Üç hayât ve Çölü sulayan kan

63
1 KUTLU ALTAY KOCAOVA Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan © 2013 Bu eserin her türlü hakları Kutlu Altay Kocaova'ya âiddir. İzinsiz kullanılması ve çoğaltılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’na göre suçtur. Bu bir www.kutlualtay.net yayınıdır. İSTANBUL 2013

Upload: kutlu-kocaova

Post on 24-Mar-2016

237 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

Kutlu Altay Kocaova

TRANSCRIPT

Page 1: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

1

KUTLU ALTAY KOCAOVA

Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

© 2013

Bu eserin her türlü hakları Kutlu Altay Kocaova'ya âiddir. İzinsiz kullanılması ve çoğaltılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’na göre suçtur.

Bu bir www.kutlualtay.net yayınıdır.

İSTANBUL 2013

Page 2: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

2

MARYA YA DA MERYEM

Gerçek adı Marya’ydı. İtil ırmağının denize döküldüğü yerin civârında yaşayan ve konup, göçerek varlığını sürdüren bir Kıpçak kızıydı. Yıllar evvel dedesi, bir Nastûrî Hristiyan papazının kerâmet gösterdiğine inanmış ve onun etkisi ile Hristiyan olmuştu. Civardaki Kıpçak obaları içinde Hristiyan olan tek oba, onlarınkiydi.

Marya’nın genç kızlığa yaklaştığı günlerde, oba, kalabalık bir Ubıh1 çetesinin saldırısına uğramıştı. Baskında, obanın bütün erkekleri öldürülmüş; kadınlar ve çocukların hepsi köle olarak satılmak üzere esîr alınmışlardı. Ancak bölge, çeşitli Kıpçak hanlarının idâresinde bulunduğu için ya kısa sürede ellerinden çıkaracaklar, ya kendilerine alacaklar ya da öldüreceklerdi. O sırada Ubıh dilinde, uzun ve tuhâf bir ismi olan ve hareketlerinden çetenin lideri olduğu bellî olan kişi, Marya’ya yaklaştı. Marya, sarı saçları, mâvi gözleri, uzun boyu, hafif çekik gözleri ve çıkık elmacık kemikleriyle göz alıyordu. Çetenin lideri, bu kızı satacaklarını söyleyip, diğerlerinin hayâtını adamlarının keyfine bırakmıştı. “İster öldürün, ister kendinize alın” demişti.

Ertesi gün, çetenin lideri, Astrahan pazarına gitti ve arasının iyi olduğu bir esîr tüccârı ile görüştü. Kızın 1 Bir Çerkes boyu.

Page 3: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

3

Kıpçak Türkü olduğunu öğrenince, tüccârın yüzü bembeyâz kesti. “Görmüyor musun”, dedi, “şu gezen adamların hepsi, Han’ın adamları. Sen, üstelik bir Ubıh’sın, bir Kıpçak obasını basıp, bir Kıpçak kızını köle diye satmaya kalktığını öğrenirlerse, seni de, beni de paramparça ederler”. Bu cevâb, çete liderinin beklediği bir cevâb değildi. Ancak tüccâr devâm etti. “Ama eğer, benim dediklerimi yaparsan ve bana satışında, istediğim gibi davranırsan, bir yolunu buluruz”. Bir yolunu buluruz cümlesi, çete lideri için yeterliydi. “Söyle bakalım, ne yapacağız?”

“Bundan böyle, bu kız, bir Çerkes kızı olacak” dedi. Aslında tüccârın kendisi de bir Çerkes’ti. Hattâ Adıge2 olduğu için kendisini, Ubıhlardan üstün sayardı. Ama söz konusu ticâret olduğunda, ırk, onun için önemsiz bir teferruât hâline gelirdi. Ama aynı durum, çetenin lideri için geçerli değildi. Ne olursa olsun, Ubıhlara söz söyletmezdi. “Eğer aklında, Ubıh olarak satmak varsa, vazgeç. Kıpçak olarak satıp, parçalanmaya râzı olurum, daha iyi. Ama bir Adıge olarak satacaksan, o zamân olur”. Tüccâr, bir ânda gülmeye başladı. “Mes’ele ticâretse, benim için sorun yok. Ama şu kızı getir bakalım, üzerinde bu kadar konuşmaya değer mi?”

Aradan iki gün geçtikten sonra çete lideri, yanında Marya ile berâber tüccârın yanına geldi. Yol

2 Başka bir Çerkes boyu. Kendilerini “asıl Çerkesler” olarak nitelerler.

Page 4: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

4

boyunca Kıpçak dilinde konuşmaması için kızı, tehdîd etmişti. Gerçi bu tehdîdlerin boş olduğunu biliyordu. Ama konuşmadığını görünce, kendi otoritesini kabûl ettirmenin zevkini yaşıyordu. Oysa Marya’nın konuşmamasının tek sebebi, obasının ve âilesinin başına gelenlerdi. Yaşadıklarını atlatamamıştı. O, birçokları gibi öfkesini bağırıp çağırarak değil, susarak gösteriyordu.

Tüccâr, Marya’yı görür görmez, ona hayrân kalmıştı. “Son yıllarda gördüğüm en güzel kızlardan biri” dedi. “Keşke gerçekten Adıge olsaydı. İyi paraya satardık. Şimdi konuşmayacağı için biraz daha ucuza satacağız. Ona göre sende, beklediğinin biraz altında alacaksın”. Bu çete liderinin hiç hoşuna gitmemişti. Ama yapacak bir şey yoktu. Haklıydı, işin ucunda bir Kıpçak savaşçısının kılıcında cân vermek vardı. Gerçi tüccârdan aldığı para, hiç de fenâ değildi. Bir kısmını adamlarına dağıtsa bile birkaç ay, eşkıyâlık yapmadan geçinecek kadar iyi bir paraydı. Bu yüzden de fazla düşünmedi ve parayı alır almaz Astrahan’ı terk etti.

Tüccâr, hiç vakit kaybetmeden, Marya’yı sergilemeye başladı. Kısa bir süre sonra çevresi dolmaya başladı. Astrahan’ın zenginleri, tüccârın etrâfını sarmıştı. Burası bir ticâret merkezi olduğu için çok sayıda kavimden insân yaşıyordu. Çeşitli Çerkes boyları, Kıpçaklar, Oğuzlar, Bulgarlar, Avarlar, Hazarlar gibi Türk boyları ile Çeçen, İnguş gibi Kafkas boylarına mensûb insânlar yaşıyordu. Bununla berâber çok sayıda

Page 5: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

5

Yahûdî, Rus ve Fars, yine burada ticâret amacıyla bulunuyordu.

Tüccâr, ilgiden çok memnûndu. Öyle ki, Marya’yı sattıktan sonra birkaç ay hiçbir şey yapmasa bile çok rahat yaşardı. O arada Başkurt Türkleri’nden bir kürk tüccârı, kız için çok yüksek bir fiât verdi. Bu, diğerlerinin teklifinin iki katından fazlaydı. Tüccâr, sevinçten ne yapacağını şaşırmışken, bir Fars tüccâr ileri atıldı. Öyle bir teklîf sundu ki, herkesin ağzı açık kaldı. Başkurt tüccâr bile geri çekilmek zorunda kaldı. Yaptığı teklîf, Başkurt tüccârın teklifinin üç katıydı. Esîr tüccârı, olduğu yerde dona kalmıştı. Fars tüccârın söylediği parayı, önünde görünce kendine geldi ve Marya’yı hazırlamaya başladı.

Fars tüccârın adı, Ebu Hasan Rüstem’üz Zamân idi. Oldukça zengin olan Fars tüccârın Astrahan’daki son günü idi, ertesi sabah, limandan kalkan bir gemi ile Taberistân’a3 gidecekti. Memleketi orasıydı ve orada tanınan, sevilen biriydi. İlerleyen yaşına rağmen, oldukça dinç ve kuvvetli görünmekteydi.

Ertesi sabah, gemiye bindiklerinde, adamlarına kıza kesinlikle dokunmamalarını ve onu ne sözle, ne elle incitmemelerini emretmişti. Adamları ve hizmetçileri,

3 Taberistan: Hazar Denizi’nin güney sâhilleri. Bugünkü Îrân’da Mazenderân, Gülistân ve Gilân eyâletlerini kapsar.

Page 6: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

6

ondan çok korkarlardı. Çünkü otoritesini güçlendirmek için cezâları, genelde bizzât kendisi uygulardı.

Esîr tüccarına kızın adını sorduğunda, “Bilmiyorum. Kaçırıldığından beri konuşmuyormuş” cevâbını aldığında şaşırmıştı. Ancak boynundaki Meryem kabartmalı haç kolyesini görünce kızın bir Hristiyan olduğunu anlamıştı. O yüzden de ona Marya demeye karâr verdi. Bunda haçla berâber üzerindeki Meryem kabartmasının etkisi vardı. Çünkü Müslümânların Meryem dediği, Hz. Îsâ’nın annesine Hristiyanlar Marya derlerdi.

Ebû Hasan’ın kafasında farklı fikirler vardı. Ancak karakteri gereği, fikirlerini uygulamaya dökmeden önce buna dâir hiçbir ipucu vermezdi. Ebû Hasan’ın, gerek Taberistân beyleri, gerek Selçuklu emîrleri, gerekse de Aral civârındaki Oğuz beyleri ile arası iyiydi. Hattâ Hasan Sabbah’ın “Dâî”leri4 ile bile arası iyiydi. Gerçi bunu, hiç kimse bilmezdi. Kalben bir İsmâilî olduğu için onlara ciddî destek verirdi. Ancak işleri açısından bunu saklamak zorundaydı.

Gemi yolculuğu bir hafta sürmüştü. Hiçbir limana uğramadan gelmişti. Zâten geminin büyük kısmını, Ebû Hasan’ın malları doldurmaktaydı. Ebû Hasan, Bağdad’ın, Tebrîz’in, Basrâ’nın, İsfahân’ın, Kûm’un, Meşhed’in,

4 Dâî: Hasan Sabbah’ın kurduğu Fedâî teşkilâtında en üst düzeyde bulunanlara verilen isim.

Page 7: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

7

Semerkand’ın, Buharâ’nın ve hattâ İskenderiye ile Kâhire’nin mallarını toplar, Hazar Denizi’nin kuzeyindeki limanlarda satardı. Bu işlerden çok büyük mikdârda para kazanır; ayrıca Başkurtlar başta olmak üzere bölgedeki diğer Türklerden aldığı değerli kürkleri, güney pazarlarında satardı. Bununla berâber kuzeyde birkaç Türk demircisini öğrenmiş, adamları vâsıtasıyla onlara çeşitli silâhlar yaptırıyordu. Bu silâhları ise doğrudan, kalben bağlı olduğu yere, Alamut’a gönderiyordu. Ancak bunu tüccâr kılığındaki iki kölesi ile Alamut’la haberleşmesi sağlayan bir adamının dışında kimse bilmiyordu.

Saray büyüklüğündeki evine geldiğinde onu, büyük oğlu Hasan karşılamıştı. Gerçek adı Muhammed olan Ebû Hasan’a, oğlu doğduktan sonra Ebû Hasan demeye başlamışlardı. Arabça bir tamlama olmakla berâber, “Hasan’ın babası” anlamına gelmekteydi. Ancak yine de birçok kişi, güreşlerdeki başarısından dolayı “Rüstem’üz-Zamân”5 demeye devâm ediyordu. Kendi ve âilesi de dâhil olmak üzere kimse, gerçek adını kullanmıyordu. Zâten kendisi de, Selçuklulardan dolayı içindeki Türk düşmanlığından bu adı kullanmayı seviyordu. Gerçi Türklerle yaptığı ticârette, bu düşmânlık bir ânda yok oluyordu. Türkçe’nin birçok lehçesini mükemmel konuşurdu. Hattâ bu seyahâtlerde,

5 Rüstem’üz-Zamân: Zamânın Rüstem’i. Rüstem, Fars mitolojisinde Türk hükümdârı Alp Er Tunga ile savaşan Fars kahramanının adıdır.

Page 8: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

8

adamlarından “Rüstem’üz-Zamân” adını unutmalarını bile isterdi. Belli mi, olur, Alp Er Tunga’yı hâlâ unutmayan bir Türk, bu ismin bedelini ödetebilirdi.

Oğlu ile kucaklaştıktan sonra hizmetçilere, Marya’yı hareme götürmelerini ve temizlemelerini söyledi. Bu arada Hasan, uzaktan Marya’yı görmüş ve etkilenmişti. Gerçi etkilenmek ta’biri az gelirdi, ancak ne hissettiğinin henüz o da farkında değildi.

* * *

Marya, Taberistân’a geldiğinden beri iki yıl geçmişti. Bu arada Ebû Hasan sık sık kuzey kıyılarına, Bağdad’a, Tebrîz’e, İsfahân’a ve daha birçok yere gidip gelmişti. Marya ise yaşadığı bu sarayda, yaşananlara alışmıştı. Artık Türkçe ile berâber Farsça’yı da konuşabiliyordu. Öfkesini dilinden, rûhuna kaydırmıştı. Bu yüzden de susmayı bırakmış ve konuşmaya başlamıştı. Ancak artık başka bir dilin konuşanıydı. Farsça konuşuyordu. Türkler hakkında söylenen sözleri duydukça çıldırma noktasına geliyor ama kendisine hâkim olarak bir şey demiyordu.

Hasan ise Marya’yı görebileceği her ânı, fırsata çevirmeye çalışıyordu. Artık karârını vermişti. Babasına açılacak ve Marya ile evlenecekti. Ancak aşkından ve Marya’nın da kendisini sevdiğinden o kadar emîndi ki, Marya’nın fikrini sormaya ya da bir şekilde öğrenmeye ihtiyaç duymuyordu.

Page 9: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

9

Ebû Hasan, son seyahâtini Aral Denizi kıyısındaki Oğuz bölgesine yapmıştı. Burada arasının iyi olduğu Oğuz beylerinden biri ile görüşmüştü. Bilge Böri Bey adını taşıyan bu Oğuz Türk beyi, çok savaşçı ve cesûr olduğu gibi aynı zamânda çok akıllıydı. Ebû Hasan’ın güvenilmez biri olduğunu bilirdi. Ancak kendisi de, birçok önemli şeyi bilirdi.

Bilge Böri Bey’in çadırında iken, bey, çadırdakilerin çıkmasını istedi ve Ebû Hasan ile baş başa konuşacağını söyledi. Herkes çıktıktan sonra bey, söze doğrudan girdi.

“Muhammed Ebû Hasan, senin bir İsmâilî olduğunu, Alamut’a silâh gönderdiğini ve epey yardım ettiğini iyi biliyorum. Gerçi bu beni ilgilendirmez. Mensûbu olmadığım bir dînin mezhebleri, beni ilgilendirmez.”

Uzun yıllardır, ilk kez, biri kendisine, gerçek adıyla hitâb ediyordu. Oysa bunu yakın çevresi dışında kimse bilmezdi. Ayrıca İsmâilî oluşu, kalbindeydi. Hiçbir yerde açık etmemişti. “Acâbâ, benim aptal kölelerim, Türk demircilere, ağzından mı kaçırdı?” diye düşündü. Bu arada Bilge Böri Bey, sesini yükseltmiş, ikinci kez söylüyordu.

“Tekrâr söylüyorum. Son silâh sevkiyâtını Alamut’a değil, bana yapacaksın. Üstelik şimdiye kadar yaptıklarının en büyüğü olacak.”

Page 10: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

10

Ebû Hasan, donup kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Aslında başka şansı yoktu. Eli kolu bağlanmıştı. Kabûl edecekti. Ama bunun için zamâna ihtiyâcı vardı. Çünkü bir Oğuz Beyi’nin sözüne herkes i’tibâr eder. Her ne kadar birbirlerine girmiş ve esîr olsa bile Selçuklu Sultânı da…

Bir yıllık süre istedi. Bilge Böri Bey, bu süreyi önce uzun bulsa da, kabûl etti. Bununla berâber bu sevkiyâttan para almayacaktı. Tıpkı Alamut’a gönderdikleri gibi olacaktı. Kafasında çok hızlı bir şekilde düşünceler dolaşıyor ve bir yol arıyordu. O çıkışı bulması ise uzun sürmedi.

Gece, uzun bir mektûb yazdı ve olanları tek tek anlattı. Mektûbu doğrudan Alamut’un Pîri El Muhtedî bin El Hâdî’ye6 yazmıştı. Son sevkiyât için izin istiyordu. Temennisi kendisi, Taberistân’a döndüğünde Alamut’tan haberin gelmiş olacağıydı. Mektûbu bitirir bitirmez, iki kez kontrol etti ve en hızlı adamlarından birine verip, hiç durmadan Alamut’a gitmesini emretti. Gönderdiği adamı da, kendisi gibi bir İsmâilî idi ve Alamut ile ilgili her görev, ona gurûr veriyordu. Onun gidişi, çok sessiz olmuştu. Bu gidişi, sâdece bir kişi görmüştü. O kişi, Bilge Böri Bey’den başkası değildi.

6 Alamut Kalesi’ndeki Nizârî Devleti’nin 1136 ile 1155 yılları arasında hüküm süren üçüncü hükümdârı.

Page 11: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

11

Ebû Hasan, birkaç sa’âtlik uykunun ardından Bilge Böri Bey ile görüşmek için çadırından çıktı ve Bey’in yanına gitti. Bey, Ebû Hasan’ın görüşme isteklerinden genelde memnûn olurdu. Bu sebeble yine memnûn oldu ve ne istediğini sordu. “Size çok özel bir hedîye göndermek isterim. Güzeller güzeli, dokunulmamış bir kız. Tabiî kabûl ederseniz” diye doğrudan teklifini yaptı. Bilge Böri Bey’in hoşuna gitmişti. “Dediğin gibiyse gönder”. Bey’in bu sözleri, Ebû Hasan’ın hoşuna gitmişti.

Ebû Hasan, bu Oğuz beyinin yanına çok güvendiği birini yerleştirmek istiyordu. En âzından büyük sırrını paylaşacak olursa, bunu kendisine bildirecek birine ihtiyâcı vardı. Bu kişi, Ebû Hasan’a göre Marya’dan daha iyisi olamazdı.

Ebû Hasan, yola çıkmadan önce Marya’ya Müslümân olmasını teklîf etmişti. Bu konuda kendisini zorlamayacağını, ancak Müslümân olursa, memnûn olacağını söylemişti. Marya ise hiç düşünmeden, sâdece “evet” demişti. Kalbî olarak Müslümân olmuş muydu, bunu kendisi bile bilmiyordu. İsmi de Meryem olmuştu. Ebû Hasan, ondan sonra ona hiç karışmamış, sâdece kolyesini çıkarmasını istemişti. Çünkü o bir puttu ve bir Müslümân, put taşıyamazdı. Ona, sebebini bu şekilde açıklamıştı.

Page 12: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

12

Marya ya da yeni adıyla Meryem, yaşadıklarından dolayı duyguları alınmış gibiydi. Birkaç yıl evvel genç kızlığa girmek üzere olan bir kız iken, şimdi yılların olgunlaştırdığı bir kadındı, sanki. Ebû Hasan, Meryem’in bu teklîfi reddetmeyeceğini düşünüyordu. Ancak bu olaya en çok büyük oğlunun Hasan’ın cânı sıkılacaktı. Ancak Ebû Hasan, oğlunun aşkından haberdâr değildi. Gerçi haberdâr olsa da, bir şey değişmezdi. Çünkü o, hiçbir şeyin ticâretine zarâr vermesini kabûl etmezdi.

* * *

Ebû Hasan, Taberistan’a döndüğünde Alamut’a gönderdiği adamı gelmişti. Yanında Alamût Pîri El Muhtedî bin El Hâdî’nin yazdığı mektûbu da getirmişti. Kendisinden birkaç gün önce gelmiş, ancak kimseye bir şey söylememişti.

Ebû Hasan gelir gelmez, mektûbu sordu ve okumaya başladı. Yüce Efendisi’nin gönderdiği mektûbu okuyunca epey sevinmişti. Ancak… El Muhtedî bin El Hâdî, silâhların parasını istiyordu. Ebû Hasan’ın başka çâresi yoktu. Kabûl etti ve aynı adamını ertesi gün, şükür ifâde eden bir mektûb ve para ile berâber Alamut’a tekrâr gönderdi.

Bu tecrübeli Fars tüccâr, bu zor yükün bir kısmından büyük bir zarâra uğramadan kurtulmayı başarmıştı. Şimdi ise diğer kısmı vardı. Bunun için ev halkını yanına çağırdı. Bu arada büyük oğlu Hasan,

Page 13: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

13

babasının geldiğini öğrenir öğrenmez eve gelmişti. Atıyla eve gelişi birkaç dakîka sürmüştü. Yol boyunca düğün hayâlleri kurmuş, nasıl mutlu olacağını düşünmüştü. Ama bu hayâllerin dağılması çok kısa sürdü.

Ebû Hasan, oğlunun avluya geldiğini görünce, onu da yanına çağırdı. Meryem’in yüzüne bakıp, “Meryem, iki yıldır bizimlesin”. Konuşmanın bu ilk cümlesini duyan Hasan, bir ânda buz kesmişti. Babası devâm etti. “Ancak artık sen, benim haremimden değilsin. Seni Oğuz beylerinden Bilge Böri Bey’e hediye ettim”. Evdekiler için farklı bir olay değildi. Bir köle, zamânı gelince satılabilir ya da hediye edilebilirdi. Ancak Hasan, diğerleri gibi değildi. Rûhen yıkılmıştı. Söylenenleri duymuyordu. O sırada Ebû Hasan, konuşmaya devâm ediyordu. “Meryem, Aral Denizi’nin oradaki Oğuz beylerinden birine âidsin artık. Orada, buradaki rahatı bulamazsın. Yazın ve kışın farklı yerlerde yaşayacaksın ve neredeyse at sırtında bir hayât süreceksin” demiş ve Oğuzların nasıl insânlar olduklarını, sık sık hakâretlerle anlatmıştı.

O ân, bedeni avluda olup, rûhu bambaşka yerlerde olan sâdece Hasan değildi. Meryem’de ruhen artık orada değildi. Konuşulanları duymuyordu bile. Çocukluğunu düşünüyor. Dedesi, babası, annesi ve kardeşleri ile atları gözünün önüne geliyordu. Ebû Hasan’ın anlattıklarıyla, kendi obası ne kadar da benziyor, diye düşünüyordu. Bu

Page 14: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

14

düşünceler arasında gülümseyerek ve sevinçle söylediği bir söz, ortalığı buz gibi soğuttu.

“Türkler mi?”

“Evet, tıpkı başımızdaki zâlim Selçuklular gibi.”

Bu arada Müslümân bir kadının, Müslümân olmayan bir erkeğe verilmesi, İslâm’a aykırı olsa da, geçmişte Hasan Sabbah’ın ba’zı durumlarda buna izin vermiş olduğunu biliyordu. Zâten onu ilgilendiren Allah’ın ve onun peygâmberi Hazretî Muhammed’in sözlerinden ziyâde Yüce Efendisi olan Hasan Sabbah’ın buyruklarıydı.

Ebû Hasan’ın eşi Mehin u Bânû, Meryem’in ne zamân gideceğini sordu. Bir yıl sonra Aral bölgesine büyük bir kervân göndereceğini, Meryem’i de o kervanla berâber göndereceğini söyledi ve ardından ekledi. “Gideceği yer, bizim için çok kıymetli ve önemli. Bu yüzden de bugünden i’tibâren kimse Meryem’e iş yaptırmayacak. Bizim için sâdece misafirdir.”

* * *

Ebû Hasan’ın silâh işlerini yürüten iki adamından biri olan Ömer, gönderdiği mektûbda, silâhları kürklerin arasına sakladığını ve Astrahan limanında, gelen malı kürk olarak işlettiğini yazıyordu. Ebû Hasan’dan Eşref-i

Page 15: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

15

Belâd7 limanındaki işleri ayarlamasını istemişti. Bu sebeble Ebû Hasan, ertesi gün limandan sorumlu olan komutanın yanına gidip, bir hafta içinde kendisi için tamâmen kürk taşıyan bir gemi geleceğini, kendisine de hediye edeceğini söyledi. Bunun sebebini soran komutana ise limana gelir gelmez, boşaltması gerektiğini, çünkü müşterilerinin hemen istediğini söylemişti.

Komutandan izni alır almaz, gemiyi beklemeye başladı. Birkaç günlük bekleyişin ardından geminin geldiğini haber aldı. Doğrudan iki adamının yanına gitti ve silâhları saklayan kürklerin indirilişini sonuna kadar izledi. İndirilen bütün malzemelerin, kullandığı depolardan birine götürülmesini emretti. Malzemeler depoyu doldurunca, taşıyan adamlarının çıkmasını istedi ve gelen silâhları incelemeye başladı.

Bir orduya yetecek kadar silâh vardı. Binden fazla kılıç, mızrak, yay, sadak, on binlerce ok, yüzlerce kalkan ve çok sayıda gürz ile örme ve çelik zırhlar ve çeşit çeşit tulgalar göze batıyordu. Ebû Hasan, hayâtı boyunca bu kadar çok silâhı bir arada görmemişti. Bilge Böri Bey’in isyâna hazırlandığını düşündü ve Meryem için “Yazık olacak, kıza” diye söylendi.

Depodan çıktığında adamlarına, depoyu çok iyi kilitlemelerini ve etrâfta kuş uçurtmamalarını söylemişti. O sırada Hasan, atıyla gelmiş ve evde tepeden tırnağa 7 Günümüzde Îrân’daki Behşehr’in eski adı.

Page 16: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

16

silâhlı bir Oğuz Türkü’nün kendisini beklediğini haber vermişti. Bu gelen Türk, Bilge Böri Bey’in kardeşlerinden biriydi ve adı, Teñrikulı idi. Hemen eve gitti. Teñrikulı, silâhları soran bir mektûbu getirmişti. Bilge Böri Bey, mektûbda Taberistân’a silâhlı elli savaşçıyı gönderdiğini, kervânı onların koruyacağını ve artık acele etmesini söylemişti.

Oğuz elinden geldiğinden beri bir yıl oluyordu ve bu sürede hiçbir yere gitmemekle berâber sürekli birileriyle görüşüyordu. Ev halkı, bu durumun sebebini bilmiyor, ancak epey merâk ediyordu. Bu arada Hasan, sık sık evden uzaklaşıyor. Ba’zen günlerce, ba’zen haftalarca eve uğramıyordu. Bu sürelerde ise ne yaptığını kimse bilmiyor ve soramıyordu. Zâten sorduğu zamân ya ters cevâblar alıyorlar ya da hiç cevâb alamıyorlardı. Ne yaptığını öğrenmeleri için ise fazla bir süre kalmamıştı.

Ertesi gün hayvânlar ve arabalar hazırlanmış, kürklere sarılmış silâhlar yerleştirilmişti. Bu arada Bilge Böri Bey’in elçisi, elli savaşçının şehir surlarının dışında beklediğini bildirdi ve kervân yola çıktı. Surların dışında da elli savaşçı, tepeden tırnağa silâhlı olarak kervâna katıldılar. Bununla berâber Meryem, kervândaki yerini almıştı.

Ebû Hasan farkında olmasa da, geleceğinin en önemli olayı, Meryem ile ilgili olacaktı…

Page 17: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

17

BİLGE BÖRİ BEY

Bilge Böri Bey, çocukluğundan i’tibâren büyük bir savaşçı ve bey olarak yetiştirilmişti. Babası Alp Tuğrul Bey, büyük oğlu ile diğer oğullarını, istediği gibi yetiştirmişti. Oğulları da her konuda babalarına lâyık olduklarını göstermişti.

Alp Tuğrul Bey’in babası, Oğuz Yabgusu’nun emrinde yer alan beylerden biriydi. Ancak Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin hem Karahanlı hakanlarını, hem de Gazne sultânlarını yenmesinden sonra Tuğrul Bey’in emrine girmek istemiş ve yıllarca onun emrinde savaşmıştı. Alp Tuğrul Bey’de babası gibi hem Türkistân’daki savaşlarda, hem Irak bölgesindeki savaşlarda yer almıştı. Hattâ Sultân Alp Arslan’ın Rûm ülkesine açtığı sefere de katılmıştı.

Sultân Alp Arslan’ın ardından oğlu Melik Şâh’ın hükümdârlığında da birçok savaşa katılmıştı. Ancak ondan sonra Selçuklu emîrlerinin, şehzâdelerinin, sultânlarının savaşları, isyânları kendisini yormuştu. Horasân sultânı Ahmed Sencer’in “büyük sultân” olmasından sonra son olarak onun emrinde âsîlere karşı savaşmak istemiş, ancak yolda eceli ile cân vermişti. Bunun üzerine büyükler toplanmış, küçük bir kurultay düzenlenmiş ve büyük oğlu Bilge Böri, beyliğe getirilmişti. Genç sultân Ahmed Sencer ise bilge ve cesûr

Page 18: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

18

beyin ölümüne üzülmüş, ancak babasını aratmayacağını düşündüğü oğlunun başa geçmesine sevinmişti.

Bilge Böri Bey, babasından gördüklerini devâm ettirdi ve Sultân Ahmed Sencer’in emrinde savaşmaya devâm etti. Ancak ortalık karışmıştı ve düzeltilmesi çok zordu. Her ne kadar büyük sultân, rakîblerini ezse de, otoritesini kurup, Selçukluları tekrâr birleştirse de, alttan alta kaynayan bir tehlike seziliyordu.

Bilge Böri Bey, birçok konuda babası gibi düşünse de, özellikle inanç noktasında babasından oldukça farklıydı. Alp Tuğrul Bey, Müslümân olmuş ve obalarında bulunan bütün kamların kovulmasını istemişti. Alp Tuğrul Bey, onların yalancı ve düzenbâz olduğunu düşünüyor. Tek işlerinin yalan söyleyerek, insânların beynini bulandırmak olduğunu söylüyordu. Ancak Bilge Böri Bey, hiçbir zamân Müslümân olmamıştı. Ayrıca kamlara da saygı gösteriyordu. Babası, obalardan onları kovduğu zamân onların kuzeydoğudaki Teñri inancını devâm ettiren boylara gitmelerini ve yerleşmelerini sağlamıştı. Tabiî bunları yaparken, babasından gizli yapmıştı. Bey olduktan sonra tepki çekmemek için şifâcı olarak hepsinin geri gelmesini sağlamıştı.

Bilge Böri Bey, tehlikelere karşı çok dikkâtliydi. Denilebilir ki, tehlikeleri önceden sezebilen çok güçlü bir sezgisi ve zekâsı vardı. Bu yüzden de birçok bey, emîr, sultân ile arasını iyi tutmaya çalışıyordu. Karahanlı

Page 19: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

19

hakanlarına da değer veriyordu. Nasıl ki, Oğuz Kağan soyundan gelen Selçuklu sultânlarına değer veriyorsa, Alp Er Tunga soyundan gelen Karahanlı hakanlarına da öyle değer veriyordu. Bir gün yeniden, yaşadıkları bölgenin Alp Er Tunga soyuna geçebileceğini, bu yüzden de arayı iyi tutmak gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden de Karahanlı şehirlerine sık sık ticâret kervânları gönderiyordu. Bu tüccârların tek görevi elbette ticâret değildi. Özellikle istihbarât konusunda çok çalışıyorlardı.

Günün birinde tüccârların birinden bir mektûb aldı. Bu mektûbu tâkib eden bir hafta içerisinde bütün tüccârları mektûb göndermeye başladılar. Doğuda Gürhan adını taşıyan bir hanın liderliğinde bulunan ve kendilerine Kara Kitaylar denilen savaşçıların, istilâya başladığını bildiriyordu.

Bu durum, Bilge Böri Bey’in cânını çok sıkmıştı. “Bu istilâ hareketi, Karahanlı hakanlarını yutar. Peki, Selçuklu sultânlarını? Sultân Ahmed Sencer, çok güçlü bir sultân. Ancak tedbirli olmak gerekir” diye düşünüyordu. Selçuklu Sultânı Melik Şâh, babası Alp Tuğrul’un yiğitliklerinden dolayı Aral Denizi’nin batısında genişçe bir toprağı, kendilerine vermişti. Bir süreliğine oraya yerleşmek iyi olabilirdi. Zâten göç mevsimi geliyordu.

Yaptığı çağrı ile bir haftâ içerisinde civârdaki bütün obaların beylerini, yaşlıları ve önde gelen ba’zı

Page 20: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

20

yiğitleri toplamıştı. Tüccârların gönderdiği mektûbları okuduğunda hepsi şaşırmıştı. Şaşırdıkları, hem istilâ hareketi, hem de beylerinin kurduğu böyle bir haber alma sistemiydi.

Şaşkınlığı üzerlerinden attıktan sonra beylerin en yaşlısı olan Ahmed Buğra Bey’e fikirlerini sordu. Onu sırası ile diğerleri tâkib etti. Aşağı yukarı aynı fikirde buluşmuşlardı. Kendileri, binden fazla savaşçıları olsa da, istilâcılarla savaşamazlardı. Hem Karahanlı hakanları ile Selçuklu sultânları varken, bu kendilerine düşmezdi. Elbette Sultân Ahmed Sencer, savaş emri gönderdiğinde koşarak katılırlardı. Ama henüz öyle bir durum yoktu. Bu yüzden de Melih Şâh’ın Bey’in babası Alp Tuğrul Bey’e verdiği topraklara göçmek akıllıca bir çözümdü. Ama sâdece şimdilik…

* * *

Katvan’da yaşanılanlar anlatılamazdı. İlk defâ Kara Kitayları görmüştü ve hattâ uzaktan Gürhan dedikleri hanlarını da görmüştü. Büyük sultân Ahmed Sencer, yenilmişti. Herkes savaştan önce muzaffer bir ordunun askerleri gibiydi. Sanki savaş, savaşılmadan önce kazanılmıştı. Oysa Kara Kitaylar, hem silâh, hem de askerî olarak Selçuklulardan çok daha üstündü.

Savaştan önce Sultân Ahmed Sencer, namâzını kılmıştı. Onunla berâber bütün ordu, namâz kılmıştı. Savaşın başında Selçuklu kuvvetleri önde iken, bir ânda

Page 21: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

21

Kara Kitay atlıları, durumu değiştirmiş ve büyük bir bozgun yaşanmıştı.

Bilge Böri Bey de, diğer beyler ve emîrler gibi sağ kalan savaşçılarıyla berâber kaçmıştı. Doğruca Aral Denizi’nin batısındaki yeni yurduna gitmişti. Bu arada düşündükleri gerçekleşmiş ve Karahanlı hakanlarını yutan ve Selçuklu Sultânı gibi bir cihân sultânını mağlûb eden bu istilâcılar, Semerkand ve Buhâra’yı aldıkları gibi Mâverâ’ün-nehr’e de sâhib olmuşlardı. Aral Denizi’nin ötesindeki eski yurtları da, artık Kara Kitayların eline geçmişti.

Artık kimin tebâsında oldukları bile belli değildi. Bir yanda Sultân Ahmed Sencer’in savaşçıları olsalar da, eski yurtları Kara Kitay Gürhanı’nın, bulundukları yer ise Harzemşâh Atsız’ın toprakları arasına girmişti. Hattâ Harzemşâh Atsız, Sultân Ahmed Sencer’e son darbeyi vurmak için başkenti Merv’i yağmalamak amacıyla sefere çıkmadan evvel “orduya katılın” emri gelmişti. Ancak Bilge Böri Bey, bunu kabûl etmediği gibi yapılan işin yanlış olduğunu da bildirmekten geri durmamıştı.

Katvan’daki savaşta Bilge Böri Bey, savaşçılarının üçte birini kaybetmişti. Savaş başlamadan önce yaptırdığı sayımda, bin iki yüz savaşçı varken, şimdi sekiz yüz savaşçısı vardı. Ayrıca silâh bakımından da oldukça sıkıntıya girmişti. Ancak yine de tüccârlar

Page 22: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

22

vâsıtasıyla kurduğu ağ sâyesinde, silâh ihtiyâcını karşılamaktaydı.

Türkistân’ın bu kesiminde yaşananlar, Bilge Böri Bey’i endişelendirmekle berâber çeşitli yollar bulmaya sevk ediyordu. Son zamânlarda Taberistân dağlarındaki Alamut fedâîleri dikkâtini çekiyordu. Selçuklu emîr, vâli ve sultânları ile Abbâsî halîfelerinin korkulu rüyâsı olan bu fedâîlerin, silâhlarını nasıl te’min ettiklerini araştırıyordu. Bu arada Taberistân tüccârlarıyle temâsa geçmişti.

Tam bir hükümdâr gibi boyunu yönetirken, Harzemşâh Atsız’ın Merv’de yaptıklarını duyunca inanmak istemedi. Çünkü Sultân Ahmed Sencer, şehirde yokken başkent Merv’i işgâl eden Harzemşâhlar, Sultân’ın hazînesini de gasb etmişlerdi. Bunu öğrenen Sultân ise büyük bir orduyla Harzemşâhların üzerine yürümüş ve onları af dilemek zorunda bırakmıştı.

Bilge Böri Bey açısından sevindirici gibi gözükmekle berâber hiç tahmîn edemediği ve istemediği bir olay meydâna geldi. Sultân Ahmed Sencer’in gönderdiği bir elçi, şu ân bulundukları toprakları boşaltmaları ve eski yurtlarına gitmeleri gerektiğini bildiriyordu. Eski yurtları, Kara Kitay işgâlinden kurtulmuş olsa da, bir süre oraya gidemezlerdi. Hem bunun ne gereği vardı? Şimdi bulundukları yer, onlarındı. Burayı onlara Sultân Melik Şâh vermişti. Şimdi Sultân

Page 23: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

23

Ahmed Sencer’in geri istemesi, hem kabûl edilemez, hem de âdil olmayan bir istekti. Ancak yine Bilge Böri Bey, gerginlik çıkmasını önlemek için zamân istedi. Sultân, Aral Denizi civârındaki Oğuzların, Harzemşâhlar ile berâber hareket ettiğini düşünüyordu. Bu düşünce, çok doğru olmasa da, çok yanlış değildi.

Bilge Böri Bey’in zamân istemesinin sebebleri farklıydı. Bu sürede hem silahlanacak, hem de diğer Oğuz boy ve obalarıyla berâber ortak hareket etmenin zemînini arayacaktı. Bey, bu girişimler arasında tüccârlarından gelen bilgilere de önem veriyordu. Taberistân tüccârlarından Ebû Hasan isimli bir Fars tüccârın, kendileriyle ticâret yapmak istediğini öğrenmişti. Bey’e göre emri altındakilerin karnını doyurması için mutlakâ ticâret yapılmalıydı.

Ebû Hasan’ı gördüğünde kendisiyle konuşmak istedi. Böyle mükemmel Türkçe konuşan bir Fars’ı, pek görmemişti. Bu durum, onu hem şaşırttı, hem sevindirdi. Ebû Hasan’dan Gûr hâkimlerinin Gazne saltanâtını ele geçirdiğini ve Sultân Ahmed Sencer’i tanımayı reddettiklerini öğrenmişti. Bu yeni bir savaş demekti. Ancak Bilgi Böri Bey’i sevindirmişti. En azından Sultân bizimle uğraşamaz. Hem savaşa çağrıldıklarında, Sultân’ın güvenini yeniden kazanabiliriz, diye düşünüyordu.

Page 24: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

24

Fars tüccârın söyledikleri doğru çıkmıştı. Bir süre sonra yeniden Sultân’ın elçisi gelmiş ve orduya katılmaları gerektiğini bildirmişti. Bilge Böri Bey, bu fırsatı çok iyi değerlendirmiş ve hemen harekete geçmişti. Zâten Ebû Hasan ile görüştükten sonra savaşçılarını düzene sokmuştu. Emre ilk olarak uyan beylerden olması, Sultân’ı sevindirmişti. Görünen o ki, Bey’in düşünceleri doğru çıkmaktaydı.

Sultân Ahmed Sencer, ordunun toplanmasından kısa bir süre sonra Gûr sultânı üzerine sefere çıkmıştı. Selçuklu ordusunun geldiğini duyan Gûrlar, korkmuşlar ve hattâ bir kısmı sultânlarını terk edip, Hindistân taraflarına göçmüşlerdi. Ancak yine de Gûr sultânı, savaşmaya karârlı idi. Her ne kadar kendisine bağlı emîrler, geri çekilmeyi ve Gazne’yi boşaltmayı teklîf etse de, kabûl etmiyordu.

İki ordunun karşılaşmasından sonra savaş başladı ve kısa sürede Sultân Ahmed Sencer’in zaferiyle sonuçlandı ve Gûr sultânı Alâeddîn Hüseyin Cihânsuz esîr alındı. Bu zafer, Kara Kitay bozgunundan sonra Sultân Ahmed Sencer’in otoritesini yeniden kurmasını sağlamıştı. Gazne toprakları ile genel olarak bütün Horasân ve Afgan toprakları, yeniden Selçuklu idâresine girmişti.

Zaferin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra büyük Sultân, Gûrların esîr sultânına görevini iâde etti.

Page 25: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

25

Ancak artık bağımsız bir sultân değil, Sultân Ahmed Sencer’in emrinde olacaktı.

Bütün emîrler ve beyler, zafer sarhoşluğu içinde iken Bilge Böri Bey’in dikkâtini çeken ba’zı olaylar yaşanmaktaydı. Gûrlar üzerine yürünürken, Sultân, Bilge Böri Bey’e, Melik Şâh’ın verdiği toprakları geri almayacağını va’d etmişti. Ancak nedense zaferin üzerinden bu kadar gün geçmesine rağmen Sultân, bu konuda konuşmayı kabûl etmiyordu. Yoksa Sultân, verdiği sözden geri mi dönecekti? Bu arada Fars ve Afgan kökenli ba’zı Selçuklu emîrlerinin, Oğuz beylerine karşı tutumlarında ciddî değişiklikler vardı. Bu durum, bütün Oğuz beylerini, rahatsız etmeye başlamıştı. Ancak ne yazık ki, Sultân, bu konuda beyleriyle görüşmeyi kabûl etmiyordu.

Oysa Oğuz beyleriyle, Fars, Afgan ve diğer gayrî Türk emîrler arasında çok önemli farklar vardı. Bir kere Oğuz beyleri, iç işlerinde bağımsızdı ve hepsi hür insânlardı. Oysa Türk olmayan emîrlerin hepsi, sultânın kuluydu.

Aradaki bu çekişme, hızla büyüyordu. Sultân, Kara Kitay bozgununu unutmuş, yeniden eski cihângîr günlerindeki gibi yenilmez bir pâdişâhlık düşüncesine bürünmüştü. Emri altındaki bu insânlar arasında açıkça Türk olmayan emîrlerinin yanında görünmüyorsa da, Oğuz beylerinin isteklerine ve sözlerine kulaklarını

Page 26: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

26

tıkamıştı. Artık şartlar değişiyor ve bir bilinmezliğe doğru gidiyordu.

Bu arada Gûr sultânının yanında savaşan ba’zı Oğuz beyleri de vardı. Hattâ sayıları, Selçuklu tarafındakilerden az değildi. Ancak Gûr tarafındaki Oğuzlarda, Gûr sultânı ile sorunlar yaşamaya başlamıştı. Bu sorunlar, Gûr sultanının Selçuklu hâkimiyetini kabûlü ile daha da büyümüştü.

Bunlar yaşanırken, bir türlü Sultân Ahmed Sencer ile bir araya gelemeyen Oğuz beyleri, aralarında toplanarak, ordugâhı terk etmeye ve yurtlarına dönmeye karâr verdiler. Gûr tarafındaki Oğuz beyleri de, sultânlarını terk etmiş ve yurtlarına dönmüşlerdi. Bu arada her iki tarafta da yer almayan ba’zı Oğuz boyları vardı ve birbirleri ile temâsa geçmişlerdi.

Bunlar yaşanırken, bir Selçuklu ordu birliğinin vergi toplamak için üzerlerine gönderildiğini öğrendiler. Zamânsız ve âdil olmayan bir vergiyi ödemeye niyeti olmayan Oğuz beyleri, sık sık bir araya gelmeye ve görüşmeye başladılar. Bu arada Bilge Böri Beğ, Kara Kitay bozgununda kaybettiği birçok silâh ve mühimmâtını, Gûr zaferi ile telâfi etmişti.

Sultân Ahmed Sencer, daha önce Harzemşâh Atsız’ın üzerine sefere çıktıktan sonra ona destek verdiğini düşündüğü ba’zı Oğuz boylarının üzerine Kamac isimli eski bir Türk komutanını göndermişti.

Page 27: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

27

Gelen Selçuklu birliği, Oğuz savaşçıları tarafından durdurulmuştu. Birlik, ağır silâhları olmayan, sâdece kendini korumak için az sayıda silâhı olan bir birlikti. Ancak durdurulunca, geri dönmeye mecbûr kaldılar.

Bu yaşananları duyan Emîr Kamac, Horasân tarafındaki bütün Oğuzlara, yurtlarını boşaltmalarını emretti. Aksi takdîrde hiçbirini sağ bırakmayacağını da ekledi. Bunun üzerine Bahtiyâr, Arslan, Çağrı gibi büyük Oğuz beyleri, Kamac’a istediği vergiyi ödeyeceklerini söyledi. Ancak Emîr Kamac, bunu kabûl etmedi ve büyük bir orduyla Oğuzların üzerine sefere çıktı.

Bilge Böri Bey’in arası Arslan Bey ile eskiden beri iyiydi. Onun isteği ile bine yakın savaşçısı ile berâber yürüyüşe geçti. Bu arada çok sayıda Oğuz savaşçısı, beyleri ile berâber Belh taraflarına doğru inmekteydi.

Emîr Kamac, karşısında böyle bir Oğuz ordusu görmeyi beklemiyordu. Doğrusu Oğuz beyleri de, böylesine azâmetli bir ordu çıkaracaklarını düşünmüyorlardı. Ancak yine Kamac, on bini aşkın atlı askeri ile saldırıya geçti ve beklemediği bir şekilde bozguna uğradı. Savaşçıları kısa sürede çembere alındı. İmhâ edilmek üzere olduğunu gören Kamac, bir kısım savaşçısı ile berâber kaçmayı başardı. Bu arada Oğuzlar, Sultân Ahmed Sencer dışında hiç kimseyi

Page 28: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

28

tanımayacaklarını bildirip, civârdaki şehirlere taârrûza geçtiler.

Emîr Kamac ise doğrudan Sultân’ın huzûruna çıkıp, bozgunu haber verdi. Sultân Ahmed Sencer, kendi ırkından insânların isyân etmesini ve kendisine karşı savaşmasını istemiyordu. Ancak ortada bir isyân vardı ve bastırılması gerekiyordu. Yine de Sultân, Türk kanı dökmeyi istemiyordu.

Bu arada Oğuz beyleri, üzerlerindeki zafer sarhoşluğundan kurtulmuşlar ve Sultân’a ortak bir mektûb göndermişlerdi. Bu mektûbda, ödedikleri vergileri arttırmayı, ancak yurtlarının kendilerine bırakılmasını istiyorlardı. Sultân, mektûbdan memnûn olmuştu. Hattâ affetmeyi bile düşünüyordu. Ancak yanındaki Müeyyed-i Büzürg ve Ömer Asâmî isimli Fars emîrleri ile Yaran Kuş isimli Türk emîri, onu bu düşünceden uzaklaştırdılar. Hattâ Yaran Kuş, bu konuda daha da ileri gidiyor ve Oğuzların başının mutlaka ezilmesi gerektiğini söylüyordu. Ancak ne yazık ki, bu konuşmalarda Selçuk hânedânının da Oğuz olduğu konuşulmuyordu.

Bu üç emîrinin etkisi altında karâr veren Sultân Ahmed Sencer, yüz bini aşkın8 bir orduyla sefere çıkmıştı. Oğuzlar ise birkaç deneme daha yapmakla berâber bütün hazırlıklarını tamamlamışlardı. Artık Türk 8 İbn’ül Esîr – El Kâmil fi’t Târîh

Page 29: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

29

soyundan iki ordu, geçmişteki ve gelecekteki yüzlerce örneği gibi yine savaşacaktı ve dökülen kan, yine Türk kanı olacaktı.

Oğuzlar ise kırk bini aşkın9 çadırla gelmişlerdi. Savaş başlamadan önce de, çadırlarını, hayvânlarını ve mallarını sûr gibi dizmiş ve bu şekilde kendilerini korumaya almışlardı.

Savaş, Sultân Ahmed Sencer’in kuvvetlerine “taârrûz emri” vermesiyle başlamıştı. Ancak Oğuzların planı işe yaramış ve çadırların, hayvânların ve malların engellediği Selçuklu askerleri, Oğuz savaşçıları tarafından öldürülmüştü. Bununla berâber Emîr Kamac, bu savaşa sebeb olarak görüldüğünden, savaş meydânında esîr alınmadan öldürülmüştü.

Savaşın sonunda çok sayıda Selçuklu emîri, esîr alınmıştı. O sırada Sultân’ın esîr alındığı öğrenilince, bu duruma Oğuz beyleri bile şaşırmıştı. Ele geçirilen emîrler, hiç zamân kaybedilmeden öldürüldüler. Bununla berâber bütün Oğuz beyleri, Sultân’ın karşısına geçip, önünde yere diz vurarak, bağlı olduklarını ve sultân olarak tanıdıklarını “Emrinizdeyiz Sultân’ım” diyerek ortaya koydular.

9 Mehmet Altay Köymen – Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Oğuz İsyânı

Page 30: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

30

Yaşananlar karşısında Bilge Böri Bey şaşkındı. Bu olayları beklemiyordu. Genellikle zekâsına ve sezgilerine güvenmesine rağmen bu yaşananları anlamıyordu. Ancak yaşananlara karşı yapması gereken, en önemli şey, bir ân evvel silâhlanmaktı. Elbette savaşçılarının silâh durumu iyiydi. Hem Kamac ile hem de Sultân ile yapılan savaşlarda, savaşçılarından fazla bir kayıp olmamıştı. Bununla berâber iyi gânimet almışlardı. Ama Bey’e göre bunlar yeterli değildi. Bir ân evvel silahlanmalı ve savaşçılarının sayısını arttırmalıydı.

Bunun yolu da tekrâr tüccârlarını devreye sokmaktan geçiyordu.

* * *

Bilge Böri Bey, çok sevdiği ve kendisinden daha büyük bir bey olan Arslan Bey’den izin almış ve savaşçıları ile berâber yurduna geri dönmüştü. Bu arada Astrahan’dan çok ilginç bir haber gelmişti.

Buna göre Hazar Denizi’nin kuzeyindeki topraklardan çok kıymetli silâhlar alan ve Alamût için çalışan, iki İsmâilî tüccârın, Fars tüccâr Ebû Hasan ile ilginç ilişkileri vardı. Bey, bu ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunun öğrenilmesini istemişti. Birkaç ay sonra ise Bey’in beklediği haber gelmişti.

İsmâilî tüccârlar, aslında birer tüccâr değil, Ebû Hasan’ın adamlarıydılar ve Ebû Hasan adına ticâret

Page 31: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

31

yapıyorlardı. Ebû Hasan, bu silâhları çeşitleri eşyânın altına saklayıp, çeşitli yollarla Alamut’a gönderiyordu. Bu yüzden El Muhtedî bin El Hâdî tarafından çok seviliyor ve kendini gizlemesine izin veriliyordu.

Bilge Böri Bey, bu bilgiye çok şaşırmış. Ancak çok sevinmişti. Çünkü ihtiyaç duyduğu silâhlarını nasıl ve ne şekilde edineceğini anlamıştı. Ebû Hasan, bir hafta sonra yanına gelecekti ve açıkça, lâfı hiç dolandırmadan sözünü söyleyecekti. Elbette Ebû Hasan gibi bilgili ve akıllı bir tüccâr, gerekeni yapacaktı.

Ebû Hasan’ın geldiğini duyan Bey, hemen yanına getirilmesini emretti ve geldikten sonra çadırdan bulunanlardan dışarı çıkmalarını istedi. Çünkü hiç kimse, Bey’in fikirleri hakkında henüz bir bilgiye sâhib değildi. Ebû Hasan, Bilge Böri Bey’in çadırına girer girmez, farklı bir şeylerin olduğunu sezmişti. Çadırdakileri dışarı çıkarması da bundan kaynaklanmaktaydı.

Çadırda olan herkesi ve başta Bey’i selâmladıktan sonra gösterilen yere oturdu. Bilge Böri Bey, lâfı hiç dolandırmadan doğrudan konuya girdi.

“Muhammed Ebû Hasan, senin bir İsmâilî olduğunu, Alamut’a silâh gönderdiğini ve epey yardım ettiğini iyi biliyorum. Gerçi bu beni ilgilendirmez. Mensûbu olmadığım bir dînin mezhebleri, beni ilgilendirmez.”

Page 32: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

32

Ebû Hasan, uzun yıllardır kendisine gerçek adıyla hitâb eden biriyle karşılaşmamıştı. Denilebilir ki, gerçek adını unutmuştu bile. Muhammed sözünü duyduğu ân, beyninde düşünceler uçuşmaya başlamıştı. Bu arada Bilge Böri Bey’in söylediklerini duymuyordu bile. Ebû Hasan’ın dalıp gittiğini fark eden Bey, sözlerini tekrâr etti.

“Tekrâr söylüyorum. Son silâh sevkiyâtını Alamut’a değil, bana yapacaksın. Üstelik şimdiye kadar yaptıklarının en büyüğü olacak.”

Ebû Hasan, donup kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Aslında başka şansı yoktu. Eli kolu bağlanmıştı. Kabûl edecekti. Ama bunun için zamâna ihtiyâcı vardı. Çünkü bir Oğuz Beyi’nin sözüne herkes i’tibâr eder. Her ne kadar birbirlerine girmiş ve esîr olsa bile Selçuklu Sultânı da…

Bir yıllık süre istedi. Bilge Böri Bey, bu süreyi önce uzun bulsa da, kabûl etti. Bununla berâber bu sevkiyâttan para almayacaktı. Tıpkı Alamut’a gönderdikleri gibi olacaktı. Kafasında çok hızlı bir şekilde düşünceler dolaşıyor ve bir yol arıyordu. O çıkışı bulması ise uzun sürmedi.

Gece, uzun bir mektûb yazdı ve onları tek tek anlattı. Mektûbu doğrudan El Muhtedî bin El Hâdî’ye yazmıştı. Son sevkiyât için izin istiyordu. Temennisi kendisi, Taberistân’a döndüğünde Alamut’tan haberin

Page 33: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

33

gelmiş olacağıydı. Mektûbu bitirir bitirmez, iki kez kontrol etti ve en hızlı adamlarından birine verip, hiç durmadan Alamut’a gitmesini emretti. Gönderdiği adamı da, kendisi gibi bir İsmâilî idi ve Alamut ile ilgili her görev, ona gurûr veriyordu. Onun gidişi, çok sessiz olmuştu. Bu gidişi, sâdece bir kişi görmüştü. O kişi, Bilge Böri Bey’den başkası değildi.

Ebû Hasan, birkaç sa’âtlik uykunun ardından Bilge Böri Bey ile görüşmek için çadırından çıktı ve Bey’in yanına gitti. Bey, Ebû Hasan’ın görüşme isteklerinden genelde memnûn olurdu. Bu sebeble yine memnûn oldu ve ne istediğini sordu. “Size çok özel bir hedîye göndermek isterim. Güzeller güzeli, dokunulmamış bir kız. Tabiî kabûl ederseniz” diye doğrudan teklifini yaptı. Bilge Böri Bey’in hoşuna gitmişti. “Dediğin gibiyse gönder”. Bey’in bu sözleri, Ebû Hasan’ın hoşuna gitmişti.

Ebû Hasan, bu Oğuz beyinin yanına çok güvendiği birini yerleştirmek istiyordu. En âzından büyük sırrını paylaşacak olursa, bunu kendisine bildirecek birine ihtiyâcı vardı. Bu kişi, Ebû Hasan’a göre Marya’dan daha iyisi olamazdı. Bu kişi, Ebû Hasan’a göre Marya’dan daha iyisi olamazdı.

* * *

Bilge Böri Bey, insânlara güvenmemeyi çok küçük yaşlarda öğrenmişti. Bu yüzden de, önemli

Page 34: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

34

planlarını, sırlarını kimseye açmazdı. Herkes, buna en yakınları da dâhil ancak plan gerçekleştiğinde öğrenirdi. Bu yüzden de bir tüccâr, üstelik yabancı, Fars kökenli bir tüccâr olan Ebû Hasan’a güvenmemesini gerektiğini biliyordu.

Ebû Hasan’ın Alamut’a izin istemek için ulak gönderdiğini de iyi biliyordu. Bu yüzden Taberistân’a gönderilen bütün tüccârlarına haber saldı. Bir süre sonra Ebû Hasan ile ilgili raporlar gelmeye başlamıştı.

Ebû Hasan’ın vakit kaybetmeden kuzeye gidişi, açık bir şekilde silâh mes’elesi ile ilgiliydi. Bilge Böri Bey, bu kadar büyük bir çapta bir silâh sevkiyâtının nasıl olacağını, aslında merâk etmiyor değildi. Ama bildiği bir şey vardı ki, yıllardır Sünnî İslâm ile Türk devletinin düşmânı olan Hasan Sabbah ve fedâîleri için bu işi yapan bir tüccâr, elbette kendisi içinde yapabilirdi.

Ebû Hasan’ı her ne kadar tâkib ettirse de, bu tamâmen mümkün olmuyordu ve aylar geçmesine rağmen bu Taberistânlı Fars tüccârdan bir ses çıkmıyordu. En son tamâmen kürk yüklü gemisinin, adamlarının kontrolünde Astrahan limanından yola çıktığı haberini almıştı.

“Farsların ne yapacağı belli olmaz” demişti, yanındakilerden birine. Daha sonrada kardeşlerinden birine dönerek, “En iyi elli savaşçını al ve yola çık” demişti. Savaşçılar şehre girmesin, şehrin dışında, gözden

Page 35: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

35

uzak bir yerde beklesin. Sen, tek başına git ve tüccârı bul. Daha sonrada hep berâber yola çıkın” demişti. Bu arada kaleme aldığı bir mektûbu da vermişti.

Bilge Böri Bey’in kardeşi Teñrikulı, o gün, en iyi elli savaşçısını seçmiş ve ertesi gün, gün doğmadan yola çıkmıştı. Teñrikulı, babası gibi bir Müslümândı. Ancak ağabeyi için bu önemli olmadığı için herhangi bir sıkıntı olmamıştı. Ayrıca ağabeyi gibi diplomatik bir yapısı yoktu. Onun için Türk olmayanlara değer vermemek gerekirdi. Özellikle Farslardan uzak durulmalıydı. Ancak ağabeyine duyduğu sonsuz güven, bu yapılanların gerekli olduğunu düşünmesini sağlıyordu.

Birkaç günlük bir yürüyüşten sonra Taberistân’daki Eşref-i Belâd’e gelmişlerdi. Savaşçılar, şehrin dışında ormanlık arâzide bekleyecekti. Kervân şehirden çıktıktan sonra kervâna katılacaklar ve kervânı koruyacaklardı.

Teñrikulı, savaşçılardan ayrıldıktan sonra şehre girmiş ve doğrudan Ebû Hasan’ın evine gitmişti. Geldiğinde Ebû Hasan, evde değildi. Teñrikulı, Ebû Hasan’ın oğlu Hasan’a, babasını beklediğini söylemişti. Tüccârın oğlu ve genel olarak bütün âilesi ile çalışanları, bu tarz durumlara alışıklardı. Ancak bu beklemedikleri ziyâretçi, onları tuhâf bir şekilde rahatsız etmişti. Üstelik aralarında Farsça konuşurken, misâfirlerinin kendilerine

Page 36: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

36

doğru çok sert bir biçimde bakması, onları rahatsız etmekten öte oldukça ürkütmüştü.

Ebû Hasan’ın evinde bunlar yaşanırken, tüccâr, silâhları deposuna kaldırmış ve her şeyi hazırlamıştı. Bu şekilde evine doğru yol alırken, oğlu Hasan ile karşılaştı ve misâfirlerinin olduğunu öğrendi. Hızlı bir şekilde eve gitti ve Teñrikulı ile görüşmek üzere odasına çekildi. Teñrikulı’nın verdiği mektûbu okuduktan sonra rahat ve neşeli bir yüz ifâdesi ile “Her şey tamâm. Merâk etme. Tam da büyük beyimizin istediği gibi. Depodaki silâhları göstereyim. Ama önce istersen yemek yiyelim. Mâlûm ben, pek genç sayılmam. Hem sende yorulmuşsundur”.

Ebû Hasan’ın yüzündeki yapmacıklığı hiç sevmemişti. Keskin bir ses tonuyla “Lüzûm yok. Ben aşağıda bekliyorum” dedi. Bunun üzerine tüccâr, “O zamân akşam, berâber yeriz. Sonuçta burada kalacaksın. Benim develeri, atları, eşekleri ve arabalar ile korumaları hazırlamam, yarın sabahı bulur” dedi. Teñrikulı beklemeyi hiç sevmezdi. “Korumalara gerek yok. Birkaç adamını al, yeter. Bizim savaşçılarımız yeterlidir” dedi. Doğrusu Bilge Böri Bey’in böyle bir önleme başvuracağını düşünmemişti. Yine yapmacık bir yüz ifâdesi takınarak, “Ama akşam yemeğini berâber yiyeceğiz” demişti. Teñrikulı’nın başka bir şansı yoktu. İsteksiz bir biçimde, “Evet” dedi. Daha sonra depodaki silâhları görmek için yola çıktılar.

Page 37: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

37

Ertesi gün hayvânlar ve arabalar hazırlanmıştı. Kürklerin altına gizlenen silâhlar, arabalara ve hayvânlara yerleştirilmişti. Bu arada Ebû Hasan’ın Bilge Böri Bey’e hediye ettiği bir köle olan Meryem için ise arabalardan biri, çok lüks bir şekilde hazırlanmıştı.

Kızın ne kadar güzel olduğunu fark eden Teñrikulı, kızın çekik gözlerini fark etmişti. Ancak kendisine kızın Çerkes olduğu söylendiği için üzerinde durmadı. Ancak o, bu işi hiç sevmemişti. Bu kızın, başlarına belâ açacağını düşünüyordu.

Ebû Hasan, kendisi içinde güzel bir araba hazırlatmıştı. Teñrikulı’na da bir araba hazırlatmayı teklîf etmiş ama bu mağrûr Oğuz savaşçısı, cevâb vermeye tenezzül etmemişti.

Şehirden çıkana kadar kervânın koruyuculuğunu Ebû Hasan’ın adamları yaptı. Kendilerini birer savaşçı sanan bu adamlar, Teñrikulı’nın gözünde korkak birer çapulcudan, başıbozuktan başka bir şey değildi.

Kervân, şehirden çıktıktan bir süre sonra yakınlardaki bir köye geldi. Burada Oğuz savaşçıları, kervâna dâhil oldular ve korumayı üzerlerine aldılar. Oğuz savaşçıları ile Fars başıbozuklar arasındaki fark, bir kere daha görünür olmuştu.

Bunlar yaşanırken, Meryem, ataları gibi ata binen, giyinen, konuşan ve yaşayan bu savaşçıları çok sevmişti.

Page 38: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

38

Ancak kimse fark etmese de, geleceklerinin en önemli olayı, Meryem ile ilgili olacaktı…

HASAN

Babasının Meryem’i hediye ettiğini öğrendikten sonra Hasan, artık her şeyden vazgeçmişti. Sık sık ortadan kayboluyor, işlerle ilgilenmiyordu. Zâten bir süredir, babası, şehirden ayrılmadığı için işler konusunda kendisine fazla bir ihtiyaç duyulmuyordu.

Hasan, Meryem’e olan aşkını ne babasına, ne de Meryem’e söyleyebilmişti. Önce babasına söylemek istemiş, ancak babasının onu bir Oğuz beyine hediye ettiğini öğrenince bundan vazgeçmişti. O ândan i’tibâren babasına karşı bütün sevgisi bitmiş ve ondan nefret etmeye başlamıştı. Öyle ki, zamân zamân bu nefreti, babasının üzerinden onun ırkına da yansıttığı oluyordu.

Evden uzaklaştığında bu ayrılık, birkaç sa’âtlik değil, birkaç günlük ya da birkaç haftalık olabiliyordu. Âilesi, bu konuda hiçbir şey soramadığı gibi onları terslemekten de geri durmuyordu.

O, kayıp olduğu bu zamânlarda şehrin doğusunu ve güneyini kaplayan ormanlarda, zamânını geçiriyordu. Genellikle düşüncelere dalıyordu.

Ancak o, kendini yalnız sansa da, ilk günden beri yalnız değildi. Oğuzların büyük beylerinden Bahtiyâr

Page 39: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

39

Bey’den ayrılan bir grup Oğuz savaşçısı, Ahmed isimli bir yüzbaşının liderliğini benimsemişti. Uzun süre, hattâ aylarca bildikleri bir tüccâr olan Ebû Hasan’ın oğlunu izlemişlerdi. Bu sırada Hasan’ın babasına ve babası üzerinden kendi ırkı olan Farslara duyduğu nefret ve öfkeyi görmüşlerdi. Bu arada Ahmed, bir fırsatını bulup, Hasan’ın yanına gitti ve tanıştılar. Bu tanışmanın ardından yakınlaşmaları uzun sürmedi ve Ahmed, olup, biten her şeyi Hasan’a anlattı.

Hasan duyduklarına şaşırmıştı. Babasının kürk götüreceğini sanıyordu. Olanlardan hiçbir şekilde haberi yoktu. Peki, ama bu kişiler, bu bilgiye nasıl ulaşmıştı?

Ahmed, adamlarından birini yanına çağırdı. Bu kişi, Temir adında bir Bulgar Türkü idi. İtil boyunda yaşayan kuzeyli Türklerdendi. Oğuz isyânından sonra kuzeye giden Ahmed ile tanışmış ve bir araya gelmişti. O günlerde iki Fars tüccâr, yanına gelmiş ve ba’zı isimleri sormuştu. Farsların, bu isimleri daha önceden tanıdıkları belli oluyordu. Ancak göç mevsiminden dolayı tam olarak nerede yaşadığını bilmiyorlardı.

Ahmed’in teşvîki ile tüccârları tâkib etmiş ve bütün her şeylerini öğrenmeyi başarmıştı. Tüccârların Taberistânlı olduğunu öğrenmek ise en çok Ahmed’i sevindirmişti. Çünkü kendisi sürekli Taberistân ve Horasân arasında mekik dokurdu.

Page 40: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

40

Ahmed, bu silâhları ele geçirmeyi kafaya koymuştu. Bunun nasıl olacağını bilmiyor, ama bir şekilde yapması gerektiğini söylüyordu. Sürekli olarak beylik, hattâ hanlık hayâlleri kuruyordu.

Hasan, zamânla grubdaki diğer kişileri de tanıdı. Temir’in dışındakilerin hepsi Oğuz’du. Bununla berâber Türk olmayan tek kişi ise sâdece kendisi idi. Grubun neredeyse tamâmı kendisini çok sıcak karşılamıştı. Sâdece bir kişi, Alp Buga, kendisinden uzak duruyordu. Her ne kadar babasından ve ırkından nefret etse de, o bir Fars’tı. Hem ırkından nefret eden, soyunu inkâr eden birine güvenilmezdi. Bu Fars’ın kendilerini ateşe atacağını düşünüyordu. Bu konuda en çok Ahmed’e kızıyor ve ona bu kadar güvenmesini anlamıyordu.

Hasan, yaklaşık yüz yirmi savaşçıdan ibâret olan bu grubu, Meryem’i kurtarmak için bir fırsat olarak görüyordu. Meryem’le konuşmasa da, Meryem’in kendisini sevdiğini düşünüyordu. İçinde bulunduğu kendini beğenmişlik, başka bir seçeneği düşünmesine ihtimâl bile verdirmiyordu.

* * *

Ahmed, Bahtiyâr Bey ile berâber birçok savaşa girmişti. Bahtiyâr Bey, Selçuklu emrindeki Oğuz beylerinden biriydi ve epey büyük bir boyun başındaydı.

Page 41: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

41

Sultân Ahmed Sencer döneminde Bahtiyâr Bey ile berâber birçok savaşa katılmış ve yüzbaşılığa yükselmişti. Ancak Kara Kitay bozgunundan sonra Harzemşâh Atsız’ın yanında yer alıp, savaştıkları için Sultân’ın gazâbına uğramışlardı. Daha sonraki dönemde de Sultân, Emîr Kamac’ı Oğuzların üzerine göndermişti. Bunun üzerine yeniden savaşmışlar ve Kamac’ı yenmişlerdi. Onu Sultân Ahmed Sencer’in Oğuz seferi izlemiş, Sultân’ı da yenmişler ve bütün bölge emîrlerine girmişti. Sultân’ı esîr almaları ile berâber artık yönetim onlara geçmişti.

Ahmed, artık büyük bir yüzbaşı olduğunu düşünüyordu ve bu yüzden, Bahtiyâr Bey’in huzûruna çıktı. Kendisinden ayrılmak için izin istedi ve onun izni ile Taberistân’ın doğu bölgelerine ve Horasân’a gitti. Bey, kendisine bağlı olan yüzlük birliği de, emrettiği zamân gelmek şartı ile onun emrine vermişti. Bu arada kendisine çevreden de katılanlar olmuş ve savaşçılarının sayısı yüz yirmiye ulaşmıştı.

Bölgeyi çok iyi öğrenmiş ve Bender-i Türkmen10 adlı bölgede kendine yurt kurmaya karâr vermişti. Bu bölge, aynı zamânda Taberistân ile Horasân ve Türkistân arasında yer alan bölgeydi. Taberistân’dan gelen ve oraya giden kervânlar, bu liman bölgesinden geçerdi. Tabiî

10 Bender-i Türkmen, Türkmen limanı anlamına gelir ve günümüzde Îrân’ın Gülistan eyaletine bağlı bir şehirdir.

Page 42: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

42

kendisi, şehrin dışında arkası Elburz Dağları’nın eteklerinde, orman kenârında geniş bir alana yerleşmişti.

Kafasında kendisine bağlı olan obasını, büyütmek ve bir bey olmak vardı. Eğer burada tutunmayı başarabilirse, bir han bile olabilirdi. Ama onun için çok uzun bir yolu vardı.

Bölgeye yerleştikten sonra etrâfı ile ilgilenmeyi arttırdı. Silâh durumu fenâ değildi ama dayanmak ve güçlenmek istiyorsa, çok daha fazla savaşçıya ve silâha ihtiyâcı vardı. Bunun için civârdaki bütün beyleri, emîrleri dikkâtle izliyordu. Bununla birlikte pek uzak olmayan Alamut’ta yaşananları da öğrenmeye çalışıyordu.

Özellikle yakındaki Eşref-i Belâd’de yaşananları tâkib ediyordu. Buranın en ünlü ve zengin tüccârı Ebû Hasan’ı tâkibe almıştı. Gidip geldiği yerleri öğrenmiş, güzergâhını kavramıştı. Yalnız Oğuz beylerinden Bilge Böri Bey ile arasının iyi olması cânını sıkmıştı.

Bu arada Ahmed, sâdece burayla değil, Hazar Denizi kıyısındaki birçok şehirle ilgileniyordu. Sık sık Astrahan’a gidip, geliyordu. Zenginleşmenin yolunun en başta ticâret olduğunu biliyordu. Ancak tabiî, bir diğer amacı da Ebû Hasan başta olmak üzere birçok tüccârın kimlerle iş yaptığını öğrenmekti. Temir isimli Bulgar savaşçı ile berâber Ebû Hasan’ın silâh ticâretini ve kim için yaptığını öğrenmişti.

Page 43: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

43

Bir şekilde bu silâhları ele geçirmenin yollarını ararken, Ebû Hasan’ın Bilge Böri Bey’e bir gemi dolusu kürk satacağını öğrenmişti. İyi de sayısız hayvânı olan, çok yetenekli avcıları olan ve kürklerinin güzelliği ile ünlü bir bey, bu kadar çok kürkü niye alsın? Bunları düşünürken, silâhların kürklerin altına saklanabileceği düşüncesi, aklına geldi.

Birkaç sâniye sonra ise bu düşünce, âdetâ kesin bir bilgi oldu. Bununla birlikte bu işin nasıl yapılacağını, henüz düşünmemişti. Karârı vermişti. Kervânın taşıdığı silâhları ele geçirecekti. Ama bunu nasıl yapacağını, henüz bilmiyordu.

Hasan, Ahmed’in yanına gelip, “İstersen, ben bir yolunu bulurum” demişti. Hasan, bu sözlerine karşı “Nasıl olacakmış, o?” şeklinde bir cevâb beklemiyordu. Ahmed’in hafif alaycı bir şekilde sorduğu bu soruya, “Ben, eve gideyim. Kervânın ne zamân yola çıkacağını ve kimin, nasıl koruyacağını, kimlerin gideceğini öğreneyim”.

Hasan’ın babasına karşı ihânete varan bu düşmânlığını hiçbiri anlamıyordu. Ahmed, savaşçılarının çıkarını düşündüğü için sesini çıkarmıyor, ancak dikkatten kaçırmıyordu. Ancak ilk gördüğü günden beri ondan nefret eden Alp Buga, ona karşı nefretini haykırmak konusunda kendini tutamıyordu.

Page 44: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

44

“Yüzbaşım, bu Fars, neden babasına ihânet ediyor? Eğer babası bunu hak eden biriyse, bilelim. Yok, eğer, işin içinde başka işler varsa, bunun kuklası olmayalım.”

Diğerleri onun gibi düşünmüyordu. Ancak bir noktada, ona katılıyorlardı. Babasına duyduğu nefretin sebebini bilmek istiyorlardı.

“Seni dinliyoruz” dedi, Yüzbaşı. Zâten Hasan, bir süredir, içinde yaşadıklarını anlatmak istiyordu. Ancak hem fırsat bulamadığı için, hem de çekindiği için söyleyemiyordu.

Savaşçılar, kulaklarını açmış, Hasan’ı dinliyordu. O sırada, Hasan, sâde ve net bir ses tonuyla “Meryem” dedi ve bir süre sonra aynı ismi tekrârladı. “Meryem… Yüzbaşım, bir erkeğin beynini söken sâdece aşktır. Aşk, erkeklerin kalbini değil, beynini çalar. Ama ba’zen gözlerini de açar. Ben, Meryem’e duyduğum aşk ile babamın kim olduğunu gördüm. Ben, âşık oldum yüzbaşım. Ama babam, âşık olduğum kızı, sırf ilişkilerini güçlendirmek için Bilge Böri isimli bir beye hediye etti.”

“Ebû Hasan’a bak, sen. Silâh sattığı yetmediği gibi kadınları da mı satıyor?” dedi. Sonrasında Hasan, anlatmaya devâm etti. Birkaç sa’ât boyunca babası ile yaşadıklarını ve babasını anlattı. Oradaki herkes, bunu cân kulağı ile sesini bile çıkarmadan dinlemişti.

Page 45: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

45

Ahmed, hayâtı boyunca aşkı tatmamıştı. Ama yine de içinden Hasan’a hak vermişti. Orada bulunanlarda aynı şekilde, Hasan’ın yanında olduklarını göstermişlerdi. Hattâ Alp Buga bile Hasan’a karşı yumuşamaya başlamıştı.

Vakit öğleni geçmişti. Ahmed’in işâretiyle ayağa kalkan Hasan, şehre doğru yola çıktı. Tam o esnâda Ahmed’in “Eğer başarıya ulaşırsak, Meryem dediğin kızla gidebilirsin” diyen sesini duydu. O ân, hiç olmadığı kadar mutlu olmuştu.

Artık bir yola girilmişti ve bu yüzden, herkesin üzerinde büyük bir gerginlik vardı. Ahmed, bir kayanın üzerine oturmuş, şehre doğru bakıyordu. Bilge Böri Bey’i iyi tanıyordu. Onu Selçuklu savaşlarından, Kara Kitay savaşından, Gûr savaşından ve Oğuzların büyük isyânından biliyordu. Arslan Bey’e yakın olmakla berâber Bahtiyâr Bey’in saygı duyduğu bir beydi. Bildiği kadarıyla silâh durumu çok iyiydi. Bu kadar çok silâha, niye ihtiyaç duyduğunu anlamıyordu. Yoksa bir savaşa ya da isyâna mı hazırlanıyordu? Bunu bilmenin imkânı olmadığı gibi bundan söz etmenin de mantığı yoktu.

O, şu ân tam bir kurmay gibi düşünüyordu. Bilge Böri Bey, en iyi savaşçılarından bir kısmını mutlakâ göndermiştir. Bu yüzden zorlu bir mücâdele olacak. Ancak eğer baskın şeklinde ve yıldırım hızında olursa,

Page 46: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

46

gece karanlığında uygun bir havada olursa, başarılı olmaları pek zor değildi.

Ancak baskının yapılacağı yer çok önemliydi. Hattâ denilebilir ki, en önemlisi saldırının yapılacağı yerdi. Kafasında hızla saldırı için uygun yerleri düşünmeye başladı. Bir kere bu işi, bu civâr ile yurtluk kurduğu Bender-i Türkmen civârında yapamazdı. Kimseyi tehlikeye atmaması gerekiyordu. Sonuçta kendi âilesi ile savaşçılarının âileleri oradaydı. Doksan kadar çadır vardı. Bu yüzden de kervânın on günde alabileceği bir yerde olan Kumdağ’da pusu kurmaya ve baskını gerçekleştirmeye karâr verdi.

Kumdağ, kuzeye doğru kervân ile on günlük mesâfede bulunan bir çöl arâzisi idi. Aral Denizi ile Saray kenti ve Bulgar ülkesine giden kervânlar buradan geçerdi. Elbette Ebû Hasan’da buradan geçecekti. Ama yine de Hasan’dan gelecek bilgileri beklemek gerekiyordu.

Ahmed bunları düşünürken, Temir, Hasan’ın yanına gitmek istediğini söyledi. “Hasan, büyük ihtimâlle kervân yola çıkmadan şehirden ayrılamaz. Ben gidersem, yeni haberleri verebilir. Bizde ona göre bir plan yapabiliriz” dedi. Aslında Ahmed’in aklında böyle bir düşünce yoktu. Ancak Temir’in teklîfini beğendi ve gitmesine izin verdi.

Page 47: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

47

Temir’in gidişinden sonra Ahmed, savaşçıları toplayıp, fikirlerini sordu. Genel olarak artık, şehirden uzaklaşmak gerektiğini söylediler. Ahmed’de bu fikirdeydi. Ancak bu kadar çok sayıda savaşçıyı, bir gece daha saklayacak, bu ormandan daha uygun bir yer yoktu. Gerçi Oğuz isyânından dolayı Acem ülkesinin her yerinde Oğuz savaşçılarının sözü geçiyordu. Ancak yaşanacak en küçük bir olay bile bütün planları alt, üst edebilirdi.

Bununla birlikte Ahmed, bulundukların yerin bir buçuk, iki kilometre doğusunda, ormanın içinde bir yeri keşfetmişti. Burası gizlenmek için çok uygundu. Ayrıca bulunduğu mevkîden, hem şehrin kapısını, hem civâr köyleri, hem de gelip, giden kervânları görmek mümkün oluyordu.

On adamını, bulundukları yerde bırakarak, söylediği yere gitmeye karâr verdi. O yeri, sâdece Ahmed biliyordu. Diğerlerinin hiçbiri böyle bir yeri fark etmemişti. O yüzden de, gidince görürsünüz, demişti. Yola çıkarken, arkada bıraktığı savaşçılarına, “Hasan ile Temir gelirse, sizde onlarla berâber gelin. Eğer Temir, tek başına gelirse, biriniz onu getirsin. Sizler ise sabaha kadar bekleyip, ondan sonra gelin ve bize katılın” demişti.

Page 48: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

48

* * *

Hasan, şehre girip, eve gittiğinde babasının limanda olduğunu öğrendi. Demek ki, bugün gelecek, dedi. İçinden Ahmed’in haklı olduğunu düşündü. O ân, gözleri Meryem’e takıldı. Zâten ilk geldiği günden beri Meryem’e bakmaktan başka bir şey yapmamıştı. Onu görür, görmez bakmaya başlıyor ve dalıp, gidiyordu. Ba’zen görmek için odasına bile gittiği oluyordu. Bir keresinde annesi, onu, Meryem’i izlerken yakalamış ve epey azarlamıştı. Bununla birlikte şimdiye kadar tek kelîme konuşamamıştı. İçinden artık kavuşma ânımız geliyor, diye düşünüyordu. Ancak Meryem’in Hasan’ın ne aşkından, ne de planlarından haberi vardı. O, sâdece gideceği yeni yeri düşünüyordu. Hayâllerden çoktan vazgeçmiş ve kendisine sunulan bir kaderi yaşamaya karâr vermişti. Bunun ilk şartı ise hayâl kurmamaktı.

Hasan’ın babası, oğlunun sık sık ortadan kaybolduğunu biliyor, ama umursamıyordu. Ancak annesi, durumdan endişe ediyordu. Oğlunun başına bir hâl geleceğinden korkuyordu. Belki de, şu İsmâilî denen mürted fedâîlerden bile olmuş olabilirdi. “Aman Allah’ım” deyip, ardından söylediği “euzû besmele” ile bu düşünceyi aklından çıkarmıştı. Tabiî kocasının, inancının o yönde olduğunu bilmiyordu. Bununla berâber yine de içi içini yiyordu. Bu sebeble, peşine kölelerinden birini takmıştı. Ancak Hasan, her seferinde atlatmayı başarmıştı.

Page 49: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

49

O sırada, annesinin Hasan diyen sesini duydu. Kapıda bir misâfir vardı. Türk giyimli olan bu misâfire, ne istediğini sordu. Bu gelen kişi, Bilge Böri Bey’in kardeşi olan Teñrikulı’ydı ve Ebû Hasan için gelmişti. Misâfiri eve buyur ettikten sonra, ardından babasına haber vermek için atına atladı. Annesi, misâfiri yalnız bırakmanın ayıp olduğunu söylese de, Hasan, çoktan uzaklaşmıştı. Hem Hasan’ın erkek kardeşleri de vardı. Ama onlar, henüz çocuk sayılırdı.

Hasan, yol boyunca Ahmed’in planlarını düşündü. O ân, aklına kötü bir ihtimâl geldi. Ya Meryem ile gitmelerine izin vermezse… Sözünü tutar, diye düşündü. Zâten başka bir şansı da yoktu. Öteki türlü Meryem, artık Bilge Böri Bey’in olacaktı. Hem kendisinin, hem Meryem’in; ya da ikisinden birinin ölme ihtimâlini düşünmüyordu. Zâten bu onun için önemli değildi. Tek isteği, Meryem’in elinden, bu şekilde gidişini görmemekti.

Hasan, birkaç dakîka içinde babasının deposunun yakınlarına gelmişti. O sırada uzaktan babası ile babasının adamları geliyorlardı. Hasan, Teñrikulı adında bir Türk’ün geldiğini söyledi. Bunun üzerine Ebû Hasan, oğluna dönerek, “Ne ya’ni? Annenlerle, kız kardeşlerinle, o Türk’ü yalnız mı, bıraktın?” dedi. Ebû Hasan’ın kızgın bakışlarını, Hasan fark etmişti. Hasan, yaptığı hat’ayı o zamân anlamış ve mahcûb olmuştu. Kendine geldiğinde

Page 50: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

50

ise babasının, atını dört nala sürdüğünü ve uzaklaşmış olduğunu görüp, peşinden gitti.

Ebû Hasan, eve gelir gelmez, Teñrikulı ile konuşmak için odasına çekilmişti. Hasan ise genelde yaptığı gibi avluda vakit geçiriyordu. Aradan geçen kısa sürede Teñrikulı’nın ve ardından babasının aşağıya indiğini gördü. Ebû Hasan, oğluna “Sende bizimle geliyorsun” dedi ve yola çıktılar.

Hasan, depoya gelip, kürklerin altındaki silâhları görünce gözlerine inanamamıştı. Hayâtında bu kadar çok silâhı bir arada görmemişti. Hem çok fazla, hem de mükemmel kalitede silâhlar… Kılıçlar, mızraklar, gürzler, kalkanlar, oklar, yaylar, sadaklar, zırhlar ve daha birçok silâh. Silâhları görünce ister istemez, aklına şüphe düştü. “İyi de, bu kadar çok silâhı Ahmed ne yapacak? Bu kadar çok silâh, değil yüz adama, bin adama yeter”. Bununla berâber Teñrikulı’nın memnuniyeti ise yüzünden okunuyordu.

Ertesi gün, hangi sa’âtte yola çıkılacağına karâr vermişlerdi. Silâhlar, geldiği gibi yine kürklerin altında saklanacaktı. Bu arada Ebû Hasan, yolda herhangi bir engelle karşılaşırlarsa, rüşvet olarak vermek üzere en kaliteli cinsten kürkleri de ayrı olarak hazırlamıştı. Bu arada Meryem’in arabasının hazırlanışını ve sultânlara özgü bir araba olduğunu görünce, neredeyse çıldıracaktı.

Page 51: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

51

Depoda aklına bir ânlık düşen şüphe, yerini yine babasına karşı kin ve nefrete bırakmıştı.

Hasan, babası ve misafirleriyle berâber eve dönerken, Temir’i görmüştü. Temir, bir baş hareketiyle onu yanına çağırmıştı. Temir, Hasan’dan duyduklarından çok memnûn olmuştu. Hele silâhların çokluğunu ve kalitesini öğrenince âdetâ ağzı kulaklarına varmıştı. Genelde duygularına hâkim olsa da, silâhların hayâliyle, bu seferlik duygularını serbest bırakmıştı. Bu arada kervânın hangi sa’âtte, hangi yoldan gideceğini de söylemişti. Genel olarak Ahmed’in söyledikleriyle çok yakındı. Ama bunun kesin olarak bilinmesi, ayrıca önemliydi.

Temir, hiç vakit kaybetmeden atını mahmuzladı. Öğrendiklerini br ân önce yüzbaşısına anlatmak istiyordu. Arkadaşlarını bulduğunda, on kişi kaldığını gördü. Orada olanlar, Temir’e yüzbaşının, yer değiştirdiğini söyledi. İçlerinden biri de Temir’i, Ahmed’in yanına götürdü.

Ahmed, Temir’in anlattıklarından çok memnûn olmuştu. Hem söylediklerinin aynen çıkmasına, hem de silâhların çokluğuna ve kalitesine çok sevinmişti. O esnâda Ahmed, yeniden Temir’e dönerek, “Görüyor musun, aşk, insâna neler yaptırıyor?” dedi.

Temir, bu soruyu, “Aşk mı, yoksa kadınlar mı?” diyerek soruyla cevâblamış ve ardından eklemişti. “Ben,

Page 52: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

52

aşkı için böyle şeyler yapan bir kadın duymadım”. Ahmed, Temir’in bu cevâbını beğenmişti.

Artık hepsi, kervânı bekliyordu. Hasan, kervânın ardından şehirden ayrılacak ve yanlarına gelecekti. Ardından hep berâber yola çıkacaklar, önce Bender-i Türkmen’deki yurtlarına uğrayacak ve büyük kapışma için Kumdağ’a doğru yol alacaklardı.

Ertesi gün, yolculuk başlamıştı. Kervân şehirden çıkmıştı. Kervânın ardından da Hasan, şehirden ayrılmış ve Ahmed’in yanına gelmişti.

Ahmed, Teñrikulı’nı tanıyor ve az da olsa çekiniyordu. Ama bu büyük ganîmetin yanında bir beyin, lafı mı olurdu? Ancak Ahmed ve diğer savaşçılar fark etmese de, geleceklerinin en önemli olayı Meryem’le ilgili olacaktı. Bunu fark eden tek kişi, Hasan’dı.

KUMDAĞ11

Kervân yola çıkalı, bir hafta olmuştu. Bu arada birkaç yerde dinlenmişler, ancak bu, birkaç sa’âtlik bir dinlenmenin ötesine geçmemişti. Teñrikulı, başında tulgası, göğsünde zırhı, elinde kılıcı ile atının üzerinde oldukça azâmetli duruyordu.

11 Türkmenistan’da Balkan vilâyeti sınırları içerisinde yer alır. Başkent Aşkabad’ın 360 km batısındadır.

Page 53: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

53

Ağabeyi gibi zekâsı ve sezgileri güçlü idi. Bu yüzden de sanki her ân, bir saldırı olacakmış gibi davranıyordu. Ancak onun tedbîrciliği, hiçbir zamân korkuya dönüşmezdi. O daha çok görevini yapma isteği ve emri altındaki savaşçıları düşündüğü için böyle yapıyordu.

Kumdağ, Hazar Denizi’nin doğusunda, bir günlük mesâfede, bir çöl arâzisi idi. Gerek bu kısımda, gerek çevrede yerleşim yoktu. Sâdece ba’zı göçebe boylar, buraya uğrardı, o kadar. Kuzey ve güney kervânlarının kullandığı bir yolu. Ama onlarda burada durmazdı. Çölün bu kısmı, diğer bölgelerine göre daha yumuşak idi. Ancak Kumdağ’ın hemen batısında yer alan bir kısım, sert topraktan oluşuyordu. Buradan gitmeyi Ebû Hasan istemiş, Teñrikulı’da kabûl etmişti. Göze görünmeden, mümkün olan en hızlı şekilde gitmeyi istiyordu.

Bu arada Meryem, yol boyunca gözünü Teñrikulı’ndan alamıyordu. Ona âşık mıydı, aslında o da bilmiyordu ama sürekli ona bakmayı seviyordu. Henüz çok gençti ve bu Oğuz savaşçılarında, babasını, kardeşlerini ve genel olarak Kıpçakları görüyordu. Hem aynı dili konuşan, aynı şekilde yaşayan ve aynı ırka mensûb olan bu insânlarla berâber olmayı seviyordu.

Ahmed ise bütün tertibâtını tamamlamıştı. Savaşçılarını ikiye ayırmıştı. Bir kısmını, kervânı görecek şekilde yerleştirmişti. Onların görevi Teñrikulı

Page 54: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

54

ve savaşçılarını ok yağmuruna tutmaktı. Kendisi ise diğer savaşçılarla birlikte küçük bir kum tepesinin ardında elinde kılıcı ile bekliyordu.

Hasan da okçular arasındaydı. Bunu kendisi istemişti. O da diğerleri gibi kervânı görebilen bir yere yerleşmişti. Kendisi Temir’in emri altındaydı. Hiçbir okçu, Temir emir vermeden, hiç biri bir şey yapmayacaktı. Bu konuda özellikle Hasan’ı uyarmıştı. “Eğer Meryem’i gördüğünde, ben emir vermeden, bir şey yapmaya kalkarsan, seni ben öldürürüm” demişti.

Sıcak kumlar, Türk’ün Türk’ü öldüreceği yeni bir savaşı bekliyordu. Henüz yaz başlamamıştı. Ama yine de hava çok sıcaktı. Sanki bu kızgın çöl, Türk kanı ile serinlemek istiyordu.

O ân, Teñrikulı, tepeye doğru küçük bir ışığın parladığını gördü ve bütün savaşçılarına silahlanın emri verdi. Büyük ihtimâlle ışığın kaynağını anlamamıştı ama böyle bir çölde, böyle bir ışığın bir anlamı yoktu. Temir, Teñrikulı’nın kendilerini fark ettiğini anladı ve ilk oku fırlattı. Onu Hasan’ın ve diğer okçuların fırlattığı oklar izledi.

Temir’in fırlattığı ok, Teñrikulı’nın atını vurmuştu. Kısa sürede savaşçılarının onunun öldüğünü göre Teñrikulı, arabaların yatırılmasını emretti. Sâkin ve soğukkanlı bir mîzâcı olan Teñrikulı, hemen oklarıyla

Page 55: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

55

karşılık vermeye başladı. Bu karşılıklı ok atışlarında, Ahmed’in yirmiye yakın savaşçısı ölmüştü.

Bu arada Teñrikulı, Ahmed’in okçularının mevzîlerini boşalttığını gördü. O ân, dört nala gelmekte olan atlıların sesini duydu. Artık son nokta idi ve ne olacaksa, olacaktı. Bir tarafta yaklaşık yüz savaşçı, bir tarafta ise kırk savaşçı vardı. Teñrikulı, savaşçılarına yaklaşan atlılara ok yağdırmalarını emretti. Bu şekilde yedi savaşçının düştüğünü gören Ebû Hasan, kürklerin altındaki kılıçlardan biri ile Teñrikulı’nın yanına gelmişti. O da savaşacaktı. Ancak bey, buna izin vermedi ve “Sen, Meryem’in yanında kal. Kızın başına bir şey gelmesin” dedi.

Ahmed’in atı, arabalardan yapılan duvarı aşamamıştı. Bunun üzerine Ahmed, savaşçılarına atlarından inmelerini ve saldırmalarını emretti. Teñrikulı, arabalardan birinin üzerine çıkmış, muhteşem bir dövüş resitali sergiliyordu. Hayâtı savaşlarda geçen bu büyük savaşçı, ömrünün bu kısmında yine savaşıyordu. Kırk savaşçı, omuz omuza beyleriyle berâber kendi ırklarından olan savaşçıların kanını döküyordu. Ancak bunda ne Teñrikulı’nın, ne de savaşçılarının hiçbir suçu yoktu.

Ahmed’in savaşçıları hızla eriyordu. Bu arada önce Meryem, sonrada Ebû Hasan, saldıranların arasında Hasan’ı görmüşlerdi. Gözlerine inanamıyordu. Oğlu, üstelik kendi adını unutarak, oğlunun adıyla anılacak

Page 56: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

56

kadar sevdiği oğlu, kendisine saldırıyordu. İyi ama neden? O ân, oğlunun uzun süreli kayboluşları aklına geldi. “Demek ki, bunun içinmiş” dedi.

Silâhını aldığı gibi oğlunun üzerine saldıran Ebû Hasan’ın kılıç hamlelerini görenler, bunları baba ile oğul değil, iki azılı düşmân sanırlardı. Aslında gerçekte buydu. Hasan, bir yıldan beri babasına düşmândı. Babası ise birkaç sâniyeden beri oğluna düşmândı.

Ahmed’in planı, bir türlü gerçekleşmiyordu. O, okçularıyla, Teñrikulı’nın adamlarını yarıya indirmeyi, ardından da atlılarıyla işi bitirmeyi planlamıştı. Ama işler, istediği gibi gitmiyordu. Üstelik düşmanından üç kat kalabalık olmasına ve baskın veren taraf olmasına rağmen savaş, uzadıkça uzuyordu. Gerçi geçen zamân Teñrikulı’nın aleyhine işliyordu. Çünkü kayıpları, her geçen sa’ât artıyordu.

Teñrikulı, on beş savaşçısı ve Ebû Hasan ile berâber savaşıyordu. Bu arada Ahmed’in savaşçıları da ağır kayıp vermişti. Ama yine de arada büyük bir üstünlük vardı. Bir tarafta, toplam on yedi savaşçı; bir tarafta ise elli savaşçı vardı.

Bu arada Meryem, saklandığı yerden çıkmıştı. Bir muazzâm savaşın ortasında, kendi kaderiyle baş başa kalmıştı. Şu son birkaç yılda yaşadıkları karşısında kaderine râzı olmuştu. Ama artık o günler geride kalmıştı. Kendi kaderini, ellerine alacaktı.

Page 57: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

57

Bir ara gözleri, hem Hasan’a, hem Ebû Hasan’a, hem de Teñrikulı’na takıldı. Kendisini âilesinin kâtili olan bir Çerkes esîr tüccârından alan bu Fars’ı çok sevmese de, saygı duyuyordu. En azından, onun yanında olduğu sürede kendisine eziyet etmemişti, kötü bir söz ya da davranışta bulunmamıştı. Oğlu Hasan ise tuhâf biriydi ama kendisiyle tek kelîme bile etmemişti. Babasıyla olan bu düşmânlığına şaşırıyordu. Bununla berâber âşık olduğu Teñrikulı’na bakmaktan kendini alamıyordu. Hele şu çölün ortasında, elinde kılıcıyla savaşırken, daha bir heybetli oluyordu.

O ân, Hasan’ın babasına Farsça söylediği sözleri duydu. Meryem’e âşık olduğunu, Meryem’inde kendisini sevdiğine emîn olduğunu, onları ayırdığını anlatıyordu. Ebû Hasan, duyduklarına inanamıyordu. Sâdece “Bilmiyordum oğlum” dedi. Ancak Hasan, öyle bir hınçla kılıcını savurmuştu ki, Ebû Hasan’ın kılıcı tuttuğu kolunu kökünden kesmişti. Ancak o ân, Hasan’ın sırtından ve göğsünden sıcak kan akmaya başlamıştı.

Hasan, arkasını döndüğünde Meryem’in kendisine nefretle bakan gözlerini gördü. Ölen savaşçılardan birinin kılıcını alan Meryem, Hasan’ın sırtından kılıcı saplamayı başarmıştı. Babasını öldürmesine fırsat vermeden, onu öldürmüştü. Hasan’ın son sözleri ise “Beni sevmedin mi?” olmuş; Meryem’den “Aslâ…” cevâbını almıştı.

Page 58: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

58

Bu arada Teñrikulı’nın çevresi Ahmed ve iki savaşçısı ile çevrilmişti. Diğerleri beylerinin yardımına bir türlü gidemiyordu. O ân, Alp Buga’nın savurduğu kılıç, Teñrikulı’nın zırhını parçaladı. Ancak Alp Buga, ikinci bir hamleyi yapamadan Bey’in kılıcı ile cân verdi.

Sıcaktan kavrulan ve insân kanına hasret duyan çöl, bu susuzluğunu fazlasıyla gideriyordu. Türklüğün o dev yiğitleri, birbiri ile savaşıyor ve göz gözü görmüyordu. Meryem, elindeki kılıç ve yine savaşçılardan birinden aldığı kalkanı ile Teñrikulı’nın yanına gidiyordu. Bir ânda fırlayan bir mızrak, Bey’in omzuna saplanmış ve parçalamıştı.

Teñrikulı’nın yere düştüğünü gören Ahmed, onu öldürmek için hamle yaptı. Ama Meryem’in mızrak gibi fırlattığı kılıç, boğazına saplandı. Bu genç Kıpçak kızı, sanki târîhin sisli dönemlerindeki savaşçı kadınlar gibiydi. Ancak diğer savaşçı, yüzbaşısının öldüğünü görünce, olanca hıncıyla kıza doğru hamle yaptı.

Meryem, kalkanıyla ilk saldırıyı savuşturunca, yerdeki kılıçlardan birini aldı. Ancak o zayıf elleri, artık yorgunluktan titriyordu. Bir eliyle ağır kalkanı taşımakta zorlanırken, diğer eliyle de ağır kılıcı kullanmaya çalışıyordu. Ama artık kollarında dermân kalmamıştı. Âilesinin ölümü, esîr pazarında yaşadıkları, Taberistân’a gelişi ve şu ân yaşadıkları… Artık içindeki ölüm isteği, bütün benliğini ele geçirmişti. Tek yapacağı, kalkanı ve

Page 59: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

59

kılıcı elinden bırakıp, düşmânının kılıcına boynunu teslîm etmekti.

Beynini ele geçiren bu düşünceyi uygulamaya başladı. Önce kılıcı, ardından kalkanı elinden bıraktı. Dizlerinin de bağı çözülmüş ve âdeta teslîm oluyormuşçasına dizlerinin üstüne çökmüştü. Ama hâyır, bu bir teslîmiyet değildi. Tam tersine özgürlüğünü, kanı ve cânı ile satın aldığının canlı belgesi idi.

Savaşçı, kılıcı kaldırdı. Yüzbaşısının intikâmını alacaktı. Ama önce sırtından yediği mızrak, sonra ise göğsünden yediği kılıç darbesi ile yere yığılmuş ve o ân, cân vermişti.

Mızrağı fırlatan Teñrikulı’ydı ve sağlam olan kolundaki son kuvvet ile diğer omzuna saplanan mızrağı çıkarmış ve fırlatmıştı. Kılıcı fırlatan ise Ebû Hasan’dı. Meryem’in oğlu Hasan’ı öldürdüğü kılıç ile Meryem’i kurtarmıştı. Bir savaşçı bey ile bir tüccâr, cânlarını kurtaran bu Türk kızına, cânlarının bedelini onu kurtarark ödemişlerdi.

Meryem ayağa kalktığında, Teñrikulı ile Ebû Hasan’ın gözlerinin kapalı olduğunu gördü. Her ikisi de cân vermişti. Teñrikulı, mızrağı çıkardıktan sonra omzundan akan durmamıştı. Bu kızgın çöl, bu Kumdağ, böyle bir Bey’in kanı ile coşmuştu. Ancak akan kan ile berâber Bey’in rûhu da bedenini terk etmişti.

Page 60: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

60

Aynı şekilde Ebû Hasan’da cân vermişti. Zâten oğlu, kolunu kestikten sonra çok fazla kan kaybetmişti. Bir de Meryem’i kurtarmak için çabalayınca, yaşlı vücûdu dayanamamıştı. Ömrü boyunca para ve güç sâhibi olmak için çabalayan bu tüccâr, bir savaşçı olmadığı hâlde oğlunun yüzünden bir savaşçı gibi ölmeyi başarmıştı.

Her iki taraftan iki yüz savaşçının bile olmadığı şu alanda, sanki dünyânın en büyük ve en muhteşem meydân muharebelerinden biri yapılmıştı. Ancak dökülen kan, çoğu zamân olduğu gibi Türk’ün kanı olmuştu. Meryem, etrafına baktığında çok az kişinin sağ kaldığını gördü. Yüzbaşı Ahmed’in adamlarından olan beş kişi, tepeye doğru kaçıyordu.

O sırada Teñrikulı’nın beş savaşçısı yanına geldi. Sağ kalan hayvânlardan civâra dağılanları, tekrâr toplamışlardı. Arabalar, nedense bir zarâr görmemişti. Sağ kalan savaşçılardan, rütbesi onbaşı olan biri, “Gidiyoruz” dedi. “Sen ister, bizimle gel, ister geri dön. Tercîh senin”.

Meryem’in artık geride gidecek bir yeri yoktu. Hem eski efendisi, hem de efendisinin oğlu, ölmüştü. “Sizinle gelmek istiyorum” dedi.

Teñrikulı ve diğer savaşçıların cesedleri, arabalara yerleştirilmişti. Ebû Hasan’ın cesedi de, daha sonra Taberistân taraflarına gidecek bir kervâna verilmek üzere

Page 61: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

61

alındı. Ama oğlu ile Ahmed ve diğer savaşçıların cesedleri, orada bırakıldı.

Tekrâr arabalara binildikten sonra Meryem, son bir kez geriye baktığında tepedeki kumların, hafif bir rüzgâr ile savaşın yapıldığı alanı doldurduğunu gördü. Birkaç sâniyede cesedlerin üzeri örtülmüştü. Kumdağ, alacağını aldıktan sonra yaşananların üzerini böyle örtmüştü.

* * *

Bilge Böri Bey, kardeşinin ve savaşçılarının çoğunun öldüğünü duyduğunda çıldırmış gibiydi. Kadınlar yüzlerini dövüyor, obadan feryâdlar yükseliyordu.

Bey, o ân gözlerini Meryem’in üzerine dikti. Elinde kılıcı ve yorgunluktan titreyen elleriyle bu kızın, kim olduğunu merâk edip, sordu. Aldığı cevâba şaşırmıştı. Yanına gitti, alnından öptü. Meryem, yıllar sonra ilk kez bir baba sıcaklığını hissediyordu.

Meryem, o ân, Bey’in kucağına düştü. Herkes bayıldığını sanırken, çoktan uykuya dalmıştı. Bilge Böri Bey, Meryem’in çadırlardan birine yatırılmasını istedi. Kendisi ise atına atlayıp, uçsuz bozkırın rüzgârına danışmak için yola koyuldu.

Page 62: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

62

Her ne kadar Teñriciliğini söylemese de, kurbânlarını, adaklarını, duâlarını Teñri’ye sunmaktan vazgeçmiyordu. Kendine bir yer yapmıştı ve ne zamân rûhu daralsa, cânı sıkılsa oraya giderdi. Yine oraya gitti.

Atından inince, onu kendi diktiği bir tahtaya bağladı ve taşların önünde eğilip, hem Teñri, hem Ülgen, hem de bütün yer-sublara duâ etmeye başladı.

Birden gözlerinin önüne geçmiş, bugün ve gelecek geldi. En eski ataları olan Oğuz Kağan ile Alp Er Tunga’nın ırkdaşlarıyla savaşları, gözünün önüne geldi. Daha sonra Attila’nın, Bumın ve İstemi Kağan’ın ırkdaşları ile savaşları geldi. Ardından Türk târîhindeki bütün iç savaşlar, gözünün önünde geçit resmi düzenlediler.

Bu geçit resmini, içinde kendisinin de olduğu savaşlar tâkib etti. Selçuklu hânedân savaşları, Kara Kitay savaşı, Harzemşâh Atsız ile Oğuzların isyânı… Bu geçit resmindekilerin üçünün bakışları, rûhunu delip geçmişti. Bunları hemen tanıdı. Biri kendisi idi, diğeri yiğit kardeşi Teñrikulı, sonuncu ise kardeşinin katline sebeb olan Ahmed idi.

En sonunda gelecekteki savaşlara sıra gelmişti. Onlar bambaşka idi. İlk olarak büyük ata Oğuz Kağan’ı andıran biri ile savaşçıları geliyordu. Bu kağanlar kağanı Çingiz Kağan’dı. Sonra sırası ile büyüklü küçüklü hanlar, kağanlar, sultânlar, emîrler, beyler geliyordu. En arkada

Page 63: Üç Hayât ve Çölü Sulayan Kan

63

gelenler ise başbaşka idi. Hem karanlık, hem aydınlık yüzlere sahibdiler. Bunlardan birinin ayağı aksaktı ve adı, Emir Temür’dü, diğeri savaştığı büyük sultân Yıldırım Bâyezid Han’dı. Sonrasında da Yavûz Sultân Selîm Han ile Şâh İsmâil Hat’âî ile Muhammed Şaybak Han ve Bâbûr Şâh geliyordu.

Bilge Böri Bey, bu üçüncü grubdakilerin hiçbirini tanımıyordu. Zâten bunların hiçbiri daha dünyâya gelmemişti. Bey’in önünde, rûh âleminde gerçekleşen bu muazzâm geçit resmi, onun rûhunu daha da sıkmış, daha da karartmıştı. O ân, sâdece bir kelîme söyleyebildi. Bu bir soru idi…

“Neden?”

SON

15.06.2013

İstanbul