uç nokta fanzin ekim 2013 sayısı
DESCRIPTION
ÂTRANSCRIPT
1 |U ç N . k t a
İÇİNDEKİLER
BİZ, KISACA
BENİM GURURUM UTANCIMIN KIPKIRMIZI RENGİNE
BOYANDI.
GENET
3 |U ç N . k t a
Seyirci
Yürürken, evleri izlerim bir yandan. Ne var ne yok, hangi kadın ne giymiş,
neresi açılmış… Adam çocuğuyla ilgileniyor mu ya da, ne bileyim, o evde
yemek pişiyor mu bilmek isterim sanki. Otomobillerin içini, bir dükkânın
çalışanlarını, masalardaki çatal-bıçak takımlarını, yemek yiyen aileleri,
sahilde bir kayalığa kucak kucağa oturup öpüşen çiftleri izlerim ben.
Onları, oraları, olan o şeylerin her birini izlerken hiç badire atlatmadım mı,
neler geçti başımdan neler! Seviyorum o hayatları izlemeyi. O kadının
kıvrımlarını seyretmeyi seviyorum; adamın kol kaslarını, çocuğun
saçlarını ya da seke seke yürümesini, öpüşmesini çiftlerin, seviyorum.
Sokağın lâmbasını seviyorum. Islanan bir ışık huzmesini seyre-
diyorum. Ellerimi cebime sokup yürüyemem, dengem bozulur. Elimi
kolumu sallaya sallaya dolaşıyorum. Peşimden gelen bir köpek irkilmeme
neden oluyor o an, dengem bozuluyor. Kapaklandığım yerden kalkı-
yorum. Toza bulanmış gömleğimi temizlemiyorum. Defterime bir şey
olmasın yeter. Bir de çantamla geziyorum. Sağa sola, ne varsa, yazıyorum.
Arkamdan iki adamın ayak sesleri takip ediyor beni. O ayaklara sahip
adamlar takip ediyor beni. O adamlara sahip hırs, aç gözlülük takip
ediyor. Ben de diğer tüm insanlar gibi aç gözlülüğün takibindeyim,
hissediyorum. Hissediyorum, çünkü şu dünyada bana bir tek hissetmek
kalıyor.
Adımlar yaklaşıyor bana, sesler yaklaşıyor. O adamların içini izlemek
istiyorum ama arkamdalar. İnsan arkasını izleyebilir mi, hızlanıyorum.
Korkudan değil –neyim var kaybedecek, çaldıracak- refleks gibi,
uzaklaşmak istiyorum. Evin içi değilim ki, güzel bir kadın değilim, kaslı
bir vücut, seke seke yürüyen çocuk değilim ki. Hayatım roman değil, öyle
olsa yazar mıyım, düşünür müyüm, kıskanır mıyım onları hiç.
Adamlardan iyice sokuluyor yanıma. Ekşi ekşi kokuyor, şişmanca.
“Terletmişim adamı,” diye düşünüyorum; hüzün çöküyor, anlık bir
hüzün. Yerini tedirginlik alıyor. Oduncu gömleğinin etekleri, doğru
düzgün sıkıştıramadığı pantolonuna diretmiş de fırlamış dışarı; belli ki
yürümek ona göre değil, takip onun işi değil. Tüm hayatı boyunca, belki
4 |U ç N . k t a
de ilk kez birini takip ediyor. Yüzünden izlediğim umarsızlığı daha önce,
bir yerlerden öyle iyi hatırlıyorum ki, babam geliyor aklıma. Öldürdüğüm
adam geliyor. Ben babamı, her gün öldürüyorum. Öldüğü günden bu
yana, belki her rüyam onu öldürerek sonlanıyor. Tam anlamıyla ölmemiş
babam, bu beni bir üzüyor, bir üzüyor ki şiir yazamıyorum.
Adam yol kenarına doğru itiveriyor beni, beklemediğim bir anda
olduğundan gene tökezliyorum. Sokağın lâmbasına tutunarak ayakta
kalabiliyorum. Gözlerim adamın kara gözlerine dik dik bakıyor. Kara, ya
da karanlığın oynadığı bir oyun olmalı ki kapkara gözler görüyorum. Öyle
ya, karanlık ne oyunlar oynuyor bize. Bakışlarının içinde, kendini salmaya
hazır, öfkeli mi sitemkâr mı belirsiz bir gözyaşı kendine yol arıyor.
İzliyorum kan çanağına dönmüş; yalnızca çok acı çekmiş ve utanmış-
utandırılmış bir insanın gözlerinden fışkırabilecek o parlamayı, gözle-
rinden. Yüzüm kızarıyor çünkü ben onun mahremine sürükleniyorum.
Dudakları titreye titreye, kendine aitmiş gibi, ondan çalmışım gibi,
sanki tüm dünya ondan işte şu hak ettiği tonla parayı, maddiyatı çalmış
gibi çemkiriyor bana, “para ver” diye. Tüm o hırsızların, hortumcuların,
kaçakçıların, pezevenklerin sözcüsü değilim ki ben. “Param yok, şairim
ben,” diyorum. “Sikerim şiirini” diyor, “olsun” diyorum. Elden ne gelir.
Yakama yapışıyor, “Oğlum ver cebinde ne varsa deli etme beni!” diyor.
Elimi atıyorum cebime, içlerini gösteriyorum, cüzdanımı çıkarıp akbilimi
gösteriyorum, “dört lira var içinde karşıda oturuyorsan vereyim,” derken
tokadı yiyorum avurdumun kemiğine. Zonklarken yanağım, “dalga mı
geçiyorsun lan orospunun evladı?” diye bir ses duyuyorum arkadan. Evlat
sözcüğündeki tüm o sıcaklık, bu kadar çabuk, nasıl da uçuveriyor değil
mi? Ve böylece ikinci adam devreye sokuyor kendini. “Çıkar şu çantayı,”
diyor. Sırtımdan aşağı akışını hissediyorum çantanın, yanağımın zonk-
lamasını da hissediyorum. Şişman, bana bakmıyor ayak ucunu izliyor,
ayağının ucunda delindi-delinecek bir nokta. O ayakkabıyı ne zaman
almıştır? Hangi parayla –kimin?-. Para dediğimiz kime aittir? Şişmanın
bunları düşünmediğine eminim. Ayağının ucunda bir sokak lâmbasının
aksi, bir de gözlerinin o utandırılmışlık parıltısı dikkatimi çekiyor.
Dikkatle izliyorum hareketlerini. “Küfür mü ettin içinden,” diyor
5 |U ç N . k t a
arkadaki. “Nerden bildin,” diye soruyorum. “Anasını siktiğimin” diye
başladığı cümleyi sırtıma indirdiği yumrukla tamamlıyor. Böyle ağrı
olamaz. Karıncalanıyor belime kadar tüm gövdem. Eli çok ağır adamın,
ağır işlerde çalışmış belli.
Şişman hiç bakmıyor yüzüme. Gocunuyorum. Çakmak ister gibi para
istedi benden, tecrübesizliğinden utanmış da olabilir, diye düşünüyorum.
Çantamı allak bullak edip hiçbir şey elde edemeyince, telefon, saat falan
arıyor üzerimde. Bulamıyor. “Biz bu orospu çocuğunu buraya kadar ne
sikime takip ettik ulan!” diye çıkışıyor şişmana. Evlat demiyor bu defa,
çocuk oluveriyorum birden. Suçlu ise şişman oluyor ve artık ben aradan
çekiliyorum. Şişman arkasını dönüp bir cevap vermeye çabalıyor,
beceremiyor. Yere yığıldığı gibi ağzından köpükler, gözyaşlarına karışıp
asfaltı ıslatıyor. Dilini yuttu-yutacak. “Sikerim böyle işi,” deyip
uzaklaşıyor diğeri. Ben şişmana yöneliyorum. Eylemden gelmişim,
çantamdan çıkardığım eldiveni takıverip, adamın ağzına soktuğum işaret
parmağımda dilini eski haline getiriyorum. Başını hafifçe kaldırıp
gözyaşlarını siliyorum. Konuşabilse o an, özür diler miydi bilmiyorum
açıkçası. Ben olsam dilemezdim, biliyorum.
Adamı orada bırakıyorum. Talan olmuş çantamı toparlayıp yürümeye devam ediyorum. Hıçkırık sesleri beni takip ediyor. Adam ağlıyorsa da görmemiş gibi duymamış gibi yapıyorum. Ne çok isterdim uzaktan uzağa izlemeyi. Yolun sonundan bir başka sokağa sapıyorum. Bir florasan ışığına doğru ilerliyorum. Karşısına dikildiğim evin içinde bir kadın yemek pişiriyor. Mutfağın kapısının dibinde bir çocuk oynuyor. Baba da evde, telefonda konuşarak mutfağın önünden geçtiğini görüyorum. Kadın güzel. Anne güzelliği var kadında. Annemin güzelliği var. Üst kattan bir adam bana bağırıyor. Sıçrıyorum, tüm sessizliği yaran adamın beni korkutmasıyla. Kadın aniden bana dönüyor. Gözleri bakışlarımda; beni izliyor. Üstünü çekiyor, memelerini benden gizliyor öncelikle. Sonra perdeyi çekiyor, saadetini de gizliyor. Ben de gizleniyorum sokaklarda. Yürümeye devam ediyorum. Eve az kaldı.
Ali C. Yoksuz
6 |U ç N . k t a
7 |U ç N . k t a
Hüsn-ü A.’ya Mektuplar
1
Bu mektup tarih taşımıyor, taşıyamaz da, çünkü
içeriğinin özünü bende her an var olan
bir duygunun bilinci oluşturuyor.
Kierkegaard.
Yakındaki yakınlığın yakıcılığından olsa gerek, uzaktaki yakınlıkları
yazmaya gidiyor el. Öyle bir yabancılık ki, tüm tanımlar varoluşları iti-
bariyle sarsılıp yıkılıyor ve kum taneleri olarak seriliyorlar öylece yere.
Çöl, evet.
Her an var olan bir duygunun bilinci, tarihlendirilemez. Bu noktada
‘çöl’ bir duygu mu, bir bilinç mi yoksa bir tanım mı? Çölü tarihlen-
direbilir miyiz? Sorma hali tanım arama halidir ve bir şeyin tanım olup
olmadığına karar vermek için onu önce (yine) tanımlamak gerekir. Sizin
de gözünüzün önüne matruşkalar geldi değil mi sayın Hüsn-ü A.?
Ne çok tanım tutkumuz var. Ne çok isim koyma, bilinmezliğin ürkü-
tücülüğünden kurtarıp, varlıkları tehlikesiz hale getirmek maksatlı
adlandırma merakımız var. Ne çok “çöl”.
Doğada serbestçe gezinen herhangi bir şeye tahammülümüz yok. Ve
bana kalırsa bunun sebebi yenilme korkusu. Yenilmeden kastım mağlup
olma değil, bilmediğimiz bir şeylerin bizi yemek yer gibi yemesi. Burada
8 |U ç N . k t a
olsaydınız bana birçok noktada itiraz eder ve yine haksız çıkarırdınız. Ah
Hüsn-ü A., ne güzel adınız var, keşke benim olsanız.
Bir defasında sizinle kadınların isimlerinden ve tanımlarından konuş-
muştuk. Konuşmuştuk değil mi? Doğada serbestçe dolaşan “kadın”
varlığının, tüm tehlikesinden, toplumun onu tanımlar içine hapsederek
nasıl korunduğundan. “Eş” deyip, “anne” deyip, onu dizginlemesi ve vah-
şiliğini bu güdülerle bastırmaya çalışmasından. Konuşmamış mıydık?
Keşke konuşsaymışız. Kadının doğal vahşeti, çizilmeye değer bir resimdir
ve resim sizin işinizdir.
Bu mektubu size Normandiya Kıyıları’ndan yazmıyorum.
Çocuklara neden isim koyuyoruz dersiniz sevgili Hüsn-ü A.? Onları
karıştırmayıp birbirinden ayırabilmek için mi? Sanmıyorum. Ben bunu
onları yememek için yaptığımızı düşünüyorum. Bu düşüncemin nedenini
yüzünüze bakarak anlatmak isterdim aslında. Ama yüzünüz… Yüzü-
nüzde gözleriniz var ve ben buna dayanamıyorum.
Bunca tanım varken, uydurmuşken ve hala uyduruyor ve varedi-
yorken; peki bu yabancılaşma neyin nesi sevgilim Hüsn-ü A.? Ah sanırım
size sevgilim dedim. Tam olarak da öyle demek istedim. Afedersiniz.
9 |U ç N . k t a
Benim de gözümün önüne matruşkalar geliyor. Bir çöl boyu matruşka.
Kuma dair bir boğulma hali tanımlayasım var ama matruşkalardan kor-
kuyorum. Onları sayıyla ölçmek mümkün değil. Bu tanımlanamayan
boğulma ve sayılamayan ölçüsüzlük sonum olabilir. Beni yiyebilir.
Sanırım bu mektubu size Solomon Adaları’ndan da yazmıyorum.
Hüsn-ü A. Ötekileşiyorum. İçerde ve dışarıda. Anlamda ve tanımda.
İsimde ve cisimde.
An içinde fotoğraf taklidi yapmak üzerine düşündünüz mü hiç? An
tarafından ele geçirilmiş ve dondurulmuş numarası yapmak yani. Verilen
poz, insanın kendisini hatırlamak istediği hâli midir yoksa insanların onu
hatırlamasını istediği hâli mi dersiniz? İnsanlar -özellikle denize ba-
karken-, birileri tarafından fotoğrafları çekiliyormuş taklidi yaparak poz
verirler. Kime mi? Kendilerine tabii ki. Kendini hatırlamak istediği gibi
kaydederler. O an felakete uğramışçasına üzgün ve kederli olsalar da
bunu yaparlar. Çünkü öyle yabancı ki geçmiş, bunu bilmese de
10 |U ç N . k t a
hissederler. Mektubumun bu kısmı başlangıçtaki arayışım olan uzaktaki
yakınlık noktasından saparak, yakındaki uzaklık noktasına meyletti. O
yüzden devam etmiyorum. Bu hususu başka bir mektupta değer-
lendirmeyi tercih ederim.
Ve bu mektubu size kesinlikle Semerkant’tan yazmıyorum.
Artık şiir yazamıyorum sayın ve sevgili Hüsn-ü A. Çünkü şiiri
tanımlandıramıyor ve tarihlendiremiyorum. Şiirin tek karşılığı çöl.
Parçalanmış ve dağılmış manalardan oluşan kum yığması. Çölden şiir
çıkar mı dersiniz? Zaman zaman o çölde arkanız dönük halde, görüş
açıma bir hayli uzak bir mesafede sizi görüyorum. Her zamanki dik
duruşunuz mesafeleri anlamsız kılıp retinamı delik deşik ediyor. O zaman
bir şiir başlıyor sanki. Sonra siluet kayboluyor ve nazım başlangıç kötü bir
nesir sona mahkûm oluyor.
Bu mektubu size, bu mektubu nereden yazdığımı bana söylemeniz için
yazıyorum.
Hüsn-ü A. Matruşkalarla dolu bir çöl geliyor aklıma. Apansız bir sıtma
gibi. Sanırım aşkınızla başa çıkmaya yetemiyorum…
Nur An
11 |U ç N . k t a
Kanama
Usulca yüzüne uzandım, gözlerine.
-Alt mı üst mü? dedim.
Bekledi birkaç saniye…
-Alt. dedi.
Üstteydi, kirpik.
Öptüm, uzun uzun.
Öptü…
Burada hiçbir şey yok şimdi; içime baksan yani, girebilsen, görebilsen.
Hiçbir şey yok. Boşluk bile kendi hiçliğini terk edip gitti. Bir zamanlar sa-
rıydı her yer; bütün duvarlar gecenin karasından, hastalığın sarısına
dönmüştü. Sonra astı kendini. Tek yapabileceği şey buydu, bileklerini
kesemezdi, niye diye sormayın yapamazdı, bir kutu hap alıp intihar
etmeyi fazla naif bulurdu. Ve yüksek bir yerden aşağı da bırakamazdı
kendini. Ne mecali vardı onca yükseğe çıkmaya ne de heyecan kalmıştı
içinde. Ölmek bile heyecansız olmalıydı, bir anda değil can çekişerek. Öyle
de oldu. Sonra çok uzun bir süre, kendini astıktan sonra sallanıp durdu,
dağılıp durdu. Öldü ama gidemedi, terk edemedi. Parçalarına ayrıldı, toz
oldu, çölün tozu oldu. Döndü durdu içimde derviş gibi. Boşa döndü
durdu. Döndü durdu boşluğa dönüşene dek. Ancak öyle olunca çekip
gidebildi içimden. Şimdi işte, böyle, karşında. Görebilsen, imkânsız ama
hissetsen. Böyleydi eskiden. O gitti benden…
Kabuktan ibaretim şimdi yalnız. Kalbimin kapakçıkları yok, kalbim
kendine küs. Kızamık olmuş çocuk gibi ateşli ve donuk. Mızıkçılık yapar
gibi kendi oyununu kendi bozuyor. Aşkı bulup kendinden saklıyor.
Benim içimde boşluk bile bargınmıyor, boşluk bile! Sen bana hâlâ hangi
acıdan bahsediyorsun? Koyu karanlıklar iniyor gözlerime bir kirpik par-
çasının peşi sıra, sen hangi unutulmuş türküyü dinliyorsun? Gidiyor
çocuklar, kendileriyle savaşarak, ağlamaya bile utanıyorlar. Sen kime
12 |U ç N . k t a
masal anlatıyorsun? Bak diyorum dünya dönüyor, şuranda sol yanında bir
acı hissettiğin sürece de dönecek. Sonrasını boş ver. Sonrası kıyametten de
beter!..
Kendi yuvanda barınamıyorsun diyor kulağıma. O ses benimle hep
konuşuyor. Kediler bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyor, köpekler
dönüp duruyor, martılar yeryüzüne iniyor, su kuşları uyuyamıyor. Sal-
lanarak yürüyorum, düşer gibi ama düşmeden, sarhoşluktan belki, kim
bilir belki hüzünden.
Yeterince geç mi vakit? Yeterince vakit geçirdik mi? Sana bir şey itiraf
etmeliyim. Dilimde büyüyen bu yarayı sesimle ihya etmeliyim. Çünkü
kanıyor. Üzerini kapadıkça toprakla, altından sızıyor, yara bandı kâr
etmiyor. Bir girdap gibi dönüyor, görüyorsun, okuyorsun. Bir anafora
dönüşüyor sonra içindeki kanla. Ruhun tanık ama gözleri görmüyor, bu
haliyle nasıl tanıyor? Çok soru soruyorsun diyor bana, ben yalnızca
akıtıyorum içimdeki irini, çünkü kanıyor, bazen kendine bile kanıyor.
Çünkü kalbim kızamık, belki çocuk değil ama öyle işte. Mızıkçılık yap-
mayı çok seviyor. Çalgıları dinliyor, çünkü suskunsun. En iyi yaptığı şeyi
yapıyor, bekliyor. Bazen yazıyor, keşke yazmayı beklemekten daha iyi
yapabilseydim, keşke bu kadar beklemek zorunda kalmasaydım diyor
ama âh etmiyor. Çünkü alışkın, alışkanlığın en büyük hastalık oldu-
ğundan habersiz. Ben onun çocuğuyum, o hiçbir bok bilmiyor. Yaralarını
ben kapatıyorum, aklını ben saklıyorum. Bazen inadında çalıp kaybediyor,
bir köşede buluyorum. Çocuklar böyledir, düşünmek zorundadırlar her
şeyi, korumak zorundadırlar. Ona kalsa o anı koleksiyonculuğundan
başka bir şey bilmiyor. Ben gidiyorum, şimdi o geliyor…
Bir kirpik var yüzünde, gözünün tam altında düştü düşecek.
Uzanıyorum, yetişemiyorum.
Usulca yere düşüyor.
Dudaklarını görüyorum kenetlenmiş.
Açılmıyor…
Burak Albayrak
13 |U ç N . k t a
Sızı
‘Sahip olmak’ bir fiilden çok bir sonucu, yer yerse bir zaman dilimini
temsil ediyor. Süregelim sonucu oluşan durum, sahip olduğun şeyleri
koruma içgüdüsünü ortaya çıkarıyor. Korumaya değer şeyler korunuyor
ve diğerleri tarihin içinde ‘hatıra’ olmaya terkediliyor.
Yıkanan çamaşırların kurusunlar diye iplere asıldığı sokakların
birinden geçiyordum. Böyle yerlerin hâlâ var olduğunu gördükçe, daha
bir rahatlıyordu içim; samimiyeti hâlâ yok olmamış geçmişimin. Ve aynı
‘geçmişimin’ bir yerlerde birileri tarafından sürdürüldüğünü gösteriyordu
buralar. Akşam ezanıyla eve girmenin zorunlu olduğu yıllarıma götürü-
yordu beni. Sonuçta gazozuna yaptığımız mahalle maçları da çok eskide
kalmış sayılmazdı.
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
dizeleri hayat buluyor zihnimde şimdi. Bencildim bu konuda. Sadece
kendime ayırırdım ve sadece bana hatırlatmasını isterdim kendini.
Ama hayat bu kadar toz pembe değildi ve ben üçüncü sigaramı
yakmıştım çoktan. Geçmişe mi dönüyordum yoksa gelecekten mi kaçıyor-
dum, birhayli belirsizdi kafamda. Artık sadece kurtulmak istiyordum. Baş-
larda sorunlarımı çözmeme yardımcı olduğu için benimsemiş olsam da,
artık, bana özel bir lanetmiş gibi geliyor. Somutu soyuta indirgeyen bir
lanet gibi adeta. Kurtulmanın imkânsız olduğu, bu şekilde yaşamaya
mecbur eden bir lanet..
Mücadele etmenin anlamsızlaştığı durumlardan biriydi aslında. Ne
kadar çabalasam da sıyrılamıyordum. Göğüs kafesimde dışarıya çıkmaya
çalışan bir şey varmış hissi ölümü arzulatır seviyeye kadar çekmişti beni.
Korkusuzca yaklaştığım her şeye rağmen buna yaklaşımım hayli ürkek
14 |U ç N . k t a
oluyordu. Canımın tatlı olmasından değil; daha fazla yanmasını göze
alamadığımdandı belki de.
Durumu özetleyemiyordum kendime. Uzun uzun yaşıyordum sancı-
larını. Bir çare olmalıydı. Bir hamle yapmalıydım. Çok geç değildi bir
şeyler için. Rakı sofralarında tokuşturduğum kadehten, küçükken bakması
için bırakıldığım Sevinç teyzeye kadar, yaşadığım her kare gözümün
önünden geçti bir anda. Son nefesimle son hamlemi belki kurtulurum diye
yapmış bulundum:
-Sen de hoşça kal..
Ufkum Ç.
15 |U ç N . k t a
16 |U ç N . k t a
17 |U ç N . k t a
Yaradılış BAB 2
zamanın rahmini zehirli şiirlerimizle çürütebilseydik
bu kadar acıya mahruz kalmayacaktık hiçbirimiz
sessizlik böylesine yapışmayacaktı derimize
ölüm bu denli yakışmayacaktı bize
lanetlendik tüm kapılar kapandı üzerimize
gece uzadıkça uzadı
gözlerimiz kanla ıslandı
dokunulması yasak olana dokunduk
dokunmasaydık bilemezdik
dokunduk
bir boşluk geldi oturdu içimize nefesimize
18 |U ç N . k t a
...
gözlerinde bir şey var kahve fallarındaki yollar gibi
gözlerinde bir şey var ölüm gibi yaşam gibi
gözlerinde unuttukların unutamadıkların
uykusuzluklların yorgunlukların
gözlerinde gözlerimiz var gözlerinin üzerinde kirpiklerin
kirpiklerin nöbet tutuyor gecenin içinde
yavaşça ölen bir kirpi gibi sessizce
Bay Pisuvar
19 |U ç N . k t a
● çok boyutlu evrenlerin içinde, kendi halinde bir cep evren
eski zamanlara dair değil,
iyimserlik de içermez
keskin kokulu, yüksek kontrastlı hislere gebe hep
monokronik dünya
tekil şahısların diktatoryası en çok da
ben’lerin
oraya düşmek için bir tavşanı kovaladığını sanırsın
düşünce fark edersin kovaladığının kendin olduğunu
Erdem Akdoğan
20 |U ç N . k t a
21 |U ç N . k t a
Son Damla da Düşer
göz kapaklarından ölüm akıyor
ilmik ilmik urgana bulanıyor
kansız acı kokuyor
dilini boğazından tavana asıyor.
kör topala çelme attı
bir çınar köklerini tarıyor
İstanbul'un boğazında intihar manifestosu
Müridler kuyularını kazıyor
"HÜKÜMSÜZDÜR"
22 |U ç N . k t a
diren çakıl taşı
dur yerinde
dikil çakıl taşı
letheye karşı
"SODOMUN ÇOCUKLARI"
Gabriel
23 |U ç N . k t a