t.c. radyo televİzyon ve sİnema anabİlİm daliacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/4167/4646.pdf ·...
TRANSCRIPT
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ RADYO TELEVİZYON VE SİNEMA
ANABİLİM DALI
TARİH VE ARKEOLOJİ BELGESELLERİNDE GÖRSEL BELGE SORUNU VE POPÜLERLEŞME EĞİLİMLERİ
Yüksek Lisans Tezi
S.Deniz Özdemir
Tez Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Sevilay Çelenk Özen
Ankara-2007
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ RADYO TELEVİZYON VE SİNEMA
ANABİLİM DALI
TARİH VE ARKEOLOJİ BELGESELLERİNDE GÖRSEL BELGE SORUNU VE POPÜLERLEŞME EĞİLİMLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı : Yrd. Doç. Dr. Sevilay Çelenk
Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası .................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
Tez Sınavı Tarihi: 20.07.2007
ÖNSÖZ
Günümüzde belgesel film yapımında, ama özellikle de tarih ve arkeoloji
belgesellerinin yapımında ortaya çıkan görsel belge sorunlarına, yeni çözümler
getirildiği görülmektedir. Söz konusu belgesellerin görsel belge sorununa bir çözüm
olarak getirdiği bu yeni uygulamaların ise özellikle tarih ve arkeoloji belgesellerinin
popülerleşme eğilimlerini hızlandırmakta olduğu anlaşılmaktadır. O nedenle, bu
çalışma, bahsi geçen filmlere getirilen bu çözümlerin neler olduğu ve bunların
uygulanma şeklinin belgesel film üzerinde yaptığı biçimsel ve içeriksel değişimleri
anlamak amacıyla hazırlanmıştır.
Bu araştırmanın yapımında benden yardımlarını esirgemeyen, danışmanım Yrd.
Doç. Dr. Sevilay Çelenk, tez konumu oluşturmamda bana yardımcı olan Prof. Dr.
Sezer Akarcalı, sorduğum tüm sorulara sabırla cevap veren anneme, babama ve
Savaş İlhan’a, yardımlarından dolayı ise Sayın Reha Arın’a çok teşekkür ederim.
S.Deniz Özdemir
Ankara-2007
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ…………………………………………………………………………..I
İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………..II
GİRİŞ………………………………………….…………………………….…..1
1.BÖLÜM……………………………………….…………………………...….9
1.1. TARİHİ VE ARKEOLOJİK BELGESELLER………………...…..9
1.1.1. Belgesel Film……………...………………………..……...9
1.1.2. Türkiye’de Belgesel Filmin Gelişimi………………...….12
1.1.3. Tarih - Arkeoloji - Belgesel Film İlişkisi...……………….18
1.1.4. Kurmaca - Belgesel Film İlişkisi………………...….... …20
1.2. TARİH VE ARKEOLOJİ BELGESELLERİNDE GÖRSEL BELGE
SORUNU VE GETİRİLEN ÇÖZÜMLER…………….……... 22
1.2.1. Görsel Belge Sorunları………...………….………….…..22
1.2.2. Tarih ve Arkeoloji Belgesellerinde Görsel Belge
Sorununa Getirilen Çözümler……………………………..…....24
1.2.3. Uygulanan Çözümlere Dair Kuramsal
Tartışma…………………………………………………………...26
1.3. TARİH VE ARKEOLOJİ BELGESELLERİNİN
POPÜLERLEŞME EĞİLİMLERİ………………………….....…...33
1.3.1. Belgesel ve Popüler Kültür…………….…………….…..33
1.3.2. Popüler Kültür, Kitle Kültürü ve Belgesel Film..…....….34
1.3.3. Televizyon ve Belgesel Film……………………............50
2. BÖLÜM…………………………………………………………………….60
2.1. HİTİTLER VE URARTU’NUN İKİ MEVSİMİ BELGESELLERİNDE
GÖRSEL BELGE SORUNU VE POPÜLERLEŞME
EĞİLİMLERİ……………………………………….60
2.1.1. Belgesellerin Özetlenmesi………..…………………..….62
a. Urartu’nun İki Mevsimi…….……………..…………...62
b. Hititler…...…………………………………………..…..65
2.1.2. Belgesellerin Çözümlenmesi……………..……………...69
2.1.2.1. Belgesel ve Gerçeklik………………….……………….69
a. Uzmanların Görüşü…………….…………..……….…70
b. Gerçeği Yeniden Yaratmak…………………..…….…71
c. Dramatik Canlandırmalar………..……………………74
2.1.2.2. Belgesel ve Demokrasi Söylemi…………...………….75
a. Belgesellerin Dili……………….………………………76
b. Belgesele Katılım…………………...…………………77
2.1.2.3. Belgesellerin Ekonomik Boyutu…………..…………...81
2.1.2.4. Yeni Belgeseller Çağı……………………………….….85
a. Animasyonlar……………..……………………………86
b. Grafik ve Haritalar……….………………………….…89
2.1.2.5. Belgesel Filmde Kurmaca Unsuru………….…………90
a. Belgesellerin Süresi………..…………….……………91
b. Belgesel ve Oyunculuk………...……………………..91
2.1.2.6. Eğlence Endüstrisi ve Belgesel…………..……...…...96
a. Bilgilence….…………………………………………...96
b. Yıldız Oyuncular Sistemi……………..……………...100
ÖNSÖZ
Günümüzde belgesel film yapımında, ama özellikle de tarih ve arkeoloji
belgesellerinin yapımında ortaya çıkan görsel belge sorunlarına, yeni çözümler
getirildiği görülmektedir. Söz konusu belgesellerin görsel belge sorununa bir çözüm
olarak getirdiği bu yeni uygulamaların ise özellikle tarih ve arkeoloji belgesellerinin
popülerleşme eğilimlerini hızlandırmakta olduğu anlaşılmaktadır. O nedenle, bu
çalışma, bahsi geçen filmlere getirilen bu çözümlerin neler olduğu ve bunların
uygulanma şeklinin belgesel film üzerinde yaptığı biçimsel ve içeriksel değişimleri
anlamak amacıyla hazırlanmıştır.
Bu araştırmanın yapımında benden yardımlarını esirgemeyen, danışmanım Yrd.
Doç. Dr. Sevilay Çelenk, tez konumu oluşturmamda bana yardımcı olan Prof. Dr.
Sezer Akarcalı, sorduğum tüm sorulara sabırla cevap veren anneme, babama ve
Savaş İlhan’a, yardımlarından dolayı ise Sayın Reha Arın’a çok teşekkür ederim.
S.Deniz Özdemir
Ankara-2007
1
GİRİŞ
İnsanoğlu’nun yüzyıllar boyu süren yaşam mücadelesi her yönü ile ayrı
bir hikậyeyi barındırır. İlk insandan bu yana hayatta kalabilme içgüdüsü ile
başlayan bu mücadele bulunduğumuz yüzyılın modern savaşlarına kadar
uzanmaktadır.
Bu yaşam mücadelesi içinde, gelecek kuşaklara aktarılan, insanoğlunun
doğa ile mücadelesine ilişkin gözlemleri sonucunda yarattığı belgeler
mağaralara çizilen resimler oldu. İnsanoğlu yaşadıklarını önce mağara
duvarlarına resmetti. Ardından yazının bulunması ile yepyeni bir kapı açıldı
bu arşivleme arzusuna… Geçmişi anlatabilmek için duyulan bu arzu,
kaydetme arşivleme şeklinde insanlığın en büyük özelliklerinden biri haline
geldi. Yazıtlar, destanlar, dilden dile aktarılan hikậyeler geleceğe aktarılan ilk
deneyimler oldu.
Ve mağara duvarlarına çizilen bu resimlerle başlayan anlatım, önce
resmi kayıtlara göre 1839 yılında fotoğrafın1, daha sonra 1895’te
sinematografın keşfi ile, ilk görsel denemeler sonucu yepyeni bir sürece girdi.
Artık kaydetmek, arşivlemek, yani bir anlamda yaşanan anı geleceğe taşımak
için yepyeni bir yolun başına gelindi. 20. yüzyılın başları, tarih anlatımı için bir
dönüm noktası oldu. İlk belgesel denemelerini hayata geçirenler, belki de
yaklaşık yarım asır sonra bugün hangi noktalara gelineceğinden
habersizdiler. Tarihi belgesel filmlerin doğuşu ile birlikte, tarih anlatımı da
1 Hepdinçler, Tolga: http://ilef.ankara.edu.tr/fotograf/yazi.php?yad=2740
2
farklı bir boyut kazandı. Tarihi kendi amaçları doğrultusunda kullanmak
isteyenlerce bir silah olarak da kullanılan bu belgeseller, daha sonra ciddi
birer sanat eseri olma özelliklerini kabul ettirmeyi başardılar. Böylece
belgeseller, doğaları gereği içlerinde barındırdıkları, eğitme, bilgilendirme
işlevleri ile bir yüksek kültür ürünü, küçük bir grubun sinemalarda izlediği,
televizyonlarda ya da derslerde zorla izlettirilen “sıkıcı” filmler olarak
adlandırılmaya başlandılar.
Televizyonun yaygınlaştığı günlerden itibaren daha çok televizyonda
yayınlanmak amacıyla yapılmaya başlanan belgeseller, özellikle devlet
tekelindeki kamu yayıncılarının, halkı bilinçlendirme ve eğitme politikasının
bir parçası olmuş, belgesel filmler televizyon ile beraber anılmaya, sinemada
izlenmek üzere hazırlanan belgesellerse, giderek azalmaya başlamıştır.
1970’lerin sonlarında dünyada, 1990’dan itibaren de Türkiye’de
yaygınlaşan özel kanallar ile beraber, televizyon pratiğinde bir takım
değişimler yaşanmaya başlanmıştır. Devlet eliyle kamu yayıncılığı yapan
televizyonların, öncelikli görevleri olan eğitici ve bilinçlendirici programlar,
doğal olarak, kendilerini reklamlardan gelen kârlarla su üstünde tutmak
zorunda olan bu yeni özel kanallar için herhangi bir öncelik teşkil
etmemekteydi. Bu ticarî televizyonlar için geçerli olan, mümkün olduğu kadar
geniş kitlelere ulaşabilmekti. Bunun sonucu olarak, televizyonlarda eğlence
boyutunun artan önemi, belgesellerin ekranlarda giderek daha az yer
bulmalarına sebep olmuştur. Her ne kadar son yıllarda televizyonlarda
yayınlanan belgesel filmlerde bir düşüş görülse de, yine de televizyon,
3
belgeselleri en geniş izleyici kitlesi ile buluşturduğu dikkate alındığında, bu tür
filmler için bir nevi çıkış noktası olmaya devam etmektedir.
Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, bir tür olarak belgesellerde ve
özellikle de tarih ve arkeoloji belgesellerinde bir takım değişiklikler meydana
gelmiştir. Öngören ’e göre sinemanın ilk yıllarında haber verme ve gerçekleri
yansıtma özelliğine sahip belgesel filme, televizyonun etkileri çok farklı
olmuştur. Öngören,
eğlendirme öğesine diğer öğelerden daha fazla önem veren televizyonun bir de programlar için ayırdığı kısıtlı süreler içinde derinlemesine araştırma yapılmasının olanaksızlaşması, toplumsal ve sosyal içerikli yapımlara yer vermeyişi yüzünde yorumun yapılmaması sonucunda televizyon için yapılan belgesel filmler gitgide belgesel tanımından [...] uzaklaşarak, daha çok eğlence ağırlıklı belgesellere, dramatik belgesellere yönelmektedir (1997:117).
Bu tezin konusu olan, tarih ve arkeoloji belgeselleri, günümüzde
genel olarak, belgesel filmlerin yapımı konusunda karşılaşılan zorlukların
yanı sıra, yapımları ve izleyicilere aktarımları konusunda da kendilerine özgü
farklı sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Gelişen teknoloji, ses, müzik,
kurgu ve ritmin, belgeselleri farklı bir boyuta taşıdığı çağımızda, tarih de
insanlar için artık, geçmişe tanıklık eden insanlarla, tarihi belge ve olayların
geçtiği mekânlar, görerek hatta onların içinde gezinerek öğrenilebilecek bir
hale geliyordu. Bu tip belgeseller açısından olumlu bir gelişme olarak
nitelendirebileceğimiz bu yeni form, yüzyıllar öncesinde yaşanmış olayların
anlatımının görsel dünyanın yaratıcılarını zora sokması sorununu da yanında
getiriyordu. Artık hayatta olmayan tanıklar, kaybedilmiş belgeler, ve
4
özelliklerini yitirmiş mekânlar tüm bu sorunların kaynağında yatan nedenlerdi.
Ve tarih boyunca karşısına çıkan her engeli aşmaya çalışmış olan insanın
aklı şu soruyla meşgul olmaya başladı: Görsel malzeme olmaksızın tarihi
veya arkeolojik bir belgesel film nasıl yapılabilirdi?
Bu sorunun yanıtı gelişen teknoloji ile bulundu. Teknoloji, yayılmasının
başını televizyonların çektiği popüler kültürle buluşunca, geleneksel belgesel
pratiği, yerini yavaş yavaş dramatik canlandırmalar, animasyonlar2, grafikler
gibi farklı yöntemlere bırakarak, sinema filmlerine daha yakın yepyeni bir
türün ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu gelişmeler yeni birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Dramatik
canlandırmalar, grafikler ve animasyonlar bir belgeselde belge ve tanıkların
yerini tutabilir miydi? Ya da bu mantıkla yapılan tarihsel bir anlatım belgesel
olarak adlandırılabilir miydi? Yoksa tarih ve arkeoloji belgeselleri bu pratikler
sonucu başka bir şeye dönüşmeye mi başlayacaktı? Bu soruların cevapları
hala tam net olarak verilmemiş olmakla beraber, söz konusu belgesellerde
kullanılan bu yeni tekniklerin belgesellerin popülerleşme eğilimlerini
desteklemiş, bu tekniklerin yardımıyla, daha fazla insanın “sıkılmadan”
izleyeceği, büyük bütçeli, ünlü oyuncuların yer aldığı, büyük promosyon
çalışmaları sonucu geniş bir izleyici kitlesine ulaşan belgesellerin
yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur.
Tarih ve arkeoloji belgeselleri, tarihi boyunca eğlence kültürünün bir
parçası olmaktan hep uzak duran ve kültür endüstrilerinin tektipleştirici
eğilimlerine karşı duruşunu çok uzun yıllardır başarı ile savunan
2 Burada kullanılan animasyon kavramı, sözlük anlamı olan “canlandırma” olarak değil, bir teknik olan animasyonu tanımlamak amacıyla kullanılmıştır. Bknz: 21
5
belgesellerin, iki kategorisini oluşturmaktadır. Gerek hala tartışılmakta olan
bu sorulara farklı bir açıdan bakabilmek, gerekse tarih ve arkeoloji
belgesellerinin, televizyon yayıncılığının içerik politikaları ve yaşam tarzlarının
dönüşümü gibi günümüz koşulları ile, bir tür olarak tarih ve arkeoloji
belgesellerinin kendi içlerinde barındırdıkları görsel belge problemlerine bir
çözüm niteliğinde veya belki de sadece günü yakalamak ve ayakta
kalabilmek amacıyla, edindikleri yeni form ve üslup özellikleri sonucu,
günümüz eğlence kültürü tarafından nasıl içselleştirilip, popülerleştirildiklerini
inceleyip, somut örnekler üzerinde çözümlemeye çalışmak, bu araştırmanın
asıl amacını oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle amaç, günümüzün tarih ve
arkeoloji belgesellerinin gerek görsel belge sorunu, gerekse bu belgesellerin
belki de hayatta kalmak için günü yakalama çabaları sonucu ne tip bir
değişim sürecine girdikleri sorusuna, interdisipliner bir bakış açısıyla yanıt
aramaktır.
Belgesel filmler konusunda bugüne kadar birçok araştırma yapılmıştır.
Ancak bu alandaki çalışmaların genel olarak belgesel ve gerçeklik3, belgesel
ve propaganda, nesnellik4, belgesel filmin tanımı ve Türkiye’deki gelişim
süreci5 veya belgesel filmlerde tarihin yorumlanışı6 gibi konular üzerine
yoğunlaşmış olması dikkat çekicidir. Bu araştırmanın konusu olan tarih ve
arkeoloji belgeselleri söz konusu olduğunda ise, yaptığım ön araştırmalar, bu
konunun, hak ettiği ölçüde, bilimsel araştırmaların konusu edilmediğini 3 Baknz: Kutay, Uğur, (2006), Kamera Gerçek İlişkisi ve Belgesel Sinemada Gerçek, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi. 4 Baknz.: Morva, Ahsen Deniz, (2003),Belgesel Sinemada Nesnellik Olgusu, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi. 5 Baknz: Tağ, Şermin, (2001), Belgesel Sinemada Gerçek Anlayışı ve Türkiye’deki Örnekleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi. 6 Baknz: Torun, Hale, (2000), Türkiye’de Tarihi Belgesel Filmlerde Tarihin Yorumlanışı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi.
6
göstermektedir. Her ne kadar, görsel belge sorununa çözüm olarak sunulan
pratikler konusunda -bu araştırmada da yararlandığım Bilal Arık7 ve James
Moran’ın8 birtakım çalışmaları olsa da- bu yayınlarda ya Moran’ın
makalesindeki gibi yalnız belgesel değil, genel olarak uzak geçmişi konu alan
filmlerde kullanılan dijital çözümler, ya da Arık’ın çalışmasındaki gibi genel
olarak belgesel filmin popülerleşme eğilimleri üzerinde yoğunlaşılmıştır.
Günümüz tarih ve arkeoloji belgesellerinde yaşanan görsel belge probleminin
ve bu probleme getirilen çözümlerin, bu filmlerin popülerleşme eğilimlerine ne
tür katkılarda bulunduğunun önemli bir nokta olmasından başka, bu
eğilimlerin belgesel sinemaya ne yaptığı veya neden yaptığı da sorulması
gereken önemli sorulardır. Bu sorulara cevap bulunmasının önemi bir yana,
tezimin önemi, bu konuda yapılan tek araştırma olmasından da
kaynaklanmaktadır.
Ancak, geniş ve kapsamlı amaçlara ve sorgulama alanına sahip olan bu
konunun, bir yüksek lisans tezi kapsamında mümkün olduğu kadar
derinlemesine araştırılabilmesi için, bir takım sınırlandırmaların yapılması
gerekmektedir. Bu nedenle, tez, tarih ve arkeoloji belgesellere dair örnekler
üzerinde yoğunlaşmıştır. Araştırmanın çözümleme kısmı ise, Urartu’nun İki
Mevsimi ve Hititler belgeselleri ile sınırlandırılmıştır.
Bu araştırmada, söz konusu sınırlar içinde belli başlı varsayımlar
sınanmaya çalışılmıştır. Bunlar:
7 Arık, M. Bilal, (2005), “Popüler Kültür ve Belgesel Tüketimi”, Belgesel Film üzerine Yazılar, Der. Nilüfer Pembecioğlu, Ankara: Babil Yay: 144-155. 8 Moran, M. James, (1999), “ A Bone of Contention: Documenting the Prehistoric Subject” , Collecting Visible Evidence, Ed. Jane M. Gaines ve Michael Renov, London: Univ Minnesota Pres:255-273.
7
Söz konusu tarih ve arkeoloji belgesellerinin yapımında, konularının
geçtiği döneme ait fotoğraf ya da görüntü bulunamaması nedeniyle, görsel
belge sorunları yaşanmaktadır.
Tarih ve arkeoloji belgesellerinde görsel belge sorununun çözümü için
kullanılan çözümlerin bir kısmı ile televizyon, söz konusu belgesellerin
popülerleşme eğilimlerini hızlandırmaktadır.
Tarih ve arkeoloji belgesellerinde hızlanmaya başlayan popülerleşme
eğilimleri, belgesellerde belli değişimlerin oluşmasına sebep olmaktadır.
Görsel belge sorununa getirilen çözümlerin popülerleşme eğilimleri ile
buluşması, belgesel film ile kurmaca film arasındaki sınırı
bulanıklaştırmaktadır.
Yukarıda belirtilen sınır ve varsayımlar içinde incelenen bu konunun
araştırılması öncelikle yapılan literatür taramasından sonra, yukarıda
belirtilen, benzer dönemleri konu alan ve yapım yılları nedeniyle de, bir süreci
anlamada yardımcı olabilecek Urartu’nun İki Mevsimi ve Hititler
belgesellerinin, çözümleme bölümünde kullanılmak üzere seçilmesi ile
başlamıştır. Yapılan literatür taraması sonucu elde edilen bilgiler ışığında
öncelikle belgesel filmin tanımı, ve dünyada ve Türkiye’deki gelişim süreci
hakkında genel bir değerlendirme yapıldıktan sonra, tarih, arkeoloji ve
belgesel film ilişkileri üzerinde durulmuştur. Bir tür olarak, kurmaca ve
belgesel film arasındaki farklar ve bu farkların niteliğine değinilerek,
araştırmanın devamında görsel belge sorununa çözüm olarak kullanılan
uygulamaların, tarihi ve arkeolojik belgesellerinin görsel belge sorunlarına
8
günümüzde getirilen çözümlerinden kısaca bahsedildikten sonra bu
uygulamalar ve sonuçlarına dair kuramsal bir değerlendirme yapılmıştır.
Araştırmanın devamında daha çok popüler kültürün günümüz
belgeselleri üzerindeki etkileri üzerinde durulmaktadır. Bu bölümde, öncelikle
medya ve popüler kültür ilişkileri irdelendikten sonra, daha önce de belirtildiği
gibi, son dönemlerde Türkiye’de belgesellerin en çok yayınlandığı kitle
iletişim aracı olarak kabul gören televizyonun, popüler kültür ve popüler kültür
ürünleri ile olan ilişkileri incelenmiştir. Bunun devamında, çoğunlukla popüler
kültürün etki alanı dışında olarak düşünülen günümüz belgeselinin türlerinden
olan tarihi ve arkeolojik belgeseller ve bunların popüler kültür ile olan ilişkileri
üzerinde durulmuştur.
Popüler kültür ve belgeseller arasındaki ilişkilerin kısaca anlatıldığı bu
bölümün ardından, ikinci bölümde söz konusu ilişkiler, görsel belge sorununa
çözüm olarak öne sürülen dijital teknolojiler ve dramatik canlandırmalar ile,
bunların günümüz belgeselinde yarattıkları değişimler göz önüne alınarak,
Süha Arın’ ın Urartu’nun İki Mevsimi ve Tolga Örnek’in Hititler
belgesellerinde, görsel belge sorununa getirilen çözümler, birer popüler kültür
ürünü olup olamama özellikleri açısından analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu iki
film, Türk belgeselciliğinde bir süreci anlamak için tercih edilmiş ve eleştirel
bir bakış açısıyla nitel bir içerik çözümlemesi yapılmıştır.
9
1.BÖLÜM:
1.1. TARİHİ VE ARKEOLOJİK BELGESELLER
1.1.1. BELGESEL FİLM
Sinemanın ilk günlerinden bu yana kullanılan bir uygulama, alıcının ilk
kullanılış biçimi olan, doğayı olduğu gibi saptamaktır. 1895 yılında
sinematografın keşfi ile başlayan belgesel sinema, gerecini ve konusunu
kendi doğal çevresinde ya da benzeri bir çevrede işleyip nesnel bir tutumla
izleyicilere yansıtır.
Belgesel film, bir tür olarak, bir anda değil, bir sürecin sonucu olarak
ortaya çıkmıştır. Lumiere’in ilk filmleri de çoğunlukla bu belgesel film özelliğini
göstermelerine rağmen, modern anlamda belgesel sinema, Robert Flaherty
ile karşımıza çıkmaktadır. 1920’lerde Almanya’da Ruttmann, ABD’de
Flaherty, SSCB’de Vertov, Eisenstein, Pudovkin ve Fransa’da Cavalcanti ile
başlayan belgesel sinema çalışmaları, 1920’lerin sonlarında aralarına katılan
Grierson ile beraber 1930’larda tüm dünyanın dikkatini çeken bir okula
dönüşmüştür. Belgeselin tanımını yapan Grierson, İngiltere’de çalışmalarına
devam ederken, belgesel sinemanın ilk kuramcısı olarak anılan Dziga
Vertov’un sinema-göz kuramları sonucu, Seyide Parsa’nın da belirttiği gibi,
“gerçek” ya da “gerçeklik” sözcükleri sinema sözcüğünün yanına eklenmiştir.
(aktaran; Cereci, 1997: 34)
İkinci Dünya savaşı’ndan sonra belgesel sinema alanında beliren en
önemli çağdaş eğilim Cinema Verite olmuştur. Gerçek sinema anlamına
gelen Cinema Verite, 1960’lı yılların başında ilk kez Jean Rouch ve Chris
10
Maker’ın filmleri için kullanılmıştır. Bu yeni yaklaşımın en temel öğesi,
doğruluktur. İkinci Dünya Savaşı yıllarında propaganda amaçlı kullanılan
belgesel, bu yıllarda daha önce olmadığı kadar bir gelişme göstermiştir.
1960’lı yıllarda evlere girmeye başlayan televizyon, yapımı çok maliyetli
olan belgesel sinemayı kendi içinde barındırmaya başlamasına neden olmuş,
sinema belgesellerinin yerini televizyon belgeselleri almaya başlamıştır.
Belgesel için değişik kaynaklarda birçok tanıma rastlamak mümkündür.
Belgesel için yapılan tanımlardan biri, onun, gerçekliği9 her tür kurmacanın
dışında, olduğu gibi göstermeye çalışan bilgisel bir çalışma olduğu
yönündedir. Bu konuda yapılan bir diğer tanım ise, belgeselin, gerçek
yaşamdan alınan herhangi bir olguyu, kendi çevresi ve akışı içinde ya da
buna en yakın biçimde sonradan kurulmuş bezemeler, seçilmiş yerlerde
işleyen film çeşidi oluğu şeklindedir. Belgesel için yapılan tanımların hepsinin
ortak noktası, ona yüklenen iki işlevdir. Bu işlevler, bilimsellik ve sanattır.
Bunların ilki gerçek belgeleri gösterirken, diğeri de bu belgeleri sunma
biçimidir. Paul Rotha’ya göre belgesel film:
selüloidin üzerine kayıt yapmanın tüm yöntemleri ile gerçekliğin herhangi bir görünümünün yorumlanması, olaylara dayanan çekimler ya da oluşumlar ile bir duyum ya da neden yaratma, insanın bilgi ya da kavramasını genişletme, ekonomi, kültür ve insan ilişkilerine yönelik çözümler sunma ve uyarma amaçlı yapımların ortaya koyulmasıdır (Rotha, 2000: 22).
9 Bu tezde, “gerçeklik” veya “gerçek” kavramları, gerçekliğin ve gerçeğin yoruma açık ve öznel kavramlar olduğunun bilincinde olarak, daha çok kurmacanın zıttı ve bir tür olarak belgeselin belgelere dayanma özelliği anlamında, kişi, kurum ve mekanların çarpıtılmaması gerektiği anlamında kullanılmış, söz konusu kavramların yerine kullanılabilecek daha uygun bir kavramın bulunamaması nedeniyle onlara başvurulmuştur.
11
Kurmaca filmlerde uygulanan tiyatro geleneğinden tamamen uzak bir tür
oluşturan belgesel film, kendini oluşturan sanat ve belge unsurlarının
gözleme dayanması ve gerçeğin bulunması esası üstüne kurulmuştur. Nijat
Özön’ e göre belgesel, “ gerçek dışı olaylara, hayale yer vermeyen ya da az
veren, konusunu doğrudan doğruya doğadan alan dış dünyayı gerçeğe
uygun nesnel bir biçimde yansıtmaya çalışan sinema ve televizyon türü”
olarak geçmektedir (1990:125). Wolverton ise, belgeseli: gerçekleri, kişinin
ilgisi olsun ya da olmasın, ya da konusu hakkında bir şey bilsin ya da
bilmesin, dikkatini çekmek ve evrensel bir dille araştırıp yeniden
biçimlendirmek olarak tanımlar (aktaran; Öngören, 1991: 18). Bilgin Adalı’ ya
göre, gerçeği bir öykünün yörüngesinde değil, gerçekliğinin kendi geriliminde
aktararak, seyircinin gerçek dünyaya yeni bir gözle bakmasını sağlama
çalışan belgesel sinemanın en önemli niteliği, seyirciden olaylar ve kişilerle
kendini özdeşleştirmek yerine, bunları tartıp yorumlamasını beklemesidir
(aktaran; Cereci,1997: 32).
Belgesel sinemanın en önemli uygulayıcılarından Flaherty, Vertov ve
Grierson ise, bu sinema türünün ana ilkelerini ve özelliklerini ortaya
çıkarmaya ve belgesel sinemanın diğer sinema türleri ile olan farklılığını
açıklamaya çalışmışlardır. Birbirlerinden farklı noktalardan yola çıkan bu
sinemacılar, sonuçta belgesel sinemanın en önemli özelliği olarak belirttikleri
“yaşamın kendisi” bir başka deyişle “gerçekler” ile çalışan bir sinema
üzerinde birleşmişlerdir (Ulutak,1988: 64). Belgesel filmlerin biçim ve içerik
12
açısından türleri; haber, gezi, doğa, toplumsal, araştırma, bilimsel, tarih,
propaganda, biyografik ve derleme belgeselleri şeklinde sayılabilir. 10
1.1.2. TÜRKİYE’ DE BELGESEL FİLMİN GELİŞİMİ
Çok tartışmalı bir konu olması nedeniyle11, tam bir tarih vermek mümkün
olmamakla beraber Türkiye’de yapılan ilk film, genel olarak, 1877 Osmanlı-
Rus savaşının sonunda bir zafer anıtı olarak inşa edilen yapının yıkılması
kararı üzerine görevlendirilen, Fuat Uzkınay tarafından 1914’de çekilen
Ayestefanos’daki Rus Abidesi’nin Yıkılışı olarak kabul görmektedir. 150
metre uzunluğundaki bu film aynı zamanda ilk Türk belge filmi olarak da
anılmaktadır. Öngören bu noktada, Türkiye’de bu filmin çekimini hazırlayan
ortamdan günümüze gelinceye kadar Türk belgeselinin geçirdiği evrimi üç
aşamada incelemek gerektiğinden bahsetmektedir. Öngören’e göre bu üç
aşama:
1. Başlangıcından Cumhuriyete kadar olan dönem
2. Cumhuriyetten İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönem
3. İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne
şeklinde kronolojik olarak belirlenmiştir (1991:120).
Sinematograf ve belgeseller, Türkiye’ye ilk olarak 1896 yılında II.
Abdülhamit’in sarayında yapılan bir sunuşla girmiştir. 1914’e gelinceye dek
ülkede hiçbir Türk çekim yapmamış, sürekli dışarıda çekilen filmler ve
Lumiere kardeşlerinin kameramanı Promio’nun, Felix Mesquich, Francis
10 Belgesel türleri hakkında daha fazla bilgi için baknz: Öngören, Simten Gündeş, (1991), Belgesel Filmin Yapısal Gelişimi ve Türkiye’ye Yansıması, İstanbul: Der Yay. 11 Evren,Burçak.(2006); İlk Türk Filmleri, İstanbu:Es Yay.
13
Dublier, Charles Moisson, Perrigot, Cambon gibi yabancı filmcilerin Türkiye
ile ilgili çektiği görüntüler izleyiciye sunulmuştur.
Fuat Uzkınay’dan önce Türkiye’de sinema çalışmaları gerçekleştiren
Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin başına getirilen Sigmund Weinberg, Enver
Paşa’nın atlarını ve yeni doğan çocuğunu gösteren kısa filmler çekmiştir.
Weinberg tarafından yardımcı olarak Merkez Ordu Sinema Dairesi’ne alınan
Fuat Uzkınay bu filmleri tamamlamıştır.
Kurtuluş Savaşı sırasında, savaşın karanlık günlerini belgesel olarak
saptayan filmler gerçekleştirilmiştir. Malul Gaziler Cemiyeti, Dumlupınar
Vakayii, İzmir’in İşgali, Gazi’nin İzmir’e Gelişi ve Karşılanışı gibi filmler
çekmiştir (Cereci,1997: 39).
Kurtuluş Savaşı’nın son yıllarında kurulan “Ordu Film Alma Dairesi”
gerçek anlamda bir belgesel niteliği taşıyan ilk çalışmayı gerçekleştirmiştir.
T.B.M.M Ordusu bünyesinde kurulan bu daire, İstiklal (1922) ve Fuat
Uzkınay’ın yönettiği Ordunun İstanbul’a Girişi adlı belgesellerini de çekmiştir
(Cereci, 1997: 39).
1922 yılında ilk özel Türk sinema ortaklığı olarak Seden kardeşler
tarafından kurulan Kemal Film Fuat Uzkınay ile beraber 1923 yılında Kurtuluş
Savaşı’na ilişkin belgesel filmleri kurgulayarak Zafer Yolları adıyla bir
belgesel film daha hazırlamış; fakat oldukça faal geçen bu dönemden sonra
bir duraklama dönemi başlamıştır. Cumhuriyetle beraber başlayan ve aslında
belgesel çalışmalarının gelişmesinin beklendiği ve II. Dünya Savaşı’na kadar
uzanan bu duraklama döneminde, öykülü filmleri çekiminde bir hareketlenme
14
başlamış olmasına rağmen aynı hareketlilik belgesel filmlerde
gerçekleşmemiştir (Öngören,1991:124).
1934 yılında Nazım Hikmet, İpek Film adına İstanbul Senfonisi ve Bursa
Senfonisi adlı iki film çekmiştir. Öngören ’e göre, 1934 yılında Türkiye’de
belgesel film açısından ortaya konan en önemli yapıt kuşkusuz Basın Yayın
ve Turizm Genel Müdürlüğü’nün Serge Yutkeviç ve Levi Oscarovich
Arnstam’a yaptırılan Türkiye’nin Kalbi Ankara ’dır (Öngören, 1991:126). Bu
filmden sonra Ha-Ka Film, ünlü Rus derleme film yönetmeni Ester Schub’u
Türkiye ’ye getirerek Kemal Necati Çakuş ile birlikte İstanbul, Ankara ve İzmir
’de çekilen sahnelere eski belgesel filmlerin de eklenip kurgulanmasıyla,
1937 ‘de Türk İnkılâbın‘da Terakki Hamleleri adıyla gösterime sunuldu.
Öngören bu filmi, Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet ‘in kuruluşunu anlatan
belgeseller arasında hazırlanan en kayda değer kurgu filmi olarak
adlandırmaktadır (Öngören, 1991:127).
Çoğunluğu haber ve propaganda nitelikli olsa da II. Dünya Savaşı
sırasında dünyada belgesel alanında büyük bir patlama yaşanmıştır. Savaşın
dışında kalan Türkiye ise, sinema akımlarının da uzağında kalmış olmasına
rağmen, Kore Savaş ile birlikte Türkiye’de de belgesel alanında bir
hareketlenme başlamıştır. Bu hareketlenmenin bir sonucu olarak, Seyfi
Havaeri‘nin 1951 yılında Halk Film adına hazırladığı Kore Gazileri isimli
belgeseli görmek mümkündür. Aynı yıl Atlas Film, İstanbul ‘un 500. Fetih Yılı
Töreni adlı bir belgesel film çeker.
1954 yılında ilhan Arakon Bizans‘dan bu yana İstanbul ‘un tarihini
özetleyerek kentin çeşitli yönlerini yansıtan Bir Şehrin Hikậyesi ile sanatsal
15
yönü ağır basan bir belgesel film hazırlamıştır. Türk Film Dostları Derneği‘nin
ödülünü kazanan film, Berlin film Festivali‘ne de Türk belgeseli olarak
katılmıştır (Öngören,1991:128).
1956 yılında, ilk çağlardan günümüze Anadolu uygarlıklarını ele alıp
tanıtmak üzere bir belgesel film yapmaya karar veren, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat fakültesi Sanat Tarihi Bölümü‘nden bir grup bilim adamı, Prof. Dr.
Sabahattin Eyüboğlu ve Prof. Dr. Mazhar Şevket İpşiroğlu Hitit Güneşi adlı
belgesel filmi çekerler. Bu film, 1956 yılında Berlin ‘de Gümüş Ayı ödülünü
kazanır (Cereci,1997: 41). Sabahattin Eyüboğlu, aynı yıl ikinci çalışma olarak
Antalya Ormanları adlı filmi çeker. Eyüboğlu, daha sonra Prof. Dr. Mazhar
Şevket İpşiroğlu ile beraber Siyah Kalem ve benzeri çalışmalara 1960 yılına
kadar devam etmiştir.
1960 yılı Türkiye ‘de pek çok değişimin yaşandığı bir dönemin
başlangıcı olmasına rağmen, belgesel sinema açısından pek de verimli
geçmemiştir. 1960 yılında sadece Türk ‘ün Mucizesi ve Düşükler Yassıada
‘da adlı iki belgesel film çekilmiştir.
1960 yılından sonra sinemacılar ve kamu kurumlarının dışında, çeşitli
özel kurumların da katkılarıyla belgesel film yapımcılığı 1950 ‘lerde başlayan
gelişmesini sürdürmüştür. 1962 yılında Eczacıbaşı Şirketi de belgesel film
çalışmalarına katılmış ve Pierro Biro yönetmenliğinde Renkli Duvarlar adlı bir
çalışma yapmıştır.
1960 sonrası çalışmalar içinde, Lütfi Akad‘ın Orman Genel
Müdürlüğü adına çektiği Tanrı‘nın Bağışı Orman Türk belgeselciliği açısından
önemli bir yere sahiptir (Cereci,1997: 42).
16
1960 ‘tan sonra belgesel film çalışmalarına ara veren İstanbul
Üniversitesi Film Merkezi, 1963 ‘te X. yüzyıldan kalma bir kiliseyi konu alan
Aktamar ‘ı çeker. İstanbul Üniversitesi Film Merkezi bundan sonraki süreçte
de birçok filmi yapımına imzasını atar. Adnan Benk ‘in İstanbul Üniversitesi
Film Merkezi için çektiği konusu Adana Karatepe Açıkhava Müzesi ‘nde
bulunan Aslanlar Kalesi kalıntıları olan, Ben Asitavandas adlı belgesel film,
İtalya ‘da Padua Film Şenliği‘nde Sanat filmleri dalında ikincilik ödülüne layık
görülmüştür (Öngören,1991: 131).
1960 sonrasında belgesel film çalışmaları içinde Yapı Kredi Bankası ve
Türkiye Turing ve Otomobilciler Kurumu‘nun çabaları da kendini göstermeye
başlamıştır. Yapı kredi bankası adına 1968, 1969 ve 1970 yıllarında sırasıyla
Ebru Edirne ve Köprü filmleri çekilmiştir (Cereci,1997: 42).
Eğitim amacıyla kurulan M.E.B. Film Radyo ve Televizyonla Eğitim
Merkezi, temel amacı eğitim olmakla beraber sanatsal kaygıların da ağır
bastığı belgesel filmlerin yapımında faaliyet gösteren bir devlet kuruluşudur.
1974 yılında Türkiye Turing ve Otomobilciler Kurumu Türkiye ‘yi
tanıtmak amacıyla Anadolu ‘u tarihsel bir açıdan ele alan çeşitli filmler
yapmıştır. Bu filmler arasında yer alan Hattiler’den Hitilier’e Türkiye Turing ve
Otomobilciler Kurumu için Süha Arın tarafından 1974 yılında çekilmiştir.
Turing Kurumu ve Süha Arın ‘ın bu ortak çalışmaları 1975 ‘te de Frigler’e ait
bulguları konu alan Midas ‘ın Dünyası ile devam etmiştir.
1976 ‘da Fakir Baykurt ‘un bir metninden yola çıkan Güler Sarıoğlu, bir
kasaba halkının yaşam savaşını anlattığı, Ladik 76 ile 1978 ‘de katıldığı
17
Polonya Krakov ‘da birincilik ve Finlandiya Tampere ‘de onur belgesi il
ödüllendirilmiştir (Öngören, 1991: 134).
Turing Otomobil Kurumu çalışmalarına 1977 ‘de de devam etmiş, Süha
Arın ile ortaklığına devam eden kurum, Urartu’ nun İki Mevsimi ve
İstanbul ‘un Çağırdığı Su filmlerini çekmiştir. Ertesi yıl yine Süha Arın ‘a Likya
‘nın Sönmeyen Ateşi adlı iki bölümlük belgeseli çeken Turing Otomobil
Kurumu, bu belgeselden sonra çalışmalarına bir süre ara vermiştir (Öngören,
1991: 134).
1979 yılında Tahtacı Fatma adlı filmiyle çalışmalarına devam eden
Süha Arın, bu belgesel filmle Balkan Film Festivali ‘nde birincilik ödülü
almıştır. Süha Arın 1980 yılında da Kapalıçarşı ‘da Kırk Bin Adım, Aşık Ali
İzzet Özkan ve Cemal Reşit Rey gibi biyografik çalışmalarla, belgesellerine
devam etmiştir.
1980 yılına Süha Arın‘ın dışında, Güner Sarıoğlu ve Nesli Çölgeçen‘in
belgesel alanındaki başarıları da damgasını vurmuştur.
1983 yılında, Süha Arın‘ın Kula ‘da Üç Gün belgeseli dışında Nesli
Çölgeçen ‘in Çiçek Film hesabına gerçekleştirdiği Tarih Boyunca Anadolu
belgesel film dizisi gerçekleştirilmiştir.
Bu arada, 1968 yılında faaliyete geçen TRT televizyonu da, özellikle
kuruluş yıllarında yerli yapım belgesel filmlere büyük ağırlık vermiştir. 1980 ‘li
yıllarda ise, TRT televizyonunda belgesel anlayışı büyük gelişmeler
kaydetmiş, kurum tarafından ya da kurum adına özel kuruluşlar tarafından
Türkiye ‘nin tarih, kültür, sanat ve doğa varlıklarını içeren nitelikli belgeseller
çekilmiştir (Cereci, 1997: 43).
18
1.1.3. TARİH - ARKEOLOJİ - BELGESEL FİLM İLİŞKİSİ
18. ve 19. yüzyılda bir bilim olarak kabul edilen tarih, insan
topluluklarını, bu toplulukların yaşayışlarını, birbirleriyle ilişkilerini, kültür ve
medeniyetlerini, yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisine dayalı
olarak anlatan bilim dalıdır. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ise tarih,
insanların, üyesi bulundukları toplumu etkileyen eylemlerinden doğan,
olayları zaman ve yer göstererek anlatan; bu olaylar arasındaki nedensel
ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri
araştırıp gösteren bilimdir.
Arkeoloji, eski kültür ve uygarlıkları, onlardan kalan maddi kalıntıları
açısından inceleyen; yer ve zamanını saptamakla uğraşan bir bilimdir.
Burada sözü geçen maddi kalıntılar terimiyle, insan elinden çıkan, insan
düşüncesinin ürünü olan eserler, alet ve malzeme ile ev eşyaları, sanat
yapıtları kastedilir. Arkeoloji kendi içinde birçok farklı anabilim dalını
barındırmaktadır. Bunlar arasında prehistorya arkeolojisi, klasik arkeoloji,
protohistorya ve Önasya arkeolojisi, Mısır arkeolojisi, ortaçağ arkeolojisi
sayılabilir.
Eski Yunanca'nın Arkhaios (eski) ve Logos (bilim) kelimelerinden
türetilmiş olan arkeoloji kelime olarak (Osmanlıca "Atikiyat") "Eskinin Bilimi”
anlamına gelirse de diğer bütün bilim dallarının kaynağı durumundadır.
Arkeoloji, ışık tutarak geçmişi canlandırmayı, ilk çağ insanını düşünceleriyle
ve bunların sonucu gerçekleştirdiği yapıtlarla, günümüz insanına
derinlemesine tanıtabilmeyi, onu anlamasına yardımcı olabilmeyi kendine
amaç edinmiştir. Bu amaçla, eski kültür kalıntılarını bulup ortaya çıkarır,
19
tanımlayıp, aslında uygun bir biçimde tekrar kurarak geçmiş kültürleri
yorumlayarak aydınlatmaya çalışır.
Belgesel çeşitli sanat dallarından beslendiği gibi, bilim dallarından da
doğrudan beslenmektedir. Tarih, matematik, sosyoloji, antropoloji, arkeoloji
v.b. Belgesel sinemanın, bir sanat olarak belirleyici özelliği çözümleyici
oluşudur. Raflarda tozlanan araştırma sonuçlarını, hayatın içinde yakaladığı
sürprizleri, tarihe dağılmış çeşitli verileri biriktirir; bunları sinemanın bütün
estetik araçları ile yoğurur (Seyhan,1998,8).
Konularını toplumsal yaşam içindeki gerçek kişi, topluluk, olay ve
mekanlardan alan belgesel, bu konuda tarih bilimli ile benzerlikler
göstermektedir. Bu benzerliğe değinen bir isim de Louis Giannetti, belgesel
sinemanın da tarihin de gerçeğe ancak gerçek olayları ele alarak
ulaşabileceklerini, güvenilirliğin hem belgeselin hem de tarihçinin en önemli
kozu olduğunu, bu nedenle hatalara, sahtekậrlıklara, uydurmalara ya da
olayları bozmaya karşı çok hassas olduklarını belirtir (Ulutak,1988: 66).
Belgesel sinemacı ve tarihçi arasındaki bir başka benzerlik yöntem
açısındandır. Belgesel film yönetmeni de aynı bir tarihçi gibi olaylara tanıklık
eden kişilerin anlatacaklarını kaydeder. Bir belgesel filmin güvenilirliği, tüm
taraflarıyla olayların tanıklıklarına yer vermek olmalıdır. Oysa tanık bulmak
her çağ için mümkün değildir. Olgular, tarih bilimin olduğu kadar, belgeselin
de temelinde yatmaktadır. Tarihçiler de belgeselciler de hangi olguları
seçeceklerine karar vermek durumundadır. Olgunun nasıl ele alınacağı,
yapılacak araştırma, olgular arasında kurduğu ilişki belgesel yönetmeninin
filminin nasıl olacağını belirler. Bu ilişki konusunda Carr, “…yalnızca tarihçi
20
onlara başvurunca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde
söz hakkı verileceğini karşılaştıran tarihçidir” der (aktaran; Morva, 2003: 73).
Carr’ın olguların doğru olarak bilinmesinin tarihçinin görevi olduğunu ve
bunun bir erdem sayılmaması gerektiği konusundaki düşünceleri belgesel
sinemacının olgular karşısındaki tutumu ile aynıdır. Nasıl tek başına olgular
tarihi oluşturmuyorsa, belgesel sinemacının konuyla ilgili tüm malzemesi filmi
oluşturmaz. Ancak belgesel film yönetmeni de Carr’ın bahsettiği gibi olguları
doğru bilmek zorundadır (aktaran; Morva, 2003: 74).
Bülent Çaplı’nın da belirttiği gibi özellikle televizyonda yayınlanan
belgeselleri arasında, tarih belgeselleri önemli bir oran oluşturmaktadır.
(2002: 127). Bu popüler belgesel türünü tanımlayan Özden Çankaya, bu türü
“tarih içindeki olayları, gerçeklere bağlı kalarak toplumsal, siyasal, kültürel
açıdan canlandırmayı amaçlayan belgesel türleri” olarak nitelendirir (1997:
69). Tarih ve arkeoloji belgeselleri, belirli bir çağı ve yaşam biçimini, tüm
toplumsal, siyasal ve kültürel yönleriyle canlandırmaya, bunlardan bir takım
sonuçlar çıkarmaya yönelmişlerdir.
1.1.4. KURMACA- BELGESEL FİLM İLİŞKİSİ
Jean-Luc Godard, kurmaca ve belgesel film arasındaki farklardan
bahsederken, “güzelliğin ve gerçekliğin görkemliliğinde iki uç nokta vardır
Gerçeği arayan yönetmenler vardır, eğer bulurlarsa bu güzel olacaktır.
Diğerleri güzeli ararlar, eğer onlar da bunu bulurlarsa o da gerçek olacaktır.
İşte bu iki uç nokta kurmaca ve belgeseldir” demektedir (Ulutak,1988:6).
Gerçekten de başlangıç noktaları aynı, yani sinematografın keşfi olan
bu iki uç nokta, sinema ile bir öykü anlatılabileceği fark edildiğinde birbirinden
21
ayrılmıştır. Sinemada gerçek yaşamdan bağımsız, yeni bir zaman ve mekan
yaratılır. Belgesel sinema ve kurmaca film arasındaki temel fark ise, kurulan
yeni dünyanın malzemesinin farklılığıdır. Kurmaca filmlerde yönetmen,
yazılmış bir senaryo ile oyuncularına roller vererek, mekanları kendine göre
seçerek söyleyecek sözünü söyler. Belgesel filmde ise, malzemenin var
olmasına, kameranın karşısında olmasına hiçbir katkıda bulunmadan, zaten
var olanı kullanarak filmini yapar. Kurmaca sinemada ele alınan konunun
perdede hayat bulması için yönetmenin yaratması, tasarlaması
gerekmektedir. Gerçekmiş izlenimi, yaratılan filmsel dünyanın tutarlılığına
bağlıdır. Oysa belgesel filmde, gerçekleşmiş ya da gerçekleşmekte olan
olaylar yeniden hayat bulur. Belgesel filmde izlediklerimiz Grierson’ın özlü
tanımıyla “gerçeğin yaratıcı bir şekilde ilenmesidir.” Bu tanım kurmaca
sinema ile arasındaki farklılığı ve üretim süreçlerinin benzerliğini ortaya
koyan yalın bir tanımlamadır (Morva,2003: 82).
Belgesel film yönetmeninin kurmaca film yönetmeninden bir farkı filmsel
zaman ve mekanı yaratırken bu görüntüleri istediği gibi kısaltıp
birleştiremeyeceğidir. Belgesel film yönetmeni ele aldığı konuya kurmaca film
yönetmeninden daha fazla sorumludur; çünkü arka arkaya gelen çekimlerden
elde edilen yeni anlamın olmuş ya da olmakta olan konuya ters düşen ya da
başka bir anlama yol açacak şekilde düzenlenmemesi gerekmektedir. Bill
Nichols ise, belgesel film ve kurmaca filmlerin arasındaki temel fark,
izleyicide görülen belgesel filmlerde izlenen olayların tarihi gerçeklerle
örtüşmesi beklentisidir (1991: 25).
22
Belgesel film, ele aldığı konunun filmden bağımsız olması yani
belgeselin kendinden önce var olan, sonra da var olabilecek bir durumu
anlatıyor olması açısından kurmaca filmlerden ayrılır (Oktan, 2005: 85).
Yukarıda belirtilen belgesel sinema ile kurmaca sinema arasındaki
farklılıklar ve bu iki ayrı türün özellikleri göz önüne alındığında, günümüz
belgesellerinin, görsel belge sorununa getirdikleri çözümlerin bu iki ayrı ucu
birbirine yakınlaştırmasının söz konusu olup olmadığı bundan sonraki
bölümlerde de incelenecek bir konudur.
1.2.TARİH VE ARKEOLOJİ BELGESELLERİNDE GÖRSEL BELGE
SORUNU VE GETİRİLEN ÇÖZÜMLER
1.2.1. GÖRSEL BELGE SORUNLARI
Sanat ve belge unsurları üzerine kurulmuş belgesellerin bir kısmı,
özellikle prehistorik dönemleri konu alanlar, konuları ve konularının geçtikleri
devirler itibariyle görsel belge (görsel malzeme) konusunda en çok sıkıntı
çekilen belgesel türleridir. Bu belgesellerin yapımında ortaya çıkan
problemlerin temelinde, konuları olan dönemlere ait görüntülerin, fotoğrafların
bulunmaması veya bu dönemlere ait tanıkların zamanla sınırlı olması
yatmaktadır. Bu sıkıntı, görsel bir sanat olan belgeselciliğin, tüm anlatımını
görsel malzemelerle destekleme gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Anlatım
ister dış ses yoluyla ya da farklı tekniklerle olsun, mutlaka görüntülerle
desteklenmelidir. Bu gereklilik, görsel malzemenin az ya da hiç olmadığı
durumlarda, belgeselcileri farklı çözümler bulmaya itmiştir. İşte yeni dönem
belgesellerde, bu boşlukların yeri, dramatik canlandırma, animasyon, grafik
23
ve benzeri yöntemlerle giderilmeye çalışılmışsa da bu uygulamaların da
yerinde kullanılıp kullanılmaması gibi sorunlar gündeme gelmekte ve bu tip
uygulamaların kullanıldığı belgeseller, bu gün birçok belgesel yapımcısı ve
tarihçisi tarafından salt gerçekliğin ve doğallığın bozulduğu gerekçesi ile
eleştirilmektedir.
Genel olarak belgesellerde, anlatılmak istenen, belgeselin konusu olan
olaya, döneme, topluluğa aşina ya da içinden gelen, anlatılanlara tanık olan
insanların anılarına, birikim ve bilgilerine başvurulmaktadır. Ne var ki, bu
tezin konusunu oluşturan ve prehistorik dönemleri ele alan tarih ve arkeoloji
belgesellerine tanık bulmak mümkün değildir.
Bu sorunun çözümünde, belki o dönemlere fiziksel olarak tanıklık
etmemiş, fakat daha önce tarihçi-belgeselci ilişkisinde de değindiğimiz üzere,
o döneme ait olguları konuşturabilen, bu konuda bilgi sahibi olan bilim
adamlarının tanıklıklarına başvurmak mümkündür. Bu, o döneme tanıklık
edecek kişilerin yokluğu durumunda, belki de en mantıklı seçenektir
belgeselci için.
Bu tip belgesellerin yapımında karşılaşılan bir diğer sorun, daha çok
bürokratik olup, bu belgesellerin ana görsel malzemelerinin bulunduğu, sit
alanlarında, müzelerde ve benzeri yerlerde çekim yapmak için alınması
gereken izinlerin çok zor ve uzun uğraşlar sonucu alınabilmesinin, zaten çok
ağır koşullarda çekilmeye çalışılan belgesellerin yapımını daha da zor
kılmasıdır.
24
1.2.2. TARİH VE ARKEOLOJİ BELGESELLERİNDE GÖRSEL BELGE
SORUNUNA GETİRİLEN ÇÖZÜMLER
Uzak geçmişe ait dönemleri konu alan belgesellerde karşılaşılan
görsellik sorunu, son dönemlerde çoğunlukla, gerçeği yeniden canlandırma
amacıyla, animasyon yöntemi ile ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Animasyon ve onunla alakalı anime etmek, animatör gibi kavramların kökeni,
Latince, “hayat vermek” anlamına gelen animare’den gelmektedir. Bu gün
hayatımıza girmiş animasyonun tanımı ise Wells’ e göre “direkt olara
geleneksel fotografik anlamda kaydedilmemiş, hareket halindeymiş hissi
yaratan, elle kare kare çizilerek hazırlanan film” olarak tanımlanabilmektedir
(1998: 10). Daha geniş bir tanım ise animasyon sanatının en başarılı
isimlerinden olan Norman Mcclaren’e aittir. McClaren animasyonu “ her
karede olanlardansa, karelerin arasında olanların önemli olduğu, hareket
eden çizimlerin sanatı değil de, çizilen hareketlerin sanatı” olarak
tanımlamaktadır (aktaran; Solomon, 1987: 11). Geçmişte animasyonlar
birkaç kậğıda istenen resimlerin çizilmesi ve kậğıtların hızlıca geçirilmesi
veya bir çemberin içine konup döndürülmesi ile yapılmasına rağmen,
günümüzde bilgisayar teknolojisi hem vektör12 hem de piksel13 tabanlı
animasyonlar yapılmasına olanak sağlamaktadır. Animasyonların yapımında
kullanılan yeni teknolojiler, iki ya da üç boyutlu animasyonların yapımının
geliştirilmesi ile görsel ve mekanik araçların bilgisayarlarca kontrol edilmesini
12 Vektör: Vektör görüntü ekran üzerinde yapılan çizimlerin veya nesnelerin matematiksel tanımlamalarla oluşturulmasıdır. Vektör grafikler çözünürlükten bağımsızdır ve hiçbir detay kaybı olmadan ve bozulmaya uğramadan serbestçe ölçeklendirilebilmektedir. 13 Piksel: Kare şeklinde olan görüntünün en küçük birimidir. Dijital görüntüler yan yana gelen pikseller topluluğundan oluşmaktadır. Dijital görüntü, imgenin eninde ve boyunda bulunan piksel sayısı ile tanımlanır.
25
sağlamaktadır. Animasyon teknikleri son zamanlarda yapılan işlerle teknikte
sınır tanımadığını göstermiştir. Fakat genel bir kategorize etmek gerekirse üç
boyutlu (3D), iki boyutlu (2D), stop motion14, cut-out15 en yaygın tekniklerdir.
Roger Noake, animasyonların yapımında kullanılan bu yeni teknolojinin
en çok, iki boyutlu animasyonlar konusunda önem kazandığından bahseder.
Bu teknololoji, farklı biçimlerdeki “paintbox”16 sistemlerinin grafik imajlarının
yapımında kullanılması, böylece imajların ekranda manipule edilmesini
sağlamıştır (1988: 125). Bu tür animasyonlar, çeşitli kurmaca filmlerde,
televizyonda karşılaştığımız hava durumu haritalarının ve iş ya da eğitim
amaçlı grafiklerin yapımında kullanılmıştır.
Üç boyutlu, ya da Noake’ye göre daha ziyade üç boyutluymuş izlenimi
veren bilgisayar destekli animasyonlar ise, sanat, eğlence veya iletişim
sektöründen ziyade daha çok kompleks program sorunlarını çözmek için
yaratılmıştır (1988: 125).
Konumuzu oluşturan tarih ve arkeoloji belgesellerinde görsel belge
sorununa getirilen bir diğer çözüm ise dramatik canlandırmaların kullanımıdır.
Canlandırma, Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde ”geçmiş bir olayın gelişmesini ve
sonucunu aynı biçimde yansıtarak sunma, animasyon” olarak geçmektedir.
Dramatik canlandırmalarda yapılan sunum, çoğu zaman senaryolaştırılmış,
önceden hazırlanmış oyuncular tarafından uygulanan bir mizansendir.
14 Stop motion: Tek resimli çevirim; tek resimli devinim. (Özön, 1981: 514) 15 Cut out: Eklemli resim; kesme. (Özön, 1981: 468) 16 Paintbox: Gelişmiş veri iletimi içeren donatımlı yapı üzerine kurulu görüntü işleme sistemi (Scsi Harddisk sistemi ile güçlendirilmiş, yüksek veri ileti kapasitesine sahip, donanım destekli görüntü işleme sistemi.) Daha fazla bilgi için bknz: Noake, Roger. (1988), Animation:A Guide to Animated Film Techniques: 130.
26
Belgesellerde, görsel belge eksikliğine karşı kullanılan bir çözüm olan
dramatik canlandırma, görsel olarak aktarılma olanağı bulunmayan olayların
ve önemli tarihi şahsiyetlerin anlatılmasında kullanılmaktadır. Bu yöntemle bu
insan veya olayların anlatılmasının yerine, onların kendilerini anlatması
sağlanmaktadır. Böylece bugün görülmesi mümkün olmayan, fotoğraf
makinesinin ya da sinematografın keşfinden binlerce yıl önce yaşamış tarihi
kişilikler bile ete kemiğe büründürülebilmektedir.
1.2.3. UYGULANAN ÇÖZÜMLERE DAİR KURAMSAL TARTIŞMA
Roland Barthes, “aynı yüzyılın tarihi ve fotoğrafı keşfettiğinden” bahseder.
Moran ise bu ikiliye, inandırıcılığını tarihin doğruluğundan fotoğrafın ise
objektifliğinden alan belgeseli ekler (1981: 25). İsmini belge ‘den alan ve
belgelere dayanma, gerçekleri söylemek, doğrunun peşinde olmak gibi
savlara sahip olan belgeselin ve belgeselcilerin, bu savlarından kaynaklanan
inandırıcılıkları Barthes ‘ın bu tanımını desteklemektedir.
Belgesel teorisi genellikle bugünün metafiziği olarak görülürken, belgesel
pratiği, yokluğun korkusundan; kaybolan bir olayı, yitip giden bir geleneği
veya yok olan bir canlı türünü korumak için yola çıkmaktadır. Fakat bu her
zaman uygulanması kolay bir amaç değildir. Örneğin prehistorya, geleneksel
belgesel teorisinin pratikleri göz önüne alındığında, asla muhafaza
edilemeyecektir. Tüm tarihi belgelerin ve reprodüksiyon tekniklerinin ortaya
çıkmasından önce yaşanan bir süreç olan prehistorya konusunda, Moran ‘ın
değimiyle sadece ”yokluktan” bahsetmek mümkündür. Bu yokluk, yaşayan
tanıkların, referansların ve tüm bunları kaydedecek kameranın yokluğudur
27
(1999:258). İnsanoğlunun arşivleme, belgeleme tutkusunun bir sonucu olan
belgesel film, Moran ‘ın bahsettiği bu yokluk karşısında belki de en büyük
sınavlarından biri ile karşı karşıya kalmaktadır.
Rosen, tarih biliminin, konusunu geçmişe ait bir gerçeklikten, şu ana dair
bir yokluktan aldığını, belgesel sinemanın ise, konusunun bugünün
gerçekliğindeki varlığından aldığından bahsetmektedir (1993: 85). Rosen’in
de bahsettiği ve onay gören belgesel pratiği, araştırma konusunun varlığını
onaylayacak çağdaşı bir görgü tanığı olarak, insanın ve kameranın varlığına
ihtiyaç duymaktadır. Kameraya duyulan bu ihtiyaç yaşadığımız bu rasyonel
dünyada insanların sadece gördüklerine inanmaları durumundan da
kaynaklanmaktadır hiç kuşkusuz. Moran, bu bakış açısına göre,
“fotorealizmin inandırıcılığı, paradoksal olarak, insan gözünün objektiften
uzaklaştırılmasına, yani insan aracılığını simgeleyen tarihsel anlamın insanın
geri çekilmesine bağlı olan tarihin inandırıcılığından soyutlanmasına bağlıdır”
der (1999:258).
Tarih belgesellerini bir tür olarak değerlendiren Wolverton, bu filmlerde
tarihi gerçeklerin doğruluğuna dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayarak,
anlamın doğruluğunun da en az gerçekler kadar önem kazandığından
bahsetmektedir (aktaran; Öngören,1991: 34). Bu tanımıyla Wolverton,
belgesellerin başka bir sorunu olan nesnellik sorununa da vurgu yapmıştır.
Bu vurgu, özellikle söz konusu olan ve gerek tanık gerek görsel belge sorunu
yaşanmasına sebep olan uzak geçmişe ait dönemleri konu alan belgeseller
söz konusu olduğunda çok daha büyük önem taşımaktadır. Burada
sorgulanması gereken bir nokta da reprodüksiyonlar veya “gerçeği yeniden
28
üretme” süreçlerinin belgesel için zaten sorunlu olan bu konuyu ne yönde
etkileyeceğidir.
Bazin, sanat olarak sinemanın öğretisinin, mağara resimlerini o
dönemlerden kalan bir tarihi belge olarak desteklemek ve korumak
olduğundan bahsederken, plastik sanatların temelini, işlevi yaşamın
temsilinden onun korunmasına dönüştürmesi anlamında “mumya kompleksi”
olarak tanımlayarak, “duvar resimlerinin taklitçiliğini, ölümü kandırmak,
zamanı durdurmak ve kaybedileni iade etmek gibi belgeselin temel
arzularına” bağlamaktadır (1967: 11). Bazin, bu sözleri ile belgesel
sinemanın belgeleme, arşivleme ve bir tarihçi gibi geçmişi günümüze
kazandırma arayışına vurgu yapmaktadır. Bu arayış hiç kuşkusuz
belgeselciliğin temelinde yatmakla beraber, bir anlamda da bu incelemenin
konusunu oluşturan tarihi ve arkeolojik belgesellerinin yapımında karşılaşılan
görsel belge sorununun önemini de ortaya koymaktadır. Bu önem, söz
konusu görsel belge sorununun, belgeselin temel taşlarının
gerçekleştirilmesini engeller bir konuma sahip olmasından
kaynaklanmaktadır.
Belgesel teori, yeni gerçekçi sinema gibi, çoğunlukla, belgesel pratiğinin
sadece nesne konusuna uygun ve kameranın hayatı kaydetme kapasitesine,
önümüzde durana, şu anki zamanda var olana önem vermesi gerektiğini
savunmuştur. Moran, bu noktada, belgeselin ölümle, bizi bekleyen sonla
olan ilişkisini, fotografik olarak görselleştirilemeyen, prehistoryayı kaydetme
kapasitesini sorgulamakta, “bilim gibi, referansını “gerçek hayat” olarak
almak isteyen belgeselin, bu arzusunu basitçe kendi ürettiği teknolojilerden
29
biri, gerçeğin sadece bir illüzyonunu yaratabilen bir plastik sanat olan
animasyon ile gerçekleştirdiğinden” bahsetmektedir. Moran, bu perspektife
göre, “bilim ve belgesel, insanın ve teknolojinin tarihi gerçeklere ulaşma
yolundaki birleşmesi şeklinde ortak bir yapılanmayı ve aynı epistomolojik
amaçları paylaşmaktadır” yorumunu yaparak, bu yeni açılan belgesel teorisi
gibi revizyonist duruşların, sadece yeni içeriklerin değil, yeni formların da
oluşmasına neden olduğunu belirtmektedir (1999:258).
Bu noktada dikkat edilmesi gereken konunun, sunulan bu çözümlerin,
Moran ‘ın da belirttiği gibi, gerçek değil, sadece bir “illüzyon” olduğu, başka
bir değişle kurgusal olduğu, ana materyalini gerçeklikten alan belgesel
sinemanın karşılaştığı sorunlara çözüm olarak bir illüzyon yaratmayı
sunmasının, belgeselin kendi içinde yaşadığı bir çelişki olarak adlandırılabilir.
Moran ‘ın bu yeni çözüm önerilerinin belgesel sinemayı gerek içerik gerek
form olarak etkilediği görüşüne katılmakla beraber, bu değişimlerden sonra
ortaya çıkan sonucun gerçekten hala belgesel sinema olarak
adlandırılabileceği konusunda çeşitli şüphelerin olduğu da belirtilmelidir. Bu
şüpheler, belgesel filmin konusunu gerçek yaşamdan alması, gerçek
insanlar, gerçek mekanlar, gerçek olay ve hareketlerle yüklü olmasında
yatmaktadır. Nesrin Tan-Akbulut, bu noktada, “doğal seslerin, görüntülerin
arasına serpiştirilen yapay diyalog ve mizansenlerden kurulu bir belgesel bile
bugün birçok belgesel yapımcısı ve tarihçisi tarafından salt gerçeklerin ve
doğallığın bozulduğu gerekçesi ile” eleştirildiğinden bahsetmektedir (2005:
84).
Çalışmasında teknolojik gelişmelerin, belgesel fotoğrafı ne yönde etkilediğini
araştırmıştır:
30
böyle bir yapı içerisinde kültür teknolojidir, teknoloji siyasettir, siyaset de kültürdür. Bu paradoks içerisinde fotoğrafın da bir imge durumunda dönüşmeye başlamasıyla fotografik gerçeklik çok daha tartışılır duruma gelir. Bu da imgenin okus-pokus yanına anlamlı bir katkı sağlar ve onu bir gösteri aracına dönüştürerek sistemin hizmetine sokar. Aslında, imgenin içi hızla boşalmaktadır. Görsellikteki bu patlama gitgide imge fetişizmine dönüşür 17
Buna karşın, Michael Renov, “kültürlerin kendini koruma içgüdüsü sabit
kalırken, belgeselin inandırıcılığının imlerinin tarihsel olarak değişken
olduğunu” belirtmiştir (1993: 23). Renov ‘un bu görüşü, rasyonelleşen
dünyamızda, önem kazanan ve yaygınlaşan “sadece gördüğüne inan”
söyleminin, belgeseller üzerinde bıraktığı etkilerin nedenleri açısından
önemlidir. Bu sebeple, günümüz belgeselinde, reprodüksiyon ve
canlandırmalar ön plana çıkmakta ve görsel belge sorununa birincil çözüm
olarak sunulmakta ve günümüzde belgeselin inandırıcılığı, anlattığı her şeyi
görsel olarak sunabilmesine bağlı olarak görülmeye başlanmıştır.
İllüzyon - gerçeklik tartışmaları ve Renov ‘un bahsettiği inandırıcılık
imlerinin değişkenliği söz konusu olduğunda, Walter Benjamin ‘in Tekniğin
Olanaklarıyla Çoğaltılabildiği Çağda Sanat Yapıtı isimli makalesinde belirttiği
görüşlerine yer vermek gerekmektedir. Benjamin:
bir nesnenin gerçekliği maddi varlığından tarihsel tanıklığına değin başlangıçtan bu yana o nesnede gelenekleşmiş olanların tümünden oluşur. Tarihsel tanıklık maddi varlıktan temellendiğinden, birinci öğenin insanlarla bağını kesen çoğaltım, ikincinin yani tarihsel tanıklık öğesinin de sarsıntılı geçmesine yol açar. Sarsıntı geçiren, yalnızca bu öğedir hiç kuşkusuz; ancak tarihsel tanıklıkla birlikte zarar gören, nesnenin yetkisinden (otoritesinden) başka bir şey değildir. […]Sanat yapıtının tekniğin olanakları ile çoğaltıldığı bir çağda gücünü yitiren, yapıtın atmosferidir (aktaran; Morva, 2003: 63).
17 Ün, Tahir: http://ilef.ankara.edu.tr/fotograf/yazi.php?yad=10807
31
Bu noktada, Benjamin’in sanat eserlerinin çoğaltılması sonucu ortaya
çıktığından bahsettiği kayıp, kendileri de bu sanat eserleri kadar tarihe
tanıklık etmiş, prehistorik dönemlere ait herhangi bir imgenin, animasyon
yöntemi ile çoğaltılması durumunda bu imgenin yaşayacağı kayıptan farklı
olmayacaktır; çünkü hiçbir taklit, gerçeğinin yerini tutamayacaktır.
John Berger de konuya Benjamin ile benzer bir bakış açısından
yaklaşarak, herhangi bir yeniden canlandırmanın söz konusu olduğu
durumlarda “ yeniden canlandırma yoluyla bir resim bir ayrıntısından
ayrılabilir” der (1986: 25). Ona göre bu yolla alegorik bir insan resmi, bir kız
portresine dönüşebilmektedir. Berger’in aslında resim sanatı ile ilgili yeniden
canlandırmalar konusunda değindiği bu nokta, belgesellerdeki yeniden
canlandırmalar konusunda da önemlidir. Gerçekten de belgesellerde
uygulanan yeniden canlandırma örneklerinde de zaman zaman, canlandırılan
imgeye orijinalinden daha fazla anlam yüklenmesi veya onun bütünün
içindeki bir ayrıntı olmaktan çıkarılıp, orijinalinden farklı bir şekilde ele
alınması tehlikesi söz konusudur. Bu tehlikenin örneklerine, araştırmanın
çözümleme bölümünde yer verilecektir.
“Belge film sinema sanatının bilincidir” diye tanımlayan Ivens, belgesel
filmi oluştururken filmin konusu hakkındaki düşüncelerin ve filmin yapımı için
gerekli gereçlerin gerçek yaşamdan alındığını kendi kişisel “ uydurma”
görüşler olmadığını ifade eder. Ivens, kurmaca filmdeki gibi isteğe bağlı
olarak düzenlenen” senaryo, mizansen, stüdyo, diyalog” vb. öğeleri
dışladığını belirtmektedir (aktaran; Morva, 2003: 20). Oysa Ivens ‘ın
32
dışladığını belirttiği bu öğeler, günümüz belgesellerinde sıkça karşılaştığımız,
belgesel yapımcıları tarafından sevilerek kullanılan unsurlar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Görsel belge sorununa animasyon dışında sunulan bir başka
çözüm olan dramatik canlandırmalar, tüm bu öğeleri içinde barındırmakta,
hatta kimi zaman, daha sonra da örneklendirileceği üzere, söz konusu
soruna bir çözüm olmaktan daha ileri giderek, yönetmenin bir üslup özelliği
ve hatta tarih ve arkeoloji belgesellerinin bir özelliği haline getirilmektedir.
Nijat Özön, Sinema Terimleri Sözlüğü’nde sinemada gerçekçiliği;
“dışımızdaki dünyayı, nesnel bir tutumla yansıtmayı amaçlayan, sinema ve
televizyon akımı” olarak tanımlamaktadır” (1981:127). Özön‘ün bu tanımında,
dikkat edilmesi gereken nokta, bu tanımda, gerçekçiliğin bir akım olarak
gösterilmesidir. Ancak belgesel sinema içinde gerçekçilik bir akım değil,
belgesel sinemanın ta kendisi ve onun başlıca uğraşıdır. Gerçeklik, adından
da anlaşıldığı üzere, belgelere dayanması gereken belgeselin, ana ilkesi ve
temelidir.
1.3. TARİH VE ARKEOLOJİ BELGESELLERİNİN POPÜLERLEŞME
EĞİLİMLERİ
1.3.1. BELGESEL VE POPÜLER KÜLTÜR
Bir tür olarak belgesellerin popülerleşme eğilimlerini, daha önce
değinilen görsellik sorunlarının bu popülerleşme sürecindeki rollerini
anlayabilmek için, öncelikle bir takım kavramlara değinilmesi gerekmektedir.
33
Bu kavramlardan ilki popüler kültürdür. Bugünlerde çok yaygın olarak
kullanılmaya başlanan, bu kavram nedir? Ne tip kültürel ürünler popüler
kültür ürünleri olarak tanımlanmalıdır? Popüler kültür ve tarihi, arkeolojik
belgesel gibi son yıllara kadar yan yana görmeye alışmadığımız kavramları
son yıllarda birbirine yaklaştıran gelişmeler nelerdir? Kitle kültürü veya kitle
endüstrisi nedir? Popüler kültür ile aralarında ne gibi farklılıklar vardır?
İşte bu bölümde yukarda sıralanan ve benzeri sorulara cevaplamaya
çalışılacak, televizyonun yaygınlaşma sürecinin belgeseller üzerindeki
sonuçları ortaya konmaya çalışılacaktır. Televizyonun, belgeselin yapısını,
gerek içerik, gerekse görsellik anlamında ne yönde etkilediği, bu etkilenmenin
tarihi ve arkeolojik belgesellerde karşılaşılan görsel belge sorununa getirilen
çözümlere nasıl çıkış noktaları sunduğu incelenecektir. Bu incelemelerin
sonucunda, genelde yüksek kültür ve popüler kültür ürünleri arasında yapılan
ayrımların günümüzde ne kadar geçerli olduğu sorgulanacak; özelde ise,
geleneksel belgesel pratiği ve son günlerde çok revaçta olan popüler
belgeseller arasındaki farklılaşma Süha Arın’ın Urartu’nun İki Mevsimi ve
Tolga Örnek’in Hititler belgeselleri üzerinden tartışılacaktır.
1.3.2. POPÜLER KÜLTÜR, KİTLE KÜLTÜRÜ VE BELGESEL FİLM
Popüler, başlangıçta daha çok bir hukuk ve politika terimi olmakla
beraber, Latince popularis kelimesinden gelmektedir. Kelimenin, çok tutulan
ya da çok beğenilen anlamına gelen başat modern anlamı, 18. yüzyıl
sonlarında belirgin olarak kullanılmaya başlamıştır.18
18 Raymond, Williams (2005), Anahtar Sözcükler, Çev. Savaş Kılıç, İstanbul: İletişim Yay: 285-286. Ayrıca bknz: Wahrig,Gerhard (1975), Deutsches Wörterbuch , Berlin:Bertelsmann Lexikon-Verlag: 2847.
34
Erol Mutlu’nun İletişim Sözlüğü’nde popüler kültürün tanımı, “bir
toplumda yaygın biçimde paylaşılan inançlar, pratik ve nesnelere verilen isim”
olarak geçmektedir. Mutlu, daha politik bir tanımla popüler kültürü, kitlelerin
ya da bağımlı sınıfların kültürünü dile getirmekte kullanılan deyim olarak
tanımlamıştır (2004: 235). Erol Mutlu, Globalleşme Popüler Kültür ve Medya
isimli çalışmasında ise, popüler kültürü yaratan bileşkenlerden bahsetmiştir:
kökleri, yerel geleneklerde bulunan halk inançlarını, pratiklerini ve nesnelerini, keza siyasal ve ticari merkezlerde üretilen kitlesel inançları, pratikleri ve nesneleri içerir; popüler kültürün içeriğinde popülerleştirilmiş seçkin kültürel biçimlerin yanı sıra müze geleneği düzeyine yükseltilmiş popüler biçimler de bulunmaktadır (2005: 313).
Henüz çok yeni araştırılan bir konu olmasına rağmen neredeyse 500
yıllık bir geçmişe sahip olan popüler edebiyatın neden bu kadar uzun süre
araştırmacılar tarafından göz ardı edildiğini araştıran Klaus Roth, bunun ilk
sebebi olarak, “ eliter edebiyat” ürünleri olarak nitelediği geleneksel yüksek
edebiyatın beraberinde getirdiği kriterlerin, popüler edebiyatta geçerliliğini
yitirmesi olarak göstermektedir. Roth, yakın zamana kadar kabul gören iki tür
edebiyatın olduğunu, bunların “elit edebiyat” ve halk edebiyatı olduklarından
bahsetmektedir. Ona göre Avrupa’da 15-16. yy ’larda ortaya çıkmaya
başlayan kent kültürü, bu dönemde burjuva (Roth’a göre elit) sınıf ile
genellikle okuma yazması olmayan köylü sınıfının dışında, iki sınıfın da
kültüründen de kendilerine pay çıkaran yeni bir sınıf, dolayısıyla da yeni bir
kültür, kent kültürü oluşmuştur. İşte Roth ‘ un bahsettiği popüler edebiyat
(daha geniş olarak popüler kültür) bu yeni sınıfın bir ürünüdür. Bu sebeple
Roth, popüler edebiyatı (dolayısıyla da popüler kültürü) elit edebiyat ile halk
35
edebiyatının arasında kalmış bir “ara kültür” olarak tanımlamaktadır (1993:
13).
19.y.y’ın ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan kitle kültürü, popüler
kültür araştırmaları, kuramsal ana hatlarıyla belli tartışmalara sebep olmuştur.
Konuya, gerek yorum gerekse yaklaşım farklılıkları nedeniyle, farklı
perspektiflerden bakan görüşler, bunun sonucu olarak konuya, politika ve
çözüm farklılıkları da getirmiştir. Farklılıklarının temelinde kültürü nasıl ele
aldıkları yatan ve popüler kültüre farklı açılardan bakan iki ana yaklaşım
vardır.
Bu yaklaşımlar arasından ilki, kültürü entelektüel, ruhsal ve estetik bir
gelişim süreci olarak nitelendiren, idealist felsefe açısından kültüre bakan
yaklaşımdır. Bu yaklaşım zamanla kendi içinde liberal çoğulcu yaklaşım,
seçkinci tutucu yaklaşım gibi birçok farklı görüşü doğurmuştur. Kültürü,
değer, yargı ve tutumları taşıyan düşünsel bir sürece indirgemenin, kültürü
tanımlamada yetersiz ve hatta geçersiz bulan yaklaşım ise, Marksist
materyalist yaklaşım olarak adlandırılmaktadır.
İdealist felsefe, kitle kültürü kavramına, çoğunluğun taşıdığı kültür olarak
bakmaktadır. Kitle kültürünü çoğunluğun kültürü olarak görmelerine rağmen,
bu görüşü paylaşanların bir kısmı, bu kültürü, seçkinci bir bakış açısıyla,
eğitilmemiş, bayağı zevklere sahip olanların kültürü olarak tanımlamışlardır.
1800’lü yılların sonuna doğru kitlelerin demokrasiye katılma, hak ve eşitlik
savaşının yoğunlaştığı bir dönemde ortaya çıkan bu görüş, bir açıdan da
seçkinci burjuvazinin bu savaştan duyduğu korku ile perçinledi. Bu
yaklaşımda karşımıza çıkan ve 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca ortaya atılan
36
ilk kitle kültürü eleştirileri, aristokrat ve burjuva sınıflarının bu korkuları
sonucu gelişmiştir. Kültüre bu açıdan bakanlar için, kültür tanımında ahlak da
vazgeçilmez bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu görüşe göre, kitle
kültürü ahlaktan yoksundur. Kitle kültüründe ahlaki değerlerin yerine, değer-
yargısızlık, kaos ve ahlaki görecelilik vardır (Erdoğan-Alemdar,2005:255).
Kültüre idealist felsefenin bakış açısı ile yaklaşanların bir kısmı için, ki
bunlar seçici tutucu kesimdir, kitle kültürü ve popüler kültür farklı anlamlara
gelmekte, hatta kitle kültürü popüler kültür yok etmektedir. Ortego’yu yansıtan
McDonald’a göre, popüler kültürün ölümü “kitlelerin siyasal sahneye kayması
ile” ve basının ve sonradan diğer kitle iletişim araçlarının “feci kültürel etkileri
ile” hızlı biçimde olmuştur (aktaran; Erdoğan-Alemdar,2005:257).
I. Dünya Savaşı öncesinde başlayan ve savaş sonrası yıllarda da
devam eden ulusal aidiyeti güçlendirme politikasında iletişim araçlarının rolü
büyük olmuştur. Savaş sonrası yaşanan bu ortamda, iletişim alanının siyaset
ile ilişkili olarak tartışılmasında liberal çoğulcu bakış yoğunluk kazanmıştır.
Çelenk’in aktardığı Bennet’in değişiyle liberal çoğulcu perspektifler, kitle
iletişim araçlarını, iktidarın eşitliksiz dağılımını engellemede işlev gören ve
demokrasi sürecinde önemli bir rol oynayan “dördüncü bir güç” olarak
değerlendirme eğiliminde olmuşlardır (2005: 35).
Kültüre Marksist materyalist çerçevede yaklaşan bakış açısı için ise,
kültürün özünü üretimi biçimi ortaya koymaktadır. Kültür, ekonomik ilişkiler
tarafından belirlenir. Bu görüşe göre, insanların bilinç biçimleri onların yaşam
koşulları tarafından belirlenmektedir. Fikirlerin üretimi, insanların günlük
etkinlikleri tarafından saptanmaktadır. Özellikle 1920’lerin ikinci yarısından
37
sonra, bu yaklaşımda birtakım değişiklikler karşımıza çıkmaktadır. Bu
dönemde bazıları Avrupa işçi sınıfının devrimci rolünü “kitle toplumu” ve “kitle
kültürü” savları ile reddettiler (Erdoğan-Alemdar,2005:286). Bu görüşün
başını çeken ve geleneksel Marksist anlayıştan çeşitli konularda farklılık
gösteren neo-Marksist bir kültürel eleştirisine bağlı olan Frankfurt Okulu
düşünürlerine göre, kapitalist sistemde kültür, kitlelerin değil, kapitalist kültür
üreticilerinin istekleri doğrusunda şekillenmeye başlamıştır. Onlara göre,
modern kapitalizm kitle toplumu özelliğini taşımaktadır. İşçi sınıfı örgütlü
değil, birbirinden kopuk (atomlaşmış) bir yapıya sahiptir.
1930 -1940 ‘larda ABD’ye taşınan Frankfurt Okulu üyelerinden Adorno
ve Horkheimer, 1940’ta yayınladıkları Aydınlanmanın Diyalektiği adlı kitap ile,
kitle kültürünün teriminin yerine, “kültür endüstrisi” terimi ilk defa
kullanılmıştır. Frankfurt Okulu’nun bu terimi kullanmasının sebebi, kitle
kültürü veya kitle toplumu kavramlarının, bu kültür ürünlerinin, kitlelerden
kaynaklandığı izlenimini yarattığını düşünmeleridir. Onlara göre bu kültürün
yaratıcıları insanları sisteme uyumlamak için uygulanan bir endüstriyel
çalışmadır. Kültür endüstrisi, yaşamın ticarileşmesiyle bağlantılıdır, kültür
ürünlerinin standartlaşması ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleşmesi
süreçlerine gönderme yapmaktadır (aktaran; Kejanlıoğlu, 2005: 184). Adorno
ve Horkheimer, kitle iletişim araçlarının gelişmesinin kültür ve ideolojinin
doğası üzerindeki önemli etkilerinden bahsetmektedirler. Kültür artık
profesyonellerce yapılan ve satışa açık bir konuma getirilmiştir. Bu bakış
açısıyla, ideolojik bir terim olarak kullanıldığına inandıkları, popüler kültür,
38
özellikle Adorno ve Horkheimer tarafından kitle kültürü ile eşleştirilmiştir (Jay,
2005: 312).
Kültür ürünlerinin satışa açık ve profesyonellerce yaratılan bir hale
gelmesinin sonuçlarından birinin de; Rönesans’tan sonra sanat ve popülerlik
arasındaki ayrımın hızlandığına dikkat çeken ve başka bir Frankfurt Okulu
düşünürü olan Leo Löwenthal’in de belirttiği, gelişmenin hem gelişkin kültür
ürünlerinin popülerleştirilip yaygınlaştırılması hem de özel popüler ürünler
yaratılması biçiminde ikili bir doğrultu kazanması durumu olduğudur (aktaran:
Oktay, 1997: 19).
Erol Mutlu, kültür alanında çalışan araştırmacıların son dönemde,
otantik halk geleneklerinin çoğunlukla seçkin kökenleri olduğunu, kendi
tarafından, “kitle iletişim araçları ile üretilen ve yayılan, sadece kitlesel pazar
için imal edilen standartlaştırılmış kültürel ürünler” olarak tanımlanan kitle
kültürünün, (2004: 178) otantik olarak sıradan insanın gündelik yaşamıyla
bütünleştiğini bulguladıklarını belirtmiştir. Mutlu’ ya göre bunun sonucu olarak
da halk ve kitle kültürü arasında keskin bir ayrım yapmak zorlaşmıştır.
Michael Schudson’ın, bu gerekçeye dayanarak bu iki kültür kategorisini
popüler kültür başlığı altında toplamanın doğru olacağını öne sürmesine
rağmen, popüler kültürü eleştirenler, özellikle de Frankfurt Okulu bu kültürü
önemsiz, tecimselleşmiş ve edilgin olarak tanımlamıştır (aktaran: Mutlu,
2004: 236).
Popüler kültür ile ilgili daha önce de sözü geçen iki yaklaşıma değinen
Fiske, yakın zamana kadar popüler kültür araştırmalarında karşımıza çıkan
yönelimlerden ilkinin, popüler kültürü bir iktidar modeline oturtmaksızın
39
kutsamış olan, bir ulusun kültürel yaşamının aydınlardan çok halk arasında
yeşerdiğini savunan seçkin insancılığın demokratik bir uyarlaması olan
yönelim olduğundan bahsetmektedir (1999: 32). Fiske’ nin sözünü ettiği diğer
yönelim, “popüler kültürü bir iktidar modeline tamamen oturtmuş, ne var ki
egemenlik altına alma güçleri üzerine öylesine yoğunlaşmıştır ki, gerçek bir
popüler kültürün var olmasını olanaksız hale getirmiştir” (1999: 33).
20. yüzyılda ortaya çıkan ve John Fiske’nin de kendini içinde saydığı
üçüncü yönelim, popüler kültürü bir mücadele alanı olarak görmekle birlikte,
“ egemenlik altına alma güçlerinin iktidarını kabul ederken, daha çok bu
güçlere direnmek, onlardan sıyrılmak ve onlarla baş etmek için kullanılan
popüler taktikler üzerinde yoğunlaşmaktadır” (Fiske, 1999: 33). Liberal
çoğulcu yaklaşım olarak adlandırılan, bu üçüncü yönelimi tercih eden
araştırmacılar, popüler kültür yaratmanın dünyadaki egemen güçlerin
anlayışlarına karşı bir direniş, tabi grupların anlayışlarına ise bir destek
olabileceğini belirtmişlerdir. Popüler Kültürü Anlamak isimli kitabında bu
konuya kot pantolonlar üzerinden bir örnek veren J. Fiske, bir dönem moda
olan yırtık kot pantolonları giymenin “ direnilenin zorunlu olarak ona direnenin
içinde mevcut olduğu popüler kültürün tipik çelişkilerinin bir örneği”
olduğundan bahsetmektedir (1999: 15).
Bu noktada John Fiske, De Certeau’nun popüler kültürün direnişini
anlatmak için kullandığı askeri bir eğretilemeye dikkat çeker. Bu
eğretilemede, egemen güçler, düzenli askeri bir orduya, bu orduya karşı
mücadele eden popüler kültür ise, bu orduyu sürekli taciz eden gerillalara
benzetilmektedir. Fiske’nin Eco’dan aktardığına göre bu eğretileme,
40
“göstergesel gerilla savaşı” ‘nın popüler kültürü, onun egemen ideolojiye
direnme yeteneğini anlamanın anahtarıdır (1999: 31).
Halkın kimi zaman popüler kültürünü kendi lehine dönüştürmesi,
Fiske’nin de verdiği belli örnekler açısından gerçeği yansıtıyor olmasına
rağmen, Erol Mutlu’nun da belirttiği gibi, popüler kültür için yapılan böyle bir
benzetme sorunlar yaratacaktır. Bu sorunlardan ilki, böyle bir tanımlamanın,
“ popüler kültürün toplumun tüm katmanlarını kesen yaygınlık eğilimini
dışlamaktır, popüler kültürü, üzerinde bir sürü karşıt unsurun savaştığı bir
alan olarak görerek bu kültürün merkezcil yönünü göz ardı etmekte, buna
karşılık, merkezkaç yönünü abartmasıdır” (2005: 368).
Mutlu’ nun Fiske’nin popüler kültür tanımına getirdiği ikinci eleştiri, bu
tanımla popüler kültürün, otantik öğeleri genel bir eğilim içinde eritici (mass
edici) çekimini göz ardı etmek olacağından bahseder. Ona göre bu tanım
aynı zamanda, popüler kültürün bir üst, meta söylem olma özelliğini bir yana
itip, onu, gergin ve rahatsız bir biçimde birbirine eklemlenen, bir alt kültürler
bileşkesi haline indirgemektir (2005: 368).
Fiske’nin, popüler kültürü tamamı ile egemen güçlere karşı halkın
kendini savunduğu bir direnme ve protesto alanı olarak görmüştür. Popüler
kültürün kendi içinde direnme ve egemenlik kavramlarını barındırdığı
doğrudur; fakat popüler kültür kapitalizm ile birlikte değişikliğe uğramıştır.
Erdoğan ve Alemdar, Popüler Kültür ve İletişim adlı kitaplarında, Köroğlu
Destanı ve benzeri popüler kültür ürünlerinde karşımıza çıkan, ezilenin güçlü
olana direnişi maalesef günümüz popüler kültür ürünleri için geçerliliğini
yitirmiş bulunduğundan bahsetmektedir (2005; 39). Popüler kültür
41
günümüzde de belli direniş alanlarına sahiptir ve onu bu özelliğini tamamen
yitirmiş olmasından söz etmek her ne kadar karamsar bir bakış açısı olsa da,
günümüz şartlarında, muhalefetin bile sınıf egemenliğinin işlevsel bir parçası
haline dönüştüğü ve popüler kültürün kitle kültürü içinde yavaş yavaş
dönüştüğü doğrudur. Bu nedenle Fiske’nin bu görüşü, popüler kültürü
olumlamak adına biraz abartılmış bir görüş haline gelmiştir. Her ne kadar
popüler kültür kendi içinde çeşitli direniş alanlarına sahip olsa da- ki bu
alanlar daha çok gündelik konularda karşımıza çıkmaktadır- Fiske’nin bu
görüşü, hem bu alanları olduğunda daha büyük alanlar olarak görmesi
bakımından, hem de çoğu zaman kitle iletişim araçları yoluyla yayılan bu
kültür üzerinde söz sahibi olan egemen güçlerin çıkar politikalarını ve
ekonomik ilişkileri biraz küçümsemesi açısından tartışılması gereken bir
görüş olarak da düşünülebilir.
Erol Mutlu’nun Ünsal Oskay’dan aktardığına göre popüler kültür,
“ hayatımızın her alanını kapsayan metalaşma ve şeyleşmeyle özgürleşme
umudunun hepten kaybolduğu bu kasvetli ve ağır atmosferde varlığımızı
korumaya yardım eden bir şey” olarak tanımlanmaktadır. Yaygın kanaatin
aksine bunun sadece modernite ile de alakalı olmadığını öne süren Oskay,
popüler kültürün “ Mısır’ın, Sümer’in, Asur’un ve Roma’nın gevşek dokulu
geniş siyasal dünyalarının düzenlediği toplumsal hayata kadar uzanan bir
geçmişi vardır.” demektedir (2005: 294).
Mutlu ise, Oskay’ın yukarıda belirtilen yazısında da olduğu gibi, popüler
kültürün tarihini antikiteye kadar uzatma eğilimlerini, Oskay’ın yazısında adı
geçen uygarlıklar zamanındaki toplum yapısında, kamusal işlerin genellikle
42
kölelerin görevi oluşu ve köle kültürünü de bu günkü popüler kültür ile
kıyaslamanın yanlış olması nedeniyle eleştirmektedir (2005: 294).
Ahmet Oktay, Türkiye’de Popüler Kültür isimli kitabında, popüler kültürü,
gündelik yaşamın kültürü olarak tanımlamaktadır. Ona göre popüler kültür,
“dar anlamıyla emeğin gündelik olarak yeniden üretilmesinin bir girdisi olarak
eğlenceyi içerirken, geniş anlamda da belirli bir yaşam tarzının ideolojik
olarak yeniden üretilmesinin ön koşullarını sağlamaktadır” (1997: 20).
Popüler kültürün ürünlerinin özelliklerini sıralayan Ahmet Oktay, bunları altı
ana başlık altında toplamaktadır:
• Biçim olarak orta karmaşıklıktadırlar.
• Aktarımları ya da iletimleri, ortam ve teknolojik olarak dolaylıdır.
• Bilinen bir kaynak ya da yaratıcıları (üretici) vardır.
• Kültürel değer ve gelenekleri, yeni formüller biçiminde yansıtırlar.
• Ürünler tüketiciye dönüktür.
• Oldukça ucuza, fakat parayla elde edilirler (1997: 21).
Ahmet Oktay popüler kültürün özelliklerini böyle sıralarken, Hasan
Özdemir ise, popüler edebiyatın özelliklerini sıralarken, metinlerin, “taklitçi,
basit, basmakalıp ve iddiasız” olduklarını belirtmiş, tüketicisinin satın alma
gücüne göre fiyatlandırılan bu ürünlerin, “adeta bir meta olarak üretilip,
satıldıklarına” vurgu yapmaktadır (Özdemir, 2002: 571). .Fiske ile beraber
kimi araştırmacılar, popüler kültürün demokratik oluşuna vurgu yapmaktadır.
Bu konuya değinen Erol Mutlu, “kitle kültürü çok demokratiktir, herhangi bir
şeye ya da kişiye karşı, ya da onlar arasında ayrımcılık yapmayı reddeder.”
demektedir (2004: 179). Buna karşın Ahmet Oktay’ın alıntısıyla Alvin Toffler
43
ise sözü edilen demokrasinin bir kitle demokrasisi olmaktan çıktığını ve
“enerji yüklü, hızla değişen bir mozaik demokrasisi” halini aldığından
bahsetmektedir (aktaran; Oktay, 1997: 252).
Popüler kültür demokratiktir; çünkü hedef kitlesi bakımından hiçbir
ayrıma gitmez. Irk, cinsiyet, yaş, sınıf vb. ayrımlar ona uzaktır; fakat popüler
kültür söz konusu olduğunda kullanılan demokrasi terimi, çoğu zaman
popüler kültürün insanlara demokratik bir seçme hakkı tanımasından ziyade,
biraz da maddi nedenlerle hiçbir ayrım yapmadan herkese seslenme
çabasıdır. Amaç olabildiğince çok insana ulaşmaktır. Popüler Kültür ve
Yüksek Kültür isimli kitabında bu iki kültür arasındaki farklara değinen,
Herbert J. Gans, bu konuya popüler kültürün yaratıcılarının açısından
yaklaşmış ve bu yaratıcıların ortak standartlarına hitap etmek, olabildiğince
çok sayıda insana anlamlı gelebilecek içerikler üzerinde durmak zorunda
olduklarından söz etmiştir (1999: 46). Ayrım yapmayan bu sistemde, Ahmet
Oktay, “ popüler kültür ve kitle kültür ürünleri, günümüz toplumlarında
yabancılaşmış/şeyleşmiş bireyleri hedef alıyor ve onları sisteme
uyumlandırmayı öngörüyor” biçiminde yorumlamaktadır(1997: 44).
Bu araştırmada popüler kültür olarak tanımlanmaya çalışılan bu kültür,
kendi içinde barındırdığı çelişkiler açısından da önemlidir. Fiske’nin de
kitabında değindiği bu çelişkiler, bu kültürün bir yandan halkın direniş sahası
olduğu yararlı yanlarının varlığı, diğer yandan ise bu yanların, çok kısa
sürede, kültür endüstrisi tarafından yine endüstrinin yararına olacak bir
duruma dönüştürülebilmesi veya bu durumun tersi olarak da
tanımlanabilmektedir. Bu nedenle, hem popüler kültür hem de kitle kültürü ile
44
ilgili ileri sürülen, olumlu ve olumsuz söylemlere dikkat edilmesi ve bu iki
kavram arasında eleştirel bir mesafede durulması gerektiğini bilmek
önemlidir. Bu düşünceyle, konuya tez-antitez olarak değil de, daha çok bir
sentez arayışı şeklinde yaklaşmak gerekmektedir.
Bu yaklaşımlar ışığında dahi olsa, adı geçen demokrasi kavramı çoğu
zaman sözde bir demokrasi olmaktan öteye gidememekte, demokrasi adı
altında, eğlence endüstrisi tarafından, insanlara onları tek tipleştirecek
formatlar sunulmaktadır. Böylece insanlar belli çıkarlar için manipule
edilmektedir. Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi, her yıl herkesi aynı
şekilde giydiren modadır. Başarılı olan bir formatın - ki kültür endüstrisi söz
konusu olduğunda başarı çok izlenmek ya da maddi anlamda gelir ile
ölçülmektedir - çeşitlemeleri her alanda görülmeye başlanmıştır. Bu konuya
değinen Pierre Bourdeiu, kültür endüstrisinde yaşanan rekabetin, üretim,
özellikle de dağıtım çarkının kartelleşmesi sonucu durmadan gerilediğinden
bahsederken, “ birçok iletişim ağı, çoğunlukla aynı saatte, en az harcamayla
en fazla kazanç arayışından doğan aynı türdeki ürünlerin dağıtımını yapmaya
gittikçe daha çok yönelirler.” demektedir (2002: 143). Kimileri tarafından
demokrasi olarak adlandırılan bu tektipleşme sonucu, ciddi formattaki
belgesellerin, tartışma programlarının bile daha çok “tutmak” amacıyla
eğlence faktörleri ile donatılmakta olduğu, günümüz tüketim kültüründe,
farklılıklardan, kişisel zevklerden dolayısıyla da demokrasiden ne derece söz
edilebileceği de ayrı bir tartışma konusudur.
Bu noktada karşımıza, popüler kültürü popüler kültür yapan bir başka
etmen olan “eğlendirme işlevi” çıkmaktadır. Ne olursa olsun kültür
45
endüstrisinin en büyük korkusu “sıkıcı olmak” ya da eğlendirememektir. Bu
nedenle de, kitle iletişim araçlarının, dolayısıyla da onlar tarafından yayılan
kitle kültürü ürünlerinin yaratıcıları, genel olarak tüm ürünlerinde eğlence
unsurunu ön plana çıkarmaktadırlar. Bilgi veya estetik gibi önemli unsurlar
bile kimi zaman bu “eğlendirme işlevi” uğruna göz ardı edilmeye başlanmıştır.
Ne pahasına olursa olsun eğlendirme kaygısının sonuçları günümüzde öyle
boyutlara ulaşmıştır ki, ürün ne olursa olsun, bir haber bülteni, tartışma
programı veya belgesel; insanlara bu ürünleri izletme yolunun eğlence
öğelerinden geçtiğine inanılır. Kitle kültürünü eleştirenler, bu konuda Gans’ın
da belirttiği gibi, “…geçmiş kültürün şimdi eğlenceye boğulduğunu…”
günümüzde karşılaşılan biçiminde geçmişte bilgilenme olarak adlandırılan
durumun, artık “bilgilence” (enfotainment) ile bağdaştırıldığına vurgu
yapmaktadır (1999: 92).
Tüm gün çalıştıkları işlerinde bunalan ve kendilerinin, pek de hoşlarına
gitmeyen, hayatlarından kurtulmak isteyen insanlara, yepyeni, sorunsuz ve
tabiî ki eğlenceli (!) bir dünya vaat eden popüler kültür üreticileri için birinci
önceliği, insanları bilgilendirmek ve benzeri “sıkıcı” görevler yerine onları
eğlendirmek almıştır. Bu nedenle de, daha sonra da üzerinde durulacağı
üzere, belgeseller, haber veya tartışma programları ya azalmış ya da bu
eğlence dünyasının bir parçası haline getirilmiştir. İnsanlara gerçek dünyadan
kaçmak için bir çıkış noktası yaratılmıştır. Beybin Kejanlıoğlu, kültür
endüstrisinin kendi üzerine aldığı “eğlendirme” görevine değinmiş ve konuyu,
“ kültür endüstrisinin mutluluk kaynağı olan haz almayı kültürel mallara, belli
46
bir eğlence kavrayışına hapsetmesi söz konusudur” olarak açıklamıştır
(2005: 186).
Çoğu araştırmacı tarafından popüler kültürün özelliklerinden biri olarak
görülen bir konu da, popüler kültürün kendi içinde barındırdığı belki de tek
süreklilik (kontinivitaet) olan, sürekli değişim ihtiyacıdır. Popüler kültür bir
anlamda, tüketim kültürünün bir parçası olarak, her zaman bir yenilik
arayışındadır ve çabuk tüketilen ürünlerin yaratıcısıdır. İzleyicinin tüm
dikkatini daima kendi üzerinde toplamaya çalışan bu eğlence endüstrisinin
profesyonelleri, sürekli bir yenilik vaadi içindedirler. Ahmet Oktay’ın da
belirttiği gibi “popüler kültürün anlık olanın, günübirlik olanın üzerinde
durması, yaşantıları ve eşyayı büyük ölçüde geçersizleştirmesi, bilerek ya da
bilmeyerek kullan-at ideolojisini kışkırtması tarihsizleştirme olgusunun
beslenmesi” sonucunu doğurmaktadır (1997: 28). Bunun sonucu olarak
karşımıza, kısa sürede çok fazla kişi tarafından izlenen, üreticilerine maddi
kazanç sağlayan; fakat “popülerleştiği” kadar kısa sürede unutulan filmler, bir
anda parlayan ve sönen yıldızlar çıkmaktadır. Söz konusu ürün her ne olursa
olsun başarı (maddi anlamda) kazanmalı ve kısa bir süre sonra yerini başarı
kazanması gereken yeni bir ürüne bırakmalıdır. Ancak bu durumun istisnaları
da söz konusudur. Zamanında çok ses getirmiş ve daha sonra unutulmuş bir
ürünün yıllar sonra tekrar aktüel hale getirilip, yeniden tüketime sunulması da
kültür endüstrisinin pratiklerindendir.19 Söz konusu pratikler, zamanında
beğeni görmüş bir filmin yıllar sonra tekrar yorumlanması veya ülkemizde
19 Söz konusu olgu Batı’da popüler müzik ile ilgili olarak, Evergreen adı altında tanımlanmaktadır. Bu konuda daha fazla bilgi için bknz Hans Christoph Worbs, Der Schlager. Bestandsaufnahme-Analyse Dokumentation: 36-38.
47
eski 45’liklerin yeni sanatçılar tarafından tekrar yorumlanarak kasete
alınmaları şeklinde karşımıza çıkabilmektedir.
Popüler kültür ürünlerinin başka bir özellikleri de, daha önce yukarıda
belirttiğim gibi, bu ürünlerin hiçbirinin karmaşık bir yapıya sahip olmamaları
(olamamaları) gerçeğidir. Başka bir deyişle basit, kolay anlaşılır olmalarıdır.
Daha önce de değinildiği gibi, tüm popüler kültür ürünlerinin kendi içinde
barındırmak zorunda oldukları bir unsur “eğlendirme” unsurudur. Eğlence
ürünlerinde her tepkinin önceden hazır olduğunu ve gönderdiği sinyallerden
zevk alınması gerektiğini belirten Beybin Kejanlıoğlu, oysa kültür endüstrisine
göre, “…zihinsel çaba ve bağımsız düşünce yorucudur ve dışlanmalıdır.”
diye devam etmiştir (2005: 187). Bu durum bir yandan popüler kültürün ve
yaratıcılarının, herkese ulaşma, bir potansiyel “müşteriyi” dahi kaybetmeme
arayışının bir sonucu olarak da görülebilir. Filiz Aydoğan da Medya ve
Popüler Kültür isimli kitabında bu konuya değinmiş, “ kitle kültürü, hiçbir
konunun fazla karmaşık olmaması yolundaki tez sayesinde bayağılığı
yüceltmiş, sıradan insanlar toplumsal karar alma süreçlerinde etkin
katılımcılar olmaktan çıkarılarak gerçeklikten kaçan edilgin tüketiciler
durumuna düşürülmüştür.” diye yazmıştır (2004: 15). Bu standartlara hitap
etme arzusu sonucu, popüler kültür daha çok standardize edilmiş,
stereotipler yani klişeler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu konuya değinen Oktay,
popüler kültür ürünlerinin bu durumunu, “ … içeriklerinde son derece şematik
kurgulara yaslanır, okuru (ya da izleyiciyi) bir tür stereotiplere alıştırır.”
şeklinde dile getirmiştir. İnsanlara sunulan programlarda, filmlerde, onlara
tanıdık gelen, belli bir bağ kurabilecekleri insanlara, tiplemelere ve konulara
48
yer verilmeye çalışılmaktadır (Son yıllarda çok popüler olmaya başlayan Biri
Bizi Gözetliyor ve benzeri docu-dramalar bu tip programlara en güzel
örnekler arasındadır). Böylece, konunun ve kurgunun karmaşıklığı
azaltılmakta, tüm insanların içinde yer alan şiddet, merak ve röntgencilik gibi
hazlara daha çok yer verilmeye başlanmaktadır. Bunun sonucu olarak da,
söz konusu bu kültürün birçok ürünü, içinde bu öğeleri barındırma
zorunluluğundan kurtulamamıştır.
Daha önce de Löwenthal’den aktardığım gibi, kültür endüstrisinin
kendine özgü çalışma şekillerinden biri de, kendine özgü yeni popüler ürünler
yaratmanın yanı sıra, diğer kültürlerden ürünleri alıp onları dönüştürmesidir.
Beybin Kejanlıoğlu’nun felsefesini “herkes için her şey sağlanır ve böylece
kimse kaçamaz” (Kejanlıoğlu, 2005: 186), olarak açıkladığı kültür
endüstrisinin bu bakış açısı, yüksek kültürü veya halk kültürünü de kaynak
olarak kullanmasına da sebep olmuş, popüler kültürün dikey geçişkenliği de
bu şekilde doğrulanmıştır. Bu dikey geçişkenlik, popüler kültürün sadece alt
kültür gruplarına değil, genellikle yüksek kültür grubuna dahil edilenlerin bile
kimi zaman popüler kültür ürünlerini kullanmaktan, izlemekten haz almaları
anlamına gelmektedir. Popüler kültürün, toplumdaki sınıfsal basamaklarda,
en aşağıdan en yukarı kadar tüm insanların ilgisini çekme çabası, yüksek
kültür veya halk kültüründen alınan örneklerin popülerleştirilerek, tüm
kesimlere uygun bir şeyler sunulmaya çalışılması pratiğini de doğurmuştur.
Popüler kültürün, hiçbir konunun gereğinden fazla karmaşık olmaması
gerektiği tezi nedeniyle, diğer kültürlerden aldığı malzemeleri tabiî ki olduğu
49
gibi kullanmamakta, değiştirip, dönüştürmekte, kısacası kendine adapte
etmektedir.
Bu araştırmanın konusu olan tarihi ve arkeolojik belgesellerin
popülerleşme eğilimleri, bu belgesellerin izleyicilere ulaşımının, popülerleşme
süreçlerinin birebir kitle iletişim araçları yoluyla sağlanması ve özellikle son
dönemde, çoğu araştırmacının da ileri sürdüğü gibi, endüstrinin otantik
popüler kültürden giderek daha da uzaklaşıyor olması nedeniyle; bu
araştırmanın genelinde kullanılan popüler kültür ve popüler kültür ürünleri
kavramları, daha çok kitle kültürü, eğlence endüstrisi ve onların ürünlerini
tanımlamak için kullanılmaktadır.
Popüler kültür ve onun ürünleri hakkında yapılan tartışmaların ışığında,
araştırmamızın bundan sonraki bölümünü oluşturan çözümleme kısmında,
belgeseller, popüler kültür ürünlerinin belli başlı özellikleri, yani bir ürünün
popüler kültür ürünü olarak adlandırılmasına neden olan başlıca özellikler
göz önüne alınarak incelenecektir.20
Televizyonun yaygınlaşması, insanların izlemek istedikleri şeyleri
sinemaya gitmek yerine evlerinde, oturma odalarında ve istedikleri saatte
izlemeye başlamaları kuşkusuz sinemayı kötü yönde etkilemiştir. Bir anda
izleyici sıkıntısı çekmeye başlayan sinema, bunun sonucu bir bocalama
dönemine girmiştir. Filmler ve dolayısıyla da belgesel filmler artık daha çok
televizyon izleyicileri için yapılmaya başlanmıştır. Belgeselin, sinema
perdesinden televizyon ekranına geçişi, belgeseller üzerinde gerek kurgusal,
gerek görsel, gerekse tematik açıdan birçok değişikliğe neden olmuştur.
Bundan dolayı, araştırmada analiz edilen belgesellerin televizyon filmi değil, 20 Bknz: aşağıda: 59 v.d.
50
sinema filmleri olmalarına rağmen, belgeselin popülerleşme süreçlerini
incelerken, televizyona ve onun belgeseller üzerinde bıraktığı etkilere
değinmenin çok gerekli olduğu görüşündeyim. İşte bu nedenden dolayıdır ki,
bundan sonraki bölümde televizyona, ve onun belgesel film yapımına
etkilerine yer verilecektir.
1.3.3. TELEVİZYON VE BELGESEL FİLM
Matbaanın Avrupa’da 15. yüzyılda yaygın biçimde kullanılmaya
başlamasıyla karşımıza çıkmaya başlayan tekrar üretme, reprodüksiyon
geleneği, kitapların reprodüksiyonlarının yanı sıra, gazetelerin ve 20. yüzyılda
televizyonun yaygınlaşması ile beraber daha da ileri bir düzey kazanmıştır.
Gerek bu reprodüksiyon yaratma özelliği, gerekse çağımızın “masalcı dedesi”
olarak işlev gören televizyonun nasıl işlediği, bu araştırmanın konusunu
oluşturan belgeselleri biçimsel ve içeriksel açılardan etkilemesi ve
popülerleştirme gücü nedeniyle önemlidir. Bu görüşten yola çıkılarak, bu
bölümde, televizyonun, onu televizyon yapan özellikler ışığında, sözü edilen
tarih ve arkeoloji belgesellerini nasıl etkilediği incelenmeye çalışılmıştır.
Televizyon, Nijat Özön’ün Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü’nde
“devinimli görüntülerin kablolar ya da telsiz bağlantısıyla çok uzaklardaki
yerlere ulaştırılması ve buralarda izlenebilmesi” olarak tanımlanmaktadır
( 1981: 295).
Televizyonun yaygınlaşmasının özellikle sinema sektörünü ne denli
büyük ölçüde etkilediği açıktır. Günümüzde sadece her evde bulunmakla
kalmayan, neredeyse her evde birden fazla örnekle temsil edilen bu popüler
51
aygıt, sinemadan daha ekonomik olması, insanların istedikleri saatte kendi
evlerinden yapabildikleri bir uğraş olması ve benzeri nitelikleri nedeniyle
özellikle ilk yaygınlaştığı dönemde sinemayı neredeyse bir çöküşün eşiğine
getirmiştir. Boş koltuklara film gösteren sinemalar sonunda, sektör kendini
ayakta tutmak için, özellikle Türkiye’de, seks filmleri üzerine
yoğunlaşmışlardır.
Bu durumun diğer bir açıdan da televizyonda yayınlanan programları
etkisi altına almıştır. Sinema için yapılan filmler, belgeseller artık televizyon
için yapılmaya başlanmıştır. Bunun sonucu, artık televizyonun kurallarına
uymak zorunda kalan filmlerin ve özellikle de bu tezin konusunu oluşturan
belgesellerin, tür özelliklerinde de birtakım değişiklikler görülmeye
başlanmıştır. Bilal Arık, bu değişimlerin başında “sinema salonlarından
beyazcama taşınan belgesel sinema, artık yalnızca dağıtım tekellerinin
kurallarına bağlı değil, eline aldığı her malzemeyi kendi amaçları
doğrultusunda dönüştüren ve değiştiren kültürel değirmen televizyonun
kurallarına da uymak zorunda kalmıştır” şeklinde özetlemektedir (2005: 150).
Avrupa’da ve özelikle de ülkemizde, önceleri sadece devlet eliyle yürütülen
kamu yayıncılığının sürdürülmesi durumu, her ne kadar bu süreci
durduramamış olsa da, yavaşlattığı kesindir.
Kamuyu bilinçlendirme, eğitme gibi görevleri yüklenen devlet eliyle
yürütülen kamu yayıncılığı, yüklendiği bu sorumluluk nedeniyle kültürel olarak
nitelendirilen, haber, belgesel ve benzeri programlara öncelik vermiştir. Söz
konusu yayıncıların, bu yayın politikalarını sürdürürken, 1970 ve 80’lerde Batı
Avrupa’da iletişim politikaları ve teknik açıdan büyük değişiklikler ortaya
52
çıkmaya başladı. Batı’da ortaya çıkmaya başlayan “değişen dünya”
söylemlerinin sonucu yaşanan bu değişimlerden 1990’lı yıllara gelindiğinde
Türkiye’de payını aldı. Artık devlet tekeli kalkmış, ticari televizyonlar olarak da
adlandırılan özel televizyonlar yavaş yavaş kurulmaya başlamıştır.
Özel televizyonlar dönemi, kısaca, Türkiye’de, kültürel programların
(belgesel v.s), kapatma cezası alan televizyonlara RTÜK tarafından zorla
yayınlattığı dönem olarak da tanımlanabilir. Eğlendirme amacına hizmet
etmeyen her ürünün, sıkıcı, gereksiz ve bir çeşit “ceza” olarak görüldüğü bu
dönemde, ticari kanallar kısa bir sürede çoğalmış ve adından da anlaşıldığı
gibi ticari amaçla kurulan bu kanallar ile beraber, televizyona tüketim kültürü
iyice yerleşmiştir.
Sözü edilen dönemle beraber, televizyonda her şeyden önce akış
anlayışı giderek daha da önem kazanmaya başlamıştır. Televizyonun ürünü,
hem daha küçük bir birim program içinde hem de bir günün ya da akşamın
daha büyük programlar dizisi içinde süreklilik ve kesintisizliktir. Düşük olan
görsel enformasyon, kısmen art arda sıralanarak sıkıştırılmış programların
yoğunluğu ve ısrarcı, yoğun sesle giderilir, ölü zaman ve mekậndan ne olursa
olsun kaçınılır; akış sürekli olmalıdır (Monaco, 2002: 439). Bir televizyon
programının kısıtlı bir süresi olması ve programın diğer programlarlarla
rekabet içinde olmasının gerekliliği, televizyonculuk pratiğinin her köşesine
sinmiş unsurlardır.
Televizyon Öldüren Eğlence, isimli kitabında Neil Postman, televizyonun
işleyişini açıklar:
televizyonda hemen her yarım saatte bir içeriği, bağlamı ve dokusuyla bir önceki ya da sonraki programdan ayrılan farklı
53
bir program yayınlanır. Kısmen televizyon kendi zamanını dakika ve saniyelerle sattığından, kısmen televizyonun sözcüklerden çok görüntülerden yararlanması gerektiğinden, kısmen de televizyon izleyicileri aygıtlarının başına kafalarına estiği gibi geçip ayrılabileceklerinden programlar hemen hemen her sekiz dakikalık bölümlerinde başlı başına bir bölüm gibi durabileceği şekilde yerleştirilmektedir (2004: 114).
Günümüzde kitle iletişim araçlarının en gözde olanı olarak
adlandırabileceğimiz televizyon, ekonomisi reklam payları üzerine kurulu
olduğundan, olabildiğince çok insana kendini izletmeyi amaç edinmiştir. Neil
Postman’ın yukarda belirtilen cümlesi bu açıdan çok tanımlayıcıdır. İzleyiciyi
ekrana bağlamak, istediği her saatte ona söz verdiği “eğlenceyi” sunmak
amacıyla yola çıkan televizyon, insanların sıkılmasına asla fırsat tanımayan
kesintisiz bir yayın mantığı gütmektedir. Her şey hızlıca akıp gitmeli, her
zevke ve isteğe yönelik programlar her an izleyicinin emrine amade olmalıdır;
tabiî ki kültür endüstrisinin çıkarları doğrultusunda. Bu doğrultuda televizyon
ürünlerinin form ve üslup özelliklerinde de birtakım değişiklikler ortaya
çıkmaya başlamış, hızlı kurgu, şaşaa ve benzeri unsurlar tüm programlara
yansımıştır.
Ahmet Oktay’dan alıntıyla Marshall McLuhan, “televizyonun devreye
girişiyle dünyanın “evrensel bir köye” dönüştürüldüğünü, algılamanın
bütünsel anında ve duyumsal nitelik kazandığı ve yazı uygarlığının sonunu
muştaladığını” belirtmiştir (aktaran; Oktay, 1997: 249). Hiç kuşkusuz
televizyonun beraberinde getirdiği en büyük yenilik, ses ve görüntünün
birleşimini oturma odalarına taşımasıdır. Oturma odalarına taşınan bu ses ve
görüntü kompozisyonu beraberinde farklı dünyalar, ülkeler ve kültürler de
54
getirmiştir. Bir anlamda bilgiye kolay ulaşılabilmesi anlamına da gelmesi
gereken bu durum, kısmen de olsa, televizyonda gösterilenlerin insanların
deneyimlerinin yerine geçmesi sonucunu da doğurmuştur. Televizyonda
izlenen her şeyin gerçek olduğu konusunda kuşkuya düşmeyiz bile; çünkü
görürüz ve duyarız. Yani “gözümüze” inanırız. Böylece Filiz Aydoğan’ın
değimiyle “ …insan yalnızca görebildiği ya da izleyebildiği bu kısır dünyada,
Shakespeare’i, Sokrates’i kendisine ya da komşusuna benzeyen bir
televizyon kahramanı olarak” tanımaya başlamıştır (2004: 41).
Söz konusu belgeseller olduğunda ise televizyonun “gerçeği”
gösterdiğine duyulan bu güven ve onu bir bilgilendirme aracı olarak görme
durumu çok daha ciddi boyutlara ulaşmaktadır. Yapısı gereği belgelere
dayanması gereken, söylemi gerçekler üzerinde duran bu türün, verdiği
bilgilerin doğruluğu ve gerçekliği konusunda izleyicilerde herhangi bir şüphe
yoktur.
Günümüz insanının televizyonun karşısında geçirdiği bu “bilgilenme”
sürecini ve bu sürecin işleyişi, Aydoğan’ a göre;
kitle iletişim araçlarıyla gerçekleştirilen iletişim süreci, mesajı gönderen ile alan tarafın başat kültür alanı içinde anlaşılabilmesini gerektirmektedir. Bu iletişim sürecinde, mesajı alan kesimler bağımlı konumdadırlar, eşit ya da özgür değil. Çünkü gönderilen mesajlar, mesajı hazırlayan kişilerin değerlerine, normlarına göre önceden hazırlanmakta, bu nedenle de toplumdaki egemenlik ilişkilerini taşıyan başat kültüre göre yorumlanmak zorundadırlar ( 2004: 14).
Ulusal televizyonlar, James Monaco’nun değimiyle, “ Hollywood gibi
eğlence değil, izleyici satarlar” (2002: 442). Evet bu teşhis doğrudur; çünkü
bu kanallar açısından olabilecek tek maddi dönüşüm, reklam pastasından
55
alınacak paydır. Televizyonun ilk yıllarında geçerli olan program yapımlarının
televizyonların kendi tarafından gerçekleştirilmesinin, Amerika’da 1960’lardan
itibaren yerini ticari yapım şirketlerine devretmesi sonucu, reklam pay ve
stratejilerinde de büyük değişiklikler olmuştur. Reklamcıların aylar boyunca
belli saat dilimlerini kiraladığı dönemler böylece son bulmuş, süreler
saniyelerle sınırlandırılmaya başlamıştır. Bu sınırlandırma sonucu, reklam
verenler, daha önce yaptıkları gibi az izlenen programlara sponsorluk
yapmamaya başlamış, izlenme oranları giderek daha fazla önem kazanmaya
başlamıştır.
1950’li yıllarda televizyon, bugünkü eğlendirme söyleminin aksine, daha
çok bilgilendirme, eğitme görevini ön planda tutmaktaydı. Belgeseller, klasik
yapıtların uyarlamaları ve benzeri kültürel ürünler televizyonların izleyicilere
sundukları öncelikli programlar arasındaydı. 90’lı yıllara gelindiğinde ise
televizyon, Pierre Bourdeiu’nün de Televizyon Üzerine isimli kitabında
belirttiği gibi;
… en geniş izleyici kitlesine ulaşmak için, televizyon izleyicilerine, paradigması talk-show, yaşam kesimlerinin, yaşantıların hiç saklısız teşhiri olan, çoğunlukla aşırılıklar içeren ve bir çeşit röntgenciliği ve teşhirciliği tatmine yarayan ham ürünler… (1997; 54).
olarak tanımladığı programlarla dolup taşmış durumdadır. Popüler kültür
konusunda sözünü ettiğimiz “eğlendirme” unsuru, son yıllarda, özellikle
Avrupa’da ve Türkiye’de, özel kanalların yayına geçmesi ile beraber,
televizyonculuğun bel kemiğini oluşturmaya başlamıştır. Rayting kaygısının
televizyoncuları, insanlarda haz uyandıracak her konuyu (şiddet, cinsellik,
röntgencilik v.b.) kullanmaya ittiğini göz ardı etmek mümkün değildir. İnsanlar
56
artık, başka insanların acılarını, kavga ve aşklarını izliyorlar. Tüm bu eğlence
dünyası içinde sunulan temalar, izleyiciyi zorlamayacak, kavramak için asgari
bir yetenek gerektirmektedir.
Söz konusu “eğlence” unsuru, televizyonun ilk yıllarında üstlendiği
bilgilendirme görevini bile ele geçirmiş gibi görünmektedir. Eğlence
unsurunun bu fethi, günümüz televizyonu için kullanılan “bilgilence” tanımını
da ortaya çıkarmıştır. Bu tanım, genellikle “ciddi” ya da “kültürel” olarak
nitelendirilen programlar için kullanılan bilgiyi eğlendirerek verme pratiğini
nitelemektedir. Herkesi ekran başında tutmak amacıyla, popüler kültürün
“demokratik” olma söylemi ile beraber, her program herkesin anlayabileceği
bir biçime sokulmalıdır. Bu ise, sadece programların karmaşıklığını asgari
düzeyde tutmak şeklinde değil, aynı zamanda kimsenin sıkılmaması için
“eğlence” unsuruna akla gelebilecek her programın içinde yer vermek
şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bourdeiu, günümüz televizyon pratiği ile ilgili
olarak bir “ayıklama ilkesinden” bahsetmektedir. Bu ilkenin, televizyonlarda,
sansasyonelin, gösteri nitelikli olanın aranması olduğundan bahseden Pierre
Bourdeiu, televizyonda iki tür canlandırma yapıldığını ileri sürmektedir. Ona
göre bu canlandırma şekilleri, “bir olayın sahneye konması,
görüntülendirilmesi ve bu olayın öneminin, vahametinin, dramatik ve trajik
niteliklerinin abartılması” şeklinde karşımıza çıkmaktadır (1997: 24).
Televizyonun bu ihtişam, sansasyon ve trajedi arayışı, rekabetin artışı
ile beraber, televizyonlar arası bir gösteri yarışı haline gelmiştir. Böylece
belgesel gibi türler de bundan etkilenmiş, televizyonda yayınlanmak amacıyla
yapılmasalar bile, bu arayışı içlerine sindirmeye başlamışlardır. Bunun
57
sonucu olarak, daha sonra da örneklendirileceği üzere, belgeseller bile en iyi
aksiyon filmlerine parmak ısırtacak sahneler içermeye başlamıştır.
Televizyonun bu özelliği, sansasyon basını olarak da nitelendirilen,
bulvar gazetelerinin yayın anlayışına büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.
Bu noktada, tehlikeli olan, bu arayışın belgeseller gibi ciddi, insanların
doğruluğuna inandıkları ve eğlenmek değil, bilgilenmek amacıyla izledikleri
programlarda da karşımıza çıkmasıdır.
Ticari televizyonların çoğaldığı günümüzde rekabetin artışının
sonuçlarına değinen Ahmet Oktay’a göre, “özellikle reklam sektörü ne
eklemlenmiş bulunan televizyon, sürekli olarak tüketim ideolojisini kışkırtıyor
ve emekçi sınıf ve kesimlerin büyük ölçüde üst ve orta gelir gruplarının
kültürel ve ekonomik kalıplarını benimsemesine” sebep oluyor. Sözlerine
Oskay’ın alıntısıyla devam eden Oktay’a göre tüketim,
bu kesimlerde reel-yaşamın tamamlayıcısı ve destekleyicisi yeni ve zengin bir fantazyanın yapıcı öğesine dönüştürülmüş, bir ideoloji aracı, hegemonik ideolojinin bir tür harcı olmuştur. (…) Bu yaşam felsefesi, değiştirilemeyen reel-yaşamın aynı ile yinelenmesi olduğu için, reel olan ile fantazya olan birleştirilmiş, bağımlı konumdaki sınıf ve katmanların dış-gerçekliklere katlanmaları kolaylaştırılmıştır (1997: 250).
Ülkemizde 1990’dan sonra başlayan özel televizyon yayıncılığı ve bu
yayıncılığı beraberinde getirdiği kâr amaçlı politikalar, rayting ve reklam
pastasından en büyük payı alma kaygıları, televizyonlar arası rekabeti
arttırmış, bu durumdan kuruluşu itibariyle kamu yararına yayın yapan devlet
televizyonları da paylarını almışlardır. Ahmet Oktay da Türkiye’de Popüler
Kültür adlı kitabında, bu rekabet sonucu devlet televizyonlarının da eğlence
58
endüstrisinin bir parçası olmaya başladığı şu anki durumu,“ kamu ve özel
kesim televizyonlarında yer alan kültürel ve siyasal içerikli yapımlar da
giderek seyirlik programlar haline dönüşmeye, dolayısıyla da demokratik ve
özgürlükçü biçimde serbestçe kamuoyu oluşturma amacını yerine
getirememeye aday görünüyorlar” şeklinde yorumlamıştır (1997: 251).
Televizyon yayınlarında karşılaşılan bu durum, Çelenk’in sözünü ettiği,
televizyonun seriyalleşme eğilimleri ile de bağdaştırılabilir. Çelenk’in,
“televizyonun farklı tür ve formatlardaki programlarının bir devamlılık mantığı
içinde ve “anlatısal”lığı öne çıkaran bir biçimde kurgulanması” olarak
tanımladığı seriyalleşme eğilimleri, tüm programları, benzeştirmeye doğru
giden biçim değişiklikleri yaratmaktadır (2005: 333). Bu eğilimler sonucu,
belgesel gibi daha farklı ürünler, ya daha az tercih edilmeye başlanmış, ya
da melezleştirilmişlerdir. Çelenk, seriyalleştirme eğilimlerinin bir diğer boyutu
olarak tanımladığı türlerin tahrif edilmesi ve melezleştirme’nin, “…olgusal
(factual) kavramıyla tanımladığımız bütün türlerinin biçim ve içerik olarak
melez bir karakter kazanmasına ve türdeşleşmesine” yol açtığından
bahsetmektedir (2005:336).
Televizyon ile belgeselin tanışması ve belgeselin bir süre sonra
neredeyse sadece televizyonda yayınlanmak için hazırlanan bir tür halini
alması, daha önce de sözünü ettiğimiz seriyalleşme eğilimleri, belgesel
filmlerde hiç kuşkusuz belli form ve üslup yeniliklerine yol açmıştır. Bu üslup
değişikliklerine bir de teknolojinin etkisiyle meydana gelen değişiklikler
eklendiğinde, karşımıza belki de tekrar tanımlanması gereği doğabilecek bir
belgesel anlayışı çıkmaktadır. Günümüzün, televizyon etkisindeki
59
belgeselleri, hızlı kurguları, gösterişli sahneleri, dramatik öğeleri ile
sinemalarımızda ve televizyon ekranlarımızda görünür hale gelmiş, hatta bu
değişimler belgesel sinema içinde yeni türlerin doğmasına yol açmıştır. Bu
yeni türler, “kurmaca ve belgesel arasında yer alan ve yarı drama yarı
belgesel özelliği taşımaları” nedeniyle, dokudrama, imgesel belgesel gibi
isimlerle adlandırılmıştır (Oktan, 2005: 39).
Araştırmanın bu bölümünde, televizyonun sözü edilen özellikleri ve bu
özelliklerin tüm hayatımıza entegre olmaya başladığı göz önüne alındığında,
Pierre Bourdeiu’nün, televizyonun “… farklı mekanizmaları boyunca, kültürel
üretimin farklı kürelerini, sanatı, edebiyatı, bilimi, felsefeyi, hukuku, çok büyük
bir tehlikeyle karşı karşıya bıraktığı” görüşüne katılmamak elde değildir
(1997: 13).
60
2. BÖLÜM
2.1. “HİTİTLER” VE “URARTU’NUN İKİ MEVSİMİ" BELGESELLERİNDE
GÖRSEL BELGE SORUNU VE POPÜLERLEŞME EĞİLİMLERİ
Uzun zaman, kültür endüstrisi ile arasında her zaman mesafe olan,
kendi karakteristik özellikleri sebebiyle, bir türlü popülerleşmeye uygun bir
formata dönüştürülemeyen belgesel sinema bile endüstriyel işleyişin
benzeştiren, melezleştiren baskısı altında kalmaktan kurtulamamıştır.
Arkın‘ın da belirttiği gibi, belgeselde, “… kameranın her an kendini gösteren
varlığı, izleyicilerin filmlerde olduğu gibi, kendilerini kaptırıp özdeşleşmelerine
bir türlü olanak vermemekteydi. Ayrıca belgeselin zamanı ve aksiyonu
genelde kendi özgün oluş biçimi doğrultusunda kurgulaması, onun
standartlaşması ve doğal olarak da popülerleşmesi önünde bir engel”
oluşturmaktaydı (2005: 149). Bu engele rağmen kültür endüstrisi son
dönemlerde belgeselleri bile popülerleştirmenin bir yolunu bulmuştur.
İşte daha önceki bölümlerde teorik olarak incelediğimiz popüler kültür ve
televizyon unsurlarının, tarih ve arkeoloji belgesellerinde karşılaşılan görsel
belge problemlerine getirilen çözümlerini ne denli etkilediği ve onlar üzerinde
yarattığı popülerleşme eğilimleri, bu bölümde iki belgesel film üzerinden
incelenecektir. Söz konusu filmler Süha Arın’ın Urartu’nun İki Mevsimi ve
Tolga Örnek’in Hititler belgeselleridir. Bu filmler gerek yapım tarihleri
açısından bir süreci tanımlamaları, gerekse iki farklı dönemde, iki farklı
yönetmen tarafından çekilmiş iki tarihi belgesel olmaları nedeniyle
seçilmişlerdir. Bu seçimle, teknolojinin, televizyonun, gelişen ve yayılan,
eğlence endüstrisi ile popüler kültürün demokrasi söyleminin belgesellerin
61
form ve üslup özelliklerini zaman içinde ne boyutta etkilediklerinin gözler
önüne serilmesi amaçlanmaktadır.
Belgesellerin incelenmesine geçilmeden önce, yaratıcılarından kısaca
söz etmek gerekmektedir. Bu araştırmada incelenen ilk belgesel olan
Urartu’nun İki Mevsimi ‘nin yönetmeni Süha Arın, Türk belgeselcilik tarihinin
en önemli isimlerinden birisidir.21 Söz konusu belgesellerin ilki olan, Süha
Arın’ın 1977 yılında çektiği Urartu’nun İki Mevsimi, yönetmenin, Anadolu
Uygarlıkları belgesel dizisinin üçüncüsüdür. Belgeselde Doğu Anadolu’da
M.Ö. I.bin yılında yaşamış olan Urartular’ın bu zorlu coğrafyada kurdukları ve
yaşattıkları bir kültür anlatılmaktadır.
Bu çalışmada incelenecek diğer film ise, Tolga Örnek ‘in 2003 yapımı
Hititler belgeselidir. Söz konusu belgeselin yönetmeni,1972 doğumlu Tolga Örnek
ise, İstanbul Teknik Üniversitesi Metalurji Bölümü'nden mezun olduktan sonra, University of
Florida'da 'Malzeme Bilimi' üzerine Master yapmıştır.22 Yönetmen, bu belgeselde bir
dönem Anadolu’ya damgasını vurmuş büyük bir medeniyet olan Hititler’in
21 1942 doğumlu Arın, ilk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. 1965'te ABD'ye giderek Sinema Televizyon Yapımcılığı ve Yönetmenliği eğitimi aldı. Kitle Haberleşmesi- Hükümet ve Kamu Enformasyonu dalında yüksek lisans yaptı. Suha Arın, 40 yıl süren üretken meslek yaşamında, çok sayıda ulusal ve uluslararası ödüle layık görülen yapıtlara imza attı. Filmlerinde Anadolu kültürünün ve Türk toplumunun çağdaş ve geleneksel değerlerini, sosyal ve siyasal konuları bir Cumhuriyet aydını duyarlılığıyla işleyen Arın, belgesel yönetmenliğinin yanı sıra eğitimci kimliğine de sahipti. 1973’te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda başlayıp, Ankara ve İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde sürdürdüğü öğretim görevinde, aralarında günümüzün ünlü yönetmenleri, gazetecileri ve akademisyenlerinin de
bulunduğu çok sayıda öğrencinin yetişmesine katkıda bulundu. İlk filmini 1974 yılında yapan Arın’ın yaşamı boyunca yaklaşok 59 belgesel hazırlamıştır. Bunların arasından en önemlileri ise, Tahacıı Fatma, Kapalıçarşı’da 40 Bin Adım, Cemal reşit Rey, Kula’da Üç Gün, Anadolu’da konutun Öyküsü, Fırat Göl Olurken, Hattiler’den Hitililere, Affın Ardından, Midas’ın Dünyası, Safranbolu’da Zaman, Urartu’nun iki Mevsimi, İstanbul’un Çağırdığı Su, Yörük elif, Eski Evler Eski Ustalar, Dünya Durdukça, Mimar Sinan ve Ayasofya vardır. Süha Arın 2 Şubat 2004’te aramızdan ayrılmıştır. 22 Daha sonra sinemaya olan ilgisi dolayısıyla University of Washington'da 'Sinema' üzerine yüksek lisans yapmaya başlayan Örnek, eğitimini tamamladıktan sonra iki sene daha Amerika'da yaşadı. Daha sonra Türkiye’ye dönerek Ekip Film bünyesinde çalışmaya başlayan Örnek, bugüne kadar 4 tane belgesel yönetti; 1998’de ‘Atatürk Belgeseli’ ve ‘Fenerbahçe Spor Kulübü Belgeseli’,1999’da ‘Tanrıların Tahtı Nemrut’ ve 2003 yılında ‘Hititler’ belgeseli.
62
kuruluşundan yıkılışına kadar süregelen hikậyesini anlatmaktadır. Türkiye’de
o güne kadar yapılmış en büyük bütçeli belgesellerden biri olma özelliğini
taşıyan filmde, son teknolojinin ve iyi oyuncuların tüm avantajları
kullanılmıştır.
Bu bölümde, söz konusu belgeseller kısaca özetlendikten sonra, altı
ayrı bölümde incelenecek, belgesellerin bu altı farklı özelliği üzerinden görsel
belge problemlerine getirdikleri çözümler ve popülerleşme eğilimleri ortaya
konmaya çalışılacaktır.
2.1.1. BELGESELLERİN ÖZETLENMESİ
a) URARTU’NUN İKİ MEVSİMİ
Bu araştırmada incelenen ilk belgesel Süha Arın’ın Urartu’nun İki
Mevsimi isimli belgeselidir. Söz konusu belgesel, Ararat’ın (Ağrı Dağı) Nuh
Tufanı ile olan ilişkisinin anlatımı ve bu esnada Ağrı Dağı’nın görüntülerinin
gösterilmesi ile başlar. Bu noktadan sonra, dağın anlatımı, efsaneden
gerçeğe dönerek, Ararat’ın Asur dilinde Urartu anlamına geldiğinin
açıklanmasıyla, Ağrı Dağı ve Van Gölü’nün bundan 2800 yıl önce kurulan
Urartu Uygarlığı için önemli iki coğrafi bölge olduğu anlatılırken, görsel olarak
da Ağrı dağı ve Van Gölü’nün görüntüleri ile desteklenmiştir.
Anlatım bu noktadan sonra Urartu Medeniyeti’nden günümüze kadar
kalan en önemli kalıntılarından biri olan Van Kalesi’ne odaklanmaktadır. Van
Kalesi’nin önemi anlatılırken bir yandan da kalenin bugünkü görüntüleri
verilmektedir.
63
Urartu dilinin çözülmesinden belgeselin çekildiği döneme kadar,
Asurlular’ın bir devamı olduğu düşünülen Urartular’ın, daha sonra da
Ermeniler’in ataları olarak görüldüğünün aksine; kullanılan dillerin farklı dil
ailelerine ait olması nedeniyle, gerek Ermeniler’den gerek Asurlular’dan farklı
bir medeniyet olduğunun altı çizilmektedir.
Van Kalesi ve içindeki kral mezarlarının Urartular’ın kaya işçiliğinin ne
denli ileri olduğunun bir kanıtı olduğu, yine kaleden ve mezarlardan
görüntülerle desteklenmek suretiyle açıklanmıştır. Özellikle Urartu kralı
Argişti’nin mezar odası, bu işçiliğin en güzel örneklerinden biri olarak
gösterilirken, kale duvarlarındaki yazıtlarda yer alan bu kralın askeri
başarılarının da dış ses yoluyla, kralın ağzından açıklanması, kale
duvarlarındaki yazıtların görüntüleri ve haritalarla desteklenmektedir. Kral
Argişti’nin diğer bir önemli başarısı olan su kanalları da bu metinlerle
açıklanmaktadır. Belgesel bu vesileyle, Doğu Anadolu’nun çok sert geçen
kışlarında, halkın yiyecek ihtiyacını karşılamak amacıyla, kısa yaz
mevsiminde topraktan daha fazla verim alabilmek için Urartular tarafından
yapılan, günümüz mühendislerini bile şaşırtan bu su kanallarının, önemini
açıklarken, bir yandan da doğal çekimlerle günümüzde hala kullanılan bu
kanalları ve bölge halkını göstermektedir.
Urartular en çok geliştikleri dönemde topraklarını Akdeniz’e kadar
genişlettikleri, fethettikleri kavimleri sistemli olarak başkent çevresine
yerleştirdikleri ve böylece çok çeşitli bir kültüre sahip olduklarını anlatan
yönetmen, günümüzde o topraklarda yaşayan halkın görüntülerini
yansıtmıştır ekrana.
64
Urartular’ın en önemli tanrısı olan Haldi’nin resmedildiği kabartmalarla
Urartular’ın taş işçiliğindeki hünerleri ortaya konmaya çalışılırken, bir yandan
da Urartular’ın en önemli sanat eserlerini oluşturan mühürler, müzede
sergilendikleri şekilde, mavi ya da kırmızı kumaş önünde gösterilerek
sergilenmiştir.
Urartular’ın çok iyi olduğu bir başka sanat da seramik ustalığıdır. Urartu
seramik ustalarının marifetleri şu anda müzede sergilenen pişmiş toprak
eserlerle gösterilmeye çalışılırken, bir yandan da bugünkü seramik
ustalarının çalışmalarının gösterilmesi ile bu eserlerin nasıl yapıldığına açıklık
getirilmeye çalışılmıştır.
Belgeselde Urartu sanatı ile ilgi verilen bir başka ayrıntı, resmedilen
kutsal kişilerin başlarındaki haledir. Yönetmen, bu halenin daha sonra
Hristiyan kültürüne geçtiğinden bahsetmektedir. Söz konusu halelerin,
Van’da bulunan Akdamar Kilisesi’nde de karşımıza çıktığından söz edilirken,
bu anlatım, kabartma ve fresklerdeki halelerle desteklenmiştir.
Urartu’dan günümüze kalan Toprakkale, Çavuştepe, Muşaşir, Anzavur
Tepe, Altıntepe gibi kale, tapınak ve yönetim merkezleri genel özellikleri ile
anlatılıp, gösterilirken, Urartu krallarının tapınaklara yazdırdıkları çivi yazılı
metinler de yine kralların ağzından dış ses yoluyla aktarılmış, tapınaklarda
yer alan kutsal ve kıymetli eşyalar ise sergilendikleri müzede tek tek yakın
çekimlerle ve tüm ayrıntılarıyla verilmiştir.
Belgesel, Urartular M.Ö. 7. yüzyıl sonlarında İskit ve Med saldırıları ile
yıkılışının anlatılması ile son bulmaktadır.
65
b) HİTİTLER
Hititler belgeseli, Hitit Devleti’nin kurulduğu dönemde Ortadoğu ve
Yakındoğu’nun genel durumu hakkında verilen bilgiler ve Hitit Uygarlığı’nın
birtakım genel özelliklerinin aktarılması ile başlar; “Anadolu’nun ilk büyük
krallığı” veya “zamanın en gelişmiş hukuk sistemine” sahip olması gibi. Bu
bilgiler, canlandırılan savaş sahneleri, kralları canlandıran oyuncular ve
haritalar eşliğinde verilir. Bundan sonra, Hitit Uygarlığı’nın ve yazısının
keşfinin hikậyesi, ve bilinen en eski yazılı anlaşma olan Kadeş Anlaşması’nın
önemi, eski Hitit şehirlerinin çekimleri ve bilim adamları ile yapılan
röportajlarla aktarılır. Kısacası belgeselin bu ilk bölümünde, Hitit Uygarlığı’nın
ve Hitit dilinin 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarındaki bilimsel çalışmalar
sonucu nasıl ortaya çıkarıldığı anlatılmıştır.
Belgeselin ikinci bölümünde, bilinen en eski Hint-Avrupa dilini kullanan
Hititler’in Anadolu’ya nerden gelmiş olabilecekleri ve geldikleri sırada
Anadolu’nun genel görünümü, aktarılmaya çalışıldıktan sonra, Hitit
Devleti’nin kuruluşu ve başkenti Hattuşa ile Hititler’in ilk kuruluş yıllarındaki
yayılma politikaları hakkında bilgiler verilmiştir. Bu bölümde, Hititler’in
genişleme süreçleri, haritalar yardımıyla aktarılırken, Hititler’in ilk kralı olan
I.Hattuşilli bir oyuncu tarafından canlandırılmıştır. Bu canlandırmalar
sırasında, kral Hattuşilli’nin kişiliğini tanımlamak amacıyla, onu oynayan
oyuncunun yakın çekimlerine yer verilmiş ve ölüm yatağındaki krala son
sözleri Hititçe söyletilmiştir.
I.Hattuşilli’nin ölümünden sonra tahta geçen torunu, Murşilli’nin
dedesinin başlattığı fetihlere devam edişi, yine haritalar ve savaş sahnelerinin
66
oyuncular ve bilgisayar destekli animasyonlar aracılığıyla canlandırılması
üzerinden anlatılmıştır. Bu fetihlerle beraber, farklı kültürlerle tanışan
Hititler’in kültürlerinde de birtakım değişimler olmaya başladığına dikkat
çeken film, bu değişimleri, Hititler’e ait çeşitli kalıntılar ve özellikle de
mühürlerin görüntülerinin verilmesi ve bu mühürlerin üzerindeki sembollerin
bilim adamları tarafından açıklanması ile ortaya koymaya çalışıyor. Bu
açıklamaların ardından, kral Murşilli’nin bir yakını tarafından nasıl ihanete
uğrayarak öldürüldüğü, yine oyuncuların yer aldığı dramatik canlandırmalarla
gözler önüne serilmeye çalışılmıştır.
Murşilli’nin ölümünden sonra devlette yaşanan krizin ardından tahta
geçen I.Telepinu’nun, devlet sisteminin nasıl işleyeceğine dair kuralları ve
kanunları düzenlediği Telepinu Fermanı’nın kaleme alınışı ve ilanı, yine
oyuncular tarafından canlandırılmıştır. Hitit kanunlarının anlatıldığı bu
bölümde, Hitit halkının gündelik yaşamı da aktarılmaya çalışılmış, animasyon
yöntemi ile Hitit halkı ve şehirleri yeniden yaratılmıştır. Hitit halkının temel
geçim kaynağı olan tarım faaliyetlerinin aktarılması, çekilen toprağı ekip
biçme görüntüleri ile, Hitit pazarları ise, bir pazar yerinin dekorlarla yeniden
inşa edilmesi yoluyla görüntülenmiştir. Hitit halkının şehir yaşamı, başkent
Hattuşa’nın maketinin üst açıdan, genel plan çekimleriyle ve yine
animasyonlar yardımıyla anlatılmaya çalışılmış, böylece Hattuşa’nın devlet
için önemi vurgulanmaya çalışılmıştır.
Belgeselde, Hititler için çok önemli olan tarih yazıcılığı ve arşivleme
konularına da değinilmiş, bunun için de Hitit arşivlerinin benzeri dekorlarla
67
yeniden inşa edilmiş, burada çalışan katipler ise oyuncular aracılığı ile
canlandırılmıştır.
Bu bölümden Hitit kültürü ile ilgili söz konusu bilgiler verildikten sonra,
tekrar Hitit siyasi tarihinin aktarımına geçilmiş, kral Telepinu’nun ölümünden
sonra, ülkenin doğudan, batıdan ve kuzeyden gelen düşman saldırıları ile
yıkılma tehlikesi yaşadığı, yaşanan bu tehlikelerin geldikleri yönler haritalar
yoluyla anlatılmıştır. Devlet, bu zor durumundayken tahta, ünlü oyuncu Burak
Sergen’in canlandırdığı, kral Şuppililuima çıkmıştır. Bundan sonra, Hitit
Devleti’nin düşmanlarını teker teker ortadan kaldırışı ve en parlak dönemini
yaşaması anlatılmıştır. Bu noktada, kralın eşini sürerek Babil prensesi ile
evlenmesi de yine oyuncuların canlandırmaları ile aktarılmıştır.
Bu parlak dönem, Hattuşa’ya getirilen esirlerin, şehre veba hastalığını
getirişinin ve şehrin nasıl bir hayalet şehre dönüştüğünün, dekor ve
oyuncularla tekrar canlandırılması ile sona ermektedir. Şehri neredeyse yok
eden bu hastalık, kral Şuppililuima’nın da ölümüne sebep olmuştur. Bu
noktada, kralın cenaze töreni de kalabalık bir oyuncu kadrosuyla anlatılmaya
çalışılmıştır.
Şuppililiuma’dan sonra tahta geçen II. Murşilli ise Fikret Kuşkan
tarafından canlandırılmaktadır. Murşilli’nin üvey annesi tavananna ile olan
iktidar mücadelesi ve eşiyle olan büyük aşkı da dramatize edilerek
canlandırılmıştır. Kral olduğu bu karmaşık dönemde, devleti tekrar
güçlendirmeye çalışan kral Murşilli’nin tanrılarına yakarmaları da yarı Türkçe
yarı Hititçe olarak Fikret Kuşkan tarafından aktarılmıştır.
68
Filmin devamında, tarihin en önemli savaşlarından bir tanesi olan ve
Hititler ile Mısırlılar arasında yaşanan Kadeş Savaşı, bilgisayar animasyonları
ve çok sayıda oyuncunun canlandırılması ile tüm ihtişamıyla gösterilmeye
çalışılmıştır.
Savaşın ardından başkente dönen III. Hattuşilli, yani Haluk Bilginer’in,
büyük aşkı ve eşi Puduhepa (Sanem Çelik) ile karşılaşması ve evlenmesi
anlatılmaktadır. Bu evlilik sonucu devlette çok önemli roller üstlenen
Puduhepa ve yeğeni ile tahta mücadelesine giren ve sonunda kazanan III.
Hattuşilli’nin kral oluşu yine yarı Türkçe yarı Hititçe konuşulan
canlandırmalarla gözler önüne serilir. Mısır firavunu II. Ramses ile Kadeş
Anlaşması’nı imzalayan III. Hattuşilli’nin, bu anlaşmadan sonra, Mısır ile olan
ilişkileri iki kralın ve kraliçelerinin yazışmalarının, sabit duran oyuncuların
çekimleri ve Hattuşa’dan doğal görüntülerin üzerine dış sesle verilmesi
şeklinde aktarılmıştır.
Daha sonra çok hastalanan III. Hattuşilli’nin hastalığı ve bu süreçte çok
acı çeken kraliçe Puduhepa’nın üzüntüsü yine dramatik canlandırmalarla
aktarılmaktadır. Hattuşilli’nin ölümüyle Hitit Devleti çok kısa sürede
zayıflayarak, yıkılmıştır. Belgesel, son olarak, Hattuşa şehir maketinin üstaçı
çekimiyle son bulmuştur.
Bu bölümdeki özetlerden de anlaşıldığı gibi her iki belgeselin yönetmeni
de derinlemesine bir araştırma yapmış, ve bu uygarlıkların kültürlerini
aktarmak için aynı konu başlıklarını kullanmışlardır. Buradan da anlaşıldığı
üzere, bu iki belgesel ile ilgili farklılıklar işledikleri konu veya araştırma
69
biçimlerinde aranmayacak, bu konuyu işleme şekilleri ve görsel belge
sorununu buldukları çözümler üzerinde durulacaktır.
Bu sebeple araştırmanının bundan sonraki bölümünde belgesellerin ne
anlattığından çok nasıl anlattıkları ve bu üslup farklılıklarının tarih ve arkeoloji
belgesellerinin popülerleşme eğilimleri ile ilgili olarak ne anlama geldiği
ortaya konmaya çalışılacaktır.
2.2.1. BELGESELLERİN ÇÖZÜMLENMESİ
2.2.2.1. BELGESEL VE GERÇEKLİK
Bu başlıkta yer alan “gerçeklik” kelimesi, belgeselin temelinde yatan bir
tutkuya gönderme yapmak için kullanılmıştır. Bu tutku, belgeselcileri, her
zaman yaşanılan veya yaşanmış gerçeği, bilinmeyeni, hiç gidilmemiş yerleri
aramak, öğrendiklerini ve gördüklerini herkesle paylaşma aşkıyla oradan
oraya sürüklemiştir. Belgeseller için gerçeklik söz konusu olduğunda önemli
olan nokta, belgeselin tanımında yer alan “gerçeğin doğru olarak
aktarılmasının” belgeselci tarafından bir erdem olarak görülmemesidir. Bu
belgeselci için işinin başlangıcıdır, sonucu değildir. Zaten belgesel sinema bu
gerçeğe ulaşabilmek için daha işin başında oyuncuyu, provayı, senaryoyu,
dekoru, kostümü, stüdyoyu dışlar” (Ulutak, 1988: 214). Gerçek, hiç kuşkusuz
değişken bir olgudur. İnsanoğlunun içinde yer aldığı her şey, az ya da çok
nesnellikten uzak olacaktır. Daha önce de belirtildiği üzere, bu araştırmada
“gerçek” veya “gerçeklik” kavramları yerlerine kullanılabilecek daha uygun bir
kavramın bulunmaması nedeniyle kullanılmaktadır.
70
Belgesel ve gerçeklik konusunda Ahsen Deniz Morva’nın belgesel
sinemanın başarısının iki ölçütü konusunda söyledikleri dikkat çekicidir. Bu
ölçütlerden ilki, hakikatin nesnel gerçekliğe ne kadar yakın olduğudur, ki bu
Morva’ya göre belgesel sinemacının bitmeyecek çabası, yolculuğu olmalıdır.
İkinci ölçüt ise, bunun sanatçı olarak nasıl anlatılabildiğidir; çünkü doğruluk,
belgesel sinemacının birinci ilkesidir (2003: 72). Bu ilke, gerçeklikle ilgili
verilen açıklamaların doğru olması gerekliliğine sebep olmaktadır.
a) UZMANLARIN GÖRÜŞÜ
Bu araştırmanın konusunu oluşturan bu iki belgeselin yönetmeni de
gerçeğe ulaşmak için, akademik danışmanlık ve bilim adamları ile yapılan
röportaj yöntemlerine başvurmuştur.
Süha Arın’ın, Urartu’nun İki Mevsimi adlı belgeselinde, geride kalan
kısıtlı miktarda kalıntı dışında, ortadan neredeyse tamamen kaybolmuş olan
Urartular’ın Doğu Anadolu’nun o zorlu coğrafyasında yarattıkları kültür gözler
önüne serilmeye çalışılmaktadır. Gerek aradan geçen zaman, gerek savaşlar
ve coğrafi koşullar nedeniyle kendisini anlatabileceği çok sınırlı sayıda kalıntı
bırakabilmiş olan Urartu Uygarlığı’nı görselleştirmeye çalışan Süha Arın,
belgeselinde, görsel yokluk ile ilgili sorunlara, belgeselin, hakikatin nesnel
gerçekliğe mümkün olduğu kadar yakın olması gerektiği ilkesine bağlı
kalarak, eldeki malzemenin kullanılması şeklinde çözüm bulmuştur. Bu
çözümleri uygularken gerçekçi bir üslup kullanan Süha Arın anlatımını, Prof.
Dr.Tahsin Özgüç ve Prof. Dr. Emin Bilgiç, filoloji alanında önemli çalışmaları
olan Prof.Dr. Kemal Balkan ve Urartular konusunda araştırmalar yapmış
71
olan Prof.Dr. Baki Öğün gibi önemli bilim adamlarının danışmanlığında,
Urartu Dönemi’ne ait kalıntılar ve yazıtlar üzerinden pekiştirmiştir.
Tolga Örnek ise, belgeselinde, o dönemi ve yaşananları anlatacak
herhangi bir tanık ve bir tarihi görselleştirecek kadar görsel belge olmaması
durumuna iki türlü çözüm getirmiştir. Bu çözümlerden ilkini, Arın gibi, Emin
Bilgiç danışmanlığında hazırlanmış olması ve Hititler konusunda uzun
yıllardır çalışan, Prof. Dr. Tahsin Özgüç, Jürgen Seeher, Ali Dinçol, Theo von
den Hout gibi alanında başarılı bilim adamları ile yapılan röportajlar
oluşturmaktadır. Bu röportajlar, izleyicide doğru bilgiyi edindikleri duygusu
sonucu bir güven uyandırmaları açısından önemlidir. Bu yöntem ayrıca,
yönetmenin, Hititler’in izlerini takip ettiği yolculuğunda, bilinen en doğru
bilgiye ulaşma çabasını da ortaya koymaktadır.
b) GERÇEĞİ YENİDEN YARATMAK
Hititler ve Urartu’nun İki Mevsimi belgeselleri arasındaki bir fark,
gerçeğin yeniden yaratılması konusunda karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada
Süha Arın, elde bulunan malzemeyi kullanma yoluna gitmiş, Hititler
belgeselinin yönetmeni Tolga Örnek ise belgeselinde görsellikle ilgili
sorunlarına “gerçeği yeniden üretmek’ yolu ile çözüm getirmiştir. Yönetmen,
böylece, izleyicilerin karşısına tarihin tozlu sayfalarına karışmış bir uygarlık ile
çıkmış, belgeselini seyredenlere tarihi “gerçekler” adı altında bir ilüzyon
dünyası sunmuştur. İzleyiciler, tüm detayları ile hazırlanmış, Hitit şehirleri,
Bronz Çağı’na ait savaşlar ve kralları ile, sanki “gerçeğe yakın” kurmaca bir
film izler gibi izlemektedir önünde olup bitenleri.
72
Bu noktada, John Berger’in reprodüksiyonlar konusunda yazdıklarına
değinilmesi gerekmektedir. Berger, “ yeniden canlandırmanın, imgenin çok
değişik amaç için kullanılmasını, yeniden canlandırılan imgenin, özgün
yapıtın tersine, bütün amaçların hepsine uyabilmesini sağlamak ya da bunu
kaçınılmaz kılma” ‘yı amaçladığından bahsetmektedir (1986: 25) .
Berger ‘in bu düşüncesi, özgün eseri yaratan kişinin, söz konusu
durumda bir Hititli‘nin, estetik kaygılarına, reprodüksiyonlar söz konusu
olduğunda, yeniden yaratılan eserin yaratıcısının ve tüm filmin yaratıcısı
olarak Tolga Örnek‘in de, estetik kaygılarının eklenmesini ve bu durumun,
reprodüksiyon üzerinde yarattığı sonuçları anlatması açısından önemlidir. Bu
durumun yarattığı sonuç; reprodüksiyonun, öznel esere göre daha fazla
boyut, anlam ve dolayısıyla da farklılıklar taşımasıdır.
“Bir nesnenin özgüllüğü, o nesnenin başlangıcından itibaren, özü ile
varlık sürebildiği sürede yaşadığı tarihe yaptığı tanıklığına kadar uzanan, ona
ait aktarılabilecek olan her şeyin esası.” olduğunu söyleyen Walter Benjamin
sözlerine, “mekanik yeniden-üretim tekniklerinin yaygınlaşması oranında,
yeniçağdan itibaren, sanat ürününün bu halesi ortadan kalkmaya başlamıştır”
şeklinde devam etmektedir. 23
Süha Arın belgeselinde, binlerce yıl öncesine ait bir topluluğun gündelik
yaşamlarını, yaşadıkları coğrafya ve komşuları ile olan yaşam
mücadelelerini, bölgenin bugünkü coğrafi koşulları, bugün orada yaşayan
insanların yaşayışları üzerinden aktarmaya çalışmıştır. Asur Devleti gibi
yayılmacı politikalara sahip ve Urartular üzerinde devamlı bir tehdit oluşturan
23 Walter Benjamin ‘in sözünü ettiği “hale” sanat ürününü biriciksel, o nedenle de , tarihsel olan varoluşu şeklinde tanımlanmaktadır. Daha fazla bilgi için bknz: W.Benjamin, “Estetize Edilmiş Yaşam” Çev. Ünsal Ozkay, İstanbul:Dost Kitabevi Yay.: 155.
73
komşu devletlerle olan iktidar mücadeleleri, Kimmerler, Med ve İskitler ile
olan savaşları, Doğu Anadolu ‘da yaşayan insanların zor doğa koşulları ile
olan hayatta kalma mücadeleleri üzerinden anlatılmaya çalışılmıştır. Böylece
yönetmen, gerçeği yeniden yaratmak yerine, çeşitli benzetmeler, çarpıcı
görüntüler ve şiirsel bir dille izleyiciyi bilgilendirme yolunu seçmiştir. Bu
seçim, Flaherty’nin, belgeselin birincil talebi olarak tanımladığı, temanın
ortaya çıktığı, gerçek yerin doğal özdeğinin gözleminin yapılmasını ve bunun
ötesine geçerek, yerin doğal özdeğinin yorumlanmasını, ekrana canlı olarak
gerçeklik içinde getirilmesini ve özdekle onun ilişkide bulunduğu oluşumların
tam olarak anlaşılması gerekliliği konusundaki düşüncelerine uyumlu bir
tercihtir (aktaran; Rotha, 2000: 80).
Daha önce de belirtildiği üzere, belgesel yapımcıları, bir belgesel
yapmakla, anlattıklarının ve gösterdiklerinin “doğru” olduğu, gerçeklere
dayandığı söylemi ile ortaya çıkmaktadırlar. Bu söylem, belgesel film
yönetmenin yaratıcılığının kısıtlanması anlamına gelmemelidir tabii ki.
Yönetmenin belgesel sinemada da kurmaca sinemada olduğu gibi bir
dünyayı yeniden kurması kaçınılmazdır. “Ancak yeniden kurma işlemi,
kurmaca sinema filmi gibi yönetmenin zihninde oluşanların düzenlenmesi
değil, yaşanan gerçeği oluşturan olguların düzenlenmesi “(Ulutak,1988: 79)
anlamındadır ve olmalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, belgesel
sinemanın en temel kavramlarından biri olarak sayılan “doğruluğa” bağlı
kalınması gerektiğidir.
74
c) DRAMATİK CANLANDIRMALAR
Çözümlemesi yapılan bu iki belgeselin yönetmenlerinin, gerçeğe
ulaşmak için kullandıkları yöntemler arasındaki bir diğer fark, Hititler
belgeselinde kullanılan, Urartu’nun İki Mevsimi belgeselinde ise
kullanılmamış olan dramatik canlandırmalardır.
Süha Arın’ın Urartu’nun İki Mevsimi isimli belgeselinde günümüzden
binlerce yıl önce Urartulu bir seramik ustasının, çarkta seramik yapışını
anlatmak için günümüzde, yine aynı bölgede yaşayan bir seramik ustasının
çalışması gösterilmiştir. Bu sahne bu belgeselde “canlandırma” olarak
düşünebileceğimiz tek sahne olmakla beraber, günümüzde yaşayan bir
seramik ustasını işinin başında verilmesi ve bunun bir mizansen olmaktan
ziyade doğal bir çekim olması nedeniyle canlandırma yönteminden farklı bir
yerde durmaktadır.
Bugün sanatsal ürünlerin kendiliğindenlik karakterlerini giderek
yitirdiğine değinen Leo Löwenthal, bunun yerini giderek popüler kültür
fenomenlerinin aldığından bahsederek, popüler kültür, “…gerçekliğin olduğu
gibi çarpıtılmış bir kopyasından başka bir şey değildir. Popüler kültür ve sanat
arasındaki fark, yapay tatminle gerçek yaşantı arasındaki farktır “ demiştir
(aktaran; Mutlu, 2004: 236).
İzleyiciler için kurulan bu yeni gerçekçiliğin yaratabileceği sorunların
başında, izleyicilerin genelde televizyonda veya sinemada izledikleri her
şeyin “gerçek” olduğuna inanmaları, sorgulamadan yeniden yaratılan bir
tarihin aynen onlara gösterildiği gibi yaşandığına duydukları güven
gelmektedir. Evinde veya sinema salonunda oturan izleyici, bizzat
75
edinemediği deneyimleri bir başkasının gözünden edinmekte, kitle iletişim
araçlarının onlar için hazırladıklarını yaşamaktadır. Bu konuda Filiz Aydoğan,
“…bu durumda dünya onlara nasıl gösteriliyorsa öyledir; onlardan
(izleyicilerden) bunu böylece kabul etmeleri beklenir” demektedir (2004: 42).
Bu noktada yine Ahsen Deniz Morva’nın kurmaca film hakkında
yazdıklarına değinmek gerekmektedir. Morva, “kurmaca sinemada ele alınan
konunun perdede hayat bulması için yönetmenin onu yaratması tasarlaması
gerekir. Gerçekmiş izlenimi, yaratılan filmsel dünyanın tutarlılığına bağlıdır”
der (2003: 81). Oysa belgesel film, olaya gerçeklerin hangi tarafından
bakarsa baksın, gerçekleri anlatır. Bir kurmaca filmin başarısını, onun
izleyende yarattığı gerçeklik izlenimi, izleyicinin, yönetmenin hikậyelerini
anlattığı kahramanlarla özdeşleşmesini sağlamadaki becerisi oluştururken,
belgesel filmin başarısını, gerçekten olanı anlatmaktaki becerisi
oluşturmaktadır.
2.2.2.2. BELGESEL VE DEMOKRASİ SÖYLEMİ
Belgeseller konusunda demokrasi, öncelikle söz konusu belgesellerin
“herkesin” anlayabileceği bir karmaşıklıkta olması gerektiği konusunda
karşımıza çıkmaktadır. Belgesel izleme zevkini, sadece belli konularda bilgi
sahibi olan, elit bir kesimin elinden kurtarıp, herkese açık bir haz haline
getirmek adına, bir tür olarak belgesel filme, izleyiciyi cezp edecek bir takım
cazibeler eklemek bir demokrasi söylemi haline gelmiştir. Tarihi ve arkeolojik
belgeseller açısından, belki de popülerleşme sürecinin başlangıcı olarak
nitelenmesi gereken bu söylemde, söz konusu olan demokrasi, daha önce de
76
belirtildiği üzere, mali anlamda başarılı olabilmek, bunun gerekçesi olarak da
olabildiğince çok kişiye ulaşabilmek amacıyla, bir tür olarak belgesel üzerinde
bir takım değişiklikler yapılmasına yol açmaktadır. Theodor Adorno’nun bir
popüler kültür ürünü olarak nitelendirdiği, caz müziği ve onun içerdiği
demokrasi söylemi ile ilgili söylediklerinin, söz konusu popülerleştirilen
belgeseller olduğunda da dikkat edilmelidir. Adorno, “caz kişisel düşlemlerin
yerine ortak düşlemleri koymasıyla da kendini demokratmış gibi
göstermektedir. Fakat bu sözde-demokratikliktir” demiştir (Jay, 2005: 269).
Theodore Adorno’nun bu sözleri kanımca, popülerleştirilen belgesellerin
demokratikliği konusunda da geçerliliğini yitirmemektedir.
a) BELGESELLERİN DİLİ
Bu belgesellerde demokrasi söz konusu olduğunda karşımıza çıkan
değişikliklerden biri, dil konusundadır.
Süha Arın Urartu‘nun İki Mevsimi adlı belgeselinde, daha edebi ve
estetik bir dil kullanmış, bunu yaparken de, anlaşılmayacak ağdalı bir dil
kullanmamaya dikkat etmiştir. Kullanılan edebi dil içinde izleyiciye mümkün
olduğu kadar çok bilgi verilmesine de dikkat edilmiş, görsel olarak sıkıntı
çekilen bölümlerde verilmek istenen, dış ses yoluyla yapılan bu edebi
anlatımla verilmeye çalışılmıştır.
Tolga Örnek ise, belgeselinde kelimeler yerine görüntülerle konuşmayı
tercih etmiştir. Verilmek istenen enformasyon, mümkün olduğu kadar
anlatılarak değil, gösterilerek verilmiş, hatta mümkün olmadığı durumlarda da
teknolojinin de yardımıyla mümkün olması sağlanmıştır. Son dönemlerde
77
yaygınlaşan bu pratiğin bir sebebi olarak, daha önce de belirtildiği üzere
rasyonelleşen insan ve rasyonelleşen modern dünyayı görmek mümkündür.
Marshall McLuhan, bu değişim sürecini, insanların sözlü kültürden yazılı
kültüre geçtiği dönemlere kadar götürmüştür.24 Kültür endüstrisinin kendine
bir üslup özelliği olarak belirlediği bu yöntem, artık duyduğuna değil, sadece
gördüğüne inan modern insanın ilgisini kazanabilmenin ve onlara inandırıcı
gelmenin yegậne yolu olarak görülmektedir. Bunların bir sonucu olarak,
Hititler belgeselinde dilin yerine görüntüye verilen önem, anlatımda kullanılan
dile dikkat edildiğinde de açıkça anlaşılmaktadır. Kullanılan dil, her türlü
estetik kaygıdan uzak, kolay anlaşılırdır. Demokrasi söyleminin birçok
özelliğini taşıyan bu belgeselin, “herkes” tarafından kolayca, hiçbir çaba sarf
etmeden anlaşılması uğruna, kullanılan dilin estetiğinden ödün verildiği
görülmektedir
b) BELGESELE KATILIM
Süha Arın’ın, belgesele ve belgeselciye, “belgeselci düşündürür, tahrik
eder, evrensel bir mesaj vererek, insanın kendisine gelmesini, zaman zaman
insanlığından utanmasını amaçlamaktadır” ( aktaran; Oktan, 2005: 85),
şeklindeki bakış açısı nedeniyle, Urartu ‘nun İki Mevsimi, Hititler‘in aksine,
izleyicisinden daha fazla katılım bekleyen bir film olarak karşımıza
çıkmaktadır. Burada sözü edilen katılım, belgeselin işlediği konu hakkında
çok az da olsa bilgi sahibi olma, bu olmasa bile en azından bu konulara ilgi
duymak ve benzeri türde bir katılımdır. Oysa Tolga Örnek, belgeselinde,
24 McLuhan, Marshall, (2005); Yaradanımız Medya, Çev. Ünsal Oskay, İstanbul, Merkez Kitapçılık Yayıncılık.
78
popüler kültürün demokrasi söylemine uygun bir biçimde, hiçbir ayırım
yapmadan ve izleyicisinden oturup filmi izlemek dışında hiçbir katılım
beklemeyen, hatta böyle bir katılıma fırsat vermeyen, bir yöntem seçmiştir.
Bu konuya, kültür endüstrisi kavramı içinde değinen Alman bilim adamları
Adorno ve Horkheimer25 bu kavram içerisinde, ”kültürün aşağıdan
gelmediğinden, böyle bir tekelci yapılanma içinde kültürel malların insanlara
sunulduğundan, herkesin parasına göre bir istatistik verisine dönüştüğünden”
bahsetmektedir (aktaran; Kejanlıoğlu; 2005: 186).
Fransız Pierrre Bourdieu de pazarın ve dolayısıyla popüler kültür
ürünlerinin demokrasi söylemi konusuna değinenler arasındadır.
Bourdieu’ya göre;
yeni neo-liberal incilin peygamberleri başka konularda
olduğu gibi, kültür konusunda da pazar mantığının ancak
yarar getirebileceğini belirtirler. […]örneğin teknolojik
yeniliklerin ve onları kullanan ekonomik yeniliklerin, sunulan
kültürel malların niceliğini ve niteliğini, dolayısıyla tüketicilerin
tatminin yalınızca arttırdığını belirtirler, kuşkusuz…(bu
ürünlerin) sıradan bir mal sayılması, dolayısıyla herhangi bir
ürün gibi kazanç yasasına bağlı olarak ele alınması
koşuluyla. […] öyle ki tüm istekler, tüm beğeniler tatmin
edilmelidir; rekabet başka alanlarda olduğu gibi, bu alanda
da tek mantığıyla ve özellikle teknolojik ilerlemeyle birleşerek
yatırımı kolaylaştırmalıdır; kazanç yasası bu konularda da
25 Max Horkheimer-Theodor W. Adorno, (1969); Dialektik der Aufklaerung, I.Baskı, Hamburg:Fischer Taschenbuch Verlag.syf. 108-150: Kulturindustie Aufklaerung als Massenbetrug.
79
büyük çoğunluğun seçtiği ürünleri onayladığına göre,
demokratik olacaktır ( Bourdeiu, 2006: 142).
Herbert J. Gans‘da Bourdieu gibi söz konusu söylemin ekonomik
yönüne vurgu yaparak, bahsi geçen demokrasinin neye hizmet ettiği
konusunu sorgulamıştır. Gans‘a göre, “ beğeni yapısı hiyerarşiktir. Bugün
ekonomik egemenlik alt-orta kamuya hizmet veren kitle medyasına ve onun
arkasındaki iş çevrelerine yerleşmiştir; çünkü en kalabalık, dolayısıyla da
alım gücü en yüksek kamu odur” (1999: 147).
Burada Herbert Gans‘ın sözünü ettiği çoğunluk, maddi gücü elinde
tutan, alım gücüne sahip, kültür endüstrisine bağlı olan alt-orta sınıftır. Bu
sınıf, kitle iletişim araçları söz konusu olduğunda, en sadık sınıftır. Tüm gün
çalışan, geçim savaşı veren bu insanlar, evlerine geldiklerinde gündelik
sıkıntılarından, yorgunluklarından uzaklaşmak için kitle iletişim araçlarını
seçerler. Bu seçim, bir anlamda, gerçek dünyadan bir kaçış, bir dinlenme
seçimidir. Onlar kitle iletişim araçlarına sadıktır; çünkü ya diğer sosyal
aktiviteler için harcayacak kadar çok paraları yoktur ya da fazla yorucudur bu
aktiviteler onlar için. Ahmet Oktay bu noktada, Schiller‘in yaptığı bir eleştiriye
gönderme yapmaktadır: Schiller, kolay anlaşılan, rahatlama veren yapıtları
seven tüketicileri “ onlar bu bayağı sanatın içinde hoş bir tepki bulurlar ve eşit
olmadıkları güzelliği keşfetmek için güç harcamayı istemezler” diyerek
eleştirmiştir (1997: 17).
Hititler belgeseli de, izleyenlerin zihinsel anlamda kendilerini fazla
yormalarını gerektirmeyen bir filmdir. Yönetmen, gereken tüm zihinsel
80
faaliyetleri onların yerine yapmıştır zaten. Örnek, demokrasi adına, izleyiciler
için hayal gücünü çalıştırmış, bilgileri, izleyicinin anlayabileceği ölçüde bir
süzgeçten geçirmiştir. İzleyiciye kalan, arkasına yaslanıp ona hazırlananı
izlemektir. Oysa Süha Arın, insanlara hayal kurma, ilgilendikleri konuda daha
fazla bilgi edinme, bir masal değil de bir tarihi izleme, öğrenme olanağı
tanımıştır.
Pierre Bourdieu‘nün de bahsettiği, tüm isteklerin tatmin edilmeye
çalışıldığı bu sistemde, belgesel de kazanç yasasından payını almıştır.
Belgesel izlemeyen insanlara belgesel izletme kaygısı -ki bu kaygı, kamuya
yararlı bir şey yapmak, insanların belli konularda, gerek estetik gerekse
entelektüel anlamda belli seviyelere çekme gerekliliğine duyulan kaygıdan
çok farklıdır- belgesel yapımcılarını yeni şeyler denemeye, yapıtlarını hem
daha kolay anlaşılır, hem de daha şaşaalı prodüksiyonlar haline getirmeyi,
işin aslında da bu özelliklerin beraberinde getireceği izleyici kitlesi ile daha
fazla mali kazanç elde etme kaygısı halini almıştır. Theodor Adorno ve Leo
Löwenthal, de kişisel “beğeni” sözü ile dile getirilen liberal görüşün de
modern toplumda sürekli biçimde tükenip ortadan kalkmakta olan bireyin
bağımsız kalabilme olanağı nedeniyle, bütünüyle geçersizleşmiş
bulunduğundan bahsetmektedir (Jay, 2005: 258). Adorno ve Löwenthal’in de
belirttiği bu geçersizleşme sonucunda, kişisel zevkler ve beğeniler, birey
olmak gibi kavramlar önemini yitirmiş, bir yüzdenin içinde kaybolan,
rakamlarla temsil edilen tüm insanların ortak tüketimi için hazırlanan kültür
ürünleri hap şeklinde izleyicilerin beğenisine sunulmaya başlamıştır.
81
Oysa izleyicinin neyi anlama potansiyeline sahip olduğuna başkalarının
karar verdiği, bu popüler kültür ve demokrasi söylemlerinin gündeme geldiği
noktada, Aristotales‘in serbest zamanı, bireyin yücelmek ve özgürleşmek için
kullanarak mükemmelliğe erişeceği bir zaman betimlemek için kullandığını
hatırlamak gerekmektedir. Bu tanım doğrultusunda da izleyicilere belli şeyleri
kendi istedikleri gibi hayal etme, doğru bilgiye gayet estetik yollarla ulaşma ve
seçim hakkı tanıyan, Urartu‘nun İki Mevsimi belgeselinin, insanlar aşk, savaş
sahneleri ve aksiyon filmi izlemek istiyor, izleyici bunu anlamaz; bunu
basitleştirmeliyiz diyerek; bir belgesel filmin, bir tarihi filme, neredeyse bir
aksiyon filmi haline getirildiği yeni tip belgesellere göre çok daha
demokratiktir.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, bu durumun sebeplerini,
izleyenlerden ziyade biraz da, belgeselleri izlettirme gücünü elinde
tutanlarda, onları hazırlayıp çeken ekipte ve belki de insanlara ne izlemeleri
gerektiği konusunda sayfalarca yazılar yazan, neyin makbul olup, neyin
olmadığına karar veren, televizyon ve sinema eleştirmenlerinde de aramak
gerekmektedir.
2.2.2.3. BELGESELLERİN EKONOMİK BOYUTU
Bir film çekmek çok maliyetli bir konudur; hele bu film, bittikten sonra da
sadece maliyetini karşılayacak tipte bir film, yani bir belgesel film ise.
Belgesel filmler yapıları gereği, genelde bir kurmaca film kadar
izlenmemekte, bu sebeple de devlet kurumları gibi belli sorumlulukları olan
kurumlar dışında çok fazla bir mali destek bulamamaktadır. Paul Rotha’nın
82
deyişiyle, “devlet kurumlarının finansman kaynağı olmadan belgesellerin bu
denli çoğalması düşünülemez çünkü belgeseller genel olarak yatırılan
sermayeyi geri veren ve bunun üzerinde kâr sağlayabilen yapımlar değildir”
(2000: 156). Bu sebepten dolayı Türkiye’de de tüm dünyada olduğu gibi
belgesel yapımcıları, desteklerini büyük ölçüde devletten almaktadırlar.
Bu durumun bir başka sebebi de devlet kurumlarının halkı eğitme
misyonunun, belgeselin temel unsurları ile bir uyum göstermesi, belgesellerin
içeriği gereği devlet kurumlarının bu misyonunu desteklemesidir. Bu
sebepledir ki, kuruluşundan beri TRT birçok belgeselin yapımına imza atmış
ve Türkiye’de belgeselcilik denince ilk akla gelen kurumlardan biri halini
almıştır.
Ancak popüler kültürün her şeyi kendi içinde harmanlama özelliğinin ve
kültür endüstrisinin, her şeyi pazarlanabilecek bir meta olarak görmesinin bir
sonucu olarak, belgeseller de bu endüstrinin ilgisini çekmeye başlamıştır.
İrfan Erdoğan ve Korkmaz Alemdar’ın da belirttikleri gibi, “örgütlü yapılardaki
amaçlı üretim girişimiyle birlikte popüler düşünceleri, umutları, umutsuzlukları, beklentileri
yaratan, tutan, sürdüren ve gerektiğinde değiştiren dev endüstriler doğmuştur” (2005: 79). Bu
dev endüstrilerin oluşturduğu kültür endüstrisi, John Storey’in de belirttiği gibi olabilecek
başarısızlıkları dengeleyebilmek için, ürünlerin repertuvarını yükseltip, seyirci çekmeye
çalışmaktadır (2000: 35). İşte belgeselin bu çevreler için ilgi çekici olmaya başladığı nokta
tam da budur. Belgesel izleyicileri de bu endüstrinin tüketicileri haline getirilmeliydi ve bu
yapılırken var olan izleyicilerden de ödün vermeden yapılmalıydı.
Bu tezin konusunu oluşturan iki belgesel göz önüne alındığında, Süha Arın’ın
Urartu’nun İki Mevsimi belgeselinin, verdiği desteklerle, belli bir dönem için Türk
belgeselciliğinin gelişimine büyük katkıları olan Türkiye Turing ve Otomobilciler Kurumu’nun
sponsorluğu ile hazırlandığı görülmektedir.
83
Tolga Örnek’in Hititler belgeselinin ise birçok resmi ve özellikle de özel kuruluş
tarafından desteklenmiştir. Hititler’in ana sponsorluğunu IMKB (İstanbul Menkul Kıymetler
Borsası), Çalık Holding, ABT Ajans üstlenirken; THY, Erdemir, İstikbal, CNR, Koç Alianz,
Fibula by Efe Kuyumculuk, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi ve Nur İnşaat, diğer destek
veren kurumları oluşturmaktadır. Filmin iletişim sponsorluğunu da Kanal D üstlenmiştir.
Bu firmaların belgesellere ilgi göstermeye başlamasının, belgesellerin çoğalması için
iyi bir başlangıç olduğunu söylemek mümkündür. Belki de bu destekler sayesinde Türk
belgeselciliğinde büyük atılımlar söz konusu olabilir. Sadece devletin değil, özel sektörün ve
özellikle de televizyon kanallarının desteklerini alan belgeselcilerin, projelerinin
gerçekleştirmek ve izleyicilere gerek sinema filmi olarak, gerekse televizyonlarda izleyici ile
buluşturma şansını elde etmeleri açısından önemli başlangıçlara neden olabilecek, özel
sektörün bu yeni ilgisi.
Diğer taraftan bu ilgi ve desteğin beraberinde bir takım beklenti ve değişimleri de
getireceğine kesin gibi bakılması gerekmektedir. Bu beklentiler ve değişimler, bu çalışmada,
şimdiye kadar açıklanmaya çalışılan ve belgeselde görülmeye başlanan birtakım değişikliler
olarak karşımıza çıkmaktadır. Belki de Hititler ve Urartu’nun İki Mevsimi belgesellerini
birbirinden ayıran çoğu farklılığın kökünde bu beklenti ve değişimler var, denebilir. Bu
değişim ve beklentilerin hepsinin temelinde belgesellerin popülerleşmesi gerekliliği vardır.
Belgeseller popülerleşmelidir ki, verilen desteklerin bir “anlamı” olsun. Bu “anlam”, destek
veren firmalar içindir. Destek oldukları işin onlara bir geri dönüşü olmalıdır. İşte bu geri dönüş
için de, desteği alan yönetmen veya yapımcı, belgesellerini daha çok kişiye izletme baskısı
altında çalışmaktadır. Daha çok kişi izlemelidir; böylece sponsorlar bu anlaşmadan memnun
kalacak ve desteklerini belgeselcilerden çekmeyecektir.
Bunun yanı sıra, Hititler filmi söz konusu olduğunda, Digital Ranch Production
ortaklığına değinmek gerekmektedir. Söz konusu belgesel, bir Türk-Amerikan ortak
yapımıdır. Daha önceki bölümlerde de değinildiği üzere, belgeselin, gerek teknolojik
altyapısında ve özel efekt kullanımında, gerekse konuyu işleyişi açısından neredeyse bir
Hollywood filmini andırması konusunda, bu ortaklığın da etkilerinin olduğunu düşünmemek
imkansızdır.
84
Kültür endüstrisinin ve onu destekleyenlerin, günümüz popüler sanat eserleri
üzerindeki etkisi bilinen bir gerçektir. Daha önce sadece kurmaca filme ilgi gösteren özel
firmaların, artık belgesellere de ilgi duyması ve onları mali anlamda desteklemeye
başlaması, bu etkiden belgesellerin, gerek pozitif gerekse negatif yönleri ile, kendilerine
düşen payı almalarına sebep olmuştur.
Sponsor kullanmak, gerek toplumsal bütünleşme, gerekse belli sorumlulukların devlet
tekelinden alınıp paylaşılmaya başlanması ve belgesellerin daha fazla yaşam alanı
bulabilmesi açısından önemlidir (aktaran; Oktan, 2005: 91). Fakat burada dikkat edilmesi
gereken nokta, bu sponsorlukların, yönetmen üzerinde belli baskı ve sansürlere neden
olmamasıdır.
Hititler belgeseli, bu sebeplerle yapımında ve gösteriminde, Süha Arın’ın Urartu’nun İki
Mevsimi belgeselinin çektiği, sansür ve benzeri, sıkıntıları çekmemiş, ama belki de buna
karşılık, popülerleşmek ve destek görmek uğruna, belgeseli belgesel yapan belli
unsurlardan fedậkarlık etmek durumunda kalmıştır.
2.2.2.4. YENİ BELGESELLER ÇAĞI
Erdoğan ve Alemdar popüler kültürü “şeylerin teknolojik araçlarla üretimi
ve geniş iş bölümü etrafında kurulan kapitalist mal üretimi, pazarlaması,
dağıtımı ve tüketimi biçimlerine dayanan kültür olarak” tanımlamışlardır
( 2005: 34).
Birçok konuda büyük değişiklikleri gözleyebildiğimiz günümüzde,
belgesellerde de büyük değişimler yaşanmaktadır. Özellikle de yukarıda yer
alan popüler kültür tanımının birleşenleri konusunda çok büyük değişiklikler
yaşanmaya başlanmıştır belgesel film sektöründe. Bu birleşenlerden biri olan
teknolojide yaşanan hızlı değişimin bir sonucu olarak, yapılabileceklerin,
daha önceden sadece hayal edileni gerçekleştirebilmeye başlaması her
konuda olduğu gibi tarih ve arkeolojik belgesellerinde de, özellikle de görsel
85
belge sorununun yoğun olarak yaşandığı uzak geçmişi konu edinmiş olan
örneklerde, büyük değişikliklere sebep olmuştur. İncelemenin bu kısmında
yaşanan bu teknolojik gelişmelerin, söz konusu belgeseller üzerindeki etkileri
incelenmeye çalışılacak, bu etkilerin bir tür olarak belgeseller üzerinde
yarattığı farklılıklara dikkat çekilecektir.
Tolga Örnek’in belgeselinde teknoloji, baştan sona çok önemli bir yer
tutmaktadır. Belgeselde yaşanan görsel belge sorununa, yönetmenin
bahsedilenler dışında getirdiği bir diğer çözüm, teknolojinin yardımıyla
yaratılan grafik ve animasyonların kullanımı olmuştur. Böylece geçmişte var
olan bir dünya yeniden yaratılmıştır.
a) ANİMASYONLAR
Hititler belgeselinde, yaklaşık 15 dakikalık özel efekt kullanılmıştır.
Gerek bilgisayar bazlı programlarla gerekse composite tekniği26 ile hazırlanan
görüntüler için 1/48 ‘lik bir Hattuşaş şehir modeli bile tüm ayrıntılarıyla
hazırlanmıştır. Böylece yıkılan, şu an görülmesi olası olmayan şehirler tekrar
ayağa kaldırılmış, izleyiciye bu şehirler içinde gezinme imkanı teknoloji
aracılığıyla sunulmuş ve hậtta, binlerce kişinin savaştığı büyük savaşlara
“tanık” olması sağlanmıştır. Süha Arın ise, bir belgeselde dikkat edilmesi
gereken ilkelerden biri olarak, gerçek mekanların kullanılması gerekliliğini
görmüş, bunun aksi durumlarda izleyicinin aldatılmış olacağı düşüncesiyle,
filminde olabildiğince anlattığı konunun geçtiği mekanları kullanmaya
çalışmıştır (aktaran; Oktan, 2005: 86).
26 Composite Tekniği; gerçek görüntüler ile bilgisayarda yaratılan animasyon görüntüleri birleştirerek kullanma tekniğidir.
86
Öngören’e göre, Hititler ve benzeri belgesellerde karşılaştığımız
teknoloji yardımıyla gerçeğin tekrar yaratılması,
…izleyicinin kafasında oluşturulan gerçekler, gerçeklerden
uzak olup kendisine inanmaya hazır izleyiciyi yanlış
yönlendirmektedir. Özellikle dramatik belgesel filmlerde
kullanılan bu yöntem, belgesel filmin gerçeği yansıtma
özelliğini ortadan kaldırarak, çoğunluk öykülü filmler gibi
davranmaktadır (Öngören,1997:118).
Belgeselde yine sıkça kullanılan ses efektlerinin yanı sıra, özellikle son
sahnede, Hattuşaş şehrinin zaman içindeki yıkımını anlatmak için time labs
olarak adlandırılan yönteme başvurulmuştur. Bu yöntemde, şehrin modeli tek
kare olarak çekildikten sonra kısmi bir tahribe uğratılmış ve tekrar bir kare
çekilmiş ve bu defalarca yinelendikten sonra bu görüntüler bilgisayarda üst
üste bindirilerek, şehrin zaman içinde nasıl tahrip olduğu görsel olarak
aktarılmaya çalışılmıştır.
Hititler belgeselinde karşılaştığımız ve genel anlamda günümüzde tüm
medya ve film sektörünü etkilemiş olan dijitalleşme, Erol Mutlu’ya göre,
sadece iletişimin globalleşmesinde en önemli halkayı oluşturmakla
kalmamakta, “iletişimin tarzını, dolayısıyla tasarım tahayyül şeklimizi de,
özetle düşünme algılama ve kavrama tarzımızı” da değiştirmektedir (2005:
209). Günümüz dünyasında yaşanan bu hızlı dijitalleşme ve değişim, sözünü
ettiğimiz belgesellerdeki yeniden yaratma sürecinin yaygınlaşmasını
87
sağlamış, böylece izleyicilerin göremeyeceklerini görebildikleri, yok olmuş
şehirlerde gezinebildikleri bir illüzyon içerisinde izlediklerinin doğruluğu
konusunda kuşku duymamaları ve görebildikleri her şeyin gerçek olduğu
izlenimi yaratılmıştır.
Tolga Örnek‘in belgeselinde sıkça kullandığı savaş sahneleri, gerek
tamamen animasyon, gerekse iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda
oyuncunun oynadığı sahneler çekildikten sonra, bunların bilgisayar yoluyla
çoğaltılması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Belgeselde bu sahnelere kısaca
değil, çok profesyonelce hazırlanan mizansenleri ile dakikalarca yer
verilmiştir.
Köralan ve Dekadrajlar adlı kitabında, planlı filmlerin çoğunda az ya da
çok hile katılmış, kesilip biçilmiş, düzenlenmiş bir gerçeklik söz konusu
olduğunu belirten Pascal Bonitzer‘in bu savına Hititler, yeniden kurulan
dünyası, ses görüntü ve renk efektleri ile güzel bir örnek teşkil etmektedir.
Oysa Bonitzer kitabında bu cümlesine “ filmlerin çoğunda diyorum çünkü en
azından sahne ve sekans kavramlarının pek anlam ifade etmediği –olmayan
bir anlatısal devamlılığı varsaydığı- durumlar vardır (Belgeseller, avangarde
çalışmalar v.b.)” şeklinde devam etmiştir (2006: 16). Bu durumda Hititler
belgeselinin Bonitzer‘in bahsettiği belgeseller arasına girmediği, sahip olduğu
olay kurgusu, efektleri, kısaca düzenlenmiş gerçekliği ile, Bonitzer‘in yaptığı
bu tanıma göre, belgesel olarak nitelendirilemeyeceği anlaşılmaktadır.
Teknoloji, (atom bombası örneğinde de görebildiğimiz üzere) iyi
niyetlerle geliştirilir çoğu zaman. İnsanların yararına, daha yaşanır bir hayat
sunmak için onlara. Ama çoğu zaman da insanlar için yaratılan bu olgu sahip
88
olmuştur insanlara. Bir amaç, olmuştur, amaca giden yolda bir araç olmaktan
ziyade. Atom bombası örneğindeki kadar hasar verici boyutlara ulaşmasa da,
son dönemde sıkça karşılaşmaya başladığımız, Hititler belgeseli gibi son
teknoloji ile hazırlanan belgesellerde de teknolojinin bir araç yerine amaç
olmaya başladığı izlenimini edinmemek mümkün değildir. Daha önce de
örneklendirerek belirtildiği üzere, Tolga Örnek belgeselinde, Süha Arın‘ın
aksine son teknolojinin tüm artılarından yararlanmıştır. Burada sorun
teknolojiden yararlanmak değildir. Yönetmen, elindeki şartlar buna yetiyorsa
filmini en iyi teknoloji ile çekip, en iyiyi arzu etme özgürlüğüne sahiptir hiç
kuşkusuz. Ancak Hititler belgeselinde teknoloji, filmin merkezine
oturtulmuştur. Anlatılmak istenen konu sanki ikinci plana atılmış, bu konuyu
gelişmiş teknolojik yöntem ve araçlarla anlatmak, kullanılan teknolojinin
gelişkinliği, özellikle de izleyici çekmek amacıyla, en şaşaalı olana duyulan
arzuya bir cevap olarak ön plana çıkarılmıştır. Bunun sonucu olarak da,
teknoloji sadece gerekli olduğu noktalarda değil, filmin genelinde baskın öğe
olarak kullanılmıştır.
Pascal Bonitzer, “bütünüyle görüntüye dönüştürülmüş gerçeklik,
gerçekliğe dönüştürülmüş görüntü bir Amerikan rüyasıdır. Onu […] sinema
söz konusu olduğunda Amerikan özel efektler okulunun bütününü
bağlayabileceğimiz bir ideoloji” olarak düşünmemiz gerektiğinden
bahsetmektedir (2006: 114). Bu noktada, görüntüleri açısından bu iki
belgesel arasında karşılaştığımız farklar, Bonitzer ‘in de değindiği üzere
Amerikan özel efektler okulunun Türk belgeselciliğini etkilemeye başladığı
dönemden önceki ve sonraki döneme ait özellikler olarak nitelendirilebilir.
89
Hititler belgeseli söz konusu olduğunda, teknoloji yönünde kullanılan bu
seçimi ve bunu sonucu olarak, bu belgeselin Bonitzer‘in de bahsettiği
Amerikan özel efektler okulunun bir devamı niteliğinde olmasının nedenlerini,
yönetmeni Tolga Örnek‘in, sinema eğitimini, popüler kültürün ve özel efekt
sektörünün hat safhaya ulaştığı Amerika ‘da almış olmasında da aramak
mümkün olabilir. Belki de bu eğitimin bir sonucu olarak bu belgesel;
kullandığı teknoloji, kurgusu ve anlayışı ile genel anlamda Amerikan tarzının
özelliklerini kendi içinde barındırmaktadır.
b) GRAFİK VE HARİTALAR
Hititler belgeselinde animasyon yönteminin yanı sıra, harita ve grafiklere
de yer verilmiştir. M.Ö. 3. binde Hititler‘in yaşadığı coğrafyanın, devletin
jeopolitik konumunun, o tarihte Yakındoğu‘nun büyük güçlerinin hangi
bölgeler için savaştığının açıkça ortaya konması için başarılı bir şekilde
kullanılmıştır. Hititler belgeselinin tamamında hiçbir çekim doğal olarak
verilmemiş, özel efektlerin olmadığı sahnelerde bile en azından renklendirme
kullanılmıştır. Tolga Örnek‘in aksine, Süha Arın belgeselinde, ki - bunda
belgeselin yaklaşık yirmi yıl önce çekilmiş olması da bir rol oynamaktadır hiç
kuşkusuz - doğal çekimler dışında sadece, haritalara yer verilmiş, bu
uygulamalar ise gerektiği kadar ve estetik kaygıdan ziyade açıklayıcı amaçlı
uygulanmıştır. Kamera açıları, gerek sabit gerek de geniş plan kullanılmasına
rağmen son derece etkileyicidir. Birkaç pan ve tilt dışında genelde sadece
zoom-in ve zoom-out uygulanmıştır. Yapılan çekimler son derece doğal bir
90
şekilde kullanılmış, belgeselin genelinde ön plana çıkan doğallık, kendini bu
noktada da göstermiştir.
Yeni belgeseller çağı başladı. Son teknolojinin bütün avantajlarından
yararlanan, belki de içerikleri, kurguları bile bu teknolojiden etkilenen
belgesellerin çağı bu. Günümüz belgesellerinde, teknolojik gelişmelerdir
başrolde olan, şaşalı görüntüler, olmayanı oldurmaktır izleyiciye sunulan.
Göremeyecekleri bir dünyada gezintiye çıkma sözü verilir onlara, ama ne
pahasına? Burada gereken pahayı ödeyecek olan belgesel filmin kendisidir.
Böylece belgesel film, sadeliğinden, gerçekliğinden ve belki de
inandırıcılığından ödün vermek zorunda kalacaktır.
2.2.2.5. BELGESEL FİLMDE KURMACA UNSURU
Belgesel film ve kurmaca film arasındaki ilişkiye daha önce de
değinilmişti. Filmlerin incelenmesinin bu bölümünde, sözü edilen popüler
kültür pratiklerinin, kullanılan teknolojik yöntemlerin, belgeselleri
demokratikleştirme çabalarının ve ekonomik ilişkilerin belgesel ve kurmaca
film arasındaki sınırı bulanıklaştırıp bulanıklaştırmadığı konusuna dikkat
çekilmeye çalışılacaktır.
a) BELGESELLERİN SÜRESİ
Bu iki belgeseli birbirinden ayıran bir diğer özellik süreleri ile alakalıdır.
Urartu’nun iki Mevsimi 36 dakikalık bir süreye sahiptir. Hititler belgeseli ise
120 dakikalık olması ile genelde uzun metraj, kurmaca filmlerden alışık
olduğumuz uzunluktadır. Belgeseller, genellikle, belli bir konuda bilgi vermek,
91
bir konuyu açıklamak amacıyla hazırlandıklarından dolayı, Rotha’nın da
belirttiği gibi “izleyicinin dikkatini ayakta tutma” mantığıyla daha kısa süreli
yapımlar olarak hazırlanmaktadır (2000: 98). Oysa Hititler belgeseli, 120
dakikalık süresiyle bu yapımların genellikle hazırlandıkları sürenin çok
üstündedir. Bu noktada daha önce de sözünü ettiğimiz canlandırma,
dramatizasyon ve animasyon tekniklerinin bir yandan da, belgeselin bu iki
saatlik süresi boyunca izleyicinin dikkatini kaybetmemek amacıyla
kullanıldığını da söylemek mümkün olabilecektir.
b) BELGESEL VE OYUNCULUK
Belgesel ve oyunculuk yan yana kullanmaya pek alışık olmadığımız
kavramlar olmakla beraber, filmin konusunun gerektirdiği noktada,
oyunculuğun, yani canlandırmaların kullanılması, uygulanan bir pratiktir.
Bu uygulamanın yer almadığı, Urartu ‘nun İki Mevsimi adlı belgeselinde,
buna benzer başka bir uygulama olarak, yazıtlarda yazılanların, Urartu
kralları tarafından seslendirilmesi dış ses yoluyla ve bulunan yazılı belgelerin
Türkçe karşılıkları şeklinde aktarılmıştır. Bu yöntem, Tolga Örnek ‘in Hititler
belgeselinde de kullanılan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
benzerliğe rağmen, Süha Arın, belgeselinde bu üsluba ender olarak ve
sadece dış ses yoluyla başvurması açısından Tolga Örnek ‘ten ayrılmaktadır.
Süha Arın ‘ın aksine Tolga Örnek‘in belgeselinde, bu konuya getirdiği bir
diğer çözüm ise, konu edinilen uygarlığın tarihinde önemli role sahip kişilere
kendi hikậyelerini anlattırmak şeklindedir. Çok uzun zaman önce ölmüş olan
bu kişilerin kendi hikậyelerini anlatmaları, ünlü oyuncular ile çalışılarak
92
gerçekleştirilen dramatik canlandırmalar yoluyla uygulanmıştır. Oyuncular
kimi zaman bulunan Hitit metinlerine göre Hitit krallarını seslendirirken, kimi
zaman savaşan Hitit savaşçılarını ya da Hitit uygarlığının keşfinde emeği
geçen büyük bilim adamlarını canlandırmaktadır. Belgeselin neredeyse
tamamını oluşturan bu dramatik canlandırmalara ek olarak bu oyunculara yer
yer Hititçe konuşturulmuş, bu oyuncular, kral ve kraliçelerin duygu ve
düşüncelerini tam bir oyunculuk örneği göstererek, söz konusu bir belgesel
film değil de kurmaca bir film olsaydı çok başarılı sayılacak bir oyunculuk
sergilemişlerdir. Dramatik belgeseller olarak nitelendirilen, canlandırmaların
ağır bastığı Hititler belgeseli ve benzeri belgeseller, Öngören tarafından,
“ gerçeğin nerede başladığı nerede bittiği belirgin olmayan […] özellikle
önemli tarihi olayların hayale dayanarak yeniden oluşturulması” olarak
tanımlanmaktadır (1997:117).
Bu konuda özellikle canlandırma yöntemine başvurulmaması ve
kralların, dış ses yoluyla kişileştirilmesinin ender olarak kullanması nedeniyle
Süha Arın’ın belgeseli Hititliler belgeselinden farklılaşmaktadır. Tolga
Örnek’in belgeselinin büyük bir bölümü dramatik canlandırmalardan
oluşmuştur. Kralların, savaşçıların, Hitit yazısının çözülmesinde çalışmış
bilim adamlarının canlandırmaları kullanılmıştır. Bu noktada dikkat edilmesi
gereken bir husus, canlandırmaların sadece görsel malzeme olmaması
durumunda değil, elde bilim adamlarının fotoğrafları olmasına rağmen de
kullanılmış olmasıdır. Buradan dramatik canlandırma, bu belgesel için
sadece görsel belge problemine bir çözüm değil, aynı zamanda bir üslup
özelliği olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu üslup, daha önce de belirtildiği
93
gibi belgeselleri herkesin izleyeceği bir tür haline getirme, insanların ilgisini
çekme, belgesellere aksiyon katma, onları seyirlik hale getirmek amacıyla
kullanılmıştır. Oysa Süha Arın, bir belgeselde canlandırma yönteminin, ancak
konunun işlenebilmesi için çok gerekli olduğu durumlarda, gerçeğe bağlı
kalmak ve olgular konusunda dürüst olmak koşuluyla kullanılabileceğini
savunarak, belgeselcinin etik değerlerinin önemine vurgu yapmıştır (aktaran,
Oktan, 2005: 79).
Söz konusu doğruluk ve etik olduğunda bir konuya daha değinilmesi
gerekmektedir. Hititçe’nin çözülmüş olmasına rağmen, ölü bir dil olması ve
bugün bu dili konuşan kimsenin kalmamış olması nedeniyle, fonetiği
bilinmemekte, yani kısacası nasıl yazıldığı ve ne anlama geldiği bilinen
kelimelerin nasıl konuşulduğu bilinmemektedir. Sadece transkripsiyonları
yapılabilen, nasıl konuşulduğu konunun uzmanı bilim adamları tarafından
dahi bilinmeyen bu dil, Hititler belgeselinde dramatik canlandırmalarda
kullanılmıştır. Kralları canlandıran oyuncular, duygu ve düşüncelerini Hititçe
konuşarak dışa vurmaktadır. İzlerken insanda biraz yapmacık ve abartılı bir
etki bırakan bu uygulama, bu belgeseli diğerlerinden ayıran bir özellik olarak
kullanılmak istenmiş, “Hititçe konuşulan ilk belgesel” olarak başarılı bir
pazarlama politikasının ürünü haline gelmiştir. Bir noktadan sonra Hititler
belgeselinin genelinde sıklıkla karşılaştığımız bu canlandırmalarda, olaylar
dramatize edilmiştir.
Gerçekte tamamen siyasi ve dini amaçlarla yapılmış olan Hitit kraliçesi
Puduhepa ile kral III. Hattuşilli arasındaki evlilik, filmde, eski çağın en büyük
aşk hikậyesi olarak lanse edilmiş, böylece filme küçük bir aşk hikậyesi de
94
katılmıştır. Bu suretle belgesel, böylece içine yerleştirilen aşk unsuru ile daha
çok izleyici çekecek bir hale getirilmiş, içinde yer alan savaş sahneleri, bu
savaşın içine profesyonelce yerleştirilen aşk hikậyesi ile başarılı bir
Hollywood aksiyonunda arayacağımız özellikleri barındırır hale gelmiştir. Söz
konusu dramatizasyonlar ve popülerleştirme süreçleri bu aşk hikậyesi ya da
büyük savaşların dakikalarca canlandırılması dışında, binlerce yıl önce
yaşamış bu insanların hayal kırıklıklarının, üzüntülerinin, yakınları tarafından
uğradıkları ihanetlerin, kıskançlıklarının, korkularının trajik ve duygusal
yönlerinin ön plana çıkarılması yoluyla gerçekleştirildiği de dikkat çekilmesi
gereken bir durumdur. Bunun yanı sıra belgeseldeki savaş sahneleri de bu
konuda önemlidir. Kadeş Savaşı‘nın canlandırıldığı, büyük bir titizlikle
hazırlanmış sahneler, görsel anlatımları açısından bir belgeselden çok
Hollywood yapımı bir film olan Truva filminin savaş sahnelerini
hatırlatmaktadır.
Bu noktada, Hititler ‘in yönetmeni Tolga Örnek ‘in bu filmin yapımında
Hollywood ‘da yer alan bir yapım şirketi olan Digital Ranch Productions ile
ortak çalıştığına tekrar değinmek gerekmektedir. Zira yukarıda belirtilen
örneklerde, bu ortak çalışmanın izleri, belgeselin kurgusu üzerinde açıkça
görülebilmektedir. Böyle bir ortaklık, belgeselin sadece içeriğini ya da yapım
tekniklerini değil, aynı zamanda belgeselin tanıtım ve promosyonlarını da
etkilemiştir. Böylece Hititler belgeseli için Türkiye ‘de hiçbir belgesel film için
yapılmayan tanıtım çalışmaları yapılmış ve film, belki de birazda bu sebepten
dolayı, Türkiye‘de uzun zamandan beri belgesel izlemek için sinemaya
gitmeyen birçok insanın sinemaya gitmesine neden olmuştur.
95
“Belgesel filmlerde zorunlu olmadıkça “canlandırma” yapılmasına karşı
çıkan” (Oktan, 2005: 78) Süha Arın‘ın belgeselinde yer alan oyuncular,
Urartular‘ın yaşadığı bölgenin karlı dağları, ırmakları, Urartular’ dan bugüne
kalmış su kanalı ve kaleleri ile coğrafyası, orada bugün neredeyse aynı
koşullarda yaşayan insanlar olan köylü kadınlar, seramik ustaları, Urartular‘ın
geride bıraktıkları arkeolojik kalıntılardır. Oysa Hititler belgeselinin oyuncu
listesi oldukça kabarıktır. Günümüzde Türkiye‘nin en ünlü ve başarılı
oyuncuları arasında sayabileceğimiz, izleyicilerin dizilerden tanıdığı ve
böylece kolaylıkla özdeşleşebilecekleri, Haluk Bilginer, Sanem Çelik, Burak
Sergen, Fikret Kuşkan gibi çok başarılı oyuncular, izleyenler için Hitit kral ve
kraliçelerinin yüzleridir artık. Belgesel izlendikten sonra akıllarda kalan,
Hititler‘in tarihi değil, Sanem Çelik ve Haluk Bilginer‘in filmde yaşadıkları
büyük aşktır.
Yeni Çağ belgeselleri ortaya çıktı. Büyük bütçeleri, aksiyon, aşk, şiddet,
kıskançlık, ihanet dolu “senaryoları”, ünlü oyuncuları, izleyicilere eski çağın
en büyük aşk hikậyesini, bir zamanların en görkemli şehirlerini, büyük
savaşları izleyeceklerini vaat eden fragmanları ile pahalı tanıtım çalışmaları
ile karşımızda, izlerken izlediğimizin belgesel olup olmadığı konusunda bizleri
şüpheye düşüren, Hollywood yapımı belgeseller var artık.
2.2.2.6. EĞLENCE ENDÜSTRİSİ VE BELGESEL
Kültür endüstrisinin, daha önce de belirttiğimiz, en büyük korkusu olan
“sıkıcı” olma, izlenmeme korkusu, özellikle son yıllarda, ürünlerinin hepsi
üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Haber programlarını, tartışma
96
programlarını ve belgeselleri bile etkilemeye başlayan bu korku, önce
beyazcamı, daha sonra da onun etkilediği diğer alanları sarıp sarmalamıştır.
Eğlence endüstrisinin, filmi yıldızlaştırdığından bahseden Joachim Paech,
eğlencenin, bir filmin çok satmasını sağlayabilecek en önemli mal olduğunun
anlaşılmasından sonra, kamera ve projektörden geçen her şeyi eğlenceye
dönüştürmeye başladığından bahsetmektedir (2002: 291). Bu dönüşüm,
televizyon kanallarının reklam pastasından alacakları pay için yaptıkları yarış,
modern insanların hayatta yaşadıkları zorluklardan kaçmaya yönelmeleri ile
birleşmeleri sonucu, önce televizyonda, daha sonra da onun etkisi altındaki
diğer alanlarda da etkili hale gelmiş, bunun sonucu olarak belgeseller de
bundan paylarını almışlardır.
a) BİLGİLENCE
Bilal Arık, komedi, müzik, spor gibi yayınların, izleyicilerin eğlence
gereksinimlerini televizyon yoluyla tatmin etmelerini sağlaması ile, eğlencenin
pazarlanabildiğini fark eden televizyon yöneticilerinin, televizyonda yer alan
belgesel sinema da dahil tüm programların eğlence ve dram formatına
kurgulanmasına yol açtığından bahsetmektedir. Arık, “ eğlencenin tahakkümü
belgesel sinema ürünlerinin de, biçimsel ve içeriksel koşullarını belirlemiş,
böylelikle belgesel sinema sanatı beyazcamda […] başka bir şey’e
dönüşmüştür.” diyerek son yıllarda belgeselleri etkileyen ve “bilgilence”
olarak adlandırılan bu etkilere vurgu yapmıştır (2005; 151). Boudrillard,
“postmodern medya ortamında, enformasyonla eğlence, imgeyle siyaset
arasında bir sınır kalmadığını haberler ve belgesel gibi ciddi programların bile
97
öyküleri çerçevelemede kullandıkları dramatik kodlar nedeniyle eğlence
programı haline dönüştüğünü ve bir tür enfo-eğlence tarzının ortaya çıktığını”
belirtmektedir (aktaran; Aydoğan, 2004: 57).
Burada incelenen belgesellerden biri olan Hititler belgeseli söz konusu
olduğunda bilgilence veya Boudrillard’ın deyişiyle, enfo-eğlence, faktörünün
ne denli etkin olmaya başladığı daha rahat anlaşılmaktadır. Urartu’nun İki
Mevsimi’nin aksine bu belgeselde, bilgi faktörünün geri planda kalması
pahasına, eğlence unsuru ön plana çıkarılmış, öğretirken eğlendirmek bir
başarı olarak sunulmak istenmiştir. Tolga Örnek’in görsel belge problemine
bir çözüm olarak kullandığı, dramatik canlandırmaların, gereklilikten ziyade
bir üslup özelliği olarak kullanılması ve bu canlandırmalar sırasında kullanılan
dramatik unsurlar da aslında bu eğlendirme unsuruna hizmet etmektedir.
Süha Arın, gerek dili, gerek kullandığı doğal üslupla belgeselinde verilen
bilginin ön plana çıkmasına önem vermiştir. Oysa Tolga Örnek, bir yandan
Hititler hakkında bilgi verirken, bir yandan da insanların, şiddet, aşk, dram
izleme ihtiyaçlarını tatmin etmeye çalışmış, belgeselinde bu unsurları ön
plana çıkararak, izleyici kaybetmemek, daha çok belgeselin dar olan izleyici
kitlesini genişletme amacını gütmektedir. Belgeselde yer alan aksiyonlu
savaş sahneleri ve kralların ölümünün canlandırıldığı dramatik sahneler
izleyicilere Hititler hakkında bilgi vermek için bir araç olmaktan çok, izleyicinin
sıkılmasını engelleme işlevi görmektedir.
Bu konuya değinen Ahmet Oktay, izleyicilere, “insanların günlük
dertlerini kolayca unutmasını sağlayacak soap operalar, düz ve pornografik
şiddet uygulamalarını içeren ya da anlık doyum sağlayan peri masalları
98
anlatan” filmlerin sunulduğunu belirtmektedir (1997: 253). Oktay’ın sözünü
ettiği ögelere dikkat edilmesi gerekmektedir. İlk bakışta bir belgesele çok
uzak gelen bu unsurların büyük bir kısmının, pornografi dışında, dikkatli
bakıldığında, Tolga Örnek’in Hititler belgeselinde bulunması mümkündür.
Soap operalarda veya Hollywood tipi peri masallarında karşılaştığımız, aşk,
ihanet ve benzeri dramatik öğeleri, söz konusu belgeselde, oyuncuların
canlandırdığı Hitit kral ve kraliçelerinin hikậyelerinde, örneğin Şuppililuima’nın
yeniden evlenmek için karısını sürmesi veya Murşilli ile üvey annesi
arasındaki çekişmenin canlandırıldığı sahnelerde bulmak mümkündür. Bunun
yanı sıra, şiddet ve aksiyon içeren savaş sahneleri de belgeselde sıkça
rastlanan ve uzun soluklu olarak nitelendirebileceğimiz sahnelerdir.
Belgeselin bu unsurlar ile izleyicide sağladığı doyum daha önce de belirtildiği
üzere, iyi bir belgesel izlemiş olmanın, Hititler hakkında daha çok bilgi
edinmiş olmanın yanı sıra - hatta belki de çok daha fazla - belgeselin eğlence
niteliğinin verdiği hazdır.
Modern insanın gerçeklerden kaçmak için kültür endüstrisinin ürünlerine
başvurduğu bilinen bir gerçektir. Bu konuya değinen Walter Benjamin,
modern dönemle birlikte, yaşamın insanın kendisi tarafından bir bütünlük
içinde anlamlandırılacak bir tümlüklü yaşam (erfahrung) olarak değil de,
bölük-pörçük ve şöylece yaşanıp geçiliveren bir yaşantıya (erlebnis)
dönüşmesinin de, aslında modern insanın hayat mücadelesinde karşılaştığı
zorluklara karşı yaptığı bilinçli bir savunma olduğunu belirterek, “ yaşamı bir
bütünlüğe kavuşturmaktan ve onun gerçekliğini görmekten insan bilinçli
olarak kaçınmaktadır.” yorumunu yapmaktadır (1982: 158).
99
Benjamin’in yorumuyla hayatın gerçeklerinden kaçmak isteyen insanlara
bir fantazya yaratılmakta, kendi hayatlarında eksikliklerini hissettikleri şeyler
onlara sunularak, bu kaçışlarına yardımcı olunmaktadır. Yaratılan bu
fantazya, büyük Hitit şehirlerinin şaşaalı görüntüleri, büyük kral ve kraliçelerin
korku, aşk ve acıları ile desteklenmekte, bir yandan da Arık’ın dediği gibi,
insanların “merak”’ına seslenilerek, “ilginçliklere” vurgu yapılmaktadır (2005:
154). Burada sözü edilen ilginçlik, biraz da belgeselin doğasında olan,
insanlara bilinmeyeni, egzotik olanı sunmanın verdiği ilginçlik ve merak
duygusundan çok, daha önce de örnek olarak verdiğimiz, kralları oynayan
oyunculara Hititçe konuşturmak gibi sansasyon yaratma amaçlı kullanılan
ilginçliklerdir. Bu sansasyon arayışı, belgeselin kullandığı dile de yansımıştır.
Urartu’nun iki Mevsimi belgeselinde kullanılan dilin aksine, Hititler
belgeselinde kullanılan dilin geneline, “ilk”, “son”, “en büyük” ve “en eski” gibi
sıfatlar hậkimdir. Söz konusu binlerce yıl öncesinde yok olmuş uygarlıklara
ait açıklamalar olduğunda, bu tip sıfat ve tanımlamalar konusunda da çok
dikkatli olunması gerekmektedir.
b) YILDIZ OYUNCU SİSTEMİ
Pudovkin, belgeselinde yer alan oyuncuların, kurmaca filmlerde
oynayanlardan farklarını, “ benim oyuncularım her yerdedir- sokaklar- da ve
çiftliklerde. Onlar sanatçı değillerdir. Yapaylıktan uzak oyuncular.” olarak
açıklamıştır (aktaran; Rotha, 2000: 123). Bu açıklama Süha Arın’ın
Urartu’nun İki Mevsimi belgeseli ile uyum gösterirken, Hititler belgeseli ile
tamamen farklı bakış açıları göstermektedir. Bu farklılık, eğlence
100
endüstrisinin söz konusu belgesel üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır.
Eğlence endüstrisinin etkileri, Hititler belgeselinde dramatik canlandırmalar
da oynaması için yıldız oyuncuların ve belgeselin İngilizce seslendirmesini
yapmak için ise Jeremy Irons’ın seçilmesidir. Eğlence endüstrisi genel olarak
yıldız oyuncu sistemi üzerine kurulmuştur. Yıldızlar sisteminin eğlence
endüstrisi için önemi; öncelikle bu sistemin, insanların gerek filmlerini,
gerekse özel hayatlarını ilgiyle izledikleri yıldız oyuncular sayesinde, onların
yer aldığı bir ürünün, daha çok izleyici çekmesi, aynı zamanda da, bu
oyuncularla çalışabilmiş olmanın verdiği “başarı” imajı ve izleyici ile Hitit
kralları arasında bir bağ oluşturma, izleyicinin bu kral ve kraliçelerle bir
özdeşlik kurmasını sağlamasında yatmaktadır.
Süha Arın’ın 1976 yapımı Urartu’nun İki Mevsimi belgeseli ile Tolga
Örnek’in 2003 yapımı Hititler belgeseli arasındaki en büyük farklardan birisi
de bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu farklılık, Arın’ın
belgeselinde vermek istediği bilgiye önem vermesi, belgeselinin daha az kişi
tarafından izlenmesi pahasına eğlence endüstrisinin bir getirisi olan
“bilgilence” tarzından uzak durmasıdır. Hiç kuşkusuz Örnek de hazırladığı bu
filmi, insanları Hitit Uygarlığı hakkında bilgilendirme amacı ile hazırlamıştır;
fakat aralarındaki farkı oluşturan bu amacın, Hititler belgeseli için en temel
unsuru oluşturmuyor olması şeklinde de düşünülebilir.
Daha önceki bölümlerde de belirtildiği üzere, ekonomik ilişkiler sonucu,
bir belgesel maliyetinin karşılığını sinemalarda vermek durumundadır ve
bunun için de mümkün olduğu kadar çok insana ulaşmalıdır. Eğlence
endüstrisi belgesellerin küçük bir kitle tarafından izlenmesi sorununa çözümü,
101
eğlence unsurunu belgesellere katmak olarak bulmuştur. Bu eğlence
unsurunun da eklenmesi ile belgeseller bile bir tüketim maddesi halini almış,
insanlara eğlenmeleri için pazarlanan, eğlence endüstrisinin bir ürünü haline
getirilmiştir.
102
3. SONUÇ
Bu çalışmanın başında yapılan araştırmalar, özellikle tarih ve arkeoloji
belgesellerinin yapımında karşılaşılan görsel belge sorunları üzerine
odaklanmıştır. Fakat bu araştırmaların sonucunda, görsel belge sorunları ve
bu sorunlara bulunan çözümlerin, belgesellerin popülerleşme eğilimlerini ne
denli etkilediği anlaşılmıştır. Bu nedenle, söz konusu belgesellerde yaşanan
görsel belge sorunu, bu soruna bulunan çözümler ve bu çözümlerin
belgesellerin popülerleşme eğilimlerine katkısını anlamak ve bu duruma
eleştirel bir bakış getirmek, bu çalışmanın amacını oluşturmuştur.
Bu amaç doğrultusunda, öncelikle çalışmada belgesel filmin tanımı
üzerinde yoğunlaşılmıştır. Belgeselin tanımı, dünyada ve Türkiye’de gelişim
süreçleri incelendikten sonra, bu tür filmlerle kurmaca filmler arasındaki
farklar ortaya konarak, görsel belge sorununa getirilen çözümlerin ve
belgesellerin popülerleşme eğilimlerinin, kurmaca ve belgesel filmler
arasındaki ayrım üzerinde ne tip sonuçlar doğurduğu konusuna eleştirel bir
perspektiften bakılmaya çalışılmıştır.
Bu sebeple, tarih ve arkeoloji belgesellerinin popülerleşme eğilimlerinin ve bu
eğilimlerin sonuçlarının anlaşılabilmesi amacıyla, popüler kültür, kitle kültürü
ve kültür endüstrisi kavramları üzerinde odaklanılarak, popüler kültür
ürünlerinin genel özellikleri belirlenmeye çalışılmıştır. Böylece, söz konusu
popülerleşme eğilimlerinin, hangi özellikler üzerinden anlaşılabileceği
incelenmiştir. Bu incelemelerden sonra, günümüzde popüler kültürün üretimi
ve pazarlanması konusunda en önemli araçlardan biri olan televizyonun,
gelişimi ve bu gelişim süreci içerisinde izlenme oranlarının giderek daha fazla
103
önem kazanmasının televizyon programları üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Türkiye’de
televizyonun, özellikle de özel televizyonların yaygınlaşması ve sinemanın yaşadığı kriz
dönemi ile beraber, belgesellerin çoğunlukla televizyonlarda yayınlanmak için hazırlanmaya
başlanmasının, genelde bir tür olarak belgesel filmlere, özelde ise, tarih ve arkeoloji
belgeselleri üzerinde içerik ve form olarak ne tip değişikliklere neden olduğu analiz edilmiştir.
Bu inceleme ve değerlendirmeler göz önüne alınarak çözümlenen Urartu’nun İki
Mevsimi ve Hititler belgeselleri üzerinden ise, çalışmanın başlangıcında sunduğumuz
varsayımlar sınanmıştır.
Bu araştırmalar sırasında, belgesellerde yaşanan görsel belge sorununa
getirilen çözümler konusunda birçok tartışma yaşandığı görülmüştür. Bir
yanda inandırıcılığını onu üreten teknolojinin dışından alan belgeselin, görsel
gerçekliği temsil ettiğini; belgeselin uzmanlık alanının görsel malzemesinde
değil, onun etrafında yer alan, anlatımında, araştırma yerinde, itibarında,
amacında ve yorumlanmasında yattığı görüşü savunulmaktadır. Bir yanda
ise, bu görüşün karşısında duran, dijital teknolojilerin belgesel sinema için ilk
yıllarından bugüne kadar yapılan tanımlarda yer alan, belgesel gerçekliğini
ortadan kaldırıldığı, belgesel ve kurmaca film arasındaki çizginin, gerçeğin
reprodüksiyonları tarafından ihlal edildiği görüşü vardır. Bu ikinci görüşü
savunanlar, dijital teknolojilerin ve dramatik canlandırmaların, belgeselleri,
onlara adını da veren belgelerden uzaklaştırdığını, işlenen konunun böylece
bilinen tarihi gerçeklerden ziyade, belgeseli yönetmenin düş dünyasının bir
ürünü haline getirdiğini savunmaktadırlar.
Bu araştırmada da bu tartışmaların izinden gidilmiş ve otuz yıl arayla
çekilmiş iki belgesel filmin, söz konusu sorunu ortadan kaldırmak amacıyla,
başvurduğu çözümler üzerinden, geçen otuz yılda tarih ve arkeoloji
104
belgesellerinde gözle görülür hale gelen içeriksel ve biçimsel farklılıkların,
izleyicilerin belgesel sinemaya bakış açısını değiştirdiğine dikkat çekilmiştir.
Araştırmanın sonucunda, tarih ve arkeoloji belgesellerinde karşılaşılan görsel belge
sorununa getirilen çözümlerin, bu belgesellerin hızlanan popülerleşme eğilimlerine önemli
katkılarda bulunduğu görüşüne varıldı. Bu katkılar, dijitalleşmenin yani teknolojinin,
televizyonun ve televizyona giderek daha fazla hakim olmaya başlayan eğlence
endüstrisinin, tarih ve arkeoloji belgesellerinin üzerindeki etkisi olarak düşünülmelidir.
Günümüzde giderek önem kazanan izleyici oranları ya da gişe rekorlarının, endüstrinin,
hazırlanan ürünün mümkün olduğu kadar çok izleyiciye ulaşması gerektiğine dair baskısı,
özellikle televizyon için yapılan ürünlerin, giderek daha fazla eğlence içermeye başlamasına
sebep olmuştur. Bunun sonucunda da tarih ve arkeoloji belgesellerinin de bu eğlence
kültürünün pratiklerinden, bir tür “bilgilence” (enfo-eğlence) ’ye dönüşerek paylarını aldıkları
görülmektedir. Tarih ve arkeoloji belgesellerine, bir anlamda herkes için bilgi gibi bir
demokratikleşme söylemi ile beraber; bilgilence pratiğinin eklemlenmesi, daha çok görsel
belge sorununa getirilen çözümler yoluyla gerçekleşmektedir. Söz konusu soruna bir çözüm
olarak getirilen dramatik canlandırmalar, animasyon yöntemi ile yok olmuş bir şehri veya
geçmişte yaşanan bir savaşı tekrar canlandırmak, son yıllarda bu tip belgesellerde sıkça
rastlanan uygulamalardır. Bu uygulamalar, dikkatli ve gerekli oldukları durumlarda
kullanılmadıkları zaman birçok açıdan sorun yaşanmasına neden olabilmektedirler. Gerek
görsel belgenin bulunmadığı durumlarda, gerekse günümüzde özellikle televizyonun etkisiyle
tarih ve arkeoloji belgesellerinde yerleşmeye başlayan yeni biçim ve içeriklerin katkısıyla
sıkça kullanılmaya başlayan bu yöntemler, gereğinden fazla ve dikkatsizce kullanıldıkları
durumlarda, belgesel film ile kurmaca film arasındaki sınır belirsizleşebilmektedir. Yapısı
gereği, belgelerin ve yaşanmış olay veya kişilerin, elbette ki yönetmenin yorumuyla, bilimsel
gerçeğe en yakın biçimde işlenmesi gereken belgesellerin, tamamen yönetmenin hayal
gücüne dayanarak ve ses getirme amacıyla, sansasyonel olanın peşinde, tarihi doğruların
dönüştürülüp, allanıp pullanması ile belgeselin yapısında da bir takım değişiklikler
gerçekleşmiştir. Bu pratikler belgesellerin daha fazla dikkat çekmesi amacıyla, Hititler
belgeselinde oyuculara Hititçe konuşturulması gibi, zaman zaman bilimsel hatalara da
105
neden olmakta ve böylece belgesel etiğine de ters düşmektedir. Bu nedenle, söz konusu
filmlerde bilim adamlarının danışmanlığına daha fazla başvurulması ve onların bilgilerine
daha fazla önem verilmesi gerekmektedir.
Bu konuya, yaşanan teknolojik gelişmelerin birçok alanda olduğu gibi
sinema alanında da yapılabileceklerin sınırlarını zorlamaya devam etmesi
şeklinde de bakılabilir. Bu çerçevede sinema alanında teknik olanakların
gelişmesi en mahrem olanın bile gözler önüne serilmesini beraberinde
getirdi. Bu gelişmelerden belgeseller de payını aldı. Sadece tarihi belgeler,
tanıklar, eserlerin veya bir olayın görsel anlatımı belgesel yönetmenine
yetmemeye; izleyiciyi de tatmin etmemeye başladı. Yaşanan savaşların bile
canlı yayında dakika dakika izleyiciye sunulduğu bu yeniçağ, belgeseli de
yeni bir yapılanmanın içine itti. Böylece izleyici geleneksel belgesel
pratiklerinin dışında, azami seviyede zihinsel aktivitede bulunarak, artı bir
çaba sarf etmeden gerçekleri bir film gibi izleyebileceği yeni bir belgesel
dünyası ile tanıştı. Artık geçmişte de yaşanmış olsa, bir savaşı sadece
anlatmak yetmiyor, insanlara belgeselleri izletebilmek için, bu savaşların
gerçekmiş izlenimi verecek şekilde yeniden yaşatılması gerekiyordu. Bunun
sonucu olarak da, belgeselin bu yeni dünyasında tanıkların yerini show
dünyasının ünlüleri, tarihi belgelerin yerini grafik ve animasyonlar aldı. Bu
durum, günümüzde, yıldız (star) oyuncu kadrolarına sahip, büyük bütçeli, aşk, şiddet,
ihtiras gibi izleyicinin içindeki dürtülere hitap eden duyguların kışkırtıldığı, Hollywood
filmlerine benzeyen belgesel filmlerin karşımıza çıkmaya başlaması ile de
açıklanabilmektedir.
Bu çalışmada çözümlenmesi yapılan iki belgeselden bir tanesi olan Hititler yukarıda
sözü edilen belgesellere bir örnek teşkil etmekteyken, incelenen diğer belgesel olan
Urartu’nun İki Mevsimi’nin yapımında, daha doğal yöntemler kullanılmıştır. Bu durum, son
106
otuz yılda hem dünyada hem de Türkiye’de belgesellerin de dünyadaki yeni yönelimlere
(trendlere) ayak uydurmaya başladığı ve böylece de bir değişime uğradığı konusundaki
düşünceleri kuvvetlendirmiştir. Bu değişim ise, daha önce de belirtildiği üzere, insanları
etkileme gücü giderek artan televizyonun ve gündelik hayata giderek daha fazla yerleşen
eğlence endüstrisinin belgesel sinemayı bir sektör olarak keşfedip, onu kendi kurallarına
göre uyumlandırmaları ile ilgilidir. Bu değişimin tüm belgesel sanatını kapsamadığı da bir
gerçektir. Nitekim günümüzde de hậla bilinen anlamı ile belgesel yapan yönetmenler
bulunmaktadır. Fakat bu durum yeni bir türün ortaya çıktığını ve bu türün giderek belgesel
piyasasına egemen olduğunu, göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Bahsi geçen bu “belgesellerin” işledikleri konular, röportaj teknikleri kullanmaları ve
kısmen de olsa bilim adamlarının danışmanlıklarına başvurmaları sayesinde, belgesel
filmlerin belli özelliklerini taşımaktadırlar. Oysa anlatımlarında dramatizasyonlardan,
profesyonel oyunculardan yararlanmaları, kullanılabilir durumda olsa bile, konunun geçtiği
gerçek mekânlar yerine dijital yöntemlerle yeniden yarattıkları mekânları seçmeleri ve
bilgilendirme yerine “bilgilence”nin tercih edilmesiyle de bu türden ayrı bir noktada
durmaktadır.
Bu araştırmanın konusu söz konusu belgesellerin başarısını kesinlikle tartışmak
değildir. Bu araştırmanın amacı, her iki “belgesel” pratiğine de belli bir eleştirel mesafede
durarak, bu yeni türün belgesel olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı sorusunu ortaya
atmak ve altını çizmektir. Bu amaçla, yapılan analizlerin sonunda, bu tip filmlerin uluslararası
alanda ve Türkiye’de kurmaca belgesel tanımı ile karşılanmakta olmasına rağmen,
yurdumuzda, Hititler belgeselinde de karşılaştığımız gibi, bu tanımlamanın yaygın bir
kullanıma ulaşamadığını görmek mümkündür. Bu sebeple, bahsi geçen belgesellerin, gerek
görsel belge sorununa bulunan çözümlerin kullanım yolları, gerekse popülerleşme yolunda
geçirdikleri biçimsel ve içeriksel dönüşüm süreci sonucu, bu tür filmler için yeni bir
tanımlamanın yapılması veya kurmaca belgesel tanımının kullanımının ülkemizde de
yaygınlaştırılması gerekmektedir.
Tarih ve arkeoloji belgesellerinin görsel belge sorununa getirilen yeni
çözümlerin kullanımı ve bu yolla göstermeye başladıkları popülerleşme
107
eğilimleri ile ilgili tartışmaya son noktayı, Melis Çelebi‘nin Ünsal Oskay ile
yaptığı bir söyleşide sorduğu; Popüler kültür belgeseli öldürüyor mu?
sorusuna Ünsal Oskay ‘ın verdiği cevap ile koymak istiyorum. “ Öldürmüyor
ama yaşatmıyor da” (2004; 115).
108
KAYNAKÇA:
• Arık, M. Bilal, 2005, “Popüler Kültür ve Belgesel Tüketimi”, Belgesel
Film Üzerine Yazılar, Der. Nilüfer Pembecioğlu, Ankara, Babil Yay.
s.144-155.
• Aydoğan, Filiz, (2004), Medya ve Popüler Kültür, İstanbul, MediaCat.
• Bazin, Andre, (1993), Sinema Nedir?, Çev. İbrahim Şener, İstanbul:
Sistem Yay.
• Benjamin, Walter, (19829, Estetize Edilmiş Yaşam, Çev. Ünsal
Ozkay, İstanbul, Dost Kitabevi Yay.
• Berger, John, (1986), Görme Biçimleri, Çev. Yurdanur Salman,
İstanbul, Metis Yay.
• Bonitzer, Pascal, (2006), Kör Alan ve Dekadrajlar, Çev. İzzert Yasar,
İstanbul, Metis Yay.
• Bourdeiu, Pierre, (2002), Karşı Ateşler, Çev. Halime Yücel, İstanbul,
YKY
• Bourdeiu, Pierre, (1997), Televizyon Üzerine, Çev. Turhan Ilgaz,
İstanbul, YKY
• Cereci, Sedat, (1997), Belgesel Film, İstanbul, Şule Yay.
• Çankaya, Özden, 1997,”TRT’nin Belgesel Yayıncılık Politikaları ve
Belgesel Yapımcılarının Konuya İlişkin Değerlendirmeleri”, Belgesel
Sinemacılar Birliği I. Ulusal Konferansı Bildirileri.
• Çaplı, Bülent, (2002), Medya ve Etik, Ankara, İmge Yayınları.
109
• Çelenk, Sevilay, (2005), Televizyon Temsil Kültür, Ankara, Ütopya
Yay.
• Erdoğan, İ. Ve Alemdar K., (2005), Popüler Kültür ve İletişim,
Ankara, ERK Yay.
• Evren, Burçak, (2006); İlk Türk Filmleri, İstanbul, Es Yay.
• Fiske, John, (1999), Popüler Kültürü Anlamak, Çev. Süleyman İrvan,
Ankara, Bilim ve Sanat Yay.
• Gans, Herbert, J., (1999), Popüler Kültür ve Yüksek Kültür, Çev.
Emine Onaran İncirlioğlu, İstanbul, YKY.
• Hepdinçler, Tolga: http://ilef.ankara.edu.tr/fotograf/yazi.php?yad=2740
• Jay, Martin, (2005), Diyalektik İmgelem, Çev. Ünsal Oskay, İstanbul,
Belge Yay.
• Kejanlıoğlu, Beybin, (2005), Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Bir
Uğrağı: İletişim ve Medya, Ankara, Bilim ve Sanat Yay.
• Kutay, Uğur, (2006), Kamera gerçek ilişkisi ve belgesel sinemada
gerçek, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, Dokuz Eylül
Üniversitesi.
• Max Horkheimer-Theodor W. Adorno, (1969); “Dialektik der
Aufklaerung”,Kulturindustie Aufklaerung als Massenbetrug.I.Baskı,
Hamburg:Fischer Taschenbuch Verlag.s.108-150
• McLuhan, Marshall, (2005); Yaradanımız Medya, Çev. Ünsal Oskay,
İstanbul, Merkez Kitapçılık Yayıncılık.
• Monaco, James, (2002), Bir Film Nasıl Okunur ?, Sinema Dili,Tarihi
ve Kuramı, Çev. Ertan Yılmaz, 2. Baskı, İstanbul, Oğlak Yay.
110
• Moran, M.James, 1999 “A Bone of Contention:Documanting the
Prehistoric Subject”, Collecting Visible Evidence, Ed.Jane M.
Gaines ve Michael Renov,London, Univ.Minnesota Pres.s.255-273.
• Morva, Ahsen Deniz, (2003), Belgesel Sinemada Nesnellik Olgusu,
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
• Mutlu, Erol, (2005), Globalleşme, Popüler Kültür ve Medya, Ankara,
Ütopya Yay.
• Mutlu, Erol, (2004), İletişim Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat Yay.
• Nichols, Bill, (1991); Representing Reality; Issues and Concepts in
Documentary, Bloomington, Indiana Univ.Press,
• Noake, Roger, (1988), Animation:A Guide to Animated Film
Techniques, London, Macdonald Orbis.
• Oskay, Ünsal - Çelebi, Melis, (2004); Peki Konuşalım, İstanbul,
Epsilon Yay.
• Oktan, Ahmet, (2005), Türkiye’de Belgesel Sinema ve Süha Arın:
Sanatın ve Bilimin Kesiştiği Noktada Bir Belgesel Sinemacı,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, Atatürk Üniversitesi.
• Oktay, Ahmet, (1997), Türkiye ‘de Popüler Kültür, İstanbul, YKY.
• Özdemir, Hasan, 2002, “Popüler Edebiyat”, Uluslar arası Türk
Dünyası Halk Edebiyatı Kurultayı Bildirileri, Ankara, T.C. Kültür
Bakanlığı Yay.
• Öngören, Simten Gündeş, (1991), Belgesel Filmin Yapısal Gelişimi
ve Türkiye’ye Yansıması, İstanbul, Der Yay.
111
• Özön, Nijat, (1981), Sinema ve televizyon Terimleri Sözlüğü,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yay.
• Paech, Joachim, 2002, “ Intermedialitaet des Films” , Moderne Film
Theorie, Ed. Jürgen Felix, Mainz, Bender Ver., s.287-308
• Postman, Neil, (2004), Televizyon Öldüren Eğlence, Çev. Osman
Akınhay, İstanbul, Ayrıntı Yay.
• Renov, Michael, 1993 ; “Toward a Poetics of Documentary”,
Theorizing Documentary, Ed, Michael Renov, New , Rouledge. s.1-
36.
• Rosen, Philip, 1993, “Document and Documentary: On The
Persistence of Historical Concepts”, Theorizing Documentary,
Ed,Michael Renov, New York, Rouledge. s. 58-89.
• Roth, Klaus, (1993) ; “ Populaere Lesestoffe in Südosteuropa” ,
Südosteuropaeische Popularliteratur im 19. und 20. Jahrhundert,
Ed. Klaus Roth, Münih, Münchner Vereinigung für Volkskunde
Südosteuropa-Geselschaft. s.11-32.
• Rotha, Paul, (2000); Belgesel Sinema, İstanbul, İzdüşüm Yay.
• Seyhan, İpek, (1998);Tarihsel Olayların Televizyona Yansıtılması
ve Bir Örnek: “Kurtuluş”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü .
• Solomon, Charles, (1987), The Art of the Animated Image an
Antholoy. Los Angeles, The American Film Institute.
• Storey, John, (2000), Popüler Kültür Çalışmaları, Çev. Koray
Karaşahin, İstanbul, Babil Yay.
112
• Tağ, Şermin, (2001), Belgesel Sinemada Gerçeklik Anlayışı ve
Türkiye’deki Örnekleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir, Dokuz
Eylül Üniversitesi
• Tan-Akbulut, Nesrin, 2005, “Belgesel Gerçekliği Yeniden Kurar”,
Belgesel Film Üzerine Yazılar, Der. Nilüfer Pembecioğlu, Ankara,
Babil Yay. s.84-86.
• Torun, Hale, (2000); Türkiye’de Tarihsel Belgesel Filmlerde Tarihin
Yorumlanışı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, İ.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü
• Ulutak, Nazmi, (1988), Belgesel SinemanınTemel Özellikleri ve
Tarih Felsefesi Açısından belgesel Sinemada Gerçeklik, Doktora
Tezi, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi.
• Ün, Tahir, http://ilef.ankara.edu.tr/fotograf/yazi.php?yad=10807
• Wahrig,Gerhard, (1975), Deutsches Wörterbuch , Berlin,
Bertelsmann Lexikon-Verlag: 2847.
• Wells, Paul, (1998); Understanding Animation, London-New York,
Routledge.
• Williams, Raymond, (2005), Anahtar Sözcükler, Çev. Savaş Kılıç,
İstanbul, İletişim Yay.
• Worbs, H.Cristoph, (1963); Der Schlager. Bestandsaufnahme-
Analyse Dokumentation, Bremen, Carl Schünemann Verlag.
• http://www.mtvfilm.com/suha_arin.htm
• http://www.cihandergi.com/detay.php?id=120&did=08
113
ÖZET
Bu çalışmanın başında yapılan araştırmalar, özellikle prehistorik
dönemleri konu alan tarih ve arkeoloji belgesellerinin yapımında karşılaşılan
görsel belge sorunları üzerine odaklanmıştır. Fakat bu araştırmaların
sonucunda, görsel belge sorunları ve bu sorunlara bulunan çözümlerin,
belgesellerin popülerleşme eğilimlerini ne denli etkilediği anlaşılmıştır. Bu
nedenle, söz konusu belgesellerde yaşanan görsel belge sorunu, bu soruna
bulunan çözümler ve bu çözümlerin belgesellerin popülerleşme eğilimlerine
katkısını anlamak ve bu duruma eleştirel bir bakış getirmek, bu çalışmanın
amacını oluşturmuştur.
Araştırmada, otuz yıl arayla çekilmiş iki belgesel filmin, görsel belge
sorununu ortadan kaldırmak amacıyla, başvurduğu çözümler üzerinden,
geçen otuz yılda tarih ve arkeoloji belgesellerinde gözle görülür hale gelen
içeriksel ve biçimsel farklılıkların, izleyicilerin belgesel sinemaya bakış açısını
değiştirdiğine dikkat çekilmiştir. Bu incelemelerin sonucunda, tarih ve
arkeoloji belgesellerinde karşılaşılan görsel belge sorununa getirilen
çözümlerin, bu belgesellerin hızlanan popülerleşme eğilimlerine önemli
katkılarda bulunduğu görüşüne varılmıştır.
Bu konuya, yaşanan teknolojik gelişmelerin birçok alanda olduğu gibi
sinema alanında da yapılabileceklerin sınırlarını zorlamaya devam etmesi
şeklinde de bakılabilir. Bu çerçevede sinema alanında teknik olanakların
gelişmesi en mahrem olanın bile gözler önüne serilmesini beraberinde
getirdi. Bu gelişmelerden belgeseller de payını aldı. Sadece tarihi belgeler,
114
tanıklar, eserlerin veya bir olayın görsel anlatımı belgesel yönetmenine
yetmemeye; izleyiciyi de tatmin etmemeye başladı. Yaşanan savaşların bile
canlı yayında dakika dakika izleyiciye sunulduğu bu yeniçağ, belgeseli de
yeni bir yapılanmanın içine itti. Böylece izleyici geleneksel belgesel
pratiklerinin dışında, azami seviyede zihinsel aktivitede bulunarak, artı bir
çaba sarf etmeden gerçekleri bir film gibi izleyebileceği yeni bir belgesel
dünyası ile tanıştı. Artık geçmişte de yaşanmış olsa, bir savaşı sadece
anlatmak yetmiyor, insanlara belgeselleri izletebilmek için, bu savaşların
gerçekmiş izlenimi verecek şekilde yeniden yaşatılması gerekiyordu. Bunun
sonucu olarak da, belgeselin bu yeni dünyasında tanıkların yerini show
dünyasının ünlüleri, tarihi belgelerin yerini grafik ve animasyonlar aldı. Bu
durum, günümüzde, yıldız (star) oyuncu kadrolarına sahip, büyük bütçeli,
aşk, şiddet, ihtiras gibi izleyicinin içindeki dürtülere hitap eden duyguların
kışkırtıldığı, Hollywood filmlerine benzeyen belgesel filmlerin karşımıza
çıkmaya başlaması ile de açıklanabilmektedir.
Söz konusu “belgeseller”, işledikleri konuları, röportaj teknikleri
kullanmaları ve kısmen de olsa bilim adamlarının danışmanlıklarına
başvurmaları sayesinde, belgesel filmlerin belli özelliklerini taşımaktadırlar.
Oysa anlatımlarında dramatizasyonlardan, profesyonel oyunculardan
yararlanmaları, kullanılabilir durumda olsa bile, konunun geçtiği gerçek
mekanlar yerine dijital yöntemlerle yeniden yarattıkları mekanları seçmeleri
ve bilgilendirme yerine “bilgilence”nin tercih edilmesiyle de bu türden ayrı bir
noktada durmaktadır.
115
Tüm bunlar göz önüne alındığında, söz konusu belgeselleri için, her ne
kadar uluslar arası alanda ve Türkiye’de kurmaca belgesel tanımı kullanılıyor
olsa da, yurdumuzda, Hititler belgeselinde de karşılaştığımız gibi, bu
tanımlama yaygınlık kazanamamıştır. Bu sebeple, bahsi geçen belgesellerin,
gerek görsel belge sorununa bulunan çözümlerin kullanım yolları, gerekse
popülerleşme yolunda geçirdikleri biçimsel ve içeriksel dönüşüm süreci
sonucu, bilindiği anlamda belgesel olarak adlandırılamayacağı, bu tür filmler
için yeni bir tanımlama yapılması veya kurmaca belgesel tanımının
kullanımının ülkemizde de yaygınlaştırılması gerekmektedir.
116
SUMMARY
The researches done at the begining of this study, were focused on the
visiual documentation problems of history and archeology documentaries.
But at the end of these researches, it could be seen, how much the practices
used to solve this problem, effect the tendencies to popularity of these
documentaries. Because of that, the intent of this study is to analyse the
supplements of these visiual documentation problems, their solutions and
how these issues effect their tendencies to popularity with a critical attitude.
By analising two documentaries, shot thirty years of interval, this study
tries to show, the change of content and form of history and archeology
documentaries, that the visiual documentation problems, the practices that
are often used to solve them and their tendencies to popularity, has changed,
the audiences point of view about documentaries, in these last thirty years. At
the end of this research, it can be said that the practices used to solve the
visual documentation problems of history and archeology documentaries,
fasten their tendencies to popularity.
An other point of view is that, like in most of the areas, the technical
developments in the documentary practice, continiue to force the limits of
what can be done. In that case, it can be said that with the development of
technological opportunities in the documentary practice, came along the
presentation of the most the intimate. With that, the historical documents,
witnesses or the visiual narrating of what happened in the past started to be
insufficient for the director and it could not satisfact the audience either. In a
117
time where battles can be watched live, documentary films were forced to
reconstruct themselves. So the audience met a new kind of documentary
film, by witch they could watch the historical reality, without any kind of
mental activity, just as easy like watching a movie. Just telling the story of a
battle was not enough anymore. In order to be watched, the battles had to
come to life in a very realistic way. As a result, the witnesses of a
documentary were replaced by film stars, just like the documents which were
replaced by graphic and animation practices. This situation can be explained,
by the increasing number of documentaries that reminds us of Hollywood
films. Films, full of casts with film stars big budgets and emotions like love,
hate and passion; emotions, which call out to the most basic impulsions of
the humankind. Even though this “documentaries” use the same topics,
interview techniques and advisors as the documentaries we are used to, the
usage of dramatisations, proffessional actors, the digitally animated sites,
eventhough the original ones can be used, and the preference of info-
tainment to information causes the main difference between them.
According to these differences, a new defifnition, fictional documentary
is used in the world and in Turkey. But just like it can be seen in the case of
the Hittites film, the use of this description has not expanded enough.
Because of the practices these films use for their visual documentation
problem, the transformation of their content and form, at the same time with
their gain of popularity, it must be said that it is hard to define these films as
documentary films. The solution this study can bring to this problem is either