tÜrk İyat ara Ştirmalari enst İtÜsÜ tÜrk d İlİ ve edeb...

152
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI NÜZHET HAŞİM’İN MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU ESERİ (METİN - İNCELEME) YÜKSEK LİSANS TEZİ ZEYNEP LAMİA GÜRLER İSTANBUL 2007

Upload: others

Post on 12-Feb-2020

27 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

NÜZHET HAŞİM’İN

MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU ESERİ

(METİN - İNCELEME)

YÜKSEK LİSANS TEZİ

ZEYNEP LAMİA GÜRLER

İSTANBUL 2007

T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

NÜZHET HAŞİM’İN

MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU ESERİ

(METİN - İNCELEME)

YÜKSEK LİSANS TEZİ

TEZ DANIŞMANI: DOÇ. DR. MURAT KOÇ

ZEYNEP LAMİA GÜRLER

İSTANBUL 2007

I

İÇİNDEKİLER DİZİNİ

Sayfa

İÇİNDEKİLER DİZİNİ I

ÖNSÖZ III

ÖZET V

SUMMARY VI

KISALTMALAR VII

GİRİŞ: Antoloji: Kavram ve Örnekler 1

I. BÖLÜM: Millî Edebiyat Kavramı ve Dönemi 8

II. BÖLÜM: Millî Edebiyat’a Doğru

II. 1. Millî Edebiyat’a Doğru Adlı Eserin İncelenmesi 20

II. 2. Millî Edebiyat’a Doğru (Metin) 31

II.2.1. Tarihimsi Bir Taslak 31

II.2.2. Mehmet Emin Bey 40

II.2.3. Rıza Tevfik Bey 51

II.2.4. İhsan Raif Hanım 59

II.2.5. Ziya Gökalp Bey 63

II.2.6. Ali Canip Bey 72

II.2.7. Celâl Sahir Bey 78

II.2.8. Ömer Seyfettin Bey 82

II.2.9. Kazım Nami Bey 86

II.2.10. Âkil Koyuncu Bey 89

II.2.11. Rasim Haşmet Bey 94

II.2.12. Köprülüzade Mehmet Fuad Bey 96

II.2.13. Ali Ulvi Bey 101

II.2.14. M. Nermi Bey 103

II.2.15. Fazıl Ahmet Bey 106

II.2.16. İbrahim Alâattin Bey 109

II.2.17. Yusuf Ziya Bey 112

II

Sayfa

II.2.18. Orhan Seyfi Bey 115

II.2.19. Enis Behiç Bey 118

II.2.20. Hakkı Süha Bey 121

II.2.21. İdris Sabih Bey 122

II.2.22. Halit Fahri Bey 123

II.2.23. Yahya Kemal Bey 125

II.2.24. Salih Zeki Bey 128

II.2.25. Hasan Zeki Bey 129

II.2.26. Faruk Nafiz Bey 130

II.2.27. Fikret, Nazif, Ekrem Beyler 132

SONUÇ 136

BİBLİYOGRAFYA 138

ÖZGEÇMİŞ 142

III

ÖNSÖZ

Genel kanıya göre 1911-1923 yılları arasını kapsayan Millî Edebiyat dönemi,

dilde sadeleşme ve edebiyatta millîleşme konusunda önemli adımların atıldığı bir

devredir. Dilde sadeleşme ve edebiyatta taklitten uzaklaşarak millî konulara yönelme

konusundaki tartışmalar Tanzimat’ın ilk yıllarında başlar. Şinasi halk dilini ölçü

alarak yola çıkar. Türk edebiyatının Arap, Fars ve Fransız edebiyatından uzaklaşarak

kendine dönmesi konusu da tartışılır. Mehmet Emin Yurdakul, 1897’de Türkçe

Şiirler’i yazmasıyla bir anda dikkatleri üzerinde toplar. Servet-i Fünûn döneminin

devam ettiği esnada yayımlanan bu şiirler sade Türkçe ile yazılması, hece vezniyle

millî konuları işlemesi açısından dikkat çeker. Bu sebeple Mehmet Emin, Millî

Edebiyat’ın öncüleri arasında kabul edilir. Bu süreç 1911’e kadar devam eder.

Millî Edebiyat konusundaki en önemli hareket Genç Kalemler hareketidir.

1911’de Ziya Gökalp, Ali Canib Yöntem ve Ömer Seyfettin önderliğinde gelişen

Genç Kalemler hareketi bu tartışmaları belli bir istikamette toplar. Harekete

katılanlar Türk dilinin başka dillerin kelime ve kurallarından kurtarılması ve

edebiyatta da millî konulara dönülmesi yolunda çaba gösterirler.

Nüzhet Haşim 1918 yılında kaleme aldığı Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserinde

Millî Edebiyat’ın oluşum süreci, ilk tartışmaları, harekete yön veren isimler ve

ikinci-üçüncü derecedeki katılımcıları üzerinde durur. Millî Edebiyat’ın ilk antolojisi

olması ve pek çok eserde bu antolojiye atıfta bulunulması dolayısıyla, bu dönem

hakkında yapılan araştırmalara katkıda bulunabilmek amacıyla, Nüzhet Haşim’in

henüz yeni yazıya aktarılmamış Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserini tez konusu

olarak seçtik ve değerlendirmeye çalıştık. Tez, iki bölümden oluşmaktadır. Millî

Edebiyat’a Doğru adlı eser bir antoloji niteliği taşıdığı için Giriş bölümünde

“antoloji” kavramı hakkında bilgi verdik. Antolojinin tanımı, ilk antolojiler ve Türk

Edebiyatı’nda antolojinin gelişimi üzerinde durduk.

Birinci bölümde Millî Edebiyat dönemi hakkında bilgi verdik. Burada

Tanzimat’tan Millî Edebiyat’a kadar Türk sosyal hayatındaki ideolojiler, Millî

Edebiyat kavramı, kapsadığı dönem üzerindeki tartışmalar, bazı yazarların Millî

Edebiyat hakkındaki görüşleri, milliyetçilik fikriyle kurulan cemiyetler ve hareketin

en önemli yayın organı olan Genç Kalemler dergisi üzerinde durup, dönemin önde

gelen sanatçılarını eser verdikleri türlere göre sınıflandırdık.

IV

İkinci bölümde Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserin incelemesini yaptık. Bu

bölümde Nüzhet Haşim’in Millî Edebiyat dönemi, bu dönemin oluşum süreci,

antolojide yer alan şairlerin edebî özellikleri ve edebiyatımıza katkılarına dair

söylediklerini değerlendirdik. Bu kısımda fazla derinleşmeyip Nüzhet Haşim’in

tenkitleri içinde kalmaya özen gösterdik. Çünkü Nüzhet Haşim, kitabında sadece

şahısların şairliği üzerine durmuş, hazırlamayı düşündüğü nesir kısmını yazamadığı

için yazarların nâsir yönlerini değerlendirememiştir. Bu kısa incelemeyi takiben

Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserin Latin alfabesine aktardığımız orijinal metnini

verdik. Araştırmalarımıza rağmen yazarın hayatı hakkında bilgi bulamadık.

Tezimin konusunu belirleyen, katkılarıyla bana yol gösteren danışman hocam

Sayın Doç. Dr. Murat KOÇ’a, dikkatleriyle bizi yönlendiren hocam Sayın Prof. Dr.

Sema UĞURCAN’a, hem fikir alışverişinde bulunduğumuz, hem de Fransızca

kelime ve terkiplerin çözümünde bize yardımcı olan hocam Sayın Prof. Dr. Emel

KEFELİ’ye ve bugüne kadar üzerimde emeği olan bütün hocalarıma teşekkürlerimi

sunuyorum.

Son olarak maddi manevi desteklerini her an hissettiğim ve haklarını hiçbir

şekilde ödeyemeyeceğim sevgili aileme, her koşulda yanımda oldukları için teşekkür

ederim.

ZEYNEP LAMİA GÜRLER

İSTANBUL 2007

V

ÖZET

Tez konusu olarak seçilen Nüzhet Haşim’in Milli Edebiyat’a Doğru adlı

eserinin incelenmesinde şu sıra takip edilmiştir:

Giriş bölümünde; eser antoloji niteliği taşıdığından antoloji kavramı, ilk

antolojiler, Türk Edebiyatı’nda antoloji konusu ele alınmıştır.

Birinci bölümde Milli Edebiyat dönemi üzerinde durulmuştur. Burada

Tanzimat’tan Milli Edebiyat’a kadar Türk sosyal hayatında tartışılan ideolojilerden,

Milli Edebiyat kavramından, Milli Edebiyat’ı besleyen ve Türkçülük fikriyle kurulan

cemiyetlerden, dönemin en önemli yayın organı olan Genç Kalemler dergisinden

bahsedilmiş ve Millî Edebiyat’ın genel hatlarıyla nasıl bir dönem olduğu ortaya

konmaya çalışılmıştır.

İkinci bölümde Nüzhet Haşim’in eseri kısaca değerlendirilmiştir. Bu

değerlendirmede Nüzhet Haşim’in Milli Edebiyat döneminin panoramasını nasıl

çizdiği ve yazarların edebi kişilikleri üzerindeki fikirleri ortaya konulmuştur.

Son olarak da Milli Edebiyat’a Doğru adlı eserin metni günümüz harflerine

aktarılmıştır.

VI

SUMMARY

In the analysing of the book Millî Edebiyat’a Doğru written by Nüzhet Haşim,

that order was followed.

In the entrance section since the book has an anthology character, the anthology

concept, first anthologies, the subject of anthology in Turkish Literature were

analysied.

In the first section the period of National Literature were analysied. At there the

ideologies being discussed in the Turkish social life from Tanzimat to National

Literature, the nation of National Literature, the societies that were founded in the

idea of Turkish Nationalizm and to feed the National Literature, the Genç Kalemler

one of the most important and widespread journal were analysied and in general what

kind of period the National Literature was worked to make it more clear.

In second section, the work of Nüzhet Haşim was evaluated shortly. In that

assesment how Nüzhet Haşim illustrated the panorama of National Literature and the

ideas of him on the characters of authors were exhibited.

Finally, the work named Milli Edebiyat’a Doğru was transfered into the

current alphabet.

VII

KISALTMALAR

A.g.e. : Adı geçen eser

Bkz. : Bakınız

Bs. : Basım

C. : Cilt

Haz. : Hazırlayan

Nr. : Numara

p. : Page

s. : Sayfa

tsz. : Tarihsiz

yyy. : Yayın yeri yok

Yay. : Yayınları

vb. : ve benzeri

1

GİRİŞ

ANTOLOJİ: KAVRAM VE ÖRNEKLER1

Antolojinin “Kısa şiir, öykü, nükteli şiir vb.lerin toplamı”2, “Kısa parçaların bir

koleksiyonu ya da genellikle farklı yazarlardan alınan özetler”3, “Seçme yazıları ya

da şiirleri bir araya toplayan kitap” 4 , “Edebiyat ve müzikte gerçek sanat eseri

değerindeki örnekleri içine alan derleme”5 gibi değişik tanımları yapılır. En genel

ifade ile antoloji “değişik yazarların kısa türlerdeki eserlerinden ya da genel olarak

bütün eserlerinden seçilmiş küçük parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş

derleme” şeklinde tanımlanır.

Antoloji kelimesi Yunanca’daki “anthos” (çiçek) ve “legein” (toplamak)

kelimelerinin bir araya gelmesinden türemiştir. Eski Yunanca’da “anthologikha”

kelimesi “çiçeklerden yapılmış taç” ya da “çelenk” anlamını taşımaktadır. Türkçe’de

antoloji karşılığı olarak “güldeste” ve “seçki” kelimeleri kullanılır

Antoloji hazırlarken göz önünde bulundurulan nokta, bir yazarın en tipik

metinlerinin seçilmesidir. Ancak sanat izafî bir kavram olduğu için, çoğunlukla

hazırlayanın zevki ve kültürel zenginliği/birikimi yapılan seçmeyi tayin etmektedir.

1 Antoloji hakkındaki bilgiler aşağıdaki kaynaklardan derlenerek hazırlanmıştır: Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt II, Ana Yayıncılık, İstanbul 1987. Aytaç, Gürsel, Yeni Alman Edebiyatı Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1983. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt II, Gelişim Yayınları, İstanbul 1986. Canım, Rıdvan, Latîfî Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara 2000. Drabble, Margaret, The Oxford Companionto English Literature, Oxford University Press, Great Britain 1985. Encyclopædia Britannica, Volume II, U.S.A 1969. Gelişim Alfabetik Gençlik Ansiklopedisi, Cilt I, Gelişim Yayınları, İstanbul 1980. Grolier International Americana Encyclopedia, Cilt II, İstanbul 1993. İpekten, Halûk, Şair Tezkireleri, Grafiker Yayınları, Ankara 2002. İsen, Mustafa, Latîfî Tezkiresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990. Kasır, Hasan Ali, Mevlâ Şiirleri Antolojsi, Güldeste Serisi, Denge Yayınları, İstanbul 1997. Kılıç, Filiz, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Akçağ Yayınları, Ankara 1998. Özdemir, Ahmet, Cönklerden Günümüze Halk Şairlerimiz, Veli Yayınları, İstanbul 1993. Özkırımlı, Atillâ, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cilt I, Cem Yayınevi, İstanbul 1984. Türkiye Diyanet Vakfı İSLÂM Ansiklopedisi, Cilt XIV, İstanbul 1996. Yeni Hayat Ansiklopedisi, Cilt I, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul tsz. Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt II, Türkiye Gazetesi, İstanbul 1993. 2 Duffy, Charles, Pettit, Henry, A Dictionary of Literary Terms, Brown Book Company, New York 1953, p. 9. 3Encyclopædia Britannica, Volume II, U.S.A 1969, p. 27. 4 Grand Master 1 Genel Kültür Ansiklopedisi, Milliyet Yay., yyy. 1992, s. 65. 5 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, Cilt I, Dergâh Yay., İstanbul 1997, s. 145.

2

Antolojiler hazırlanırken belirli bir dönemin değişik türlerdeki eserleri esas

alınabileceği gibi, tek bir yazarın değişik türlerdeki eserlerinden, herhangi bir edebî

türden, bir milletin edebiyatından ya da dünya edebiyatından seçilen parçalarla da

antolojiler oluşturulabilir. Antoloji hazırlayanın amacı her tür okuyucuya hitap

edebilecek örnekleri bir araya toplamak, ortak zevk ve beğeniye hizmet etmektir. Bu

durumu hazırlayanın beğenisi tayin edebileceği gibi, edebiyat tarihçilerinin görüşü de

tayin edebilir. Örneğin; Namık Kemal’in eserlerinden seçme yaparken “Hürriyet

Kasidesi”, Şinasi’nin eserlerinden seçme yaparken “Münacaat” ve “Reşit Paşa

Kasideleri”nin ihmal edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu eserler edebiyat tarihine

mal olmuştur ve de yazarlarının sanat anlayışlarını ortaya koyan, o devir edebiyatına

önemli tesirleri bulunan en tipik metinlerdir.

Antolojiler, genellikle belirli bir tür ya da konudaki eserlerden yapılan

seçmelerden oluşturulur. Örneğin “Şiir Antolojisi”, “Öykü Antolojisi”, “Okul

Piyesleri Antolojisi” gibi türler esas alınarak yapılanlar yanında; “Atatürk Şiirleri

Antolojisi”, “İstanbul Şiirleri Antolojisi”, “Çocuk Şiirleri Antolojisi” gibi belirli bir

konu esas alınarak yapılan antolojiler de vardır. Antolojiler şu şekilde

sınıflandırılabilir:

“1) Genel Antolojiler (Türk Şiiri Antolojisi, Halk Şiiri Antolojisi)

2) Dönem ya da Ekol/Okul Antolojileri (Servet-i Fünûn Antolojisi, 20. Yüzyıl

Şiir Antolojisi)

3) Tematik Antolojiler (Aşk Şiirleri Antolojisi, Gurbet Şiirleri Antolojisi)

4) Bir kişi için hazırlanan antolojiler (Atatürk Şiirleri Antolojisi)

5) Türlere/Şekillere Göre Düzenlenen Şiir Antolojileri (Münâcât Şiirleri

Antolojisi, En Güzel Koşmalar)

6) Kavram Antolojileri (Barış Şiirleri Antolojisi, Demokrasi Şiirleri Antolojisi)

7) Mısra/Dize, Beyit Antolojileri (Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, Divan

Edebiyatından En Güzel Beyitler)

8) Yerel Antolojiler (Arapgirli Şairler Antolojisi, İstanbul Şiirleri Antolojisi)

9) Seçene ya da Seçilene Göre Derlenen Antolojiler (Okuyucuların Seçtiği

Şiirler Antolojisi, Elimle Seçtiklerim, Namık Kemal)

10) Şairlerin Kimliğine Göre Hazırlanan Antolojiler (Kadın Şairler Antolojisi,

Asker Şairler Antolojisi, Genç Şairler Antolojisi)

11) Çeviri Şiiri Antolojileri (Batı Edebiyatından Seçmeler)

12) Şiir Yıllıkları (Yeni Şiirler 1957, Adam Şiir Yıllığı 1999)

3

13) Diğer (Bir dergiden, bir tören ya da anma gecesinden derlenmiş antolojiler

gibi.)”6

İlk Antoloji Örnekleri

Bilinen ilk antoloji Eski Yunanlılar tarafından derlenmiştir. Çelenk adı verilen

bu antolojinin derleyicisi Gadaralı Meleagros’tur. Meleagros antolojisinde 300’ün

üzerinde yazarın 6000 kısa şiirinden seçmeler yapmıştır. Yazar, bu antolojide kendi

şiirlerine de yer vermiştir. Esere daha sonraki yıllarda eklemeler yapılmıştır. I.

yüzyılda da Makedonyalı Philippos buna benzer bir antoloji hazırlamıştır.

II. yüzyılda ise, Diagenianus Anthalogion adı verilen bir derleme yapmış ve ilk

kez “antoloji” kavramını kullanmıştır. Aynı tarihlerde Sardeisli Straton da bir şiir

antolojisi derlemiştir.

Agathias’ın VI. yüzyılda derlediği antolojide ilk defa şiirler konularına göre

ayrılır. Konstantinos Kephalaos, IX. yüzyıl sonlarında adı geçen bu antolojileri tek

ve büyük bir derleme içinde birleştirir. X. yüzyılda elden geçirilerek zenginleştirilen

bu antoloji, kendi türünde dünyanın en tanınmış derlemeleri arasındadır ve o dönem

edebiyatı için büyük bir kaynaktır.

Bu dönemden sonra: “Batılılar’ın dikkatini çeken ilk Yunan antolojisi 1301

yılında Maximus Planudes’in hazırladığı antoloji olur. Latin antolojilerinin en

önemlisi ise Codex Selmasianus adındaki eserdir.”7

XVII. yüzyılın başlarında bir Yunan antolojisi bulunmuştur. Bu antoloji

Heidelberg’deki Palatine Kütüphanesi’nde bulunduğu için Palatine Yazması

adıyla da anılmaktadır. Palatine Yazması 15 kitaptan oluşmaktadır ve Yunan

antolojilerinin temeli olarak kabul edilmektedir.

Rönesans döneminde lirik şiir türünde hazırlanan antolojiler ön plândadır ve bu

dönem şiir antolojileri açısından önemli bir dönemdir. İngiliz dilindeki antolojilerin

en ünlüleri arasında, 1557’de Richard Tottel tarafından yayımlanan England’s

Helicon ilk sırada yer alır. Bu eser Tottel’s Miscellany adıyla da anılmaktadır.

Bunun dışında bir başka örnek ise Fransızca yayımlanan ünlü Le Parnasse

Contemporain (1866-1876) adındaki antolojidir. Thomas Percy’nin Reliques of

Ancient English Poetry’si (1765) de önemli halk şiiri antolojilerinden biridir.

6 Hece, Türk Şiiri Özel Sayısı, Yıl: 5, Sayı: 53/ 54/ 55, Mayıs/ Haziran/ Temmuz 2001, s. 584-585. 7 Yeni Hayat Ansiklopedisi, Cilt I, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul tsz, s. 286.

4

Herder’in Volksdichtung’u Alman Edebiyatı için önemli bir eserdir. Herder

halk edebiyatına yönelik çalışmalarını derlediği bu eserde İncil ve Tevrat’ta adı

geçen kavimlerin şiirlerine, ilâhilere; Homeros, Dante ve Shakespeare gibi şairlere

yer vermiştir. Herder, Stimmen der Völker (Halkların Sesi) adlı antolojisinde de

değişik milletlerin halk türkülerini derlemiştir. Herder’in bu antolojisi daha sonraki

çalışmalara kaynak teşkil etmiştir.

XIX. yüzyıldaki antolojilerin dikkat çeken özelliği, İngilizce konuşulan

ülkelerdeki antolojilerin, kronolojik şekilde düzenlenmeye başlanmasıdır. Bu

antolojilerde, eleştirel eserlerin yanında edebiyat tarihine has değerlendirmeler yapan

makaleler de yer alır. Bu konudaki en önemli örnek ise Thomas Campbell’in

derlediği Specimens of the British Poets (1819: İngiliz Şairlerinden Örnekler)

adlı eserdir. Almanca konuşulan ülkelerdeki halk şarkılarının derlendiği Des Knaben

Wunderhorn (1805-08: Çocuğun Sihirli Boynuzu) adlı antoloji de döneminde

büyük beğeni toplayan ve ses getiren derlemelerdendir. Yine bir lirik şiir antolojisi

örneği olan Francis Turner Palgrave’ın Golden Treasury’si (1861: Altın Hazine)

ortak zevkleri biçimlendirmesi bakımından önem taşır.

XX. yüzyılda iki antoloji dikkati çeker. Bunlardan “Harriet Manroe ve A.C.

Henderson tarafından yayıma hazırlanan The New Poetry (1917: Yeni Şiir) tarihsel

öneminden dolayı, Robert Bridges’ın Spirit of Man (1916: İnsan Ruhu) antolojisi

de düzyazı ve nazım örneklerini seçmedeki yetkinliğinden dolayı sözü edilmeye hak

kazanır.”8 Bu iki eserin dışında F. O. Matthiessen’in The Oxford Book of American

Verse (1950) adlı eser Amerikan şiiri için önemli bir derlemedir. Bu antoloji bir el

kitabı olarak basılmıştır.

Gibb’in 1900 yılında ilk cildini yayımladığı A History of Ottoman Poetry

(Osmanlı Şiir Tarihi) edebiyat tarihi olmakla beraber, Mevlânâ Celâleddin-i

Rûmî’den Ziya Paşa’ya kadar Türk Edebiyatı’nda ortaya konan şiir örneklerinden

seçmeler yapması bakımdan antoloji niteliği taşıyabilir. Eser Gibb’in ölümünden

sonra Osmanlı Şiir Tarihi adıyla Browne tarafından altı cilt hâlinde tamamlanmıştır.

8Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt II, Ana Yayıncılık, İstanbul 1987, s. 172.

5

Türk Edebiyatında Antoloji

Antoloji kelimesi Türk edebiyatında ilk olarak 1929 senesinden itibaren

kullanılmaya başlanmıştır. Antoloji kavramı kullanılmadan önce bu türde yazılan

eserlere “nazîre mecmuaları, mecmualar, güldeste, cönk, tezkire, müntehâbât,

numuneler” gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bunlar arasında antoloji kelimesinin

karşılığı olarak en çok “güldeste” kabul görmüştür.

Türk edebiyatının ilk antolojileri Divan edebiyatı dönemine aittir. Divan

edebiyatındaki nazîre mecmuaları ile şuara tezkireleri bu dönemdeki şiir

antolojilerinin ilk örnekleri olarak kabul edilmektedir.

Divan edebiyatı sahasındaki ilk antoloji Ömer İbni Mezîd’in 1436 yılında

hazırladığı Mecmuatü’n-Nezâir’dir. Bu eserde XIII, XIV ve XV. yüzyıl başlarında

yaşamış 83 şaire ait 397 şiir bulunmaktadır. Bundan sonra bahsedilmeye değer ilk

antoloji ise Hacı Kemal tarafından derlenen Câmiü’n-Nezâir adındaki eserdir

(1512). Eserde 266 şairin eserlerinden seçme şiirler vardır. Eski edebiyatımızda

derlenen antolojilerin en ünlüsü Edirneli Nazmi’nin 1523 yılında hazırladığı

Mecmuatü’n Nezâir’dir. Eser XIV, XV ve XVI. yüzyıllarda yaşamış 243 şairin

şiirlerinden yapılan seçmelerle derlenmiştir.

XVII. yüzyıla ait olan Metâliü’n-Nezâir Peşteli Hisalî tarafından iki cilt

olarak hazırlanmıştır. Divan edebiyatımızda şairler hakkında bilgi veren ve “Şuarâ

Tezkiresi” adı verilen eserler de birer antoloji örneği sayılabilir:

“Edebiyatımızda şuara tezkiresi yazma geleneği Anadolu’dan önce Çağatay

sahasında başlar. İlk tezkire örneği Ali Şir Nevâyi’nin yazdığı Mecâlisü’n-nefâis’tir.

XV. asırda Orta Asya ve İran’da yaşayan birçok şairi içinde toplayan bu eserde,

Nevâyi kendisinden önce yaşamış şairlerle birlikte Sultan Hüseyin Baykara devrinin

bütün şairlerini de tezkiresine eklemiştir. Eserini sekiz bölüme ayıran Nevâyi, bu

bölümlerin her birine ‘meclis’ adını vermiştir. Ali Şir Nevâyi’nin bu tezkiresinde

toplam 455 şair yer alırken, bunlardan 43 şair Türk veya Türkçe şiir yazan Acem

şairlerdir. Türk edebiyatının ikinci, Anadolu sahasının ilk tezkiresi Edirneli Sehî

Bey’in Heşt Behişt adlı eseridir.”9 İçinde 229 şairin yer aldığı bu eser 1538’de

Edirne’de tamamlanmış ve Kanunî Sultan Süleyman’a takdim edilmiştir.

9 Rıdvan Canım, Latîfî, Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara 2000, s. 2-4.

6

Sehî Bey’in eserinden sonra Lâtifî’nin Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıra-i

Nuzemâ adıyla dönemin padişahı Kanunî Sultan Süleyman’a sunduğu eser gelir.

Lâtifî, tezkiresinde şairleri alfabetik olarak sıralamış ve bu tarz bazı istisnaları

dışında Türk tezkireciliğinin takip edilen tertip tarzı olmuştur. Sehî ve Lâtîfî’den

sonra kaleme alınan üçüncü tezkire Ahdî’nin Şehzâde Sultan Selim adına yazmış

olduğu Gülşen-i Şuarâ’sıdır. Son tezkire ise Fatin’in Hatimetü’l-Eş’ar adıyla

yazdığı ve daha sonra Şinasi tarafından düzenlenen tezkiresidir.10

Halk edebiyatında ise âşıkların şiirlerinin derlendiği cönkler de antoloji

türündeki eserler arasında sayılabilir. “Cönklerde saz ve tekke şairlerimizle

folklorumuzu, mecmualarda Arap-Fars dil ve edebiyatının tesirindeki medrese-

mektep mensuplarının manzum, mensur edebî, dinî, tarihî ve tasavvufî eserlerinden

yapılmış seçmeleri görürüz.”11

XIX. yüzyıldan itibaren antoloji karşılığı olarak “müntehâbât” kelimesi

kullanılır. Batı edebiyatı örneklerine benzer antolojiler Tanzimat’tan sonra

yazılmıştır. Refik ile Tevfik’in hazırladığı üç ciltlik Letâif-i İnşâ adlı eserde, Divan

edebiyatı yazarlarının mektuplarından yapılmış seçmeler bulunmaktadır. Ziya

Paşa’nın hazırlayıp 1874 yılında üç cilt olarak yayımladığı Harâbât bu dönemin en

önemli antolojisidir. Ziya Paşa’nın eserin mukaddimesinde basit de olsa

edebiyatımızın bir tarihini yapması, kendi şairliğinden, şairliğin şartlarından

bahsetmesi, bir edebiyat coğrafyası fikrini tartışmaya açması esere önem katan

sebeplerin başında gelir. Ebüzziya Tevfik’in hazırladığı ve gördüğü ilgi dolayısıyla

altı defa basılan Numûne-i Edebiyât-ı Osmaniyye adlı eser de, bu dönemin en

önemli antolojilerinden kabul edilir.

Tanzimat döneminin nesrinden örnekler veren önemli antolojilerden iki tanesi;

Emin Osman’ın 1881 yılında hazırladığı Hadîkatü’l-Üdebâ adlı eseri ve 1884’te

Mustafa Reşit tarafından hazırlanan ve iki cilt halinde yayınlanan Müntehâbât-ı

Cedîde’dir. Mustafa Reşit eserinin birinci cildinde nesir, ikinci cildinde şiir örnekleri

vermiştir.

Daha sonraki yıllarda hazırlanan antolojilerden en önemlisi Bulgurluzâde

Rıza’nın üç ciltlik Bedâyi-i Edebiyye adlı eseridir. Bundan sonra Midhat Cemal

10 Bu konu için bkz: Ömer Faruk Akün, “Şinasi’nin Bugüne Kadar Ele Geçmeyen Fatin Tezkiresi Baskısı” İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. XI, 1961, s. 67-98. 11 Ahmet Özdemir, Cönklerden Günümüze Halk Şairlerimiz, Veli Yayınları, İstanbul 1993, s. 9-10.

7

Kuntay’ın Nefâis-i Edebiyye adlı eseri gelir. Bu eserde şiir ve nesir türünden yapılan

seçmeler bulunmaktadır.

Cumhuriyetten sonra antoloji hazırlama geleneği devam eder. Bu dönemde

düzenlenen antolojiler türlere göre ayrım özelliği gösterir ve şiir-nesir antolojileri

şeklindedir. Akademik düzeyde hazırlanan ve edebiyatımızın farklı yazar ve

dönemlerinden seçmeleri alan Mehmet Kaplan ve öğrencilerinin hazırladığı

antolojiler, bu dönemde büyük bir boşluğu doldurmuştur. Bu antolojiler:

“1) Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi I, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,

Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1974.

Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,

Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1978.

Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi III, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,

Birol Emil, Zeynep Kerman, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,

İstanbul 1979.

Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi IV, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,

Birol Emil, Zeynep Kerman, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,

İstanbul 1982.

Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi V, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,

Birol Emil, Zeynep Kerman, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

Yay., İstanbul 1989.

2) Atatürk Devri Türk Edebiyatı I-II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,

Zeynep Kerman, Necat Birinci, Abdullah Uçman, Kültür Bakanlığı Yay.,

Ankara 1981.

3) Atatürk Devri Fikir Hayatı I-II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün,

Zeynep Kerman, Necat Birinci, Abdullah Uçman, Kültür Bakanlığı Yay.,

Ankara 1981.

4) Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal

I-II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Necat Birinci,

Abdullah Uçman, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992, 2. bs.” 12

Bunların yanı sıra, konularına göre hazırlanan antolojiler göze çarpar.13

12 İnci Enginün’e Armağan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997, s. 19-22. 13 Cumhuriyet dönemi başta olmak üzere Yeni Türk Edebiyatı’nda hazırlanan antolojiler için bakınız. Hece, Türk Şiiri Özel Sayısı, Yıl: 5, Sayı: 53/ 54/ 55, Mayıs/ Haziran/ Temmuz 2001.

8

I. BÖLÜM

MİLLÎ EDEBİYAT KAVRAMI VE DÖNEMİ14

Millî edebiyat kavramından bahsetmeden önce bu edebiyatın oluşma süreci

üzerinde durmak gerekir. Bu süreci oluşturan en önemli sebep XVIII. yüzyıl sonu ile

XIX. yüzyıl başlarında dünyada gelişen olaylar ve bu olayların Osmanlı

İmparatorluğu üzerindeki etkileridir. Modern anlamda 1789 Fransız İhtilâli ile

dünyada başlayan milliyetçilik fikri XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı

İmparatorluğu’nun da kapısına dayanır. Asırlardır Osmanlı çatısı altında yaşayan

milletlerde milliyetçilik fikri uyanmaya başlar. Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat

Fermanı ve ardından çeşitli fikir akımları ile bünyesinde barındırdığı milletleri bir

arada tutmaya çalışır. Osmanlı aydınlarının kurtuluş çaresi olarak gördüğü fikir

akımlarını şu şekilde sıralayabiliriz:

14 Bu bölümdeki bilgiler aşağıdaki kaynaklardan derlenmiştir: Akçuraoğlu, Yusuf, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul 1990. Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1990. Argunşah, Hülya, “Millî Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-2000), Editör: Ramazan Korkmaz, Grafiker Yayınları, Ankara 2004. Atsız, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992. Banarlı, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1987. Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1991. Ercilâsun, Bilge, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit: 1. Türkçü Tenkit, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1995. Genç Kalemler Dergisi, Hazırlayanlar: İsmail Parlatır-Nurullah Çetin, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1999. Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara tsz. Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt III, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1966. Kocahanoğlu, Osman Selim, Milli Edebiyat Hareketi ve Beş Hececiler, Toker Yayınları, İstanbul 1987. Levend, Âgâh Sırrı, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1961, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988. Meydan Larousse, Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, Cilt VIII, Meydan Yayınevi, İstanbul 1978. Öksüz, Yusuf Ziya, Türkçe’nin Sadeleşme Tarihi, Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1995. Öztürkmen, Arzu, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 1998. Tanpınar, Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Yayınları, İstanbul 1985, (6.bs.). Temir, Ahmet, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987. Tuncer, Hüseyin, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990. Türkiye Diyanet Vakfı İSLÂM Ansiklopedisi, Cilt XXX, İstanbul 2005. Ünlü, Mahir – Özcan, Ömer, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1987. Ünaydın, Ruşen Eşref, Diyorlar ki, (Haz. Şemsettin Kutlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985. Yetiş, Kâzım, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, Nr: 8, İlim Yayma Cemiyeti, İstanbul 1999.

9

1) Osmanlıcılık

“Osmanlıcılık fikrine göre; ırk, dil, tarih, gelenek gibi milleti meydana getiren

unsurlar mühim değildir, esas olan İmparatorluğun bütün tebaasını bir millet hâlinde,

bir çatı altında toplamaktır.”15

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Osmanlıcılık fikri Islahat Fermanı’nın doğal

sonuçlarından biridir. Âli ve Fuat Paşalar, Namık Kemal ve Ahmet Midhat Efendi bu

fikrin en önemli savunucularıdır.16 Tanzimat’ın başında ortaya çıkan ve aydınlar

arasında geniş bir kabul gören Osmanlıcılık fikri II. Abdülhamid tarafından da

desteklenmesine rağmen Balkan milletlerinin bağımsızlık yönündeki hareketleri

sonucunda başarılı olamamış, önemini kaybetmiştir.

2) İslâmcılık

Osmanlıcılık fikri azınlıkların imparatorluktan kopmasını engelleyemez. Bu

kez çöküşün ümmetçilik fikriyle engellenebileceği düşünülür. Ümmetçilik anlayışı;

çok geniş coğrafyada yaşayan Müslüman unsurları, halifeliğin gücünden de

yararlanarak din faktörü etrafında toplamak fikrine dayanır. Fakat bu fikir de

Osmanlıcılık gibi varlığını sürdüremez. İslâmcılık fikri Arap ve Arnavut gibi

Müslüman milletlerin dahi bağımsızlık düşüncelerine engel olamaz.

3) Türkçülük

Ülkenin kurtuluşu için ortaya atılan bu fikirler başarısız olunca artık devleti

kuran unsurun kurtuluşu gerçekleştireceği anlaşılır. Bu sebeple devletin kurucusu ve

asıl unsuru olan Türkler de milliyetçilik fikrinden geç de olsa etkilenerek kendi

benliklerine sahip çıkma, kalan topraklarını koruma bilinciyle harekete geçerler.

Türkçülük fikriyle amaçlanan uzak mefkûre dünya üzerindeki tüm Türklerin “Tûran”

çatısı altında birleştirilmesidir. Böylece “Tûran” Ziya Gökalp’in ifadesiyle “Türkleri

içine alan birliğin adı”17 olur.

Nihal Atsız Türkçülüğü, “Türk milliyetçiliğinin adı”18 olarak ifade eder ve

Türkçülüğün dört kaynaktan geldiğini söyler:

15 Hüseyin Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 26 16 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Yayınları, İstanbul 1985, (6.bs.), s.152. 17Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 1000 Temel Eser, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara tsz, s. 26. 18 Atsız, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992, s. 11.

10

“1) Kökü çok eski olan Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan

milliyetçilik.

2) Tanzimat’tan sonra Avrupa’daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir

hareketin bizde tatbik olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi.

3) Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki.

4) Türkler’in 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri

felâketlerin verdiği uyanıklık.”19

Balkan Savaşları sonrasında İmparatorluk bünyesindeki diğer unsurların

imparatorluktan ayrılma çabaları artarken, Türkçülük büyük bir hızla gelişme

gösterir. Bu gelişmeye hız katan şüphesiz kurulan dernekler ve Türkçü yazarların

kalemleriyle desteklediği gazete ve dergilerdir. Millî Edebiyat dönemi de bu şartlar

altında teşekkül eden bir dönemdir.

Türkçülük akımı Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş

yıllarında Anadolu’da ulusal direniş hareketlerini birleştirici bir etki yapmıştır.

Millî Edebiyat Kavramı

Millî Edebiyat döneminin başlama ve bitiş tarihleri konusunda değişik görüşler

vardır. Bu tarihlerin tam olarak netleştirilememesi ise bu dönemin bir beyanname

ile başlamamasına bağlanır. Orhan Okay, Sadık Tural ve Kenan Akyüz Millî

Edebiyat’ın başlangıç tarihini 1908 olarak kabul ederler. Orhan Okay sona eriş

tarihini Cumhuriyet’in ilk yıllarına götürürken, Sadık Tural 1922’yi, Kenan Akyüz

de 1923’ü bitiş tarihi olarak kabul eder. Kenan Akyüz bu tarihi daha sonra 1938’e

kadar çekecektir. Ahmet Kabaklı Millî Edebiyatı 1908 Meşrutiyeti’nin ilânı ile

başlatıp, bitişini de 1940 yılına götürür. İnci Enginün bu süreci 1911 Genç Kalemler

dergisi ile başlatıp, 1940 yılı ile sonlandırır. Değişik görüşlere rağmen genel kanı bu

edebiyatın 1911-1923 yılları arasında gerçekleşen bir süreç olduğudur.

Bu dönem yazar ve şairleri ülke sorunlarına eserlerinde geniş yer vermişler,

halkta Türklük bilincini uyandırmaya çalışmışlardır. Bunu yaparken de sade bir dil

kullanmışlar ve millî veznimiz olarak kabul edilen hece veznini benimsemişlerdir.

Hülya Argunşah bu dönem ve adlandırılması hakkında şunları söyler:

19 A.g.e., 12.

11

“Edebî dönemlerin adlandırılması bilindiği gibi edebiyat tarihi öğretiminde

kolaylıklar sağlamaktadır. Yeni Türk Edebiyatı sahasında da üzerinde zaman

zaman tartışılmasına, konuyla ilgili farklı görüş ve tekliflerin bulunmasına ve

etraflarında gerçek bir fikir birliğinin oluşamamasına rağmen genel olarak işaret

ettiği yılları, edebî faaliyetleri düşündüren isimlendirmeler kullanılmaktadır. Millî

Edebiyat kavramı da bunlardan biridir. Kavram ilk kullanıldığı tarihten itibaren

“millî edebiyat, gayri millî edebiyat, milliyetperver edebiyat, milliyetçi ya da Türkçü

edebiyat” ile birlikte düşünülmüş, bu kavramların tamamını ya da bir kısmını

karşıladığı/karşılayabileceği konusu konuşulmuş, ancak tam bir açıklık

kazanamamasına rağmen bir terim gibi kullanılmaya başlanmıştır. Şimdilik ‘Millî

Edebiyat’ adlandırılmasının, Türk edebiyatında milliyetçilik akımıyla birlikte ortaya

çıkan ve millî devletin kuruluşuna kadar olan zaman diliminde devam eden, millî

kimliğin ortaya çıkışını sağlayan ve çok yönlü bir edebiyat faaliyetini içerisine alan

anlamı karşıladığı görülmektedir.”20

1937 yılında Nusret Safa Coşkun Açıksöz gazetesinde dönemin önde gelen

sanatçılarına “Millî Edebiyat nedir?”, “Millî Edebiyat’ın vasıfları nelerdir?”, “Millî

şair kimdir?”, “Biz Nasıl Millî Bir Edebiyat Yaratabiliriz?” gibi sorular yönelterek

bir anket yapmıştır. Bu ankette Millî Edebiyat kavramının farklı tanımları

yapılmıştır. Yazarlarımız bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmişlerdir:

Hüseyin Cahit Yalçın: “Bence Millî Edebiyat, yabancı milletlerin edebiyatına

mukabil bir milletin edebiyatı demektir. ... Millî Edebiyat demek mutlaka köylüden,

avamdan, vatandan, Türklük idealinden, eski Türkler’den, harpten ve hürriyetten

bahseden edebiyat demek de değildir. Bir eserin sanat ve edebiyat hudutlarından içeri

girmesi kâfidir. Benim milletimden ve vatanımdan olan her Türk’ün edebî eseri

benim için millî edebiyattır. Bir milletin hudutları ve eserleri arasında millî edebiyat,

gayri millî edebiyat mülâhazalarına yer yoktur. Sadece edebiyat aranabilir, sanat

düşünülebilir.”21

Fuat Köprülü: “Millet medlûlü bizde henüz pek yeni anlaşıldığı için şimdiye

kadar ‘Millî Edebiyat’ ihtiyacı ve bunun ne demek olduğu, zarurî olarak

anlaşılamadı. ‘Millet’ nasıl yeni bir telâkki ise ‘Millî Edebiyat’ da aynı suretle bizim

için yeni bir telâkkidir ve ‘millet’ nasıl asrî bir cemiyet demekse ‘Millî Edebiyat’ da

20 Hülya Argunşah, “Millî Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-2000), Grafiker Yayınları, Ankara 2004, s. 165. 21 Nusret Safa Coşkun, Millî Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?, İnklâp Kitabevi, İstanbul 1938, s. 5

12

‘asrî edebiyat’ yani millî şahsiyeti en yüksek derecede gösteren ‘ibdaî edebiyat’

demektir.”22

Yakup Kadri Karaosmanoğlu: “Millî Edebiyat bir millete has karakteristikleri

samimiyetle gösteren edebiyattır.”23

Halit Ziya Uşaklıgil: “Asırlardan beri, Divan Edebiyatında olsun, Halk

Edebiyatında olsun, hatta daha genç zamanların edebî mahsullerinde olsun Türk

dimağından, Türk ruhundan ne doğmuşsa işte Türk’ün millî edebiyatı odur. O şart ile

ki bunlar bililtizam yapılmış birer taklit eseri olmasın.”24

Yunus Nadi: “Millî olmayan edebiyat olur mu? Her milletin edebiyatı

kendisinindir. Herhangi bir edebî eser hangi dilde yaratılmışsa o dili konuşan millî

varlığın malı olan, yani o eser yaratıldığı dilin milletine nispetle millî mahiyetini

almış bulunur. Başka milletlerin edebiyatlarından tercümelerin bu millî ve gayri millî

edebiyat mevzuunda yerleri olmayacağını söylemeye hacet bile görülmez.”25

Şükûfe Nihal Başar: “Bizde Arap, Acem veya Garp taklitçiliğinden kurtulmuş

olan her edebiyat bence millî edebiyattır. Bunları örnek olarak almayan; kalbini,

gözünü kendi muhitinin varlığına çevirmesini bilen her sanatkâr da millî

sanatkârdır.”26

Yusuf Ziya Ortaç: “Bir milletin düşünüş, duyuş hususiyetlerini kendi diliyle

ifade eden edebiyattır.”27

Halit Fahri Ozansoy: “Bir milletin görüş, hissediş ve yaşayış tarzlarını hususî

renkler içinde aksettiren edebiyattır.”28

Necip Fazıl Kısakürek: “Hudutları, iklimi, dili, duyuş ve düşünüş tarzlarıyla

başkalarından fark kabul etmiş bir millete ait her türlü edebî mahsul millîdir. Millî

Edebiyat, ait olduğu camiaya gizli veya aşikâr bir nisbet kurmuş olan edebiyattır.”29

Âgâh Sırrı Levend: “Bir eser ister yeni, ister eski olsun ister yabancı, ister yerli

mevzuları ihtiva etsin; mensup olduğu milletin ruhunu, zevkini ifade ettiği için

o eser o millete aittir. Yani millîdir. ... Millî Edebiyat’ın en birinci vasfı taklit

olmayıp orijinal olması, mensup olduğu milletin ruhundan fışkırarak kendi kendini

22 A.g.e., s. 10 23 A.g.e., s. 20. 24 A.g.e., s. 25. 25 A.g.e., s. 29. 26 A.g.e., s. 53. 27 A.g.e., s. 73. 28 A.g.e., s. 99. 29 A.g.e., s. 138.

13

yaratmış olmasıdır. Hayatla alâkasını kesmiş, yapma, taklidî ve mücerret bir

edebiyatın millî vasfını taşımasına imkân yoktur.”30

Âgâh Sırrı Levend ankete verilen cevapları üç başlık altında toplar:

“1) Bir eser ister yeni, ister eski olsun, mensup olduğu milletin belirli bir

dönemdeki duygularını, düşüncelerini, zevklerini belirttiği için millîdir. Böyle olunca

millî edebiyat gereksiz bir deyim sayılır. Millî olmayan edebiyat yoktur. Her milletin

edebiyatı o milletin malıdır. Bir Fransız’ın yazdığı eser Fransızlar için ne kadar millî

ise, bir Türk’ün Türkçe yazdığı eser de Türkler için o kadar millîdir.

2) Millî Edebiyat değil, milliyetçi edebiyat vardır. Nasıl ki Fransız edebiyatında

“littérature nationale” diye bir deyim yoktur. “Littérature nationaliste” vardır. Bu,

milliyetçiliği her vasfın üzerinde tutan bir edebiyattır.

3) Millî Edebiyat, milliyet şuuruyla beslenip gelişen bir edebiyattır. Millet

fikrinin ve millî şuurun bulunmadığı çağlarda millî edebiyat olamaz. Bu edebiyat,

dili, özü ve özelliğiyle milletin olmalı, kendi ruhundan fışkırmalı ve onun bütününü

temsil etmelidir ki, millî vasfına lâyık olsun. Bu bakımdan eski edebiyatımıza millî

vasfını veremeyiz.”31

Âgâh Sırrı Levend daha sonra kendi “Millî Edebiyat” tanımının bu sıralamanın

üçüncü maddesine dahil olduğunu söyler ve Millî Edebiyat kavramının bir başka

tanımını da şöyle yapar: “Millî Edebiyat, ümmet devrinin son kalıntılarını da atarak,

millî şuur içinde kendini bulmak; dilde, anlayışta, düşünce ve duyguda özleşmek

isteyen yeni edebiyatı belirtmek için ortaya atılmış bir deyimdir.”32

Genç Kalemler dergisinin kurucularından ve Millî Edebiyat’ın en önemli

savunucularından Ali Canib’in Millî Edebiyat tanımı ise şöyledir: “Millî Edebiyat

meselesine gelince: Bu da o kadar yanlış anlaşılıyor ki yine anlatamayacağımdan

korkuyorum. Edebiyat deyince yalnız şiiri hatırlamamalı; o esasen kalbî ve

vicdanîdir. Bu meselenin idraki için onun ‘hikâye’ kısmına bakmalı; ‘Aşk-ı

Memnu’da yaşar gibi görünen şeyler bu muhitin adamları değildir; hele “Bravo

Maestro” ve “Mösyö Kaguru” gibi mevzuların Türk edebiyatıyla hiçbir münasebeti

yoktur. Bunlar ‘kozmopolit’ bir edebiyatın malıdır. Teessüs edecek Millî Edebiyat’ı

derk edebilmek için meselâ Refik Halit’in “Hakk-ı Sükût”unu, “Nebbaş”ını

okumalıdır. Bunların kahramanları içimizde yaşıyor; Türk’tür, hâlis Türk’tür. Biraz 30A.g.e., s. 34-38 31 Agâh Sırrı Levend, “Türkçülük ve Millî Edebiyat”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1961, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 201-202. 32 A.g.e., s. 206.

14

Fransız, biraz İngiliz, biraz bilmem ne değildir. Eğer Millî bir edebiyat bizce yalnız

şeklen teceddütte olsaydı, Türkçe şiirler sahibi Emin Bey’in eserleri kozmopolit

değil, en büyük Türk şiirleri diye iddia ederdik!.. Fakat bunları anlamak zevkin

faydalı olabileceğini düşünmek garabetinden herhalde müşkildir.”33

Ruşen Eşref’in Diyorlar ki adlı eserinde Mehmet Emin Bey Millî Edebiyat

hakkındaki düşüncelerini şu şekilde tanımlamaya çalışır: “Evvelâ size Rus

şairlerinden Mayekov’un bir levhasını hatırlatacağım: Mayekov, bir gün bir izbeye

gitmiş. Ocakta çam kütükleri yanıyormuş. Alevleri odayı aydınlatıyormuş. Bu ocağın

önünde bir küçük çocuk, eline bir kitap almış, parmaklarını satırların üzerinde

yürüterek heceleye heceleye okuyormuş. Bunun karşısında uzun saçlı, uzun

sakallı Rus köylüleri, kucaklarında çocukları uyuyan Rus kadınları, can kulağıyla

bu kızı dinliyorlar ve başlarını sallıyorlarmış. Şair diyor ki: ‘Bu kitap, halkın

diliyle yazılmış, onun yurdunun güzelliklerini, büyüklerini, ecdadının efsanelerini,

hatıralarını, kalplerinin aşklarını, elemlerini, hayatlarının ümitlerini ve rüyalarını

söylüyor. Bu kitabın, isterse hecelene hecelene bir kız çocuğu tarafından okunsun,

kulübelere girmesi ve halkın karanlıkta kalmış ruhlarına bir ışık, heyecansız

yüreklerine bir titreme vermesi, Rusya’nın istikbalinin ufuklarında büyük ve ilâhi

bir güneş doğacağını müjdeliyor...’ İşte size, Millî Edebiyat’ın ne olduğunu; onun

gerek şekilce ve gerek ruhça nasıl olması lâzım geleceğini anlatacak en açık ve

seçik bir ifade.”34 Burada Mehmet Emin halkın anlayabileceği bir dille yazılmış ve

konusunu da yerli hayattan alan bir eserin Millî Edebiyat kavramı içinde kabul

edilebileceğini söyler.

Aynı eserde Ömer Seyfettin Millî Edebiyat’ı tanımlarken dil, vezin ve millî

muhteva konularını vurgular. “Bakınız ben Millî Edebiyat’tan ne anlarım: Vezinle

dilin tam Türkçe, yani tabiî olması... Zira yaratıcı bir sanatkârın duygularına sınır

çizilemez. Bu sanatkâr karakterine, aldığı terbiyeye, nelere karşı bir meyil duyuyorsa

onlara göre yazar. Hem zannetmem ki, bir adam mademki bir topluluğun içinde

yaşıyor; duyuşu, tarzı millî anlayışın dışında olsun. İnsan normal, anormal olabilir;

fakat milliyet denilen manevî dairenin içinde bunların her ikisi de yok mudur? Bu iki

33 Genç Kalemler Dergisi, Hazırlayanlar: İsmail Parlatır-Nurullah Çetin, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1999, s. 134. 34 Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki, (Haz. Şemsettin Kutlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 143-144.

15

hâlin durmadan devam eden mücadelesidir ki hayata can verir. Mücadelesiz hayat,

ölümün, yokluğun ta kendisidir.”35

Fuat Köprülü de Ruşen Eşref’in eserinde Millî Edebiyat’a dair fikrini

belirtmiştir: “Hangi edebiyat aslına ulaşabilme, onun derinliklerine dalabilme gücüne

sahipse o edebiyat şahsî ve millî edebiyattır.”36

Bu görüşleri dile getiren yazarlar Millî Edebiyat’ın;

1) Konusunu halk hayatından, millî duyuş ve düşünüşlerden alan

2) Halk diliyle yazılan

3) Hece veznini ölçü olarak kullanan

4) Dil ve muhteva açısından taklit izlenimi uyandırmayan

5) Kaynağını, yine kendi edebiyatının eski dönemlerinde bulan eserlerden

oluşan bir edebiyat olduğu hususunda fikir birliği ederler.

Türkçülük Fikriyle Kurulan ve Millî Edebiyatı Besleyen Cemiyetler

1) Türk Derneği

Türk Derneği, Türk milliyetçiliği esasına dayandırılarak kurulmuş ilk cemiyet

olarak kabul edilir. 1908 yılının Kasım ayında Yusuf Akçura ve arkadaşları

tarafından kurulur. Derneğin yayın organı Türklük araştırmalarına yer veren Türk

Derneği adındaki aylık dergidir.

“Cemiyetin amacı, Türk diye anılan bütün Türk kavimlerinin tarihteki ve

gelecekteki eserlerini, işlerini, durumlarını ve coğrafyasını öğrenmeye ve öğretmeye

çalışmak, yani Türklerin eski eserlerini, tarihini, dillerini, halk ve aydınlarının

edebiyatını, etnografi ve etnolojisini, sosyal durumlarını ve medeniyetlerini, Türk

ülkelerinin eski ve yeni coğrafyasını araştırıp ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp

dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim dili olabilecek şekilde geniş ve

medeniyete elverişli bir düzeye gelmesine çalışmak, yazısını ona göre

incelemektir.”37

2) Türk Yurdu

Türk Yurdu Cemiyeti Mehmet Emin Yurdakul’un teklifi ile kurulmuştur.

Cemiyetin yayın organı yine aynı isimle anılan Türk Yurdu dergisidir. Türk Yurdu

35 A.g.e., s. 221. 36 A.g.e., s. 205. 37 Yusuf Akçuraoğlu, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul 1990, s. 171-172.

16

1911 yılında yayın hayatına başlamıştır. Ahmet Hikmet, Ahmed Ağaoğlu,

Hüseyinzâde Âli, Âkil Muhtar ve Yusuf Akçura bu cemiyetin kurucuları arasındadır.

Mehmet Emin Bey’in Erzurum’a tayini üzerine, derginin imtiyaz ve müdürlüğü

Yusuf Akçura’ya verilmiştir. Yusuf Akçura derginin XII. sayısından sonra ayrılmış,

dergi XIII. sayısından itibaren Celâl Sahir Bey idaresinde çıkmaya başlamıştır.38

“Türk Yurdu tüzüğüne göre Cemiyet, Türk çocukları için bir yurt açacak ve

Türkler’in zekâ ve kültürel düzeylerinin yükselmesine, gelir ve girişimcilik yeteneği

sahibi olmalarına hizmet etmek üzere bir gazete çıkaracaktır.”39

3) Türk Ocakları

Hazırlıkları 1911 yılında başlayan Türk Ocakları, 190 Askerî Tıbbıye

öğrencisinin dönemin aydınlarına yazdıkları bir mektup ile başlar. Bu mektupta

öğrenciler başta eğitim olmak üzere çeşitli alanlarda reform yapılmasının gerekliliği

üzerinde dururlar. Öğrencilerin bu girişimi sonucunda Türk Ocakları 1912 yılının

Martında resmen kurulmuş olur. Türk Ocakları üyelerinin amaçları: “Akvâm-ı

İslâmiyenin bir rükn-i mühimi olan Türkler’in millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî

seviyelerinin terakki ve îlâsıyla Türk ırkının ve dilinin kemaline çalışmaktır.”40

4) Türk Birliği Derneği

Türk Birliği Derneği 1913 yılında kurulur. Türkiyat, İslâmiyat, Hayatiyat,

Felsefe ve İçtimaiyat, Riyaziyat ve Maddiyat gibi şubeleri de bünyesinde barındırır.

Derneğin başkanı Emrullah Efendi’dir. Derneğin amacı “Türklüğe faydalı girecek

hareketleri teşci ve tahkik etmek”tir. Yayın organı Bilgi Mecmuası’dır.41

Millî Edebiyat akımının daha geniş kitlelere ulaşmasında gazete ve dergilerin

önemli katkıları olmuştur. Bu dergi ve gazetelerden bazıları şunlardır: Çocuk

Bahçesi, Genç Kalemler, Türk Yurdu, Türk Sözü, Türk Derneği, Yeni Mecmua,

Halka Doğru, Dergâh vb. Bunlar arasında Genç Kalemler dergisi Millî Edebiyat’ın

başlangıcı olarak kabul edildiği için önemli bir yere sahiptir.

38 Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 42. 39 Yusuf Akçuraoğlu, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul 1990, s. 173-174. 40Arzu Öztürkmen, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 1998, s. 47. 41 Yusuf Ziya Öksüz, Türkçe’nin Sadeleşme Tarihi, Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi, s. 154.

17

Genç Kalemler Dergisi

Genç Kalemler dergisi 11 Nisan 1911 tarihinde Selânik’te Ali Canib, Ömer

Seyfettin ve Ziya Gökalp’in idaresi altında yayın hayatına başlar. Derginin ismi

öncesinde Hüsün ve Şiir iken Ali Canib’in isteği üzerine Genç Kalemler olarak

değiştirilmiştir. Derginin başmuharriri Ali Canib’dir. Ali Canib derginin ilk sayısı

için Ömer Seyfettin’den bir makale ister.42 Bunun üzerine Ömer Seyfettin “Yeni

Lisan” makalesini yazar ve bu makale ile dilde yapmak istediği reformları belirler.

Buna göre:

“1) Arapça, Farsça terkip ve cem’ kaideleri asla kullanılmayacak. Bundan

yalnız ıstılahlarla müfred hâlinde kullanılan cem’iler istisna edilecekti. Sadrâzam,

ahlâk, kâinat gibi.

2) Şâyed, amma, lâkin gibi konuşma lisanına geçmiş olanlardan başka Arapça,

Farsça edatlar kullanılmayacaktı.

3) Arapça, Farsça kelimeler içinde halk dilinde telâffuzu değişmiş olanlar, yazı

dilinde Türkçe’deki bu değişik şekilleriyle yazılacaklardı: Kalabalık, hoca gibi. Buna

mukabil güneş varken şems ve ay varken kamer denilmeyecekti.

4) Yazı dilinde yalnız millî ve basit sarf hâkim olacaktı.

5) Konuşma lisanı birçok Türkler tarafından anlaşılan İstanbul Türkçesi

olmalıydı.”43

Yeni Lisan makalesi ilk sayıda “?” imzasıyla çıkar. Hareketin öncülerinin

amaçları bu hareketin şahsî bir dava olarak görülmesini engellemektir. Kâzım Yetiş

bu yazıyı Millî Edebiyatın bir beyannâmesi olarak kabul eder ve Millî Edebiyatı asıl

bu Genç Kalemler hareketi ile başlatır: “Ömer Seyfettin dilimizin ve edebiyatımızın

geçmişini ve o günkü hâlini belirledikten sonra dönemi için yaptığı tespitte millî bir

edebiyatımızın olmadığını, bundaki sebeplerden biri olarak dilimizin sun’iliğini

gösterir. Ona göre yeni, tabiî bir lisanla, kendi lisanımızla millî bir edebiyat meydana

getirmek mümkün olabilecektir. ‘Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî

bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları içindeki lüzumsuz ve ecnebi

kaidelerdir.’ Ömer Seyfettin, millî bir edebiyat için öncelikle lisanın sadeleşmesini

şart koşmaktadır. Lisanı sadeleştirmek için ‘Buhara-yı şerifteki henüz mebnâî bir

hayat süren, müthiş bir vukufsuzluğun, korkunç bir taassubun karanlıkları içinde 42 Bilge Ercilâsun, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit 1: Türkçü Tenkit, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1995, s. 89-110. 43 Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1987, s. 1102

18

uyuyan bundan bir düzine asır evvelki günleri yaşayan kavimdaşlarımızın yanına

gitmenin bir intihar olduğunu söyleyen yazarımız, ‘Beş asırdan beri konuştuğumuz

kelimeleri, men’us denilen Arabî ve Farisî kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz’

der. ‘Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş

terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisanıyla,

konuşmak lisanını birleştirirsek edebiyatımızı, ihya yahut icat etmiş olacağız.”44

Birkaç yazıdan sonra Yeni Lisan başlığı altındaki seri makaleler “Genç

Kalemler Dergisi Tahrir Heyeti” imzasıyla yayımlanır. Yeni Lisan’la yazarlar dilde

sadeleşmeyi ve edebiyatta da taklitten uzak bir edebiyat oluşturmayı amaç edinirler.

Yeni Lisan hareketine en büyük tepki İstanbul’daki yazarlardan gelir. Özellikle Fuat

Köprülü, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Cenab Şahabettin başlarda şiddetli

eleştirilerde bulundukları bu hareketin bir zaman sonra savunucusu olurlar.45 Genç

Kalemler dergisinin kapanmasından sonra buradaki yazarların toplanma yeri Türk

Yurdu, Türk Ocağı gibi dernekler olur.

Hülya Argunşah Millî Edebiyatın doğuşu, dili, muhtevası ve adlandırılması

hakkında şunları söyler:

“Millî Edebiyat’la öncelikle bir milletin tesir ve taklit dönemleri de dahil olmak

üzere kendi diliyle meydana getirdiği edebî tecrübelerinin tamamı kastedilmektedir.

Özel ya da darlaştırılmış anlamıyla da milletin geçmiş tecrübelerinin içinde

yaşanan şartlar dolayısıyla en arındırılmış şekilleriyle, haline cevap vermek üzere

canlandırıldığı yılların edebiyat faaliyetine işaret etmektedir. Bu dönem Türk

milletinde ve Türk edebiyatında millîleşme sürecine denk gelmektedir. 1908 İkinci

Meşrutiyetinin başlattığı dağılma, imparatorluktaki belirsizlik, arka arkaya gelen ve

büyük kayıplarla sonuçlanan savaşlar dönemi Türk milliyetçiliğinin doğuşunu ve

gelişmesini hızlandırmış, nihayet imparatorluktan millî devlete doğru olan değişim

kendisini ifade etmek için bir de edebiyat meydana getirmiştir. Bu edebiyat Millî

Edebiyat olarak adlandırılmaktadır. Muhtevasını bir taraftan milliyetçi düşüncenin

kavramlar ve idealler dünyası, diğer taraftan halin çıkmazlarına ortak geçmişten

çözüm arayışları oluşturmakta, bütün bunlar edebî geçmişin estetik değerleri

arasında bir ayıklamaya gidilerek asıl millete özgü olan şekil ve dille ifade

44 Kâzım Yetiş, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, Nr .8, İstanbul 1999, s. 270-271. 45 Bu konudaki tartışmalar için bkz: Bilge Ercilasun, II. Meşrutiyet Döneminde Tenkit I: Türkçü Tenkit.

19

edilmektedir. Bunlar Millî Edebiyatın konu, şekil ve dil konusunda birtakım

tercihlerinin de bulunduğunu göstermektedir.”46

Millî Edebiyat dönemi edebiyat tarihimizde dil, vezin, muhtevada taklitten

kaçınıp millî kaynaklara dönmek, yerli ve millî bir edebiyat yaratmak konusunda

önemli tartışmaların yapıldığı, edebiyatımızın âdeta kabuk değiştirdiği ve bu

imkânlar dahilinde yeni bir edebiyatın yaratıldığı dönemdir. Tanzimat’tan beri dilde

sadeleşme ve edebiyatta millîleşme konusunda arzu edilen pek çok gelişme bu

dönemde gerçekleşmiştir.

Millî Edebiyat dönemi sanatçıları olarak edebiyat tarihlerinde genellikle

aşağıdaki isimlere yer verilir:

Şiir alanında: Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı,

Mehmet Âkif Ersoy, Midhat Cemal Kuntay, Ali Canib Yöntem, Halit Fahri Ozansoy,

Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel,

Necip Fazıl Kısakürek, Şükûfe Nihal, İhsan Raif.

Roman ve Hikâyede: Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Halide Edib Adıvar,

Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Aka

Gündüz.

Mizah ve Hicivde: Neyzen Tevfik, Halil Nihad Boztepe, İhsan Hamamî,

Hüseyin Rıfat Işıl.

Tiyatroda: İbnürrefik Ahmed Nuri Sekizinci, Musahipzâde Celâl, Aka Gündüz,

Reşat Nuri Güntekin.

Edebiyat Tarihinde: Mehmet Fuat Köprülü.

Edebî Tenkitte: Ömer Seyfettin, Ali Canib Yöntem, Hamdullah Suphi

Tanrıöver, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Raif Necdet gibi isimleri sayabiliriz.

46 Hülya Argunşah, “Milli Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-2000), s. 173.

20

II. BÖLÜM

MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU

II.1. MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU ADLI ESERİN İNCELENMESİ

Nüzhet Haşim 1918 yılında kaleme aldığı Millî Edebiyat’a Doğru adlı eserinin

giriş mahiyeti taşıyan “Tarihimsi Bir Taslak” bölümünde Millî Edebiyat dönemini

genel hatlarıyla özetlemiş, bu edebiyatın oluşum süreci üzerinde durmuş, dönemin

siyasî olaylarına özellikle de Balkanlar’daki gelişmelere kısaca değinmiştir. Yazar

daha sonra; Mehmet Emin’in “Cenge Giderken” adlı şiirinin Millî Edebiyat’ın

başlaması hususunda taşıdığı önem, Rıza Tevfik ve Ömer Naci arasında cereyan

eden hece-aruz tartışması, Millî Edebiyat’a yöneltilen eleştiriler, özellikle gençlerin

hece vezni konusundaki tereddütleri, bu akımın genişlemesinde en önemli etkiye

sahip olan Genç Kalemler dergisi, bu dergi etrafında birleşen Ali Canib, Ömer

Seyfettin, Ziya Gökalp üçlüsünün çabaları, Genç Kalemler dergisinde harekete

katkıları, dil hakkındaki düşünceleri üzerinde durur. “Yeni Lisan” hareketi ve

yazarların “Yeni Lisan”la dilde yapmak istediklerini maddeler hâlinde sıralar.

Dönem ana hatlarıyla çizildikten sonra Millî Edebiyat’a katılan şairler üzerinde

durulur. Nüzhet Haşim, şairlerin öncelikle hayatları hakkında kısa bilgiler verir.

Burada şairlerin doğum yerleri, doğum tarihleri, eğitim gördükleri okullar, ders

aldıkları hocalar, öğrendikleri yabancı diller, varsa kullandıkları takma isimler,

yazılarının yayımlandığı dergiler, nerelerde hangi görevlerde bulundukları ve eserin

yazıldığı dönemde hangi işle meşgul oldukları üzerinde durur. Kısa bir özgeçmişten

sonra her yazarın fiziksel ve ruhsal yapısı betimlenir. Yazarların tanıtıldığı bu

bölümde her yazarın karikatürize edilmiş birer küçük resmi de bulunmaktadır.

Nüzhet Haşim, ardından şairlerin eserleri üzerinde durur. Eserlerini yayın

tarihine göre sıralar. O dönem için henüz kitap hâlinde basılmamış şiirlerin hangi

dergilerde yayımlandıkları hakkında bilgi verir. Eserin kaleme alındığı tarihte şiirleri

dergilerde yayımlanan pek çok şairin, daha sonra bu şiirlerini kitap hâlinde

yayımladığı görülmektedir. Şairlerin eserlerinden sonra, “Edebiyatımızda Mevkii”

kısmında Nüzhet Haşim, edebiyatımızdaki yerleri, edebiyata bakış açıları, dilleri,

kullandıkları vezinler, etkilendikleri şahıs ve akımlar, varsa edebiyatımıza katkıları

ve ses getirmiş şiirleri hakkında bilgi verir. En çok üzerinde durduğu husus vezin ve

dil konusudur.

21

Nüzhet Haşim eserinde yazarlarda gördüğü eksik noktalar üzerinde tenkitler de

yapar. Divan şiirinden kopup kopamadıkları, sade dil ve hece vezni konusundaki

tavırları, hangi vezne daha çok hâkim oldukları konuları önemle üzerinde durulan

meselelerdir. Yazarları başarılı, başarısız ve ümit vaat eden yazarlar olarak üçe ayırır.

Nüzhet Haşim her şair hakkında şahsî görüşlerini dile getirdikten sonra, varsa

dönemin önde gelen isimlerinin onlar hakkındaki görüşlerine de yer vermiştir. Son

olarak Nüzhet Haşim, yazarların şiirlerinden yaptığı seçmelerle antolojisini

tamamlar. Nüzhet Haşim bu eserini şairlere ayırmış, ikinci kitap olarak da nesir

kısmını hazırlayacağını söylemiştir. Ancak araştırmalarımız sonunda eserin nesir

kısmının yazılmadığını tespit ettik.

Nüzhet Haşim, “Tarihimsi Bir Taslak” başlığı altında Millî Edebiyatın kısa bir

panoramasını çizmiştir. Nüzhet Haşim Millî Edebiyatın habercisi olarak Mehmet

Emin Yurdakul’u görür. Servet-i Fünûn edebiyatının devam ettiği bir dönemde

Mehmet Emin’in 1897 Yunan Harbi için Asır gazetesinde yazmış olduğu “Cenge

Giderken” adlı şiiri o döneme kadarki hiçbir edebiyat akımına dahil edilemeyecek bir

şiirdir. Genç yazar ve şairler Tevfik Fikret, Halit Ziya, Cenab Şahabeddin ve Mehmet

Rauf gibi Servet-i Fünûn sanatçılarının izinden giderken; o, farklı bir tarzı

benimsemiştir.

Mehmet Emin Bey bu tarz şiirlerini yayımlamayı Asır gazetesinin dışında,

1905 yılında Selânik’te yayın hayatına başlayan Çocuk Bahçesi adlı dergide de

devam ettirir. Emin Bey’in Çocuk Bahçesi’nde yazdığı şiirlerden sonra bu şiirlere

tepki olarak o dönemde Selânik’te bulunan Ömer Naci Bey “Evzân-ı Şiiriyyemize

Dair” adlı bir makale yazar. Burada hece vezninin yetersizliğinden bahseder. Bu

sırada İstanbul’da bulunan Rıza Tevfik’in Naci Bey’in makalesine cevap olarak

yazmış olduğu mektup Çocuk Bahçesi’nde yayımlanır. Bu cevaptan sonra Ömer

Naci ile Rıza Tevfik arasında bir tartışma başlar.

Rıza Tevfik Mehmet Emin Bey’i, hece veznini ve faydacı bir edebiyatın

savunuculuğunu yaparken; Ömer Naci Bey de aruzun ve “sanat için sanat”

felsefesinin savunuculuğunu yapar. Ömer Naci Bey Spencer’ı örnek göstererek:

“Sanatla edebiyatın, beşerin haz ve elemine tercüman olmaktan başka bir

vazifesi olmadığını, tezeyyün hissinin pek tabiî ve zarurî bir beşerî meyl olduğunu;

sanatın, yalnız sanat için olacağını tekrar eder.”47

47 Nüzhet Haşim, Millî Edebiyat’a Doğru, Cemiyet Kütüphanesi, İstanbul 1918, s. 8.

22

Tartışmaya daha sonra Hüseyin Cahit Bey de Ömer Naci Bey’in safında katılır.

Nüzhet Haşim bu tartışmada, Rıza Tevfik’in meseleyi gerektiği noktadan

açıklayamadığını düşünür. Gençlerin bu tarza ilgi göstermemesini de iki nedene

bağlar: Bunlardan ilki Servet-i Fünûn yazar ve şairlerinin Avrupaî bir edebiyat tarzı

oluşturmaya çalışmaları ve bu çalışmaların gençleri etkilemesi, ikincisi de Emin

Bey’in şiirlerinin lirizmden yoksun oluşu, sanatın asıl gayesinden uzak durması ve

Rıza Tevfik’in yanlış savunmalarıdır.

1908 İnkılâbına kadar yalnız kalan ve “Osmanlıyız” diyen Türk unsuru

Osmanlı bünyesindeki kavimlerin imparatorluktan ayrılmak için giriştikleri

mücadeleler sonucunda artık, “Biz de Türküz” demek mecburiyetinde kalmıştır.

Türkçülük cereyanının başlamasında ve büyük bir inkişaf göstermesinde Genç

Kalemler dergisinin büyük katkıları olmuştur. Nüzhet Haşim, eserinde Millî

Edebiyat’ın oluşumundan bahsederken Genç Kalemler dergisi üzerinde fazlaca

durur. İşe; Genç Kalemler dergisi etrafında birleşen Ali Canib, Ömer Seyfettin ve

Ziya Gökalp üçlüsünün nasıl bir araya geldikleri ile başlar.

İlk yakınlaşma Ali Canib ile Ömer Seyfettin arasında olur. Ömer Seyfettin’in

Kadın’da Perviz imzasıyla Catulle Méndes’ten yapmış olduğu tercüme büyük

eleştiri alır. Bunun üzerine Ali Canib Bahçe’de hiç tanımadığı halde Ömer

Seyfettin’in savunuculuğunu yapar. Böylece aralarındaki arkadaşlık da başlamış olur.

Ardından bu ikiliye Ziya Gökalp katılır. Bundan sonra güçlü bir yazar heyetiyle

önceleri Hüsün ve Şiir olarak çıkan dergi, adı Genç Kalemler olarak değiştirilerek

yayın hayatına başlar.

Müdürlüğünü Ali Canib’in üstlendiği derginin ilk sayısının başmakalesi Ömer

Seyfettin’den gelir. “Yeni Lisan” adı altında yazılan ilk yazıyı daha sonra aynı başlık

altında yazılan seri makaleler takip eder. Bu makalelerde üzerinde durulan konular;

dilimizin ve edebiyatımızın tabiî olmayışı ve bu durumun giderilmesi için de bir an

evvel dilimizdeki yabancı kelime ve kuralların ayıklanmasının gerekliliğidir.

Bundan sonra dilde sadeleşme çalışmaları hız kazanır ve pek çok yazar ve şair

tarafından bu kurallar tatbik edilir. Bu sadeleşmeyi eserlerine ilk uygulayanlar da

“Yeni Lisan” hareketinin mimarları olur. Ali Canib gayr-i tabiî lisanı terk eder, Ömer

Seyfettin de konuştuğu terkipsiz lisanla yazmaya başlar. Tabiî, bu hareketin

taraftarları kadar aleyhtarları da olur. Nüzhet Haşim de ilk zamanlar bu hareketin

karşısında olduğunu hatta Muhit-i Mesai dergisinde bu konu hakkında bir yazı

yazdığını söyler. Bu durumu da hareketin tam olarak anlaşılamamasına bağlar.

23

Nüzhet Haşim’in yanı sıra önceleri “Yeni Lisan”a Mehmet Fuat, Yakup Kadri,

Cenab Şahabeddin, Süleyman Nazif gibi sanatçılar da karşı çıkmışlar, daha sonra bu

akım içinde yerlerini almışlardır. Genç Kalemler dergisinin kapatılmasından sonra

buradaki gençler Selânik’ten İstanbul’a gelirler ve “Türk Yurdu Derneği” etrafında

toplanmaya devam ederler.

Nüzhet Haşim’e göre “Yeni Lisan” hareketi “bediiyat” ve “lisaniyat”

noktalarından halledilmiş, vezin meselesi bir süre daha askıda kalmıştır. Yazar, bu

belirsizliği de hece veznindeki ahenk ve zevk eksikliğinin gençleri korkutmasına

bağlar. Bunun yanı sıra hece vezninin er ya da geç, edebiyatımızın hakikî nazım aleti

olacağına inanır.

Millî Edebiyat, oluşumunu tamamlarken hecenin kullanımı dışında bir başka

sorun da Millî Edebiyat adı altında Halk Edebiyatı yapılması olur. Bunun üzerine Ali

Canib Türk Yurdu’nda yazdığı makalelerle Yeni Lisancıların maksatlarını izah eder

ve konuya açıklık getirir: “Edebiyat, halk için değildir; halka doğru bir mahiyeti

hâizdir. “İbtidâî” (Original) edebiyatın (séve populaire)’e malik olması iddiasını,

halka öğüt vermek mânâsına telâkki etmemelidir. Millî Edebiyat demek,

mevzuundan bünyesine kadar her şeyi, halkın ruhunda yaşayan Türk ruhiyat ve

lisanından alan yüksek bir edebiyat demektir.”48

Nüzhet Haşim Millî Edebiyat’ın oluşumu üzerinde kısaca durduktan sonra bu

dönemin önde gelen şairleri hakkında tek tek bilgi verir. Biz burada antolojiye

alınan şahısların edebî kişiliği konusunda Nüzhet Haşim’in söyledikleri üzerinde

duracağız. Burada zikredilen şahısların edebî hayatları devam etmiş, bir kısmı asıl

edebî şahsiyetini daha sonra kazanmıştır. Bu sebeple Nüzhet Haşim’in

değerlendirmeleri, şairlerin o güne kadarki yazdığı eserlere dayanmakta ve kısa

tespitler hâlinde okuyucuya verilmektedir.

Mehmet Emin [Yurdakul]: Nüzhet Haşim Mehmet Emin’i nev’i şahsına

münhasır bir şair olarak görür. O, ne Tanzimat’a kadar gelmiş olan Şark

edebiyatının, ne de Tanzimat’la başlayan Garp edebiyatının tesiri altında kalmıştır.

Edebiyat dünyasında “Cenge Giderken” adlı şiiriyle ses getirmiştir. Yazara göre

Mehmet Emin, Türk Edebiyatında kendi milliyetini ilân eden ilk zâttır.

48 Nüzhet Haşim, Millî Edebiyat’a Doğru, Cemiyet Kütüphanesi, İstanbul 1918, s. 17-18.

24

Mehmet Emin’in Türkçülük cereyanına kadar yazmış olduğu şiirlerde Fikret’te

bulunan zavallılar şairliğinin izleri görülür. Mehmet Emin daha sonra Türkçülük

fikriyle Anadolu sınırlarını aşan şiirler yazmıştır. Nüzhet Haşim her ne kadar ona,

şiirde millî dahi unvanını vermese de bu unvana en yakın şair olarak onu gördüğü

açıktır. Ona göre Mehmet Emin “hem iyilik için sanat” hem de “millet için sanat”

yapmaya çalışmıştır.

Nüzhet Haşim, şairin şiirlerinde şekle itina etmediğini, kullanımdan düşmüş

kelimeleri, bozuk kafiyeleriyle şekil itibarıyla kusurlarının bulunduğunu söylese de

Mehmet Emin’in savunuculuğunu yapmaktan da kendini alıkoyamaz. Mehmet

Emin’in süslü bir sanat yapmak gibi bir gayesinin bulunmadığını, bu bakımdan da

eleştiri yapmaya hakkımızın olmadığını söyler. Nüzhet Haşim Mehmet Emin’in

“Cenge Giderken, Yolcu, Şehit yahut Osman’ın Yüreği, Bırak Beni Haykırayım,

Nifak, Ey Türk Uyan, Petersburg’a” adlı şiirlerini antolojisine almıştır.

Rıza Tevfik [Bölükbaşı]: Yazara göre Rıza Tevfik’in ruhunda derin bir şairlik

vardır. “Fecr-i Evvelîn” manzumesi edebiyatımızda eşine az rastlanan felsefî

manzumelerdendir. Buna rağmen Nüzhet Haşim şairin dilini çok karışık bulur.

Rıza Tevfik, hece veznini kabul etmesine rağmen “Yeni Lisan” hareketinin aleyhinde

bulunmuş; terkipli, süslü bir üslûpla yazmıştır. Sadece Mehmet Emin Bey tarzında

yazmış olduğu “Selma Sen de Unut Yavrum!” gibi birkaç manzumesi açık bir

dilledir. Nüzhet Haşim Rıza Tevfik’in özellikle son dönemlerinde yazdığı Tekke

Edebiyatı nazirelerine karşı değildir. Fakat yeni tarzda yazmış olduğu şiirlerinde

yabancı kuralları kullanmasına karşı çıkar. Nüzhet Haşim’e göre Rıza Tevfik,

edebiyat tarihimizde saf Türkçe için çalışmış bir şair olarak değil de, Tekke

Edebiyatı’nı başarıyla taklit ve tekrar eden bir şair olarak hatırlanacaktır. Yazar, Rıza

Tevfik’in “Selma! Sen de Unut Yavrum!, Edib-i Sâhib-Meslek Emin Bey’e, Divan,

Akşam Garipliği, Nefes” şiirlerini eseri için seçmiştir.

İhsan Raif Hanım: Nüzhet Haşim İhsan Râif Hanım’ı hece vezniyle yazmış

ilk şairemiz olarak kabul eder. Fakat gerek maharet, gerekse his bakımından onu pek

orijinal bulmaz. İhsan Raif Hanım’ın “Gözyaşları” adlı eserinde zarif manzumelere

rastlanmakla birlikte bunlar mükemmeli yakalamış şiirlerden değildir. İhsan Raif

Hanım, Rıza Tevfik Bey’i takip etmiş fakat “Tekke Edebiyatı” tarzında onun kadar

başarı gösterememiştir. Nüzhet Haşim, Rıza Tevfik’in bu başarısını âşıklar arasında

ve tekkelerde geçirdiği dönemlere bağlar. Buna rağmen İhsan Raif’in millî vezinle

yazan ilk şairemiz olması sebebiyle, ona ayrı bir yer verir.

25

İhsan Raif Hanım Millî Edebiyat’a yönelmişse de lisan konusunda Rıza Tevfik

Bey gibi Arapça, Acemce terkip ve klişelerden tam olarak kurtulamamıştır.

Antolojide İhsan Raif Hanım’ın “Yolcu, Akgül Esma, Hicran, Genç Günler” adlı

şiirlerine yer verilmiştir.

Ziya Gökalp: Ziya Gökalp ülkemizde Türkçülüğü ilmî ve felsefî noktalardan

araştıran ve Türkçülüğün teorisini yapan ilk kişidir. Durkheim’ın sosyoloji usulünü

kabul eden ve ülkemizde uygulayan yine Ziya Gökalp olmuştur.

Nüzhet Haşim’e göre Ziya Gökalp “Türkçülük için sanat” yapmış bir

şairimizdir. Türkçülüğün gelişmesine büyük hizmetleri dokunmuş, “Tevfik Sedat,

Demirtaş, Gökalp” isimleriyle felsefî makaleler ve millî duyguları ön plana çıkaran

şiirler yazmıştır. Onun şiirlerinde ilk bakışta güzel görünmeyen, fakat insanın içine

işleyen ince duygular vardır. Bu ince duygulara erişebilmek ve şiirlerinden zevk

alabilmek için onun fikir dünyası hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerekmektedir.

Ziya Gökalp’i önemli kılan özelliklerden biri de Türk esatirini şiirimizde ilk defa

ortaya koymasıdır. Ziya Gökalp’e göre orijinal ve millî bir edebiyat vücuda getirmek

için öncelikle Türk ruhunu meçhuliyet perdeleri altından çıkarmak, sonra da Avrupa

tekniğini Yunan edebiyatından başlayarak incelemek gerekir. “Turan, Ala Geyik,

Durma Vur!, Hayat Yolunda, Türk’e Göre Vazife” yazarın Ziya Gökalp’ten seçtiği

şiirlerdir.

Ali Canib [Yöntem]: Nüzhet Haşim, Ali Canib’in edebiyata Fecr-i Âti

zümresiyle başladığını fakat asıl şöhretini “Yeni Lisan” hareketiyle Millî Edebiyat

içinde kazandığını söyler. Fecr-i Âti zümresinin onun şiirlerini beğenmediğini, onu

beğenenlerin de edebiyatla sadece okuyucu olarak ilgilenen bir kesim olduğunu

belirtir. Bunun yanında Martin Hartman, Otto Hartman gibi müsteşriklerin de Ali

Canib’i biraz abartılı olarak takdir ettiklerini ileri sürer. Kendisine gelince Ali

Canib’i çok beğendiğini, fakat yakın arkadaşı olduğu için taraf tutma endişesiyle

müdafaasını yapmayacağını söyler. Gerek şiirlerinde, gerekse makalelerinde

Canib’in ihtiras ve heyecanı dikkat çekicidir. Bu yüzden Canib’e dogmatizm isnad

edenler vardır. Ali Canib, imanı ve kanaati sayesinde “Yeni Lisan”ı eleştirenlerin

karşısında durmuş ve onlara karşı galip gelmeyi başarmıştır. Ali Canib “hayat için

sanat” yapmış ve bu edebiyat anlayışını şu sözlerle özetlemiştir: “Yaşayan muhit,

yaşanan şe’niyet, eserinde sezilmeyen sanatkâr, kıymetinden çok şey kaybeder.”49

49 Nüzhet Haşim, Millî Edebiyat’a Doğru, Cemiyet Kütüphanesi, İstanbul 1918, s. 72.

26

Ali Canib, Millî Edebiyatı ve fikirlerini heyecanla savunmuş ve bu fikirlerin

arkasında durmuştur. Bu bakımdan Nüzhet Haşim onun isminin edebiyatımızda her

zaman hatırlanacağından emindir. Antolojide Ali Canib’in “Şarkın Ufukları, Kış

Duası, Eylülün Denizi, İstanbul’un Gurubu, Mandolin” şiirlerine yer verilmiştir.

Celâl Sahir [Erozan]: Nüzhet Haşim, Türk edebiyat tarihi içerisinde yeniliğe

ve değişime en açık şair olarak Celâl Sahir Bey’i görür. Celâl Sahir Bey Servet-i

Fünûn, ardından Fecr-i Âti zümresine intisab etmiş; “Yeni Lisan”la yazdığı “Cünûn”

adlı şiiri Genç Kalemler dergisinde yayımlanmıştır. Bu sırada “Yeni Lisan”a itiraz

edenlere karşı Hak gazetesinde yazdığı makalelerle bu hareketin savunuculuğunu

yapmıştır. Celâl Sahir hece veznini ilk kabul eden şairler arasındadır. Yazara göre

Mehmet Emin’in ifade tarzından kurtulamamış olmasına ve şiirde bazı başarısızlıklar

göstermesine rağmen Celâl Sahir Bey, hece veznine farklı bir ahenk vermeye

çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Şairle ilgili dikkat çeken bir başka nokta

Servet-i Fünûn’un aşk ve kadın şairi hüviyetinden kurtulup, Turan mefkûresinin

heyecanına katılmasıdır. Nüzhet Haşim bu yeni cereyana kayıtsız kalmadığı için onu

takdir eder ve antolojisinde şairin “İsmail Gasprinski’nin Ruhuna, Kafkas Türküsü,

Buhran” adlı şiirlerine yer verir.

Ömer Seyfettin: Ömer Seyfettin de Ali Canib gibi “Yeni Lisan” hareketiyle

şöhret bulmuştur. “Yeni Lisan” hareketi uğruna canla başla çalışmış, özellikle

yazmış olduğu hikâyeleriyle dikkati çekmiş ve Türkçe’nin umumîleşmesinde önemli

hizmetleri dokunmuştur. Ömer Seyfettin son dönem hikâyecileri arasında eşi benzeri

olmayan bir yazardır, fakat şiirde aynı derecede başarılı değildir. Ömer Seyfettin’in

şiirlerinin lirizmden yoksun oluşu, felsefî, zihnî ve nesre yakın manzumeler meydana

getirmesi, konularının fikrî oluşu bu başarısızlıkta etkilidir. Bunun yanı sıra Türk

Yurdu ve Türk Sözü’nde neşredilen bazı şiirleri millî duyguları ifade etmesi

bakımından kuvvetlidir. “Fecir, Nişanlı” Nüzhet Haşim’in Ömer Seyfettin’den

seçtiği şiirlerdir.

Kâzım Nâmi [Duru]: Kâzım Nâmi Bey şiirlerini güzellik iddiasından çok

vatanî, millî bir gaye gözeterek yazmıştır. “Yeni Lisan” hareketine katılmış, buradaki

çalışmaları ve gayretiyle dikkat çekmiştir. Daha çok terbiye meseleleri ile

ilgilenmiştir. Nüzhet Haşim’e göre Kâzım Nâmi Bey’in edebiyatımızda özel bir yeri

olmasa da araştırmacı yönüyle sosyoloji, terbiye, kadın meselesi gibi konularda

hizmetleri olmuştur. Eserde Kâzım Nâmi Bey’in sadece “Tosun Onbaşı’nın

Destanı’ndan” şiirine yer verilmiştir.

27

Âkil Koyuncu: Âkil Koyuncu Bey, herkesin Tevfik Fikret tarzında yazmaya

heves ettiği bir dönemde millî vezin ve millî lisanla yazmıştır. Onun Emin Bey’in

tarzına heves etmesini ve onun tarzında şiirler kaleme almasını Nüzhet Haşim takdire

şâyân bulur. Bunun yanı sıra lisanı kuvvetli olmasına rağmen şiirlerinde lirizm

yoktur, daha çok zihnî bir hava sezilir. Basın hayatına önemli tesirleri olmuştur. İlk

defa günlük gazetelerde sade, güzel, terkipsiz Türkçe’yi kullanan Âkil Koyuncu

olmuştur. “Dilenciler, Şehit Nişanlısı” Âkil Koyuncu’nun antolojide yer alan iki

şiiridir.

Rasim Haşmet: Nüzhet Haşim’e göre Rasim Haşmet pek dikkat çeken bir

edebî şahsiyet değildir. Mehmet Emin tarzında şiirler kaleme almaya çalışmıştır.

“Yeni Lisan” hareketini benimsemiş, fakat aruz veznini de tamamen bırakamamıştır.

Aruzu kusurlu kullandığı gibi hece veznine de bir yenilik getirememiştir.

Manzumelerini “Yeni Lisan”la yazmakla beraber makalelerinde terkipli lisanı

muhafaza etmekten kendini alıkoyamamıştır. Rus edebiyatından Tolstoy’u okumuş,

demokrasi ve sosyolojiye ilgi duymuştur. “İrade, Kızıma” şiirleriyle antolojideki

yerini almıştır.

Mehmet Fuat [Köprülü]: Mehmet Fuat, çok fazla okuyup yazması yönüyle

döneminin gençleri arasında ayrı bir yere sahiptir. Mehmet Fuat, Fecr-i Âti edebiyat

zümresine dahil olmuş, burada Ahmet Haşim tarzında şiirler yazmanın yanında

felsefî, ilmî makaleler de kaleme almıştır. “Yeni Lisan” hareketinin başladığı

dönemde Servet-i Fünûn’da yazdığı makalelerle bu hareketin karşısında bulunan

Mehmet Fuat Bey, daha sonra Türk Yurdu yazar heyetine katılır. Bundan sonra

başarılı çalışmalarıyla Türk tarihinin kaynaklarını ve köklerini incelemeye başlar.

Nüzhet Haşim, Mehmet Fuat’ın hece vezniyle yazdığı şiirlerinde bir yenilik

olmadığını, Mehmet Emin ve Tekke Edebiyatı tarzından etkilendiğini belirtir. Yeni

Mecmua’da yayımladığı şiirlerinde de Ziya Gökalp’in efsanevî, esatirî parçalarına

benzer şiirler yazmıştır. Nüzhet Haşim Mehmet Fuat’ı şair olarak beğenir. Aruzla

yazdığı şiirlerinin dikkat çekici olduğunu söyler. Fakat edebiyatımızdaki mevkiinin

inceleme sahasında olduğunu ve gelecekte de Türk Edebiyatı tarihçisi olarak

hatırlanacağını belirtir. Eserde Köprülü’nün, “Meriç Türküsü, Ortaç Yolcuları,

Akıncı Türküleri” adlı şiirleri yer almaktadır.

28

Ali Ulvi [Elöve]: Ali Ulvi Bey şöhret kazanmış bir şair değildir. Bizde çocuk

edebiyatı için ilk çalışanlardan biri olması bakımından önemlidir. Şiirlerini de bu

tarzda yazmıştır. Nazım lisanı kuvvetli değildir, kafiyeleri de bazen zayıftır.

Antolojide Ali Ulvi’nin “Pınar Başı” adlı şiirine yer verilmiştir.

M. Nermi [Uygur]: M. Nermi Bey Millî Edebiyat cereyanının içinde yer

almış, sosyoloji ve felsefe ile meşgul olmuş, fikirlerini Genç Kalemler dergisinde

neşretmiştir. M. Nermi şiiri kendisine meslek edinmemiştir. Şiirleri dikkat çekici

olmamasına rağmen, Nüzhet Haşim’e göre güzeldir. Antolojide “Alan Goya” adlı

esatirî şiirine yer verilmiştir.

Fazıl Ahmet [Aykaç]: Fazıl Ahmet Bey Millî Edebiyat taraftarı bir şairdir.

Onun en önemli özelliği bütün yazarların üslûplarını mizahî bir şekilde taklit etmiş

olmasıdır. Felsefe ile de meşgul olan Fazıl Bey Terbiyeye Dair adlı eserini bu tarzda

oluşturmuştur. Ciddî denebilecek hiçbir şiiri yayımlanmamış olan Fazıl Ahmet Bey’i

Nüzhet Haşim, edebiyatımızın yaramaz bir alaycısı olarak görür. Eserinde Fazıl

Ahmet’in “Yazın, Velinimete ve Haltnâme” adlı şiirlerine yer verir.

İbrahim Alâattin [Gövsa]: İbrahim Alâattin Bey Fecr-i Âti zümresine resmen

katılmamakla birlikte, zümre şairleriyle iletişim içinde olmuş ve yazdığı şiirleri

Servet-i Fünûn dergisinde yayımlamıştır. İbrahim Alâattin Bey de Ali Ulvi Bey gibi

çocuk edebiyatına yönelen ilk şairlerdendir. Aruzla yazarken sonradan hece veznini

kabul etmesine rağmen, terkipli lisanı bırakmamıştır. Güzel ve kuvvetli şiirler de

yazmış olan İbrahim Alâattin’in şiirlerine genel olarak bakıldığında lirizm yoktur.

İbrahim Alâattin, terbiye ile meşgul olmuş, bu konuyla ilgili makaleler

yazmıştır. İbrahim Alâattin’in Çocuk Şiirleri ve Güft ü gû adında iki şiir kitabı

yayımlanmıştır. “Yıldızlar ve Gurbet Denizi” şairin antolojiye seçilen iki şiiridir.

Yusuf Ziya [Ortaç]: Yusuf Ziya hece veznine farklı bir üslûp veren

sanatçıların başında gelir. Hece vezniyle yazdığı “Gecenin Hamamı” adlı şiiriyle

dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu şiir hece vezniyle güzel şiirler yazılabileceğine bir

örnek kabul edilmiştir. Nüzhet Haşim, Yusuf Ziya’nın dilini kuvvetli, kafiyelerini

zengin ve hayallerini güzel bulur. Şairde eksik olan tasvir gücünün de zamanla

gelişeceğine inanır. Bazı dengesizlikleri olmasa Millî Edebiyatın en büyük

şairlerinden biri olacağını söyler.

29

Yusuf Ziya savaş temalı şiirlerini Akından Akına ve Cenk Ufukları adlı

kitaplarda toplamıştır. “Gecenin Hamamı, Akından Akına, Kadın Aşkı, Gelmeyen

Bahar” şairin antolojiye seçilen şiirleridir.

Orhan Seyfi [Orhon]: Orhan Seyfi; Yusuf Ziya, Enis Behiç gibi hece veznini

ilk defa etkili bir şekilde kullanan şairler arasındadır. Şiirlerinde lirizmin etkisi

fazlaca sezilir ve bunlar şairin ne derece hassas bir kalbe sahip olduğunu hissettirir.

Fakat Orhan Seyfi Bey, üretken bir şair değildir. “Saçlar” adlı manzumesi eski-yeni

tüm edebiyatçılar tarafından beğenilmiştir. “Saçlar, Gözlerde Seyahat, Bütün

Güzellere” adlı şiirleri yazarın eseri için seçtiği şiirlerdir.

Enis Behiç [Koryürek]: Enis Behiç sade ve güzel bir Türkçe ile yazan, Emin

Bey’in üslûp ve tarzından ayrılarak bu vezne farklı bir ahenk ve zarafet veren bir

sanatçıdır. Nüzhet Haşim’e göre devrinin dikkat çeken gençleri arasındadır. Epik şiir

türüne kendi şahsî damgasını vurmuş ve güzel örnekler vermiştir. Fakat bu şair de

Orhan Seyfi Bey gibi pek üretken değildir. Yazar, Enis Behiç’in “Gemiciler” adlı

şiirine yer vermiştir.

Hakkı Süha [Gezgin]: Hakkı Süha Bey edebiyat hayatına “Yeni Lisan”la

başlamış, terkipli ifadelerden uzak kalmıştır. Hece vezniyle yazdığı “Cengiz Han”

adlı şiirinde çoğu çağdaşının aksine tok bir ifade kullanmıştır. Ancak şiirleri

lirizmden yoksun değildir. Şiirin teknik kısmında acemilikleri vardır. Antolojide,

şairin “Yıldızlar Önünde” adlı şiirine yer verilmiştir.

İdris Sabih [Türkkan]: Duygusal bir şair olan İdris Sabih Bey kardeşine

yazdığı bir mersiye ile tanınmıştır. Fakat edebiyatın merkezi durumundaki

İstanbul’dan uzakta bulunuşu, onu Millî Edebiyat hareketini takipten mahrum

bırakmıştır. “Öksüz Akşam” şiiriyle antolojide yer almıştır.

Halit Fahri [Ozansoy]: Halit Fahri Bey aruzdaki başarısı, kafiyelerinin

zenginliği ile dikkat çeken romantik bir şairdir. Yeni Mecmua’da hece vezniyle de

şiirler yazmıştır. Şiirlerinde Hint’ten ve Çin’den bahsederek egzotizm yapmak

istemiştir. Son şiirlerinde realizme doğru bir temayül hissedilmektedir. Hece veznini

de kullanan şair, aruzdaki başarısını henüz hece vezninde gösterememiştir. Yazar,

şairin “Neşe mi? Elem mi?, Dervişin Sözü” şiirlerini eseri için seçmiştir.

Yahya Kemal [Beyatlı]: Yahya Kemal edebiyat dünyasını ikiye bölmüştür. Bir

kısım edebiyatçılar Yahya Kemal’in basılmış bir eseri olmadığından aleyhinde

bulunmuşlar, bir kısmı da okudukları beyitler ve mısralarla onu başarılı bir şair

olarak görmüşlerdir.

30

Nüzhet Haşim de edebiyat âleminde her ortamda kendisinden söz ettirebilen bir

şair olması bakımından Yahya Kemal’i usta bir şair ve “edebî bir hâdise” olarak

görür. Nüzhet Haşim’e göre, Fransız edebiyatı ve eski Yunan edebiyatına vâkıf oluşu

onun değerini gösteren en önemli delillerdendir.

Salih Zeki [Genç]: Salih Zeki sanatı kendisine ülkü edinmiş bir şairdir.

Samimî ifade tarzıyla dikkat çeker. Nüzhet Haşim’in gelecekte başarılı manzumeler

beklediği isimlerden biridir. “Aldanış” şiirine antolojide yer verilmiştir.

Hasan Zeki [Süzen]: Hasan Zeki hece vezniyle şiirler yazmıştır, şiirleri dil ve

şiir tekniği bakımından kusurludur. Nüzhet Haşim, şairin “Yüksek Tepelerde” adlı

şiirini antolojisi için seçmiştir.

Faruk Nafiz [Çamlıbel]: Nüzhet Haşim, Faruk Nafiz Bey’i Yusuf Ziya ve

Yahya Kemal ile mukayese eder. Hece vezniyle yazan Faruk Nafiz’in şiirlerini, dili

dışında Yusuf Ziya’nın şiirlerine göre daha lirik ve derin bulur.

Faruk Nafiz’in bir naziresini de Yahya Kemal’in şiirlerinden her bakımdan

üstün görür. Ama Nüzhet Haşim’e göre nazire yazmakta hiçbir orijinallik, üretkenlik

yoktur. Bu bakımdan yazar, bu genç şairden yenilikçi eserler beklemektedir.

“Münzevi” şiirini eserine almıştır.

Tevfik Fikret - Süleyman Nazif - Ali Ekrem [Bolayır]: Nüzhet Haşim

antolojisinde son olarak hece vezniyle yazılmış şiirleri bulunması dolayısıyla Tevfik

Fikret, Süleyman Nazif ve Ali Ekrem üçlüsüne yer verir. Tevfik Fikret Şermin’de

şiirlerinin tamamını, Ali Ekrem de Şiir Demeti’nde şiirlerinin çoğunu hece vezniyle

kaleme almıştır. Süleyman Nazîf’in de az da olsa heceyle yazdığı şiirleri

bulunmaktadır. Nüzhet Haşim bu şairlerin önceleri hiç inanmadıkları hece vezniyle

birkaç tane de olsa eserler meydana getirip, hece veznini denemiş olmalarını bile

aruz vezninin öldüğünün ispatı olarak görür. Yazar, Tevfik Fikret’in “Yazın ve

Kışın” şiirlerini, Süleyman Nazif’in “Cenk Türküsü” ve Ali Ekrem’in “Baba Hindi”

şiirlerini antolojisi için seçmiştir.

31

II. 2. METİN: MİLLÎ EDEBİYAT’A DOĞRU

Tarihimsi bir taslak

Fikret ve Halit Ziya, zarif bir salon edebiyatı vücuda getirmek için uğraştıkları

demlerdeydi; nâgehan, bu edebiyat ile hiç alâkası olmayan bir manzume Selânik’te

Asır gazetesinde neşredildi. Bu 1313’te Yunan’a karşı açılan muharebe esnasında ve

o muharebe içindi. “Rüsûmat Emaneti Evrak Müdürü Mehmet Emin” imzasını

taşıyan bu manzume, bir halk şiiriydi.

Cenge Giderken

Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur;

Sinem özüm ateş ile doludur.

İnsan olan vatanının kuludur.

Türk evlâdı evde durmaz, giderim!

Yaradan’ın kitabını kaldırtmam;

Osmancığın bayrağını aldırtmam;

Düşmanımı vatanıma saldırtmam.

Tanrı evi viran olmaz giderim!

Bu topraklar ecdâdımın ocağı

Evim, köyüm hep bu yerin bucağı.

İşte vatan! İşte Tanrı kucağı!

Ana yurdun evlât bozmaz, giderim!

Tanrım şahit, duracağım sözümde;

Milletimin sevgileri özümde;

Vatanımdan başka şey yok gözümde;

Yâr yatağın düşman almaz; giderim!

Ak gömlekle gözyaşımı silerim;

Kara taşla bıçağımı bilerim;

Vatanımçün yücelikler dilerim;

Bu dünyada kimse kalmaz, giderim!

32

Bundan sonra Servet-i Fünûn’un aristokrat sahifeleri arasında bu imza ile bazı

manzumeler okunmaya başladı. Emin Bey, o zaman yapayalnız bulunuyordu. Bütün

gençlik, Fikret ve Halit Ziya’nın “Salon Edebiyatı”na meftundu. Yeni yazmaya

başlayanlar, onların “icaz”ı (Prestige) altında bulunuyor, o tarzda manzumeler,

hikâyeler kaleme alıyordu. Emin Bey’in tarzı bambaşka idi. Şu var ki, “Ken’an” gibi,

“Hasta Çocuk” gibi, “Hasan’ın Gazası” gibi, “Balıkçılar” gibi içtimaî ve mahallî

mevzularda terennümden fâriğ olmayan Fikret’in bu nev’i manzumelerini mevzu

noktasından andıran eserler yazıyordu. Zaten “Cenge Giderken” manzumesi istisna

edilecek olursa, o vakitler Mehmet Emin Bey, bugünkü gibi vatanî parçalar değil,

içtimaî eserler kaleme alıyordu. Daha sarih bir tabirle hep “zavallılığı” terennüm

ediyordu.

Nihayet istibdadın son müthiş devresi, İstanbul’da edebiyat namına bir şey

bırakmamıştı.

1321 senesindeydi ki, Selânik’te Çocuk Bahçesi unvanlı bir risale intişara

başladı. Bu, mini mini bir mecmuacıktı. İlk nüshalarında Necip Necati imzalı, bazen

“hece” vezninde ekseriya da “aruz” vezninde çocuk şiirleri basılıyordu. Sonra

Mehmet Emin Bey birkaç manzume gönderdi. Bu manzumelerin intişarı üzerine,

o zamanlar Selanik’te Piyade Zabiti olarak bulunan Servet-i Fünûn şairlerinden

Ömer Naci Bey, “Evzân-ı Şiiriyyemize Dair” 50 serlevhasıyla bir makale yazdı.

Bunda, hece vezninin kifayetsizliğinden bahsediliyordu.

Derken, İstanbul’dan Doktor Rıza Tefvik Bey, bu makaleye cevap olarak Emin

Bey’e hitap yollu bir mektup gönderdi. Bu da Çocuk Bahçesi’nde çıktı. İşte bunun

üzerine Ömer Naci ile aralarında bir mücadeledir açıldı. Rıza Tevfik Bey, Emin

Bey’i, hece veznini müdafaa ediyor; Naci Bey de “Edebiyat-ı Cedide”nin terennüm

âleti olan aruzun kıymetinden dem vuruyordu. Ancak, Rıza Tevfik Bey biraz aykırı

iddialara başlamıştı.

Emin Bey’in “Yavrumuzu Çoğaltalım” tarzındaki manzumelerini ileri sürerek,

şiirin içtimaî bir âmil olması lâzım geldiğini söylüyor, yavaş yavaş edebiyatı

“menfaat-endiş” bir menzileye indirmek istiyordu. İşte bu hâl, Ömer Naci Bey’e hak

kazandırdı.

50 Bu makale için bkz: Abdullah Uçman, Türk Dilinin Sadeleşmesi ve Hece Vezni Üzerine Bir Münakaşa, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998, s. 45-48.

33

Verdiği cevapta Rıza Tevfik Bey’in ekser makalelerinde pek çok bahsettiği

“Spencer”ı 51 işhâd etti. Sanatla edebiyatın, beşerin haz ve elemine tercüman

olmaktan başka bir vazifesi olmadığını, tezeyyün hissinin pek tabiî ve zarurî bir

beşerî meyl olduğunu söyledi; sanatın, yalnız sanat için olacağını tekrar etti.

Hatırımda öyle kaldı; hatta şöyle bir cümle de yazmıştı:

“Şiir şairin, elifba da köylünün hakkıdır.”

Münakaşa İstanbul’da da ehemmiyetle takip ediliyordu. Hüseyin Cahit Bey

gibi, Edebiyat-ı Cedide’nin müdâfiliği vazifesini deruhte eden bir zat bile Çocuk

Bahçesi’ne bir makale yazmıştı. Bu makale, şiiri haz vermek vazifesinden adeta

tecrit ederek “öğütçü” derekesine indiren Rıza Tevfik Bey’i en zayıf, en can alacak

noktasından yakalıyor, bahsi beri tarafa kazandırıyordu.

Filhakika, Emin Bey’in o zaman yazdığı manzumelerin ekserisi, daha ziyade

“tâlimî” (Didactique) bir mahiyetteydi. Maamafih şu,

Yolcu

– Fırtına var...

– Varsın olsun, kıyametler koparsın;

Sen yolunda bir büyük dev adımıyla ilerle!

Durma, yürü, ayakların yürümekten kabarsın:

Ölümlerden kurtulunur ileriye gitmekle.

Ziyanı yok; sendele, düş, şu geçitten uzaklaş

Atacığın her adımla menziline koş, yaklaş,

Yürü, yürü yarı yolda kalma haydi ileri;

– Oh çığ uçmuş...

– Görüyorum, lâkin bundan ne çıkar?

51 “Herbert Spencer: İngiliz filozof (Derby 1820-Brington 1903): Spencer’in yapıtlarındaki ana düşünce, türdeşten benzeşmeze, belirsizden belirliye, yalından karmaşığa zorunlu bir geçiş yasası gereğince doğal evrim düşüncesidir. Evrensel tözün, bilinmez Güç’ün temel özdeşliği yüzünden, tüm doğa olayları bir dizi oluşturur ve bu dizi içinde, yaratma bakımından ne bir boşluk, ne de bir yer söz konusu edilebilir. Toplum ruhbilimsel biyolojik olaylardan, biyolojik olaylar da fizik ve kozmik olaylardan doğarlar ve artan bir karmaşıklık, üst düzeylerin ortaya çıkmasını açıklamaya yeter. Başlıca yapıtları: The Principles of Psychology (Ruhbilimin İlkeleri, 1855), First Principles (İlk İlkeler, 1862), The Principles of Sociology (Toplumbilimin İlkeleri, 1877-1896).” (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt XXI, İstanbul, tsz, s. 10751.)

34

Sen yolunda bir büyük dev adımıyla ilerle

Durma, yürü insanoğlu ister ise dağ yıkar,

Kayalıklar bir yol olur, bir parçacık emekle!

Bak şu sarp, dik dağ başına, işte ayak izleri!

Bunlar bütün senden önce geçenleri gösterir,

Yürü, yürü artık yeter korkaklığın elverir!...

manzumesi gibi bize azim, irade telkin eden kuvvetli parçalar da mevcuttu. Ne çare,

Rıza Tevfik Bey, meseleyi icap ettiği noktadan teşrih edemiyordu. İddiaları hep

sakattı. Hatta Emin Bey’i bile, bu fena kanaatlerine esir etmiş menfaat-endişliğe

doğru sürüklüyordu. Bu aralık, cidden lirik bir kalbe malik olan doktor da Çocuk

Bahçesi’nde “Selma Sen de Unut Yavrum!” unvanlı güzel bir şiir neşretti. Bu Emin

Bey tarzında yazılmıştı.

İstanbul’da da Selânik’te de yeni yetişmek üzere olan gençlerden hiçbirisi bu

tarza temayül göstermiyordu. Bunun iki sebebi vardı. Biri: Edebiyat-ı Cedide’nin o

zaman pek revaçta oluşu, Fikret ve Cenab gibi şairlerin, Halit Ziya ve Rauf gibi

romancıların Şuayb ve Cahit gibi muharrirlerin Avrupa’daki edebiyatlara benzer bir

edebiyatın teessüsü için çalışmaları, bu vadideki eserlerle fikirlerin gençliği cezb

edişi... İkincisi: Emin Bey’in şiirlerinde lirizm olmayışı, sanatın yüksek mahiyetine

yabancı kalışı ve bunlara inzimâm eden Rıza Tevfik Bey’in yanlış müdafaasıdır.

Hülâsa, Emin Bey daima yalnız kalmıştı.

Nihayet inkılâp oldu. İttihad edeceği sanılan Osmanlılığın müteşekkil olduğu

muhtelif unsurlar, ayrılık temayülleri gösterdiler. Rumeli’deki kavimler arasında

zıddiyet çoğaldı. Yer yer bombalar patlıyor, taraf taraf kıtaller oluyordu. Hükümet

aleyhindeki bu hareketler derhal aksülâmel yaptı, o zamana kadar yalnız

“Osmanlıyız” diyen Türk gençliği, Bulgarlar’ın, Rumlar’ın hatta Ulahlar’ın, hatta

Arnavutlar’ın yalnız kendi kavmî menfaatlerini düşünmelerine karşı, “Biz de

Türküz!” diye haykırmaya mecbur oldular.

O zamanlar Selânik’te bulunan gençler içinde, biraz evvel yetişerek İstanbul’da

Fecr-i Âti zümresine dahil olan Ali Canib Bey’in nezareti altında bir mecmua intişara

başlamıştı. Evvelce Hüsün ve Şiir namıyla birkaç nüsha çıkan bu mecmuanın adı

Genç Kalemler’di. İşte, Millî Edebiyat endişesinin nasıl doğduğunu tedkik ederken

bu mecmuanın etrafında fazla dolaşmak lazımdır.

35

Genç Kalemler’de cidden genç, zinde, kıymetli kalemler yazılarını

bastırıyorlardı. Bu sıralar bir küçük vak’a oldu: Ömer Seyfettin Bey’in Catulle

Mèndes’ten52 tercüme ederek “Perviz” imzasıyla Kadın’da neşredilen bir parçasına

Yeni Asır gazetesi tariz etmiş, “Hayat-ı nisviyyemizle münasebeti olmayan böyle bir

eserin neşri, ahlâka mugayirdir.” tarzında tehditlerde bulunmuştu. Buna karşı Ali

Canib Bey, eserin sahibi kim olduğunu bilmediği halde Bahçe gazetesinde “Sanat

Hakkında” diye yazdığı bir makale ile şedid bir müdafaada bulundu; o zaman moda

olduğu üzere gençlik eserlerine karşı ahlâksızlık isnad ederek yeni fikirleri kurutmak

isteyenlere galeyanlı bir kalemle hücum etti. İşte bu müdafaa, bu iki genç arasında

samimiyetin teessüsüne, Ömer Seyfettin Bey’in de Genç Kalemler’e yazmaya

başlamasına sebep oldu. Bu suretle Genç Kalemler her meselede “bence” değil,

“fence” hareket eden, mütetebbî bir tahrir heyeti kazanmıştı. Bu gençler, tedkik ve

tetebbu sahasında ilerledikçe lisan meselesinin ehemmiyeti karşısında çokça

tevakkuf ettiler, derinden derine tedkikler yaptılar, lisan gayr-i tabiî, mantıksız, ilme

mugayirdi. Bu yüzden edebiyatımız başka muhitlerden gıda alan asılsız bir mahiyette

devam ediyordu. Binaenaleyh lisanı ıslah lâzımdı. “Kanaatlerini daha evvelleri

sezenlerin arkadaşlarından ayrılmayarak tatbik edemedikleri bu ıslahı biz yapalım;

lisanımızı ecnebi kaidelerinden kurtaralım.” diye takviye ettiler.

Muhtelif kavimlerin isyan ve ihtilâlleri neticesinde Türk gençliğinin ruhunda

tahassul eden milliyet duygusu, bu gençleri teşcî etti. “Yeni Lisan” unvanıyla neşrini

takarrür ettirdikleri lisan ıslahını tespite başladılar. O sıralar Ziya Gökalp Bey de,

milliyet duygusunun ehemmiyetinden, Türklük fikrinin neşri ihtiyacından

bahsediyordu.

52 “Catulle Mèndes (1843-1909): Fransız şair, oyun yazarı ve romancı. Romantizmin biçime önem vermemesine tepki olarak doğan ve denetimli, biçimci bir “sanat için sanat” anlayışını savunan Parnasçılar adlı bir grup Fransız şairin arasında yer almıştır. 1860’ta Paris’te kayınpederi Théophile Gautier’nin son yapıtlarıyla Charles Baudelaire ve Villiers de L’Isle-Adam gibi şairlerin yapıtlarına yer veren La Revue Fantaisiste adlı dergiyi çıkardı. Parnasçılık akımına adını veren Le Parnasse contemporaine (Çağdaş Parnasçılık, 1866-76, 3 cilt) adlı antolojiyi yayına hazırladı. La Légende du Parnesse contemporaine (Çağdaş Parnasçılığın Öyküsü) adlı yapıtıyla bu akımın tarihsel gelişimini anlattı. Sonradan simgecilik adlı önemli şiir akımını kuracak olan genç şairler üzerinde özendirici rol oynadı. Eserleri: Poésies (Şiirler, 1892), Poésies nouvelles (Yeni Şiirler, 1893), Mendés Les Méres ennemies (Düşman Anneler, 1882), La Femme de Tabarin (Tabarinli Kadın, 1887), Le Roi Vierge (Bakir Kral, 1881), Les Crimes du Vieux Blas (Yaşlı Blas’nın Cinayetleri), Pour lire au bain (Banyoda Okunmak İçin), Rapport sur le mouvement poétique français de 1867-1900 (1867-1900 Dönemindeki Fransız Şiir Akımı Üzerine Bir Rapor, 1902).” (Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopdisi, Cilt XV, Ana Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 568.)

36

Nihayet, o zamana kadar üç beş nüsha çıkan Genç Kalemler mecmuası tevsî

olunarak, Ali Canib Bey’in edebî müdürlüğü ve nezareti altında büyük kıtada intişara

başladı. İlk nüshanın baş makalesinde, bütün Türk gençliğine hitap ediliyor, edebiyat

ve lisanımızdaki gayr-i tabiîlikten bahisle, her şeyden evvel dilimizden ecnebî

kaidelerinin atılması teklif olunuyordu. Maamafih aynı zamanda, samimî Türkçe

kelimeleri bir tarafa bırakarak Çağatayca’dan kelime kabulüne lüzum gösteren

tasfiyecilerin yanlış fikirleri de şiddetle tenkit ediliyor:

- “Edebiyatımız için, İstanbul lehçesi bedâate misal olacaktır.”

deniliyordu. “Yeni Lisan” şu şekilde hülâsa edilmişti:

1 – Konuşurken asla kullanmadığımız Arapça, Acemce terkip kaideleri

yazarken de kullanılmayacak, yalnız ıstılahlar müstesna: Sadr-ı âzam, Şeyhü’l-islâm,

sevk-i tabiî vesaire gibi.

2 – Arapça, Acemce cem’ kaideleri kullanılmayacak. Yalnız klişe hâline

geçmiş ve müfred makamında kullanılan kelimeler müstesna: Ahlâk, Müslüman,

edebiyat, talebe vesaire gibi.

3– Konuşma lisanına geçmeyen Arapça, Acemce edatlar kullanılmayacak.

Nazımda, nesirde bedâate numune, İstanbul’da konuşulan tabiî Türkçe örnek ittihaz

olunacak.

Artık bu mecmua ile intişar eden makalelerde, şiirlerde, hikâyelerde hiçbir

terkip kullanılmamaya başlandı. Genç Kalemler’in hemen hemen yegâne şairi olan

Ali Canib Bey, bir hamlede eski gayr-i tabiî lisanı bıraktı. Ömer Seyfettin Bey,

“Bahar ve Kelebekler”den sonra, hep konuştuğu terkipsiz lisanla yazdı. Bu harekete,

ilkten zihinler daha yatışmadığı için tek tük itirazcıklar oldu. Ben bile Muhit-i Mesâi

mecmuasında bir şeyler yazdım. Halbuki, bütün bunlar daha ziyade

anlaşamamazlıktandı. Bu sıralarda, Selânik İttihat ve Terakki Mektebi salonunda,

tekmil gençler haftada iki üç gece toplanmaya başladılar. Bu içtimalarda, “Yeni

Lisan” hakkında münakaşalar cereyan ediyor, “Lisâniyat” Linguistique tedkikleri

yapılıyordu. Benim gibi henüz yetişmekte olanlar da bu çok istifadeli içtimalarda

hazır bulunuyorduk. Ne canlı münakaşalardı, ne hâr, ne ateşli mübaheselerdi onlar!

Burada yalnız lisan değil, bilhassa edebiyat düşünülüyor, eski skolastik edebiyattan

sonra yeni edebiyatın mutlaka millî olması ileri sürülüyordu. Millî edebiyattan, asrî

edebiyatın envâ ve usûlü vasıtasıyla kendi hayatımızın, kendi hissiyatımızın bilhassa

kendi duygularımızın edâsı murad ediliyordu.

37

Genç Kalemler tahrir heyetince bir de istimzaç yapılmıştı. Bazı gençler bu

inkılâbı doğru görmüşler, bazıları da kabul etmemişlerdi. [*]

Lisan meselesi, “bediiyât” noktasından da, “lisâniyat” noktasından da

halledilmişti. Maamafih lisan kadar bir edebiyatın hususiyetine tesir icra eden vezin

meselesinde bir şey yapmadılar. Hece veznindeki ahenk ve zevk eksikliği gençliği

korkuttuğu için birden bire hece veznini kabul edemediler. Filhakika Ali Canib

Bey’in bu aralık neşredilen bütün manzumeleri, selis, açık Türkçe olmakla beraber

aruz vezniyleydi. Ziya Gökalp Bey, hece vezniyle birkaç manzume kaleme almıştı;

fakat bunlar, bediî bir maksattan ziyade, millî ve içtimaî bir fikirle yazıldığı için

revaca bâdi olmadı. Türkiye’deki bütün milliyet ve mefkûre cereyanlarının hakikî bir

mebdei, bir mübeşşiri olan şu lâ-yemût “Turan” şiiri bile aruz vezniyleydi:

Turan

Nabızlarımda vuran duygular ki, tarihin

Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil

Güzîde, şanlı, necîb ırkımın uzak ve yakın

Bütün zaferlerini kalbimin tanîninde,

Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcîl.

Sahîfelerde değil çünkü Atillâ, Cengiz.

Zaferle ırkımı tetvîc eden bu nâsiyeler,

O tozlu çerçevelerde, o iftirâ-âmîz

Muhît içinde görünmekte kirli, şermende.

Fakat şerefle nümâyân Sezar ve İskender.

Nabızlarımda evet, çünkü ilm için mübhem

Kalan Oğuz Han’ı kalbim tanır tamamiyle;

Damarlarımda yaşar şân ü ihtişâmiyle

Oğuz Han, işte budur gönlümü eden mülhem,

[*] Tabiî aleyhtarsız da kalmadı. Köprülüzâde Mehmet Fuad Bey, Yakup Kadri Bey, daha sonra Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif Beyler muhtelif şekillerde itiraz ettiler. Yeni Lisancılar, bunların hepsine karşı kâh mutedil, kâh şedid cevaplar verdiler ve nihayet davayı kazandılar.

38

Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e, ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!

Bu müddet esnasında Ali Canib Bey de bazı tecrübelerde bulundu. Bilhassa

Emin Bey’in zihniyetinden ayrılarak ifade ve üslûpça daha aristokrat şiirler yazdı.

Bunlardan biri “Kış Duası”dır. Bu manzume, onun millî vezinle yazdığı ilk parçadır.

Filvâki bunda klişecilikten sakınıyor. Fikir ve hissini güzel hayallerle bürümeye

gayret ediyordu. Fakat dediğim gibi, bu gençler, sanatın menfaat-nâ-endiş olduğuna

kail oldukları için hece vezni güzel tasvirleri ihata etmeye muvaffak oluncaya kadar

akîm kalacağını iddia ediyorlardı.

Nihayet Ziya Bey, Ali Canib Bey ve diğer gençler İstanbul’a geldiler. Bilâhare

Ömer Seyfettin Bey de Yunanistan’dan avdet etti. Hepsi Türk Yurdu’nun etrafında

toplandılar.

Bu sıralarda bazı gençler, “Millî Edebiyat” namıyla “Halk Edebiyatı”

yapıyorlardı. “Millî Edebiyat” fikri yanlış yola sapmak üzere idi. Bunun üzerine Ali

Canib Bey, Türk Yurdu’nda neşrettiği uzun üç dört makale [*] ile Yeni Lisancılar’ın

maksatlarını izah etti. Bu fikirleri şöylece hülâsa edebilirim: “Edebiyat, halk

için değildir; halka doğru bir mahiyeti hâizdir. “İbtidâî” (Original) edebiyatın

(séve populaire)’e 53 malik olması iddiasını, halka öğüt vermek mânâsına telâkki

etmemelidir. Millî Edebiyat demek, mevzuundan bünyesine kadar her şeyi, halkın

ruhunda yaşayan Türk ruhiyat ve lisanından alan yüksek bir edebiyat demektir.”

Artık, yavaş yavaş hece vezniyle arzu edilen mahiyete yakın manzumeler

yazılmaya başlanmıştı. Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Enis Behiç gibi genç şairler, bu

terennüm âletine yeni bir ahenk bahşettiler. Ekser mevzular da mahallîleşti. Meselâ

Enis Behiç Bey’in “Turan Kızları”, “Gemiciler” gibi birkaç manzumesi pek millî

birer mevzua maliktir. Harb-i Umumî ilân edildikten sonra Yusuf Ziya Bey’in

neşrettiği “Akından Akına” namındaki küçük şiir mecmuası da bu gibi mevzuları

muhtevîdir. İlk defa, Ali Canib’in “Kaval” manzumesinde muvaffakiyetle tatbik

edildiğini gördüğüm, hece veznindeki Description 54 meselesi, hece vezninin de

yüksek bediî his ve hayallere terennüm âleti olabileceğini, onun da sanatkâr ellerde

bugünkü ihtiyacı tatmine muktedir bir ahenk iktisab edebileceğini ispat etti.

[*] “Milli Edebiyat Meselesi”, Türk Yurdu Mecmuası, Yıl: 3, Sayı: 6, 7, 9. 53 Halkın ruhuna. 54 Tasvir, tanım, anlatmak.

39

Şimdiki halde, gençliğin kâhir ekseriyeti, ifade ve tebliğ vasıtası olarak, ilk defa

Genç Kalemler’de vâsi tedkikler neticesinde ortaya atılan bugünkü saf, samimî

lisanı kullanıyorlar. Hece veznini ise henüz pek çok olmayan bir kısım gençlik, aruzu

hiç kullanmamak şartıyla kabul etmişlerdir. Ama öyle görünüyor ki, er geç hece

vezni ibdâî edebiyatımızın hakikî nazım aleti olarak tanınacaktır.

Hiç şüphesiz, “Millî Edebiyat” öyle birdenbire vücuda gelmeyecektir. Her ölen

mesleğin, tarzın bir peszindegî (survivance)’si olduğu gibi, eski gayr-i millî

edebiyatın, gayr-i millî aletlerin de sâlikleri, daha bir müddet aramızda yaşayacaktır.

Meselâ gençlerin içinde, millî vezinle yazdıkları halde, gayr-i millî Acem aruzunu da

bırakamayan, Halit Fahri, Yahya Saim, Faruk Nafiz Beyler gibi olanlar var. Hatta,

kat’iyyen yeni harekete yabancı kalan, mutlaka Servet-i Fünûn Edebiyatı’nı

yaşatmak isteyen gençler de var. Bunlar: Neriman Nüzhet, Ahmet Haşim, Mustafa

Namık, Tahsin Nahid, Ali Rıza, Seyfi Beyler ve Ali Emirî Efendi nev’inden

tamamiyle evvel zamandan kalma bir takım peszinde (survivant)’lerdir.

İşte şu tarihimsi taslakla, “Milli Edebiyat”a doğru yürüyüşün kanavasını çizdim

sanıyorum. Şimdi yetiştikleri tarihlere nazaran, birer birer şairlerden bahsedeceğim.

İkinci cilt de nâsirlere tahsis edilecektir.55

55 Yazarın verdiği bu bilgiye rağmen, eserin nesir bölümünün yazılmadığını tespit ettik.

40

MEHMET EMİN BEY56

Tercüme-i Hâli: 1285 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Yediçifte bir ırıp

kayığının reisi olan Salih Ağa’nın oğludur. Beşiktaş Askerî Rüştiyesi’nde, Mülkiye

ve Hukuk mekteplerinde okumuştur. Sadaret Evrak ve Rüsûmat Mektûbî kalemlerine

intisabla devlet memurluğuna girmiştir. Sonra sırasıyla, Rüsûmat Evrak

Müdürlüğü’nde, Erzurum ve Trabzon Rüsûmat nazırlıklarında, Bahriye Nezareti

müsteşarlığında, Hicaz Vali vekilliğinde, Sivas ve Erzurum valiliklerinde

bulunmuştur. Bugün Musul mebusudur. Meşrutiyet’ten sonra teessüs eden “Türk

Derneği” azalık ve reisliğinde çalıştığı gibi, bazı kıymetli zatlarla birlikte Türk

Yurdu mecmuasını da tesis etmiştir.

Tıknaz, irice, uzun boylu, elâ gözlü, ziyadesiyle iltifatçı, açık gönüllü, her

hâliyle iyiliği sevdiğini anlatır bir zattır.

Eserleri: Türkçe Şiirler (1313), Ey Türk Uyan (1330), Türk Sazı (1330),

Tan Sesleri (1330), Ordunun Destanı (1331), Dicle Önünde (1332), Hasta Bakıcı

Hanımlar (1333), İsyan (1334).

Edebiyatımızda Mevkii: Mehmet Emin Beyefendi, edebiyatımıza 1313

Yunan Harbi münasebetiyle yazdığı, “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur.”

manzumesiyle dahil olmuştur. Memleketimizde müessis hiçbir edebiyata dahil ve

müntesib değildir. Eserlerinde, ne Ahmet Paşa’dan beri devam eden Şark

Mektebi’nin, ne de Şinasi’den beri teessüs eyleyen Garp Mektebi’nin izleri

bulunmaz. Kendi kendine yetişmiş, Arap’tan, Acem’den, Frenk’ten, Türk’ten hiç

kimseden istifade etmeksizin eser vücuda getirmiştir.

Emin Beyefendi, ilk defa olarak Türk Edebiyatı’nda kendi milliyetini ilân etmiş

bir zattır. Ona en ziyade muâhiz mevkide kalanlar bile bunu inkâr edemezler. Sonra,

biraz Tevfik Fikret merhumda da görülen zavallılar şairliği, kendisinde pek fazla

meşhuddur. İnkılâbı müteakip canlanan Türkçülük cereyanına kadar o, kimsesizlerin,

dul kadınların, ahretliklerin, mazlumların vicdanlarını terennüm etmiştir.

1326 tarihlerinde Selânik’te Ziya Gökalp Bey’le görüşmüşlerdi. İstanbul’a

avdet ettikten sonra yazdığı şiirler, Anadolu ufkunu aştı; Kafkas’a, Kazan’a,

Buhara’ya, Kaşgar’a ulaştı. Artık bütün mevzuları, bu yerleri, bu yerlerde sakin

olanların elemlerini ihtivaya başladı.

56 Mehmet Emin Yurdakul.

41

Hangisi daha müfiddir? Emin Bey, yalnız Anadolu’nun zavallılıklarını mı

terennüm etmeliydi; yoksa bugünkü gibi vâsi Turan’ın yaslarını mı? Bu suale istikbal

birçok cevaplar bulacak. Ben, şimdilik münakaşa edecek değilim.

Türkler, şiirde millî dâhisini henüz yetiştiremedi. Birçokları gibi acele ederek

Emin Bey’e bu fevkalâde vasfı vermeyeceğim. Fakat diyeceğim ki, şairler

“Edebiyat-ı Cedide devresinde ve Fecr-i Âti hengâmesinde” sun’î giryeler,

ferdiyetçilikler, terennüm ederken o, tek başına bu millet için yazdı. Binaenaleyh,

Türk milleti bu büyük hizmetine karşı ilelebet kendilerini unutmayacaktır.

Emin Beyefendi, bütün hayatında “Sanat için sanat” nazariyesini bir an bile

kabul etmemiştir. Namık Kemal, nasıl “ Vatan için sanat” yapmışsa o da hem “iyilik

için sanat” hem “millet için sanat” yapmaya çalıştı. Sanatın kendinden başka

gayelere hizmeti müteassir olduğundan, bu uğurda müşarünileyhin bazı

muvaffakiyetsizliklere dûçar olmuş bulunması ihtimali vâriddir.

Emin Beyefendi, şiirlerinde şekle pek itina etmez. Ara sıra tenafürlere, metrûk,

gayr-ı me’nus, tekellüm şivesini kaybetmiş kelimelere, bozuk kafiyelere tesadüf

olunur. Maamafih, onun gayesi, esasen Fikret gibi süslü bir sanat yapmak değildir ki,

bu noktadan muâhezeye hakkımız olsun.

* **

Emin Bey hakkında bazı fikirler :

“Türklük sizi altı asır bekledi.”

-Mister Gibb-57

57 “Elias John Wilkinson Gibb (1857-1901): ‘Osmanlı Şiirine Dair’ eseriyle tanınan İskoçyalı şarkiyatçı. Glasgow’da doğdu. Erken yaşlarda okuduğu Binbir gece masallarının etkisiyle Doğu’ya ve özellikle Osmanlılar’a ilgi duydu. On altı yaşında iken Glasgow Üniversitesi’ne girerek burada matematik, mantık ve Arapça okudu. Fakat asıl ilgisi, kendi kendine meşgul olduğu Farsça ve Türkçe’ye karşı idi. İki yıl sonra üniversitedeki çalışmalarını bırakarak bütün vaktini bu dillere ayırdı. Yirmi iki yaşında, Hoca Sâdeddin Efendi’nin Tâcü’t-tevârîh’inden İstanbul’un fethi bölümünü tercüme ederek The Capture of Constantinople from the Taj-ut-Tevarikh “The Diadem of Histories” adıyla yayımladı (1879). Daha sonra İngilizce’ye çevirdiği şiirleri neşretti. (Ottoman Poems Translated into English Verse in the Original Forms, 1882). The Story of Jewad, a Romance by Ali Aziz Efendi the Cretan adı altında Giritli Aziz Ali Efendi’nin Muhayyelât’ının bir bölümünü (1884), daha sonra da The History of the Forty Morns and Eves Written in Turkish by Sheykh-Zada adıyla Kırk Vezir Hikâyesi’nin tercümesini (1886) yayımladı. 1900 yılında A History of Ottoman Poetry adlı, sonradan altı cilt halinde tamamlanan büyük eserinin ilk cildini yayımladı. İskoçya ziyareti dönüşü kızıl hastalığına yakalandı ve 5 Aralık’ta öldü. Cenaze törenine aralarında Abdülhak Hâmid’in de bulunduğu birçok Türk katıldı; onlara göre Türk edebiyatı en güçlü ve dürüst araştırmacılarından birini kaybetmişti. Ölümünden sonra karısı ile annesi A History of Ottoman Poetry adlı kitabının tamamlanmasına karar vererek Browne’dan eseri basılabilecek hale getirmesini

42

“... Vatanında takdir ve tergib bulamasa da, kendisi biz Garplılar için Türk

üdebası arasında milliyetinin hayat ve tasavvuratını sıdk ile tersim ve ifade etmek

üzere zuhur ve tecelli etmiş gayet cezbedâr bir şair kalacaktır.”

-Doktor Giese-58

“Dersaadette satın aldığım Türkçe Şiirler nam kitabınızı okuyup âsârınızın

ulviyet-i hissiyât ve hüsn-i âhengine o kadar meftun oldum ki vatandaşlarımı

manzûme-i ferah-fezalarınızla âşina etmek için Moskova Müsteşrikîn Cemiyeti’nde

onun üzerine ifade ettim.”

-Vladimir Minorskiy-59

istediler. Gibb’in ölümünü takip eden sekiz sene içinde eser Browne tarafından tamamlandı. Yazıldığı yıllarda Türk yazarları arasında Târîh-i Eş’âr-ı Osmâniyye ve sonraları daha çok Osmanlı Şiiri Tarihi adıyla tanınan bu eserde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den başlayarak Ziyâ Paşa’ya kadar uzanan 500 yıllık Osmanlı şiirinin serüvenini gözden geçiren Gibb genç yaşta öldüğünden son dönem şairlerini inceleyememiş, bunlardan sadece Şinâsi ile Ziyâ Paşa üzerinde durabilmiştir.”(Christopher Ferrard, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt XIV, İstanbul 1996, s. 64-65.) 58 “Wilhelm Friedrich Carl Giese (Stargard, Pommern 1870-Eichwalde, Teltow 1944): Alman Türkoloğu. 1891 yılında Greifswald Lisesini bitiren Giese, Greifswald Üniversitesi’nde teoloji ve Doğu filolojisi okumuş, W. Ahlwardt’ın yanında bir doktora çalışması yapmıştır (1894). 1899-1905 yılları arasında İstanbul’da Alman Lisesinde öğretmenlik yapmıştır. 1906’da Greifswald Üniversitesi’nde doçentlik sanını almış, 1906’da Karl Foy’un yerine Berlin’de Doğu Dilleri Semineri’nde Türk dili profesörlüğüne atanmıştır. Giese, 1933’te İstanbul Darülfünununda yapılan reform üzerine kurulan Ural-Altay dilleri karşılaştırmalı grameri kürsüsüne profesör olarak getirilmiştir. Arap filolojisi alanında yetişen Giese, İstanbul’da öğretmenlik yaptığı yıllarda İç Anadolu’da gezilere çıkarak Türk dili üzerinde çalışmalara girişmiştir. Bu çalışmaları yanında Yeni Türk Edebiyatı ile de uğraşmış ve Mehmet Emin’in şiirlerini Almancaya çevirmiştir (Neues von Mehmed Emin Bej, 1904; Neue Gedichte von Mehmed Emin Bej, 1910). Daha sonra Hüseyin Rahmi’nin İffet adlı romanından birtakım bölümleri Almancaya aktarmıştır (Die Volksszenen aus Hüsēn Rahmī’s Roman ‘Iffet. Orientalische Studien, 1906). Türk dili yanında Türk (Osmanlı) tarihine de önem veren Giese, Die ältesten osmanischen Geschichtsquellen (1921) adlı yazısını yayımladıktan sonra Die altosmanischen anonymen Chroniken Tevārīh-i āl-i ‘Osmān adlı eserini baskıya vermiştir (1922). Giese’nin Türk tarihine kazandırdığı bu kaynak, Mordtmann’ın önerisi uyarınca bilim çevrelerinde “Anonymus Giese” adıyla tanınmıştır. Eski Osmanlı tarihi alanındaki çalışmalarına devam eden Giese, 1929’da Aşıkpaşazâde tarihini de yayımlamıştır (Die altosmanische Chronik des ‘Āšiqpašazāde). Giese, Osmanlı devletinin kuruluşu ile ilgili tartışmalara da katılmıştır (Das Problem der Entstehung des osmanischen Reiches, 1924). Onun bu yoldaki görüşlerini Fuat Köprülü değerlendirmiştir (Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, 1924). Das Seniorat im osmanischen Herrscherhaus (1926); Die geschichtlichen Grundlagen für die Stellung der christlichen Untertanen im osmanischen Reich (1931); Bemerkungen zu G. Raquette, Eine kaschgarische Wakfurkunde aus der Khodscha-Zeit Ost-Turkestans (1931) gibi çalışmaları da Türk tarihi bakımından önemlidir.” (Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü I. Yabancı Türkologlar, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1998, s. 161-163.) 59 “Vladimir Fedoroviç Minorskiy (1877-Cambridge 1966): Rus kökenli Doğubilimci. Orta öğrenimini Moskova’da yapmıştır. Moskova Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Lazarev Enstitüsünde A. E. Krımskiy’nin yanında çalışmıştır. 1904 yılından başlayarak Dışişleri Bakanlığında görev almış, Türkiye ve İran’da diplomat olarak bulunmuştur. Paris’te, Yaşayan Doğu Dilleri Okulu’nda öğretim üyesi olarak görev alan Minorskiy, 1923’ten itibaren Fars dili dersleri vermiştir. 1932’de Londra Üniversitesinde ve daha sonra da Cambridge Üniversitesi’nde görev almıştır. Arap, Fars ve Türk dillerine vâkıf olan Minorskiy, Yakın Doğu ülkelerinin etnografyası, tarihi, tarihî coğrafyası, edebiyat tarihi ve dili üzerinde çalışmıştır. Onun en büyük eseri, Hudûdü’l-âlem’in İngilizce çevirisidir. “Addenda to the/udûd al-‘Ālam” başlıklı yazısı da bu

43

“Tıynet ve milliyetimize mensup demek olan bu vâdi-i şiire devam ettiğiniz, bu

yolda ilerlemek istediğiniz takdirde rağbet-i umûmiyyenin sizi teşyî ve istikbale şitâb

edeceğinden emin olabilirsiniz. Şiiriniz okunurken nezdimde hazır bulunan yetmiş

yaşında bir ihtiyarın gözlerinden yaşlar akıyordu. Dediğim rağbet-i umûmiyye için

bunlar birer işaret belki de beşaret ittihaz olunabilir.”

-Abdülhak Hâmid-

“Bendeniz zannederdim ki, o mübarek, o rakîk hisleri, o tarz-ı beyân, o

usûl-i nazm ihatadan kâsırdır. Zannımın hakikatten uzak kaldığını bu tabiî eserler

bana anlattı.”

-Üstad Ekrem-

“Şiirinizi okurken bir şeye çok dikkat ettim, dinleyenlerin içinde hiçbiri

sesinize yabancı kalmıyordu. Hatta küçük Halûk bile... Halit Ziya Bey, parmaklarının

arasında tutup, küllenen sigarasını silkti, Hikmet Bey yerinde doğruldu; ben

muvaffakiyetinizi tebrik için ne diyeceğimi şaşırarak öyle sıralarda daima yaptığım

gibi şaşkın bir -evet-le gülümsedim. Deminden beri çenesi ellerinin içinde saçları

omuzlarında, gözleri dudaklarınızda meshûr ve medhûş dinleyen Halûk, yalnız o

vaziyetini değiştirmedi. Hepimiz bir güzel neşîdenin sâmii olmak saffetinde ittihad

ediyorduk.”

-Tevfik Fikret-

“Türk şiiri namıyla bir mektebin şeref-i tesisi tamamen size aittir.”

-Rıza Tevfik-

“İstikbalde Türklük güneşi bütün şa’şaasıyla doğduğu gün, onu tebcile çıkan

ruhanî kafilenin önünde elinde Türk sazıyla mutlaka bu sevgili şair bulunacak.”

-Köprülüzâde Mehmet Fuad-

yolda bir katkıdır. Minorskiy 1906’da Orta İran’da yaşayan Halaçlar’ın dili üzerinde durmuştur (The Turkish dialect of the Khalaj). Minorskiy’nin “Ä[nallu/Inallu” başlıklı yazısı da İran’da yaşayan Türkler’e ilişkin bir katkıdır. “Oriental studies in the USSR” başlıklı yazısında SSCB’de Doğu bilimleri alanında yapılan çalışmaları gözden geçirmiştir.” (Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü I. Yabancı Türkologlar, s. 226-227.)

44

Şehit yahut Osman’ın Yüreği

Ey güzel köy! Viran olma; sakın şu genç yaşında;

Dağlarında taze otlar, pembe güller biterken.

Ey çobanlar! Beni anın; coşkun sular başında

Yaprakların arasında yavru bir kuş öterken.

Ey parlak ay! Işığın saç; yolcuların gözüne;

O yerde ki kötü gece gizlemiştir mezarım.

Ey yolcular! Beni sorun; milletimin özüne;

O günde ki bir zelzele düzlemiştir mezarım.

Ey Türk kızı, ey ana! “Sus!”, sende duygu yok mudur?

Bir oğlunu, bir goncanı kurban ettin çok mudur?

Her yanına kaygı çökmüş şu vatanın yolunda.

Ey Türk ili, ey vatan! Sen her bir yerden ulusun!

Eski, yeni, tatlı, yanık sesler ile dolusun!

Sevgi, gençlik, istek, sağlık feda olsun yolunda.

-Türkçe Şiirler’ den-

Bırak Beni Haykırayım

Ben en hakir bir insanı kardeş duyan bir ruhum;

Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var;

Paçavralar altında yoksul beni yaralar;

Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.

Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;

Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.

45

Bırak beni haykırayım! Susarsam sen matem et;

Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;

Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir.

Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;

Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!...

-Türk Sazı’ndan-

Nifâk

Ey vatanın ufkunda ıslık çalan baykuş ses!

Lânet sana, sus, boğul, kahkahanı artık kes.

Evet senin fırtınan her boradan zalimdir;

Senin alçak hırsların girdaplardan derindir;

Senin kanlı kinlerin kayalardan keskindir;

Senin melûn rüzgârın dünyaları titretir;

Bir devleti öyle bir felâkete düşürür,

Tehlikeye atar ki, burda büyük bir millet,

Şeref, namus, hürriyet.

Bir geminin enkazı gibi batar ve çürür.

Ey tarihin feneri! Sen bizlere ışık ver;

Kurtarıcı nurunu şimşek gibi parıldat;

Gözümüzü kör eden karanlığı aydınlat

Neredeyiz? Nereye gideceğiz? Yol göster!

Ve göster ki: Zamanın kumlarında kaç mezar,

Şu uğursuz nifâka kurban olmuş kaç vatan,

Kaç zavallı Hindistan,

Kaç zavallı Buhara, kaç zavallı Kırım var?...

-Türk Sazı’ndan-

46

Ey Türk Uyan!

Ey milletim! Sen bundan tamam beş bin yıl evvel

Altaylar’da yaşarken,

Tanrın sana dedi ki: “ Ey Türk ırkı, bu yerden

Güneşlere süzülen kartal gibi uç, yüksel!

Senin her bir kavmi râm edici ellerin

Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak;

Sana Çin’in, İran’ın, Hind’in, Mısır’ın, her yerin

Er isteyen tahtları kollarını açacak!”

Sen bu sesin önünde rüzgar gibi dolaştın;

Sert yelesi dikilen arslan gibi savaştın.

İlk erleri tanıyan

Buzlu Alp’ler, Kafkas’lar...

Tufanlarla çağlayan

Coşkun Nil’ler, Aras’lar

Senin gibi bir yiğit ve bir ulu milleti

Hiçbir zaman görmedi.

-Ey Türk Uyan’dan bir parça-

---------------------------------------

Ah İstanbul... Bu Türklüğün medeniyet tarihidir;

Onun yedi tepesinden

Marmara’ya, Boğaziçi sularına aks eyleyen

Sarayları, kubbeleri beş yüz yıldan haber verir.

O Cihangir Fatih burda şarkın eski Asya’sına

Avrupa’dan yeni bir nur girsin diye kapı açmış;

Kralların, papaların faziletsiz dünyasına

Türk’ün doğru vicdanıyla, ahlâkıyla hayat saçmış

Burda yirmi dokuz hakan şereflerle taç giymişler;

Bu yer, şanlı bir milletin

Ehramlardan daha büyük bir yıkılmaz heykelidir,

47

Bu yer Resûl Muhammed’in

Hicaz’ının, Kâbe’sinin, her şeyinin temelidir.

Bu beldenin arkasında Müslümanlık, Türklük vardır;

Eğer bura sarsılırsa bütün bunlar hep yıkılır.

Nasıl olur, her ufkunda Kemaller’in, Sinanlar’ın

Camileri parıldayan,

Nedimler’in, Nef’î’lerin, sazlarını haykırttıran

Bu dünyanın en sevimli, güzel şehri elden çıksın?

Bir büyük Türk Hakanının yükselttiği bir hisarda

Rus çarının kara kuşlu bayrakları dalgalansın?

Peygamber’in Fatih’ini methettiği bir diyarda

Bu Fatih’in sandukası, kemikleri parçalansın?

-Ordunun Destanı’ndan bir parça-

---------------------------------------

Parla, yüksel, ey Dicle... Arzın ulu ırmağı!

Ey şanlarla sallanan asırların kucağı,

Nehirlerin sultanı!

Sen Allah’ın övdüğü dört ırmağın birisin;

Ebediyyet dağından Şark’a inmiş perisin.

Beş bin yıldır dinliyor, insaniyet sesini;

Medeniyet öpüyor, ayağının izini.

Yüz gölgeli ormandan geçen Ganjlar dilbermiş?

Bu ırmakta yüzermiş, zambak taçlı kuğular.

Bengale’nin kızları burda türkü söylermiş;

İlk çiftleri tanırmış, bu mukaddes, pâk sular.

Brahma’ya aşk sunan bu ihtiyar nehirmiş;

Fil dişinden pagodlar bu sulara vururmuş;

Ramayana şairi bu sahile gelirmiş;

Bambuların altında resûl gibi dururmuş.

Evet, bunda güzellik, esrar, şiir, aşk vardır;

48

Bize Hind’i söyleyen bu mübarek sulardır.

Fakat ey sen, ey Dicle,

Ey en aziz çayların, ırmakların güzeli,

Ey ruhları ölmeyen geçmişlerin saf dili!

Sen de bize Irak’ın tarihini nakleyle;

Muhammed’in Şark’ının hayatını nakleyle;

Fuzûli’nin ırkının ecdâdını nakleyle!...

-Dicle Önünde’den bir parça-

---------------------------------------

Yara sarmak, can kurtarmak...

Bu ne iyi, ne güzel iş;

Kullarına Cenâb-ı Hakk

Bundan büyük aşk vermemiş.

Gökten gelen bir sesidir

Bu mukaddes mihrabların;

En ilâhi nağmesidir

Altın telli rübâbların.

Bir âbide parıldatır

Heykeltraş ak mermerden;

Bir selsebil çağıldatır

Mimar yeşil çinilerden.

Lâkin sizin Kâbe kurar

O mübarek elleriniz;

Hakk’ın nuru gibi parlar

Vicdanlarda eseriniz.

49

Siz gölgeli pınarsınız

Susuz ölüm dağlarında;

Bülbül sesli kuşlarsınız

Viran gönül bağlarında.

Bırakmasın Allah’ımız

Çatıları merhametsiz,

Vatanları kahramansız,

Bizi sizsiz ve şefkatsiz!...

-Hasta Bakıcı Hanımlar’dan bir parça-

---------------------------------------

Bırakınız ne görmek, ne işitmek isterim ben,

Bunlar benim ruhuma cehennemden pencereler;

Zebaniler, gayyalar gösteriyor bana her yer.

Bıktım artık bu melûn temaşayı seyretmekten;

Bundan sonra görmez göz, sağır kulak istiyorum;

Kâinatı şafaksız gece bulmak istiyorum.

Lâkin vicdan... Bunu kim sağır ve kör edebilir?

İhtimal ki ben bütün ateşleri söndürürüm;

Hep haykıran sesleri dilsizlere döndürürüm.

Belki benim önümde her şey miskin ve âcizdir;

Yok edemem fakat ben vicdanımın sadasını,

Onun bana Rabb gözü gibi bakan ziyasını

Öyle ise ey cünûn, öldür benim zekâmı sen!

İnsin benim beynime gazabının yıldırımı;

Sönsün benim fikrimin, düşüncemin kıvılcımı.

50

Hiçbir hülya, bir emel sezilmesin gözlerimden,

Benim için hakikat bir karanlık hayal olsun;

Vicdanımın ağzına kadîd gibi toprak dolsun.

Dudağımdan dökülsün hezeyanlar, beddualar,

Bulutların üstünde uğuldasın çılgın sesim;

Tepelerden dev gibi gölge vursun korkunç aksim.

Ben semâya, dünyaya koyuvereyim kahkahalar,

Yuvarlayım taşları beldelerin üzerine,

Tüküreyim yolumdan geçenlerin yüzlerine.

-İsyan’dan bir parça- [*]

Petersburg’a

Ey Petro’nun beldesi, Katerin’in melûn şehri!

Bir boz ayı gözüdür, hırsla bakan her penceren;

Duaların, o sarhoş türkülerin kin sesleri;

Vahşîlerin putudur, o kara kuş başlı çehren...

Senin bâkir vatanlar nediminin kurbanıdır;

Göz yaşıyla, kanlarla yoğrulmuş temellerin

“Neva”lardan duyulan esirlerin figanıdır;

Birer mezar taşını andırıyor heykellerin.

Her şey dursun, “Vezüv” ler yedi göğe yangın saçsın;

Kasırgalı tayfunlar enginlerde girdâb açsın,

Kapitoller yükselsin, şu dünyanın yüz yerinde.

[*] İsyan, Türk Yurdu, Yıl 7, Sayı 2’de bu parça noksan olarak basılmıştır.

51

Lâkin senin dikili taş kalmasın üzerinde;

Yuva olsun uğursuz baykuşlara her duvarın;

Yere geçsin tahtların, kürsülerin, sarayların!...

RIZA TEVFİK BEY60

Tercüme-i Hâli: 1285 senesinde Cisr-i Mustafa Paşa’da doğmuştur.

Babası orada kaymakamlık eden Hoca Mehmet Tevfik Efendi’dir. Kendi rivayetine

nazaran, babası tarafından Arnavut, anası tarafından Çerkez’dir. İlk tahsili Alyans

İsraelit Mektebi’ndedir. Bir müddet İzmit’te Ermeni Mektebi’ne de devam etmiştir.

Büyüdüğü zaman Mekteb-i Mülkiye’ye kaydolunmuş, oradan tardedilince Mülkiye

Tıbbiyesi’ne girmiştir. Tıbbiyeden diploma almıştır. Bu münasebetle kendisine

“Doktor” sıfatı verilmektedir. Memleketimizde ansiklopedik malûmatı haiz

adamların birincilerindendir. Onun için bu zata filozof da derler.

Epey zaman Meclis-i Sıhhiyye âzalığında bulundu. Meşrutiyet’ten sonra mebus

oldu. Birçok mekteplerde muallimliği vardır.

Orta boylu, zayıfça, fakat kavî ve kemikli, elâ gözlü, bilhassa meclis-ârâ ve hoş

sohbet, dinlemekten ziyade söylemeyi sever, kendi menkıbelerini anlatmaktan haz

duyar, memleketimizin muhtelif diyarındaki şiveleri taklitte muvaffakiyet gösterir,

aynı zamanda natuk ve hatip bir zattır.

Eserleri: Manzumeleri henüz kitap suretinde intişar etmemiştir. Eski yeni

birçok mecmualarda, Malûmat’ta, Servet-i Fünûn’da, Çocuk Bahçesi’nde,

Bahçe’de, Rübâb’da, Peyâm’da, Âti’de birçok şiirleri basılmıştır.

Edebiyatımızda mevkii: Bu zatın ruhunda derin bir şairlik vardır. “Fecr-i

Evvelîn” gibi felsefî bir manzumenin, hatta bizim edebiyatımızda eşi azdır.

Maamafih lisanı çok karışıktır. Hece veznini kullandığı halde, terkipsiz güzel

Türkçe’yi, sırf bir inat neticesi olarak kabul etmemiştir. Hatta Kâmus-ı Felsefe’sinin

mukaddimesinde, hiç de lüzumu yokken, bu tabiî dilin usulî bir şekli olan “Yeni

Lisan”ın aleyhinde bulundu. Bugün, yalnız millî vezinle yazdığı halde gayr-i tabiî

Arap ve Acem terkipleri kullanmakta hâlâ ısrar ediyor. Eserleri içinde, yalnız pek

eskiden yazdığı “Selma! Sen de Unut Yavrum!” gibi bir iki parçası Emin Bey

tarzında açık lisanladır.

60 Rıza Tevfik Bölükbaşı.

52

Son parçalarının ekserisi “Tekke Edebiyatı”nın nazireleridir. Filvâki, kullandığı

terkipler, bu edebiyatta ıstılah olan birtakım klişelerdir. Bunlara bir şey denemez.

Lâkin, yeni tarzdaki şiirlerinde de ecnebî kaideler isti’mal ediyor. İşte, asıl itiraz bu

noktaya müteveccihtir.

Zannımca, şiirimizin tarihi, kendisini, Tekke Edebiyatı’nı muvaffakiyetle taklit

ve tekrar eden yegâne şair olarak gösterecek; fakat, saf Türkçe’ye çalışmış olarak

asla...

Selma! Sen de Unut Yavrum!

Bir akşamdı: Evimizde ecel kanat germişti;

Anneni, bir cellât gibi, vurup yere sermişti...

Ölüm ile pençeleşen bir hayatın güreşi,

Sekiz yıldan sonra dinmiş, nihâyete ermişti...

Adaların denizinde batan akşam güneşi...

Sönük, ölgün ışığını çamlıklara dökmüştü...

Evde yoktun, sonra geldin... Dağda, kırda gezmiştin...

Lakin bilmem, bu yokluğu nerden, nasıl sezmiştin?..

Güzel elâ gözlerine bir öksüzlük çökmüştü.

Gözyaşımda dehşetli bir sır arayan gözlerin,

Issız kalan vicdanıma karanlıklar serperdi.

“Baba, annem nerde?...” dedin, hep tüylerim ürperdi;

Hançer gibi ta ruhuma battı yaman sözlerin.

O gün bu gün “Annem nerde?” diye bazı sorarsın,

Gülümserim; göz yaşlarım sakin sakin akarken,

Uzaklarda bir şey arar, ufuklara bakarken,

Benim dalgın gözlerimde, hayalini ararsın...

O talihsiz bîçâreyi, bak ben bile unuttum;

Gönlümdeki iniltiyi ninnilerle uyuttum...

53

Unut kızım, sen de unut.... Anma artık adını,

Yabancıdır bize, sorma o zavallı kadını...

Sorma kızım, sorma yavrum, ben de bilmem nerdedir...

Onu örten kara toprak bir karanlık perdedir...

“O ağaçlar neresidir?” diye sorma güzelim,

Gel, seninle yapayalnız çamlıklarda gezelim...

O ağaçlar batıp giden güneşlerin gölgesi...

O serviler hayal olan varlıkların ülkesi...

Bak bu yanda daha dilber fidanlar var, kuşlar var...

Beyaz, pembe çiçek açmış, gelin gibi ağaçlar...

Bahar olmuş... Bak her yere hayat nuru saçılmış;

Göz yaşların döküldüğü yerde güller açılmış.

Güneş senin, bahar senin... Bak sen de bir çiçeksin;

Gülmek için yaratılmış bir sevimli meleksin.

Gül ki benim küskün gönlüm o gülüşe özensin.

Sessiz dağlar kahkahana cevap versin, bezensin.

Ölüm şeklindeki sırrın mânâsını düşünme;

Gölge gibi bir varlığın mânâsını düşünme.

Sabahı yok, nihayetsiz karanlıklar içinde,

Bir kıvılcım gibi, bir an beliririz, söneriz...

Varlık budur benim için; hatta senin için de;

“Bir hakikat var mı?” derken bir hayale döneriz.

Nice yüzler gördüm; geçti: Ben unuttum, besbelli.

Her çehre bir hayalettir bu süreksiz rüyada;

Unut yavrum, sen de unut, bu ölümlü dünyada

Her cefayı unutmaktır bizler için teselli...

Sonbaharın matemini gözlerimde okuma...

54

Edîb-i Sâhib-Meslek Emin Bey’e

Ey kahraman ümmetin südü temiz evlâdı!

Hakikaten sen bir Türksün, dinin cinsin uludur.

Her bir Türk’ün öz dilidir vicdanının feryadı;

Sen şairsin sinen özün ateş ile doludur.

Senden evvel söz dellâlı olmak bizde modaydı;

Edebiyat meydan yeri, bir daracık odaydı:

Edeb demek, salonlarda çiçek alıp vermekti,

Öz dilini yadırgamak, Türklüğünü yermekti.

Kaleminle o duvarı sarsıp yıktın, devirdin!

Ertuğrul’un ruhunu şâd ettin, bu bir gazâdır.

Sen bir yangın arsasını gülistana çevirdin!

“Kurumuş bir fidana can verdin!” desem sezâdır.

Yoksul kalan bir yetime acıdın, el uzattın!

Medeniyet sergisinden armağanlar getirdin;

Murdar ayak izlerini çiçeklerle kapattın.

Baykuş öten vîranede gonca güller bitirdin!

Herkes şiiri Avrupa’dan gelme metâ sanırdı;

Güzelliği yüzündeki pudrasından tanırdı;

O yabancı güzelliğin düzgününden iğrendin;

Osmanlılık duygusunu, sen, babandan öğrendin!

Salih Reis! O muhterem ihtiyarın dizinde

Kuvvet buldun, söz öğrendin, öğüt aldın, büyüdün!

Türk iline bir yol buldun ataların izinde;

Himmetini alkışlar, gazileri Söğüd’ün!

55

Şiiri bir zevk edenleri yiğit zaman öldürdü;

Sen vicdanlar fetheyledin, gönüllerde yaşarsın!

Bu ne mutlu! Senin sözün Türk yüzünü güldürdü.

Artık adın tarihindir, ufuklardan aşarsın!

Divan

Issız Ellerde

Dün gece ye’s ile kendimden geçtim;

Teselli aradım meyhanelerde.

Baht-ı dûn elinden bir dolu içtim,

O neşe kalmamış peymânelerde!

Öksüzüm; bu ilde ne yoldaşım var,

Ne anam, ne babam, ne kardeşim var;

Ne yaman tâliim, dertli başım var...

Dilimden anlar yok bîgânelerde!...

Çöl müdür bu Yarab; ses yok, sada yok,

Gülşenler bozulmuş bûy-ı vefâ yok;

Erleri dolaştım, bir aşina yok;

Ay balkır [*] o ıssız gamhânelerde!...

Kaybolmuş ninemin yeşil mezarı,

Ruhumda titriyor feryâd ü zârı.

Bu elem bağının yok mu baharı?...

Matem kanat germiş boş lânelerde!

Göllere susamış âhular gelir;

Gurbet illerinden kumrular gelir.

Yıkık türbelerden hû hûlar gelir,

Güvercin dem çeker vîrânelerde!...

[*] Ziyanın dalgalanması.

56

Her neye dokunsam zahm-ı rikkat var;

Ne yana bakınsam reng-i firkat var;

Çalkanır ağlar bir âh-ı hasret var;

Sularla çağlayan terânelerde!...

Kim oldu, bilmedim bu hâle sebep,

Ağlarım, ümidim heba oldu hep,

Bendeki sûz-ı dil var mıdır acep,

Tutuşup can veren pervânelerde?

Hey Rıza! İçinde aşk odu yanar!

Bir onmaz yara var, dinmeyip kanar;

Bir gün gelir seni yetimler anar;

Dillerde dolaşan efsânelerde!...

Akşam Garipliği

Bir akşam kırlarda kaldım âvâre,

Perilerle her yer meskûndur sandım.

Hayretle baktıkça o vahşetzâre,

Esrâr-ı hüsn ile meşhundur sandım.

Yürürken benimle dağ, taş yürürdü;

Her ağaç peşinde gölge sürürdü;

İnandım ki her şey beni görürdü.

Huzurumla âlem memnundur sandım.

Ezelden beridir o hücra yere

Ninniler söylermiş bir serin dere

Sırrını bana da açtı meşcere;

Gençliğim orada medfundur sandım.

57

Çamlar kanat açmış bir hümâ gibi;

Çayırlar mükevkeb bir semâ gibi;

Çiçekler acayib muammâ gibi;

Ne gördümse şaştım, efsundur sandım.

Sevdalar demiydi, bülbül çilerdi;

Servistân içinde bir ses gülerdi;

Çiçekler kuşlardan bûse dilerdi.

Kâinat aşk ile mecnundur sandım.

Senenin sonbahar faslı gibiydi;

Toprak, bulut, yaprak paslı gibiydi;

Serviler kararmış, yaslı gibiydi.

Düşünen kayalar mahzundur sandım.

Mağribi yakmıştı firkat ateşi,

Yuvaya dönmüştü her kuşun eşi.

Dağlara yaslanıp yatan güneşi

Yaralı, hastadır, yorgundur sandım.

Nûş ettim güneşin akan rengini

Ruhumu hazz ile yakan rengini,

Ufukta görünce o kan rengini;

Felekler ben gibi dil-hûndur sandım.

Sıra dağlar mordu, sular kırmızı;

Suları beklerdi bir peri kızı;

Alnından öperken akşam yıldızı

Yeşil gözlerine meftundur sandım.

Su kenarlarında lâleler vardı;

Güllerde âteşîn hâleler vardı

Uzaktan aks eden nâleler vardı

Bir âhu kalbinden vurgundur sandım.

58

Reng-i hüsn emerdi ay, ülker, çemen

Günün can çekişen solgun lebinden;

O akşam her şeyi pembe gördüm ben,

O yerin mehtâbı gülgûndur sandım.

Nefes

Bana sual sorma, cevap müşkildir;

Her sırrı ben sana açamam hocam!

Hakkın hazinesi darı değildir,

Câmi avlusunda saçamam hocam!

Kayd-ı ahiretle düşmem mihnete;

Ben burda memurum şimdi hizmete;

Hayvan otlatırken gidip cennete

Sana hülle donu biçemem hocam!

Mîracı anlatma eşek değilim!

Bildiğin kadar da melek değilim!

Günahkâr insanım ördek değilim

Bu ağır gövdeyle uçamam hocam

Halka korku verme velvele salıp

Dünya ve âhiret, bu köhne kalıp!

Ben softa değilim cübbemi alıp,

İmaret imaret göçemem hocam!

Ölümden ürker mi tez ölen kimse?

Çoktan mazhar oldum ben hakk-ı nefse!

Bu demi sürerken ecel gelirse,

İşimi bırakıp kaçamam hocam!

59

Şarabı menetme, o değil hüner;

Âşığım, bâdesiz pek başım döner!

Gönlümde muhabbet ateşi söner,

Özrüm var sade su içemem hocam!

Nâr-ı cehennemi önüme serme,

Günahımı döküp kaygılar verme,

Kitapta yerini bana gösterme,

Ben pek o yazıyı seçemem hocam!

Filozof Rızayım, dinsiz anlama!

Dini ben öğrettim kendi babama;

Her ipte oynadım cambazım ama

Sırat Köprüsü’nü geçemem hocam!

İHSAN RÂİF HANIM

Tercüme-i Hâli: Âyan azasından merhum Raif Paşa’nın büyük kerimesidir.

Pederi tahsiline itina etmiş, hususî hocalar tayin eylemişti. Nişantaşı’nda

bulundukları sırada Sadık Paşa’dan, Adana’da da hayli bir müddet Danyal

Efendi’den ders aldı. “Fransızca’ya vâkıf, irfanı kuvvetli bir hanımdır. Genç

ediplerimizden Şahabeddin Süleyman Bey’in zevcesidir.

Eserleri: Birçok şarkıları, birkaç sene evvel intişar etmiş olan Rübâb

mecmuasında “İ.R.” imzasıyla basılıdır. 1330’da Gözyaşları unvanlı bir şiir

mecmuası da neşretmiştir.

Edebiyatımızda mevkii: İhsan Raif Hanımefendi, hece vezniyle yazmış ilk

şairemizdir denilebilir. Rıza Tevfik Bey, “Âşık tarzında yazdığı manzumeler arasında

idil denilen nev’in pek güzel nev’ileri vardır; fakat bazıları da, şeklen âşık tarzında

yazılmış olmakla beraber tamamen (empresyonist) şiirlerdendir.” diyor. Fakat

zannetmem ki, hanımefendi gerek maharetçe, gerek hayal ve hisçe pek o kadar

orijinal olsun. Gözyaşları’nda, cidden zarif manzumelere tesadüf olunuyor ve bunlar

lezzetle okunuyor, ama hepsine de ancak sadece “güzel” denebilir; harikulâde

denemez. Esasen şaire, Rıza Tevfik Bey’i adım adım takip etmiştir. Şu fark ile ki,

zeki doktorun muvaffakiyetini temin eden vasıflar, kendisinde pek zayıftır.

60

Meselâ, “Tekke Edebiyatı”nı bu kadar mühim bir muvaffakiyetle tekrar eden

Rıza Tevfik Bey bu hâlin büyük bir kısmını âşıklar arasında, tekkelerde geçirdiği

uzun zamanlara medyundur. İşte bu noktadan İhsan Raif Hanımefendi, haklı olarak

onun kadar yükselememiştir. Rıza Tevfik Bey bizzat söylüyor, “Ben, diyor, o

zamanlar Âşık tarzı üzere bazı şeyler yazarak gam dağıtıyor, gönül avutuyordum.

Hanımefendi’nin, şevk-i feyzbârını bu samimî eski şiirler üzerine imale etmek

istedim. Zaten âsabını sarsan lirizm için bu pek müsait bir zemin idi!... Muvaffak

oldum.”

Velhâsıl, Gözyaşları sâhibesi, millî vezinle ilk defa yazan bir şairemiz

olmak haysiyetiyle, tezkir ve tevkire şâyândır. Fakat tıpkı Rıza Tevfik Bey gibi o da

“Lisan” cihetinden yenilik gösterememiş, Arapça, Acemce terkiplerden, eski

klişelerden kurtulamamıştır.

Yolcu

Asker idim, vâdem bitmiş dönüyordum sılaya;

Sevinç ile şükrederek candan, özden Mevlâ’ya.

Kararmıştı sular artık, gün dönmüştü geceye,

Işıldayan o yıldızlar yol vermiştir niceye.

Ağu gibi esiyordu, düşüyordu yapraklar,

Çalıyordu düşman sesi gibi keskin ıslıklar.

Selâmete ermiş idim, tükenmişti ormanlık;

Ta uzakta dağ başında parlıyordu bir ışık.

Demek insan yaşıyordu o ufacık yuvada,

Bu kuş uçmaz, kervan geçmez, öksüz, ıssız ovada

Ay ışığı vurmuş idi çerden çöpten obaya;

Al çubuklu çaput germiş, benzetmişti kapıya.

Yaklaşınca durdum, baktım ateş vardı ocakta;

Dedim: “Tanrı sevgilisi, vatan dostu bir konuk

Sana geldi; aç kapıyı donuyorum, pek soğuk.”

Aralıktan gördü beni, bir âh etti, irkildi;

Ellerin koynuna soktu, boynun büküp dikildi;

Benzi attı, kül kesildi, dışarıya fırladı;

O sırada sanki gözü eksik bir can aradı;

61

Dedi ki: “Ey garip yolcu! Sanma rahat olunur,

Ne yiyecek, ne içecek, ne yatacak bulunur.

Üşenmezsen gel buraya, şuracığa işte bak!

Şu kara taş yastığımdır, döşeğim de şu toprak.

Her duygumu aldı gitti yirmisinde genç, erken

Şu bir yığın toprağın altına göçmüş bir beden.

İki yıldır beklerim ben bu mezarın başını,

Gözlerimin yaşlarıyla yalabıttım[*] taşını.

İşte vatan uğrunda kurban gitti bu yiğit,

Ben de onun yolcusuyum, durma yolcu, durma git!...”

-Gözyaşları’ndan-

Akgül Esma

On beşinde bir kızdım, gezer oynar, hoplardım.

Menekşeyi nerde görsem, dayanamaz toplardım.

Çay başında bir çobancık her gün kaval çalardı;

Sebebini anlamazdım, sessiz sessiz ağlardı.

Merakımı yenemedim, bir gün gittim yanına;

And içirdim, dedim: -“ Söyle kimdir, kıyan canına!

Niçin her gün böyle yalnız ağlıyorsun burada;

Göz dikip de bakıyorsun, bir şey mi var orada?...”

Dedi: -“Bak, bak, Akgül Esma bana mendil sallıyor;

Ben yanına gitmiyorum diye küsmüş ağlıyor.”

Akgül Esma, süt kardeşim; hem o, çoktan boğuldu.

Hiç ölüler konuşur mu, çıldırdın mı, ne oldu?”

Dalgın dalgın çaya baktı, bana cevap vermedi;

Fazla bir söz söyletmeye artık gücüm ermedi.

Ertesi gün, gittim baktım, çoban yoktu meydanda

Keçe külâh, kaval, çarık hepsi kalmış bir yanda.

[*]yalabıtmak : Parlatmak, parıldatmak. (Yeni Tarama Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1983, s. 231.)

62

Anladım ki, kurban gitmiş Akgül Esma yoluna;

İstememiş başka bir can yatırmayı koluna.

-Gözyaşları’ndan-

Hicran

Ağaçlar devrilmiş, çiçekler solmuş;

Âşıklar meclisi selh-hâne olmuş;

Billûr peymâneler kanlarla dolmuş;

Ses seda kesilmiş meyhânelerde.

Bülbül yuvasına baykuşlar konmuş;

Lâleler üstünde kızıl kan donmuş;

Kimler kan ağlamış, kim gülmüş, onmuş

Şu harap edilen boş lânelerde.

Atılmış bir yana, ney, keman, rübâb;

Ezilmiş kalemler, yırtılmış kitab;

Kırılmış kanunlar, dökülmüş şarab;

Ecel şerbeti mey peymânelerde.

Çiğnenmiş duvaklar, elmaslı taçlar;

Yolunmuş o güzel nâzenin saçlar;

Sürünür yerlerde kanlı kırbaçlar;

O bezm-i zevk olan kâşânelerde.

Bitmiş o evvelki saltanat, dârât;

Parçalanmış heyhat, mızrâb-ı hayat;

Uğuldar her yanda bir seyl-i memât;

Heyûlâ geziyor vîrânelerde.

-Gözyaşları’ndan-

63

Genç Günler

Ey genç kanı gibi kaynayan pınar!

Ey altında yatıp kaldığım çınar!

Söyledikçe hâlâ yüreğim yanar,

Gölgende okudum kitâb-ı aşkı.

Ey kumrulu bahçem, sünbüllü bağım!

Ey bülbüllü derem, mineli dağım!

Sizinle geçti en güzel çağım;

Orada dinledim rübâb-ı aşkı.

Muhabbet bağında kendimden geçtim;

Ateşler içinde bir lâle seçtim;

Yandı yüreciğim, kanarak içtim

Kızıl dudağından şarâb-ı aşkı.

-Gözyaşları’ndan-

ZİYA GÖKALP BEY

Tercüme-i Hâli: Diyarbakır’da 1295 senesinde doğmuştur. Babası, amcaları,

akrabası hep âlim adamlardı. Hem de eşraftandılar. Orada Askerî Rüştiyesi’nde

okudu. Sonra İstanbul’a geldi; Baytar Mektebi’ne girdi. Bu esnada görüştüğü

Abdullah Cevdet Bey, Ziya Bey’in Şark felsefesi ile iştigalini görerek, kendisine

mutlaka Fransızca’yı elde etmesini tavsiye etti. O, bundan sonra çalıştı. Ve büyük

zekâsı sayesinde, hemen hemen bir hamlede bu lisanı öğrendi.

Ziya Bey, Baytar Mektebi’nde talebe iken, politika töhmetiyle Taşkışla’ya

hapsedildi. Sonra memleketine sürüldü. Meşrutiyet’e kadar orada kaldı. Diyarbakır

isyanını idare etti. Hürriyet ilân olununca İstanbul’a döndü. Bir müddet

Dârülfünûn’da muallimlik etti. Sonra İttihat ve Terakki Merkez-i Umumî’sine aza

olarak Selânik’e gitti.

64

Bu aralık oradaki gençlerle, bilhassa Ali Canib Bey’le münasebet tesis ederek,

intişar etmekte olan Genç Kalemler’in tevsiine yardım etti. “Tevfik Sedat,

Demirtaş” müstearlarıyla felsefî makaleler, milliyetperverâne manzumeler neşretti. O

zamanlar Canib Bey, risalede imza tenevvüü olsun diye müteaddid isimler kullanırdı.

Bunlardan biri de “Gökalp” müstearıydı. Maamafih, Ziya Bey’in “Altın Destan”ı da

bu nam ile çıktı. Bundan sonra Gökalp ismi büsbütün kendisine kaldı.

Ziya Bey, memleketimizde Türkçülüğü ilmî ve felsefî noktalardan tedkik

ederek neşreden ilk zattır. “Durkheim”ın 61 içtimaiyat usûlünü kabul ve bizim

memleketimizde tâmim eden yine müşarünileyhdir. Bugün Dârülfünûn’da bu ilmin

müderrisidir.

Şişman, orta boylu, elâ gözlü, gayet sevimli çehreli, gösterişi sevmez, mahcup

halli, daima vakur, ciddî, bu ciddiyete samimî mahfillerde ara sıra nükte ve zarafet

karıştırır bir zattır.

Eserleri: Kızıl Elma (1330)

Yeni Hayat [Yakında çıkacak]

Edebiyatımızda mevkii: Ziya Gökalp Bey, daima “Ben şair değilim, millete

ait düşünceleri daha kolay anlaşılması için manzum yazıyorum.” diye tekrarlar.

Filhakika o, “Türkçülük için sanat”ı kabul etmiştir. Maamafih haiz olduğu felsefî

zekâ, şiirlerine mutasavvıfâne bir rebâbiyet vermektedir. Ekseriya, ilk nazarda güzel

görünmeyen mısraları nâfiz görüşleri, ince duyguları ifade eder. Fakat herhalde,

şiirlerinden azamî zevki alabilmek için, kendisinin içtimaî mefkûresini, millete ait

düşüncelerini tanımak lâzımdır.

61 “Émile Durkheim (Épinal 1858-Paris 1917): Fransız toplumbilimcisi. École Normale Supérieure’de öğrenim gördü, felsefe ve edebiyat konularında tezini vererek Sorbonne’da öğretim üyesi oldu. Almanya’da araştırma yapmak amacıyla bir süre bulundu ve deneysel psikolojinin öncüsü Wilhelm Wundt’un düşüncelerinden etkilendi. 1887’de girdiği Bordeaux Üniversitesi’nde 1902 yılına kadar toplum felsefesi dersleri verdi. Pozitivist geleneğe bağlı bir toplumbilim anlayışı olmasına karşın, ona göre olgular türlerine ve toplumsal kurallara göre sınıflandırılmadıkça insan zihninde anlam kazanamazdı. Tıptaki tanıya benzer biçimde, “normal” ve “hastalıklı” ayrımını, “kutsal” ve “totemcilik” kavramlarını, kuramının dayanakları olarak temellendirdi; toplumsal olguyu bireysel bilincin dışında var olan ve bireyi baskılayan “şey” olarak betimledi; bununla birlikte bireyin içselleştirme yoluyla toplumsal baskıya ahlâksal bilinç ve kurumsallık kazandırdığını savundu. Toplumsal işbölümü üzerine doktora tezi olan İçtimaî Taksim-i Âmâl (1893), intihar üzerine geniş kapsamlı bir çalışma olan İntihar (1897), Toplumbilimsel Yöntemin Kuralları (1895), “Dinsel Yaşamın Temel Birimleri” (1912) ve üniversitede verdiği derslerden oluşan Fransa’da Pedagojinin Evrimi (1938) başlıca eserleridir.” (Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt II, yyy 1993-1994, s. 710)

65

Türk esatirini ilk defa nazmımızda tecelli ettiren odur. Ziya Bey’e göre, ibdaî

ve millî bir edebiyat vücuda gelmek için, evvelâ pek meçhul kalan Türk ruhunu kat

kat meçhuliyet perdeleri altından çıkarıp meydana koymak, saniyen Avrupa

“Technique”ini ta Yunan edebiyatından başlayarak tetebbu etmek icap eder.

Yedi sekiz sene evvel “Yeni Lisan”ın tâmimine büyük hizmetler eden Ziya

Gökalp Bey, bugün, tesis ettirdiği Yeni Mecmua’da bu ehemmiyetli gayesini takip

ediyor ve ettiriyor.

*

Ziya Bey hakkında bazı fikirler:

“Ziya Gökalp, asalet ve şiddetin ihtirama şâyan bir timsali, insanî iradenin

takviyesi gayesinin müfrit bir taraftarıdır.

.... Onun mefkûresi yeni bir Türk kitlesi meydana getirmek ve bunun esasını,

Türk-Tatar ırkına mahsus İslâmî bir hars ile bina etmektir... Edebiyat sahasında attığı

muvazeneli adımlara gelince, Türkler’in büyük ve devamlı millî bir edebiyata malik

olmalarını temin edecek gibi gözüküyor. Ben kendi hesabıma, manzumelerini

okurken, Schiller’in bedialarını hatırlıyorum.”

-Otto Hartman-

“Kızıl Elma’nın en mühim kıymeti, şu maksada masruf oluşundadır: Biz bu

kitapla Türk “ustûre”-myte-sine kadar ilk defa olarak giriyoruz. Ne geniş vukuf, ne

bariz zekâ ki, bize “Ülker’le Aydın”, “Küçük Şehzâde”, “Ala Geyik”, “Ergenekon”

gibi beş altı manzume ile bütün Türk esatirini, tarihini, ruhiyetini, Türklüğü tecelli

ettirebiliyor... Tesadüf ettiğimiz eski Türkçe kelimeler, ihya edilmek için değil, Türk

tarihi yaşatılmak için kullanılmıştır. Biz bunlarla memzûc manzumeleri okuduğumuz

zaman, eski şan ve mefharetlerimizi, esrar ve hülya içinde gaşy olarak yaşıyoruz...

Millî mefkûremizin tezahüründe, milliyet cereyanının tekâmülünde Gökalp’in

-görünmeden- nasıl bariz bir rolü varsa, edebî mefkûremizin son tecellilerinde de

onun belirsiz nüfuzuna ait eserleri görüyoruz.”

-Ali Canib-

66

Ala Geyik

Çocuktum, ufacıktım;

Top oynadım acıktım.

Buldum yerde bir erik,

Kaptı bir ala geyik.

Geyik kaçtı ormana,

Bindim bir ak doğana

Doğan yolu şaşırdı;

Kaf Dağı’ndan aşırdı.

Attı beni bir göle;

Gölden çıktım bir çöle.

Çölde buldum izini;

Koştum tuttum dizini.

Geyik beni görünce

Düştü büyük sevince.

Verdi bana bir elma.

Dedi: Dinlenme, durma!

Dağdan yürü, kırdan git!

“Altın Köşk”e çabuk yit!

Seni bekler ezeli

Orda dünya güzeli!

Bin yıllık çile doldu.

Bunu dedi, sırroldu.

Yedim sırlı elmayı,

Gördüm gizli dünyayı.

Gündüz oldu geceler;

Ak sakallı cüceler,

Korkunç devler hortladı;

Cinler cirit oynadı

Kesik başlar yürüdü;

Saçlarını sürüdü.

Bir de baktım: Melekler,

67

Başlarında çiçekler,

Devlere el bağlıyor;

Gizli gizli ağlıyor.

Kılıcımı çıkardım;

Perileri kurtardım.

Kurtardığım periler,

Adım adım geriler,

Kanadını açardı;

Selâm verir kaçardı.

Az uz gittim... Dolaştım;

Altın köşke ulaştım.

Bir kapısı açıktı;

Öteki kapanıktı.

Kapalıyı açarak,

Açığa vurdum kapak.

At önünde et vardı;

İt ot yemez ağlardı.

Otu ata yedirdim;

Eti ite yedirdim.

Açtım bir elmas oda,

Dev şahını uykuda

Gördüm kestim başını.

Dedim: Ey ifrit, hani,

Nerde dünya güzeli?

Dedi: Elinde eli.

Döndüm, baktım: Bir Kırgız

Elbiseli güzel kız

Durmuş bakar yanımda.

Şimşek çaktı canımda...

Güldü, dedi: Türk Beyi,

Tanıdın mı geyiği?

Kimse beni bu devden

Alamazdı ancak sen,

68

Kaya deldin, dağ yardın,

Geldin beni kurtardın!

Ah, o imiş anladım.

Sevincimden ağladım;

Dedim: Turan meleği,

Türk’ün yüce dileği!

Yüz milyon Türk bu anda,

Seni bekler Turan’da.

Haydi çabuk varalım,

Karanlığı yaralım;

Sönük ocak canlansın,

Yoksul ülke şanlansın.

İndik, iti okşadık;

At sırtına atladık.

Geçtik nice dağ, kaya;

Geldik demir kapıya.

Kapanalı çok yıldı.

Açıl! dedim, açıldı.

Yol verince gizli yurt,

Aldı bizi bir bozkurt

Kaf Dağı’ndan geçirdi

Türk-ili’ne getirdi.

-Kızıl Elma’dan-

Durma Vur!

Durma Yunan durma! Kibrini arttır!

Türklüğün başına hakaret yağdır!

Uyuyan bir kavme bu zillet azdır.

Vur, eski kölesi utandır onu!

Bırakma uyusun uyandır onu!

69

Bu yurdun haznesi onun elinde;

Fakat anahtarı senin belinde;

Kalmış aç ve garip kendi ilinde.

Vur, eski kölesi utandır onu!

Bırakma uyusun, uyandır onu!

Zorla onu, yeni revişe girsin;

Gemi yapsın, alışverişe girsin.

Fabrikalar açsın, her işe girsin.

Vur, eski kölesi, utandır onu!

Bırakma uyusun, uyandır onu!

Sıkıştır ki ordu, donanma yapsın;

Garp’ta ne terakki görürse kapsın;

Türklüğü tanısın, Tanrı’ya tapsın.

Vur, eski kölesi, utandır onu!

Bırakma uyusun, uyandır onu!

Zannetme, yaptığın hoşa gitmiyor;

Terakkimiz koşa koşa gitmiyor.

Emin ol, emeğin boşa gitmiyor.

Vur, eski kölemiz, utandır bizi!

Bırakma dalalım, uyandır bizi!

-Kızıl Elma’dan-

Hayat Yolunda

Yüce Tanrım! Niçin beni içli yarattın?

Yahut neden kaygısızlar içine attın?

Derdim yokken niçin bana derman arattın?

Ben derdimi gösterdiğin dermanda buldum.

70

Verdiğin, bana tılsımlı bir sır kutusu,

Açtım, o dem hayalimin kaçtı uykusu;

Başkalaştı, benliğimin bütün duygusu.

Ayılınca kendimi bir hicranda buldum.

Fısıldadın kulağıma derinden derin

Çok nükteler; anlamadı aklım hiçbirin;

Ruhumda mı, semâda mı, nerdedir yerin?

Ne zeminde seni, ne zamanda buldum.

Varlık nedir? Sormaksızın yaşanmaz mıydı?

Bu sırrını fâş etmeseydin ruh kanmaz mıydı?

Gönül uyur olsaydı, hiç uyanmaz mıydı?

Gözlerimi bir dağılmaz dumanda buldum.

Yıldızlara baktım; senden haber görmedim;

Seni arar iken bilsen, neler görmedim;

Yeri kat kat süzdüm, senden eser görmedim;

Bir vicdanda seni, bir de Kur’an’da buldum.

Hakikatin yüzündeki siyah duvağı

Açamadım, tutamadım kaçan arağı;

Teslimlikte, ferâgatte gördüm ferâğı;

Aman talep edip onu imanda buldum.

Hayat yolu uçurumlu: Dağlık, kayalık;

İradede azimsizlik, güçte yayalık;

Vicdanımda ne kuvvet var? Derken mayalık,

Bu kuvveti canda değil, cânânda buldum.

71

Cânân kim? O bir gözlere görünmez peri,

Bir aydır ki gönüllerde parlar izleri;

Gökyüzünde ararken ben o dilberi

Onu gökte değil, yerde: Turan’da buldum.

-Kızıl Elma’dan-

Türk’e Göre Vazife

Vazife ne? Gökten inen bir sestir.

Soydan gelen duygulara ma’kestir

Ben askerim, o üstümde kumandan;

Baş eğerim her emrine sormadan.

Gözlerimi kaparım

Vazifemi yaparım.

Hikmetini sormam, ince elemem;

Âmirimdir, ona karşı gelemem.

Haklığına eylemişim kanaat

Benden ona kayıtsız şartsız itaat

Gözlerimi kaparım,

Vazifemi yaparım.

Benim hakkım, menfaatim, arzum yok...

Vazifem var, başka şeye lüzum yok.

Aklım, gönlüm düşünmezler, duyarlar;

Ondan gelen buyruklara uyarlar.

Gözlerimi kaparım,

Vazifemi yaparım.

72

Var demezdim bu dünyanın ötesi,

Olmasaydı vazifemin gür sesi...

Bu ses mutlak mâverâdan geliyor;

Hak nerdeyse tâ oradan geliyor.

Gözlerimi kaparım,

Vazifemi yaparım.

-Yeni Hayat’tan-

ALİ CANİB BEY62

Tercüme-i Hâli: 1303 Haziranında İstanbul’da doğmuştur. Babası hükümet

memurlarından Halil Saib Bey’dir. Toptaşı Rüştiyesi’nde (Emanuel Conception)

namındaki Fransız Mektebi’nde okumuş, 1318’de babasının Selânik’e nefyi üzerine

ora İdadîsine girmiştir. Âli tahsili Hukuk mektebindedir. İnkılâbın akabinde tesis

edilen İttihat ve Terakki Mektebi tarih ve edebiyat muallimliğini deruhte etmiş,

Ziraat ve Romanya mekteplerinde Türkçe derslerini göstermiştir. 1326’da teessüs

eden Genç Kalemler’in müdürü idi. Rumeli’nin zıyâından sonra, Çanakkale,

Gelenbevî Sultanîleri edebiyat ve felsefe muallimi oldu. Şimdiki halde,

Dârülmuallimîn-i Âliye’de edebiyat tedris etmektedir. Ahîren, Darülfünun’da

müteşekkil “Tedkikat-ı Lisaniye Encümeni”ne aza intihab edilmiştir.

Kısa boylu, topluca, elâ gözlü, son derece asabî, yakından tanımadıklarına karşı

mahcup, ciddî mizaçlı, maamafih samimî dostları için şen, nükte-perdaz bir gençtir.

Eserleri: Henüz kitap hâlinde çıkmamıştır. Birçok şiirleri Selânik’teki

Bahçe’de, Kadın’da, Genç Kalemler’de, İstanbul’daki Servet-i Fünûn, Âşiyan,

Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, Yeni Mecmua risalelerinde basılmıştır.

Edebiyatımızda Mevkii: “Yeni Lisan” ve “Millî Edebiyat” endişesi baş

göstermezden evvel, Fecr-i Âti zümresine mensup olarak yazdıkları arasında birçok

güzel eserleri bulunmakla beraber, Ali Canib Bey, hassaten yeni lisanı neşr ve

müdafaa etmiş olmakla şöhret almıştır. Bu genç hakkında, muhtelif mütehalif fikirler

dermeyan edenler var. Birçokları, kendisine büyük bir kıymet vermezler.

62 Ali Canib Yöntem.

73

Bazıları da inadına pek beğenir. Beğenmeyenlerin çoğu, bir zamanlar

arkadaşlık ettikleri Fecr-i Âti zümresindendir. Beğenenlerin mühim bir kısmı da

edebiyatı daha ziyade bir kari’ sıfatıyla takip edenlerdir. Sonra, birçok eserlerini

tercüme eden Martin Hartmann63 ve Otto Hartmann gibi müsteşriklerle, bazı ecnebi

muharrirler bu genci âdeta mübalâğalı denecek kadar çok takdir ediyorlar.

Bana gelince yeni lisanla, hece vezni henüz taammüm etmeden şu meşhur,

Şark’ın Ufukları

Daldım gözünde vehm uyuyan susmuş ufkuna,

Ey şark, kanmadın mı asırlarca uykuna?

Hâlâ huşûa kubbeler en hisli bir penâh,

Hâlâ minarelerde tevekkül denen bir âh,

Hâlâ saçaklarında güler baykuş evlerin,

Hâlâ köpek eninleri serper sokakta kin.

Hâlâ hurafeler yaşatır her çürük kafes;

Hâlâ beşik gıcırtısı, hâlâ o tozlu ses...

63 “Martin Hartmann (Breslau 1851-Berlin 1918): Alman şarkiyatçısı. Breslau’da ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra 1869 yılında aynı şehirde bulunan üniversiteye kaydoldu. Eğitimine Leipzig’de Heinrich Leberecht Fleischer’in yanında devam etti. 1874’te Sâmî diller üzerine hazırladığı Die Pluriliteralbildungen in den semitischen Sprachen başlıklı doktora tezini verdikten sonra özel öğretmen olarak Edirne’ye gitti; 1875 yılının Mart ayında da İstanbul’a geçti ve burada iyi derecede Türkçe öğrendi. Başlangıcından yaşadığı döneme kadar vuku bulmuş İslâm tarihi ve kültürüyle alakalı her şeyle ilgilenen Hartmann, İslâm araştırmalarının müstakil bir ilim dalı olması hususunda gayret sarf etmiştir. İslâmî araştırmalarda sosyolojinin metotlarını ilk uygulayanlardan biri olmakla birlikte önceleri onun bu çalışmalarına itibar edilmemiştir. Hartmann da kendileriyle aynı fikirde olduğu Ernest Harder, Wilhelm Friedrich Carl Giese ve Fritz Kern gibi ilim adamlarıyla birlikte 1912 yılında Die Deutsche Gesellschaft für Islamkunda adlı derneği kurmuş ve bu dernek ertesi yıldan itibaren Die Welt des Islams adlı dergiyi çıkarmaya başlamıştır. Hartmann şu dört konuyla sürekli ilgilenmiştir: Orta Asya ve Çin’deki İslâm, Arap Meselesi, Jön Türk hareketi ve edebiyatı, Afrika’daki İslâm ve Hıristiyan misyonerlerle olan mücadelesi. Özellikle Osmanlı Devleti’yle çok yakından ilgilenen Hartmann, I. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda başlayıp savaş sırasında gelişen siyasî ve içtimaî hâdiseler, parlamenter tartışmalar ve modern hayatın ortaya çıkardığı yeni durumlar gibi konuları Die Welt des Islams’da geniş olarak incelemiştir. Hartmann’a göre Osmanlılar’ın hakimiyeti altında yaşayan topluluklar ayrılarak kendi devletlerini oluşturmalıydılar. 1909’da yayımlanan Die arabische Frage adlı eserinde özellikle bu konuyu işlemekte ve Arapçı hareketlerin Batılılarca çıkarılıp yönlendirildiğini, bilhassa Mısır’da İngilizler, Suriye’de Fransız ve Ruslar tarafından millî çıkarları doğrultusunda desteklendiğini vurgular. 1916 yılında kaleme aldığı bir yazıda, Unpolitische Briefe aus der Türkei adlı eserinde yer alan Türkler aleyhindeki yazılarının yanlış anlaşıldığını, söz konusu sert ifadelerin kişilerle ilgili olduğunu söylediği, hatta cihada dair bir kitaba yazdığı önsözde Türkler hakkında övücü sözler sarf ettiği görülür.” (Hilal Görgün, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt XVI, İstanbul 1997, s. 248-249.)

74

Yükselmeyen tazarruun ey Şark bitmiyor;

“Hayye âlel felâh”ını gökler işitmiyor.

Sönsün fezalarında sükûn işleyen seher

Dönsün zeminlerinde de isyana secdeler...

Diz çökmesin sağır göğe öksüz duaların!

Yaksın bütün ufukları artık belâların.

Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter;

Ey Şark uyan, yeter yeter artık, uyan, yeter!...

manzumesini yazan şairi fazlaca takdir ederim. Maamafih kendisini pek yakından

tanıdığım için, tarafgirlik yaparım endişesiyle bu yolda bir fikir müdafaasına

kalkışmayacağım. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki, heyecan ve ihtiras bu gençte pek

fazladır. Gerek manzumelerinde, gerekse mukavemet olunmaz bir iman ile fikirlerini

serd ve müdafaa ettiği makalelerinde bu, pek aşikâr bir şekilde göze çarpar. Bu cihete

itibar ederek Ali Canib Bey’e dogmatizm isnad edenler de vardır. Ama ne olursa

olsun, şu kabil-i inkâr değildir, o, yeni lisanı ancak bu iman ve kanaati sayesinde

koca bir muarız muhite karşı müdafaa etmiş ve galebesini temin eylemiştir.

Ali Canib Bey edebiyatı, hayat ve tabiatın görülmüş, sezilmiş realitesinin

ifadesi diye telâkki eder. Buna “hayat için sanat” da denilebilir. Onun fikrince

yaşayan muhit, yaşanan şe’niyet, eserinde sezilmeyen sanatkâr, kıymetinden çok şey

kaybeder.

Hülâsa bu günler, mefkûrevî bir kıymet verdiğimiz Millî Edebiyat gayesi,

uğrunda fedakârcasına ilk ve çok çalışanlar arasında bu genci, daima hatırlatacaktır.

*

Ali Canib Bey hakkında bazı fikirler:

“Ben Ali Canib’i lirik zümresinden addederim. Çünkü muhayyilesinin kuvveti,

hislerinin şedid bir teessür hassasına malik oluşu, tekmil edebî hüviyetinin saf ve

pürüzsüz bir şekil iktisabına çalışması insana bu fikri verir. Maamafih, o sade kendi

benliğinde değil, bütün Şark âleminde yaşar... O diğer lirikler gibi büsbütün hayalî

değil, hayalleriyle hayatı telif edebilen fıtrî bir şairdir.”

-Otto Hartman-

75

“Ali Canib Bey de muvaffak olabilirdi. Eğer zoraki Sembolizm yapmaya

uğraşmasaydı ve istikbal herkese açıkken, o canibe teveccüh etmeyip de Fikret gibi

bir üstâd-ı hünerin üslûbunu tashihe kalkışmasaydı. Yoksa oldukça zevki var, fıtrat-ı

şairânesi de yok değil!...”

-Rıza Tevfik-

“İşte bu konuşulan saf, sade, terkipsiz ve tabiî Türkçe ile, yeni lisanla ilk defa

bize güzel şiirler yazan Ali Canib Bey’dir... Millî Edebiyat’ın mevzularını

memleketimizde, yaşadığımız muhitin içinde bulmuş ve konuştuğumuz saf ve tabiî

Türkçe ile terennüm etmiştir. Zannederim ki Albala’nın “İyi tasvir demek yani

tabiatın duygusunu vermek için tabiata göre yapmak lâzımdır.” nasihatine yabancı

kalmamış. Nihayet “Şarkın Ufukları” meydana geliyor. Türkler’den hiçbir şair

Şark’ın miskin tevekkülüne isyan ederken bu kadar muvaffak olamamıştır. Herkese

soruyorum tevekküle karşı bu şiir kadar haykıran diğer bir manzume bulurlarsa bana

göstersinler, iddiamdan vazgeçerim.”

-Ömer Seyfettin-

Kış Duası

Görüyordu yağmurlardan yorgun düşen ovalar

Bir bulutun ta ucunda ışık gözlü rüyalar.

Her derede koşuyordu şimdi sazlı bir ada;

Kaybolmuştu hayat bu loş, bu kül rengi yoklukta.

Baktım: Yerler yıkanmıştı, kayalıklar beyazdı.

Belli hayat ölmemişti; fakat ümit pek azdı.

Dikkat ettim, ağaçlarda yazın vardı bir yâdı.

Henüz sönmüş uçuyordu ishakların feryâdı...

Lâkin ne bir sürü izi vardı, ne bir meleme,

Her ses şimdi bürünmüştü bir görünmez eleme,

76

Batan güneş şuracıkta vurmuştu bir tepeye,

Koştum, çıktım ta üstüne: “Altın dağ mı bu?” diye.

Lâkin yoktu ne kurultay, ne ili han otağı,

Örtülmüştü kefen gibi beyaz karla toprağı.

Dedim: Tanrım yeşil yurda yakışmıyor solgunluk,

Yakışmıyor bu karakış, yakışmıyor bu soğuk...

Ona sen ver yine kalbi ateş dolu bir bahar

Milyonlarca anası yok kuzuları var donar

Milyonlarca kuzuları korkunç yola sapmasın

Acı Tanrım acı, acı... Zalim kurtlar kapmasın.

Baktım her yer şenlenmişti, ufuk kızıllaşmıştı,

Altın ordu gibi güneş mavi göğe taşmıştı.

1327

Eylülün Denizi

Eylülün denizi niçin gözlerin

Kapanmış rüyasız, boş bir uykuya?

Daha dün her dalgan gürlerdi derin,

Coşkun bir belâ en gizli kuytuya...

Eylülün denizi sen şair misin?

Şimdi bir afacan çocuk, bir deli...

Sonra bir kötürüm, sonra bir miskin

İhtiyar ki bıkmış hayattan belli!..

Hani bazen senin “Hicranı unut!”

Diyen mavi, baygın bakışın vardı;

Hani sis ufuklar uzakta, yâkut

Bir cennetten sana nurlar yollardı...

77

Dalgalar, ey büyük deniz, dalgalar

Dualar indirsin sana göklerden;

Benim dalgalarda çarpan kalbim var;

Bir şeyler haykırır uzak bir yerden.

İstersen öyle pek çılgın olmasın,

Bûseden, hayalden olsun gözleri;

Yüksek kayalarda irkilen dalgın

Gençlere koynunda aratsın şiiri!...

İstersen kapansın gökler üstüne

İstersen bir tekne parçalanırken

Haykırsın kıyıdan bir hasta nine;

Yalnız gözlerini böyle yummasın!

1330

İstanbul’un Gurubu[*]

Ufukta günün boynu büküldü,

Şimdi İstanbul solgun bir güldü.

Şair kalbime bir parça dökül

Solgun gül, solgun gül!

Güzel Marmara menekşelendin,

Daha bir saat önce pek şendin;

Bahardın, gülşendin!

Ey güzel İstanbul!

Ey şiirin yuvası, gül, neşe bul!

1332

[*] Viyolonist Zeki Bey’in Dârülmuallimîn-i Âliye talebesi için hazırladığı bir parçanın güftesidir.

78

Mandolin

Hangi kızın şen elleri

Gecelerin matemine

Serpiyor bu emelleri?

O genç kızın sevinci ne?

Kopup sedef ellerinden

Kalbe düşen bu inci ne?

Bir eser yok kederinden,

Söyle şair bu gülüş ne?

Sonra fakat ta derinden,

Ta kalbinden bu gülüş ne?

1333

CELÂL SAHİR BEY64

Tercüme-i Hâli: 19 Eylül 1299’da doğmuştur. Babası Yemen Kumandanı iken

vefat eden İsmail Hakkı Paşa’dır. İki fasıla ile Numûne-i Terakki Mektebi’nde ve

Davut Paşa Rüştiyesi’nde ibtidaî tahsilini bitirdikten sonra Vefa İdadîsi’ne girmiştir.

Mekteb-i Hukuk’ta iki sene kadar bulunmuştur.

Resmî hayatı muallimliğe inhisar eder. Mercan, İstanbul İdadîleriyle,

Galatasaray Sultanîsi’nde ve Dârülmuallimînde hocalık etmiştir. Demet, Bilgi, Türk

Sözü, İktisadiyat mecmualarını idare etmiş olan Celâl Sahir Bey, Türk Yurdu’nun

müdürüdür. Son zamanlarda Dârülfünun’a da tayin edilmişse de, hiç ders vermeden

istifa etmiştir. Bugün ticaretle iştigal ediyor.[*]

Zayıf, uzunca boylu, narin yapılı, mavi gözlü, nazik, iyi kalpli bir gençtir.

64 Celâl Sahir Erozan. [*] Bu zatın ticaretle iştigaline itiraz edenler, bence asrî hayatı henüz anlamamışlar demektir. Hatırlasınlar ki “Marcel Proust” meşhur bir şarap tüccarıdır. Almanlar’ın muktedir romancılarından biri, hatta bir gar büfesini işletiyor. Garp’ta daha bunlar gibi, fikrî mahsulleriyle kendilerine şöhret temin etmiş az adam mı var?...

79

Eserleri: Güzel Türkçe ile ve hece vezniyle yazdığı parçalar, henüz mecmua

halinde çıkmamıştır. Edebiyat-ı Cedîde zihniyetiyle vücuda getirdiği manzumeler,

Beyaz Gölgeler, Buhran, Siyah Kitap namlarıyla muhtelif tarihlerde intişar

etmiştir.

Edebiyatımızda Mevkii: Ta eskilerden tutunuz da, en yenilere kadar, tekmil

Türk şairleri içinde tahavvül ve teceddüde Celâl Sahir Bey derecesinde müştak ve

müstaid kimseyi tanımıyorum. Bir zamanlar Servet-i Fünûn Edebiyatı’nın genç

şairlerindendi.

Meşrutiyet’in akabinde, yeni teşekkül eden “Fecr-i Âti” zümresine dahil oldu

ve bu zümrenin en ileri giden şairi Ahmet Haşim Bey gibi serbest nazımlar vücuda

getirdi. 1326 tarihinde Selanik’te toplanan gençler, “Yeni Lisan”ı neşre başlayınca,

İstanbul’daki edipler arasında, en evvel Sahir Bey kendilerine müzaheret gösterdi ve

vâki olan davet üzerine oraya giderek müzakerelerine iştirak etti. O sıralar, ilk defa

“Yeni Lisan”la yazdığı “Cünûn”, unvanlı şiirini Genç Kalemler’de bastırdı. Bundan

sonra da Köprülüzâde Fuad Bey, Mehmed Rauf Bey gibi, o zamanlar “Yeni Lisan”a

muarız olan zatlara karşı, Hak gazetesinde muhtelif makaleler neşrederek bu doğru

hareketi hulûs ile müdafaa etti.

Sahir Bey, hece veznini de ilk kabul edenlerdendir. İbtidaları, yazdığı

manzumelerde Emin Bey’in ifadesinden kurtulamadıysa da, gitgide bu vezne daha

başka bir ahenk vermeye çalıştı, muvaffak da oldu.

Eskiden Servet-i Fünûn’da aşkı ve kadınlığı terennüm eden şair, Türklük

cereyanı meydan aldıktan sonra, büyük bir iştiyak ile bu cereyanın içine girmiş ve

Turan mefkûresinin açtığı Kafkas ufuklarına kadar nazarını uzatmıştır.

Acaba muvaffak oldu mu? Bunu, burada uzun uzadıya tahlil ve tenkit edecek

değilim. Şiir âlemimizde büyük bir buhran var şüphesiz... Binaenaleyh, Sahir Bey’in

hece vezniyle yazdığı manzumelerde bazı muvaffakiyetsizlikleri göze çarpıyorsa bu

zarurîdir. Halbuki şu cihet teşekküre şayandır ki o, birçok arkadaşları gibi eski

zihniyette kalarak yeni cereyana göz yummamış, bilâkis, elinden geldiği mertebe

teceddüde zahir olmuştur.

*

80

Celâl Sahir Bey Hakkında bir fikir :

“Şairin hassasiyetteki rikkat ve vüs’atine üç muhtelif meslek edibinin lûgatını

rübâb-ı sanatında idâme ettirmesi de ayrıca bir delildir. Celâl Sahir Bey, cidden

mümtaz ve rakik bir şairdir. Âti tarih-i edebiyat tedkikatında bulunduğu zaman

Beyaz Gölgeler, Siyah Kitap, Buhran sahibine büyük bir mevki tahsisine mecbur

olacaktır. Çünkü o, muhtelif nesillerin ve mekteplerin bir tercüman-ı zarif ve hassası

olmuştur.”

-Şahabeddin Süleyman-

İsmail Gasprinski’nin Ruhuna

Kılıç kişver açar, fakat zihinleri açmaz;

Kal’alara giren gülle gönüllere giremez;

Yalnız silâh kuvvetiyle en azminde yorulmaz

Milletler de büyük, millî dileğine eremez...

Ne galipler ellerinden düşman kanı sızarak

Girdikleri ülkelerde benliğini hisseden

Mağlûplara yenildiler yıllar geçti, o parlak

Millî irfan güneşinin sıcak nuru sönmeden

Büyük adam! Asırların gafletiyle paslanan

Silâhların eğilerek çekildiği yurdumuz

Karanlıktı, sen orada bu güneşi yarattın;

Şaşkınlaşan bir kitleye varlığını arattın

Ve buldurdun şimdi artık o kuvvete yaslanan

Millet ölmez!...

Fakat niçin bugün senden mahrumuz?

1330

81

Kafkas Türküsü

Her köşende bin çiçekli bahçeler vardı;

Göklerinin güneşinden güller yağardı...

Dağlarının yeşil saçı niçin ağardı?

Gecelerin niçin hasret çeker hilâle?

Seni Türk’ün hicranı mı koydu bu hâle?

Güzel Kafkas! Yeter bu yas uykusu, uyan;

Benzin solmuş, düşmanların kanıyla boyan;

Bayrak gibi kırmızı ol, güneş gibi yan...

Sarıl Türk’ün getirdiği parlak hilâle!

Seni onun hicranı mı koydu bu hâle?

Al dudaklar mavi göğe dua okusun;

Pembe eller yarın için şallar dokusun;

Her yiğit er kılıcına bir kelle kosun...

Tanrı artık bir nihayet versin bu hâle:

Seni çabuk kavuştursun güzel hilâle...

Buhran

Bir yığın toz olmuş ruhumun kederi

Dünyanın buruşuk yüzüne yağıyor.

Yok, hayır, bahtımın görünmez elleri

Göklerin göğsünden karanlık sağıyor.

Bir ılık son nefes kalbimi sarıyor...

Ne hazin bu hasta gündüzün ölümü!

Eşya örtünüyor, renkler kararıyor...

Gece mi bu, yoksa bir matem tülü mü?

82

Geceyse nerede o altın gözleri?

Kör olmuş, bakmıyor... Bir yangın alevi,

Hıçkıran bir elem olsa! Yok hiçbiri;

Ne ses, ne aydınlık... Gecenin boş evi!

Bu akşam göklerin kandilsiz; Allah’ım,

Seni nasıl bulsun karanlıkta âhım?...

ÖMER SEYFETTİN BEY

Tercüme-i Hâli: Bandırma civarındaki Gönen kasabasında bir çiftlikte

doğmuştur (1300). Babası Binbaşı Ömer Bey’dir. Tâli tahsilini Edirne Askerî

İdadîsi’nde ikmal etmiş, oradan Harbiye’ye geçerek 1319 tarihinde Piyade Zabiti

olarak çıkmıştır.

İlk defa İzmir’de bulunan bir kıta-i askeriyyeye memur edilmiş, bu sayede

Baha Tevfik, Şahabeddin Süleyman Beylerle tanışmıştır. Ömer Bey, orada çıkan

gazetelerde epeyce şiir, makale ve hikâye neşretmiştir.

Bilâhire Rumeli’ye gitti. Bu havalîde en ziyade Bulgaristan hudut bölükleri

kumandanlıklarında bulunmuştur ki, o iğtişaş memleketinin ilhamı eseri olarak

meşhur “Bomba” hikâyesini yazmıştır. İnkılâbın akabinde, İstanbul’da Baha Tevfik

Bey merhumun neşrettiği Düşünüyorum, Piyano risalelerinde haylice şiir ve

hikâyesiyle, birkaç makalesi çıktı. Sonraları, mukaddimede yazdığım vesile

dolayısıyla Ali Canib Bey’i tanıdı; Genç Kalemler tahrir heyeti arasına girdi.

Milliyet duygusunu, Türklüğün düşman unsurlara karşı müdafaası ihtiyacını, en derin

ve kavrayıcı bir şekilde hisseden bu genç, “Yeni Lisan” uğrunda büyük bir hevesle

çalışmış, bu hususta serdettiği doğru nazariyelerle makalelerinden ziyade,

hikâyeleriyle nazar-ı dikkati şiddetle celbederek güzel Türkçe’nin taammümüne çok,

pek çok hizmet etmiştir.

1328’de Balkan Harbi’ne iştirak etti. İbtida şimalde Sırplar’la, sonra cenupta

Yunanlılar’la edilen muharebelerde bulunmuş, nihayet Yanya’da esir düşerek harbin

sonuna kadar Yunanistan’da kalmıştır. İstanbul’a avdetinde askerlikten istifa etti;

vücudunu muharrirliğe hasreyledi. Bugün Kabataş Sultanîsi edebiyat ve felsefe

muallimidir. Son günlerde, Darülfünun’da müteşekkil “Tedkikat-ı Lisaniye

Encümeni” azalığına da tayin edilmiştir.

83

Orta boylu, zayıfça, fakat kavî bünyeli, yürüyüşünde, söz söyleyişinde son

derece cevval, hatibâne olmamakla beraber gayet şakrak, canlı ifadeli bir gençtir.

Eserleri: Alelumûm eserleri kitap olarak çıkmamıştır. Birçok mecmualarda,

hususiyle İzmir’de Sedat, Serbest İzmir... Selânik’te Kadın, Bahçe, Genç

Kalemler... İstanbul’da Âşiyan, Piyano, Düşünüyorum, Zekâ, Türk Yurdu,

Donanma, Halka Doğru, Türk Sözü, Çocuk Dünyası, Yeni Mecmua risalelerinde

şiirleri basılmıştır. Daha 10 Temmuz inkılâbından evvel hece vezniyle yazdığı şiirler

Kadın’da bulunur.

Edebiyatımızda Mevkii: Ömer Seyfettin Bey de tıpkı Canib Bey gibi ve

onunla beraber, “Yeni Lisan”ı neşr ve müdafaa neticesinde tanınmıştır. Kendisi

bilhassa son neslin hikâyecileri içinde emsalsizdir. Bunu, nâsirler kısmını teşkil

edecek olan ikinci ciltte tedkik eyleyeceğim. Şiirlerine gelince, Ömer Bey’de

lirizmin hemen yok denecek derecede izi belirsiz olduğu için, bunlar pek zevk

vermez. Ekser manzumeleri nesre benzeyen bir ifadeye maliktir.

Mevzu itibarıyla da pek zihnîdir. Bilhassa Düşünüyorum, Piyano

mecmualarında çıkan manzumeleri, felsefî düşünceleri ihtiva etmektedir. Bununla

beraber, Türk Yurdu’nda, Türk Sözü’nde neşredilmiş olan bazı millî parçaları

kuvvetlicedir. Son zamanlarda Yeni Mecmua’da bastırdığı birkaç şiirinin üslûbu

cidden hoşa gidecek bir mahiyettedir. Ama, umumiyet itibarıyla, cidden büyük bir

hikâyeci olan Ömer Seyfettin Bey, birinci derecede bir şair değildir. Esasen kendisi

de bunun aksini iddia etmiyor.

*

Fecir

Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,

Fecir mavi gözlerini açmıştı.

Hâlâ mahmur uyuklayan ormandan

Çıktı bir al ata binmiş genç bir han,

Düğmeleri yakut ile elmastı,

Dizginleri tuttu biraz ve kastı.

Altın tacı parlıyordu başında,

Bir nur vardı kemerinin kaşında.

84

Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,

Fecir mavi gözlerini açmıştı.

Öyle durdu, uzaklara bakındı,

İstediği şey sanki bir akındı.

Henüz kuşlar ötmüyordu, bir rüzgâr

Dalgalandı, dedi: -“ Burda çok yol var,

“Ey kahraman! Hangi yola gidersin;

“Her Türk gibi sen savaş mı edersin?”

Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,

Mavi fecir gözlerini açmıştı.

Genç Han dedi: -“Sevgilimi bulmaya

“Gidiyorum, artık dönmem oymağa,

Silâhlarım asılıdır yanımda,

Aşk ateşi tutuşuyor kanımda;

Gözüm görmez ne savaşı, ne yurdu;

Ben unuttum Ergene’yi, Bozkurt’u...”

Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,

Fecir mavi gözlerini açmıştı.

Rüzgâr yine dalgalandı: - “Sevgilin,

“Dedi, düşman kucağında bir gelin;

Beyaz ayı gebermeden onu sen

“Alamazsın; Bozkurt baygın yatarken

“Böyle gitme, pençesine düşersin;

Alageyik sana bir yol göstersin...”

Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,

Fecir mavi gözlerini açmıştı.

85

Han düşündü, her tarafı dinledi,

Rüzgâr yine derin derin inledi :

- “Erkek için yurt isterken aşk olmaz,

Matem çalar yâd elinde bağlı saz.

Haydi harbe! Asıl sevgin Turan’dır,

Âşık onun düşmanını vurandır!”

Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,

Fecir mavi gözlerini açmıştı.

Han atını sürdü Turan yoluna,

Bakmıyordu hiç sağına, soluna.

Alageyik öne düştü ormandan

Taştı bir sel: Belki yüz bin kahraman...

Aydınlandı Çamlıbeller...Ve gece

Söndü artık.... Gün perisi gelince

Karanlıklar gölge olup kaçmıştı,

Mavi fecir gözlerini açmıştı.

Nişanlı

Korularda bülbüllerin rüyası

Açılmayan güller ile süslenir;

Odasında yalnız kalan şu esir,

Şu genç kızın nedir hazin hülyası?

Mavi ipek divanına uzanmış,

-Yuvasında hasta yatan kuş gibi-

Sessiz, sakin hıçkırıyor! Sebebi

Söylenilmez! Ne acıklı saklayış....

86

Korularda bülbüllerin rüyası

Açılmayan güller ile süslenir;

Odasında yalnız kalan şu esir,

Şu genç kızın bilinmeyen hülyası,

Belki şimdi oralarda çarpışan,

Oralarda can vererek şan alan

Bir isimsiz kahraman....

KÂZIM NÂMİ BEY65

Tercüme-i Hâli: 1292 Martında Üsküdar’da doğmuştur. Eczacı

kaymakamlığından mütekaid merhum Mustafa Bey’in oğludur. Harbiye

Mektebi’nden Piyade Zabiti olarak çıkmıştır. Pek çok seneler Rumeli’nin muhtelif

diyarlarında bulunmuş olan Kâzım Bey, Meşrutiyet ilân edilince, eski Üçüncü Ordu

Müşirliği yaveri iken askerlikten istifa etmiştir.

Kâzım Nâmi Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle zeveban eden “Osmanlı

Hürriyet Cemiyeti”nin müessislerindendir. Zabitken muallimlik de ediyordu. İstifa

ettikten sonra, büsbütün maarif mesleğine girmiştir. İlk memuriyeti, Selânik, Edirne,

Kosova vilâyetleri Maarif Müfettişliği ile başlar. Bilâhire Edirne, İstanbul, Çatalca,

İzmit, Karesi, Biga müfettişliğinde, daha sonra İzmit Maarif Müdürlüğü’nde

bulunmuştur. Bugün, Medresetü’l-vaizînde İçtimaiyat ve Terbiye, Dârülmuallimat’ta

Tarih, Mercan Sultanîsi’nde Türkçe ve Tarih muallimidir. Rumeli işgalini müteakip

İstanbul’a geldiği zaman epey müddet Türk Yurdu risalesinin müdürlüğünü ifa

etmiştir.

Kısa boylu, narin vücutlu, gayet mütevazi, samimî, hoş sohbet bir zattır.

Eserleri: Türk Yurdu, Türk Sözü, Halka Doğru mecmualarında bir hayli

manzumesi çıkmıştır. Fakat henüz kitap şeklinde basılı değildir.

Edebiyatımızda Mevkii: Kâzım Nâmi Bey mütetebbi bir zattır. Bilhassa

terbiye mesailiyle meşguldür. Manzumeleri zararsız olmakla beraber, şairlik

iddiasıyla yazılmış eserlerden değildir. Kendisi eski bir Türkçü olduğu için, onları,

vatanî ve millî bir gaye gözeterek vücuda getirmiştir. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin,

Ali Canip Beyler, Genç Kalemler’de Yeni Lisan için çalıştıkları zaman, kendilerine

65 Kazım Nami Duru.

87

kıymetli bir refik olarak iltihak eden Kâzım Bey’in, bu husustaki gayret ve

muvaffakiyeti, cidden zikre şayandır.

Hülâsa, Kâzım Nâmi Bey’in edebiyatımızda hususî bir mevkii olmasa bile,

irfan âlemimizde, içtimaiyat, terbiye, nisaiyat meselelerinde çok hizmeti

dokunmuştur.

Tosun Onbaşı’nın Destanı’ndan

Yürüdüm, yürüdüm, hayli yürüdüm

Ömrü bir ağır yük gibi sürüdüm;

Vakitsiz kocadım, gençken çürüdüm;

Boşuna geçirdim bunca zamanı.

Anamın, babamın gözbebeği idim;

Güllü bahçelerin kelebeği idim,

Ninemin sevgili bir meleği idim;

Onunçün almıştım artık meydanı.

Mektebe gitmezdim, bilmezdim bir şey

Olmuştum bir deli, çapkın külhanbey;

Dilimden düşmezdi “Aman, aman, hey!”

Har vurup savurdum bütün harmanı.

Babam ses çıkarmaz, anam kızmazdı,

Yaptığım onlarca hep birer nazdı;

Hayırlı bir işim yalnız namazdı,

Gönlümde taşırdım sade imanı.

Bir de baktım bir gün davullar çalar,

Sesi yüreğe sevinçler salar;

Gözlerim durmadan uzağa dalar,

Meğerse devletin varmış fermanı.

88

İçimize hemen babalar daldı,

Etrafımızı hep analar aldı,

Güzel yavuklular uzakça kaldı,

Tütmeye başladı hasret dumanı.

İstanbul’a girdik bir seher çağı,

Ne kadar güzeldi bahçesi, bağı;

Bulutları sanki gelin duvağı,

Bütün şehirlerin odur sultanı

İstanbul! İstanbul! Görünce seni,

Anladık neresi dünya gülşeni,

Mübarek uğrunda kanlar dökeni

Tanımak lâyıktır din kahramanı.

Ben neler öğrendim bu askerlikte,

Yaşamak birlikte, ölmek birlikte,

Bütün bahtiyarlık hoşça dirlikte,

İnsanda artırır kalbi, vicdanı.

Bir gün “Selâmlık var” denildi bize;

O sevinci tarif edemem size,

Kalbimiz bağlıydı efendimize

Sultanlar sultanı, hanlar hakanı.

Bir köylü anlamaz, fakat duyarmış,

Bende de güzellik duygusu varmış,

Kalbimi o günün revnâkı sarmış,

Hilâfet şânının yokmuş pâyânı.

Geçti sultanımız güler yüzüyle,

Baktı biz kullara şefkat gözüyle,

Mübarek vücudu, nurlu özüyle

Bildirdi bize Âl-i Osmanı

89

Alnında hilâfet yıldızı parlar,

Gözünde imanın ateşleri var,

Mübarek sakalı, saçı sanki kar,

Peygamber vekili, mürüvvet kâni

Uğrunda feda edilmez mi cân?

Çünkü odur bizce en büyük insan.

Emrine itaat emreder Kur’ân;

Elbette tutmalı hükm-i Kur’ânı.

“Süngü tak!” denildi, sırasıydı ah!

Yerimizde saymak olurdu günah;

Başladık hücuma hep “Allah! Allah!”

Andırdı İngiliz korkak tavşanı

Zabit önde gider, biz arkasından,

Yapıştık düşmanın tam yakasından,

Hoşlanmadı gitti el şakasından;

Korkakmış utanmaz dünya fettanı.

Ten senin, can senin... Bir şey yok bende;

Tosun Onbaşı’yım ümidim sende,

Padişaha kulum, millete bende;

Burada bitirdim ben bu destanı.

ÂKİL KOYUNCU BEY

Tercüme-i Hâli: 1302 senesi Martında Selânik’te doğmuştur. Babası, Vilâyet

muhasebe memurlarından merhum Mustafa Fevzi Efendi’dir. İdadî tahsilini Feyziye

Mektebi’nde görmüştür. 1319’da oradan şehadetnâme alarak, İstanbul’a, Mülkiye

Baytar Mektebi’ne müsabaka ile girmişse de, hastalık yüzünden sekiz ay sonra terke

mecbur olmuştur. Öteden beri matbuata bir çok hizmeti dokunmuştur. Unvanı

Çocuk Bahçesi iken, Meşrutiyet’i müteakip Bahçe’ye tahavvül eden mecmuanın

ser-muharrirliğini deruhte etti ve ona istifadeli bir mahiyet verdi.

90

Sonra Resne’ye giderek, merhum Niyazi Bey namına açılan mektebe müdür

oldu. Bir sene sonra İzmir’e gitti; orada evvelâ Köylü sonra Anadolu gazetelerinin

başmuharrirliğinde bulundu. O aralık Selânik’te neşredilmekte olan “Yeni Lisan”ı

bütün şartlarıyla bu gazetelere kabul ettiren Âkil Bey, bizde ilk defa yevmî

gazetelerde sade, güzel, terkipsiz Türkçe’yi kullanmıştır. 1328 senesi nihâyetlerinde

“Anadolu gazetesi ser-muharriri iken İzmir Sultanîsi edebiyat muallimliğine tayin

edildi; bilâhire Çanakkale, daha sonra İzmit Sultanîleri’ne edebiyat muallimi oldu.

Şimdi Gelenbevî Sultanîsi edebiyat muallimi bulunuyor.

Zayıf, orta boylu, kına gibi kırmızımtırak sarı saçlı, mücadil bir ruha malik,

iddialarında hararetli bir gençtir.

Eserleri: Kitap şeklinde neşrolunmamıştır. Birçok manzumeleri Selânik’te,

Çocuk Bahçesi, Bahçe, Kadın, Genç Kalemler’de.... İstanbul’da Âşiyan, Türk

Yurdu, Yeni Mecmua’da vardır.

Edebiyatımızda Mevkii: Âkil Koyuncu Bey, edebiyatımızda pek dikkate

şâyân bir mevki tutmamıştır. Şu var ki, “Millî Edebiyat” gayesinin kökleştiği bir

sırada, eskiden beri millî vezin ve millî lisanla terennüm eden bu genç tevkire

şâyândır. Kendisi daha 1321 senesinde, Mehmet Emin Bey Çocuk Bahçesi’ne

Türkçe şiirler gönderince, merhum Rasim Haşmet Bey gibi bir iki arkadaşıyla bu

tarza heves etmiş, Emin Bey’in o zamanlar mevzuunu teşkil eden zavallılığı, tıpkı

onun üslûbuyla yazmıştır. Halbuki o sıralar, her genç Tevfik Fikret’in aristokrat

lisanına meclûptu.

Âkil Bey’de lirizm yoktur. Daha ziyade zihniyle yazar. Bununla beraber lisanı

kuvvetlidir.

*

Dilenciler

Kıştı, hava pek soğuktu... Gece kara göklerden,

Kara, kirli bulutlardan buram buram düşerken

Ağır ağır uçar gibi, karlar, beyaz tüycükler,

Anaforlar uzaklarda inim inim inlerken

Soğuk, hançer, zehir gibi sokaklara üşerken

Onlar, birçok kara gölge yürüyorlar yalınayak.

91

Bunlar öyle yoksullar ki gecelerin sırtında,

Soğukların, karanlığın, yağan karın altında

Mesutların evlerinden artıkları alarak

Oracıkta bir kapının eşiğinde yalarlar.

Kara çıkmış kurtlar gibi her kapıya salarlar:

Kulübede ateş yoktur orda yatan aç bekler.

Lâkin burda, bir duvarın dirseğine dayanan,

Düşen karda, yerlerdeki çamurda çalkalanan,

Delik deşik paçavralar içinde bir yavrucuk

Henüz on bir, ya on iki yaşlarında bir çocuk

Titrek kirli ellerini her geçene uzatır:

“Acı bana, açım!” diyen bu hastalıklı seste

Öyle derin bir inilti var ki, her bir nefeste

Düşecekmiş, donacakmış, ölecekmiş gibidir.

Sakın, sakın, sakın kuzum! Ölme orda sonra bir

Ordan geçen olur ise çarpar sana incinir.

1321

Şehit Nişanlısı

Küçük bahçemize akşam çöktüğü

Zamanlar, vaktiyle, nasıl gezerdik!

Güneşin batarken, ufka döktüğü

Solgun pembelikte neler sezerdik!

Enînim, sevgilim, sana varır mı?

O kızıl topraklar yoksa sağır mı?

Kanınla ıslanan kızıl toprakta

Yâdında mı el’ân o mesut günler?

Sönerken yavaşça güneş ırakta

Ufukta gezerdi beyaz sülünler

Hasretim, sevgilim, sana varır mı?

Bu akşam da yoksa taşın sağır mı?

92

Bu güzel akşamda ruhum pek dolgun

Pek çok ağladığım hatıralarla;

Şu eski duvarın yanında solgun

Menekşeler hâlâ bakarlar yola.

Düşüncem, sevgilim, sana varır mı?

Uzak mı toprağın yoksa sağır mı?

Sevdiğim bak geldi sevdiğin eylül

Ne hoştur, değil mi, bu tatlı mevsim!

Üzümün zamanı eyledi hulûl

Haydi gel birlikte bağa gidelim.

Davetim, sevgilim, sana varır mı?

O dağlar ırak mı yoksa sağır mı?

Su başında bugün diz çöktüm yine,

Uzaktan akseden garip kavaldı;

Sevdiğim, vardı mı acep yerine

Esen yel ruhumdan bir bûse aldı.

O bûseyle ruhum sana varır mı?

Serin yel de yoksa taştan sağır mı?

Güz girince, her gün, seherlerde biz,

Gezerdik mutlaka orman, dere, dağ;

O kadar ki çılgın guruplar, ikiz

Ruhumuza güya yakardı çerağ.

Bu gurup, sevgilim, sana varır mı?

Hatıran renge de yoksa sağır mı?

Sevgilim hayalin yanımdadır, bak:

Gözlerin gözümde, elin elimde,

Unutmam ölünce o saf, o berrak

İlk bûsenin hâlâ tadı dilimde.

Hayalim, sevgilim, sana varır mı?

Ruhun da taş gibi yoksa sağır mı?

93

Nişanlın, sevgilim, şehit kızıdır

Şehide varması lâyık olmaz mı?

Bu hayat rûhuma artık sızıdır,

Firkatin hicrete sâik olmaz mı?

Nişanlın, sevgilim, sana varır mı?

Ruhum da nuruna yoksa ağır mı?

Yurdunun ufkunu tuttun kanınla

Düşmana göğsünü siper yaparak;

Düşmüşsün, dediler, mertçe, şanınla

Tepeye dikip de bir kızıl bayrak.

Türbene, sevgilim, sevgim varır mı?

Bayrağın sevgiye yoksa sağır mı?

Ne dedim, sevgilim, darılma bana

Bayrağın bir kızıl sevgidir bütün;

O kadar ki işte o aşkın sana

Bayrağı eyledi benden de üstün.

Fakat hiç türbene sesim varır mı?

Yurt değil, toprağın yoksa sağır mı?

Varırsa, sevgilim, Tanrı’ya yalvar

Ruhumu yanına davet eylesin.

Su başında bir gün otlarken davar

Okusun kuzular ruhuma “Yasin”!

Sevgilim, bu duam ona varır mı?

Hasretime gök de yoksa sağır mı?

1333

94

RASİM HAŞMET BEY

Tercüme-i Hâli: 1300 tarihlerinde Selânik’te doğmuştur. Babası, belediye

komiserlerinden merhum Haşmet Efendi’dir. İdadî tahsilini orada Terakki

Mektebi’nde ikmal etti. Hukuktan da diploma almıştır. Bir müddet Selânik’te

yevmî Zaman gazetesi muharrirliğinde bulunmuş, Yeni Asır gazetesinin de

ser-muharrirliğini idare etmiştir. 1321’de intişara başlayan ve inkılâptan sonra

Bahçe unvanını takınan Çocuk Bahçesi’ne, kapandığı ana kadar tahrirî muavenette

bulunmuştur. Kadın ve Genç Kalemler risalelerinde de manzumeleri vardır.

Bilhassa “Rafize Hesna” imzasıyla Kadın’da intişar eden bir manzumesi,

Selânik’teki derin bir içtimaî marazı teşrih ettiği için, ora muhitinde pek çok kîl ü

kâle sebebiyet vermiştir.

Rumeli’nin işgalinden sonra İstanbul’a geldi; evvelâ Konya Sultanîsi devre-i

sâniye edebiyat ve felsefe muallimi tayin olunarak Konya’ya gitti. Orada iki sene

kadar kaldı. Sonra, Gelenbevî Sultanîsi devre-i evvelî Türkçe muallimi oldu. Aynı

zamanda Tasvir-i Efkâr gazetesinde mütercimlik yapıyordu. 1334 senesi Şubatında

zâtülcenpten müteessiren irtihal etmiştir.

Orta boylu, zayıfça, elâ gözlü, esmer, samimî, sevimli bir gençti.

Eserleri: Kitap suretinde çıkmamıştır. Çocuk Bahçesi, Bahçe, Kadın, Genç

Kalemler, Resimli Kitap, Donanma mecmualarında bir hayli manzumesi intişar

eylemiştir.

Edebiyatımızda Mevkii: Rasim Haşmet Bey, fakir bir aileye mensup olduğu

için, 1321’de Emin Bey nazar-ı dikkati celbe başlayınca, onun mesleğini derhal

tebcil ve müdafaa etmiştir. Emin Bey’le çok mektuplaşmıştır. Maamafih umumî

cereyandan da kendini kurtaramayarak aruz veznini büsbütün bırakamamıştır.

Kendisi pek öyle dikkate şayan bir edebî sima değildir. Aruz veznini pek sakat

kullandığı gibi, hece vezninde de bir yenilik ibraz edememiştir. Yeni Lisan esaslarını

derhal kabul etmiş, makalelerinde terkipli lisanı muhafaza eylemekle beraber,

manzumelerinde Genç Kalemler’in sistemini gözetmiştir. Yeni neslin bu ilk ölen

şairi Garp muharrirleri içinde en ziyade Rusyalı Tolstoy’u okurdu. Demokrasiye,

Sosyalizme karşı derin bir incizabı vardı. Son zamanlarında edebiyatı terk ettiği

halde, yine ara sıra manzumeler yazardı. Son şiiri Donanma mecmuasında çıkmıştır.

95

İrade

Muhterem ve fazıl Doktor Ethem Bey’e

Karanlıklar azalmaya başladı.

Fakir köylü ekmek buldu isli tavan altında;

Boş ambarlar buğday doldu, yeşillendi ova, dağ;

Ezilenler kurtuldu hep, sevincinden ağladı.

İstikbalin sayhaları vicdanlarda inledi;

Yeni günler aranıldı: Her tarafta hareket,

Her noktadan bir hazırlık, bir silkiniş... Her cihet

Azim, sebat toplarıyla gürledi.

Yeni âlem, yeni hayat... Bütün gözler bekliyor,

İstikbalin meltemleri vicdanlarda geziyor,

Artık beşer yeni günler imanıyla uyandı,

İstikbale hâkim olan “İrade”dir; inandı!

1327

Kızıma

Unuttum mu seni; öyle mi sandın?

Dimağımda hâlâ sesin, feryadın,

Hatıramdan çıkmaz sevimli yâdın!

Acı geldi bana bebek ölüşün,

Baban kurban o sevimli, ölgün

Çehrende yaşayan minik gülüşün!

“Ne oldu Türkânım” derim, ağlarım,

Çaresiz annenden çare ararım,

Seni yerden, gökten, Hak’tan sorarım...

Tabiat yeşiller giymiş, gelinmiş,

Çiçekler ayrı birer nâzeninmiş

Hilkate yenilik, güzellik inmiş!

96

“Ne çıkar?” diyorum, gelin olacak

Benim de kızım var; gelmiyor ancak:

Bu bahardan yine yüzüm solacak!...

Bağlar, bahçeler gülmek istiyor,

Yüreğim yalnızca seni diliyor,

Mesut hilkatte mahzun inliyor...

1333

MEHMET FUAT BEY66

Tercüme-i Hâlî: 1306 Teşrin-i sânisinin yirmi ikisinde İstanbul’da doğmuştur.

Meşhur Köprülü Mehmet Paşa ahfâdındandır. İbtidaî tahsilini Ayasofya

Rüştiyesi’nde bitirmiş, 17 yaşında da Mercan İdadisî’nden çıkmıştır. Hukuk

Mektebi’ne de girerek üç sene kadar okumuşsa da nihayet terk etmiştir.

Dostlarından Fazıl Ahmet Bey’e yazdığı bir mektupta, “İstibdadın son

senesinde Mekteb-i Hukuk’a da gittim. Fakat gerek muallimlerinin cehaleti, gerek

tedrisatın garabeti, beni esasen hoşlanmadığım bu tahsilden nefret ettirdi.” diyor.

İnkılâp akabinde bazı gençler, “Fecr-i Âti” namıyla bir edebiyat cemiyeti tesis

ettikleri zaman, Fuat Bey de dahil olmuş, bir taraftan bu zümrenin en mümtaz şairi

olan Ahmet Haşim Bey tarzında zarif manzumeler, diğer taraftan felsefî, ilmî, tenkidî

bir hayli makaleler yazmıştır. Esasen Türk gençleri içinde, bu genci temyiz eden

esasî vasıf, pek çok okuması ve pek çok yazmasıdır. Bir iki sene kadar Servet-i

Fünûn’un edebî muharrirliğinde çalışmıştır. 1327’de tesis edilen yevmî Hak

gazetesinin de ser-muharririydi. Millî Tetebbular mecmuasını da idare etmiştir. Fuat

Bey’in, İstanbul ve Galatasaray Sultanîleri’nde Türkçe ve edebiyat muallimliği de

vardır. Bugün, İnas Dârülfünun’uyla Dârülfünun’da, Türk Edebiyatı Tarihi müderrisi

olduğu gibi, “Âsâr-ı İslâmiye ve Milliye Tedkik Encümeni” Kâtib-i Umûmîsi’dir.

“Tedkikat-ı Lisaniye Encümeni” Edebiyat Şubesi’nde azadır. Yeni Mecmua’ya da

nezaret ediyor.

Kısa boylu, mavi gözlü, nahif vücutlu, melih simalı, ciddî, gece gündüz

kitaplarıyla, yazılarıyla meşgul, çalışkan bir gençtir.

66 Mehmet Fuat Köprülü.

97

Eserleri: Güzel Türkçe’nin bugünkü şeklini kabul etmeden evvel, aruz

vezniyle yazdığı manzumeler, bilhassa Servet-i Fünûn’da basılmıştır. Hece vezniyle

yazmaya başladıktan sonraki şiirleri, Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, Yeni

Mecmua’da bulunur. Bu son risalede şiirleri “M. F.” imzasıyladır.

Edebiyatımızda Mevkii: Yeni Lisancılar, Edebiyat-ı Cedîde ve Fecr-i Âti’ye

mukabil harekete başladıkları zaman, bu yeni cereyanın birinci ve en ateşli muarızı

Fuat Bey oldu. Servet-i Fünûn ile neşrettiği mealleri şedid beş altı makalesi,[*]

Selânik’teki gençleri cidden iğzab etmişti. Bu makaleler Ömer Seyfettin, Ali Canib,

Kâzım Nâmi, M. Nuri Beylerden aynı şiddetle mukabele gördü. Derken, bu bir yol

açtı.

Fuat Bey’in itirazlarını, Rıza Tevfik, Cenab Şahabeddin, Süleyman Nazif

Beyler’in muhacemeleri takip etti. Bu hal muâraza, müdafaa, iki üç sene sürdü.

Maamafih Fuat Bey sonraları haksızlığını insafla anladı.

Ve Balkan Harbi’ni müteakip Türk Yurdu tahrir heyeti meyanına dahil oldu.

Fuat Bey, bundan sonra takdire kat kat şayan çalışması sayesinde, Türk tarihinin

menba ve menşelerine her gün biraz daha nüfuza başladı: Artık mesleği taayyün

etmişti. Yine terkipli lisanı kullanmakla beraber beynelmilel tedkikatına hâtime çekti.

Eski Çağatay Edebiyatı’na girdi. O aralık çıkarılmaya başlayan Halka Doğru

risaleciğinde bir iki de hece vezniyle kaleme alınmış manzume neşretti; ama,

hakikatte bu parçalar ibdâî bir şekil ve mahiyeti haiz değildir. En çok Emin Bey’in

tarzı müşahede olunmakla beraber, biraz da Tekke Edebiyatı usulüne yakın idiler.

Şimdi de Yeni Mecmua’da Ziya Gökalp Bey’in yazdığı efsanevî, esatirî parçalara

benzer güzel şiirler yazmaktadır.

Köprülüzâde Mehmet Fuat Bey, takdire şayan bir şairdir. Hassaten aruz

vezniyle yazdığı parçalardaki kuvvetle dikkati celbetmiştir. Fakat onun

edebiyatımızdaki mevkii, en ziyade ilmî tedkikler sahasındadır. Eminim, istikbal bu

genci Türk Edebiyatı müverrihi olarak tanıyacaktır.

*

[*] Fuat Bey, bana bir münasebetle: “Ben o makalelerimde, lisanın esasen sadeliğe doğru yürüdüğünü, terkipler kaldırıldığı takdirde aruzun millî bir vezin olarak ibka edilemeyeceğini, henüz pek ibtidaî bir halde olan hece vezninin asırlardan beri işlene işlene güzelleşen aruzun makamına pek zor kâim olabileceğini, aruz taraftarı olmakla beraber, aynı zamanda bir milliyetperver olduğumu iddia ettimdi.” demişti. Mezkûr makaleler, Servet-i Fünûn’un 1082, 1091, 1095 numaralı nüshalarında münderiçtir.

98

Köprülüzâde Mehmet Fuat Bey hakkında bir fikir:

“Bütün o çalâkî, o faaliyet-i müfrite Mehmet Fuat’ın beyninde ne büyük

bir atş-ı irfan, ne şedid bir iştihâ-yı tetebbu ve ihata mevcut olduğunu, binaenaleyh

kendisinin ne muhteşem bir istikbâl-i fikrîye doğru koştuğunu, atıldığını gösterir.”

-Fazıl Ahmet-

Meriç Türküsü

Issız dağ başını duman bürümüş,

Yine Rumeli’ne düşman yürümüş,

Kervan gelmiş, yel küllerin sürümüş;

Dertli Meriç akar “Kervanım” diye

“Acep nerde kaldı arslanım!” diye.

Türk ili boş kalmış, kervanlar geçmiş!

Dumanı tütmemiş, düşmanlar seçmiş,

Ayrılık şerbetin analar içmiş;

Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,

“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.

Meriç’in üstüne köprü kurulur,

Düşman geçer, hep yiğitler vurulur;

Hepsini anlatsam dilim yorulur;

Dertli Meriç akar”Kervanım!” diye,

“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.

Çiçek ayı geldi, çiçek açmadı,

Yel kırlara lâle, sümbül, saçmadı,

Yiğitler vuruldu, mertler kaçmadı,

Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,

“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.

99

Çoban dağ başından geçemez oldu,

Sürüler Meriç’ten içemez oldu,

Gözü nişanlımın seçemez oldu,

Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,

“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.

Hep köyler yıkılmış, ocaklar tütmez;

Viran bahçelerde bülbüller ötmez;

Yarim yâd illerde, hasretim bitmez.

Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,

“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.

Akşam ovalara duman yayılır,

Meriç’in suları susar bayılır

Nilüferler ölür, dertler ayılır,

Dertli Meriç akar “Kervanım!” diye,

“Acep nerde kaldı arslanım?” diye.

1329

Ortaç Yolcuları

– Sarı gece... Sarı gece...

Ta ruhuma gömüldükçe

Senin sarı gölgelerin,

Dinliyorum: Ağır, derin

Eski bir ilâhi sesi.

Bu ses kimin son nefesi?

Karşı çamlar susmaz, inler:

“Ortaç yolcularının!” der.

– Kimsesiz ay... Kimsesiz ay...

Denizdeki şu kırık yay

Düşmüş bir âşık elinden...

100

O, sazının her telinden

Nur ilâhileri saçmış....

Sonra... Yayı kırmış, kaçmış!

Mor dalgalar susmaz, inler:

O yay ta gökten düştü! Der

– Deli ozan.. Deli ozan...

Altın kopuzundan sızan

Sesler neye donmuş gibi!..

Şu geçen peri mevkibi

Bekler seslerini hâlâ

Eski “Ortaç” yollarında!

Altın kopuz susmaz inler:

“Ozan ölmüş, yay kırık!” der.

– Gafil yolcu... Gafil yolcu...

Ozan yok, kırık yay ucu.

“Ortaç” yolcuları hasta.

Şarap bitmiş altın tasta...

Haydi, şair al kopuzu,

İnlet eski ruhumuzu!

Kopuz elde, şair gider:

“Ortaç yolu çok uzak!” der.

Akıncı Türküleri

Tuna boylarında sıra serviler

Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış

Gül bahçelerinde baykuşlar öter....

Şu viranelikler eski bağlarmış!

101

Namazgâh bir otluk, kalmamış taşı;

Çeşmelerden akan: Kanlı gözyaşı...

Orda bir güzel var, çatılmış kaşı;

Ak alnına kara çatkı bağlarmış!

Kırık minarelerden duyulmaz ezan...

Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan.

Bir inilti duydum, sandım bir ozan,

Sesime ses veren karlı dağlarmış!

Söğüt dallarında hasta serçeler.

Eski Akın Destanı’nı heceler...

Tuna ağlıyormuş bazı geceler:

Göğsünde kefensiz şehitler varmış

Bozulan bağların üzümü acı;

Âsi köle kesmiş eski haracı,

Yine yedi kral giymişler tacı...

Şahin yuvasını kargalar sarmış!

Haydi eski ozan, al sazı ele,

Düşmanlar içine düşsün velvele.

De ki: Hor bakmayın bu durgun sele,

O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış!

ALİ ULVİ BEY67

Tercüme-i Hâli: 1296 senesi sonlarında Selanik’te doğmuştur. Âkil Koyuncu

Bey’in kardeşidir. Selânik’te Feyziye Mektebi’ni ikmâl ettikten sonra bir sene kadar

Selânik İdadîsi’nde bulunmuş; daha sonra bir sene Manastır’daki ve oradan

avdetinde yine bir sene Selânik’teki Frerler Mektebi’ne devam etmiştir. 1313 Yunan

seferinde Galos’ta memuren bulunan biraderinin yanında, telgraf ve posta

67 Ali Ulvi Elöve.

102

mülâzemetiyle Teselya’nın tahliyesine kadar kalarak avdetinde Siroz’da iki ay kadar

muhaberât-ı ecnebiye memurluk vekâletinde bulunmuş, ondan sonra mezun olduğu

Feyziye Mektebi Türkçe muallimliğini deruhte ve yedi sene bu vazifeyi ifa etmiştir.

İstibdadın son senelerinde Çocuk Bahçesi ser-muharrirliğinde çalışırken, gazetenin

siyasî esbabdan dolayı kapatılması üzerine Atina’ya firar etti. Bir müddet sonra

vatanına döndüğünde tevkif edildiyse de hemen tahliye olundu. Bunu müteakip

zamanlarda, ilân-ı Meşrutiyet’e kadar oradaki ticarethanelerde kâtiplikle iştigal etti.

31 Mart Vak’ası üzerine gönüllü olarak İstanbul’a geldikten bir müddet sonra

yeni tesis edilen Dârülmuallimîn-i Âliye’ye mülhak Tatbikat Mektebi muallimliğine

tayin olunmuştur. Bugün, mezkûr Tatbikat Mektebi’nin müdür muavinliğiyle,

muallimliğini ifa ve Darülmuallimîn’de de Türkçe tedris etmektedir.

Eserleri: Selânik’te çıkan Çocuk Bahçesi’nde, Bahçe’de, Kadın’da birçok

manzumeleri basılmıştır. Bundan birkaç sene evvel Çocuklarımıza Neşideler

namıyla bir şiir mecmuası neşretmiştir.

Edebiyatımızda Mevkii: Ali Ulvi Bey bir şair olarak meşhur değildir. Zaten

kendisi de böyle bir iddiada bulunmuyor. Fakat en ziyade muhtaç olduğumuz çocuk

edebiyatına ilk defa çalışanlardan biridir. Esasen manzumelerinin hemen hepsi bu

nev’e dahildir. Nazım lisanında pek kuvvetini hissedemiyoruz. Kafiyeleri bazen

zayıftır. Selanik’te Çocuk Bahçesi’nde ve Bahçe’de birçok şiirleriyle, (Söyleniş)

unvanı altında pek güzel monologları da çıkmıştır.

Pınar Başı

Pınar başı, ne sefalı başın var;

Karlı dağlar gibi beyaz taşın var;

Etrafını almış köyün gençleri,

İçlerinde ahbabın var, eşin var!

Gündüz, güneş kavururken ovayı,

Kenarını bekler kuşlar alayı;

Ulu çınar gölge salar üstüne

Bir susamış dudak yoklar kovayı...

103

Akşam vakti fısıldaşır ağızlar;

Desti elde, sıra bekler şen kızlar...

Sürü döner dağdan, rençber bağından;

Geçmiş günden haber sorar yıldızlar...

Sonra tenha, şu çınarla her gece

Söyleşirken dertlerini gizlice,

Ay eğilip dinler mermer taşından :

Neler gelmiş geçmiş garip başından...

Pınar başı, ne sevdalı başın var;

Karlı dağlar gibi beyaz taşın var!

Etrafını almış köyün gençleri,

İçlerinde sırdaşın var, eşin var!...

M. NERMİ BEY68

Tercüme-i Hâli: 1306 senesi Teşrin-i evvelinin 21. günü Rumeli’nde Köprülü

kasabasında doğmuştur. Pederi, zabıta memurlarından Ali Sabri Efendi’dir. Ailesi

esasen Nişli’dir. Rüştiye tahsilini Selânik’teki Selimiye Mektebi’nde gördü.

İdadî tahsilini Üsküp’te ikmal etti. İnkılâbın akabinde Selânik’e gelerek Hukuk

Mektebi’ne girdi. Aynı zamanda Kadın gazetesinde çalışıyordu. 1326’da oradaki

İttihat ve Terakki İdadîsi’nin Türkçe ve tarih derslerini deruhte etti. Bir sene sonra

Paris’e gitti, Sorbon Dârülfünun’u felsefe kısmına kaydolundu. (Lévy Bruhl)69’un

(Durkheim)’ın, (Gustav Lanson)’un, (Bergson)’un70 derslerini takip etti. Üstadı Lévy

68 Mustafa Mermi Duru. 69 “Lévy Bruhl (Lucien), (Paris 1857-ay.y.1939): Fransız Filozof. Töreleri ahlâk ölçülerine göre değerlendirdi. (Ahlak ve Törebilim, 1903) ve insan aklının bir evrim geçirmekte olduğu varsayımını ortaya attı (İlkel Zihniyet, 1922).” (Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt IV, Milliyet, 1993-1994, s.) 70 “Henri Bergson (Paris 1859-Paris 1941): Durağan değerleri yadsıyarak devinim, değişme ve evrim gibi değerleri benimseyen ve daha sonra süreç felsefesi adını alan kuramı ilk kez geliştiren filozof. Gerek akademik çevrelerde, gerek halk arasında üslup ustalığıyla da etkili olmuş, 1927 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştır. Condorcet Lisesi’nde öğrenim görürken hem fen, hem de edebiyat derslerinde üstün başarı gösterdi. 1878-81 arasında Paris’te Yüksek Öğretmen Okulu’na devam etti. Öğretmenliğe Paris’in dışında çeşitli liselerde başladı. Doktor unvanını almasını sağlayan Essai sur les donnés immédiates de la conscience (Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, 1889) tezini yayımladı. Bergson belirlenimciliğin dayandığı görüşleri çürüttüğüne inanmakla birlikte, doktora tezinde ruh ve beden ilişkisini açıklamaya girişmemiştir. Bu sorunla ilgili incelemelerinin sonuçları,

104

Bruhl’un nezareti altında (Malbranche) hakkında bir doktora hazırlamakla

meşgulken umumî harp ilân edildi; İstanbul’a döndü. Muallimi kendisine Almanca

öğrenmesini tavsiye etmişti. Burada bir müddet Darülhilâfe Medresesi’nin kısm-ı

âlisine felsefe müderrisliği ettiyse de, çok durmadı, bu sefer de Almanya’ya gitti.

Şimdi, Berlin Dârülfünun’una devam etmektedir.

Kısa boylu, zayıf, esmerce, sakin mizaçlı, samimî, mübaheselerde ciddiyetten

ziyade mizahı sever bir gençtir.

Eserleri: Esasen pek çok olmayan manzumeleri bir arada intişar etmemiştir.

Bahçe, Kadın, Genç Kalemler, Halka Doğru, Türk Sözü risalelerinde bulunur.

Edebiyatımızda Mevkii: Şimdiye kadar Avrupa’da yaşayan genç mütetebbi,

henüz memleketine dönmediği için matbuat sahasında meşhur değildir. Kendisi en

ziyade içtimaiyat ve felsefe ile iştigal etmiş, şiiri kendine meslek edinmemiştir. Yeni

Lisan müdafaa edilirken, Mustafa Nermi Bey de bu cereyanın içine girmiş ve

hakikaten istifadeli, etraflı fikirlerini Genç Kalemler’de neşretmiştir. Şiirleri nazar-ı

dikkati pek calib olmamakla beraber hoştur, zariftir.

Alan Goya

Tarihimde şan içinde, kan içinde büyümüş,

Bugün büyük gölge olmuş mazileri ararken

Dedelerim tuğlarıyla geçer gözüm önünden,

Ne duygular uyandırır, bu, tarihte yürüyüş...

Fakat neden?.... Tarihine mağrur bakan gözlerde

Benim için bir küskünlük, bir öksüzlük ağlıyor,

Benim için yaş titriyor, derin bir ses bana: “Sor,

Onu senin ilmin bilir, diyor, ara, her yerde.

“Osmancığın toprağında Fergana’nın kumları

“Sürükleyen köpüğünde... Sarı Su’yun inleyen

Matiére et mémoire: Essaisur la relation du corps à l’esprit (Madde ve Bellek: Beden ve Ruh Arasındaki İlişki Üzerine Bir Deneme, 1896) adıyla yayımlandı. Bu onun hem en zor hem de eleştirmenlere göre en kusursuz kitabıydı. 1907’de yayımlanan L’Evolution créatrice (Yaratıcı Tekamül, 1907), o yılların en ünlü yapıtı Bergson’un da en ünlü kitabıydı. 1900’de Le Rire: Essai sur la signifiance du comique (Gülme,1945,1989/Gülme Komiğin Anlamı Üstüne Deneme, 1996), 1903’te Introduction à la metaphysique (Metafiziğe Giriş, 1998) yayımlanmıştır. Bergson Fransa’nın en yüksek unvanlarıyla onurlandırıldı; 1915’ten sonra Académie Française’nin 40 ölümsüz üyesi arasında sayılmaya başlandı.” (Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt IV, Ana Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 81.)

105

Seslerinde ara dinle!... Bulacaksın, elbet sen;

Biraz unut hain evlat, İskender’i, Sezar’ı.

Ve ben hırçın zamanların emilerek silinmiş

Boşluklardan, mazilerden gelen ana sesinden

Anlıyorum, duyuyorum, duyuyorum yaş serpen

Bir acılık kemiriyor, bir siyah sis inmiş

Tarihimin şanlarını kanadıyla örtüyor.

Bugün örten kanat yarın kırılacak elbette,

Yarın matem titreyecek bugün gülen gözlerde,

Yarın elbet, şan görecek, gün görecek Dalay Nûr

Bugün bana küskün küskün fısıldayan ses, yarın

Vücudumdan kan akarken ağlayacak gizlice,

Teselliler gönderecek... Duyuyorum, o sese

Pek eskiden beri ruhum tanışıktır; Altay’ın

Yamaçları bu sesleri asırlarca dinledi.

Bu ses Alan Goyanındır[*], tarih benden saklamaz,

O kim? Benim anam... Ben kim? Onun oğlu.... Aramaz

Bir yabancı asırların arkasında hiç beni...

Onun sarı saçlarından doğan altın güneşler,

Induslar’da güldü, şanla, zaferlerle parladı;

Galip geldi, ezilmedi Nurlu Geyik ocağı

Artık Alan Goya solmuş, ihtiyarlık, bir titrer

Heykel gibi sürüklüyor, çekiyordu. Belgeda

Ağlıyordu, anasının son günleri gelmişti:

Küçük oğlu Yegeda’nın ince gamlı nefesi

Okuyordu – Şamanlardan bellemişti – bir dua

[*] Fransız müverrihi Poti De La Carvèe’e göre (Alan Goya) esatirî ve timsalî bir Türk kadınıdır. (Alan) ziyalı, (Goya) Geyik manasınadır. Bugünkü Türkçe’de Ziyalı Geyik demektir. Türk esatirine nazaran Alan Goya, nurdan yaratılmış ve Meryem gibi lâhutî bir mucize neticesinde iki oğlu olmuştur ki; büyüğü (Belgeda), küçüğü (Yegeda)dır. Alan Goya Türk nesli hükümdarlarının da anası sayılır.

106

Alan Goya, otlu ve sert yatağından doğruldu

İkisine geniş ve mor ufukları gösterdi,

O ufuklar ki: Bizans’ı, Afrika’yı örterdi,

O ufuklar arkasında kurultaylar kuruldu.

İşte benim işittiğim ses o ruhtan geliyor,

Ben Sezar’ı, İskender’i, Neron’ları okurken

O ses bütün asırları çılgın çılgın deliyor.

“Hain evlat, yaptığın ne diyor, düşün kimsin sen?”

Paris: 1912

FAZIL AHMET BEY71

Tercüme-i Hâli: 10 Temmuz 1300 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Pederi

Divaniye mutasarrıflığında vefat eden Cemal Bey’dir. Çocukluğu hep taşrada

geçmiş, tam on iki sene, Anadolu’yu, Arabistan’ı gezmiş görmüştür, ibtidaî tahsilini,

Numûne-i Terakki, Gümüşhane Rüştiyesi, tekrar Numûne-i Terakki Mektepleri’nde

görmüş, (Lycèe Fort) namındaki Fransız Mektebi’ni de bitirmiştir. Sonra, bir müddet

Sanayi-i Nefise Mektebi’ne de devam etmiştir. Kendisi, “Tahsilim yok gibidir.

Okumayı severim; fakat abur cubur yiyen çocuklar gibi” der.

İstibdatta bir aralık Maarif Nezareti Mekâtib-i Ecnebiyye Müfettişliği kalemine

girmişse de, hemen istifa etmiştir. Sonraları yevmiyeci olarak Meskûkât İdaresi’ne

devam etti. Meşrutiyet’in ilânında, Darülmuallimîn ilm-i terbiye ve ahlâk muallimi

tayin olundu.

Terbiye-i Milliye Encümeni’nde azaydı. Dârülfünun’da müteşekkil

“Tedkikat-ı Lisaniye Komisyonu” azalığından son günlerde istifa etmiştir. Elyevm

Dârülmuallimîn-i Âliye’de Türkçe tedris ediyor.

Kısa boylu, mavi gözlü, zayıf, son derece şen, nükte-perdaz, bununla beraber

nazik, iltifatçı ve hassas bir gençtir.

Eserleri: Tanin, Tasvir-i Efkâr, Sabah, Vakit ve diğer birçok yevmî

gazetelerle, Servet-i Fünûn, Seyyare, Mehasin, Türk Yurdu, Yeni Mecmua

risalelerinde birçok manzumeleri basılmıştır. 1329’da Divançe-i Fazıl unvanlı bir

71 Fazıl Ahmet Aykaç.

107

şiir mecmuası neşretmiştir. Yakında “Perde kurdum, şem’a yaktım” namıyla bir

diğer kitabı basılacaktır.

Edebiyatımızda Mevkii: Fazıl Ahmet Bey, bütün ediblerin üslûplarını meşhur

Fransızca a la manière de72... leri takliden tanzir etmiş bir gençtir. Şimdiye kadar

ciddî hiçbir şiiri neşredilmemiştir dense doğru söylenmiş olur. Kari’i pek çok olan

yazıları arasında, sahih mi, şaka mı belli olmayanları da vardır: “Yazın” gibi... Ali

Canib Bey, “Yine fener duruyor, karşımızda mum gibi” diyen Fazıl’da hoş bir

Exantricitè enfantine73 vardır diyor. Kendisi, tamamiyle Millî Edebiyat taraftarıdır.

Eski edebiyatın skolastik lisanına “tenbaku lisanı” efâil ve tefâile de “lâterna” der.

Türkiye’de en beğendiği şair, “Hiç şiiri olmayan Yahya Kemal Bey”miş. Hülâsa her

şey gibi felsefe ile de meşgul olan, “Terbiyeye Dair” bir kitap neşretmiş bulunan

Fazıl Ahmet Bey, edebiyatımızın yaramaz bir alaycısıdır.

Fâzıl Ahmet Bey hakkında bir fikir :

“Zannolunmasın ki Fazıl Ahmet Bey, mânâ-yı hayatı, yalnız hande-i istihza

suretinde anlamış... Veyahut (Nahnü kasemnâ) 74 bezminde nasib-i ciddiyetten

mahrum kalarak (alay)’a çıkmış bir adamdır... Yine o namda gayet halûk bir adam

ile, bir de genç ve müstaid bir filozof tanırım.”

-Rıza Tevfik-

Yazın

Yavaş yavaş, denize

Uzanıyor her bir bağ;

Çamlıca’yla diz dize

Akşamları Kayışdağ!

Uzaklarda şimdi var

Kımıldayan bir buğu.

Hep tiryaki bacalar

Tellendirmiş çubuğu! 72 Tarzında. 73 Çocuğun kendine göre fantastik bir dünya kurması. 74 “Zuhruf Sûresi 32. Ayet. Yemin ettik”

108

Bağdaş kurmuş bir hacı

Tüttürüyor nargile;

Düşüncesi pek acı:

Dipsiz ambar, boş kile!

Uyukluyor uzakta

Tek başına bir yalı;

Marmara’ya, sıcakta

Sermiş postu “Kınalı”

Suya düştü, gezinen

Gölgelerin bir ucu:

Hacı baba, elinden

Attı artık marpucu!

“Sivri Ada” uzakta

Şimdi çökmüş bir hecin;

Nikâhlandı saçakta

Bir çift beyaz güvercin

Dalgaları dinleyen:

Sade kızıl yamaçlar?...

Gelmiş gibi Kâbe’den

Yeşil giymiş ağaçlar!

Çekiyor bir küçük “muş”

İri, tembel bir salı,

Hep martılar tutturmuş

Yine eski masalı!

Hele var ki bir tablo

Görse şaşar “Anibal”:

Ördeklerden bir filo,

Bir de kazdan amiral!

109

Veli nimete ve Haltnâme

Dediler ki, ıssız kalan türbende,

Vahşi güller açmış, görmeye geldim!

Rıza Tevfik

Dediler ki, şimdi yürek dağlayan,

Nâfile yorulur, hem aç kalırmış;

Fakat huzurunda bir el bağlayan,

Hem gaz bulabilir, hem yağ alırmış.

Şu sebeple sana olup da bende,

Derya-yı cûduna dalmaya geldim;

Yani dağıtılan erzaktan ben de

Ölmeyecek kadar almaya geldim.

Aldatıldımsa da boş yalanlarla,

Akına gitmedim hoş plânlarla;

Ve bugün bir nice aç kalanlarla

Birleşip kapını çalmaya geldim.

İşler iyileşti ama gitgide,

Ne un bulabildim, ne de bir pide;

Binaenaleyh ben devlethânede

Birkaç ay misafir kalmaya geldim

1333

İBRAHİM ALÂATTİN BEY75

Tercüme-i Hâli: 1304’te İstanbul’da doğmuştur. Babası, senelerce Vilâyet

Mektupçuluklarında hizmet etmiş olan Filibelizâde Âsım Bey’dir. Âsım Bey’in

kaside, gazel, tarih vadilerinde yazılmış bir divanlık eseri vardır. Oğluna pek küçük

yaşında edebî bir zevk, edebî bir terbiye vermeye çalışmıştır. Alâattin Bey, ibtidaî

75 İbrahim Alaattin Gövsa.

110

tahsilini İstanbul’da Kemeraltı, Çengelköy, Şemsü’l-maarif mekteplerinde... Tâli

tahsilini de kısmen Trabzon’da, kısmen de Vefa İdadîsi’nde görmüştür. 1325

senesinde Hukuk Fakültesi’nden diploma almış, 1329’da Maarif Nezareti tarafından

edebiyat tahsili için Lozan’a gönderilmişse de, kendisi “pedagoji” tahsilini tercih

ederek Cenevre’de “Jean Jack Rousseau Pedagoji Enstitüsü”ne girmiştir. Mezkûr

müesseseden diploma alan Alâattin Bey, fakültenin laboratuvarından da tasdikname

almıştır.

Memuriyet hayatı, hukuktan çıkınca intisab ettiği Hey’et-i İthamiye zabit

kâtipliği ile başlar. Bir müddet Adliye Kütüphanesi memurluğunda bulunmuştur. O

sıralar, haham mektebinde de Türkçe ve hukuk dersleri veriyordu. Bilâhire, Maarif

Nezareti’nce açılan müsabakalara iştirak ederek Trabzon Sultanîsi edebiyat

muallimliğine tayin olundu. İki sene orada kaldı; sonra Avrupa’ya gitti. Şimdi

Dârülmuallimîn-i Âliye’de terbiye, ruhiyat ve usûl-i tedris... Selçuk Hatun İnas

Sultanîsi’nde de terbiye ve ahlâk muallimidir.

Kısa boylu, zayıfça, elâ gözlü, nazik, çalışkan bir gençtir.

Eserleri: Manzumelerini muhtelif mecmualarda neşretmiştir. Son yazıları Yeni

Mecmua’da basılmaktadır. Balkan Harbi’nde gönüllü olarak Trabzon taburuyla

Çatalca’da harbe iştirak ettiği esnada yazdığı “Rumeli”, “Gönüllünün Gönlü” unvanlı

iki eseri birer küçük risale şeklinde Hilâl-i Ahmer menfaatine intişar etmiştir.[*]

Bunlardan başka, 1327’de Çocuk Şiirleri, 1328’de Güft ü gû namıyla iki şiir

mecmuası basılmıştır. Çanakkale’ye ait olarak yazdığı manzumeleri, yakında

Çanakkale İzleri namı altında çıkacaktır.

Edebiyatımızda Mevkii: İbrahim Alâattin Bey Fecr-i Âti azası arasına resmen

girmiş olmamakla beraber, mezkûr zümre şairleriyle arkadaşlık etmiş, o devirde aruz

vezniyle bir hayli manzume vücuda getirerek Servet-i Fünûn’da neşretmiştir. Bu

genç de, Ali Ulvi Bey gibi çocuk edebiyatına ilk çalışanlardandır.

Yazdığı parçalar arasında nadir olarak hece veznine tesadüf edilirdi. Fakat

bugün hece veznini tamamen kabul etmiştir. Ancak makalelerinde hâlâ terkipli lisanı

kullanmaktadır. Eserlerinde derin bir lirizm müşahede olunmaz. Maamafih cidden

güzel ve kuvvetli manzumeleri vardır.

[*] Bu iki manzume, Güft ü gû’ya da konmuştur

111

İbrahim Alâattin Bey bu sıralarda, daha ziyade terbiye ilmiyle meşguldür.

“Bineth”nin, Çocuklara Dair Son Fikirler ismindeki kitabını tercüme etmekte,

muhtelif mecmualarda terbiye mesailine ait makaleler neşreylemektedir.

Yıldızlar

Nedir – dedim – şu yakından görünmeyen yıldızlar

Perilerin memleketi, meleklerin evi mi?

Dayım güldü ve dedi ki: Orasını kim anlar

Küreler ki gidilmiyor bunu böyle bil emi?

İnanmadım Çerkez kızı dadım vardı; bir gece

Ona sordum bana şöyle anlatmıştı gizlice:

Güneş bütün gök yüzünün padişahı sayılır.

Şu gördüğün mavi sema işte onun sarayı;

Yıldızlar da mumlarıyla öbek öbek yayılır

Kamer Sultan hizmetinde perilerin alayı.

Şu parlayan büyük yıldız, küçük sultan zühredir,

Ona şiirin, güzelliğin, aşkın perisi denir.

Ağustos’ta gökte birçok peri kızı uçuşur;

Bu nedendir bilir misin? Yıldız düğünü olur...

Dadım daha söylüyordu fakat gelmişti uykum

Rüya gördüm yıldızların düğününde bulundum.

-Çocuk Şiirleri’nden-

112

Gurbet Denizi

Bu sabah semavî bir etek gibi

Sakin reftârınla hoştun ey deniz;

Sevdasız, âvâre bir yürek gibi

Hicran dalgasından boştun ey deniz!

Şimdi hangi derde düşüp bunaldın?

Hangi şifa bulmaz sevdaya daldın?

Kavga toprağından matemi mi aldın?

Birden niçin böyle coştun ey deniz?

Şu esen poyrazın arkası kar mı?

Doğduğum sahile yolun uğrar mı?

Yürek serinleten bir müjden var mı?

Bunca yer dolaşıp koştun ey deniz!

Bir teselli umup dalmıştım yine

Mavi gözlerinin derinliğine.

Kalmamış dünyada gamsız bir sine...

Sen de gönlüm gibi loştun ey deniz!

YUSUF ZİYA BEY76

Tercüme-i Hâli: 1310’da Beylerbeyi’nde doğmuştur. Süleyman Sami Bey’in

oğludur. İbtidaî tahsilini Beylerbeyi Mektebi’nde görmüş, Vefa İdadîsi’ne son sınıfa

kadar devam etmiştir. Alyans İsraelit Mektebi’nde altı sene kadar bulunmuştur.

Eserleri: Bir çok mecmualarda basılmıştır. 1332 tarihinde, harp şiirlerinden

mürekkeb Akından Akına, son günlerde Cenk Ufukları unvanlı iki kitap

neşretmiştir.

76 Yusuf Ziya Ortaç.

113

Edebiyatımızda Mevkii: Hece veznine başka bir ahenk, başka bir üslûp veren

gençlerin birincilerindendir. Eğer hususî hayatında, sanatını sevenleri mükedder eden

muvazenesizlikler olmasaydı, bugün hiç şüphesiz, Millî Edebiyat’ın bir “maitrise”i77

tanınacaktı. Lisanı son derece sağlamdır. Kafiyeleri zengindir. Hayalleri de ekseriya

pek güzeldir. Ara sıra muayyen ve muttarid tasvirler yapıyorsa da, zaman geçtikçe

bunları genişleteceği ümit edilebilir.

Vaktiyle, İçtihat risalesinde, aruz vezniyle yazdığı birkaç parçası, hiç de

nazar-ı dikkati celbetmemişken, sonraları hece vezniyle yazıp Türk Yurdu’nda

bastırdığı “Gecenin Hamamı” manzumesi, derhal kendisine bir mevki verdirmiştir.

Bu hal, o zamana kadar işlenmemiş olan hece vezninin, sanatkâr elinde ne kıymetli

bir nazım aleti olabileceğini; sahibine neler kazandırabileceğini de ispat eder.

Gecenin Hamamı

Ayın beyaz eli soyar esvabını karanlığın,

Çıplak kalır bahçelerde gam gömlekli koruluklar;

Gece yıkar saçlarını deresinde bir ışığın;

Ufku sarar bir sırmalı peştemale esen rüzgâr...

Parlar gümüş bir tas gibi semalarda yanan kamer,

Bu kubbede pencereler ışıldayan yıldızlardır!

Esatirî havuzlarda çıplak, pembe kızlar yüzer;

Sonra kamer ak saçından köpük köpük nur akıtır.

Sahillerin kucağında fıkırdayan deniz yatar,

Kayaların kurnasında şarkı söyler bazen rüzgâr.

Sonra koşar ayağında yıldızların nalınları

Küçük, çapkın dalgacıklar bir aşağı, yukarı.

1330

77 “Bir alana hâkim olmak.”

114

Akından Akına

Gece bastı... Ova sanki bir kara zindan;

Titriyordu yer gök adımların hızından!

Serdar bakıp at üstünden, dedi, ileri!...

Bir ağızdan uğuldadı cenk türküleri.

Yamaçlardan coşkun bir sel gibi boşandık!

Bu illere eskiden de yine biz şandık!

Geçtik Tuna kıyısından üçyüz akıncı,

Bakışlarda âşikârdı ordunun hıncı!

Uçlarından kan damlayan kılıçlar kınsız;

Tanrı öyle emretmiş: Türk durmaz akınsız!...

-Akından Akına’dan-

Kadın Aşkı

Peçelerin erir ince, loş bulutları

Süzülünce bakışların fettan şimşeği!

Duyulur bir fısıltının ipek rüzgârı,

Kabul eder gönülleri her genç erkeği!

Şair! Kadın kalbi ulvî bir mabed değil,

Her yolcuyu sarhoş eden bir meyhanedir!

Aşk istersen mısraların önünde eğil!

Kadın aşkı, binbir renkli bir efsanedir!

Hıçkırarak ağlar şimdi senin dizinde,

Bir fırtına bulutu var kalbimde sanki!

Biraz sonra koşar yeni bir aşk izinde!

115

Kadınların sevgisi, bir öyle nisan ki

Şimdi güneş ziyasıyla süsler her yanı,

Şimdi çılgın bir yağmurla boğar hülyanı!

1333

Gelmeyen Bahar

-Anneme-

Ben bir seyyareyim ki, ufkum: Gönüller,

Geçtiğim her semada bir iz bıraktım.

Bir öyle ırmağım ki, etrafım: Güller,

Bazı sakin, bazı da coşarak aktım.

Bugün ömrüm yosunlu, karanlık bir göl,

Coşkun dalgalarımın şen nağmesi yok.

Güller solmuş, ufuklar yakıcı bir çöl;

Durgun sularımda bir mehtap aksi yok.

Yalnız bir dul kadın var, saçları beyaz,

Sönük bakışlarında gizli bir keder;

Issız sahillerimde bir kurumuş saz

Hasretiyle gelmeyen baharı bekler!...

1334

ORHAN SEYFİ BEY78

Tercüme-i Hâli: 10 Teşrin-i evvel 1306 tarihinde Çengelköyü’nde doğmuştur.

Pederi, mütekaid Miralay Emin Bey’dir. İbtidaî tahsilini Çengelköyü ve Beylerbeyi

mekteplerinde, tâli tahsilini Mercan İdadîsi’nde bitirmiştir. 1329’da da Hukuk

Mektebi’nden diploma almıştır.

Âli tahsiliyle meşgul olduğu sıralarda, manzumelerini neşre başlamış, hatta bir

aralık birkaç arkadaşıyla beraber Hıyâbân isminde ancak beş nüsha kadar devam

edebilen bir risale çıkarmıştır. 1330’da Meclis-i Mebusan Kavanin Kalemi’ne kâtip

78 Orhan Seyfi Orhon.

116

tayin olunan Orhan Seyfi Bey, bugün de aynı memuriyetine devam etmektedir.

Orhan Seyfi Bey eserlerini “Elif Seyfi.” imzasıyla bastırmaktadır.

Eserleri: Hıyâbân, Türk Yurdu, Yeni Mecmua ve daha birkaç risalede

şiirleri intişar etmişse de henüz cilt halinde toplanmamıştır.

Edebiyatımızda Mevkii: Hece vezniyle, pek samimî, pek lirik şiirler yazan

sevimli bir şairdir. Orhan Seyfi Bey, Enis Behiç ve Yusuf Ziya Beyler’le beraber, bu

vezni ilk defa işleyenlerden, ona kıymet verdirenlerdendir. Şiirleri son derece hassas

olan bir kalbi ifşa eder. Birkaç sene evvel yazdığı “Saçlar” unvanlı manzumesi, eski

yeni, bütün edebiyat müntesipleri tarafından takdir olunmuştur. Ancak, bu genç

değerli bir şair olmasına mukabil, pek az velûttur.

Saçlar

Soruyorsun ki kalbimin hangi saça meyli vardır?

Bütün saçlar benim için ayrı ayrı füsunkârdır:

Kırmızılar, yakan hain bir güneşin selsebili;

Siyah saçlar, gecelerin ilhamıyla muattardır...

Kumral saçlar, akşamları hatırlatır hayalime;

Bana en çok tulûları düşündüren sarılardır...

Ve nihayet beyaz saçlar... Aşkın bütün sarsarları

Sükûn bulan alınlarda fırtınadan sonra kardır.

1330

Gözlerde Seyahat

Çıktım bugün güzellerin gözlerinde seyahate.

Bu yolculuk bilmem nasıl erecekti nihayete?...

Mavi gözler pek asabî, dalgalı bir deniz gibi;

Yeşil gözler en ziyade mütemayil hıyanete.

Sarışınlar yorgun bir yaz semasını andırıyor,

İlk bûsede başlayacak talihinden şikâyete.

117

Elâ gözler akşam gibi gölge dolu, hicran dolu;

Bu gözlerde hiç tesadüf etmedim ben saadete

Gece oldu... En sonunda siyah gözler geldi, durdum;

Bu karanlık yolda artık imkan yoktu seyahate!

Bütün Güzellere

Kiminiz sarışın, solgun benizli..

Şairim, bunları sevsem yeridir.

Kiminiz beyaz ki... Gizliden gizli

Ararım birini çoktan beridir.

Kiminiz pembedir... Güzelliklerin

Sihrini bunlarda duydum en evvel.

Kiminiz esmer ki... O daha şirin.

Kiminiz kumral ki... Bu daha güzel.

Kiminiz geçici bir rüzgâr gibi

Her kalbin üstünde bir defa eser.

Kiminiz gökteki yıldızlar gibi

Daima uzaktan bakıp gülümser.

Ben ki her şekilde aşkı anladım.

Kalbim ki her türlü hislerle doldu.

Çok defa sevildim, bazen ağladım,

Sevilmeksizin de sevdiğim oldu.

Gâh oldum bir aşkın nazlı çocuğu,

Bir hicran elinde gâh unutuldum.

O sevda denilen mavi boncuğu

Birinde kaybettim, birinde buldum.

118

Kiminiz ayrıldı bir hatırayla,

Büsbütün unutup gitti kiminiz.

Karşımdan dalgalar geçti sırayla

Önümde daima engin bir deniz!

Severim, nedense, lâkayt olanı...

Doğrusu yaraşır kadına gurur!

Şuh olan güzelin sıcaktır kanı...

Vefalı bir kadın çok az bulunur!

Hâsılı hepiniz ruhuma yakın,

Hâsılı hepiniz başka bir güzel.

Darılma sevgili muhibbem sakın,

Yetişmez bu kadar aşka bir güzel.

ENİS BEHİÇ BEY79

Tercüme-i Hâli: 1307 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Babası, doktor

kaymakamlarından Behiç Bey’dir. Tâli tahsilini İstanbul İdadisi’nde, âli tahsilini de

mülkiyede tamamlamış, iki sene kadar Hariciye Nezareti kalemlerinden birine devam

etmiştir. Şimdi, Peşte Şehbenderhanesi kançılarıdır.

Eserleri: Birçok mecmuada epeyce şiirleri intişar etmiştir; fakat henüz kitap

suretinde toplanıp basılmamıştır.

Edebiyatımızda Mevkii: Enis Behiç Bey sade, güzel Türkçe ile yazan son

neslin dikkate şayan bir şairidir. Hece veznini, Emin Bey’in üslûp ve tarzından

ayrılarak ciddî bir maharetle kullanan, ona başka bir ahenk ve zarafet veren

gençlerden biridir. Şiirlerinde derinlik bulmayanların hakkı olabilir; fakat şüphe yok,

“Epik” nev’inde teferrüd edecek kadar liyakat göstermiştir.

Ne çare ki, velût bir şair değildir. Hele bir iki senedir, eserlerine müştak

olanları, güzel şiirlerinden mahrum etmekte ısrar ediyor.

79 Enis Behiç Koryürek.

119

Gemiciler

-Benim payım-

Yine doldu gemimizin arması,

Bizim gemi, martı gibi pek oynak!

Ne hoş olur şimdi yelken açarsak

Ufukları dumanların sarması!

Akdeniz’in dalgaları cilveli;

Akdeniz’dir denizlerin güzeli.

Biz bu güzel kızı sevdik seveli

Elde değil göz koyana çatmamak!

Kol sıvanmış, el palada bekleriz.

Bıyık buran kabadayı erleriz

Nerde korkak Venedikli? Ey deniz,

Kim demiş ki elimizden kaçacak?...

Gemimizin adı: “Deniz ceylanı”;

“Gamsız Reis” korku bilmez kaptanı;

Biz “levent”ler, “serdengeçti” korsanı;

Bu “can”ların yapacağı cenge bak

Vardiyadan bağırdılar: – Üç direkli bir gemi!

Kaptan sordu gür sesiyle: – Bandırası belli mi?

– Venedikli

Bu söz bütün göğüsleri dolaştı.

Venedikli, Venedikli! Son saatin yaklaştı.

– Canlar, dedi Gamsız Reis, açık olsun bahtımız!

Bir ağızdan cevap verdik: – Baht açıktır; hazırız

Karşılaştık “Kara Hasan” nara attı: - Alarga!

Hey Yaradan, ne keyifli başlıyordu bu kavga!

Düşman, kuduz köpek gibi ölümüne saldırdı.

120

Onlar “hurra” bizimkiler “Allah Allah” bağırdı

Ve hep birden uğuldadı lombarların topları

Parçalandı Venedikli gemisinin lombarı.

Kanatlanmış bir arslandı bizim “Deniz Ceylanı”;

Sağdan soldan atılarak şaşırtırdı düşmanı

Tam vaktinde rampa edip güverteye atladık

Tanrı bilir, yaman vurduk, iyi kılıç salladık

On altı “can” şehit verdi bizim yiğit dayılar

Venedikli, onu sorma kaç kişidir kim sayar?

Doğrusu çok alın teri döktük ama, değerdi.

Neşe veren kısmetimiz yorgunluğu giderdi.

Araştırdık gemideki bütün köşe, bucağı

Kimi aldı gümüş kılıç, kimi Malta bıçağı...

Torba torba altın bulduk baş anbarın içinde,

Fağfûrîler, inciler ki ne Hint’te var ne Çin’de!

Ben de kaptan köprüsüne bir bakayım demiştim;

Ne göreyim? Şaşkınlığın son demine eriştim.

Hiç düşünme, bilemezsin! Ben söyleyim sen de şaş!

Bir güzel kız! Ama nasıl? Kiraz dudak, samur kaş!

Gür saçları, bulduğumuz altınlardan güzeldi;

Hey Yaradan, bu kız bütün kadınlardan güzeldi!

Elâ gözlü, mini mini bir Venedik gelini

Polat gibi kollarımla sardım ince belini.

Gözlerimiz derin derin bakışarak tanıştı.

Bir lâhzada iki yürek birbirine alıştı.

Ben de kuzum, boylu poslu, yakışıklı civandım;

O sevimli gençliğimle sevgisini kazandım.

121

– Venedikli korsan kızı, ey Akdeniz yıldızı!

Varım yoğum senin olsun, ey gönlümün hırsızı!

Herkes alır hissesini bu kazançlı savaştan:

Kimi elmas, inci buldu, kimi gümüş yatağan...

Bu kısmetler ayrılırken benim hakkım kalmasın;

Venedikli korsan kızı, sen de benim payımsın!

HAKKI SÜHA BEY80

Tercüme-i Hâli: 1311 senesinde Manastır’da doğmuştur. Babası Yemen’de

şehit düşen zabitlerimizden Ali Rıza Bey namında bir binbaşıdır. Mensup olduğu

aileye Anahtarağası oğulları denir. İdadî tahsili Selânik’teki İttihat ve Terakki

Mektebi’ndedir. Rumeli’nin işgalinden sonra İstanbul’a geldiği zaman Hadika-i

Meşveret İdadîsi’nde de okumuştur. Mektebi ikmalden sonra muallimlik mesleğine

girmiş, bir müddet İstanbul’da tedrisle meşgul olduktan sonra Muğla Sultanîsi ibtidaî

kısmı başmuallimliğine tayin edilerek oraya gitmiştir.

Uzun boylu, kavî vücutlu, gayet iyi kalpli bir gençtir.

Eserleri: Genç Kalemler, Türk Yurdu, Yeni Mecmua risalelerinde bulunur.

Edebiyatımızda Mevkii: Hakkı Süha Bey, şiire ve edebiyata Yeni Lisan ile

girdi. Farisî, Arabî terkiplerle dolu gayr-i tabiî ifadeye tamamen yabancı kaldı.

Henüz hece vezni revaç bulmadan yazdığı “Cengiz Han” unvanlı şiirinde görüldüğü

üzere, Hakkı Bey’in hisleri diğer birçok gençler gibi (Efféminé) kadınlaşmış değildir.

Tok bir ifade, erkekçe bir üslûbu vardır. Maamafih şiirin teknik kısmında biraz

acemiliği sezilmektedir. Lirizmden mahrum değildir.

Yıldızlar Önünde

Bu akşam göklerde ibadet mi var?

Görünmez naylardan koptukça âhlar

Yıldızlar zikreder, şihaplar ağlar.

Bir bülbül de şimdi niyaza durdu;

Sevdalı kalpleri, âhıyla vurdu.

80 Hakkı Süha Gezgin.

122

Bu füsun altında mehtaba karşı,

Hüsnünle sunduğun şaraba karşı

Seyrettim ilâhi çehrende arşı:

Gufranlı geceler, sürme yerine

Çekilmiş şâheser kirpiklerine...

Dağıtıp başına aşk güllerini,

Bûselerle ördüm kâküllerini;

Muattar bir hava mest etti beni.

O zaman anladım, göğü inleten

Hicranlı bülbülün feryadı neden!...

İDRİS SABİH BEY81

Tercüme-i Hâli: 1310 senesinde doğmuştur. Babası, Tayyar Bey’dir.

Dârüşşafaka’dan şahadetnâme almış, Dârülfünun’a girmiştir. Aynı zamanda Adliye

Nezareti İstatistik Kalemi’ne devam ediyordu. İki ay sonra Hukuk Fakültesi’nden

diploma alacakken, seferberlik ilân edilmiş, silâh altına alınmıştır. Şimdi Hicaz

Kuvve-i Seferiye kumandanlığı Erkân-ı Harbiyesi’nde hizmet etmektedir. Rütbesi

sâni mülâzımdır.

Orta boylu, nazik, gayet hassas bir gençtir.

Eserleri: Bilgi Yurdu, Türk Yurdu, Harp Mecmuası risalelerinde bulunur.

Edebiyatımızda Mevkii: Hassas bir şairdir. Kardeşi için yazdığı bir mersiye,

kendisine gençler arasında kıymetli bir mevki ayırtmıştır. Yazık ki, daima

İstanbul’dan uzak bulunuşu, onu edebî hareketleri takipten mahrum bırakıyor.

Cepheden şiir âlemimize çok kıymetli manzumelerle dönmesi ümidi, bu genç

şairin şimdilik devam eden sûkutunun bir tesellisidir.

Öksüz Akşam

Su doldurur, baldırları yarı çıplak kadınlar;

Şen dalgalar, her birine okur ayrı bir gazel;

81 İdris Sabih Türkkan.

123

Dere şimdi daha hızlı şarıldar,

Köpükleri her paçaya işler inci bir dantel!

Kurbağalar adım adım takip eder onları,

Fakat yazık çit kapılar yüzlerine kapanır!

Ay çiçeği, güneş için bakmaz artık yukarı!

Işık yanan rastgele bir pencereye tırmanır!

Uzaktaki nişanlıya hasret çeken her genç kız,

Bir papatya falı ile kendisini kandırır!

“Samanyolu” ortasında pırıldaşan her yıldız,

Gerdanların Mahmudiye altınını andırır!

Suyun gümüş aynasına bakan yosma bir söğüt,

Nemli, kumral saçlarını dağıtarak kurutur;

Ayın dolgun memesinden akan süt,

Ölen günden öksüz kalan şu akşamı uyutur!

HALİT FAHRİ BEY82

Tercüme-i Hâli: 1307 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Doktor Fahri Paşa’nın

oğludur. Galatasaray Sultanîsi’ni ikmal etmeden terk etmiştir. Şimdi Konya Sultanîsi

edebiyat muallimidir.

Kısa boylu, esmerce bir gençtir.

Eserleri: Manzumeleri, en çok Rübâb Mecmuası’nda intişar etmiştir. Hece

vezniyle yazdıkları, hassaten Yeni Mecmua’da bulunur. Baykuş unvanlı, aruzla

kaleme alınmış bir piyesi vardır.

Edebiyatımızda Mevkii: Aruz veznini maharetle kullanan gençler içinde,

kafiyelerinin zenginliğiyle de teferrüd eden bu şair, son zamanlarda, Yeni

Mecmua’da hece vezniyle şiirler yazmaya başlamıştır. Halit Fahri Bey, hayatî bir

şair değildir; romantik bir mizacı vardır. Hint’ten, Çin’den bahsederek, şiir âleminde

bir nev’i (egzotizm) yapmak istemiştir. Bununla beraber, son neşrettiği bazı

82 Halit Fahri Ozansoy.

124

parçalarda, yaşadığı hayata doğru bir temayül seziliyor. Aruzda gösterdiği maharet

ve kuvvetini, henüz hece vezninde gösterememişse de, gitgide muvaffak olacağı ümit

edilebilir.

Neş’e mi? Elem mi?

Ey saadet bahçesinde ilham arayan,

O tül kanat yaseminler üstünde uçmaz.

Ebediyyet istiyorsan, ta gönülden yan!

Şiiri az çok ağlamadan bulanlar pek az!

Ey saadet bahçesinde ilham arayan!

O peri ki hayalinde çırpınır üryan,

Gülümsemez inlemezse elindeki saz.

Yarın geçer, ben eminim, bugünkü rüyan.

Eremezsin muradına etmeden niyaz,

Ey saadet bahçesinde ilham arayan!

Ağlayanlar olur ancak lütfuna şâyân,

O perinin bütün ruhu bu işve, bu naz.

Maksadın ne?... Terennüm mü?... Neş’eden uyan

Yaprakları hicran gibi yakıyorken yaz,

Ey saadet bahçesinde ilham arayan!

Dervişin Sözü

Bir yol ki ufukta kaybolmuş ucu;

Üstünde titriyor ayın sorgucu.

Bu ıssız, hülyalı hicran yolunda

Geceyle dertleşen garip bir yolcu.

125

Dedim ki: - Sen nasıl murada erdin?

Erenlerden olsan biraz gülerdin.

Senin bu sevgili Anadolu’nda

Bitmeyen dertlerden büyük mü derdin?

İnledi: - Âsamı tutmuyor elim.

Bu yolu gülistan görmek emelim.

Hepiniz benimle birlik olun da

Bu dikenli yola güller serpelim!

YAHYA KEMAL BEY83

Tercüme-i Hâli: 1300 senesinde Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Asıl ismi

“Mehmed Âgâh” Bey’dir. Meşhur bir aileye mensup, Üsküp icra memuru Nişli

İbrahim Bey’in oğludur. İlk tahsilini orada, hususî Mekteb-i Edeb’de görmekte iken

arkadaşlarının ibramı neticesinde Selânik İdadîsi’ne nakletmiş, bir müddet sonra da

İstanbul’a Vefa İdadîsi’ne kaydolunmuştur. Daha o vakitler, asıl ismiyle Malûmat,

İrtika ve diğer birtakım gazetelerde gazeller, tahmisler bastırıyordu. Sonraları

Paris’e gitti. Paris’te hiçbir mektepten diploma filân almadı ama “Jean Moreas” gibi

büyük sanatkârlarla ülfet ve rabıta peyda etmesi sayesinde Garp edebiyatına vâkıf

oldu. Balkan Harbi’nden birkaç ay evvel İstanbul’a döndü; Dârüşşafaka’ya edebiyat

muallimi tayin edildi. İkdam’ın eski başmuharriri Ali Kemal Bey’in Peyam

gazetesinde çalıştı; “Süleyman Sadi” imzasıyla birkaç parça şey neşretti. Şimdi, hem

Dârülfünûn “Tarih-i Medeniyet” müderrisidir; hem de “Tedkikat-ı Lisaniye

Encümeni”nde azadır.

Orta boylu, topluca, elâ gözlü, son derece hoşsohbet, meclis-ârâ, cazibeli bir

gençtir.

Eserleri: Son günlerde, Yeni Mecmua’da çıkan eski tarzda ve Nedim

üslûbunda üç gazelinden başka hiçbir manzumesi intişar etmemiştir. Lâkin, “Acem

aruzuyla” parmak hesabıyla söylediği bazı güzel beyitleri, mısraları arkadaşlarının

ezberindedir.

83 Yahya Kemal Beyatlı.

126

Edebiyatımızda Mevkii: Eserlerinin mevcut olmayışından yahut intişar etmiş

bulunmamasından dolayı birçokları, Yahya Kemal Bey’in aleyhinde bulunur: “Bu

nasıl şair?” derler. Bazıları da mısralarını, beyitlerini okuyarak yahut işiterek

kıymetini, liyakatini iddia ederler. Bu hâle rağmen, son bir iki seneden beri bütün

edebiyat âlemimizi kendisiyle meşgul edebilen, eski yeni, her edebî mahfilde

kendisinden bahsettiren bir genç, kim ne derse desin, elbette mahir bir sanatkârdır.

Bence Yahya Kemal Bey, başlı başına bir “edebî hâdise”dir.

Fransız Edebiyatı’nın bilhassa Klasik kısmına ait vukufu, dünyadaki

edebiyatların en eskisi, en orijinali olan Yunan edebiyatının müdafii bulunuşu,

değerine en aşikâr delillerdendir.

Hakan hazretlerinin Çanakkale hakkındaki neşide-i hümayunlarını büyük bir

maharetle tahmis etmiş, bilhassa dikkat-i hümâyunu celb ederek altın bir saatle taltif

buyrulmuştur. Yahya Kemal Bey, bizim Acem taklidi iskolastik edebiyatımızın,

ateşli, samimî bir takdirkarıdır. Yeni Mecmua’da intişar eden üç gazelinde,

erbabınca kusur addedilecek bazı an’ane-şikenlik müşahede ediliyorsa da,

O şuh ağlar bugün kasr-ı şeref-âbâda geldikçe

mısraındaki fahiş Türkçe hatası tarh edildikten sonra bunlar, bu ufak tefek şeyler,

yenilik telâkki olunabilir. Kendisinin, Şinasi devresini bile önde bırakarak bu kadar

maziye, bu kadar gerilere rücûunu doğru bulamayanlar, aynı zamanda son neslin

kabul ettiği hece vezniyle de iktifa etmeyip yeni vezinler keşfi için mütemadiyen

çalıştığını öğrendikçe müteselli oluyorlar.

*

Yahya Kemal Bey Hakkında Bazı Fikirler :

“Yahya Kemal, Lesbos sahillerinde yaprakları gümüşten bir zeytin ağacı

gölgesinde uzanmış, beyaz mermer harabe sütunları aralıklarından bahr-ı sefidin

maviliklerini seyrediyor... Onun tasavvur ettiği Türkçe’de “terkip” ne kadar yoksa

“hece vezni” de o kadar yoktur.... Çok hissedip çok esirgemek... Yahya Kemal’in

sanatı işte bu sanattır.”

-Ahmet Haşim-

127

“Yahya Kemal dikkat edilecek bir sima, belki Parnasyenlerin bizde en

mükemmelidir; fakat çok hasis adam. Atşân-ı hüneri olanlara iki damla Fransız

şarabı veriyor, âlemi bu iki damla ile kandırmak istiyor. Ben Yahya Kemal’i sanat

nokta-i nazarından Paris’in zarif dikişçi kızlarına benzetiyorum ki, pek nazenin bir

fiyongu yaparlar.... Ve onun patentasını bir moda mağazasına birkaç yüz liraya

satarlar... Fakat yalnız bir şapka fiyongusu bütün pazar-ı irfanı imlâ edemez.”

-Rıza Tevfik-

“Yahya Kemal’i okumak istedim, uğraştım, ortada bir şeyini bulamadım.”

-Hüseyin Cahit-

“Yahya Kemal Bey’in sanatındaki titizliği pek şâyân-ı takdisdir.”

-Mehmet Emin-

“Yahya Kemal hiç yeni değildir. Eski hem de pek eski. Sultan Ahmed-i Sâlis

zamanında Türkiye’de doğmuş, Fransa’nın üçüncü Cumhuriyeti’nde Paris’in

(Quartier Latin)’inde tahsil-i sanat etmiş bir şair nasıl yeni addolunur? Lâle Devri’nin

şairi! Yalnız cübbe ve destar yerine ceket giymiş, boyun bağı takmış bir şairi!

Kıyafet insanın mahiyetini değiştirir mi?... Yahya Kemal’in yalnız 21’i tamam olmak

üzere 182 mısraını gördüm, gördüm ve beğendim. Başkaları bunları da görmediği

halde, Yahya Kemal’in şairliğini vecd ile, aşk ile alkışlıyorlar. Mevlânâ Celâleddin-i

Rumî hakkında Molla Cami “Nist Peygamber Veli dâred kitap” 84 demiş; bizim

Yahya Kemal ise, kitabı olmayan peygamberlerin sünnetine mutassıbâne

riayetkâr....”

-Süleyman Nazîf-

“Onun şöhreti biraz da başka bir menbadan geliyor. Kuvvetli bir hafıza ile

beraber öyle derin sezişleri, bilhassa ihtiras ve hayat ile, hararetle öyle bir anlatışı

vardır ki, bir iki defa onu dinleyen, kendini az çok ona kaptırmış ve onunla dolmuş

hisseder, yazmakta ne kadar hasis ise söylemekte o kadar müsriftir. Kendini dağıta

dağıta gezen bir adam...”

-Hamdullah Suphi-

84 “Peygamber değildir ama kitabı vardır.”

128

“Mehmet Emin Bey’in bazı şiirleri var ki cidden hoşuma gidiyor. Bizim Yahya

Kemal Bey’in de öyle. Azdır filân ama, iyidir. Ben o genci Paris’ten tanırım, ne

kuvvetlidir.”

-Sami Paşazade Sezai-

*

Dağlar, şanlı dağlar, Sicilya dağları,

Tepelerden akseden kaval sadaları!

Trenyen denizinden güneş alçalıyor;

Keçi tırnaklı Ela Pan kaval çalıyordu.

SALİH ZEKİ BEY85

Tercüme-i Hâli: 1309’da Isparta’nın Karaağaç kasabasında doğmuştur. Konya

İdadîsi’nde tâli tahsilini bitirdikten sonra, Hukuk Mektebi’ne girmiş, üç sene kadar

okumuştur. Konya Cizvitler Mektebi’nde de bir müddet Fransızca tahsili vardır.

Orta boylu, iri kemikli, samimî bir gençtir.

Eserleri: Türk Yurdu’nda birkaç manzumesi neşrolunmuştur.

Edebiyatımızda Mevkii: Henüz basılmamış birkaç nesir yazısını da okuduğum

bu genç, sanatı kendine mefkûre edinmiştir. Eserlerinde gayet bariz bir samimiyet

hissolunur. Henüz birkaç manzumesi intişar etmiş olmasına rağmen, kendisinden âti,

çok şey bekleyebilir.

Aldanış

Dedim ki aldatılmışım,

Sevilmeden atılmışım!

“Hayır yalan” demiştiniz,

Baharı beklemiştiniz.

85 Salih Zeki Genç.

129

Bahar oldu;

Şu ufuklar,

Şu boşluklar,

Renkler doldu.

Eşsiz güvercinler gezen sahile,

Serpildi akşamın fâni renkleri...

Sevgilim! İşte yok hayalin bile.

Susmuş her tarafta aşk âhenkleri.

Rüyalı beldeler yolcusu gibi;

Bu tenha yollarda hep seni andım.

Şimdi tesellisiz ağlayan kalbi

Unutmaz, bir akşam gelirsin sandım.

Artık bu yerlerde bir hicran sesi,

İlâhi bir kızın son niyazı var.

Silinmiş çiftlerin mesut gölgesi;

Beyaz dalgalarsa boş yere ağlar....

HASAN ZEKİ BEY86

Tercüme-i Hâli: 1309 senesinde pederinin memur bulunduğu Kastamonu

şehrinde doğmuştur. Şûra-yı devlet âzasından Keşfî Bey’in oğludur. Galatasaray

Sultanîsi’nin ibtidaî kısmıyla Saint Joseph ve Fort mekteplerinde okumuştur.

Reşadiye Numûne Mektebi Fransızca, Beşiktaş Fakir Çocuklar Mektebi Türkçe

muallimliğiyle memuriyet hayatına girmiştir. Bugün Nişantaşı Sultanîsi ibtidaî

kısmında Fransızca muallimidir.

Kısa boylu, müşkülpesent bir gençtir.

Eserleri: Birkaç nüsha kadar çıkıp kapanan müteaddid mecmualarla kendi tesis

ettiği Yeni Hisler’de basılmıştır. Millî vezinle yazdığı manzumeler Türk

Yurdu’nda, Servet-i Fünûn’da bulunur.

86 Hasan Zeki Süzen.

130

Edebiyatımızda Mevkii: Arkadaşlarının Acem aruzunu terk ettiğini görerek

hece vezniyle yazmaya başlayan bu gençten kıymetli şiirler beklemek doğru olur.

Şiir (teknik)’i ve lisan itibarıyla olan kusurları, yeni girdiği sahanın ne kadar çetin

olduğunu düşünmekle müsamaha edilebilir.

Yüksek Tepelerde

Uzak çağlayanlar şarıldıyor gibi

İhtiyar çamlıklar inlerdi rüzgârda...

Bu tenha sahanın değildim garibi

Benimle geçmişti hazan da bahar da...

Kadife yosunlu taşlarda asabî

Durur, düşünürdüm gözüm ufuklarda;

Alıştım teskine buhranlı bir kalbi

Kayalar susardı kıyamet kopardı...

Her taraf geniştir göründüğü kadar...

Uzak vadilerde mehâbetle koşar

Bulutların büyük ve seri gölgesi;

Nihayet dinince rüzgârın öfkesi

Duyulur hüzünlü bir demin hulûlü

Lekesiz ufukta gündüzün ufûlü....

1333

FARUK NAFİZ BEY87

Tercüme-i Hâli: 1313 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Tâli tahsili Hadika-i

Meşveret Mektebi’ndedir. Bugün Tıp Dârülfünun’una devam etmektedir. Uzunca

boylu, nazik bir gençtir.

87 Faruk Nafiz Çamlıbel.

131

Eserleri: Kitap suretinde basılmamıştır. Peyam’da, Servet-i Fünûn’da, Yeni

Mecmua’da epeyce manzumesi intişar etmiştir.

Edebiyatımızda Mevkii: Henüz pek genç olan bu şair, millî vezinle ilk

parçalarını yazmaktadır. Manzumeleri Yusuf Ziya Bey’inkilerden daha lirik, daha

derindir. Fakat “teknik”, lisan cihetiyle onun kadar kuvvetli değildir. Daha Acem

aruzuna mahsus bir çeşniyi muhafaza etmektedir.

Geçmiş âhu gözlü sâkiler bu matem-hâneden

mısraıyla biten naziresi, Yahya Kemal Bey’in Nedim pastişlerinden, hem şiir hem

lisan, hem çeşni itibariyle yüksektir. Hele lisan ve vezinde hiçbir yanlış yoktur. Ama

ne olsa, ne kadar güzel olsa, bir nazire nihayet bir naziredir; fantezi, tehzil başka...

Bence bu, kat’i bir kanaattir: Bir sanatkâr ki sanatta ibdâ esastır, hiçbir vakit geçmiş

bir sistemin mukallidi olmaya tenezzül etmez. Faruk Bey’den, millî edebiyatımız çok

büyük şeyler bekliyor, gazel, şarkı değil fakat...

Münzevî

Bir sonbahar akşamı... Sahillerdeyim

- Gamlı bir heykel gibi – kayalarla ben,

Dağınık saçlarımdan pervasız esen

Rüzgârların elinde kırık bir neyim.

Engin bana yâd eder kimsesizliğimi,

Gözyaşlarıyla düşer dalgalar kuma!

Issız bir yoldayım ki hasta ruhuma

Herkes yabancı: Kimden sorayım kimi?

Gökler esmer ve derin... Sular dalgalı...

Sahilden uzaklaştı son yolcular da

Enginleri dinliyor yalnız kenarda

Sararmış bahçesiyle tenha bir yalı.

132

.... Yolu karlar sarmadan bir kış akşamı

Beni sahillerde bul, ey güzel sultan!

Anlat ki bu yollarda beni unutan

Ruhun başka bir hayal arkasında mı?

Dumanlarla örtülen bir deniz gibi

Canlanıyor en hazin dalgalar bende.

Bekliyoruz yuvanı şimdi bahçende

Ben kimsesiz, ağaçlar kimsesiz gibi....

Tevfik Fikret Bey

Süleyman Nazif Bey

Ali Ekrem Bey88

Servet-i Fünûn Edebiyatı’nın bu üç rüknünden de mutlaka bahsetmek lâzım,

çünkü üçünün de hece vezniyle yazılmış parçaları var. Vâkıa hiçbirinin, bir gün

gelip aruz vezninin terk edileceğine, millî veznin hâkim olacağına imanı yoktu; hele

Süleyman Nazif Bey, parmak hesabı diye yâd ederek tezyif etmek istediği hece

usulüne şiddetli gareziyle meşhurdur. Ama öyle iken, son cereyana istemeye

istemeye kapılmışlar, bize velev ki birkaç numuneden ibaret olsun, güzel Türkçe ile

manzumeler yazmışlardır. Ali Ekrem Bey diğerleri kadar insafsız değildir. Kendi

görüşüne göre hece vezninin de istikbalde bir mevkii vardır. Uzatmayayım: Fikret

Bey merhum, mini mini yavrularımız için yazdığı Şermin’ini cidden bediî, sade

manzumelerle doldurmuştur; Ali Ekrem Bey de mekteplere mahsus olarak

neşredeceği Şiir Demeti’nin ekser parçalarını bu tarzda kaleme almıştır.

Edebiyatta Türkçe’ye verilen kıymet her gün kuvvetini arttırıyor. İki dilli şair

olmaz. Şu üç üstadın gösterdikleri bu muvazenesizlik, “edebî buhran”ın sona erdiğini

ispat etmektedir. Mademki, millî vezin her gün dev adımlarıyla ilerliyor, her tarafı

kaplıyor; o halde gayr-i millî aruzun artık öldüğüne hiç şüphe yoktur. Bakınız Fikret

Bey’in, Nazif Bey’in, Ekrem Bey’in, şu üç parçası, ne kadar sade ne kadar

samimîdir:

88 Ali Ekrem Bolayır.

133

Yazın

Perde kapan, perde kapan,

Kapan çabuk; çünkü camdan

Güneş içeri vuruyor,

Defterleri solduruyor.

Benim parlak

Mor yazım, bak,

Neler olmuş: Uçuk, soluk...

Ben soluk şeyleri sevmem!

Kışın

Açıl perde, açıl perde;

Sen açıldın, güneş nerde?

Bizi galiba unutmuş;

Hayır onu bulut yutmuş.

Çok soğuk var,

Her taraf kar;

Kar pek güzel, fakat soğuk...

Ben soğuk şeyleri sevmem!

Tevfik Fikret

Cenk Türküsü

Gözde tüter dumanları,

Bak Şıpka’nın Balkanları,

Hâlâ sızar al kanları...

Ayrılmıştık otuz sene,

İşte Şıpka geldik yine!

134

Plevne’den bir ses geldi;

O ses yüreğimi deldi.

Ah o günler ne güzeldi!...

Ayrı düştük otuz sene,

Şanlı meydan geldik yine!

Süleyman Nazif

Baba Hindi

Gulu, gulu, gulu, gulu....

Koca ibik kanla dolu,

Kıpkırmızı, siyahça mor,

Sanki alev almış bir kor;

Kanat sarkık ta yerlere

Tüy kabarmış; gere gere

Göğüs, beden şişmiş, kuyruk

Bir yelpaze; içi oyuk

Zannolunan al deriden

Sanki kanlar fırlar; beden

Sanki bulut katmer katmer;

Çehreden bir şimşek geçer!

Gulu, gulu, gulu, gulu....

Göze ateş kan oyulu;

Ayak basar metin metin,

Gelir sanki hücum için

Düşmanlara hep beraber!

Baba hindi böyle geçer

Önünüzden yaman yaman;

Sanırsınız bir kahraman.

135

Tüy kabası baba hindi

Âlâ yenir; yoksa şimdi

Şuracıktan kabararak

Geçti diye bir şey sanmak

Onu yanlış bir fikirdir.

İnsanların içinde bir

Hayli böyle kof ve alık,

Tüy kabası kalabalık

Vardır; öğren yavrum, korkak

Olma sakın aldanarak:

Kahramanlık tüyde değil,

Yürektedir, bunu sen bil!

Ali Ekrem

136

SONUÇ

Nüzhet Haşim’in Millî Edebiyat’a Doğru adlı eseri 1918 yılında Cemiyet

Kütüphanesi tarafından basılmıştır. Millî Edebiyat kavramı üzerinde dururken de

belirttiğimiz gibi Millî Edebiyat cereyanı 1911-1923 yılları arasını kapsayan bir

dönemdir. Eserin yayımlandığı 1918 yılına kadar Millî Edebiyatın oluşum sürecinin

tamamlandığı, akımın her geçen gün artan yazar ve şair kadrosuyla büyük bir

gelişme gösterdiği, katılımcılarının çeşitli dergi ve dernekler etrafında toplandıkları

görülmektedir. Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, eserin

yayımlandığı tarihte sürecin hâlâ devam ediyor olmasıdır. Dönemin havasını teneffüs

etmiş, şair ve yazar kadrosunun pek çoğuyla tanışmış biri olarak Nüzhet Haşim’in

verdiği bilgiler bu bakımdan önem arz etmektedir. Millî Edebiyat’a Doğru adlı

antoloji şu özellikleriyle dikkat çekmektedir:

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Millî Edebiyat döneminin ilk antolojisidir.

Antolojide şahıslar hakkında dikkate değer bilgiler verilmektedir. Nüzhet Haşim

Millî Edebiyat’a katılan şahsiyetlerin hayat hikâyeleri, eğitimleri, çalıştıkları işler,

fikrî yapıları, ruhî ve fizikî portreleri, müstear isimleri, eserlerini yayımladıkları

gazete ve dergilerin adları, etkilendikleri akım ve şahsiyetler ve hepsinden önemlisi

şairlerin, devrin edebî durumu içinde nasıl göründüklerini ortaya koymaktadır.

Yazarlar hakkındaki değerlendirmeler o dönemdeki intibalardan yola çıkılarak

kaleme alınmıştır.

Antolojide; Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Tevfik Bölükbaşı, İhsan Raif Hanım,

Ziya Gökalp, Ali Canib Yöntem, Celâl Sahir Erozan, Ömer Seyfettin, Kâzım Nâmi

Duru, Âkil Koyuncu, Rasim Haşmet, Köprülüzâde Mehmet Fuat, Ali Ulvi Elöve,

M. Nermi Uygur, Fazıl Ahmet Aykaç, İbrahim Alâattin Gövsa, Yusuf Ziya Ortaç,

Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Hakkı Süha Gezgin, İdris Sabih Türkkan,

Halit Fahri Ozansoy, Yahya Kemal Beyatlı, Salih Zeki Genç, Hasan Zeki Süzen,

Faruk Nafiz Çamlıbel, Tevfik Fikret, Süleyman Nazif, Ali Ekrem Bolayır olmak

üzere 28 şair ve bu şairlerin eserlerinden seçilen 68 şiir bulunmaktadır. Nüzhet

Haşim antolojisine hece veznini tamamen benimsemiş veya bu vezinle az da olsa şiir

yazmış şairleri seçmiştir. Şairlerin şiirleri ilk yayımlandıkları şekilleriyle antolojiye

alınmıştır.

137

Nüzhet Haşim’in Millî Edebiyat kavramını henüz süreç devam ederken ele

alması, Millî Edebiyat’ın nasıl bir ortam içinde doğduğu, edebiyatçıların bu akıma

neden yöneldiği, ilk verilen edebî ürünlerin nasıl karşılandığı, katılımcıların sanat

hayatlarında zaman içinde ne gibi değişikliklerin görüldüğü, edebiyat, dil, vezin

hakkındaki tartışmaların nasıl seyrettiği konusunda verdiği bilgiler son derece dikkat

çekicidir.

Antolojide adı geçen birçok yazarın daha sonraki yıllarda daha başarılı olduğu,

birçoğunun da edebiyatla uğraşmayı bırakıp başka sahalara yöneldiği görülmektedir.

Burada en dikkati çeken olgu Yahya Kemal’indir. Döneminde -sanatçı titizliği

sebebiyle- az yazması, şiirlerini uzun zamanda tamamlamasına bağlı olarak eser

yayımlamayan Yahya Kemal çok eleştirilmiş, ancak daha sonra şiirimizin klâsiği

hâline gelmiştir.

Nüzhet Haşim’in eserine seçtiği metinler, yazarların edebî şahsiyetlerini

gösteren en tipik metinlerdir ve bu şiirler üzerinde bugün de edebiyat tarihi

araştırmalarında önemle durulmaktadır.

Nüzhet Haşim şairler hakkındaki değerlendirmelerinde öznel ifadeler

kullanmıştır. Yazarın bazı noktalardaki değerlendirmelerinin şeklini şahsî zevk ve

ilgisi tayin etmiştir. Özellikle Mehmet Emin Yurdakul ve Ali Canib Yöntem

hakkındaki değerlendirmelerinde yazarın subjektif ifadeleri göze çarpmaktadır.

Şairlerin edebî kişiliği hakkındaki değerlendirmeler kısa tutulmuştur. Biz bunu

şairlerin sanat hayatlarının devam etmesine ve bir kısmının asıl edebî şahsiyetinin

henüz belirmemiş olmasına bağlıyoruz. Nüzhet Haşim antolojisini hazırladığında

şairlerin sanat hayatı devam etmekteydi. Bir kısmı da şiire yeni başlamıştı.

Zaman içinde sanat hayatlarında önemli gelişmeler olmuş, bir kısmı ününü

pekiştirirken, bir kısmı da başka alanlarda çalışmaya başlamıştır. Nüzhet Haşim’in

değerlendirmeleri bu şahıslar hakkındaki ilk tenkit örneklerinden biri olması

bakımından tenkit tarihi açısından; eserde Millî Edebiyat’ın doğuşunu hazırlayan

tarihî ve sosyal meselelere yer vermesi bakımından da edebiyat sosyolojisi açısından

önem taşımaktadır. Bu sebeple tenkit tarihi ve edebiyat sosyolojisi araştırmalarında

kullanılabilecek önemli bir kaynaktır.

Antolojiye seçilen şahıslar hakkında görüş bildiren pek çok yazar, şair ve

araştırmacıya eserde göndermeler yapılmıştır. Günümüzde dönemle ilgili hazırlanan

araştırmalarda, Nüzhet Haşim’in eserine atıflar yapılmıştır. Bu da eserin değerini

ortaya koymaktadır.

138

BİBLİYOGRAFYA

AKÇURAOĞLU, Yusuf, Türkçülük ve Dış Türkler, Toker Yayınları, İstanbul

1990.

AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp

Kitabevi, İstanbul 1990,

AKYÜZ, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860-1923), İnkılâp

Kitabevi, İstanbul 1985, 8. baskı.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 2, Ana Yayıncılık, İstanbul 1987.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopdisi, Cilt 4, Ana Yayıncılık, İstanbul 2004.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopdisi, Cilt 15, Ana Yayıncılık, İstanbul 2004.

ARGUNŞAH, Hülya, “Millî Edebiyat”, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı (1839-

2000), Editör: Ramazan Korkmaz, Grafiker Yayınları, Ankara 2004.

ATSIZ, Nihal, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul 1992.

AYTAÇ, Gürsel, Yeni Alman Edebiyatı Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı

Yayınları, Ankara 1983.

BANARLI, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, Millî Eğitim Basımevi,

İstanbul 1987.

BÖLÜKBAŞI, Rıza Tevfik, Serâb-ı Ömrüm ve Diğer Şiirleri, Haz. Abdullah

Uçman, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2005.

Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt 2, Gelişim Yayınları, İstanbul 1986.

Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt 21, Gelişim Yayınları, İstanbul, tsz.

CANIM, Rıdvan, Latîfî Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-

Metin), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi

Başkanlığı, Ankara 2000.

COŞKUN, Nusret Safa, Millî Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz?, İnklâp Kitabevi,

İstanbul 1938.

Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt 2, 1993-1994.

Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Cilt 4, 1993-1994.

DRABBLE, Margaret, The Oxford Companionto English Literature, Oxford

University Press, Great Britain, 1985.

DUFFY, Charles Henry Pettit, A Dictionary of Literary Terms, Brown Book Company,

New York 1953.

139

Encyclopædia Britannica, Volume 2, U.S.A 1969.

ENGİNÜN, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İstanbul

1991.

-------------------Yeni Türk Edebiyatı: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923),

Dergâh Yay. İstanbul 2006.

------------------ Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yay. İstanbul 2001.

ERCİLÂSUN, Bilge, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit: 1. Türkçü Tenkit, Türk

Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1995.

EREN, Hasan, Türklük Bilimi Sözlüğü I. Yabancı Türkologlar, Türk Dil Kurumu

Yayınları, Ankara 1998.

Gelişim Alfabetik Gençlik Ansiklopedisi, Cilt I, Gelişim Yayınları, İstanbul 1980.

Genç Kalemler Dergisi, Hazırlayanlar: İsmail Parlatır-Nurullah Çetin, Türk Dil

Kurumu Yayınları, Ankara 1999.

GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara

tsz.

Grand Master 1 Genel Kültür Ansiklopedisi, Milliyet Yay., 1992

Grolier International Americana Encyclopedia, Cilt 2, İstanbul 1993.

Hece, Türk Şiiri Özel Sayısı, Yıl: 5, Sayı: 53/ 54/ 55, Mayıs/ Haziran/ Temmuz

2001.

İnci Enginün’e Armağan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997.

İPEKTEN, Halûk, Şair Tezkireleri, Grafiker Yayınları, Ankara 2002.

İSEN, Mustafa, Lâtifî Tezkiresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.

KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı, Cilt III, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1966.

KAPLAN Mehmet-BİRİNCİ Necat, Atatürk Şiirleri Antolojisi, Kültür Bakanlığı

Yay. Ankara 1986.

KAPLAN, Mehmet-ENGİNÜN İnci-EMİL Birol, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi I

(1839-1865), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1974.

------------------Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II (1865-1876), İstanbul

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1978.

------------------Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi III, İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Yay. İstanbul 1979.

----------------- Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi IV, İstanbul Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1982.

140

-----------------Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi V, Marmara Üniversitesi Fen-

Edebiyat Fakültesi Yay. İstanbul 1989.

KAPLAN, Mehmet-ENGİNÜN, İnci-KERMAN, Zeynep-BİRİNCİ, Necat-UÇMAN,

Abdullah, Atatürk Devri Türk Edebiyatı I-II, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1981.

-----------------Atatürk Devri Fikir Hayatı I-II, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara

1981.

KAPLAN, Mehmet-ENGİNÜN, İnci-EMİL, Birol-BİRİNCİ, Necat-UÇMAN,

Abdullah, Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa

Kemal I-II, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992, (2. bs.).

KASIR, Hasan Âli, Mevlâ Şiirleri Antolojisi, Güldeste Serisi, Denge Yayınları,

İstanbul 1997.

KILIÇ, Filiz, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine

Değerlendirmeler, Akçağ Yayınları, Ankara 1998.

KOCAHANOĞLU, Osman Selim, Millî Edebiyat Hareketi ve Beş Hececiler,

Toker Yayınları, İstanbul 1987.

LEVEND, Âgâh Sırrı, “Türkçülük ve Millî Edebiyat”, Türk Dili Araştırmaları

Yıllığı Belleten 1961, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 1988.

Meydan Larousse, Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, Cilt 8, Meydan Yayınevi,

İstanbul 1978.

ÖKSÜZ, Yusuf Ziya, Türkçe’nin Sadeleşme Tarihi, Genç Kalemler ve Yeni

Lisan Hareketi, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1995.

ÖZDEMİR, Ahmet, Cönklerden Günümüze Halk Şairlerimiz, Veli Yayınları,

İstanbul 1993.

ÖZKIRIMLI, Atilla, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cilt I, Cem Yayınevi, İstanbul

1984.

ÖZTÜRKMEN, Arzu, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları,

İstanbul 1998.

TANPINAR, Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Yayınları,

İstanbul 1985 (6.bs.).

TANSEL, Fevziye Abdullah, Ziya Gökalp Külliyatı I: Şiirler ve Halk Masalları,

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara 1989,

(3. bs.)

TEMİR, Ahmet, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara

1987.

141

TEVETOĞLU, Fethi, Enis Behiç Koryürek, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara

1985.

TUNCER, Hüseyin, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür

Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, Cilt I,

Dergâh Yay. 1997.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 14, İstanbul 1996.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 16, İstanbul 1997.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 30, İstanbul 2005.

UÇMAN, Abdullah, Rıza Tevfik (Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Şiirleri), Kültür ve

Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1986.

---------------------- Türk Dilinin Sadeleşmesi ve Hece Vezni Üzerine Bir

Münakaşa, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998.

ÜNAYDIN, Ruşen Eşref, Diyorlar ki, (Haz. Şemsettin Kutlu), Kültür ve Turizm

Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985.

ÜNLÜ, Mahir-ÖZCAN, Ömer, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, İnkılâp Kitabevi,

İstanbul 1987.

YALTIRAKLI, Cevat, Vatanseverlik Timsali Gençliğin İdeali İki Şair: Vatan

Şairi Namık Kemal, Millî Şair Mehmet Emin, Şahsiyeti-İdealleri-Şiirleri,

İstanbul Matbaası, İstanbul 1960.

Yeni Hayat Ansiklopedisi, Cilt I, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul tsz.

Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt II, Türkiye Gazetesi, İstanbul 1993.

Yeni Tarama Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1983.

YETİŞ, Kâzım, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, Nr: 8, İstanbul 1999.

142

ÖZGEÇMİŞ

27.03.1981 tarihinde Üsküdar’da doğdu. 1995 yılında Süreyyapaşa İlköğretim

Okulundan, 1999 yılında Pendik Lisesinden, 2004 yılında Marmara Üniversitesi

Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.