ulysses için ipuçları

13
"Anlat bana, Tanrıça, binbir düzenli yaman adamı": Ulysses için ipuçları “Ne kadar enteresan!” dedi rafine bir şive karanlığın içinden Ulysses’in 225. sayfasında, kitabın yan karakterlerinden Ned Lambert, rafine şiveli bir din adamına, tarihî bir binanın bodrumunu biraz abartılı bir kibarlıkla gezdirirken, çubuğuyla fotoğraf çekmeye müsait noktaları tıklar ve “fotoğraf makinenizi ne zaman isterseniz getirin”, der, “ister buradan çekersiniz ister buradan”. Ulysses, insan tecrübesiyle öylesine dolu bir kitap ki, bu yazıyı yazmak için masaya otururkenki ruh halimi bile kitabın içinde bulabiliyorum: ben de, Ned Lambert gibi, kitabı tanımayan okura, ilginç bulduğum birkaç noktayı göstermeye çalışacağım. Bunun neresinden başlıyorsunuz? diye sordu Stephen, başka bir kitabı açarken Konuya ortasından (“in medias res”, s. 635) girdim; başa dönelim: Ulysses’i Joyce 1922’de, 40. yaşgününde, Dublinliler veSanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’nden sonraki üçüncü kitabı olarak yayımladı. Kitabın tümü tek bir günde, 16 Haziran 1904’te Dublin’de geçiyor; bu gün, Joyce’un eşi Nora ile ilk randevusunun tarihi. Kitabın konusu ve karakterleri, Joyce’un önceki iki kitabıyla aynı evreni paylaşıyorlar; Dublinliler’in kişileri Ulysses’de yan karakterler olarak ortaya çıkıyor, Portre’deki (Joyce’un kendi ailesine denk düşen) Dedalus ailesi Ulysses’de devam ediyor. Kitabın üç temel karakteri var: Leopold Bloom, 38 yaşında, Yahudi asıllı, bir gazeteyle şirketler arasında reklam komisyonculuğu yaparak geçiniyor; eşi Marion Bloom (Molly), 33 yaşında, sahne kariyerine dönmek üzere olan profesyonel bir soprano; Stephen Dedalus, 22 yaşında, üniversiteyi yeni bitirmiş, Paris’te tıp okuma planlarını annesi ölünce apar topar Dublin’e dönerek yarıda kesmiş, yazar olmaya hevesli, meteliksiz bir genç. Romanın konusu, klasik romanlardaki gibi hali vakti yerinde insanların hayatı ve dertleri değil; Dickens’ın, Zola’nın başlattığı natüralizm geleneğinin devamı olarak, romandaki herkesin geçim derdi, gelecek endişesi var. Roman, o zaman için edebiyata hiç uygun bulunmayan bir konuyu, Dublin’in gerçek insanlarının gerçek hayatını işliyor. Stephen Dedalus, Joyce’un yayımlanan ilk öyküsünde (Dublinliler’deki “İki Kızkardeş”) kullandığı takma ad. Stefanos “taç” anlamına geliyor, Hristiyanlığın ilk din şehidinin adı. Dedalus ise, mitolojideki meşhur yapı ustasının, Knossos’taki labirentin mimarının, güneşe uçmaya çalışan İkaros’un babasının adı. Joyce, Stephen’da büyük ölçüde kendi hayatını ve ailesini anlatıyor; ama bunu bire bir almamak, bu karakteri 40 yaşında bir yazarın kendi gençliğine eleştirel bir gözle baktığı bir kurmaca içinde yarattığını hatırlamak gerek. Bloom karakterinin ilham kaynağı ilginç: Joyce, Trieste’de İngilizce öğretmenliği yaparak geçinmeye çalıştığı yıllarda öğrencilerinden biri Ettore Schmitz adlı bir işadamı. Schmitz’le arkadaş olmuşlar, Schmitz yazdığı ama beğenilmeyen bir romanını Joyce’a göstermiş. Joyce Schmitz’in yazarlığını desteklemiş. Bugün, Schmitz’i, romanlarını yazdığı adıyla, Italo Svevo olarak tanıyoruz; Joyce’u sevmeyenler “Joyce’un edebiyata en büyük katkısı Svevo oldu” diye dalga geçerler. Joyce, Bloom’un kaşını, gözünü Ettore Schmitz’e benzetmiş. Joyce, Bloom ile “tam bir adam, iyi bir adam” yaratmaya çalışmış: Hem baba, hem oğul, hem eş, hem âşık... Molly Bloom için büyük ölçüde eşi Nora’nın sözlerini, yazdığı mektupları kullanmış. Molly’nin babası bir asker. Molly, babası Cebelitarık’ta görev yaparken, bir gönül ilişkisi sonucunda

Upload: mjoratenax

Post on 24-Dec-2015

63 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

ulysses

TRANSCRIPT

Page 1: Ulysses Için Ipuçları

"Anlat bana, Tanrıça, binbir düzenli yaman adamı": Ulysses için ipuçları

“Ne kadar enteresan!” dedi rafine bir şive karanlığın içinden

Ulysses’in 225. sayfasında, kitabın yan karakterlerinden Ned Lambert, rafine şiveli bir din

adamına, tarihî bir binanın bodrumunu biraz abartılı bir kibarlıkla gezdirirken, çubuğuyla

fotoğraf çekmeye müsait noktaları tıklar ve “fotoğraf makinenizi ne zaman isterseniz getirin”,

der, “ister buradan çekersiniz ister buradan”.

Ulysses, insan tecrübesiyle öylesine dolu bir kitap ki, bu yazıyı yazmak için masaya otururkenki

ruh halimi bile kitabın içinde bulabiliyorum: ben de, Ned Lambert gibi, kitabı tanımayan okura,

ilginç bulduğum birkaç noktayı göstermeye çalışacağım.

Bunun neresinden başlıyorsunuz? diye sordu Stephen, başka bir kitabı açarken

Konuya ortasından (“in medias res”, s. 635) girdim; başa dönelim: Ulysses’i Joyce 1922’de, 40.

yaşgününde, Dublinliler veSanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’nden sonraki üçüncü kitabı

olarak yayımladı. Kitabın tümü tek bir günde, 16 Haziran 1904’te Dublin’de geçiyor; bu gün,

Joyce’un eşi Nora ile ilk randevusunun tarihi. Kitabın konusu ve karakterleri, Joyce’un önceki iki

kitabıyla aynı evreni paylaşıyorlar; Dublinliler’in kişileri Ulysses’de yan karakterler olarak ortaya

çıkıyor, Portre’deki (Joyce’un kendi ailesine denk düşen) Dedalus ailesi Ulysses’de devam ediyor.

Kitabın üç temel karakteri var: Leopold Bloom, 38 yaşında, Yahudi asıllı, bir gazeteyle şirketler

arasında reklam komisyonculuğu yaparak geçiniyor; eşi Marion Bloom (Molly), 33 yaşında,

sahne kariyerine dönmek üzere olan profesyonel bir soprano; Stephen Dedalus, 22 yaşında,

üniversiteyi yeni bitirmiş, Paris’te tıp okuma planlarını annesi ölünce apar topar Dublin’e

dönerek yarıda kesmiş, yazar olmaya hevesli, meteliksiz bir genç.

Romanın konusu, klasik romanlardaki gibi hali vakti yerinde insanların hayatı ve dertleri değil;

Dickens’ın, Zola’nın başlattığı natüralizm geleneğinin devamı olarak, romandaki herkesin geçim

derdi, gelecek endişesi var. Roman, o zaman için edebiyata hiç uygun bulunmayan bir konuyu,

Dublin’in gerçek insanlarının gerçek hayatını işliyor.

Stephen Dedalus, Joyce’un yayımlanan ilk öyküsünde (Dublinliler’deki “İki Kızkardeş”)

kullandığı takma ad. Stefanos “taç” anlamına geliyor, Hristiyanlığın ilk din şehidinin adı.

Dedalus ise, mitolojideki meşhur yapı ustasının, Knossos’taki labirentin mimarının, güneşe

uçmaya çalışan İkaros’un babasının adı. Joyce, Stephen’da büyük ölçüde kendi hayatını ve

ailesini anlatıyor; ama bunu bire bir almamak, bu karakteri 40 yaşında bir yazarın kendi

gençliğine eleştirel bir gözle baktığı bir kurmaca içinde yarattığını hatırlamak gerek.

Bloom karakterinin ilham kaynağı ilginç: Joyce, Trieste’de İngilizce öğretmenliği yaparak

geçinmeye çalıştığı yıllarda öğrencilerinden biri Ettore Schmitz adlı bir işadamı. Schmitz’le

arkadaş olmuşlar, Schmitz yazdığı ama beğenilmeyen bir romanını Joyce’a göstermiş. Joyce

Schmitz’in yazarlığını desteklemiş. Bugün, Schmitz’i, romanlarını yazdığı adıyla, Italo Svevo

olarak tanıyoruz; Joyce’u sevmeyenler “Joyce’un edebiyata en büyük katkısı Svevo oldu” diye

dalga geçerler. Joyce, Bloom’un kaşını, gözünü Ettore Schmitz’e benzetmiş. Joyce, Bloom ile “tam

bir adam, iyi bir adam” yaratmaya çalışmış: Hem baba, hem oğul, hem eş, hem âşık...

Molly Bloom için büyük ölçüde eşi Nora’nın sözlerini, yazdığı mektupları kullanmış. Molly’nin

babası bir asker. Molly, babası Cebelitarık’ta görev yaparken, bir gönül ilişkisi sonucunda

Page 2: Ulysses Için Ipuçları

Cebelitarık’ta doğmuş; İspanyol annesinin yalnızca ismini biliyor. Böylece, Molly ve Bloom,

safkan İrlandalı olmayan, kendilerini Dublin’de dışarlıklı hisseden iki esmer.

Ulysses hakkında Joyce’un yaptığı şakalardan biri, kitabı “telefon rehberi” olarak anmak. Kitapta

üç karakterin hayatlarının yanısıra, devasa bir ayrıntı zenginliğiyle Dublin’in sokakları, binaları,

günlük hayatı ve insanları var. Joyce, Dublin’den ayrılıp şehir şehir gezdiği yıllarda yazmış

kitabı; kitabı yazarken Dublin’deki tüm binalarda kimin oturduğu, hangi dükkânların olduğu,

ekspertiz kira bedelleri gibi bilgileri veren Thom’s adlı bir almanaktan yoğun olarak yararlanmış.

Dublin’deki akrabalarını şehir hakkında çok spesifik sorular sorarak işe koşmuş.

Şu senin adın ne saçma, bir eski Yunanlının adı

Peki, herşey böylesine Dublin ile ilgiliyse, Ulysses adı nereden çıktı? Ulysses, dünya edebiyatının

en temel, en eski metinlerinden birinin, Homeros’un Odysseia’sının kahramanı Odysseus’un

adının Latince üzerinden İngilizceleştirilmiş hali. Joyce bu kelimeyi sahiplenmeden önce,

Ulysses, İngilizce okuru için, Batı edebiyatının en eski kahramanlarından birinin ve Tennyson’ın

bu destanı konu alan şiirinin adıydı.

Joyce’un kitabının elyazmalarına ve ilk basımına dikkat edersek, şunu görürüz: kitabın adı,

aslında, üç satıra yayılmış olarak, “Ulysses / yazan: / James Joyce”dur. Bugün Ulysses deyince çoğu

insanın aklına Joyce’un kitabı geliyor; oysa, kitabın ve Joyce’un bugünkü ününü henüz

kazanmadığı 1922’de bu başlık kulağa “Hamlet / yazan: / Aztanınmış Biryazar” gibi geliyordu.

Demek ki, eski bir destanın Joyce’un kaleme aldığı yeni haliyle karşı karşıyayız. Joyce, romanın

iskeletini kurarken, Homeros’un kahramanlarının ruhlarını o güne, o günün insanlarına

aktararak Dublin’de onlara benzer işler yaptırmış. Bu şemada, Bloom, gezgin, basiretli, kurnaz

Odysseus’a; Stephen Dedalus, babasını arayan Telemakhos’a; Bloom’un çok da sadık olmayan eşi

Molly, sadık Penelopeia’ya denk düşüyor.

Joyce, kitabın tamamlamasına yakın günlerde, meraklı dostlarına kitabın 18 bölümünün

özelliklerini açıklayan şemaları vermeye başlamış; bu şemalarda her bölümün tekniği,

sembolizmleri vs. gibi özelliklerin yanında, kitabın bölümleri ile Homeros’taki olaylar ve

karakterler arasındaki paralellikleri işaret etmiş. Odysseus nasıl Seirenlerin şarkısını dinliyorsa,

Leopold Bloom da barmen kızları keserek Stephen’ın babasıyla bir arkadaşının söylediği şarkıları

dinliyor; Odysseus nasıl Skylla ile Kharybdis’in arasından (bir miktar personel kaybıyla)

geçiyorsa, Bloom da Stephen ile Buck Mulligan’ın arasından (arkadan bir hakaret yiyerek)

geçiyor (s.196); Odysseus nasıl tek gözlü Tepegöz’ü kızdırıp, Tepegöz ona kayalar fırlatırken

kaçıyorsa, Bloom da herşeye tek bir bakış açısıyla bakan milliyetçi “Yurttaş”ı kızdırıp, Yurttaş

ona bisküvi kutusu fırlatırken kaçıyor; Odysseus nasıl insanları domuza dönüştüren Kirke’nin

elinden kurtuluyorsa, Bloom da kerhanesinde insanların hayvanlaştığı bir mama olan Bella’nın

kerhanesinden kurtuluyor; on yıl dolaşıp sonunda eve dönen Odysseus, Penelopeia’nın

taliplerini katır kutur keserken, bir gün boyunca dolaşıp sonunda eve dönen barışçı Bloom

“bunlar doğal şeyler” diyerek olanı biteni zihninde affediyor. Bloom’un adımlarını Dublin

haritasında takip edince, Bloom’un da, Odysseus gibi, A’dan B’ye giderken bir türlü en kısa

yoldan gidemediğini görüyoruz.

Ulysses ile Odysseia’nın hikâyeleri, olayların ağırlıkları ve sıralaması aynı değil; örneğin

Homeros’ta birkaç mısrada geçip giden “gezgin kayalar”, Ulysses’de tam bir bölüme dönüşmüş.

Anthony Burgess, Re-Joyce kitabının 2. bölümünde Homeros ve Joyce arasında nefis bir

karşılaştırma yapar ve Odysseia’yı özetledikten sonra Ulysses’i Odysseia’nın diliyle anlatır:

Page 3: Ulysses Için Ipuçları

“Odysseus, Telemakhos’un şarabı fazla kaçırdığını görür: acaba başına tanrılara sövme dışında

daha ne belalar gelecektir? Kendi kendisini genç adamın hâmiliği görevine getirir ve insanların

domuza dönüştürüldüğü Kirke’nin adasına dek onu takip eder...”

— Memleketi değiştiremiyoruz. Bari konuyu değiştirelim.

İrlanda’nın, uzun, acılı, çatışmalarla, kıtlıklarla geçmiş bir tarihi var. İrlanda, tarih boyunca, etnik

(İngiliz/Kelt), dinî (Protestan/Katolik), siyasi (Krallık/Cumhuriyet, sadakat/özerklik), iktisadi

(toprak sahibi seçkinler/kiracı köylüler) eksenlerde sert ayrışmalar yaşamış, ayrışmaların tarafları

girift bir şekilde içiçe girmiş; yıllar, yüzyıllar süren hesaplaşmalar, karşılıklı suçlamalar yaşanmış.

Bu acılı tarihin sonucu olarak, bugün İrlanda dışında yaşayan İrlanda asıllıların sayısı, adanın

nüfusundan kat kat fazla. Geçmişte kalmış da değil bunlar: bugün de aynı meseleler Kuzey

İrlanda’daki çatışmalarda ve İrlanda’daki iktisadi krizde kendini gösteriyor. Katolik kilisesi

toplum üzerinde büyük bir hakimiyet kurmuş; hâlâ da kilisenin en etkili olduğu ve bunun

etkilerini yoğun olarak yaşayan toplumlardan biri.

Ulysses’in atmosferini işte bu ortam oluşturuyor. Siyasetin ve tarihin İrlandalıların zihnindeki

ağırlığı, herkesin büyük bir tutkuyla siyaset tartışıyor olması kitapta yoğun olarak işlenmiş.

Fakirlik ve alkolizmin yaygınlığı da kitabın neredeyse her sayfasına sinmiş. İlk bölümde,

Stephen’ın gözünde sütçü köylü kadın eski İrlanda’ya, Buck Mulligan onu İngilizlere pazarlayan

şarlatana, Haines ise “denizler hâkimi” efendiye dönüşüyor; Stephen, Haines’e kendini “iki

efendinin uşağı” (katolik kilisesi ve Britanya imparatorluğu) olarak tanımlıyor. Siyasi konular,

Joyce’un mizahının çok ince örneklerine de vesile oluyor; herkes siyaset ve tarih tartışıyor ama

sözlerinde sık sık maddi hatalar yapıyorlar — belki de İrlandalı zihninde tartışmanın şehveti,

hakikatten daha önemli: örneğin İngiliz hayranı başöğretmenin “çizmelerini giyip Birlik yasasına

oy vermeye gitti” diye andığı soylu (s.36), gerçek hayatta, bu yasaya red oyu vermek amacıyla

çizmelerini giyerken düşüp ölmüş.

Kitaptaki en önemli tarihsel karakter Charles Stewart Parnell. Parnell, özerklik hareketinin en

önemli sözcülerinden biri, o zaman için bir kurtarıcı olarak görülen bir siyasetçi; aslında bir sır

olmayan bir gönül ilişkisinden yaratılan bir skandal yoluyla düşürülüyor ve kısa süre sonra

hayatını kaybediyor. Joyce, Parnell’e yapılanların büyük bir ihanet olarak görüldüğü bir evde

büyümüş; Portre’deki, siyaset-kilise-Parnell konusunun açılmasıyla tadı kaçan noel yemeği

sahnesi, babasının ağlamaya başlaması, Parnell’in Joyce ailesi için önemini anlatır. Joyce’un çocuk

yaşta yazdığı ilk metinlerden biri, Parnell ile ilgili bir şiirdir. Ulysses’de, Parnell’in öyküsü, mezarı

(s.114), onun da mucizevi bir şekilde geri dönmesi beklenen bir Odysseus arketipi olması önemli

tematik unsurlardan biri.

Kitabın kahramanlarının siyasete bakışları birbirinden çok farklı: Stephen, tüm bu siyasi

tartışmalardan bıkmış gibi görünüyor, kaderini sanatında yaratacağı yeni bir estetikte arıyor (biz

Joyce’un sonradan bunu başardığını biliyoruz; kitaptaki Stephen ise bu niyetinde tıkanıp kalmış

durumda görünüyor). “Tarih, uyanıp kurtulmaya çalıştığım bir kâbus” sözü meşhur. Bloom ise

barışseverliği, ortayolculuğu, herkese maaş bağlamalı sosyalist planları, belediyecilik fikirleriyle

siyasete daha hevesli, hakkında Sinn Fein’e gizli örgüt yöntemlerini öğretenin o olduğu

dedikoduları dolaşıyor. Molly ise bunları hiç ciddiye almıyor: o erkeklerin çekişmelerine gülüp

geçiyor; Sinn Fein’e “Şıngır Fein” diyor (s.718); Molly hayattan yana.

Ulysses, önemli bir dönüm noktasında yazılmış bir kitap; kitabın geçtiği yıl 1904, Parnell’in

ölümünden birkaç yıl sonra, Paskalya ayaklanmalarından birkaç yıl önce. Dublin halkını, henüz

Paskalya ayaklanmasından haberdar değilken, “baştan kaybedilmiş bir dava”yı savunma hissi

Page 4: Ulysses Için Ipuçları

içinde görüyoruz; karakterler bilmiyorlar ama, biz tüm siyasi tartışmaların Paskalya

ayaklanmasının büyük bir askeri kuvvetle bastırılarak mağlup edilmesine, oradan savaşa, oradan

da İrlanda Cumhuriyeti’nin ilanına ulaşacağını biliyoruz. Ulysses’in yazılmasının tamamlanması

ile bugünkü İrlanda’yı ortaya çıkaran ateşkes neredeyse aynı günlere denk düşüyor.

Bu yıllar, İngiliz kültürel milliyetçiliğinin kurulduğu, İngiliz kültürünün, biliminin, sanatının

“koloni”lere (İrlanda, Hindistan) yoğun olarak dayatıldığı yıllar. İrlanda’da buna cevap olarak

İrlanda dilini ve tarihsel İrlanda kültürünü (“ata sporları”nı, dansları, müzikleri, destanları)

yeniden canlandırma akımı başlıyor. Kitapta tüm bu konularla karşılaşıyoruz.

Joyce’un siyasete bakışı üzerine görüşler iki kampta toplanabilir: birincisi, gündelik siyasi

tartışmayı dışarıdan gözlediği, savaşların ve tartışmaların dışında kaldığı; kısa vadeli siyasi

mücadelelerle değil, yüzlerce yıl sonra okunacak metinler yazmakla uğraştığı fikri. Joyce’un kimi

sözleriyle de desteklenen bir yorum bu (s.565, örneğin). Sağlığında, iddialı, trajikomik, tasvip

edilmeyen bir tercihti; ama uzun vadede Joyce haklı çıktı. Kitaptaki “Buck Mulligan”

karakterinde epey olumsuz bir tonla işlenen Oliver St John Gogarty, çok başarılı, saygıdeğer bir

senatör ve edebiyatçıydı; eski dostu Joyce’u küçük bir “entel-dantel” bir çevrenin tapındığı, ama

hayatını sefahatle, sürgünle ve alkolizmle har vurup harman savurmuş başarısız bir bohem

olarak görüyordu büyük bir olasılıkla. Bugün ise benim gibilerin Gogarty’den Joyce’un kitabı

sayesinde haberi oluyor.

İkinci kamp ise, daha 1935’te, Ulysses’de de anılan John Eglinton’ın söyledikleri: Joyce, koloniyel

efendisini, asıl İngiliz diline yaklaşımıyla altetmiş, efendisini avcunun içine almıştı. Joyce, her ne

kadar İngilizce-İrlandaca tartışmasında tercihini İngilizceden ve bu kültürel birikime sahip

çıkmaktan yana kullandıysa da, yazdığı İngilizce, İngilizcenin İrlanda’da konuşulan hali (daha

doğrusu halleri); eserini, İngilizceyi hem en üst düzeyde kullanıp, hem de bu dili altüst ederek;

İrlandalıların arkaik, tepetaklak, fıkralara konu olan, İrlandaca söz dizimiyle karışık İngilizcesini

kayda düşerek; gramer kitaplarında yazan her kuralı inadına ihlal ederek (“*okullarda okutulan

gramer kitabının yazarı+ Lindley Murray affetsin”, s. 626), edepli edebiyatta yazılması,

söylenmesi makbul olmayan ne varsa söyleyerek verdi. Meraklıları için, Andrew

Gibson’ın Joyce’s Revenge başlıklı incelemesi, Joyce’un asıl siyasi eylemini bu yolla yapmış olduğu

argümanını çok iyi işleyen bir kitaptır.

— İşte İrlanda sanatının simgesi. Bir hizmetçinin çatlak aynası.

Joyce’un daha önce andığım şemalarına göre (bugün “Gilbert” ve “Linati” diye anılan iki şema

var), her bölümün bir saati, rengi, uzvu, tekniği, sanatı, sembolleri var. Bu şemalara

ve Ulysses üzerine yapılan çalışmalara bakınca, kitabın sembolizmle ve göndermeyle dolu

olduğunu görüyoruz: örneğin, ilk bölümde İngiliz öğrencinin sigara tabakasında ışıldayan yeşil

taş, “zümrüt ada” diye anılan İrlanda’yı işaret ediyor. İngiliz öğrencinin rüyasında gördüğü kara

panter ise, roman boyunca tekrarlanacak bir temanın ilk ortaya çıkışı muhtemelen: bu kara

panter, en geriden gelip yarışı kazanacak “sürpriz at” (İngilizcesi “dark horse”) Bloom’u işaret

ediyor olabilir. (Tam aynı saatte, Bloom’un evinde kara panter, kara bir kedi; yeşil taş, kedinin

gözü olarak ortaya çıkıyor).

Bu sembolizm katmanlarının metnin içine yayılışını görmek isteyenlere, Harry Blamires’ın

klasik Ulysses özeti “The New Bloomsday Book”u öneririm. Burada, bu paralelliklere birkaç örnek

vermekle yetineceğim:

Telemakhos-Odysseus-Penelopeia: Stephen-Bloom-Molly

Page 5: Ulysses Için Ipuçları

İsa-Baba-Meryem: Stephen-Bloom-Molly (“Marion”)

Hamlet-Hayalet-Annesi: Shakespeare’in oğlu-Shakespeare-Anne Hathaway

Hamlet-Hayalet-Elsinore şatosu: Stephen-Annesinin Hayaleti-Kule

Evden ayrılıp yıllar sonra geri dönenler: Odysseus, Bloom, Parnell, denizci Murphy...

Arketipal karakterler ve olaylar ile kitabın konusu arasındaki bu yansımalar, kitabın en temel

dayanaklarından birini oluşturuyor: insanlar, kendilerinden önce gelenlerin oynadığı rolleri

tekrar tekrar oynuyorlar, tarih boyunca tekrarlanan bir “ruhgöçü” oyununa katılıyorlar.

“Ruhgöçü” (“metempsikoz”, s.68), romanı birarada tutan en önemli yapısal unsurlardan biri.

...hepsi birden eklenince karşımıza yaşadığımız şu dünyanın minyatür bir portresi çıkıveriyordu

Tüm bu paralellikler, sembolik yapılar, Joyce’un “İrlanda ve Yahudi ırklarının tüm tarihi”,

“Dublin yıkılırsa yeniden kurulmasına yetebilecek bir Dublin tasviri” hedefleri, çoğu okurun

gözünü korkutan bir gönderme zenginliğine yol açıyor. Bu zenginliğin düzeyi öyle

ki, Ulysses sözlükleri arasındaki en önemlisi olan Donald Gifford’un “Ulysses Annotated”ı büyük

boy 641 sayfalık hacmiyle kitabın kendisiyle yarışıyor.

Bu durumu görüp gözü korkan okura mesajım şu: korkmayın! İnsanlık 90 yıldır bu kitap

üzerinde kafa patlatıyor; tüm bu bilmeceler, sembolizmler çözüldü, saptandı, kitaplara,

sözlüklere geçti. Birşeyi merak ettiğiniz zaman biraz kurcalayın, internette biraz bakının, cevabı

karşınıza çıkar. Zaman içinde, geviş getirerek, tekrar tekrar dönerek sırları teker teker çözersiniz,

çözmediklerinizi de çözmezsiniz. Ama daha da önemlisi şu: kitabın asıl güzelliği burada değil

zaten!

Bu iddiayı biraz açmam gerekiyor: Tüm bu teknikler ve kitabi referanslar, yazı tekniği açısından

çığır açıcı önem taşıyor, Joyce’un gözkamaştırıcı yazı ustalığını ispat ediyor. Bunları göz ardı

ederek bu kitabı takdir etmek mümkün değil. Ama, kitap yalnızca bu teknik tercihlerden ibaret

olsaydı, kupkuru, tatsız bir metin olurdu; kitaba yalnızca bu teknik tercihleri görmek için

bakanlar da kuru ve tatsız bir metin görüyorlar. Bence, kitabın asıl ilginçliği, Joyce’un bu

çerçeveye yerleştirdiği karakterlerin zihinlerinin içinden okura sesleniyor olması; bu yolla,

insanların tüm psikolojilerini, yalnızca göründüğü gibi Dublin’de tek bir gün içinde yaşadıklarını

değil, ailelerinin tarihçesinden başlayıp gelecekle ilgili korkuları ve umutlarına kadar

akıllarından geçen herşeyi bize sunması, bütünsel insan psikolojisi portreleri çizmesi. Joyce, insan

gerçekliğini edebiyatta daha önce hiç görülmeyen ölçüde kâğıda dökmüş. (Burada hoş bir

paradoks da var: Joyce, bu hiper-gerçekçilik tekniğini yaratır, üç karakterin tüm ömrünü tek

güne sığdırırken, aslında başka bir noktada hile yapmış: kitapta psikolojik zaman aşırı bir hızla

akıyor, karakterlerin aklından gerçekte belki de bir haftada geçecek düşünceler bir gün içinde

geçiyor.)

Karakterlerin düşünceleri, klasik anlatının giriş-gelişme-sonuç sıralamasıyla değil, karakterlerin

aklından geçme sırasıyla, doğal çağrışım sıralamasıyla aktarılıyor bize. Bu nedenle, düşünceler

başka düşüncelere atlıyor, sözler kesiliyor, araya bambaşka düşünceler giriveriyor. Bunun

sonucu olarak, bir konu hakkındaki bilgiler kitapta yüzlerce sayfaya dağılıyor. Joyce, okurun bu

ayrıntıları hatırlamasını ve bağlantıları kurmasını bekliyor. Örneğin, Bloom’ların yatakodasında

asılı bir “Peri Kızının Yıkanması” röprodüksiyonu var. Bu tablonun kitap boyunca macerasının

dökümü şöyle:

Tablodan ilk 68. sayfada haberdar oluyoruz ve bir derginin yanında verildiğini öğreniyoruz

(hatırlarsanız, 1960’lardaHayat dergisi böyle tablo röprodüksiyonları verirdi). Bloom 69. sayfada

Page 6: Ulysses Için Ipuçları

bu tabloyu metempsikoz/ruhgöçü kavramını Molly’ye anlatmak için örnek olarak

kullanabileceğini farkediyor. 522. sayfada, halüsinasyonlar bölümünün kritik bir noktasında,

Bloom’un cenazesini görmemizin hemen ardından peri kızı dile geliyor ve Bloom’la yüzleşiyor; 8

sayfa süren bu konuşma boyunca Peri Kızı’nın dergiden kesilip çerçeveletilmesinin hikâyesini,

Bloom’un o resme yaptıklarını, resmin yatakodasında şahit olduklarını, oradan –ırmak perisi

çağrışımıyla– Bloom’un yeniyetmelik yıllarında Poulaphouca şelalesine gittikleri okul

gezisindeki marifetlerini okuyoruz. 722-723. sayfalarda ise peri kızı ve metempsikoz hikâyesini

Molly’nin gözünden görüyoruz.

Kitaba ilk kez yaklaşan okura önerim: sembolizmlerden, kitabın yapısal özelliklerinden haberdar

olun, onları aklınızın bir köşesinde tutun; ama öncelikle tüm bu olan bitenin günlük hayat

olduğunu unutmadan, kendinizi karakterlerin yerine koyarak okuyun. Bunu yaparsanız, gerçek

hayatı olduğu gibi, tüm ayrıntısı, sefaleti, binparçalığıyla; büyük bir sempatiyle, mizahla anlatmış

bir başyapıtın içine düşeceksiniz.

...bu herşeyi içeren allak bullak çorba gibi tarihçe...

Bu giriş metnini kapatırken, kitapla ilk kez karşılaşan okurlara yardımcı olmak için, onsekiz

bölümdeki aksiyonu özetleyeceğim:

I. “Telemakhia” (s. 8-55)

Odysseia’nın başlangıcında Telemakhos’un babasını aramak için yola çıkmasına karşılık olarak,

ilk üç bölüm sabah 8-10 arasında Stephen Dedalus’u konu alıyor. Bu üç kısa bölümde, Joyce,

romanın belli başlı temalarının çekirdeklerini atıyor.

1. Telemakhos: (s.9-28). Stephen, Buck Mulligan ve Haines Dublin’in epey dışında bir savunma

kulesinde uyanırlar (bu kule bugün “James Joyce Kulesi”dir). Mulligan başarılı, ağzı çok iyi laf

yapan, herşeyle dalga geçen bir tıp öğrencisi, Haines ise “yabani İrlandalıların” adetlerini

öğrenmek için taşra gezisine çıkmış bir Oxford öğrencisi. Mulligan güne Katolik ayiniyle dalga

geçtiği bir traş töreniyle başlar ve bölüm boyunca din ile alay eder (kitap boyunca da alaycılığı ve

şakacılığı ile karakterize edilir). Stephen ile Mulligan arasındaki soğukluk yavaş yavaş tırmanır;

Stephen, kulenin sahanlığında tek başınayken, güneşi bir bulut örter, Stephen annesinin kısa süre

önceki ölümünü düşünür ve annesinin hayaletini görür gibi olarak sarsılır. Kahvaltı ederler, (eski

İrlanda’yı sembolize eden) yaşlı sütçü kadından süt alırlar; yakındaki kayalıklara gidip yüzerler,

Stephen öğleyin The Ship barında buluşmak üzere sözleşerek ayrılır. Yüzme sahnesinde anılan

“fotoğrafçı çıtır”ın Bloom’un kızı olduğunu sonradan öğreneceğiz.

Mulligan’ın gerçek hayattaki karşılığı olan (yazar, doktor, İrlanda Cumhuriyeti’nin ilk

senatörlerinden) Oliver St John Gogarty savunma bakanlığından bu kuleyi kiralamış, Joyce ve bir

İngiliz öğrenci burada kalmışlar ve buradaki tartışmanın benzeri yaşanmış.

s.9’daki “Hrisostomos”, iç sesin kitaptaki ilk örneği (anlatıcıdan değil, Stephen’ın zihninin

içinden geliyor). Stephen Mulligan’ın altın dişine ve bal damlayan ağzına bakıp, hitabet yeteneği

nedeniyle bu adı almış Aziz Hrisostomos (Altın-ağız)’ı düşünüyor. Hrisostomos yabancı değil,

İstanbullu; bir mozağini Ayasofya’nın sol galerisinde görebilirsiniz.

2. Nestor: (s.29-41). Stephen, öğretmenlik yaptığı, varlıklı bir mahalledeki (Dalkey) okula gider,

ders verir, İngiltere hayranı başöğretmen Deasy’den (Homeros’ta Telemakhos’un nasihat aldığı

Nestor’un karşılığı) maaşını alırken bir takım nasihatlere maruz kalır. Deasy, basın dünyasıyla

ilişkili olduğunu bildiği Stephen’dan, “sığırlardaki şap hastalığının tedavisi” konulu bir yazısını

gazetelerde yayınlatmasını ister. Bölümün sonunda, Deasy’nin antisemitik sözleri üzerine

Page 7: Ulysses Için Ipuçları

Stephen’ın aklından geçenler, Joyce’un ikinci dünya savaşında olacakları 20 yıl önceden görmüş

olduğu gösteriyor (s.39).

3. Proteus: (s.42-55). Proteus, Homeros’ta denizlerin sürekli biçim değiştirerek yakalanmaktan

kurtulan tanrısı. Bu bölüm, kitabın zorluğuyla meşhur iki bölümünden biri. Tüm bölüm,

kumsalda yürümekte olan Stephen’ın zihninin içinde geçiyor. Stephen’ın düşünceleri, aynı deniz

gibi, durmadan biçim değiştiriyor, çağrışımdan çağrışıma atlıyorlar; zihni ilahiyat, tarih ve felsefe

referansları ile dolu. Metnin zorluğu, romanın konusu açısında önemli bir görev görüyor: Joyce,

kendi gençliğine baktığında nasıl kendi zihninin içinde kaybolmuş, tıkanıp kalmış bir genç

gördüğünü anlatıyor böylelikle. İlk kez okuyanlara zorluklara takılmadan, hikâyenin akışına

daha çok önem vererek okumalarını öneririm.

Stephen Aristoteles’i, renk, bilinç, insanın yaratılışı gibi konuları düşünürken, aklından dayısı

Richie ve yengesi Sara’nın yakındaki evlerine uğramak geçer. Zihninden, kendi babasının bu

aileyle alay etmesi ve eğer onlara uğrarsa konuşulacak olanlar geçer. (s. 43’teki “Evet Efendim”,

Stephen’in zihninde babasının sesinin Sara’nın oğlu Walter’ı taklit etmesi – yani, 3. dereceden bir

“iç ses”.) Cizvit okulundaki günlerini, rahip olmayı düşünmüş olmasını, kitap okuma ve yazma

hayallerini, kadınsızlığını, Paris’teki parasızlığını ve sohbetlerini, kös kös Dublin’e dönüşünü

düşünür. Bizim Jön Türkler gibi, Paris’e gidip İrlanda’yı kurtarmaya çalışan “Yaban

Kazları”ndan Kevin Egan’ın oğlu Patrice ile konuşmalarını hatırlar. Önce ölü, sonra canlı bir

köpek görür, köpekten korkar, köpeğin sahibi midye toplayıcı Çingene çifti görür. s.52’de o gece

rüyasında (henüz tanımadığı) Bloom’u ve genelev sokağında kendisine yardım edeceğini görmüş

olduğunu anlarız. Zihninde vampirli, kötü bir şiir yazmaya çalışır (bu dörtlüğün temiz halini

ileride, s. 132’de okuyacağız). Bir kızı hayal eder, bazı yorumlara göre mastürbasyon yapar (s.54);

Mulligan ile kavgasını düşünür; çişini yapar. Arkasını döner, ufukta “üç çarmıhlı” bir gemi

görür.

II. “Odysseia” (s.57-584)

Kitabın gövdesini oluşturan bu 12 bölümde, sabah 8’den geceyarısına kadar Bloom’u ve

Stephen’ı izliyoruz.

4. Kalypso: (s.59-73). Tekrar birinci bölümün saatine, sabah 8’e dönüyoruz; bu sefer Bloom’ların

evindeyiz. Odysseia’da tanrıça Kalypso’nun Odysseus’u adasında esir tutması gibi, burada da

Bloom Molly’nin aşkının esiri. Bloom’u Molly’ye kahvaltı hazırlarken, çıkıp yakındaki domuz

kasabından bir böbrek satın alırken, Şark hayalleri kurarken, dönüşte komşunun hizmetçi kızını

keserken görüyoruz. Stephen’a annesinin hayaletini gösteren bulut Bloom’a da görünüyor ve bir

an yaşlılığı, yıkımı düşündürüp soğuk terler döktürüyor (s. 64). Postadan gelen iki mektuptan

biri, bir sayfiye yerinde bir fotoğrafçının yanına çırak gönderilmiş kızları Milly’den, diğeri

Molly’nin emprezaryosu/aşığı Boylan’dan (Boylan, Bloom’un zihninde hep “o herif” olarak

anılıyor). Boylan, o gün saat 4’te konser programını getirecek; programda Don Giovanni’den L{ ci

darem a mano (bu düette Don Giovanni, evlenmek üzere olan köylü kızı Zerlina’yı baştan çıkarır)

ve zamanın popüler şarkılarından Love’s Old Sweet Song (“Aşk Nağmesi”) var (s.67). Bu iki şarkı,

gün boyunca, Bloom’un zihninde Molly’nin kendisini aldatmasının teması olarak çınlayacak.

İkisi de güzeldir, Youtube’dan arayıp bu iki parçayı dinlemenizi tavsiye ederim. Bölüm,

Bloom’un bahçedeki helada gazetedeki ödüllü bir hikayeyi okurken def-i hacet eylemesiyle

bitiyor.

5. Lotosyiyenler: (s.74-89). Bloom bu bölüme “açık bir zihinle” başlıyorsa da, Odysseus’un

adamlarına sılaya dönme isteğini unutturan uyuşturucu Lotos çiçeğinin ülkesindeyiz. Joyce

Page 8: Ulysses Için Ipuçları

bölümü çiçekler, Şark bahçeleri, uyuşukluk, uyutulma temalarıyla kurmuş. Bloom’un Martha

Clifford adında bir kızla “Henry Flower” imzasını attığı mektuplarla flört ettiğini öğreniyoruz.

Bir kiliseye girip olanı biteni tam anlamadan merasimi izliyor; eczaneye uğrayıp Molly’nin

istediği losyonu sipariş ediyor; oradan hamama gidip mayışıyor.

Hamamdan önceki sahnedeki yanlış anlama, sonradan Bloom’un başına iş açacak. Bantam

Lyons, Bloom’un elindeki gazete için “atacaktım zati/I was going to throw it away” demesini o

günkü yarışta koşacak olan sürpriz at “Throwaway” için bir tüyo zannederek sevinçle

uzaklaşıyor (çeviride atın adı “Zâti”). Gerçek hayatta da o günkü yarışta Throwaway kazanmış

ve 1’e 20 vermiş.

6. Hades: (s. 90-116). Sabahtan beri anılan cenaze töreni için Bloom, Stephen’ın babası Simon

Dedalus ve Dublinliler’den tanıdığımız başka karakterlerle birlikte mezarlığa gidiyorlar. s.91’de,

3. bölümde kumsalda yürümekte olan Stephen’ı görüyorlar.

Martin Cunningham karakteri, kitabın Dublinliler ve Odysseia bağlantılarının güzel

örneklerinden: Cunningham’ınDublinliler’deki halden anlayan, iyilik yapmaya çalışan adam

halleri devam ediyor ve alkolik karısının evde ne varsa tekrar tekrar rehine vermesi yüzünden

sürekli silbaştan ev düzmek zorunda kalmasıyla, Odysseus’un ölüler âleminde karşılaştığı

Sisyphos’un eşdeğeri oluyor (s.99). Cenaze töreninde, kitabın hâlâ tam çözülememiş

bilmecelerinden biri, kim olduğu anlaşılamayan makintoşlu adam ortaya çıkıyor (s.111).

7. Aeolos: (s. 117-147). Rüzgârlar tanrısı Aeolos, Odysseus’a önce yardım eder, ama verdiği

rüzgârları heba edip tekrar gelince onu kovalar. Gazete yazıhanesi ve matbaasında geçen bu

bölüm, rüzgârın, hava civanın, boş lafın, retorik sanatının bölümü. Rüzgârların tanrısı, gazetenin

yazıişleri müdürü; o da bir reklamı ayarlamaya çalışan Bloom’a ilk seferinde yardımcı olup ikinci

gelişinde kovalıyor. Bölümün ortasında Stephen, Deasy’nin yazısını getiriyor ve (bazıları zaten

güne sarhoş başlamış olan) gazetecilerle birlikte içmeye çıkıyorlar. Bölümün sonunda, Stephen,

gazetecilereDublinliler’deki “epiphany” tekniğinin (gündelik hayat içinde, büyük bir gerçekçilikle

tasvir edilmiş sıradan bir ânın çok daha geniş bir temayı işaret edivermesinin) bir örneği olan bir

hikâye anlatıyor.

Bu bölüm, metnin arasına girerek olan biten üzerine ironik yorumlar yapan gazete stilinde

başlıklarıyla, Joyce’un romandaki biçimsel oyunların seviyesini arttırmaya başlamasının ilk

işareti.

8. Laistrygonlar: (s.148-179). Odysseia’nın yamyamları, öğle yemeğini yemeye niyet eden

Bloom’un içini kaldıran lokanta müşterileri (s.165) olarak ortaya çıkıyor. Bloom, bir zamanlar

hoşlanmış olduğu bir kadınla karşılaşıyor (s. 153) ve bir tanıdıklarının günlerdir hastanede

doğum yapmaya çalıştığını öğreniyor. s. 161’de dönemin önemli edebi figürlerinden (ve Joyce’un

ilk öyküsünün yayımcısı) George Russell (takma adı A.E.) ile karşılaşıyor; bu karakterin hayatını

ansiklopedilerden okumanızı öneririm, bir sonraki bölümde de karşımıza çıkacak. s. 164’te Molly

ve Bloom’un on yıl önce, ikinci çocukları Rudy’nin bebekken ölmesinden sonra cinsel

hayatlarında birşeylerin değiştiğini, birbirlerinden uzaklaştıklarını okuyoruz (çoğu yorumcu

bunu artık sevişmedikleri olarak yorumlar ve Odysseus’un on yıl boyunca evden/yatağından

uzak kalmasıyla bağlantılandırır; ama son iki bölümü dikkatli okursanız cinsel hayatlarının

tümüyle bitmesi değil de, Bloom’un artık çocuk yapmak istemiyor olması daha doğru bir yorum

olabilir). Bloom, Davy Byrne’ün barında gorgonzolalı sandviç ve burgonya şarabıyla karnını

doyurur. Molly ile Howth tepesinde öpüşmelerini içi yanarak hatırlar (s.171; bu, romanın meşhur

Page 9: Ulysses Için Ipuçları

kapanışının Bloom’un zihnindeki hali). Çıkışta Boylan ile burun buruna gelince, “o herif”ile

karşılaşmamak için müzenin girişine saklanır (s.178).

Kitabın meşhur bilmecelerinden, üzerinde “U. P.” yazan kartpostal burada ortaya çıkıyor (s.155).

Bunun “işin bitti,ayvayı yedin, kafayı yedin” anlamında bir deyim olduğu yorumunu izleyerek

çeviride karta “7. N.” yazdırdım.

9. Skylla ve Kharybdis: (s.180-213). Kitabın en sıkı bölümlerinden: Odysseus’un Messina boğazı

kayalıklarındaki canavar ile girdabın arasından geçmesi. Kütüphanede, Stephen, İrlanda edebi

çevresinden kendisini çok da ciddiye almayan tanıdıklarına (yukarıda andığım Russell da

aralarında) Shakespeare üzerine teorisini anlatıyor. Shakespeare’in hayatı hakkında bilinen çok

az bilgiyi kullanarak Hamlet için ayrıntılı bir okuma önerisi sunan bu teoriyle, Joyce, okurdan

da Ulysses’i bu düzeyde bir dikkatle okumasını beklediğini söyler gibi. Mulligan ortaya çıkıp

şakalarını patlatmaya başlayınca Stephen’ın sabah sözleştikleri gibi bara gelmeyip, kriptik bir

alıntıdan ibaret bir telgraf çekmekle yetinmiş olduğunu anlıyoruz. Reklamı için örnek görsel

bulmaya çalışan Bloom girip çıkıyor. Bölümün sonunda, Stephen’ın Mulligan ile ilişkisinin

“kuyruğunu koyverdiğini” görüyoruz.

10. Gezgin Kayalar: (s. 214-248). Homeros’taki gezgin kayalar, bazı yorumlara göre İstanbul

Boğazı’nın tehlikelerine denk düşüyor (Azra Erhat çevirisinde 12:58-72; Erhat “gezgin” için

“Kıranlar” kullanmış). Ulysses’in tam ortadaki, “göbek taşı/omphalos” bölümü bu: Dublin’e

hükmeden iki otoritenin iki temsilcisi, katolik kilisesi adına Peder Conmee ve Britanya

imparatorluğu adına Vali’nin korteji Dublin’i çaprazlama katederken, kitabın pek çok karakteri,

18 kısa metinde Peder ya da Vali ile karşılaşıyorlar. Bölüm gezgin kayaların, şaşırtmacaların

bölümü olduğu için bazı parçalarda diğer zamanlar-mekânlar parazit yapıyor, araya karışıyorlar.

11. Seirenler: (s.249-283). Bu noktadan sonra kitabın bölümleri uzamaya, metindeki deneysellik

artmaya başlıyor. Seirenler kitabın “müzik” bölümü; ilk sayfada, sanki, bir orkestra,

dinleyeceğimiz müzikten bölümleri bölük pörçük çalarak enstrümanlarını akort ediyor gibi.

“Başla!” emriyle, Joyce’un füg formunda olduğunu iddia ettiği asıl metin başlıyor. Metin müzik

terimlerini metnin içine yedirerek ve müzik gibi, tekrarlarla, kelime sırası değişiklikleriyle

yazılmış. Konu da müzik, bölümün merkezinde piyanonun başında söylenen iki şarkı var.

Ormond otelinin barındayız; sarışın (“sırma”) ve kızıl saçlı iki barmaid kıkırdayarak sohbet

ediyorlar (ben kızların saçlarını anlatan “sırmanın yanında kızıl” sözlerinin “füg”ün ana teması

olduğunu düşünenlerdenim). Bloom, sohbeti ve şarkıları dinlerken, kara kara Molly ve Boylan’ın

saat 4’t3eki randevusuna çok az kaldığını düşünüyor. Bölüm boyunca “tap” sesleri yavaş yavaş

çoğalıyor: bunlar, kör yeniyetme piyano akortçusunun yaklaşırken bastonunu vurmasının sesi.

Bölüm, Bloom’un bir vitrindeki milliyetçi bir metni okurken tramvayın geçişine uydurarak gaz

çıkarmasıyla bitiyor.

s. 273’teki “Fetter Lane...” diye başlayan cümle, Stephen’ın zihnindeki Shakespeare biyografisine

ait bir cümle (krş. s.197 ve s.634), ama Stephen o anda orada değil. Stephen’ın zihni ile Bloom’un

zihni bir anlığına içiçe geçiyor gibi sanki.

12. Tepegöz: (s.284-333). Anlatıcının kitabın karakterlerinden biri olduğu iki bölümden birinde,

tüm aksiyonu küfürbaz, dedikoducu bir çek-senet tahsilatçısının gözünden dinliyoruz; ama

anlatıcının sesi tekrar tekrar kesiliyor ve söylediği sözdeki bir unsuru bambaşka bir üslupta iyice

abartarak işleyen bir parodi araya giriyor (örneğin s. 284’ün sonundaki ticari anlaşmazlık, s.

285’te abartılı bir hukuk diliyle yansılandıktan sonra, “Sen kesin yeşilaycısındır...” ile tekrar

Page 10: Ulysses Için Ipuçları

“gerçekliğe” dönüyoruz; bu da tekrar “Güzel Inisfail’imizde...” diye başlayan paragrafla, bu sefer

de İrlanda destanı parodisiyle kesiliyor). Bu parodiler, “şişirme, abartma” tekniğiyle Joyce’un

okurun sabrını zorladığı bölümler arasında; yine de, kitaptaki en komik pasajlar bu parodilerin

içinde saklı. Örneğin, s. 327’deki azizler listesine dikkatli bakınca bardaki müşterilerin, Molly’nin

(“Marion Calpensis”) ve hatta bardaki köpeğin (“Owen Caniculus”) bu listeye karışmış

olduğunu görüyoruz.

Odysseus’un Tepegöz’ü, burada, gerçek bir Dublin karakteri olan “yurttaş”; İrlanda ata

sporlarının canlandırılması için uğraşan keskin bir İrlanda milliyetçisi. Yurttaş ve arkadaşları,

Bloom’u bir yabancı olarak görerek aşağılıyorlar; Molly ile ilişkisi epey dedikodu konusu oluyor;

Bloom’un barışseverliğiyle, “ama bir de olaya böyle bakın” sözleriyle alay ediyorlar, bunların

üzerine bir de Bloom’un Zâti’ye oynayıp 1’e 20 kazandığı dedikodusu yayılınca iyice kızıyorlar.

Bloom’un “sizin tanrınız da benim gibi bir Yahudiydi!” demesi de yardımcı olmuyor. Martin

Cunningham Bloom’u arabaya bindirip kaçırıyor.

13. Nausikaa: (s.334-368). Artık saat akşam 8; günbatımına yaklaşıyoruz. Odysseia’nın romantik

bölümünün prensesi, burada kumsalda arkadaşlarıyla gezip top oynayan bir genç kız (Gerty

MacDowell) olarak karşımıza çıkıyor. Joyce, bölümün ilk yarısını Gerty’nin gözünden aktarıyor:

Hem Gerty’nin okuduğu genç kızlara yönelik dergilerin dilini, hem de onun zihninin içini

görüyoruz. Bloom ortaya çıkıyor; Bloom ve Gerty bakışıyorlar; Gerty oturduğu yerde geriye

yaslanarak Bloom’a bacağını gösteriyor. Bu esnada havai fişekler patlarken Bloom’un elinin boş

durmadığını anlıyoruz (s. 353, “yine mi bu haltı ediyordu?”). s.354’te âniden Bloom’un bakış

açısına geçiyoruz ve Gerty’nin ayağının topal olduğunu anlıyoruz. Bloom günün olaylarını

düşünüyor, kumsala birşey yazmaya başlayıp vazgeçiyor, sonra hafifçe uyukluyor. Bölümün

sonundaki guguklu saat, Bloom’a boynuzlandığını hatırlatıyor.

s.343’teki “Başaramadıysan tekrar deneyeceksin”, zamanın çocuklarına çok söylenen ve

Beckett’in o çok yanlış anlaşılan meşhur alıntısında kullandığı bir nasihat.

14. Güneş’in Sığırları: (s.369-410). Homeros’ta Odysseus’un adamları Güneş tanrının sığırlarına

karşı günah işliyorlar; Stephen ve arkadaşları ise doğurganlığa karşı günah işliyorlar. Joyce, belki

şaşıracaksınız ama, aileye, çocuğa çok önem verirmiş; bu bölüm de doğuma, doğurganlığa övgü

niteliğini taşıyor.

Kitabın en zor bölümü bu. Joyce burada büyük bir deney yapmış: bir yandan İngiliz dilinin

Latince ve Anglo-sakson dilinden doğup gelişmesini, çağlar boyu İngilizcenin parodilerini

yaparak temsil etmiş; bunun yanında, bölüm boyunca bir embriyonun peydahlanmasından

doğumuna kadar olan aşamaları sembolize etmiş. Bu nedenle, çeviri açısından önemli sorun

yaratan, stratejik tercihler gerektiren bir bölüm. Açılıştaki kaotik satırlar İngilizcenin Latinceden

doğuşunu, sondaki kaotik bölüm ise çağdaş reklam dili ve argonun yarattığı kaosu temsil ediyor.

Bu iki parça dışında, metin kaotik değil; eski metinlerin taklidini yapıyor yalnızca. Sabırlı olun:

mizahıyla, sabreden okuru en çok ödüllendiren bölümlerden biridir.

Bloom doğumevine gidip tanıdığını ziyaret ederken orada kafa çekmekte olan Stephen ve tıp

öğrencisi arkadaşlarıyla karşılaşıyor; bebek doğuyor, öğrenciler giderek daha sarhoş oluyorlar,

çıkıp Burke’s barına yöneliyorlar. Bloom Stephen’ın halini görüp endişelenerek Stephen’ın

peşinden gitmeye başlıyor.

15. Kirke: (s.411-584). Geceyarısı, genelevler sokağındayız (“geceköy”). Kitabın en uzun bölümü

Page 11: Ulysses Için Ipuçları

bu. Kitapta bu ana kadar sunulan tüm unsurlar içiçe geçip bir kriz noktasına ulaşıyor. Bölüm,

tiyatro formunda; metne halüsinasyonlar damgasını vuruyor: gerçekle hayal içiçe geçiyor, anılan

(ama orada olmayan) karakterler ortaya çıkıveriyor, cansız nesneler konuşmaya başlıyor.

Ortalıkta gezinen bir köpek var ama durmadan cinsi değişiyor; köpek söylenenlere kafiyeli bir

şekilde havlayarak cevap veriyor. Dikkatli okuyunca, neyin “gerçek”, neyin “halüsinasyon”

evreninden geldiğini anlaşılıyor ama, burada halüsinasyonları kimin gördüğü belli değil; hem

Bloom’a, hem Stephen’a görünüyor gibiler. Bu soruya verilen cevaplar arasında en sevdiğim

cevap, bu bölümde bizzat kitabın kendisinin halüsinasyon gördüğü, kitabın kendi temalarına

halüsinasyonla cevap verdiği.

Joyce’un bu bölümü yazarken en açıkça etkilendiği yapıt, Goethe’nin Faust’u. Faust’un, örneğin,

Walpurgis Gecesi sahnesini bu metinle karşılaştırmanızı ve buradan Oğuz Atay’a giden

etkilenme hattı üzerine düşünmenizi öneririm (Faust’un İclal Cankorel çevirisinde s. 201-227).

Önceki bölümle bu bölüm arasında anlatılmayan bir boşluk var; ilerideki bazı ipuçlarından

Burke’s barı ile geneleve varılması arasında Stephen ile Mulligan arasında, Westland Row

istasyonunda, muhtemelen yumrukların savrulduğu bir kavga olmuş olduğunu çıkaracağız.

Stephen ile Lynch’in genelev sokağına girişini, sonra onları takip eden Bloom’u görüyoruz.

Stephen’ın peşinden geneleve giren Bloom’un suçluluk duyguları ve kafa karışıklığının yarattığı

halüsinasyon âleminde Bloom Molly ile karşılaşıyor, belediye başkanı seçiliyor, kral oluyor,

gözden düşüyor, dedesi Virag ile karşılaşıyor... Sonunda Stephen’i buluyor (s.485). Genelevin

sahibesi Bella (Odysseia’daki büyücü Kirke’nin eşdeğeri) sahneye çıkıyor (s. 505) ve Bloom’u

aşağılamaya başlıyor. s. 508’de Bloom ve Bella cinsiyet değiştiriyorlar. Bloom ölüyor, gömülüyor,

peri kızı ortaya çıkıyor. s. 531’de Bloom zihninde tüm bunları yenip realiteye geri dönüyor.

s.543’te aynada Stephen ve Bloom’un yüzü Shakespeare’in boynuzlanmış yüzüne karışıyor. s.

553’te Stephen, kızlardan birini kapıp piyanolanın çaldığı valsle dans etmeye başlıyor. s.554’te

Stephen’ın dans figürlerine dikkat edin: Joyce’un “örümcek dansı” adını taktığı, uzun bacakları

ve kollarıyla sokaklarda işte bu figürlerle icra ettiği bir dansı varmış. Kriz noktasında, Stephen

tekrar annesinin hayaletini görüyor (s.555) ve beti benzi atıyor. Bastonuyla gaz lambasını

parçalayarak isyanını ifade ettikten sonra (burada “Nothung!” diye bağırıyor, kastettiği

Wagner’in Siegfried’indeki kılıcın imal edildiği an) genelevden kaçıyor. Bloom genelevdeki

durumu yatıştırıp peşinden gidiyor.

Stephen, sokakta, iki İngiliz askeriyle laf dalaşına giriyor ve sonunda yumruğu yiyip yere

seriliyor. Bloom başında durup kendine gelmesini bekliyor, polisleri de idare edip gönderdikten

sonra o da kendi kriz noktasına ulaşıyor: bebekken ölen oğlu Rudy’nin hayaletini görüyor.

III. “Nostos” (s.585-750)

Bu doruk noktasından sonra, son üç bölümde, karakterlerin geceyarısından sonra yorgun argın

eve dönüşlerini görüyoruz.

16. Eumaios: (s.587-638). Odysseus sonunda tek başına adasına, İthaka’ya dönmeyi başardığı

zaman çoban Eumaios’un barakasında duraklıyor. Bloom ise Stephen’ı soluklanmak için bir

arabacılar barakasına götürüyor. Bloom ve Stephen yorgun ve uykulular; bu yorgunluk, uzayan,

bağlanmayan cümleler, lafların birbirine karışmasıyla bölümün stiline yansıyor. Bloom, Stephen’ı

etkilemek için konuştukça konuşuyor; Stephen ise ters, kısa cevaplar veriyor. Barakada bir

Odysseus/Parnell figürü daha var; yaşlı bir denizci (Murphy) gezi hikâyelerini anlatıyor.

Page 12: Ulysses Için Ipuçları

Gazetede o günkü cenazenin haberini ve Deasy’nin mektubunu görüyorlar. Bloom Stephen’ın

yatacak yerinin olmadığını, saatlerdir yemek yemediğini anlıyor. Çıkıp yürürken Stephen’la

biraz müzik muhabbeti yapıyorlar. Stephen çok eski, az bilinen bir Alman şarkısını söylemeye

başlayınca, Bloom sesini çok beğeniyor, onu müzik dünyasına kazandırmak ve emprezaryoluk

hayalleri kurmaya başlıyor. Bu planlara yoldaki at arabasının atları dışkılayarak cevap veriyor.

17. İthaka: (s.639-707). Bu bölüm, zamanın ders kitaplarının ve dinbilgisi metinlerinin

(“kateşizm”) soru-cevap formatında yazılmış; Bloom’un okuma ve popüler bilim merakının bir

dökümünü içeriyor. Bloom, Stephen’ı eve davet ediyor; sabah evden çıkarken anahtarını

unuttuğu için bahçe duvarından atlayarak kapıyı açıyor; mutfağa buyur edip kakao ikram

ediyor. Ortak tanıdıklarından bahsediyorlar, Bloom Stephen’a (sonradan İsrail milli marşı olacak)

bir Yahudi melodisini, Stephen Bloom’a eski (antisemitik) bir İrlanda baladını söylüyor. Bloom

Stephen’a gecelemesini öneriyor ama Stephen reddediyor. Sonradan görüşmeye devam etmek

için çeşitli planlar yapıyorlar. Çıkıyorlar, yıldızlara bakarak işiyorlar, vedalaşıyorlar. Bloom eve

dönüyor, eşyalarına bakıyor, soyunup yatağa girerek günün olaylarını düşünmeye başlıyor. Yeni

bir ev ve imar hayalleri ve gelecekteki para endişeleriyle uyuklamaya başlıyor. Molly’nin

sadakatsizliğini zihninde affediyor (s. 701) ve Molly’nin kalçalarını öpüyor (s. 704). Gün boyunca

biteni bazı modifikasyonlarla Molly’ye anlatıyor ve kafasında bir kelime oyununu tekrarlarken,

ayaklarını Molly’nin başucuna vermiş bir halde, uyuyakalıyor.

18. Penelopeia: (s.708-750). Neredeyse tüm kitabı erkeklerin bakış açısıyla geçirdikten sonra,

nihayet Molly’nin zihnindeyiz. Joyce saati “belirsiz”, “sonsuz” olarak vermiş. Sekiz “cümle”ye

ayrılmış 42 sayfa boyunca Molly’nin zihni, kadın zihninin akışkanlığı, kıvraklığı içinde

noktalama olmadan akıp gidiyor (Nora da pek noktalama işareti kullanmazmış). Noktalama

işaretlerinin yokluğu okuru korkutur genelde, korkmayın, metinde deneysel birşey yok aslında:

her kelimenin kanlı canlı bir kadının zihninden geldiğini hatırlayın.

İlk cümlede (s.708-714) Bloom’un yatarken son söylediği sözlerin sabah kahvaltısını (iki yumurta)

yatakta istediğini söylemek olduğunu anlıyoruz – Bloom, terkettiği evlilik hayatına geri dönüyor

olsa gerek. Molly, Bloom’un hallerini, Boylan’la ilk flörtlerini, bugünkü sevişmelerini, Bloom’la

ilk flört günlerini düşünüyor. İkinci cümlede (s.714-722) düşünceleri Boylan’la ilk tanışmalarına,

şarkıcılık kariyerine, Cebelitarık’a, Bloom’un trende çıkardığı ufak bir rezalete, Bloom’un

okuması için verdiği Rabelais kitabına geçiyor. s. 717’de Boylan’ın kapıyı “tattarrattat” diye

çalması, Joyce’un uydurduğu bir kelime ve Oxford’un büyük sözlüğündeki en uzun palindrom.

Üçüncü cümle (s. 722-723) Boylan ile sevişmelerini konu alıyor; dördüncü cümlede (s.723-727)

geçen trenin sesini Aşk Nağmesi şarkısına benzetiyor ve Cebelitarık anılarına, oradaki asker

sevgilisi Mulvey’ye dönüyor. Beşinci cümle (s. 727-732) yine Mulvey’den başlayıp

Cebelitarık’taki tanıdıklarına ve ilk cinsel deneyimlerine geçiyor. Altıncı cümlenin (s. 732-738)

başında gaz çıkarıyor ve Milly’yi düşünmeye başlıyor; Bloom’un eve Stephen’ı getirmesinin

tuhaflığına takılıyor. Cümlenin sonunda lazımlığa işerken adet gördüğünü farkediyor. Yedinci

cümlede (s.738-s.744) sağlığından endişe ediyor, doktor anılarını hatırlıyor, adet kanaması

kurumuna isyan ediyor. Bloom’la geçen yıllarını düşünmeye başlıyor, Stephen’la ilk

karşılaşmasını hatırlıyor ve Stephen’la bir gönül ilişkisini hayal etmeye başlıyor. Son cümlede (s.

744-750) düşünceleri Boylan’ın kabasabalığından Bloom’a dönüyor; geçim dertleri, Bloom’a

kızgınlık düşünceleri, Cebelitarık anıları, Bloom’un ateizmi ile tartışma fikirleri ile Bloom’u tekrar

evlilik hayatına çekme düşünceleri içiçe geçmeye başlıyor. Son satırlarda Molly’nin de

mastürbasyon yapıyor olabileceğini düşünenler var. Kitabın sonunda sürpriz at Bloom Molly’nin

sevgisini tekrar kazanıyor: Molly, Cebelitarık’taki sıcağı, doğanın güzelliğini, genç kızlığını,

Page 13: Ulysses Için Ipuçları

Dublin’de Howth tepesinde Bloom’la öpüşmelerini, evlilik teklifine “evet” demesini düşünürken

roman bitiyor.

(Duvar dergisi, Temmuz-Ağustos 2014)