tc ankara üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü doğu dilleri ve
TRANSCRIPT
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
DOĞU DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI
FARS DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI
SÎMÎN DÂNİŞVER'İN SEVÛŞÛN VE CEZÎRE-İ SERGERDÂNÎ ROMANLARINDA
ÜSLUP
Yüksek Lisans Tezi
Çağdaş Karsan
ANKARA- 2004
1
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
DOĞU DİLLERİ VE EDEBİYATLARI ANABİLİM DALI
FARS DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI
SÎMÎN DÂNİŞVER'İN SEVÛŞÛN VE CEZÎRE-İ SERGERDÂNÎ ROMANLARINDA
ÜSLUP
Yüksek Lisans Tezi
Çağdaş Karsan
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Hicabi Kırlangıç
ANKARA- 2004
2
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ................................................................................................................................... 3
GİRİŞ: MODERN İRAN EDEBİYATINDA ROMAN ......................................................... 4
BİRİNCİ BÖLÜM: SÎMÎN DÂNİŞVER
A- HAYATI, ESERLERİ ...................................................................................................... 16
B- EDEBİ KİŞİLİĞİ VE MODERN İRAN EDEBİYATINDAKİ YERİ ............................. 21
İKİNCİ BÖLÜM: SEVUŞUN
A- ROMANIN KİŞİLERİ ...................................................................................................... 36
B- ROMANIN ÖZETİ ........................................................................................................... 42
C- ROMANIN TAHLİLİ ....................................................................................................... 65
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: CEZİRE-Yİ SERGERDANİ
A- ROMANIN KİŞİLERİ ..................................................................................................... 89
B- ROMANIN ÖZETİ .......................................................................................................... 94
C- ROMANIN TAHLİLİ ...................................................................................................... 109
KAYNAKÇA ....................................................................................................................... 134
3
ÖNSÖZ
Bu çalışma modern İran edebiyatının öncü ve güçlü kalemlerinden Sîmîn Dânişver’in
hayatını, eserlerini, modern İran edebiyatındaki yerini ve Sevûşûn ve Cezîre-yi Sergerdânî
adlı iki büyük eserinin dil ve üslup bakımından incelenmesini kapsar.
Bu çalışmaya konu olan yazarın seçiminden başlayarak yüksek lisans tezimin her
aşamasında bilgi ve birikimi, deneyimi ve yapıcı eleştirileri ile çalışmama katkıda bulunan
değerli hocam Doç. Dr. Hicabi KIRLANGIÇ’a en içten teşekkürlerimi sunarım.
Çağdaş Karsan
Ağustos 2004
4
GİRİŞ: MODERN İRAN ROMANINA BİR BAKIŞ
İran edebiyatında romancılığın kökü çok eskilere uzanmaz. Bu edebi türün son
yüzyılda ortaya çıktığı söylenebilir. Yani çağdaş İran öykü ve romanını meşrutiyet dönemiyle
ve hareketiyle başlatmak doğru olur. Hasan-i Mîr Âbidînî’nin İran Öykü ve Romanının Yüz
Yılı adlı eserinde bu konuyla ilgili şunları okuruz:
İran romanının ortaya çıkışı meşrutiyetçi düşüncelerin manevi bir ürünüdür[...]
Orta sınıfın düşünce ve sanat meydanına ayak basması ve aşamalı bir ulusal
uyanışın gelişmesiyle birlikte ilk modern İran öykülerinin ortaya çıkması için
zorunlu olan hazırlıklar görülmüş olur[...] Bireyin ve onun duygu ve
düşüncelerinin değer kazanması, bireysel yaşamı toplumsal olaylar düzleminde
betimleyen romanın ve öykünün ortaya çıkışının önemli etkenlerindendir.
Çeşitli kültürel etkenler de İran roman ve öykücülüğünün meydana gelmesine
yardımcı olurlar. Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi, batı uygarlığının
tezahürlerinin ülkeye girişi (kitap ve gazete basımı için matbaa, yeni okulların
özellikle üniversitenin kurulması; İran kültüründe ve edebiyatında bir değişim
oluşturmak için bilimsel, tarihi ve edebi ederlerin çevrilmesi; okur yazar
sayısının artması vs.) gibi etkenler, yeni edebi türlerin ortaya çıkmasına uygun
bir ortam hazırlarlar.1
Meşrutiyet inkılabı öncesi İranlı yazarlar, bugünün manası ve tekniği ile romancılığı,
batılı tarihi romanların tercümeleri yoluyla öğrendiler. İlk İran romanı olarak Mirza Ca’fer
Karacadağî tarafından 1857 yılında Azeri Türkçe’sinden Farsça’ya çevrilen Mirza Fethali-yi
1 Mîr Âbidînî, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, C. I, çev. Derya Örs, Nüsha, 2002, s. 6.
5
Âhundzâde’nin Sitâregân-ı Firîb Horde ya Hikâyet-i Yûsuf Şâh (Aldanmış Yıldızlar veya
Yusuf Şahın Hikayesi) gösterilebilir.2
Avrupa kültürü her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da İran edebiyatını etkiledi.
Avrupa ile tanışmanın neticesinde geleneksel yapıdan kurtulmanın sancısını yaşayan İran
toplumu ve aydını edebiyatın toplumun en temel sorunlarını gündeme taşımak ve onlara çare
bulmak amacını taşıyabileceğini düşünmeye başladı. “Avrupa ile yüz yüze gelme meşrutiyet
döneminin en temel kültürel meselesidir. Geleneksel İran toplumunun Avrupa uygarlığı ile
karşılaşması, aydınların düşünsel uyanışını ve siyasetle kültüre yeni bir gözle bakılmasını
sağlar.3”
Meşrutiyet dönemi yazarları Talibof, Zeynulâbidîn-i Merâgaî, Ali Ekber Dihhodâ
herkesin anlayabileceği sade yazılarla toplumsal ve kültürel geri kalmışlığı, yoksulluğu,
cehaleti, baskı rejimine muhalif düşünceleri işlediler. Özellikle Talibof, Kitâb-i Ahmed (1893)
ile batılı tarz romancılığa oldukça yaklaştı.4 Zeynulâbidîn-i Merâgaî’nin 1895’de yazdığı
Seyâhatnâme-yi İbrâhîm Big ya Belâ-yi Taassub-i U (İbrahim Beyin Seyahatnamesi veya
Onun Taassubunun Belası) adlı eseri de dönemin önemli çalışmalarındandır. Ali Ekber
Dihhodâ öyküyü ince bir mizahla karıştırıp hurafeler, siyasi oyunlarla, vurdumduymazlıkla
savaştı. Meşrutiyet inkılabını takiben milliyetçilik, geçmişe ilgi ve özlem ve araştırma merakı
arttı. Meşrutiyet döneminde geçmişe yönelik milli bir şuurun uyanması ve tarihi romanın
diğer türlere göre daha tehlikesiz sayılması, ilk romanların, tarihi doku taşımasında etkendir.
Çünkü o zamanlar Dâryûş, Enûşîrvân, Kurûş gibi eski padişahları övmek zamanın
hükümetinin gözünde zararsızdı5. Muhammed Bakır Mirza’nın Şems u Tuğrâ’sı (1899), Şeyh
Musâ’nın Işk u Saltanat yâ Futûhât-i Kurûş-i Kebîr’i (Aşk ve Saltanat ya da Büyük Kuruş’un
Fetihleri; 1919), Mirza Hasan Bedî’nin Dâstân-i Bâstân ya Sergozeşt-i Kurûş’u (Eski Efsane
2 Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001, s. 43. 3 Mîr Âbidînî, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, C. I, çev. Derya Örs, Nüsha, 2002, s. 5. 4 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-yi Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 10. 5 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-yi Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 44.
6
ya da Kuruşun Macerası; 1919) bu dönemin önemli tarihi romanlarıdır. Bu dönemin tarihi
romanları genelde milli duyguları okşamak ve eski döneme yönelik bir özlem uyandırmak için
söylenmiştir.
Sosyal romanlar da diğer türler gibi batı edebiyatının etkisi ile oluştu. Bu türün ilk ve
önemli yazarları Muşfik-i Kâzımî, Sanatîzâde-yi Kırmânî, Devletâbâdî, Halîlî’dir6. Bunun
dışında Said-i Nefîsî, Muhammed Hicâzî, Muhammed Mesûd kadınların, ileri gelenlerin ve
şehrin diğer elitlerinin yaşamlarını resmettiler. Bu yılların en önemli toplumsal romanı Muşfik
Kâzımî’nin kaleme aldığı ve 1922’de Sitâre-yi İrân gazetesinde tefrika edilen Tahrân-ı Mahûf
(Korkunç Tahran)’dur. Cemâlzâde’nin Yekî Bûd Yekî Ne Bûd (Bir Varmış, Bir Yokmuş; 1921)
adlı altı öykü içeren ve batılı roman tekniği kullanılarak kaleme alınan eseri meşrutiyet
döneminin önemli eserlerindendir. Bu eser teknik bakımdan ilktir ve çığır açmıştır.
Cemâlzâde eserlerinde halk söyleyişlerini ve ağzını kullandı.
1934’de Tahran üniversitesinin kurulması ve edebiyat fakültesinin eğitime başlaması
ile birlikte Muhammed Taki Bahâr (Meliku’ş- Şu’ara), İbrâhîm Pûr Dâvud, Furûzânfer gibi
büyük üstatların dersler vermesi, bu dönemdeki akademik ve ilmi eserlerin nitelik ve nicelik
bakımından doyurucu olmasına neden oldu. 1935 yılında dönemin başbakanı Muhammed Alî
Ferrûhî’nin başkanlığında İran Edebiyat Akademisi’nin kurulması ile beraber dil üzerine yeni
ve bilimsel çalışmalar yapıldı ve yeni ve modern kelimeler türetilip dile sokuldu7. 1936
yılında Sâdık Hidâyet’in, onu dünyanın büyük yazarları arasına sokan ve Fars dilinin ilk
sürrealist ve psikolojik romanı olarak kabul edilen Bûf-i Kûr (Kör Baykuş) adlı eserinin
yayımlanması bu dönemin önemli edebi olaylarındandır. Sadık Hidayet bu eseriyle kendinden
sonra gelen bir çok yazarı etkiledi. Hidayet yeni bir üslup ve yazı tekniği yaratmada
kendinden sonra gelenlerin rehberi sayılabilir. Bozorg Alevî de siyaseti öykülerine malzeme
yaparak kendinden sonra gelenler üzerinde etkili oldu. .
6 Age., s. 44. 7 Age., s. 77.
7
Bu dönemde yazılıp sahnelenen bir çok piyes de göz ardı edilmemelidir. İran’da piyes
yazarlığı Meşrutiyet döneminde başlar. Moliere’den yapılan birkaç tercüme dışında bu
dönemde önemli bir eser yazılmadı. Ancak kırklı yıllarda İranlı aydın ve yazarlar bu türü bir
eleştiri malzemesi olarak keşfettiler ve bu türe yöneldiler. Teatr-i Milli (1911)ve Komedi-yi
İran (1922) gibi tiyatro dernekleri kuruldu. Huseyn Mukaddem, Rıza Kemâl Şehrzad, Sâdık
Hidâyet, Âhûndzâde bu türde önemli eserler verdiler8. Batılı üslup ve teknikle yazılmış ilk
piyes Hasan Mukaddem’in 1922 tarihli Câfer Hân ez Fireng Âmede (Cafer Han Avrupa’dan
Gelmiş) adlı oyunudur. Bu eser zamanında büyük ses getirdi ve hakkında bir çok makale ve
eleştiri yayımlandı.
Kırklı yıllar modern öykücülük ve roman bakımından önemli bir yere sahiptir. Bu
yıllarda çok önemli toplumsal eserler öne çıktı ve yazarlar yeni üslup ve teknikler, çeşitli
kalıplar deneyerek bu türün yaygınlaşmasını sağladılar. Bu yönüyle öykü yeni bir edebi tür
olarak edebiyat sahnesinde yerini aldı denilebilir.
Bu dönem nesrine, batı ile olan yakın münasebetten dolayı orijinal yabancı kelimeler
girdi. Radyo, otomobil, telefon, posta gibi. Tercüme edilen batılı eserlerin sayısındaki artış bir
bakıma İran edebiyatına giren yabancı ve yeni kelime ve terkiplerin artışı demekti.
Bu dönem edebiyatında birkaç edebi tür kendini gösterdi. Kısa roman (öykü),
toplumsal roman, edebi araştırmalar, edebiyat eleştirisi, tarihi araştırmalar. Bu dönemde
halkın yaşantısında ve hükümet anlayışında meydana gelen değişiklikler nedeniyle yazarların
çoğu toplumsal roman yazmaya yöneldiler. Batılı yaşam tarzına ve kültürüne yakınlaştıkça
toplumda kendi kültürüyle çelişen bir durum oluştu. Yazarlar yaşadıkları dönemin
aksaklıklarıyla ilgilenip bunları mizahi ve hicvi açıdan dile getirmeye çalıştılar. Bu dönem
toplumsal romanlarının konuları daha çok açlık, yoksulluk, ahlaki çöküntü, fahişelik,
cehalettir. Yazarlar bu dönemde daha çok, var olan gerçekleri yazmaya yöneldiler. Bu türün
8 Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001, s. 104.
8
önemli yazarları arasında Muşfik Kâzımî, Muhammed Hicâzî, Sanatîzâde Kirmânî,
Muhammed Mesûd sayılabilir.
Pervîz Hânleri’nin yönetiminde Celâl Al-i Ahmed ve Sâdık Çûbek gibi büyük
edebiyatçıları edebiyat dünyasına tanıtan Sohen (1343) ve Tudeh partisinin yayın organı olan
Merdom dergilerinin yayın hayatına başlaması, Bozorg Alevî’nin iki büyük eseri Pencâh-u Se
Nefer (Elli Üç Kişi; 1942) ve Varâkpârehâ-yi Zindân (Hapishane Notları; 1941)’ın
yayımlanması, ilk İran Yazarlar Kongresi’nin düzenlenmesi (1946 yılında düzenlenen ve
sekiz gün süren bu kongre, Muhammed Taki Bahâr başkanlığında toplanmış ve 78 şair, yazar
ve araştırmacının katılımıyla Tahran’da yapılmıştır), meşrutiyet sonrası, İkinci Dünya Savaşı
yılları döneminin önemli olaylarındandır9.
40’lı yıllardan önce Alman hayranlığı ve Rus ve İngilizlere karşı olan duruş o dönemin
resmi edebi mazmunlarındandı. Ancak kırklı yıllarla beraber bu eğilim yerini Sovyet Rusya
hayranlığına bıraktı. Bunda Tudeh partisinin etkisi de büyüktür. Bunun neticesinde bazı
yazarlar sosyalist edebiyata yöneldiler ve bu tür eserleri tercüme ettiler. Özelikle Tudeh partisi
bu eserlerin çevrilmesinde yardımcı oldu. Bu dönemde toplumsal eserlerin sayısında önemli
bir artış göze çarpar. Bu tür edebiyatın temsilcileri şiirlerinde ve romanlarında yoksul işçilerle
zengin patronların sınıfsal ihtilafını gözler önüne serip bu toplumsal olgunun ortaya çıkış
nedenleri ve bu nedenlerin ortadan kaldırması üzerine kafa yordular. Gazetelerde roman ve
öyküler tefrika edilmeye başlandı. Heftenâmehâ-yi Âşûfte, Tahrân-i Musevver, Terakkî, Omîd
ve İttilâat-i Heftegî bu dönemin önemli yayınlardandır10. Bu dönemin genç romancılarından
bir kısmı batılı tarzda ve teknikle öykü yazmaya yöneldiler. Bozorg Alevî, Sâdık-ı Çûbek,
İbrahim Gulistân, Celâl Al-i Ahmed, Sîmîn Dânişver öne çıkan yazarlardır. Öykü yazımı bu
dönemde arttı. Öykücülüğün hız kazanmasındaki önemli faktörlerden biri olarak modern çağa
paralel gelişen teknolojik araçların insan yaşamında daha fazla zaman alması ve çalışan
9 Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001, s. 148. 10 Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001, s. 152.
9
insanın okumaya, özellikle kapsamlı romanlara vakit ayıramaması ve bu bakımdan kısa
romanlara ihtiyaç duyması gösterilebilir. Bu yazarın da işini kolaylaştıran bir durumdu; yazar
öykünün kurgusu ve yazımı esnasında romandaki gibi aylara hatta yıllara ihtiyaç duymuyordu.
Daha çabuk odaklanıp sonuca ulaşabiliyordu. Böylelikle mesajını okuyucuya daha çabuk ve
daha kolay iletebiliyordu. Ayrıca dünya edebiyatında gelişen öykücülük türüne İran Edebiyat
çevrelerinin kayıtsız kalması da beklenemezdi. Özellikle tercümeler yoluyla İran’a giren
öykülerdeki artış önemlidir.
Bu dönemin önceki dönemlerden önemli bir farkı da süreli yayınların sayısındaki
artıştır. Bu dönem yazar ve şairleri eserlerinin önemli bir bölümünü bu süreli yayınlarda
bastırdılar: Sohen, Peyâm-i Nov, Nâme-yi Merdom, Rûzgar-i Nov, Cihân-i Nov, Endîşe-i Nov,
Horûs-i Cengî, Câm-i Cem gibi11.
Bu dönem nesrinin en önemli özelliği sadeliktir. Arapça terkip ve kelimelerden
oldukça arındı, dil. Bu dönem yazarları yerel deyişlerden, gündelik kullanımlardan özellikle
sohbet dilinden yararlandılar.
1940’lı yılların başında İkinci Dünya Savaşı sonrası İran, İngiltere, Sovyet Rusya ve
1945’de aralarına katılan Amerika tarafından işgal edildi. Yabancılar işgali zorunlu
görüyorlardı, çünkü Almanya’nın bölgedeki hareket imkanını sınırlayacak ve engelleyecek
durumda değillerdi. Bu olayın ilk ve en önemli sonucu 1925 yılından beri uyguladığı
politikalarla ülkeye ekonomik ve politik bağımsızlık ve istikrar bakımından nispeten rahat bir
dönem geçirten Rıza Şah’ın devrilip yerine oğlu Muhammed Rızâ Pehlevî’nin getirilmesi
oldu. 41-45 yılları arası İran’ın hem kıtlık hem de pahalılıkla mücadele ettiği yıllardı. 1944
eylülünde Sovyet hükümeti kuzey eyaletlerde kendisine petrol konusunda ayrıcalıklar
tanınmasını istedi ve bu konuda başbakana baskı yaptı; başbakanın istifası ile sonuçlanan bu
olay sonrası meclisten çıkan bir kanunla savaş sırasında hiçbir yabancı güce petrol konusunda
11 Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001, s. 155.
10
ayrıcalık tanınmaması kararlaştırıldı. Amerika ülke içindeki saltanata bağlı askeri güçlerin
yardımıyla duruma müdahale etti. Ülkeyi terk eden şah geri döndü. Nispi de olsa varolan
özgürlük ortamı tamamen ortadan kalktı, bir çok aydın idam edildi ya da hapse atıldı. Bir
kısmı da yabancı ülkelere kaçtı. Darbe rejimi ülkede emniyeti sağlamak için tüm imkanlardan
yararlandı. Tüm özgürlükleri kaldırdı12. Bu kasvetli ve tehlikeli ortamda edebiyatçılar da ister
istemez içine kapandılar. Tüm heyecanlarını yitiren yazarlar bazı eserlerin basımını gizlice
yapmak zorunda kaldılar. Ancak bu dönemde “tehlikesiz eserler” aşk, cinayet, polis romanları
gibi romanlar, komedi oyunları, övgü şiirleri basılma izni alabildi. 50’li yılardan sonra tüm
işlerde mutlak bir hakimiyet sağlayan bu güç yavaş yavaş çözüldü ve bazı edebi eserlerin
basımına izin verildi. Ancak o da sansür kurulunun denetiminden geçmek kaydı ile13.
Diğer taraftan da çeşitli siyasi partiler kuruldu ve olanlar da faaliyetlerine hız verdiler.
Bu partiler siyasal düşüncelerini, hedeflerini ve propagandalarını yaymak için kitap ve gazete
basımına ağırlık verdiler. Edebiyatı özellikle politik edebiyatı birer propaganda silahı olarak
kullandılar. 50’li yıllarda roman, toplumsal çatışmaları ve sorunları konu etmeye başladı. Bu
yıllarda özellikle Sâdık Hidâyet, Bozorg Alevî gibi yazarlar konu ve üslup olarak toplumdan
beslendiler. Sâdık Hidâyet’in Hâcî Aka’sı (1945), Alevî’nin Çeşmhâyeş’i (Gözleri; 1952) ve
Al-i Ahmed’in Ez Rencî ki Mîberim’i (Şu Çektiğimiz Sıkıntı; 1947) bu döneme düşer. 50’li
yıllarda Celâl Al-i Ahmed sohbet diline yakın bir dille toplumsal eleştiriyi öykülerine soktu.
Aynı zamanda Al-i Ahmed efsaneyi de öykülerine malzeme yaptı. Aynı yıllarda Sâdık Çûbek
toplumdaki çirkinlikleri ve çürümüşlüğü olanca doğallığıyla yansıttı. Bu dönemde Maksim
Gorki, Jack London, Ernest Hemingway gibi yazarlardan yapılan tercümeler romancılığın
olgunlaşmasında önemli bir faktördü ve İran yazarlarının önünde yeni bir ufuk açtı. Tefrika
yazarlığı da bu dönemde hız kazandı. Tarih yazarlığının yerini alan tefrika yazarlığının önemli
12 Meydan Larousse, “İran”, C. 6, s. 389. 13 Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001, s. 220.
11
isimleri Cevâd Fâzıl, İbrâhîm Muderrisî, Abdûllâh Hekîm Irâkî, Muhammed Rızâ Halîlî,
Huseyn Mesrûr’dur. Bu tefrikaların konusu genelde macera ve ahlaki öğütlerdir14.
Bu dönemde söylenmeden geçilmemesi gereken bir durum da yazarların, o zamanlar
daha çok okuyucu bulan çeviriye yönelmesidir:
1955-1963 yılları arasında 372 İran öyküsüne karşılık 666 yabancı öykü
Farsça’ya çevrilmiştir. Çeşitli yazarlardan yapılan çevirilerin çokluğu edebi
ekollerle tanışma gereğini ortaya çıkarır [...] Bu on yılın çoğu roman yazarı,
çevrilen romanlar aracılığıyla romancılık teknikleriyle tanışarak o eserlerin
yapısını ve biçimini kendi eserlerinde kullanırlar. Bu yüzden, batılı romanların
çevirisinin İran öykücülüğünün değişimi ve çeşitliliği üzerinde önemli bir
etkiye sahip olduğu söylenebilir.15
60’lı yıllara gelindiğinde ihtilalin etkilerini taşıyan olumsuz hava yavaş yavaş
dağılmaya başladı. Toplumsal problemlerin hafiflediği bu yıllar edebiyatın kımıldanışa geçtiği
yıllardı. 60’lı yıllarda İran’da 40’lı ve 50’li yılların realist ve toplumcu edebiyatı yerini estetik
ve şekilci edebiyata bıraktı. Her ne kadar bu dönemde de toplumcu eserler verilse de bunların
çoğu eserlerinin hamlığı ve gerçekler yerine efsanelere gönderme yapmaları nedeniyle cılız
kaldı. Bu yazarlar sıradan ve unutulmuş insanlara yöneldiler.16 İdealist ve insan merkezli
edebiyat bir bakıma terk edildi. Bir yönüyle hiççilik, karamsarlık, kötümserlik ve lezzetçilik
düşüncesi edebiyat ortamına hakim oldu. Bu yıllarda roman edebiyatı kan kaybetse de tefrika
yazarlığı ilgi gördü. Sîmîn Dânişver gerçeklik ve sembolü birbiriyle karıştırdı. Mahmûd
Devletâbâdî olgun bir nesirle köylülerin yaşamını irdeledi. Cemâl Mîr Sâdıkî ve Behrâm
Sâdıkî, şehri ve şehrin hastalıklı ortamını resmetmeye çalıştı. Oluşan olumsuz şartlar 14 Age., s. 222. 15 Mîr Âbidînî, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, C. I, çev. Derya Örs, Nüsha, 2002, s. 221-224. 16 Age., s. 286.
12
nedeniyle bu dönemin yazarları yeni eserler yaratmak yerine çeviriye yöneldiler. Bu çeviriler
genelde dedektif, casusluk, aşk ve efsane romanlarıydı. Bir kısım yazar da Tolstoy’dan,
Faulkner’dan, Feluber’den, Hemingway’den, Cervantes’den, Balzac’tan önemli çeviriler
yaptı. Bu dönemde aynı zamanda edebiyat eleştirmenleri edebi ekollere ve yeni eleştiri
yöntemlerine ilgi duydular. Bunda batılı eserlerden yapılan çeviriler esnasında karşılaşılan
edebiyat ortamı ve kültürü de önemli rol oynadı. Bu dönem özellikle petrolün millileştirilmesi
çabalarının başarıya ulaşamaması ve sosyal endişe efsane türünün yaygınlaşmasına neden
oldu. Bazı yazarlar için bu tür, belirsizlikten, gelecek korkusundan, yılgınlık ve kırgınlıktan
bir kaçış sunuyordu. Bu bakımdan bu yazarlar, kendilerini teskin için eskiye, hayal ve rüya
alemine, efsanelere, yöneldiler. Al-i Ahmed, Bih Âzîn, Rızâ Merzebân, Şâpûr Garîb, Nâdir
İbrâhimî, Îrec Pezişkzâd, Behrâm Sâdıkî bu türün dönemdeki en önemli yazarlarıdır. Ferheng-
i Muin, Emsâl-ül Hikem, Zebîhullah Safâ’nın İran Edebiyat Tarihi, Dihhodâ’nın Lugatname-
yi Dihhodâ’sı, Edward Brown’ın İran Edebiyat Tarihi, Muhammed Taki Bahâr’ın
Sebkşinâsî’si, Âryenpûr’un Ez Saba Ta Nima’sı gibi önemli eserlerin yayımlandığı dönemdi
bu dönem. Doktor Muin’in başkanlığında Edebiyat Enstitüsünün kurulması, büyük dünya
klasiklerinin tercümeleri, İran Milli Sanat Enstitüsünün kurulması (1958), İran yazarlar
merkezinin kurulması (1968) da bu dönemde görülen önemli edebi faaliyetlerdi17. Bu
dönemde genel olarak hükümetçe zararsız görülen aşk, cinayet, macera romanları basıldı.
Büyük dünya klasiklerinin tercümeleri yapılıp yayımlandı; özellikle Amerika ve Rus
yazarlarının eserleri. Bu tercümeler esnasında roman yazımı konusunda batılı teknikler tanındı
ve eselerde uygulandı. Yeni teknikler kullanıldı. Mesela zihin akışı tekniği ve birinci ve
üçüncü tekil şahıs anlatımları, mektup yoluyla anlatım gibi. Çocuk edebiyatı keşfedildi. Bunda
bu dönemde kurulan Çocuklar ve Gençlerin Düşünsel Eğitimi Kurumunun rolü de büyüktür18.
Efsane ve tasavvuf araştırmaları, Hafız-Mevlevi araştırmaları, kahramanlık edebiyatı bu
17 Mîr Âbidînî, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, C. I, çev. Derya Örs, Nüsha, 2002, s. 220. 18 Mîr Âbidînî, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, C. I, çev. Derya Örs, Nüsha, 2002, s. 222.
13
dönemde ilgi odağı oldu. Bu bakımdan bu devirde edebi metinlerde sembollerden ve
temsillerden yararlanma sıklıkla göze çarpar19. Bu dönem Ali Ahmed’den Mudîr- Medrese
(Okul Müdürü; 1958), Garb-zedegî (Batılılaşma; 1962), Nefrîn-i Zemîn (Yerin Laneti; 1967),
Sadık Çubek’ten Tengsîr (1963), Seng-i Sabûr (Sabır Taşı; 1966) gibi önemli eserlere şahitlik
eder.
Yetmişli yıllar yerel ve toprak reformlarının yapıldığı yıllardı. Bu reformların peşine
devlet sermayesi, idari teşkilatı, bürokrasisi güçlendi ordu modernize edildi. Orta sınıf
palazlandı, ekonomi canlılık kazandı. Bir çok üniversite ve fabrika açıldı. Ulusal kültürün güç
kazanmasıyla milli edebiyat nosyonu ve dönemin aydınları ve sanatçılarında milliyetçilik ve
vatan sevgisi, Batı karşıtı dinsel ve milli eğilimler ve milli kültür gibi duygular belirginleşti.
Bu dönem edebiyatı uyanış ve kendine geliş edebiyatıdır. Önceki dönemlerde yazarlarda
görülen batı hayranlığı yavaş yavaş canlılığını kaybetti. Yazar ve araştırmacılar milli ve yerel
kültüre sarıldılar. Bir çok yazar ülkenin dört bir yanının resmini çizdiler eserlerinde. O
bölgelerdeki sorunları gündeme taşıdılar. Edebiyat konu ve mazmun olarak köye yöneldi.
İsmâil Fasîh, Ahmed Mahmûd, Devletâbâdî taşra edebiyatına sarıldılar. Gulâm Huseyn Sâadî,
Cemâl Mîr Sâdıkî, İbrâhim Gulistân, İsmâil Fasîh, Behrâm Sâdıkî, Devletâbâdî, Nâdir
İbrâhimî, Hûşeng Gulşîrî, Sîmîn Dânişver bu dönemin önde gelen yazarlarındandır. Bu
dönemin önemli edebi olaylarından biri de sinema, tiyatro ve çocuk edebiyatının revaç
bulmasıdır. Bu dönemde Kitâb-ı Hefte, Peyâm-i Novîn, Ârş, Defterhâ-yi Zemâne, Cong-i
İsfahân, Endîşe ve Huner gibi önemli dergiler yayın hayatına başladı. Bu dergilerde kısa
öyküler, edebi makaleler ve eleştiriler yer aldı20.
70’li yılların hemen başı aynı zamanda sansürün şiddetlendiği yıllardı. Devlet kitap ve
basım evlerine karşı inanılmaz bir baskı hareketine girişti. Bir çok yayıncı tutuklandı ve bir
19 Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001, s. 224. 20 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-yi Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 105-106.
14
çok yazar da yasaklılar listesine girdi. Bununla beraber edebiyatta bir duraklama devri ortaya
çıktı. 76’ya kadar süren bu dönem Şah rejimimin zayıflaması ve yıkılmasıyla son buldu.
Yetmişli yılların sonu ve seksenli yıllar edebiyatın, siyaset ve özellikle devrim
unsurlarına bezendiği yıllardı. Bu dönemin edebiyatında görülen en önemli özellik temsili ve
alegorik oluşudur. Bunun en büyük nedeni sansürdür. Siyasi, toplumsal ve edebi eleştirinin
yaygınlaşması bu dönemin önemli özelliklerindendir. Fehîme Rahîmi, Nesrîn Sâmenî, Nâsır
Muezzin, Mahmûd Golâbderreî, Ali Eşref Dervîşîyân gibi yeni romancılar edebiyat alanında
kendini gösterdi. Bu yıllar devrim yılları olarak yazarların önünde yeni bir yol açtı. Bu devrim
hareketi ister istemez sanatta özellikle edebiyatta İran-İslam kimliğini öne çıkardı. Müstehcen
içerikli metinler, sloganvari yazılar, aşırı özgürlükçü yazılar, sosyalist ve sürrealist edebiyat ve
tefrika yazarlığı geriledi. Halkın roman ve öyküye olan ilgisi doğal olarak yazarların bu türe
yönelmesini sağladı. Devrim sonrası yılların roman edebiyatında iki asli mazmun, savaş ve
devrimdir. Devrim sonrası edebiyatın önemli özelliklerinden biri öykünün canlılık
kazanmasıdır. Bu dönemin edebiyatçıları da özellikle bu öykücüleri ortaya çıkarmak ve
tanıtmak için özel bir çaba koydular ortaya21.
21 Age., s. 220.
15
BİRİNCİ BÖLÜM: SİMİN DÂNİŞVER
A- HAYATI, ESERLERİ•
Çağdaş İran yazarlarından ve günümüz İran'ının en meşhur roman yazarı olarak kabul
gören Sîmîn Dânişver, 1921 yılının nisan ayında orta sınıf bir ailenin üçüncü çocuğu olarak
Şiraz'da dünyaya geldi. Babası, Dr. Muhammed Ali Dânişver, zamanının ünlü
hekimlerindendi ve modern tıp üzerine çalışmalarının yanı sıra Almanya ve Fransa’da
geleneksel tıp üzerine eğitim gördü. Avrupa'ya yaptığı seyahatlerde öğrendiği modern tıbbın
yanı sıra eski tıbba da vakıftı. Ahmed Şah zamanında İhyau’s-sultana lakabını almıştı. Annesi
Kameru’s-sultane soylu bir aileden geliyordu ve sanata oldukça ilgiliydi; resim sanatını da
üstat Kemalu’l-Mülk’ün öğrencilerinden Sadr Şayeste’nin yanında öğrenmişti. Sîmîn
Dânişver altı çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğuydu. Kendinden büyük olan kız kardeşi
arkasında bir kız çocuğu bırakarak genç yaşta vefat etmişti. Bu kız çocuğunu Sîmîn Dânişver
evlat edinip bakmıştır.
Dânişver 1927 yılında İngiliz Mihr-Ayin okuluna girdi. İlk ve orta öğrenimini
Şiraz'daki bu okulda tamamlayan ve küçük yaşta akıcı bir İngilizce'ye sahip olan Sîmîn
Dânişver, gençliğinde biniciliğe merak salmıştı ve boş zamanlarının çoğunu bu sporla
ilgilenerek geçiriyordu. 1930'lu yılların ortalarına gelindiğinde henüz ortaokulu
bitirmemişken edebiyat dünyasında ilk çalışmalarına başlamıştı (1937). İlk makalesi
“Zemistan bî Şebâhet be Zindegî-yi Mâ Nîst”i (Hayatımız da Tıpkı Kış Gibidir) orta
sondayken yazmıştı; aynı yıl Şiraz'ın yerel bir gazetesinde yayımlandı bu makale. Ortaöğretim
final sınavlarında tüm ülkedeki en başarılı öğrenci oldu. Daha sonra 1938 yılında Tahran
Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi. Burada İran edebiyatı üzerine yüksek lisans da yapan
Dânişver, babasının 1941'de ölümü üzerine iş hayatına atılmak zorunda kaldı. Tahran
• Yazarın hayatı ve eserlerine yönelik bilgiler www.iranchamber.com ve www.kkhec.ac.ir siteleri ve Vijename-yi Heştadomin Sal-i Tevellüd-ü Simin Dânişver dergisinden alınmıştır.
16
Radyosunda çalışmaya başladı; orada küçük bir ücret karşılığı "Şirazi-yi Gomnam” (Meçhul
Şirazlı) adıyla bir dizi program yazdı. Paraya ihtiyacı olduğundan aynı zamanda yemek
pişirme üzerine makaleler kaleme aldı. İyi derecede İngilizce biliyor olması nedeniyle dış
haberler müdür yardımcılığına getirildi. Ancak bu yeni işinden memnun kalmadığı için kısa
bir süre sonra radyodan ayrılıp 1943 yılında günlük gazete “İran”da çeviriler ve makaleler
yazmaya başladı. Sîmîn Dânişver'in gazetecilik mesleğini seçmesinde kırklı yılların dingin
toplumsal ve politik ortamı, belirgin bir şekilde artan demokrasi ve ifade özgürlüğü de rol
oynadı. 1945 yılında roman yazmaya karar verdi. Batılı tarzda yazı tekniği üzerine hiçbir
bilgisi olmadığı halde 1948 yılında 27 yaşındayken ilk kısa öykü kitabı Âteş-i Hamuş'u
(Sönmüş Ateş) yazdı. Âteş-i Hamuş’un yayımlanmasının ardından 1949 yılında Dânişver,
Tahran Üniversitesinden İran edebiyatı üzerine doktora aldı. Yine aynı yıl Bernard Shaw’un
Chocolate Soldier (Çikolata Asker) adlı eserini Serbaz-i Şoklati adıyla Farsça’ya çevirdi. Bu
arada kısa öyküler yayımladı ve günlük Keyhan gazetesi, Omîd ve Bâ To dergileri için
makaleler yazdı.
İsfahan’dan Tahran’a yaptığı bir gezi esnasında ünlü yazar ve eleştirmen Celal Âl-i
Ahmed ile tanıştı; 1950 yılında evlendiler. İki yıl sonra Dânişver, bir Fulbright bursu kazandı
ve iki yıllığına Amerika Birleşik Devletleri’ne Stanford Üniversitesine gitti; burada iki yıl
kaldı ve estetik üzerine ders aldı. Bu süre zarfında Anton Çehov’dan Cherry Garden (Vişne
Bahçesi) ve Enemies’i (Düşmanlar) Bag-i Albalu ve Doşmenan adlarıyla çevirip yayımladı.
1954’de İran’a döndü ve sanat tarihi doçenti olarak Tahran Üniversitesine girdi. Bu
arada William Saroyan’ın The Human Comedy (İnsanlık Komedisi) adlı eserini Komedi-yi
İnsânî adıyla Farsça olarak çevirip yayımladı. Aynı yıl Nakş u Nigâr dergisinde baş editör
oldu.
1958 yılında Harold Corland’ın eseri Along with Sun’ı (Güneşle Birlikte) Hemrâh-i
Âftâb adıyla yayımladı. 1959 yılında Ali Naci Veziri’nin bir arkeolojik projesinde asistan
17
olarak çalışmaya başladı. Dânişver, ikinci kısa öykü kitabı olan Şehrî Çûn Bihişt’i (Cennet
Gibi Şehir) 1961 yılında yayımladı. Yazarın bu ikinci kitabı, seçkin yazarlar arasına yeni bir
yazarın katılışının habercisidir. Bu arada onun Anton Çehov, Bernard Shaw, Hawthorne,
Nathaniel Schnitzler ve William Saroyan’dan yaptığı çevirileri önemlidir.
1969’da yazdığı ve başyapıtı olarak kabul edilen Sevûşûn, yazarı çok satanlar arasına
sokmuştur.
Sîmîn Dânişver’in eşi Celal Âl-i Ahmed, Sevûşûn’un yayımlanmasından birkaç ay
önce ölmüştü. Âl-i Ahmed’in ölümünden sonra çalışmalarına devam eden Dânişver, Âl-i
Ahmed’in genç yazarların çaba ve çalışmalarını teşvik ederek kurulmasına yardım ettiği
Yazarlar Birliği’nde etkin ve lider bir rol üstlendi. Pehlevi rejimine karşı durarak
entelektüellere ve muhaliflere manevi destek ve yardım sağladığı gibi aynı zamanda
öğrencilerine finansal ve akademik bakımdan da yardım etti. Yazılarında insafsız ve adaletsiz
olarak gördüğü siyasal düzenin meselelerine gönderme yaparken asla belli bir siyasal
ideolojiye yapışıp kalmadı. Yetmişli yılların ortalarında Dânişver, silik ve gözden uzak bir
tutum takındı. Tahran Üniversitesindeki akademik kariyerine doçent olarak devam etti; Sanat
Tarihi ve Arkeoloji bölüm başkanı oldu. Üniversitedeki çalışmalarının yanı sıra kısa öyküler
yazdı. Bunların birkaçı dergilerde yayımlandı ve sonunda 1980 yılında derlendi. Tahran
Üniversitesi Edebiyat Bölümünde görev yapan Dr. Nay ile ortaklaşa Şâhkârhâ-yi Ferş-i İran’ı
(İran Halılarının Başyapıtları) yayımladı.
Dânişver, 1979’da üniversitedeki görevinden emekliye ayrıldıktan sonraki yıl on öykü
içeren kitabı Be-Ki Selâm Konem’i (Kime Selam Söyleyeyim?) yayımladı. Yine 1981 yılında
Celal Âl-i Ahmed üzerine Gurub-u Celal (Celal’in Gurubu) adıyla bir monografi kaleme aldı.
Dânişver, bu çalışmasında Celal Âl-i Ahmed’le olan son günlerini duygulu ve heyecanlı bir
kavrayış gücüyle derinlemesine anlatır.
18
1993 yılında Cezîre-yi Sergerdânî (Başıboşluk Adası), 1997’de Ez Perendeha-yi
Muhâcir Bepors (Göçmen Kuşlara Sor), 2001 yılında da Cezîre-yi Sergerdânî’nin devamı
sayılabilecek Sârbân Sergerdân’ı (Kervancı Başıboş) kaleme alan Dânişver, halen Tahran’da
yaşamaktadır.
Sîmîn Dânişver’in eserlerinin listesi aşağıdadır:
Âteş-i Hâmûş (16 öykü içerir); 1327/1948
Serbâz-i Şoklâtî (Bernard Shaw’dan çeviri); 1328/1949
Bâg-i Âlbâlû (Anton Çehov’dan çeviri); 1331/1952
Doşmenân (Anton Çehov’dan çeviri) 1331/1952
Komedi-yi İnsânî (William Saroyan’dan çeviri); 1333/1954
Hemrâh-i Âftâb (Harold Corland’dan çeviri); 1337/1958
Şehri Çûn Bihişt (10 öykü içerir); 1340/1961
Sevuşun (Roman); 1347/1968
Be Ki Selâm Konem (10 öykü içerir); 1359/1980
Şâhkârhâ-yi Ferş-i İrân (İnceleme-araştırma); 1359/1980
Gurub-u Celal (Eşi Celal Âl-i Ahmed üzerine bir monografi);1360/1981
Cezire-yi Sergerdani (Roman); 1372/1993
Şenâht u Tâhsîn-i Honer (İnceleme, eleştiri); 1375/1996
Ez Perendeha-yi Muhâcir Bepors (Roman); 1376/1997
Sârbân Sergerdân (Roman); 1380/2001
19
B- EDEBİ KİŞİLİĞİ VE MODERN İRAN EDEBİYATINDAKİ YERİ
İran edebiyatında her ne kadar ilk kadın roman yazarı olarak kayıtlarda Emine Pak
Revan’ın ismi geçse de Pak Revan, eserlerini Fransızca kaleme aldığından Fars dilinde yazan
ilk kadın romancı olarak Sîmîn Dânişver kabul edilir.22
İlk öykü kitabı Âteş-i Hamuş’ta genellikle Amerikalı ünlü öykü yazarı O. Henry'den
esinlenmiştir, ancak buna rağmen Sîmîn Dânişver'in Âteş-i Hamuş'taki kendine has üslubu
önemli şekilde göze çarpar. O. Henry gibi ölüm, aşk, fedakarlık ve hayatın temel sorunlarıyla
ilgilenen Sîmîn Dânişver'de kırklı yılların yazarlarında görüldüğü gibi İran toplumunun içinde
bulunduğu sorunlara karşı özel bir ilgi ve duyarlık görülür. Yazar, zenginliğe karşı yoksulluk
ya da yoksulun kederine karşı zenginin umursamaz ve kaygısız yaşamı gibi birbirine zıt
değerleri yan yana koyar. Dânişver’in Âteş-i Hamuş’taki karakterleri, “anne”, “profesör”, “kız
kardeş” gibi zamansız, mekansız, sınıfsız ve iyi ya da kötü bir kişiliği olan genel
karakterlerdir.
Onun kadına ve kadının toplumdaki statüsüne olan bir ömür süren yoğun ilgisi hemen
her öyküsünde açıkça gözler önündedir. Ancak yine de Dânişver, ilk aşamada kadının sosyo-
ekonomik bağımlılığını çözümlemez; aksine o, kadının toplumdaki genel duruşuyla ilgilidir.
Teknik olarak başlangıçta Dânişver’in zihnini meşgul eden başlıca şey, yazarın ‘ben’iyle,
karakterin ‘ben’i arasındaki bilinçli ayrımdır. Yazarın bazı öykülerindeki dual (çift yönlü)
anlatım, öykülerini teknik bakımdan zayıflatır. Âteş-i Hamuş bu kusura rağmen iyi bir eserdir;
belki de bir İranlı kadın tarafından yayımlanan ilk kısa öykü kitabı olması bunda etkili
olmuştur. Dânişver daha sonra bu kitabın yeniden basımını kabul etmez. 1948 yılında basılan
kitap ilk baskıda kalmıştır çünkü yazar Stanford Üniversitesinde yaratıcı yazarlık derslerinde
edindiği tecrübeler ışığında bu eseri ikinci kez basmaya layık görmemiştir. Âteş-i Hamuş’taki
öyküler, Dânişver’in Amerika’dan döndükten sonra yazdığı öykülerle karşılaştırıldığında,
22 Dr. Hüseyin Payende, “Şehrzâdi-i Pesâmodern”, Ketâb-i Mâh, 1381/2002, S. 14, s.72.
20
yazarın, yazın sanatlarına vakıf olmasıyla beraber yazı üslubunun belirgin bir şekilde değiştiği
gözlemlenir. İranlı yazar ve edebiyat eleştirmeni Hûşeng Golşiri’ye göre Âteş-i Hamuş’taki
öyküler, Sadık Hidayetin’in, Bozorg Alevi’nin ve hatta Sadık Çubek’in eserleriyle
kıyaslandığında henüz olgunlaşmamıştır. Kaldı ki Sîmîn’in sonraki eserleriyle de nitelik
açısından göze çarpan bir fark vardır.23
1953 darbesinden sonraki yıllarda gelen sansür İran romanının gelişiminin önüne taş
koyar. Değerli eserlerin basılması zorlaşır. Toplumun gerçek sorunlarını ifade edemeyen
yazarların tercümeye yönelmesi kaçınılmaz bir hal alır ve İranlı yazarlar özellikle roman
tekniği ve içerdiği mazmunlar bakımından seçkin ve nitelikli, aynı zamanda daha fazla
okuyucu bulması muhtemel olan eserler çevirmeye yönelirler. Sîmîn Dânişver’in şu sözleri bu
konuya işaret etmesi bakımından anlamlıdır:
Bizim kuşak yazarlar, ben dahil, aslında tercümenin kurbanı olduk. Çünkü
malımızın alıcısı yoktu. Hepimiz özellikle batılı eserlerin çevirisine yöneldik.
Yazar olacağımız yerde çevirmen olduk.24
1982 yılında yazdığı Şehrî Çûn Bihişt’de Dânişver’in düzyazı stili hatırı sayılır ölçüde
olgunlaşır. Yazar bu eserinde Âteş-i Hamuş’a kıyasla kısa, öz ve berrak cümle yapısı
kullanmak yerine halk diline daha da yakınlaşır. Dânişver’in zihnini öncelikle yazarın
‘ben’inin varlığıyla meşgul etme durumu, bu kitaptaki öykülerin bazılarında hala göze çarpar.
Sîmîn Dânişver’in zihnini meşgul eden bir diğer şey, zaman konseptidir. Dânişver
zamanın, günler, haftalar, aylar ya da mevsimler biçiminde geçişini sürekli olarak
okuyucusuna hatırlatma ihtiyacı duyar. Dânişver, Şehri Çûn Bihişt’de İran toplumunda
kadının durumunu yazarak göstermeye olan bağlılığını ve kararlılığını bir kez daha gösterir.
23 Hûşeng, Golşîrî, Cidâl-i Nakş bâ Nakkâş der Âsâr-i Sîmîn Dânişver, Tahrân, Nîlûfer, 1376/1997, s. 81. 24 Mîr Âbidînî, Hasan, “Târîhnevîs-i Dil-i Âdem”, Nâfe, 1379/2000, S. 3, s. 32.
21
Yazar, artık kadının genel karakteri üzerinde durmaz; kadın üzerindeki genel geçer
yargılardan uzak durur, o, sadece yaşamına tanık olduğu kadının resmini çizer. Sîmîn
Dânişver’in karakterleri kendileri adına konuşabilir ve başlıca zaaflarını ve güçlerini
sergilerler:
Karakterlerimi, benim elimden çıkıp, kendi kendilerini bulup yaratsınlar ve
artık benim karakterimden bir parça taşımasınlar diye özgür bırakırım. İşte
yazarın ölümü! Onları doğaya havale ederim yani doğal olmaya, özgür zihne
ve zihnimin özgür çağrışımına güvenirim. Çoğu kez benim karakterimden bir
parça alan karakter bana ağız burun eğmiş ve kendi bağımsızlığını kazanıp
benim istediğim değil kendi istediği yoldan gitmiştir.25
Sîmîn Dânişver, karakterlerinin hayali evrenini yaratmakta oldukça başarılıdır. “Bibi
Şehr Bânu”da Dânişver, karakterlerinin gerçek yaşamını ustalıkla resmeder. Yazarın “Oyun
Evi”nde “Şiah” karakterini ele alış biçimi ve onun kıza duyduğu gizli aşk kurnazca
işlenmiştir. Bu öyküde toplum kurbanı kızın ve onun cehaletinin betimlenmesi, Dânişver’in
önceki tüm öykülerine göre daha yoğun ve baskın bir şekilde göze çarpar.
Şehri Çûn Bihişt yayımlandığında Dânişver hala Tahran edebiyat camiasının önde
gelen isimlerinden kocası Celal Âl-i Ahmed’in gölgesindedir. Dânişver’in, kendini modern
İran edebiyatının değerli ve dikkate değer bir yazarı olarak kabul ettirmesi, hatta Âl-i
Ahmed’in de önüne geçmesi 1969’da yazdığı ve başyapıtı olarak kabul edilen Sevûşûn’un
yayımlanmasıyla gerçekleşir.
25 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-yi Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 151-152.
22
Dânişver hem İran’daki hem de ülke dışındaki asıl şöhretini bu ilk romanı olan
Sevûşûn’la elde etmiştir. Sekiz yıl içinde toplam sekiz kez ve bugüne kadar on altı kez basılan
Sevûşûn İran’ın çok satan romanlar listesinde üst sıralardadır.26
Sevûşûn, bir İranlı kadın yazar tarafından ve kadın perspektifinden yazılmış ilk
romandır. Sevûşûn’da zayıf teknik, zayıf kelime yapısı ve zayıf üsluptan eser yoktur. Öykü,
Zeri’nin perspektifinden aktarılır ve 1940’lı yılların kirli politik ilişkilerine istemeden de olsa
bulaşmış Şirazlı toprak sahibi bir ailenin hayatına işaret eder. Öykünün kahramanı Yusuf,
yabancı güçlerin isteklerine karşı duran bir kişidir. Ekinini işgalci güçleri beslemek için değil
de kendi köylüleri için değerlendirmek ister. Yusuf inatçılığının bedelinin hayatıyla öder.
Romanın son sahnesi Yusuf’un bir kitle hareketine dönüşmenin eşiğinde olan gömülme
törenidir. Fakat hükümet güçleri göstericileri dağıtır. Halkın dağılmasıyla Yusuf’un naaşı
yolda eşi Zeri ve Yusuf’un ağabeyi Ebu’l-Kasım ile yapayalnız kalır.
Sevûşûn’da Dânişver, sosyal olayları, geleneksel adetleri, töreleri, inançları güzel ve
etkin bir biçimde bir öykü yaratarak birleştirir.
Sîmîn Dânişver’in 1980’de yayımladığı Be Ki Selam Konem’i (Kime Selam
Vereyim?) onun yetenekli bir romancı olduğu kadar iyi bir kısa öykü yazarı olduğunu da
gösterir. “Be Ki Selam Konem”, “Tesaduf” öykülerinde Dânişver, Sevûşûn’da ulaştığı
standart üzeri statüsünü daha da yukarı taşır. Be Ki Selam Konem’de Dânişver, eski
düşüncelerini ve inançlarını daha da genişletir. Karakterlerinin ve konularının çeşitliliği, onun
İran toplumunun çok yönlü çehresini tam anlamıyla anlayıp kavradığını gösterir. Bir gazete
röportajında karakterler için şöyle der:
26 M. Hürrem, Yezdânî, “Omri Mânde ez Renc-i Neveşten”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 40.
23
Tek bir karakterle öykü yaratılamaz, yazılamaz. Karakterler toplumsal
ortamdaki çatışmalarla şekillenir ve olgunlaşır. Doğal olarak ikincil karakterler
de asli karakterin kusursuzluğuna hizmet ederler.27
Sîmîn Dânişver, İran’ın çeşitli sosyal katmanlarının zihniyetini, şiddetli isteklerini,
hedeflerini, yaşam tarzını, konuşma ve söz söyleme üslubunu ve de güncel deyişlerini sıkı
sıkıya yakalar. Dânişver’in öykülerindeki çok yönlü karakterler, İran halkının
davranışlarından renkli bir kesit sunmak yoluyla zaman ve mekan kavramlarını betimler.
Yazarın yazılarındaki bu nitelik, topluma gerçekçi bir ayna tutmak suretiyle onun
yapıtlarındaki gerçekliği tasdikler; öyküleri hayalden çok gerçeği yansıtır. Dânişver’in
öyküleri zina, hırsızlık, doğum, evlilik, hastalık, ölüm, vatan hainliği, vurgunculuk, cehalet,
bilgisizlik, yoksulluk ve kimsesizlik gibi konuları içerir. Dânişver, kendi gibi yazar olan eşi
Celal Âl-i Ahmed gibi karakterleri aracılığıyla toplumsal beyanatlar verir.
Sîmîn Dânişver, eşi ve diğer bir çok yazar gibi ideolojinin şiddetle karşısında durdu.
Kadın kahramanlarının gerçek sıkıntılarını, çilelerini yalınlaştırıp kolaylaştırdı.
Yazarın 1960 ve 1970’li yılların toplumsal meselelerini ele alan çalışmalarının,
okuyucu için inanılırlığı ve aşinalığı vardı. Dânişver, eserlerini yazarken etrafındaki
insanlardan esinlenmiştir. Sîmîn, toplumun alt tabakalarının, geleneksel orta sınıfın ve
burjuvanın hayat tarzını eşit mesafede resmetmiştir. Onun karakterlerinden herhangi biri bu
çeşitli sınıflardan herhangi birine aittir. Birkaç örnek onun kadın karakterlerinin çeşitliliğini
göstermeye yardım edecektir: “Tesaduf”deki (Kaza) Nadia, evliliğini, (ve potansiyel olarak da
çocuklarının mutluluğunu) daha fazlasını arzuladığı sosyal imajı için feda eden kent soylu bir
kadındır. Diğer taraftan Sevûşûn’daki Zeri, geleneksel orta sınıftan, feodal bir aileden gelmiş
eğitimli bir kadındır. Zeri kendini eşinin insanlık ve adalet ilkelerine adayarak, eşinin kendini
27 M. Hürrem, Yezdânî, “Omri Mânde ez Renc-i Nivişten”, Hemşehri, Vîje-yi Novrûz, 1382/2003, s. 40.
24
feda etmesini kabullenir. “Hainin Hilesi”ndeki baş kişi köyden Tahran’a gelip hizmetçilik
yapan Enis, toplumda sınıf değiştirmek isteyen ve burjuva yaşamına özenen alt orta sınıfa ait
biridir. Kent yaşamını taklit etmeye çalışarak kendine olan saygısını, bireyselliğini ve
ekonomik bağımsızlığını kaybeder. “Bazar-i Vekil”deki Marmar, dikkatsiz bir hizmetçi
kızdır; kendini bir esnafın bakışlarına kaptırdığından sokakta gezdirdiği patronunun kızını
kaybeder. Dânişver, Marmar’ın dilini yeniden yaratarak dahice bir iş yapar. Marmar’ın
kullandığı deyim ve tabirler, kendi sınıfının kadınları arasında oldukça yaygındır. Konuşma
ve yazı dili arasındaki eksikliği gidermek çağdaş İran yazarlarının başlıca uğraşı olmuştur.
Dânişver, diyaloglarda oldukça başarılıdır; yalnız diyalogda değil, aynı zamanda tüm metin
boyunca konuşma dilinin ritmini kurma konusunda da bir hayli güçlüdür. Dânişver diyaloglar
ve onlara verdiği önem hakkında kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söyler:
Diyaloglara çok önem veririm. Hatta Ez Perendeha-Yi Muhacir Bepors adlı
öykü kitabımda “Mizgerd” [Yuvarlak masa] isimli bir öyküm var ki tamamen
diyaloglarla örülmüştür. Bu eser Sürgündeki Tiyatro grubu tarafından
geçenlerde Paris’te sahnelendi. Sadece diyalogların bile yazara neler
sağlayabileceğinin iyi bir kanıtıdır. Diyalogları severim ve önemserim, çünkü
eseri canlı kılar ve öyküyü gerçeğe yakınlaştırır.28
Dânişver özellikle tüm yaşamları boyunca çalışan ancak kendilerini yaşamlarının
sonunda yoksul, zayıf ve kalbi kırık bulan yaşlı bekar kadınların üzerine eğilmiştir. Be Ki
Selam Konem? adlı eserinde Dânişver, kızını büyük zorluklarla büyüten ve çalışkan bir kadın
olan Kokab Sultan’ı çok sevimli ve sıcak bir şekilde resmeder. Kendini çocukları için
mümkün olan en iyi hayat standardını yaratmaya adar ve tek gelir kaynağı elinden alındığında
28 M. Hürrem, Yezdânî, “Omri Mânde ez Renc-i Neveşten”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 40.
25
da kızını evliliğe zorlar. Halkın içinde bulunduğu durumu, özellikle yoksul ve zayıf kadınların
durumunu kanıksamış olan Dânişver, kadınların erkeğe olan ekonomik bağımlılıklarını tüm
sorunların ve felaketlerin kaynağı olarak görür ve bu durum için suçu büyük ölçüde toplumun
ve toplumsal yapının üzerine atar. Asla Geri Gelmeyen Adam’daki yoksul ayakkabı
tamircisinin kızı Muhterem, seyyar satıcı İbrahim ile evlenir. Kocasının evinde bulduğu bir iki
fazladan şeyle öylesine heyecanlanır ki hala yoksulluk içinde yaşadığının ayrımına varamaz.
O, günün birinde İbrahim’in geride az bir para, iki küçük çocuk bırakarak eve dönmemesi
üzerine durumunun ümitsizliğinin farkına varır ve kocasına olan bağımlılığını anlamak
zorunda kalır. Ancak Muhterem şanslıdır, çünkü kocası İbrahim, sağ salim eve döner ve
onları açlıktan kurtarır.
Her ne kadar Dânişver, kadının bahtsız durumuna katkıda bulunan sosyal etkenlerin
altını çizse de nesnelliğini sürdürür. Onun karakterleri bize pozitif olduğu kadar negatif rol
örnekleri de verir. 1960 ve 1970’li yılların değişen sosyal çevresiyle beraber yazarlar için
yeniden kolayca eğlendirecek ve güldürecek negatif karakterler yaratmaktansa ilerici ve
inandırıcı karakterler bulmak oldukça zorlaşır. Örneğin, Hainin Hilesi’nde albayın karakter
gelişimi ilginçtir. Başlangıçtaki sevimsiz karakter öykünün sonuna doğru olumlu bir modele
dönüşür ve eski düzeni bozup rejimin karşısında bireyselliğini öne sürerek sonunda iki ayağı
üzerinde durur.
1960’larda ve 70’lerde bir çok yazarın zihnini folklor ve geleneksel İran adetleri
meşgul eder. Dânişver de bu grup yazarlardandır. Dânişver’in çalışmalarının çoğu geleneksel
adetleri ve ritüelleri kapsar. O, okuyucuya bu tür geleneklerin kusurlarını ve erdemlerini
hatırlatır. Onun romanı, yüzyıllardır ayakta kalan ve avamın aşırı dindarlığının içine iyice
yerleşen boş inançları ve hurafeleri ayrıntılı olarak anlatır. Kötü ruhları uzaklaştırma
yöntemleri, sihirli dualara ve büyücülüğe başvurarak talihsizliklerden kurtulma çabaları onun
öykülerinde tekrar tekrar belirir. Beki Selam’deki Kovkeb Sultan bir beddua öğrenmek ister,
26
böylece damadını lanetleyip kızını geri kazanabilecektir. “Bazar-i Vekil”deki mollanın ailesi
kötü ruhlar tarafından ele geçirilmiş oğullarını, dualar okuyarak, yıkayarak bu ruhlardan
korumak ister. Dânişver’in kutsal yerleri ziyaret etmek, kurban kesmek ve günlük ibadetleri
yerine getirmek gibi geleneksel dini törenlerle ve ayinlerle hiçbir sorunu yoktur. Yazar insan
yaşamını çığırından çıkaran, katılaştıran dinsel hurafelere karşı durur.
Cezîre-yi Sergerdânî ve Sarban Sergerdan romanlarının basımı Dânişver’in modern
İran edebiyatındaki yerini -öncekinden de çok- sağlamlaştırmakla kalmamış aynı zamanda bir
üslup yaratmada yaratıcı zekasını ve maharetini de sergilemiştir. Ancak tüm bunlara rağmen
Dânişver’in eserleri eleştirel bir okumaya sokulmamıştır. Son yıllarda Sadık Hidayet’in
çalışmaları üzerine yazılmış bir çok eleştiri ve inceleme kitabı vardır. Ancak Dânişver’in
yapıtları alanında bir iki dağınık yazı ve Hûşeng Golşiri’nin bir iki çalışması dışında elle
tutulur bir hareketlilik olmamıştır. Akademik ve kurama dayalı eleştiri geleneğinin eksikliği
elbette bunda önemli rol oynamıştır ancak Dânişver’e yönelik bu meselenin başka bir yönü de
vardır: Erkek egemen toplum kültüründe kadın olarak kaleme sarılmak. Simone de Beauvouir
İkinci Cins adlı kitabında erkek egemen toplumda kadının ‘öteki’ olduğuna işaret eder. Zatıyla
kaim olan erkeğin aksine kadın, sadece erkekle ihtilaf durumunda tanımlanabilir. Burada da
söz konusu olan Dânişver’in bağımsız bir kimlikten yoksun olmasıdır. Dânişver’in kimliği bir
çok yerde eşi Celal Âl-i Ahmed ile çakışır ve onun ismi Âl-i Ahmed’in şöhretinin gölgesinde
kalır. Nitekim çoğu yerde ondan Celal Âl-i Ahmed’in eşi olarak bahsedilir. Celal Al
Ahmed’in gölgesi, onun ölümünden sonra bile sadece Sîmîn Dânişver’in kendisini değil, aynı
zamanda onun eserlerini de gölgeler. Nitekim Sîmîn Dânişver Cezîre-yi Sergerdânî
romanında karakterler arasına Sîmîn Dânişver isminde bir karakter koyar ve onun ağzından
şöyle seslenir: “Ben Celal Âl-i Ahmed değilim. Herkes kendi yaratılışına ve durumuna uygun
davranır”29 Bu açıdan bakıldığında Tahran radyosuna ve İran gazetesine makaleler yazdığı
29 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 52.
27
köşenin adını “Şirazi-yi Gomnam” (İsimsiz Şirazlı) koyması insanı düşündürtecek
niteliktedir.
Sîmîn Dânişver’e kadar çağdaş İran edebiyatı, ikisi de yetenekli şair olan Pervin-i
İtisami ve Furûğ-i Ferruhzâd ile övünürdü. Dânişver, kadın yazarların nesirde de
mükemmelliğe ulaşabileceğini gösterir. Onun eserleri İran roman dünyasına değerli ve önemli
katkılarda bulunmuştur. Bir kadın ve yazar olarak Sîmîn Dânişver, toplumsal kaygılara ve
olaylara hitap etmek isteyen çalışkan ve geleceği parlak kadın yazarlar için iyi bir örnektir.
İran edebiyatı günümüzde özellikle topluma ayna tutması bakımından ele alındığında hatırı
sayılır bir değere ve itibara sahiptir. Sîmîn Dânişver gibi çağdaş İran yazarları toplumsal
değişim ve edebiyat arasında bir bağ yaratmayı ilke edinmişlerdir:
Bizim edebiyatımız sadece dünya edebiyatını öğrenmeye, tanımaya ve
anlamaya yönelik büyük bir gayret ve çalışmayla evrensel düzeye taşınabilir.
Edebi eserleri yazıldığı dilden okuyabilmek için yabancı diller öğrenilmelidir.
Ayrıca uluslararası düzeyde yazılmış iyi edebi eserler, diğer dillere
çevrilmelidir. Örneğin Sadık Hidayet’in Buf-i Kur’u halihazırda on altı dile
çevrilmiştir. Ben tanrıya ve insanoğluna inanırım. Tanrı güzeldir ve onun
güzelliği sanata ilham verir. Tanrı kudretlidir ve kudret zanaatkarlığın önünü
açar. Tanrı bilgedir ve bilgelik, insanı kusursuzluğa götürebilecek ve insanı
mükemmelliğe taşıyarak onu tanrıya daha da yaklaştıracak sanatın önünü açar.
Fakat sanatta siyasi partiler tarafından dikte ettirilen önceden tasarlanmış
tedbirlerle ilerlemeye inanmam. Sanatın, gelişime katkıda bulunduğuna
inandığımdan beridir bireylerin ve sanatçıların, özgürlüğü ve aklın
28
doğruluğunu savunmaktan başka alternatifleri yok. Sanat sadece özgürce ve
demokrasi ortamında yapıldığında bir gelişim ve ilerleme kazandırabilir.30
Dânişver’in yazmaya başladığı yıllar daha çok, İranlı kadınların her ne kadar yavaş
yavaş sosyal yaşama küçük adımlar atsa da İran’ın erkek karakterli toplum çarkları arasına
sıkıştığı döneme düşer. 1950 ve 1960’lı yılarda kadın toplumsal izne ve hakka sahip olmak bir
yana ikinci sınıf bir varlık olarak bile sayılmaz. 1953 yılındaki 28 Mordad darbesinden sonra
öğrencilerin Fransa’ya gitmesi ve Tahran üniversitesinin kurulmasıyla bir kısım geleneksel
ama eğitimli aileler kızlarına yüksek eğitim için fırsat tanırlar. Elbette ki bu olay hız kazanır
ve toplumun önde gelen kadınları bir bakıma düşünme izni alırlar. Nima, Şamlu, Hidayet ve
Ehavân-i Salis ile birlikte İran edebiyatında yeni bir atmosfer belirir. Bu ortam bir tür
nedensellik ilişkisini de beraberinde taşır. Kadın, yeni edebi akımın öncülerinin eserlerinde
tasavvufi dokunulmazlık, temizlik ve saflık sembolünden çıkıp edebi ve sanatsal metnin
teması haline gelir. Edebi metinlerdeki bu kadının varlığını sürdürmesi ilk bakışta bir anlamda
kadının her şeyden önce bir cins olarak insan olduğunu hatırlatır okuyucuya. Bu dönemde
özellikle Şamlu ve Hidayet, İranlı kadınlar üzerindeki dinsel ve toplumsal baskıyı kırmak için
büyük bir uğraş içine girerler.
Sonraki dönemlerde özgürlük ve insanlar arası eşitlik gibi düşünceleri şiar edinen
Tudeh Partisinin çabaları İran kadınının kendi toplumsal statüsüne itiraz etmesine bir çağrıdır.
Daha sonra bunların etkisiyle İran kadını, özgürlükçü yaratılışını ön plana taşır. İran’da tam
anlamıyla başarıya ulaşamamış bu akımın bağımsızlığını elde edememesi bir kaç sebebe
bağlanabilir. Bu akımın Tudeh partisi gibi partilere bağımlı olması ve ailenin temeline gizli
bir saldırı olarak algılanması da bu sebeplerdendir. Bu bakış kısa sürede İran’da tarihi bir
dayanağı ve dokusu bulunmayan bir çeşit sloganvari feminizme dönüşür.
30 M. Hürrem, Yezdânî, “Omri Mânde ez Renc-i Neveşten”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 40.
29
Bu ortamda iki önemli edebi çehre kendini gösterir: Sîmîn Dânişver ve Furuğ-i
Ferruhzad. Furuğ bir yönüyle şiirsel bir kımıldanışı ve itirazı bina eder. Yapısal ve forma
dayalı tüm özellikler bir yana onun şiiri kadın olmanın şiiridir. Onun en önemli özelliği de
kendi zamanı karşısında durması ve İranlı kadının en gizli mahremlerine bile burnunu
sokmasıdır! Dânişver de bu rolü düz yazı alanında üstlenir. Eğitimli bir kadın olarak kadın
olmanın sorunlarının üzerine eğilir.
Dânişver İranlı kadın yazarlar hakkında “Hemşehri” gazetesinin 2003 yılı Nevruz özel
sayısında kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söyler:
Kadın öykü yazarlığının ortaya çıkışı oldukça şaşırtıcıdır. Sayıları da çoktur.
Biz hepimiz geleneksel anlatıcıların varisleriyiz. Aslında öykücülük özü
itibariyle kadınsı öğeler taşır. Çünkü annelerdir çocuklarını uyutabilmek için
sözel kültürden, şifahi masallardan istifade ederler. Son zamanlarda bir çok
kadın bu işe el atmıştır. Bayan yazarların çalışmalarının çoğuna göz attım ve
ekseriyetle çok beğendim. Bazıları öykülerinin çekiciliğini arttırabilmek için
kadın erkek ilişkilerinden yararlanıyorlar. Çok kadın tercümanımız da var. Bu
arada kadın şair de çok. Hatta kadın şair enflasyonu yaşıyoruz desek yeridir.31
[...] Bu çalkantılı ve acımasız dünyada kalıcı olmak için demirden olmak
gerekir. Ben kadınlara, önemli olanın dayanma güçlerini artırmaları olduğunu
ve bir kurtuluş yolu düşünmelerini, mücadele etmelerini salık veriyorum, aksi
taktirde hayat onlar için cehennem olacaktır.32
31 M. Hürrem, Yezdânî, “Omri Mânde ez Renc-i Neveşten”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 40. 32 Age., s. 40.
30
Yazar tarihi bir kavram olarak İranlı kadının içsel kopukluğa duçar olduğunu bilir ve
bu durumu İranlı kadının kabullenici yaratılışında görür.
Dânişver, Furuğ Ferruhzad’ın tecrübelerini, erotizmin ve cinsiyetin yaşamın doğal
şeklini aldığı bir çehreyle göstermiştir:
[Yusuf] karısının yanına oturup, “Şüphesiz sırt düğmelerini açmamı
istiyorsun” dedi[...] Yusuf eşinin arkasına geçip elbisesinin düğmelerini
açmaya koyuldu[...] Düğmeleri açınca eşinin elbisesi beline düştü. Sutyeninin
düğmeleriyle oynamaya başladı[...] Sutyenin düğmelerini açtı ve elini eşinin
göğüslerine koydu[...] Göğüslerinin uçları sertleşti. Yusuf dudaklarını eşinin
omzuna koydu. [Zeri] yatağa girdi. Yusuf’un kıllı ve sıcak ayakları, onun
soğuk ayaklarına değince ve büyük elleri göğüslerini okşayıp daha sonra
aşağılara inince tüm sıkıntılarını unuttu.33
Dânişver gerçekçiliği yazmak için en ufak ayrıntıya bile gözünü kapamaz. Bu titizlik
romanın asli dokusuna zarar gelmesine engel olur. Dânişver’in karakterleri kendilerini
tanımlamak için yine kendilerine özgü bir dili kullanırlar. Onun eserlerindeki merkezi
karakterlerin ve kişiliklerin varlığı, diğer karakterlerin yaşamıyla denktir. Buna en iyi örnek
Sevûşûn’da göze çarpar. Öykünün Zeri’nin gözünden anlatılması öyküye şöyle bir şey katar:
Eğer Zeri varsa ses de vardır; onun sahnede yer almadığı yerlerde sessizlik olur. Her ne kadar
yaşam akıp gitse de onun sahneden inmesiyle karakterler ve hatta hayat durur.
Ölüm, Sîmîn Dânişver için özel bir durum değildir. Kaçınılmaz bir son ve hatta bir
başlangıçtır. En önemli eseri Sevûşûn’da, en önemli karakteri onuruyla ölüme terk etmekten
geri durmayacak kadar ölüme saygısı vardır:
33 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 18-19.
31
Ben ölümü bir son olarak görmüyorum ve ölümden de korkmuyorum. Ölüm
bir nevi giysinin değişimidir. Ya da bu bahçeden başka bir bahçeye gitmektir.
Ayrıca enerjinin korunumu kanunu esasınca ruh yok olmaz. Beden her ne
kadar ruhun evi olsa da ölümlüdür. Belki bir gün gül olarak açarız ya da
testicilerin çamuru oluruz. Ayrıca ben zaten ümitvar ve kendiyle barışık, mutlu
bir insanım.34
Sîmîn Dânişver’in geleneksel ve merhametli, sevecen hayal gücü ve imgelemi, onun
çalışmalarına evrensel bir motif verir. Son yazdıkları da (Cezîre-yi Sergerdânî ve Sareban
Sergerdan) onun pozisyonunu, daha geniş bir okuyucu kitlesini hak eden bir yazar olarak
pekiştirir. Dânişver, ulusal İran edebiyatının niteliğini ve atmosferini zenginleştirmiş ve kadın
yazarların önünü açmıştır.
34 M. Hürrem, Yezdânî, “Omri Mânde ez Renc-i Neveşten”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 40.
32
İKİNCİ BÖLÜM: SEVÛŞÛN
A- ROMANIN KİŞİLERİ
Zeri, Mirza Ali Ekber Kafir’in çocuğudur. Şehrin en iyi İngilizce öğretmeni olan Zeri,
Yusuf öldüğünde henüz otuz yaşında bile değildir. İngiliz okullarında okumuştur. Yusuf’la
karşılaşmalarından üç yıl sonra yani 1929’da onunla evlenir. Yusuf’la ondört yıl yaşar ve üç
çocukları olur. Hüsrev ve ikizler Mina ve Mercan. Zeri’nin bir de erkek kardeşi vardır.
Zeri geleneksel, kaygılı ve boş inançların etkisindeki bir kadındır. Öncelikli gündemi
çocuklarını büyütüp yetiştirmek, eşiyle ilgilenmek ve evin gündelik işlerine bakmaktır. Zeri
ve arkadaşları rüya yorumlayarak ve Şiraz’lı Hafız’ın şiirlerini okuyarak, nazarı, kem gözü
önleyerek, kocakarı ilaçları hazırlayarak vakit geçirirler.
Zeri, kendisine ve ailesine yönelik korkularıyla kocasının ideallerine duyduğu saygı
arasında gidip gelir; kendi toplumunun adetlerini, törelerini sorguya çekmekten korkmayan
kompleks bir figürdür, o. Zeri, bir bakıma yazarın ideal ve tipik bir kahramanıdır.
Zeri genel olarak sıradan ve iddiasız bir kadındır. Onu eser boyunca hiç sorup
soruşturan, inceleyen biri olarak karşımızda göremeyiz. Gerçi okumayı sever, bir iki defa da
gazete karıştırır. Ancak onun eğitim background’ını ve Nima’nın şiirlerini tercüme eden,
yabancı radyoları takip eden ve zamanın önemli gazetelerinin tümünü okuyup hatmeden bir
adamla on dört yıllık birlikteliğini göz önünde bulundurursak bunların yetersiz olduğu
sonucuna varabiliriz. Genel olarak Zeri karakteri, oldukça canlı, gerçekçi ve başarılı bir
karakterdir.
Yusuf, öldüğünde kırkını aşkın biridir. Herkesin saygı duyduğu varlıklı bir müçtehidin
oğludur. Diplomasını aldıktan sonra Avrupa’ya gitmiştir. Annesinin ölüm haberini alınca
Kerbela’ya gelir.
Yusuf, toprak sahibi, yabancıların boyunduruğu altına girmek istemeyen, vatansever
hatta milliyetçi eğilimli bir tiptir. Bu yönüyle dönemin siyaset adamı Musaddık’a benzer.
33
Muhammed Hidayet Musaddık da yabancı, özellikle İngiliz etkisine karşı bir tavır takınmıştır.
Musaddık, savaş sırasında hiçbir yabancı güce petrol konusunda ayrıcalık tanınmaması
yönündeki bir kanun tasarısını hazırlatıp meclise sevk etmiştir. Sîmîn Dânişver’in kendi bu
benzerlik için “Nafe” dergisinde şunları ifade eder:
Sevûşûn’da Yusuf, yabancı güçlere petrol satmak istemeyen bir kahraman ya
da bir bakıma yerel bir Musaddık’dır. Ve tıpkı Musaddık gibi inatçı, bildiğini
okuyan ve açık sözlü biridir; sonunda Yusuf da onunla ayni kaderi paylaşır:
Öldürülür. Hem de 28 Mordad darbesinden bir gün sonra, 29 Mordad’da.35
Yusuf, büyük bir sükunet içindedir; ılımlı ve sorumluluk sahibidir; idealisttir;
köylülerine adil ve iyi davranır. Kardeşinin ve diğerlerinin eyyamcılığına ve hilelerine asla
prim vermez, aldanmaz. Dürüsttür: “Benim özüm sözüm bir. Başımı da kesseler yalan
söyleyemem; alçaklığa prim vermem.”36
Başka bir yerde Yusuf eşine yönelik şöyle der: “Benim yüzümden mi ağlıyorsun? Ben
diğer insanlar gibi olamam. Köylümü aç görmem mümkün değil. Dünya yiğitsiz
kalmamalı.”37
Yusuf aşiret reisleriyle, komünistlerle, ılımlılarla ve işbirlikçilerle görüşür, konuşur,
tartışır. Romantik ve gelenekçi Yusuf, köylülerine karşı insaflı ve cömerttir. Eşine de aynı
şekilde anlayışlı ve koruyucudur. Zeri de eşini sevmekten ve saymaktan bir an olsun geri
durmaz. Yusuf onurlu ve kararlıdır:
Onların davetsiz misafirliği yeni bir şey değil, kardeşim. Hepsinden kötüsü,
hepinizin yakasına yapışan, bu kendini küçük ve değersiz görme duygusu. 35 Mîr Âbidînî, Hasan, “Târîhnevîs-i dil-i Âdem”, Nâfe, 1379/2000, S. 3, s. 22. 36 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 260. 37 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 18.
34
Hepiniz bir göz kırpmalarıyla onların tercümanı, tellalı ve uşağı oldunuz. Bari
bırakın hiç olmazsa bir kişi onların önünde dursun. Böylece “Güzel, en
sonunda bir yiğitle karşılaştık” diyebilirler.38
Yusuf aynı zamanda inatçıdır. Kardeşi, bir yerde Yusuf’a hitaben şöyle der:
Canım kardeşim, sen gençsin ve anlamıyorsun. Bu sabit fikirliliğin başına
büyük bir iş açacak. Hepimizin başına iş açacak. Sonuçta onların da bu
büyüklükte bir orduyu doyurmaları lazım. Böyle büyük bir ordunun aç
bırakılmaması gerektiğini sen de iyi bilirsin. Yusuf yüzünü buruşturarak cevap
verdi: İyi de benim tebaam yani hemşehrilerim aç bırakılabiliyor.39
Yusuf’un ağabeyi Ebu’l-Kasım, teslimiyetçi bir karaktere sahiptir. Yusuf’un işgalci
güçlere ekinini satmamak istediğini söylediği bir yerde Ebu’l-Kasım şöyle der: “Kardeşim,
boşuna inatçılık ediyorsun. Biz vermezsek onlar zorla alır. Senin ambarının mühründen,
kilidinden korkmazlar. Kaldı ki bedava da istemiyorlar. Parasını verecekler.”40
Ebu’l-Kasım memnuniyetsiz biridir. Ablası Fâtime hanım Ebu’l-Kasım’ın, Zeri’nin
oğlu Hüsrev’in atı Seher’i ilk kez görüp hayran olduğu bir yerde onun için şöyle der: “Hele
şükür, sonunda bu evde bir şeyi beğendin ve eleştirmedin.”41
Ebu’l-Kasım aynı zamanda maddiyatçıdır: “Eğer babamız biraz akıllı olsaydı bugün
Karun gibi zengindik.”42
38 Age., s. 16. 39 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 16. 40 Age., s. 16. 41 Age., s. 23. 42 Age., s. 25.
35
Ebu’l-Kasım’ın en büyük arzusu vekil olmaktır: “Vekil oluyorum. Albayı ve
konsolosu gördüm. Vali de söz verdi.”43 Vekil olmak için yabancılarla gizli pazarlıklar ve
anlaşmalar peşinde koşmaktan geri durmaz.
Sohrab ve Rüstem, Güney İran’ın Fars eyaletinde yaşayan yarı göçebe Kaşkaylar
kabilesinden iki kardeştir. Bu iki kardeşin asıl amacı, Almanlara satılmak üzere Yusuf’tan
ürününü istemektedir. Rüstem de Sohrab da Alman hayranıdır. Yusuf bu iki kardeşi
kastederek, “Hitler’i zamanın imamı ilan eden sizlerdiniz.”44 der. Sohrab Almanlara korumacı
bir nitelik yükler. Almanları kastederek “Onlar körfez geçişini ve petrolünü korumak için
burada olmaya mecburlar. Kaldı ki buraya tedavi ve izin için geliyorlar. Asıl orduları burada
değil.”45 der. Yusuf başka bir yerde bu iki kardeşe hitaben şöyle der: “Bir de onları
[Almanları] savunuyorsunuz. Bu onların savaşı, bizi ne ilgilendirir.”46 Sohrab bu hayranlığı
daha da ileri götürür: “Ooo, bayağı geç olmuş, başım da ağrıyor. Aspirininiz var mı? Bayer
olsun ama ha!”47
Zeri’nin görümcesi, Yusuf ve Ebu’l-Kasım’ın ablaları olan Fatime hanım, aklındaki
söylemekten geri durmayan bir kadındır. Eşini ve çocuğunu kaybetmiştir. Evin direğidir.
Evdeki herkesten büyük olduğu çıkan anlaşmazlıklarda aracılık yapar. Zeri’nin en büyük
yardımcısıdır. Evi ve bahçeyi çekip çevirmesine yardım eder.
Kardeşleri arasındaki kavga ve çekişmelerde makul ve sorumlu davranan Fatime
hanım genelde Yusuf’un tarafını tutar ve Ebu’l-Kasım’ı sürekli yerer: “Ben kendi kardeşimi
tanırım. Yusuf’u da tanırım. Ebu’l-Kasım iyi niyetli değil. Milletvekilliği sevdasına
düştüğünden beridir daha da yoldan çıktı.”48 Başka bir yerde şöyle der: “Ben hepinizden
43 Age,. s. 22. 44 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 51. 45 Age., s. 51. 46 Age., s. 52. 47 Age., s. 52. 48 Age., s. 20.
36
büyüğüm. Bu yüzden rahatlıkla söyleyebilirim ki gittiğin yol, yol değil.”49 Ebu’l-Kasım’ın,
Yusuf’un, köylülerine yiyecek yardımı yapmasını eleştirdiği bir yerde de şöyle der: “Sevap
işliyor. Kaldı ki onun yaptıklarından sana ne, senin malını bağışlamıyor ya.”50
İzzetu’d-devle, Fatime hanımın eskiden aralarının çok iyi olduğu biridir ama sonradan
değişmiş, kötü işlere bulaşmıştır. Yaşlı, şaşı, hırslı ve kindar bir kadın olan İzzetu’d-devle,
yabancıların ülkeye soktuğu kaçak malları hatta bazen ateşli silahları kayınvalidesi vasıtasıyla
ve onun haberi olmadan satarak haksız kazanç elde eder. İzzetu’d-devle daha önce Zeri’nin
elinden alınmasına sebep olduğu zümrüt küpeleri eşi Yusuf’un ölümünden hemen sonra geri
getirir ve Zeri’ye verir. Şehre gelen her üst düzey yöneticinin aile danışmanlığını yapar.
Mister Zinger, eski ingiliz casusu, 17 yıl dikiş makinesi satıcılığı yapmıştır (ismini de
bu meslekten aldığı anlaşılır). 17 yıl boyunca İran’da yaşıyor olmasına rağmen Farsça’yı hala
çat-pat konuşabilmektedir. Köyün tüm kızlarına dikiş-nakışı o öğretmiştir.
49 Age., s. 22. 50 Age., s. 23.
37
B- ROMANIN ÖZETİ
Birinci bölüm:
Roman geleneksel bir köy düğünüyle başlar. Valinin kızı evlenmektedir. Zeri ve
Yusuf’un, valinin kızının evlilik törenine bakışları biraz eleştiri kokar. Zeri şöyle der:
“Baksana herkes burada. Yezidi, rahibi, batılısı, Hintlisi... ”51 Bu cümlelerde yazar Zeri’nin
zihnini açarak, İslam’ın başındakilere gönderme yaparak ve onları düğün evindekilere
benzeterek Şiraz valisi hakkındaki kişisel düşüncesini sergiye sunar. Ardından gelin odası,
misafirler ve olup bitenler Zeri’nin gözünden anlatılır ve yine onun gözünden geçmişe gidiş
gelişler yansıtılır; romanın asli karakterleri, şehrin durumu ve hatta İngilizlerin rolü bile aynı
yolla tanıtılır. İlk bölümde öyküdeki karakterlerin bazıları tanıtılır.
Şehrin tüm azığını buğdaydan soğana kadar yabancı güçler satın almıştır.
Geline takmak için düğün sabahı Zeri’den, eşinin annesinden yadigar zümrüt
küpelerini isterler. Düğünden sonra geri vereceklerdir:
Gilan Tac dedi: “Annem küpelerinizi istiyor. Bu gece geline takacaklarmış.
Ertesi gün geri vereceğini söylememi de istedi.” Zeri şaşırıp kalmıştı. O
kalabalıkta kim, nereden onun zümrüt küpelerini görmüştü ve kim onları gelin
için uygun görmüştü. Kendi için çok önemli ve değerli olan küpeleri
kulağından çıkartıp verir ve “Çok dikkatli olun” der[...] Bir daha küpelerinin
yüzünü göremeyeceğini bile bile vermişti. Elinden ne gelirdi ki?52
İkinci bölüm:
Bu bölümde karakterlerin siyasi konumlarından söz edilir. Ayrıca Zeri geçmişe
dönerek ikizler Mina ve Mercan’ı ve Hüsrev’i doğurmak için adak adadığını ve bu yüzden her
51 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 9. 52 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 8.
38
cuma akşamı akıl hastanesindeki hastalara ve hapishanedeki mahkumlara ekmek ve hurma
götürdüğünü söyler. Zeri ince, narin yapılı, leğen kemikleri dar bir kadındır. Bu bakımdan
doğumları oldukça problemli geçmiştir.
Yusuf’un ağabeyi Ebu’l-Kasım düğün davetini çok önemser. Kardeşinin ve Zeri’nin
de gelmesini ister. Bu yüzden gelmeleri konusunda Zeri’den söz alır. Ebu’l-Kasım tipik bir
doğulu siyasetçidir. Tebaasına vermesi gereken bir çuval şeker ve yirmi kutu çayı o zamanın
dini liderlerinden birine gönderir ve onun safında namazdan niyazdan hiç anlamadığı halde
namaz kılar. Fatime hanım şöyle der: “Tebaasının yirmi kutu çayını ve bir çuval şekerini
götürüp vermiş Seyid Muti’i-eddin’e, sonra da onun arkasında namaza durmuş. Ömründe
kıblenin nerede olduğunu bile bilmez.”53
Ebu’l-Kasım’ın kardeşi Yusuf’la aralarında pek sağlıklı bir diyalog ve sevgi yoktur.
Ebu’l-Kasım’ın, ablasının kendisinin gittiği yolun doğru olmadığını söylediği bir
konuşmasına cevabı şöyle olur:
Yoksa sevgili kardeşinin gittiği yol mu doğru? Bir yandan devletten şeker, çay,
kumaş kuponu alıyor, diğer taraftan bunları köylülerine veriyor. Ey cahil adam,
senin bu alışverişten eline geçen ne? Ne zaman köye gitse köylülere ilaç
götürüyor[...] Sürekli uyuyor. Köyde de ya uyuyor ya da cibinliğin içinde
oturup kitap okuyor. Benim ayaklarım çatlamış, yüzüm güneşten yanmış,
kırışmış, ama beyefendiler el üstünde tutuluyor[...] Ne kıştan ne yazdan haberi
var. Aklı bir karış havada. Ne zaman yağmur yağmasa kederleniyor, o da kendi
için değil, köylüleri ve koyunları için.54
53 Age., s. 21. 54 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 23.
39
Bu bölümde okuyucu aşağıdaki satırlardan Ebu’l-Kasım’ın, kardeşine olan
düşmanlığının geçmişe yönelik bir olaya dayandığını anlar:
Şimdiye kadar hiç söylememiştim, ama şimdi söylüyorum. Allah rahmet
eylesin, babamız senin [Yusuf’u kasteder] okuman için bir hayli para harcadı.
Ancak benim için hiçbir şey harcamadı. Malını mülkünü paylaştırdığında da
her ikimize eşit miktarda verdi. Ben ağzımı açıp bir şey söyledim mi?55
Ayrıca bu bölümde Zeri’nin evine olan düşkünlüğü vurgulanır:
Evet, benim şehrim bu ev ve ben onun her karışını seviyorum: Sırttaki tepeleri,
binayı boydan boya çevreleyen eyvanları, çitin iki kenarında uzanan iki ırmağı,
bahçenin arkasındaki iki nar ağacını, kendi elinle yaptığın narenciye bahçesini,
kendi ellerinle aşıladığın turfanda ağaçları.56
Üçüncü bölüm:
Hüsrev’in, atı Seher’e olan düşkünlüğü vurgulanır. Hatta ata nal vururlarken bile
endişesini gizlemez: “Nalbant ilk günler yavaşça vuruyordu çekici. Ama dün bir hayli sert
vurdu sanki.”57 Başka bir yerde: “Baba ben neden Seher’i bu kadar çok seviyorum? Herkese
sürekli ondan söz etmek istiyorum. Bir an önce Seher ile oynayayım diye ders zilinin
çalmasını dört gözle bekliyorum.”58
Bu bölümde şehrin artık eskisi gibi tekin ve güvenli olmadığından söz edilir. Bu
durum Zeri’nin, ekmekçilere hitaben yaptığı şu konuşmada aşikardır: “Ekmekleri niye
55 Age., s. 24. 56 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 25. 57 Age., s. 28. 58 Age., s. 29.
40
başınızın üzerine koymuyorsunuz da belinize bağlıyorsunuz. Ekmekçilerden biri cevap verdi:
‘Böyle yapmazsak ekmeklerimizi çalarlar.’ Zeri şaşkın, ‘Arabayla gideceksiniz, kaldı ki bir
iki adımlık yolda kim sizden ekmek çalar, allah aşkına’ der. Yine aynı ekmekçi, ‘Sen bu
şehirden değilsin galiba’ diye cevap verir.”59
Ebu’l-Kasım, Zeri ve Yusuf’u götürmek üzere eve gelir. Zeri, Yusuf, Ebu’l-Kasım,
Yusuf’un oğlu Hüsrev ve Ebu’l-Kasım’ın oğlu Hürmüz hep beraber davet için valinin evine
giderler. Bu davette konuşma yapmak için mikrofona gelen doktor hanımın sözleri ilginçtir.
O, savaşta savaşan ve gül ve bülbül şehri Şiraz’a izinlerini geçirmek için gelen oğulları için
bu daveti tertipledikleri söyler ve böylece onların, faşizm belasıyla güçlü bir moral ve ruh
haliyle mücadele edebileceklerini ve şeytanı cehenneme göndereceklerini ekler. Doktor
hanıma göre misafirperver İranlılar, onların şeytana yani Hitler’e karşı yürüttükleri bu savaşı
kolaylaştırmıştır. Hitler ona göre bir mikrop ve urdur ve bu urun kazınması lazım gelir. Ancak
Zeri’nin gözünde bu sözler anlamsızdır. O, cerrah ve ebe bir kadının böyle bir yerde ne
aradığını akli bir zemine oturtmaya çalışır kafasında. Savaşan oğullarının! çoğunluğunun
Hintlilerden oluştuğu da gözünden kaçmaz. Doktor hanımın şeytan dediği de Hitler’dir ama
Zeri, şehir halkının bu şeytana yani Hitler’e zamanın imamı lakabı taktığını kendi kulaklarıyla
bir çok kere işitmiştir.
Zeri ilk kez bir cuma günü hapishaneye ve akıl hastanesine gidemeyeceğinden ötürü
bir hayli üzgündür. Gecede Yusuf’un ve Mister Zinger’in sohbeti savaş ve İngilizlere tahıl ve
zahire satışı üzerinedir. Zeri bu gecede düğün günü kendisinden küpeleri alıp ertesi gün geri
getireceğini söyleyen ama getirmeyen valinin küçük kızına küpeleri bir yoluyla hatırlatmaya
karar verir. Ancak valinin küçük kızı daha erken davranır:
59 Age., s. 32.
41
Zericiğim hediyen için binlerce kez teşekkürler. Onları senden hatıra olarak
hep saklayacağım[...] Kendisini Şiraz’a geldiklerinden beri topu topu üç kez
hadi bilemedin dört, düğün gününü de sayarsan beş kez görmüştü. Bu canımlı
cicimli konuşma da nereden çıkmıştı. Ona, “Ne hediyesi, o küpeleri size ödünç
olarak vermiştim” diyecekti ama yapamadı.60
Zeri kandırıldığını bu sahnede açıkça anlar.
Dördüncü Bölüm:
Yusuf, oğlu Hüsrev ile birlikte ava giderler. Bu sırada Kaşkay’lar kabilesi
büyüklerinden Sohrab ve Rüstem kadın kıyafetleri içinde Yusuf’un evine gelirler. Yusuf
gelene kadar Zeri ile geçmişi uzun uzun anarlar. Yusuf gelip onları karşısında görünce onları
beklediğini ama bu kadar erken geleceklerini ummadığını ifade eder. Rüstem ve Sohrab, Şah
hükümetinin kendilerini yerleşik hayata geçirmek için baskı ve zulüm yaptığını, susuz kurak
yerlerde topraktan bir iki tane ev yapıp kendilerine “Buyur gir otur” dediğini ve bu yüzden de
Şahın zulmüne direnebilmek için silah almak istediklerini söylerler ve bunun da yolunu
Yusuf’un mahsulünü satın alıp İngiltere’ye vererek karşılığında silah almakta görürler ancak
Yusuf bu isteğe şiddetle muhalefet eder:
Yabancı orduya verip karşılığında silah almak için mahsulümü mü
istiyorsunuz? Ne diye? Gidip kardeşlerinizin ve vatandaşlarınızın canına
düşmek için mi? Sizde hiç akıl yok mu?[...] Koyunlarınızın çoğunu yabancı
orduya sattığınızı biliyorum[...] Aldığınız parayla ne yaptınız?[...] Ne
Almanlarla dirsek temasında olduğunuz zamanlar sizin yanınızdaydım ne de
60 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 36.
42
şimdi. Hitler’i zamanın imamı yapan da sizlerdiniz. Zaten sizin bu flörtünüz
onların buraya gelmesi için ellerine bahane verdi.61
Yusuf tüm ürününü ne yaptığı sorusuna şöyle cevap verir: “Çoğu tebaamın payı zaten.
Kalanını da şehre götürüyorum.”62
Anlaşamayacaklarını anlayınca tartışmaya noktayı koyarlar ve Sohrab gider.
Beşinci Bölüm:
Yusuf Germsir’e gideli on gün olmuştur. Ebu’l-Kasım, Yusuf’un olmadığı bir vakit
eve gelir. Ebu’l-Kasım’ı az çok tanıyan ev halkı bu durumdan şüphelenir. Yusuf’un
yokluğunu fırsat bilerek sabahleyin Hüsrev’in atı Seher’i, valinin kızı için götürmeye gelir.
Bu durumu yumuşatmak için de valinin telefon ettiği yalanını uydurur:
Bu sabah valinin evinden telefon ettiler. Gilan Tac’ın Hüsrev’in atı Seher’i
işittiğini, atı beğendiğini ve onu almak istediğini söylediler. Atı gönderin,
kıymeti neyse kabul ediyoruz dediler.63
Zeri şok olmuştur; ev halkı çaresiz ve üzgündür. Fâtime hanım, valiye, Yusuf’u
beklemeleri gerektiğini, Yusuf’tan izinsiz Zeri’nin su bile içmediğini söylemelerinin daha
doğru olacağını söyleyince Ebu’l-Kasım Han şöyle cevap verir:
İnan ki söyledim ama valinin özel kalemi, “Kardeşinin karısı böyle kabiliyetsiz
bir atı senden mi esirgeyecek. Neticede parasını veriyoruz, bedavaya
istemiyoruz” dedi.64 61 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 51. 62 Age., s. 54. 63 Age., s. 58.
43
Ancak ev halkı Ebu’l-Kasım’a inanmaz. Onun milletvekili olabilmek için valiye ve
onun isteklerine hayır diyemediğini düşünürler. Hatta Fâtime hanım daha da ileri giderek,
Ben biliyorum. Bütün bu işler senin başının altından çıkıyor. Milletvekili
olabilmek için yapmayacağın şey yok. Neticede o kız nereden bilsin Hüsrev’in
bir atı olduğunu. Kendin yazmış kendin oynamışsın, şimdi de kıvranıp
duruyorsun.65
der.
Ebu’l-Kasım, ev halkının atı vermeye yanaşmadığını görünce yalanlarına devam eder:
“Biraz önce vali telefon etti, atı sordu. Vallahi sayın valim kardeşim şehir dışında dedim. O
da, ‘Atı birkaç günlüğüne gönderin. Bizim kız hevesini alınca geri göndeririz’ dedi”
(Dânişver, 1998: 60). Zeri atı vermemeye ve valinin huzuruna çıkmaya karar verir ama Ebu’l-
Kasım onu caydırır. Ebu’l-Kasım, Seher’in götürülüşüne tanık olmasın diye Hüsrev’i ava
götürür. Döndüğünde ona atın öldüğünü söyleyeceklerdir. Yine de Zeri hala atı vermemenin
yollarını düşünmektedir.
Altıncı Bölüm:
Ebu’l-Kasım’ın ve Yusuf’un ablası Fâtime hanım kendi geçmişinden bahseder ve oğlu
ve eşinin ölümünü anlatır.
Yedinci Bölüm:
64 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 60. 65 Age., s. 60.
44
Zeri sabah erkenden uşağa, atı almak için valinin adamlarından biri gelirse ona
Hanımın evde olmadığını, kendisinin de hanımın izni olmadan atı veremeyeceğini, eğer ısrar
ederlerse de yanlış geldiklerini, söz ettikleri atın öldüğünü yine mırın kırın ederlerse başka bir
atı verip onları göndermelerini öğütler.
Bir iki gün ses çıkmayınca Zeri rahatlar ve vazgeçtiklerini düşünür. Üçüncü gün kapı
çalınır. Kapıdaki jandarma Zeri’ye validen bir mektup getirmiştir. Mektupta vali kibarca
kızının hasta olduğunu, ata ve biniciliğe merak sardığını Seher’in methini duyduğunu ve
böyle küçük ve hasta bir kız için oldukça uysal bir at olduğunu işittiğini, atı birkaç günlüğüne
ödünç istediklerini, kızlarının attan soğur soğumaz hemen geri vereceklerini söyler ve atı
ister.
Zeri, Hüsrev’i atının öldüğüne inandırmak için uşağa hemen arka bahçede bir mezar
kazmasını emreder. Fâtime hanım bir çare düşünmesi için İzzetu’d-devle’yi çağırır.
Sekizinci Bölüm:
Bu bölüm tamamen İzzetu’d-devle’nin diyaloglarını, vicdan muhasebesini,
pişmanlıklarını ve geçmişle hesaplaşmasını anlatır.
Dokuzuncu Bölüm:
Hüsrev avdan geri döner. Evde ona karşı bir soğukluk olduğunu hisseder. Hiç
kimsenin onun gelişinden memnun olmadığını düşünür.
İzzetu’d-devle birkaç gün içerisinde Seher’in kendi ayağıyla geri geleceğine dair söz
verir ve evden ayrılır.
Hüsrev eve geldikten sonra sorduğu ilk şey Seher’dir. Annesi kaçamak cevaplar verir
ama en sonunda Seher’in öldüğünü söyler. Hüsrev’i kandırıp atının öldüğüne inandırmaya
çalışır. Hüsrev inanmak istemez.
45
Hüsrev, Seher için bir cenaze töreni tertiplemeyi düşünür. Bunun için arkadaşları
çağrılır ve pasta ve içecek hazırlanır.
Amcası Ebu’l-Kasım atın geri gelmeyeceğinden emindir; Hüsrev’e kendi atlarından
istediğini alabileceğini söyler, ama Hüsrev kabul etmez.
Onuncu Bölüm:
Zeri hemşehrisi olan bir ebenin muayenehanesine gider. Ama muayenehane o kadar
doludur ki hiç yer bulamadan geri döner. Şehrin başka hastanelerinde de yer yoktur. Şehirde
ölüm, tifüs ve huzursuzluk kol gezmektedir.
Zeri akıl hastanesine ekmek ve hurma götürüp dağıtır. Tek tek hastaları ziyaret eder.
Hastane yıkık dökük ve harap bir haldedir.
Zeri bu hastaneye uzun süredir gelmektedir. Oradaki hastalarla olan anılarını yad eder.
Hasta bakıcılardan bazıları da tifüse yakalanmıştır.
Bazı akıl hastalarının yaşam öyküleri, oraya nasıl düştükleri anlatılır.
On birinci Bölüm:
Zeri tekrar ebenin muayenehanesine gider. Bekleme odası yine tıklım tıklımdır.
Muayenehaneden hasta manzaraları verilir. Muayenehane çok kalabalık olduğundan ve işinin
de acelesi olmadığından eve geri döner.
Eve döndüğünde kapıyı kendisine küçük bir çocuk açmıştır. Yusuf yolculuktan
dönmüştür ve bu çocuğu da kendiyle beraber getirmiştir. Kolu isimli bu çocuğu Yusuf evlat
edinmiştir. Yusuf Kolu’nun çoban olan babasını öldürdüğünü ve bu yüzden de onu evlatlığa
aldığını söyler. Zeri, Yusuf’un Kolu’nun babasını öldürmüş olmasına ihtimal vermez.
Zeri hamile olduğunu ve bu yüzden hastaneye gittiğini Yusuf’tan gizler.
46
Hüsrev kayıptır. Ondaki psikolojik değişimden bahseder. Hüsrev ile birlikte amcasının
oğlu Hürmüz de ortada yoktur. Hüsrev’i ve Hürmüz’ü aramaya koyulurlar. İkisinin de
ailelerine yalan söyleyerek bir yere gittikleri aşikardır. Sonradan Zeri bu iki çocuğun bir ip ve
battaniye alarak Seher’i geri getirmeye valinin evine gittiğini anlar. Yusuf ile Zeri çocukları
aramak için yola düşerler. Zeri yolda Ebu’l-Kasım’ın kendilerine emrivaki yaptığını ve
Seher’i valinin kızına vermek durumunda kaldıklarını söyler. Hüsrev’in de büyük ihtimalle atı
geri getirmek için valinin evine gittiğini ekler. Yusuf, karısını, valinin adamları karşısında
zayıf ve iradesiz davranmasından ötürü ayıplar, kınar.
Valinin evine vardıklarında çocukların orada nizamiyede askerler tarafından
tutulduğunu görürler. Yusuf ve Zeri çocukları askerlerin elinden Ebu’l-Kasım’ın gelişiyle
kurtarırlar.
Eve döndüklerinde hem Yusuf hem Hüsrev, Zeri’ye yüklenirler.
Ebu’l-Kasım Han milletvekili olduğunu söyler.
Zeri zümrüt küpelerinin de aynı bahaneyle yani daha sonra geri verilmek üzere
alındığını ama geri gelmediğini ve atı niye verdiğini anlatır: “Ebu’l-Kasım’ın tüm ısrarlarına
rağmen direnmek ve atı vermemek istedim. Ama korktum, evet korktum. Atı almaya gelen
jandarmadan korktum.”66
Yusuf Zeri’ye küpelerini ve atı isterlerken cesaretle karşılarında duramadığından ötürü
kızar. Küpelerin kendisi için manevi değeri olduğunu ve yumuşak yüzlü olduğu sürece
herkesin önünde eğilmesi gerektiğinden bahseder.
Zeri, Yusuf ve Hüsrev hep beraber korkaklık ve cesaret üzerine bir tartışmaya girerler.
Zeri kızınca hamile olduğunu ağzından kaçırır. Yusuf duyunca ona yüklendikleri için kendine
ve söylemediği için de Zeri’ye kızar.
66 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 127.
47
On İkinci Bölüm:
Seher çiftliğe geri döner.
Kolu eve, anneannesine gitmek istediğini sık sık tekrarlar. Kolu’nun yeni evine ve
dolayısıyla yeni hayatına alışması için ev halkının gösterdiği çabalar anlatılır. Yusuf artık
Kolu’nun kendileriyle yaşamak zorunda olduğunu ve gelecek yıl onu okula göndermek
istediğini söyler.
Zeri evlerinin önündeki tepenin civarında bir hareketlilik gözlemler. Tepenin
eteklerinde bir sürü insan, araba, jandarma, asker bir şeyin peşindedir. Zeri bu kalabalığın
Seher’in peşinde olmasından şüphelenir. Seher üzerinde binicisiyle yani valinin kızı Gilan
Tac ile birlikte yeni evinden kaçıp gelmiştir. Araba gürültüsünden, kalabalıktan ve
askerlerden ürken at bir türlü yakalanamamaktadır. En sonunda Hüsrev tepeye doğru koşarak
her zamanki ıslığını çalarak Seher’in dikkatini çeker ve yanına çağırır. At Hüsrev’in yanına
gelir ve sakinleşir.
On Üçüncü Bölüm:
Yusuf köylere teftişe gitmiş, Kolu da köyüne dönme ısrarlarını şiddetlendirmiştir.
Herkese köyüne, anneannesinin yanına gitmek istediğini söyleyip durur. Üzüntüden
hastalanan Kolu’yu hastaneye kaldırmak isterler. Ancak hastanede kendilerine hastanenin
yabancı askerlere tahsis edildiğini ve hiç boş yataklarının olmadığını söylerler. Hastane bir
yana saatlerce gezmelerine rağmen Kolu’yu muayene edecek bir doktor dahi bulamazlar.
Zeri çaresiz kaldığından Ebu’l-Kasım’a başvurur. Ancak ona Yusuf’un bu çocuğu
evlat edindiğini söylemez. Ebu’l-Kasım’ın bir telefonuyla Kolu için hastanede bir yatak
hazırlanır.
Zeri İngiliz okulundaki anılarını hatırlar ve anlatır.
48
On Dördüncü Bölüm:
İzzetu’d-devle evinde bir davet verir. Fâtime hanım ilkin bu davete icabet
etmeyeceğini söylese de Zeri onu ikna eder. Hep beraber İzzet-ul devle’nin evine giderler.
Zeri bu davetin asıl nedeninin öğrenmeye çalışır.
Bu bölümde İzzetu’d-devle’nin evinin, eve gelen misafirlerin tasviri yapılır.
On Beşinci Bölüm:
İzzetu’d-devle bir türlü davetin asıl nedenini açıklamaya yanaşmaz. Bu bölümde
İzzetu’d-devle’nin yaptığı işler, servetinin kaynağı sorgulanır. Fâtime hanım ile arasında
geçen şu diyalog ilginçtir:
Biliyorsunuz, yabancı askerler bu ülkeye eski eserleri, harabeleri görmek için
geliyorlar. Ellerinde kalmış şeyleri bize satıyorlar. Ben de onları burada
satıyorum. Mesela bisküvi, sabun, çorap ayakkabı, ipek kumaş... Fâtime hanım
öfkeyle, “Bilmediğimizi mi sanıyorsun? Senin gibi adı sanı belli bir kadının
kaçakçılık yaptığını bilmeyen mi kaldı?” der.67
Zeri davetten sıkılıp artık gitmesinin ve Kolu’ya uğramasının gerektiğini düşünür,
ancak geç olduğu için vazgeçer. Zeri meseleyi yavaş yavaş çözmektedir. İzzetu’d-devle’nin,
kayınvalidesi aracılığıyla kaçakçılık yaptığı ve bu kaçakçılık olaylarından birinde hem de
silah kaçakçılığı yaparken kayınvalidesinin yakalandığını anlar. İzzetu’d-devle, hamam sahibi
Mirza Henasab’a göndermek üzere bir tüfeği havluların içine sarar ve kayınvalidesine verir,
ancak kayınvalidesinin bu durumdan kesinlikle haberi yoktur. Şimdi İzzetu’d-devle’yi bir
67 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 166.
49
korku almıştır. Kayınvalidesinin kendilerini ele vermesinden korkmaktadır ve İzzetu’d-
devle’ye göre bu işi ancak Zeri çözebilir:
Zericiğim, bu düğümü ancak sen çözersin. Gerekli tahkikatları yaptırdım.
Kayınvalidemi kadınlar hapishanesine koymuşlar. Yarın hapishaneye gidip onu
gör. Konuş onunla, benim yalvardığımı söyle; sakın bizim ismimizi vermesin,
bizi de yakmasın,68
dedikten sonra bir adam gönderip ona ağzını sıkı tutmasını öğütlediğini de ekler. Ayrıca
kaçakçılık olayıyla ilgili uydurduğu bir senaryoyu kayınvalidesine iletmek üzere Zeri’ye
anlatır ve bunları yapıp yapmayacağı konusunda kendisinden hemen bir cevap beklediğini
söyler.
Zeri ne yapması gerektiğini, hangisini yaparsa cesaret olarak adlandırılabileceğini
düşünür. Hayır cevabı mı yoksa evet cevabı mı cesaret sayılabilirdi? Ancak uzun bir düşünme
süresinden sonra cevabını hayır olarak verir. İzzetu’d-devle zümrüt küpeleri ve atı valinin
evinden geri getirmesi durumunda da cevabının yine hayır mı olacağını sorar. Ancak Zeri
kararını vermiştir, fikri değişmez. Zeri bu isteğe hayır diyebildiği ve cevabının arkasında
durabildiği için kendiyle gurur duyar.
On Altıncı Bölüm:
Kolu başı tıraşlı ve boynunda bakırdan bir haçla hastaneden taburcu olur. Zeri söz
verdiği gibi onu köyüne gönderir. Hastanede çocuğa sürekli Hıristiyanlık propagandası
yapılmıştır.
Yusuf bir adamla eve döner. Onu nasıl ve nerede bulduğunu anlatır:
68 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 172.
50
Sabah gün doğmadan hareket halindeyken ırmağın kenarında bulduk onu. Bu
şekilde ayağında çorap ve bir donla yarı çıplak yerde yatıyordu. Önce hayvan
filan sandık ama ışığı tutunca gördük ki bir insan. Sanırım bir hırsız onu böyle
soymuş. Attan indim. Onu şehre götürmemiz için nasıl yalvardı. “Ben de sizin
bağa gelmeyi düşünüyordum ama ayaklarım artık çekmedi. Buraya yığılıp
kaldım” dedi. “Seyid Muhammed seni atın arkasına oturtsun ve bağa götürsün,
kendine gelince seni şehre götürür” dedim. Öyle yalvardı ki onu şehre
götürelim diye. “Beni şehre götürmenizin ne kadar gerekli olduğunu
anlayacaksın, eğer benim şehre gidebileceğimi düşünmüyorsan beni burada
bırak, bir başkası beni şehre götürür” dedi. Ben de kabul ettim onu şehre
götürmeyi69
Yusuf köylerin halinin perişan olduğunu, bir çok köylünün tifüse yakalandığını ve
onlar için köye doktor göndermeyi düşündüğünü söyler.
Yusuf birkaç misafir beklemektedir. Yusuf’un beklediği misafirler çocuklarının tarih
hocası Fotuhi, Mecid, Sohrab ve Rüstem idi. Tekrar Yusuf’tan yardım istemek için
gelmişlerdi.
Misafirler gittikten sonra Yusuf’un eve getirdiği yaralı yabancı, akşama doğru uyanır.
Yusuf’un ırmak kenarında yaralı bir halde bulduğu ve eve getirdiği adam orduda görevli bir
yüzbaşıdır.
On Yedinci Bölüm:
69 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 189.
51
Bu bölümde yaralı yüzbaşı başından geçenleri anlatır. Kendisinin motorize birliklerin
komutanı olduğunu söyler.
On Sekizinci Bölüm:
Zeri tekrar akıl hastanesine gider. Onlara meyve ve ekmek götürmüştür. Eski
hastalardan çok azının kaldığını görür. Bazı hastalarla oturup sohbet eder, dertleşir.
Eve döndüğünde hem bitkin düşmüş, hem de ateşi çıkmıştır. Yusuf ve Macmahon’ı
bahçede oturmuş görür. Zeri hiç birine uğramadan yukarı odasına çıkar. Yusuf da peşinden
gider ve aralarında ilginç bir diyalog geçer:
- Niye bu kadar bahtsızız, Yusuf?
- Bahtsızlığımızın sorumlusu sen değilsin.
- Sen de değilsin. Öyleyse niye kendini tehlikeye atıyorsun?
- Şimdi anladım. Sen korktun ve korkudan da başına ağrı girdi.
- Bu kadar basit değil.
- Biri bunu yapmalı.
- Eğer sana bu kişi sen olma diye yalvarsam kabul eder misin?
- Bak güzelim, eğer böyle zafiyet gösterirsen benim cesaretim kırılır.
- Üç çocuğumuz var, biri de yolda; çok korkuyorum.70
Yusuf, Macmahon’ın daha önce çocukları için yazdığı öykünün basıldığını müjdeler,
Zeri’ye.
70 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 223.
52
Hüsrev ve Hürmüz aralarında konuşup karar aldıklarını ve bundan böyle İngiliz ve
Hintli askerlerle tek kelime dahi konuşmayacaklarını, asker olmayanların da casus
olmalarından şüphelendiklerini söylerler.
On Dokuzuncu Bölüm:
Tüm bölüm, on sekizinci bölümde sözü geçen ve Macmahon’ın Zeri ve Yusuf’un
çocukları için yazdığını söylediği ve yakın zamanda basılan öyküsüne ayrılmıştır.
Yirminci Bölüm:
Kolu eve ve aileye iyice alışmıştır. Hıristiyanlığı da iyice benimsemiştir. Zeri’ye ve
Hatice’ye sürekli İsa’dan bahseder. Yahuda’yı nerede bulabileceğini sorar.
Zeri ne yaparsa yapsın ev halkının bu çocuğu öz çocukları gözüyle göremeyeceğini
fark eder.
Yusuf ve Kolu beraber köye giderler.
Yusuf gideli on gün olmuştur. Şehre Sohrab’ın ayaklanma çıkardığı söylentisi düşer.
Şehirde herkes bu olayı konuşur.
Bahçede bir hareketlilik olur. Zeri bir şeyler olduğunu anlar ama sormaya cesaret
edemez. Hem Ebu’l-Kasım, hem Rüstem eve gelmişlerdir. Zeri, Rüstem’in arabasının arka
koltuğunda Yusuf’un cansız bedenini görür.
Ebu’l-Kasım kardeşi Yusuf’tan özür dileyip pişman olduğunu ve aslında Yusuf’un
gittiği yolun doğru olduğu itirafında bulunur: “[...] Kardeşim eğer ruhun buradaysa beni
bağışla. Senin şuuruna ve anlayışına sahip olmak istiyordum ama olmadığından seninle dalga
geçiyordum.”71
71 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 244.
53
Yusuf’u ilk başta Kolu’nun, babasının kan davası için öldürdüğü söylense de gerçeğin
öyle olmadığı açığa çıkar. Yusuf’un adamı Seyid Muhammed Yusuf’un ölümüyle ilgili
şunları söyler:
[...] Kıra gitmek için ata bindiğimde Kolu gelip önümü kesti ve “Ağayı
vurdum” dedi. Neyle vurdun diye sorduğumda bana “Ok ve yayımla” dedi.
Sonra da başka bir yerde tüfekle vurduğunu daha sonra da amcasının
vurduğunu söylediğini duydum. Belli ki birileri ona bunu söylemesini
öğütlemiş. Çocuğu kandırmışlar. Bayağı araştırdık ama yolda Kolu’nun
amcasından hiçbir ize rastlamadık[...] Sabah erken atla ambarları kontrole
gittik. Bey eliyle ambarların mührünü kırıp hurmaları, unu ve hububatı
köylüleri arasında taksim etti. Çok neşeliydi, hepsiyle teker teker
şakalaşıyordu[...] Köy evine gittik[...] Zinger’in adamı geldi ve Zinger’den
selam getirdiğini söyledi. Zinger, Yusuf’a iletilmek üzere şu mesajı
göndermişti: “Buğdayı köylülere dağıtmakla eline ne geçiyor”[...] Bey de
gülerek “Zinger’e söyle o ve onun gibiler semireceğine köylü semirsin, daha
iyi” dedi. Adam, “Zinger sizin iyiliğinizi geri kalan ürüne el sürmemenizde
görüyor” dedi. Bey de “Ben ne zaman Zinger’den iyilik istedim” dedi. Adam
Zinger’in, “Biz ambarların kilidini kırıp buğdayı alabiliriz, sadece buğday ve
arpa da değil hurma ve hububata da ihtiyacımız var. Validen yazılı emrimiz
var” dediğini söyledi[...] Sonra beyin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Ne
söyledi anlamadım ama bey çok sinirlendi ve “Hepinizin canı cehenneme. Beni
jandarmalarla filan korkutamazsın, onlardan korkum yok, eğer erkekseniz gidin
jandarmalarla beraber kilitleri kırın, madem ki izniniz varmış” dedi[...] Adam
terini sildi ve “Beyim, kurbanın olayım, bunlarla zıtlaşma, iyi yapmıyorsun”
54
dedi[...] Bey son olarak “Git Zinger’e söyle, Sohrab’a sadece yiyecek
veriyorum, silah değil” dedi. Ben tam odadan çıkmak üzereyken adımımı
henüz eşiğe atmamıştım ki bir silah sesi duyuldu. Dönüp baktığımda beyi yana
düşmüş ve kanlar içinde gördüm.72
Fâtime hanım bu açıklamanın üzerine hemen bir avukat tutulmasını ve olayın açığa
kavuşturulmasını ister. Ancak Ebu’l-Kasım karşı çıkar ve bunun bir faydası olmayacağını
söyler.
Yirmi Birinci Bölüm:
Sohrab’ın etrafı çevrilir ve ele geçirilmek üzeredir. Artık yorulmuş ve yiyeceksiz
kalmıştır.
Zeri’nin Şiraz için söyledikleri ilginçtir:
İnsanların saf şerbete ulaştıkları, içip kendilerini Hafız-i Şirazi hissettikleri
dönem geride kaldı. Şimdi artık barut şerbetini içiyorlar. İnsanların ırmakların
kenarında oturup ömrün geçişini seyrettikleri, tüm dünya nimetleri içinden
sadece gül yanaklılarla yetindikleri dönem geride kaldı.73
[...] Bu şehrin insanlarının aklı başından gitmiş. Yoksa bu şehir, meleklerin,
onun toprağını öptüğü şehir değil miydi? Birisi bu şehir için ne güzel demişti:
“Burası öyle bir topraktır ki onun eteğinden binlerce keramet sahibi
72 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 248-249. 73 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 254.
55
fışkıracaktır.” Sufilerin ayak bastığı yer, veliliğin merkezi. Artık nerede? Bu
adamlar nereye gittiler ki gelmiyorlar.74
Zeri delirmek üzere olduğunu düşünmektedir. Sürekli rüya ve halüsinasyonlar görür ve
geçmişi hatırlar. Rüyalar ve geçmiş arasında bocalar. Geçmişle bugün birbirine girer.
Uzun uzadıya Yusuf’la tanışmasını anlatır.
Yirmi İkinci Bölüm:
Zeri önceye nazaran biraz toparlanmış ve kendine gelmiştir. Yusuf’un matemini
tutmak için Fatime Hanım, verdiği sözü tutar ve tüm yataklara ve koltuklara siyah çarşaf
serdirir.
İzzetu’d-devle Zeri’ye kadife bir kutu verir. Kutuda daha önce ondan alınan zümrüt
küpeleri vardır. İzzetu’d-devle küpeleri bir gece önce valinin evine gidip istediğini söyler.
Zeri delirmediğini kanıtlamanın peşindedir; kendisini tedavi için eve çağırılan doktor
Abdullah Han ile görüşür. Doktor, Zeri’nin ruhsal tedavisine olağanüstü katkılarda bulunur ve
ev halkına Zeri’nin ruhsal durumunun iyiye gittiğini söyler. Doktor Zeri’nin hastalığına
teşhisi koyar: “[...] Niye anlamıyorsun? Korku hastalığı; çoklarında var bu hastalık.”75
Yirmi Üçüncü Bölüm:
Yusuf’un cenaze töreni betimlenir. Ebu’l-Kasım törenin yabancı güçlere karşı protesto
gösterisine dönüşmesinden korktuğundandır ki cenazenin sessiz sedasız kaldırılmasını ister.
Oysa Zeri kocasının kalleş bir mermiyle öldürüldüğünü ve en azından bir törenin hakları
olduğunu ve bunun da yasak olmadığını düşünmektedir. Ev halkı da Zeriyle aynı fikirdedir.
74 Age., s. 256. 75 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 285.
56
Cenazenin taşınması sırasında güzergahın iki tarafında polis ve asker saf tutmuştur.
Güvenlik güçleri kalabalığın ana yola çıkma isteğini kabul etmez. Kalabalık ısrarcı olunca
güvenlik güçleri zor kullanarak kalabalığı dağıtır.
Yusuf’un cenaze töreni, küçük çapta sömürge ve emperyalizm karşıtı bir gösteriye
dönüşür. Halk güvenlik güçleri ile çatışır ve halk dağılır. Olaylar yatışınca Yusuf’un cenazesi,
sadece Fatime hanım, Ebu’l-Kasım, Zeri, Hürmüz ve Hüsrev’in bulunduğu bir törenle gece
vakti toprağa verilir.
Yusuf’un evine birkaç başsağlığı mesajı ulaşır, roman Macmahon’un taziyesiyle son
bulur:
Ağlama bacım, evinde bir ağaç bitecek. Ve şehrinde ağaçlar ve ülkende
binlercesi. Ve rüzgar her bir ağacın mesajını bir diğer ağaca ulaştıracak. Ve
ağaçlar rüzgara soracaklar: “Yolda gelirken seheri76 görmedin mi?”77
76 Hem tan ağartısı, şafağın sökmesi, uyanış anlamındadır hem de Yusuf ve Zeri’nin oğulları Hüsrev’in atının ismidir: Seher, valinin kızı için bir bakıma ellerinden zorla alınınca romanın merkezinde yer alan bazı olaylar patlak verir. 77 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 304.
57
C- ROMANIN TAHLİLİ
Sevûşûn, sağlam yapısı ve mükemmel bir romanda olması gereken kurgusuyla oldukça
başarılı bir çalışmadır.
Öykünün temel dokusu yabancı güçlerin nüfuzu, çıkarları ve onlara tanınan imtiyazlar,
hem yerel hem genel hükümet yöneticilerinin, hem polisin hem ordunun ileri gelenlerinin
ahlaki çöküntüsü, beceriksizlikleri ve anlamsız kibiri, köylü-toprak sahibi arasındaki ilişkiler,
feodalizm, açlık ve kıtlık korkusudur. Ancak tüm bu rüşvet, yozlaşma, hastalık, kıtlık, tehlike
ve yabancı egemenliğine rağmen herkes günlük yaşamına devam eder. Bu kargaşanın
ortasında yaşam, Zeri’nin evinin avlusunda, kendine empoze ettiği ritüeller ve ailesini dış
olaylardan koruma girişimleriyle olağan bir şekilde devam eder. Ancak işgal sonrası ortaya
çıkan bozulma ve çürüme yaygınlaşmıştır; bazıları elinden geldiğince bu durumdan
faydalanmaya çalışır. Sonuçta Zeri’nin normal aile yaşamını sürdürmeye yönelik girişimleri
paramparça olur.
Dânişver Sevûşûn’da insanların dış dünyaya gösterdikleri içsel tepki ve refleksin
sebeplerini ortaya çıkarmakta bir hayli başarılıdır. İran siyasi yaşamının belli bir dönemini
öyküsel olarak betimler. Öyküdeki kişiler, kendine özgü kişilikleriyle birbirlerinden ayrı
oldukları gibi yaşayış ve davranış itibariyle kendi toplumsal sınıflarının davranış ve
psikolojisiyle de benzerlik taşırlar. Yazar bu benzerliği bir bakıma bir kusur olarak
değerlendirir ve kahramanların siyasi ve dünya görüşlerini elden geldiğince ele vermemeye
çalışır. Belki sadece monologlarda karakterler renklerini belli ederler ve kendilerini ele
verirler.
Sîmîn Dânişver, Sevûşûn’da, genelde İran’ın çürümüş, bozuk düzenine, özelde ise dış
güçlere muhalif bir duruş takınan kocasının tavizsiz, ilkeli ve kahramanca tutumundan
muzdarip olan evli bir kadının duyarlılığına büyüteç tutar.
58
Kitabın asıl ve başlıca hareket sahası, Zeri’nin yaşadığı çevrenin ve genel olarak da
toplumun haksızlıklara uğradıkça ve uğradığı haksızlıkları irdelemeye giriştikçe kendisinin
uğradığı gelişimdir. Ona geleneksel olarak annelik, eşlik, eve bakan kimse rolleri biçilmesine
rağmen o vicdanlı bir kadın olarak kendine gelir. Zeri her ne kadar evini dış dünyanın
etkilerinden sakınmak isteyen bir kadınsa da dış dünyanın gerçeklerini keşfettikçe zamanla
savaşçı ve özgürlükçü bir kadına dönüşür.
1943 yılında İran, güneyde Rusya’nın, iç kısımlarda Amerika’nın ve güneyde
İngiltere’nin işgali altındayken Zeri’nin çevresindeki erkekler, eşi, oğlu ve aşiret lideri
hükümete ve onun yabancı işbirlikçilerine karşı gizlice örgütlenirler. Zeri de onlarla görüş
birliği içerisindedir. Ancak onların cesareti ve gözü pekliği onun gözünü korkutur. Onlardan
farklı olarak o, ölümü, yok olmayı gözünde yüceltmez. Sadece tek bir kişi, Fatime hanım
Zeri’nin endişelerini taşır, paylaşır.
Romandaki ana karakterler toprak sahibi sınıfa aittir ve görece bir rahatlık içerisinde
olmalarına rağmen onlar da işgalden direkt etkilenmişlerdir. İngiliz ve Rus ordusunun, işgalini
sürdürmesi nedeniyle tüm İran’ı kasıp kavuran kıtlık ve hastalığın verdiği eziyet ve sıkıntının
ötesinde Yusuf’un ailesi politik olarak da bölünür. Yusuf yabancı orduların ülkedeki varlığına
ve onların İran’daki işbirlikçilerine karşı çıkar. Yusuf’un ağabeyi Ebu’l-Kasım, politik hırsları
olan biridir; yerel hükümette önemli pozisyon elde etmek için yabancılarla ortak hareket eder.
Kitap doğrudan Şah hükümetine gönderme yapmasa da batının İran’ın içine nüfuz
edişi ve iç işlerine karışması hakkında önemli bir kurgu-belgedir.
Romanın yazarının eşi Celal Âl-i Ahmed’in Sevûşûn’a etkisi yadsınamaz. Yusuf bir
bakıma Al Ahmed’den bir numunedir. Dânişver kendi romanı hakkında şöyle der:
Romanın yüzeyinde Celal Al Ahmed’in ölümünü sezinleme ve ona ağıtvari bir
gönderme var. Ama derinliklerinde Siyavuş’un matemine ve İran halkına bir
59
yakarış, bir ağlayış var. Sevûşûn’da İran halkının kederine ihamla ağladım ama
ümit de aşıladım78
İranlı ünlü yazar ve eleştirmen Hûşeng Golşiri bu konuda şunları söyler:
Sevusun, Ali Şeriatî ve Celal Al Ahmed’in düşüncelerinin idealleştirilmesidir.
Romanın sonunda her iki sınıf (aydınlar ve halk) birlik olurlar ve Yusuf’un
naaşı da onların bayrağı olur.79
Dânişver bu romanında tarihi meselelere de değinir. Kitabın hem özgürlüklerden ve
milli mücadeleden ve hem de kadınların toplumsal statüsünden bahseden bir kaç katmanlı
konusu, İkinci Dünya Savaşı yıllarından alınmış olmasına ve 1960’lı yılların siyasi ve
toplumsal olaylarına göndermede bulunmasına rağmen kendi zamanının edebi beklentileriyle
uyum içerisindedir.
Golşiri’ye göre Sevûşûn, siyasal ve simgesel bir romandır ve iki tabakadan oluşur. Dış
katmanda olaylar Zeri ve ailesi etrafında suret bulur. Zeri, kendi toprağını, evini, ailesini
hastalıklardan, kıtlıktan, karışıklıklardan korumak ister. Ancak sonuçta savaş ve diğer
felaketler bir biçimiyle onun yaşamıyla kesişir. Bu açıklamaya istinaden Sevûşûn’un sembolik
ve içsel katmanı görülebilir. Mesela evin yerine tüm İran geçer, Zeri’nin yerini genel olarak
kadın imgesi alır ve Yusuf bu ülkenin aydın bir temsilcisidir. Kısaca tikelde eve ve aileye
gönderme yapan her şey tümelde tüm ülkeye gider.80
Yine Hûşeng Golşiri’ye göre Sevûşûn hem siyasi hem de tarihi bir romandır. Ayrıca
alegorik bir yönü, yakın ve uzak iki anlamı vardır ve ilk bakışta bu anlamlardan yakın anlam
78 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-i Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 150. 79 Golşîrî, Hûşeng, “Pîşgûyi der Edeb-i Muâsır-i İrân”, Adine, 1989, S. 29, s. 23. 80 Hûşeng, Golşîrî, Mofîd, 1987, S. 12, s. 66.
60
göze çarpar. Fakat iyi ve tecrübeli bir okur örtülü anlamı da görebilir. Sembolik anlatımdan
yararlanmak ve iki boyut yaratmak, romanın içinde yaşanan olayların geçtiği zamana ilişkin
romanın mesajının özel bir siyasi konuya değindiği izleniminin oluşmasına neden olmuştur,
Golşiri’ye göre. Aynı zamanda her bir zaman ve mekan için, zamanın siyasi ve toplumsal
problemlerini bağlama ve çözme için okuyucunun sığınacağı yöntem bu olacaktır.81ver 77-78
Her ne kadar Sevûşûn için tarihi bir roman dense de Sîmîn Dânişver tarihe sıkı sıkıya
bağlanma konusunda özel bir özen göstermez. Romancılık kuru kuruya tarihi olayları
nakletme veya tarihçilerin işaret ettiği analizleri kabul etme işi olmadığına göre roman yazarı
tarihi bazı olayları seçerek veya bir kısmını görmezden gelerek ya da bazı olayları uydurarak
kendine özgü bir çözümleme sunabilir; diğer taraftan iki ya da birkaç dönemin özelliklerinden
bazılarını karıştırarak bir döneme özgü bir izlenim verebilir, okuyucuya. Golşiri bu konuda
şunları söyler:
Ancak iş sadece tarihi olayların kaleme alınması, romana sokulmasıyla sınırlı
kalsaydı [Sevûşûn] değersiz bir eser olurdu. Çok çok bir hatıra kitabı olur ve
asla bir roman sayılamazdı. Öyleyse kesin olarak denilebilir ki seçilen
perspektif, romanın karakterleri ve içerdiği mesaj o dönemin dokümanlarından
alınmıştır. Mesela aynı 1943 yılının ilk yarısındaki olaylara dikkat edersek
görüyoruz ki ülkedeki bazı önemli olayların romanda izine rastlanmaz. Bu
özellik romanı, tarihi romandan ve özellikle tarih kitaplarından ayırır. Bu
bakımdan Sevûşûn, sırf tarihi romanlar zümresinde sayılmaz. Ancak romanın
tutarlı olması için yazarın bir ekseni ve seçme ölçütü olmalıdır.82
81 Hûşeng, Golşîrî, Cidâl-i Nakş bâ Nakkâş der Âsâr-i Sîmîn Dânişver, Tahrân, Nîlûfer, 1376/1997, s. 77-78. 82 Hûşeng, Golşîrî, Cidâl-i Nakş bâ Nakkâş der Âsâr-i Sîmîn Dânişver, Tahrân, Nîlûfer, 1376/1997, s. 89.
61
Öykü bir yandan geleneksel aile yapısını muhafaza etmeye çalışırken kendi bireysel
kimliğini korumaya, diğer yandan idealist ve gözü kara eşiyle baş etmeye çalışan ve bunu da
başaran genç bir eş ve anne olan Zeri’nin gözünden anlatılır:
Zeri ağlayarak, “Ne istiyorlarsa yapsınlar yeter ki savaş benim yuvamdan uzak
dursun. Tüm bu şehir yiğitlerin meydanı olsa bile bana ne. Benim şehrim,
benim memleketim burası, bu ev” dedi.83
Okuyucu öyküyü Zeri’nin kamerasından izler. Yani Sevûşûn’da romanın bakış açısı
Zeri’nin zihnine yönelir ve olaylar onun manzarasından kaleme alınır. Yazarın varlığı
Zeri’nin dilinde ve zihniyetinde gizli kalır. Yazarın sadece bir iki kez varlığını aşikar ettiği
veya en azından Zeri’nin olayların akışından geri plana düştüğü iddia edilebilir. Okuyucu
romanın diğer karakterlerini Zeri’nin duygu ve düşünceleri yoluyla tanır ve olaylar ve
karakterlere yönelik bir yorum ve açıklama ortaya çıkarsa bu da yine Zeri’nin gözüyle olur.
Zeri’nin iç aleminde hatıralar, İngiliz okullarında gördüğü eğitim, İran ve İslam
geleneklerine olan yabancılığı, mevcut durumu korumaya eğilim ve korku iç içedir.
Zeri’de (tabii ki Dânişver’de de) kadınlara yönelik bir umut ve iyi niyet sezilir:
Keşke dünya kadınların elinde olsaydı, doğuran yani yaratan kadınların ve
kendi yarattıklarının kadrini bilen kadınların elinde. Sabrın, tahammülün,
tekdüzeliğin ve kendi için bir şey yapamamanın kadrini bilen kadınların elinde.
Belki de erkekler asla bilfiil yaratıcı olmadıklarındandır ki bir şeyler
yaratabilmek için böylesine çırpınıp durmuşlardır. Eğer dünya kadınların
elinde olsaydı savaş da neymiş?84
83 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 18. 84 Age., s. 193.
62
Zeri’nin evinin dışında açlık, hastalık, ölüm kol gezer. Zeri yine de çevresini ve şehrini
sever:
Bu şehir benim. Onun her karış toprağını seviyorum; sırttaki tepeleri, binaları
boydan boya çeviren eyvanları, yolun iki kenarında uzanan iki ırmağı.
Bahçenin arkasındaki iki nar ağacını, kendi elinle ektiğin narenciye bahçesini,
kendi ellerinle aşıladığın turfanda ağaçları.85
Şimdi öykünün Zeri’nin gözünden nasıl görüldüğüne bakalım. Romanın birinci
bölümü şu cümleyle başlar: “O gün valinin kızının düğün günüydü.” Ardından gelin odası,
misafirler ve olup bitenler Zeri’nin gözünden anlatılır ve birinci şahıs anlatımıyla geçmişe
gidiş gelişler aynı bakış açısından yansıtılır ve romanın asli karakterleri, şehrin durumu ve
hatta İngilizlerin rolü bile Zeri vasıtasıyla ısıtılıp sunulur okuyucunun önüne. Zeri’nin metne
yüzeysel bakışı ve sade anlatım tarzı ile gelecek bölümlerle olan bağlantı kurulur. Örneğin
Zeri’nin zümrüt küpeleri, Yusuf’un, kendi mahsulünün İngilizlere satılmasına karşı çıkması
ve hepsinden önemlisi Zeri’nin Yusuf’a ve tüm dünyaya muhalefeti.
Dânişver’in kadın kahraman Zeri’yi sunuşu, okuyucuda bazı huzursuzluklar ve
kaygılar yaratır; Zeri’nin en derin hislerinin açık ve net betimlemesinin altında sanki ortaya
çıkarılamayan bazı anlaşılmaz ve derin heyecanlar ve hisler gizlidir. Sanki bazı içten
gücenmeler ve içerlemeler, su yüzüne çıkmak ve Zeri’nin en kutsal bağlılıklarını
küçümsemek, hafife almak ister. Fakat Dânişver, Zeri’nin bu gizli ve rahatsız edici yönünün
ve görünüşünün üzerinde hiçbir zaman durmaz. Sonunda Zeri, kocası öldürüldüğünde inançla
ve sadakatle siyasi ülküyü kocasının bıraktığı yerden alır, diğer bir deyişle benimser. Zeri’nin
85 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 25.
63
asıl ıstırabı, aşık olduğu bir koca ve ümitsizce ihtiyaç duyduğu zekanın bağımsızlığı arasında
bir seçim yapmak zorunda kalmasıdır.
Zeri’nin romanın tümüne damgasını vuran temel karakteri korkudur. Korkak olduğu
için sürekli eleştirilen ve bu yüzden de aile bireyleriyle sık sık kavgaya tutuşan Zeri’yi annelik
iç güdüsü korkak yapar. Oğlu Hüsrev’e seslenerek şöyle der:
Evet ben sana, babana ve öğretmenine göre korkağım, beceriksizim, çok
pasifim. Ama benim tüm korkum sizin başınıza bir bela gelmesinden. Buna
dayanamam. Ancak ben de genç bir kızken kendime güvenim vardı,
cesurdum.86
Başka bir yerde Zeri korkak olmadığını kanıtlama peşindedir, ancak yine bir ailesi
olmasından ötürü endişeli olduğunu hissettirir okuyucuya:
Gerçeği duymak istiyor musun? Dinle o zaman. Benim cesaretimi sen kırdın.
Sana karşı o kadar yumuşak yüzlü oldum, seninle iyi geçinmek için o kadar
çaba sarf ettim ki artık buna alıştım... Belki de eskiden beri korkaktım ama
bilmiyordum. Ben müdire hanıma o kadar çok direndim ki. Kaldı ki yaptığım
şeyin cesaret mi yoksa direnme mi olduğunu bilmiyordum. Ona orucunu
bozdurduğumuz gün tüm çocuklar korkularından kaçtılar ama ben kaçmadım.
Belki de o günlerde kaybedecek bir şeyim yoktu ama ya şimdi...87
Zeri büyük bahçe duvarlarıyla çevrili, Yusuf’un babasından miras kalan bir emlâğın
gelirine mahkum, evin erkeğinin ilgi ve teveccühüne muhtaç bir kadındır. Ancak bizim bu dar
86 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 129. 87 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 130.
64
manzaradan gördüğümüz şey, görülenlerin önemini arttırır. Örneğin Zeri, bir hemşehrisinin
doğum hanesine gider. Şu satırlarda sıradan bir okuyuşla gözden kaçacak çok şey vardır:
Saat altıda muayenehanenin önündeydi. Muayenehaneye bakan küçük bahçede
iki kadın döşeksiz bir sedirin üstünde bağdaş kurmuşlardı. Başka bir kadın
onların başucunda uzanmıştı. Kılık kıyafetleri ve görünüşleri o kadar perişan
ve dağınıktı ki kadınların genç mi yaşlı mı oldukları belli olmuyordu.88
Bu betimleme, artık bir doğum hanedeki sıradan manzaralardan biri olarak kabul
edilemez. Kaldı ki kadınlar eğer yaşlıysa bu muayenehanede ne işleri var. Öyleyse
Dânişver’in bunu kasten metne soktuğu, görünüşte orada olmaları imkansız olan bu insanları
bir araya toplamak suretiyle şehrin genel vaziyetini bir çok açıdan hasta, ölümün kol gezdiği
bir yer olarak göstermek istediği iddia edilebilir. Sonraki betimlemede durum daha da belirgin
bir hal alır: “Erkek bir hasta başka bir sedirin üzerinde kıvranıyordu”89, sonra:
Tam bekleme odasının yanında bir kadın kendinden geçmiş, boylu boyunca
sedire uzanmış -üzerine mavi benekli lacivert bir namazlık örtmüşlerdi-
uyuyordu. Ayakları çıplak ve ayak ayası ve tırnakları kınalıydı. Siyah
pantolonu dizinin altına kadar sıyrılmıştı. Zeri irkildi. Kadın mutlaka ölmüş
olmalıydı. Çocuk değildi ki ölümü tanımasın. Sanki kadın sahipsiz gibiydi.
Çünkü baş ucunda kimse yoktu.90
88 Age., s. 109. 89 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 109. 90 Age., s. 109.
65
Yine aynı şekilde Fatime Hanım’ın Zeri’ye söylediği şu sözler tikelde şehrin genelde
ise ülkenin durumuna işaret etmesi bakımından dikkate değerdir: “Şehir perperişan. Nereye
gitsen esmer tenli bir Hintli yapışıp para istiyor.”91
Bir taraftan romanda vuku bulan olayların yorumunda romanın perspektifinin yani
Zeri’nin perspektifinin sınırlılığı, diğer taraftan da hiç beklenmeyen yerlerde hastalık, ölüm
gibi temaların romana girmesi o dönemin olaylarının değerini perçinler, arttırır. Aynı şekilde
bir muayenehanenin resmedilmesi şehirdeki diğer tüm muayenehanelere de işaret eder. Bir
bakıma Kolu’nun hastalanması ve onun hastaneye kaldırılmasındaki zorluk da buna bir
örnektir. Bunların yanı sıra Zeri her cuma akşamı hapishane veya akıl hastanesine gider.
Onlara ekmek ve hurma götürür. Hapishane ve akıl hastanesi de o dönemin yaşamından
sembolik bir kesittir; bir bakıma İran’a göndermedir. Orada herkes ya delidir, ya da kimse
özgür değildir. Mesela bir yerde akıl hastanesindeki hastaların hepsinin tifüse
yakalandığından bahsedilir. Ayrıca delilerin sayısı da geçen haftaya nazaran artmıştır.
Müdür ve hizmetliyle beraber hastanenin çiçeksiz bahçesinden geçerlerken
çam ağacının altında eski bir örtünün üzerinde uyuyan gençten bir kadın
gördüler. Kadın ayak seslerini duyar duymaz gözlerini araladı ve toparlandı.
Kadının yüzü gözü toz toprak içindeydi, ancak Zeri yine de onu tanıdı. Bu
kadın kendini bazen tanrının eşi, bazen de tanrı olarak görürdü. Bahçedeki gece
sefaları yaprak verdiğinde onların kırmızı yapraklarını yanağına ve dudağına
sürer ve tanrıyı beklemeye koyulurdu. Arapça’ya benzer dilde dualar okuduğu
söylenirdi. Gözlerini gökyüzüne dikip tanrının, bulutların üzerinde oku
beklediğini hayal ederdi.92
91 Age., s. 57. 92 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 102.
66
[...] Ve işte tanrının eşi şimdi çam ağacının altına çökmüş, derisinin rengi
solmuş, dudakları yara bağlamıştı.
- Niçin buraya düşmüş, diye sordu Zeri müdüre.
- Tifüse yakalanmış, dedi müdür.
-Doğru, şimdi herkes yakalanıyor.
-İyi ya, hepsi rahata eriyor.93
Uzak anlamda tüm şehir, tüm ülke bu belaya duçar olmuştu. Roman bu yönüyle
alegorik bir yapıttır. Öykünün alegorik dokusuna diğer örnekler: Zeri’nin küpeleri
çalındığında okuyucu, bu küpelerin Zeri için sadece maddi değeri olmadığını, aynı zamanda
küpelerle beraber Zeri’nin, anılarının ve kocasının ailesinden kendine yadigar kalan bir şeyin
kaybedildiğini hisseder. Diğer taraftan Zeri’nin -bir bakıma yazarın- İran’a benzettiği akıl
hastanesi bakımsızlıktan ve ilgisizlikten dökülmektedir. Bahçesi çiçeksiz kalmıştır; çam ağacı
bakımsız, bir köşede toprağa bulanmıştır. Zeri’nin evi ve bahçesi tüm İran’la karşılaştırılır.
Biri yağmalanmıştır, diğeri de Yusuf’un ölümünden sonra yağmalanır. Yine akıl hastanesi ve
oradaki olayların İran’la karşılaştırılması. Köylü bir çocuğun (Yusuf’un üvey oğlu Kolu’nun)
inançlı bir Hıristiyan’a dönüşmesi: “Kafasını tıraş etmişlerdi ve boynunda bakır bir haç
vardı.”94; “Bendeniz artık Hıristiyanım.”95
Sürekli kıtlık, ölüm ve hatta bunların iktisadi ve siyasi kökleri vurgulanarak halkın
içinde bulunduğu onulmaz hal anlatılmaya çalışılır. Ayrıca hükümet görevlilerinin İngilizlerle
işbirliği, yabancıların İran’ın içişlerine müdahalesi gibi temalar da sık sık dile getirilir. Tüm
bunlar Zeri’nin hatıraları, gördükleri, duydukları yoluyla zaman zaman ve yeri geldikçe
anlatılır.
93 Age., s. 102. 94 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 188. 95 Age., s. 236.
67
Yusuf’u son yolculuğuna uğurlamaya gelen ve onun cesedine hükümet güçleriyle
çatışma pahasına sahip çıkan topluluğun, eserin doğal ve olağan kurgusundan doğduğu veya
beslendiği söylenemez. Dânişver, tıpkı şehri (ve de ülkeyi) ölümün ve hastalığın kol gezdiği
bir yer olarak göstermek için uyguladığı tekniği burada da uygulamış ve esere biraz da
zorlamayla bu sahneyi eklemiştir. Zorlama ve ekleme bir şeydir, çünkü romanda halkın
Yusuf’a bu derece bağlılığına işaret edecek hiçbir argüman bulunmamaktadır.
Romanın en zayıf bölümü monologlar bölümüdür. Örneğin motorize ekipler
komutanının hatıralarının monoton ve tekdüze anlatımı. Bu monolog yönteminde başarının ilk
şartı muhatabın varlığını yadsımamak ve göz önünde bulundurmaktır. Öykü örgüsünde
muhatabın varlığının ve daha genel olarak onun zaman zaman metne müdahalesinin ya da
yaşananlardan haberdar olmasının önemli bir yeri vardır, bu yöntemde. Hepsinden önemlisi
anlatıcının flashbackleridir. Ancak komutanın monoloğunda anlatıcı için ne bir muhatap söz
konusudur ne de onun anlatımında bu muhatabın öznel varlığı. Hasan Mir Abidini, İran Öykü
ve Romanının Yüzyılı adlı kitabında bu konuya ilişkin şunları söyler:
[...] romanın öteki karakterlerinin monologları araya sıkıştırılmıştır.
Başkalarının monologlarına yer verilmesi birinci tekil kişi tarzının kullanıldığı
anlatı çalışmalarının zaaflarındandır. Çünkü bu anlatım tarzında anlatıcı sadece
kendi içsel duygularından söz edebilir [...] Dânişver’in birinci tekil kişi bakış
açısına -romanın yapısının sürekliliğini korumak için- uymadaki sınırlılığı, onu
romanın bakış alanını genişletmek ve romanı toplumsal hayata ait kapsamlı
sahneleri kapsar duruma getirmek için öteki kişilerin monologlarından
yararlanmaya ve romanın akışına bağlı bulunan ve Zeri’nin yer almadığı
olayları romana katmaya zorlar.96
96 Mîr Âbidînî, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, C. II, çev. Hicabi Kırlangıç, Ankara, Nüsha, 2002, s. 61.
68
Hepsi bir kenara Sevûşûn’un son bölümü eleştiri açısından en zor bölümdür. Özellikle
görünüşte öykünün Zeri’nin bilinç akışı olarak geliştiği yerlerde. Zeri, Yusuf’un ölümüyle
yüzleştikten sonra iğne vurulur. Uykusuzluk, stres onu delirtmek üzeredir:
Sanki emilip posası çıkarılmış bir nar gibi tüm ruhunun bedeninden
çıkartıldığını, bir yılanın boğazından içeri süzülüp kalbinin üzerine kıvrıldığını
ve onu sokmak için başını doğrulttuğunu hissediyordu. Ve bu yılanın ömrünün
sonuna kadar orada, kalbinin üzerinde kalacağını biliyordu.97
Bunların Zeri’nin gözünden görülen şeyler olduğu doğrudur. Ancak bu tür örnekler
ne hayali olaylardır ne de bunlar için anlatıcının hiç müdahalesi olmamıştır denebilir.
Zeri uyanıktı. Beyninin içinde sanki biri konuşuyordu. Sürekli ilgili ilgisiz
şeyler söylüyordu. Bunlar Zeri’nin bir zamanlar kendi kulağıyla işittiği ya da
bir yerde okuduğu şeylerdi. Cümleler bir trenin vagonları gibi ard arda
dizilmişti. Ancak Zeri bunların hiç birini beklemiyordu.98
Ancak bu paragrafın son satırında: “Aklının neresinde asılı kalmışlardı ki şimdi
ortaya çıkıyorlardı”99 der. Anlatıcının varlığı hayali olayların ve okuyucunun arasını ayırır bir
bakıma.
97 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 245. 98 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 254. 99 Age., s. 254.
69
Uykuya dalar dalmaz rüya görüyordu. Uyanıkken de ya biri beyninde saçma
sapan şeyler söylüyordu ya da olaylar zihin deposundan dışarı çıkıp onun
kapalı gözlerinin önünde capcanlı bir şekilde yer alıyorlardı.100
Bunlar görünüşte Zeri’nin delirmek üzere olduğunu düşündüğü bir zamanda
psikolojik pozisyonunun izahıdır. Hepsinden önemlisi geçmişte sözü geçen olaylar
okuyucunun kitapta okuduğu şeylerle aynıdır. Sanki tüm olaylar aynı gerçek dünyadaki gibi
gelişir. Aksine Zeri, Yusuf’un ölümünü kabullenmemek için hatıralarıyla oyalanır:
Ağlama sesi kesilmemişti ama Zeri’nin zihni üzüntü ve kederden dağılmıştı.
Kendini Yusuf ile el ele bir buğday tarlasından geçerken görüyordu. Bunlar
altın sarısı ve iri taneli buğdaylardı ve hafif bir akşam esintisiyle başlarını öne
eğmişlerdi. Zeri ve Yusuf bir ırmağın kenarına ulaştılar. Orada hava
kararıncaya dek oturdular. El ele tutuşup karanlıkta öylece durdular.101
Kabullenemeyişe başka bir örnek:
Halanın sesi duyuldu: “Tüm odaları siyah renkle döşemek istiyorum. Tüm
odalardaki yataklara siyah çarşaf seriyorum” ama Zeri köydedir, evlerinin
bodrumunda değil. Köydedir ve bugün yukarıdaki köyün son tarlasını da
biçtiklerini bilir. Ve yine farkındadır ki Yusuf değirmenin yanında
beklemektedir.102
100 Age., s. 257. 101 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 269-270. 102 Age., s. 271.
70
Yusuf ürününü İngilizlere satmayı reddedince romanın trajik ve sarsıcı sonuna götüren
olaylar zinciri patlak verir. İşgal ordusu geleneksel yaşamın dengesini altüst eder ve yerel
halkı çatışmaya yöneltir. Yusuf, kendine bağımlı ve bağlı olan yerel halkı korumak
istemektedir. Diğer taraftan Yusuf’un kardeşi, kendi politik amaçlarına ilerlemek için
akrabalarını kullanmaktan, onlardan yararlanmaktan başka bir şey düşünmez. Böylece yavaş
yavaş aileleri yok eden politik bir entrika ve düşmanlık ağı örülür. İkinci planda aşiret liderleri
hükümete karşı ayaklanırlar.
Romanın önemli bir kısmının Yusuf ile ağabeyi Ebu’l-Kasım’ın anlaşmazlıkları,
ihtilafları ve çekişmeleri üzerine kurulduğu söylenebilir. Gerçek olan Ebu’l-Kasım’ın, kardeşi
Yusuf’la pek geçinemediğidir:
Ebu’l-Kasım Yusuf’u kastederek: “Tüm işleri heves üzerine. Bu devirde kim at
besler allah aşkına, benim kardeşimden başka tabii ki” der. Sonra sesini Yusuf
gibi yaparak, “Atla köye gitmeyi seviyorum. Doru ata ben biniyorum, kızıl
olana da hizmetçim” der.103
Başka bir yerde bu anlaşmazlık daha da belirgin bir hal alır:
Ebu’l-Kasım, Yusuf’u kastederek, “Sürekli uyuyor. Köyde de ya uyuyor ya da
cibinliğin içinde oturup kitap okuyor. Benim ayaklarım çatlamış, yüzüm
güneşten yanmış, kırışmış, ama beyefendiler el üstünde tutuluyor[...] Ne kıştan
ne yazdan haberi var. Aklı bir karış havada. Ne zaman yağmur yağmasa
kederleniyor, o da kendi için değil, köylüleri ve koyunları için” der.104
103 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 23. 104 Age., s. 23.
71
Bunun üzerine ablası cevap vermekten geri durmaz: “Sevap işliyor. Kaldı ki onun
yaptıklarından sana ne, senin malını bağışlamıyor ya.”105
Zamanın akışındaki toplumsal devinim, karakterlerin değişimine yol açar. Öykünün
akışı içerisinde, diğer karakterlerin monografileri öykünün mantıklı süre gelmesi ve olayların
birbiriyle olan bağı için kullanılmıştır.
Kitaba ismini veren “sevûşûn” terimi, İran’ın güney bölgesinde hala yaşatılan ve İslam
öncesi tarihten kalma bir halk geleneğidir; umudu akla getirir. Final sayfasındaki bazı
detaylarda çaresizlik ve ümitsizlik fonuna karşı idealizm metaforunu, dinsel ve seküler bir çok
gelenekte bulunan temel metaforu çağrıştırır.
İran’da yüzyıllarca Şii Müslümanların Hüseyin’e duyduğu aşk, Kerbela tutkusuyla bir
anıldı. İran’ın İslam öncesi efsanevi geçmişinden bir çeşit Adonis figürü olan Siyavuş’un ele
verilişi ve ölümü sonrası oradakilerin ağlayıp dövünmesini çağrıştıran eski bir yas törenine
gönderme yapar kitabın başlığı. Siyavuş’un ateşe dayanıklılık testini başarıyla geçmesi gibi,
Yusuf, Zeri ve memleketleri de kendi başlarındaki sıkıntıyı aşmalıdırlar ya da Siyavuş’un
ihanete uğrayıp yabancılar tarafından öldürülmesi gibi İran da yabancı düşmanların eline
düşmüştür. Siyavuş bir bakıma Yusuf’un bedeninde yeniden can bulmuştur.
Kitapta hem “Sevûşûn” hem de “Siyavuş” isimleri birkaç yerde geçer:
“Zeri Yusuf’a sorar: Sevûşûn’un ne anlama geldiğini biliyor musun? Yusuf ‘Bir çeşit
matem’ diye cevap verir.”106
Başka bir yerde Zeri yukarı köylülerin Sevûşûn’a gitmek için bir ağacın altında
sözleştiklerini söyleyince Yusuf şöyle der: “Yani Siyavuş’un matemi.”107
Fatime hanımın Zeri’ye Yusuf için ağlamaması gerektiğini söylediği bir yerde Zeri
şöyle karşılık verir: “Siyavuş için ağlıyordum. Önceleri onu pek tanımıyordum.
105 Age., s. 23. 106 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 273. 107 Age., s. 273.
72
Hoşlanmıyordum da ondan. Ama şimdi onu iyi tanıyorum. Başına gelenlere çok
üzülüyorum.”108
Bir resme bakıp oradakileri çıkarmaya çalışırken Siyavuş’un adı geçiyor: “Şimdi
anladım. Bu İmam Hüseyin’in kesik başı. Bu at da... Yusuf dedi: Beni daha fazla utandırma, o
Siyavuş.”109
Zeri bir yerde bir kadına, “Niye hepinizin başörtüsü siyah” diye sorar. Kadın da: “[...]
Bu gece Sevûşûn’un gecesi. Yarın matem günü”110 der.
Öykünün fonu için zemin oluşturan Şiraz, İran’ın tarihi kimliğine diğer bütün
şehirlerinden daha yakındır. Şiraz bir bakıma mutasavvıfları, kutsal mabetleri, büyük klasik
şairleri, onların türbelerini, mezarlarını, İslam öncesi İran’ın büyük eserlerini, göçebe
aşiretleri, Persepolis imajını çağrıştırır okuyucuya.
Eser batıdan bakıldığında İran ailesinin iç ve ruhsal yapısına ve işleyiş tarzına kısa bir
bakışı içerir denebilir. Romanın, tüm yaşamı İran’ın en çalkantılı döneminde geçen kadın bir
yazar tarafından kaleme alınmış olması da ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir
durumdur.
Sevûşûn’da Dânişver’in üslubu, kültürel temaları ve metaforları izlerken hem hassas
hem de yaratıcıdır.
Sevûşûn’da Dânişver’in önceki öykülerinin genel kişileri yerine tip ya da şahsiyet
modelinden söz edilebilir. Tipler burada bazen bir sınıfa özgü özelliklere göre değil aynı
zamanda siyasi bir izlenim ya da algılamaya göre biçimlendirilir. Buna en iyi örnek “Kolu”,
“Zinger” ve “Doktor hanım” tipleridir. “Doktor hanım” ve “Zinger”, aynı siyasi tip ya da
model kategorisindendir; ancak olumsuz yönde.
Romandaki diğer kişiler daha çok karakterdir. Sınıfsal özelliklerinin yanında kişisel
özellikler de taşırlar. Bu bakımdan da aynı sınıfsal özellikleri gösterseler de birbirlerinden 108 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 273. 109 Age., s. 44. 110 Age., s. 270.
73
ayrılırlar. Örneğin: “İzzetu’d-devle”, “Fatime hanım”, Yusuf’un kardeşi “Ebu’l-Kasım”,
“Yusuf”, “Zeri”.
Öyküdeki bazı tipleri için paradokstan söz edilebilir: Ebu’l-Kasım, İzzetu’d-devle ve
bilhassa İzzetu’d-devle’nin kocası:
Artık son zamanlarda iyice utanmaz olmuştu. Eve kadın getiriyordu. Önceleri
avluda, en sonunda odasında. Son zamanlarda yüz tumanlık bir kadına aşık
olmuştu... Küçük bahçe havuzunun üzerine koyduğumuz sedirin üzerinde
oturuyorlardı. Ben bir tepsi alıp onlara gönderiyordum. Nargile tütününü
alkolle ıslatıp nargileyi hazırlıyordum. Geberesiye. Evvela sedirin üzerinde
namazını kılıyor, sonra da başlıyordu, içmeye.111
Ebu’l-Kasım da aynı şekildedir: Cebinde Kuran taşır. Kardeşini onun üzerine yemin
ettirir. Bir taraftan milletvekili olma uğruna Seyid Motieddin’in safında namaz kılar, ancak
yalan söylemekten çekinmez. Yanında çalışanlara ve ailesine karşı acımasız ve esnemez
tavrıyla ileri gelenlerin yanında takındığı tavır hiç uyuşmaz.
Sevûşûn’da bu tür insanların, paradokslarına rağmen uyumlu bir karakteri vardır.
Çünkü aynı paradokslar onların varlıklarının bir parçası olmuştur artık. Bu bakımdan
okuyucunun karakterlerde gördüğü davranışlar yadırgatıcı kaçmaz. Ancak okuyucu bu tür
paradoksların en azından Zeri ve Yusuf’ta olmamasını bekleme hakkına sahiptir.
Yusuf, dışarıda tahsil görmüştür; ekonomi ve ziraat konusunda doktora yapmıştır.
Ama sırtında ince bir aba, nargile içer ve geleneksel bir köy ağası tipi çizer çoğunlukla.
Yusuf’un da, kendi içinde çelişen diğer insanlardan pek farkı olmadığı söylenebilir; onu
diğerlerinden ayıran en önemli unsur, onun politize olması ve halkına olan ilgi sevgisidir.
111 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 93.
74
Zeri’nin de duygusal olması beklenirken eylem ve tepkileri birbirini tutmaz. Bu
açıdan son ana kadar Zeri’de görülen ana tavır mevcut durumu korumak ve korkuyu ve başa
gelenleri kabullenmektir. Kocasının ölümüyle o da değişir:
Kocamı zalim bir kurşunla öldürdüler. Hiç olmazsa onun yasını tutmalıyız. Bu
da yasak değil ya! O yaşarken sürekli korktuk ve onun da korkması için
elimizden geleni yaptık. Şimdi o öldü ve artık korkacak neyimiz kaldı? Bıçak
kemiğe dayandı[...] Bugün şu neticeye vardım: Yaşamda ve yaşayanlar için
cesur olunmalı[...] Ne yazık ki bunu çok geç anladım. Bırakın da bu cehaletimi
telafi etmek adına bari yiğitlerin ölümünde iyice gözyaşı dökeyim.112
Bir yandan İngiliz okullarında batılı eğitim almış biri olarak ve bu yönüyle de İran ve
İslam geleneklerinden bihaber vasfıyla Zeri, zaman içerisinde Yusuf’un yabancılara karşı
olumsuz duruşundan etkilenir. İran ve İslam gelenekleriyle eşinin yanında geçirdiği on dört
yıl içerisinde tanışır. Diğer yandan bu değişime paralel olarak Zeri kendi geleneklerine
yönelir; hapistekiler ve akıl hastaları için adaklar adar, dualar eder. Ayrıca Zeri kadın erkek
ilişkilerinde de aldığı eğitime uygun davranmaz. Zeri bir defasında Yusuf’tan tokat yer. Bu
olay Zeri için oldukça sıradan bir olaydır. Başka bir yerde kendisini ve ailesini doğrudan
ilgilendiren konuların konuşulduğu erkeklere ait bir toplantıdan dışlandığı vakit, Zeri için
anlaşılabilir bir durumdur, bu.
Sevûşûn’da onun roman olması sebebiyle bazı gelgitler vardır ve bunlar romanın bir
doğrultuda ilerlemesini engeller. Mesela hala için Şiraz’ın Kerbela’ya dönmesi, aşiretlerin
Siyavuş törenlerinin hatırasına gönderme yapması veya Sohrab’ın Siyavuş olması ya da
özellikle halanın ve genel olarak diğerlerinin sürekli anılara yolculuk yapması.
112 Sîmîn, Dânişver, Sevûşûn, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 293-294.
75
Dânişver genel olarak eserlerinde kadın karakter yaratmakta maharetlidir. Bu
eserinde de Firdevs, Firdevs’in kayınvalidesi, Fatime hanım, İzzetu’d-devle ve tabi ki Zeri
akılda kalacak kadın karakterlerdir.
Sevûşûn, bir kadının karışık zamanlarda nasıl onurlu yaşayabildiğine dair bir roman
olduğu gibi bir kadının büyümesine -ve gelişmesine- yönelik bir romandır da aynı zamanda.
Zeri, her zaman için barışçıl ve sevecen bir ev yaşamını devam ettirmek suretiyle geleneksel
kadın yaşantısını muhafaza etmek isteyen bir kadındır. Eşi Yusuf ise onurlu, ilkeli, faziletli
biridir; İngiliz ve Ruslara karşı minnet duyan, kendini onlara karşı borçlu hisseden çeşitli
gruplara, işbirlikçilere bulaşmayı, onlarla bir anılmayı reddeder. Toprağının ürününü büyük
bir karla satmaktansa köylülerini beslemeyi görev edinir. Aile üyeleri, eski dostları ve politik
düşmanları entrika çevirince, bulaşıcı hastalıklar ve kıtlık iyice yaygınlaşınca Zeri, artık daha
fazla pasif ve sessiz kalamayacağının farkına varır. Yusuf politik bir suikasta kurban gidince
Zeri, eşi gibi cesurca yaşamak için en sonunda korku ve endişelerini bir yana bırakır.
Kitabın her yerinde barışa yönelik anlaşılır bir arzu duyumsanabilir.
Yabancıların ülkenin iç işlerine müdahalesi romanın ana karakteri Zeri’nin maruz
kaldığı sıkıntılardan sadece biridir. Zeri ailesine ve kendi kültürüne derinden bağlıdır.
Sevûşûn, sömürgeciliğin yıkıcı ve yozlaştırıcı etkilerinin ve sonuçlarının güçlü bir
eleştirisidir. Bu romanın 1979’daki İslam devrimine zemin hazırlayan faktörlerin açığa
çıkarılmasında ve devrim kuşağının duruş ve düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir rol
oynadığı iddia edilebilir. Sevûşûn aynı zamanda modern İran’ı kavrayabilmek için en iyi
çalışmalardan biridir. Devrimden önce yazıldığı halde tarihsel ve toplumsal güçleri apaçık
resmeder; yakın geçmişin hafızasının ve duyguların özel ezgisini çalarak İran okuyucusunun
kalbini fetheder. Sevûşûn bir kuşağın kendini anlamasını, kavramasını ve tanımasını sağlar.
İran devrimine zemin hazırlayan ellili yılları yaşayan İranlıların deneyimlerini nakleder. Onlar
kitaptaki ana karakterlerle kendilerini özdeş hissederler.
76
Her şey göz önünde bulundurulduğunda denilebilir ki Sevûşûn, insanın kendi kaderini
çizebilme ve yaşamını tayin etme hakkına sahip olduğu mesajı taşır.
Sevûşûn, Siyavuşların merasîmîne refere ederek ve Yusuf’un cenaze töreninde, dinsel
mateme ve taziyeye özgü merasim düzenlemek suretiyle Yusuf’un ölümünü genelleştirir.
Tarihi ama aynı zamanda efsaneleşmiş bir olayın devamıdır, Yusuf’un ölümü ve cenazesi.
Ayrıca Fatime Hanım için Şiraz’ın Kerbela’ya dönmesi de buna örnektir. Zeri’nin başından
geçen her şey bir bakıma İran’ın başından da geçmiştir.
İran günümüzde dışarıdan özellikle batıdan bakıldığında anlaşılmaz ve akıl almaz
olarak algılansa da Sevûşûn, bize eski bakış açımızı yeniden şekillendirmemiz ve 79
devriminden günümüze tarihi ve kültürel devamlılığa tanık olmamız konusunda yardımcı olur.
Sevûşûn, büyük politik ve sosyal karışıklık zamanında İranlı kadınların durumunu ve
görünümünü incelemeye kalkışmış öncü bir eserdir. Bu eser, daha sonraları İran devrimiyle
sonuçlanacak İran milliyetçiliğinin önceden sezilmesi için zemin hazırladığı gibi İranlıların
batıya karşı içerlemelerinin ve kızgınlıklarının gerçek kökeni ve nedeni hakkında da
okuyucuları aydınlatma görevi görmekten geri kalmaz.
77
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: CEZÎRE-Yİ SERGERDÂNÎ
A- ROMANIN KİŞİLERİ
Cezîre-yi Sergerdânî romanın ana karakteri Hesti, 26 yaşında orta tabakadan bir
kızdır. Babası, Musaddık yanlısı bir gösteride öldürülmüş bir ressamdır. Hesti güzel sanatlar
fakültesini bitirmiştir. Kültür bakanlığında çalışır. O da babası gibi resim yapar ve aynı
zamanda şiirle ilgilenir. Gelenekselin dışında çağdaş ve sorgulayan bir kızdır: “Daha kaç kez
söyleyeceğim, geleneksel evliliklerden nefret ederim.”113 Başka bir yerde: “Yerinden fırlayıp
üvey babasının sözünü kesti ve şöyle dedi: “Elçi hanım, Hindistan’da milyonlar açlıktan
kırılıyor ama siz süslü köpeğinizi düşünüyorsunuz.”114
Kendi geleceğini seçmek ve şekillendirmek üzeredir. Bu seçimde annesinin
müdahalesi açıkça görülür: “Hesti, annesinin plan ve isteklerine niye evet dediğini
bilmiyordu. Kardeşi Şahin’in ve kendisinin, annesine bu sınırsız bağlılığını bir türlü
çözemiyordu. Yoksa annelerinin çekiciliğine mi aldanıyorlardı? Acaba Hesti içten içe
annesinin yaşadığı dünyaya daha mı yakın hissediyordu kendini? Annesinin dünyası onun
yüzüne büyükannesinin ona açamayacağı kapıları mı açıyordu?”115
Dönemin tüm gençleri gibi o da siyasi ve toplumsal bir baş dönmesi geçirmektedir.
Murad ile tanıştıktan sonra siyasete merak salar. Murad her ne kadar Hesti’nin zihnini önemli
ölçüde meşgul etse de biraz da ailelerin ve çevrenin yönlendirmesiyle yavaş yavaş Hesti’nin
aklında yer eden kişi Selim’dir. Hesti kendi içinde iki farklı yaşam tarzı, iki düşünce, iki erkek
arasında kafa karışıklığı yaşar:
Kafam karma karışık. Bazı vakitler kendimi solculara yakın ve Halîl Melikî
taraftarı hissediyorum, bazen dinin devingenliğinin gücüne inanıyorum ve 113 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 14. 114 Age., s. 21. 115 Age., s. 17.
78
Celal Âl-i Ahmed’ci, sizin deyiminizle dinsel dinamizm taraftarı olduğumu
düşünüyorum. Bazen de siyasi ve toplumsal algılamayla sadece sanata
yöneleyim diyorum, fakat hangisi doğru bilmiyorum?116
Murad’a evlilik teklif edip de hayır cevabı alan Hesti, şaşırıp sersemler ve annesinin
kendi için çizdiği yola biraz daha yaklaşır böylece.
İşret, Hesti’nin annesidir. Laubali ve patavatsız denilebilecek türden bir kadın olan
İşret Hanım, kocasını İran milli hareketinde kaybetmiştir ve henüz kocasının yası sona
ermeden Gencver isminde zengin ve burjuvazi bir yaşam süren varlıklı bir tüccarla evlenir.
İşret’in eski eşinden çocukları olduğu gibi Ahmed Gencver’in de eski eşinden çocukları
vardır. İşret hanım, kızı Hesti’nin radikal solcu Murad ile değil Selim ile evlenmesini ister.
Gösteriş meraklısı bir kadındır: “Dün ne fındıklar kırdım bir bilsen. Davette doktorla dans
ettim. Tüm Amerikalı kadınları çatlattım.”117 Başka bir yerde: “Allah vere de Ahmed’in
aklına bana mücevher almak gelse; zümrüde de razıyım. Hesti: Firuzeye ne dersin? İşret:
Hayır, olmaz. Zümrüt.”118
Hesti’nin üvey babası yani İşret hanımın ikinci kocası Ahmed Gencver tüccardır.
Gencver119 beyin adının sembolik bir anlamı vardır; büyük bir servete konmuştur. İngilizler
ile iyi ilişkileri vardır. Aynı zamanda yenilikçidir. Zerdüştlüğü canlandırma hevesindedir.
Beyaz bir pantolon giymişti. Üzerine de ayak bileklerine kadar inen ince, beyaz
bir hırka almıştı. İp benzeri bir şeyi beline üç kat sarmıştı. Kenarları işlemeli
beyaz bir takke ve ondan daha açık bir beyaz çarık giymişti. İşret hanım, “Bu
116 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 87. 117 Age., s. 9. 118 Age., s. 9-10. 119 Gencver, Farsça’da zengin, varlıklı anlamına gelir.
79
ne kılık?” diye sordu. Ahmed Gencver, “Bu elbise, Zerdüşt din adamı
giysisidir” dedi.120
Murad ve Selim her ikisi de aydın fikirli ama birbirlerine muhalif iki karakterdir. Şah
rejimini devirmek için zoraki işbirliği yaparlar. Sürekli sloganvari şeyler söyleseler de asla
söyledikleri gibi yaşamazlar. Hesti bazen Murad’ın bazen de Selim’in etkisinde kalır.
Murad, Hesti için en önemli evlilik adaylarından biridir. Radikal bir solcudur ve
siyaseti her şeyin önünde tutar; romantik bir devrimcidir. Dinsel anlamda inançsız bir aydın
olan Murad, Hesti’nin Selim ile evlenmek üzere olduğunu öğrenince şöyle der: “Eğer bu
kadar dinine bağlı olmasaydı senin için çok iyi bir koca olurdu.”121 Murad’ın sınıfsal statüsü
İran aydınlarının çoğu gibi proletaryaya dayanmaz. Avrupa ve İran sol aydınlarına hayrandır.
Yöneten ve egemen sınıfla arası iyi değildir. Ona göre “Tüketim modeli değişmelidir.”122 Bu
görüşlerini Hesti’ye de bulaştırmak ister: “Eğer soylu olmak istiyorsan annene sırt çevirmeli
ve o aptal sınıftan sıyrılmalısın.”123 Murad, Hesti’nin siyasete aktif olarak katılımını ister.
Hesti her ne kadar Murad’a aşıksa da Murad evlilik yanlısı bir tutum sergilemez.
Ülküsünün evlilikten daha üstün olduğuna inanır. “Murad sürekli, Sartre’ın ‘Dünyanın üçte
ikisi yoksul ve aç’ sözünü tekrarlıyordu.”124 Bu yüzden Hesti’nin evlenme önerisini: “Yoksa
delirdin mi? Evlendiğimizi bir düşün. Kaldı ki biz karı kocadan bile daha yakınız
birbirimize”125 diye geri çevirir. Sartre’cıdır. O kadar ki Sartre’ın evliliğe yönelik
düşüncelerini kendi yaşamı için kılavuz bilir.126 Bu bakımdan Murad da sürekli evlilikten
120 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 123. 121 Age., s. 317. 122 Age., s. 24. 123 Age., s. 17. 124 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 22. 125 Age., s. 175. 126 Sartre da evlenmemiş geleneğin ve tarihin karşısında durarak İkinci Cins adlı kitabın yazarı ünlü Fransız yazar Simone de Beauvouir ile beraber yaşamıştı.
80
uzak durur: “Murad hasta yatağında sayıklıyordu: Ferzane, evlilik, seni aşağılamaktır...
sahiplenme hissi... ben karşıyım...”127
Musaddık da aynı şekilde onun gözünde oldukça saygıyı hak eden biridir. Musaddık
İran siyasi tarihinin ileri gelenlerindendir ve meşrutiyet hareketiyle birlikte kendi sınıfsal
makamına dayanmış ve milli burjuvaziye yapışmış bir grubun sembolüdür. Bu aşamada bu
durum, evlilik gibi geleneklerle uyumlu değildir.
Selim de Murad gibi siyasi bir tiptir. Ancak Murad’ın aksine muhafazakar ve dindar
bir aydındır ve yine Murad’ın aksine Hesti’yi siyasetten uzak tutmak ister. Dini bir aydın
tipidir: “Allah’ı yeniden tanımamız lazım. Yeni bir tarih yaratmalıyız. Rönesans hareketinde
şeytan kendini tarihe soktu. Şeytanı kovmak bizim görevimizdir.128 Bu söylem edebiyat
eleştirmeni Muhammed Kûçanî’ye göre Celal Âl-i Ahmed ve Ali Şeriati’nin söylemiyle
benzerlik taşır.129 Aynı zamanda Hesti’yi endişelendirecek kadar muhafazakardır: “Hesti
tanıştırılınca elini uzattı, ancak Selim elini sıkmadı. Ferruhi hanım ‘Namahrem kadınlarla el
sıkışmıyor’ diye açıklama getirdi”130, “Eğer Allah’a yönelir ve tevekkül edersen bu kadar
meyus olmazsın.”131, “Ben doktor Şeriati’nin son sözüne inanıyorum: Özgürlük, kardeşlik,
irfan.”132, “Komünizm moderniteyi kabul eder. Böylece din olur halkın afyonu.”133
Kendi parasıyla öğrenim hayatını sürdürmekte olan Selim’in babası da tıpkı Hesti’nin
babası gibi Musaddıkcıdır. İngiltere’de dinler tarihi okuyan Selim, yüksek lisans tezini
karşılaştırmalı tasavvuf üzerine yazmıştır. Babası kapalı çarşıda düğme tüccarıdır. Selim
işlerinde babasına yardım eder.
127 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 227. 128 Age., s. 31. 129 Muhammed Kûçânî, “Asr-i Sergerdânî”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 41. 130 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 22. 131 Age., s. 33. 132 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 35. 133 Age., s. 35.
81
Dine ve aydınlara bakışı onun roman boyunca en önemli izleğidir: “Bu çeşit dindarlık,
içi boş modernizmden ve batı tarzı yenilikçilikten evladır.”134 ve inançsız olduğunu
düşündüğü aydınlara yüklenir:
Acaba aydınların sayısı ne kadar ki? Beş yüz bin, bir milyon? Kaldı ki onların
çoğu Donkişot bile değiller. Üçüncü dünya Donkişotluğu[…] Siz hiç [Hz.
Hüseyin’in] yasını tutan grupları gördünüz mü? Her bir grubun başında bir
lider vardır. Türk grubu, Pazar grubu, Araplar mahallesi. Ama tam zamanında
ardı ardına, kükreyen seller gibi yola çıkarlar. Aydınların birbiriyle ahengi
yoktur.135
Turan, Hesti’nin büyükannesidir. Geleneksel bir tiptir. Hesti’nin babasından zoraki bir
şehit yaratmıştır. Koyu bir Musaddık hayranıdır: “Kalkıp namaz örtüsüyle Musaddık’ın
fotoğrafının tozunu sildi.”136
Şahin, Hesti’nin erkek kardeşidir. Hukuk Fakültesinde, siyaset hukuku okur.
B- ROMANIN ÖZETİ
Birinci bölüm:
Hesti sürrealist bir ortamda okuyucuya tanıtılır. Hesti çok ilginç bir rüya görür.
Rüyasında bilinmedik bir yerde yüzlerinde akrep, yılan, yıldız, ay nakışları olan kadınlar ve
hızlı hızlı yürüyen bir iskelet görür. Hesti ve annesi İşret, Selim’in annesi Ferruhi hanımla
tanışmaya saunaya giderler. İşret hanım Ferruhi hanımın Selim adındaki oğlunu kızı Hesti için
düşünmektedir. Bu sırada annesinden, Hesti’nin Murad diye bir erkek arkadaşı olduğunu
öğreniriz: “Şu Murad’ı bırak, çok zayıf, çelimsiz biri. Kaldı ki henüz seni istemedi; benden de 134 Age., s. 31. 135 Age., s. 240. 136 Age., s. 107.
82
nefret ediyor.”137 Hesti, Murad için “O beni istismar etmeyen tek erkek. İstediğim gibi bir
kadın olmam için bana fırsat ve imkan tanıyor”138 der. Saunadan sonra Ferruhi hanımın oğlu
Selim ile buluşmak üzere hep beraber restorana giderler.
Selim ayrıntılı bir şekilde betimlenir. Annesi Selim’in kahve falına bakar ve falda bir
kız çıktığını söyler, ama kızın tarifini yaptığında oradakiler kendi kızını yani Hesti’yi tarif
ettiğini anlarlar: “Uzun, kıvrık kirpikli, siyah gözlü, açık ve geniş bir alın, kalın dudaklar,
yuvarlak bir çene, iki yanakta iki çukur. Gülünce […]”139
İkinci bölüm:
Selim ertesi gün evi arayıp büyükannesinden Hesti’yi kahve içmeye davet etmek için
izin ister. Anneannesi de Hesti için daha iyi olacağını düşünerek Selim’i evlerine davet eder.
Selim, eve gelir.
Hesti’nin annesi kızının evlenemeyip evde kalacağından korkar ve kızının taliplerinin
günden güne azaldığını düşünür. Eğer Selim ile evlenirse Selim’in ailesinden gelecek parayla
Hesti’nin kardeşi Şahin’in en büyük arzusunu gerçekleştirebileceğini ve onu Amerika’ya
gönderebileceklerini düşünmektedir.
Selim’e evdeki fotoğraf albümlerini gösterirler. Hesti’nin babasının tüm ünlü siyaset
adamlarıyla fotoğrafları vardır ve her bir fotoğrafın hikayesi sunulur okuyucuya.
Hesti’nin babaannesi Turan ve annesi İşret’in araları açıktır. Birbirlerine gidip
gelmezler. Hesti’nin büyükannesi aile albümündeki İşret hanımın tüm fotoğraflarını yırtmış
bir kısmından da sadece İşret hanımı kesip çıkarmıştır:
Sıra düğün fotoğraflarına geldi. Selim, ‘Gelinin fotoğrafı niye kesilmiş’ diye
sordu. Turan hanım, ‘Ben kestim, artık o şirret kadının benim hayatımda yeri 137 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 15. 138 Age., s. 15. 139 Age., s. 23.
83
yok. Benim bahtsız oğlumun daha bir yılı dolmamıştı ki gidip kendini ilk
isteyenle evlendi. Şahin henüz bir yaşında bile değildi.’140
Bu bölümde tasavvuf, felsefe ve din üzerine koyu ve saatler süren bir tartışmaya
girerler ve Musaddık dönemi olayları da zikredilir. Bu bölümde Selim'in ve Hesti’nin
inançlarıyla tanışırız. “Selim: ‘Allah’ı yeniden tanımalı ve yeni bir tarih yaratmalıyız.
Rönesans hareketlerinde şeytan kendini tarihin içine soktu. Bizim görevimiz şeytanı kovmak.’
Hesti: ‘Bence rönesans dönemi insanlığın en büyük değişimidir. Tarihte bir dönüm noktasıdır.
Rönesansın hümanizması insanoğlunun ulaştığı en dikkat çekici olaydır.”141 “Selim: Bazı
ülkeler ortaçağa göz dikmişler. Biz İslam’a, kendi İslami kimliğimize sığınmalıyız.”142
Hesti, Selim’in söylemiyle Murad’ın söylemi arasında büyük farklar olduğunu
gözlemler.
Selime akşam yemeği için büyükanne ısrar eder. Selim ise annesinin haberi olmadığı
için eve gidip annesine haber vermesi gerektiğini söyler. Hesti ile beraber evlerine giderler.
Selim, Hesti’ye arkadaşlık teklif eder. Hesti de Murad diye bir arkadaşının olduğunu
ve onunla evlenmek istediğini ama Murad’ın kendisinin bu konuda sürekli oyaladığını söyler.
Kendiyle baş başa kaldığında Murad’ı düşünüp vicdan muhasebesi yapar.
Üçüncü bölüm:
Büyükanne Selim’in evlerinde unuttuğu günlüğü bulur ve Hesti’ye verir. Hesti
günlüğü karıştırır ve bazı yerleri okur. Hesti, Selim’in siyaset, din ve dünya ile ilgili
düşünceleriyle yüzleştikten sonra onları Murad’ın fikirleriyle kıyaslar ve kim haklı diye sorar
kendi kendine.
140 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 30. 141 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 31. 142 Age., s. 32.
84
Canı sıkılır ve işe gitmek yerine üniversite hocası Simin hanımın yanına okula gider.
Oradan da akşam Simin’in evine geçer. Yazar burada bir bakıma kendini romana dahil eder.
Hem de kendi ismini kullanarak.
Dördüncü bölüm:
Bu bölümde Hesti, Simin’in evinden çıkıp hocası Mani'nin evine gelir ve ev
betimlenir. Hesti'nin niyeti Selim'le evlenme konusunda hocasına danışmaktır. Burada
hocasına Selim’in kendisini istediğini söyler ama Selim’in kendinden önce hocasına gelip
durumu anlattığını ve akıl danıştığını öğrenir. Hocası, Selim ile komşu olduklarını ve
kendisini iyi tanıdığını söyler. Hocası, Hesti’nin Murad’ı yıllardır beklediğini ve onun,
gençliğini heder ettiğini artık beklememesi gerektiğini ve Selim’in kendisi için iyi ve uygun
bir eş olacağını söyler: “Sakın Selim’e söyleme, ama Murad’ı bırak[…] Murad dağınık ve
çılgın, kompleks biri. Her ikiniz de benim öğrencimdiniz; ikinizi de severim ancak Murad zor
bir koca olur.”143 Ancak Hesti, Selim’in dünya görüşünden biraz ürktüğünü söyler: “Murad’ın
aşkı bir tarafa, Selim’in inançları benimkiyle uyuşmuyor. Mutaassıp ve muhafazakar
olmasından korkuyorum[…] Kadının çalışmasına da karşı.”144
Hocası ve hocasının eşi onu ikna etmeye çalışır ama ısrarcı olmazlar. Hocasının
evinden çıkıp eve giderken yolda Selim ile karşılaşır; Selim onu arabaya alır ve eve bırakır.
Bu bölümde Hesti İran’daki kadınların durumunu anlatan bir öykü nakleder:
Bir gün Mani hocamız üç maymun tasvirini sınıfımızdaki sinema perdesinin
üzerine yansıttı[…] Birinci maymun eliyle gözünü kapatmış, ikincisi eliyle
143 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 70. 144 Age., s. 71.
85
kulağını kapatmış, sonuncusu eliyle ağzını kapatmıştı. İşte sana küçük
dünyamızdaki kadınların halinin betimlemesi.145
Hesti, Selim’i evine davet eder. Evde Hesti, Selim ve Hesti’nin kardeşi Şahin uzun
süren bir siyasi tartışmaya girerler. Hesti Selim’e başından iki aylık bir hapis macerası
geçtiğini söyler. Şah’ın heykelini tuvalet kağıdıyla sarmaladıkları ve dibine de çöp döktükleri
için hapis yattığını söyler.
Hesti yavaş yavaş değiştiğinin farkına varır: “Hesti kendine şaşırmıştı. Ne kadar
mantıklı ve soğukkanlı olmuştu. Artık ümitsizlik ve karamsarlıktan eser yoktu.”146
Hesti siyasi düşüncesini açıklayınca Selim ona siyasetle değil sanatla ilgilenmesini
öğütler ve siyasi mücadele için kapasitesinin ve potansiyelinin yeterli olmadığını söyler.
Bu bölümde Selim Hesti’ye evlenme teklif eder. Hesti evet demez, ama Murad’ın
kendisini oyaladığını düşündüğünden teklife sıcak bakar.
Beşinci bölüm:
Baharın gelişini müjdeler güçlü ve canlı betimlemeler vardır.
Büyükanne oğlunun eski fotoğraflarını, mektuplarını, şiirlerini çıkarır.
Hesti ev halkı için yeni yıl hediyesi alır: Büyükanne için lacivert yün bir ceket, kardeşi
Şahin için kolonya. Hesti bayram nedeniyle büyükannesinden, gelini İşret hanım ile
aralarındaki küslüğün kalkmasını ister. Büyükanne İşret hanıma duyduğu kinin nedenlerini
açıklar:
O şirret, senin şehit babanın henüz bir yılı bile dolmamıştı ki gidip otoparkçı
Gencver’in eşi oldu. O şirret hiçbir zaman babanı şehit ettiklerini kabul etmedi.
145 Age., s. 75. 146Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 83.
86
Hep kazara vurulduğunu söyledi. O şirret henüz bu evin ekmeğini yerken Veli
Abad hamamının tellağına benim kısır olduğum yalanını uydurdu.147
Büyükanne geçmişe yönelik düşünceler ve anılar arasında yuvarlanır. Kendi
psikolojisinden izler, ipuçları verir.
İlk kez Murad bilfiil girer öyküye; o da sadece telefondaki birkaç saniyelik sesiyle.
Hatta okuyucular bu ana kadar onun hayali, ya da uydurma bir karakter olduğu izlenimine
varmak üzere oldukları bir sırada. Meşhed’dedir ve Hesti de büyükannesini Meşhed’e davet
eder.
Bu bölümde Hesti’nin annesi İşret hanım kocasının yani Hüseyin beyin ölümüyle ilgili
bildiklerini anlatır. Bu anlatılanlar Hesti’nin büyükannesinin anlattıklarından bir hayli
farklıdır:
Onun oğlu ne kahramandı ne de Musaddık uğruna şehit oldu[…] Ben ve
Hüseyin alışverişe gidiyorduk. Uzun bir süreden sonra bana yazlık bir elbise
almak istiyordu[…] İyi hatırlıyorum. Ekbatan caddesinden geçerken büyük bir
kalabalık gördük. Bir iki silahlı asker de vardı. Bir genç de kanlar içinde yere
düşmüştü. Şu kendi kanıyla duvara -ya Musaddık ya ölüm- yazan gençti, bu
çocuk. Sürekli silahlı asker geliyordu. Bir iki el ateş de edildi. Ben, Hüseyin ve
iki kişi daha, zavallı gencin yanında park etmiş arabanın arkasına saklandık ve
yere uzandık. Bağırış çağırış vardı. Ama silah sesi yoktu. Hüseyin arabanın
arkasından başını uzattı; tam alnının ortasından kurşunu yedi. Ben üstümü
başımı parçaladım. Anında orada ölmüştü.148
147 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 94. 148 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 111.
87
Altıncı bölüm:
Bu bölümde Hesti’nin üvey babası Ahmed Gencver’in oğlu Bijen Amerika’dan gelir.
Çok küçükken ayrılan bu iki üvey kardeş geçmişi anıp anılarını tazelerler. Bijen temelli
dönmüştür. Eşyaları ile beraber babasının evine yerleşir. Hem Bijen’in gelişi şerefine hem de
yeni yıl için Gencverlerde bir davet tertip edilir. Bu esnada Gencver’in evi ve davete katılan
misafirler betimlenir. Bu davette Gencver geleneksel İranlı kıyafeti giyinmiştir:
Beyaz bir pantolon giymişti. Üzerine de ayak bileklerine kadar inen ince, beyaz
bir hırka almıştı. İp benzeri bir şeyi beline üç kat sarmıştı. Kenarları işlemeli
beyaz bir takke ve ondan daha açık bir beyaz çarık giymişti. İşret hanım, ‘Bu
ne kılık?’ diye sordu. Ahmed Gencver, ‘Bu elbise, Zerdüşt din adamı
giysisidir’ dedi.149
Bijen de tıpkı babası gibi eski İran geleneklerine ve Zerdüşt’e tutkundur: “İşret hanım:
Bijen, ne o, maskeli balo mu veriyorsun? Bijen: Bu elbiseyi seçkin Zerdüşti kadınları
giyer.”150 124 Ahmed Gencver, sürekli Zerdüştlükten, eski İran geleneklerinden bahseder;
heft-sinin• sembollerini açıklar. Bu bölümde eski İran inançları ve gelenekleri sıklıkla
vurgulanır.
Yedinci bölüm:
Hesti’nin doğum günü kutlanır. Hesti’nin büyükannesi, Murad’ın Meşhed’de
olduğundan doğum gününe katılamayacağını söyler. Hesti sevinir çünkü aynı gün Selim’in
annesi Ferruhi hanımın günü vardır ve Hesti bu davete gitmek ister. 149 Age., s. 123. 150 Age., s. 124. • İran’da yıl dönümü zamanında kurulan ve üstünde hepsi sin (s) harfiyle başlayan yedi adet yiyecek bulunan sofra: Sir (sarımsak), sirke, sib (elma), somak (sumak), semenu (buğdaydan yapılan bir tür helvamsı tatlı), sincid (iğde), sebzi (yeşillik, sebze).
88
Büyükanne yine geçmişe dönüşler yaşar. Öğretmenlik günlerini hatırlar. Büyükanne
geçmiş ve bugün, hayal ve gerçek arasında dolanır.
Sekizinci bölüm:
Bu bölümde Hesti ve annesi, Ferruhi hanımın evine bayram ziyaretine giderler.
Ferruhi hanım, evin dadısına Hesti’yi gelini diye tanıtır. Selim’e bayram hediyesi almıştır.
Hediyeyi verir. Evin uzun uzadıya betimlemesi yapılır.
Selim, Hesti’nin istemeden kulak misafiri olduğu bir konuşmasında Hesti için “Onu,
dinden başka doğru yol olmadığına inandırmaya çalışıyorum.”151 demesi üzerine Hesti, Selim
hakkında düşündüklerini söyler:
Hangi devrim aydını? Hangi halk yığını? Bir avuç aydın görünüşlü birbirinize
düşmüşsünüz[…] ve sen Selim, ben senin beni uzak bir sahile, emin bir vadiye
götüreceğini düşünüyordum; içi kof bir pehlivan ve bir Donkişot’tan fazlası
değilmişsin[…] Ama sen evlenmeyi bahane ettin ve şimdi de kuyruğu
kaptırmamaya çalışıyorsun. Aşktan dem vuruyor ve beni mum gibi elinde sıkıp
yumuşatmak istiyorsun. Sağlık olsun. 152
Dokuzuncu bölüm:
Murad Meşhed’den dönmüştür. Hesti daha fazla sabredemez ve Murad’a, kendisiyle
evlenmek istediğini söyler. Ancak Murad kabul etmez: “Gel, evlenelim. Böylece birbirimizin
tamamına sahip oluruz. Murad derin düşüncelere daldı[…] Eve yaklaştıklarında, “Yoksa
151 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 166. 152 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 166.
89
delirdin mi? Evlendiğimizi bir düşün. Kaldı ki biz birbirimize karı-kocadan daha yakınız”153
der.
Bu bölümde Hesti tekrar anılara dalar. Murad ile ilk tanıştıkları günü, okulda beraber
geçirdikleri günleri hatırlar.
Onuncu bölüm:
Hesti ile Murad beraber Sanat Evi’ne giderler. Burada Hesti evlenme teklifini yineler:
- Düşündün mü? Cevabını hala vermedin. Sana evlenme teklif etmiştim.
- Bak Hesti, hayatını karartmak istemiyorum.154
Selim bu gelişmelerden az çok haberdardır ve Hesti’yi uzun bir süre arayıp
sormaz. Hesti, Selim’in kendisi hakkında söylediklerine kulak misafiri olduktan sonra
Selim’den sıkıldığını hisseder. Ancak yine de telefonda sesini duyduktan sonra ona ne
kadar alıştığının farkına varır.
Hesti ve Selim buluşarak kutsal kişilerin ve evliyaların portrelerini çizen bir
ressamın yanına giderler.
Selim, Hesti ile konuşacakları şeyler olduğunu söyler. Hesti’ye evlenme teklif
eder: “Gelin, hemen şimdi nikah salonuna gidip evlenelim ve daha sonra da sizi
ailemle tanıştırayım.”155
On birinci bölüm:
Amerikalıların dans partisi vardır. Davet ve davetliler betimlenir. Hesti burada ilk kez
Sergerdani (başıboşluk) adasının adını işitir. Partideki bir CIA ajanı, romana da ismini veren
bu adadan şu şekilde bahseder:
153 Age., s. 175. 154 Age., s. 186. 155 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 196.
90
Bu adanın etrafı bir tuz gölüyle çevrili. Adada tamamen hapis gibisin. Etrafın
tümden yirmi inç uzunluğunda ve on beş inç genişliğinde hatta daha fazla tuz
kütleleri ile çevrili. Gündüzleri hava sıcak. Tuzun üzerinde yürümek olası
değil; tuza ve balçığa saplanıp kalıyorsun. Ama geceye doğru tuz kütleleri buz
tutuyor. Ben adadan deveyle çıktım. Bu arada ilginçtir, kervancının adı da
Kervancı Sergerdan idi. Hatta karşıdaki dağın adı bile Sergerdân idi.156
Bu ajan adanın işlevinden de söz eder: “FBI’ya pardon Savak’a, itirafta bulunmayan
siyasi mahkumları bu adaya götürüp atmalarını tavsiye edeceğim.”157
On ikinci bölüm:
Hesti’lerin evine yaralı bir genç gelir. Bu genç yanında Murad’ın yazdığı bir de
mektup getirmiştir. Murad, Hesti’den yardım isteyip yanına çağırmaktadır. Murad’ın evine
gider. Onu alıp evine getirir. Murad, Savak’ın elinde işkenceye uğramıştır.
On üçüncü bölüm:
Hesti gittiği bir evde Selim ile karşılaşır. Orada Selim'in Purya, Murad'ın da Bektaş
takma adıyla faaliyet gösterdiklerini ve de birbirlerini tanıdıklarını öğrenir.
Murad ve Selim karşı cephelerde olmalarına rağmen Şah’a karşı ortak bir eylem
hazırlığı içindedirler.
Hesti’nin burada İran’ın durumunun ve geleceğinin belirsizliğine getirdiği örnek
ilginçtir: “İran bir futbol topuna benziyor; kimin ayağına gelirse bir tekme atıyor. Kimse
kaleye yaklaşmasına müsaade etmiyor”158
156 Age., s. 202. 157 Age., s. 202. 158 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 240.
91
On dördüncü bölüm:
Bijen, Hesti’ye, İşret hanımın, babası Ahmed Gencver'den boşanmak istediğini,
hamile olduğunu ve bu çocuğun Gencver’den değil sevgilisi Merdan’dan olduğunu
söylediğini anlatır ve kocasının onu boşaması için yalvardığını söyler. Eğer boşamazsa intihar
edeceğini ve bu intiharın sorumlusunun da Ahmed Gencver olacağına dair bir mektup
yazacağını söylemiştir.
Bijen, babasıyla üvey annesinin boşanmalarına engel olmak için Hesti’den yardım
ister. Beraber İşret hanımın aşık olduğunu ve karnındaki çocuğun babası olduğunu iddia ettiği
Merdan beyin çalışma ofisine giderler. Merdan bey ortada bir yanlış anlama olduğunu İşret
hanım ile evlenmek gibi bir niyetinin bulunmadığını, kendisinden sadece hoşlandığını söyler.
Daha sonra telefonda İşret hanım ile Merdan beyi yüzleştirirler. Merdan bey İşret hanıma her
şeyi tüm açıklığıyla anlatır. Her ikisinin de evli olduğunu ve evlenmelerinin mümkün
olmadığını söyler.
Hesti ve Bijen gerçeği öğrendikten sonra İşret hanımın evine giderler. Evde matem
havası vardır. İşret hanım boşanma konusunda ısrarlıdır. Eşine onu boşaması için yalvarır.
Kavga ederler ve İşret hanım evi terk edeceğini gerekirse ufak tefek işlerde çalışacağını söyler
ve eşinin kendini aldattığını iddia eder.
On beşinci bölüm:
İşret hanım evden çıkar ve bir daha geri gelmez. İntihar etmiş olmasından korkulur.
Hesti çok üzgündür; Simin'in evine gider. Akşam olup yattığında uyur uyanık bir durumda
Celal Âl-i Ahmed’i görür. Simin’in eşi Celal Âl-i Ahmed öleli iki hafta olmuştur: “Âl-i
Ahmed bey, ben sizin öldüğünüzü sanıyordum. Celal cevap verir: Ben bu evde, senin ve
Simin’in zihninde yaşıyorum.”159
159 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 264.
92
On altıncı bölüm:
Hesti’nin kardeşi Şahin bir haftalığına askerden izne gelir. Hesti annesinin evden çıkıp
gittiğini ve bir daha da dönmediğini Şahin’e söylemez. Bu arada İşret hanımın tüm yakınları
onu aramaktadır.
Annesiyle ilgili bir şeyler öğrenebilmek için birkaç günlüğüne Selimlere gider.
Annesinin evden çıktıktan sonra bu eve gelip bir süreliğine burada kalmış olduğunu öğrenir.
Bu arada Hesti ve Selim sürpriz bir şekilde evlenirler:
- Gel evlenelim.
- Ne dedin sen?
- Nikah sigasını kendimiz yerine getirelim. Dediklerimi tekrar et […]. Hesti
hiç anlamadığı kelimeleri papağan gibi tekrar etti.
Hesti her iki sayfayı da imzaladı. Kalemi ve defteri Selim’e verdi[…]
Selim fısıldayarak, “Sen artık benim karımsın, eşimsin[…]” dedi.160
On yedinci bölüm:
Hesti ile Selim, Selimlerin evinde tören yaparlar. Selim’in annesi Ferruhi hanım bu
tören sırasında Hesti’ye annesi hakkında bilgi verir. Annesinin nerede olduğunu söyler.
Ahmed Gencver’in kiraladığı bir apartman dairesinde kalmaktadır ve Eşiyle barışmaya da hiç
yanaşmamaktadır.
Bu durum karşısında Hesti, annesini kendi evlerine getirmek ister ancak babaannesinin
buna karşı çıkacağını bildiğinden doktor Bahari ile birlikte bir plan hazırlarlar. Büyükanne
160 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 281.
93
Turan, başlangıçta eski gelini İşret hanımın, evine gelmesine şiddetle karşı çıksa da Hesti’nin
ve doktor Bahari’nin ısrarları sonucunda yumuşar.
On sekizinci bölüm:
Bu bölüm genelde İşret hanımın evden uzaktayken sahip olduğu psikolojiye
ayrılmıştır. Sık sık intiharı düşünen İşret hanım rüyasında da kendini öldürmenin yollarını
deneyen bir kadın olarak görülür okuyucunun gözüne.
Hesti, annesini kendi evine getirir. Büyükannesi Turan hanım ile barışan İşret hanım,
her türlü telkine rağmen eşiyle barışmaya yanaşmaz.
Selim’in ailesi, evine geri dönen İşret hanımı görmek için Hesti’lere gider.
On dokuzuncu bölüm:
Murad, bir arkadaşının polis tarafından kovalanıp öldürülmesinin ardından kaçıp
Hesti'nin evine sığınır. Hesti de Murad’ı saklaması için daha önceden tanıştıklarını bildiği
Selim’i evine çağırır. Selim de Murad’ı evinde saklamayı kabul eder ve Murad’ı alıp götürür.
Yirminci bölüm:
Bu bölüm Selimlerin evinde geçer. Selim ve Hesti'nin düğün töreni konuşulur. Selim
ve Murad tasavvuf hakkında bir tartışmaya girerler:
Selim: Şaşkınlık, ilmin ve bilmenin son aşamasıdır. Mutasavvıf, süluk
aşamasından sonra tanrıya bir saç teli kadar yakın olur ve burada sergerdan
olur. Saç telinden ince olan bu perde ortadan kalkarsa hakka vasıl olur.
Murad: Bunlar insanı başı boşluktan kurtarmaz aksine daha da başıboş yapar.
Selim: Peki sence kurtuluş yolu nedir?:
94
Murad: Batının boyunduruğundan çıkmak. Bizim dünyamız her zaman
başıboştur.161
Daha sonra Murad evden ayrılır. Selim ve Hesti hayatlarının bu yeni döneminin ilk
gecesinde baş başa kalırlar. Kitap Hesti’nin gördüğü bir rüya ile başladığı gibi yine onun
gördüğü bir rüyayla kapanır.
161 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 324.
95
C- ROMANIN TAHLİLİ
Cezîre-yi Sergerdânî’de olaylar 1970’li yılların başında geçer. Ana karakter Hesti,
babası (Hüseyin Nuryan) petrol sanayiinin millileştirilmesi yolunda siyasi çalışmalar yapan
Musaddık yanlısı bir gösteride öldürülmüş bir kızdır. Annesi İşret, eşinin ölümü sonrası
Ahmed Gencver isimli bir adamla evlenir. Hesti babasının büyük annesinin yanında büyür.
Sonra üniversiteye gider. O dönemin öğrencilerinin büyük bir kısmı gibi siyasete merak salar.
Hesti’nin siyasetle tam anlamıyla yüzleşmesi radikal solcu olan Murad isminde bir öğrenciyle
tanışması sayesinde olur. Hesti’nin Murad ile evlenmeye eğilimi belirse de Murad dünyaya
çeki düzen vermeyi, kişisel yaşamına çeki düzen vermeye tercih eder. Hesti’nin annesi İşret,
Ferruhî isminde bir kadınla tanışır ve bu kadının Selim ismindeki oğlunu kızı Hestî ile
evlendirmeyi planlar. Selim de siyasi mücadelenin içindedir ancak Murad’ın aksine
muhafazakar ve dindardır ve varlıklı bir aileye mensuptur. Hesti, Selim ile aralarındaki tüm
düşünsel uçuruma rağmen Selim’e ilgi gösterir ve roman da bu ikisinin evliliğiyle noktalanır.
Romanda Hesti her türlü şaşkınlık, kararsızlık ve başıboşluktan payını alan bir karakter
olarak karşılanır okuyucu tarafından: Selim’e göre Hesti’nin büyük bir problemi vardı:[…] Şu
anda Hesti sanat, siyaset, aşk, devlet memurluğu, iman ve inançsızlık arasında gidip
geliyor.”162
Hesti’nin sınıfsal şaşkınlığına ideolojik şaşkınlık da eklenmiştir. Örneğin Murad kadın
erkek eşitliğinden söz ederken Selim, Hesti’den türban takmasını ve çalışmayıp evde
oturmasını bekler:
- Sizden bir şey istersem kabul buyurur musunuz? Hesti gayri ihtiyari
- Elbette, dedi.
- Rica ediyorum, başınızı örtünüz.
162 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 292.
96
[…]
- Birlikte daha çok zaman geçirebiliriz[…]
Hesti manalı bir şekilde “Şüphesiz türbanlı!” dedi
- Bu zahmetli bir görev değil. Dini açıdan bizim arkadaşlığımızın türbanla bir
sakıncası yoktur.163
Oysa Hesti bir gün okulda hocası Simin’den şöyle işitmiştir:
Kadın, kadın olmanın özel statüsü nedeniyle sürekli kocasının evinde yerinde
sayıyor; oysa erkek aksine günbegün ilerliyor ve kadın erkek arasındaki
mesafe dün geçtikçe açılıyor; bu ikisi arasındaki derin uçurum evliliği yıpratıp
anlamsız kılıyor.164
İlerleyen sayfalarda Selim’in bu konudaki fikri daha berrak bir hal alır: “Karımın hem
evde hem dışarıda çalışmasını istemiyorum.”165
Herkes Hesti’nin Murad ile Selim arasındaki seçiminde ona yardımcı olmaya çabalar.
Hesti’nin annesi Selim’in soyluluğuyla, büyükannesi ise dindar karakteriyle övünür. Hatta
Hesti’nin hocası ona Selim’le evlenmesini ve Murad’dan uzak durmasını öğütler: “Bunlar
eninde sonunda siyasetle evlenirler ve ailelerini de perişan ederler.”166 Hesti artık iki kat
şaşkın ve iki kat çaresizdir.
Hesti’nin bir an önce seçim yapması gereklidir. Zaman Murad ve Selim’i bir araya
getirir ve seçim Hesti için daha da zor bir hal alır.
163 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 38-39. 164 Age., s. 15. 165 Age., s. 41. 166 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 71.
97
Hesti’nin annesi İşret hanım, ilkin ailesine sonra da eşi Ahmed Gencver’e ihanet
ederek bir bakıma burjuvazinin düşüşünü resmeder. Devrim olmak üzeredir. Fesat, baskı,
yoksulluk Pehlevi rejiminde iyice ayyuka çıkar. Siyasi güçler hızla değişir ve siyasi belirsizlik
sınıflar ve cepheler arası geçiş zeminini kayganlaştırır: “Önce paniranist imiş, sonra milli
cepheci ve sonra marksist-leninist ve sonra halkın fedailerinden bağımsız sol...167
Murad’ın da içinde bulunduğu sol burjuva grup, egemen sınıfla silahlı mücadeleye
kalkışır. Dinsel öğeler de siyasi mücadeleye dahil olur. Selim tüm dini aydınlar gibi devrim ve
dinsel öğeler arasındaki bağ olur: “Fiilen aydınlar ve din arasındaki köprüyüm.”168 Şimdi
Selim’in de Murad’ın da Hesti’yi seçme fırsatı gözükmemektedir. Çünkü artık ikisinin de
gündeminde siyasi mücadele vardır. Şimdilik tercihler yapılmıştır.
Murad'a göre askeri çalışma siyasi çalışmaya öncelikli tutulmalıdır: “Aydınlara
anlatabilmek için [siyasi mücadele] olur. Ama ya halk yığınları? Onlar ne görüyorlar, ne
okuyorlar, ne dinliyorlar. Okuyup dinleseler de akılları ermiyor. Şu durumda mücadele için
tek yol silahlı mücadeledir.”169
. Selim de aynı fikirdedir: "Ben de silahlı mücadeleden yana değilim. Siyasi mücadele
demokrasi olasılığını ortadan kaldırıyor."170 Halkın önüne siyasi ya da askeri mücadeleden
daha üst bir tercih de koyarlar:
Artık particilik yarar getirmez. Daha ne kadar işçi ve köylüye, talihsizsiniz
diyebiliriz. Yoksa kendileri bilmiyor mu? Daha ne kadar onlara sizi
kurtaracağız diyebiliriz. Bize inançları kalmadı. Sadece mollalara güveniyorlar.
Bir keresinde Şeyh Said minbere çıktı, bilemezsin halktan nasıl ilgi gördü.171
167 Age., s. 227. 168 Age., s. 237. 169 Age., s. 320. 170 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 165. 171 Age., s. 165.
98
Tüm bunların yanında Hesti hala kendi yaşamına yön verme peşindedir. Ancak baskı
rejimi Hesti'ye pek de seçme şansı bırakmaz. Hesti ve Murad üniversitede okurken tutuklanır.
Romantik bir ilişki bir bakıma siyasi bir kader birliğine varır.
Cezîre-yi Sergerdânî genel olarak tarihi ve toplumsal bir romandır. Bu roman da Dânişver’in
diğer büyük yapıtı Sevuşûn gibi çift katmandan oluşur. Dış katman zamanın olaylarına ve
tarihi, siyasi problemlere tercümandır. İç katman ise sembolik ve alegoriktir; ülkenin, ülke
insanlarının başıboşluğuna işarettir. Simin Dânişver roman karakterlerinden Ferhunde
hanımın ağzından bu konuda şöyle der: “Bence insanoğlu bir “ne yapayım” ağacıdır. Siz
kendiniz [Simin’i kasteder] Şiraz’da iken bu ağacı tanımladınız ve bu ağaç için, ne yapacağını
bilmez insanlar bu ağacın altında otururlar ve ne yapayım derler, dediniz.”172
Simin Dânişver kitabın ismini Şahın bir sözü üzerine seçtiğini söyler: “Cezîre-yi
Sergerdânî ismini Şah’ın bir konuşmasında geçen ‘[İran] huzur ve güven adasıdır’ sözü
üzerine seçtim.”173 Dânişver başka bir yerde bu konuya ilişkin şöyle der: “Ne garip bir tarihi
ironi. Şah [İran için] huzur adası diyor oysa biz nereye gittiği belli olmayan bir adadayız.”174
Romanın bir yerinde bir CIA ajanı, romana ismini veren bu hayali adadan şöyle
bahseder:
Bu adanın etrafı tuzdan bir gölle çevrili. Adada tamamen hapis gibisin. Etrafın
tümden yirmi inç uzunluğunda ve on beş inç genişliğinde hatta daha fazla tuz
kütleleri ile çevrili. Gündüzleri hava sıcak. Tuzun üzerinde yürümek olası
değil; tuza ve balçığa saplanıp kalıyorsun. Ama geceye doğru tuz kütleleri buz
tutuyor. Ben adadan deveyle çıktım. Bu arada ilginçtir, devecinin adı da Sârbân
Sergerdân idi. Hatta karşıdaki dağın adı bile Sergerdândı.175
172 Age., s. 268. 173 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-i Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 243. 174 Muhammed Kûçânî, “Asr-i Sergerdânî”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 41. 175 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 202.
99
Simin Dânişver’in Cezîre-yi Sergerdânî adını İran için sembolik bir isim olarak aldığı
söylenebilir:
Yağmurun ortalamasına bakın. En fazla su kuzeyde, ama kurak çöllerin
kıyılarına şehirler kuruyorlar. Havaya dikkat edin; usul erkan, gelenek
göreneğe göz atın, ve tarihe. Bu faktörler, İran halkının psikolojisinin
sarmallığına temeldir ve de başı boşlukla son bulur.176
Simin Dânişver her ne kadar “Ben açık seçik yazdım, sembol, gönderme fikrine falan
kapılmayın.” ve “İkisi de hayalidir”177 dese de Cezîre-yi Sergerdânî romanında romanın ana
kahramanına Hesti (varlık, yaşam) adını vererek yaşama, varlığa, var olmaya gönderme yapar.
Dânişver’in dediği gibi: “Hesti, hestinin sembolüdür.”178 İslamcı Selim’e, İslam sözcüğünden,
Sosyalist Murad’a ise arman, ülkü, istek anlamına gelen bir ad verilmiştir. Hesti’nin annesi
eğlenceye düşkün, makama, sınıfsal statüye önem veren bir kadındır ve adı İşret (yaşamdan
zevk alma, eğlence)’tir. Hesti’nin babası öldükten sonra annesi İşret hanımın evlendiği adam
varlıklı bir burjuvadır ve adı Gencver (zengin, varlıklı)’dir. Dânişver her şeyden önce
karakterlerine koyduğu sembolik adlarla okuyucuyu kavrar.
Romanın ana konusu görünüşte aşktır; bir yönüyle Murad ve Hesti ve diğer taraftan
Selim ve Hesti arasındaki ve en sonunda Selim’in zaferiyle sonuçlanan bir aşk. Selim’in
zaferi bir bakıma İran siyasi tarihinde onun düşüncesinin, yolunun ve sınıfının tarihsel
zaferine bir göndermedir. Selim’in yoksul ve aydın Murad’a karşı kazandığı zaferde Selim’in
parasal artısının rolü büyüktür.
176 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-i Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 244. 177 Muhammed Kûçânî, “Asr-i Sergerdânî”, Hemşehri, Vîje-yi Nevrûz, 1382/2003, s. 41. 178 Age., s. 41.
100
Roman üçüncü tekil şahsın yani Hesti’nin görüş açısından anlatılır ve okuyucuya onun
zihinsel söylemi eşlik eder.
Dânişver’in bu çalışması, tümelde 1960’lı ve 1970’li yıllarda ortaya çıkmış ve 1970’li
ve sonraki yıllarda çıkmaza girmiş bir neslin varlık ve yaşamından flu bir fotoğraftır. Cezîre-
yi Sergerdânî’deki paradokslar da o yılların yaşanmış olaylarına bir bakıma tercümedir.
Barındırdığı tüm siyasi akımları, teorik kalıpları, Musaddık, Halîl Melekî, Celal Âl-i Ahmed
ve Şerîatî gibi gerçek tarihi karakterleriyle çağdaş kuşağın öyküsüdür: “Selim’in bakışları
Hesti’nin babasının resminin sağ tarafındaki Musaddık’ın resmine kaydı. Musaddık siyah bir
abayla sürgüne gönderildiği yerdeki bir duvarın dibine çömelip oturmuştu.”179, “Selim, Halil
Meliki’nin resmine baktı: Ceketini omzuna atmış, ışıl ışıl gözlerini fotoğraf makinesine
dikmişti.”180, “Hesti, Celal [Âl-i Ahmed] ve Simin [Dânişver] ile beraber Meliki’yi eve
götürdükleri son geceyi hatırladı.”181, “Celal Âl-i Ahmed’in fotoğrafı yandaki duvardaydı.
Selim resme göz ucuyla şöyle bir baktı ve dedi: Ben Celal’in bu fotoğrafını daha önce
gördüm. Hesti dedi: Celal’in son fotoğrafı.”182
Yazar gerçekçiliği sadece gerçek tarihi karakterler kullanarak sağlamaz. Bazen
diyaloglardan yararlanarak da eserin gerçeklik desibelini yukarda tutar. Kitabın bir yerinde
üniversite yemekhanesinde, bir öğrencinin Hesti ve romandaki karakter üniversite hocası
Simin ile selamlaştıktan sonra Simin’in kendisine Kayhan dergisindeki röportajından övgüyle
bahsettiğini yazar.183 Yemekhanede başka biri gelip Sevuşun’u okuduğunu söyler ve
sevuşunun ne anlama geldiğini sorar. Simin şöyle cevap verir: “Eğer okumuşsanız kitabın
içinde açıklamıştım.”184
179 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 27. 180 Age., s. 27. 181 Age., s. 27. 182 Age., s. 28. 183 Age., s. 50. 184 Age., s. 50.
101
- Neyse sorunuza gelelim.
- Siz niye Celal Âl-i Ahmed’in yolundan gitmiyorsunuz? Simin
gülümseyerek:
- Çünkü ben Celal Âl-i Ahmed değilim. Herkes kendi yaratılışına ve
karakterine uygun davranır.185
Yine başka bir yerde Hesti içinden şöyle der: “Başıboşluk Adasının kendi kaderiyle bir
yerde örtüşeceğinden emindi. Yoksa şu anda da bizzat Başıboşluk Adası (Cezîre-yi
Sergerdânî) metninin içinde yaşamıyor muydu.”186
Dânişver romanda kullandığı siyasi ve tarihi karakterlerin ideolojilerini de açık
yüreklilikle öyküsüne taşımış ve bu arada romantik ve idealist bir bakışla Musaddık, Halîl
Melekî, Celal Âl-i Ahmed ve Şerîatî gibi siyasi kişileri (kişilikleri) övmüştür: “Meliki beyi
ömrünün son iki yılında tanıdım[…] Marksizm’i çok sade bir dille anlatıyordu, ben de
yazıyordum.”187, “Meliki: Simin hanım, kahramanınız her zaman kahraman kalmaz.
Tito’ya188 yöneldik ancak özgürlükçü değildi. Nehru’ya189 gönül verdik ama o da
umduğumuz gibi çıkmadı.”190
Selim, Meliki büyük bir adamdı. Hazırladığı komünizm tezi ile Moskova’nın
eksilerini ortaya koyan ilk kişiydi. Tito’dan ve hatta Nehru’dan önce bu halıyı
bu dünyanın başına silkeledi. Ancak sesini çok az kimse duydu, dedi.191
185 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 52. 186 Age., s. 203. 187 Age., s. 27. 188 Yugoslav sosyalist siyaset ve devlet adamı (1892-1980). 189 Bağımsız Hindistan’ın ilk başbakanı (1889-1964). 190 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 28. 191 Age., s. 27.
102
“Hesti, Meliki sosyalist idi, İran’ın bağımsızlığını isteyen bir sosyalist. İran’ın talihsiz
milletinin menfaatlerine ve haklarına dayanan [bir sosyalist], dedi.”192, “Hesti: Benim Celal’e
sonsuz bir sevgim ve ilgim var. Onun bir vizyonu vardı, nasıl diyeyim... Selim ekledi:
Karizması vardı.”193
Ancak tüm bunlara rağmen yine de gerçekçi bir eser yarattığı söylenebilir, yazarın. Bu
romanın müspet noktası için Dânişver’in toplumsal ve siyasi dönüşüm için asıl ve temel
sorumluluğu sadece ekonominin üzerine yüklemediği iddiası güdülebilir. Nitekim yazar da bu
konuda bizi doğrular çizgidedir:
Ben ekonominin ipine fazla sarılmam ve toplumsal gelişimi, doğrudan
ekonomik gelişimin bir sonucu olarak görmem. Ben bilgiye, toplumsal bilince,
sanatçının imgelemine ve düşünce gücüne daha fazla değer veririm.194
Romanın içinde yazarın kendisi, aynı meslek ve isimle yer alır. Roman bu yönüyle bir
bakıma yazarın yaşamından canlı fotoğraflar olarak gözükebilecekse de bu konuda yazar son
noktayı koyar:
Cezîre-yi Sergerdânî ne zatımdan bahseder, ne biyografi, ne de hatırattır.
Romandaki gerçeğe dayanma ve imgelem arasındaki mesafeyi kısaltmak için
romanın akışı içinde Celali, Meliki, Şeriati gibi kendim de dahil olmak üzere
çağdaşlarımdan bir kaç kişiyi hayali kahramanlarla birlikte kullandım.195
192 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 28. 193 Age., s. 32. 194 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-i Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 245. 195 Zekeriyâ, Mihriver, Berresî-i Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001, s. 245.
103
Romanın gerçekçiliği konusunda Dânişver şöyle devam eder: “Bu gerçek
kahramanların başına gelenler, gerçeğin ta kendidir ve romanın başarıya ulaşmasında etkin rol
oynarlar.”196 Yani yazar kendi yapıtının başarı ölçüsü olarak gerçekçiliği görmektedir. “Ben,
artık okuyucu sözleri benim ağzımdan işitsin diye her şeyi bilen ve her şeyi gören biri gibi
sahne arkasında yer almam”197
Dânişver’in romanının içeriği 1970’li yıllarda bağımsız kişiliğini yakalayan bir
kuşağın kendini tanımaya yönelik ideolojik şaşkınlığı ve de bilinçsizliğidir. Bu şaşkınlığın
temsil bulduğu yer de Hesti karakteridir. Hesti’nin Selim ve Murad arasında gidiş gelişi,
kendini Marksist ve İslami ideolojinin karşısında (ve belki de kucağında) bulan bir gençliğin
kararsızlığına ve şaşkınlığına işarettir. Dânişver romanında bu neslin kararsızlığını ve
ümitsizliğini bir rüyayla ortaya koyar:
Rüya görüyordu: Bilinmedik bir yerdeydi. Terden sırılsıklam olmuş ve elbisesi
tenine yapışmıştı. Susuzluktan hızlı hızlı soluyordu. Yaprakları yanmış, dalları
kırılmış garip ağaçlar görüyordu; gölgeleri de yoktu[...] İstemeye istemeye bir
ağacın altına oturdu. Her ne kadar gölgesi yoksa da en azından
yaslanabiliyordu bu ağaca. Ağacın dibi kanatları kırık, ölmüş serçelerle dolu
idi... Sanki biraz kan dökülmüştü. Bir sürü boş kovan vardı. Bir iki başıboş
kedi köpek geziniyordu. Bazılarının ayakları yoktu; ama hepsi kör idi. Sanki
bir bomba düşmüş ve hepsini parçalamış idi[...] Sanki aç gibiydiler. İyi de
ağacın dibindeki ölü serçeleri görmüyorlar mıydı?[...] Hesti yıkık bir duvardan,
tuğlaların ve boş kovanların üzerinden geçip yanmış bir çayıra ulaştı[...]
Uzaktan yıkık dökük bir bina seçiliyordu. Bir iki tane kilitli kapı görülüyordu.
Hesti eliyle yeri yokluyor ama anahtarı bulamıyordu. Hesti koşar adım yürüyen
196 Age., s. 245. 197 Age., s. 245.
104
iki iskelet görüyordu. İskeletler gelip Hesti’nin önünde duruyorlar ve
birbirlerini kucaklayıp öpüyorlardı. Ve Hesti bir su kuyusunun yanında durdu.
Ne çıkrık vardı ortada ne de ip. Bir ses duydu: Ellerinde ip ve anahtar olanlar,
hepsi yok olup gittiler.198
Psikolojik açıdan bakıldığında Hesti'nin ümitsizlik, kırgınlık ve belirsizliğinden
belirtiler taşıyan bu rüyası, çevresinde olup bitenlerin niteliğini anlayamamanın vermiş olduğu
ruhsal bir boşluğa işaret eder. Hesti'nin, rüyasında kendini bilinmedik bir yerde görmesi,
gördüğü tanımlanamayan ağaçlar, yıkık dökük evler hepsi Hesti’nin ve (doğal olarak)
okuyucunun şaşkınlığını, çaresizliğini ve karamsarlığını perçinler ve tikelde Hesti’nin yaşam
alanının, tümelde ise şehrin ve ülkenin belirsizliğine göz kırpar. Bu rüyada geçen bazı
sözcüklerin zihinde yarattıkları anlamlar, örneğin ez germâ erek kerde (sıcaktan terlemiş), le
le zeden (sıcaktan nefes nefese kalmak), bâl-i şikeste, gonceşkhâ-yi morde (ölü serçeler),
sâhtemân-i furûrîhte (döküntü bina), der-i beste (kilitli kapı) ve çemen-i sûhte (yanmış çayır)
hepsi aynı genel ortamı okuyucunun zihnine gönderir. Varlığın ve varolanın niteliğini
anlamadaki tereddüt Hesti'nin rüyasında açıkça anlaşılır: Hesti kendini rüyada kayıp ve kilitli
bir kapının anahtarını bulamamanın verdiği sıkıntıyla hisseder. Cezîre-yi Sergerdânî’deki
Hesti karakterinde kapalı ve kilitli kapı sendromu olduğu açıktır: “Raya, içeri girip kapıyı
sıkıca kapadı. Hesti’yi aniden bir korku aldı: Ya kapı bir daha açılmaz ve bu cehennemde
eriyip giderlerse.”199, “İçeri elinde bir dolu et olan bir kadın girdi ve kapıyı sıkıca kapadı.
Hesti’yi tekrar, kapı bir daha açılmaz ve orada erirler diye bir korku aldı.”200,
Kapıyı açmak için uzandı ama ya açılmazsa diye bir korku sardı içini. Kapı
sıkışmıştı, kapının kolunu sağa sola çevirdi. Ferruhi, hanım seslendi: ‘Kolla 198 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 5-6. 199 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 16. 200 Age., s. 18.
105
oynama bozacaksın.’ Annesi kalktı, kıvırcık saçlı kadın da doğruldu ve ‘Eğer
kapı açılmazsa hepimiz burada kebap oluruz’ dedi. Annesi kapının yanına
geldi, kapının dilini içeri doğru bastırdı ve kolu sağa çevirip kapıyı açtı[…]
Artık hiçbir kilitli kapıdan korkmuyordu; annesinden vazgeçememesi boşuna
değildi. Bu mutluluğu ve huzuru ona borçluydu ve diğer bir çok mutluluğu
olduğu gibi.201
Tüm bu argümanların yanı sıra Hesti’nin rüyasında hiçbir insanı görmemiş olması,
gördüğü canlıların gözlerinin kör olması ve görülebilen şeylerin de görsel açıdan görülmeye
değer olmaması yazarın, okuyucuyu görme duyusu üzerine yoğunlaştırması anlamına gelir.
Hesti açısından rüyada görülebilen her şey öfke ve viraneliğe işaret eder; yıkık dökük binalar,
tanımlanamayan ağaçlar, yanmış ağaçlar, kör hayvanlar bir bakıma insanlar arası olması
gereken ilişkilerin zedelenmesine ve hatta kopmasına gönderme yapar. Bu yönüyle de
Hesti'nin rüyasından açıkça postmodern paranoya izleri görülebilir.
Öte yandan görmek diğer tüm duyulara üstün tutulur bu romanda: “Selim’in gözlerini
düşünmek Hesti’ye uyku fırsatı vermiyordu. Simin ona şöyle demişti: Resmini yapmak için
seçtiğin modelin her şeyden çok gözlerine dikkat et.”202 Romandaki Simin karakterinin görme
duyusu üzerine söyledikleri dikkate değerdir: “Görme duyusu diğer tüm duyulardan üstündür.
Bakış, sezinleme, göz önüne getirme, bakma, dikkatli bakma, seyretme, göz dikme, görme;
konuşmaktan, dokunmaktan, gülümsemekten, tatmaktan koklamaktan yani bizi bu dünyaya
bağlayan tüm şeylerden daha yüce ve daha gizemlidir.”203
Cezîre-yi Sergerdânî bir rüyayla başladığı gibi yine bir rüyayla biter. Ancak Hesti’nin
bu kapanış rüyası açılış rüyası ile tamamen farklıdır. Hesti bu rüyada görünüşte bir çeşit
göksel ve kutsal bir bilgiye ulaşmıştır: 201 Age., s. 20. 202 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 44. 203 Age., s. 45.
106
Hesti rüyasında başı ve sonu belli olmayan bir caddede, kenarında taze
servilerin bulunduğu, düz bir caddede yürüyordu[...] Elinde altından kocaman
bir anahtar vardı. Tüm kilitleri açan bir anahtardı bu. Hesti bulutsuz bir
gökyüzünde tıpkı bir kuş gibi uçuyordu[...] Gam da gitti göz yaşı da[...] Hesti
uçtukça uçuyor, sürekli yükseliyordu. Kuş gibi hafifti[...]204
Bu rüyada önceki rüyasında tanımlanamayan, kurumuş, meyvesiz ağaçlar ve kilitli bir
kapının bulunamayan anahtarı yerine genç ve taze serviler ve her kapıya uyan büyük altın bir
anahtar görülür. Hesti'nin rüyasında uçuyor olması da psikolojik rahatlamanın ve kararsızlık
durumundan uzaklaşıp huzura ermenin yanında bir çeşit tasavvufi yükselmeye de işaret eder:
Selim'de temsil bulan İslam’a yöneliş ve irfani yükselme.
Cezîre-yi Sergerdânî'nin sonunda Murad’ın (marksizmin) değil de Selim’in (İslam’ın)
seçilmesi ilk bakışta varlık ve varolan hakkında kesin bilgiye kavuşmaktan söz eder. Ancak
Cezîre-yi Sergerdânî’nin devamı sayılabilecek Sarban Sergerdân, okuyucunun bu
alımlamasını süpürür. Çünkü Selim ile evlenmek Hesti'nin başıboşluğuna, kararsız ve
huzursuz kişiliğine ve varolma sıkıntılarına son vermez. Sonunda o, tekrar solcu Murad'a
dönecektir.
Hesti roman boyunca yaşadığı şaşkınlık ve kararsızlığı sürekli dile getirir. Selim’in,
kendisine siyasi görüşünü sorduğu bir yerde şöyle der:
Kafam karma karışık. Bazı vakitler kendimi solculara yakın ve Halîl Melekî
taraftarı hissediyorum, bazen dinin devingenliğinin gücüne inanıyorum ve
Celal Âl-i Ahmed’ci sizin deyiminizle dinsel dinamizm taraftarı olduğumu
204 Age., s. 325-326.
107
düşünüyorum. Bazen de siyasi ve toplumsal algılamayla sadece sanata
yöneleyim diyorum, fakat hangisi doğru bilmiyorum?205
Bu bilmemeyi ve bilmemekten kaynaklanan şaşkınlığı Dânişver, başka bir fonda
ustalıkla gözler önüne serer. Hesti’nin üvey kardeşi Bijen, bir otomobilin direksiyonuna geçer
ve Hesti de ona gideceği yeri söyler, sonunda kaybolurlar:
Bijen Hesti’nin kılavuzluğunda tepenin hemen paralelindeki tali yola kırdı
direksiyonu. Yokuş çıktı; yokuş indi; ileri gitti; geri geldi; sağa; sola;
müstakim; sapak; sapak; tekrar sapak; ileri; geri; en sonunda durdu. Elini
direksiyona vurup ‘İşte şimdi tamamen kaybolduk’ dedi.206
Bu metindeki sağ-sol kavramlarının metaforik bir anlamının olduğu açıktır. Ancak
burada Dânişver’in nesrinin vezinli olmasının, anlamın endüksiyon nasıl yardım ettiğine
dikkat etmek gerekir: Râst (sağ), çep (sol), pîç (sapak), bâlâ (yukarı), celû (ön), pâyîn (aşağı)
gibi tek ya da iki heceli ve kısa sözcüklerin ahenkli kullanımı metne özel ve şiirsel bir ritim
verir.
Cezîre-yi Sergerdânî romanındaki belirsizlik ve başıboşluk teması, kişiliksizlik
özellikle tarihi ve kültürel bellek zayıflığı ile düğümlenebilir. Hesti’nin mimar ve mühendis
olan bir arkadaşının Tahran için getirdiği betimlemede bu kişiliksizlik okuyucuya doğru uç
verir:
Tahran gri veya kahverengi bir şehir. Dizinlenmemiş, dağınık bir yığın kitapla
dolu bir kütüphaneye benziyor; ne konularına göre ne de harf sırasına göre bir
205 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 87. 206 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 173.
108
dizini yok[...] Şehirde merkeziyet yok. Hiçbir şey yerli yerinde değil. Evler, su
depoları harap olmuş, onların yerine pasajlar ve depolar yapmışlar[...] Genel
olarak Tahran’ın, içinde yaşayan insanlardan pek farkı yok.207
Hesti’nin de Tahran şehri için yorumu hemen hemen arkadaşıyla aynıdır: “Tahran,
allayıp pullamayla güzelleştirilemeyecek çiçekbozuğu suratlı, çirkin, yaşlı bir kadına
benziyor.”208
Edebiyat ve gerçeklik arasında bir mesafe olduğuna inanılır yani her roman gerçek
(gerçekçi) dünyayı betimlemek için bir metafordur; gerçek dünyanın ta kendisi değildir.
Dânişver’in romanı postmodernistlerin üslup ve yöntemi uyarınca gerçek dünya ve edebi
metinler arasındaki her türlü uzaklığı alaya alır. Dânişver bu amaca hizmet adına bir kaç
yöntemden yararlanır. Örneğin karakterlerden birinin adını Simin Dânişver koymuştur.
Metindeki karakter Simin Dânişver de tıpkı gerçek dünyadaki Simin Dânişver gibi
üniversitede estetik dersi vermektedir. Bu yolla okuyucunun romana yönelik gerçeküstü
beklentileri kırılmaktadır. Hatta Simin Dânişver bu beklentiyi kırmak bir yana parçalamak
için oldukça ileri gitmiş ve kendi adını verdiği bu karakterin eşine de kendi eşinin adını yani
Celâl Âl Âhmed adını vermiştir. Romandaki Simin Dânişver, tıpkı gerçek hayattaki gibi
kocasının ismiyle anılıyor olmaktan oldukça rahatsız ve eziktir. Bu roman karakterinin tüm
yaşamı gerçek yazar Simin Dânişver ile benzerlik gösterir. Yazar bu tür teknikler kullanarak
okuyucuyu sarsar, sersemletir. Simin Dânişver, okuyucuda uyanan şaşkınlığı daha da
kökleştirmek için Hesti ile arasında geçen şu diyalogdan yararlanır:
- Benim en büyük kusurum alnımda özgürlük yazmasıdır.
Hesti oturup der:
207 Age., s. 172. 208 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 172.
109
- Sizinle arkadaş olan herkes saflığınızın ve sadeliğinizin hemen farkına
varıyor.
- Yani alnımda yazan özgürlüğü okuyor.
- Ve siz, karşı tarafın sizden yararlanmasına ses çıkarmıyorsunuz.
- Yani sırtıma binmelerine izin veriyorum.
Simin güldü ve ekledi:
- Seni ben yarattım ama şimdi bana karşı duruyorsun.209
Simin Dânişver’in kullandığı bir diğer yöntem ise Halîl Melikî, Hâmid İnâyet, Doktor
Şerîatî, Bedî’uz-zaman Furûzânfer gibi tarihi karakterlerden yararlanmaktır.
Simin Dânişver bu çalışmasında bir bakıma kendi şuurunu sergilemiştir. Romanında
gerçeğe yakın bir hayal yaratıp sonra o hayalin gerçeküstü niteliğini göstermek için
çabalamıştır. Yani yazar bir taraftan gerçek benzeri öyküsel bir dünya yaratıp diğer taraftan
bu öyküsel dünyanın yapmacık, gerçek dışı olduğunu göstermiştir. Cezîre-yi Sergerdânî
romanının çeşitli yerlerinde, karakterler arasında edebiyatın ya da sanatın niteliği konusundaki
bazı diyaloglara ya da ana karakterin zihni cereyanına rastlarız. Örneğin Hesti bir yerde
gerçeklik ve sanatın yakınlığını su ve buhara benzetir: “Buhar ne şekil ne de renk olarak suya
benzemez ama onun esası sudur. Aynı gerçeklik ve sanat gibi.”210 Başka bir yerde Simin
Dânişver’i bir ders esnasında Hint sanatının alegorik yönleri hakkında ayrıntılı bir sohbete
giren ve bu alegorik yönleri Freudcu ruh çözümlemesi açışından öğrencileriyle tartışırken
görürüz. Ancak belki de daha açık bir örnek Hesti’nin kardeşi Bijen ile yaptığı sohbettir:
Bijen birden söze girdi: Son zamanlarda İran’da moda olan edebiyattan hiç haz
almıyorum. Şiir o kadar bulanık ve belirsiz hal aldı ki artık usturlap ve faldan
209 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 57. 210 Age., s. 85.
110
yardım almak gerekir. Nesir de aynen. Hepsi sevimsiz, çirkin, mide bulandırıcı.
Dilenciler ve evsiz barksızlar hakkında ne kadar iyi şeyler yazıyorlar.
Hesti: Edebiyatın alegorik ve sembolik olmasının bir nedeni sansürdür. Ve
evsiz barksızlar hakkında yazmalarının nedeni kimsenin onları düşünmüyor
olması. Maalesef onların ne okuma yazması var ne paraları ne de siyasi ve
toplumsal bilinçleri.211
Bu pasajdan da anlaşıldığı üzere Dânişver sanatın niteliğini karakterlerin tartışma
sermayesine dönüştürür ve böylece onun romanı dış dünyayla meşgul olmaktan çok kendi
özüne döner.
Dânişver çoğu postmodern yazar gibi realizmin deneysel ve positivist dünya görüşüne
burun kıvırır ve bu yaklaşımı çağımız için yetersiz ve kullanışsız olarak adlandırır.
Modern romanlarda, romanın plan düzeyindeki belirsizliği daha çok flu bir son olarak
canlanır. Yani romanın sonuç aşamasında roman karakterinin akıbeti bilinmezlik taşır.
Postmodernist romanlarda ise belirsizlik genel olarak anlatım düzeyinde görünür, romanda
yüz gösteren olaylar flu kalır ve bunun yanı sıra bu olaylar okuyucunun gözüyle ve zihniyle
birkaç şekilde yorumlanabilir. Dânişver’in bu romanında tüm karakterlerin yaşamı ve
özellikle ana karakterin başıboş ve huzursuz yaşamı her türlü güvenden ve netlikten uzaktır.
Ama karakterlerin gelişen olaylara gösterdikleri tepkilerin birbirinden oldukça farklı olduğu
da gözden kaçmaz. Belirsizliğe iyi bir örnek Hesti’nin babası Hüseyin beyin ölümüdür.
Okuyucu, romanı elinden bıraktığında bile Hüseyin beyin ölümündeki şüphe ve belirsizliği
zihninden tam olarak süpüremez. Bir taraftan Hesti’nin annesi İşret’in bu ölüm için
söyledikleri okuyucuya sunulur. İşret hanımın anlattıklarına göre Hesti’nin babası tamamen
tesadüf eseri, Musaddık taraftarları ile muhalifleri arasında patlak veren bir sokak
211 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 168.
111
çatışmasının arasında kalıp serseri bir kurşunun isabet etmesi sonucu hayatını kaybetmiştir.
Oysa diğer taraftan Hesti’nin büyükannesi Turan hanıma göre ise Hesti’nin babasının ölümü
şu şekilde olmuştur:
Musaddık bir gün meclisten çıkıp ‘Orası hırsız yuvası, millet ise burada’ diye
bağırmış. Hüseyin bey eğilmiş ve Musaddık da onun üzerinde ayakta durmuş.
Bir sandalye getirilene kadar Musaddık, Hüseyin beyin üzerinden halka hitap
etmiş. Hüseyin, bir askerin, silahını Musaddık’a doğrulttuğunu fark etmiş ve
hemen Musaddık’a ‘Beyim yere yatın’ diye bağırmış. Sonra kendi göğsünü
açmış ve ‘Namert, buraya ateş et’ demiş ve o namert de Hüseyin beyin dediği
gibi yapmış.212
Bu anlatılanlar karşısında son yorum ve çözümleme okuyucuya bırakılmıştır. On
dördüncü bölümde Hesti’nin annesi İşret’in evi terk etme nedeni olarak gösterdiği eşinin
kendini aldatması olayı yalın bir halde okuyucuya sunulur. Artık top okurdadır. İşret’in mi
yoksa Gencver beyin mi haklı olduğu ne anlatıcı, ne de romandaki herhangi bir karakter
tarafından renklendirilmez. Soluk bir şekilde okurun önüne koyulur. Bu açıdan bakıldığında
yazar romanda okuyucuyu şartlandıracak ve etki altında bırakacak argümanlardan elinden
geldiğince kaçınmıştır. Romanın sonlarına doğru Hesti, bir ömür boyunca, babasının
öldürülmüş olması ihtimaliyle yaşadığını ancak buna rağmen bir kahraman gibi mi yoksa
serseri bir kurşuna mı kaza gittiğini kendisinin bile bilemediği düşünür.213 Yani romanın ana
karakteri bile bu bilgiden mahrum tutulmuştur yazar tarafından. Hesti’nin şaşkınlığıyla
okuyucunun şaşkınlığı çakışır. Burada yapılmak istenen okuyucuyu rahat koltuğunda sarsıp
212 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 148. 213 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 275.
112
romana girmesini sağlamaktır. Metin bir bakıma kesin okumaya karşı şifrelidir ve anahtarı da
okuyucunun elindedir.
Dânişver büyük bir ustalıkla sergerdânî (başıboşluk) kavramını okuyucuya bulaştırır.
Ana kahraman kendi varlığını anlamada şaşkınlığa düştüğünde okuyucu da romanı anlayıp
sarmada şaşkınlığa düşer. Dânişver bu amaç için iki yöntemden yararlanır.
a- Olayların zamansal periyodundaki düzensizlik: Romanın bölümlerinin,
olayların tertibi bakımından mantıki bir akışı yoktur.
b- Romanın anlatımında bir kaç ses kullanılması: Romanda merkez unsur
çoğunlukla Hesti’dir. Okuyucu böylelikle olayları onun gözünden görür. Diğer bir deyişle
romanın ana karakteri Hesti’dir. Ancak Dânişver sırayla diğer karakterlerin sesinden de
yararlanır. Böylelikle roman bir kaç karakter arasında döner. Böylece ana karakterlerin
başıboşluğu ve kararsızlığı okuyucuya da bulaştırılır. Okuyucu da metnin dolambaçlı (ve
belki de çıkmaz) yollarında şaşa kalır ve bu yolla okuyucu ve romanın ana karakterinin
kaynaşmasının yolu açılır. Okuyucu sürekli “Şimdi ne olacak?” diye sorar; tıpkı romanın ana
karakteri gibi.
Simin Dânişver Cezîre-yi Sergerdânî’de amiyane kelimeleri dengeli ve ölçülü kullanır.
Ayrıca eski kelimeler de kullanmıştır: Neyûşîden (dinlemek, işitmek), perânîd, hemîdûn
(şimdi, hemen), çemîden (salınarak yürümek), harâmîden (salınarak yürümek), şuy (koca). Bu
romanında engâr (sanki) zarfını sıkça kullanır. Metafor ve benzeti kullanımında aşırıya
kaçmamıştır. Ancak yine de Cezîre-yi Sergerdânî kinayeler, parlak ve yerinde betimlemeler
bakımından bir hayli zengindir. Betimlemelerde oldukça açık kelimeler kullanmış ve insanları
genellikle yüzleriyle ve çehreleriyle betimlemiştir. Hikayeye dahil olan hemen her karakter
ayrıntılarıyla birlikte betimlenir. Betimlemelerde özellikle renklerden yararlanır; mavi, mora
çalan kırmızı ve yeşile karşı özel bir duyarlığı vardır: “Annesi ondan mora çalan kırmızı
113
eteğini giymesini ister ve de aynı renk oje sürmesini.”214 Romanda soluk alan her şey en ince
detayına kadar resmedilmiştir: “İşçiler havuzu maviye boyuyorlardı.”, “Hol sıcak ve
temizdi.”, “İyi ki siyah gömleğini giymişsin.”215, “Gencver bey buğday sarısı saçlarını eliyle
düzeltti.”216, “İşret hanım [kedinin] uzun beyaz tüylerini okşuyordu.”, “Kedi toprak rengi
ağzını ve iri mavi gözlerini kapadı.”217, “Keşver hanım küçük koyu mavi gözleriyle Hesti’yi
dikkatlice süzdü.”218, “Hesti kutunun çiçek şeklinde bağlanmış mor renkteki kurdelesini aldı
ve çiçekli mor ambalajını açtı. Mor ipek ve yünden örülmüş mor bir bluzdu, bu.”, “İşret
hanım siyah pantolonunu giydi, [üzerine] bej ipek bir bluz giydi[...] Bej renkli mink derisi bir
ceketi de omzuna attı.”, “Annesi Hesti’ye bayram hediyesini bugünden verir. Mor bir bluzdur,
bu.”, “İşret hanım tuvalet masasının çekmecesindeki mor oje ve ruju almaya gitti.”219, “İşret
hanımın, şişman olmasına rağmen bedeniyle kilosu uyumlu idi. Formunu korumaya çalıştığı
belli oluyordu. Göğüsleri üç çocuğu emzirmiş olmasına rağmen hala sert ve dik idi[...] Gözleri
aynı Hesti’nin gözleri gibi siyah idi[…] Yay gibi kaşları, hafif şişkince göz kapakları uzun
kirpikleriyle Hesti’nin yüreğini bile hoplatıyordu. Hesti, annesinin burnunun ilk halini
hatırlamıyordu. Bu burun Elizabeth Taylor’ınki gibi olmak için tam üç kez ameliyat
geçirmişti.”, “İşret hanım sarı saçlarını başının üzerinde topuz yaptı.”, “Hesti annesinin,
saçlarını boyadığını biliyordu. Altın sarısı saçları omuzlarına kadar dökülüyordu.”, “Kıvır
kıvır siyah saçları olan bir kadın gelip Hesti’nin yanına[…] oturdu.”220, “Selim’in iri ve ışıl
ışıl gözleri vardı. Gözleri sürmeli gibiydi ve mavi ve gri arası bir renkteydi.”, “[Hesti] Mora
çalan kırmızı ceketini giydi”, “Büyükannesine yeni yıl hediyesi olarak siyah yün bir ceket
almıştı; çiçekli koyu mavi bir ambalaja sarılıydı.”221
214 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 9. 215 Age., s. 9. 216 Age., s. 10. 217 Age., s. 11. 218 Age., s. 12. 219 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 13. 220 Age., s. 16-17. 221 Age., s. 93.
114
Dânişver canlı ve parlak renklere olan tutkusunun nedenini Hesti karakterinin
ağzından anlatır: “Göz eğer sadece koyu veya nötr renkleri görürse bakanın gönlü kararır; içi
sıkılır. Duyguların çirkinlik ve sertlikle yüz yüze olması insanı çıldırtır.”222
Dânişver eserlerinde yöresel kültüre, ulusal kişiliklere ve edebiyata özel bir önem
verir. Romanda bir çok ünlü ad yer alır: Hayyâm, Sohrûverdî, Attâr, Omîd, Celal Âl-i Ahmed,
Furuzanfer, Babek, Musaddık, Meliki, Şeriati, Tahtî, Hâfız gibi.
Simin gönderme işini abartmış ve okuyucuya hareket alanı bırakmamıştır.
Romanda sınıfsal bir kavganın izleri her zaman gözlemlenebilir.
Cezîre-yi Sergerdânî’de Dânişver Sevûşûn’dakinden farklı bir kadın tipi çizer, İran
kadını için. Dânişver Cezîre-yi Sergerdânî’de 1960’lı yılların siyasi ve toplumsal realizmini
öne çıkarır. Cezîre-yi Sergerdânî kadını kendi tarihiyle uyumludur, eşzamanlıdır. İtiraz ve
bireysellik, düşünme ve düşündüğünü söyleme hakkını ele geçirmiştir. Yazar bu kadını
toplumsal yaşamın tam ortasına yerleştirmiş ve kulağına sosyalizasyon formülü üflemiştir.
Sevuşun’un görkemli senfonisi Cezîre-yi Sergerdânî’de öfkeli ve kaotik bir ezgiye dönüşür.
Dânişver, ülkesinin hassas noktalarını duyumsamak suretiyle geleneksel kadının statüsünü ve
pozisyonunu çizer. Simin Dânişver’in Cezîre-yi Sergerdânî’deki kadını da şüphesiz ki
gelenekseldir: “Artık Murad’ın kendisini kandırmasına izin vermeyecekti. Her kadın gibi o da
bir koca bulup çocuk doğuracaktı.”223 Bu kadın siyasi mücadele anında bile anaç ruhunu
muhafaza eder. Bu bakımdan bireysel bir sestir. Bu ses kimseyi ya da hiçbir şeyi mahkum
etmez ya da savunmaz. Ancak her şeyiyle kendi geleneğinin dışından düşünebilir: “Kalbim
bir kocanın esaretinde yaşamaya razı değil.”224 Ancak her şeye rağmen Cezîre-yi Sergerdânî
kadınında da doğu ezgisi duyumsanabilir:
222 Age., s. 117. 223 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 318. 224 Age., s. 254.
115
Bir gün Mani hocamız üç maymun tasvirini sınıfımızdaki sinema perdesinin
üzerine yansıttı[…] Birinci maymun eliyle gözünü kapatmış, ikincisi eliyle
kulağını kapatmış, sonuncusu eliyle ağzını kapatmıştı. İşte sana küçük
dünyamızdaki kadınların durumu.225
Simin Dânişver’in Cezîre-yi Sergerdânî romanı yaşadığımız huzursuz ve kararsız
dünyanın niteliğine yönelik okuyucuda varlığını sorgulayacak sorular uyandırır. Ayrıca roman
ve gerçeklik arasındaki farkı sorgulayacak estetik sorular da gönderir okuyucunun zihnine.
Simin Dânişver’in romanları sadece olay örgüsü ve karakterlerin başına gelenler ile değil aynı
zamanda gerçeklerin görünmez yönlerini keşfetmeye yönelik arzusuyla da okuyucuyu
kendine çeker. Romanda sürekli bir kadın anlatımı ve kadın bakış açısı hissedilir, Hesti
vasıtasıyla. İran’ın son yirmi yılına bir anlamda kadın bakış açısıdır, bu.
Cezîre-yi Sergerdânî hem fon olarak hem de konu olarak Sevûşûn’a göre daha
kapsamlı ve daha geniştir, olayların geçtiği sahne de Tahran’dır. Gerçekte bu çalışma İran’ın
yakın siyasi tarihini resmetmekle kalmaz aynı zamanda gücün şahtan devrime geçmek üzere
olduğunu sezmek için bir anahtar olarak da görülebilir. Kitapta ayrıca tek bir kahramanın
şaşkınlığından söz etmek olası değildir. Herkes az çok kendi tabiatına ve pozisyonuna bağlı
olarak biraz şaşkın ve ne yapacağını bilemez haldedir.
Aynı zamanda herkes az çok siyasidir. Bijen, Hesti’ye yönelik, “Sen de diğerleri gibi
politize olmuşsun. Şu on gün içerisinde gördüğüm her şey maskaralıktan ibaret”226 der. Yine
Bijen, Hesti’ye, “Görüyorsun ki siyaset virüsü sana da bulaşmış”227 der.
Hatta siyasetten uzak büyükanne bile payını almıştır bu durumdan:
225 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 75. 226 Age., s. 169. 227 Age., s. 70.
116
Büyükanne: Defalarca duymuşum ki yalnızlık Allah’ın sıfatlarındandır. İyi de bu
sıfat sadece Allah’a yakışır. Ben de onun yarattıklarından biriyim. Yoksa Allah
beni kendi suretinde yaratmadı mı? Bu tür sözler sadece sınıflarda, okullarda falan
mı söylenir. Murad’dan Sartre’ın şu sözünü duymuştu: Mücadele ediyorum,
öyleyse varım. Güzel, ben de mücadele ediyorum. Hem de bu yaşta, ayağımdaki
ve belimdeki bu ağrıyla.228
e- Sonuç
Cezîre-yi Sergerdânî, bir yönüyle karmaşa ve kargaşa çağından İran’ın nasibine
düşeninin tarihidir. Kendi çağından, sınıfından, siyasal yaşamından savrulan ve yeni bir
yaşama, ideolojiye ve yaşama kayan insanların umduklarını bulamayarak kargaşa ve şaşkınlık
içerisine yuvarlanmalarının öyküsüdür: “Acaba hayat herkesin gönlünce yorumlayabileceği
karmaşık bir rüya mıdır?”229
228 Sîmîn, Dânişver, Cezîre-yi Sergerdânî, Tahran, Hârezmî, 1377/1998, s. 95. 229 Age., s. 276.
117
KAYNAKÇA
Dânişver, Sîmîn, Sevûşûn, Tahran, Harezmi, 1377/1998.
Golşîrî, Hûşeng, Cidâl-i Nakş bâ Nakkâş der Âsâr-i Sîmîn Dânişver, Tahrân, Nîlûfer,
1376/1997.
---------. Adine, 1989, S. 29.
---------. Mofîd, 1987, S. 12.
Hâkemî, İsmâil, Edebiyat-i Muâsır-ı İrân, Tahrân, Esâtîr, 1379/2000.
Kanar, Mehmet, Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi, İstanbul, İletişim,
1999.
Mihriver, Zekeriyâ, Berresî-i Dâstân-i Îmruz, Tahrân, Tîrgân, 1380/2001.
Mîr Âbidînî, Hasan, İran Öykü ve Romanının Yüzyılı, Çev. Derya Örs-Hicabi Kırlangıç,
Ankara, Nüsha, 2002.
---------. Nâfe, 1379/2000, S. 3.
Or, Oktay, Araştırma Elkitabı, İstanbul, Akademik Yayınlar, 1973.
Rahîmîyân, Hürmüz, Edebîyât-ı Muâssır-ı Nesr, Tahran, 1380/2001.
Yezdânî, M. Hürrem, Hemşehri, Vije-yi Nevruz, 1382/2003.