içine sıkıştırdık.
Ne yazık ki Türkiye’deki tartışmaları yürüten arkadaşların buradaki çalışmalara ilişkin olarak
aynı hassasiyeti ve kavrayışı gösterebildiğini söylemek zor. (Kimbilir belki yanılıyoruzdur,
uzak mesafelerin yol açtığı bir yanlış anlama vardır.) Yine de iki örneği anmadan
geçemeyeceğim.
Buradaki tartışmaların ilk aşaması 6-7-8 Nisan tarihlerinde yapılacak toplantılarla bitecektir.
Türkiye’de ise sonuçları görüşmek üzere 24-25 Mart tarihleri belirlenmiş. Eğer Avrupa’daki
tartışmalar biraz olsun ciddiye alınıyor olsaydı, buradaki koordinasyon komitesiyle
yürütülecek kısa bir danışma sonucu buradaki toplantı biraz öne, oradaki toplantı biraz
sonraya kaydırılarak en azından Avrupa’dakiler arasında kristalleşen eğilimler hakkında daha
doğrudan ve net bir bilgi sahibi olarak çalışmaları değerlendirmeniz mümkün olabilirdi.
İkinci bir örnek: Aylar süren tartışmalar boyunca Türkiye’de çalışmaların izlediği seyir
hakkında sadece kişisel ilişkiler aracılığıyla haber alıp vermek mümkün olabildi; hiç bir
zaman Türkiye’deki arkadaşların sistemli bir bilgi alışverişi çabasına şahit olamadık. Bunun
sonucu olarak, Türkiye’deki gelişmelere ilişkin öğrendiklerimiz, bilgi veren ve alanların
kişisel eğilimlerine ve/veya beklentilerine bağlı olarak çelişkili bilgiler olmaktan öteye
gidemedi ve raslantısallıktan kurtulamadı.
Öimdi bu mektubu yazarken Türkiye’deki çalışmalara ilişkin olarak bildiklerim bu durumun
damgasını taşımaktadır ve muhtemelen tamamen yanlış bilgilere dayanıyor da olabilir. Ancak
bütün bunlara rağmen beklentilerimi ve tasavvurlarımı sizlere iletmem gerektiğini sanıyorum.
84
84
Önce Türkiye’deki çalışmaların sonunda çalışmalara katılanların ulaştığı anlaşma zeminine
ilişkin olarak duyduklarımı sıralayayım:
Duyduklarıma göre, tartışmalar ve danışmalar sonunda, daha başından beri bu tartışma
girişimine başlayanların önemli bir bölümü a) Ortaklaşa bir politik dergi çıkarmakta; b)
Tartışmalara ilerde de devam etmek üzere bu tartışma forumunun sürdürülmesinde; c)
bunların yanı sıra somut işlere ilişkin eylem birliklerinin sürdürülmesinde anlaşmışlar. Bir
tartışma konusu bu işleri yapmak üzere çeşitli şehirlerde oluşturulmuş platformların eş
değerde mi yoksa İstanbul’da ilk kez bu girişimi başlatanların altında mı olacağıymış. Ve 24-
25 Mart tarihlerinde yapılacak toplantıda bu anlaşma kesin ve resmi bir biçim alacakmış.
Anlayabildiğim şudur: Bu güne kadar “Kuruçeşme Tartışmaları” diye bilinen platformu
yürüten, ona asılan ve sahip çıkan çevre, kişi ve gruplar, giderek tek tek katılanların basit bir
toplamından daha fazla bir şeyi ifade eden ve bir kutup olma eğilimi gösteren bu “tartışma
birliği”ni günlük politikaya müdahale olanaklarını zorlayacak bir propaganda ve somut eylem
birlikleri teşebbüşüyle bir adım öteye götürmek istiyorlar. Bu, birlikte ortak bir tartışma
yürütmekten daha fazla bir şeyler yapılabileceği kanısı ve isteminin kabul gördüğü şeklinde
anlaşılabilir.
Kanımca bu sonuç yeterince ihtiyatlı, çeşitli gelişme olasılıklarına yolu kapamayan, açık;
olası çeşitli gelişmelerin önünü açıcı, kolaylaştırıcı ve optimum bir sonuçtur. Bu sonuç içinde
çok farklı beklentiler hala yerini bulabilir ve farklı beklentilere sahip çevreler diğerlerini
etkileme ya da ikna edebilme umudunu ve olanaklarını koruyabilir.
Böyle bir sonuçtan yana olduğumu, desteklediğimi açıkça belirtiyorum.
Bu yöndeki girişimlerin hiyerarşisi konusuna gelince. Kanımca herhangi bir öncelik, önderlik
ya da hiyerarşi dayatmasına gidilmemelidir. Bu ideolojik, politik vs. çalışmalardaki ağırlık,
kalite ile fiilen bir güven temelinde ortaya çıkacak bir şey olmalıdır.
Demir Küçükaydın