sayfa 18) (sayfa 29 - 31) (sayfa 19) (sayfa 14 - 15) ian ... · alice munro öykü kişilerinin...

32
Mart, 2015 | Nº7 | www.istanbulartnews.com IstanbulArtNews ile ücretsiz verilmektedir. Odak Yazar: Karin Karakaşlı ve kitapları Amed’e giden tren Ankara Rüzgârı IAN.Edebiyat’ta Ham malzeme olarak kitapları kul- lanan sanatçılar bir tabuyu yıkıyorlar. Maket bıçağıyla keserek, boyayarak, sayfaları kesip katlayıp figürlere dö- nüştürerek. Kitap heykelleri bazıları için hayranlık nesnesi ve kitaplara su- nulmuş en büyük iltifat iken, bazıları için kutsala hakaret. İki yüzyıl arası değişim çağının belki de en sembo- lik nesnesi kitaplar, kendini bir mesaj vermeye mecbur hisseden ana akım çağdaş sanatın ise kaçınılmaz oyun ala- nı. Aysu Önen yazdı. (Sayfa 27) Ve kitaplar heykel oldu (Sayfa 29 - 31) Bir ‘deneme’ kahramanı olarak Mehmet Güreli Mehmet Güreli’yle sohbete başladığınızda, söze edebiyattan girdiyseniz kim bilir nerelerden çıkarsınız. Resim, müzik, sinema ve daha nice odaya kapılar açar. Tıpkı “Bedrufi’nin Nefesi” kitabında yaptığı gibi. MATİNE sayfalarımızın bu ayki konuğu Mehmet Güreli’yle kitabı üzerine söyleşecektik, karşımızda ressam, müzisyen, sinemacı ve yazar olunca bir denemeyi yaşadık onunla! Şiirin oğlu: Ahmet Erhan Bir dönemi, bir aralığı, bir alacaka- ranlığı adeta tek başına temsil eden, şiiriyle üstlenen ve hayatıyla ödeyen bir şair, bir arkadaş, bir devrimci, bir nihilist, bir anarşist, bir yalnız, bir mah- cup, bir aşık, bir derviş, bir yurtsever, bir genç ve nihayet bir çocuk için ayrı ayrı yazılacak çok şey var. Ve bunları sa- yarken de benim unuttuğum daha pek çok Ahmet Erhan var elbette, onların da bazıları yazılmış, bazıları yazılmayı beklemektedir... Ne 70 ne de 80 Kuşağındandır Ahmet Erhan. Bu da onun özgün ve bağımsız bir şair olmasına yol açan nedenlerden biridir. Yani ne 70’lerle ne 80’lerle uz- laşmıştır. Zaten ‘uyumsuz’ bir şiirdir yazdığı, ‘uyumsuz ve anarşist’ bir şiir. Haydar Ergülen yazdı. (Sayfa 9) ÇAĞLAYAN ÇEVİK [email protected] “Bedrufi’nin Nefesi”, Mehmet Güreli’nin kimliğini ortaya çıkaran bir deneme kitabı aslında. Resim, sinema, müzik, edebiyat hepsi… Öyle oluyor sanki bilemiyorum. De- neme derken, bir kapıdan girip bir baş- kasından çıkıyorsun. Tam bir labirent gibi. Her sanat disiplininde öyle yeni açılan kapı esprisi yok. Ama deneme- de sanki bir koridordan giderken um- madığın kapılar açılıyor, oradan oraya sıçrıyorsun. Dediğin gibi hayatımda da öyle bu.  Nereye gideceğinin belli ol- madığı bir yolculuktur deneme, diye tanım yapabiliriz bunun üzerine kolay- lıkla. Ben deneme iddiasında hiç olma- dım. Hayatım boyunca öykü yazmayı denedim ben. Bunlar da zaten öykü- lerin arasına karışmış denemeler. Bir zamanlar Çetin Altan söz etmişti, öykü deneme diye bir tür var demişti. Bu tür hakikaten de çok gelişmiş ve genişle- miştir. Borges’e onun yazdıklarına ve yapmak istediklerine baktığım zaman kendi yapmak istediğimi onda buldum meselâ. Poe’da da var bu. Morgue Soka- ğı Cinayeti’nde sanıyorum Poe, meselâ dama ile satranç arasındaki ilişkiden söz eder. Şiir üzerine falan denemele- ri de vardır ama polisiye bir öykünün içinde dama-satranç mukayesesi yapa- rak damayı öne çıkarır meselâ. Çünkü daha az özellikli 16 taşla daha farklı bir strateji oluşturman gerekir. Ben de meselâ çocukluğumdan beri dama ile daha çok vakit geçirmişimdir. Satrancı da öğrendiysem de bir türlü ısınama- dım örneğin. Adı, hamleleri kodlanmış gibi geliyor bana. Hareketler aslında şematiktir dikkatli baktığında. Oysa damada ne olacağı belli olmadan iki kişi daracık bir alanda, benzer veya ta- mamen en basit hareketlerle birbirine üstünlük sağlamaya çalışıyorlar… Satranç demişken, Nabokov sever mi- sin peki? Çok severim. Madem konumuz satranç, Stefan Zweig’ı da severim, Nabokov’u da severim. Onlar bırakı- lacak adamlar değil. Ama bak satranç dedik hemen iki tane büyük adamdan söz ettik! Bazen insan farkında olma- dan birilerini takip ediyor, bazen de birilerini bulup bir araya getiriyorsun yıllar sonra buluşuyorlar. Bunu söyle- mek biraz da ayıp belki, “ben de onun gibi düşünüyorum” demeye çalışmıyo- rum, ama bir şekilde buluyorsun. Bunu nasıl anlatmalıyım. Meselâ bir puro içiyorsun, o kadar değişik bir purodur ve neredeyse kimsenin bulamayacağı, bilmediği bir purodur bu. Sonra bir gün Amerikalı bir yazarı okuyorsun ve Almanya’ya gidip o puroyu buldu- ğunu ve onun hakkında bir şeyler söy- lediğini görüyorsun. Bu rastlantılarla ilgili, o farklı disiplinlerle bir arada dolaşmak gibi sanki. Epigram kullan- mak meselâ. Montaigne’e kadar iniyor meselâ. Horatius’tan, Lucretus’tan epigramlar alır. Bu meselâ Edgar Allen Poe’da tekrarlanıyor, Borges’te artık zirveye çıkıyor… Denemenin güzel tarafı bu aslında bir eve giriyorsun, salondan önce karşına bir küçük oda çıkıyor oraya giriyorsun ve orada bir ses duyuyorsun ve bu sefer o sesin pe- şinden gidiyorsun. Hayatın da aslında böyle bambaşka şeylerle dolu olduğuna inanıyorum. Sürprizlerle dolu geliyor bana. Ama bunun güzel olduğunu ve seni heyecanlandıran ve bir tür güzel zaman geçirme hikâyesine sokmaları hoşuma gidiyor… Mehmet Güreli’nin okuyup altını çiz- diği satırları paylaşıyor gibisin. Çoğu zaman tekrar tekrar paylaşıyor, hatırla- tıyorsun adeta… Beni ayakta tutan yazarları, müzisyen- leri, filmleri, kitapları, okurlarla payla- şıyorum aslında. Bunlar bana iyi geldi, sizlere de iyi gelmesi umuduyla aktarı- yorum bunları diyorum. Okumak biraz da böyle bir şey anlayamadığın kısım- larla da yazarı sevebilirsin ve o sana baş- ka bir şeyler çağrıştırır onun adına ve onunla birlikte düşünmeye başlarsın… Sanki abartıyorum biraz ama okura biraz bunu söylemeye çalışıyorum… Eğer sen yazı yazmaya başlıyorsan ve birileri onu okumaya başlıyorsa artık yabancılık kavramı ortadan kalkıyor sanırım. Bütün kalbini aklını her şeyi açmışsın demektir dünyaya. Öyle yazar- larım var ki, benim başucumda duru- yor ve çok zaman diyorum ki, yahu ben bu cümleyi yazdım, ama bir kere daha yazayım. Çünkü oradan geçmemiş biri- si mutlaka vardır. (Devamı sayfa 16 - 17’de) IAN.Edebiyat Bu memlekete bir şey oldu... Ece Temelkuran yeni romanı “Devir’in nasıl ve neden yazdığını an- lattı: “Hatırladığım ilk şey koşan bir kız çocuğu. Niye, nereye, kim, hiçbiri bel- li değil. Ama sekiz yaşında olduğunu biliyorum. Uzun süre bu çocuk koştu kafamda. Sonra merak etmeye başla- dım, “Bu çocuk neden sekiz yaşında?” Çünkü sekiz yaşındayken bana bir şey oldu. Ne? Epey düşündükten sonra an- ladım ki memlekete bir şey oldu zaten. Böylece romanın atmosferi kuruldu.” Hikmet Hükümenoğlu’nun söyleşisi. (Sayfa 2) SöYLEŞi İkinci öykü kitabı “Sarı Kahkaha” geçtiğimiz günlerde yayımlandı Mu- rat Özyaşar’ın... Ama biz onu bu ay Doğduğum Yer sayfalarına çağırdık ve bize Diyarbakır’ı anlat, Amed’i anlat dedik. O da bize Diyarbakır Tren İstasyonu’ndan geçen hikâyeler anlattı... Uzayıp giden tren rayları gibi... Diyarbakır’ın Amed’i, Amed’in Diyarbakır’ı nasıl taşıdığını, mahalle- leri ve insanları yazdı... (Sayfa 14 - 15) Hakan Kaynar bu aydan itibaren Ankara’nın edebiyatını yazacak IAN. Edebiyat’ta. “Tabuttaysa edebiyat röve- şata kaçınılmaz” başlıklı ilk yazısında Kaynar, Ankara’dan üç çok önemli edebiyatçının dünyasına davet ediyor bizi: İlhan Tarus, Sevgi Soysal ve Barış Bıçakçı... Üç kuşaktan, üç yazar, üstelik aynı semtte; Yenişehir’de... (Sayfa 19) Bir de Medeni Şube olsa... Eteğimdeki Taşlar sayfamızın bu ayki konuğu “Bir Perişanlık Hali”, “Edep Ya Hu”, “Forbes Cinayetleri” gibi kitaplarıyla tanıdığımız Mehmet Anıl. “Medeni Şube” başlıklı yazısın- da Anıl, “Medeniyet Polisi” projesini ve İhsan Oktay Anar’la geliştirdikleri UBO’yu anlatarak bizim de hislerimi- ze tercüman oluyor (Sayfa 18) 55 yıllık sessizlik ve karmaşa “Bülbülü Öldürmek” romanının yaza- rı Harper Lee’nin elli yıldan fazla süren sessizliğini bozacağı, “Go Set a Watc- hman” adlı kitabının yankıları sürüyor... Romanı gün ışığına çıkaran Tonya Carter, yazarın, dile getirilen kuşkular karşısında “son derece incinmiş ve aşa- ğılanmış” hissettiğini, güçlü, bağımsız ve bilge bir kadın olan Lee’nin karar alabilme yetisini savunmak zorunda kalmasının değil, uzun zamandır ka- yıp olan romanının keşfinin sevincini yaşamasının gerektiğini söylüyor. Har- per Lee ise 2007’de geçirdiği felcin ar- dından bakımevi desteğiyle yaşamını sürdürüyor. Sanem Sirer Harper Lee hikâyesini değerlendirdi. (Sayfa 7) Mehmet Güreli, Otoportre Uzun zamandır yeni bir kitabını bek- liyorduk Altay Öktem’in. Bir geldi pir geldi. “O Adam Babamdı” adlı yeni romanında, bir seri katil anlatısıyla çıktı karşımıza Öktem. Olay yeri ince- leme uzmanımız Aslı Tohumcu, Altay Öktem’i yazı masasının başında suç üstü yakaladı. Oyunbaz Söyleşiler’de bu ayın oyun arkadaşı Altay Öktem oldu. (Sayfa 28) Alice Munro öykü kişilerinin ha- yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat hikâyemizden söz ederken birinci el- den bilgimiz olduğu için yanlışlana- maz bir gerçeklikten söz etmenin, yıl- lar içerisinde neyin ne olduğuna dair kesinliğe yakın görüşlere ulaştığımızı varsaymanın doğru olmayabileceğini... Nobelli yazar alice Munro’nun edebi- yatını Behçet Çelik inceledi. (Sayfa 6) Altay öktem’e suçüstü! Munro’dan sevecen gülüş

Upload: others

Post on 30-Aug-2019

22 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

Mart, 2015 | Nº7 | www.istanbulartnews.com IstanbulArtNews ile ücretsiz verilmektedir.

Odak Yazar: Karin Karakaşlı ve kitapları

Amed’e giden trenAnkara Rüzgârı IAN.Edebiyat’ta

Ham malzeme olarak kitapları kul-lanan sanatçılar bir tabuyu yıkıyorlar. Maket bıçağıyla keserek, boyayarak, sayfaları kesip katlayıp figürlere dö-nüştürerek. Kitap heykelleri bazıları için hayranlık nesnesi ve kitaplara su-nulmuş en büyük iltifat iken, bazıları için kutsala hakaret. İki yüzyıl arası değişim çağının belki de en sembo-lik nesnesi kitaplar, kendini bir mesaj vermeye mecbur hisseden ana akım çağdaş sanatın ise kaçınılmaz oyun ala-nı. Aysu Önen yazdı. (Sayfa 27)

Ve kitaplar heykel oldu

(Sayfa 29 - 31)

Bir ‘deneme’ kahramanı olarak Mehmet Güreli

Mehmet Güreli’yle sohbete başladığınızda, söze edebiyattan girdiyseniz kim bilir nerelerden çıkarsınız. Resim, müzik, sinema ve daha nice odaya kapılar açar. Tıpkı “Bedrufi’nin Nefesi” kitabında yaptığı gibi. MATİNE sayfalarımızın bu ayki konuğu Mehmet Güreli’yle

kitabı üzerine söyleşecektik, karşımızda ressam, müzisyen, sinemacı ve yazar olunca bir denemeyi yaşadık onunla!

Şiirin oğlu: Ahmet Erhan

Bir dönemi, bir aralığı, bir alacaka-ranlığı adeta tek başına temsil eden, şiiriyle üstlenen ve hayatıyla ödeyen bir şair, bir arkadaş, bir devrimci, bir nihilist, bir anarşist, bir yalnız, bir mah-cup, bir aşık, bir derviş, bir yurtsever, bir genç ve nihayet bir çocuk için ayrı ayrı yazılacak çok şey var. Ve bunları sa-yarken de benim unuttuğum daha pek çok Ahmet Erhan var elbette, onların da bazıları yazılmış, bazıları yazılmayı beklemektedir...

Ne 70 ne de 80 Kuşağındandır Ahmet Erhan. Bu da onun özgün ve bağımsız bir şair olmasına yol açan nedenlerden biridir. Yani ne 70’lerle ne 80’lerle uz-laşmıştır. Zaten ‘uyumsuz’ bir şiirdir yazdığı, ‘uyumsuz ve anarşist’ bir şiir. Haydar Ergülen yazdı. (Sayfa 9)

ÇAĞLAYAN ÇEVİ[email protected]

“Bedrufi’nin Nefesi”, Mehmet Güreli’nin kimliğini ortaya çıkaran bir deneme kitabı aslında. Resim, sinema, müzik, edebiyat hepsi…

Öyle oluyor sanki bilemiyorum. De-neme derken, bir kapıdan girip bir baş-kasından çıkıyorsun. Tam bir labirent gibi. Her sanat disiplininde öyle yeni açılan kapı esprisi yok. Ama deneme-de sanki bir koridordan giderken um-madığın kapılar açılıyor, oradan oraya sıçrıyorsun. Dediğin gibi hayatımda da öyle bu.  Nereye gideceğinin belli ol-madığı bir yolculuktur deneme, diye tanım yapabiliriz bunun üzerine kolay-lıkla. Ben deneme iddiasında hiç olma-dım. Hayatım boyunca öykü yazmayı denedim ben. Bunlar da zaten öykü-lerin arasına karışmış denemeler. Bir zamanlar Çetin Altan söz etmişti, öykü deneme diye bir tür var demişti. Bu tür hakikaten de çok gelişmiş ve genişle-miştir. Borges’e onun yazdıklarına ve yapmak istediklerine baktığım zaman kendi yapmak istediğimi onda buldum

meselâ. Poe’da da var bu. Morgue Soka-ğı Cinayeti’nde sanıyorum Poe, meselâ dama ile satranç arasındaki ilişkiden söz eder. Şiir üzerine falan denemele-ri de vardır ama polisiye bir öykünün içinde dama-satranç mukayesesi yapa-rak damayı öne çıkarır meselâ. Çünkü daha az özellikli 16 taşla daha farklı bir strateji oluşturman gerekir. Ben de meselâ çocukluğumdan beri dama ile daha çok vakit geçirmişimdir. Satrancı da öğrendiysem de bir türlü ısınama-dım örneğin. Adı, hamleleri kodlanmış gibi geliyor bana. Hareketler aslında şematiktir dikkatli baktığında. Oysa damada ne olacağı belli olmadan iki kişi daracık bir alanda, benzer veya ta-mamen en basit hareketlerle birbirine üstünlük sağlamaya çalışıyorlar…

Satranç demişken, Nabokov sever mi-sin peki?

Çok severim. Madem konumuz satranç, Stefan Zweig’ı da severim, Nabokov’u da severim. Onlar bırakı-lacak adamlar değil. Ama bak satranç dedik hemen iki tane büyük adamdan söz ettik! Bazen insan farkında olma-dan birilerini takip ediyor, bazen de

birilerini bulup bir araya getiriyorsun yıllar sonra buluşuyorlar. Bunu söyle-mek biraz da ayıp belki, “ben de onun gibi düşünüyorum” demeye çalışmıyo-rum, ama bir şekilde buluyorsun. Bunu nasıl anlatmalıyım. Meselâ bir puro içiyorsun, o kadar değişik bir purodur ve neredeyse kimsenin bulamayacağı, bilmediği bir purodur bu. Sonra bir gün Amerikalı bir yazarı okuyorsun ve Almanya’ya gidip o puroyu buldu-ğunu ve onun hakkında bir şeyler söy-lediğini görüyorsun. Bu rastlantılarla ilgili, o farklı disiplinlerle bir arada dolaşmak gibi sanki. Epigram kullan-mak meselâ. Montaigne’e kadar iniyor meselâ. Horatius’tan, Lucretus’tan epigramlar alır. Bu meselâ Edgar Allen Poe’da tekrarlanıyor, Borges’te artık zirveye çıkıyor… Denemenin güzel tarafı bu aslında bir eve giriyorsun, salondan önce karşına bir küçük oda çıkıyor oraya giriyorsun ve orada bir ses duyuyorsun ve bu sefer o sesin pe-şinden gidiyorsun. Hayatın da aslında böyle bambaşka şeylerle dolu olduğuna inanıyorum. Sürprizlerle dolu geliyor bana. Ama bunun güzel olduğunu ve seni heyecanlandıran ve bir tür güzel

zaman geçirme hikâyesine sokmaları hoşuma gidiyor…

Mehmet Güreli’nin okuyup altını çiz-diği satırları paylaşıyor gibisin. Çoğu zaman tekrar tekrar paylaşıyor, hatırla-tıyorsun adeta…

Beni ayakta tutan yazarları, müzisyen-leri, filmleri, kitapları, okurlarla payla-şıyorum aslında. Bunlar bana iyi geldi, sizlere de iyi gelmesi umuduyla aktarı-yorum bunları diyorum. Okumak biraz da böyle bir şey anlayamadığın kısım-larla da yazarı sevebilirsin ve o sana baş-ka bir şeyler çağrıştırır onun adına ve onunla birlikte düşünmeye başlarsın… Sanki abartıyorum biraz ama okura biraz bunu söylemeye çalışıyorum… Eğer sen yazı yazmaya başlıyorsan ve birileri onu okumaya başlıyorsa artık yabancılık kavramı ortadan kalkıyor sanırım. Bütün kalbini aklını her şeyi açmışsın demektir dünyaya. Öyle yazar-larım var ki, benim başucumda duru-yor ve çok zaman diyorum ki, yahu ben bu cümleyi yazdım, ama bir kere daha yazayım. Çünkü oradan geçmemiş biri-si mutlaka vardır.

(Devamı sayfa 16 - 17’de)

IAN.EdebiyatBu memlekete bir şey oldu...

Ece Temelkuran yeni romanı “Devir’in nasıl ve neden yazdığını an-lattı: “Hatırladığım ilk şey koşan bir kız çocuğu. Niye, nereye, kim, hiçbiri bel-li değil. Ama sekiz yaşında olduğunu biliyorum. Uzun süre bu çocuk koştu kafamda. Sonra merak etmeye başla-dım, “Bu çocuk neden sekiz yaşında?” Çünkü sekiz yaşındayken bana bir şey oldu. Ne? Epey düşündükten sonra an-ladım ki memlekete bir şey oldu zaten. Böylece romanın atmosferi kuruldu.” Hikmet Hükümenoğlu’nun söyleşisi. (Sayfa 2)

SöYlEŞi

İkinci öykü kitabı “Sarı Kahkaha” geçtiğimiz günlerde yayımlandı Mu-rat Özyaşar’ın... Ama biz onu bu ay Doğduğum Yer sayfalarına çağırdık ve bize Diyarbakır’ı anlat, Amed’i anlat dedik. O da bize Diyarbakır Tren İstasyonu’ndan geçen hikâyeler anlattı... Uzayıp giden tren rayları gibi... Diyarbakır’ın Amed’i, Amed’in Diyarbakır’ı nasıl taşıdığını, mahalle-leri ve insanları yazdı... (Sayfa 14 - 15)

Hakan Kaynar bu aydan itibaren Ankara’nın edebiyatını yazacak IAN. Edebiyat’ta. “Tabuttaysa edebiyat röve-şata kaçınılmaz” başlıklı ilk yazısında Kaynar, Ankara’dan üç çok önemli edebiyatçının dünyasına davet ediyor bizi: İlhan Tarus, Sevgi Soysal ve Barış Bıçakçı... Üç kuşaktan, üç yazar, üstelik aynı semtte; Yenişehir’de... (Sayfa 19)

Bir de Medeni Şube olsa...Eteğimdeki Taşlar sayfamızın bu

ayki konuğu “Bir Perişanlık Hali”, “Edep Ya Hu”, “Forbes Cinayetleri” gibi kitaplarıyla tanıdığımız Mehmet Anıl. “Medeni Şube” başlıklı yazısın-da Anıl, “Medeniyet Polisi” projesini ve İhsan Oktay Anar’la geliştirdikleri UBO’yu anlatarak bizim de hislerimi-ze tercüman oluyor (Sayfa 18)

55 yıllık sessizlik ve karmaşa

“Bülbülü Öldürmek” romanının yaza-rı Harper Lee’nin elli yıldan fazla süren sessizliğini bozacağı, “Go Set a Watc-hman” adlı kitabının yankıları sürüyor... Romanı gün ışığına çıkaran Tonya Carter, yazarın, dile getirilen kuşkular karşısında “son derece incinmiş ve aşa-ğılanmış” hissettiğini, güçlü, bağımsız ve bilge bir kadın olan Lee’nin karar alabilme yetisini savunmak zorunda kalmasının değil, uzun zamandır ka-yıp olan romanının keşfinin sevincini yaşamasının gerektiğini söylüyor. Har-per Lee ise 2007’de geçirdiği felcin ar-dından bakımevi desteğiyle yaşamını sürdürüyor. Sanem Sirer Harper Lee hikâyesini değerlendirdi. (Sayfa 7)

Mehmet Güreli, Otoportre

Uzun zamandır yeni bir kitabını bek-liyorduk Altay Öktem’in. Bir geldi pir geldi. “O Adam Babamdı” adlı yeni romanında, bir seri katil anlatısıyla çıktı karşımıza Öktem. Olay yeri ince-leme uzmanımız Aslı Tohumcu, Altay Öktem’i yazı masasının başında suç üstü yakaladı. Oyunbaz Söyleşiler’de bu ayın oyun arkadaşı Altay Öktem oldu. (Sayfa 28)

Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat hikâyemizden söz ederken birinci el-den bilgimiz olduğu için yanlışlana-maz bir gerçeklikten söz etmenin, yıl-lar içerisinde neyin ne olduğuna dair kesinliğe yakın görüşlere ulaştığımızı varsaymanın doğru olmayabileceğini... Nobelli yazar alice Munro’nun edebi-yatını Behçet Çelik inceledi. (Sayfa 6)

Altay öktem’e suçüstü!

Munro’dan sevecen gülüş

Page 2: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 2

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Sadece çocuklar gerçeğin ciğerinden konuşur

Ece Temelkuran: Çünkü sekiz yaşındayken bana bir şey oldu. Ne? Epey düşündükten sonra anladım ki memlekete bir şey oldu zaten. Böylece romanın atmosferi kuruldu. “Devir” ismi ise bir sabaha karşı yataktan fırlayarak bağırdığım bir isim. Mistifiye etmek istemem ama hakikaten uykumdan “Devir!” diye uyandım...

HİKMET HÜKÜMENOĞLU

Güzel bir tesadüf sonucu, Zambra’nın romanının ardından Ece Temelkuran’ın Can Yayınları’ndan çı-kan yeni romanı “Devir”i okudum. Ece Temelkuran, 12 Eylül’ün hemen ön-cesindeki günleri Ankara’da iki küçük çocuğun, Ali’nin ve Ayşe’nin gözünden anlatıyor bize. Kahramanlarımız bir yandan etraflarındaki korkunç olayla-rı anlamaya çalışırken, bir yandan da sadece “yardımcı karakter” olarak kal-mayı reddediyorlar ve kelimenin her anlamıyla gerçek birer kahraman olu-yorlar. Çok acı bir öykünün içinde son derece sevimli bir şekilde...

Bazı romanların işlediği konu o kadar önemlidir ki doğal olarak ön plana çı-kar. “Devir” hakkında konuşurken de devrim ve darbe tarihimizden, sağ-sol çatışmasından ve o günlerin günümüz-deki izdüşümünden bahsetmemek im-kansız. Fakat “Devir” bence sadece bir 12 Eylül romanı değil. Bir yandan 1980 öncesinde toplumun farklı kesimlerin-den bir grup insanın kesişen öyküle-rini anlatırken, bir yandan da kırk yıl evvelinden günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde, bizim, hepimizin beyin MR’ını çeken çok etkileyici bir kitap. Ve tuhaf bir şekilde etkiliyor oku-ru: çoğu yerde gülsem mi, ağlasam mı karar veremiyorsunuz. Bu kadar hassas bir öyküyü banal bir duygu sömürüsü tuzağına düşmeden anlatabilmek çok özenli bir kalem gerektiriyor. Kitap üzerine konuşurken, Ece’yle bilhassa bu bağlamda konuştuk.

Çocuk anlatıcı yazmanın büyük zorluk-ları var. Sen bir değil, iki çocuk anla-tıcıyla yola çıkmışsın. özellikle bu ro-man açısından olayları çocuk gözü ve diliyle anlatmanın avantajları oldu mu?

Çocuk dili “icat” etmek epey zor oldu aslında. Zira böyle bir eksiksiz hatırla-ma mümkün değil. Sözcükleri çok bu-lanık olan bir dönemi aslında yeniden yazıyorsun ve iki ayrı çocuk karakterin sesinin birbirine benzememesi de ge-rekiyor. Kitabı iki kere yazmam gerekti bu yüzden.

Öte yandan, bu romanı ancak çocuk-ların gözünden yazmak mümkün diye düşündüğüm için çocuk karakterlerle yazdım. Tıpkı bugün gibi tek makul olanın o dönemde de çocuk gözü, yalın göz, saf bakış olduğunu düşünüyorum. Makul olandan hızla kopulduğu bir zamanda, bütün sözlerin düşmanlıkla iki ayrı kutba savrulduğu bir zamanda tam ortadan, gerçeğin ciğerinden ko-nuşmak sadece çocuklar aracılığıyla mümkün bence.

Romanı okurken çok dikkatimi çeken, senin de çok altını çizdiğin bir ayrıntı vardı: Çocuklardan biri kokulara, diğe-ri seslere karşı aşırı derecede duyarlı. Bunu sadece anlatımı zenginleştirecek ve anlatıcıları ayrıştıracak bir detay ola-rak mı kullandın yoksa senin için başka bir önemi var mıydı?

Yazarken bir dönemi sadece sesler ve kokularla anlatmak mümkün mü diye düşündüm. Bu yüzden Ali seslere, Ayşe kokulara duyarlı. Hayatı tarifleri de bunlarla. Ses ve koku en eski ve en derin algılar. Bu algıları kandırmak mümkün değil. İlüzyona açık algılar değil. Bir de o dönemi kendim de ha-tırlarken o günleri estetize etmenin an-cak bu şekilde mümkün olabileceğini düşündüm.

Romanın sonlarına doğru, çocuklar birbirlerinin algı yeteneklerini de ka-zanıyor diye düşündüm. Sanki birbir-lerini anladıkça Ayşe sesleri, Ali de kokuları daha iyi kavramaya başlıyor. Gerçekten öyle mi?

Evet, haklısın, romanın sonuna doğ-ru böyle bir dönüşümü vermek istedim. Birbirlerinin duyarlılıklarını edinmeye başlıyorlar hikâyenin sonuna doğru. İki ayrı sınıftan, ayrı dünyadan gelen ço-cuğun birbirine benzemeye başlaması bu. İnsan ilişkisinin en saf hali bu de-ğil midir zaten? Birbirine benzemeye başlar ve sonunda bir olursun. Bu ince izleği fark ettiğin için teşekkür ederim bu arada.

Kendi yazdıklarımla ilgili olarak hep merak ettiğim ama sonra geri dönüp baktığımda bir türlü cevap veremedi-ğim bir sorudur. Bu romanla ilgili ka-fana düşen ilk yağmur damlası neydi --yani fikirler sağanak halini almadan önce? Ne zaman netleşti yazacağın ro-manın Devir olduğu?

Bu kez o damlanın deryaya dönüş-mesini bir harita halinde, bir romanın kalbinin haritası halinde kayıt ettim. Çünkü ben de merak ediyorum bir fikir ya da bir görüntü parçası nasıl oluyor da bir roman evrenine dönüşü-yor. Hatırladığım ilk şey koşan bir kız çocuğu. Niye, nereye, kim, hiçbiri bel-li değil. Ama sekiz yaşında olduğunu biliyorum. Uzun süre bu çocuk koştu kafamda. Sonra merak etmeye başla-dım, “Bu çocuk neden sekiz yaşında?” Çünkü sekiz yaşındayken bana bir şey oldu. Ne? Epey düşündükten sonra anladım ki memlekete bir şey oldu zaten. Böylece romanın atmosferi ku-ruldu. DEVİR ismi ise bir sabaha karşı yataktan fırlayarak bağırdığım bir isim. Mistifiye etmek istemem ama hakika-ten uykumdan “Devir!” diye uyandım. Elbette tam açıklayamayacağım, çünkü çok karmaşık olan bir düğüm noktası var. İnsanları o dönemle ilgili olarak dinlemeye başladığımdaki o his... Hani Münir Özkul gülünce senin içinden ağlamak gelir ya... O his işte. “Devir” aslında o histen çıktı ve galiba o histen müteşekkil oldu.

Yazma sürecinde gazeteci kimliğin, ro-mancı kimliğine müdahale ediyor mu? Yoksa onu kafanın içinde başka bir odaya mı kilitliyorsun?

O kimlik ayrı bir kimlik değil. O da benim. Bu arada, bu cümleyi kurmak yıllarımı aldı, onu itiraf edeyim... Ga-zetecilik benim için sanırım kendinden

önce başlayan bir süreç. Tıpkı yazarlık gibi. Gazeteci olmadan dinlemeyi, me-rak etmeyi öğrendim ben. Tıpkı yazı yazmayı öğrenmeden önce göre göre biriktirmeyi öğrenmem gibi. Büyürken hep anlatıldı bana, farkında olarak ya da olmayarak, benden önceki nesil ya-şadıklarını bana kaydettiler. Öyle bir devir teslim duygusu vardı hep onlar-da. Belki benim dinleme biçimimle ilgili, bilmiyorum. Ama benim gazete-ciliğim de o dinleme biçimiyle ilgidir çoğunlukla. Birçokları gazeteciliği soru sormak diye düşünür, ben ise temelin-de doğru dinlemek olduğunu düşünü-rüm. Doğru şekilde dinlerseniz her in-san en büyük sırrını bile anlatmak ister.

Peki kendini anlattığın öyküye mi kap-tırıyorsun, yoksa kafanda varmak is-tediğin, üzerine durmak istediğin bir nokta belirleyip ona göre mi yolunu çiziyorsun?

Giderek daha az kaptırıyorum hikâyeye. Okurken öyle hissettirebil-mek önemli, ama esas itibarıyla roman taammüden bir tür. Duyguyla ilgili ol-duğu yerler var tabii ama bu haddeden geçmiş, rafine olmuş bir duygu. Zaten büyümek, olgunlaşmak da bununla ilgilidir. Duygularınız azalmaz, biçim alır, estetize olur ve akılla ilişkilerini ku-rarlar. Diyelim ki anneanneyi yazarken epey mimarlık yaptım, ama anneanne-nin Ayşe için okuduğu bir nazar duası var. O duayı icat etmek için evet, duygu gerekiyor. Galiba böyle bir denge işte..

“Devir”i çok sevmemin sebeplerinden biri de sadece çocuk anlatıcıların değil, tüm karakterlerin son derece canlı bi-rer dünyasının olmasıydı. özellikle an-neanne Nejla Hanım ile “kötü” komşu Jale Hanım’ın öyküsü yanı başımızdaki insanların iyiliklerini ve gaddarlıklarını deşmek açısından bence çok etkileyici. Sanki zihninin bir köşesinde hep yaşı-yorlarmış ve kendiliklerinden kâğıda geçivermişler gibi bir hisse kapıldım…

İçimde bir kalabalık var. Ben bile hepsiyle tanışmadım daha. Ama Jale Hanımlar çoktur bende, öfke ile bü-yüttüğüm, gülerek yaşattığım Jale Ha-nımlar. Sevgi Soysal’la bir ortaklığımız var o noktada. O da yıllarca kendisinin Jale Hanım’ı olan Hatice Hanım’a köşe yazıları yazmış. Sanırım bizim gibi ka-dınların ayrı bir haznesi var bu kadın-ları biriktirdiğimiz. Jane Austen’dan bugüne bu Jale Hanımlara kızıyoruz, gülüyoruz, deli oluyoruz biz.

Çok kritik bir dönemi canlandırmanın zorluğunu bir kenara bırakırsak, “De-vir” kurgusu açısından da öyle oturup bir çırpıda yazılabilecek bir roman de-ğil. iç içe geçmiş birkaç öyküyü tempo-yu hiç düşürmeden anlatabilmek çok titiz bir çalışma gerektirmiş olmalı. Na-sıl bir süreçti senin için?

Yazmaktan çok daha fazla okumalı bir dönem. Kurguyu bir zeka gösterisi ola-rak görmem ben, hikâye gerektiriyorsa karışır kurgu, gerektirmiyorsa dümdüz de olabilir. Ama bu roman böyle bir mi-

mariyi hak ediyordu sanırım. Tempoya gelince o bir duygu meselesidir bana göre. O döneme yazar olarak kendin gidebiliyorsan dönemin ritmini içinde yakalayabiliyorsan aktarmayı da başarı-yorsun. Şunu da söylemeliyim, Ankara sokaklarında eşofmanlarla, bazen pi-jamalarla çok yürüdüm. Tek tek her sokakta o gün yürümenin nasıl bir şey olacağını bulmak için. Bazen çocuk adımlarıyla bir yerden bir yere gitme-nin zamanını hesaplayabilmek için. Sanırım bu türden bir deliliği sanattan başka hiçbir şey meşrulaştırmaz. Bilhas-sa bir simitçide sabahın yedisinde bir çocuk gibi konuşmaya çalışırken ani-den sesli konuştuğumu garsonun bana bakışlarından dolayı fark ettiğimi ha-tırlarım. Ama böyle tuhaflıklar olmasa, insan böyle bambaşka bir dünyada ya-şamak zorunda olmasa roman yazmaz-dım herhalde. Roman, en aklı başında delilik türü, bu yüzden seviyorum. Deli olduğuma inanmayacakları kadar akıllı gösteriyor beni.

Romanın iki anlatıcısı, kilit noktalardan birinde, kendi zihinlerinde çocukluk-tan yetişkinliğe geçiyorlar. Bunun için de sembolik olarak sahip oldukları kıy-metli nesnelerden vazgeçiyorlar. Roma-nın içinde onların macerasının nasıl so-nuçlandığını öğreniyoruz. Bugünlerde aşağı yukarı bizim yaşımızda olmalılar. Şu anda nasıl bir hayat yaşıyorlardır sence, nerede ne yapıyorlardır, düşün-dün mü hiç?

Zaten romana önce böyle başladım. Ayşe ve Ali’nin bugünkü halleriyle. Sonra yeniden yazmak zorunda kaldım çünkü Ayşe ve Ali’nin şimdiki hallerini sevmedim. Onları yetişkin insanlar ola-rak sevemedim. Bu garip bir şey ama arkadaşlarım olmazlardı gibi geldi. Uzaktan bakarlardı bana. Garip şeyler anlattığımın farkındayım, ama böyle. Ayşe ile Ali’nin bugünkü halleri o ka-dar da iyi değil. Gülüyorum bunları söylerken.

Kafana silah da dayasam “Şahane bir romancıyım,“ demeyeceğini biliyorum.

Yine de, ilk romanınla kıyaslayacak olsan, “Devir” ile ulaştığın nokta, bir romancı olarak seni mutlu ediyor mu?

Bu aralar kendinden biraz memnun bir romancıyım galiba. Mutluluk diye-mem çünkü yazmanın insanı mutluluk-tan giderek uzaklaştıran bir tarafı var. En azından öteki insanların mutluluk diye tarif ettiği şeyden. Bir başka âleme dahil oluyorsun, bilenlerin bildiği bir alem. Orada çok eğlenceli şeyler yok. Çünkü insanın özüne bakıyorsun. Gö-zünü oraya dikiyorsun. Bu, her şeyi sayı olarak gören matematikçiler gibi yapı-yor seni. Sadece çok az insanın bildiği soyut bir dili konuşmak gibi. Öte yan-dan evet, “Devir” şimdi ölsem başyapı-tım sayılır herhalde.

Romanın en çok sön bölümünden etki-lendim, hatta son zamanlarda okudu-ğum en güzel metinlerden biriydi di-yebilirim. O araba yolculuğu, ağaçtan düşen elmalar, çeşme başında çekilen o fotoğraf, tam olarak neden bilmiyorum ama aklımdan çıkmıyor. iyimser bir son yazmışsın diyemem ama istesen romanı çok daha karamsar bir tonda da bitire-bilirdin ve kimse de sana “Niye böyle?” demezdi. Ama o tarif etmekte zorlandı-ğım karmaşık ruh halini gerçekten çok sevdim. Sen tarif edebiliyor musun ro-manın sonunda kendi ruh halini?

Elma sahnesi Nuri Bilge Ceylan’a göndermedir. Onun elma sahnesi ben-ce bu ülke üzerine söylenmiş en acılı sözlerden biri. Ben kendimce o söze bir cevap vermek istedim. Elmalar sa-dece yuvarlanıp bir köşede birikmiyor, birileri de o birikmiş elmaları görüyor, demek istedim. Romanın ruh hali ise... Nasıl desem? Bu ülkeyle ilgili tarif ede-mediğim bir duygum var. O duyguda bırakmak istedim okuyanı. Bu duyguyu tarif etmek için zaten bu koca kitabı yazmam gerekti, keşke özetleyebilsey-dim ama sanırım yapamam.

Bu aralar kafam insanoğluna dair her zamankinden daha karışık ve Devir’in de buna epey katkısı oldu, çok teşekkür ederim! En basit haliyle söylemem ge-rekirse, ya içimizde bir gram da olsa iyi-lik barındırdığımıza dair inancımı ko-ruyacağım, ya da çaresizce bir kenarda durup insanların birbirini yok edişini izleyeceğim. Elbette bir günüm diğeri-ni tutmuyor. Peki senin günün birinde çabalamaktan vazgeçeceğin, sadece ke-narda durup seyredeceğin bir noktaya geleceğini hissettiğin hiç oluyor mu?

Bence edebiyat bir merhaleden sonra zaten o durup seyretme hali. İnsanın özü diye gördüğün şey her ne ise, o ne kadar zamandan ve dönemin ruhun-dan etkileniyor emin değilim. Yani bu-gün yaşadığımız yenilgiler, kırgınlıklar mı insanın özünde böyle bir bulantı görmeme neden oluyor yoksa hakika-ten öz böyle bir şey mi bilmiyorum, ama bende durup seyretme, daha çok anlamak için daha çok susmak ihtiyacı hissettiriyor. Yüksek sesli cümlelerden giderek daha çok uzaklaşmamın nede-ni budur herhalde.

Bence edebiyat bir merhaleden sonra zaten o durup seyretme hali.

İnsanın özü diye gördüğün şey her ne ise, o ne kadar zamandan ve dönemin

ruhundan etkileniyor emin değilim. Bugün yaşadığımız

yenilgiler, kırgınlıklar mı insanın özünde bulantı görmeme neden oluyor yoksa hakikaten öz böyle

bir şey mi bilmiyorum, ama bende durup seyretme, daha çok anlamak için

daha çok susmak ihtiyacı hissettiriyor.

Ece Temelkuran

Page 3: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 3

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

IBrecht’ın İş Günlüğü’nü okumayı

sürdüredurayım, Amerika’daki göç yıl-larında, sık sık Eisler ile Schönberg’i çarpıştırdığı çarpıyor gözüme.

Canalıcı bir ölçüt geliştirmiş kendin-ce, saplanmış: 37° (yaklaşık) olmalı müziğin ısısı, ona göre: İnsan ölçeğin-de ezgiyi böyle tanımlıyor.

Schönberg’in, adlarını anmasa da Berg’in ve Webern’in müzik felsefele-rini bu derecenin dışında tuttuğunu gizlemiyor Brecht: 1942 Nisanında yazdıklarında insafsız yargılar var. Eisler’in “Bir Yağmuru Betimlemenin Ondört Yolu” coşturmuş, neredeyse bir karşı-tanıt çıkarıyor buradan. Ney-se ki, Temmuz sonu, Eisler’le birlikte Schönberg’in bir konferansını izleme-ye gidiyorlar, 29’u sabahı defterine yaz-dıklarıyla durumu toparlıyor. Herşeyi özetleyen bir cümle: “Neyi anlamadı-ğımızı anlayacak bir eğitimden geçme-miş olmamız sefâletin daniskası”.

Büyük bir kuşa benzetmiş Schönberg’i: Fizyonominin de ötesin-de doğru değil mi? Yerini ve önemini görüyor. Ama insanların bunca ötesin-de bir müziğe soyunmasına, gene de mahut 37° penceresinden eğilmekten caymıyor.

Bu konu, epeydir beni de oyalıyor. Kimseye (ya da pek az kimseye) erişe-bilen (bugün olduğu gibi yarın da) bir şiir, bir yazı, bir yapıt kuruyorsak sözge-limi: Yer’imiz tam neresi?

Bir de, neden yaptığımızı yapmakta bekiniyoruz? (Yanıtını Beckett vermiş-tir: “Bir tek bu geliyor elimden”.).

37° sorunu besbelli bir süre oyalaya-cak zihnimi.

Ama önce, yanıp tutuşuyorum şimdi-den – Eisler’in “Bir Yağmuru Betimle-menin Ondört Yolu” için; tezelden ona erişmeliyim.

Şimdiden, daha dinlemeden!, “Bir Su Masalı”nın repertuvarına girdi, Brecht’in amansız diye tanımladığı o beste – sinematografik yağış görüntü-leri kuşakları üstüne bindirerek düzen-lemiş ses akısını: Dehşet bir bindirme olmalı.

IIGüç belâ ulaşabildim Eisler’in kaydı-

na (1967), sıcağı sıcağına dinledim –

aradığıma, beklediğime değdi: Sımsıkı bir iş. Gelgelelim burada bitmeyecek takip: Şimdi de Joris İvens’in sessiz fil-mi Regen’in (“Yağmur” ) peşine takıl-mak durumundayım, birinin ötekinin aynası olduğunu yeni öğrendim.

Opus 70, “Yağmuru Betimlemenin Ondört Yolu”, Schönberg’e 80. yaş armağanı: 1954’de, “hoca”nın ölü-münden üç yıl sonra gelen gecikmiş bir selâm. 12’56”lik dizide, müzikolog Antje Hinz bir “illüstrasyon’dan çok iz-lenimci bir yaklaşım ağırlığını koyuyor düşüncesinde. Birkaç kez dinlemeden, İvens’in filmini görmeden tartmak ola-naksız bu yargıyı: Görüntülere eşlik etme kaygısı ne kadardı Eisler’de? Bir tür “çeviri” yaptığı söylenir mi, söylene-bilir mi? İlk tanışma bu soruları hemen

harekete geçirdi zihnimde. Piyanonun, flütün (obuanın), yaylıların sözalış bi-çimlerinden işin içine rüzgârın, hava akımlarının da girdiği duygusuna dü-şüncesine kapıldım.

Yağmurun teması belirleyicidir. Boş-lukta görsek bile damlaları, sesin bize erişimi oradan başlar.

İvens, yıllar sonra “Rüzgâr”a döndüy-dü. Yanlış anımsamıyorsam, o olağa-nüstü filmi 1976’da, Marais sinemala-rından birinde izlemiş, tam anlamıyla tersyüz olmuştum. Eisler 1962’de öldü-ğüne göre, o filmi görmüş olamazdı.

IIIİvens’in filmi, bütün lirik gizilgücü

bir yana, bana dilbilimsel bir çözümle-me çalışması gibi gözüktü: Yağmurun

dili nasıl çalışıyor?Anlamak için bakmak, doğru bak-

mak, bakılanı kesit(leme)ler seçerek göstermek gerekir – bunu yapıyor İvens.

Yağmurun diline, lirik gizilgüç üzerin-den eğilmek, sözgelimi cummings’in ünlü dizesi “kimsenin yok yağmurun bile böyle küçük elleri”ndeki gibi eğre-tilemenin olanaklarını seferber etmek-ten geçiyor.

Ötesi için, alıcı-gözü yerleştirmek asıl kaygı merkezi.

Yönetmen, yağmurun gökyüzündeki hareketler eşliğinde hazırlanışından başlangıç damlalarına, sert bir rüzgârın peşisıra hızlanışından yavaş yavaş sö-nüşüne bir zamansal çerçeve kurmuş öncelikle. Kurgu masasında, dış çekim-

lerle iç(eriden) çekimleri harmanlamış.

Yağmurun halleri, çün-kü hamleleri, arklı ölçüler, tempo gerçeklikleri, ataklar ve geriçekilişler içerir: Ön damlaların seyrek ritminden sağanağın göz gözü görmez bulutsuluğuna, karşısında, algı ayarımızı değiştirme-miz gerekir. İvens, geniş açı çekimlerle odaklanmalar arasında mekik dokuyarak süreci katediyor.

Bu, yağmurun nasıl ve nere(ler)de göründüğünü saptamadan gerçekleştirilesi iş değil.

Siyah-beyaz bir filmde, renksiz (renkten yoksun) bir ‘konu’yu, yağmuru ku-şatmak araya perdeler ger-meyi gerektiriyor: Düştüğü koyu zeminler, birikintiler-de oluşan aynasu ekranları, pencere camları, koyu renk giysiler ve şapkalar, bir de olağanüstü koreografi ola-nakları yaratan şemsiyeler… henüz şemsiyelerin simsiyah olduğu bir dönemdeyiz.

Damladan halkaya, oradan oluk oluk aktığı noktalara İvens’te yağmur suları apayrı ivmelerle yükleniyor objekti-fe. Pervazlarda birikip sıra-lanıyorlar. Mazgallara doğru

akınlar düzenliyorlar. Silecekler her seferinde beyaz sayfalar açıyor.

IVRegen’in ilk sessiz versiyonunun öz-

gün kopyası yitmiş. İkinci el kopyalar-dan birinden hareketle restore edilmiş. 1929.

Üç yıl sonra, Lichtreld’in bestesi binmiş görüntülerin üstüne. Burada, yaylılar öne çıkıyor. Neredeyse birebir seslendirme niyeti bana kalırsa zaafını doğurmuş.

Eisler, işte, doğru ayarı tutturmayı bilmiş.

Ama, üç versiyonu izledikten, ara ve-rip yeniden izledikten sonra, gene de sessiz olanını yeğlediğimi fark ediyo-rum.

“YAĞMUR”un ARKASINDAN KONUŞMAKivens, Brecht, Eisler

Enis Batur

Page 4: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 4

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Uyanmak istemiyorum. Çok saçma, aslında zaten uyanığım. Peki, şöyle di-yelim, yarı uyanık halimi bozarak yatak-tan kalkmak istemiyorum.

Kalkmak zorundasın kızım Leman, Ayten’i aramalısın. Bunun için onun fotoğrafının basılı olduğu bir ilan ha-zırlamalı, çoğaltmalı ve dağıtmalısın.

Ne parlak bir fikir ama! Burası bir Amerikan banliyösü olsaydı

bu iyi bir fikir olabilirdi evet; o zaman ilanımı, bahçeli ve illâ ki beyazımsı müstakil evlerle, düzenli bir şekilde kesilmiş çimlerin birleşerek yalancı bir huzuru yansıttığı güzel sokağımızdaki tüm ağaçlara raptiyelerdim. O esnada, aldatıldığını öğrendikten sonra ani bir kararla eşinden ayrılmış, biraz kilolu ve saçtan yana fakir olsa da aslında yakı-şıklı sayılabilecek komşumun dikkatini çeker, ayaküstü konuşmamızın sonun-da belki bir kahve içelim minvalindeki teklifini kabul eder, kayıp kedim -ne za-man ‘benim kedim’ demeye başladım ben Ayten’e, insanın kabullenme hızın-da ne korkutucu bir yan var- sayesinde kendimi yeni bir aşk ihtimalinin ku-cağına bırakırdım. (Emin Yurdakul’u düşünmekten de kurtulurdum belki böylece.) Olumsuz bir olaydan birçok olumlu sonuç çıkararak kedinin acısını kısa sürede gömerdim kalbime. Oysa bu lanet şehirde ancak pis kokulu çöp kutularının üstüne ya da inşaat duvarla-rını zapt etmiş rengârenk afişlerin ara-sında zorlukla bulduğum yerlere ilişti-rebilirim zavallı kayıp ilanımı. Orada da kimse görmez, birkaç gün içinde ya yırtılır, ya da dudaklarını şehvetle büz-müş başka bir şarkıcı bozuntusunun son konserinin nerede olacağını ilan eden zevksiz bir afişin altında kaybo-lurdu.

En iyisi haspanın keyfinin olmasını ve bağıra çağıra doruk noktasına ulaştığı o deli kedi sevişmelerine doyduktan sonra kuyruğunu bacaklarını arasına sıkıştırarak pişmanlıklar içinde dönme-sini beklemek. Bu arada -eğer müm-künse tabii- pek muhterem annemin duvardaki, kaldırmaya bir türlü elimin gitmediği resminden durmaksızın yol-ladığı o üstten bakan, delici, zaman geçtikçe daha bir keskinleşen bakışla-rından etkilenmemeyi başarabilmek.

-“Kızım ben sana yapamayacağını ima falan etmiyorum; açıkça söylüyorum: YAPAMAZSIN!”

Öldü, gene kurtulamadım bakışları-nın o ağrılı, o kuşatıcı tahakkümün-den. Ancak annelerle kızların anlaya-bileceği bir seviyede, bakışlardan örülü bir dili hatmetmiştik birlikte. O zehri içinde, dikenleriyle kanatan dili. Hep bir yetersizlik hissi geçirirdi bana, ne yaparsam yapayım, ne söylersem söy-leyeyim. Tek kaşını biraz kaldırıp iğne-leyici sözlerini o her daim boyalı du-daklarının arasından çıkarmayıversin, küçüldükçe küçülürdüm durduğum yerde. İsteyerek mi böyle davranırdı bilmiyorum. Ama öte yandan, beni sev-mediğini de sanmıyorum. Sevmek saç-ma sapan bir sürü şeyin kılıfıdır nasıl olsa. Aman ne bileyim, o da öyle bir ka-dındı işte. O nedenle annemi kafama çok takmadan ve soğukkanlılığımı ko-ruyarak Ayten’i beklemeliyim. Evet, şu an için yapılacak en iyi şey bu sanırım.

Ben bütün kalbimle inanıyorum ki, sevgili Ayten -çoktan bir arabanın falan altında kalmadıysa- çok geçmeden ken-dinden gençlerle yapılan seksten daha önemli şeyler olduğunun farkına vara-cak (Bunu Emin Yurdakul da bir gün anlayabilecek mi acaba?) ve kendini

tatmin etmeyi saymazsak cinsellik prati-ğinin esamisinin okunmadığı, sükûnet ve huzur kaynağı yuvamıza dönecektir. Hem nereden biliyorum ki çoktan dön-mediğini. Belki gecenin bir yarısı -gü-venlikli bir sitede otursam da tamamen yok olmayan hırsız riskini göze alarak- açtığım ve aralı bıraktığım balkonun kapısından girmiştir içeriye. Evet, ben uyanmayayım diye sessizce, patilerinin ucuna basa basa gelmiştir tabii. Önce korunmasız seksin ve sokaklarda sürt-menin vücudundaki bütün izlerini te-mizlemek için bir duş aldıktan ve bana çektirdikleri yüzünden nedamet alev-lerinde bütün gece yandıktan sonra, günışığıyla birlikte mutfağa geçmiş, kahvaltıyı bile hazırlamıştır. Hatta şu anda, affedilmek için en acıklı suratını takınmış, kahvaltı masasında beni bek-liyordur. Şehvetin tuzlu iksirini içtiği, ilerleyen yaşına rağmen teninin çağrı-sına karşı koyamadığı, genç erkek ke-diler için beni böyle habersizce, korku içinde bırakarak terk ettiği için özürler dilemeye hazırlanıyordur. Tabii, bin bir özenle hazırladığı kahvaltıya başlama-mıştır ben yanına gitmeden, olsa olsa bir kahve içiyordur. Bunca yakıcı seviş-meden sonra insanın boğazı kuruması doğaldır tabii.

Ben ne zaman seviştim en son? Hiç seviştim mi ki ben? Taha’yla yaptıkları-mıza sevişme denebilir miydi? Ya son-raki tek tük, ateşi baştan sönük birkaç maceram? Hepsinden geriye kalan ne oldu -ya da herhangi bir şey oldu mu?- bilmiyorum.

Taha’yla çocuktuk ikimiz de daha. Lise sondaydık ve hangimizin ailesi evde değilse orada buluşup küçük ama ayıp oyunlar oynardık. O acemi harala gürele içinde zevke benzer bir şeyler

duyardım ama yine de bir şeyler ek-sikti. Sanki aldığım, sadece yasak olan bir şeyi yapmış olmanın yarım yamalak zevkiydi, başka bir şey değil. O yüzden onunla birlikteyken sık sık annemin yüzü geliyordu gözümün önüne, o za-manlar daha bir ısırarak öpüyordum Taha’nın titreyen dudaklarını. O da iyice tecrübesizdi canım. Her şeyi be-nim açıklamam gerekiyordu. Küçük ve gerilimli dokunuşları anımsıyorum, uzun ve bitmeyen öpüşleri… Ah evet, o yaşların bitmek bilmeyen sarsak öpüş-leri; nasıl da sıkılır, gene de anneme inat kalkıp gitmezdim.

Biraz da benim ısrarımla ilk kez se-viştiğimiz gece, Taha benden daha çok korkmuştu. O hayhuy içinde bir de onu sakinleştirmem gerekmişti. Birkaç gün için yazlığa gitmiş olan annesinin değerli çarşafları benim yüzümden kir-lenmiş, eğer anlarsa Taha’yı öldürür-müş, şimdi ne yapacakmışız, bilmem ne. Susmuş dudağımı bükmüştüm. O da annem gibi kızardı bana, ‘neden az konuşuyorsun’ diye. Ne bileyim, söyle-yecek çok sözüm yoktu galiba. Hâlâ da yok ya. Herkes gibi, içimde akıp giden sözcükler var benim de; ama birine söy-lemeye değer mi ya da karşımdaki onla-rı duymaya değer mi çoğunlukla karar veremem. Susarım ben de. (Annemi az mı delirtmiştim bu susuşlarımla, belki biraz da duyduğum o inatçı zevkten ha-tıradır, bu sürgit suskunluğum). Ah za-vallı Taha’cık, bütün gece dertlenmiş, ertesi sabah çarşafın bir örneğini bul-mak için dışarı koşmuştu, ben sakince kahvaltımı edip gecenin ne kadar an-lamsız olduğunu düşünürken. Bir de sigara yakmıştım, annesinin buzdolabı-nın üstüne unuttuğu paketinden.

Aklımda hep aynı soru döneniyordu:

Bu muydu yani, bu kadar mıydı? O ilk gecenin kekremsi tadı, içimi bi-

raz acıtarak dürtüyordu. Bir yandan, anneme karşı bir zafer kazanmış du-yuyordum kendimi, öte yandan kıyım kıyım, acıya benzer bir tatsızlık…

Öğlene doğru eve döndüğümde an-nem hâlâ uyuyordu. O sıralarda görüş-tüğü beyefendiyle -evet, böyle tanımlar-dı sevgililerini- geç saate kadar dışarıda kalmış ve sabaha karşı yatmıştı. Tahmin ettiğim gibi evde olmadığımı anlama-mıştı. Aslında anlayabilirdi, bunu göze almıştım. O nerede olduğumu sorup delirirken nasıl susacağımı düşünerek ince ince keyiflenmiştim bile. Ama ruhu bile duymamıştı.

O zamanlar da hissetmiştim: Seviş-mek bunun ötesinde bir şey olmalıydı. Sayıca çok olmayan gönül maceram-dan sonra aynı duygunun o ekşi kalın-tısı olduğu yerde güçlenmiş bir halde duruyor.

Evet, sevişmek başka türlü bir şey ol-malı.

İnsanın omuzlardan başlayarak hafif-lediği, ama aynı zamanda hazzın kes-kin dişlerini hep ensesinde hissettiği bir şey.

Sadece yasak olduğu için zevk alınan bir şey değil yani.

Aman ne bileyim… Belki Ayten’in evi terk etme sebebi de bunu geç de olsa keşfetmiş olmasıdır.

Kim bilir, belki ben de, belki yakında, belki Emin Yurdakul’la…

Tüm endişelerimi bir an için olsun bir yana bırakır gibi olduğumda anne-min, salondaki resminden havalanarak yatak odama kadar ulaşan kahkahalı sesini duyuyorum:

“Açıkça söylüyorum: YAPAMAZ-SIN…”

Yalçın Tosun Bir Novella’nın tefrikası (7)

Annemin çıtçıtlı para çantasıDOĞAN YARICI

Annelerin bir şeyleri bir yerlere sığdır-ma becerisi. Daracık bir alana dünyayı doldurabilmesi, gizleyebilmesi. Kalp-lerinden. Doğuştan bildikleri. Daha şuncacık çocukken. Doğurmadan da anne olabildiklerini henüz sezmeden. Erkek çocukların, hele de Akdeniz ik-limindense bu enikler uşaklar veletler iblisler, bir ömür geçse de çözmeleri, hatta tanımaları bile olanaksız bütün kadınlara yükleyiverdiği annelik güdü-sü, üflediği duası, yapıştırdığı yaftası, yakıştırdığı içgörüsünden.

Yüklüğe yer yataklarını, misafir yor-ganlarını özenle yerleştirir. Büfeye fincanları, bibloları, fotoğrafları kim-seyi kırmadan dizer. Çeyiz sandığında (kızım için der) kendi saf gençliğini ustaca gizler. Kilere tokluğu ve başka kimsenin aklına gelmeyecek yokluğu istifler. Çok az malzemeyle sofralar do-natır. Ömrünü hep başkalarına ait bir boşluğu doldurmakla doldurur. Kendi-ni böyle tamamlar.

Koca ve evlat denilen ömür törpüleri-ni aynı anda büyütüp çekip çevirmeyi, adı evlilik konan günlüğü sayfa sayfa temize çekmeyi, kalan kırıntılarla ken-dine yamalar yapmayı iş edinmişler. Yalnızca geçmişi değil, geleceği de, ve her bir şeyi de, hayatımızın anahtarı olan şu çıtçıtlı para çantasının içine sığdırmışlar.

O çıtçıtlı çanta olmadan asla sokağa çıkmaz. Ne zaman alındığı da bilin-mez, yani sen yokkenden beri vardır o çoktan vardan yoktan. Bir yaşamın içine bir yerlerden girip sürükleniyor-muşsunuzdur beraberce. Hikâyesi ken-dinden menkul bir tekerleme. Belli ki o evde, her şey iki dudağının arasın-daymış bu çıtçıtlı çantanın. İçine doğar doğmaz anlamışsın. Çok bakarsan, mü-hür dudaklı bir eski zaman kadınına da benzetebilirsin.

Babanın mazot kokan aylığı, anne-nin dikişten kazandığı naftalinli hafta-lığı, içine girmesiyle çıkması bir olan o kâğıt ve demir şeyler, kazanmaktan çok ay sonunu nasıl getireceğinin hesabı, hep ondadır. Bazen göğsünde, orada değilse bil ki musaf kesesinde, fakat so-nunda yine o küçük çıtçıtlı çantadadır ev halkının hayatta kalma şıngırtısı. Vermeden sahip olamayacağı uğrak kazançları.

Hiç para yokken bile dolu olduğunu sandığın minik hazine sandığı. İçinde-ki bozuk paradan çok, (son kullanma tarihi geçtiği için mi bozuk?), birbirine sarılıp kucaklaşan iki topuzun çıt ayrı-lışı, çıt tekrar kavuşması. Bu çıt ve çıtlar kimi kısa kimi uzun aralarla duyuldu-ğunda ya pazarlık vardır aranızda ya da ‘fırla şunu al’ durumu. Bu çıtçıt duru-şuyla hep hanım hanımcıktır. Namu-sudur ailenin, hatta sülalenin ve dahi koskoca ülkenin. Fazla da konuşmaz, susacağı yeri biliyor demektir. Bacak bacak üstüne atmış gibi değil mi kız o çıtçıt? Ayol vallahi öyle gibi’dir! Ev içi kanaviçe.

Elbette o namus kumkumalarına en iyi yanıt, böyle çıt çıt oturmaktır, iffe-tine söz söyletme, kutu kutu pense, çıt açılacaksa da bacaklar, kime açılacağını bilmelidir, öğretilir. Sanki mahrem bir şeymiş gibi, hatta tövbe tövbe rahmiy-miş gibi, el çabukluğu marifet hızlıca açılır da içinden ne lazımsa çeker alır,

göze batmadan vereceğini verir alaca-ğını alır da namuslu namuslu hemen kapanır.

Yalnızca bunlar mı? İçin için katlanan kâğıt paralar, iffet namus vesaire, şın-gırtısı utandırmasın diye küçük göze tıkıştırılan bozukluklar mı? O çıtçıtlı çantaya neler sığıdırmaz ki anneler!

Çengelli iğnesiyle ilişmeye her an hazır nazar boncuğu. Sarı matematik defterinden koparılma kâğıda çizikti-rilmiş, on kuruşa sarılmış, tığ işi kese-ciğe Hıdrellez’de hapsolmuş bir dilek, kim bilir nasıl da gizemli ve basit ama gerçekleşmesi çok zor ve imkânsız. Be-reket muskası.

Telli Baba adağı. Kimden kaldığı bi-linmez, neden bu küçük çantanın kü-çücük gözünde durduğu anlaşılmaz (uğur mu?) eski bir ahşap düğme. İETT bileti. Vapur jetonu. Gazete ku-ponu. Emanet makbuzu. Dörde katlan-mış dörtte bir piyango bileti. Çocuk-ların değişen nüfus cüzdanlarından sökülmüş, alınları TC mühürlü eski ve-sikalıklar. Bunların birçoğunun neler olduğunu anlayamayan şaşkın zamane bakışlar.

Hepsi içinde, bak. O çıtçıtlı çantanın daracık içine, içindeki yarı karanlık loş uçuruma, o derin meraka kapılmış kaç çocuk kaldık?

Çünkü bir anneden bir sürü şey is-tenir, fakat sonunda hep bir şey, tek

şey, hep aynı şey istenir... Bizi tekrar doğurması, tekrar tekrar doyurması, ruhumuzu benliğimizi varlığımızı. Bu hayatta bizleyken de yokken de, hep! O içerideyken neler yaşadığını unutu-verdiğimiz, şu dışarıdaki çok zor haya-tımızda yüreğimizi yatıştırması. Dizine yatıversek, alnımıza parmak çekse, içi-miz geçse, ayılsak bir düşünceyle ne-den sonra, yok yere tartışsak onunla, kalbini kırsak kolayca yapışacağını bile-rek yama yama, geride bıraksak çatlak çatlak, özlesek.

Çünkü karnımız ne kadar toksa o kadar eşittik. Çünkü bütüüün o diğerleri kadar biz de mutluyduk. Şimdiyse yediğimizden fazlası bizimse, bütüüün o diğerleri bizden çok daha mutsuzsa.

Eğer şu ıvır kıvır hayatından her an yanında taşıyacağın ıvır zıvır eksiliyor-sa, ıvırın zıvırın teknoloji oluyorsa, gülümseyen kırış kırış bir yüz yatakta sabahları sana doğru büyümüyorsa, zordur zaten ve artık hiç yoktan ve de çoktan yaşlanıyordur hayat!

Zaten ne kalır ki bir insandan geriye eşyadan başka? Aynanın karşısına geçip son kez tıraş olmuş babanın, elektrikli tıraş makinesinde kalmış bir tutam sa-kalı. Annenin mantosunun cebinde ye-tim kalmış çıtçıtlı çantası. Kalakalırsın o an. Kalakalmıştır bütün anlar.

Geri dönsen şu an

her şey değişecekBurada dursan dikilsenher şey gecikecekBuna hayat diyebilirsinŞu ânın geçtiği gibi, geçip giderken

zaman. Bunların tam da içinde hayatın anlamını arayacakken. Bir çıtçıtlı para çantasında yaşadığınla kalacakken.

İçinden bir şey geçer dekendini dışarı atarsın bilmeden bu nedirBelki dudağının altında sıkışıp kalmış bir sözcükDiline dolansa anlayacaksınYa da yürürken selam versen Kuyruklar uzundurçocuklar neşelidir doğuştan Müzikler bulutlar gibirüzgârlı ve değişkenBiraz dip akıntısı biraz kaptanyalpalayarak karşıdasınAdımını attığında gevrek simit kokusuve demini çekmemiş çayBir yanlışlık varRüzgâr sırtındadır terstir akıntılar kıyıdan açığa vuruyordur aklındaki dalgalarYanlış taraftasınKaç ucu varsa bu şehrin kaç yakası varsa iliklediğinhiçbirinde değilsin

İlişirsin bir gölgeyeGölgede beklemektir deBir rastlantıya emanet Acının değişmesidir deTanımadığın biriyleOmuz omuza yürümektir deBuna aşk diyebilirsin

İşte oralardan, vardığın yanlış kı-yılardan meydanlara sürüklenir, var gücünle haykırırsın. O naif çıtçıtlı para çantalarından nasıl oluyor da kaba saba erkek cüzdanları yaratıyor-lar! O şefkat dolu annelerin biricik oğulları, başgöz oldukları biricik kızları nasıl da hırpalıyorlar!

O sevgi dolu annelerin kızlarına nasıl tecavüz edebiliyor öldürebiliyor kesip doğrayabiliyor o sevgi dolu annelerden olma babasının tıpkısının aynısının bir tanesi canısının içi soyunun sopunun devamı evinin direği devletinin bir ta-necik bekâsı aşkla büyümüş sevgi dolu oğlanlar!

Ne kalır ki bir insandan geriye senden başkaNe duygular ne sözlerne seslerne de kalakalışlarKader diyebilirsin bütün bunlaraBir son da verebilirsin

Page 5: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat
Page 6: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 6

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

BEHÇET ÇELİK

Alice Munro’nun öykülerinin çoğun-da öykü kişilerinin hayatlarının uzunca bir bölümü hakkında bir şeyler öğre-niriz. Bununla birlikte öykülerde za-man akışının her zaman düz bir çizgi halinde ilerlediği söylenemez, ileri ya da geri sıçramalar hiç az değildir. Bi-rinci tekil kişinin ağzından anlatılan öykülerde bu sıçramalar çoğu zaman anlatıcıların geçmişten bir şeyler ha-tırlamalarıyla gerçekleşir; üçüncü tekil kişinin ağzından aktarılanlardaysa an-latıcı neredeyse keyfi denecek şekilde başka bir zamana atlayıverir. Bazı öy-külerdeyse zaman açısından sürpriz-lerle karşılaşırız; öykünün anlatıldığı zaman ile olayların geçtiği zamanın çok yakın (neredeyse bitişik) olduğunu düşünerek okuduğumuz bir öykünün sonunda, birdenbire oraya dek oku-duklarımızın uzun zaman önce yaşan-mış olayların hatırlanması olduğunu anlarız. Anlatıcıların sarf ettiği “hatır-ladığım kadarıyla” ya da “o zamanlar” gibi sözler nedeniyle öykü anlatıcısının hatırladıklarını aktardığını baştan bil-diğimiz öykülerde bile Munro zamanla oynamaktan çekinmez. Öykünün so-nunda şimdiki zamana geçer mesela, olaylar (ve yıllar) öykü boyunca hızla ilerlemişken bir yerden sonra akış ya-vaşlar, ayrıntılar keskinleşir. Anlatıcının hatırladıklarını aktardığı aklımızdadır, unutmamışızdır, ama öykünün sonun-daki vurucu ânı, zirve noktasını hatır-lamaktan öte o anda yaşıyor gibi anlat-masını yadırgamayız, biz de o zamana çekilmişizdir, bizim şimdiki zamanımız da sabit kalmamıştır.

Munro’nun öykülerinde zirve noktası meselesi de kimi zaman aldatıcı olabilir. Çarpıcı bir sona, zirve noktasına vardı-ğımızı düşünürken öykünün orada bit-mediğini fark ederiz, devam ediyordur, o olaydan çok sonrasına sıçrar, önceki olayı hatırlatan bir başka durumdan ya da kişiden söz eder. Öykünün zirve noktası sandığımız andaki gerilim tak-vim hesabıyla çok gerilerde kalmıştır, ama öykü anlatıcısı için zaman önceki olaydan sonra durmuş gibidir, bir yanı hâlâ o zamanda, o zamandaki duygula-rındadır. “Amudsen”in sonunda mese-la, “Yine aynı şeyleri hissettim,” diyerek bunun altını çizer anlatıcı.

Hayatta tuhaf, gizemli anlar vardır, olabilecek bir şeyin olmaza döndüğü (tersi de geçerlidir, hiç ummadığımız bir olay gerçekleşiverir ansızın) böylesi anlarda olup bitenler, ya da olmayan, olamayanlar, insanın sonraki hayatını baştan sona değiştirebilir. Bunun far-kına o anda varmayabiliriz, ama bir za-man sonra farkına vardığımızda o an başka türlü yaşansaydı neler olacağını, hayatımızda ve kendimizde nelerin değişeceğini düşünmeden edemeyiz. Munro’nun öykülerinde bu gibi kritik anların önemi genellikle yıllar geçtik-ten sonra, geçmişte kalmış, unutulma-ya yüz tutmuş o zamanları hatırlama-sına vesile olan bir olayın ertesinde idrak edilir. Bu anlarının hayatlarının akışında ne kadar önemli olduğunu şaşkınlıkla fark eder öykü kişileri, ne var ki o anda derinden şunu da hisse-dip sezerler: zamanı geri sarmak müm-kün değildir.

Kırılma ânı fark edildiğinde yaşanan karmaşık duygular (belki dehşet, belki utanç, en çok da şaşkınlık), ışık hızıyla yapılan muhasebe, hayatımız dediğimiz şeye verdiğimiz anlamı sorgulamamı-za, eninde sonunda ömrün bazen bir küçük rastlantıyla, öyle değil de böyle olsaydı’larla, büsbütün başka bir şey olabilecek kadar rastlantısal olduğunu düşünmeye sevk eder bizi. Kafamız, içi-miz karışır bir süre; böylesi anları ak-tarırken Munro zarif birkaç cümleyle sadece yaşamış olduğumuz versiyonun sahici ve bizim olduğunu akıldan çı-karmamamızı tembihler. “Sevgili haya-tımız” diyebileceğimiz sadece yaşamış ve yaşamakta olduğumuzdur. Hatırla-dıklarımızdır; çok zaman eksiktir, unutmuşuzdur bir dolu şeyi, ayrıntıla-rı, duyguları, olayları; silik izler, izlenimler kal-mıştır. Yine de birbirini izleyen yıllar boyunca yaşadıklarımızdan –kâh tekdüze ilerleyen kâh kı-rılma, kesişme anlarında tersine giden, yolundan sapan, bükülen bu çizgi-den– bize dair bir hikâye çıkar. Böylesi hikâyeleri anlatırken Munro’nun sezdirdiği bir olgu da, bu hikâyenin tek yazarının biz olmadığımızdır; iliş-kide olduğumuz başkaları kadar rast-lantılar, şanssızlıklar, boşa çıkan güven-ler, tutulmamış ya da tutamadığımız sözler, vaatler hep birlikte yazmış, var etmiştir bu hikâyeyi, bu hayatı.

İlk anda dağınık gelebilir Munro’nun öyküleri. Anlatıcı sayfalar boyunca an-lattığı olayı bırakıp yıllar sonrasına atlar ya da odaklandığı kişi değişir, bu yeni öykü kişisinin kim olduğunu he-men anlayamayız, ama sayfalar sonra doğrudan ya da dolaylı olarak yolları kesişir öykü kişilerinin. Bir şeyler açık-lık kazanır gibi olur, ama tam anlamıyla net bir sonuçtan söz etmek zordur yine de. Bu flu kalan kısımlar, kimi zaman

hatırlamakta zorluk çekilen olaylar, kimi zaman açık seçik bir nedensellik kurmakta zorlanılan bağlantılar, soru işaretleri, hayretler… hepsi birlikte hayatı oluşturuyordur. Her durumda öykülerin finalinde öykü kişilerinin

“sevgili hayat”ları, bi-linebilir ve bilinemez yanları; akıl yürüterek çözümlenebilecek duy-gu ve davranışların yanı sıra sonsuza dek gizemli kalacak yanlarıyla ortaya konmuş olur. En olma-yacak olaylar bile öykü kurgusunun dağınık ya-pısında sıradan bir olay halini alır – şaşırtıcı olay-ların içindeki sıradanlık ya da sıradan olayların içerisindeki şaşkınlık uyandıran ayrıntılar iç içedir ya da yer değiştirir. Bunda Munro’nun dil ve

anlatımının da etkisi var, anlatımdaki sakinlik, satır aralarından duyurulan “hayat böyle bir şey işte” tesellisi, şaşır-tıcı ya da dehşet uyandırabilecek anlar-da bile belli belirsiz bir güven duygusu yaratır derinlerde.

“Sevgili Hayat”İçerisinde, Munro’nun “hikâye

sayılma[yacağını]” belirttiği dört adet “otobiyografik çalışma”ya da yer verdi-ği “Sevgili Hayat”ta hatırlama, hatıra-lar, geçmişin geçmeyen ya da geçtiği düşünülen yılların ardından yeniden nükseden etkisi hâkim bir izlek. Buna önceki kitaplarında da rastlarız, ama

Munro’nun Nobel Edebiyat Ödülü’nü almadan bir yıl önce yayınladığı bu ki-tapta hatırlama bahsi daha sık karşımı-za çıkıyor.

Bu öykülerin bazısında dikkat çekici bir söyleyiş var: Anlatıcılar geçmişten bir şeyleri naklederken o zamanlar olan biten her şeyi net biçimde hatır-lamadıklarını ifade ediyorlar: “Sığını-lacak Liman”daki şu cümleler mesela: “Teyzem HERHALDE o zaman çatalı-nı alıp yemeğini yemeye başlamıştır.” “Bu lafı HERHALDE evdeki kadın dergilerinden birinde okumuş OLMA-LIYIM.” “Gurur”daki şu cümleler de: “Askerlik için celp gelmiş, ben de çürü-ğe çıkmak için doktora gitmiş OLMA-LIYIM. HİÇ HATIRLAMIYORUM.” “Taşocağı”ndan da şunlar örnek ve-rilebilir: “O YAŞAMI HAYAL MEYAL HATIRLIYORUM. Yani o yaşamın bazı parçaları çok net olarak aklımda ama resmin bütününü oluşturacak bağlan-tılar yok.” Birinci tekil kişinin ağzından anlatılmamakla birlikte, anlatıcının öykü kişisinin bildikleriyle sınırlı bi-çimde anlatmayı yeğlediği “Tren”de de benzer bir belirsizlik, eksik, kısmi hatır-lama hali var: “Ileane’in onun yanına gelmesi ortak istek ve kararla OLMUŞ OLMALI ama belki Jack-son onun niçin koynuna girdiğini pek anlamamış OLABİLİR.” (Alıntılar-daki ‘büyük harfli’ vur-gular eklenmiştir.)

“Göle Bakan Yer” ise doğrudan zihnin sağlıklı-lığına, hatırlamama soru-nuna işaret ederek başlar – bu öykünün sürprizli sonu da bu konuya bağ-lanır. “Doktorun, ‘Şaka ediyor olmalısınız,’ de-mesini bekliyordu. ‘Her-kesinki bulanır ama sizin-ki asla.’” “Maverey’den Ayrılış”ın sonundaysa bir unutma ve peşinden hatırlama ânı var, anlatıcı, öyküyü o andaki hatırlamanın “yersiz bir rahatlama” olduğunu belir-terek bitirir – hafızanın oyunları sade-ce yaşla, yıllarla ilgili değildir, başka nedenlerle de ortaya çıkabilmektedir.

Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat hikâyemizden söz ederken bu konuda birinci elden bilgimiz olduğu için yan-lışlanamaz bir gerçeklikten söz etme-nin, yıllar içerisinde neyin ne olduğuna dair kesinliğe yakın görüşlere ulaştığı-mızı varsaymanın doğru olmayabile-ceğini; bu konuda boşluğa, belirsizlik

alanlarına pay bırakmanın gereğini hatırlatıyor. Bunu mutlak doğrunun bilinemezliğini vurgulamak için yapmı-yor, hayatın aslında böyle bir şey oldu-ğunu, iplerin hiçbir zaman büsbütün elimizde olmadığını, bir ad koyar ya da kendimize ya da başkala-rına hikâye ederken an-lattıklarımızla bazen ke-sişen bazen yakınından geçmeyen başka bir şey olduğunu, olabileceğini aklımızdan çıkarmamızı salık veriyor. Şöyle ya da böyle davranmak gere-kir gibisinden bir yaşam öğüdü de vermiyor Alice Munro, kendi hayatla-rıyla ilgili bildiklerinin ötesinde bir şeyler oldu-ğunu fark eden öykü kişi-lerinin nasıl tutum aldık-larını, neler yaptıklarını anlatmakla, yaşadıkları irkilmeyi, şaşkınlığı göstermekle yeti-niyor. “Sevgili Hayat”taki otobiyografik parçalardan birinin sonunda, çocuk-luğunda yaşadığı çarpıcı, sıra dışı bir ânı ve o an karşılaştığı bir görüntüyü anlatır. Bu görüntünün gerçekliğine,

bu ânın aynen hatırladı-ğı gibi yaşandığına yıllar boyunca süt dişlerinin var olduğuna inandığı kesinlikle inandığını belirttikten sonra ekler: “Bir gün içimde belli be-lirsiz bir delik hissettim ve ondan sonra bir daha o görüntüye inanma-dım.” İçindeki deliğin neyin mecazı olduğuna da değinmez. Yine de bu mecazın kendi hayatına ve hayata dair bildiğini sandığı şeylerin her za-man eksikli olacağını, hiçbir zaman bütünüyle

tamamlanmayacağını öğrenmekle bir ilgisi, bağı olsa gerektir, diye düşüne-biliriz.

Çukurlarını kazmaya devam edenlerGeçmişte olanlara, başa gelenlere kar-

şı alınan tavırları “Gurur”un anlatıcısı ikiye ayırır. Geçmişte yedikleri darbele-rin altından “hiçbir şeyin unutulmadı-ğı” bir yerde yaşadıkları halde kalkabi-lenler ve bunu yapamayanlar. İkinciler şöyle anlatılır öyküde: “Çocuklukların-da kendileri için ne tür çukur kazmaya başlamışlarsa (…) büyüdükleri zaman da kazmaya devam eder, hatta belki fark edilmez diye çukuru büyüttükçe

büyütürler.” Bu girişin ardından anla-tıcı Oneida ismindeki gençliğinden bu yana tanıdığı bir kadından söz ederek sürdürür öyküyü. Gençlikleri 2. Dünya Savaşı yıllarına rastlamıştır, ama öykü-nün sonlarında Oneida e-posta kullan-maktan söz eder bir yerde, anlarız ki yıllar geçmiştir, hayli yaşlanmışlardır; yetmişlerini geçmiş olduklarını düşü-nebiliriz. Hayatları boyunca tuhaf bir çekim olmuştur anlatıcıyla Oneida ara-sında, ama bu çekim adı konmuş bir ilişkiye dönüşmemiştir. Anlatıcı tavşan dudağı olduğu için insanlardan kaç-mış, Oneida’nın yakınlaştığı zaman-larda da belirli bir mesafeyi korumuş, iki kardeş gibi birlikte yaşama önerisi-ni reddetmiştir. Kendi başına yeteceği inancı (gururu?) harekete geçmesine engel olmuştur – çukurunu kazma-yı sürdürmüştür. Öykünün sonunda Oneida’yla birlikte pencereden gör-dükleri, bir kuş havuzunda önce oyun oynayan sonra da sırayla çıkan kokar-caları “kendileriyle gururlanıyor ama alçakgönüllü davranıyor gibiydiler” diyerek tanımlar anlatıcı. Öykünün sonu başına bağlanır burada. Anlatı-cı bu manzarayı gördükten sonra –bu görüntünün etkisiyle– hayatını gözden geçirip anlatmıştır, içine düştükleri çukuru kazmaya devam edenler bahsi de kokarcaların “gururlu ama alçakgö-nüllü” yürüyüşlerinin ardından aklına düşmüştür.

“Corrie”nin sonundaysa yıllar boyun-ca kandırıldığını fark eder Corrie. Bu-nun farkına vardığı ânı Munro şöyle anlatır: “Corrie kalkıp çabucak giyi-niyor, evdeki bütün odaları dolaşarak duvarlara ve mobilyalara bu yeni fikri tanıştırıyor. Her yerde bir boşluk var, en büyük boşluk da göğsünde.” Bu büyük kandırmacayla boşalmış olan o güne dek hayatım dediği şeydir. Ne var ki kandırıldığını fark etmiş olması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. “Başka bir şey için artık çok geç”tir, “böyle sürdürecekler”dir. Geçmişte kalmış bir olay değildir başına gelen, yıllarca sür-müş bir oyundur, yine de bunu devam ettirmeyi seçer Corrie, “Daha kötüsü, çok daha kötüsü olabilirdi,” der. Yalan ve kandırmaca içerse de yaşadıkları ha-yatı olmuştur.

“Tren”in iki kahramanı da “çukurla-rını kazmaya devam etmiş” olanlardan sayılabilirler. Özellikle erkek olan haya-tının kritik anlarında kaçarak sürdür-müştür kazısını. Kadın ise ölümcül bir hastalıkla yüz yüze geldiğinde erkeğe kendi çukurundan söz etme cesaretini bulur, ama bu erkeğin bir kez daha kaç-masına neden olacaktır. “Taşocağı”nın anlatıcısı ise çukurunu ilk kazdığı ânı hatırlamakta zorlanıyordur, yıllar geç-miştir ve o anda ne yaptığını ya da yapmadığını, neden öyle davrandığını bilememektedir. Öbür öykü kişilerin-den farklı olarak bir danışmandan bile yardım alır. Danışmanın telkinleri ken-disinin de yıllardır aklına gelen şeyler-dir. “Mesele mutlu olmaya çalışmaktır,” der danışman. “Ne olursa olsun. Sade-

ce mutlu olmaya çalış. Bunu yapabilirsin. (…) Bunun koşullarla hiç il-gisi yok. Her şeyi olduğu gibi kabullen, o zaman trajedi ortadan kalkar. Ya da hafifler ve sen dünyay-la barışarak yoluna gider-sin.” Yapılacak en doğru şey[in] bu” olduğunu an-latıcı da biliyordur, ama ne yaparsa yapsın, kendi-sine ne söylerse söylesin, geçmişteki o an zihnin-de olanca bulanıklığıyla sürmektedir. Hatırlamak ve unutmak, ikisi de ira-demizle yapacağımız ya

da sakınacağımız şeyler değil. Ne ka-dar çabalasak da unutmak istediğimizi unutamaz, hatırlamak istediğimizi tam anlamıyla hatırlayamayız.

Bu gerilimi de kabullenmeye çağırır Alice Munro’nun öyküleri. Hayatın unutamadıklarımız ve hatırlayamadık-larımızla bir bütün olduğunu, bu bü-tünün içerdiği boşluklar, deliklerle var olduğunu hatırlatır.

Munro’nun öykü kahramanları ço-ğunlukla kadınlardır. Yukarıda değin-diğim “Gurur”un anlatıcısı nadir erkek öykü anlatıcılarından biridir, üstelik o öykünün odağında anlatıcının yanı sıra bir de kadın bulunur. Kadınların ha-yatlarından kesitler, manzaralar sunar Munro. Kanada’nın taşrasında ya da kırsal kesimlerinde geçen yüzyılın orta-larında gençliklerini yaşamış kadınlar olduğu söylenebilir çoğunun. Büyük savaşın, ekonomik zorlukların yanı sıra kadınlar için ayrıca kısıtlı olan yaşam alanlarında kendileri için bir şeyler yapma çabaları anlatılır. Hayatlarında-ki eksiklikler, yaralar, maruz kaldıkları acımasızlıklar, sıkışmışlıklar, boşluk-lar, başlanamamış ya da sürdürüleme-miş yakınlıklar... Buruk bir duygudur Munro’nun öykülerden yayılan, ama o burukluğun yanında, “Nefret, Arka-daşlık, Flört, Aşk, Evlilik”te yer alan “Yüzer Köprü”nün sonunda Jinny’nin hissettiklerine benzer bir duygu da ek-sik değildir.

“Hissettiği şey ağırlığı olmayan bir şef-katti, neredeyse bir kahkaha. Tanınan mühlette bütün yaralarıyla boşlukları-nın hakkından gelen sevecen bir gü-lüşün ıslığı.”

Sevecen bir gülüşün ıslığıAlice Munro öykü kişilerinin hayatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat hikâyemizden söz ederken birinci elden bilgimiz olduğu için yanlışlanamaz bir gerçeklikten söz etmenin, yıllar içerisinde neyin ne olduğuna dair kesinliğe yakın görüşlere ulaştığımızı varsaymanın doğru olmayabileceğini...

ÖZ

N İ

LL

UST

RA

SYO

N: Y

EŞİ

M P

AK

TİN

Munro’nun öykü kahramanları çoğunlukla

kadınlardır. Yukarıda değindiğim “Gurur”un

anlatıcısı nadir erkek öykü anlatıcılarından biridir,

üstelik o öykünün odağında anlatıcının yanı sıra bir de kadın bulunur. Kadınların

hayatlarından kesitler, manzaralar sunar Munro.

Kanada’nın taşrasında ya da kırsal kesimlerinde

geçen yüzyılın ortalarında gençliklerini yaşamış

kadınlar olduğu söylenebilir çoğunun.

Page 7: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 7

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Yazarın kitabı mı, kitabın yazarı mı?“Bülbülü Öldürmek” romanının yazarı Harper Lee’nin elli yıldan fazla süren sessizliğini bozacağı, “Go Set a Watchman” adlı yeni kitabının yankıları sürüyor...

Kitap aslında “Bülbül’ü Öldürmek”ten önce yazılmış olsa da etkileri onunki kadar olacak mı, göreceğiz...

SANEM SİRER

“... İnsanlar genelde neyi görmek is-tiyorlarsa onu görürler, neyi duymak istiyorlarsa onu duyarlar. (...)”1

Geçtiğimiz ayın edebiyat olayı, “Bül-bülü Öldürmek”in yazarı Harper Lee’nin elli yıldan fazla süren sessiz-liğini bozacağı, yeni kitabı “Go Set a Watchman”in Temmuz ayında yayım-lanacağı duyurusuydu. Yirminci yüz-yılın en çok iz bırakan kitaplarından biri olan ve kırk milyondan fazla okura ulaşan “Bülbülü Öldürmek”i kaleme alan ve bugün 89 yaşında olan Harper Lee’nin bunca yıl aradan sonra okur-larına yeni bir kitap sunacağı müjdesi haklı olarak sevinçle karşılandı, yazarı tek eseriyle bunca benimseyen okurlar delice bir coşkuya kapıldı. Haberin du-yulur duyulmaz böyle büyük bir yankı uyandırmasında yıllar içinde dallanıp budaklanmış Harper Lee efsanelerin-den en yaygınının haksız çıktığının sa-nılmasının da payı vardı elbette: Bunca zamandır iddia edilenlere göre Lee, ilk kitabının ardından gördüğü muazzam ilgiyle baş edememiş, önce alkolizme ve sosyal yaşantının gereklerine, son-rasında yaşlılığa ve sağlık sorunlarına teslim olarak nihayetinde, ilk romanın-dan sonra kendi imzasını taşıyacak yeni bir şey yazmamıştı.2

Münzevi yazar yaftasını taşımaları ve on yıllar boyunca kendi köşelerinde yaşamalarıyla sık sık gündeme gelen iki Amerikalı yazardan henüz hayatta olanıydı Harper Lee. Diğer meşhur münzevi, J. D. Salinger, hemen hemen Harper Lee ile eşzamanlı olarak kabu-ğuna çekilmiş, mahremiyetini koru-mak, gölgede kalma tercihinden ödün vermemek için hukuksal yollar da dahil olmak üzere gereken adımları atmak-tan çekinmeyerek yaşamını şekillendir-mişti; ne ki Salinger’ın sağlığında kul-landığı tercihe, ölümünden sonra saygı duyan çıkmadı ve daha önce bu sayfada bahsettiğim yönetmen, senarist, yapım-cı Shane Solerno’nun girişimi başta ol-mak üzere, yazarın “sırlarını” ifşa iddia-sıyla bir kitap, bir de belgesel hazırladı, zamanında çekmeceye tıkılmış öyküler internete düşüverdi, Salinger’ın yaşa-mına dair muammaların Hollywood ya-pımı bir sinema filmiyle aydınlatılacağı duyuruldu. Salinger’ın başına gelenler, tüketim iştahına, eski nimetlerde yeni satış potansiyeli görüldüğü yerde şahsi tercihlerin hiçbir beis duyulmadan çiğ-nendiğine işaretti ve çağın gerçekleri ışığında bu teamül, Harper Lee’nin duyurusunun yarattığı sevincin hemen akabinde gün yüzüne çıkan kuşkuları ortaya koyan sorulara zemin hazırla-mıştı. Kafaları karıştıran temel husus ise, Harper Lee’nin basın ya da yayıne-viyle doğrudan irtibat kurmaması, ese-rine ilişkin müjdeli haberin Lee’nin ve-kalet verdiği avukat Tonya Carter’dan gelmesiydi.

2007 yılında geçirdiği felcin ardın-dan3 görme ve duyma yetilerini hemen hemen kaybettiği söylenen, bakımevi desteğiyle yaşamını sürdüren Harper Lee, neredeyse elli yıldan bu yana ses-sizdi. Bugün, sağlık durumu uyarınca dış dünya ile teması mecburen kısıtlan-mış olsa da kendi isteğiyle kabuğuna çekilmeden önce, bilhassa “Bülbülü Öldürmek”in hemen ardından gelen süreçte basının karşısına geçtiği, uza-tılan mikrofonlara konuştuğu olmuş-tu. Kapsamlı söyleşilerinden sonun-cusunda, 1964 yılında Roy Newquist karşısında Lee, sonraları sıklıkla yanlış yorumlanan bir iddiayı dile getirmiş, tek istediğinin “Güney Alabama’nın Jane Austen’ı olmak,” olduğunu belirt-mişti. Gerek yaşadıkları dönem, gerek de mercek altına aldıkları toplumsal sınıflar göz önünde bulundurulduğun-da bu iki yazarın kıyaslanması oldukça tuhaf sayılırdı, belki de Lee, benzet-meye başvururken Austen’ın sosyal gözlemciliğiyle akrabalık kurmuş ya da ironik bir yorumda bulunmuştu, kim bilir... Ne ki Lee’nin dudaklarından dökülen bu benzetme, yeni bir metin-le okurlarının karşına çıkmayı tercih etmeyerek bu iddiayı havada bırakan yazarı yaşamı boyunca takip edecek, sessizliğe gömüldüğü, yazıyla ilişiğini kestiği yıllarda dahi hakkında yazılan pek çok makalede bağlamından kopuk biçimde yer alacaktı. Malum, endüstri, böylesi yakıştırmalardan haz duyduğu gibi, yazarlar hakkındaki efsaneleri basmakalıp ifadelerle beslemeyi pek severdi.4

Bu iki yazarın özgünlüklerinin tartış-ma götürür yanı yoktu haliyle; araların-daki yegâne benzerlik, Jane Austen’ın da çağın yazarlara reva gördüğü mu-ameleden nasibini alması olabilirdi belki. 2013 yılında, Harper Lee, mah-kemeye başvurarak çocukluğunu ge-çirdiği ve yegâne eserinin geri planına nakşettiği Monroeville’de “Bülbülü Öl-dürmek” logolu hatıralık objeler satışı yapan müzeye dava açmışken İngiltere, Jane Austen’a ait olan eski bir süs eşya-sının kopyalarının müzelerde satışıyla sonuçlanacak bir aidiyet tartışmasıyla kaynamaktaydı. Jane Austen’a ait bir yüzüğün, aile yadigarı olarak kuşaktan kuşağa iletildikten sonra nihayetinde müzayedeye düştüğü ve yüz elli bin İngiliz sterlini karşılığında Amerikalı pop şarkıcısı Kelly Clarkson’ın eline geçtiği duyulmuş, böylesi bir “kültürel

mirasın” ülke dışına çıkacak olması ha-beriyle hararetli tartışmalar kopmuştu. İngiltere kültür bakanı Ed Vaizey’nin devreye girmesiyle bir gümrük yasa-ğı çıkarıldı; akabinde, Clarkson’ın ödediği meblağın müze tarafından karşılanması vesilesiyle yüzük, “ait” olduğu yere, Jane Austen Müzesi’ne alındı. Jane Austen’ın yüzüğü davası, yazarların geride bıraktıkları söz ko-nusu olduğunda gündeme gelen kül-türel miras tartışmaları açısından bir dönüm noktası değildi, ne de olsa yazarın okurlarına henüz takdim edil-memiş bir eserini içermiyordu. Yine de altı çizilen gerçek, Jane Austen’ın öncelikle İngiltere’ye “ait” olduğuy-du, bir “yabancı” onu alıp da ülkesine götüremezdi5 ve elbette ki bugün, bu çağda yazarın kamuya mal olması, ki-şisel eşyadan mezar taşına6 varana de-ğin pek çok şeyin fetiş unsuru haline gelmesi demekti... Jane Austen Müze-si, yüzüğün replikalarını 83.99 İngiliz Sterlini karşılığında satışa çıkardığı-nı duyurduğu sıralarda Harper Lee, Monroeville’deki müzenin “Bülbülü Öldürmek” üzerinden haksız ve izinsiz kazanç sağladığını iddia ederek kita-bın adını taşıyan bardak, giyim ve sair eşyanın müzede satışını engellemeyi başardı. Austen’ın aksine Lee hayattay-dı ve yine o zamanlar hayatta olan kız kardeşi Alice’in yardım ve yönlendir-mesiyle kendi eseri hakkında söz sahibi olduğunu ortaya koymuştu.

Ses ve öfkeHarper Lee’nin yeni bir kitap yayım-

latacağı müjdesi duyulduğunda da ya-zar hayattaydı, fakat kız kardeşinin des-teğinden yoksun kalmıştı ve bu vakada aydınlatılması gereken hususlar mev-cuttu. Yazarın, ileri yaşının ve sağlık durumunun etkisiyle kendi kararlarını almaktan aciz olabileceğine yönelik id-dialar ortaya atıldı, yakınındaki kimi kişilerin onu yönlendirdiği yolunda yorumlar baş gösterdi. Haberin yol aç-tığı ilk sevinç dalgası atlatıldıktan sonra dillendirilen şüphelerde, Lee’nin kız kardeşinin artık yaşamıyor olmasının büyük payı vardı; kimi dostları Lee’nin kendinde olmadığını söylerken kimi-

leri keyfinin gayet yerinde, zihninin berrak olduğunu belirtiyor, çelişkiler ardı ardına beliriyordu. Soruların ya-nıtını verecek yegâne kişi, gözlerden ırak bir bakımevinde, kişisel ve belki de şimdilerde mecburi tercihi uyarınca spotlardan uzak yaşıyor ve dış dünyay-la irtibatını yayımlanacak olan kitabı bulduğunu söyleyen avukatı aracılı-ğıyla kuruyordu. Avukat Tonya Carter, Harper Lee’nin gayet sağlıklı ve olan bitenin bilincinde olduğunu, kitabın yayımlanacak olmasına müthiş sevin-diğini söylese de, tartışma dinmedi. Şüpheleri ortaya atanların yaşa dayalı ayrımcılık gütmekle suçlanması ise, halihazırdaki kaosu iyice derinleştirdi. Yaşanların en hazin yanı, tartışmaların odak noktasına yerleşenin yayımlana-cak olan kitap değil, yazar ve hakkında-ki söylentiler olmasıydı belki de.

Kitapla ilgili ilk haberin yarattığı heyecan biraz yatıştıktan ve ayrıntılar duyurulmaya başladıktan sonra yayı-nevinden bir açıklama geldi: Yayımla-nacak Harper Lee romanı “Go Set a Watchman”, “Bülbülü Öldürmek”ten sonra değil, önce yazılmıştı, fakat Pu-litzerli başyapıtın kahramanlarına odaklanıyordu. Söylenene göre Har-per Lee, 1950’lerde geçen ve “Bülbülü Öldürmek”ten tanıdığımız Scout, Atti-cus, Dill gibi kahramanların ekseninde gelişen romanını zamanında bir yayı-nevine götürmüş, görüştüğü editör-den aynı konuyu 1930’larda, yani kah-ramanların çocuk yaşlarında geçecek şekilde ele alması tavsiyesini duyunca bugün onu şöhrete kavuşturmuş olan metni kaleme almıştı. Kısacası, yayım-lanacak olan metin yeni değil, eskiydi, bunca gürültüyü koparan “Bülbülü Öldürmek”in ilk taslağıydı. Bu ayrıntı işin rengini değiştiriyordu ya, efsaneyi çökertmese bile yine de güzel haberdi, dünya Lee’nin sesini yeniden duymak için çoktan bekleyişe geçmişti.

Lee’nin hukuk işlerini üstlenen Ton-ya Carter, dosyayı yazarın eşyaları ara-sında bulduğunu söylüyordu. Carter’ın dediğine bakılırsa metni birkaç kişiye okutup beğendiren Lee, yayımlanma-sı konusunda onayı vermiş, hatta son derece büyük bir heyecana kapılmış-

tı. Carter, kitabın adını söylerken hata yapınca –‘a watchman’ yerine ‘the watchman’ demişti- Lee’nin kendisini düzelttiğinden tuhaf bir kıvançla bah-sediyordu, öyle ki anekdot, sanki bu müdahale anlatmaya değer bir olağan üstülük taşıyormuş, yazarın kitabın is-minin doğru bilinmesini talep etme-sinin herhangi bir sıra dışılığı varmış gibi bir vurgu içeriyordu. Lee’nin ya-şamı boyunca işlerini takip etmiş olan kız kardeşinin ölümünden bu yana gi-derek yalnızlaşması ve sağlık durumu gibi, doğrudan açıklama yapmayan yahut yapamayan yazarın olan bitenin farkında olup olmadığının sorgulan-masına yol açan unsurlara bir yenisi daha eklenmişti: Dosyayı açığa çıkaran Carter’ın, hem Lee’yi hem de kamuo-yunu etkisi altına alabilecek konumda olması.

Lee’nin editörü Hugh van Dusen’in beyanları, halihazırda karışık olan kafaları iyice bulandırdı: Van Dusen, yayınevinde (Harper Collins) çalışan bazı kişilerce okunmuş olsa da henüz dosyayı görmediğini belirtiyor, Lee’nin sağlık durumunun epey hassas oldu-ğunu onaylıyor ve romanın, herhan-gi bir editörün müdahalesine maruz kalmadan yayımlanacağını söylüyordu. Lee’nin rivayet edildiği gibi münze-vi hayatı sürmediğini, bilakis, sosyal ilişkilerinin huzurevinde dahi gayet güçlü olduğunu ekleyen Van Dusen, yayınevinin yazarla doğrudan temas kurup kurmadığı sorusuna ise şöyle cevap veriyordu: “Bilmiyorum, sanmı-yorum, epey sağır ve gözleri görmü-yor, o yüzden. Ona telefon açmak söz konusu değil, anlatabiliyor muyum? Sanırım bütün ilişkilerimiz Tonya va-sıtasıyla yürütülüyor. Avukatın onu huzurevinde ziyaret etmesi ve Harper Collins şöyle yapacak, böyle yapacak di-yerek onay alması daha kolay. Bu yüz-den kimse onunla görüşmedi, sebep bu. Kendisiyle konuşmanın çok güç olduğu duydum.”7 Van Dusen, beya-nındaki çelişkileri aydınlatmaktan aciz kaldığı söyleşide “Bülbülü Öldürmek”i Amerika satışları üzerinden “Muh-teşem Gatsby” ve Ç”avdar Tarlasında Çocuklar” ile kıyaslamayı da ihmal

etmiyor, Lee’nin romanının bahsi ge-çen diğerlerinden daha yüksek, yılda ortalama yedi yüz ila sekiz yüz binlik bir satış rakamı olduğunu ekliyordu.

Yıllarca saklı kalmış olan romanı gün ışığına çıkaran Tonya Carter, yazarın, dile getirilen kuşkular karşısında “son derece incinmiş ve aşağılanmış” hisset-tiğini, güçlü, bağımsız ve bilge bir ka-dın olan Lee’nin karar alabilme yetisini savunmak zorunda kalmasının değil, uzun zamandır kayıp olan romanının keşfinin sevincini yaşamasının gerekti-ğini söylüyor. Haklıdır belki de... Har-per Lee, eski söyleşilerinden birinde “Bülbülü Öldürmek”ten sonra asla yeni bir kitap yazmayacağını, ilk roma-nıyla eriştiği başarıya erişememekten korktuğunu da belirtmiş zamanında, fakat haberin yarattığı heyecana bakı-lırsa bu ihtimal pek güçlü değil. Birileri baskı adetleri hesaplar, birileri kitap ka-pakları tasarlar, birileri hummalı halkla ilişkiler çalışmaları yürütürken çağın ağırlığını sırtlarında, yahut zihinleri-nin bir kenarında taşıyanların sorma-dan durması mümkün mü peki:

Neden şimdi?

1- Harper lee, Bülbülü öldürmek. Çeviren: Ülker ince.2- lee’ye dair mitolojinin önemli bir parçası, Bülbü-lü öldürmek’in esasen yazarın yakın dostu Truman Capote’nin kaleminden çıkmış olduğu iddiası. Diğer iddia ise, ilk kitabından sonra yazıyla ilişiğinin kesil-diği söylenen Harper lee’nin Capote’nin başyapıtı Soğukkanlılıkla’nın büyük kısmını kaleme aldığı yönünde. Son derece yakın bir dostluk söz konusu olduğu için iki yazarın zaman zaman ortaklaşa çalıştığı, fikir paylaştığı biliniyor, ancak bu ikinci iddia da, sıkça dillendirilmesine rağmen kanıtlanmış değil. 3- lee, kameraların karşısına son defa 2007 yılında, felç geçirmeden önce çıkmış ve George W. Bush’un elinden ABD özgürlük Nişanı almıştır.4- Bahis konusu basmakalıp ifadeler konusunda en bas-kın örnek, ölümünden sonra Batı’da yaşamına dair türlü rivayetle efsaneleştirilen Roberto Bolaño. Bolaño, talihsiz bir biçimde ve abes bir benzetmeyle hâlen sık sık, “latin Amerika Edebiyatının Kurt Cobain’i” olarak anılmakta.5- Benzer bir aidiyet tartışması, yılan hikâyesine dönen Kafka’nın elyazmaları hususunda da gelişmişti. Ayrıntılar için bkz. “Boşluğa Bakmak,” istanbul Art News, Edebiyat, Ocak 2014.6- Twain’in mezarının başında asılı olan ve geçtiğimiz yı-lın son günlerinde çalınan plaketin bulunması için Elmira polisi, şüphelinin arkadaşlarından birini muhbirliğe ikna ederek dinleme cihazlarıyla donatmış, alengirli bir kova-lamacanın ardından plakete ulaşmayı başarmış ve olayı bir basın konferansı ile dünyaya duyurmayı ihmal etmemiş. Kendi halinde bir kasaba olan Elmira’nın polis birimlerinin adi bir suçu aydınlatmak için FBI’ı kıskandıracak metotlar kullanması, en az mezar soyguncusunun girişimi kadar an-lamsız – yahut, bir başka bakış açısıyla, Twain’in mizahına yakışır türden.7- The Vulture, 3 Şubat 2015. “Harper lee’s Editor on the New Book, Which He Only learned About ‘Yesterday.’”

Harper lee

Page 8: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 8

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

ödevini yapmış yazar“Aksi Gibi”, bugünlerde, hayatımızda olanı biteni, “tüm hakikatiyle” kâğıda döken, hâlimizi saptayan kitaplardan biri; şehir hayatının ortak tecrübelerinden geçenlerin

içinden tanıdıkları, ama belki bilinç düzeyinde fark etmedikleri, adını koymadıkları, kelimelere dökmedikleri durumlar var; Pınar Öğünç bunları havada yakalamış, kristalleştirmiş, adını koymuş ve kâğıda dökmüş.

ARMAĞAN EKİCİ[email protected]

Aldous Huxley, “Trajedi ve Hakika-tin Tümü” başlıklı denemesinde, çok az yazarın bize “hakikatin tümü”nü vermeyi başarabildiğini, Homeros’un bunlardan biri olduğunu söyler. Verdi-ği örnekte, Odysseus ve yoldaşları, altı arkadaşlarının çığlık çığlığa, yardım isteyerek deniz canavarı Skylla’nın ma-ğarasına çekilip canavara yem olmala-rını görürler; tüm deniz seyahatlerinde gördükleri en içler acısı manzaradır bu. Tehlikeden kurtulunca kıyıya çı-kar, oturup ağlarlar. Huxley’ye göre incelik şuradadır: oturup ağlarlar ama, önce güzelce bir karınlarını doyurur-lar. Huxley, başka şairlere kalsa insan-ları hemen ağlamaya oturtacaklarını, Homeros’un ise –bu hakikat ne kadar tatsız da olsa– açlığın yastan daha acil bir duygu olduğunu bildiğini ve bunu olduğu gibi söylediğini yazar, bunu “ha-kikatin tümü”nü anlatmanın bir örneği olarak görür.

Pınar Öğünç’ün “Aksi Gibi”si, haki-katin tümünü anlatmak için gündelik hayata mercekle bakmanın ustaca ör-neklerini içeren bir kitap; benim için son zamanların önemli edebi sürprizle-rinden biri oldu. Kitabın hacmi küçük; 120 sayfaya yayılmış 19 kısa öyküden oluşuyor; kitap kısa da olsa, öykülerde-ki hayat, dil, mizah incelikleri okuru tekrar okumaya davet ediyor.

“Aksi Gibi”, bugünlerde, hayatımızda olanı biteni, “tüm hakikatiyle” kâğıda döken, hâlimizi saptayan kitaplardan biri; şehir hayatının ortak tecrübele-rinden (bir apartmanın değişik kat-larında yaşamak, aileyi bırakıp başka şehre taşınmak, tatil beldelerindeki, hayatlarını turistlere göre “oynamaya” başlamış yerli halk, Kürt göçmenler ve yerli-yabancı turistler arasındaki yeni dinamikler, inşaata ve giysi satmaya yö-nelik yeni hayat düzeni...) geçenlerin içinden tanıdıkları, ama belki bilinç düzeyinde farketmedikleri, adını koy-madıkları, kelimelere dökmedikleri durumlar var; Pınar Öğünç bunları ha-vada yakalamış, kristalleştirmiş, adını koymuş ve kâğıda dökmüş. Yalnızca bu yönüyle bile, edebiyat meraklısı olmasa da hayata dikkatle, hafifçe de bıyık al-tından gülerek bakmak isteyenlerin se-veceği türden bir kitap bu, ayrıca yıllar sonra, bugünün hâllerine kayıt düşmüş olmasıyla bir belge niteliği taşıyacağını düşünüyorum.

Bahâ Toven, Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşamış, imzasını hayran olduğu besteciye atıfla “B. Toven” diye atabilmek için Toven soyadını almış bir dilbilimci. İlk baskı-sını 1912’de, ikinci baskısını 1924’te ya-yımladığı “Yeni Türkçe Lugat”, bugün de dönemi, dilin gelişimini araştırmak isteyenler için önemli bir kaynak. Söz-lüğün ikinci baskısına yazdığı sunuş yazısında “maksadımız”, der, “dilleri-mizde dolaşan şu yeni kelimeleri hem bir yere kaydetmek, hem lisanımızda bulunan yerli yabancı bütün kelimâtı ihtiva eden biraz işe yarar bir kitapcağı-za vücut vermek ve gittikçe sadeleşerek güzelleşen Türkçemize de bu suretle olsun pek naçiz bir hıdmet görmekten ibarettir.” Bu satırlardan doksan yıl

sonra, Türkiye yine hızla değişen bir kültür, iktisat ve siyaset ortamında, çok genç bir nüfusun yarattığı büyük bir hareketlilik içinde; bugün de, o günkü gibi, bazen biz farketmezken, dilimize birçok yeni kelime, kavram giriveriyor. “Aksi Gibi”, son on-onbeş yıl içinde or-taya çıkan, konuşma dilinde ve basında çoktan yerleşen pek çok yeni kavram ve argo tabiri basılı, edebi bir eser for-munda ilk defa kayda geçiren kitaplar-dan biri; örneğin, kitapta “pembe do-mates”, “TOKİ’ler”, “farklı AVM’lerde şubesi olan güzellik merkezi” ve “kezo gibi” giyinmek var.

Kitabın bugünkü hayatımızla nasıl içi-çe geçtiğini, Şubatın ortası itibariyle yaşa-dığımız sarsıcı olaylar da tekrar kafamıza kaktı. Kitabın çıkma-sından çok kısa süre sonra, Özgecan Aslan cinayetinin ardından Twitter’da #sendeanlat başlığı altında kadınlar hayatları boyunca yaşa-dıkları taciz, şiddet, cinsel çıkar elde etme amaçlı tehditleri anlat-tılar. Ben, bu işleri, ne-ler olduğunu bildiğimi zannederken, aslında sorunun düşündüğümden, sandığımdan çok daha derin olduğu-nu, bazıları en yakınımdaki insanların başlarına gelenleri yıllarca içlerine at-tıklarını, sürekli gördüğüm kadınların

aslında her an belli etmedikleri bir tedirginlik içinde yaşadıklarını öğren-dim. Tek bir gün içinde öğrendiklerim, dünyaya, çevreme, kendime bakışımda birşeyleri yerinden oynattı. Kitaptaki “Sokak kasları” öyküsü tam bu konuyla doğrudan doğruya ilgili.

Mesele, yalnızca okurların kendile-rini bulacağı bir kitap yazmış olmak değil tabii. Ustalığın en ilginç türle-rinden biri, kendini saklayabilen us-talık: doğal, kendiliğinden, kolayca

yapılıvermiş gibi görü-nen işlerin de aslında düpedüz bir “iş” oldu-ğunu, bunu yaparken de kelimeleri seçmek, sıralamak, sıralarını değiştirmek, kelimele-rin kitaptaki ve kitapta olmayan başka kelime-lerle ilişkileri üzerine düşünmek gerektiğini bazen unutabiliyoruz.

Pınar Öğünç, bugü-nün hayatını, bugünün gerçekliğini kâğıda dö-kerken, ilginç bir den-ge oyununa girişmiş. Yukarıda andığım, “edebiyatsevmez”, işin teknik yönü karşısında

naif, ama günlük hayata dikkatle bak-mayı seven bir okur kitaptan büyük keyif alabilir – olsa olsa, bazı öykülerde “anlatıcının tam olarak kim olduğu” sorusuna dikkat etmesi gerekecektir. İşin teknik yönlerinin farkında olanlar

için ise Öğünç’ün başka oyunları var: bir-iki noktada, hiç kitabiliğe, referans vermeye girmeden, öykünün içine yer-leştirilmiş ve orada hiç yabancılık çek-meyen unsurları kullanarak, bunların tabii ki Sait Faik’ten, Oğuz Atay’dan, Gogol’dan sonra yazılmakta olduğu-nun farkında olduğunu hissettirir gibi göz kırpıyor; binlerce yıllık birikimin üzerine birkaç sayfa daha eklemeden önce ödevini yaptığını, bu yazarlar-dan alacaklarını aldıktan sonra kendi dilini, kendi dünyasını kurabildiğini söylüyor gibi. Bu, sürekli olarak başka kitaplardan bahseden postmodern an-latı tekniklerinden çok farklı bir teknik – gösteriş için gözümüze sokulmanın aksine, ancak görmek istiyorsanız gö-receğiniz ölçüde metnin içinde kaybol-muş incelikler bunlar. Öğünç’ün kitabi referans vermemesinin tek bir istisnası var; kitabın içeriği üzerine az söz söyle-mek istediğim için, daha fazla ayrıntı vermeden, sizi kitaptaki “Bülent Ersoy Taklidi” başlıklı hikâyeye yönlendiriyo-rum. İstisnai olarak, bu hikâye, işte bu meseleye tam cepheden girişiyor.

Nassim Nicholas Taleb’i iktisat tar-tışmalarını takip edenler duymuştur, “risk” meselesi üzerine görüşleriyle dikkat çeken, yaygın kabul gören pek çok görüşe epey keskin bir dille karşı çıkan bir yazar ve akademisyen, bizzat piyasada çalıştığı bir “alsatçılık” geç-mişi de var. Son kitabı “Antifragile”da andığı fikirlerden biri, benim de yıllar-dır uyguladığım kurallardan: bir kitap, diyelim ki, on yıldır satıştaysa, büyük ihtimal on yıl sonra da satışta olacaktır.

Bin yıldır okunuyorsa, büyük olasılıkla, bin yıl sonra da okunacaktır. Bir aydır çok adı duyuluyorsa, büyük olasılıkla...

Bu yüzden, özellikle aniden popüler olan işlere temkinle yaklaştığım, “hele bir dursun, eğer on yıl sonra da adı ge-çiyorsa o zaman ilgilenirim” dediğim çok oluyor; bir-iki yıl sonra unutulup unutulmayacağını henüz bilmediğim bir işe ayıracağım zamanı elli yıl, yüz yıl, bin yıl testini geçmiş, ama henüz be-nim okuyamadığım-dinleyemediğim iş-lere yatırmak bana daha makul geliyor.

Son yıllarda “adı duyulan” yeni ro-manlardan, öykülerden örnekler okuduğum zaman, en sık kapıldığım hislerden biri, yazarların “ödevlerini yapmamış” oldukları, yapmaya çalıştık-larının kendilerinden yıllarca önce çok daha iyi yapılmış olduğunun farkında olmadıkları, ya da insanların binlerce yıldır kelimeleri seçmek, sıralamak, ifa-de etmek meseleleri üzerine kafa pat-latmış olduklarını bilmeden ya da unu-tarak yazdıkları hissi. Pınar Öğünç’ün bu kitabı, ise, tam tersine, ödevini yapmış, bu işi geçmişte daha iyi yapmış olanları çalışmış bir kitap. Geçmişin yükü altında boğulma sınavından da geçerek kendi katkısını getirebilmiş, kendi sesini bulabilmiş bir yazarın kita-bı. Bugünü büyük bir keskinlikle anla-tırken, yüzyılların edebiyat geleneğine de eklemlenebilmiş olmasıyla, bugünü ve geçmişi biraraya getiriyor. Yukarıda andığım ilke uyarınca, bu işlerde bü-yük konuşmamak gerek tabii; ama ben bu bileşimin, “Aksi Gibi’ye kalıcılık ka-zandıracağını düşünüyorum.

2015 yılı itibariyle konuşursak, Nâzım Hikmet orijinli Mavi Gözlü Dev ve Rüştü Onur / Muzaffer Tayyip Uslu, kısmen de Behçet Necatigil’i ele alan Kelebeğin Rüyası haricinde şairlere pek itibar etmemiştir Türk Sineması. Buruk Acı adlı filmin temasını oluştu-ran şarkının altında söz yazarı olarak Sennur Sezer’in imzasının geçmesi ise yüreklere su serper.

Oysa Orhan Veli / Nahit Hanım aş-kını ortaya oturtan bir Garip Hareketi ya da Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, Necip Fazıl’ın hüzün/marjinallik/trajedi ba-rındıran hayatları senaristlere ilham kaynağı olmalıydı çoktan.

İyi kotarılmış bir Nilgün Marmara filminin ses getirmeyeceği söylene-bilir mi? Haydi diyelim, bunlar fazla popülist veya güncel veya yakın tarih: O zaman bir Tevfik Fikret senaryosu için ne durur kalemşorlar? Yahut bir Asaf Hâlet Çelebi, bir Yahya Kemal se-naryosu onların gözünde kâğıt israfı mıdır?

TRT bile Yedi Güzel Adam dizisiyle Türk edebiyatında önemli yerleri olan Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Ali Kutlay, Nuri Pakdil, Alâeddin Özdenö-ren üzerinden bu alana yeşil ışık yaka-biliyor.

Belki de işin özü, çoğu şairin yaşadık-larının olağanlığı, bu olağanlığı nor-mal karşılayışları, müdahil olma riskin-den çekinmeleri, asıl önemlisi çılgın ve cesur davranmamaları. Bu vesileyle de senaristlere ilham kaynağı olamıyorlar.

Şairin ruhunda isyan, muhalefet, du-ruş vs aramayı incelikle bir yana ayırır-sak, o klasik, bayağı deyişle ‘ruhta fırtı-na kopma’ olayı yok demek ki.

‘Vay be, nasıl bir hayat bu’ dedirtecek şair kalmadı mı buralarda?

Bunun da mı suçlusu hükümet, dev-let, rejim?

İçi çürümüş şairlerden, senaristler-den bıkan okurlar bir gün çektikleri bu eziyeti senaryoya dökerlerse kapalı gişe oynar o filmler. Kapıda durur, bizi de sokmazlar salona.

ilk şiir sergim

Kabataş Erkek Lisesi’nde okurken en yakın sınıf arkadaşlarımdan biri Ahmet Süha Çalkıvik’ti. Sonraları üniversitede eğitim görevlisi olduğunu duydum; bir de sesi NTV program tanıtımlarında dönüp durdu.

Daha o zamanlardan meraklıydı ti-yatroya Ahmet. Beni Ferhan Şensoy’a, Ortaoyuncular’a götüren de odur. Kü-çük Sahne’de Nöbetçi Tiyatro adını verdiği, gençlerden oluşan ekibe ho-calık yapıyordu Şensoy. Yıl yanılmıyor-sam 1981. Biz Ahmet’le henüz 17 ci-varlarında ergeniz. Dışarıda darbe diz boyuyken Şensoy, Şahları da Vururlar’ı sahneliyor.

Ahmet, Nöbetçi Tiyatro kadrosunda. Galiba da pek başarılı değil ki hocanın onunla ilgilendiğini görmüyor, bir kö-şeden provaları / dersleri izliyorum. Kimse bana “burada ne işin var” ya da “kalk, aramıza katıl” demiyor. Ama

alışmış durumdalar varlığıma. Her ders oradayım. Salonda en arka sırada çö-küp bir koltuğa, pürdikkat dinliyorum anlatılanları. Bir gün sordum Ahmet’e:

-Ben burada şiir sergisi açsam, renkli kartonlara şiirlerimi yazıp fuayeye as-sam – izin verir mi Ferhan Abi?

Ahmet ‘bilemiyorum’ manasıyla bi-raz da tedirgin alt dudağını bükerken sorumu duyan başta Rasim Öztekin ve diğer Nöbetçiler şüpheyle bana baktı-lar. Nedeni basit: Ferhan Abi iyi hoş da, aksi. Tersi kötü.

Ertesi ders tüm cesaretimi toplayıp, fuayede hocanın tiyatroya gelmesini beklemeye koyuldum. Demeye kalma-dı, bir hışım, zıpkın gibi girdi içeri. He-men fırlayıp önüne dikildim:

-Hocam, dedim, ben şiir yazıyorum ve burada bir sergi açmak istiyorum..

Cümlenin gerisini getiremedim; he-yecandan ağzım kurumuştu; sustum. Şöyle bir dik dik baktı yüzüme ‘sen de kimsin’ gibisinden ve:

-Allah Allah kardeşim, bunu neden soruyorsun bana? deyip daldı salona – gözden kayboldu.

Ret mi etti, ‘burası hepimizin’ mesa-jıyla onay mı verdi, ‘şiirin tiyatroda yeri ne’ mi demek istedi – kararsız kaldım.

İfadesinde çözemediğim anlamın sağlamasını almanın tek ihtimalini değerlendirdim ben de. Haftasına kal-madan hazırladım şiir afişlerini, gidip Küçük Sahne’nin fuayesine astım.

Hoca okudu mu / okumadı mı bilmi-yorum ama bir süre asılı kaldı şiirlerim orada. Seyirciler okurken kendimi ta-

nıtmadan uzaktan gizli gizli seyrettim onları. 17 yaş için büyük, kocaman bir hazdı.

80’lerde ‘afişe çıkma’nın bu türlüsü-nü de ben yaşamış sayıldım.

yalnızlık dünyada bahtiyar

‘Üç kişilik yatak arıyorum: Yeryüzü, gökyüzü, bir de ben.. Uyumak için’ diye twit attım bir gün. Hiçbir kötü amacım yoktu. Hatta hiçbir iyi amacım da yoktu. Hayatın hoşgörüsüne sığınıp biraz sosyalleşeyim arzusundaydım. Yanıt gecikmedi: “Ortak rüya sahiple-rinin yan yana uyuması hayra alamet değildir.”

Yanıtı veren elbette bendim. Sahte hesap açıp geceye yazdım bunu. Kimse görüp okumadı.

-Uygarlıktan nefret ediyorum; moder-nizm bana yeter, diyen bir sevgili edin-mediğim için dua etmek istedim. Dua bilmediğimi hatırlayıp bahtiyar oldum.

uyuşturucunun faydaları

İnsan israfı yapmadan var olmayı becerebilir miyiz ki acaba / insan ta-sarrufu da mümkün böylelikle. Zaman biriktirebilen yabancılar tanımayı düşlerdim gençken. İmgesel de değil. Gerçekten zamanı biriktirebilen, ge-rektiğinde de biriken zamanı çıkartıp yerinde kullanan yabancılar.

Boşlukta zerre kadar bir gezegende kendisine sanat, tanrı, bilim ve siya-set yarattığını sanan ilkel bir canlının

içler acısı komedisinin tezahür ettiği zamanlar.

Korunmalı, beslenmeli, isterse üre-meli ama geri kalanında kimseyi ra-hatsız etmeden eğlenmeliydi bu ilkel canlı. Kısa ömrünün başka bir önemi yoktu.

Tabiatın müptelasıyım diye bağıra-bilmeliydi mesela. Salgına dönüşmüş Alzheimer nedeniyle tarih ve arke-oloji okuyorduk. Geçmişi unutmak korkusu geçmişten daha tehlikeliydi artık. Tabularımız arttıkça birbirimi-ze daha fazla benzemeye başlamıştık. Bütün bunlar benim hiç umurumda değil diye bağırabilmeliydi o ilkel canlı mesela.

Akıl, sıkıntıydı. Akıl, muhasebe ka-yıtlarına geçirilemiyordu. Aklın ekono-misi, aklın iğdişi, aklın kumarı yaratıla-mıyordu. Akıl bir yere kadardı ve bu, o ilkel canlıyı fazlasıyla rahatsız ediyordu.

Gel zaman git zaman, biriktirileme-yen zaman yüzünden kara deliklere inanır olduk. Siyahı en zarif renk bel-lememizin altında uzayın karanlığına duyduğumuz şüphe ve endişenin yat-tığını sır misali saklamamızı birilerine açıklamamıza gerek kalmadı. Ketumlu-ğu mütevazılıkla karıştırdılar. Cehaleti doğallıkla bir tuttular.

Dünyanın güneşin, bir de kendi et-rafında döndüğünü bilmek her şeye, kosmosa yeter sanıldı. Yetmediğini ileri sürenler felsefeyi icat ettiler başka der-dimiz yokmuş gibi. Sil baştan başladık zekâya durup dururken. Çemberin hik-meti işte! Dön baba dön!

şairlerin film işgalleri Laf Kumpanyasıküçük iskender

Pınar öğünç

Page 9: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 9

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Ahmet Erhan: Şiirin oğlu“Burada Gömülüdür” Ahmet Erhan’ın doğum günü olan 8 Şubat’ta yayımlandı. Bütün şiirleri şimdi 1200 sayfaya yakın iki cilt olarak yeniden açılmayı, okunmayı

bekliyor. Aynı zamanda genç bir devrimcinin, uyumsuzun, şairin hatıra defteri diye de okunabilir. Ama yalnızca bir hatıra defteri değildir okuyacağınız...

HAYDAR ERGÜLEN

Ahmet Erhan için yazılabilecek ne çok şey var. Bir dönemi, bir aralığı, bir alacakaranlığı adeta tek başına temsil eden, şiiriyle üstlenen ve hayatıyla öde-yen bir şair, bir arkadaş, bir devrimci, bir nihilist, bir anarşist, bir yalnız, bir mahcup, bir aşık, bir derviş, bir yurt-sever, bir genç ve nihayet bir çocuk için ayrı ayrı yazılacak çok şey var. Ve bunları sayarken de benim unuttuğum daha pek çok Ahmet Erhan var elbette, onların da bazıları yazılmış, bazıları ya-zılmayı beklemektedir.

Ahmet’in şiirinin ikliminden sözcük-lerinin rengine, kalıcı ve güncel olanı aynı yoğunlukla şiirleştirmesine, söy-leyiş rahatlığının ardındaki büyük hu-zursuzluğa, kendi yaz(g)ısıyla ülkenin yazgısını ayırt etmeyi düşünmeden ka-ranlığı göze almasına, ve yine ne tuhaf bu şiirlerde okura şiir payını daha çok bırakırken, onun keder payını alabildi-ğine üstlenmesi gibi, aklıma ilk gelen pek çok şey de Ahmet Erhan ve şiiri için tartışılabilecek, değerlendirilebi-lecek imkanlar olabilir.

Arkadaşlarının Ahmet Erhan’ıTabii bir de arkadaşlarının Ahmet

Erhan’ı var ki, doğrusu bu yazıya ilk se-bep de odur. Ahmet Erhan her şeyden önce arkadaşımdı, ‘şair’ler diyorum, daha iyi anlaşılsın diye yazacağım şey-ler, arkadaşlığa düşkündür, ya şair olur olmaz arkadaş olurlar ya da arkadaşla-rını bulunca şair olurlar, yani şiir için arkadaşlık şarttır. Bu cümlenin ikinci yarısına gelince, o sanırım ilk yarısın-dan daha çok bilinen şeydir, şairler dö-ğüşürler. Demek ki arkadaşlığın içinde bu da vardır ve tıpkı sevmek gibi döğüş-mek de yakınlığa, samimiyete ilişkin bir duygu sayılır. Böylece ben de klişe üre-timini beslemiş, desteklemiş oluyorum bu cümlelerle.

Arkadaşlığın iki başkenti varsa biri şiirdir elbette, ikincisi ise bir zamanlar Ankara’dır. 80 öncesi Ankara’dır diye-lim, ki bundan geniş zamanlar anlaşıl-sın ve Ankara’nın da geniş zamanlı bir kent olduğu hiç olmazsa bu vesileyle hatırlansın. Ahmet ‘arkadaşlık kuşağı’ dediğim o genç şair adaylarının en kü-çüğüdür ama aynı zamanda da ilk ve en şairleridir.

Şehirde çok şair vardır o sıralar. He-men hepsi de bizden büyüktür. Özde-mir İnce, Mehmet Taner, Ali Püskül-lüoğlu, Cahit Külebi, Gülten Akın, Gültekin Emre, hayli zaman Veysel Öngören, Metin Altıok, Hüseyin Ata-baş, Enis Batur, Azer Yaran, Cahit Za-rifoğlu, Oruç Aruoba (ama sanırım o sıralar şiir yazmıyordu), 1970-80 arasın-dan söz ediyorum yalnızca. Bazen Ece Ayhan’ın da gelip aylarca kaldığı olur-du Ankara’da. Ama Cemal Süreya’yı hiç Ankara’da görmedim, yıllar sonra İstanbul’da tanıdım.

Bir de tanımadığım biri, adını daha evvel hiç duymadığım Behçet Aysan. Şairliği de çok önemli ama arkadaşlı-ğı daha şöhretli. Hayli yaş farkı vardı aramızda, 1949’luydu. Artık arkadaş-lık mıdır yoksa şiir midir bilemem, yaş farkını yok farkına dönüştürür ve tekrar nedense böyle tuhaf şeyler için hatırlanır. Sesi gözlerinden, kalbi se-sinden sıcak Behçet, Hüseyin Ferhad, ki o zamanlar bana Karacoğlan gibi ge-lirdi, içimizde Ankara’ya en çok yakış-tırdığım, kibarlığı şiirine de yansıdığı için ‘prens’imiz olan Adnan Azar, deli dolu, ayrı ayrı kullanılacaksa en çok Akif Kurtuluş için kullanılmalı, deli ve dolu biçiminde, hep dolu, şiirle, ke-derle, sevinçle, şakayla, Ahmet’se bu ‘alacakaranlık kuşağı’nın ‘kara’sıydı, ‘ kara şair’i. Şükrü Erbaş, Hayati Baki ve Ali Cengizkan’ı da aynı sıklıkta gö-rüşmesek de bu çevreye eklemeliyim. Aynı şiir ortamlarında bulunmasak, benzer şiir çevrelerinde buluşmasak da Murathan Mungan, Ahmet Güntan ve Yıldırım Türker de o yılların Anka-ra’sında şiir yazan ve yayımlanan arka-daşlardı. Yaşar Miraç ve Adnan Özer de yayıncılık faaliyetleri nedeniyle sık sık gelirlerdi.

“Büyük Express Kuşağı”Ve bu Ankara bana her şeye karşın,

belki de yalnızca arkadaşlarımın var-lığından ötürü “Ankara Ankara Güzel Ankara” gibi gelirdi. Hala öyle gelir. Onu zaman zaman yazdım, belki yine yazarım, o anıların Ankara’sıdır. Bizim arkadaş kuşağımız ise şair kuşağı ol-maktan daha şiirlidir. Çünkü şiire dahil olan her şey arkadaşlığa da dahildir ya da arkadaşlığa dahil olan her şeyin de tıpkı şiire dahil olmasıdır bu. Onlardan yalnızca biri aynı zamanda film çekti, yönetmenlik yaptı, şimdi Ankara’da olsaydı bunu ona mutlaka önerirdim, ‘Adnan bir film çeksen de adını Büyük Express Kuşağı koysan!’ derdim. Kim bilir belki de Ahmet Erhan’ı topra-ğa verdiğimiz günün akşamı Sakarya Caddesindeki Büyük Express’e gidip Ahmet’i, Behçet’i, Metin abiyi ve ev-vel giden şair arkadaşlarımızı anarken Behçet’in kızı, şair Eren Aysan’ın da ol-duğu masada Adnan Azar’la konuşmuş bile olabiliriz bunu.

Mersin’i lirik olarak sevdi ve yazdı Ahmet Erhan, Ankara’yı ise ontolojik olarak. İstanbul’u ise poetik olarak bile yazmadı diyebilirim, İstanbul için

yazdıkları ancak ironik olabilir. Bun-ları yine şiir biçimleriyle ifade ederek yazıyorum. Ahmet Erhan’da mekan duygusunun, ki ‘duygu’ burada ‘bağ-lılık’, ‘bağımlılık’ anlamındadır, ne kadar güçlü ve önemli olduğunu kimi şiir başlıklarına bile bakarak anla-mak mümkün. Tıpkı “Büyük Express Kuşağı’na” adıyla adadığı şiir gibi. Bu şiir hem Ankara’ya, hem alkole, hem de çoğu şair ve bir bölümü daha genç şairler olsa da, adeta hepsini aynı ku-şakta buluşturan bir mekana adanmış-tır. İmgenin kaynağına belki de.

Çok geçmeden de Ankara’ya veda-sını, çünkü artık bir daha son gidiş için son defa gidecektir, belki de ona karşı duyduğu mahcubiyeti bir kitap-la yapacaktır, ve bu bir düzyazı kitabı olan “Ankara-İstanbul Karatreni” (Eve-rest Y.)’dir. Kayıt kitabı. Arkadaşlarını İstanbul’a götürdüğü için bindiği trene sonunda kendisi de binmiştir çünkü. Ve böyle bir şehre, adında bile ‘kara’ olan Ankara’ya, kara bir şair yine bir ka-ratrenle veda edecektir. Ve İstanbul’da ilk oturduğu semt olan Cihangir’de yazdığı “İstanbul Gibi” şiiri şu dizeyle başlayacaktır: “Dalgalan sen de İstan-bul gibi ey şanlı yalnızlık”. Şiirden şiire, şehirden şehire sürüklediği yalnızlık. O mu yalnızlığını sürüklüyordu yoksa yalnızılğı mı onu sürüklüyordu, galiba yalnızlığın da bir diyalektiği var.

Karanlıkta saat sormak Ahmet Erhan ilk şiirlerini Haziran

1976’da, Ataol Behramoğlu’nun yönet-tiği “Militan” dergisinin 18. sayısında yayımladığında henüz 18 yaşındadır. 5 yıl sonra, 12 Eylül 1980 askeri darbe-sinden 1 yıl sonra da ilk kitabı Alaca-karanlıktaki Ülke’yi(1981) yayımladı. Hem kendisinin hem 80 sonrası şiirin hem de Türk şiirinin en önemli kitap-ları arasında yer alan bir kitaptır bu. 4 bölümden oluşur, ilk bölüm kitaba adını da vermiş olan “Alacakaranlıkta-ki Ülke”dir. 1979’da yazılan bu bölüm uzun ve tek bir şiirden oluşur.

Kitap yayımlanmasıyla birlikte o yılla-rın en çok konuşulan, tartışılan kitap-larından biri oldu. Özellikle sol siyasal çevreler ve kimi şairler, eleştirmenler tarafından ‘karamsarlık yayıyor, umut-

suzluk aşılıyor’ diye eleştirildi, ‘buna-lım edebiyatı’ yapmakla suçlandı. Oysa genç bir şair olarak, ülkesine, insanları-na, dönemine, diline duyarlı bir insan olarak A. Erhan’ın, tam da Türkiye’nin o yıllarda yaşadığı akıl tutulmasının, alacakaranlığın şiirini yazmasının özel ve ayrı bir değeri vardır. Belki de tam da o yıllarda bir şairin, üstelik içinde olduğu sol siyasal çevreleri de eleştire-rek, ne kadar cesaretli olabileceğini de kanıtlamıştır.

Artık o ülkede, o “Alacakaranlık Ülke”de halk, “perdeleri çekilmiş, ka-pıları sürgülenmiş evlerde” yaşayıp git-mektedir. Konuşmalar fısıltı biçiminde, gülüşmeler ürkektir. Halk, tedirginlik ve acı içinde yaşamaktadır, “Ağa vur-muş bir balık kadar yorgun” olarak. Ve şair sürekli, belki bir sanrı, bir sayık-lama, bilme, anımsama isteğiyle sarsıl-mış, ‘sözüne tutulmuş ve tutunmuş’, sözünden başka da tutulup tutunacağı bir şey kalmamış olarak, “saatin kaç olduğunu biliyor musun?” sorusunu yineleyip durmaktadır. Sahi, saat kaç-tır? Gece midir gündüz müdür, tarih midir öncesi midir? Yağmur üç gündür yağmakta, gökyüzü gittikçe kararmakta ve her yandan zincirleme silah sesleri gelmektedir.

Şairin evi ülkesi, ülkesi de evidir. Ülkesinin içi evi, evinin dışı ülkesidir, ikisinde de aynı iklim, karanlık iklim yaşanmakta, şair alacakaranlık içinde tedirgin bekleyişini sürdürmektedir. Sorar: “Burası benim evim mi, ne oldu bana?” Yanıtını da bir sonraki şiirde vermeyi deneyecektir: “Nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor/Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne...” Evin hali, ülkenin hali, şair ben’in ha-liyle örtüşünce, bu alacakaranlıktan payına çok şey düşecektir A. Erhan’ın. Arkadaş ölüleri, okul çocukları gibi adlarını sayan ve çoğalan gencecik ölüler, onların cesetlerinin gölgesinde şiir yazmanın zorluğu, umarsızlığı, ama aynı zamanda da gerekliliği. Şiirin en canalıcı dizeleri V. bölümdedir: “Bir uçurumun önünde sabırla bekliyoruz/Taşlar atıyoruz ara sıra boşluğa/Uçu-rum dolacak bir gün ve biz/karşıya ge-çebileceğiz diye...’/Ama çekilen acılar oluyor, günler geceler boyu/kırlara

değil, mezarlıklara çıkıyor yolumuz”.Bu anlatımcı şiirin içinde elbette

büyük bir resmin, karanlık bir resmin parçası olan küçük resimler ve küçük öyküler de yer alır, meseller, kısssalar. Ve Can Yücel’in dediği gibi ‘işi umut-suzluk olan şair’, sonunda umutlu ve güzel dileklerde bulunacaktır gelecek zamanlar ve kuşaklar için: “Korkarım, kalacak bu toprakta/Gitgide ağırlaşan gözyaşlarımızın izi/Dilerim, inci diye toplasınlar onları/bizden sonra yaşa-yacak olanlar/dilerim, mermi diye top-lamasınlar!”

Bir başka düşü de şiire ilişkindir, ‘saf, anlamsız şiir’ yazmayı diler Ahmet, ama ne zaman? “Ülkemin üstündeki bu ala-cakaranlık/Bu belirsizlik, bu umarsız-lık, bu korku biterse eğer/Halkım bu yolun nereye uzanacağını bilirse bir gün/Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de/oyun olsun diye boş, anlam-sız...” Elbette bu düşü gerçekleşmedi, bu ülkede alacakaranlık, karanlık hiç kalkmadığı için, böyle şiirler yazmak nasip olmadı şaire.

70 ile 80’i buluşturmak Ahmet Erhan hem 70’li yılların yüza-

kı hem de 80’li yılların öncü ve kurucu şairlerindendir ve kendi sözleriyle de; “Ben bireysellikle(aslında kişisellik de-meliyim) toplumsallığın bileşke nok-tasında durdum hep.” diyecektir. Bu cümle çok önemlidir, hem Ahmet Er-han için hem onun da içinde yer aldığı toplumcu ya da sosyalist gerçekçi şiir, ve hem de 70 ve 80’li yıllar şiirleri için. 70’ler şiiri toplumcu, 8o’ler şiiri birey-ci olarak tanımlanır. Ahmet’in ikisinin bir bireşimi olması, şiirinin de özgünlü-ğünü sağlamştır bir bakıma.

Bir bakıma da ne 70 ne de 80 Kuşa-ğındandır A. Erhan. Bu da onun özgün ve bağımsız bir şair olmasına yol açan nedenlerden biridir.

Yani ne 70’lerle ne 80’lerle uzlaş-mıştır. Zaten ‘uyumsuz’ bir şiirdir yazdığı, ‘uyumsuz ve anarşist’ bir şiir. Evet ‘devrimci’dir ama ‘uyumsuz bir devrimcilik’tir bu, herhangi bir siyasi oluşumla organik bağı yoktur. 80’ler-de gelişen şiirin hayattan uzaklaşması, sokaktan çekilmesi, eve kapanması da onu tedirgin edecektir.

Uyumsuz ve uzlaşmasızAhmet Erhan ne dönemiyle, ne döne-

minin şiiriyle, ne sistemle, ne gündelik olanla, ne de verili olanla uzlaşır. Onun şair olarak varlığı ve şiirinden önce, bir ‘birey’ olarak varlığı ‘uyumsuzluk’ ve ‘uzlaşmama’ üstüne kuruludur. Alkol de bunun bir parçasıdır, karamsarlık da, yalnızlığı da ve hiç kuşkusuz erken ölümü de. Şiirinin ve uyumsuzluğunun el aldığı bir büyük şair Edip Cansever “Gelmiş Bulundum” derken varolu-şuna ‘gelmiş bulunmak’la bir anlam katar, kazandırır. Ahmet Erhan bunu bile söylemez, söyleyemez. Dünyayla uzlaşmadığı gibi kendisiyle de uzlaş-mayacaktır: “değil dünyayla-ya da her-hangi bir yetkeyle-kendiyle bile uzlaşan birinin şiire gereksinim duymayaca-ğına inanıyorum ben... Çağdaş şiirin bu nedenle en önemli özelliği gerçek anlamda uzlaşmayan söz olma görün-tüsündedir...Bu acımasız, insanın var-lığına aykırı olarak gelişen bu çağla uzlaşmamaktır şiirin tavrı, uzlaşmak olmamalıdır. Nerdeyse bir metnin şiir olmasının tek ölçütü bu tavırdır diyece-ğim” der. Ahmet Erhan’da uzlaşmazlık ve uyumsuzluk, aynı zamanda, bir karşı koyma biçimidir, devrimci ve anarşist bir tavırdır.

“Burada Gömülüdür” Ahmet Erhan da vedasından önce

masasını toplayan şairlerden. Ne yazık ki demek istiyorum, buna zamanı oldu. Kitabını hazırladı, adını koydu, “Bura-da Gömülüdür” (Kırmızı Kedi Y. Şubat 2015). Doğumgünü olan 8 Şubat’ta yayımlandı. Bütün şiirleri şimdi 1200 sayfaya yakın 2 cilt olarak yeniden açıl-mayı, okunmayı bekliyor. Aynı zaman-da genç bir devrimcinin, uyumsuzun, şairin hatıra defteri diye de okunabilir. Ama yalnızca bir hatıra defteri değildir okuyacağınız. Kitabı açar açmaz, son yıllarda çıkan üç boyutlu kitaplar ben-zeri, Türkiye’nin 50 yılı karanlığıyla, umarsızlığıyla, farklı sesleri, çığlıkları, gülüşleri, ağlayışları ve huzursuz söz-cükleriyle dökülürken, bir büyük şairin de ülkesinin yaşamıyla özdeşleştirdiği yaşamının şiirini okuyacaksınız. Kita-bın adı “Burada Gömülüdür” ama, şii-rin belleği de burada kayıtlıdır.

ÖZ

N İ

LL

UST

RA

SYO

N: Y

EŞİ

M P

AK

TİN

Page 10: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 10

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Edebiyatın sosyal medyayla imtihanıEdebiyat camiası şubat ayında Haruki Murakami’nin ‘Güzin Abla’lığa soyunduğu ‘Murakami – san no tokoro / Bay Murakami’nin Yeri’ adlı blogunu konuştu. Soruları ve

yanıtları kadar işleyiş biçimiyle de konuşulan bu blog vesilesiyle biz de okur yazar ilişkisine, sosyal medyayla değişen dinamiklerine bir göz attık.

ÖZLEM KÖYOĞLUokoyoglu @ gmail.com

Joanna Smith Rakoff 1996 yılında Brooklyn, Queens’in doğu yakasında yaşayan ve kitap dolu torbalarıyla sabah 6 trenine binip, ofislerine yetişmek için 51. caddeden fırtına gibi geçen binler-ce kızdan biriydi. O da diğer kızlar gibi sabah ofise gitmeden girdiği uzun kahve kuyruklarında elindeki kitapları bitirmeye çalışıyor ve yeni teknolojile-rin burnunu uzatamadığı bir ofiste gün boyu bir Selectric daktilonun başında oturarak ha babam yazıp duruyordu. Rakoff New York’un değişen çağa ayak direyerek eski usül çalışmaya devam eden ünlü edebiyat ajanslarından bi-rinde asistandı. Kendince iyi bir okur olduğu söylenebilirdi ama yazar ol-maya hiç mi hiç niyeti yoktu. Patronu onu bir gün çağırıp “Jerry hakkında konuşmamız gerekiyor” dediğinde ise ne Jerry’nin J.D. Salinger olduğunun farkındaydı ne de herhangi bir Salin-ger kitabı okumuştu. Patronu Phyllis Westberg’le yaptığı bu konuşmanın ardından uzunca bir süre okuduğu da söylenemez.

Phyllis Westberg o günlerde tıpkı bu-günkü gibi Harold Ober Associates’in yönetim kadrosundaydı ve Salinger’ın altı yıllık menajeriydi. Onunla yolları yazarın eski menajeri, New York yayın camiasının efsane isimlerinden Do-rothy Olding emekli olduğu zaman ke-sişmişti. Westberg, Joanna’dan Salinger ile ilgili her konuyla ilgilenmesini ve özellikle gelen binlerce okur mektu-bunu yanıtlamasını istiyordu. Joanna insanlarla iletişim konusunda pek yete-nekli olmayan Salinger’ı herkesten her anlamda korumalıydı. Westberg’in ko-nuşmanın bitimindeki öğüdü bunun çerçevesini net bir şekilde çiziyordu:

“Sana onunla röportaj yapmak, ona ödül ya da unvan ya da bambaşka bir şey vermek istediklerini söyleyecekler. Yapımcılar film haklarıyla ilgili araya-cak. Çevrende dolanıp duracaklar. Çok ısrarcı ve manipülatif olabilirler. Ama sen asla – asla, asla ama asla- onun ad-resini ve telefon numarasını vermeme-lisin.”

Rakoff başta kendisine biraz abartı-lı görünen bu konuşmanın anlamına Salinger’a gelen mektupları okudukça vakıf olabildi. Mektuplar Salinger’ın okurlarıyla yazılı iletişim kurmadığını resmi ve soğuk bir dille bildiren yanıtla-rına kıyasla şaşırtıcı bir şekilde içten ve özeldi. Salinger’ın yazdıklarının insan-lar üzerindeki etkisi ise büyüleyiciydi. Onun kitapları ve hikâyeleri sayesinde okurlar kendilerini ‘daha az yalnız his-sediyor’ ve yanıt alamayacaklarını bile bile Salinger’a hikâyelerinin hayatları-nı nasıl değiştirdiğine dair onlarca say-falık mektuplar yazıyorlardı. Rakoff da ilerleyen günlerde Salinger sayesinde hayatı değişen bu insanlardan biri ola-caktı. Ancak onun değişimi Salinger’ın hikâyeleriyle değil o hikâyelerden et-kilenenlerin sözcükleri sayesinde ger-çekleşecekti.

Joanna Rakoff artık kitapları yayın-lanan ve epeyi de beğenilen bir yazar. Onun Salinger ve okurlarıyla dolu yı-lının hikâyesinin kalan kısmını merak edenler geçtiğimiz yaz yayınlanan ‘My Salinger Year / Salinger Yılım’ adlı kitabı okuyabilir. 2014’ün ikinci yarısı-nın en ilgi çekici çalışmalarından biri olan bu kitapta Rakoff yazar olmayı hayal bile etmeyen bir edebiyat ajansı çalışanından bir yazara dönüşümünü 18 yıl önceki anılarıyla hikâye ediyor. Bu dönüşümün baş mimarı olarak da Salinger’a yazılan büyüleyici okur mek-tuplarını gösteriyor. Bu bağlamda ede-biyat dünyasının en çok tartışılan me-selelerinden biri olan okur-yazar ilişkisi konusundaki tartışmalara da farklı bir bakış açısıyla dahil oluyor.

Edebiyatın sosyal medyayla imtihanı Son yıllarda ilerleyen teknolojiye pa-

ralel olarak yapılan seri hamleler, sosyal medyanın kullanım alanının genişle-mesi yazın dünyasını da fazlasıyla değiş-tirdi. Kitabın ticarileşmesi, yayınevleri-nin devasa bir sektörün parçası haline gelmesi ve bu sektörün ihtiyaçlarını ve isteklerini gerçekleştirmek için pazar-lama stratejileriyle hareket etmesi çoğu yazarlar kadar geniş bir okur kitlesini de rahatsız ediyor. Kimileri de bu du-rumdan bir hayli memnun. Bu konuda bir uzlaşma sağlanamadığı için mese-lenin özünde yer alan okur-yazar iliş-kisi farklı boyutlarıyla ele alınmayı bu yüzden hak ediyor. ‘My Salinger Year’ gibi okur-yazar ilişkisini naif bir şekil-de ele alan çalışmalar da bu bağlamda farklı bir önem kazanıyor. Sözcüklerin insanların hayatlarını değiştirmedeki gücünü eski usül bir bakış açısıyla de-ğerlendirmeye hem okurların hem ya-zarların ama her şeyden önce yayıncı-ların değerlendirmeye ihtiyacı var. Pek gönülleri olmasa da…

Geçtiğimiz ay edebiyat camiasının en çok konuşulan konularından birinin yine gelip okur-yazar ilişkisine dayan-ması ve konunun farklı boyutlarıyla sü-rekli tartışılması da bunun en önemli göstergesi. Olayın kahramanı çağdaş edebiyat okurunun yakından tanıdığı bir isim. Tıpkı Salinger gibi okurların-dan sürekli kaçan, röportaj vermekten kaçınan ama kendi döneminin yayın

dünyasının baskılarına karşı Salinger kadar sağlam bir duruş sergileyemediği düşünülen ünlü yazar Haruki Muraka-mi.

Güzin Abla olarak Haruki MurakamiHer şey yılbaşı öncesi yapılan bir du-

yuruyla başladı. Murakami’nin yayıne-vi Shinchosa son dönemde adı Nobel ödülü için de zikredilen yazarın geçici bir blogda okurlarıyla buluşacağını ve onların ‘her türlü’ sorusuna yanıt ve-receğini açıkladı. 31 Ocak’a kadar de-vam edecek olan bu interaktif blogun adı ‘Murakami – san no tokoro / Bay Murakami’nin Yeri’ydi.

Ocak ayının ilk haftası blog açıldı ve binlerce Murakami okuru sorularını yağdırmaya başladı. Blog görsel olarak Japon alçakgönüllülüğünün anıtı gibiy-di. Murakami gibi yaşarken efsane ol-muş bir yazardan beklenen şık tasarım yerine yazarın romanlarından simgeler kullanan renkli ve basit illüstrasyonlar-la döşenmiş basit ve sevimli bir tasarım-la karşılaştı okurlar. Üstelik yazarın

uluslararası okurlarının sayısı milyon-ları bulurken blogun dili Japonca’ydı. Ancak bu haber farklı ülkelerdeki hayranları çok da dışarıda bırakmadı. Kendilerine ‘Harukist’ler diyen güruh yaptıkları İngilizce çevirilerle blogda olup biteni dünyanın dört bir yanın-daki Murakami okurlarına eş zamanlı olarak ulaştırdı.

Bay Murakami’nin okurlarıyla ileti-şimi blogun tasarımı kadar renkliydi. Edebiyatla ilgili konulara çok da ilgi göstermeyen haber siteleri bile blogu konu alan haberler yaptılar. Bu haber-lerin içeriğinde bir tutamdan biraz faz-la ironi de yok değildi. ‘Murakami’nin blogu hayatın gizemlerini çözmenize yardımcı olacak’ diye atılan başlıklar-dan yazarı ‘agony uncle’ yani bir nevi Güzin Abla ilan eden hafif iğneli yazı-lara pek çok yazı yayınlandı çeşitli mec-ralarda. Tüm bu yazılarda üstü kapalı olarak eleştirilen nokta Murakami’nin okurlarına öğüt vermesi, hayata dair sorularını cevaplaması ve ciddi bir ya-zardan beklendiği gibi ağırlığı edebiyat olan konuşmalar yerine günlük hayat üzerine onlarla ‘lak lak’ etmesiydi. An-cak eleştirilerin aksine okurlar tam da bunu istiyordu. Bloga soru sormaya ge-len her okur Murakami ile ilgili bilmek istediği her şeyi zaten biliyordu. İste-dikleri şey hikâyeleriyle hayatlarına bir yerinden dokunan bu adamın, onlarla kişisel bir iletişim kurmasıydı.

Murakami bu beklentilerin farkında olduğu için okuruyla iletişimin dozunu iyi ayarladı. Onlara oldukça zarif dav-randı ama mesafesini de korudu. 51 yaşındaki bir doktor okurunun yazarla

bir gün geçirme talebine verdiği “Ha-yatım küçük sırlar barındırıyor, onların arasına dalmak sizi rahatsız edebilir” yanıtı bunlardan sadece biriydi.

Haruki Murakami bir ay boyunca hiç bir konunun tabu sayılmadığı ama so-ruların 1200 sözcükle sınırlandırıldığı bu blogda binlerce okurunun kimile-rince tuhaf sayılabilecek her türden sorusunu yanıtladı. Aralara edebiyat ve yazmakla ilgili “Yazmak bir kadınla konuşmak gibi. Belirli bir noktaya ka-dar pratiğin yararı oluyor elbette ama temelde bu doğuştan yapabildiğiniz ya da yapamadığınız bir şeydir” gibi genç okur kitlesinin dilinden konuşan özlü sözler de serpiştirdi. Görüldüğü kada-rıyla epeyi de eğlendi. Jack London ve Nazi komutanı Hermann Göring’le

aynı doğum gününü paylaştığından, geçmiş doğum gününü bir deniz ürün-leri restoranında geçirmesine, okurla-rının evlilik problemlerinden boşanma hakkındaki fikirlerine kadar pek çok konuyu paylaştı blogda. Adının geçtiği Nobel ödülü sorularını “Resmi olarak aday gösterilmedim ama bu bir at yarışı da değil doğrusu” diyerek geri püskürt-tü. Çok sevdiği ve romanlarında mutla-ka yer verdiği kedilerle ilgili her soruyu da atlamadan yanıtlamaya çalıştı. Ke-disinin onu üzgün görünce kendisin-den kaçtığını anlatan bir okuruna “Ya kediniz ya da siz fazlasıyla hassasınız sanırım. Pek çok kedim oldu ama hiç bu kadar sempatik davranan bir kedi görmedim. Genelde kediler olabildi-ğince egoisttirler,” diyerek okurlarını da şaşırttı. Bir aylık bu çalışmanın ar-dından da blogunun kapılarını kapatıp sırça köşküne çekildi. Yazarın okuruna nasıl davranması, bir yazarın neleri ya-pıp neleri yapmaması gerektiğine dair fikir beyan eden pek çok tartışmayı baş-latarak tabii.

Yazarın twıtter’da işi var mı?Elbette Murakami sosyal medyanın

olanaklarından yararlandığı için iğne-lenen ilk yazar değil. Aslında bu tip tartışmalar yeni de sayılmaz. Sosyal medyanın okur ve yazar ilişkisine dahil oluşuyla sürekli taze kalan, üzerinde herhangi bir uzlaşma sağlanamayan ve kimi kesimlerce artık eskimiş olduğu bile düşünülen bir konu bu. Yayınevle-rinin yazarların sosyal medya hesapları-nı yöneten profesyonel ekiplerle çalış-maları, bloglar, youtube gibi internet üzerinden yürütülen promosyon çalış-malarına ağırlık verilmesini tehlikeli bulanlar var.

Onlar bu durumu baş tacı ettikle-ri yazar tarafından bir tür kutsama, ufak bir dokunuş bekleyen ve yazarın kendilerine karşı sorumlu olduğunu düşünen okurlar, daha çok okunmak isteyen yazarlar ve sürekli kitap satmak isteyen yayınevlerinin oluşturduğu bir sac ayağı olarak görüyor.

Okurun çok fazla müdahale ettiği bu tip bir temel üzerine yükselen edebi mirasın kalıcılığından da kuşku duyu-yorlar. Bu tip kuşkulara rağmen sosyal medyanın olanaklarından yararlanan yazar sayısı her geçen gün artıyor.

Edebiyatın sosyal medyadaki starlarıYazar dünyasında sosyal medyayı sık

kullanan isimlerin başında Paulo Co-elho geliyor. Coelho’nun Facebook ve Twitter’da tam 8.5 milyon takipçisi var. Kendisi de sosyal medyayı kullanmak-tan hoşnut olduğunu her fırsatta söy-lüyor. Bir blogla başlayan macerasını

sosyal medya macerasını da “Kitapları-mı okuyan, ruhumu anlayan insanlarla konuşabiliyorum” sözleriyle özetliyor. Okurlarının kendisiyle rahatça iletişim kurmasına izin vermesini kitaplarının satışını artırmak istemesine bağlayanla-ra inat Coelho hikâye anlatma deneyi-mini sosyal medya üzerinden doğrudan okurlarıyla paylaşmaktan memnun.

Harry Potter serisinin yaratıcısı J.K. Rowling de Coelho’nun izinden gi-denlerden. Rowling aktif Twitter kul-lanıcılarından biri. Kendini Harry, Hermione ve Ron’la özdeşleştiren okurlarını mutlu etmek için Twitter ve Facebook’un yeterli olmadığını fark eden yazar geçtiğimiz yıl “pottermore” adlı bir web sitesi de açtı. Sitenin açılı-şını da stop motion tekniğiyle kurgula-

nan bir videoyla Youtube’da duyurdu. Her yaştan Potter okurunu keyiflendi-recek donelere sahip bu site genel ola-rak daha küçük okurlar için tasarlan-mış gibi görünüyor. Ancak Rowling’in sık aralıklarla yazdığı yeni Harry Potter öyküleri siteye Potter fanatiği yetişkin-lerin ilgi göstermesini de sağlıyor.

Sosyal medyayı kullanım şekli ve sıklı-ğıyla Rowling ve Coelho’dan farklı bir yerde duran Neil Gaiman’ı bu mecrala-rın rock yıldızı olarak tanımlamak çok da yanlış olmaz. Blog, twitter, facebo-ok ve müzisyen eşi Amanda Palmer’la birlikte çektiği videolar dahil sanal dünyanın her noktasında Gaiman’ı görmek mümkün. Okurlarıyla bir ya-zar gibi değil de arkadaşlarıymış gibi iletişim kurması onu en sevilen yanla-rından biri. Her çalışkan yazar gibi o da bulunduğu mecradan hikâye dev-şirmeyi ihmal etmiyor. Geçtiğimiz yıl Black Berry ile yaptığı ‘Keep Moving Project’ bunlardan biriydi. Gaiman bu proje için 2 milyonu aşkın takipçisine yılın aylarıyla ilgili bir soru sordu. Ke-epMoving hashtagiyle verilen yanıtlar-dan birini seçti ve o yanıtın üzerine bir hikâye yazdı. Bu interaktif çalışmanın sonunda ortaya her aya ait bir hikâye içeren ‘Calendar of Tales’ adlı nefis bir takvim çıktı.

Kanadalı yazar Margaret Atwood tüm eleştirilere rağmen sosyal medyayı ol-dukça aktif kullanan bir başka isim. “Şu Twitter da neyin nesi? Telgraflar gibi bir tür işaretleşme mi? Zen şiiri mi yoksa? Acaba çamaşırhanenin duvarına kazınmış bir şaka mı? Haydi söyleyelim, sadece iletişim. Ve hepinizin bildiği gibi iletişim insanlara özgü bir eylem-dir,” sözleriyle de Twitter’ın azimli bir savunucusu olduğunu hiç saklamıyor. Bu sosyal paylaşım sitesinin edebi yanı-nı ve yaratıcılığını beslediği görüşün-de. O da Gaiman gibi farklı türde sos-yal medya projelerinde yer almaktan kaçınmıyor. Indiegogo’da sanatçıların online bir sahne olarak kullanabileceği Fanado adlı sitenin mobil uygulama-sının hazırlanabilmesi için bir destek kampanyası başlatan Atwood, 10 bin dolar bağış yapan kişinin ismini karak-terlerinden birine vereceğini duyur-muştu. Ünlü yazarın internet macerası bununla da sınırlı değil. ‘The Happy Zombie Sunrise Home’ adlı ortak ça-lışması ilk kez, ülkemizde yeni yeni ün-lenen wattpadd’de yayınlandı. Sosyal medya üzerinden reklamı yapılan bu çalışma pek çok okura da internet ara-cılığıyla ulaştı.

Son dönemde sanal aleme katılan önemli isimlerden biri de Stephen King. Kitapları dünya çapında 350 mil-yon satmış olan yazar sosyal medya pro-

filinde yazdıklarıyla ilgili sorulan her soruyu yanıtlıyor. Twitter’a katılalı çok da uzun bir süre olmamasına rağmen şimdiden 650 bine yakın takipçisi var ve bu sayı giderek artıyor.

Sosyal medyanın ilgi çeken yazarla-rından bir diğeri ise Salman Rushdie. Sosyal medyayı sadece fantastik, ilk gençlik ya da best-seller roman yazar-larının kullandığını sananları şaşırtan bir örnek Rushdie. Klasik, saygın ede-biyatçı kimliği ve akademik geçmişi bu konuda yapılan tüm genellemeleri yalanlar nitelikte. Üstelik o da Atwood gibi Twitter’ın ateşli bir savunucusu.

Kendisini sosyal medya sevdası yüzün-den eleştirenlere çok da kulak asma-yan Rushdie Twitter’da iddialı bir dil kullanarak büyük tartışmaların başla-

tıcısı olmaktan da çekinmiyor. Bu yak-laşımı yüzünden Twitter’da başlayan edebiyat tartışmalarının bir köşesinde sürekli onun ismini görmek mümkün. Geçtiğimiz yıl Amerikalı yazar Jonat-han Franzen’la girdiği tartışma bun-lardan biri. Franzen The Guardian’a yazdığı 140 sayfalık ‘What’s Wrong With the Modern World’ adlı makale-sinde Twitter’ı ‘sorumsuz ve irrite edi-ci’ olarak niteleyip Rushdie’yi de bu platformda yer aldığı için eleştirmişti. Rushdie ise bu eleştiriyi bir makaleyle değil “Sevgili #Franzen: @MargaretAt-wood @JoyceCarolOates @nycnovel @NathanEnglander @Shteyngart ve ben Twitter’da gayet iyiyiz. Sırça köşkünün tadını çıkar.” tweetiyle yanıtladı. Bu tweetle başlayan tartışma epeyi sürdü. Rushdie 2012 yılında da Türkçede ‘İri Memeler ve Geniş Kalçalar’, ‘Kızıl Darı Tarlaları’ kitapları yayımlanan Nobel ödüllü yazar Mo Yan’ı ülkesindeki san-sür ve yasaklara boyun eğdiği için ağır bir dille eleştirdiği için Hintli yazar Pan-kaj Mishra ile de tartışmış, Mishra’nın konuyla ilgili The Guardian’da yayın-ladığı yazıyı da ‘Mishra’nın yeni çöpü’ olarak nitelendirmişti.

Ancak tüm bu tartışmalara rağmen Salman Rushdie’nin sosyal medyada-ki varlığı internet ve olanaklarından önceleri uzak duran farklı bir grup ya-zarın temsilcisi olduğundan bir hayli önemseniyor. Okurlarıyla sohbet eden, onlarla gerçek bir iletişim kuran yazar profili de Rushdie’ye sürekli yeni takip-çiler getiriyor.

Ülkemizde ise yazarlar arasında sosyal medya kullanımı Avrupalı veya Ameri-kalı meslektaşları kadar gelişmiş değil. Son birkaç yıldır yayınlanan kitap tanı-tım filmlerini, sosyal medya üzerinden yapılan ufak tefek reklamları saymaz-sak konuyla ilgili özel bir çalışma ya da farklı bir blog pek yok. Yazarların web siteleri hâlâ ‘hayatı, eserleri, hakkında söylenenler’ sekmeleriyle dolu sadece.

Arkasında profesyonel bir ekip oldu-ğu her halinden belli olan Elif Şafak gibi birkaç ismin dışında genel yazar kitlesi sadece kişisel twitter, facebook ya da instagram hesaplarına sahip. Bunu da okurlardan çok kendileri için açmış gibi görünüyorlar. Çok zaman kendi kitapları için söylenen övgüleri, çık-mış yazıları retweet ediyorlar… Nazlı Eray gibi okurlarıyla tatlı tatlı iletişim kuran Twitter kullanıcısı yazar sayısı da nispeten az. Twitter özelinde tek tek değerlendirmek hem uzun bir mesai hem de yazının amacından uzak bir te-ferruat. Ancak meraklıları, Twitter’ın ülkemizde henüz palazlanmaya (veya yazarlar tarafından muteber görülme-ye) başladığı günlerde, 2012’de Radi-kal Kitap’ta yayımlanmış, Cihat Paker imzalı “Twitimle sana bir ses verebilsey-dim eğer” başlıklı yazıyı okuyabilirler… Tabii birilerinin o yazıdaki gibi güncel bir değerlendirmede bulunması gere-kiyor… Sosyal medya kullanımı konu-sundaki farklı yaklaşımın öncülerinden biri Cem Akaş. 2000 yılının başından beri blogu olan Akaş hâlâ “şefinsalata-sı” adlı bu blogda yazılarını ve öyküle-rini yayımlıyor. Çağdaşları arasında tek başına böyle bir çalışma yürüten yazara rastlamak zor.

Memleket yazarının sosyal medya ma-cerasını yabancı meslektaşları kadar ciddiye almadığı söylenebilir. Ancak Salinger kadar içine kapanık olmadık-ları da kesin. Belki de ülkenin sürekli yoğun gündemi nedeniyle sosyal med-yayı hikâyelerini ve sözcüklerini okur-larıyla paylaşabileceği, yaratıcı bir alan olarak göremiyor yazarlar.

Neresinden bakarsak bakalım ede-biyatın sosyal medyayla macerasını iyi

anlayabilmek için okur yazar ilişkisini iyi analiz etmek ve doğru konumlan-dırmak gerekiyor. Bu ilişkinin temel taşı ise elbette hikâyeler. Hikâyelerin ortaya çıkış amacının insana ulaşmak olduğunu göz önünde bulundurursak onların özünü ve niteliğini kaybetme-den daha çok okura ulaşmasında bir sorun varmış gibi görünmüyor. Bu nok-tada sosyal medyayı en çok kullanan ya-zarlardan Neil Gaiman’ın düsturuyla hareket etmekte, okur yazar ilişkisini hikâye üzerinde temellendirmekte ya-rar var. Çünkü Gaiman’ın da dediği gibi “İyi hikâye biz insanları birleştirir. Dünyaya başka insanların gözünden bakmamızı sağlar. Ve bu dünyada baş-ka insanların da var olduğunu bilmek harika bir şeydir!”

Page 11: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 11

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

“Ne yazacağımı ben de bilmiyorum”2014’ün en iyi kitapları arasında yer alan “Deccal’in Hatırı” ve “Kısas” Sezgin Kaymaz’ın “Sevinç Kuşları” üçlemesinin ilk iki kitabıydı. Herkes serinin devam kitabını

beklerken, “Bakele” adlı yeni öykü kitabıyla çıktı karşımıza Kaymaz. Bunun sebebi ne ola ki? diye başladık söyleşiye ve bakın neler konuştuk...

ÇAĞLAYAN ÇEVİK [email protected]

Böyle sorular sorulmaz aslında ama, Sevinç Kuşları üçlemesinin devamını beklerken “Bakele” gibi lezzetli bir öykü kitabı çıktı karşımıza…

Böyle bir durumda sorulur aslında… Sevinç Kuşları’nın üçüncüsünü yazar-ken, o da üçleme diyoruz ama bu kitap final mi olacak, yoksa devamı gelecek mi hâlâ onu bile bilmiyorum. Ama ta-bii devamı beklemek normali. Ben bir şeyler yazıp, yeni kitaplar yayımlandık-ça, okurla daha çok bir araya geldik-çe diyeyim; onlarla bir ekosistem gibi, simbiyotik bir ilişkimiz daha doğrusu kültürümüz oluştu sanırım! Pek çoğuy-la mektuplaşıyoruz da! Dünün mek-tupları bugün facebook veya e-posta aracılığıyla, yine yazılıyor tabii. “Sandık Odası” ile “Medet” gibi bu kitap da eşe dosta hediye diye yazıp gönderdiğim öykülerden oluşuyor. Onlar bana sata-şırlar kimi zaman, yeni romanı bekler-ken boş mu duralım, bir şeyler yaz da okuyalım diye… Ben de her seferinde birisine bir şey gönderdim. Tabii bir araya getirince bir kitap hacmini al-mıştı, yayınevi değişikliğiyle beraber, eli boş gitmeyeyim dedim. Özetle; bir dönem hediyedir diyerek mektup yazar gibi, şakalaşır gibi yazdığımız hikâyeler kitaplaşmış oldu. Tabii kitap halinde görmek ayrı bir keyif veriyor, orası ayrı.

“Sandık Odası”, “Medet”teki öyküleri hatırladığım zaman, biraz hacimli öy-küler aslında onlar. “Bakele” nispeten daha kısa öyküler… Bunun kağıda yaz-makla veya bilgisayardan yazışmakla alakası var mı peki?

Onun da etkisi var elbette ama başka sebepler de var. İlki benim ruh halimle alakalı. Yaşadığım hayat, içinde bulun-duğum süreçle alakalı olarak değişiyor ne de olsa. Çünkü bir taraftan da bir roman yazılıyor. Ama diğer taraftan da birine de söz vermişsin, tamam yarın sana bir hikâye göndereceğim, gül-mekten gebereceksin diye... O arada çıkıveren bir şey oluyor, birine bir şey hediye ediyorsun sonuçta. Diğeri de dediğin gibi teknolojiyle alakalı. “San-dık Odası” ile “Medet”i yazdığım yıl-larda Facebook yoktu, e-posta yoktu… Sadece uzun uzun mektuplaşıyorduk biz mektup arkadaşlarıyla. Çünkü bir hafta sonra eline ulaşacak ondan cevap gelecek… Zaman uzundu, daha uzun öykü gerekiyordu belki… Diğer taraf-tan, şimdi düşünüyorum da, vakit de bolmuş o zaman. En azından, “Sandık Odası” ve “Medet”teki öyküleri yazdı-ğım yıllarda herhangi bir roman yazıl-mıyordu…

Peki, bir taraftan roman yazarken di-ğer taraftan yeni öyküler yazmak nasıl oldu, iki sürecin farkını merak ediyo-rum. Biraz da yazma disiplinini varsa düzenini merak ediyorum…

Lafı dolaştırmanın lüzumsuz, benim bir yazma terbiyem, disiplinim yok. Akşam bir saatte oturup şu kadar saat

çalışıp kalkıyorum, diyemem asla. “Ya-zasım geldiği zaman” ne yazacaksam, eğer romanı yazmaya içim elveriyorsa o anda, romanı; başka bir şeyse onu yazı-yorum. Komik veya basit gelebilir belki, ilham geldi derler ya onun gibi belki. Plansız, programsız ama yazının başına oturuyorsun bir şekilde, zamanı veya süresi olmuyor. Kesintiye uğramadan, o yazma eylemi ne zaman kendi içinde sona ererse o zamana kadar gidiyor. Ba-zen altmış gün hiç yazmam, bazen gün-lerce uyumadan yazarım. Nereden ve nasıl eserse… Bir bakıyorsun romanı yazıyorsun, bir bakıyorsun o durmuş, bir yerde dinleniyor, demleniyor yeni bir öykü filizleniyor, bir bakıyorsun iki cümlenin sonrası gelmiyor. Orada bi-tiveriyor… Ama bir şeyler de içinden hâlâ devam ediyor. Tıpkı bir elektrik enerjisi, akımı gibi… Bunun farkında olarak yaşıyorum ve yazıyorum. Belki böyle olmasa, o mektup kardeşlerime ‘yarın size bir hikaye geliyor’ diyemem. Öyle bir şansım olmaz, çünkü planla-yıp da haydi şu konuda yazayım demek gibi bir yeteneğim yok benim.

Aslında bu “doğaçlama” yalınlığı ki-taplarında, öykülerinde fazlasıyla gö-rebiliyoruz. Tuluat gibi, bilmem katılır mısın?

Evet tam öyle bir şey zaten! Sahnede seyirciyle yan yanasın, seyirci oradan bir laf atıyor, birdenbire oyunun yönü değişiyor. Çünkü sen o lafın ne olaca-ğını bilmiyorsun ve ona cevap verdiğin anda her şey değişiyor. Örneğin iki polis komiseriyle bir mafya liderinin birbirleriyle konuşmaları esnasında, neredeyse “sohbet” boyutuna geldik-leri anda kapı çalıveriyor! Ben o kapıyı çalmak niyetiyle yazmıyorum o üçlü konuşma anını. Kapının çalınacağını ben bilmiyorum! Kapı çalınıyor, içeri biri giriyor, birdenbire konu değişiyor. O ana kadar beni, o mafya lideriyle po-lis komiserinin konuşmasını yazarken beni motive eden, şimdi birinci polis şuna şöyle der herhalde diye tahmin-lere sürükleyen şeyler bir anda yön de-ğiştiriyor. Kapı çalındıktan sonra içeri mafyanın sekreteri veya ne denir sağ kolu, girebiliyor, bir başka polis de gi-rebiliyor! Bir yerden tutup kaldırdık-ları adam olabiliyor mesela. Ben de o giren kahramanın peşine kapılıyorum bu kez. Çok havalı bir laf gibi geliyor belki kulağa, ama gelmesin. Yarın haya-tımızda ne olacağını biliyor muyuz, ya-zarken de öyle yazıyorum. Samimiyetle ne yazacağımı bilmeden yazıyorum.

Sonu gelmeyebilir de ama bunun… Finali biliyor musun yazarken, yani du-racağın nokta belli mi, yola çıktığında?

Kendi söylüyor sanki. Yani öyle bir noktaya geliyor ki, doyma noktası ge-liyor yazının. Kendiliğinden oluyor bu. Zaten zorlasan da yazamayacağın, de-vamının hem olay olarak gelmeyeceği hem de fiziksel olarak tükettiğin bir şey oluyor. İki şekilde bitiyor, ama hiçbir şekilde finalin nereden geleceği, nasıl karşıma çıkacağı belli değil, onu bilmi-yorum. Başka türlüsü de benim elim-

den gelmiyor. Ben öyle kurgulayıp da omurgayı çatıp parçaları yapıştırıp baş-tan tespit edilen, istenilen, planlanan finale doğru götürülen roman yazma anlayışının dışındayım. Onu yapanla-ra özeniyorum da aslında ama benim elimden gelen bir şey değil. Ama final-den söz ediyorsak, sonu okura bırakı-lan filmler gibi, romanlar yazmam, ben onu yazmam veya çöpe atarım.

“Bakele”deki “Su Kadar Aziz”de ve di-ğer başka öykülerinde, romanlarında kimi zaman metnin içinde, kimi zaman epigraf olarak hep türküler karşımıza çıkıyor. Yazdıklarında bir türkü var de-mek istiyorum… Nasıl doğaçlamanın içinde bir sözlü kültür varsa, bunun da en önemli unsuru türküler sanki, senin yazdıkların için.

O herhalde benim kodlarımda var. En büyük ağabeyim cümbüş çalardı, en küçük ağabeyim bağlama çalardı, ben saz, ud, gitar biraz çalardım. Ab-lamın kemana istidadı vardı. Annemin şefliğinde diyeyim; bütün ailenin, çok iyi bir türkü ve sanat müziği repertuvarı vardı. Biz haftada en az bir gece aile fa-sılı yapardık ve bu fasıla bütün komşu-lar da gelirdi. Televizyonun olmadığı, radyonun akşam yedi haberlerinden sonra Arap radyosuna döndüğü yıllar-dı bunlar. Oradan işlemiş olabilir ru-huma, o için gerçekten beni besleyen kaynaklardan biri olabilir. Ama çocuk-ken de bunu hissederdim, belki annem hissettirirdi. Bir şarkının hikâyesini, türkünün hikayesini anlatırdı ağlar-dık… Benzer şekilde “Kün”ü bana yaz-dıran bir türküdür mesela. Ateş Canına Yapışsın’la uğraştığım yıllarda, radyoda bir türkü duydum, sonra yazmayı falan bırakıp gözümü kapatıp türküyü din-ledim. Sonra o türkünün ilk mısraının sözlerini bir kenara yazdım ben. O dos-yada durdu, o haliyle durdu. Sonra yak-laşık on beş sene sonra “Kün” yazıldı, o “ben kendimi gülün dibinde buldum” sözlerinin üzerine. O türkü yazdırdı “Kün”ü!

Konu değişiyor aslında ama, ilginç bir şeyden söz ettiğin için sormak istiyo-rum; büyüdüğün ev yazdıklarında etkili mi?

Yazdıklarımdan önce yaşamamda etkili, en önemlisi! İki uçta yaşadık çocukluğumuzu diyebilirim. Bir uçta çok gülüp oynadığımız bir boyut var, haftalık fasıl heyetleri gibi, hiçbir şeyi dert etmediğimiz. Bir uçta da çok derin bir sefalet ve yoksulluk var. Yoksunluk da var! Ben 3,5 yaşımdayken babam terk etmiş. Biz beş kardeş, bir annenin eline bakan çocuklardık! Elektrik çok gelmesin, ödeyemezsek sayacı söküp almasınlar diye gaz lambasında ders çalıştık. Bunu dramatik hikâye olsun diye anlatmıyorum; o zamanlar tahsil-darlar kapıya gelir, sayacı okurlar ve pa-rayı hemen tahsil ederlerdi. Bankaya falan gitmezdin. Ödedin ödedin, öde-medin, sayacı söker giderdi adam. Bir daha da nereden alacağını bilemezdin o sayacı! Annem hem oranın neresi ol-duğunu bilmediğinden hem de böyle

kötü hal’lere düşmeyelim diye bunu ya-şıyorduk. Beş kardeş kışın aynı yatakta yattık çünkü tek odada soba vardı. Ama bu hal içindeyken bile annem “canınızı sıkmayın” derdi bir şekilde kalkıp oyna-yacak bir türkü bulurdu radyoda. Son-ra biz de kalkıp oynardık! Dağılırdı her şey, yokluğu da, yoksunluğu da dağıtır-dı! Çok güçlüydü ve kabulleniş biçimi tamamen gerçekçiydi. Yoksulduk ama yoksuluz diye kendimizi öldürmedik!

“Bakele”ye geri dönelim. Kimi öykü-lerde sanki bir “eski günleri” yad etme havası var sanki…

Şimdi sen söyleyince aklıma geldi. Bi-rilerine bir hikâye yazıyordum, yani bir şeyleri hikaye etmekten söz ediyoruz aynı zamanda. Belki bundan kaynak-lanıyor. Sebep değilse bile bi hikâye etmek meselesi bu eski günleri yad etme etkisini yaratıyor olabilir. “Sandık Odası” ve “Medet”te böyle şeyler yoktu, geniş geniş anlatılıyordu her şey ora-da. Biraz bu refleksten kaynaklanmış olabilir. Belki de yetiştiğim çağ ile ala-kalı. Biz sokaklarda oynar, şehrin öbür ucunda kaybolurduk, amcanın biri elimizden tutar getirirdi. Kimsenin bir başkasından korkusu, güvensizliği yok-tu. Bu sayede zorları kolay ettik belki ailece. Ama öyle nostaljik, ah nerede eski günler derdinde değilim, ama olaylar geçmiş günlerde yaşanıyor, on-lar hatırlanıyor, anlatılıyor olabilir…

Şimdi anneni anlatışında bir kere daha görüyorum, “Bakele”deki öykü-lerde de sıklıkla eşin Hülya’nın adına rastlıyoruz, kadın kahramanlarda… Roman ve öykülerinde “kadın” kah-ramanlarının güçlü ve önemli bir yeri olması onlar sayesinde mi, yoksa tabi-ata bakışla alakalı bir şeyden mi bah-sediyoruz?

İkisi de var! Gerçek Hülya’nın haya-tımı, beni, görüşlerimi çok etkilediği muhakkak. Annemin aynı şekilde. Bel-ki bu güçlü anne etkisi yüzünden başka bir kadına değil de Hülya’ya baktım. Yani Hülya’nın beni benim hülyayı yan yana koymamızda annemin bir etkisi olduğu kesin. Tabiata bakışımı da bu iki kadın etkilemiştir haliyle. Onlarda kadının gücünü önemini gördüğüm

için romanlarımda da bunu olduğu gibi olması gerektiği gibi yazıyorum, öykülerimdeki Hülya adlı kadınlar da öyle oluyor. İkisine de farklı zamanla-rın Anadolu kadınını görüyorum etki-liyorlar haliyle!

Kitaptaki ikinci öykü “Cızgı” bir keli-menin hikâyesi aslında. Çizgi sözünün Anadolu ağzıyla farklı seslendirilişi. Diğer romanlarında veya öykülerinde gördüğümüz “yöresel” söz kullanımla-rını hatırlatıyor hemen insana. özel bir tavır mı bu, en azından dil açısından…

Sohbetin başında bir örnek vermiş-tim; mafya babasıyla iki polisin bir arada olduğu bir odaya içeri giren birisi olu-yor demiştim sana. O içeri giren kendi diliyle giriyor içeri. O adam Konyalı ise Konyalı gibi konuşuyor. Hafif kendini toparlamaya da çalışıyor. Bir Konyalı ancak Konyalılar arasında Konyalı gibi konuşur. Ankara’ya geldiği zaman bir şeyleri değiştirmeyi, düzeltmeye, uyum sağlamaya çalışır. Dilini elden geçirir… Biraz Ankara’ya, İstanbul’a veya orası neresiyse oraya uymaya çalışır, biraz kendisidir. Bu tamamen kahramanın doğallığından gelir. İki polis memuru konuşurken, biri Urfalı, biri Adanalı ol-sun, biri farklı yemin eder diğeri farklı, biraz bulundukları dünya itibariyle kü-fürlü konuşurlar, nezarethane jargonu vardır dillerinde, biraz memurdurlar, biraz mesai arkadaşıdır ve o an neyse öyle konuşur, öyle kelimeler kullanır. Eğer bunu dosdoğru veremezsek her-halde bu da samimiyetini azaltır roma-nın. Yani o zaman o karikatür tiplere dönebilir. Öyle olmaz, olmamalı.

öykülerin birçoğunda “aşk” dikkat çe-kiyor aslında. Hep bir aşk anlatısı var. Dahası, bu durum diğer daha önceki öykü ve romanlarında da var. Aşk da kendini mi yazdırıyor sana, her metnin-de var?

Beni kah sinirlendiren, kah geren, kah güldüren saptamaları vardır böy-le bazı yazarların; makale yazarlarının, gustoların, yazı dili olan veya bu yönde isim yapmış insanların...Onlar karşımı-za geçip; aşkı şehvete bağlayan sözler ederler. Bir tanımlama yaparken aşk için; ilk önce kuvvetli tutkudan sonra onun yerini sevgiye bıraktığından, son-ra da bunun sevgiye evrildiğinden uzun uzadıya dem vururlar. Bu sevgi de en son saygıya dönüşür ve her şey tamam-lanır! Oh ne güzel. Ben, tam tersini düşünürüm. Yeni tanıştığın veya hiç ta-nımadığın bir insanla “saygısız” bir iliş-kiye girmezsin. Aşk, ilişki, her şey önce saygıyla başlar, biraz ısınırsan seversin; sonra ayrılmak istemezsin ondan ve âşık olduğunu fark edersin. Bu aşk illa ki tensel, cinsel olmak zorunda değil-dir. Yirmi sene görmeyebilirsin bile… Aşk böyle bir şeydir ve beni hep içten içe ateşleyen bir şeydir. Sevginin sınırla-rını tahammül belirler. Aşkta böyle bir şey yoktur. Tahammül edeceğin bir şey yoktur, yani ne geliyorsa gelsin dediğin bir şeydir aşk. Yani “kabulleniş”tir tıpkı yazarken olduğu gibi! Aşk beni güdüle-yen bir şeydir çünkü.

“Sebep değilse bile ‘bi hikâye etmek’ meselesi

bu eski günleri yad etme etkisini yaratıyor

olabilir. “Sandık Odası” ve “Medet”te böyle

şeyler yoktu, geniş geniş anlatılıyordu her şey

orada. Biraz bu refleksten kaynaklanmış olabilir. Belki de yetiştiğim çağ ile alakalı. Biz sokaklarda oynar, şehrin öbür ucunda kaybolurduk,

amcanın biri elimizden tutar getirirdi.”

Sezgin Kaymaz

Page 12: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 12

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

NAZLI KARABIYIKOĞ[email protected]

1828 kışı Moskova’da ne kadar sert geçiyordu bilmem ama ben şimdiki za-manda İstanbul’da dizlerime dek kara batmıştım. Ellerimde ruhu üşümüş, buzdan bir kanepede uzanıp kaskatı kesilmiş bir yazarın şiirleri, pencere-den görünen avuç içi kadar ormanıma bakıp ısınmaya çalışıyordum. Bin sekiz yüzlerin o kışında, Puşkin’le aynı yaşta olduğumuzu fark ediyor, onunla bera-ber şiirlerine biraz daha çekiliyordum. Sonra o ânı gördüm: Puşkin’in Natalia Gonçorova’nın yüzüne ilk kez bakışını. Gidip ailesinden henüz on altı yaşın-daki Natalia’yı isteyişini, reddedilişini, acı içinde sokaklara fırlayışını… Puşkin üşüyor, Moskova küçülüyordu. Çar’ın gözünde mimli olan şair, devasını en bilindik eylemde arıyordu: Gitmekte. Sıkışan kalbine, Natalia’nın nefes aldı-ğı şehre daha fazla dayanamayarak ora-dan uzaklaşmakta. Bir sene boyunca türlü acılar çeken Alexander, 1829’da Rus ordusuna katılarak Osmanlı’ya karşı sefere çıkmaya karar veriyordu. Bense bir an atıyla evimin önündeki ormancığa doğru ilerleyen Puşkin’i görmüş olduğumdan emin, aniden ayaklandım. Küçük bavuluma birkaç parça eşya tıkıştırdım. Puşkin’in ardın-dan yola koyuldum.

1829 seferi sırasında Erzurum’a yolcu-luk

1829 yazında Moskova’dan Tiflis’e, oradan da Gümrü üstünden ta Kars’a ve Erzurum’a doğru atını süren

Puşkin’i Ermenistan sınırında yakalı-yorum. Dekabristlerle olan ilişkileri yü-zünden Çar I. Nikolay’ın kendisinden pek hazzetmediği Puşkin, 1828-29 Rus-Osmanlı Savaşı başladığında orduya ka-tılmak ister ve Çar tarafından reddedi-lir. Bunun üzerine Paris’e gitmeyi talep eder fakat yine reddedilir. Sevdiği kadı-na da kavuşamayacağını anlayınca içi içine sığmaz olur ve Çar’ı hiçe sayarak, Rus-Kafkas ordusunun ordugâhına var-mak için yola çıkar. Burada Kafkasya’ya sürgüne gönderilmiş birkaç Dekabrist arkadaşının yanında kalıp etrafı göz-leyecek ve belki de yanan kalbini sön-dürebilecek çareler arayacaktır. Sefer boyunca gördüklerini, yaşadıklarını bir tarihçi edasından uzak, insancıl yanı

güçlü duygularla kaleme alan şair, daha sonra 1835’te yolculuk notlarını yayına hazırlarken şöyle diyecektir: “Esin ara-mak her zaman gülünç ve anlamsız bir garabet olarak görünmüştür bana. Esi-ni aramazsın, o kendisi bulmak zorun-dadır şairi. Gelecek zaferleri terennüm etmek için savaşa katılmak, benim için bir yandan aşırı kendini beğenmişçe olur, öte yandan da fazlaca yakışıksız kaçardı. Askerlik konularına karışmam ben. Benim işim değil bu.”

Kılavuz: “İşte Arpaçay!” diye bağırıyor. Sakince kıvrılan Arpaçay’ın parıltıları-na doğru atını sürüyor Puşkin. Yüzün-deki sevinç görülmeye değer. Ruslar bu toprakları henüz aldıkları için kendini vatanında sayıyor, Kars’a doğru gayret-

le atını sürüyor. Arpaçay’ın yeşerttiği vadi Kars’a doğru açılırken bozlaşıyor. Sarımsı bir tazelik düzlükleri kaplıyor. Dağların çevrelediği bozkır, bozkırın sonundaki Kars. O yalçın kayalığın üze-rindeki sağlam Kars Kalesi’ne rağmen şehri nasıl düşürebildiklerini kendi-ne sorarak Mazlumağa Hamamı’na iniyor. Ertesi gün ayrılıyor Kars’tan. Erzurum’u almayı kafasına koymuş Rus ordusuyla beraber yorgunluktan bitap düşmüş hâlde, Soğanlı Dağları’nı ar-kasında bırakıp Aras Nehri’ni görüyor.

Köprüköy-Hasankale’de, aynı köp-rünün iki yanında duruyoruz. Çoban-dede Köprüsü bu. 13. yüzyılın sonla-rından beri Aras’ın üstünde vakur bir kavisle uzanan köprüye hayranlık duymamak mümkün değil. Puşkin şöyle yazıyor: “Hasankale’den 15 verst uzakta, aynı boyda olmayan yedi ayak üstüne gözüpekçe kurulmuş güzel bir köprü var. Onu sonradan zengin olan bir çobanın yaptırdığı söyleniyor. Issız dağlarda tam bir yalnızlık içinde ölmüş bu çoban. Yapayalnız iki çam ağacının gölgelediği mezarı hâlâ oradaymış.”

Bedenini Hasankale Ilıcası’nda kü-kürtlü sulara atan Puşkin, burnunda yabani süpürge ve geven kokusu, Er-zurum tabyalarından Palandöken’e sırtını vermiş şehri seyrediyor. Şehir merkezindeki taş evler, taşraya doğru yerlerini kerpiç, toprak damlı evlere bırakıyor. Alexander, Erzurum’u çev-releyen kireçli dağların eteğinde du-rup gözlerini kısıyor. Rüzgâr beyaz, yakıcı bir dumanla gözlerini dolduru-yor. Ertesi sabah kenti teslim etmeye hazır olan Erzurum Seraskeri’nden gelen haberle, Rus bayrağı Erzurum

Kalesi’ne çekiliyor. Ardından, savaşma-dan zafer kazanmış ordunun bir neferi olan Puşkin’le beraber şehri turlamaya başlıyoruz. Kendimizi kaleden aşağı doğru bırakıp Tebrizkapi’ya ilerliyo-ruz. Savaştan sonra “Gavurboğan” diye anılacak mahallede göğsünü kabart-mış biçimde, “evlerinin düz damlarına çıkmış asık suratlı Türkler”e bakıyor, karşısında istavroz çıkarıp ‘Hıristiyan! Hıristiyan!’ diye bağıran Türk çocukla-rına gülüyor.

Erzurum’un eğri büğrü, dar sokakları kalabalık ama dükkânlar kapalı. Evlerin hemen hepsinin kendine ait bir avlusu, avluyu kapatan iki ayrı kapısı var. Birin-ci kapı (aslında bizim anladığımız an-lamda ikinci kapı), yani Erzurumlunun “tırkıç” dediği, avluya rüzgârın dolma-sını sağlayan delikli kapı. “Tırkıç”ların arasından Erzurum’un gelini kızı biraz kızgınlıkla, daha çok merakla bize bakı-yor. Yürürken ayağımız taşlara takılıyor. Tökezliyoruz. Yolculuk notlarında yer almasa da ben Puşkin’in Gürcükapı’da bir hanın önünde durduğunu ve bu-rada güzel bir uyku çekmek istediğini biliyorum. Komeslihan’ın önünde du-rup tahta kapısını çalıyoruz. (Ne tuhaf! Bugünlerde Baltahane adıyla anılan bu han, şairlerin, yazarların, kendi ta-birleriyle ‘gönül gözüyle görenlerin’, akşamları buluşup saatler süren soh-betlere daldıkları bir yere dönüşmüş. Puşkin’in, oraya buraya gelişigüzel di-zilmiş onca antika eşyanın ortasından her an fırlayıp Bronz Atlı’yı ya da Maça Kızı’nı yüksek sesle okuması pek de şa-şırtıcı olmayacak gibi.) Bir zaman son-ra Puşkin ordugâha dönüyor ve burada Serasker’le beraber esir düşmüş dört

Erzurum’dan St.Petersburg’a: Puşkin’le geçen fazla hüzünlü yolculuğum

Puşkin

Puşkin’in çalışma odası

Page 13: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 13

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Türk paşasıyla tanışıyor. Bu tutsak pa-şalardan biri, bir elini çevirmenin om-zuna koyup şöyle diyor şaire: “Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı var-dır ne de dünya nimetlerinde gözü. Biz zavallılar şan, iktidar ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün hükümdarla-rıyla aynı sırada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir.” Bu sözler hoşuna gidiyor Puşkin’in. Ondan hoş-nutsuz olan I.Nikolay’la aynı safta dur-sa da, Çar’ın kendi felaketi olacağını bilmiyor henüz.

Erzurum’da kaldığı günlerin izle-nimlerini incelikle kaydediyor Puşkin. Asya şaşaasının solup gittiğini görüyor. Pskov ilinin taşra kasabasında küçük bir dükkânda bulunabilecek herhangi bir şeyi, burada Erzurum’da dünyanın pa-rasını dökse de alamayacağını düşünü-yor. Erzurum’un payitaht İstanbul’dan ve belki de ileri Avrupa’dan ayrılan yanlarını, Yeniçeri Eminoğlu mah-lasıyla yazdığı bir şiirinde övüyor da: “Söndü inancın kutsal ateşi/Dolaşır evli kadınlar mezarlıklarda/Her koca-karı bir hacı ana/Hareme sokarlar er-kekleri/İşbirlikçi haremağası uykuda/Ama Erzurum’umuz öyle mi ya?/Bizim dağlı, çok yollu kentimiz/Kapılmadık bir zevk ü sefaya/Yüz vermedik isyan şarabına”

Çifte Minareli Medrese’nin önün-den geçerken, Türkler ilgiyle yanları-na çağırıyorlar Puşkin’i. Kentteki her Frenk’i hekim sanıyorlar! Dillerini çıkarıp gösteriyorlar şaire. Bir, iki, üç. Kafası atıyor Puşkin’in. O da her dili-ni çıkarana, ağzını kocaman açıp dil çıkarıyor. Aynı günlerde veba sinsice şehri sarıyor. Bir gün Puş-kin, şehrin hamamlarından birine gidip de hamamın pisliğinden rahatsız olunca artık yorulduğunu hissedi-yor. Tiflis’e dönme zama-nının geldiğini düşünüyor. Ordugâhta kalarak sonraki olayları da gözlemleyip yaz-ması istense de, beline Türk kılıcını takıp dönmeye karar veriyor büyük şair. Beraber-ce, Yakutiye Medresesi’nin mavi al parlayan minaresine bakıyoruz.

Dönüş yolu uzun. Özlem acıtıcı.

Ulaşılamayan kadın Natalia ve ötesi

Erzurum yolculuğunu ta-kip eden iki yıl boyunca Natalia’yı düşünmekten asla vazgeçmeyen ama yine de birçok kadınla gönül ilişkisi yaşayan Puşkin’in aşk defte-ri oldukça kabarıktır. Uzak akrabası Sofia Puşkina’yla, Katerina Uşakova’yla, yük-sek rütbeli bir subay eşi olan kontes Zakrevska’yla (ki ken-disinden gizli güncesinde Z. diye bahseder) yaşadığı ilişki-leri yoğun cinsel deneyimler olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Natalia’ya gönlünü kaptırmışken, aynı yıllarda Olenina adlı bir kadına da delicesine âşık olur. Günce-lerine ya da mektuplarına isimleriyle girmeyen daha birçok kadın vardır Puşkin’in hayatında. Sadece sosyete-den kadınlar da değil. Erzurum yolcu-luğu dönüşünde, yeni bir açlıkla bakı-yor gibidir kadınlara. Randevu evlerine gidip birden fazla kadına para ödemek-ten çekinmez. Bir gün içinde beş farklı kadınla beraber olabilir. Ölümünden yüz yıl sonra yayımlanmasını istediği Gizli Günce’sinde apayrı bir Puşkin’le karşılaşırız. Özgürlük yolunda Çar’a kafa tutmuş, zamanının en ateşli şiirle-rini yazmış, Tiflis’ten Erzurum’a sıcak savaşın içinde yolculuk edip yabancı olduğu halkları selamlamış bu adamın karanlık dünyası, biraz da Marquis de Sade’ın dünyasına benzer. Natalia ile olan evliliğini, evliliğinin seyrini, bir aile kurarken çektiği sıkıntıları ve bun-ların paralelinde dizginleyemediği şeh-

vetini Gizli Günce’nin satırları arasında saklı bulabiliriz. Puşkin bu satırlar için-de biraz daha somutlaşır; basit hazları olan, cinselliğini özgürce yöneten bir erkek hâline gelir. Fütursuz diliyle ka-leme aldığı en mahrem dürtüleri açık-lıkla kâğıda serer. En gizli duygularını yazarken şöyle bir not düşer güncesine: ”Ruhumu kâğıda dökmekten kendimi

alıkoyamam, bu onulmaz bir yazar hastalığıdır. Bu hastalık genellikle öl-dürücüdür… Günahlarımı, hatalarımı ve acılarımı kendimle beraber mezara götürmek istemiyorum; onlar eserimin bir parçası olmak için fazla ciddiler.”

Cinselliğine bu kadar düşkün, farklı kadınlardan farklı tatlar almaya nere-deyse bağımlı olan Puşkin’in Natalia’ya olan aşkının kutsallığını sorgulamak yerine, uzun süre elde edemediği bir kadına sahip olma isteğiyle onu ailesin-den tekrar istemeye giderken aslında önüne geçemediği dürtülerinin kurba-nı olduğunu söyleyebiliriz. Sonraları Nathalia’yı kimbilir kaç defa aldatacak olan şair de kendisini Othello’ya ben-zetir: “Kendimi Othello’ya benzetiyo-rum: Siyah ve aynı zamanda kıskanç olmayan ve güvenen.”

Erzurum yolculuğundan sonra bir

süreliğine ayrıldığım Puşkin’in aşkının izlerini sürmeye ve son günlerini onun-la beraber yaşamaya St.Petersburg’a gidiyorum bu defa. Şair Puşkin, Âşık Puşkin, Seyyah Puşkin ve Gizli Puşkin arasından bir öz damıtmaya, onu evi-nin odalarında gezinirken görmeye ihtiyacım var.

Her şeyin başladığı ve bit-tiği yer: Moika Nehri’nin kıyısındaki ev

1831’de, Erzurum Yolculuğu’ndan tam iki yıl sonra, sonunda ai-lesinin razı gelmesiyle güzeller güzeli Natalia Gonçarovna’yla evlenen Puşkin, Nevski Nehri’nin bir kolu olarak şehrin içine sokulan Moika Nehri’nin kenarında, or-tasında geniş bir avlu bu-lunan büyük bir binanın bir kanadını kiralar. Kü-çük Natalia’sı ile burada günler boyu sürecek seviş-meler yaşayacağının haya-liyle yanıp tutuşur. Onu ilk gördüğü günden beri tasarladığı şeyler artık ger-çek olacaktır. Bir alev topu gibi büyüyen elde etme arzusunu şöyle kaydeder güncesine: “N.’yi ilk gör-düğümde, hiçbir zaman değişmeyecek bir duygu-nun içimi doldurduğunu fark ettim. Bu, ona sahip olma arzusuydu ve öyle güçlüydü ki kısa sürede onunla evlenme arzusuna dönüştü. Bu daha önce de başıma gelmişti. Ama bu kez çok daha güçlüydü. Daha öncesinde istediğim kadın için böyle hayranlık duymamıştım.”

Vuslata eren aşkın zevk geceleri bu evde başlar. Natalia’nın beceriksizlik-leriyle ona daha fazla bağlanan Puş-kin, karısına sahip oluşunu, onu nasıl eğittiğini, acemilikleriyle nasıl dalga geçtiğini ayrıntılı şekilde güncelerine yazar. Dostoyevski’nin yüz yıl sonra Rus edebiyatının peygamberi olarak nitelendireceği Puşkin’in karısı olmak, Natalia için beklenildiği kadar muaz-zam bir etki yaratmamış diye rivayet ederler. Şairin neredeyse hiçbir şiiriy-le ilgilenmediği gibi, onları dinlemeyi de sevmezmiş. Puşkin de sadece yavan Fransız romanları okuyan karısının bu alakasızlığını çabuk fark etmiş ve onunla şiirlerini paylaşmaktan vaz-geçmiş: “Dinlerken, yüzünde o kadar kayıtsız bir ifade vardı ki, şiirlerimle onu bir daha rahatsız etmedim. Zaten o da bunu istemedi.” İlişkilerinin gel-diği bu noktodan sonra, gitgide yeni kıyafetleri ve güzelliğinden başka şey düşünmeyen Natalia, Puşkin için sa-dece bir haz kaynağıdır artık. Aklımda Puşkin ile Natila, evin geniş holünden içeriye giriyorum. Artık kullanılmayan eşyaların tozlu hüznü her tarafı kap-lamış. Çıtırdayan parkelerden, ahşap masa takımından, ince porselenlerden mırıltılar yükseliyor. Yemek odasının girişinde duruyorum. Burada gözü-mün görmediği ama kalbimin ezile-rek hissettiği bir şey var. Arkamdan bir kadın, elini omzuma koyup bana bir cihaz uzatıyor. Teşekkür edip sesli rehberi alıyorum. Kulaklıkları takıyo-rum. Derinden, Albinoni’nin Adagio G Minör’ü başlıyor. Yanaklarını kaplayan gür sakalı, bembeyaz yüzü ve kısılmış gözleriyle yemek odasının zemininde yatıyor Puşkin. Adagio zihnimi felç ediyor. Puşkin’le aynı çatının altında, kanlar içinde kalıveriyorum.

Düello için AdagioPuşkin, d’Antes’le tutuştuğu düello-

da midesinden o ölümcül yarayı aldığı gece kucaklanarak apar topar evine getiriliyor. Şuracığa, ayaklarımın di-bine, yemek odasının zeminine boylu boyunca yatırılıyor önce. Her yer kan içinde. Evin müziği ağırlaşıyor. Natalia, kocasına bakmayı istemeyerek odası-na kaçıyor. Dizlerimin üstüne çöküp parkeye yayılmış kana batırıyorum parmaklarımı. Yatağına taşınan şairin ardından bir süre bakakaldıktan sonra, Natalia’nın odasına ilerliyorum. Piya-nosu, takıları, eldivenleri orada. Mak-

yaj masasının önündeki pufa neredeyse çökmüş, ağlamadan, yüzündeki tutuk ifadeyle bana bakıyor.

Yüzyıllar sonra bile düşünülünce insa-nın içini burkar o gece. Lermontov’dan Turgenyev’e, Gorki’den Dostoyevski’ye, bu büyük şairin katledilmesini kabulle-nemez büyük Rus yazarları. Düello’ya giden yolda elbette birçok spekü-lasyon dillendirilir. Çar I.Nikolay’ın Natalia’da gözü olduğu, bu sebeple d’Antes’i Puşkin ailesinin içine soktuğu ve genç subaydan Natalia’ya ilgi göste-rerek onu baştan çıkarmasını istediği söylenir. D’Antes’in bu davranışını si-neye çekemeyecek olan Puşkin eninde sonunda onu düelloya davet edecek, şairin karşısındaki usta nişancı elbette onu vuracaktır. Böylece, Natalia sonsu-za dek Çar’ın olacaktır. Başka çevreler-se Natalia’nın zaten gözünün dışarıda olduğunu, gösterişli balolarda erkekle-re kur yaptığını, d’Antes’e vurulduğu-nu söylerler. Kim ne söylerse söylesin, Puşkin’e ilgisini yitirmiş Natalia’nın, kesin girişimlerde bulunmasa da en azından balolarda yeni insanlar tanı-yıp kendini avutması olağandır. Evli-liğinden bir süre sonra bıkıp yatağını başka kadınlarla paylaşmaya devam eden Puşkin’in, güzel eşinden sadakat beklemediğini yazdığını görürüz. Fakat karısının ve evliliğin onuru için düel-loyu göze alan bir adamın içten içe sa-dakat beklemediğini söylemek pek de kolay değildir. Puşkin, kalbindeki türlü acıları bastırmak için böyle yazmıştır belki de.

“Bu sakin kayıtsızlığını övgüler, poh-pohlamalar, kışkırtmalar arasında koruyabilecek mi? Daha parlak bir evliliğe layık olduğunu söyleyecekler kendisine. Bu tür art niyetli sözleri hep içten sanacak. O zaman beni bir dü-zenbaz, yaşamında bir engel gibi gör-meyecek mi? Hatta iğrenmeyecek mi benden? Tanrı şahidimdir ki onun için yaşamımı veririm, ama onu dul bırak-mak için ölmek, güzelliğinin baharın-da, kendine yeni bir eş seçsin diye… Bu düşünce, cehennem azabı veriyor bana!..”

Natalia’nın gergefinin önünde duru-yorum. Desende, Puşkin’e dört çocuk vermiş bu genç kadının sıkışmışlığını işlediğini görüyorum. Tüm o el ayna-ları, parfüm şişeleri, tabaklara hapsol-muş portreler... Adagio’nun ağır aksak ritminde, uzun uzun Natalia’nın resmi-ne baktım. Çar’ı da, Fransız subayı da baştan çıkarmıştı belki; şiiri sevmemiş, edebiyata mesafeli durmuş, çocukla-rını düşünmemişti. Puşkin yatağında kanarken, uzakta durup konuşmadan evin içindeki telaşı izlemişti. Ama en sonunda, kendi ölüm yatağında can verirken söylediği tek şey de“Puşkin

sonsuza dek yaşayacak,” olmuştu.Bütün hazlarını, erotik zevklerini, al-

datmalarını, aldanışlarını, elde etme tutkusunu bir yana koyduğumuzda, Puşkin’in son günlerinde Natalia’ya olan aşkına delicesine sarıldığını gör-mek mümkündür. Natalia’ya sapkınca âşık olan Fransız subay d’Antes, sırf onu rahatça görebilmek, aynı ailede rahatça bulunabilmek için Natalia’nın kardeşi Katerina ile evlendiğinde, Puşkin subayın karısına olan ilgisinin boyutunu çoktan kavramıştır. Eve isim-siz mektuplar gelip gitmeye başlar. Bu mektupları kim yazıyor belli değildir ama açıkça Puşkin’in erkeklik guru-runa hakaret ediliyordur. Bu evin ko-ridorlarında, Puşkin hiç d’Antes’in Natalia’yı sıkıştırdığını görmüş müdür

bilinmez ama kendi kendine sürekli karısının iffetine olan bağlılığına gü-vendiğini tekrarlayıp durur. Bir gün artık dayanamaz söylentilere, isimsiz mektuplara. “Dedikodu ötekini o’ya indirger, bu indirgeme de benim için katlanılmaz bir şeydir. Öteki benim için o değildir: yalnızca kendi adı, ken-di özel adı vardır,” ve “Kıskanç olarak, dört kez acı çekerim: kıskanç olduğum için, kıskançlığımdan dolayı kendimi suçladığım için, kıskançlığımın öteki-ni incitmesinden korktuğum için, bir bayalığın beni tutsak etmesine boyun eğdiğim için: dışarıda bırakıldığım, sal-dırgan olduğum, deli olduğum ve sıra-dan olduğum için acı çekerim,” der kendine. Sonra kâğıda kaleme sarılıp subayın babası Kont Heeckeren’e kış-kırtıcı bir mektup yazar. Bu mektupta açıkça oğluyla düelloya tutuşacağını ilan etmektedir. Kont, mektubu oğluna gösterir, genç subay kalbi Natalia’nın yakıcı aşkıyla dolu, maharetli ellerine bakar ve düelloyu kabul eder.

Tabancalar Koridorlarda ilerliyorum. Puşkin’in

çizimleriyle dolu odalardan geçiyorum. Çizdiği yüzlere, taslaklara, hayvanlara, doldurduğu onca sayfaya bakıyorum. Yevgeni Onegin’in ve şiirlerin müsved-deleri ve yüzlerce cümle, arkalarından vuran ılık ışıkla havada dans ediyor gibi görünüyorlar. Cümlelerinin için-den geçip, o gece düelloda ateşlediği silahının önünde duruyorum. Altın kabzasıyla parıldıyor silahlar. Puşkin’in bu evin geniş avlusundan çıkıp Kara Dere’ye yollanmadan önce tabanca alabilmek için gümüşlerini sattığını biliyorum.

Düello akşamı yanında arkadaşı Dan-zas vardır (Danzas düellodan sonra yaralı Puşkin’i evine taşıyacaktır). Dü-elloya tanıklık etmek üzere Çar’ın yol-layacağı adamlar gelmez ama yine de düello başlar. İşte bu tabancalardan bi-rinin geniş namlusundan çıkan kurşun Puşkin’in midesine girerken, diğerin-den çıkan, d’Antes’in kolunu yaralar. İki gün boyunca can çekişir Puşkin. Aklı başına geldiği anlarda borçlarının dökümünü çıkarır, Natalia’yı yanına çağırıp üzülmemesini söyler.

Tabancalara baktıkça mideme ağrı giriyor. Şairin çalışma odasına doğru yürüyorum. Binlerce kitabın ortasında durup ölümünden sonra mühürlenen odanın ortasında dönüyorum. Yaşamın özünü emmekten yılmayan bu adamın bu şekilde öldürülmesi gücüme gidi-yor. Henüz 38 yaşında, zihnine gömülü onca şiirle, buradaki nadide kitapları terk edip gitmesi haksızlık. Eldivenle-ri, piposu, defterleri masasının üstüne yerleştirilmiş. Yine de hiçbir eşyası, o camlı dolapta parıldayan tabancalar kadar alaşağı edemiyor bakanı. Şairin ölümünde gezinirken G Minör’deki Adagio, hüznü tanımlayabilen tek me-lodi hâline geliyor.

Kara gökte burgaçlanıyor karlarBulgakov’un Puşkin’in ölüm akşamı-

nı ve ölüme yürüdüğü son günlerini an-lattığı bir tiyatro oyunu vardır. Oyunda Puşkin hiçbir sahnede görünmez ama yine de her sahnede, yüzünden akan hüznü görür gibi oluruz. Oyunda tek-rar edilen şiir, Puşkin’in gözlerini yum-duğu an için yazılmıştır sanki: “Kara gökte burgaçlanıyor karlar/Durmama-casına saldırıyor tipi/ Bazen yabanıl hayvan gibi uluyor/Bazen ağlıyor bir çocuk gibi”

Puşkin’in son yolculuğu bu oyunda ustaca anlatılmıştır. Şairin artık ölü olan bedeni yine ‘gitmek’ ister. Bu se-fer çıkılacak olan bir keşif yolculuğu değil, acı bir ölüm yolculuğudur. Şu-batın karlarla burgaçlanan bir günün-de, şairin vasiyet ettiği gibi Kutsal Dağ Manastırı’nın bahçesine gömülmesi için Çar’dan izin alamayan dostları, onun ölü bedenini geceleri nöbetleşe olarak taşımaya karar verirler. Turgen-yev ve mujiklerin yüklendiği naaş en sonunda manastıra ulaşır. Buz tutmuş

toprak bin bir güçlükle kırılarak, ebedî yatağına yatırılır Puşkin. Şairin evinden çıkıp Ploshchad Iskusstv’e doğru yürü-yorum. Rusya’da yer alan yüzlerce Puş-kin heykelinden birinin önünde du-ruyorum. Şiir okuyormuşçasına vakur bir edayla havaya kaldırdığı eline uza-nıyorum. Donuk yüzünü hafifçe bana çeviriyor. Elimden tutup beni kaidenin üstüne çekiyor. Yeni bir yolculuğa çıka-rız belki, belki de buradan hiç gitmeyiz.

1.,2.,3. ve 4. alıntılar: Erzurum Yolculuğu, Alexander Puş-kin, iş Bankası Yayınları5.,6. ve 7. Alıntılar: Gizli Günce, Alexander Puşkin, Chi-viyazıları Yayınevi8. ve 9. Alıntılar: Emile Haumant, Puşkin’in Yaşamöykü-sü, çeviren: Attila Tokatlı, Düşün Yayıncılık, 1996 (Ataol Behramoğlu’nun yazısından alınmıştır, www.behramoglu.com)10: Mihail Bolgakov, Son Günler, Everest Yayınları

Fotoğraflar yazara aittir.Natalia Goncharova

Puşkin’in tabanca takımı

Erzurum Komeslihan (Baltahane)

Puşkin’in Moika Nehri’nin kıyısında bulunan evi her şeyin başladığı ve bittiği yer...

Page 14: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 14

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

DOĞDUĞU YER

Parçalı Bulut istasyonlar: Diyarbakır Tren Garı

MURAT ÖZYAŞAR

Vagondan Ev istasyonu/Dünyaya El kaldırmaya Gelmiş Bir Adam

Mahallede bir efsane gibi anlatırlardı onu. Adını duymuş, façalı yüzünü gör-müş, kıstırılmış sesini işitmiştim. Kap-kara suratı, yağlı ve kirli saçları, sıska vücudu, perperişan elbiseleri, göğsüne harita çizer gibi atılmış jilet izleriyle, sağ işaret parmağı sürekli havada dün-yaya tehditler savuran bir adam. Dün-yaya el kaldırmaya gelmiş bir adam. Neydi hikâyesi, kimse bilmezdi. Düş-müştü işte o da, mahallede düşen diğer birçok kişi gibi. Berbat yoksulluğun ve kötü siyasetin şaşmaz mağduru. “Sü-rekli içiyor,” derlerdi “gece gündüz çekiyor.”

Niyeydi, niçindi, derdi neydi ki bu adamın, kimse bilmez. Sokakta kim görürse onu, selam eder gibi ona, şaş-maz bir soruyla uğurlardı onu: “Zıbıl, bi şey mi şey yok?” “Bi şey mi şey”den kasıt da esrardı, bunu herkes bilirdi. Zıbıl da her seferinde herkesi aynı bi-çimde selamlayıp yanıtlardı: “Ne varsa kafamızdadır!”

Onu hatırladıkça Mehmet Müfit’in “Tekkede Bahar” şiirini unutamıyo-rum:

“yan ibrahim yannnn/kocaman bir yangın senin olsun,/gel çök aramıza küçük osman,/senin de ayak uçların tutuşsun./bir düş ki çift kağıda sarılır, bir düş ki/merdivenlerinden çıkarken, sarışın ve uzun/inerken karışık ve su-suzdur, bir düş ki…/”

Aslında çok da görmezdim Zıbıl Aydo’yu, ara ara gelir, mahallenin ağır ağbilerinden bir çiftli, bir tekli, bir çın-dık ya da artık ne bulursa nevalesini alır, tren garına doğru yol alırdı. De-diklerine göre, tren garındaki kullanıl-mayan bir vagonu dayamış döşemişmiş. İçine halısını sermiş, bir yastık ve bir battaniyeyle vagonu “ev”, evi “yuva” et-miş kendisine.

Mahalleden aldığı nevalesini “evinde” kafasına koyar, kafasına koyduğunu da yapardı. “Yapma, etme,” derlerdi “bak senin bu haline bakmazlar, bir gün seni de alırlar içeri”. Çünkü korkunun herkesi ayakta tuttuğu yıllardı. Malum, sene 90’lar. Ülkede kaybolan kaybola-na. Hâsılı zehir zıkkım zamanlar. Kime dokunsan: fail, meçhul, maktul ve mağdur. Ama dinlemezdi Zıbıl Aydo. İçecek bir şeyler bulamayınca çıldıra-cak gibi olurdu. İşte böyle zamanlarda “evinden” çıkar, tren garının arkasında yer alan Bağlar Karakolu’nun karşısı-na geçer, tüm karakolu karşısına alır, orada nöbet tutan polislere kafa tutar, sağ işaret parmağını havada sallanıp hayat felsefesini özetlerdi: “Kahrolsun Devlet, Kahrolsun Harmanlık. Bijî Der-man, Bijî Derman!”

(Harmanlık; argoda ayık kafa, esrar içilmemiş hal.  Bijî; Kürtçede “yaşasın” anlamında. Derman; argoda esrar).

Kimse karışmazdı ona. Yokmuş gibi davranırlardı. Bu da fena halde koyardı ona. Bilmem sonra n’oldu? Kahrolsun dedikleri fark ettiler mi acaba onu? Onu hatırladıkça dilimde dünyayı uyar-maya gelmiş Turgut Uyar’ın “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” şiirinden bir dize: “Ben de bu dünyaya geldim gele-li, ölmezsem öldürmezsem kim benim farkıma varır”

“Beden Hasta Ruh Seferde” istasyo-nu/ Dünyaya Bakmak için Gelmiş Bir Adam

Meşhur hikâyedir, çokça anlatılır. Bir kez de ben tazeleyeyim. Derler ki, gü-nün birinde bir grup seyyah bir Kızıl-derili rehber eşliğinde bir tura çıkmış. Dağ bayır, dere tepe dolaşmış, epey bir yol kat etmişler. Derken onlara öncü-lük eden rehber, bir an durup bir şe-yini kaybetmiş gibi etrafa bakıp sonra da bir kayanın başına çökmüş. Bekle-miş öylece, saatler geçmiş, gün akşam olmuş, rehberin kalkacağı yok. Grup-takiler şaşkın, anlamamışlar, “N’oldu, niye oturdu şimdi bizim bu rehber,” diye sormuşlar birbirlerine. Neyse ki cesaret edip biri yanaşmış rehbere “Ni-çin devam etmiyoruz, niye oturdunuz şimdi bu kayanın başına?” diye sormuş. Bu çiğ çağa, bu yalan dünyaya, ah yalan dünyaya, yanıt verir gibi yanıtlamış reh-ber karşısındakini: “Bedenim çok hızlı gitti, ruhum ona yetişemedi, ruhumu bekliyorum,” demiş.

Siz bakmayın insanın yerleşik bir varlık olduğuna, aslında seferîdir, öz itibariyle göçebedir insan. Çok zaman yerinde duruyor gibi görünse de ruhu yolculuklara çıkar.  

Bana bu kadim hikâyeyi hatırlatan da o oldu. Çok nadir de olsa Diyarba-kır Tren Garı’nın önünde görürdüm onu, tekerlekli sandalyesinde. Sakattı, öylece dururdu orada, sanki dünyaya bakmak için gelmiş bir adam. Gelip geçenler de ona baksın, onu görsün, dünyaya düşürdüğü o cümleyi fark et-sinler isterdi sanki.

Çok sonra öğrendim “durmak”la “anlama”nın bir olduğunu, aynı kök-ten olduğunu. Aklı bir kuyumcu terazi-si gibi çalışan arkadaşım Koçer anlattı geçenlerde; İngilizcede “stand up (dur-mak)” ile “understand (anlamak)” söz-

cükleri etimolojik olarak aynı kökten geliyormuş. Yani demem o ki; anlamak için, birçok anlamda durmak farz!

Ben de daha fazla uzatmayayım da bu-rada durayım ve hep birlikte anlamaya çalışalım. İşte o tren garının önünde ara ara duran sakat adam, tekerlekli sandalyesinin arkasına eski bir soruya verilmiş uzun bir yanıt gibi, el yazısıyla nefis bir cümle düşmüştü: “Beden has-ta ruh seferde.”

Tren, Sinema ve Yılmaz Güney istas-yonu / Dünyaya Göstermeye Gelmiş Bir Adam

Lumiere Kardeşler’in çektiği “Trenin Gara Girişi (1895)” adlı film, dünya sinema tarihinin ilk filmi kabul edilir. Tarkovski “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabında bu filmi şöyle yorumlar: “He-nüz hiçbirimiz, geçen yüzyılda gösteri-len ve gösterilmesiyle birlikte her şeyi başlatan tren geliyor adlı dâhiyane filmi unutmuş değiliz. Auguste Lumiére’in bu herkesçe bilinen filminin tek çevril-me sebebi, o günlerde keşfedilen film kamerası, şeridi ve gösterim aygıtıydı. Yarım dakikadan fazla sürmeyen bu şe-ritte, güneş ışığına boğulmuş bir istas-yon, bir aşağı bir yukarı gezinen hanı-mefendiler ve beyefendiler ve nihayet dosdoğru kameranın üstüne gelen bir tren görülmektedir. Ve tren yaklaştık-ça o günün seyircilerinin paniği daha da artmış, hatta yerlerinden fırlayıp salonu terk edenler bile olmuştu. Film sanatı işte o gün doğmuştur. Söz ko-nusu olan yalnızca teknik bir olay ya da görünür dünyayı yansıtmanın yeni bir biçimi değildi. Hayır, orada o an, estetiğin yeni bir ilkesi doğmaktaydı.”

Bu film ayrıca Türkiye’de halka açık olarak gösterilen ilk filmdir de. Hepi topu 48 saniye süren filmin Paris’teki ilk gösteriminde sinemanın gerçeğe benzerliğinden ötürü seyirciler üzerle-rine doğru gelen treni gördüklerinde çığlık atarlar. Trenin geliş yönünde, hafif sağ çapraza yerleştirilmiş kamera –ki bunun bilinçli kullanılmış ilk ka-mera açısı olduğu söylenir- izleyicilerde uyanması amaçlanan hareket duygusu-nu yaratmıştır. İstanbul’daki gösterim-de insanların üstlerine gelen trenden korkup kaçışmaya başladıkları söylen-mektedir. Galatasaray’daki Sponek Birahanesi’nde yapılan ilk gösterimde bulunan Ercüment Ekrem Talu bu gös-terimde yaşananları şöyle anlatacaktır: “Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşinde takılı va-gonlar duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş! Hepsini sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, öl-çüsüz ve acayip ki... Tren kalktı, bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi! Üstümü-ze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin per-deden fırlayıp seyircileri çiğnemesin-den korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya ben de korkma-dım değil; lakin merak galip gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti, gitti…”

Yıllar sonra hem tavrı hem de film-leriyle dünyaya göstermeye gelmiş bir

adam, sinemanın “çirkin kralı”, dün-yanın en güzel ağlayan adamı Yılmaz Güney bu kez bir başka treni, dünya sinema tarihinin ilk filmine selam gön-derir gibi, yönetmen Şerif Gören’in eli ve gözüyle Diyarbakır Tren Garı’na sokacaktı.

Cannes Film Şenliği 1982 Altın Pal-miye Ödülü, Fipresci Uluslararası Si-nema Eleştirmenler Ödülü, Kiliseler Birliği Özel Ödülünü alan “Yol” filmi; İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde yatan 12 mahkûmun bayram iznini konu alır.

Yazık ki böylesine prestijli ödülleri almış bu film uzun yıllar yasaklı kaldı Türkiye’de. Delinen her yasak gibi bu film de el altından kopyalanarak çoğal-tıldı. Bir kopyası da bizim evdeydi, ara ara çiçekli perdelerimizi sıkı sıkı sarar, sokağı kolaçan eder, her şeyi ve herkesi teminat altına aldıktan sonra da filmi seyre dalardık ailecek. O zamandan bu zamana hâlâ unutamadığım bazı sahneleri ve replikleri vardır bu filmin: Adana’da “Unutma Ciğer ve Kebap sa-lonu”, Halil Ergün’ün (Mehmet Salih karakteri) Diyarbakır’da tıraş olduğu “Sevenler Berberi” berberin aynasının üzerindeki “Paran yoksa dostun yoktur” yazısı, Tarık Akan’ın (Seyit Ali karakte-ri) önce atını sonra karısını kemeriyle dövüp ayaklandırmaya çalıştığı, ikisini de aynı ve ayrı nedenlerle aynı yerde öldürdüğü o karlı sahne, yine bazı bazı dilime dolanan “anne ben geldim, oğ-lun, Seyit” ve “Seyit sen eskiden ne gü-zel kaval çalardın, sen kaval çalar ben ağlardım” replikleri…

Gelelim asıl mevzuya; yıllar sonra bu film üzerindeki yasak kalktı. Yanıl-mıyorsam yıl 1999. Diyarbakır Emek Sineması’nda filmin ilk gösterimi ya-pılacak. Salon, localar ve dışarısı tıklım tıkış, ana baba günü, herkes orada, kı-pırdayacak yer yok, kahvehanelerden tabureler, sandalyeler taşınmış sinema-ya. Dışarıda çok pis bir yağmur, içeride heyecanla filmi bekliyoruz, salonda çıt yok. Film başladı başlayacak, birden ön sıralardan biri kalktı ve sağ elini yum-ruk yapıp havaya kaldırdı, yüksek ve gayet imanlı bir sesle “Yılmaz Güney’in anısına hepinizi bir dakikalık saygı du-ruşuna davet ediyorum,” dedi.  Herkes ayağa kalktı, tüm yumruklar havada, öylece bir dakika herkes düğmelerini ilikledi Yılmaz Güney’e. Öyle ki, o an dünya durdu sandım.

Film “İmralı Cezaevi”nin görüntüsüy-le başladı. Yılmaz Güney de vaktiyle o cezaevinde yatmıştı, bunu herkes bili-yordu. Bu sebeple “İmralı Cezaevi”nin görüntüsüne salondan topluca “Yuh Yuh YUH” sesleri yükseldikçe yükseldi. Daha sonra ise tren Diyarbakır garına doğru yol aldı. Tren şehre girer girmez Halil Ergün, o unutulmaz repliğiyle salonda alkış kıyameti kopardı: “Yıllar sonra işte Diyarbakır. Garip çocukla-rım, karım, her şeye rağmen beni se-venler. Beni görünce sevinecek olanlar. Kayınbabam, kaynanam, kayınbirader-lerim; benden nefret edenler. Ne ga-rip, işte Diyarbakır.” Sandık ki Yılmaz Güney Diyarbakır’a gelmiş, o alkışların sesi hâlâ kulaklarımda, filmin güzel uğultusu…

Uzak ve Yakın istasyonu /Dünyayı Utandırmaya Gelmiş Bir Adam

Sosyologlar ve mimarlar ne der bilmem ama, sanırım sadece Diyarbakır’da değil, “garları” şehrin içinde kalmış tüm şehirlerde bu böyle-dir: Sadece şehri fiziksel anlamda ikiye bölmekle kalmaz, tuhaf bir biçimde yoksullarla yoksulları, zenginlerle de zenginleri buluşturup birbirinden ayı-ran yine raylardır.

Diyarbakır’da rayların öte tarafında adını Toprak Mahsulleri Ofisi’nden alan “Ofis semti”, rayların bu tarafında ise adını bağ, bahçe ve bağ evlerinden alan “Bağlar semti” bulunur. Ofis semti daha çok “yeni”yi, “modernite”yi temsil etmeye adayken, Bağlar semti “muha-faza etme”ye adamıştır kendisini. Pe-yami Safa’nın bildik romanı “Fatih/Harbiye” gibidir Bağlar ile Ofis semtle-ri, aralarındaki gerilimli ilişki de bu iki semtteki gibidir.

Yıllar içinde Ofis semti hep “yeni”lemeye çalışırken kendisini, Bağ-lar ise yakılmış, yıkılmış köylerden al-dığı göçlerle şimdilerde üst üste, yan yana, omuz omuza duran evleriyle yoksulluğunu daha da derinleştirip tek bir “bağ evi” dahi bulunmayan haliyle orada, öylece duruyor, dimdik ayakta. Bugün dahi şehirde yapılacak eylemler, sokak gösterileri ilkin Bağlar’da başlar, orada sürer, nadiren de olsa Ofis’e sar-kar. Ofis’e sarkmışsa eylemler mülki amirler teyakkuzdadır, durum bir hayli vahimdir onlara göre.

Azıcık dikkat edenler hemen fark et-miş, görmüştür Kürtlerin Türkçe ko-nuşurken kelime içinde geçen  “ö”lere “ü”, “ü”lere ise “ö” dediğini. Çokça du-yar ve kalben inanırım şu kurulan cüm-leye. Aslında demek ister ki “Bağlar göç alan bir mahalledir.” Amma ve lakin bu cümleyi şöyle seslendirir Kürtler: “Bağ-lar güç alan bir mahalledir.”  

Bizim de evimiz Bağlar’daydı. Diyar-bakır Tren Garı’na yakındı. Siz bakma-yın şimdi benim yakın dediğime; eski-den yakın, uzaktı. Uzakları yakın eden filmler ve istasyon çay bahçeleri vardı. Çocuktuk, uzağa bakmak istiyorduk, rayın öte tarafına. Sene 1990’lar. Ara ara arkadaşlarla kaçar, gider Ofis’teki apartmanların asansörüne biner, iner çıkar iner çıkardık. Ta ki apartman görevlisine yakalanana dek. Çünkü Bağlar’da asansör yoktu, bizim evler en fazla iki katlıydı, yazın damlarda yıl-dızları yorgan eder uzaklara yatardık. Uyurgezerler de damdan düşmesin, daha fazla uzağa gitmesin diye ayakları soba bacalarına iplerle, halatlarla bağ-lanırdı.

Arkadaşlarla başka kaçamaklarımız da olmuyor değildi, ama onun maliyeti ağırdı. Sermaye gerekiyordu onun için. Tren garının çay bahçesinde öğlen iki gibi “Bruce Lee”nin ve “Jackie Chan”in uzakları yakın eden karate filmleri gös-teriliyordu videoda. Bir nevi çocuklar için sinema. O filmleri izlemek için en az bir “lezzo” içmek gerekiyordu. E, bunun için de para gerekiyordu tabii.

Evdekilerin harçlık falan verdiği yok-tu. Bazen üç beş kuruş verip bakkala yollardı beni annem: “Üç yumurta, bir ekmek, bir de sana yağı al,” derdi. Ko-

şar giderdim Evkadır abênin bakkalına. “Evkadır abê,” derdim “şunları şunları istiyorum, annem deftere yazsın dedi.” derdim. Evkadır abê çıkarırdı veresi-ye defterini, tek tek alınanları yarım Türkçesiyle not ederdi. Türkçenin bü-tün imlâ ve yazım hataları o defterde mevcuttu, bundan adım gibi eminim. Deftere yazdırdıklarımın parasını da aynen cebe indirirdim. Nasıl bir mut-luluktu anlatamam. O parayla mahalle-nin diğer çocukları Bedo, Mıstê, Şexo, Baykal, Ewrehim ve ben Muro, gider istasyon çay bahçesinde Bruce Lee ve Jackie Chan’ın karate filmlerini izler, gördüklerimizi filmden çıkar çıkmaz tatbik eder, yara bere içinde eve döner-dik. En az bir “oralet” içme zorunlu-luğu vardı çay bahçesinin. Ki biz “lez-zo” derdik, hâlâ da “oralet” demekte zorlanırım. Coca cola’ya “siyah cola” Fanta’ya ise “sarı cola” derdik. Hâsılatı iyi olanlar bu ikisinden birini tercih ederlerdi.

Geçenlerde gazetenin birinde oku-dum, Diyarbakır kuyumcular çarşı-sında çırak olarak çalışan iki çocuk çalıştıkları dükkânlardan birkaç çey-rek altını çalıp o altınları bozdurarak iki litrelik kola alıyorlar. Sonra da bir taksiye binip şehrin dışına gidiyorlar, o bomboş arazide o iki litrelik kolayı sırayla kafaya dikiyorlar. Yoksullar için değişen bir şey yok. Hâlâ.

Yıllar sonra okudum Turgut Uyar’ın “İlk Utancım” dediği “hâlâ unutamı-yorum,” dediği anısını. Turgut Uyar, çocukken de Turgut Uyar’mış dedirt-ti bana bu olay. Mealen hatırlıyorum: Annesi zeytin almaya gönderir Uyar’ı. “Şu bakkalın zeytini daha iyi, ondan al, sakın ola öbür bakkala gitme,” der annesi. Turgut Uyar da bilir annesinin işaret ettiği bakkalın zeytininin pahalı olduğunu. Annesinin dediği bakkala değil de zeytini daha ucuz olan bakkala gider ve oranın zeytinini alır. Aradaki farkı da cebe indirir. Tabii zeytini eve getirince anlaşılır neyin ne olduğu, Uyar’ın anne sözünden çıktığı. Bun-dan utanç duyar, yıllarca.

Uyar’ın bu anısını okuyunca benim hiç de utanmadığımı, sanki bir hakmış gibi bakkala verilmesi gereken o parayı cebe indirdiğimi hatırlıyorum. Uzaklar başka türlü yakın olmuyordu çünkü. Ama Uyar’dan utanmadım desem yeri-dir. Bu; parayı cebe indirme olayını her çocuk yapmıştır da, bundan utananlar “şair” olmuştur sanki.

Öyledir işte, sadece filmler ve istasyon çay bahçeleri değil; bazen bazı güzel adamlar da, Turgut Uyar gibi dünyayı utandırmaya gelmiş adamlar da yakın eder uzağı.

Birkaç Çuval Beter Bir Uyku istasyonu /Dünyaya Ah Etmeye Gelmiş Bir Aile

Bu yazının başına oturmak için son bir kez daha göreyim istedim Diyarba-kır Tren Garı’nı. Uzundur gitmemiştim çünkü. Yanıma yönetmen arkadaşım Çetin Baskın’ı da alarak gittim; çoğu yakılmış yıkılmış köylerinden edilenle-rin yolculuk ettiği bir istasyondu gör-düğüm. Birçoğu mevsimlik işçi. Göç etmek için bir acıdan bir başka acıya, şimdilik Diyarbakır Tren Garı’nda,

Page 15: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 15

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

dünyaya ah etmeye gelmiş bir aile. Ora-da duymadım ama, belki yüzlerce kez işittim Türkçeyle Kürtçenin birbirine göç ettiği, birbirine bulaşıp birbirini kırdığı, uzun bir hikâyenin başlangı-cı olan şu cümleyi: “Sonra biz göç ol-duk…”

Akan yol değildi, yoksulluktu, gör-düm.

Bu kez Zıbıl Aydo gibi sadece vagonu değil, tüm istasyonu kendilerine “ev” yapmışlardı. Çekirdek bir aile; anne, baba ve iki de çocuk. Yıl 2013. Yere se-rilmiş bir kilimin üstünde, aynı zaman-da eşyalarını da doldurdukları birkaç çuvalın üstünde, gündüz ortası sere serpe uyuyorlardı ortalık yerde. Ama hazin olan bu değildi sadece, daha be-ter bir şey vardı: Belli ki yanı başlarında bulunan o hep soğuk istasyon çeşme-sinde çocuklardan birinin hırkasını yıkamışlar ve yere sermişlerdi, beton zeminin üstüne. Hırkanın üzerine de üç çift çocuk çorabını güneşte kuruma-ya almışlardı. Tüm aile de yan tarafta çuvalların üstünde beter bir uykuda. Ah, dedim sonra. İşte bu da o “ah”ın fotoğrafı:

Tashih istasyonu /Dünyayı Değiştirme-ye Gelmiş Bir Adam

Tren garına bu son gidişimde; elinde garın tarihçesine ilişkin bilgi, belge ve fotoğraf bulurum fikriyle son on yıl-dır Diyarbakır garının müdürlüğünü yapan Enver Oğuz’la da görüştüm. Yazık ki çok fazla bilgiye ulaşamadım. Müdür bey incelik gösterip albümler-de kalmış gara ilişkin birkaç fotoğraf gösterdi bana. Fotoğraflardan birinde “16/11/1937 günü Diyarbakır dura-ğında ATATÜRK trenlerinden ayrıla-rak şehre teşrif buyuruyorlar.” yazılıy-dı. Fotoğrafta Atatürk’le birlikte birkaç kravatlı adam ve bir kadın daha vardı. Daha dikkatlice bakınca fotoğrafa, ka-dının, şimdilerde bir havaalanına da ismi verilen, Dersim Felaketi’nin etkin öznelerinden biri olan Sabiha Gökçen olduğunu üzüntüyle fark ettim. Çünkü fotoğrafın yılı 1937’yi işaret ediyordu. Yani Dersim Felaketi’nin oldu olacağı yılı. Belli ki bölgeyi tanımaya gelmiş Sabiha Gökçen hanımefendi. Bu da onların fotoğrafı:

Bir ikinci fotoğraf da resmi bir belge-nin fotoğrafıydı. Kemal Atatürk imzalı bu belgede matbu harfler kullanılarak aynen şöyle yazıyordu: “TÜRKİYENİN İLK CUMHURREİSİ KEMÂL ATA-TÜRK DEVRİNDE DİYARBEKİR-IRAK VE İRAN DEMİRYOLLARININ TEME-Lİ ATILMIŞDIR. 16-11-1937”

Bu resmi belgenin alt tarafında da

“Başkan Vekili, Dahiliye Vekili”  ve bir-kaç kişinin daha imzası bulunuyordu. Ancak ilginç olan şu ki; “DİYARBEKİR” sözcüğündeki “E” harfinin üzerine ka-lemle bir çizgi çekilmiş ve bu “E” harfi “A” yapılmıştı. Yani “DİYARBEKİR” bir el marifetiyle “DİYARBAKIR” olmuştu.

Bölgede birçok il, ilçe ve köyün adı-nın Cumhuriyetle birlikte değiştirildiği bugün bilinen bir gerçek. Hatta şu gün-lerde bu isimlerin tekrar geri verilmesi bile söz konusu. Vaktiyle Dersim’in adı “Tunceli” olarak değiştirilmiş, bugün tekrar “Dersim” adının geri verilmesi-nin yasal yolları aranıyor.

Peki, Diyarbekir neden Diyarbakır olmuştu? Bu sorunun yanıtını Diyarba-kırlı yazar Vedat Çetin’in 25 Mart 2001 tarihli Radikal İki gazetesinde yayımla-nan yazısından hareketle özetlemeye çalışırsam, şöyle:

Diyarbakır, Diyarbekir ya da Amed; bu şehir tarihin çeşitli dönemlerinde çeşitli adlar almış.

Şehrin adının ne olduğuna dair ta-rihçilerin araştırmalarında elde edi-len tek kanıt, Asur Hükümdarı Adad Nirari’den kalma kılıcın kabzasında Amidi ya da Amedi yazısı. Büyük Tig-ran döneminde ise bu şehre Tigrano-kerta adı verilmiş. Daha sonraları ise kimi tarihçilerin ve gezginlerin eserle-rinde; Amidi, Kara Amid, Diyari Bekr, Deyrel Bakira (Kız Manastırı), Deyrel Bikir (İlk Kilise) ve Diyarbekir... Bazı Musevi bilginler Diyarbekir adının İb-ranice olduğunu, bu adı etimolojik ola-rak çözümlemeye kalkıştıklarında ise “Diyar: Şehir, Be: İçinde, Kir: Duvar” anlamlarının olduğunu belirtirler, bu çözümleme sonucunda şehrin adının anlamının “Kale içindeki şehir” oldu-ğunu belirtirler.

15 Kasım 1937 günü Atatürk Di-yarbekir vilayetini ziyaretinde, o gü-nün akşamında Halkevi’nde şerefine verilen müzikli yemek ziyafetinden sonra bir teşekkür konuşması yapar: “Yirmi yıl sonra tekrar Diyarbakır’da bulunuyorum (...)” diye süren kısa konuşmasıyla birlikte, şehrin adının Diyarbekir’den Diyarbakır’a dönüştü-rülmesi çalışmaları da başlamış olur. Bu konuşmayı yaptığı tarih 15 Kasım 1937 iken, yukarıda sözünü ettiğim el marifetiyle değiştirilmiş resmi belgenin tarihi bir gün sonrasını 16 Kasım 1937 tarihini taşır. İşte o el, bir gün sonra-sında şehrin adında küçük ama anlam-lı bir tashih yapar. Çünkü bir şeye ad verme ya da bir şeyin adını değiştirme cüretini kendinde görmek önemlidir. Önemlidir çünkü, iktidar artık sizsiniz-dir ve bu hakkı kendinizde artık rahat-

lıkla görebilirsiniz. Bu tarihten bir gün sonra, yani 17

Kasım 1937 günü Atatürk’ün emriyle Türk Dil Kurumu’na bir telgraf çeki-lir. Telgrafın içeriği şöyle: “Diyarbekir şehrinin isminin etimolojisine dair etüt var mıdır? Esasta bu şehrin ismi Bakır memleketi manasına olan Diyarbakır olması gerektir ve artık bu isimle tanı-nacaktır. Dil Kurumu’nun bu hususta Tarih Kurumu ile işbirliği yaparak his-torik ve lenguistik tetkikatta bulunması emrediliyor. (...)” diyerek devam eden telgraf emrinde, acele araştırma yapıl-ması ve sonucun bildirilmesi istenir. Telgraf alınır alınmaz Türk Dil Kuru-mu ve Türk Tarih Kurumu yetkilileri bi-raraya  gelerek telgrafla gelen emir ve isteklerin nasıl yerine getirileceğini tar-tışırlar. Toplantı sonunda şu metin ka-leme alınır ve acele telgrafla Atatürk’e gönderilir: “Diyarı Bekir adı üzerine elde hazır bir etüt yoktu. Telgrafınız üzerine hemen Tarih Kurumu’yle gö-rüşülerek iki kurumun buradaki üyeleriyle yirmi iki kişilik bir toplantı yapıldı. (...) Genel toplantıda şehrin eski adı olan (Amida) sözünün Yakut lûgatında bakır sikke demek olduğunu ve (diyar) sözü-nün de Yakutça’da ev manasına (dier) geldiğini Abdulkadir İnan gösterdi. Bu esas bütün arkadaşları sevindirdi.” “Bu yerlerin neolitik çağlardan beri maden mıntıkası olarak tanındığı ve bakırın insanlığın gözüne çarpacağı en mühim yer buraları olmak lazım gele-ceği, bu yerlere ‘Bakır Eli’, anlamiyle Diyarbakır denilmesi pek yüksek bir buluş eseri olduğu bütün toplantıda bulunanlar tarafından şükranla karşı-lanmaktadır.”

Telgraf “Ulu önderin sonsuz saygı-larla ellerinden öptüğümüzün arzını diler, saygılarımı sunarım.” diye biter. Madem Dersim “Tunç eliydi”, Diyarbe-kir neden “Bakırın diyarı” olmasındı? Çözüm bu kadar basitti. Diyarbekir’in Diyarbakır oluşu 10 Aralık 1937 gün ve 7789 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile değiştirilerek, bu kararname 18 Ara-lık 1937 tarih ve 3789 numaralı Resmi Gazete’de yayımlanır.

“Tren Raylarını Türküleyen Zülküf Baba” istasyonu/Dünyaya Anlatmaya Gelmiş Adamlar

Trenle ilk münasebetim ona taş at-makla başladı. Trene ilişkin bendeki en eski hatıra bu. Nedenini bilmiyorum ama; belki de tren “uzaklara” gidip bizi burada bıraktığı için, belki de “uzak-ları” bırakıp bize döndüğü için, ma-halledeki çocuklarla toplanır, Batıkent Meydanı’na gider, gelip geçen trenleri

taşlardık.Biz çocuklar sonraları daha şefkatli bir ilişki kurmaya başladık tren-le. Bozuk, madeni paralarımızı rayların üstüne koyar, kulaklarımızı raylara da-yar, trenin gelmesini beklerdik. Çün-kü tren o bozuk, madeni paralarımızı daha bir bozar, dümdüz ederdi. O diz boyu yoksullukta biz de o paralara kı-yar, paraları daha da  kıymetsiz bir hale sokar, oyuncak ederdik kendimize. O, bizde çokça olmayan şeyden intikamı-mızı alırdık sanki.

Trenle asıl kurulması gereken iliş-kiyi ise sonra sonra kurdum. Ben de herkes gibi yolculuk etmeye başladım trenle. Artık büyümüş ve Ergani Ana-dolu Öğretmen Lisesi’inde  parasız ya-tılı okumaya başlamıştım. Hafta sonu iznine Diyarbakır’a eve geliyor, pazar günleri de tekrar Ergani’ye dönüyor-dum. Çünkü pazar akşamları okulda “akşam etüdü” denen bir uygulama vardı ve yoklama alınıyordu. “Beni yok yazın,” deme cüretini gösteremi-yordum henüz.  Tam dört yıl sürdü bu gidiş gelişler.

Pazar günleri öğlen iki gibi tren kal-kıyordu Diyarbakır’dan Ergani’ye. Bu tren, aynı zamanda biz parasız yatılıla-rın da treniydi. Bizim okul da Ergani şehir merkezinden beş km. uzakta, Er-gani tren istasyonun yanı başındaydı. Bu sebeple karayolunu değil de treni tercih ediyorduk biz parasız yatılılar. Hem tren, daha ucuzdu. Ergani tren is-tasyonunu; dünyaya anlatmaya gelmiş, iyi hikâyeci, vaktiyle bizim okulda oku-muş (Tabii o zamanlar okulun adı Dic-le Köy Enstitüsü) Osman Şahin “Boz-kırda Vivaldi” adlı öyküsünde anlatır.

Öykünün kahramanlarından biri kör bir dilenci ve iyi kaval çalan Zülküf Baba ile onun küçük kızıdır. Şöyle der bu öyküsünde Osman Şahin: “Ergani tren istasyonunun yaz kış değişmeyen tek sesi, tek simgesiydi Zülküf Baba. İstasyona bir tren uğrasın da Zülküf Baba’nın kaval sesini duymadan geçsin gitsin, olanaksızdı bu.”

Tıpkı Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” adlı öyküsünde gelip geçen yolculara hikâye satan kah-ramanlar gibi, Zülküf Baba da Ergani tren istasyonundan gelip geçen yolcu-lara kaval çalarmış.

Onu anlatırken Osman Şahin “Tren boylarını kavalıyla türkülerdi,” der, de-vamında “gür destan sakalı”ndan söz eder, “alnında yüzünde derin oyulmuş çizgileri, geniş kabuklu yumuk gözleri, kıllı iri kulaklarıyla Çayönü’ndeki Asur kabartmalarının içinden çıkmış gelmiş gibiydi,” diye tarif eder.

Bir de yanından ayırmadığı bir kızı

vardır Zülküf Baba’nın. “Kızını dizinin dibinden ayırmazdı hiç. Görmeyen gözlerinin yerine koymuştu kızını,” der ve kızı için “Bir eliyle babasını kuşağın-dan tutup çeker, tren boyunca götürür-ken, öbür eliyle de kararmış bakırdan ufacık dilenci tasını tren pencerelerine doğru uzatır, yolcuların atacağı parala-rı beklerdi,” der.

Ergani tren istasyonunu, istasyonla okul arasındaki gelgiti, başka bir va-kitte yine bu okulda okumuş, dünyaya anlatmaya gelmiş bir başka yazar; Ad-nan Binyazar da “Çufff!.. Çufff!..” adlı öyküsünde uzun uzun anlatır.

Benim o okulda okuduğum ve istas-yona gidip geldiğim zamanlarda Zül-küf Baba çoktan göçmüş, onun kaval sesi kalmıştı istasyonda. Gerçek adını kimsenin bilmediği, herkesin “Çıl-mo” (Kürtçede sümüklü anlamında) diye seslendiği bir adam; istasyonun hemen arkasında yer alan dükkânını hem pastahane hem bakkal hem de kahvehane ve kasetçi olarak kullanı-yordu. Biz de alış verişimizin bir kıs-mını ondan yapardık. Nereden bakı-lırsa bakılsın butik bir AVM’ydi onun dükkânı. Çılmo’nun “yok” dediği gö-rülmemişti, o “yok” yerine “kalmadı” sözcüğünü tercih ederdi. Yine bir gün arkadaşlarla onun dükkânına gitmiş, fırlama arkadaşlardan biri yekten “Mu-rat Özyaşar’ın son kaseti var mı,” diye sormuştu. Yanıt belliydi, Çılmo “kalma-dı” demişti.

Okulda tüm gün derse girmiş biz öğrencilere, bir de ders çalışalım diye “akşam etüdü” uygulaması yapılırdı. Bu etüdlerde yoklama alınır alınmaz, tüm sınıfların arka sıralarında oturanlar birer ikişer okuldan tüyer, Çılmo’nun kahvesinde bulurlardı kendilerini. Uzun Samsun, kısa Maltepe sigaraları yakılır, okey taşları birer birer dizilir, inceden inceye tüten dumanla birlik-te incelikli dokundurmalarla herkes biraz büyür, o istasyonda herkes biraz “babası”nı oynardı o zamanlar galiba.

Son istasyon2000’li yılların adından en çok söz

ettiren romanı Murat Uyurkulak’ın “Tol”u oldu. Bu roman “Devrim, vak-tiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” diye unutulmaz bir cümleyle başlar. Söz konusu devrimse o trenin mutlaka Diyarbakır’a da uğraması gerekir bu ülkede. Nihayetinde uğrar ve roman şu cümlelerle biter: “İstasyonun kapı-sından esmer mi esmer bir çocuk ba-ğırarak fırladı dışarı: Ma ne durisiz! Topal Effe Gabar’dan inmiş Amed’e giriy laaaa…”

Page 16: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 16

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

“Ben rehber değilimsadece yolu biliyorum”

Birkaç tane hastalıklı adamın sözüne inanan, onlara bağlanan veya karşı gelemeyen insanlar sebebiyle oldu bunlar. Bir çağ mahvoldu. Bu çağ da onun devamı gibi duruyor, hâlâ yaşayanlar var ve bir şey yapamadık diyenler var hâlâ. Bir gün birileri çıkacak ve durduracak belki bilemiyorum...

MATİNE

ÇAĞLAYAN ÇEVİ[email protected]

(Birinci sayfadan devam)Aklından geçen şey farklıdır, tekrar-

lamasının altında yatan amaç farklıdır ve biz bunu bilmiyor da olabiliriz. Ben de burada bazı yazarları, öne çıkarmak değil, unutulmuş olanları tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum sadece. Takıntı belki de bu. Hakkını verilmediğine inandığım birçok insan var, dahası be-nim bilmediğim ve hakkı verilmeyen daha fazla insan olduğuna da inanırım. Bazı kişilerin de fazla şişirildiğine ina-nırım. Bunlar arasında gidip gelirken kaybolmuş insanlarla, onların yazılarıy-la denk geliyorsun ve onları dostlarına tavsiye etmek istiyorsun. Örneğin Cio-ran, neredeyse kaybolacakken ortaya çıkmış bir yazar ve bugün da baktığım zaman “bu insan nasıl kaybolur” dedi-ğim bir insan. Okuduğum her kitabın-da, her cümlesinde bir şölen yaşadığım bir insan. Örneğin çevirilerini okumak yetmiyor artık başka şeylerini de oku-mak istiyorsun ama olanı tekrar tekrar okuyorum. Hem anlamak hem de an-layamadığını bilmek peşine koşarken onu daha da yakından tanıyorsun.

Bunu kitapta da görüyoruz aslında, Poe ile söze girip Hayyam’dan şiirle sona eren benzer yazılar çok var.

Bu dolaşmayı Borges de yapar. An-siklopedinin içinde atla dolaşır gibidir meselâ onun yazıları. Böyle bir şeyden söz ediyorum, yeni bir şey öğrendikçe değişen bakış açısı aslında bu. Baktıkça tekrar bakıyor ve yeni şeyler görüyor-

sun. İşin arkasında bu yatıyor aslında. Bu bilinçli değil kesinlikle. Bilinç daha sonra atfedilen bir şey. Bir gün birileri gelip bunları okuduktan sonra “bilinçli olarak yapmış” diyebilir. Ama o bilinçli mi değil mi diye bana sorarlarsa onun cevabını ben tam olarak veremem. Ben gitar çalıyorum, bir beste bir yer-den geliyor etkileniyorum bir başka yerlerden… Arkadaşım söz yazıyor ben onu yeniden söylerken başka bir biçi-me giriyor dönüştükçe dönüşüyor, bir başka arkadaş dahil olup yeniden şekil değişiyor. Bir şarkının bile korkunç bir serüveni var, oturuyorsun bir öykü yazı-yorsun aklına nereden geldiği belli de-ğil ve nerelere varıyorsun. Aynı şey bu yazarken oluyor. Rilke üzerine bir film-den söz ediyorum meselâ, birileri oku-yup nereden çıktı bu şimdi diyebiliyor, sonra başka bir yere vardığımı görüyor-lar. Tabii o alakasızlık o gün için veya onlar için alakasız olabilir ama benim için fazlasıyla alakalı oluyor aslında ve bunu anlatarak o alakayı kurdurmaya gayret ediyorum.

Aslında her şey alakalı birbiriyle diyor-sun…

Kafamda öyle diyebiliriz… Arjantin’de Borges’in gittiği bir kafeye otururken Borges’in etrafa nasıl bak-tığını, sesleri nasıl duyduğunu merak ediyor insan. Ben o yazarların nasıl ya-şadıklarına, nasıl insanlar olduklarına dair de düşünüyorum, peşine düşüyo-rum. Çok zaman kendi sıkıntılarım-dansa onların sıkıntılarıyla daha çok ilgileniyor gibiyim. Biraz artık böyle çoğalıyorsun. Yayınevi kuruyorsun, der-gi çıkarıyorsun, bir resim buluyorsun

onu basmaya çalışıyorsun, başkalarıyla paylaşmak için… Biraz da bu paylaşma isteği sanırım bu, senin de dediğin şey yani. Her ne kadar yalnız bir insan gibi görünsem de muazzam bir paylaşma arzusu içindeyim. Tabii bunu gerçek-ten isteyenlerle, samimi ve hakiki dav-ranan insanlarla paylaşmaktan söz edi-yorum. Bunları yalnız hazırlayabilirsin ama ortaya döktüğün zaman bir kena-rından tutacak bir veya birkaç kişi çıka-biliyor karşına. Bu benim diğer işlerim-de de böyle. Yola çıktığımızda nereye varacağımızın belli olmadığı projeler olabiliyor yol arkadaşlarım başta böyle endişelere sahip olsalar da sonunda “iyi ki bu projeye katıldık” diyebiliyorlar. Nereye gideceğimi ben de bilmiyorum çok zaman.

Çoğalmak diyorsun ısrarla, altını çizi-yorsun bu olgunun…

Çoğaldığın zaman kötülüklerden arı-nırsınız. Yakın zamanda bir resim jüri-sindeydim. Çocuklar arasında düzenle-nen bir yarışmaydı. Ödülü verdik, ödül de A4 ebatlarında bir kâğıt aslında. Çocuk ödülü aldığında hepimize sarıl-dı. O çocuğun içindeki kötücüllüklerin kaybolduğuna inanıyorum ben. O gün herkese şunu söyledim, kimseyi dinle-meyin resme devam edin. Victor Serge, İçerdekiler adlı kitabında meselâ çok kötü koşullarda ayakta kalmanın ne ol-duğunu anlatır meselâ. Ayakta kalmak! Bu çok önemli bir şey. Örneğin Plato-nov var şu dünyada. Onun eserlerini atmayan, onu ortaya çıkaran adamın elini sıkmak lazım. O kişi de en az yazar kadar değerli bence. Budur işte çoğal-mak budur. Okur da önemlidir en az

yazar kadar. Bu sayede çoğalırsın işte. Hayatı tek düze bıraktığın zaman ha-yat olmaktan çıkar. Yaşam böyle bir şey değil, yaşamak sadece yemek içmek ve ayakta kalmak değil. Sanat bu yüzden var, okumak, yazmak, üretmek bu yüz-den var. Bunları yaparak çoğalabilirsin ancak…

Sanırım, yaşadığın gibi yazdığını söyle-mek yanlış olmayacak, bu durumda…

Aynen öyle. Salah Birsel’i hatırladım şimdi bu sözünü düşününce. Edebiyat içinde yaşardı o, öyle de yazardı. Onun bana kattığı çok şey oldu meselâ. On yıl onunla aynı evde kalmak şansına eriş-tim ben. Onunla bir aradayken bir göz-lemci gibi davrandım. O oturup bir şey-ler iletmedi bana, şöyle yap, şunu oku bunu dinle demedi. Ben kendi kendi-

me yakaladıklarımla ilerledim. Sonra ben onun editörü oldum meselâ. Ki-taplarını yayıma hazırladım, dergileri-ne gelen yazıları okudum, hazırladım, ilişkimiz bir edebiyat ilişkisi gibi devam etti. Salah meselâ en başta söylediğim gibi edebiyatla yaşıyordu. Benim için bir örnektir o. Etrafta her şeyle ilgile-nen insanlar vardı, hayat anlamında. Ama onun işi gücü edebiyattı. Çok az parası vardı, fakat Paris’te bir kitapçısı vardı ve ona mektuplar yazıyordu. İs-tediği kitapları sipariş ediyordu ona ve ondan kitaplar geldiği zaman çok mut-lu oluyordu. Saatlerce oturup odasında adeta bir ayin gibi o kitaplarla bir arada oluyordu. Trans halinde okurdu, başka hiçbir şeyi görmezdi.

Ben onun gibi değilim örneğin. Okurken bir şey dinliyorum. Bir şeye bakıyorum, aklıma bir şey geliyor kal-kıp ona bakıyorum, telefon kesiyor çok zaman… Bir karışıklık içindeyim ben ona mukayeseyle. Artık bu karışıklık da eylemin kendisine dönüştü bende. Neyle uğraşıyorsam onun sonuna ka-dar gidiyorum. BU yazıya da yansıyor haliyle… Meselâ resim yapıyorum. Yağ-lıboya da yapıyorum, suluboyaya da… Son zamanlarda suluboyanın peşinde koşuyorum, çini daha ayrı bir şey olu-yor mesela. Fransa’da bir kuruluşa re-simler yapıyorum, dün akşam oturup sabaha kadar resim yaptım, suluboya, yağlıboya yapıyorum onları bir şeylere dönüştürmeye çalışıyorum. Bir çocuk kitabı hazırlıyorum, Daha önce arka-daşlarımın kitaplarını resimledim. Bir sinema kitabı hazırlamak istiyorum. Hikâyelerimi toparlamak istiyorum. Ancak bunları yapabilmek için de

Ölüm sonuç olarak bir şeyler taşıyor içinde. Ama güzel bir şeyler bıraktıysan gerinde ölmüyorsun. Yakın

zamanda arkadaşlarla oturduk Müzeyyen

Senar’a kadeh kaldırdık. Herkesin bildiği bir şarkısı

vardır onun. O zaman ölüm yok ona! Müzeyyen Senar yaşıyor ve ebediyen yaşayacak. Ölüm eğer şu anlamda geliyorsa, bir toprak olma esprisiyse sadece, o ayrı bir şey.

Mehmet Güreli

FOT

RA

F: M

UR

AT

ŞA

KA

Page 17: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 17

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

maddi birtakım olanaklar lazım, o yok. Onun için bir grup kurduk. Albüm yapıyoruz, albümle beraber birkaç konser verip kenara bir şeyler koyabi-lirsem, elime geçen zamanla yazılarımı yazabileceğim bir zaman dilimi elime geçmiş olacak. Benim aslında aklımı kullandığım bir tek şey var zamanı kullanmak, zaman kazanmak. Bu ne demek geceleri sabaha kadar çalışıp, sabah erken kalkmadan, bir yerlere koşturmadan günü yine çalışarak ge-çirmek demek. Bir film koyar izlerim örneğin, programlar yapıyorum filmler seyrediyorum onlar üzerine notlar alı-yorum. Bur sürü oyunlar oynuyorum hayatla ilgili. Kimi zaman bu oyunlara katılanlar oluyor.  

Kitapta sözünü ettiğin şeye geldik as-lında “bildiğin oyunları oynuyorsun”.  

Evet, bilmediklerimi izlemeyi tercih ediyorum. Çocukluktan beri böyledir bu bende. Bilmediğim bir yere gidip, ben de şunu yapayım diyen yüzsüz çocuk olmadım. Çağırırlarsa dahil ol-dum veya kenarda kendi oyunlarımı kurdum. Hayat aslında güzel bir sunu. Olağanüstü bir şey hayat, fakat insanlar başka bir şey sanıp onu başka bir şeye dönüştürdüler. Bunları önleyemeyece-ğimi anlamış haldeyim. Kabullenmiyo-rum elbette. Karamsarlık yaratmıyor demek istiyorum. Diğer tarafını da görüyorum.

Şöyle izah edeyim. Bir arsada bir baş-ka oyun oynanıyor diğer arsa tamamen bana ait ve orada ben ve hayatımdaki insanlarla birlikte oynadığımız diğer oyun var. Bazen benim bulunduğum arsadan diğer tarafa veya diğer tarafta-ki arsadan benim bulunduğum arsaya geçenler oluyor elbette. Güzel bir şey yapıldığı zaman insanların üşenme-diğini, kalkıp nerelerden gelip dahil olduklarını yaşadım hayatım boyunca. Karamsar insanlar hep vardır. Ama onlar ne dedilerse tersini ispat ettim. İspat etmek için fazladan bir direnç göstermedim, kendiliğinden ispat oldu bunlar… Bilmediğim oyunlar var, dahil olmak istemediğim oyunlar var. Ken-di dünyamda, dostlarımla kurduğum oyunlar daha çok şey veriyor bana, ora-da durmayı tercih ediyorum…

Altını çizdiğin yazarlara baktığımız za-man, kaygı kavramını didik didik etmiş, kimilerince karamsar yazarlar bunlar. Ancak dikkatle baktığımızda ironiyi bi-len, kullanan isimler aynı zamanda… ironik bakış senin hayatının da önemli bir parçası.

Aynen öyle. Sadece kaygı ve karam-sarlık üzerine durmuş olsalardı benim karşıma çıkarlar mıydı bilmiyorum. Cioran bunlardan biri tabii. Sadece karamsar olup, donuk, zekâ yoksu-nu, ama yine de iyi çalışmış insanlar olsalardı ben onlarla ilgilenmezdim. Kirkegaard’ın mizahçı yanı olmasaydı ben muhtemelen o kadar ilgilenmez-dim. “Kahkaha Benden Yana” diye bir kitabı var ki, Pessoa’nın, Nabokov’un hepsinin babası! Başkası olma, ötekiyi yaşama ve diğer unsurları gören adlar bunlar. Tamamen bir cesaret ve mey-dan okuma savaşları. Cioran da böyle.

Cioran’ın her şey bir tarafa önemli yönlerinden birisi başka dilde yazıyor olması. Bunu da ele alıyorsun.

Başka dilde yazmak, başka bir adam olmaktır netice itibariyle. Çünkü insan-lar bilir, hepimiz başka dillerle uğra-şıyoruz ve ne kadar başımızın ağrıdı-ğını görüyoruz. Bu saydığım adamlar o başka dilde yeni bir dünya, yeni bir dil yaratıyorlar. Bir Romen oturup Fransızca yazıyor ve Fransızcayı müt-hiş bir şekilde yeniden kurup Fransız-ca yazanlara meydan okuyor. Yabancı olduğunu bile unutturuyor. Birçok yönden baktığımızda kimi yazarı aşı-yor hatta. Dili çok iyi kullanıyor. Nabo-kov, Kafka daha nice isim var böyle… Bu adları şöyle değerlendiriyorum; “ben ben ben” diyen adamlara tokat atan adamlar bunlar. Çünkü bir gün bir adam çıkıyor ortaya ve “biz” diyor. Şaşırmamak elde mi. Bunu görmek lazım, ben biraz bunun altını çizmek istiyorum. Ben’i bozan adamlar bun-lar! Beckett’in hikâyesi de böyledir. Bu kadar çoğullaşmaları muhteşem bir şey! Ortalıkta görünmek istememe-lerine, aman benden uzak dursunlar demelerine rağmen başlarına her şey geliyor. O kadar saklanırken dünya ça-pında oluyorlar. Joyce gibi bir adam var dünyada. O öyle bir fenomen olmuş ki, Joyce çizmek bile ayrı bir zevktir. Ben de çizdim onu, aksesuarlarıyla birlikte bir adam, bu imajı olan bunu yaratmış bir adam. Gözlüğü, şapkası, bastonu ile gözünün önüne gelen bir isim Joyce. Bütün dünya kültürlerinden nasiple-rini almış adamlar ama bunu bilerek veya bilmeyerek göstermeyen adamlar. Bunların bugün türevleri dolaşıyor or-talıkta ve görmeyenler var hâlâ. Çünkü insanlar günlük hayatlarını idame ettir-menin peşinde koşarken başka şeyleri görmezden geliyorlar. İnsanlar diğer şeyleri önemsemez hale geliyorlar ve çok şeyi kaybediyorsun… Ama insanlar bunu göremiyor diye kendimi üzemem ne yazık ki.

insanlara bunları göstermeye çalıştığını söyleyebilir miyiz? Ama ahkâm kesme-diğin de bir gerçek…

Ben rehber değilim ben sadece yolu biliyorum. Kimseye  diretemem şunu okuyun, hayata böyle bakın diye. Hay-van belgeselleri var meselâ. Bunları üzülerek de izleyebilirsin, vay arkadaş biz bunları görmemiştik, ne biçim bir dünyaymış bu diyerek de izleyebilirsin. İkisi birbirine de karışabilir. Bir derede

karşıdan karşıya geçmek o timsahların varlığını öğrendikten sonra o kadar kolay olmayacaktır örneğin. Bizim de insanlıkla ilgili bilmediğimiz, korkunç şeyler vardır. Örneğin sel veya su bas-kınlarında korkunç şeyler hissederim. İnsanlar bellerine kadar suyun içinde ve suyun içinde mahvolmuş eşyalarını kurtarmaya çalışırken veya evin içinde-ki suyu dışarı çıkarmaya çalışırken gör-mek çok üzer beni. En basiti, su böbrek için çok kötü etkiler yaratır. Ama insan-lar buzdolaplarını veya diğer eşyaları-nı kurtarmak için o sulara giriyorlar. Bu çağa gelmişiz ve insanlar bundan kurtulamadığı için sıkılırım bundan. Üzülmek değil de uzun bir sıkıntı yaşa-rım. Zamanında Alibeyköy’de bir yer-leşim vardı. Çukurda kalıyordu meselâ. Her seferinde su basar, sel alır, insan-

lar zarar görürdü. O yerleşimi yukarıya almayı bir türlü gerçekleştiremediler insanlar, bunu görmek sıkıntı veriyor bana. Akıl etseler bile harekete geçe-cek organizasyonu gerçekleştiremiyor olmaları sıkıcı geliyor bana. Bunlarla mücadele etmek lazım biraz. Tüm bun-ları gördükten sonra bazı şeylerin anla-mı yitiyor ne yazık ki. Nefes almak için gerekli oluyor o zaman müzik, sinema, edebiyat yardımına yetişiyor insanın… Ben buna inanıyorum. Hayat zaten hep akıp gidiyor, onları okumasan da izle-mesen de gidiyor izlesen de. Öyleyse neden ıskalayayım ki, güzellikleri gör-mek gerek! Haliyle birilerine de göster-mek istedim yazılarda…

Sanat kurtarır çünkü!  Sevdiğin insanlara zarar veriyorlar gö-

rüyorsun. O sevdiğin insanları öldürü-yorlar. Zamanla seni de tek tek öldürü-yorlar aslında. En sevdiğini öldürerek seni öldüren adamlar senin karşına gülerek geçiyorlar. Bunun siyasi tarafı da var. Biraz zekânla, kıvraklığınla, bi-raz esnekliklerle yırttığın alanlar var, onlar nefes aldırır sana. Biraz okumak, merak etmek, ne bileyim enstrüman çalmak, başka dil bilmek insana esnek-lik sağlarlar. Hayatını kurtarır bunlar kişinin. Tabii şu da var, zarar gören insanlar da olabilir bunlar. Örneğin Çin’de vaktiyle gözlüğü olduğu için insanlar öldürülmüş. Neden? Gözlük bir okuma belirtisi olarak değerlendi-rilmiş, okuyorsa kafasında başka şeyler de vardır, keselim, demişler! Bilgi, bil-mek korkutur!

Bilen adam daha da korkutur kimi zaman… Yazıda da var, maymunlar ses çıkarmazmış insanlar onları çalış-tırmasın diye. Düşünsene hayvanın kendi doğası var ve insan tutup onu çalıştırıyor. Öküzlerle ilgili bir belge-sel izlerken gördüm, hayvana işkence edercesine çalıştırmışlar zavallıyı. Artık hareket etmez olmuş. Bir nevi protesto bu! Başka bir şey için geldiğin dünyada insanoğlunun sana taktığı boyunduruk

yüzünden ona hizmet etmek zorunda kalıyorsun. E maymunun ses çıkarma-ması da şu aslında, “konuşma başın ya-nar”.  Hayvan bile insanın zalimliğini, yaptıklarını fark ediyorsa, ben daha ne diyebilirim ki… Dünya bir zenginlik ve yaşamak üzerine kurulu yalnız. Ölüm yaşamın içinde dense bile hep yaşa-manın yüceltildiği bir giz var dünyada. Ben bunu kabul ediyor ve önemsiyo-rum. O yüzden kahkaha önemli, o yüz-den sevinç önemli, o yüzden yaratıcılık önemli, dünyanın bütün çirkinlikleri-ne karşı bunlar birer savunma araçları o yüzden önemliler.

Yaşama dair bu övgülerin yanında, ölümü düşünmüş, sorun etmiş, yazmış isimleri de ayrıca önemsiyorsun aslın-da… Sen de ölüm üzerine çok düşünür müsün?

Ölüm sonuç olarak bir şeyler taşıyor içinde. Ama güzel bir şeyler bıraktıy-san gerinde ölmüyorsun. Yakın zaman-da arkadaşlarla oturduk Müzeyyen Senar’a kadeh kaldırdık. Herkesin bil-diği bir şarkısı vardır onun. O zaman ölüm yok ona! Müzeyyen Senar yaşı-yor ve ebediyen yaşayacak. Ölüm eğer şu anlamda geliyorsa, bir toprak olma esprisiyse sadece, o ayrı bir şey. Fakat senden sonrasına bir şey bıraktıysan ölüm yok bu dünyada… Samimiyet ve hakiki olmak meselesi çok önemli. Bir-kaç gün aç kalırsın ama sonrası gelir. Wittgenstein’in siperde bomba sesleri-nin arasında yazdığını, notlar aldığını öğrendiğimde tüylerim diken diken olmuştu benim. Çünkü onun yazdık-larıyla bomba arasında hiçbir bağlantı olmadığını görünce ne kadar soyut bir

dünya kurduğunu görünce, o beynin direnişini görünce hayran kalıyorsun. Yıllar sonra beni etkiliyor bu! Wittgens-tein öldü diyebilir miyiz? Yaşam ölü-mün mahkûmudur, ama özgürlüğüne ancak böyle kavuşur işte.

Meselâ kitapta Robert Walser’i anı-yorum. Ölümü ele almış yazarlardan birisi bu da. Ölüm üzerine düşünmek ölümden korkmak anlamına gelmez… Walser, Hölderlin otuz yıl yazamamış-lar… Korkunç bir talih düşünsene… Yazan adamlar ve yazamıyorlar… Bu da bir ölüm değil mi? Tuhaf bir tesa-düftür meselâ bir fotoğrafçı, “Robert Walser nerededir gidip onu bulayım, fotoğrafını çekeyim” diye yola düşer. Onu ararken, bir tane adam görür kar-da ilerlerken pat diye düşer ölür. Fotoğ-rafçı hemen bu anın fotoğrafını çeker. Sonra öğrenir ki o gözünün önünde ölen ve fotoğrafını çektiği adam Ro-bert Walser’dir. Onu ararken ölümü-nü çeker fotoğrafçı! Böyle bir ölüm ve öldüğü anın belgesi var! Şimdi ölüm üzerine düşünmez misin? Bu ölümün peşine düşmez misin? İşte bunlarla ya-şıyorum ben de… Bir yola çıkıyorum sonra o kadar sonuna kadar giriyorum ki, örneğin Gaugen’in bütün ailesini tanıyor gibiyim. Yazıyorsun, çiziyorsun, izliyorsun, dinliyorsun, okuyorsun, bit-miyor!

Marazi koleksiyonerler vardır, biraz onun gibisin sanki. Pul koleksiyonu ya-parken orada gördüğü bir kuş türü hak-kında bütün bilgileri öğrenmeye başlar. Sonradan o kuş hakkında uzman kadar bilgi sahibi olur kimileri. ötüşünü bile taklit edebilir hale gelir sonra…

Gerçekten benim yaşamım da biraz böyle. Oradan oraya sıçrayarak ilerler her şey. Hayal kurmakla alakalı bir şey bu. Şuraya gidebilir miyim diye düşü-nüyorum kimi zaman ve oraya gidebil-mek için birtakım planlar, düzenleme-ler yapmaya başlıyorum cebimde on lira varsa oraya ayırıyorum onu. Ama onu yapabilmek için 70 liraya daha

ihtiyaç vardır ve o 70 lirayı yaratabil-mek için bir başka şeye tutunuyorsun, böyle birbiriyle ilgisiz gibi görünse de birbirine bağlanabilen bir zincirleme olaylar şeklinde gerçekleşiyor. Yetişe-memek değil de olanakları bulmak için uğraşıyorum. Bir yazar var ve o yazar hakkında yazılanlar var, çekilen film-ler var, o yazarın tablolarını yapmışlar meselâ. E orada dursun mu, düşerim peşine… Yine çoğalmaya geliyorum ama bu sayede çoğalırız. Çoğalmaktır mühim olan. Program yapmak değil mesele... Bir şeyin peşine düştükçe de çoğalıyorsun. Pul mu biriktiriyorsun, o pulda gördüğün kuşun peşine düşersin elbette.  

Dil meselesine bir değinmek istiyorum. Kelimeleri didikleyerek düşünüyor ve kullanıyorsun, gerek yazarken gerek konuşurken...

Kem kümler çağını yaşıyoruz. Bun-dan otuz yıl evvel televizyona çıkamaz-dı bugün televizyonda gördüğümüz insanlar! TRT’nin iyi Türkçe kullanan spikerlerinin oluşturduğu radyo günle-rini arıyorum. Çünkü kem kümlerin ne kadar sıkıcı olduğunu düşünebilecek bir tane televizyon müdürü yok ülke-de. Çünkü o da kem kümcü! “Dil kadar biliriz”, bu işin felsefi kısmıdır. Dildir insanı özgürleştiren! Şöyle bir örnek anlatayım: Kara Film üzerine bir kitap hazırlıyorum. Henüz yazı yazmaya baş-layamadım çünkü dili hakkında yetkin hissetmiyorum kendimi. İzlemediğim filmler var, çevrilmemiş kitaplar var ve benim dilim de yetmiyor meselâ onları tam olarak okumaya, anlamaya. Bazı şeyler eksik kalıyor çünkü. Dilde bu ek-

siklik olmaması gerekir. Dile çok hakim olursun ama layığıyla bilmiyorsundur bunu süsleyemezsin. Bunu bildiğimiz “süs”ten bahsetmiyorum. Hakkını vermekten bahsediyorum. Kelimenin hakkını vermekten söz ediyorum. İyi bilmediğin bir kelimeyi kullandığında belli olur yazarken de konuşurken de belli olur. Dil çok önemli olduğu kadar başka şeylerle beslenmeye ihtiyacı olan bir şeydir. Çoğu şeyi öğrenemeyeceğiz, birçok şeye yetişemeyeceğiz de…

Tuhaf bir yargı olabilir ama, bir kuşa-ğın son temsilcileri gibisin. Senin gibi birkaç kişi daha var belki sayabilece-ğimiz.

Benim kuşağım da benzer hassasiyet-lere sahiptir. Selim İleri meselâ, onunla örtüştüğümüz yerler vardır. Öyle, son temsilci falan gibi şeyler abartı geliyor bana. Ama geçen yüzyıl ideolojilerle ve abuk sabuk çalışmalarla heba oldu. 150-200 milyon insan sokaklarda öldü. Birkaç tane hastalıklı adamın sözüne inanan, onlara bağlanan veya karşı ge-lemeyen insanlar sebebiyle oldu bun-lar. Bir çağ mahvoldu. Bu çağ da onun devamı gibi duruyor, hâlâ yaşayanlar var ve bir şey yapamadık diyenler var

hâlâ. 15 sene oldu ama hâlâ nefes ala-madı dünya. Bir gün birileri çıkacak ve durduracak belki bilemiyorum. Önce-ki çağlarda bunu gösteren hatırlatan insanlar da varmış. Ama bugün o da yok. Var ama geçtiğimiz yüzyılda hep-si bir araya gelmiş gibiydiler, felaket-ler ve o felaketlere karşı uyaranlar bir aradaymış. Bu çağa aktarılan iki çağı bilen bir tek bizim kuşak kaldı belki. Onlar da çok az kişidir ve çoğunu kay-bettik. Daha fenası onların çok fazla da sesi çıkmıyor. Sesi çıkanlar da gürül-tücüler. Sartre da böyle gürültücü bir adamdı belki ama etkileyiciydi, onun sözleri gündeme gelir tartışılır ve bir etki yaratırdı… Bugünün gürültücüleri ise yaptığı işten çok daha fazla gürültü çıkaran adamlar. Çok başka bir örnek vereyim; Beatles, Rolling Stones çık-tığında kentler sürüklenirdi. Öyle bir gürültü çıkıyordu. Şimdi o boyut yok. Woodstock meselâ Amerika’da kıyamet koparmıştı ve sonrası bambaşkadır ar-tık. Bugün büyük prodüksiyonlardan söz ediyoruz, belki daha kalabalık konserler gerçekleşiyor örneğin ama sahnedeki adamlar aynı derinliğe yo-ğunluğa sahip değiller, ambalaj daha göz alıcı görünse de içindeki öyle değil. Örneğin Paul Mc Cartney bilmeyen, Bach bilmeyen adam müziğin yanına gelmesin, müzik yapıyorum demesin sakın!

Sait Faik okumak bir şenliktir aslında. Bunu söylemeye çalışıyorum ısrarla. Çünkü onu okuduğunda sokağa çıkıp insanlara sarılmak istiyorsun. Edebiyat çoğaltır insanı ve ne yazık ki biz bun-ları, bu coşkuyu o şöleni kaybetmek üzereyiz. Okullarda artık bu heyecanı görmüyorum. Artık evlerde kitaplar yok. Bütün filmlerde, dizilerde kitap-lar kötüleniyor adeta… Okumak kötü-leniyor en başta. Oysa elinden hiçbir şey gelmese bile, okuyarak birçok şeyi başarabilir insan. En başta konuştuk işte, deneme esprisi şu açıdan güzel. Birtakım yazarları okurken onların bi-yografisinin peşine düşüyorsun. Onu yazan yazarları okuyorsun. Oradan bir başka hikâyeye geçiyorsun. Çoğalmak bu! Son zamanlarda Tolstoy üzerine ya-zılmış şeyleri o kadar çok okudum ki, sürekli aklımda o var. Örneğin Tolstoy yaşarken “dev yazar”dı hâlâ da öyledir. Fransa’da da öyle görülürdü Rusya’da da… Artık dev yazar kalmadı. Benim için en son Kurt Vonnegut son Dev Yazar’dı. Benim için öyle tabii, özel bir zekâdır, bana ve benim kuşağıma özel bir yol açmıştır. Bambaşka kapılar açmıştır yazdıklarıyla yaşamışla, sözle-riyle. Bugün özel adamlar var ama dev adlar değil bunlar ne yazık ki. Çok adı gündeme gelen isimler var ama bun-lar öyle dev adamlar mı bilemem. Kurt Vonnegut da insanlara güzel şeyleri tavsiye ederdi, hümanizmin güzel bir örneğiydi o da!

Yazdıklarını en çok besleyen diğer di-siplin hangisi, sinema mı, resim mi, müzik mi?

Bunun cevabını hiçbir zaman vere-medim, veremiyorum, veremeyeceğim de. O an hangisiyle uğraşıyorsam o! Meselâ yağlıboya ve suluboya arasında-ki çatışmayı yaşıyorum şu anda. Sulubo-yadan hep çekinmişimdir, çünkü geriye dönüşü olmayan bir şeydir ve yağlıboya ileriye götürülebilecek bir şeydir. Son bir yıldır suluboyada bir şeyler yaka-ladığımı zannediyorum… Baktığın zaman yağlıboya ve suluboya arasında bile bu kadar farklılık yaşıyorken, ben kime nasıl diyeyim sinema daha çok veya müzik daha çok etkiliyor diye. Re-sim etkiliyor desem suluboya mı yağlı-boya mı diyeyim. Yok bunun bir cevabı ne yazık ki. Enerji meselesi bu, hepsi ayrı bir enerji gerektiriyor aslında ve o enerjiyi bir yerden bir yere nasıl ak-tardığınla alakalı bir şey…  Son güne kadar bir şeyler çıkabildiği müddetçe neyin neyi nasıl etkilediği o kadar da önemli değil aslında!

Sen kitapta söze Cervantes ve Don Qu-ixote ile girmiştin. Biz de sözü onunla bitirelim…

Onu anlatabilmek için yeni kelime-ler bulmamız gerekiyor bence. Yazar, hoca, yazarların hocası veya neyse hiç-biri karşılamıyor çünkü onu. Cervan-tes o kadar büyük bir addır benim için! Cezayirli Hasan Paşa’dan söz ederim meselâ yazıda. Ama o da devşirmeymiş, örneğin onu öğrendim. Naif bir insan-mış ama belki iktidar etkisinden bel-ki başka bir şeyden bilemiyorum Paşa olduktan sonra değişmiş her şey… Bu Hasan Paşa, kaçmaya çalışan bütün tut-sakları ya öldürür ya da korkunç işken-cemler edermiş Cervantes dört kere kaçmaya teşebbüs etmiş ama ona hiçbir ceza vermemiş. Tıpkı Platonov’un yaz-dıklarını atmayan KGB görevlisi gibi… Hasan Paşa sayesinde yazıldığına inanı-yorum Don Quixote’nin. Ama ne yalan söyleyeyim hâlâ yakalamış değilim Don Quixote’yi.

Cervantes üzerine bir kitap yaz desen, on beş yıl isterim senden. Film ayrı bir şey meselâ onu filme çekeceğim anı yakaladım onu yaparım, ama yazmak, onun hakkında bir şeyler söylemek için daha çok şeye ihtiyacım var. Her gün başka bir şey buluyorum, yetişe-miyorum dememin sebebi o. Bir insan Don Quixote’yi nasıl hayal eder? Ben buna bile hayran kalıyorum en başta. Sıklıkla okuyorum, bir sayfa okuyup bırakıyorum sonra bir daha açıyorum okuyorum. Kaç kere okuduğumu da hatırlamıyorum aslına bakarsan. Don Quixote okumanın zamanı, yeri, şek-li yoktur asla. Her zaman her şekilde mutlaka okunmalıdır. Kim bilir kaç yıl sonra yakalarız onu…

Sait Faik okumak bir şenliktir aslında. Bunu söylemeye çalışıyorum

ısrarla. Çünkü onu okuduğunda sokağa

çıkıp insanlara sarılmak istiyorsun. Edebiyat çoğaltır

insanı ve ne yazık ki biz bunları, bu coşkuyu o

şöleni kaybetmek üzereyiz. Okullarda artık bu heyecanı

görmüyorum. Artık evlerde kitaplar yok. Bütün filmlerde, dizilerde kitaplar

kötüleniyor adeta...

Birkaç tane hastalıklı adamın sözüne inanan, onlara bağlanan veya

karşı gelemeyen insanlar sebebiyle oldu bunlar. Bir çağ mahvoldu. Bu çağ da

onun devamı gibi duruyor, hâlâ yaşayanlar var ve bir şey yapamadık diyenler var hâlâ. 15 sene oldu

ama hâlâ nefes alamadı dünya. Bir gün birileri

çıkacak ve durduracak belki bilemiyorum.

Page 18: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 18

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

ETEĞİMDEKİ TAŞLAR

Medeni Şube

MEHMET ANIL

Sene 70’ler olmalı… İzmir Torbalı otobüsü. Rahmetli amcam hükümet tabibi olarak çalıştığı Tepeköy’e git-mektedir. Yarı yolda 5 yaşlarında bir oğlan çocuğu çişim geldi diyerek bas bas ağlamaktadır. Annesi şoförden uta-na sıkıla otobüsü durdurmasını rica eder. Şoför, çok kez direksiyon başında karşılaştığımız türden iriyarı ve ters bir adamdır. Otobüsü durdurmadığı gibi, kadına söylemediğini de bırakmamak-tadır. Çocuğun zırıldaması devam ettik-çe şoför daha da sinirlenmekte, kadın çaresizlik ve utançtan kıvranmakta, di-ğer yolcular da şoföre karşı çıkamama-nın ezikliği içinde koltuklarına büzül-müş, umarsızca aralarından bir yiğidin çıkmasını beklemektedirler. Karınca ezmez bir iyilik timsali olan rahmetli amcam da bu sonuncular arasında ken-dini kahretmektedir.

Aranan yiğit, amcamın yanın-daki 9 numaralı koltukta oturmaktadır. Kendi halinde, halim selim, ilk bakışta emekli memur gibi görünen 50’lerinde kısa boylu çelimsiz bir adamdır. Otur-duğu yerden, “Durdur lan şu arabayı!” diye bağırınca, şoför bir öfke patlaması halinde otobüsü sağa çektiği gibi, “İn ulan aşağıya!” diye tıslar. 9 numaralı koltukta oturan adam sakince ayağa kalkar, amcamdan çantasıyla paltosuna göz kulak olmasını kibarca rica ettikten sonra yavaş adımlarla otobüsten inip çoktan dövüş pozisyonu almış şoförün karşısına geçer geçmez sol yumruğuyla şoförün çenesini hafifçe yoklar, aynı sakinlikle dönüp koltuğuna oturur. Bir kütük gibi şarampole devrilen şoförü ıslak mendiller, kolonyalar ve avutucu sözlerle güç bela ayılttıktan sonra şoför dışında herkes gönül rahatlığı içinde, yürekleri yağ bağlamış halde yola de-vam ederler. Bu arada çocuk da çişini yapmış olur.

Adam, nur içinde yatsın eski hafif sık-let boks şampiyonlarından Eşrefpaşa’lı Ali Melek’tir.

Amcam bu anıyı, yumruk kısmını ballandıra ballandıra anlatmasını çok severdi. Özellikle haksızlığa uğradığı, sesini çıkartamayıp kahrolduğu du-rumlarda, zamanında ah neden boks öğrenmediğine hayıflanır dururdu. Ne yalan söyleyeyim, şimdi artık ben de boksör olmak istiyorum. Vallahi. İste-yen ayıplasın. Şiddete şiddetle karşı ol-mama karşın bana ve insanlığa kötülük etmiş insan bozuntularını evire çevire, Allah yarattı demeden eşek sudan ge-linceye kadar dövmek istiyorum. Artık

yer misin yemez misin! Kaldırıma yem-yeşil balgam mı çıkarttı? Git ensesine bir tokat patlat. Sıraya kaynak mı yaptı? Yapıştır şamarı. Yere sigara paketi mi attı? Hem de buruşturmadan ha? Tek-me tokat giriş! Arkandan konuşan sinsi yavşağın şişir iki gözünü de haftalarca kör kör dolaşsın pezevenk! Gözünün içine baka baka yalan söyleyen o şişko ibne var ya, hani nezaketini inandığına sayıp seni çileden çıkartan ibne, ver ön dişlerini eline, teşekkür yerine tefef-für diye diye dolansın şerefsiz. İşte bu yüzden boksör olmak istiyorum ben. Karate de olur. Kolunu kıvırdığın gibi yatıracaksın delikanlı bozuntusunu yere, “itin köpeğin olayım” diye yalvar-masına bakmadan kıracaksın sırtında sopayı. Var mı öyle kadına el kaldırmak ulan! Dönüp bakarsam namerdim…

Ne var ki bunların hiçbiri bizim gibi-lerin altından kalkabileceği işler değil. Öyleyse güvenli ve bilimsel bir yöntem geliştirmek mecburiyetindeyiz. Bir za-manlar, Medeniyet Polisi adını verdi-ğim bir projem vardı. İşte böyle sokakta magandalık yapan hırtlara ceza kesen fahri müfettişler falan filan. Pratikte uygulaması zor. İşin sonunda Allah yazmasın dayak yemek var. Değerli dostum İhsan Oktay ile birlikte geliştir-diğimiz bir uygulamayı huzurlarınızda iftiharla açıklamak isterim. Geçenler-de buluştuğumuzda ona klakson kirli-liğini önlemek amacıyla düşündüğüm yöntemden söz etmiştim. Arabalara yerleştirilen bir POS düzeneği, her korna çalışta kredi kartınız veya banka hesabınızdan bir miktar para düşecek. Çekilen miktar klaksona basma süresi uzadıkça artacak. İnsanlık hali çalınan kısa bir veya iki ‘dıt’ hariç, basış süre-si ve sıklığı arttıkça ceza da geometrik dizi oranında katlanacak. Gece tarifesi iki kat, okul önü üç, hastane çevresi beş kat! Düğün konvoylarının Allah yardımcısı olsun.

Bir müddet üzerinde çalıştıktan son-ra İhsan Oktay dostumla övünmek gibi olmasın UBO adında bir sistem geliş-tirmeyi başardık: Uzaktan Barkod Oku-ma. Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan her vatandaşın ensesine, trafikteki her vasıtanın arka plakasına, evlerin kapıla-rına, işyerlerinin tabelalarına vs bir bar-kod işlenecek. Uygun kriterlere göre seçilen helal süt emmiş dürüst, ezik, mazlum vatandaşların eline şu pembe ışıklı barkod okuma tabancalarının (artık nasıl yapılacaksa) uzun men-zillilerinden verilip sokağa salınacak. Emniyet teşkilatındaki Mali Şube, Si-yasi Şube gibi bu da medarı iftiharımız Medeni Şube. Tabancaların üzerinde

her kabahatin kod numarasını tuşlaya-bileceğiniz dokunmatik bir ekran bu-lunacak. Kırmızı ışıkta klakson mu çal-dın. Misal gir 536487’yi, nişan al, arka plakaya bir atış, hop, kredi kartından anında tahsilat, isteyene 6 taksit. Kapa-lı yerde sigara içen hödüğün arkasına dolanıp bas uzaktan tetiğe, ay sonunda ekstrede cezayı görünce dibi düşsün saygısız hergelenin. Hesap eksiye dü-şünce gör bakalım daha da düğünler-de havaya sıkıyor mu senin emmioğlu? Yolda omuz atan görgüsüz hanzoya, emniyet şeridini ihlal eden uyanık orospu çocuğuna, müşteri kazıklayan kör olası hain esnafa, ağaç kesenle or-man yakan kansıza, maçta sahaya taş atıp ambulansa yol vermeyen densize, çoluk çocuk demeden şuursuzca gaz sıkan zalim polise, avanta kollayan arsız zabıtaya ve dahi envai çeşit kudurmuş köpeğe çak uzaktan pembe ışığı, yansın canı cibilliyetsizin. Sen korkma dürüst ve mazlum vatandaş, bilim, teknoloji ve sağduyu senin yanında.

Dikkat ettiyseniz bütün cezalar cebe yönelik. Hapis yok! Eh ne yaparsın ki bu memlekette iyiliğin de, kötülüğün de bir numaralı ölçüsü paradır arka-daşlar.

UBO sisteminin görece basit kabahat-ler karşısında etkili olabileceğinin el-bette farkındayım. Esas insanlığa karşı işlenen suçlar var ki bunları yapanlar büyük insanlar olup sokaklarda uluorta gezinmedikleri için ışığınızın menzili enselerine erişmez. Onları yalnızca te-levizyondan avlayabileceğinizden, bar-kodlarının alınlarına işlenmesi şarttır. Yalana, dolana, bağnazlığa, soyguna, yolsuzluğa, çevre katliamına, cehalete, nüfus artışına, faşizme, kapitalizme, ko-naklara, saraylara, küçücük kızları ko-yunlarına almaya utanmayan sübyancı amcalara siz de benim gibi çok kızıyor-sanız, tabancanızı dikkatle doğrultup ekranda konuşan muhterem şahsiyetin iki kaşının tam ortasına pembe renkli dom dom ışığını çakarsınız -aklınızda bulunsun insanlık suçunun ceza kodu 000001’dir- çakmasına da, sonra ne olur bilmem. Bu saygıdeğer şahısların barkodlarının yansıtıcı olmak gibi bir özelliği bulunabilir, demedi demeyin. Dur şu namussuzun banka hesabından birkaç milyon uçurayım, diye safça se-vinirken, bir de bakmışsınız pembe ışık huzmeleri teflon kaplı yüzlerden geri yansıyıp sizi okka altına götürüvermiş-tir. Aman dikkat!

Son olarak tabancayı zaman zaman kendimize doğrultmakta sayısız fayda-lar bulunduğunu söylemeden bitirme-yelim de bir eksiğimiz kalmasın.

Page 19: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 19

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

ANKARA RÜZGARI

Tabuttaysa edebiyat röveşata kaçınılmazHAKAN [email protected]

Şairin sezgisini ciddiye almak gere-kir. Oysa Türkiye’de akademi, eğer doğrudan ilgisi yoksa, edebiyatı da edebiyatçının ürünlerini de küçümser. Her şeyden önce kurmacadır edebiyat, edebiyatçı ise akademisyenin gözünde bohem bir adam. Ama birinin araş-tırdığını diğeri söyler, hoca giderken şair gelmektedir. Kampüs mahpusu sosyolog şehrin katman katman üçe-beşe ayrıldığını söylemek için yüzlerce anket yaptırır. Yazarsa bir katmandan diğerine fink atmaktadır. Mahalleden mahalleye gezmesi gerekmez sadece. Felsefeden tarihe, bireyden aşka, ka-dınlıktan ihtiyarlığa dolaşır, durur. Asıl bu gezisidir edebiyatçıyı diğerinin gö-zünde bohem kılan ama nedense suç rakıya atılır. Hayır! Sarhoş değil yazar, âşık da değil. Fotoğraflarda düşünceli görünmelerinin nedeni gerçekten dü-şünüyor olmalarıdır. Her biri bilgedir demiyorum ama edebiyat, öyledir!

Aynı şehirde yaşamış, yazmış, üstelik aynı şehirde yaşayanları yazmış üç isim: İlhan Tarus, Sevgi Soysal ve Barış Bı-çakçı. Başka kuşaklardan bu üç yazar Ankara’da buluşuyor yazdıklarıyla. Üs-telik aşağı yukarı aynı yerde, aynı semt-te: Yenişehir’de. Şimdi oraya biz Anka-ralılar Kızılay diyoruz. Bir zamanlar iki katlı villarla şık apartmanlarla başkent elitinin tek adresiydi burası. Sonra her yirmi-yirmi beş yılda bir yıkılıp yeniden yapıldı. Şehrin merkezi, İstanbul’da Taksim neyse o, İzmirliler için Konak diyelim. Üç yazarın üç romanından yola çıkarak, 1940’lardan 2000’lere Ankara’nın ne denli değiştiğini gör-mek mümkün. Ne Tarus’un anlattığı Özen Pastanesi yaşıyor ne de Soysal’ın romanındaki o meşhur Piknik! Artık Bıçakçı’nın kahramanları gibi posta-nenin önünde buluşmuyoruz, nirengi noktalarına da postanenin önündeki kartlı telefonlara da ihtiyacımız kal-madı çünkü. Ama bu kitaplardan yola çıkıp bir kazı raporu hazırlamak değil amacım. İstediğim Ankara’nın duygu-sal tarihini yazmak.

Başkent değilse yoktur AnkaraBir masal aslında, yayınevi “Büyük

Hikâye” dese de. Karınca Yuvası’ndan bahsediyorum. 1952 yılında basıl-mış, “Seçilmiş Hikâyeler Dergisi Kitapları”ndan. Olaylar kırklı yılların ikinci yarısında geçiyor. On yaşından biraz küçük, biraz büyük çocukların kurduğu bir çeteyi anlatıyor yazar. İl-han Tarus! Edebiyat testlerinde bile geçmez ismi, geçse bile kesin yanlış şıkların arasında olur. Ankara’yı seven-ler bilir onu, mutlu olmak için kendini Ankara’yı sevmeye mecbur hissedenler.

Karınca Yuvası, başkentte geçiyor. Ankara başkent değilse, o zaman An-kara yoktur, sadece var gibi görünür. Petersburg için söylemiş bunu Andrey Belıy, şehrin ismini verdiği “başyapıtın” hemen başında. Demek istediğim baş-kent olmasaydı Ankara, Tarus yazmaz-dı bu hikâyeyi, daha doğrusu olaylar Ankara’da değil de başka bir şehirde geçse, örneğin İstanbul’da, başka bir masal çıkardı ortaya. Uzamların en arsızıdır şehir. Hikâyeler şehirde ku-rulunca o da anlatmaya başlar. Bazen kahramanlara, bazen olaylara o karar verir, hatta duygulara. Sait Faik’in ada-da geçen öykülerine bakmalı bunu anlamak için. Adayı yazınca neden bir huzur düşer anlattıklarına, İstanbul’u yazınca neden bir mutsuzluk?

Cenazedeydim, ilhan Tarus oradaydı!İngiliz yazar Lars Iyer, sadece mani-

festoların değil edebiyatın da ölümünü ilan ediyor1. Yazıyı bir başkasından din-leyince tepki duyuyor insan. Nasıl ölür edebiyat, okumadan inanmam! Barış Bıçakçı’nın kahramanlarından biri de inanmaz babasının ölebileceğine. Taksiye biner karısıyla. Anlatı, bir ön-ceki kahramanımız şoför Hakan’dan yolcu Mihri’ye geçer. Cebeci’deki Hu-kuk Fakültesi’nin önünden, Bahçeli’ye gidecektir. Mihri, babasının rahatsız-landığını haber veren bir telefondan sonra hızla çıkmıştır yola. Şimdi bu mesafeyi nasıl anlatsam: İlhan Tarus’un yaptığı gibi olabilir mi? Şehirdeki kö-tülüklere karşı kurulmuş bir çocuk çe-tesi, bir at arabası eşliğinde şehrin en önemli caddesi Atatürk Bulvarı’ndan geçmektedir. Kızılay’dan Altındağ etek-lerine, arabacının evine yürüyecekler. Çocuklar bugün şehrin en büyük ca-misi Kocatepe’nin bulunduğu Deliler Tepesi’nde uçurtma uçururken atları-nı döven arabacıya müdahale etmiş, hayvanları korumak istemiştir. Ekmek teknesini bu çeteden kurtarmak iste-yen arabacı kırbacını defalarca şak-latmış, hatta çocukları yaralamış ama yıldıramamıştır. Çetenin tek yetişkin üyesi İlhan Tarus, anlatıcı kahraman yazarın kendisidir, Yenişehri’n bu uzak semtinin sessiz sokaklarını tasvir ederken sessizliği bozanların, bir es-kiciyle yoğurtçunun, peşine düşerek çıkar uçurtmalı tepeye. Atlara sarıl-mış çocuklar, kırbacı elinde şaşkın ve sinirli bir arabacı. İlhan Tarus, sorunu çözmek zorundadır. Zulüm gören at-ların arabacının ahırında çocuklarca bakılması karşılığında gerilim biter. Araba yola çıkar. Atatürk Bulvarı’ndan geçerken güzergahları hakkında bilgi-

lendirir okuru anlatıcı. Yürüyecekleri mesafe Mihri’nin Cebeci-Bahçeli yolcu-luğundan daha uzundur. “Gideceğimiz yolu İstanbullular şöyle hesaplayabilir: Fatih ile Eyüp arası… Adanalılar şöyle hesaplıyabilir: Eski İstasyon’la hükü-met konağı arası…” Bu güzel karşılaş-tırma Diyarbakır, Trabzon, İzmir, İzmit diye gider. Şimdi kimin aklı böyle çalı-şır ki, mesafeyle değil zamanla anlatırız derdimizi: trafik açıksa beş dakikalık yol. Yolda, Bahçeli’ye giderken, taksiye dönelim, hayal gücü çalışır Mihri’nin. Telefondaki kadın “babanız biraz ra-hatsızlandı” demiştir. Dizinde karısının teselli eden eli varken düşünür, baba-sıyla geçirdiği yılları hatırlar, geçmişi. Cenazeyi düşünür sonra, muhtemel geleceği! Kronolojik düşünmez insan. Hele şehirdeyse, hele yürüyorsa, gör-dükleri üzerinden bir geleceğe zıplar düşüncesi bir şehvet duyar içinde, en çok hüzün.

Bıçakçı’nın metninde belki binin üzerinde fotoğraf var, cümlelerin ara-sına gizlenmiş otuz dört bölüm. Şehir-de karşılaşan insanlar, bir de kuş var unutmayalım. Her karşılaşmada hikâye de, özneler de değişir. Bıçakçı’dan neredeyse otuz yıl önce Sevgi Soysal da benzeri bir kurguyu denemiştir. “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nde kar-şılaşan insanları anlatmıştır, bir de kavak var unutmayalım. Ama asıl he-defi Olcay’la Ali’nin aşkını yazmaktır. Bu ikisi dışındaki kahramanların her birine bir bölüm açarak onların geç-

mişine uzanan hikâyelerini sıralar. Bıçakçı’nın metnindeyse aralıklarla beliren her kahramanın zihni gördük-lerinden, çağrışımlardan bugünden geçmişe, anılardan başka insanlara, basket topundan kadınların bacakla-rına zıplar. Zıplar yerine tıklar da ya-zabilirdim zaplar da. Ama değişen dil mi sadece, hayatımız da sulanıyor işte. Uzam olmadan edebiyat yoksa, hayat nasıl olsun ve o değişirken zihnimiz nasıl hep aynı şekilde kalsın? Edebiyatı internet öldürdü demeye getiriyor Lars Iyer. Herkes yazar oldu diye, herkesin bir okuru var diye. Yazıyı duyduğumda inanmadım, okuduğumda tabutu gör-düm ama içinde kim vardı, nereden bilebilirim?

Barış Bıçakçı’dan mektup var!Haritasını yapmalı bütün bu roman-

ların. Tarus, 1950’den biraz önce nere-lerde gezdiriyor okurunu, Sevgi Soysal, hangi somut çemberin içine kuruyor anlatısını, Bıçakçı hangi parklarını ge-ziyor Ankara’nın, işaretlemeli harita-nın üzerinde. Sevgi Soysal da Bıçakçı da başladıkları yerde bitiriyorlar öykü-lerini, döngüsel bir kurguyla. Tarus’un böyle kaygıları yok, belirli bir kurgusu da. Çocuk çetesinin maceralarını an-latırken belli ki çağrışımlar üzerinden devam ediyor öyküye, kitabın ortala-rında birdenbire çocukları bırakıp bir çift sırım (deriden ayakkabı bağı) uğruna Bitpazarı’na düşüyor, bir “bü-yük hikâye”nin içinde birden fazlası var aslında, başından sonuna takip edilen bir izlek yok, sanki şehir onu nereye götürürse. Kızılay sokaklarında gördüğü çocuklardan almış ilk ilhamı sanki Tarus. Başkalarının hayatlarına bakıp kendilerininkini sorgulayan “bü-yük” çocuklar bunlar. Sevgi Soysal’ın Olcay’ı gibi. Annesi Mevhibe Hanım’ın hizmetçilerden saklayıp da oğluna ye-dirdiği köftelerin farkındadır, bu yüz-den belki de ağabeyinin solcu arkadaşı Ali’ye âşık olur, sevişir onunla. Garip, ilk sevişmeden sonra da şu Kappa mar-kasındaki çift gibi, bir erkek yazamazdı

bence bu sahneyi, sırt sırta oturup çay içerler. Çay âşıkların değil arkadaşların içeceğidir. Bıçakçı’nın isimsiz kalaba-lığı da yapar bunu. Çay içmekten bah-sediyorum, sevişmekten değil. Bence kitabın sayısız (saydım aslında, ellinin biraz üzerinde) kahramanlarından bi-ridir kalabalık, hem çay içer hem ko-nuşur.

“Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nde tar-zıyla markalaşmış Piknik isimli lokan-ta, romandaki önemli mekânlardan biridir. Bu lokantanın karşısında bir kalabalık toplanır. Romanın ilk ve son sahnesinde bahsi geçen, başlarken sallanan biterken kapıcı Mevlüt’ün üzerine devrilen kavağı seyretmek için bir araya gelmiş isimsiz insanlar. İtfai-ye kökü çürümüş ağacı kimseye zarar gelmeden götürmek için çalışırken, insanlar merakla toplanmıştır. Sevgi Soysal’ın isim verdiği kahramanlar da sürekli bu kalabalığı görür. Çevresinde dolaşır, aralarına katılır.

Kavağın devrildiği yere çok yakın bir Sakarya Çay Ocağı vardı Ankara’da. Ben de çay içtim orada. Kürtlerin kürsü dedikleri hasırdan taburelere oturan bir kalabalık, belki yüz-yüz elli kişi çay içerdi akşam saatlerinde. Bıçakçı’nın kahramanlarından biridir bu kalaba-lık. Herkesin herkesle dostmuş gibi konuştuğu bu yerde, birbiriyle ilişkili veya değil yirmi sekiz ayrı konu geçer, sesler uçuşur havada. İlk ses, alışık ol-madığı halde hafta sonu ziyaret edilen bir annenin şaşkınlığı üzerine, onu

hep pazartesi, salı gibi erken kalkılacak yarınlar bahanesiyle gören oğlunun muhtemeldir ki geliniyle konuşma-sıdır. Hayır, kadın kocasının sızlayan vicdanına katılmaz. Sonra kâğıt oyu-nundaki zaferini anlatan bir ses duyu-lur, sonra su sayaçlarından, çalışmayan sifonlardan bahseden diğerleri. Bir di-ğeri çay ister, bir diğeri kırılan bir şey üzerine konuşur. Ama dört defa, az de-ğil, edebiyattan bahsedilir. Şiirin, öykü-nün, Herman Melville’in bahsi geçer. Bir de itiraz: “Edebiyatın kendini orta-ya koymak olduğuna. Buna inanmıyo-rum.” Ta 1990’lardan bugüne, edebi-yat denince saf çocukluğun günahsız günlerine sığınanlara, tek cümlelik bir mektup, 140’dan çok az üstelik tam 53 karakter.

Lars Iyer, edebiyatı sevenleri üzen manifestosunu, hâlâ yazmak isteyen-ler için bir tarifle bitirir. Önce “Edebî olmayan bir sadelikte yazın…”, sonra “Kapalı formlardan uzak durun, baş-yapıtlardan uzak durun“ ve daha son-ra “Bu dünya hakkında yazın…” diye uzayan bu tarifi Barış Bıçakçı çoktan pişirmiştir. Aynı gezegende yaşıyoruz çünkü, aynı uzamın farklı yazarlarca kurulmuş kahramanlarıyız!

Sevgi Soysal’ın bol elbisesi Bu üç metin (1951-1973-2000), yak-

laşık altmış yıl boyunca değişen duy-guların tarihini de gösterir bize. İlhan Tarus’ta zaman kırkların ikinci yarısı-dır, çok geriye uzanmaz. “Yenişehir’de Öğle Vakti”nde takvimler 1971-72’yi gösteriyor ya da Love Story’nin Anka-ra sinemalarına geldiği vakit diyelim. Barış Bıçakçı’nın zamanı ise iki binlere yakın, kah doksanlara kah seksenlerin sonlarına gidip geliyor. Haliyle kabaca yirmi yıl arayla, aynı şehrin aynı semt-lerinde kesişen haritalarıyla bu üç ki-taptan, sadece şehrin değil duyguların da nasıl değiştiğini görebiliriz diyorum.

1950’lerin sonuna kadar şimdi biz Ankaralıların Kızılay diye andığımız Yenişehir bir mahalledir. Devletli bir mahalle. Hatta Cumhuriyet’in kurucu

kadrosu burada kapattığı arsalarla gü-venceye almıştır çocuklarının geleceği-ni. Sevgi Soysal’ın iki kahramanı Necip Bey’le Salih Bey, burada bir kat değil apartman sahibidir. 1970’lerde ma-halleler terkibinden şehre evrilirken Ankara, Kızılay’da dükkân konut birbi-rine karışır. Herkes herkesle orada kar-şılaşır. Sevgi Soysal, on dört kahrama-nını birkaç saat içinde orada bir araya getirir. Lokantada, sokakta, markette veya karşıdan karşıya geçerken diğeri-ni gören, birbiriyle karşılaşan bu kah-ramanlar arasındaki ilişkiler çeşitlidir. Kimisi çarptığını tanımaz, banko me-muresi Necip Bey’e bir banka müşterisi olarak aşinadır, kimi Olcay’ın sevgilisi Ali’yle sokaklarda ayakkabı boyayan Çingene gibi çocukluktan arkadaştır. Ama Bıçakçı’nın anlatısında birinden diğerine geçerken hikâye, kahraman-lar birbirlerini nadiren görür. Epik de-ğil “episodikdir” onun kahramanları. İlki Asteğmen Burhan’dır. Döviz bü-rosunda sırada beklerken tanırız onu, önündeki adamın işi biter. Böylelikle öznesi değişir metnin, ikinci kahrama-na geçeriz, işi biten adama: esnaftan Salim. Ama Salim üçüncü kahramanı görmez duyar: ”Şu binaydı…” dedi yanından geçen biri”. Metinde karşı-laşan ama çoğunun karşılaştığından haberi olmayan bunca insan arasında aynı şehirde yaşamak, hatta o anda orada olmak dışında ortak bir bağ yok-tur. Dahası Bıçakçı’nın insanları, birer roman kahramanı olamadan gelip ge-

çerler, kimi zaman bir önceki cümle-nin son sözcüğünün tekrarlanmasıyla, kimi zaman hiç böyle tekniklere ihtiyaç duyulmadan birinin hikâyesinden di-ğerine geçeriz, tam birine alışmışken bir diğerine ve oradan başkalarına. Bir cümlelik kahramanlar görünür geçer metinde. Yüzlerce kısa film, reklam, parça, fragman ve vesikalık fotoğraflar-dan bahsediyorum. Ya da gözlerinizin önünden geçen bir film şeridi düşü-nün, başrol oyuncusu sürekli değişiyor. Kamera gibidir gözleri yazarın. Han-gisinin peşine düşerse onun hayatına odaklanırız. Ama onlar birbirlerine değmeden geçip giderler, birbirlerinin felaketine duygulanmadan!

Tarus’un “Karınca Yuvası”nda, iyilik melekleri şehre göç eden köylülere, babasız bebeklerle onların loğusa an-nelerine, daha evlenmeden çocuğa karıştıkları için kovulan bahçıvanla hizmetçiye, eziyet gören atlara, kuduz korkusuyla zehirlenen köpeklere yar-dım ederler. Sevgi Soysal’ın romanında da Ankaralılar her karşılaşmadan bir duyguya kapılır, Hatice Hanım, şehrin bu seçkin semtinde gördüğü dilenci-lerden nefret eder mesela, Çingene boyacı Olcay’ı görür, güzel bulsa da Çingene kızlarıyla karşılaştırır,

Mevhibe Hanım kavağın altında ka-lacak kapıcısı Mevlüt’ü görgüsüz karısı üzerinden aşağıladıkça sever kendini. Karşılaşanlar yekdiğerine dair hemen o an duygulanır ya da eski duygularını tazeler. Onlar birbirlerini görür sık sık, biz de diğerlerini onların gözünden. Barış Bıçakçı’nın Ankaralıları çok az yapar bunu. Yapanların diğerine ilişkin yargısı da bir sözcükle olmadı tek bir cümleyle ifade edilir. Mesela şoför Ha-kan, kendinden önceki sahnede birbir-lerine kocalarını anlatan yaşlı kadınları “moruklar” diye anar. Sırf kullandığı taksiye binmediler diye. Ama unutur hemen. Yine postanede çalışan isimsiz kadın, kullanmadığı telefon kartını iade etmek isteyen bir diğer kahramanı “Salak” diye aşağılar içinden, “Ağzı da nasıl kokuyor.” Ama o da derhal kendi

hayatına döner. Sesler kadar kokular da önemlidir. “Aşkla edebiyat arasın-da”, “diğer bütün kahramanlar gibi” “kendince bir ilişki” kuran Hasan’dan “Nişan yüzükleri için” Aydın’la buluş-maya giden Meltem’e kokuyla geçeriz: “Durdu ve dönüp yanından geçen kıza baktı. Kokunun sahibi Meltem’di”. Bu ‘episodik’ kahramanlar arasında diğe-rine ilgi gösteren tek kişi şehirli arka-daşı Ali’yle yürüyen köylü Yunus’tur. Arkadaşına tren garını soran bir ön-ceki oyuncu için şöyle der: “Az önce yanımızdan geçmişti bu çocuk, ellerini kollarını sallayarak, söylene söylene gidiyordu. Şimdi de öyle mi, diye bak-tım.” Köyü çıplak tene giyilen bir kaza-ğa benzeten bir “köylü”nün gözüdür bu. Kazağın insan ilişkilerinden örül-düğünü söylemiş, şehri bol bir elbiseye benzetmiştir. Belki de ilk defa, bizler de birine diğerinin gözünden bakarız böylece. Bu, bir daha olduğunda ro-man bitecektir.

Oysa altmış yıl önce kahraman anlatı-cılar adeta gözleriyle yaşar. İlhan Tarus, bir kış akşamı tenha bir sokakta gördü-ğü iki çocuğun peşine düşerek başlar öyküsüne, yavru köpekleri besleyen iyi-lik çetesinin iki üyesiyle tanışır. Tam on-ları unutmuşken çocuklar anlatıcı yaza-rın hayatında bir süre sonra yeniden belirirler. Arkadaşları açıklayamayacak-ları miktarda bir parayla Güvenpark’ta polise yakalanmış, karakola düşmüştür. Onlar için pembe yalanlar söyleyecek bir yetişkine ihtiyaçları vardır. Tarus,

bu iyiliği karşısında çetenin diğer üye-lerini, sırlarını, faaliyetlerini de öğre-nir. Bu ikinci bölümdür. Üçüncüsüne, çocukları uzun süredir göremediğini söyleyerek başlar, Atatürk Bulvarı’nın diğerine nazaran daha sarp ve dar kaldırımında yürüyenleri anlatırken -Nurullah Ataç da onlardandır- kör bir dilenci çocuğun önünden geçer. Ama sonra geri dönecektir. Çünkü dilenciyi, onca makyaja onca oyuna rağmen tanı-mıştır. Çocuklardan biridir bu. Hikâye bu sayede devam eder. Dilenci çocuk deşifre olmamak için Tarus’u arkadaş-larının yanına gönderir. Görmese yaza-mazdı Tarus, görmese orada biterdi bu “büyük hikâye”.

Büyüyen, sürekli büyüyen bir şey varsa o da Ankara oysa. O büyüdükçe, olaylar orada geçerken duygular da değişiyor, yazarlar orada yaşarken görüyor bunu. Edebiyat biliyor. Bildiğini bilmeden bi-liyor gerçeği. Gelip geçicidir duygular, dünyanın bütün şehirlerinde böyledir bu. Kolayca birinden ötekine geçeriz, Bıçakçı’nın kurgusu gibi. Kalabalıkları dinler gibi yapıyoruz dostlarımızla ko-nuşurken, birbirine değmeyen sohbet-lere müptelayız, bir “timeline”a dizip dostlarımızı onlarla öyle buluşuyor, bi-rinden diğerine uçuyoruz. Yorulduğu-muzdaysa Bıçakçı’nın son kahramanı gibiyiz. Sonu olmayan, o anonim tipler galerisini başladığı yere büken anlatıcı-nın yaptığını yapıyoruz.

Abidin’dir o. Metnin tek “ben” diye konuşan kahramanı. Kitabın açılışını yapan Burhan’ın top oynadığı, bera-ber lahmacun yediği yakın arkadaşı-dır. Burhan hatırlar, biz de onu tanırız böylece. Abidin, Kumrular Sokağı’nda yürürken “sevgili dostu”nu görür, döviz bürosunun önündeki uzun kuyruğun en sonundadır. Kararını verir, görmez-likten gelir, iyi bir şey yaptığını düşü-nür. “İyi bir şey yaptım.” der. Bir “şehir böceği” başka türlü yaşayamaz ki!

1- lars Iyer, Sıcak Küvetinde Çıplak, Dipsiz Uçurumla Yüz Yüze (Edebiyat ve Manifestoların Sonunun Ardından Edebi Bir Manifesto), Çeviren: Oğuz Tecimen, Notos, 49, Aralık 2014-Ocak 2015,s. 94-103

Page 20: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 20

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

2014 Kasım’ında sessiz sedasız yayımlandı “Kızböcekleri”. Tahir Musa Ceylan diğer romanlarında alıştığımız dilini, anlatımını koruyarak ama daha da üstüne koyarak buluşmuştu okurlarıyla. Türk edebiyatının en özgün kahramanlarından biriyle tanıştırıyordu bizi, Bektaş Toztoprak’la! Daha soyadında bedbahtlığı görülen bu tuhaf öğretmen, talihsiz erkek, mıymıntı kardeş hayatının son birkaç yılı üzerinden ömrünü anlatıyordu. Ceylan’la son romanı ve kahramanı Bektaş Toztoprak’ı konuştuk…

Bektaş, kendisi sönmek üzereyken birkaç yıldız doğurmuş birisidir

ÇAĞLAYAN ÇEVİK [email protected]

Diğer romanlarınızla bir arada düşün-düğüm zaman, “Kızböcekleri”nin çok daha farklı bir yerde durduğunu söy-lemek mümkün. Yine aynı dil, bütün dünyanın yükünü omuzlayan bir kah-raman, klasik anlatıma dayanan kur-gusuyla, bir kahramanın yolculuğu… Ancak arada, hayata dair, insana dair ettiği sözlerle sanki bir adım ileri çık-mış, Tahir Musa Ceylan’ın “yapmak istediği”ne daha yaklaştığı bir roman bu. Yanılıyor muyum?

Haklısınız, diğer romanlarımda mit-sel özellikler, kendini kutsayan yanlar vardır. Belki “Yarım Adamın Aşkları”nı bu dizgenin dışında tutabiliriz. O da zaten atmosfer olarak daha dardır ve içinde masaldan çok hayat vardır, “Kızböcekleri”nde olduğu gibi. Büyü-sel gerçekçiliğin sadık örnekleri olarak ilk grup dört roman ki, bunlar bildiği-niz üzere “İçi Yoksul”, “Kestane Kıra-nında Kadınlar”, “Elli Yıl Sonra Kül” ve “Bir Zamanlar Bakırköy”dür, her biri Rubens’in tabloları gibi güçlü gerçek-lik üzerinde salt soyutlamalar içerirken diğer ikisi, yani “Yarım Adamın Aşkları ve “Kızböcekleri” derin gözlü bir Tizi-ano portresi ya da dokusu kara bir Ara Güler karesi gibi çıplak gerçeğin üze-rinde gürbüz figürler çizer.

Bu farklı iki türden roman yatak-ları birbirine kavuşmayan iki nehrin içimde yaşam boyu akmasının yansısı-dır. Bir yatakta fazla kaldığım zaman öbürünü özlerim. “Kestane Kıranında Kadınlar”ın yazımı iki buçuk yıl gibi uzun bir zamanımı almış ve büyüsü onca gücüne rağmen ya da belki onca gücü nedeniyle sonunda beni bunalt-mıştı, bir büyünün de bunaltıcı olabi-leceğini ilk kez o zaman anlamıştım; hemen öbür yatağa geçtim ve “Yarım Adam’ın Aşkları”ında çıplak gerçeğin içinde her şeyi tam olup da bir tek nüfus cüzdanı eksikmiş gibi duran Selim’in öyküsünü yazdım. Selim’i kolay yazdım, düşkün insanları kolay yazarım çünkü. Fakülte sırasında sos-

yolojik bir araştırma için hırsızlıkla ge-çinen ailelerin arasında, yaşamımdaki bazı zorluklar nedeniyle de uzun süre gecekondu mahallelerinde yaşam sür-düm. Kristal bir yaşam damlası olarak sallanan bu yerlerde çok yarım insan var ve kendilerini çok iyi anlatıyorlar, dikkat edilirse görülebilirler, yalnız o mahallelerde ve ailelerde değil üstelik her yerdeler. Bu insanlar ne kadar ger-çeğin çamurundan yapılmış olursa ol-sunlar Selim gibi hep sırtlarındaki yüke koşut büyüklükte içlerinde ütopik bir aşk taşırlar. Dengeleyemediğiniz hiç-bir yükü taşıyamazsınız çünkü. “Yarım Adam’ın Aşkları”nın Selim’i kadar, “Kızböcekleri”nin Bektaş’ı da iyi bir dengeleyicidir; o dengelemeyi yapar-ken onca ütopik aşkı emmiş halleriyle, ikisi de yazmaya değer bir hayat sızdı-rıyorlar kristalin dışına. Bu ikinci tür romanların kurgusu kafamda yazarken kurulur, aynısıyla yaşamın da yaşarken kurulması gibi. Kahramandan içeri gi-rerim ve onunla birlikte hayatı işlerim, sonunda hayatın kendisi hayal olurken birlikte bıraktığımız izler de roman olur. Knut Hamsun’un “Açlık”ına ben-zer biraz bu tarz. Gerçi orada hayat fazlasıyla büyük bir kristal haline gel-miş ve yazarın eline sızdırdığı çok şeyi olgunlaşan üzüm taneleri gibi kendili-ğinden vermişti. Benim romanlarıma konu olan hayatlarda üzümler her za-man o kadar olgun olmuyor, bu yüzden de kristalin dışına kendiliğinden değil zorla sızdırılan şeyler olabiliyor. O ne-denle bu romanlarda yapmak istediğim zaten bu kadardır ve daha fazlası belki de olamayacaktır.

Sözünü ettiğiniz dikkat çekici bir tespit, haklısınız, kahramanlar dün-yayı omuzlar. Ama ilk gruptakilerden farklı olarak buradaki kahramanların daima hayat üzerlerine kalmıştır, ilk gruptakiler, Kestane’nin Zeliha’sı, İçi Yoksul’un Tahir’i, Elli Yıl Sonra’nın Hatice’si, Bakırköy’ün Kerim’i hayatı hep bile isteye üzerine alır; onlar pozi-tif ya da fazla, bunlar ise negatif kahra-manlardır. Ama yaşamı yazar negatif ya da eksik kahramanlar üzerinden daha iyi işler, insani bir şeyler vardır bunla-

rın içinde. Ötekilerde ise daha tanrısal bir yön bulunur hep. Tanrı hep yaşa-mı sürükler o sayfalarda, bunlarda ise kahramanları yaşam sürükler hem de ne sürüklemek… Bir insan ne kadar doğduğu gibi kalmışsa o kadar yaşam sürüklemiştir, ne kadar da doğduğun-dan başka olmuşsa o kadar yaşamca sürüklenmiştir. Bektaş’ın örneğin geç-tim öbür taraflarını, karakteri değişti, cinsiyeti bile değişti, değişecekti. Hatta romandaki kahramanlık özelliği bile tersine döndü, eksik kahramandan fazla kahramana doğru kaydı. Romanın “asıl” değil “ilk” kahramanı Bektaş Toztoprak! En sıradan haliyle bir trajedi kahramanı! Çok tanıdık ve bir o kadar yabancı aslında… Bektaş Toztoprak nasıl bir adam?

Bektaş gerçeğin bir yarığında sıkışıp kalmış, o yarıktaki yoksunluklar üze-rinden adeta evrim geçirmiş bir insan. Hiçbir şey talep edemeyen, buna karşı-lık kendisinden talep edilmeye alışmış, yaşamı bir alıp verme çizgisi olarak ka-bul edersek hep verme tarafında kal-mış, bu nedenle de artık tükenmeye yüz tutmuş bir insan. Bu çizgi ilk kez boyacı çocuk için esnaftan ilaç parası is-teyip aldığında kırılıyor ve o noktadan sonra o da herkes gibi alıp verebilen insan olunca içinde bir enerji bulmaya başlıyor. Böyle insanlar için yanlarında bir besiyeri olarak ikinci bir insan bu-lunması şarttır. Bektaş için o besiyeri Hasip oluyor. Yarıklarda kaybolmuş insanlar için Hasip gibi filozof kılıklı nefes alma istasyonlarının bulunması hayati önemdedir. Bu istasyonlar ok-sijen püsküren bitkiler gibi yaşamın soluğunu değiştirir, havayı kimyasal olarak temizlerler. Bektaş Hasip’in ne-fesiyle arınmış, hayat için yapılmış or-ganları hayat için çalışmaya başlamıştır ki, o günden sonra hayata çok lazım insanları boyacıdan başlayarak yaşat-mış, varlıkları yaşama ağır gelenleri de ölümün eline bırakmıştır. Hayattır bu, hayat böyledir. İşe yarar şeyleri başka işe yarar şeyler aracılığıyla kullanma-yı sürdürür, işe yaramaz olanları da daha başka işe yarar şeyler aracılığıy-la öldürür. Bektaş işe yaramaz bir şey

iken ve birkaç işe yarar(Muhibe, Sıla vd.) aracılığıyla öldürülecekken, işe yarar başka bir şey(Hasip) tarafından işe yarar hale getirilip, başka işe yarar şeylerin(Boyacı, Mezruka vd.) hayatta kalmalarına neden oluyor. Zincir zincir her şey, bir halka değişince o halkaya bağlı saçak saçak zincirler de arkası ar-kasına değişiyor; basit ve anlaşılabilir bir düzen…

Bektaş takıntıların zayıflattığı bir hal-ka ve onun zayıfladığını gören herkes çullanıyor, yani zincir zayıf halkalarını kopartarak kendini sağlama almaya çalışıyor; seyreltilen bir orman, kurak-lıkta ayıklanan bir sürü zayıf hayvan, hani onlarda olduğu gibi. Takıntıları arttıkça yardım ettikleri bile onu ke-mirmeye başlıyor ve mütemadiyen kay-beden bir insan haline dönüyor. Dağ-cılar bilir kimse bir buz çatlağından içeri düşmemelidir, düşecekse eğer

hareket etmemelidir. Bektaş’ın yanlışı yardım ederek hareket etmiş olmasıdır. Sonra ne oluyor? Hasip çatlağı geniş bir deliğe döndürerek onu sudan çı-karıyor, muazzam bir değişimle ölümü hayata çeviriyor. İkinci defa bulunmuş hayat ilkinden o kadar güçlüdür ki, kendini kendisiyle yenecek enerjiyi daima verir insana. Takıntılar bitiyor ve eli kolu serbest her insan gibi bu sefer Bektaş eskiden yaşamı tüketmek üzere yaptığı koşuyu bu sefer yaşamı var gücüyle üretmek üzere ters tarafa doğru koşuyor. İnsan muazzam bir şey-dir ve her biri iyidir kötüdür, katildir cahildir diyerek bir yarığa itilmeyecek derecede kıymetlidir. Ben insan oldu-ğum için insanı kıymetli bulmuyorum, ona, onunla bütün hesaplarını görmüş olarak yeterince uzaktan bakabildiğim için kıymet veriyorum. İnsanların gök-yüzündeki yıldızlar gibi, birbirlerini yutmaları da, parlamaları da, sönmele-ri de ölmeleri de, hatta bütün bir yıldız sistemini içine çekip külliyen göçmele-ri de çok güzel. Unutulmasın, Bektaş kendisi sönmek üzereyken birkaç yıldız doğurmuş birisidir.

Romanın tam ortasında, yani Bektaş Toztoprak’ın harekete geçip, okuldan çıkmasıyla birlikte kaderi de tamamen değişiyor. Deyim yerindeyse ona zulme-denleri geride bıraktığı anda değişiyor talihi… Ancak ne kadar didinirse didin-sin aynı ezeli mağlubiyeti yine yaşıyor!

İnsan bir Tanrı olmadıkça ezeli mağ-lubiyet olur, insan sonunda mağlup olmak üzere vardır zaten, onun galibi-yeti mağlubiyete kadar geçen zamanda yaptıklarıdır. Zulmedenlerle zulümle-rinden vazgeçsinler diye de uğraşma-mak lazım, onların işi o. İnsanı insa-nın kendinden fazla seven bir ahlaki cevher olarak basitçe iyi olmak ve iyi olmanın iyi olana yük getirmediğini göstermek istiyor Bektaş, onun işi de bu; köle değil, aksine en özgür haliy-le herkes işini yapıyor yeryüzünde. İyi olmak, iyi olmayan yanlarından kurtul-duktan sonra geride kalanla kalakal-mak demektir. Michelangelo nasıl beş metrelik bir mermer parçasının yanına

Kadınların yarattığı kahraman deyince o yüzden

yabancılık çekmedim, kadınlar hayat değil tam hayattır, hayatın içinde

ne görüyorsanız kadının içinde eksiksiz vardır, ama hemen göze çarpmaz, fark

edilebilmesi için bazen bir çeyrek bazen bir yarım bazen de bir tam ömrün

geçmesi gerekir. Kadınların sana ne yaptığını anlaman için senin de biraz kadın olman gerekir. Bektaş’ın olduğu belki de budur. Üzerine biraz kadınlık

geldiğinde her şeyi kolay çekip çevirmeye başlamıştır,

aşçıların, terzilerin, berberlerin sonunda biraz kırıldıklarında daha iyi iş

çıkarmaları gibi...

ÖZ

N İ

LL

UST

RA

SYO

N: Y

EŞİ

M P

AK

TİN

Page 21: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 21

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

baraka kurup gece gündüz orada kalıp David’i yaratmak için okuldan kurtul-ması gerekmişse Bektaş’ın da kendin-den iyi bir heykel çıkartması için aklına takılanları, kendine yapılanları geride bırakması gerekmiştir. Ancak unutarak öğrenebilmemiz ve gülerek ilerleyebil-memiz gibi bir şeydir bu.

Bektaş “eş olmak” demek, ama ana-sından doğduktan sonra insanlara eş olana kadar kırılmadık kemiği kalma-mıştı un. Sonunda insanlara gönüllü bir kölelikle eş olabildi o. Bu bir mağlu-biyet midir? Evet, ama şu unutulmasın, ahlak olacaksa yaşadıkça insan hiçbir insana karşı galip gelmemelidir.

Bektaş Toztoprak’tan devam etmek istiyorum. Hayatını “kadınlar”ın şekil-lendirdiği kahraman bu. Talihsizliğini de belirleyen onlar, mutluluğunu da, yaşayacağı yeri de, çekeceği çileyi de…

Romanı iyi analiz ettiğiniz belli olu-yor. Yaşamı kadınlar yapıyor, o kadar kendilerine yeterliler ki, kendi dışın-daki her şeyi lüzumsuz bırakabiliyor-lar. Arılarda falan bilirsiniz erkekler dişiyi dölledikten sonra hemen ölüyor-lar, görevleri oraya kadar oluyor yani. Onassis demişti galiba, “Ne kadar para kazanırsan kazan, sonunda bir kadının kucağında birikir hepsi,” diye. Bu kötü değil, aksine kadınların hayatın ne ka-dar merkezinde olduğunu gösteriyor. Dikkat ederseniz kadınların arasında geçen her şey tam hayat gibidir. Kıs-kançlık, yarışma, kendinin yapma, ya-ratma, en renklisinden konuşma, tutup bir hayat boyu köleleşerek sevme, bir nefretle kaldırıp bir hayattan vazgeçe-rek ölme. Ne eksik ne fazla, ikisi tam çakışarak bir arada. Mesela Bektaş’ı Muhibe, Sıla düşürüyor görünür, ama çıkaran da Hasip’tir belki ama bir yan-dan da Mezruka’dır. O kadının, o ölü erkek köyüne verdiği hayat inanılmaz-dır. Feodaliteyi ticaret ortadan kaldı-rır derler, onca tacirin bir araya gelip yapabildiğini bazen bir orospunun da yapabilmesi hayatın en alengirli işlerin-dendir. Diyeceğim kadınlar yapar, hem iyiyi yapar hem de kötüyü, hem de her ikisini de zevk vererek yapar, yaptırır-lar. Erkekler kendi başlarına yapamaz, çünkü sıkıcıdırlar. Sartre’ın kendinde bulduğu sıkıcılığı, geride Lacan’ın te-rapilerine ihtiyaç duyuracak derecede dişi enkazlar bırakarak ancak aştığını, hiçbir durumda kadınsız yapamadığı-nı biliyoruz, Sartre’ın mecburiyetleri, her nerede olursak olalım aslında dişi bir yaşam yaşadığımızı köklü biçimde gösteriyor.

Kitabın diğer bütün “erkek” kahraman-ları da tıpkı Bektaş Toztoprak gibi, “ka-dınların yarattığı” kahramanlar…

Öyle, belki bütün yazarlar için öyle-dir, ama özellikle benim için kadın-ların yarattığı kahramanları yazmak kolay oluyor. Onların hangi sözlerinin erkeğin boynunda bir düşüşe, hangisi-nin bir diklenişe yol açtığını, hangi ani dönüşlerinin, birden savruluşlarının erkeğin gözlerini kendine mıhladığı-nı, işbirliklerinin, vericiliklerinin, ha-inliklerinin ne zaman ortaya çıktığını bilirim. Üniversiteye kadar kadınlar ko-münü diyebileceğim bir evde yaşadım. Annem, teyzem, ablalarım, kuzenim, yeğenim bir komün oluşturmak için gerekli her yaş ve yapıda üyeleri oluş-turuyordu. Herkes terzi, herkes tamir-ci, herkes sevgili, herkes aşçı, herkes savaşçı, herkes barışçıydı. İyi bıçaktan çok, iyi makas kullanmayı onlardan öğ-rendim. Etrafımda hep kadınlar vardı ve her şeyi biliyorlardı. Yumurta satıp biraz para yaptıklarında esnek kadın çoraplarının içinde bellerine sarıyor-lardı, güzel görünmek için masa üstü-ne yatırdıkları saçlarını ılıklaştırılmış kömür ütüleriyle ütülüyor, macunla ağda yapıp kızarana kadar kendilerini yoluyorlardı. O zamanlar anlamıştım, kadınlar her şeyi yapardı ve bir erkek bir şey yapmak istediğinde yine bir ka-dına lüzum vardı.

Kadınların yarattığı kahraman de-yince o yüzden yabancılık çekmedim, kadınlar hayat değil tam hayattır, ha-yatın içinde ne görüyorsanız kadının içinde eksiksiz vardır, ama hemen göze çarpmaz, fark edilebilmesi için bazen bir çeyrek bazen bir yarım bazen de bir tam ömrün geçmesi gerekir. Kadın-ların sana ne yaptığını anlaman için senin de biraz kadın olman gerekir. Bektaş’ın olduğu belki de budur. Üze-rine biraz kadınlık geldiğinde her şeyi kolay çekip çevirmeye başlamıştır, aşçı-ların, terzilerin, berberlerin sonunda biraz kırıldıklarında daha iyi iş çıkar-maları gibi.

Bu açıdan baktığımızda, “Kestane Kı-ranında Kadınlar” aklıma geliyor, son-ra “Elli Yıl Sonra Kül”ü anımsıyorum. Orada zaten merkezdeki kahramanlar “kadın”dı. Onlarda nisbeten övülecek şeyler yapan kadınlar varken, bu ro-mandakilerin birçoğunu zalim olarak değerlendirmek bile mümkün… Ne söylemek istersiniz?

Bunları ben zalimlik olarak görmüyo-rum, bunlar bir yapma şeklinin kena-rından çıkan yan ürünler. Erkeklerin köleleştirdiği kadınlar, günü gelip de kölelikten kurtulmak için art arda ham-leler yaptıklarında bu hamleler gelip bir kenarından yine erkekleri vuracak-tır elbette. Hiç kimse dipten yukarıya yumuşakça çıkamaz. Henry Miller’ın bir sözü var: “Kadınlarla ilgili yapılabi-lecek üç şey var. Onları sevebilir, onlar için acı çekebilir ya da onları edebiyata çevirebilirsin.” Kadınlardan yeterince acı çektim, bugün artık onlar için bi-rinci ve üçüncü seçenekleri değerlen-diriyorum. Sevmeyi ve yazmayı bilirsek

çeşit çeşit zenginlikleri olan çok dilli bir taş gibi her biri.

Diğer romanlarda kadınlar daha önde ve her şeyi çekip çeviren figürler ola-rak yer alıyordu (gerçi bu romandaki Fikriye tam da böyle bir kadın) ve ora-da dolaylı da olsa bir “Anadolu kadı-nı” figürü çıkıyordu adeta karşımıza. “Kızböcekleri”ndeki kadınlar ise daha farklılar…

Yıllarca kadının yumuşaklığı, sevecen-liği evde sığınılacak sıcak bir oda gibi kalmış olmasından gelir. Anneye örne-ğin herkes dokunabilir, kızlar da erkek çocuklar da serbestçe dokunur anneye, herkesin bir yumuşaklığa, sıcaklığa ih-tiyacı vardır çünkü. Ama babalar kızla-ra dokunamaz mesela. Doğum, lohusa-lık gibi nedenlerle doğrudan üretimin sertliği içinde olmamasından kaynakla-nır kadının bu özelliği. Ama şimdi öyle değil, kadınlar erkeklerden daha fazla üretimin içinde ve giderek sertleştikle-ri ve de erkeksi özellikler kazandıkları gözleniyor. Beden dilleri eski yumuşak çizgilerinden uzaklaşmaya başladı. Her alana yayılmış bir rekabetin kıya-sıya içindeler. Kapitalist dünyanın ilk zamanlarındaki erkekler gibiler. Sigara kullanıyor, alkol tüketiyor ve bir cins “ototerapi” yoluyla üretimin sertliğini, bedenlerindeki acıyı, ruhlarındaki sı-zıyı savuşturmayı deniyorlar. Anadolu kadınıyla plaza denilen mağaralara her türlü insanı koşuldan uzak şekilde doluşturulan kadınların tavrı elbette aynı olamaz, bu ağır dişlilerin arasında hiçbir Anadolu kadını ertesi güne sağ salim çıkamaz. Koşullar budur ve şim-dilik bunlara uyulacaktır, bu sırada da hangi vasıflar kaybedilirse onlar kaybe-dilecektir. Buna rağmen şimdiye kadar yine de çok az şey kaybedilmiştir, ama bu gelecekte daha da fazla şey kaybede-ceğimiz anlamına gelmektedir ne yazık ki, fakat kadınlardaki bu kayıp, yine de hiçbir zaman erkeklerin kaybettikle-riyle aynı seviyeye gelmeyecektir. Eğer gelecekte de hayat kadınlar tarafından taşınmaya devam edilecekse bu böyle olmak zorundadır; ne kadar değişirse değişsin yaşam yine de kendinde kü-çücük de olsa sıcak bir taraf bırakmak zorundadır.

Tüm bunlara rağmen Fikriye, Celâl’in karısı, Mezruka ve Çingene kızın hikâyelerine baktığımızda söz konusu kadınların da birer trajediyi yaşadıkla-rını görüyoruz. Onlar daha kolay vah-şileşebilmişler.

Elbette yukarıda söylediğim gibi, onlar daha sert şeylerin içinden ge-çiyorlar ve bir rahatlama umuduyla Fikriye sekse, Celalin karısı Avrupa toprağı yalamış Necati’nin koynuna, Mezruka’da deli bir sevdanın içine bırakıyor kendini. Yoksa bu insanlar öyle böyle ölürlerdi, yaşam bunlara birer çare üretiyor, sevda bir çaredir,

umut ve seks de öyle. Yaşam tıkanırsa artık her şey birbirinin yerine geçme-ye başlar. “Kolera Günlerinde Aşk”ta mesela, Florentino Ariza’nın, Fermina Daza’nın evliliği karşısında düştüğü ça-resiz durumda aşkın yerine günübirlik diyebileceğimiz ilişkilere yönelmesi bu türden bir birbirinin yerine geçmedir. Hermann Hesse’nin Siddhartha’sında da öyle şeyler vardır. Bir yaşam felse-fesine sahip olmak yolunda düşülen cinsellik, Brahman olma/olmama maceraları yine bu yönde şeylerdir. Ya-şama çıkmış herkes bir dönem yoğun bir cinsellikten geçer ama, o cinsellik sırasında herkes başka bir gövdeyi en içinden kabul eder, bu kendi gövden-den biraz ayrılıştır da aynı zamanda. İnsan ilk ihaneti kendi gövdesine yapar sonra da başka gövdelere… Yaşama çık-maya başladığımız o gençlik yıllarında başlar bu işler, yaşama her kim çıkarsa kadın olsun erkek olsun, ihaneti önce öğrenir ve sonra öğretir. Bu kadınların bir kısmı da bunu yapmıştır, aynısıyla erkeklerin yaptığı gibi.

Güncele veya gündeme girmek istemi-yorum aslında, ama artık kadınların güçlü olmamaları için her şeyi yapıyo-ruz sanki. Ne dersiniz?

Joseph Conrad’ın bir sözü var: “Kadın olmak zor iştir, çünkü erkeklerle uğraş-mak zorundadırlar”. O nedenle kadın olmak her dönemde zor olmuş, ama erkek egemenliğinin arttığı dönemler-de daha da zor olmuştur

Başaramamış bir adam Bektaş Toztop-rak. Gittikçe içine kaçan. Romanın so-nunda ise yavaş yavaş “kadın”laşan… Bu açıdan baktığımızda erkeklikten “insanlığa” varan bir yolculuk onunki! Zira sadakati ve vicdanı itibariyle hep-sinden ayrı bir yerde duruyor…

Çok güzel bir tarif, erkeklikten “in-sanlığa” varan bir yolculuk. Sonunda insan olarak kurtulabiliriz bize yapılan-lardan. İnsanlık basiretin, itidalin, ada-letin ve hakkaniyetin yanında en çok affedicilik gerektirir. Başka insanları eğer insansanız affetmekten başka ne çareniz olabilir? Başka birini affetmek insanın kendini affetmesidir. Affet-mek beraber gider çünkü. Dünümüzü affetmezsek bugünümüz, suçumuzu affetmezsek ödülümüz, kadınımızı af-fetmezsek erkekliğimiz, sebebimizi af-fetmezsek sonucumuz ve nihayet baş-kasını affetmezsek kendimiz olamayız. Affedici olmasaydı Tanrı da olamazdı. Çok içten bir affedicilik başta kendimiz olmak üzere her şeyi yeniden yapar. Şimdiye dek neler affedilmiştir ve daha neler affedilecektir, geride bırakarak ilerlemek lazımdır. Bektaş az sayıdaki her şeyi kökten affedebilmiş bir insan-dır.

“Genç Werther’in Acıları”nı herkes okumuştur, orada sevgisinden kahra-manı Werther’i Goethe, beyninden ağ-

latır. Kierkegaard’ın “becoming sober” dediği şey insan ancak beyninden ağla-dığında olmalı. Bektaş beyninden ağ-layarak olgunlaşmış ve aydınlanmıştır. O nedenle o, hiçbir insanın yüzünden onu affetmeden dönemez.

Diğer kitaplarınızda da benzer bir du-rum var aslında. Kızböcekleri de aslın-da her şey kadar aşka dair de bir anlatı. Tüm başarısızlıkları, menfi sonları, tra-jik halleriyle kadın-erkek aşka aç, aşka ihtiyaç duyan ve aşkı uğruna deli diva-ne olan kahramanlar resmigeçidi… Ne söylersiniz?

Aşk olmadan çimento tutmaz. Erkek-lerle kadınları ders ya da mevlüt dinle-mek için mi yoksa hayır yemeği yensin diye mi bir araya getireceksiniz? Sayfa-lar ancak aşkla dolar, okurlar aşkın izi-ni sürerek yaprak çevirir. Ama tutkulu bir aşk derseniz o “İçi Yoksul”da vardır. Hatta “İçi Yoksul”da başka hiçbir şey yok. Konu tutkulu bir aşksa, aşka bütün yan hikayeleri sömürür, kahramanları eğip büker kendi ateşine atar. Aşk he-nüz hiçbir yerde hiçbir şekilde yenil-medi. Anna Karenina ile Kont Vronsky arasında Tolstoy’un ve Romeo ile Juli-iet arasında Shakespeare’in kurguladı-ğı aşk bitip bugünlere kalmadı mı ki, benim romanlarımda aşk bitsin. Yalnız her şeyde olduğu gibi yazarın yazın dünyası da bir bütündür, aşk yazarken de yaşarken de yoruyor insanı, hayat dinlendiriyor ama. “Kızböcekleri” ha-yatın sade bir kesiti olup, içine iyisiyle kötüsüyle insanları, daha çok acı taraf-larıyla hırslarını, kayıplarını ve elbette aşklarını doldurdu.

Kimi yerde anlatıcının sesini duyuyo-ruz. örneğin “insan her yerde gücü kolluyordu. Belirsizlik varsa şiddeti ya-pan tarafta, belirlilik varsa kâr getire-cek olan haklının yanında kalıyor ya da o saate kadar bitaraf olsa bile son da-kikada onun arabasına biniyordu.” Bu

cümle, son birkaç yılımızın özeti san-ki… Ki sonlara doğru açıkça “devlet in-sanı zalim yapar” da diyorsunuz. Yine bugünün turnusolü olarak açıklanacak bir cümle bu, Hasip Bey’in dilinden…

İnsanların içinde tüketilmiş ve tü-ketilecek yıllar vardır, insanlığın son yılları sert geçti, daha da sert geçecek zamanlarımız olabilir. Bütünleyerek ilerlemek zorundaysak ama yeryüzün-de iyilik galip gelecektir, kötülük çünkü yalnızca iyilik canlı kalsın diye vardır, yoksa bir son savaşta kazansın diye de-ğil. Bu minvalde insanlar da bu yolun yolcusudur devletler de…

Sadece bu romanınız için değil, eski ki-taplarınızda da alamet-i farikanız olan anlatımının altını çizmek gerek. Kimi zaman Bektaş Toztoprak’ın boyunun kısalığını birkaç sayfaya açarak, bir pa-ragrafı bulan cümlelerle tasvir ediyor-sunuz. Sonra Mezruka’nın Melahat’in evine gelene ve oradan çıkana kadar ki koca öyküsünü ise tek paragrafta akta-rıyorsunuz. Şiirsel bir anlatımdan söz ediyorum…

Attila İlhan, “Roman mı şiir mi yaz-mak zor” sorusuna her iki türün de başarılı örneklerini vermiş birisi olarak “Şiir” cevabını vermişti. Neden çünkü kısa bir cümlede anlatırsanız eğer çok iyi anlatırsınız, ama işte aynı nedenle çok şair olmasına rağmen de az şiir vardır. Mezruka da tek bir cümlede bir şiir olmuştur benim için. Hayat kadınlarına karşı özel bir ilgim vardır. Her gün onlarca erkeği çamaşır çırpar gibi çırpar dururlar kasıklarında. Bir roman hep az gelmiştir, hangisi olursa olsun bir şiir lazımdır onlara. Mezru-ka satırlara sığardı belki ama sayfala-ra sığmazdı. Yaşamı boyunca binlerce erkeğin testosteronunu düşürmek ve bunu ilaçlara boğarak değil, zevk ve-rerek halletmek olağanüstü bir şeydir. Mezruka’ya bakarak ilaçlar, doktorlar ne az şey yapıyorlar. Halk dilinde değiş-meden önce Mezruka’ya Merzuka de-nirdi ve rızkı verilmiş anlamına gelirdi. Mezruka aslında rızkı verilmiş birisi de-ğildi, ama herkese rızkını vermiş biriy-di. Hayatın, yaptığı haksızlığın farkına vararak ona bol bulamaç bir sevda ih-san etmesi bu nedenle boşuna değildi. Mezruka’yı anlatmak atmosferi bütün bir yaşamı kapsayacak şekilde genişlet-meyi gerektirecek bir romanla ancak olabilirdi, onun için o bir şiirin içine yedirildi ve o kadarı ona yetti.

örneğin Kestane Kıranında Kadınlar’ı bir açıdan değerlendirdiğimizde kolay-lıkla bugünün “köy romanı” diyebiliriz. Aynı şekilde Kızböcekleri’nde de köy ve kasaba tüm haliyle karşımıza çıkıyor. Bu da dönüp dolaşıp “taşra”ya varıyor aslında. Taşra sizin de özel coğrafyanız sanki…

Taşra matematik gibi bir yer, insanı o örgü içinde anlayabiliyorsunuz. Şe-hirde bir insanı yerine oturtup anla-mak için “Nerelisin” diye sorarlar. Şe-hir bütün örgüleri kopartıp attığı için zihninizde insan inşa edemiyorsunuz. Çünkü insan çok zordur. Canetti de-mişti galiba, “Yüzüne baktığınız her in-san bir muammadır” diye. Kahramanı taşradan getirirseniz, okura çözülmüş olarak verirsiniz. Hem insanın kendi-si hem de onu anlamaya çalışan birisi onun bir kökle bağı olsun istiyor, şeh-rin bağını kuran, kodunu açan taşradır. Taşrası olan yazarın o nedenle ne ken-dinin ne okurlarının kafasında kahra-man kayması olmaz.

Söz konusu taşra, köy, kasaba mef-humları “dil”i de etkiliyor. Yerel ağız taklidinden söz etmiyorum. Ancak kul-landığınız deyimler, kelimeler sizin dil titizliğiniz kadar beslendiğiniz kaynak-ları da gösteriyor sanki… Böyle sözel kültürün, söylencelerin etkilediğini söyleyebilir miyiz?

Anneannem rahmetliyi tanıyamadım, erken dönemde ölmüş, ama anlatıldı-ğına göre Agonya’nın bütün sokakları onu tanırmış. İnsanların kapılarında epik bir şiir söylercesine saatlerce ko-nuşur ve her konuştuğunu da dinletir-miş. Etrafına insanlar toplanır, bir taşın üzerine oturur, susmak bilmeden konu-şurmuş, bir şarkı söyler bir konser verir gibi… Annem rahmetli de öyleydi, hiç türkü söylemezdi ama durmadan çolu-ğa çocuğa kadına adama söylev çeker-di, insanlar uruk uruk evlere doluşur onu beklerdi. O da sanki bir ün gelmiş de söylüyormuş gibi aklından hiç bilin-medik içinde çeşit çeşit hikayeler olan destanlar yaratarak anlatırdı. Uzaktan onu dinlediğimde bir kuş ötüyor sanır-dım, prozodisi bozulmaz, konuşması bölünme, kesilme, kekeleme olmadan öyle yağ gibi akar giderdi.

Ben bunu konuşurken yapamıyorum, hatta hiç yapamıyorum, iyi konuşmak için bazen sinirlenmem bile gerekiyor. Ama yazarken tamamen böyle yapıyo-rum, durmadan yazıyorum ve tek cüm-lede bile kesilmiyorum. Sanki içimde bin bir türlü şarkı var da her sayfada birini söylüyor gibi oluyorum. Onun için araya yereli geneli birçok kelime giriyor, her biri yerli yerince oturuyor. Belki de o nedenle yazarken kafam de-ğil de sanki ruhum yoruluyor, her kah-ramanı yaşayarak yazıyorum sanki. İşte bu bir çabaysa böyle bir çaba var, yok değilse bu bir müzik… Hani kemanlar Albinoni’nin “Adagio”sunu çalarken insanın kafasını inletirler ya işte öyle… Çabaysa öyle çaba, yorgunluksa öyle yorgunluk, müzikse öyle müzik…

Taşra matematik gibi bir yer, insanı o örgü içinde

anlayabiliyorsunuz. Şehirde bir insanı yerine oturtup anlamak için “Nerelisin” diye sorarlar. Şehir bütün örgüleri kopartıp attığı için zihninizde insan inşa edemiyorsunuz.

Çünkü insan çok zordur. Canetti demişti galiba, “Yüzüne baktığınız her insan bir muammadır”

diye. Kahramanı taşradan getirirseniz, okura çözülmüş

olarak verirsiniz.

ÖZ

N İ

LL

UST

RA

SYO

N: Y

EŞİ

M P

AK

TİN

Page 22: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 22

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Hem Türkçe hem Kürtçe Sarı “bizim” rengimizdir

Ayrıntı Yayınları çağdaş Kürt edebiyatı yazarlarını bir araya getirerek Sarı Kitaplar adlı bir dizi başlattı. Dizinin başında yazar Yavuz Ekinci var. Dizinin ilk kitabı ise Rojavalı Selim Berakat’ın

“Tüy” isimli kitabı. Dizinin en önemli özelliği, kitapların sadece Türkçe değil Kürtçe de basılacak olması. Peki, neden Sarı Kitaplar ve kimdir Selim Berakat? Dizinin editörü Yavuz Ekinci ve Kürt

edebiyatının önemli ismi Jan Dost IAN edebiyat için yazdı…

Sarı Kitaplar, çünkü…

Arap edebiyatının dil işçisi: Selim Berekat

YAVUZ EKİNCİ

Çünkü ben bir okurum. Yazarlıktan da, editörlükten de önce ben bir oku-rum. İyi bir yazar veya iyi bir editör ol-duğumu asla iddia etmek istemem ama iyi bir okur olduğumu her zaman iddia ederim. Bir okur olarak bu yazarları ve eserlerini çok merak edip okumak istiyorum. Merakımın ardında gitmeyi seviyorum. Ve bu merakımla bu yazar-ların eserlerinin ardına düştüm.

Çünkü Sarı Kitaplar dizisine seçtiği-miz yazarların eserlerini zaten dünya okuru biliyor, tanıyor ve okuyor.

Selîm Berekat’ın, Şeyhmus Dağtekin’in, Ariel Sabar’ın, Sherko Fatah’ın, Ali- Ashraf Darvishan’ın, Muhammed Ali Afgani’nin eserleri birçok yabancı dile zaten çevrilmiş ve

çevriliyor. Bu dizi sayesinde Yunanca-dan, Arapçadan, Fransızcadan, Alman-cadan, İngilizceden, Farsçadan, Rus-çadan, Ermeniceden ve daha birçok dilde yazan yazarlarımızın eserlerini hem Kürtçe edebiyatına hem de Türk-çe edebiyatına kazandırtmış olacağız. Hangi dilde olursa olsun çevrilen her iyi eser dünyamıza ve edebiyatımıza büyük bir katkı sağlayacağını düşünü-yorum.

Çünkü insanın vatanı dilidirÇünkü bende dilinden sürgün edil-

miş bir yazarım. Kürt olup dünyanın dört bir yanına dağılmış ve dilinden sürgün edilen yazarların eserlerini Türkçe ve Kürtçe okura kazandırtmış olacağız. Kürtçe ve Türkçe okurun bu kitaplar sayesinde yüzyıllardan beri sü-ren ve hâlâ de sürmekte olan meseleye edebiyat eşliğinde bakabilecek.

Sarı Kitaplar dizisine seçtiğimiz, çevi-risini yaptırdığımız ve yaptıracağımız eserlerin çıkış noktası dilinden sürgün edilen, başka dillerde yazan ve Kürtçe-nin zenginliğini başka dillere ve kül-türlere taşıyan yazarlar olsa da yine de bu eserlerin ve yazarların seçimindeki en önemli kriterimiz eserin ve yazarın edebi başarısı ve kalitesi olacak.

Çünkü insanın vatanı yaşadığı toprak değil, insanın vatanı dilidir. Dilinden sürgün edilmek yaşadığı topraklardan sürgün edilmekten bin kat daha ağır-dır. Dilinden sürgün yazarların eser-lerini Kürtçeye çevirerek bir bakıma onları vatanlarına dönmesini sağlamış oluruz. “Tene Yazılan Ayetler” roma-nım Kürtçeye çevrilip kitap ellime ulaş-tığında kitabı okumadım cümlelere, kelimelere ve harflere parmaklarımla dokundum.

JAN DOST

Selim Berekat, 1951 yılında Mardin’in karşısına düşen sınır şehri Amûdê’ye bağlı Mûsêsena köyünde doğmuştur. Liseye kadar olan eğitimini Qamişlo’da tamamlayan Berekat, 1970 yılında Şam’da Arap Dili ve Edebiyatı bölümü-nü okumaya başlar. Fakat Şam’da bir yıldan fazla kalmaz ve Beyrut’a gide-rek Filistinliler hareketi içinde edebî çalışmalarına devam eder. Büyük şâir Mahmud Derwiş ile dost olan yazar, onunla beraber El-Karmel dergisinde editörlük yaparlar. 1982 yılında Filis-tinli bir grupla Kıbrıs’a giden Berekat 1999 yılına kadar orada kalır. Daha son-ra İsveç’e göç edip Stockholm’e yakın bir yere yerleşir. 2000 yılında Tucholsky ödülünü alan yazar, 2006 yılında da Ka-rin Boyes ödülünü kazanır.

İlk şiir kitabını 1973 yılında Beyrut’ta yayımlayan Berekat’ın bu eserinin ismi ilginçtir: “Gelip geçen herkes benim için haykıracak!” 1985 yılında da ilk ro-manı “Karanlığın Şakirtleri” Kıbrıs’ta yayımlanır ve Jana Seyda tarafından Kürtçe’ye “Feqiyên Tariyê” adıyla çev-rilir.

Arapçası ile bir mucize yarattıKendine has bir kişiliğe sahip olan

Selim Berekat’ın Arap edebiyatında kendisi için çizdiği yol da oldukça özgündür. Bu nedenle eserlerinin te-melleri de sağlam atılmıştır. İlginçtir, neredeyse bütün Arap edebiyat eleştir-menleri, Berekat’ın dili, yani Arapça-sı ile bir mucize yarattığı konusunda

hemfikirdir. Selim yetenekleriyle, ol-dukça geniş söz dağarcığıyla Arapçayı yeniden diriltebildi. Ne yazık ki Selim Berekat’ın dilinin güzelliği ve zevki Arapçada olmayınca tanınmıyor. On-dan dolayı Selim’in dilinin yüksek sa-nat zevklerine ulaşmak isteyen birinin mutlaka Arapça bilmesi gerekmekte-dir. Çünkü çevirilerle Selim Berekat’ın dilinin tadı, güzelliği ve söz sanatları tam manasıyla kavranamaz. Onun ro-manlarını yazdığı dil, estetik değeri öyle yüksek bir şiir dilidir ki neredeyse Arap ülkelerinin tümünde çok az insan bu dilin seviyesini böyle yükseltebilir. Belki de o böyle bir seviye ile yazmayı yakalamış yegâne kişidir. Çünkü birçok yazar onun gibi yazmaya çalışmışsa da hiçbiri ona ulaşamamıştır.

Iraklı şâir Sadî Yûsif onun hakkın-da şöyle der: “Bir keresinde Selim Berekat’a sen Selahaddin-i Eyyübi’den sonraki en büyük Kürtsün! Çeyrek asır sonra hala aynı şeyi derim.” Belki bu bir şâir mübalağasıdır, fakat kuşkusuz Selim Berekat’ın Arap edebiyatındaki yeri çok büyüktür.

Selim Berekat, vatanından uzak düşmekle beraber vatanı her zaman hayalinde, zihninde ve düşündeydi. İlk kitaplarında olduğu gibi, örneğin “Sîsirkê Hesinî” ve “Gençlik Hatırala-rı” (Kürtçe çevirileri), Amûdê, Qamişlo ve köyü Mûsêsena eserlerinde hep bir izlek oldular, orada kişiler de kahra-manları oldu... Selim Berekat, “Feqiyên Tariyê”, “Perik/Tüy” ve “Leşkerên Ebediyetê”de olduğu gibi, romanla-rında da sürekli Kürtlerin sorunlarını tarihi arka planla anlatmıştır.

O, Qamişlo hakkında şöyle der: “Ben onun santimetrelerine kadar bahsede-bilirim, o da serin bir rüzgâr gibi ben-den zayıf, çelimsiz, naif ve akıllı biri olarak bahsedebilir.”

Eserlerinde “şimal” yani “kuzey” ke-limesi yoğunlukla geçer. Hatta bu ke-lime Selim Berekat’ın ismiyle öylesine özdeşleşmiştir, sanki onu o icat edip ya-ratmıştır. Elbette o bu kelimeyi, büyük bir bölümünün Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürtlerin acı ve kederleri ifade eden bir gösterge olarak kullanır.

İspanyalı roman yazarı Juan Goytiso-lo onun “Perik/Tüy” romanı hakkında şunları der: “Selim Berekat’ın metni edebî yaratımın armağanıdır adeta. O metin aslında şiirsel kıvılcımlardır, ka-natlanıp uçmaktır. Zamanın yasalarına kulak asmayan, hakikat ile hayalden, efsaneler ile acı hikâyelerden bir araya gelmiş eşsiz bir anlatı harmanıdır.”

Suriyeli eleştirmen Subhî Hadidî ise hakkında şunları yazmıştır: “Arap dili-nin anlam(katman)larını paramparça eden süvari Kürt...”

Selim Berekat aynı zamanda anlam, dil ve şekil çerçevesinde görsel ve yet-kin bir şiir örneğini de sunmuştur. Şüphesiz o Arapça yazan en büyük şâir ve roman yazarlarından biridir. Birçok Arap eleştirmenin de gözlemlediği gibi o kendini ve zamanını, aynı zamanda da Arap dilini pek çok aşamadan geçi-rip geliştirmiştir.

Berekat şimdiye kadar yirmi bir ro-man, on sekiz şiir ve üç adet de çocuk kitabı yazdı.

Kürtçeden çeviren: Ayhan Geverî

Page 23: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 23

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Aşka düşmekZEKİ COŞKUN

Fransız psikiyatrist Françoise Dolto, ergenliği ikinci doğum olarak nitelen-dirir.

Doğumdan itibaren başlayan büyü-me, değişme “ergenlik” denen evrede doruğa ulaşır, ivme kazanır ve nihai hali almaya yönelir. İrileşen elimiz ayağımızdan dönüşüme uğrayan yüzü-müze, tüylenen koltuk altlarımızdan canlanan apış aramıza bedenimiz, san-ki gün be gün bizi kendimizi izlemeye, keşfetmeye, tanımaya çağırmaktadır. Bu fiziksel yolculuğa düşünce ve duy-gularımızda, iç dünyamızda sıklıkla dalgalı denizi andıran med-cezirler eşlik eder.

Dolto’nun dediği gibi, yeniden doğa-rız ergenlikle.

İlkine; biyolojik doğuma - dünyaya gelmeye hiçbir katkımız yoktur. Ergen-likle yaşadığımız ikinci doğumda ise, kendi kaderimizi –kimliğimizi- biraz da kendimiz tayin ederiz; kendimizi yara-tır ve doğururuz!

Ergenlik, ikili bir yeniden doğumdur. Fiziksel/bedensel dönüşüm –yeniden doğum- ilkinin damgasını taşır. Ana/babadan aldığımız genlerin yanı sıra ergenlik-gençlik çağına beslenmeden barınmaya aileden gelen “bakım” be-densel-fiziksel gelişimi biçimlendirir. Dahası, Tanpınar’ın deyişiyle “Tek bir spermde nakledilen bir yığın hususiyet arasında, aşk kabiliyetimiz ve mukadde-rimiz de vardır.”

Genetik ve kültürel miras belirleyici gibi olsa da, asıl “kim”liğimiz tam da ergenlikteki fiziksel yeniden doğuma eşlik eden düşünsel/duyusal doğumla ortaya çıkar.

Çocuğu video kasete benzeten Jean Piaget, “altı yaşına dek ne kaydeder-seniz, sonraki yaşamında onları izler-siniz” der. Bu, bir yere kadar doğru. Evet, içine doğduğumuz aileyle birlik-te kültürel-toplumsal çevreyi, mirası da devralırız. Ergenlikle birlikte bu “kültürel-toplumsal miras”ı kullanım biçimine bizzat kendimiz karar veririz. Aileden, çevreden aldıklarımıza katkı-larımız, onları işleme ve dönüştürme mesaisiyle, yerine göre reddi miraslar-la kendimizi, kimliğimizi, yaşantımızı inşa ederiz.

Bizzat yarattığımız, inşa ettiğimiz yeni “ben”i, aileden başlayarak çevre-ye, dünyaya, belki hepsinden önce ve hepsinden önemlisi kendimize kanıtla-maya, kabul ettirmeye çalışırız.

Tam da bu evrede, tam da bu nedenle aşka düşeriz.

Aşka düşeriz, çünkü yukarıdan beri anlatılan hayli hızlı, yorucu, zorlu, bir o kadar da keyifli ve kederli, tutkulu ve öfkeli, coşkulu ve hüzünlü, yalnız ve kalabalık yolculukla düşünsel/du-yusal ve cinsel olarak da doğan yeni “ben”inimize bir eş, eşlikçi ararız.

Aşka düşmek, Hegel’e bakılırsa, tam da insan olmaktır: “Bir bireyi özgür ve bireyselliğinin, özgürlüğünün, ta-rihinin ve sonuç olarak tarihselliğinin bilincinde kılan antropogene –insan kılan- istek, hayvanın duyduğu istekten –doğal, yalnızca yaşayan ve hayatı hak-kında yalnızca bir duyguya sahip olan varlığın isteğinden- gerçek, ‘pozitif’, veri olan bir nesneye değil de, isteğini isterse; eğer o istek olarak isteği ‘elde etmek’, ‘kendinin kılmak’ isterse, yani istenmek ya da ‘sevilmek’ ya da insan olma açısından değerli olarak insan bireyi gerçekliğinde ‘kabul edilmek’ isterse, bu insani bir istektir.”

Hegel’in söylediği şu: Bedensel-cinsel gereksinimden öte; bir insanı -ve onun tarafından onaylanıp arzulanmayı- ar-zulamak, hasılı aşk dediğimiz şey, insa-nı hayvandan ayıran, birey kılan, özgür kılan hal ve durumdur.

Kuramsal olarak öyle ama gerçekteyse aşk, özgürlük değil, tam tersi özgürlük-ten vaz geçiştir, bağlanmadır.

İlk aşka düşme zamanının; ergenlik/gençlik çağının sancılarına, dertlerine deva olsun diye tutulduğunuz, düştü-ğünüz aşk, başlı başına bir acı, sancı olup çıkar. Ve başlı başına bir mesai. Hem bir an önce kurtulmak istediğiniz hem de hiç bitmesin dediğiniz mesai... “Mutlu aşk yoktur”dan başlayıp, “her aşk imkânsız aşktır”a, “aşk bir rüya” ya da “aşk sarhoşluğu”na bildiğiniz tüm klişeleri burada sıralayabilirsiniz.

Bana kalırsa, “aşk, daimi ergenlik-tir” der çıkarım işin içinden. Bunun için caziptir, vazgeçilmezdir. Çünkü ergenlik de, aşk da, evet, yeniden do-ğumdur. Onun için müzikten edebi-yata, tiyatrodan sinemaya, sadece ve sadece insana özgü olan sanat denen uğraşta, üretimde ve onun ürünlerin-de, yapıtlarında hep aşk vardır. Onun için aşka her daim şarkılar, şiirler eşlik eder. Bir kitabı, bir filmi, dansı, yeme-ği... zamanı sevgiliyle paylaşmak, aşkın sağlaması, yinelenmesi, yaşanmasıdır çünkü.

Aşk-ı memnu ya da aşka mani hallerBenim ergenliğim, tuhaf biçimde ül-

kenin ergenliğine denk düştü!Çocukluktan ergenliğe yol aldığımız

sırada “erdi cumhuriyet 50 şeref yaşı-na”...

Babam, çocukluğumda geceleri kar-deşimle bana lime lime olmuş eski –ve galiba Arapça yazılı- kitaptan şiiri/müziğiyle halk hikayeleri okurdu: Ke-rem ile Aslı’nın, Leyla ile Mecnun’un, Arzu’yla Kamber’in, Ferhat ile Şirin’in ölümsüz ve meşakkatli aşklarıyla beni

tanıştıran babam, Cumhuriyet’in 50. yılı kutlamaları şerefine yaya geçişine izin verilen Boğaz Köprüsü açılış şenli-ğine gidip ezilmemden endişe ediyor-du...

Endişesinde haksız değildi; ergenliğe adım atıyordum, gözünün önünden, dizinin dibinden ayrılıyordum. Bun-dan sonrasında kendi yolumu izleye-cektim!

Ama o kadar basit değil... Ve dahası, o kadar uzun boylu değil.

Marx’ın “İnsanlar tarihlerini kendile-ri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkla-rı, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen –önlerinde buldukları- koşullar içinde yaparlar” sözünü anmanın yeridir. Ve bu önerme her alanda olduğu gibi, aşk-larımız için de geçerlidir.

Çocukluk gecelerinde babamın sesin-den dinlediğim halk hikayeleri, aşkın imkansızdan öte yakıcı – yıkıcı, öldü-rücü bir şey olduğunu yineliyordu sü-rekli. Kerem, yanıp tutuşuyor, Mecnun delirip çöllere düşüyor, Ferhat dağları delse de Şirin’e yine kavuşamıyor, yine kavuşamıyordu.

Kısaca çocukluk çağında kulağıma okunan haliyle aşk, önüne geçileme-yen bir tutku ve felaketti!

***Tüm bu edebiyatın hiç de boşuna ol-

madığını, sıklıkla küçümsendiği üze-re mazmunlardan/kalıplardan ibaret olmadığını, sanıldığı gibi hayali değil, tersine; anlatıcılarının, kahramanla-rının bile farkına varmadığı ölçüde “gerçeklik” taşıdığını çok sonra fark edecektim.

Çünkü Aslı’yla Kerem’in ve diğer sev-dalıların dünyası, kendilerinden –ve aşklarından- da bağımsız olarak, bir efendi-köle dünyasıydı. Feodalitenin bile uğramadığı coğrafyamızda, Allah

ve Devlet’ten başka bir şey, Padişah ve Sultan’dan başka kimse yoktu. Ve biz ölümlüler, iki sahibin; Allah’ın ve Devlet’in “kul – köle”si, hizmetkârıydık. Aşk kim, biz kim!

Halk edebiyatında ve divan edebiya-tında âşık olunan sevgilinin “sultan-padişah” olarak tarif edilmesi, âşığın onun karşısında kul-köle olması, arada daima rakipler, engeller bulunması, sevgilinin sürekli gazaba gelip cevr ey-lemesi, işkenceler etmesi, nadiren lütuf ve ihsanlarla kul ve kölesini ödüllendir-mesi, hiç de boşuna değildir. Gerçek-ten daha gerçektir.

Devletin her şey, sultanın devlet ol-duğu yerde, evet, birey yoktur, “insan” yoktur! İnsanın olmadığı yerde “aşk” da yoktur.

***Bireyin destanı olarak nitelenen ro-

man türünün ancak 19. yüzyılın son çeyreğinden beri bu ülkede üretilmek-te olması rastlantı mı? Yahya Kemal, “bizim romanımız, şarkılarımızdır” der. Doğru, roman öncesinde “roman”ın iş-levini müzik üstlenir. “Kirpiklerin ok ok eyle/ Vur sineme öldür beni” diyen Aşık Beyhani’yle “Vücud ikliminin sul-tanı sensin/ Efendim derdimin derma-nı sensin/ Bu cism-ü natûvânın cânı sensin/ Efendim derdimin dermanı sensin” diyen Hacı Arif Bey aynı aşkı terennüm eder.

Bütün Tanzimat edebiyatının aşka düşmeyi neredeyse devlet ve beka me-selesi halinde konu etmesi, “kadın”ı arzu nesnesi ve de felaket kaynağı ola-rak konumlaması da boşuna değildir. “Namahrem” dünyasında, aşk, her hal ve şartta “memnu”dur. Yani yasak! So-nunda Osmanlı toplumu ve edebiya-tı, Halit Ziya’nın kalemin çıkan Aşk-ı Memnu’yla 20. yüzyıla adım attı.

Yeni bir hayatın acemileriHalk ve divan edebiyatının aşkı “kul

– köle” olma hali ve imkansızlık olarak anlatması gerçeklikle nasıl birebir ör-tüşüyorsa, Tanzimat romanının aşkı, devlet ve beka meselesi olarak alması da aynı şekilde, fazlasıyla “realist”tir.

Bu topraklara feodalite bile Batılı haliyle uğrayamamıştı ama 19. yüzyı-lın ikinci yarısında “modernite”, adeta “ol!” emri gibiydi, hayatın her alanında kendini gösteriyordu. Devlet’in kendi-ni ve toplumu yeniden “tanzim” etme çabası, o emre uyarlanma çabasıdır. Hayatın kendisi de, onun içinde yaşa-nan/yaşanamayan aşklar da alafrangay-la alaturka arasında debelenir durur.

Dönemin iki önemli aktörü Şinasi ve Namık Kemal, Tanzimat’ı hemen he-men aynı tümcelerle tanımlar: “Garbın bikr-i fikriyle şarkın akl-ı pirânesini izdi-

vaç eylemek”. Türkçesi: Batının bakir/el değmemiş fikirleriyle doğunun bil-ge/görmüş geçirmişliğini birleştirmek – evlendirmek. Batı’nın “bekaret”le –dişilikle- Doğu’nun da “pir”likle –ehil, usta olmakla, erillikle- tanımlanması ve birleşmenin de meşru cinsel birleşme; izdivaç olarak ifadelendirilmesi, ilginç-ten öte bir durum.

Hemen tüm Tanzimat romanı, er-genlikten gençliğe adım atan Osmanlı erkeği üzerine kuruludur. Gencimiz tam o evrede “kadın”la karşılaşır, ama hicranlı/dramatik, ama eğlenceli/karikatürize aşka düşer. Tanzimat’ın şu yukarıdaki “izdivaç” programının somuttaki “ibret”lik halleridir Namık Kemal’in İntibah’ından –ada dikkat: Uyanış!- Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ile Rakım Efendi’sine, Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nden Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası’na bütün bir edebiyat, acemisi olunan “cismani aşk” karşısın-daki aczi, trajikomik durumu, felaketi anlatır.

Tanzimat yazarlarının beka korkusu devleti kurtarmaya yetmedi. Osmanlı, yabancısı ve acemisi olduğu, korkulu rüya halinde karşıladığı; iktidarını yi-tireceği zoraki izdivaç olarak gördüğü modernliği de, aşkı da yaşayamadı, taşı-yamadı. Savaşla birlikte yıkıldı, dağıldı.

***Osmanlı’nın yerine kurulan cumhu-

riyet, şenlikler – törenlerle 50. yılını kutlasa da “ergin olamama” sancılarını yaşıyordu ve ben ergenliğe adım atıyor-dum. Sınamaları, çarpıntıları, küçük hazları ve endişeleriyle aşk yürürlüktey-di, gündemdeydi daima. Ama asıl “aşk çağı”mıza, gençliğe yol alırken nere-deyse ondan korkuyor ve kaçıyorduk. Bir başka aşk-ı memnu durumu vardı önümüzde.

Cumhuriyetin 50 şeref yılının eşiğin-de idam ettiği Deniz Gezmiş, “Bizden sonraki kuşak kendisini mücadelenin içinde buldu” derken tam da bu du-rumu anlatıyordu: “Doğru dürüst aşık bile olmadılar. Sevgilileriyle oturup karşılıklı birer soğuk bira bile içeme-diler” diyordu Deniz Gezmiş, henüz 25 yaşında ipe giderken.

Söyledikleri bizim kuşak için fazlasıy-la geçerliydi.

Kızlı erkekli her bir araya gelişimizde, her fırsatta kavga edercesine –zaman zaman ederek- Türkiye’nin Düzeni’ni tartışıyorduk! Şaka değil, Türkiye’yi “yarı feodal - yarı sömürge” ya da “kapi-talist” ya da “patron-ağa devleti” olarak tanımlamak, kim olduğumuzun, dün-yaya hangi gözlerle baktığımızın, ne yapmak istediğimizin de anahtarıydı.

Aşk yok mu? Tabii ki var. Onu da işte bu soruların

çevresinde, yöresinde arıyor, buluyor ve yaşıyorduk. Biraz kaçak, mahcup. Devrim mesaisinden keyfimiz, kendi benimiz için çalınan zaman gibi. Evet, yine bir “aşk-ı memnu” hali.

Sonraları bu durum için çok hayıfla-nıldık; aşkı, bireyi ertelemenin yarat-tığı arızaları çok konuştuk. Ben, nasıl bir “düzen”de yaşadığımız sorusuyla büyüyüp erginleşmenin, sadece kişi-sel tarihlerimizin değil, bu coğrafyada aşkın toplumsal tarihiyle, yazgısıyla da bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Kendimizi inşa etme sürecimizi, bir üst aşamaya; toplumu yeniden inşa et-meye, hatta devrime taşımışız meğer! İsterseniz “ilahi aşk”ı “ideolojik”e çevir-me de diyebilirsiniz...

Her şeye karşın, iddialı gibi görünse de, sözünü ettiğim süreç, bu coğrafya-da ilk kez “birey” denen ve kendisini yaratma hamlesindeki yaratığın doğum sancılarıdır.

Yazının başında ergenlikle ilgili ta-nımını andığım Dolto’nun hocası Jac-ques Lacan’a göre aşk, “sizde olmayan bir şeyi bunu sizden istemeyen birisine verme çabası”dır. Güya aşktan uzak duran kuşağım, “devrimci” kimliği ve eylemleriyle tam da bunu yapmaya uğ-raşıyordu. Aşk halindeydi.

Ortaçağ’dan 20. yüzyıla dek bu coğ-rafya aşktan men edildiği için, “ruha-ni - ilahi aşk”ı terennüm edip cismani aşktan kaçmanın yolunu bulmuştur. Bizim kuşak cismani aşkı keşfetmeye çabalarken Lacan’dan habersiz, tam da “kendi eksikliği”ni bir başkasına sunma peşindeydi.

Sembolik aşkı terennümde mahir-leşmiş bu coğrafya şiirine tenin tadını, hazzını, diriltici – onarıcılığını, arzuyu ve tutkuyu dizginsiz dizeleriyle taşıyan Cemal Süreya, Ortadoğu başlığı altın-da anlatır bu dönüşümü:

Biz kırıldık daha da kırılırızAma katil de bilmiyor öldürdüğünüHırsız da bilmiyor çaldığınıBiz yeni bir hayatın acemileriyizBütün bildiklerimiz yeniden biçimle-

niyorŞiirimiz, aşkımız yeniden,Son kötü günleri yaşıyoruz belkiİlk güzel günleri de yaşarız belkiKekre bir şey var bu havadaGeçmişle gelecek arasındaAcıyla sevinç arasında Öfkeyle bağış arasında

***Yukarıdaki dizeler neredeyse yarım

yüzyıl öncesinden. Ama iklim aynı ik-lim. Acemilik de, aşk da, kekrelik de, ergenlik de sürüp gidiyor.

Yol uzun. Zaman ve yer dar. Şimdilik bu kadar.

Hemen tüm Tanzimat romanı, ergenlikten

gençliğe adım atan Osmanlı erkeği üzerine kuruludur.

Gencimiz tam o evrede “kadın”la karşılaşır, ama hicranlı/dramatik, ama eğlenceli/karikatürize aşka düşer. Tanzimat’ın şu yukarıdaki “izdivaç” programının somuttaki

“ibret”lik halleridir Namık Kemal’in İntibah’ından –

ada dikkat: Uyanış!

Page 24: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 24

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Çocukluğun şiir halleri“Çocukluk ve Şiir”, çocukluğun şiir halleri üzerine yaptığı bir tasnifi, onların analizi için gerekli

altyapıyla sunuyor. Sonrası, biraz da okura kalmış: Örnekleri çoğaltmak, uçları gösterilen düşünceleri ileri götürmek veya şiirin, iyi edebiyatın hatta iyi edebiyat incelemesinin yaptığını yapmak: Kendi hayatımız üzerine düşünmek. Mutlu okurluktan veya mesleki okumadan öteye

geçip “içimizdeki okur”a uzanabilmek.

FERHAT Ö[email protected]

Bir “nostalji nöbeti”ne tutulduğumu-zu söylemek bana değil sosyologlara, hatta bunun bir devlet politikası haline geldiğini anlatmaksa siyasetbilimcile-re daha uygun düşer elbette. Yine de toplu bir nostalji nöbeti geçirdiğimizi anlamak çok da zor değil: Son birkaç yıldır Osmanlının her dönemine dair bir televizyon dizisi düşüyor ekranlara. Seksenli ve doksanlı yıllara duyduğu-muz hasreti çok satan kitaplarla ve yine dizilerle daha yeni söndürebildik(mi belirsiz). Her bayramda eski bayram-ları anmaya ısrarla devam ediyoruz, ama onları “eski bayramlar”da da an-dığımızı Ahmet Rasim’den de biliyo-ruz. Özleyecek bir şeyler bulmakta çok becerikliyiz, çünkü “bugün”den mem-nun değiliz, kültürel kodlarımıza sin-miş melankolizmle yaşıyoruz ve haliyle “yüksek sanat” bile geçmiş zamanın izinde neredeyse salya sümük ilerliyor. “Nostalji”, bugün âdeta kanonik bir kavram. Onu ıskalayarak bugünü açık-lamak biraz zor görünüyor.

Postmodernizm, kitle kültürü ve kültür endüstrisi bağlamlarında zaten incelenen/incelenmesi gereken bu “nostaji jargonu”nun en çok ve bes-lendiği (veya “sömürdüğü”) alanlarda biri ise “çocukluk”. İnce bir “çocukluk istismarı”yla yaşıyoruz. Sulu göz çocuk-luk hatıralarının satış başarıları göz kamaştırıyor. Hayal gücü güdüklüğü-nü nostaljik hezeyanlarla bastırmaya çalışıyoruz. Duyguya abanan çocuk-luk anılarının gördüğü ilgiye kıyasla, “biyografi”nin ülkemizde hâlâ saygın bir tür makamına ulaşamadığını gör-dükten sonra bizim hiç bitmeyen ara-beskliğimizden şikâyet etmemek elde değil. Hayatımızın o pek de hatırlaya-madığımız ilk yıllarını özlüyoruz; ama bir yetişkin gibi değil, yine bir çocuğun özlediği gibi. Ne de olsa, Oğuz Atay’ın teşhisiyle hâlâ ergen bir toplumuz. Ço-cuk ve şairi yan yana düşününce, has-retle çocukluğunu anan bir şair imgesi canlanıyor kafamızda ister istemez.

Kapağında “Çocukluk ve Şiir” yazan bir kitabı görünce, sanatçının çocuk-luğuna duyduğu hasreti örneklendirip ballandıra ballandıra anlatan bir in-celeme okuyacağımızı düşünüyorsak, bu yüzden. Neyse ki daha önsözün ilk cümleleri bile, özgün bir çalışma-nın karşısında olduğumuzu gösteriyor bize. Rahim Tarım, yeni Türk edebiyatı alanında çocuklukla ilgili yapılan çalış-malarda sanatçının çocukluğa özlem duyduğu söylendiği halde bu özlemin nedeni üzerinde durulmadığını belir-terek şöyle diyor: “Bu yüzden de sanat-çılar, mutlu geçen çocukluk dönemini özleyen ve bu noktada sanki nostalji ya-pan biri konumuna düşürülmektedir.” Öğrencilerine sadece edebiyat tarihi öğretmeyen, aynı zamanda edebiyatın alımlanmasında yeni pencereler de açan Rahim Tarım, Behçet Necatigil şiiri üzerine yazdığı kitabında olduğu gibi, Çocukluk ve Şiir’de de “kopyala-nan” değil “kopyalanabilecek” bir sis-tematik geliştirerek şiire çocukluk priz-masından ve nesnel bir şekilde bakıyor.

Bütün dönüşler çocukluğadır“Sanatçı, insana dayanır, heykelin ka-

idesine dayanması gibi.”Novalis’in Fragmanlar’ında yer alan

bu cümleyi bir adım daha ileri götürüp sanatçının insana, insanınsa çocuklu-ğuna dayandığını söyleyebilir, hatta Heinrich von Ofterdingen’i Blaue Blume peşinde koşturan Novalis’in de buna pek itiraz etmeyeceğini varsaya-biliriz. Sanat eseri sanatçının eseriyse, sanatçı da çocukluğunun eseridir bir bakıma.

Fazıl Hüsnü’nün de dediği gibi, “Çı-kamaz çocukluğundan dışarı / kimse”. Freud’un –kitapta da açıklanan- sa-nat eserinin üretimi ve oyun oynayan çocuk ilişkisine veya homo-ludens’e bakınca bu yargıyı daha rahat verebi-liyoruz. Fakat oraya hep “güzellik”le dönmediğimizi, şiirimizin öyle çok da sulu göz bir güzellemeden ibaret olma-dığını Rahim Tarım’ın tasnifi ve örnek-lemeleriyle daha iyi anlıyoruz. Nilgün Marmara’da çocukluğun sırtta taşınan bir yük olduğunu, “sevinçten çok acı-dan dokunmuş çocukluk giysileri”ni veya Metin Altıok’un çocukluğa kö-tücül dönüşünü: “Aç da bak sabırla, iyice ara / Bir çocuğun kanayan ilk

atlasında / Kaçılacak yer yoktur bulan-madan acıya”

içimizdeki okurAnne veya babanın kaybı, yerlerine

gelen üvey anne ve baba da çocuklu-ğa ve haliyle şiire dâhildir. Tanpınar, Abdülhak Hâmid’deki ölüm theme’ini anlatırken, Hâmid’in çocukken yaşadı-ğı konağın arkasındaki boş mezardan bahseder: “Dolu bir mezar nihayet alı-şılan bir şeydir. Boş mezarda ise mu-hayyileyi daima gıdıklayan bir şeyler vardır.” Hâmid’i Hâmid yapan, biraz da bu hatıra ve çocukluğunda yaşadı-ğı diğer kayıplardır Tanpınar’a göre. Rahim Tarım’ın kitabın aracılığıyla bu kez Tanpınar’da “anne ölümü”nü, ilgili şiirlerden pasajlar ve Mehmet Kaplan’ın Jung’un arketiplerine yap-tığı göndermeler yardımıyla izliyoruz. Zaten kitabı değerli kılan da, belirli şa-irlerden klişe seçmeler sunmanın öte-sine geçmesi… Örneğin, “çocukluk”un ve “çocuksuluk”un ayrımının yapılma-sı... Sadece şiir incelemesi için değil, hayatın inceltilmesi için de işe yaraya-cak bu ayrımı, belki bu yüzden biraz daha dikkatli okumak gerekiyor. Bu hassas kavramı Bruckner’den alıntılar-la açıklayan Rahim Tarım’ın değindi-ği bir diğer kavramsa, artık iyice içini boşalttığımız “içimizdeki çocuk”. Zeki Ömer Defne’nin aynı başlıkta bir şii-rinin de olduğunu öğrendiğimiz bu bölüm, en azından bizi bir kitaptan bir kitaba savurmasıyla bile okunmaya değer: “ben ki yaşadıklarımı büyük din-ler gibi yaşıyorum,” dizesinden Attila İlhan’a, “sevilince kendimi tadıyorum bir de,” diyen büyük Edip Cansever’e.

“Çocukluk ve Şiir”, çocukluğun şiir halleri üzerine yaptığı bir tasnifi, on-ların analizi için gerekli altyapıyla su-nuyor. Sonrası, biraz da okura kalmış: Örnekleri çoğaltmak, uçları gösterilen düşünceleri ileri götürmek veya şiirin, iyi edebiyatın hatta iyi edebiyat ince-lemesinin yaptığını yapmak: Kendi hayatımız üzerine düşünmek. Mutlu okurluktan veya mesleki okumadan öteye geçip “içimizdeki okur”a uza-nabilmek. Çocukluk üzerine yazılmış yüzlerce dizeden hangilerini seçerdik kendi çocukluğumuz için? Çocuklu-ğun hangi halinin şiirleşmiş hali bizim de çocukluğumuzun şiirleşmiş halidir? Bizim için en iyi çocukluk şairi kim/kimler olabilir? Öykünün veya roma-nın “çocukluk”u ile şiirin “çocukluk”u arasındaki bir nitelik farkı var mıdır (Bu zaman dilimini kuşatması ve de-rinliğine inmesi bakımından)? Zaten okuduğumuz bir şairin, (örneğin kitap-ta sık sık alıntılanan Behçet Necatigil) çocukluk üzerine yazdıkları ve onun hakkında yapılan yorumlar, o şairi bi-zim için “biraz daha şair” kılabiliyor mu? Sanat eseriyle bütünleşebilmek de mi çocukluktan süzülüp gelir? Bir “kültür şairi”nin, başka bir ifadeyle şiirle şiir yazanların, belki de en çok kendimiz olduğumuz bu zaman aralığı için yazdıkları nasıl yankılanıyor bizde? Çocukluk üzerine yazdıklarını bile se-vemediğimiz bir şairi sevmediğimizden artık emin olabilir miyiz (veya tam ter-si)? Türk şiiri çocukluğu kuşatabilmiş midir? Kötücül düşünce ve çocukluk yan yana gelmiş midir hiç?

Elbette bu soruların bazıları, hatta çoğu, “edebiyat bilimi” dediğimiz disip-lini pek de ilgilendirmeyen sorular… Düşünüp düşünmemek, okurun bile-ceği (veya zaten hiç bilemeyeceği) iş… Ama sıradan bir okur olarak, “zamanın ve mekânın ötesi” alt başlığıyla yayımla-nan bir kitabın ardından böyle sorular soracak kıvama gelebiliyorsak, başlığın hakkının verildiğini söyleyebiliriz. Ne var ki insan okurken de doyumsuz bir varlık: Sadece Cumhuriyet devri Türk edebiyatı yerine, nüfuz etmenin -en azından benim için daha zor olduğu- Tanzimat dönemi şiirini de kapsayabi-lirdi kitap. Böylece “çocuk”un şiirdeki ağırlığını ve dönüşümünü daha iyi gö-rebilirdik.

Dağlarca’nın veya Enis Batur’un adı daha sık geçebilirdi; aynı şekilde, Na-zım Hikmet’in, Metin Eloğlu’nun veya İsmet Özel’in isimleri de anılabilirdi. Yine de tüm bunlar, hep daha fazlasını talep edecek okurun şımarıklarından sayılmalı belki de. Diğer türlüsünün, yılları alacak ve sonunda fihristçiliğe varacak bir çalışma olacağını düşünebi-lir ve var olan şablona kendi eklemele-rimizi yapabiliriz rahatlıkla. Ansiklope-di maddesi okumak yerine kitapta yer

alan ve bir bağlama oturtulan şiirleri, bazen biraz da bağlamlarından kopara-rak anlamlandırma denemesi yapmak, belki de daha keyiflidir.

Anne Elinin Çekildiği ZamanlarÖrneğin Sezai Karakoç’un Evin Ölü-

mü şiirinden yapılan alıntı sadece “bir annenin ölümü” olarak düşünülebilir mi?

“Öldü anne ve mutfaklar kilitlendiKilerler boşaltıldı farelerceAnne gitti ve evler döndü yazlık otel-

lereAnne gitti ve sular buruştu testilerdeArtık çamaşırlar yıkansa da hep kir-

lidirHerkes salonda toplansa da kimse

evde değildirBir vakitler anne açarken kapıyıŞimdi kimse yok kapatacak kapıyı”

Bugün anne eli sanki bir evden veya çocuktan değil, toplumun ve şehirle-rin üzerinden de çekilmiş gibidir. Evde üretilmeyen ve tüketilmeyen yemek-lerle beslenen, kısacası evden uzakla-şan insanların, AVM’lerin, kabalaşan şehirlerin, “olmamışlık”ların, hesap kitapların, serpilmek yerine kariyer planlarıyla ilerleyen yaşamların üze-rinde tabii ki anne eli yoktur. Varsa da, annenin eli zamandan el almış, çağın bireye yüklediği baskıları nazikâne da-yatan bir “ara kişi”ye dönüşmüştür bi-raz. Böyle bir toplumda, bireylik savaşı verirken insan olmaklığından yara alan insanlar arasında, Tanpınar’ın ifadesiy-le, “kesif yaşamak” mümkün müdür? “İnsan yeryüzünde şairane yaşar,” diyen Hölderlin’i haklı çıkarabilir miyiz hâlâ? Hatta daha ötesi: Üzerinden değil anne elinin, insanlık dokunuşunun çekildiği bir zamanda, anneler ve onların kızla-rı/oğulları, şairanelik bir tarafa, güven içinde yaşayabilir mi? (Belli ki yaşaya-mıyoruz. Sular her gün biraz daha bu-ruşuyor.)

Diğer taraftan, kitapta anne ile ilgili bölümleri okurken, Henry Miller’ın, Rimbaud ya da Büyük İsyan’ını hatır-lamadan edemiyor insan. Miller’ın, ço-cuk Rimbaud’nun annesi ile çatışması ve bunun “sonuç”ları üzerine yazdık-larını okurken bir şairin çocukluğunu incelemenin, hoş bir magazin unsuru değil de ne denli derinlikli bir bakış sağladığını da hatırlayabiliriz. Rahim Tarım’ın kitabı böyle bir çalışmayı amaçlamıyor, ne var ki bunun için ge-rekli zemini sunuyor bize. Zaten kita-bın “şair çocukluğu”nu değil, “şiirde çocukluk” kavramını dert edindiğini de unutmamak gerek.

“Yeni ve Mühim Bir Hadise”“Çocukluk ve Şiir’in son bölümlerin-

de Rahim Tarım, Tanpınar’ın, ressam Cemal Bingöl’ün küçük yaştaki öğren-cilerinin resimlerinden oluşan bir ser-giyi ziyaretinin ardından söylediklerini alıntılar. “Bir âlâimisemada hiçbir koz-mografın rüyasına giremeyecek bir zu-hal akşamında dolaşır gibi” dolaştıktan sonra yaptığı konuşmanın bir yerinde şöyle der Tanpınar: “Çocuk asrımızın keşfidir. Yaptıkları yüksek sanat eseri olur mu, olmaz mı, burasını bilemem. Fakat önümüzde çocuk denen yeni ve mühim bir hadise var.”

Tanpınar her ne kadar bunu çocuğun sanat üretimi bağlamında söylemiş gibi görünse de, bu sözlerden daha birkaç on yıl önce Freud’un çocuğun cinsel gelişim dönemlerini, onun annesi-ne karşı cinsel yönelimini ve Oidipus kompleksini açıklamasıyla, gerçekten de “yeni ve mühim bir hadise” haline gelmiştir çocuk. Fakat Jules Verne’nin, bir çocuğu yanında bir yetişkinle birlik-te olsa da, arzın veya denizlerin derin-liklerine indirdiği, on beş çocuğu kaza sonucu bir adaya indirip orada deyim yerindeyse koloni kurdurduğu (İki Yıl Okul Tatili) devirlerde, ilk roman-larını yazan ve çocuğu çok farklı bir açıdan (Sergüzeşt) ele almak zorunda kalan Türk edebiyatının “çocuk”u bir şahsiyet olarak kavraması elbette biraz vakit almıştır. Cumhuriyet devri Türk şiirinin çocuğu –aradan geçen zaman içinde- keşfedip keşfedemediğini, ço-cuk açısından şiirde neler olup bittiği-ni anlamak içinse, nostaljik bir güzel-lemeden uzak bir şekilde hazırlanmış “Çocukluk ve Şiir”, önemli bir kılavuz olacaktır kuşkusuz. Kitabı okuduktan sonra Cahit Sıtkı’nın dediği gibi, “ha-yata; çocukluğa aşka ve sanata” yeniden başlayamayız elbette, ama en azından şiirde “çocukluk”u ve çocukluğumuzu yeniden düşünebiliriz, belki.

Çocukluk ve Şiir: Zamanın ve Mekânın ötesiRahim Tarım, özgür Yayınları, 2013, 360 s.

Page 25: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 25

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Hepimiz güzelce delirdik

SEÇİL EPİ[email protected]

Elif Key, 2013 yılından beri New York’ta yaşıyor. İki yıl eder, iki yılda bir ülkenin payına ne kadar acı düşüyor peki? Elif Key, sanki gelin hep beraber hesaplayalım, bunun bir matematiği-ni çıkaralım demiş de oturup bu ya-zıları yazmış sanki. Key, sadece kendi çocukluk anılarının, kanayan dizleri-nin, anneanne evi güveninin, hayatta en sevdiğinin, kardeşinin değil bütün bir ülkenin anılarını biriktiriyor yazı-larında. Bu yazıları okurken acı-tatlı çocukluk anılarından memleketin acı anılarına geçişlerde ise adeta ‘bir nes-lin delirme tarihi’ni kaleme alıyor.

Elif Key’in New York’tan yazdığı köşe yazılarından oluşan “Bize İki Çay Söy-le…” İletişim Yayınları etiketiyle çıktı. Zamanında başka günlerde, belki yaşa-nan o kolektif acının huzursuzluğuyla okuduğunuz, belki üstüne çok da dü-şünmediğiniz Elif Key yazıları elinize bir kitap olarak geldiğinde bir okur olarak bir parça afallıyorsunuz. Bir anda ekmeğin taş olduğu o günden, 301 insanın hayatını kaybettiği güne, başka zamanlarda 13 yaşında büyümek zorunda bırakılan kız çocuklarına gi-dince bu ülkeden nasıl sağ çıktığınıza bir kez daha hayret ediyorsunuz. Belki de bu yüzden kitabın başına bir uyarı yazılmalıydı diye düşünüyor insan. “Bu anlatıları üst üste okumak şayet hâlâ delirmediyseniz sizi delirtebilir,” diye. Elif Key, öyle yerlerinden dokunuyor ki bu iki yılda yaşanan ortak kaderimi-ze, nasıl bir distopyanın içine hapsol-duğunuzu çok açık anlıyorsunuz. Bu yüzden “Bize İki Çay Söyle…” başlığıyla derlenen yazıları okurken arada derin nefesler almayı ihmal etmemek belki de en önemlisi.

Elif Key, ister çocukluk anılarına gö-türsün bizi, en canlı tasvirleriyle, ister üzerimizden bir silindir gibi geçen toplumsal olaylardan bahsetsin, tüm hikâyelerin merkezinde insan duruyor. Bir çocuk olarak Elif’in, bir kadın ola-rak Elif’in, kardeş, arkadaş ya da vatan-daş olarak Elif’in anısı, kişisel olmak-tan çıkıp okurun anılarıyla birleşiyor. Yazlar bizim çocukluğumuzda da böyle miydi, saçımı çeken kardeşim ne ara büyüdü de en yakın arkadaşım oldu, “en iyisi benim çocuğum” yarışına ne ara katıldı daha dün birlikte liseye git-tiğim arkadaşım…

Alabildiğine soruları kendi hayatın için sormaya başlıyorsun. Bir kurmaca eser okumaktansa köşe yazısı okuma-nın böyle bir kolaylığı var. Eserin için-de yazarı, eserin içinde kendini, eserin içinde karakteri aramakla boğuşmu-yorsun. Yazan da belli, tüm hikâyelerin öznesi de nesnesi de. Hepsi Elif Key, hepsi sen, hepsi ben. Biliyorsun ki bu anlatılar senin de anılarının bir parça-sı. Ama burada da zihnin bir es veriyor ve soruyor: Bu anıları yaşayan kaç kişi-yiz, kaç kişi vurulduk biz o sabah, kaç kişi öldük? Dürüstçe cevaplamak gere-kirse aynı ülkenin insanları olarak aynı tarihi paylaştığımızı düşünmek biraz fazla iyimserlik olur. Elif Key’in anlat-tığı bu acı tarihi yaşarken biz, ülkenin dört bir köşesinde kendi krallıkları-nın tarihini bir nesli delirterek, kanla, gözyaşıyla yazan birilerinin varlığının

farkında olmak acı ama daha gerçekçi gibi geliyor.

Elif Key’in yazılarından, çokça ölüm geçiyor - çünkü insanlık tarihi bundan ibarettir. “Yas tutmayı unuttuk,” diyor. Oysa yas tutmak, bir kaybın acısını di-bine kadar yaşamak belki de o acıyı var etmenin de sonradan yok edip –olabi-liyorsa- hayata devam etmenin de tek yolu. Biz bir süredir ‘ne yas tutabiliyor ne hayata devam edebiliyor’ bir ülke-nin çocukları olarak neden sabahları mutsuz ve gece uykumuzda dişlerimizi sıkmaktan baş ağrılarıyla uyanıyoruz, bu yazılar bize bir kere daha tek se-ferde gösteriyor. Ülkesinde olan biten her şeyi bir süredir medyadan, sosyal medyadan takip eden Elif Key’in gün-deminde sosyal medya kalıplarının yer almaması da düşünülemez elbette. “Hiç sordun mu kendine?” yazısında soruyor Elif Key, ölen bir yazarın, sanat-çının ardından hepimiz klavyenin başı-na geçip onu ışıklar içinde uğurlarken, bir devri kapatırken, masumiyetimizi biraz daha yitirirken hani, soruyor mu-yuz kendimize, “hangi ışık, hangi devir, hangi masumiyet?” Güzel güzel soruyor Elif Key, bunları yazdın diyelim sonra uzun zamandır küs olduğun, görmedi-ğin bir arkadaşını arayıp diyor musun, “hayat bomboş, gel iki tek atalım,” diye. Elif Key, her ne kadar hepimizin bil-diğini anlatıyor gibi görünse de bunu öyle bir yerden, başka bir yerden ya-pıyor ki her anlatının sonunda nefes almak bir de bu yüzden önemli.

Her ne kadar kitapta yer alan yazı-lar parça parça bir bütünü oluştursa, bize büyük resmi gösterse de kitapta insan tek bir şeyin ek-sikliğini çekiyor, o da tarihlerin. Belki de üst üste onca kaybın, her gün çetelemize bir yenisi eklenen ci-nayetlerin, tacizlerin, tecavüzlerin ağırlığını kaldırmak kolay ol-masa da bir tarihe ta-nıklık eden yazıların sonunda gözlerimiz o yazıların yazıldığı, yayınlandığı tarihleri aramıyor değil. Ülke-nin hangi cehennem halini yaşıyorduk o sıra bilsek, hem kendi kişisel tarihimizle ya-zanları denkleştirmek hem de yazının içine girmek daha kolay olurdu gibi geliyor. Bu eksiklik ise çok derin yazıların bizi hem Elif Key’in hem kişisel tarihimi-zin belki de unuttuğumuz köşelerine çeken anlatıların yer aldığı kitabın tek eksiği olarak çıkıyor karşımıza.

Aklınızda sadece bir ülkenin kara ta-lihi Elif Key’in kalemine yansımış gibi bir algı oluşmasın. Lakin kimse inan-dıramaz bizi bu kadar acının içinde kırık da olsa bize kahkahalar attıran, yüzümü gülümseten anlar da yaşama-dığımıza. “Annen seni arkadaş olarak ekledi”, “Anne olmasaydın anlardın”, “Stoklarımızda o yaşlılardan kalmadı” yazıları seçki içinde benim en sevdikle-rim. Öyle ya, Facebook’ta annemizden gelen arkadaşlık isteği sonrası hangi-miz aynı gerginliği yaşamıyoruz ki. Elif Key zamane çocukları ile zamane yaşlılarının ortak buluşma noktasında

yaşanan trajikomik halleri bir fıkra gibi anlatmış “Annen seni arkadaş olarak ekledi” yazısında.

“Anneler, annelerimiz, sevgili Roma-lılar.

Aklınıza, bilginize, tecrübenize, ha-yattaki duruşlarınıza saygım sonsuz, sevgim de keza. Hiç size yanaşmak iste-mezdim. Lakin… Derin nefes alıp soru-yorum: Facebook’ta tam olarak bütün gün ne yapıyorsunuz?”

Haksız da değil Key, bir dönemin emekli olup yazlık bir yere yerleşen bü-tün anneleri, babaları, Ercüment eniş-teleri, Ayten teyzeleri artık Facebook’a yerleşmiş gibi. Şimdi kolaysa elinizde sigaralarla fotoğraflarınızı koyun, ya-pabiliyorsanız aşk acısıyla durumu-nuzu güncelleyin. Bir anda koskoca insan olmuş sizin profilinizde peyda olan ergenlik fotoğrafları mı dersiniz, ‘aman da kızım ne kadar büyümüşsün, annenlere selam söyle’ler mi dersin. Bizim anne babalarımızın kendi anne babalarıyla derdi neydi kim bilir ama bizimkilerin fıkradan farkı olmadığını bu anlatıda bir kez daha görüyoruz.

Elif Key, verdiği bir röportajda da söy-lüyor, “çocukluk anıları tatlıydı” diye. Sokaklarda özgürce oynayabilen, dört yaşında elinde akıllı telefonla oyunlar oynamaktansa arkadaşlarıyla saatlerce top koşturan, saklambaç oynayan son neslin tatlı anıları bunlar elbette. Lakin Elif Key’in 1972 doğumlu olduğunu ve bu ülkenin sadece bizi değil bizden ön-ceki nesillerini de muhtelif şekillerde delirttiğini düşünürsek, acaba herkesin çocukluğu kendine mi tatlıydı diye dü-şündürüyor bu çocukluk anıları. Biz bir

yerde tatlı çocukluğu-muzu yaşarken 80’ler-de bir nesil darbe sonrası ayakta kalma-nın, 90’larda hayatta kalmaya çalışmanın acısını mı çekiyordu diye, başka bir açıdan da bakmak gerekiyor belki de. Zamanın ruhu çocukları, genç-leri ve yaşlıları başka başka mı etkiliyor? Şimdiki çocuklar na-sıl bir kaosun içine sıkışıp kaldıklarının, ağabeylerinin, abla-larının, amcalarının, teyzelerinin bir ara-ya geldikleri her an “nasıl da delirdik?”

diye konuştuğunun, her sabaha nasıl bir kaygıyla uyandığının farkında mı acaba? Bu açıdan bakarak Elif Key’in o tatlı çocukluk anılarını da kendi anılarımızı da bir karşı okumayla ele almak, acaba tatlı bir zamanı oldu mu bu memleket tarihinin diye düşünmek ise belki biraz acımasız ama yanlış da olmasa gerek.

“Bize iki çay söyle…” sizi Uludere’den Soma’ya oradan 13 yaşında büyümek zorunda kalmış ve aklımızda sadece baş harfiyle kalan çocuklara, çocukluğunu-zun yazlarına, kışlarına ve en çok da kendi içinize bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuktan çıktığınızda Elif Key’in binlerce kilometre uzakta biriktirdiği ve ister orada olsun ister burada, hepsi insana ait olan hikâyelerinden kendi hikâyenize doğru yola çıkacağınız bir haritaya sahip oluyorsunuz.

FOT

RA

F: M

UST

AFA

ÖN

DE

R

Page 26: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 26

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Ernest Hemingway veya kendi gölgesinde kalmak

Ernest Hemingway öyle büyük bir yazardı ki kendi gölgesinden çıkamıyor ve kendi yaratıcılığının kriterlerinin ağırlığı altında eziliyordu. O intihar etmedi. Maestro kendi edebiyatı tarafından öldürüldü...

GÖKHAN YAVUZ DEMİ[email protected]

“Yazmak en ağır günahınız ve en büyük zevkiniz olmuşsa tek engel

ölümdür.”E.H.

Bazı ulusların bazı dönemlerine dam-gasını vuran ve kendisinden başka her şeyi ikincil statüye mahkûm eden ya-zarlar vardır. 17. yüzyıl İngilteresi nasıl Shakespeare veya 17. yüzyıl İspanyası nasıl Cervantes demekse veyahut 19. yüzyıl Rusyası nasıl Dostoyevski ise, 20. yüzyıl Amerikası da Hemingway’dir.

62 yıllık bir ömrün envanterini çıkar-mak bile Hemingway hakkında yazıla-bilecek her yazıdan çok daha fazla şey söyler gibidir: 19 yaşında savaşa katıl-mış, 21 yaşında evlenmiş, 27 yaşında üne kavuşmuş, 54 yaşında Pulitzer ve 55 yaşında da Nobel edebiyat ödülü-nü almış olan maestro kariyerine dört evlilik, üç boşanma, kahramanlık ma-dalyası da aldığı ambulans şoförlüğü, gazetecilik, iki Dünya Savaşı, İspanya İç Savaşı, Çin-Japonya Savaşı, avcılık, ba-lıkçılık, boks, iki uçak kazası, altı beyin sarsıntısı, sayısız kırık çıkık, depresyon ve bir intihar sığdırmıştır.

Aksiyon ve estetik çok az yazarda bir arada bu kadar şık durur. Kipling ve Nietzsche, kaderin kendilerinden esirgediği eylem ve macerayı estetize etmiş ama bir o kadar da edilgen ha-yatlar sürmüşlerdir. Jack London tam bir serüven adamıdır ama edebiyatın teknik ve teorik meselelerinde asla Hemingway’le boy ölçüşemez. Her ikisi de büyük yazar, gazeteci ve serüven ada-mıdır; ama London, Hemingway’den daha iyi bir gazeteci ve Hemingway de London’dan çok daha iyi bir edebiyat-çıdır. Bu anlamda kendi entelektüel hayatında aksiyon ile estetiği birleşti-rebilmiş ve Hemingway ile mukayese edilebilecek sadece iki yazar vardır: Çin Devrimine ve İspanya İç Savaşına katılıp, Fransa’da Kültür Bakanlığı da yapmış Andre Malraux ile iki Dünya Savaşında da cephede savaşmış ve pek çok madalya almış Ernst Jünger. Fakat sadece Hemingway, edebî mükemmel-liğin çıtasını çağdaşlarının ulaşama-yacağı kadar yukarıya yükseltmiştir, ki kendi yükselttiği o edebî mükemmellik çıtasına çoğu kez kendi metinleri de erişemeyecektir.

Çok az yazar, Hemingway kadar edebî şöhret ve otorite için çalışmıştır. Nere-deyse bütün hayat kurgusunun merke-zinde büyük bir yazar olma hayali var-dır. Şimdi hayran olunan o üslubunu ve yazma metodunu geliştirmek için disiplinli ve sebatkâr bir gayret göster-miştir. Hem yazar olma motivasyonu hem de metodik ve disiplinli bir şekil-de yoktan var ettiği yazma tekniğiyle ispat ettiği gibi bir yazarın kendi pro-fesyonel yeteneklerini nasıl edinmesi gerektiği hususunda genç yazarlar için ebedî bir modeldir.

Hemingway kendi yazma tekniğini Conrad, Kipling ve Joyce’dan etkilene-rek gazetecilik tecrübesi üzerine inşa etmişti. Onun basit, düz, kısa, sıfatsız, abartısız, gösterişsiz ve hatta alelade cümleleri, Conrad’ın “kendi hisleri-min gerçekliğine titiz biçimde sadık kalmak” olarak formüle ettiği bir ede-biyat felsefesinin ürünüydü. Böylece “gerçek”le ve o gerçeği tecrübemizle aramıza giren dil pelesengi olmuş eski tabirler, bayatlamış metaforlar, klişeler ve edebî göz boyamalar dışarıda bıra-kılıyordu. Bir tür telgraf üslubuydu onunkisi; kısa, özlü ve sahih. 1922’de Cenova Konferansı haberlerini yazdı-rırken derinlemesine nüfuz ettiği telg-raf sanatı, zaten maestronun gözlerini kamaştırmıştı: “[Ş]u telgrafa bak: Hiç-bir fazlalık yok, ne bir sıfat, ne bir zarf, hiçbir şey, sadece kan, kemik ve kaslar...bu yeni bir dil.”

Bu yeni dil gücünü basitliğinin ma-tematiksel kesinliğinden alır. İşte Hemingway bu yeni dilin ustasıdır. Hemingway’in ustası olduğu bu dil kullanımının ortalama her okurda ve yeni yetme her yazarda, Picasso’nun darbeci Evren’de yarattığına benzer bir etki yaratması kaçınılmazdır: “Heming-way mi? Bunu ben de yazarım.” Ama yazamazsınız; Hemingway olmadan Hemingway gibi yazmanın bedeli çok ağır olur: komik duruma düşersiniz. Üstada göre böyle bir düzyazı, şiirden çok daha zordur. Ondan başka herkesi amatör bir budala konumuna düşüren bıçak ağzında yürüyen bir üsluptur bu telgraf üslubu. Nitekim bugün gözleri-mizi kamaştıran bu üslubun kabul gör-mesi de hiç kolay olmamıştır. 1920’le-rin başında Ezra Pound, Hemingway’i “çok iyi satırları var, çok iyi bir nesir yazarı” diye selamlasa da yayınevleri ve edebiyat dergileri onun harikulade hikâyelerini yayınlamayı reddediyorlar-dı. Bu nedenle Hemingway, edebiyat tarihinin her “büyük” sıfatını hak eden orijinal yazarı gibi kendi damak tadını herkese bulaştırmış ve kendi okurlarını yaratmıştır. Olayların ve olaylara veri-len duygusal tepkilerin açık ve kesin tasvirine dayanan telgraf üslubu üze-rinde 1923’le 1925 yılları arasında titiz-

likle çalıştı. Nihayet 1925’te Zamanımız ile ilk büyük başarıyı yakaladı. 1926’da “Güneş de Doğar” hak ettiği ünü ona getirdi. 1927’de “Kadınsız Erkekler “ve 1929’da “Silahlara Veda ile ise edebî mükemmelliğin çıtası a”rtık Heming-way için bile çok yükselmişti.

Hemingway’in bu edebî mükem-melliğini üç kavram üzerinden analiz edebiliriz: etik, politik ve derinlik. Bu üç kavram da Hemingway’de tek bir istikameti gösterir: eylem. Hemingway eylemin kestirilemezliğini, eylemin so-rumluluğunu ve eylemin ciddiyetini hiç de ahlâkî vaazlar çekmeden yücel-tir. O eylemin ardında yatan çıplak ve kat’î gerçeklik ise koynunda çok büyük bir varoluş ve anlam problemini taşır.

Hemingway’in amacı her türlü didak-likten kaçınmak ve kendi düşünme ve eylem prospektüslerine güvenmeden, olayları doğru, direkt ve mütevazı şe-kilde anlatmaktı. Bu anlamda kendisi gibi savaşı ve insanları harikulade ve gerçekçi bir şekilde anlatan Tolstoy’un, okuru kendi düşünme şekline inanma-ya davet eden vaiz üslubundan ayrılır. Onun ahlâkı, Amerikan değerlerinden ayrılamaz: güçlü, gayretli, aktif, gözü-kara, başarılı, sert ve savaşçı bireylerin ahlâkı. Nitekim kendisi de iri, güçlü, sportmen ve pek çok fizikî aktiviteye yetenekli bir adamdı. Bu nedenle He-mingway, aksiyona can atan ve yakın dostu Shelley’in ütopik ve devrimci tasarılarına inanmayan Byron’a ya-kındır. Soyut bir insanlığa değil, in-sanlıktan çok daha somut insana ina-nan Hemingway’in romanlarında ve

hikâyelerinde sergilediği ahlâk sistemi kanuna bağlanmamış, formüle edile-mez, aksine ifadesini eylemde bulan bir şeref ve sorumluluk sistemidir. Do-layısıyla onun karakterleri; tıpkı Robert Jordan, Frederic Henry, Nick Adams, ihtiyar balıkçı Santiago veya matador Manuel Garcia gibi daima “baskı altın-da zerafet” sergilemeyi bilirler.

Hemingway’in edebiyatı, kesinlik-le bir eylem edebiyatıdır. Ona göre ahlâken nötr bir eylem yoktur. Nere-deyse bütün eylemler doğru veya yanlış biçimde, zarif veya kaba, asil veya asil olmayan bir tarzda icra edilebilir. Bu sebeple yazarın kendisi neyin ahlâklı olduğunu okurun gözüne sokmama-lıdır, ki bu sayede de eylemler kendi adlarına konuşabilsin. Hemingway’in askerleri, boksörleri, boğa güreşçileri, avcıları kesinlikle eyleme geçen, ba-şarısızlığa uğrasa da kendi değer yar-gılarına göre “baskı altında zerafet” sergilemeyi becerebilen kahramanlar-dır. Her zaman boğa kaybetmeyebilir; ama maestronun matadorları yerden kalkıp, boğanın boynuzlarından tu-tup, ölümden gözlerini kaçırmayan adamlardır. “Yaşlı Adam ve Deniz”de Santiago bunu şöyle dile getirir: “‘İn-san yenilmek için yaratılmadı’ dedi do-kunaklı bir sesle; ‘Âdemoğlu mahvolur ama yenilmez.’”

Hemingway’in kahramanları, tıpkı Hemingway gibi, yaptıkları eylemle özdeşleşir, eyleminin sorumluluğunu alır, kendi varoluşlarını haz ve ciddiyet üzerine kurar, bir işi yaparken sadece onunla meşgul olur ve her ne yapı-yorsa en iyisini yapmaya çalışır: balık avlamaktan bir köprüyü uçurmaya ka-dar, bütün eylemlerin nabız atışlarını tutan Hemingway’in ayakları yere ba-san anlatısında dillendirilmeyen ama sezilen bir derinlik vardır: yenilgi, umutsuzluk, ölüm korkusu ve her şe-yin boş olduğu duygusu. Hemingway de karakterleri de derinlikte boşlukta savrulmamak, kaybolmamak, “baskı al-tında zerafet”lerini kaybetmemek için etiğe gereksinim duyarlar.

Maestro bu derinliği dillendirmeden, sıradanın boğuculuğunu arttırarak, neredeyse pornografik bir anlatı tek-niğini benimseyerek hissettirir. Bura-da içerik olarak değil, bir anlatı formu olarak pornografiden bahsederken ak-lımda Umberto Eco’nun, porno film

izlediğimizi nasıl anladığımıza dair en-fes bir denemesi geliyor: “Pornografik filmler, arabalarına atlayıp millerce yol giden insanlar, otelde kayıt yaptırırken inanılmaz saatler harcayan çiftler, oda-larına ulaşmadan asansörlerde daki-kalar geçiren beyefendiler, Sappho’yu Don Juan’a yeğlediklerini birbirlerine itiraf etmeden önce içkilerini yudum-layan ve durmaksızın dantelleriyle ve bluzlarıyla oynayan kızlarla doludur.” İşte Hemingway’in hikâyelerinde asla dillendirilmeyen bu derinlik üzerini-ze aynen bu şekilde çöker. Heming-way; kahramanlarının, icrası dışında hiçbir anlamı olmayan balık için yem toplamak, bir barda oturup saatlerce konyak içmek gibi eylemlerini ayrın-tılarıyla üzerimize boca ederek bizi derin bir hiçliğin ortasında bırakır ve kaygıya gark eder. Onun bilhassa kısa hikâyelerinde yakaladığı başarının sırrı, anlattığı çıplak gerçeğin altında yatan ve asıl buzdağının görünmeyen yüzü olan bu derinlikten beslenmesi-dir. İspanya taşrasında bir istasyonda trenlerini beklerken oradaki bir cafe-de oturup bira içerek laflayan bir çiftin hikâyesini anlatan “Beyaz Fillere Ben-zeyen Tepeler” bunun en iyi örneğidir. Hava sıcaktır, vakit geçmemektedir ve çift bira üstüne bira içip sıcak, bira ve ne olduğunu bilmediğimiz bir ameli-yat üzerine üstünkörü konuşurlar. Ama hikâye bittiğinde havada asılı kalan şey, gebeliğin genç bir çiftte yarattığı kaygı ve kürtajın verdiği korkudur.

Avrupa’nın kana bulandığı bir dö-nemde Hemingway’in kahramanları, daha baştan yitirilmiş olduğunu bildik-leri bir savaşı verirler. I. Dünya Sava-şından hemen sonra yazdığı ilk kitabı Zamanımız, Calvino’nun işaret ettiği gibi, Book of Common Prayer’den bir ayeti çağrıştırıyorsa, Hemingway sa-dece (hiç sevmediği ama meşhur da ettiği) “yitik kuşak”ın edebiyatını yapı-yor değildir: “Zamanımızda huzur ver bize, ey Tanrım.”Kitaplarında yaşadığı serüvenlerden çokça yararlanmakla birlikte, Hemingway’in yeni tecrübeler yaşama arzusu da bu tecrübelere edebî bir form kazandırma isteği kadar kuv-vetliydi. I. Dünya Savaşından “Güneş de Doğar” ve “Silahlara Veda” gibi ha-rikulade iki roman çıkarmıştı. Pek çok eleştirmen, savaşı bir aşk hikâyesiyle iş-leyen bu lirik romanı Silahlara Veda’yı,

Hemingway’in en başarılı romanı ola-rak görür. Hakikaten de maestronun sonradan bu düzeye çıkamadığı başa-rısız eserleri de olmuştur. Bu neden-le İspanya İç Savaşı, belki de tükenen yazarlık belleğini tazelemek için harika bir fırsat olmuştur. Hiçbir savaşın, bir iç savaş kadar yıkıcı olmadığını bilen He-mingway İspanya’daki tecrübesinden ticari anlamdaki en büyük başarısı olan “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u (1940) çı-karırken John Donne’a kulak vermişti: “Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak ta-nesini alıp götürse deniz, küçülür Avru-pa, sanki yiten bir burunmuş, dostları-nın ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bun-dandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” Çan-lar Hemingway için de çalmaktadır. I. Dünya Savaşından savaşın anlamsızlı-ğını anlatan Silahlara Veda’yı, İspan-ya İç Savaşındansa savaşın doğurduğu dostluğu işleyen “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u üreten Hemingway’in tecrü-beleriyle doldurduğu yazarlığının bel-lek havuzu boşalmaya başlamıştır; hem yeni serüvenlere atılamayacak kadar yaşlanmış hem de çok istediği şöhrete esir düşmüştür.

1950 tarihli Venedik’te izinliyken ölen bir subayı anlattığı “Irmaktan Öteye Ağaçların İçine”nin, hiç de “Silahlara Veda” ayarında olmadığını en iyi maestro bilmektedir. Depres-yon, paranoya, alkolizm ve karaciğer problemleri; artık Hemingway’in ka-muoyunda yarattığı serseri ve mace-raperest rolünü oynamasını mümkün kılmamaktadır. Kötü yazdıkça daha çok içmekte ve içtikçe ve hobilerinin peşinde sersefil oldukça da daha kötü yazmaktadır. Edebiyatın güçlü boğası yaşlanmaktadır. Mesela 1959’da Life için kaleme aldığı Tehlikeli Yaz tam bir fiyaskodur. 10.000 kelimelik bir metin için anlaşmış ama 120.000 kelime yaz-mıştır. Life bu nedenle Hemingway’in yakın dostu A.E. Hotchner ile anlaşmış ve Hotchner de bu metni 45.000 keli-meye indirmiştir. İki matadorun reka-betini anlatan kitabın teması ölümdür. Kitap aynı zamanda kendi ölümünün yaklaşmasından korkan altmış yaşın-daki ihtiyar maestronun İspanya’daki gençliğine de elvedasıdır.

1958’de Paris Review’a verdiği bir mülakatta üstad sanki kendi durumu-nu anlatır: “Yazar derin bir kuyuyla kar-şılaştırılabilir. Çeşit çeşit yazar olduğu gibi çeşit çeşit de kuyu vardır; önemli olan kuyuda iyi su olmasıdır. Düzenli olarak belli miktarda su çekmek kuyuyu aşırı kullanıp kurutmaktan daha iyidir.” O kuyudan son çıkan iyi su, Faulkner’a göre eserlerinin en mükemmeli 1952 tarihli “Yaşlı Adam ve Deniz”dir. Düz-yazının şiire, Cervantes’in çocuklarının Homeros’a en çok yaklaştığı modern roman odur. Balıkçılığının zirvesinde-ki ihtiyar Santiago, tıpkı yazarlığının zirvesindeki ihtiyar Hemingway gibi kaderine yenilmemek için son bir kez meydan okumaktadır. Tekniğinde o kadar mükemmelleşir ki romanda gereksiz hiçbir ayrıntı yoktur. Başka bir romancı, belki bin sayfada diğer balıkçıları ve köylüleri, köyü, çocu-ğu tadını çıkara çıkara anlatırdı; ama maestro bildiklerinin kağıda dökmese de yazdıklarında olacağını ve kendini göstereceğini bilir. Tıpkı mitlerdeki gibi zamanla anlatıla anlatıla bütün ge-reksiz yüklerinden azat olmuş ve talaşı alınmış bir hikâyenin, okur üzerinde kendi yaşadığı bir olaymış kadar gerçek intibaı bırakacağını fark edip, edebi-yatın bilinen sınırlarının dışına taştığı anda Hemingway artık modern bir Ho-meros olmuştur. Ama bu aynı zamanda bir sondur da!

En büyük olmak için bütün yaratıcı yeteneğini emek ve sabırla terbiye etti ve kanonun içinde kendine yaşama alanı açarak büyüyebileceğini keşfetti. Ancak daha sonraki keşfi acıydı: kendi yarattığı edebî standartları korumak, onlara ulaşmaktan çok daha zordu. Günümüzün çok satan büyük(!) yazar-larından biri olsa bu dert değildi; daha düşük standartlarda romanlar yazıp daha yüksek ücretlerle daha çok para kazanabilirdi. Ancak yapabileceğinin en iyisini görüp bildikten sonra, yapa-bileceğinin altındakilerle yetinmek ona ve onun kahramanlarının savunduğu ahlâk anlayışına yakışmazdı. Arenada yaşlı ve yalnız bir boğa güreşçisi olarak kendi yarattığı bir edebî kriterler boğa-sı karşısında her gün geri adım atıyor-du. 2 Temmuz 1961’de ne olduğunu o kadar iyi biliyorum ki. Depresyondan ve tedavi için gördüğü elektroşoklar-dan yorgun düşmüş bu yalnız ve onurlu adam, bir daha asla eskisi kadar iyi bir şey yazamayacağını anladı. Kalkıp en iyi çift namlulu İngiliz av tüfeğine iki mermi yerleştirdi ve ölümün gözlerine dik dik bakarak yüzüne doğrulttuğu namlunun tetiğini çekti.

Öyle büyük bir yazardı ki kendi göl-gesinden çıkamıyor ve kendi yaratıcı-lığının kriterlerinin ağırlığı altında eziliyordu. O intihar etmedi. Maestro kendi edebiyatı tarafından öldürüldü.

En büyük olmak için bütün yaratıcı yeteneğini emek ve sabırla terbiye etti ve

kanonun içinde kendine yaşama alanı açarak

büyüyebileceğini keşfetti. Ancak daha sonraki keşfi

acıydı: kendi yarattığı edebî standartları korumak, onlara ulaşmaktan çok

daha zordu. Günümüzün çok satan büyük(!)

yazarlarından biri olsa bu dert değildi...

Page 27: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 27

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

Ve kitap heykel oldu...

AYSU Ö[email protected]

Kitap dediğimiz nesne aleyhinde ko-nuşabilir miyiz biraz? Teknolojiden ve ölü ağaçlardan? Ağır bir ansiklopedi cildi mesela, alfabenin bütün harfle-riyle başlayan sözcükleri bile içine alamayan. Beyni cüssesine göre küçük kalmış, hantal bir eski çağ memelisi. Bir zamanlar varolduğunun, bilgi kral-lığının tahtında oturduğunun kanıtı olarak hâlâ hayatımızda kitap nesne-si. Artık yaptığı, kendisinin hatırasını yaşatmaktan başka bir şey değil. Bir nevi taksidermi ya da Viktoryen ölüm maskesi gibi orijinal haliyle muhafaza ediliyor. Kitap ilk ölen değil ayrıca. Aca-ba, parşömen tomarları kullanımdan kalktığında ardından yas tutan olmuş mudur? Belki de, derisi kullanılan hay-vanın ruhunu hissetmenin ayrı bir zev-ki ve tinsel boyutu vardı. Kaligrafideki kişisel dokunuşun, kimliksiz matbaa harfleriyle katledildiğini düşünen de olmuştur belki. Oysa şimdi, Tolstoy’u hangi fontla okuduğumuzun bir önemi var mı?

Kitap uzunca bir süredir edebiyatın ve bilginin sözcüklerine ev sahipliği yapıyor. Sözcüklerle olan ilişkinin ne kadarı zihinsel, ne kadarının kitabın sayfalarına fiziksel temasa ihtiyacı var? Okumanın, zihnin, kitabın üç boyutu-nu yıktığı bir tür özgürleşme ya da ka-çış olmadığını iddia etmeye kalkışalım. Zihin bir sözcükten diğerine atlarken ve sözcükler arasında ilişkiler kurarken zaten boyutlar üstü bir yerdedir. Ezbe-rinizdeki bir şiiri düşünün. Varolmak, edebiyat olmak, mutlak şiirliği tamam-lamak için fiziksel bir nesneye ihtiyacı yoktur. Nesnelere ihtiyaç duyan, insa-nın sınırlılığıdır. E-kitap ve bilgiyi di-jital depolama formatları bu ihtiyacı gideren yeni nesneler sadece.

İnsanın nesnelere ihaneti hep oldu, yine olacak. Bu ihanet, kitap ve e-kitap geçişi arasında kalmış nesil olarak bi-zim olmayacak sadece. Bunun nedeni de gigabitlerle ölçülemeyen bir insani ihtiyaç, daha da ötesi bir zaaf: Değiş-mezliği, basıldığı zamanda donup kal-masına karşın, insan elinin temasının bütün izlerini üzerinde taşıma kapasite-si sayesinde, sahibinin bir uzantısı olur kitap ve bir sahipten diğerine haberler, anılar taşır. Cildi belli bir yerinde fazla açık kalmaktan kırılmıştır, belki biri uy-kuya dalmıştır tam orada. Güneş kremi kokusu sinmiştir, kahve hatta kan boya-mıştır sayfaların bazı yerlerini. Notlar alınmıştır yeşil mürekkeple, kurşun ka-lem gezinmiştir satırlarda. Sayfaların arasında bazı fotoğraflar saklanır, bazı biletler unutulur. Kitabı okurken içine yerleşir insan; bitirdiğinde bozulmuş-

tur, eskimiştir kitap. Ne yeni olana ta-pınmak, ne nostaljiyi fetişleştirmek in-sanın varoluş sancısına çözüm. Kitabın, statik ve yenilenmeye kapalı olmasına rağmen, sonsuz kere deneyimlenme ve bu deneyimlerin izlerini içine alıp özü-ne katarak sonsuz kere dönüşme kabili-yeti var. Doğasındaki en büyük kusuru, en büyük mucizesi kılmış.

Dokunmalara doyulamayan kitaba do-kunmanın bir sınırı var mı?

Ham malzeme olarak kitapları kul-lanan sanatçılar bir tabuyu yıkıyorlar. Maket bıçağıyla keserek, boyayarak, sayfaları kesip katlayıp figürlere dönüş-türerek. Kitap heykelleri bazıları için hayranlık nesnesi ve kitaplara sunul-muş en büyük iltifat iken, bazıları için kutsala hakaret. İki yüzyıl arası değişim çağının belki de en sembolik nesnesi kitaplar, kendini bir mesaj vermeye mecbur hisseden ana akım çağdaş sa-natın ise kaçınılmaz oyun alanı.

Katı’ sanatı olarak bilinen kağıt ve deri oymacılığı, aslında kökeni İslami-yet öncesine dayanan Orta Asya’dan çıkmış bir halk sanatı. Kat kelimesinin anlamı kesmek fiilinden geliyor. Kağıt veya deri üzerindeki yazıyı ve motifi oyup çıkartarak bir başka kağıt ya da deriye yapıştırmak suretiyle süsleme ya-pılır. Yapıştırılan motif “erkek oyma”, içi oyulmuş olan kısım ise “dişi oyma” adını alır. Kullanılan kesici aletler, nev-regen adı verilen bir tür ucu eğri bıçak ve mukraz denilen makastır. Yapıştırıcı olarak nişasta muhallebisi kullanılır, içine bir miktar şap katılır. Evliya Çe-lebi, Seyahatname’sinde bu sanatçılar için, öyle marifetleri olan kimselerdir ki, oydukları eser sihir gibidir ve oy-malar kitapların içinde kutsal ruh gibi saklanır diye anlatırmış.

İstanbullular, 13. İstanbul Bienali’nde Meksikalı sanatçı Jorge Méndez Blake’in “Şato / El Castillo” adlı yapı-tının odağında da bir kitap olduğunu hatırlayacaklardır. Mimari ve edebiyat, bu iki kavramın özündeki kalıcılıktan kaynaklanan otoriteleri ve yok olmaya karşı korunaksız olmaları arasındaki gerilim Blake’e ilham veriyor. Mima-rinin yapıtaşı tuğlaysa, edebiyatın ya-pıtaşı kitaplardır ve bu yapıtaşları yer değiştirirse ortaya çıkan ironi, kütüp-haneleri ve kütüphanelerin değişen ça-ğın son istasyonları olmasını akla getiri-yor. Bienaldeki enstalasyonunda Blake, Kafka’nın Şato adlı romanını tuğladan bir setin en altına yerleştirerek hem iktidarın mekânını yeniden kuruyor, hem de nasıl yıkılacağının ipucunu veriyordu. Set ayakta durdukça, kitap yapıtaşı olarak tutsağıdır sistemin… Sistem yıkılırsa, altında kalacaktır.iskoçya’nın gizemli kitap heykelleri

Britanya’da devlet kütüphanelerinin

ekonomik nedenlerle kapatılması, şe-hir meclislerinin gençlerin artık basılı kitap okumadığı gerekçesiyle kütüpha-neleri işe yaramaz ilan etmesi üzerine, kitaplardan yaptığı heykellerle olanları protesto eden Banksy benzeri bir ka-dın sanatçı ortaya çıktı. Böylece kitap heykeli, öznel mesajın tasarımın bir parçası olduğu bienallere ve sanat gale-rilerine olan aidiyetini kırmış oldu. Ge-rilla bir misyonla, gücünü edebiyatın topluma ait olmasından alarak, kolektif bir mesaja dönüştü. Geçtiğimiz Ocak ayında BBC, gizemli kitap heykelleri yaratıcısıyla bir söyleşi yaptı.

2011 Mart ayında, İskoçya Şiir Kütüphanesi’ne eski kitaplardan yapıl-mış bir heykel bırakıldı. Eski bir deri ciltli kitabın üzerine yerleştirilmiş, ta-mamen kitap sayfalarından yapılmış bir ağaç figürü ve dallarının altında yine kitap sayfalarından yapılmış ve içi varaklanmış kırık bir yumurta. Yumur-tanın içine gelişigüzel yerleştirilmiş söz-cükler, İskoç şair Edwin Morgan’ın “A Trace of Wings” adlı şiirini oluşturuyor-du. Bir de not vardı: “…Kütüphanenin kitaplarla dolu bir binadan daha öte olduğunu biliyoruz. Kitabın sözcük-lerle dolu sayfalardan daha fazla oldu-ğunu da. Bu, kütüphaneleri, kitapları, sözcükleri ve fikirleri desteklemek için şiirsel bir jest.” Kütüphane çalışanları heykele “poetree” adını taktılar. Hey-keli yapan sanatçı kimliğini gizlemişti.

Haziran ayında ikinci bir heykel or-taya çıktı. İskoçya Milli Kütüphanesi binasına bırakılmıştı. Edingburgh’lu yazar Ian Rankin’in Exit Music adlı romanının sayfalarından yapılmış bir gramofon ve bir tabuttan oluşan hey-kele iliştirilmiş not çok naif bir mesaj veriyordu: “Kütüphaneler, kitaplar, söz-cükler ve fikirleri desteklemek, hayatı-mızdan çıkışlarına karşı çıkmak için bir armağan…”

Kasım ayına kadar toplam sekiz adet tamamen kitap sayfalarından yapıl-mış, Ian Rankin, James Hogg, Edwin Morgan, Norman MacCaig gibi İskoç edebiyatçılara göndermelerle dolu heykel, Edinburgh Filmhouse, Scottish Storytelling Centre, Edinburgh Cent-ral Lending Library, Uluslararası Edin-burgh Kitap Festivali gibi çeşitli kültür ortamlarına bırakıldı. Daha sonra üç heykel daha ortaya çıktı. Heykellerdeki edebiyat teması daha yoğundu. Arthur Conan Doyle’un “The Lost World” ro-manının içinden kitap sayfasından ya-pılmış bir dinazor çıkıyor, Ian Rankin romanlarından yapılan heykellere, Ro-bert Louis Stevenson ve Robert Burns alıntıları eşlik ediyordu. 2012 yılında, İskoçya Kitap Haftası için 5 heykel daha yapıldı ve çeşitli yerlere gizlendi. Heykeller bu kez Alisdair Gray, Robert Burns, Compton Mackenzie, Peter Pan

ve Stevenson’ın Define Adası’ndan il-ham alıyordu. İskoçya’nın gizemli, oyunbaz kitap heykelleri nazik ve sessiz protestolarıyla hem kitapları kutlama töreni hem bir veda ritüeli oldu.

Guy Laramee ve Brian DettmerKanadalı sanatçı Guy Laramee, en

önemli kitap heykeltraşları arasında yer alan ve eserleriyle, bu sanatın ana akım çağdaş sanat kategorilerinden biri sayılmasını sağlayan isimlerden biri. Laramee ciltli, kalın kitapları ke-serek ve oyarak daha sonra da reklendi-rerek üç boyutlu topografik bir görün-tü yaratıyor. Tahta oyma aletleri, hızar, zımpara ve sertleştirmek için katran kullanıyor. Sanki her bir kitap, yeryü-zünden bir kesit gibi. Dağlar, kanyon-lar, kayalık yarlar, bir okyanusun derin-likleri. Bu doğa parçalarının, erozyona uğramış ve bir felaket sonrası yabanıl haline dönmüş gibi bir hüzünleri var. Laramee sözlükler, ansiklopediler, eski teknik kataloglar gibi artık geçerliliğini yitirmiş bilgi dağlarının erozyana uğra-yıp yok olmalarını anlatıyor. Ağaçtan gelen kitap, bilgi kaynağı olma görevini yitirdikten sonra tekrar doğaya dönü-yor. Sanatçı sadece doğanın kendi ken-dini yok etmesi ve yenilemesi sürecinin bir elçisi gibi görüyor kendini. Bu, post modernist mesajlı son derece roman-tik bir sanat anlayışı, bir tür yas tutma. Aynı zamanda insanın doğanın gizemi-ni aç gözlülükle çözmeye çalışması, her şeyi bilmek istemesi, bildiklerini sakla-mak istemesi sonucu yarattığı bir çöp dağı bu kitaplar ve geri dönüştürülme-leri gerekiyor.

Diğer sanatçı Brian Dettmer’ın lakabı ise kitap cerrahı. New Yorklu sanatçı eski ansiklopedi ciltlerini önce sayfala-rı birbirine yapıştırarak kitabı mühür-lüyor. Kitap hem işlevsiz ve ulaşılmaz kılınıyor, hem de bilginin arşivlenmesi kutsanıyor. Kitap böylece kendinden bağımsızlaşıp, salt nesne olan haline bürünüyor. Dettmer, bir bistüri bıçağı yardımıyla sayfa sayfa kesmeye başlıyor. Farklı derinliklere inerek, kitaptaki bil-gilere alışmış olduğumuz lineer okuma yönünden değil, gözleri bağlı bir rast-gelelikle ulaşıyor. Bilginin otoritesinin düzenini bozan bir tanrı eli sanatçının-ki. Kitabın kavramsal olarak sonunu hazırlıyor, kitabı sıradan bir nesneye indirgiyor. Ortaya dantel gibi oyulmuş, her açıdan başka görünen heykeller çıkıyor. Detaylarını inçelemek, kitabı daha önce denenmemiş bir yöntemle okumak gibi. Kitap, Dettmer’ın bıçağı-nın yarattığı metamorfoz ile kaderinin yüzüne gülüyor neredeyse. Kendini nesneye indirgeyen sanatçıya, dönüştü-ğü sanat eseri olarak ulaştığı kalıcılıkta meydan okuyor. Kitabın etrafını saran nostaljik tabu yıkılmadan bu mümkün olamazdı.

Page 28: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 28

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

OYUNBAZ SÖYLEŞİLER

“Gerçek hayat da, gerçek edebiyat da sokak aralarında filizleniyor”

Yıllar önce sokaklar tekin değil dedim, hatta bir şiir kitabımın da adı bu; sonra bir baktım, evler de tekin değil. Yaşamak tekin bir iş değil aslında. Ben oturup evimde, sakin sessiz bir şekilde Marilyn Manson dinleyerek yazıyorum belki, ama mürekkebim bitince kalemimi sokağa uzatıyorum. Sokağa banıyorum...

ASLI [email protected]

Duvardaki Saatli Maarif Takvimi’nin yaprakları hortuma tutulmuş gibi ka-barıyor. Ben daha hangi gündeyiz baka-madan, bir toz fırtınasına kapılmışça-sına yakalanıyorum zamana; takvimin yaprakları etimi tokatlıyor hiç acıma-dan. Anlaşılan, vazifeye çıkma vaktim geldi.

Beni onunla buluşturacak sinsi yoku-şu tırmanırken nefes nefese kalıyorum. İki katlı ahşap evin aralık kapısını itti-rip içeri adımımı attığımda, çürümüş bir şeylerin kokusu yumruk gibi iniyor üzerime. Güçbela duyduğum bir in-lemeyi takip edeyim derken, kafamın arkasına şiddetli bir darbe alıyorum.

Gözümü, ortasında kirli sarı, koca bir nokta bulunan bir beyazlığa açı-yorum. Mutfağın tavanı bu. Ortadaki ahşap masaya bağlanmış yatıyorum ve Altay Öktem boncuk gözlerini dikmiş gülümseyerek bakıyor bana, elindeki palada dehşet içindeki gözlerimin yan-sımasını görüyorum. Katilimle bir ya-kınlık kurarsam bana merhamet etme-sini sağlayabilirim umuduyla, “Altay...” diyorum biraz da tereddütle.

“Evet?” diyor. Bu masaya deri kayışlarla el ve ayak-

larımdan bağlı olmam, Altay’ın pala-sını yer beğenmeye çalışır gibi çıplak omzumda gezdirmesi dünyanın en sı-radan, normal şeyiymiş gibi, “Görüşme-yeli ne işler çevirdin?” diye soruyorum.

Gözlerini omzumdan ayırmadan, “Sı-radan hayatın içinde, sıradan işlerin peşinde düşe kalka yaşadım,” karşılı-ğını veriyor. “Çok parlak bir şey yaşa-madım görüşmeyeli. Ama bazı geceler, kimseye sezdirmeden Haydar Bey’le sabahladım. Onun dünyasına girdim, musiki dinledim, cinayetler işledim; bunlar benim için oldukça sıradışıydı; ama bu da Haydar Bey’in sıradan ha-yatıydı.”

Şimdi anlaşıldı, diye geçiriyorum içimden. Bir seri katilin dünyasına gir-di ve oradan çıkamadı. Şansa bak, seri katillerden korkmam ben, ama dışar-dan sıradan görünen bir hayat yaşar-ken, masa başında seri katilin âlâsını yaratan bir adamdan korkarım!

Aklımı okumuş gibi mırıldanıyor; “Zaten en korkutucu şeyler sokaklarda değil, masa başında yaşananlardır.” Sağ omzumun kolumla birleştiği noktaya yerleştiriyor palayı. “Zaman zaman ‘ar-tık bu kadarını da kaldıramam’ deyip romanı bırakıp birkaç gün elimi sür-mediğim oldu. Ama baktım ki, ben kâğıda kaleme el sürmesem de, Haydar Bey beynimin bir köşesinde yaşamaya devam ediyor. Sonra çaresizce oturup kafamda kendiliğinden yazılan bölüm-leri kâğıda döküyordum. Sanki Haydar Bey anlatmak istediklerini benim aracı-lığımla anlatıyordu. O susmadığı süre-ce yapabileceğim bir şey yoktu.” Palayı hızla havaya kaldırırken, kendimi yal-varmamak, “Yapma!” diye bağırmamak için zor tutuyorum.

“Baba...” diyorum, “Babanın...” Eli havada dikkat kesiliyor. “Sıhhati na-sıl?” Hâlâ nefes alıp verdiğinden şüp-heliyim...

Sesinde tuhaf bir yumuşaklıkla, “As-lında babamı severim, Haydar Bey’i de babam gibi sevdim, o ayrı,” diyor. Yan-dım desenize... “Babam çok yaşlandı, sağlığı iyi değil. Şimdiye dek yayınla-nan bütün kitaplarımı okumuştu. Belli etmezdi ama gururlanırdı benimle. “O Adam Babamdı”dan ona asla söz et-meyeceğim.” Oysa ben de buraya bu romandan bahsetmeye gelmiştim, doğ-ranmaya değil... “Pek gazete falan da okuyamıyor son zamanlarda, umarım bir yerde bu kitapla karşılaşmaz. Çün-kü kurgu da olsa, böyle bir seri katile ‘babam’ dememi ihtiyar yüreği kaldı-ramayabilir. Gördüğün gibi düşünceli-yim. Hassas bir insanım.” Hassas mısın bilemem, ama çok hassas bir durum-dayız diye geçiriyorum içimden. “Ba-baların çocuklara yaşattığı travmaları, çocukların babalarına yaşatmamaları gerektiğine inanıyorum. Toplumların ilerlemesi için bunun şart olduğunu tahmin ediyorum. Tabii benimki sade-ce tahmin.”

Düşünmesi için boşluk bırakmadan, hemen bir soru daha patlatıyorum: Babalarla oğullar arasındaki hikâye nedir? Senin de bir ‘kesik parmağın’ var mı, romanındaki Haydar Bey gibi. Babanın kestiği bir parmak...

“Her erkeğin baba kaynaklı bir kesik parmağı ya da bir kesik kolu, bacağı vardır muhakkak. Fiziksel olmasa da ruhsal yaralar yaratır her baba oğlun-da. Çünkü babayla oğul arasındaki ilişki, bir tür çekişme ve hesaplaşma-dır,” diyor. Altay Öktem’in babasıyla hesaplaşmasında arada kaynayan ben olmayayım diye bildiğim bütün duaları okuyorum. “Babalar, oğulları büyüme-ye başladığında kendilerini yaşlanmış hissederler. Bir tür devir-teslim psiko-lojisine girerler. Erkekteki temel sorun, iktidardır. Oğlun iktidarı güçlendikçe babanın iktidarı azalır. Aslında büyük

ölçüde yaşla ilgilidir bu; ama baba, kendi içinde oğluyla yarışa girer. And-ropoz denen halet-i ruhiye, bir erke-ğin kadınlarla ilişkisine değil, oğullarla ilişkisine bağlıdır. Ha, çocukluktan söz ediyorsan, değişen bir şey yok, ‘baba’ ailenin, yani en küçük toplumsal ya-pının iktidarıdır. Zaten iktidar olmak, zulmetmek değil midir, kafa kesmek, parmak kesmek, diş geçirmek…” Bunu derken havaya kaldırdığı palayı hızla aşağı indiriyor.

Pala omzumun birkaç milimetre öte-sinde ahşaba gömülürken kopkoyu si-yah bir boşluk yutuyor beni. Kendime geldiğimde tezgâhta bir kafanın kemi-ğini sıyırdığını görüyorum. Öğürmem-le bana doğru dönüyor, saçlarından tuttuğu kafayla göz göze geliyorum. Mahmut Bey bu; Haydar Bey’in bizim bildiğimiz ilk kurbanı. “Haydar Bey’i taklit etmiyorum, senin kılına zarar vermem, söz, ama bugünkü takvim yaprağını koparıp sakladım, bunu da itiraf etmeliyim,” deyince Altay, elimde olmadan sırıtıyorum. 13 Şubat 2015, Cuma!

Bunca heyecana rağmen, vakit onun için nasıl bir istikamet tespit etmiş me-rak ediyorum! Mahmut Bey’in kafasını sıyırma işine geri dönerken, “Ben za-manın, kendi başına hareket edebilen sihirli bir gücü olduğuna inanıyorum. Ortada bir damla su yokken bile zama-nın çiçekleri sulama gücü vardır,” diyor ve söylediklerini sindirmemi beklerce-sine duraksıyor. Mümkün mü! Söz ver-diği halde zaman burada, bu mutfakta benim için belki de kötücül bir güç taşıyor. “Peki bu güç benim için nasıl bir istikamet tespit etti?” diye devam ediyor. “Bu soruya cevabım net: Yanlış istikamet! Nedenini bilmiyorum ama yapabileceğim bir şey yok, saygı duyu-yorum.”

O yanlış istikamet içinde bile, Saatli Maarif Takvimi’nden sakladığın yap-raklar vardır mutlaka; doktor-yazar-eş-baba-evlat-dost olarak.

Gözleriyle bir ‘aferin akıllı kız’ çakı-yor bana: “Var tabii. Aslında herkesin vardır. İhanete uğradığı, acı çektiği, terk edildiği, haksızlığa uğradığı gün-leri hafıza kaydeder, dosyalar. Kimisi mutlu olduğu günleri de asla unutmaz. Onlar şanslı azınlık. Tabii ille de takvim yaprağını koparıp saklamak gerekmi-yor. Beyin bu arşivi bizim yerimize tu-tuyor. Takvim yaprağı gibi değil de, tek bir film karesi gibi bir sürü eski, siyah-beyaz görüntü var. Aslında yazar olarak, eş, baba ya da doktor olarak çok fazla görüntü yok arşivde. Çocukluğuma ait, ilk gençliğime ait görüntüler fazla. İn-san doğar, âşık olur ve ölür. Ben daha âşık olmadan önce ölümle, ölümlerle karşılaştım. 1980’de 16 yaşındaydım ve askeri okulda öğrenciydim. Çok fazla takvim yaprağı, çok fazla gün hafızama kazındı o yıllarda.”

Madem bana bir zarar vermeyecek neden hâlâ bu masaya bağlıyım merak ediyorum, ancak şimdilik başka bir şey sormayı tercih ediyorum. Karnını dok-torluk doyuruyor, tamam da… Mütees-sir ruhunu doyurmak için edebiyatın epey karanlık ve tekinsiz sokaklarına dalıyorsun ya, o sokaklarda nasıl bir Altay dolaşıyor? Ve ilk nasıl batırdın mürekkebi o sokaklara?

“Dünyayı güzellik kurtaracak,” der-ken artık etlerinden iyice kurtulmuş kafatasına hayranlıkla bakıyor, “buna inanıyorum ama biz güzellikleri anla-tırsak, karanlığı kurgulayanlar rahat edecek. Güzellikleri anlatmak da bir tür afyon etkisi yapıyor. Dalavere çevi-renler işini rahat yapsın diye toplumu oyalama görevi veriliyor edebiyata. Oysa gerçek hayat da, gerçek edebiyat da sokak aralarında filizleniyor.” Kafa-yı tezgâhın üzerine bırakıp çekmece-lerden birini açıyor. Çıkardığı kumaş parçasını bağlayan ipi çözüp açıyor. Sırtı dönük olduğundan göremediğim bir şeyi kırılacakmışçasına özenle tu-tuyor. “Yıllar önce sokaklar tekin değil dedim, hatta bir şiir kitabımın da adı bu; sonra bir baktım, evler de tekin de-ğil. Yaşamak tekin bir iş değil aslında. Ben oturup evimde, sakin sessiz bir şe-kilde Marilyn Manson dinleyerek yazı-yorum belki, ama mürekkebim bitince kalemimi sokağa uzatıyorum. Sokağa banıyorum. Sen yabancı değilsin diye söylüyorum;” derken aniden dönüyor bana, o zaman görüyorum elindeki kalemi ve bakışından yeni hokkasının ben olabileceğimden şüpheleniyo-rum, “bunca yıldır neden bu çabam? Elbette müteessir ruhumu doyurmak için. Peki, ruhum doygunluğa erişiyor mu? Elbette hayır. Hiç kimsenin ruhu doymaz, çünkü ruh, sayısız boşluktan oluşur. Ve biz doldurmaya çalıştıkça boşluklar artar. Zaten boşlukların dol-masına değil, boşlukları doldurma ça-basına hayat diyoruz. Acı ama maalesef böyle!”

Kalemi gözlerinde bir parıltıyla boy-numa yaklaştırıyor, bir batma hissi du-yuyorum. Bir kalemle pekâlâ öldürebi-lir beni; birkaç damla kan boynumun çukurunu doldururken bunu biliyo-rum. Peki... Kırık bir cam parçasıyla bir adamın kafasını gövdesinden ayırmak, bir tırnak makasıyla bir insanın gözle-rini yuvalarından çıkarmak mümkün mü sahiden?

“Eğer elindeki malzemeyi nasıl kulla-nacağını bilirsen ve insan anatomisinin farkındaysan küçücük bir cam parçasıy-la bir insanın başını gövdesinden ayır-man, tırnak makasıyla gözü yuvasından çıkarabilmen mümkün,” diyor kalemin sivri ucunu şahdamarımın üstünde gez-direrek. “Haydar Bey doktor değil ama demek ki bazı şeyler babadan oğula değil, oğuldan babaya geçebiliyor. Ben yapabilirim. Babam da yapıyor! Benim

içim kalktı mı, kalkmadı tabii ki ama ben nasıl şeyler kurguluyorum böyle, diyerek kendimle hesaplaştığım, ro-mana ara verdiğim zamanlar oldu.” Şu yaptığına da bir ara verse diye geçiri-yorum içimden. “Ama teknik olarak anlattıklarım gerçek. Müberra’nın ce-sedinin martılar tarafından tamamen yenilip bitirilmesi de süre olarak tıpa-tıp gerçeğe uygun. O kiloda birinin kas, yağ ve kemik miktarını hesaplayıp, martıların hangi sürede ne kadar yiye-bileceğini de tespit ederek yazdım o sahneyi.”

Kalemin ucu boynuma bu defa bi-raz daha sert ve cidden girerken, acı-dan gözlerim kapanacak gibi oluyor, kendimi uyanık kalmaya zorluyorum. Anlatıcıyı Altay Öktem’in kendisi san-mak gibi bir hataya düşmeyeceğim, ama aynı şekilde o sanmamak hatasına da düşmeyeceğim. Anlatıcı bir yerde, “Her zaman olduğu gibi insanlar değil, kalemler konuşuyordu… …insanların duyguları hakkında tespitlerde bulu-nup bunları kâğıda geçiriyorlardı,” di-yor ya… Aslında senin yaptığın da bu değil mi, var mı bir farkı?

“Şimdiye dek çok söz etmedik ama bu roman yalnızca bir seri katil roma-nı değil. Romanın arka planında yer alan, yakın tarihe ait her şey gerçek. Hatay’daki kasap ayaklanması mesela,” diyen sesini dışardan gelen erkek bağı-rışları bastırıyor. “Haydar Bey’in babası kasap ve dükkanda küçük Haydar’ın parmağı koptuğu gün babası bu nüma-yişe katılıyor.

Yaralı oğlunu bir tarafa bırakıp Arap ayaklanmasına katılıyor. Sonra döne-min Hatay valisi Rebii Karatekin, bu-nun bir Arap ayaklanması olmadığına, kız kaçırma mevzusundan kaynaklanan bir uçkur meselesinden dolayı kasapla-rın ayaklandığına dair bir beyanat ve-riyor. Yani bugünkü dezenformasyon o zaman da geçerli. Aynı şimdiki gibi, gerçekler değil, siyasilerin topluma nasıl yutturmak istedikleri önemli.” Benim cesedimi nasıl yutturacak aca-ba, merak ediyorum. İntihar? Tutku cinayeti? “Sınırları bile kâğıt üzerinde, kendi istedikleri gibi çiziyor, sonra ha-yata geçiriyorlar. Hatay, bu anlamda da önemli bir yer. Kasap ayaklanması da unutulan, unutturulan bir gerçek. Aynı

bu romanın arka planda izini sürdüğü, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli sosyalistlerinden Esat Adil’in unuttu-rulması gibi. İnsanların değil, kalem-lerin konuşturulmasından kastettiğim buydu. Kalemler insansızlaştırıldı o dönemlerde. Bu dönemlerde, daha da insansızlaştırıldı!”

Kan boynumdan az öncekine naza-ran daha kuvvetle akmaya başladığın-da, karşımdakinin Altay değil de Hay-dar Bey olduğu hissine kapılıyorum. Altay’ın sesiyle konuşan Haydar Bey. Yine de Altay için kaçıyor ağzımdan soru: Yanlışlıkla öldürdüğün ya da gömdüğün biri oldu mu? Olsun ister miydin ya da?

“Yok. İstemezdim. Herkes yanlışlıkla o kadar çok ölüyor, öldürülüyor ki bu ülkede,” diye sırıtıyor kalemi az daha içeri iterken, “talihsiz mezarlarla dolu her yer. Ben de o kervana katılmak is-temem. Yanlışlıkla öldürmek bir yana, hak ettiğine inandığım halde bile kim-seyi öldürmem, öldüremem. Romanda öldürürüm, o ayrı!”

Bu son cümle açıyor gözümü, içine çekildiğim sisten geri, geldiğim yere tır-manmaya çabalıyorum zihnimin için-de. Kendi sesimi hayal meyal duyuyo-rum: Ha bir de, erkeklerin ilk travması babadan mı, devlet babadan mı sence?

İç geçiriyor Altay. “Al birini vur öbü-rüne. Devlet, başımıza gelen en bü-yük bela. Baba da devletin bekası için görevlendirilmiş mini iktidar modeli bence. Düşünsene, ailenin asli görevi vatana millete hayırlı evlat yetiştirmek bu memlekette. Yani evladı iktidarla-rın kirli emelleri uğruna ölen bir baba oğlu için üzülmüyor, aksine gurur duyuyor bu cinayetten. Nasıl bir algı, nasıl bir travma bu, inanılır gibi değil. Devlet katil, buna şüphe yok. Ama baba da katil! Ben devleti affedebilirim, bir kurum çünkü o, ama babaları asla af-fedemem. Çocuğunun saçını koklayan bir baba, onun ölmesine nasıl razı olur başkalarının çıkarı ya da rantı için? Va-tana millete hayırlı evlat yetiştirme gö-revini reddeden her babanın başımın üzerinde yeri var. Diğerlerine zerre ka-dar saygım yok.”

Kulağımda tuhaf bir çınlamayla (“Yok, yok, yok, yo, yo, yoooo”) ken-dimi bir masanın başında buluyorum. Kucağımda bir tomar kağıt, en üstte bir takvim yaprağı, sağ köşesine kan sıçramış. Elim hızla boynuma gidiyor, gider gitmez de rahatlıyor. Altay’ın ku-cağımdaki kağıtları dolduran el yazısı-nı gülümseyerek süzüyorum. Tomarı masanın üzerine koyduğum gibi kal-kıyorum. “Altay! Altay?” diye sesleniyo-rum. Bir şeye takılıp masanın hemen yanında yere devriliyorum. Altay’ın cansız bakan gözleriyle karşılaşıyorum. Boynunda bir kalem bulacağımdan emin olarak gözlerimi kapıyorum. Üs-tüm başım batmamış olsa bari.

Altay öktem

Devlet, başımıza gelen en büyük bela. Baba

da devletin bekası için görevlendirilmiş mini iktidar modeli bence.

Düşünsene, ailenin asli görevi vatana millete

hayırlı evlat yetiştirmek bu memlekette.

FOT

RA

F: Y

ILM

AZ

BA

ŞAR

BA

R

Page 29: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 29

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

ODAK YAZAR

“Suskunları konuşturmayı, elinden tutup sahneye çıkarmayı seviyorum”

“Benim için edebiyat, diğer bütün kimliklerimden sıyrıldığım, çıplak insan hakikatinin peşine düştüğüm uçsuz bucaksız bir özgürlük diyarı,” diyor Karin Karakaşlı yazdıklarını açıklarken. Öykü, şiir, roman ve çocuk edebiyatı kitaplarıyla Türkçeye değer katan Karin Karakaşlı, IAN Edebiyat’ın bu ayki Odak Yazar’ı oldu!

SELİM GÜNEŞ

22 Haziran 2007’de Jean Rhys hakkın-da yazdığınız “Aidiyetsizlikler Krali-çesi” başlıklı yazınızda “kitap dediğin sevinçten bulutlarda uçurmalı, sonra da acıdan yere çakmalıydı” diyorsunuz. Bu cümlenin sizin yazarlık anlayışınızla ilişkisi nedir?

Okur olarak hiçbir zaman kahve eşli-ğinde sakince okunan kitaplara yönel-medim. O yazıda anlatmaya çalıştığım Jean Rhys, “Günaydın Geceyarısı” kita-bıyla üniversite yıllarımda tabiri caizse canıma okumuştu. Sokaklarda nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığımı bugün bile hatırlarım. Edebiyatı, etki gücü açısın-dan hayattan ayrı ya da aşağı bir yerlere hiç koymadım. Keza sanatı, her şeyimiz tam olduktan sonra zevkimiz için tüket-tiğimiz ürünler toplamı olarak görme-dim. Dolayısıyla âşık olduğun insana ya da araba kazasına benzeyen kitaplara yöneldim. Çarpsın istedim. Çarpılayım istedim. Onu okumadan önce yapma-yacağım bir şeyleri, salt o kitabı oku-duğum için yapmak istedim. Hal böyle olunca, yazdığım kitaplar için de aynı duygu gücünü diledim. Bir önce ve sonra yaratsın, iz bıraksın ve her okura kendi hikâyesini devam ettirecek öz-gürlük alanını tanısın istedim.

Aynı yazıda yazar yazabildiğine göre bir okur olarak kendinize ve diğer okur-lara en azından “konuşmayanların iç sesine, suskunluğun yankılı haykırışına kulak vermek” görevi yüklüyorsunuz. Sizin yazınınızda suskunlukları dile ter-cüme etmek önemli bir yer ediniyor. Peki, okura düşen ne?

Erk, tahakkümünü dil üzerinden ku-rar. Bu baskı altında ezilen, kendi dilini bulmasına, sözünü söylemesine izin ve-rilmeyenlere resmi tarih anlatımlı ders kitaplarında, bildirilerde, yasalarda, edebiyat kanonunda yer yoktur. Ben o suskunları konuşturmayı, kenarda kalmışları elinden tutup sahneye çı-karmayı seviyorum. O karakterlerin bana öğrettiği çok şey var. Yazar olarak dilin sınırlarını onların sesini de ifade edebilecek şekilde zorlamaya teşvik etmeleri bir yana, bunca zaman mu-hatap bulamayıp da anlatamadıkları-nı paylaşmaya başladıklarında benim için görünen dünyanın ötesine geçmek mümkün oluyor. Okurun öncelikle bu mahrum bırakıldığı sesleri dinlemeye, kainatta başka varoluşlar bulunduğunu fark etmeye hazır olmasını diliyorum. Ondan sonrası artık suskunlar ile okur arasındaki kişisel hikâyedir. Her okur, neye hazırsa, neye ihtiyaç duyuyorsa onu bulacaktır bu karakterlerde.

Suskunlukları dile tercüme eden her türden yazınızda güçlü bir lirizm fark ediliyor. Metinlerinizin politik yönünü de düşündüğümüzde yazar olarak sizi didaktik olma tuzağından koruyan özel-lik lirizm mi?

Doğrudan siyaseti mesele etmek için köşe yazısı, haber, makale, deneme gibi pek çok farklı alan mevcut. Edebiyat için anlatmadan duramadığın bir me-ramın olmalı. Ve o meram sana kendi dilini dayatmalı. Benim için edebiyat, diğer bütün kimliklerimden sıyrıldı-ğım, çıplak insan hakikatinin peşine düştüğüm uçsuz bucaksız bir özgürlük diyarı. Bu özel memleketin dili ise be-nim baş tacım. Edebiyat dili, anadilden farklı olarak yazarın yıllar boyu yoktan var etmek için büyük çaba harcadığı bir anlatım ve üslup aracı. Bu noktada ör-nek alınacak hiçbir şey yok, zira öykün-meye kalkmak taklit tuzağına düşmek demek. Tek başına çıkılan pek zorlu bir yolculuk bu. Her yazdığın ayrı bir durak, yeni bir şifre. Benim edebiyat dilim şiire hayli yakın, kendi içerisinde müziği var. Sözün içindeki sesin peşine düşmek, beni edebiyatın kendi değer ve ölçütlerinden taviz vermeden anlat-maya yönlendiriyor. Kendimi içimden çıkmaya davranan o söze ve o sözün müziğine teslim ediyorum.

Bir taraftan da öğretmensiniz. Zihinsel şartlanmaya da zihinsel özgürleşmeye de yol açabilen kişiler öğretmenler. Edebiyatın hep tartışılan eğitici yönünü düşünürsek günümüzde edebiyattan öğretmenlik beklemek hakkında neler söylersiniz?

Edebiyat doğası gereği muhalif oldu-ğu için her tür didaktik yaklaşımın da karşısındadır. O nedenle öğrencilik yıl-larımdan bu yana okuma parçalarının ana fikrini çıkarma alıştırmalarından öteden beri hiç hazzetmem. Klasik öğ-retme yöntemleri arasında edebiyatın doğrusu hiç bir yeri yok. Ama edebi-yattan daha çok şey öğreten başka bir dünya da yok.

Ben çocuklarla ve öğrencilerle bir-likte olmaktan çok büyük keyif alıyo-rum. O alışılageldik, hiyerarşik yaş kalıplarını bir yana atarsanız, karşılıklı olarak öğreneceğiniz çok şey var. Müf-redat sınırları dışına çıkmayı, gençleri edebiyatın o ilham veren esrik diliy-le ‘uçurmayı’ seviyorum. Kendilerini korkmadan, çekinmeden ifade etsinler

ve metinlerin satır aralarındaki dünya-ya ışınlanabilsinler istiyorum. Edebiya-tın öğrettiği en önemli şey özgürlük. Gençlerin ruhlarının özgürlüğünü keş-fedip kendi yolculuklarına çıkmalarına yardım etmeye çalışıyorum. Kahkahayı, aşkı, inancı ve mücadeleyi hiç unutma-sınlar diye.

Eserlerinizde erkeklerin yanı başında olan ama gölgesinde kalan kadınların hikâyelerini anlatıyorsunuz. Diğer ta-raftan hayatı zorlaştıran, kadınlara erkeklerden çok zarar veren kadınlar da yer alıyor aynı hikâyelerde. Kadın duyarlığı, kadınlara yönelik duyarlık derken kadın düşmanlığı yapan kişiler var. Sizi bu tuzağa düşmekten koruyan şifayı nereden buldunuz?

Öyle pek korunaklı kaldığım söyle-nemez. İnsan kötülüğü çok keskin ve çok farklı şekillere bürünebiliyor. Sa-dece kötülüğe karşı tıpkı diğer hisle-re de olduğu gibi duyargalarım açık. Enerjilere açığım. Şifayı değil ama ça-reyi edebiyatta buldum. Yazdığın anda kötülüğü ifşa ediyor ve sende yarattığı tahribatla arana bir mesafe koymuş oluyorsun. Yazmak, o kötülüğün bir tek sana yapılmadığını, insanlara bu-nun hikâyesini anlattığında hem acıyı daha sağlam taşıyabileceğini hem de umut ve teselli bulabileceğini görmeni sağlıyor. Bu cinnet dünyada tek sığına-ğım yazı. Gördüklerim bakamayacağım kadar canımı yaktığında başımı yazıya eğiyorum.

Coşkuyla anlattığınız kişilerin or-tak özelliği sizin tabirinizle “yaşamı yaratma”ları. Zaten sanatçılardan bek-lenen bir şey bu. Peki, vahşice tüke-tirken hastalandığımız, yaşam koçları, kişisel gelişim uzmanlarıyla tedaviye yö-neltildiğimiz çağda “yaşamı yaratmak” nasıl mümkün olacak?

Açıkçası yaşamı yaratmak, yazıldığı kolaylıkla yapılabilen bir şey değil. He-pimiz günlük hayatın bir noktasında ister istemez rutinlere, çarkların dişli-lerine teslim oluyoruz. O noktada öz suyumuz çekiliyor, renklerimiz soluyor. Özellikle bizimki gibi sıradan günlük hayatımıza kasteden politik gündemli bir ülkede, yaşamı yaratmak öncelikle kendini unutmamaktan geçiyor. İnsanı parçalara ayırmaya hazır bir düzende her parçanın farklı birinde, başka bir yerde unutulma tehlikesi var. Dolayı-sıyla yaşamı yaratmak esas olarak par-çalarını geri çağırmak ayini aslında. Ardından da boşluğunu, eksikliğini hissettiklerinin peşinden hayallerine doğru uçmak. İnsan aczini kabul ettiği noktada kudretini de fark ediyor. Her şeyle başa çıkabileceğini, sağ kalabile-ceğini, devam edebileceğini anlıyor. Ve o bilinçle kendi hikâyesinin peşine düşüyor. Neden yaşadığını anlamaya ve onun gereğini yapmaya davranıyor.

Aidiyetsizlik ve mülteci olmak da yazıla-rınızda ön plana çıkan temalar. Milliyet-çi olmadan yurtsever olmak, hem bir yere ait hissedememek hem de bunu şiddetle arzulamak gibi çağımızın bel-ki de en çetrefilli meselelerinde kalem oynatmanın zorluklarından bahseder misiniz?

Aidiyetsizlik sadece günün birinden evinden barkından olup bilmediği yollara düşenlerin hissi değil. Günlük hayatın pek çok anında ben kendi içi-me düşüyor, tutunduğum ipin ucunu elimden kaçırıyorum. Varlığımı ezen, vicdanıma aykırı o kadar şey oluyor ki bu ülkede, bir anda memleketsiz kalı-yorum. Ülkenin siyasi gündemi küçük hayatlarımızın üzerine kabus gibi çöke-biliyor. Ezilmemek ve neden yaşadığı-mı unutmamak için tek çarem yazmak. İnsana dair her şey edebiyatın konu-su. Edebiyat bir yandan gayri resmi insanlık tarihini kaydeden hakikat tu-tanağı, diğer yandan sınırsız hayal gü-cünün yazılamamış masalı. Edebiyatın bu iki yönüne de dilin hak ettiği özen içerisinde eğiliyorum. Burada esas sı-navım ve tek kıstasım kendime mese-le ettiklerimi anlatırken edebiyatın o büyülü dilinden, kalıpları, sınırları yok eden yaratıcı özgürlüğünden taviz ver-memek.

“Müsait Bir Yerde inebilir miyim?” kitabınızda günlük tutan bir kadın ka-

rakter var. Günlük tutmak sanki edebi-yatımızda kadın karakterlere mal edil-miş gibi. Neden günlük bir kadın için anlatma aracı olmuştur?

Günlük tutma, yaşanılan zamanı kay-detmeye, anılarla ödeşmeye ve hayal-lerini özgür bırakmaya yarar. Yüzyıllar boyunca kendi sözü ile ortaya çıkması erk tarafından engellenmiş kadın için sözü ilk oluşturduğu yerin günlükler olması şaşırtıcı değil. Gerçeğini kabul-lenmen için o gerçeğin senden çıkması ve ona mesafelenebileceğin bir zemi-ne oturması gerekir. Günlük tutmak, her tür dürtüsü, arzusu baskı altında tutulmuş kadına, içinde hapsolduğu sınırlardan özgürleşme, kendi sesini işitme imkânı verir. Hakikat telinin üzerindeki ilk adımdır. Bütün yolculuk da onunla başlar.Aynı romanınızda hayatındaki kırıklık-lara, kırgınlıklara şiirlerle cevap arayan ama yine de cevap bulamayan bir ka-dın söz konusu. Peki bu kadın gerçekte hayatta ne yapmak istiyordu? Nasıl bir varoluş hayal ediyordu? Unutmak mı istiyor, unutulmak mı?

O kadın dayatılan yalanların cicili bicili yalanların arasından kendi sade hakikatini arıyor. Şiire aşık, şiirlerden güç buluyor, kendi yazdıklarını da muhatabını bulması için hayatın içine bırakıyor. Aslında kendisini tamamen yazıya teslim etmesi gerekirdi ama ken-dini edebiyata ve aşka bırakmanın be-delleri hayli ağır. Cesaretinin kırıldığı yerlerde kendinden kaçıyor, kaçtıkça da ruhu örseleniyor. Gelgelelim kendi-ne hayrı olmadığı noktalarda başkala-rına iyi gelebiliyor. Bir yandan ölesiye yalnızken diğer yandan herkesi ve her şeyi kucaklıyor. En çok duyulmayı bek-liyor. Ruhunu duyanın kendisine sımsı-kı sarılmasını ve bırakmamasını istiyor. Isınabilsin ve inanabilsin diye.

Az evvel de söylediniz, bir yazınızda da altını çiziyordunuz “Edebiyat, doğası gereği muhalif, tanımı gereği kapsayı-cıdır. öyle ya, bir kitap yazmak ya da okumak için akmakta olan hayatın dı-şına çıkmanız gerekir, ” diye… Günü-müzde edebiyat bu doğasını ne kadar koruyabiliyor?

Her şeyin giderek hızlandığı günü-müzde, okur olarak edebiyatın talep ettiği o yekpare zamanı ve yoğunlu-ğu bulmak bir hayli zor. Ama bir o kadar da elzem. Yaşadığımız hayatın bizi deli eden, asla kabul edemeyece-

ğimiz, değişmesi için mücadele etme-miz gereken yönleri var. Zaten günlük hayat akışının dışına çıkıp da yazmaya ve okumaya iten de bu gereklilik. Bir şeyler eksik, bir şeyler yanlış, bir şey-ler yalan. Edebiyat hakikati bulmanın ve yeniden masalına kavuşmanın yolu. Bu ihtiyaç asla bitmeyeceği için zaman ve mekânın koşulları ne derece farklı olursa olsun, edebiyat hep var olacak. Neyi yaşadığımızı ve neden yaşadığımı-zı bilelim, yaşatılmayanı da kendimize armağan edelim diye.

“Edebiyatta zorlanıyorum, bütün bu kargaşanın içinde, hesapta çok üreten biriyim, bana sorsan evet üretiyorum her biri kıymetli ama bir kitabın bütün-lüğüne ihtiyacım var. Ben bu kitaptan oldum. Çocuk kitabı yazabiliyorum en fazla, çünkü o masumiyeti, ihtiyacım olanı geri çağırıyor. Yazarlık da yapa-mıyorum, ağır geliyor bu günlerde, içimi acıtıyor.” demişsiniz 2012 yılında yapılan bir röportajda. Ama sonrasında bir romanınız ve şimdi öykü kitabınız yayımlandı. Geçen sürede size yazma gücü kazandıran ne oldu?

Aslında ara dönemde yine bir genç-lik kitabı yazmış oldum. ‘Dört Kozalak’ çocukluk sevincini, gençlik coşkusunu çalan sınav sistemi ve başarı kavramı ile bir ödeşmeydi. Öykü kitabı ‘Yetersiz Ba-kiye’ ise bana kendisini hediye etti. Can Yayınları’nın teşvikiyle on on iki yılda antolojiler için yazdığım öyküleri bir araya getirdik. Onların kendi arasında bir izlek oluşturması ve yeni bir öyküy-le sonlandırdığım o güzergâhtaki yol-culuk bana beni anımsattı. Ayağımın altına serilen bu zemin için şükran duy-dum. Şimdi o zeminden yaylanarak, yıllardır yazmayı beklediğim kitabın dünyasına bırakıyorum kendimi. Hava boşluğunda süzülmek hem ürpertici hem büyüleyici. Karnım çekilirken bir kez daha sesimi ve sözümü arıyorum.

Farklı türlerde eser veren üretken bir yazarsınız. Şiir, roman, çocuk kitabı, öykü... Bunlardan hangisi sizin için vazgeçilmez olan?

Edebiyat türlerinin her biri bana çok ve farklı şeyler öğrettikleri için ayrı ayrı çok kıymetli. Ancak bir sıralama yap-mam gerekirse önceliğim öykü ve şiir olur.

“Yetersiz Bakiye”de tarzınızın dışına çıkmamışsınız. Yine gönülden gelen, belleğinizde yer eden duygular, du-rumlar, anılar dupduru bir lirizmle akı-yor okura. Yetersiz Bakiye’nin ikinci öyküsü An-bul-ist’te anlatıcı karakteri yazmaktan alıkoyan acının Hrant’ın haince öldürülüşünün ve yokluğunun yarattığı bir acı olduğunu, adım adım o korkunç gün anlatılırken öğreniyoruz. Bir yandan da biçimsel arayışlardan zi-yade anlattıklarınızın derinliğine önem veren bir yazar olduğunuzu düşünerek şunu sormak istiyorum size: Karmaşa içerisindeki ruhu sağaltmanın en iyi yolu edebiyat mı?

Şifanın en iyi yolu edebiyattır demek iddialı olur. Herkes kendi ruhuna iyi geleni kendi içinden çıkaracaktır. Ben yazmaktan öte çare bulamadım. Yaz-mak, parçalarımı toparlamamı, zıvana-dan çıkan bu dünyada aklımı koruma-mı sağladı. Hayatın anlamını hikâyeler anlatmakta buldum. O hikâyelerin iyi gelmesini, okuyana kendi anlatacakları için ilham vermesini istedim.

Yazmadan duramadığım için yazı-yorum. Başka türlü çıldıracağım için. Çaresizlikten ve inadına bir umuttan yazıyorum. Kötülük, adaletsizlik, zulüm insanlık tarihini hâlâ çok belirliyor. Ve iyi olmak çok büyük çaba istiyor. Beni acıtan hayatın o dayatılmış sınırların-dan kurtulmak; susulanı, inkâr edileni kayda geçmek; başka türlü bir hayat düşleyebilmek için yazdım. Çocukken battaniyenin altında çadırcılık oynadı-ğım günlere dönmek için yazdım. Hâlâ o çadırdan bakıyorum dünyaya. Bazı gün oradan çıkıp gerçeğe adım atmak, birbirini sözle ya da şiddetle bu kadar kolay öldürebilen insanların arasına karışmak ödümü patlatıyor. Çünkü hayatın o kimi akıl almaz gerçekleri, kabul edilemeyecek denli absürt ve acı-tıcı. Ama işte her gün yine de çadırım-dan çıkıp hayata karışıyorum. Adımla-rım sarsak, bol bol da düşüyorum. O an elini uzatıp kalkmama yardım edenim varsa ne mutlu. Kendi halime kahka-halarla gülüp yine hayatın peşinden koşuyorum.

“Edebiyatın öğrettiği en önemli şey özgürlük.

Gençlerin ruhlarının özgürlüğünü keşfedip kendi yolculuklarına

çıkmalarına yardım etmeye çalışıyorum. Kahkahayı,

aşkı, inancı ve mücadeleyi hiç unutmasınlar diye.”

“Özellikle bizimki gibi sıradan günlük hayatımıza kasteden politik gündemli

bir ülkede, yaşamı yaratmak öncelikle kendini

unutmamaktan geçiyor. İnsanı parçalara ayırmaya

hazır bir düzende her parçanın farklı birinde,

başka bir yerde unutulma tehlikesi var.”

Karin Karakaşlı

FOT

RA

F: B

ER

GE

AR

AB

IAN

Page 30: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 30

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

imtiyaz Sahibi: Pilevneli Proje ve Danışmanlık Ltd. Şti. adına

Murat Pilevneli

Genel Yayınlar Direktörü: Yasemin [email protected]

Edebiyat Yayın Yönetmeni: Çağlayan Çevik [email protected]

Yazı işleri Müdürü: Sibel [email protected]

Tasarım Uygulama: Hüseyin Aktü[email protected]

Reklam Direktörü: Serkan Erdoğan [email protected]@istanbulartnews.com

Müşteri ilişkileri ve Abonelik:[email protected]

idari Koordinatör: Kaan Çongaralı[email protected]

Yönetim Yeri:Kılıçali Paşa Mah. Altınbilezik Sk. No:9 D:7

Cihangir - Beyoğlu / İstanbul

iletişim:T: +90 (212) 259 03 94F: +90 (212) 259 03 95

[email protected]

Basıldığı yer:Dünya Süper Veb Ofset A.Ş.

“Globus” Dünya Basınevi 100. Yıl Mh. Bağcılar – İST.

Tel: 0212 440 24 24

Yayın türü: Aylık süreli

ISSN: 2148-1105

IAN.Edebiyat ve ekleri IstanbulArtNews ile birlikte ücretsiz olarak verilmektedir.

Istanbul Art News ve buna bağlı ekleri Pilevneli Proje ve Danışmanlık Ltd. Şti. tarafından yayımlanmıştır. Bu yayında

yer alan yazı ve fotoğrafların tüm hakları kredi sahiplerine veya Istanbul Art News’e

aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz. Tüm yazı ve görsellerden imza sahibi sorumludur.

İlanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir.

IstanbulArtNewsAylık Sanat GazetesiMart, 2015 Sayı: 7

ODAK YAZAR

Can kırılır mı?

Durdurun dünyayı, inecek var!

Bir yazarın amacı insanların yüreğini değiştirmek, onlarda empati yeteneği gelişmesini sağlamak değil elbette. Ama edebiyat bu işe de yarıyor işte. Karin Karakaşlı da sanki bu işe yarasın diye “Can Kırıkları”ndaki hikâyelerinde anlatıcıları veya anlatılanları çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan seçmiş.

Bir insanı tanımak adına o kadar ilgisizizdir ki meraktan doğmayan bilgimiz bizi kör bırakmıştır. Bırakalım ötekini anlamayı insan olarak sevmeyi bilmekle uzaktan ilgimiz yok. Ötekine karşı adaletsizliğimiz, ezici olma isteğimiz de işte tam buradan gelir. Ders kitaplarının yaratmak istediği dünya böyle bir dünya değil midir?

SİBEL KIR [email protected]

Karin Karakaşlı “Can Kırıkları” adlı hikâye kitabında, lirizmi kuvvetli bir hikâye anlatıcısı olarak çıkar karşımı-za. Bu kitabında -belki de bütün yaz-dıklarında- amacı sanki edebî metinler oluşturmaktan çok, canların artık kı-rılmaması için bildiği en barışçıl yolla mücadele etmektir. Kitabın adındaki “kırık”, “kır-” fiil kökünden türeyen pek çok başka kelimeye gönderme yapar. “Can Kırıkları”nın ilk öyküsü “Garine”, “Ermeni Kırımı/Soykırımı” sırasında yaşanan trajediyi insanın içi-ni yakarak duyumsatır. Son öykü “Zoraki Mültecinin Sus-tukları” da yine bir kırıma odaklanır: Kosova’dakine. Karakaşlı için dünyanın farklı yerlerinde, farklı zamanlarda tekrarlayan kırımlar, aslında hep aynı trajedidir. Kitaptaki on bir öykü de başta ve sonda yer alan kırım hikâyeleriyle bir acılar halkasını tamamla-yacak biçimde dizilmiş. İnsa-nın insana ettikleri karşısında gözyaşlarını akıtmaktan başka yol bırakmayan durumlarda yazar, çare diye kalemine sarıl-mış, bir hikâye anlatıcısı gibi tecrübeyi başkalarının yüreği-ne akıtmayı amaç edinmiştir.

Sadece hikâye anlatıcısı de-ğil, hikâye avcısıdır da Kara-kaşlı. Kitabın “Alacakaranlık Kadınları” bölümünde iki ka-dın heykeltıraşın ve son öykü-de kırmızı montuyla dikkati çeken Kosovalı mülteci ka-dının hikâyelerini avlamıştır mesela. “Zoraki Mülteci’nin Sustukları” öyküsü, ekranlar-daki görüntü bombardıma-nından gördüğümüzü anlaya-maz olduğumuz çağda sadece sayılarından değil, üst üste yığdıkları acılarından dolayı da yığınlaşan insanlardan bir kadını o yığından çeker ve acısını nasılsa hepsi-ninkini kapsayacağı bilinciyle dile ter-cüme eder.

Çocuklar, yaşlılar ve kadınlarBir yazarın amacı insanların yü-

reğini değiştirmek, onlarda empati yeteneği gelişmesini sağlamak değil elbette. Ama edebiyat bu işe de yarı-yor işte. Karin Karakaşlı da sanki bu işe yarasın diye “Can Kırıkları”ndaki hikâyelerinde anlatıcıları veya anlatı-

lanları çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan seçmiş. “Garine” ve “Sonrasız”daki ye-tişkin erkek anlatıcılarsa hikâyeleri an-latılan iki yaşlı Ermeni kadının torunla-rı. Böylece yetişkin erkek anlatıcılarına nine-torun ilişkisindeki sevecenlik ve naiflikten yararlanıp çocuksu, masum bir ton yüklemiş.

“Garine” Ermeni tehcirinden kom-şuları tarafından saklandığı için kur-tulan küçük Garine’nin Kadriye adıyla müslüman olarak/ gibi sürdürdüğü ömrünün dramını sessizlik anlarındaki tedirginlikleri üstüste koyup bütünle-yen torununun ağzından aktarılır. Er-menicede “Erzurum” anlamına gelen

Garine’ye “Kuzgun Nene” diye hitap eden torunu, bir kadınlar gününde an-neannesinin “gâvur ölüsü” deyiminden yaralanıp suskunlaşması üzerine son derece masum bir kahramanlık hayali kurar: “Uykuya dalmadan önce sözlük-lerden Kuzgun Nenemi üzen bütün sözcükleri temizlediğimi hayal ettim. O sözcüklerin anlamını bilmiyordum, nenemi neden bu denli üzdüklerini de. Bunlar önemsizdi zaten. Madem ona zarar veriyordu, bu sözcüklerin sonu ölümdü. Elimdeki su tabancasını

hırsla onlara yöneltiyordum. Fışkıran suyla beraber mürekkep akıyor, geriye tertemiz sayfalar kalıyordu. Temiz, be-yaz sayfalar.” (s.13) Karin Karakaşlı’nın acılara açtığı “savaş”ta “hırsla” kullan-dığı kalemi de ancak su tabancası gibi bir “silah”tır. Yıkıp yok etmeyi değil, arındırmayı hedefleyen.

Kuzgun Kadriye Nene’sinin hikâyesini sezgisel olarak doldurup taslağını çı-karan anlatıcı, anneannesinin ölüm döşeğinde sayıkladıklarının Ermenice olduğunu anlayınca asıl öyküyü anne-sine sorar. Kızına bile “yalnızca bir kez ve çok silik olarak” (s.16) anlatmıştır hikâyesini Garine. En derin acılar an-

latılamayanlar değil midir zaten? Yazar, kahramanının sustuklarını anlatıcısıyla dile tercüme etmekte, okuru da metnin boşluklarını tamam-laya davet etmektedir.

17 Ağustos 1999 Körfez Depremi’nden yola çıkılarak yazılmış “Yerin Sesi” başlıklı bölümdeki hikâyelerinden ikisinde, anlatıcılar çocuktur. “Oyuncaklar Arasında I - Me-lül” hikâyesinin anlatıcısı, depremde aile fertleri dışın-da her şeyini kaybetmiş küçük bir kız çocuğudur. “Oyuncak-lar Arasında II - Hepgül”deki anlatıcı ise depremi hissettiği hâlde eskisi gibi yaşamına de-vam edebilen küçük bir oğlan çocuğu. En sevdiği oyuncak köpeği Hepgül’ü deprem bölgesindeki başka bir çocuğa gönderen çocuğun duyarlığı ve fedakârlığı ön plandadır bu öyküde. Bu çocuk, deprem bölgesindekilerin kayıplarını kalbinde hissettiği için göğ-sünün ortası ağrır. Artık bü-tün oyuncaklarından utanır hâldedir. Yıkım yaşamamış bir çocuğun, oyuncağına yüz ifadesine rağmen umut dolu Hepgül adını vermesine kar-şın umutların kırıldığı yere ve

ilk öyküdeki küçük kız çocuğuna ula-şan oyuncak, ancak Melül diye isimlen-dirilebilmiştir. Deprem, Melül’e sığı-nan bu küçük kızı artık ailesinden sevgi görmemeye bile alıştırmış, bitlenince kızının saçlarını kesen annesini “üzül-me Anne, yine uzar.” (s.30) diye teselli edecek kadar da olgunlaştırmıştır.

Can yakan “Can Kırıkları” “Yerin Sesi” bölümündeki ilk öykü

“Rüya”, birinci tekil kişi kadın anlatıcı tarafından anlatılmıştır. Hem deprem

bölgesine İsviçre’den gelen kurtarma ekibine tercümanlık yapan kadın anla-tıcının adını, hem de bu kadının yeryü-züne bir faydası dokunduğuna dair ha-yalinin içerir hikâyenin adı. Bir can’ın kurtuluşuna vesile olduktan sonra artık kendisine ihtiyaç duyulmasını arzular Rüya. Ona göre ancak başka insanlar için bir şeyler yaptıkça cennete dönü-şebilir dünya.

“Alacakaranlık Kadınları” bölümün-deki iki hikâyenin anlatıcısı ise bir öykü yazarıdır ve bu öykülerde aynı anlatıcı kadının sesi duyulur. İki heykeltıraş ka-dınının sustuklarını dinlemek için on-ların en kritik zamanlarında yanlarına sızar. Sanatçıları dinleyen bu anlatıcı, “Sürgün Tanrıçalar”da da karşımıza çı-kar ve Anadolu Tanrıçalarını dinleyip izler.

“Alacakaranlık Kadınları”, başarı-ları aşklarının gölgesinde kalan iki heykeltıraş kadının en zor zamanla-rını anlatır: Camille Claudel ve Mari Gerekmezyan’ın. “Rüzgâra Karşı” Ca-mille Claudel’in, atölyeleri Rodin’in karısı Rose tarafından darmadağın edildikten, üstüne Camille annesi tarafından evden kovulduktan son-ra atölyede geçirdiği sekiz günün hikâyesidir. Daha 34 yaşındayken ölüm döşeğine düşen Mari Gerekmezyan’ın hikâyesinin adı ise “Sabır Taşı”dır. Bir-birleriyle istedikleri zaman ve istedikle-ri kadar birlikte olamayan Mari ve Bed-ri Rahmi Eyüboğlu için hastalık, adeta tek çıkış olmuştur. Sabır taşının çatla-ması gibi gencecik bir beden içinden çatlayarak yok olmuştur. Kadına delilik ve ölümden başka çıkar yol bırakmayan hayattan bu kadınlardaki yaratıcılığı, aşkı ve coşkuyu öne çıkararak alınan in-tikamlar mıdır acaba bu öyküler? Ama intikam almayı seçen bir yazar değildir ki Karin Karakaşlı.

“Yabancı” bölümünde “Arada” ve “Masal Dünya” öyküleri yer alıyor. Bu öykülerde başka ülkelerdeki hayat deneyimleri ve göçmenlik hâlleri işle-niyor. “Arada”da kendi isteğiyle, sabit değerler aramak amacıyla Avrupa’ya master yapmaya gitmiş bir genç kadın, Doğu ve Batı’yı karşılaştırır Karakaş-lı. “Masal Dünya”da ise Rusya’da psi-koloji eğitimi almış, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ül-kesinde geçinemediği, yaşamını sürdü-remediği için Türkiye’ye revü dansçısı olmak için gelmiş bir göçmen kadının hikâyesine yer veriyor. Herkesin Na-taşa dediği İlonka’nın çocukluğunda kurduğu hayalleri Türkiye’de yitip gitmiş, çocukluk aşkına duyduğu bağ-lılığı zedelenmiş, dünyası kirlenmiştir.

Yurdundan gelirken çocukluğunu da yanında taşıyabilmek için Andersen Masalları kitabını getirmiştir aslında. Kendi gibi yaşayabileceği bir dünyaya olan inancını temiz tutmaya uğraşan İlonka, sadece bu inanç uğruna yaşa-mayı sürdürür gibidir.

“Göç” bölümündeki “Sürgün Tanrıça-lar”, “Sonrasız” ve “Zoraki Mültecinin Sustukları” ilk öykü Garine’ye bağlanır. Kaç kez insanlar zorla evlerinden, yurt-larından edilmiştir Anadolu’da. Ço-cuklarını sersefil, umutsuz hâlde yolla-ra düşmüş gören Anadolu Tanrıçaları da çaresizlikten yeryüzünü terk etmiş-lerdir. “Sonrasız” ve “Zoraki Mültecinin Sustukları” birbiriyle tamamlanan öy-küler. “Zoraki Mültecinin Sustukları”nı kim anlatabilir? Yazarlığını adeta sus-kunlukları tercüme etmeye adayan Karakaşlı, Kosova’dan sürülen mülteci kadını ekranda görür görmez ondaki kederi tanıyan bir anlatıcı yaratır: Er-meni tehcirinde düşürüldükleri yolu küçücük bir çocukken tamamlama şan-sına erişmiş bir ihtiyar kadını. Kırmızı montuyla ekrana yansıyan Arnavut ka-dın, yaşlı Ermeni anlatıcıya göre Zıvart teyzesidir. Daha Erzincan’dan sürülme-den sevdiği Hovsep’in vurulduğunu öğrenmiştir Zıvart. Üstüne yerinden yurdundan da olunca bütün umutları-nı kaybeder ve yolda bir köprü üstüne geldiklerinde yeğeninin oyun sanması-nı sağlayarak kendini Fırat’ın sularına bırakır. Son öykü “Zoraki Mültecinin Sustukları”nda Kosova’dan sürülen Müslüman kadın konuşunca Zıvart’ın eylemini arzuladığını duyarız: “Neden hâlâ ölmedim?” (s. 87) diye bitirir söz-lerini.

Bunca can yakan “Can Kırıkları”nı Karin Karakaşlı’nın yazdığı diğer me-tinlerle birlikte düşününce onun ya-zarlık tavrını kendisinin sıkça andığı Andersen Masalları’ndaki “Kibritçi Kız”ın seçimiyle açıklayabilir miyiz? Gördüğü hayali bir süre daha seyret-mek için sermayesini tüketir Kibritçi Kız. Karin Karakaşlı da sanki insanlara iyilik bulaştırma hayalinin peşinden gitmektedir. Yazdıkları, her türlü tek-nik beceriyi de ustaca sergileyebilece-ğini kanıtlasa da o, okuyanın yüreğini değiştirmeyi, kötücül olanı -hadi hak-sızlık etmeyelim kötücül olan sanki bir doğal afettir Karakaşlı’da, insanlardaki olsa olsa gamsızlıktır, onu bile- iyi-leştir-meyi amaç edinmiş bir şifacılığı hedef-ler. Sanat için sanattan, hakikat ve iyilik için feragat etmiş; sanatçı hırsından ve kibrinden sıyrılmış bir Mesihe ruhtur adeta Karin Kakakaşlı.

ARZUHAN BİRVAR

“Şimdi mesela Tanrı olaya el koysa, dese ki: “Geçmişte ve bugünde yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan siz kadınlar, bu hayat sizin! Kurtulun yüklerinizden, çıkın dışarı.”

Yalnızlık sanırım içimizdeki tüm ses-lerle bir barışma hâlidir. Artık yalnız onların konuşmasına izin verdiğimiz, başka sesleri sadece istediğimizde duyduğumuz, ruhumuzun yaralarını hissettiğimiz ve sanırım en çok başka ruhların yaralarını anlamaya çalışaca-ğımız zamanlardır. Yalnızlık bizi dışarı-dan gösterip içeriden göstermeyen bir camdır hayatımızda. Karin Karakaşlı “Müsait Bir Yerde İnebilir miyim?” ki-tabında yalnızlığına şiirlerle cevap ara-yan bir kadını hem yazarının hem de kahramanın mesafesinden görmemizi sağlıyor. İçindeki sese şiirlerle ulaş-maya çalışırken kahramanımız kendi geçmişine doğru gidiyor, bizi ise soru-larına biriktirdiği cevaplarla bırakıyor. Karakaşlı’nın şiirlerle ördüğü anlatısın-da şiirsellik kendi diline de fazlasıyla uğruyor.

Onun kahramanı tercih edilmiş bir yalnızlığı yaşıyor. Aslında başka şekilde yaşamak mümkünken başkasının olma-dığı gerçeğiyle yüzleştiği bir yalnızlık hâli. O bu yolda şiirlerin yardımına ih-tiyaç duyuyor. Şiirler ise acısının damı-tılmış hâline dönüşüyor.

Birçoğumuzun müsait bir yer arzu-su taşıdığı dünyamızda kitabın kadın kahramanının tüm sorgulamaları en azından bir kez belki de birkaç kez ken-dimize yönelttiğimiz soruların içinde vardır. “Herkes zaten kendi monolu-ğunun tek dinleyicisi değil mi?, Hayat unutturur mu yaşananları?, Bir şarkı almaz mı yılların intikamını?, Pat diye gözünüzün önünde beliren ve başka-sının diyemeyeceğimiz denli tanıdık ama bir o kadar da mesafeli öte zaman fotoğraflarını ne yaparsınız? Masumi-yeti korumak, ondan başka neyimiz kaldı?” Kitap bu sorularla devam eder. O, yalnızlık anlarının sorgulamalarını yaparken kendi yalnızlığımıza dair ne çok anın olduğunu fark ederiz. Kadın kahramanımız yalnızlığına her şey-den kaçarak çare arar ve bu insanlar, dünyasını gündelik ayrıntılar, sıradan detaylar üzerine kuranlardandır. Tezer

Özlü’nün lodosta başı ağrımayıp ken-dilerine hâkim olmaları gerektiğini sananlar, sabahları genel konular üze-rine konuşabilen insanlara karşı gös-terdiği ilgi ve merakı kahramanımız da tutulacak evin semtini tartışıp kirasını, nişanının yapılacağı yeri, davetli listesi-ni dert edenlere karşı besler! Peki, onu bu denli yalnızlığa iten sebepler neler-dir? Kendini tanıma yolunda hangi mesafeleri kat etmiştir? Anlayamadık-ça, uyamadıkça ezberi bozulan hayat alışkanlıklarımız mıdır bize hayatın dışında kalmayı tercih ettiren?

insana karşı ne çok hınçla bileniriz Kitap boyunca onu hayatın sevgisiz

düzeni öfkelendirir. Erich Fromm “Sevme Sanatı”nda, insanın ge-reksinim duyduğu an, başkasıy-la kaynaşıp kendi yalnızlığının tutsaklığından kurtulma isteği, insana özgü bir başka istekle, insanın sırrını çözmekle ilişki-lidir, der. Ona göre, yaşam, salt biyolojik yanıyla bir mucize, bir giz olmayı sürdürürken, insan, insanca yanıyla kendisi ve diğer insanlar için bir sır olarak kal-maktadır.

Biz kendimizi tanırız ama yine de harcadığımız tüm çabalara karşın bu eksik kalır. İnsanı tanımak güçtür, çünkü her şey-den önce o bir eşya değildir. Kendimizin ya da bir başkasının varlığının derinliğine ne kadar inersek, ulaşacağımız yerden o denli uzaklaşırız. Çünkü geriye en çok sorular kalır.

Karin Karakaşlı kitabında bir insanın derinliğine nasıl inebi-leceğimizi gösteriyor kahrama-nı aracılığıyla. Peki, nasıl bir harita sunuyor? Fromm, insa-nın sırrını çözmenin iki yolunu gösterir bize: Biri, başkasının üzerinde tam bir egemenlik kurmak, ona istediğimizi yap-tıracak güce erişmektir ki bu isteğin altında derin ve keskin zulmetme ve yok etme dürtüsü yatar. Diğeri ise sevgidir. Karakaşlı kitabında bu yolu deniyor. Kadın kahramanın ka-fasındaki sorular bir başkasını sevme duygusunu tattıktan sonra var oluyor. Fromm, sevmek öğrenmenin tek yolu-dur, ancak bu yolla kendimi, ikimizi ve

insanı keşfederim derken kahramanı-mızın sevgisiz hayata neden öfkelendi-ğini de daha açık görmemize yardım ediyor. “Oysa ders kitaplarının dışında kalanları öğrenmek” için ne çok savaş veririz. Öfke ve ayrılıklar üzerine ku-rarken dünyamızı insana karşı ne çok hınçla bileniriz. Masumiyetimizi kay-bettikçe vicdansızlaşırız, kutuplaşırız. Sevginin bir unsuru olan saygıyı yitir-dikçe ötekinin büyüyüp gelişmesine öfkeyle bakarız.

Yalnızlık dünyayı doldurmuş Kitabın bir yerinde, farklılıklarımı-

zın bedelini ödemeye zorlandığımız-dan söz edilir, Ermeni’sine, Rum’una, Yahudi’sine, yurtseverliği sorgulanması

gereken imparatorluk artığı potansiyel hain gözüyle bakılan bir coğrafyada ya-şadığımız ifade edilir. Bu durumda da aslında saygının yokluğunun sömürü-nün varlığıyla açıklanabileceğini söyle-mek çok zor değil. Bir insanı tanımak adına o kadar ilgisizizdir ki meraktan

doğmayan bilgimiz bizi kör bırakmıştır. Bırakalım ötekini anlamayı bizim insan olarak sevmeyi bilmekle uzaktan yakın-dan ilgimiz yok. Ötekine karşı adalet-sizliğimiz, merhametsizliğimiz, ezici olma isteğimiz de işte tam buradan gelir. Ders kitaplarının yaratmak istedi-ği dünya böyle bir dünya değil midir? Ve tabii Sait Faik’in de dediği gibi “Yal-nızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” Daha bir insanı sevmeyi beceremezken nasıl kucaklayacağız diğerlerini.

Kitap bu ayrıntılardan sonra kadın kahramanın kendi bireysel yolculuğuy-la devam eder. Karl Marks, eğer seven kişi olarak yaşamınızı ortaya koyuyor

ama sevilen bir kişi olamıyor-sanız, sevginiz güçsüzdür veya şanssızlıktır, der. Kahramanı-mız kendisini koca bir boşluğa hamileymiş gibi hissederken yalnızlığıyla çevrilmiştir.

Kimsenin yanında kalma-yıp bir gün herkesin gideceği ile terbiye edilmesi miydi onu bu denli hayattan soğutan ve uzaklaştıran. Şimdi hangi şans-sızlığın bedelini ödemektedir. Kitap boyunca biraz geçmişte ararız bunun izlerini.

Mukaddes ile Sırpuhi öykü-sünde ötekine sevgisizliğin bedeli daha etkileyici anlatılır. Geçmişteki yanlış hesaplarımız, dostluklarımızı da eskimeye bırakır, birçoğu bize başka acı-ların bedelini ödetir. Yaşadık-larını günlüklerinden öğren-diğimiz kadın kahraman bizi hayatının son derece mahrem yerlerine götürmüştür. Bize, yaşarken dillendiremediklerini sanki gizlice ele geçirdiğimiz bir günlüğün içine inceden nakşedilmiş satırları okuyor-muş hissi yaşatır.

Peki neden intihar etmiştir? Doğru bir erkek tarafından kur-tarılamadığından mı? Kendisi

için tam olarak nasıl bir varoluş hayal ediyordu? Kitap, kahramanın cevapsız soruları gibi benim de kafamda soru işaretleri bıraktı. Evet; aile, iş hayatı, eş dost sohbetleri, çoluk çocuğa karış-mak, beyaz bir sayfa çekmek… Bunca hengamenin, karmaşanın, klişenin

ortasında insan yalnız kalabiliyorsa yine de ne mutlu ona. Ne kutsal bir yalnızlıktır o. Veya başka bir varoluş biçimi,“Balonlarına hiç iğne batırıl-mamış insanlardan olmak”, müsait bir yerde inmek mesela –hele ki bu günler-de- mümkün mü?

Page 31: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat

EDEBiYAT 31

IstanbulArtNews

Mart, 2015 Sayı: 7

ODAK YAZAR

Bir başka dil mümkün

İstanbul’a kalan öyküler

Karin Karakaşlı’nın hikâyelerinde olayları ve kahramanları birbiriyle kesiştirmesi, kahramanların birbirlerine dair söyleyeceklerinin sessizlikle, hem de hiç tanımadıkları halde birbirlerini, kelimelere gerek kalmadan sağlamaları o kadar umut dolu ve ütopik bir dünya sunuyor ki içinizden keşke, keşke diyorsunuz…

Karin Karakaşlı’nın geçtiğimiz ocak ayında yayımlanan yeni kitabı “Yetersiz Bakiye”, 12 öyküden oluşuyor. İlk bakışta bütün öykülerin konu bakımından bir ortaklığı görülmese de hepsinin robotik bir sesle duyduğumuz “Dı dıı dııt! Yetersiz bakiye!” uyarısının yarattığı kalakalmışlığın ekseninde birleştiğini görüyoruz…

SEDA BÜTÜ[email protected]

Var oluş trajedisinin çıkmazındaki in-sanın, en güvenli limanı hiç kuşkusuz ki edebiyat. Karin Karakaşlı da edebi-yatı bir sığınak olarak görenlerden. Bu sığınağa toplanan birçok kişiden çok daha şanslı üstelik. Çünkü o ede-biyat ikliminde nefes alabilen sadece bir okur değil, bir yazar da. Verdiği birçok röportajında dile getirdiği gibi yazmadan yaşayamayan bir insan. Za-ten bu durum, üretkenliğinden de kolayca anlaşılabilir. Peki, Karakaşlı ne yazıyor? Kendisini var eden, kimliğini oluşturan, hayatını dolduran ya da te-ğet geçen her şeyi yazıyor. Nasıl yazıyor sorusuna cevap verebilmek için ise çok fazla teknik detaya girmemize gerek kalmıyor. Karakaşlı’nın öykücülüğün-de duygu yükü ağır basan, coşkulu, derin öyküler anlatmanın; biçimsel de-nemelere girmekten çok daha önemli olduğu açıkça görülüyor.

Karin Karakaşlı’nın Can Yayınları tarafından geçtiğimiz ocak ayında ya-yımlanan öykü kitabı “Yetersiz Bakiye”, 12 öyküden oluşuyor. İlk bakışta on iki öykünün konu bakımından bir ortak-lığı görülmese de hepsinin robotik bir sesle duyduğumuz “Dı dıı dııt! Yetersiz bakiye!” uyarısının yarattığı kalakalmış-lığın ekseninde birleştiğini görüyoruz. Zaten kitap da “Kalanlara, sağ kalanla-ra, artakalanlara, kalakalanlara” ithaf edilmiş.

Anlatıcı istanbulKitabın beş öyküsünde İstanbul ya

öykü karakteri olarak ya da olaylara yön veren gizli kahraman olarak var. “Veni Vidi Vici İstanbul”da anlatıcı karakter rolüne bürünmüş, bu görmüş geçirmiş, kadim şehir. Anlatıcı rolündeki İstan-

bul, bir kaybın yasını tutan bir kadına yarenlik eder: “Yadsınamayacak kadar muhteşem bir manzara oldum; anla-sın, ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor diye.” (s. 17) Oysa yitirdiğinin acısıyla bu dostça ilgiye isyanla karşılık verir kadın: “ Kağıt parçaları, kendile-

rine yemek atıldığını sanan ve hayal kı-rıklığına uğrayan öfkeli martıların tiz çığlıkları altında uçuşa uçuşa denizime kondular. ‘Sana martıdan öte karga la-zım,’ dedi hırsla. ‘Kargalar güler hali-ne.’ Kalakaldım. Onun kalakaldığı gibi kalakaldım.” (s. 19)

“İstanbul Gözlerin Kara ‘Sevaçya İstanbul’” öyküsünde ise İstanbul bu kez gizli kahramandır. İki ana karak-ter Bennu ve Sevaçya’yı denize bakan bir evde birleştiren de odur. Kara gözlü Sevaçya’nın gözünün ışığını söndüren de... Markrit Hanım, kar-deşi Sevaçya’nın trajedisini anlatırken “Yalnızca uzun uzun pencereden dışarı bakar, sessizce İstanbul’uyla söyleşirdi Sevaçya. Nice acılarla sınalı bu kadim şehrin kendisini anladığını biliyordu sanki. Sohbetleri, kıyıcı bir sonbaha-ra dek sürecekti. ‘1955 yılıydı kızım. Ortalık Kıbrıs olaylarından gergin. Selanik’te Atatürk’ün evine bomba ko-nulmuş diye bir haber yayıldı. Galeyana gelen bir kalabalık o gece İstanbul’u cehenneme çevirdi. Sonradan anlaşıl-dı, her şey önceden ayarlanmış ama ne önemi var. Yakılan yıkılan kiliseler, gayrimüslimlere ait dükkânlar, evler… En çok da yürekler yandı.’” der. (s.25) Karakaşlı, bu toprakların acıyla tanıklık ettiği büyük yıkımlara yer verir vermesi-ne ama umut ışığını hiç söndürmeden. Bu öyküde de yıllar önce büyük acılarla sınanmış, tamamlanamamış olan aşk başka bir zamanda, başka bir kadının bedeninde de olsa yaşanır.

Yine arka planda olmasına rağmen güçlü bir figür olarak kitabın üçüncü öyküsünde görürüz İstanbul’u. “Seni bu hayatta bile bırakmadılar ki. Burası İstanbul olamaz. Biri değiştirsin artık bu şehrin ismini.” (s.43) diye isyan eder anlatıcı kadın. Nice kötülüklere tanıklık etmiş bu kadim şehrin gördü-ğü en büyük hainliklerden biri olan

Hrant Dink’in öldürüldüğü günü anlatan öyküde şehrin adını değiştirmiştir de yazar: “An-Bul-İst”. Öykü de aynı şekilde bu tepetaklak oluşu hissettirecek şekilde kurgu-lanmıştır. Çizgisel zaman terk edilip ileri geri gidişler-le aktarılır hikâye. Öyküye dair asıl çarpıcı olan Karin Karakaşlı’nın o müthiş duy-gulu sesinin, yüreğinden ko-pup gelen sözlerinin dolup taştığı acıdır. Yazarın coşku dolu, yalansız, yapmacıksız üslubu burada doruğa ulaş-mıştır.

Bana bunu yapmayacaktın Sabiha

Yine yaşadığımız coğraf-yanın kaderimiz olduğu gerçeğini yüzümüze vuran bir öykü olarak “Sabiha”yı okuruz. Dersim sürgünü bir kadının kızı olan anlatıcı karakter Sare’nin, kızı Eyşa ve havaalanındaki yazar ka-dının etkisiyle kendini bulu-şunun hikâyesidir bu öykü. “Ne ilk görüşüm onu ne de son. Ama bugün kızımla ara-

ma girdi ya, yaşayan birine bakar gibi bakıyorum. Bana bunu yapmayacaktın Sabiha… Geçmişimi aldın da, bugünü-me dokunmayacaktın” diye Sabiha’ya meydan okur Sare. (s.51) Bu meydan okumanın sonucunda ilk defa kendi-ne dönebilir, kimliğini keşfetmenin ilk

adımını atar. “Zeugma’da Tufan Günleri”nde su-

ların altına mahkûm edilerek bir nevi yerinden yurdundan edilen, yerin ve toprağın tanrıçasının mozaiği ile onun-la aynı kaderi paylaşarak toprağından koparılmış kadının ortak acısına şahit oluruz. Buradaki dostluk ve birbirinin hâlinden anlama durumu bambaşka bir coğrafyada, Berlin’de gezinen an-latıcı kadının, cesaretle kocalarının ölüm kamplarına gönderilmesine karşı çıkarak onları kurtaran hayalet kadın-larla diyalogunda da karşımıza çıkar. Aynı şekilde Arnavutköy yokuşlarında coşkuyla sevişmeye koşan çiftin taşkın sevinciyle, baharı hissedince aşkla do-lup taşarak sevgilisine makarna yapma-ya gideninki ortaktır.

Karakaşlı’nın edebi dünyasında umut var

Görüldüğü gibi mekânlar, karakter-ler, meseleler ne kadar farklı olsa da

engele takılma ve yarıda kalma, öylece kalakalma hâli, tüm öyküleri bir nok-tada birleştiriyor. Berlin’deki yalnız kadın, Fransa’da “Arapların fakir ola-nından” Esat, Zeugma’da mozaik, Ha-rabati Aile Bahçesi’ndeki Xezal ya da terminaldeki kaçak… Kahraman kim olursa olsun hikâye bize hiç yabancı gelmiyor. Kimlikler değişebiliyor ama altından hepimizin yaşadığı insanlık durumları çıkıyor birer birer.

Öykülerin tamamına dair diğer bir ortaklık da içinde barındırdığı umut. Hayatın her türlü engeline, zorluğu-na, kötülüğüne rağmen Karakaşlı’nın edebi dünyasında umut var. Yazar bu umudu, okura o coşkun diliyle; süssüz, hesapsız anlatımıyla rahatlıkla aktarı-yor. Öyküler içinde toplayıp getirdiği çalı çırpı, dibinde çamur da olsa dup-duru akan bir nehrin ferahlığını hisset-tiriyor okura.

Öykülerin duygu yükü bu kadar yoğun olunca biçimsel çabanın arka planda

kalıyor oluşu çok daha anlaşılır oluyor. Toplumunun ve kendisinin belleğini dolduran onca yaşanmışlığı yazmayı seçen bir yazar olarak Karakaşlı’nın, pürüzsüz, çağıldayan anlatımıyla öykü-lerini çok da biçimsel özelliklere takılı kalmadan yazması çok da yadırganacak bir durum değil. “An-Bul-İst” öyküsün-de Hrant Dink’in cinayetinden sonra yazamayan kadın karaktere melek Mi-kael “İyi de sen yazmaya çalışmazsın, bir başladın mı su gibi akar satırlar.” diyerek Karakaşlı’nın yazma yöntemini de ifade eder, kanımca. (s.30)

Yine “An-Bul-İst” öyküsünde artık ya-zamadığını söyleyen anlatıcı karakte-re “Neden ama; sen kendini yazıdan bilirsin…” der melek Mikael. (s.30) Mikael’in tavsiyesi üzerine kadın yaz-maya başlar. Karakaşlı’nın da yazma motivasyonu olarak belki bu en ilksel yazma dürtüsünü; kesintisiz, içinde çağladığı gibi kendini anlatabilme dür-tüsünü görüyoruz.

SEVAL ŞAHİ[email protected]

“Başka Dillerin Şarkısı”, Karin Karakaşlı’nın 1991-1998 yılları arasın-da yazdığı hikâyelerden oluşuyor ve yayımlanan ilk eseri.

Karakaşlı’nın hikâyelerinde ilgi çekici ilk özellik şiirsellik. Oldukça içten bir şiirsellikle donatılmış bu hikâyelerin ilk kısmı “Büyüyünce Ne Olacaksın?” başlığı altında toplanmış Ses, Söz ve Sis’in çocukluk arkadaşlıklarının bi-tip, büyüyüp yeniden o zamandaki hallerine dönüp baktıkları, o son ba-kışın dondurulmaya çalışıldığı ama asla geri gelmeyen bir zaman dilimine yakılan hem ağıt hem güzelleme nite-liğinde.

Çok yakın arkadaşların aşkla, sevdayla örülmüş, iki kişinin bir olmaları, birbir-lerini tamamlamaları üzerine kurulu bu hikâyelerde Ses, Söz ve Sis birbirini bazen tamamlıyor bazen de eksik kalı-yor. Eksik kalan Z, bir vapurun tanıklık ettiği cinayetle sislere karışıyor. Z her şeyi tek tek denize atarken geçmişe dair her şey de denizin dalgaları arasın-da kaybolup gidiyor. Aslında bir geçmiş değil de bu hatırlanan, anımsananın bir daha geri dönmeyeceği bir zaman diliminin sıcaklığının siste kaybolup gidivermesi. Yaşanan derin duygular, birlikte çekilen acılar, gençliğin tüm heyecanı, gözü karalığı, her şeyi başa-

rabilecekmiş gibi yaşama cesa-retinin siste kaybolması… Her biri başka yerlere, başka zaman-lara dağılan ortak bir coşkuyu paylaşanların o coşkuyu hep aramaları…

Sevginin sevdaya, aşka dönüş-tüğü Ses’in Söz’e Söz’ün Sis’e eriştiği ve sonra kaybolduğu bir dünyanın gençlikle birleşmesi-nin hikâyeleri bunlar. Fakat ye-niden bir araya getirilemez bir şey değiller: “Boşluğun uğultu-su olur kulaklarımda; üzerine, her dili aynı tekdüze vurgularla yeniden yorumlayan uçak mü-rettebatının bitmez tükenmez anonsları. Yorumlama sözü bu-rada uymadı.

Yeniden yaratmadır yorum, caz gibi örneğin.” Yorum, bir hatırlama, her şeyin yeniden canlandığı, umut verdiği, ya-şanan çok az bir zaman dilimi bile olsa sevdanın verdiği güç ve enerjinin bir uçak uğultusunun kulaklarda bıraktığı kalıntı gibi. Orada hep var olduğunu bil-mek eksik kalan Z’nin her şeyi denize fırlatmasına rağmen ya-şanan bir güzelliği hatırlamanın da sevinci. O halde ne aynalar ne fotoğraflar ne görüntüler… Hepsi aynı zamanda biz ve biz değiliz… Ken-dimizden ne zaman ve ne kadar çok kendimiz çıkardığımızla ilgili hepsi..

Bizi çoğaltan ya da çoğaltırmış gibi gös-terirken eksiltenlerle ilintili…

İkinci bölümdeki hikâyeler “Çok Az Pek Fazla” başlığı altında toplanmış.

Buradaki hikâyelerde de bir öncekinde olduğu gibi iki ki-şinin bir olması, bu birlik ve tamamlan/ma/mışlıktan bam-başka bir bütünlükle, bir dille çıkması öne çıkan tema. Fakat burada kişinin kendi dilini ya-ratması artık sadece bir diğeri-nin onu anlaması ve birlikte bir dil yaratmalarıyla yetinilmiyor. Örneğin bence kitabın en çar-pıcı hikâyesi olan “Çöpkadın”, farklılığını eksiklik gibi görmüş, ona öyle görmesi öğretilmiş; bu-nun güzelliğini bertaraf etmeyi tercih ederek her şeyin atıldığı, fırlatıldığı, eskitildiği çöplerin içinde kendini ararken tüm bu fırlatılmış nesnelerle arasında bir dil bulup orada kendiyle bütünleşmeye çalışıyor. Nesne-lere sızan yaşanmışlık, bu yaşan-mışlığa kulakların tıkanması ve paylaşarak nesnelerde bırakılan izlerle haşır neşir olmak yerine fırlatıverilmelerine bir karşı du-ruş aynı zamanda Çöpkadın’ın hareketi. Onu gören bir başka hikâyenin kahramanı kadının yaşadıkları da öyle. Kızgınlık-la metronun camına yapışan kadınla, onu gören genç kızın

düşündükleri, beklediği kadın gelme-yince elindeki çiçekleri metrodan çı-kan genç kıza veren adamın kafasın-dakiler, genç kızın elindeki çiçeklerle

“öğle adamının” oturduğu yere doğru yönelip onun gösterdiği sandalyeye oturması… Hepsi zamanın farklı farklı dilimlerinin bizi yaşamamız gerekene iten bir deniz dalgası hareketine ben-ziyor. Bu hareketin içinde savruluyor, bazen rüzgârla birlikte dans ediyor, bazense rüzgâra karşı duruyor… Ne olursa olsun sonunda kıyıya vurmayı başararak…

Karakaşlı’nın hikâyelerinde olayları ve kahramanları birbiriyle kesiştirmesi, kahramanların birbirlerine dair söy-leyeceklerinin sessizlikle, hem de hiç tanımadıkları halde birbirlerini, keli-melere gerek kalmadan sağlamaları o kadar umut dolu ve ütopik bir dünya sunuyor ki içinizden keşke, keşke diyor-sunuz. Kelimelerle bedenin, bedenle kelimelerin uyumsuzluğuna inat kendi dilini konuşabilen, kendi dilini bula-bilenlerin hikâyelerini anlatıyor bize. Kendi dillerini bulmak ve konuşmak için mektuplarla tüm insanlığa bir da-vet yolluyor.

Her bir hikâyenin başında hikâyenin bize ne anlatacağını söyleyen şiirlerle hikâyelerini o şairlerin kelimelerine ekliyor Karin Karakaşlı.

Başka Dillerin Şarkısı, sadece bir hikâye kitabı değil, hikâyelerin şiirle harmanlandığı, dahası şiirsel hayatlarla katmerlenebileceğini gösteren Türkçe edebiyatın yüz akı bir eser. Herkesi baş-ka bir dil mümküne çağıran bir mani-festo…

Page 32: Sayfa 18) (Sayfa 29 - 31) (Sayfa 19) (Sayfa 14 - 15) IAN ... · Alice Munro öykü kişilerinin ha-yatlarından kesitler aktarırken bizi uyarıyor gibidir. Hayatımızdan, hayat