rİsÂle-İ mİ’mÂrİyye’de kavramlar ve...
TRANSCRIPT
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ
TÜRK SANATI ANABİLİM DALI
RİSÂLE-İ Mİ’MÂRİYYE’DE KAVRAMLAR VE TERMİNOLOJİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Arzu CAN
İSTANBUL, 2005
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ
TÜRK SANATI ANABİLİM DALI
RİSÂLE-İ Mİ’MÂRİYYE’DE KAVRAMLAR VE TERMİNOLOJİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Arzu CAN
DANIŞMAN: PROF. DR. Selçuk MÜLAYİM
İSTANBUL, 2005
i
İÇİNDEKİLER Sayfa No
1. GİRİŞ ……………………………………………………………........... 1
1.1 Konunun Niteliği ………………………………………………. 2
1.2 Araştırma ve Yayınlar ………………………………………..... 3
1.3 Metot ve Düzen…………………………………………………. 4
2. XVII. YY’DA OSMANLI DEVLETİ’NE VE KLASİK OSMANLI
MİMARİSİNE GENEL BAKIŞ ………………………………………… 6
2.1 XVII. YY’da Osmanlı Devleti ………………………………… 6
2.1.1 Ekonomik Durum ……………………………………. 6
2.1.2 Devlet Yönetimi ……………………………………… 10
2.1.3 Toprak Yönetimi ……………………………………… 11
2.1.4 Askeri Durum ………………………………………… 12
2.1.5 Dış İlişkiler …………………………………………… 13
2.1.6 Bilim …………………………………………………. 14
2.2 XVII. YY Osmanlı Mimarisine Genel Bakış ………………….. 15
3. RİSÂLE-İ Mİ’MÂRİYYE ……………………………………………… 20
3.1 Sedefkâr Mehmet Ağa – Hayatı ve Eserleri …………………….. 20
3.2 Risâle-i Mi’mâriyye’nin Şekilsel Özellikleri …………………….. 27
3.3 Risâle-i Mi’mâriyye’nin Osmanlı Mimarisindeki Yeri ve Önemi .. 27
3.4 Ca’fer Efendi ……………………………………………………. 30
3.5 Risâle-i Mi’mâriyye’nin Bölüm Özetleri ………………………… 31
ii
4. KAVRAMLAR VE TERMİNOLOJİ …………………………………. 36
4.1 Mimarî – Genel ………………………………………………… 38
4.2 Mimarî Unsurlar ……………………………………………….. 44
4.3 Mimarî Tipleri …………………………………………………. 69
4.4 Mimarî Mekan …………………………………………………. 78
4.5 Açıklıklar ……………………………………………………..... 85
4.6 Eşya ……………………………………………………............. 89
4.7 Su Mimarisi ……………………………………………………. 91
4.8 Alan – Toprak ………………………………………………...... 94
4.9 Alan Ölçüsü ……………………………………………………. 97
4.10 Örtü ……………………………………………………............ 102
4.11 Kent Adları …………………………………………………… 105
4.12 Kent Dokusu ………………………………………………….. 106
4.13 Alet ve Araçlar ………………………………………………... 109
4.14 Malzeme …………………………………………………….... 127
4.15 Destek ……………………………………………………........ 150
4.16 Teknoloji …………………………………………………….... 152
4.17 Mimarlık Mesleği …………………………………………….. 158
4.18 Zanaat – Zanaatkârlar ………………………………………… 163
4.19 Temel – Altyapı – Tesisat …………………………………….. 170
4.20 Türk Musikisi ………………………………………………… 172
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME......................................................... 180
6. EKLER ..................................................................................................... 183
Ek 1 İndeks ........................................................................................ 183
Ek 2 Risâle-i Mi’mâriyye’den Örnek Sayfalar .................................. 198
7. BİBLİYOGRAFYA................................................................................. 203
1
1. GİRİŞ
Türk Mimarisi, sadece Doğu ve İslam Mimarlığı değil, Dünya Mimarlık Tarihi
içinde de belli bir yere sahiptir. Araştırmalar, Türklerin mimarlık alanındaki sürekli
gelişiminin o dönemdeki siyasal, idari ve ekonomik kalkınmanın yadsınamaz katkısıyla 16.
Yüzyıl’da doruğa ulaştığını göstermektedir. Anadolu’da Selçuklu, Beylikler ve Erken
Osmanlı Dönemleri’nde genellikle serbest ve gezginci gruplar halinde faaliyet
gösterdikleri anlaşılan, mimar ve mimariyle ilgilenen sanatçıların; beylikten devlete,
devletten imparatorluğa ulaşan topraklar üzerinde ve hızlı gelişen şehirleşme süreci içinde
yeterli olamayacağı anlaşıldığında, önce başkentteki “Hassa Mimarlar Ocağı” kurulmuştur.
Ardından da teşkilatın alt kuruluşları olan taşra teşkilatı düzenlemelerine gidilmiştir.
1453’ten sonraki bir tarihte başlayan Hassa Mimarlar Ocağı’nın faaliyetleri,
devletin gittikçe büyüyen imkânlarıyla birleştirilerek 16. Yüzyıl’ın başlarında “Klasik
Osmanlı Mimarisi Dönemi” nin ilk basamaklarına ulaşmıştır. 1538 yılında bu teşkilatın
başına getirilen Mimar Sinan’ın çalışmalarının yanısıra teşkilatın başkentten
İmparatorluğun en küçük kasabalarına kadar uzanan etkinliği, incelenmesi ve üzerinde
durulması gereken önemli bir konudur. Bugüne kadar incelenen belgeler, Osmanlılarda
imar –bayındırlık faaliyetlerini tüm ülke genelinde üstlenen, organize eden, denetleyen altı
adet mimarlık kuruluşunun varlığını ve bunların bir şekilde asıl teşkilata bağlı olduğunu
ortaya koymuştur.
Anadolu Türk mimarisinin XVI. Yüzyıl’ın başlarına kadar olan dönemlerini
araştıranların yararlanabileceği tarihi belge niteliğindeki malzemeler oldukça sınırlıdır.
Bilindiği gibi bu dönemlerde inşa edilmiş çok sayıdaki mimari eseri incelerken eserlerin
kendisi, eğer varsa kitabesi ve ancak birkaçı günümüze gelebilen vakfiyeleri dışında
kullanılabilir tarihi doküman bulabilmek hemen hemen imkânsız gibidir.
2
1.1 Konunun Niteliği
Bu çalışmanın ana bölümünü Risâle-i Mi’mâriyye ve bu eser içindeki terminoloji
ve kavramlar oluşturmaktadır. Giriş bölümünde de kısaca değinildiği gibi mimari hususları
ya da Osmanlı Devleti’nin sanat ortamında yetişmiş mimarları konu alan dökümanların
birkaç istisna dışında bugüne kadar yeterince araştırılıp incelenmediği görülmüştür.
Osmanlı mimarisinde bazı mimarlar ve eserleri hakkında bilgi veren tarihi kaynaklar
olarak da İstanbul’daki Sultan Ahmet Camii’nin mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’nın Cafer
Efendi’ye yazdırdığı “Risâle-i Mi’mâriyye” dışında sadece Mimar Sinan ile ilgili
yazmaların varlığından haberdarız.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti dünyanın en geniş coğrafyaya yayılmış
devletlerinden biri, aynı zamanda gittiği ve hakimiyeti altına aldığı yerlerin bayındırlık ve
iskan faaliyetlerini de hakkıyla yöneten bir devlettir.Bu devletin bulunduğu ve sahip
olduğu topraklarda birçok mimari eser bırakmış olması da bu yüzden gayet tabii bir
durumdur. Nitekim bu coğrafyada üretilmiş binlerce mimari eser ortadadır. Ancak bu
eserlerin inşa ve tezyinatında emek harcayanlarının çok azının adı, yaşamı ve sanat üslubu
hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Bu bağlamda Risâle-i Mi’mâriyye bahsedilen durumu
aydınlatması adına en öncelikli incelenmesi gereken eserlerden biridir. Ancak bu konu
hakkında yapılan inceleme ve araştırmalar oldukça sınırlı ve hatta yetersizdir.
İncelendiğinde Osmanlı Mimarisinin temel kaynaklarından birini oluşturabilecek bu eserin
hakkında yeteri kadar araştırma olmaması bizi bu konuyu araştırmaya yönelten en önemli
etkenlerden birisi olmuştur.
Bu eserin bizi daha çok ilgilendiren kısmı, kavramların açıklandığı bölüm olmasına
rağmen diğer genel meselelerden bahsedilen bölümler de eserin tamamının incelenmiş
olması bakımından bu çalışmada verilmiştir. Ancak ağırlıklı olarak kavramlar
incelenmiştir.
Bu çalışmada sadece eser yalın olarak ele alınmamış, yazıldığı dönemde devletin
ekonomik, siyasi, kültürel durumu ve sanat ortamı da ele alınmıştır. Ayrıca bu eser
yalnızca mimari terminolojiyi içeren bir teknik kitap değildir. Mimar Sedefkâr Mehmet
3
Ağa’nın biyografisi olma özelliğine sahip olması da eserin farklı bir yönü olarak
değerlendirilebilir. Bununla bağlantılı olarak eserde kendisinden bahsedilen Mimar
Sedefkâr Mehmet Ağa’dan ve eserlerinden de bahsedilmiştir.
Bu çalışma şüphesiz alanındaki bu büyük boşluğu tamamen dolduramayacaktır.
Ancak çalışmamızın bu eser hakkında yapılmış inceleme ve araştırmaları derleyip
toparlaması ve mimarlığa ait bugün bile halen büyük değer arzeden birçok kavramı detaylı
olarak irdelemesi gibi yönleriyle bu konuda bir başlangıç olacağını umuyor ve daha sonra
bu eserle ilgilenecek araştırmacılara ışık tutacağını ümit ediyoruz.
1.2 Araştırma ve Yayınlar
Yukarıda da değinildiği gibi bu eser hakkında yapılan inceleme ve araştırmalar
oldukça sınırlı sayıdadır. Ancak biz ulaşabildiğimiz yayınları şu şekilde sıralayabiliriz:
Öncelikle Risâle-i Mi’mâriyye adlı bu eserin kendi künyesini vermekle başlayalım:
Cafer Efendi, Risâle-i Mi’mâriyye, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Yeni Yazmalar,
No:339.
Eser oldukça erken tarihlerde dikkati çekmiş ve ilk olarak Ahmet Cevdet Bey
tarafından “Kitab ül Mimariye ve Safaname”, İkdam Gazetesi, Sayı: 10373, 26 Şubat
1926; “Konferans Tarzında Serbest Bir Ders Nümunesi”, İkdam Gazetesi, sayı: 10378, 3
Mart 1926; “ Kitabül Mimariye”, İkdam Gazetesi, Sayı: 10385, 10 Mart 1926; “ Kitabül
Mimariyye” İkdam Gazetesi, Sayı: 10395, 20 Mart 1926’da bazı bölümleri yayınlanarak
tanıtılmıştır.
Bu eserle ilgilenen ikinci kişi Tahsin ÖZ olmuştur. Tahsin Öz, “Mimar Mehmed
Ağa ve Risâle-i Mi’mâriyye”, Arkitekt, Sayı:139-140, 1943, S.149-186; sayı:141-142,
1943, s.228-234; Sayı:143-144, 1943, s.276-282; Sayı: 145-146, 1944, s.37-38. Yazmayı
kısaltarak veren araştırmacı daha sonra bu metni bağımsız bir kitapçık olarak da
yayınlamıştır.
4
Adı geçen eserin metni üçüncü kez Orhan Şaik Gökyay tarafından ele alınmış ve
dili sadeleştirilerek kısmen yayınlanmıştır. (Orhan Şaik Gökyay, “Risâle-i Mi’mâriyye –
Mimar Mehmed Ağa Eserleri”, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya Armağan, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1976, s.113-215).
Bu eser zaman içinde yalnız Türk araştırmacıların değil Batılı araştırmacıların da
ilgisini çekmeye devam etmiş, Batılı bir bilim adamı tarafından tıpkı basım ve İngilizce
tam metni bağımsız bir kitap olarak 1987’de yayınlanmıştır. (Howard Crane, Risâle-i
Mi’mâriyye: An Early Seventeenth-Century Ottoman Treatise on Architecture,
Studies in Islamic Arts and Architecture, Supplements to Muqarnas, Volume I, Leiden and
New York, E.J. Brill, 1987).
Son olarak eserin tamamının Latin harfleriyle transkripsiyonu, bir kelime kılavuzu
ve tıpkı basımıyla beraber Mimar İ. Aydın Yüksel tarafından hazırlanmış ve İstanbul Fetih
Cemiyeti İktisadi İşletmesi tarafından basılarak “İstanbul’un 550. Fetih Yılı Adına” 2005
yılında yayınlanmıştır. (Cafer Efendi, Risâle-i Mi’mâriyye, (Haz. İ. Aydın Yüksel), 1.
Baskı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2005).
1.3 Metot ve Düzen
17. Yüzyıl Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden biri sayılan Cafer Ağa’nın
Risâle-i Mi’mâriyye adlı eserinin incelendiği bu çalışma ana olarak;
Birinci Bölüm Giriş,
İkinci Bölüm XVII. Yüzyıl Osmanlı Mimarisine Genel Bakış,
Üçüncü Bölüm Risâle-i Mi’mâriyye,
Dördüncü Bölüm Kavramlar ve Terminoloji,
Beşinci Bölüm Sonuç ve Değerlendirme,
Altıncı Bölüm Ekler ve
Yedinci Bölüm Bibliyografya ana başlıklarından oluşmaktadır.
5
Girişle başlayan bu çalışmanın ikinci bölümünde 17. Yüzyıl’da Osmanlı
Devleti’nin genel durumu, siyasi, ekonomik, kültürel yapısı ve bu dönemde sanat ortamı
ele alınmış, daha sonra 17. Yüzyıl Osmanlı mimarisi genel hatlarıyla ele alınmış ve bu
dönemin en önemli mimarlarından sayılan ve Risâle-i Mi’mâriyye adlı eserin adına
yazıldığı Sedefkâr Mehmed Ağa’nın hayatı ve eserleri hakkında bilgiler verilmiştir.
Üçüncü bölümde, Risâle-i Mi’mâriyye adlı eserin Osmanlı mimarisindeki yeri ve
önemine değinilmiş, şekilsel özellikleri belirtilmiş, Sedefkâr Mehmet Ağa’nın hayatı ve
eserleri, ayrıca eserin yazarı Cafer Efendi hakkında bilgiler verilmiştir. Bu bölüme Risâle-i
Mi’mâriyye’nin bölüm özetleri de eklenmiştir.
Çalışmanın ana konusunu oluşturan esere ait terminolojiyi incelediğimiz dördüncü
bölüm, bu çalışmanın da belkemiğini oluşturmaktadır. Bu bölümde eserde kullanılan ve o
dönemin mimarisine ait teknik terimler ve kavramlar, “mimari unsur, yapı tipleri,
malzeme, alet ve araçlar, vb” başlıklar altında incelenmiştir. Kavramlar eserdeki
sıralamalarıyla ele alınmıştır.
Çalışma sonuç ve değerlendirme başlığını taşıyan beşinci bölüm, indeks ve Risâle-i
Mi’mâriyye’den örnek sayfalar gösteren eklerden oluşan altıncı bölüm ve son olarak da
bibliyografya başlığını taşıyan yedinci bölümle nihayet bulmaktadır.
6
2. XVII. YY’DA OSMANLI DEVLETİ’NE VE KLASİK
OSMANLI MİMARİSİNE GENEL BAKIŞ
2.1 XVII. YY’da Osmanlı Devleti
Sinan’ın ölümüyle 18. YY başı arasındaki dönemin mimarlık ürünleri, “Osmanlı
Mimarlığının İkinci Klasik Çağı” adı altında toplanabilir. Osmanlı tarihinde ise bu çağ
biraz eskimiş bir deyimle “Duraklama Çağı” olarak anılmaktadır. 16 YY sonunda, o
zamana kadar Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan ve güçlü kılan toplumsal ve yönetimsel
kurumlarda başgösteren aksaklıkların yayılması sonucu ortaya çıkan zincirleme
bozukluklar, toprak gelirlerini azaltmış, askeri başarılar seyrekleşmiş ve ekonomik
sıkıntıların etkisiyle toplumsal bunalımlar başgöstermiştir. Osmanlı mimarisinin “İkinci
Klasik” çağındaki yapı üretiminin değerlendirilmesi, bu tarihi gelişmelerin genel yapısının
bilinmesine bağlıdır. Bu bölümde ekonomik, toplumsal ve kültürel olgularıyla genel
çevresi belirlenen dönemin mimari oluşa etkileri açıklanmaya çalışılacaktır.1
2.1.1 Ekonomik Durum
1580 yıllarında başlayan ve 17. YY’da etkili olan iç bunalımların ve dış yenilgilerin
gerisinde önemli ekonomik sorunlar bulunmaktaydı. Osmanlı bütçesinin denk gelmemesi
Kanuni Sultan Süleyman öldüğü sıralarda başlamakla birlikte 17. YY başına dek gelir ve
gider arasındaki fark fazla değildi ve açık, İç Hazine’den alınan parayla kapatılmaktaydı.
1597 yılında harcamaların birden gelirin üç katına yükselmesi üzerine ilk kez
devalüasyona başvurulmuştu. Olağan dışı açıklara neden olarak gösterilen İran ve
Avusturya Savaşları’na, Celali Ayaklanmaları’nın da eklenmesiyle, 17. YY başında gelir-
gider arasındaki fark aşırı düzeye ulaşmış; ancak Sultan I. Ahmet zamanında (1603-1617)
Avusturya Savaşları sona erdirilip iç ayaklanmalar yatıştırılarak bütçe düzene sokulmuş ve
Sultan Ahmet Külliyesi bu iç ve dış barış ortamında vücuda getirilmiştir. Ancak ekonomik
refah uzun sürmemiş, Sultan Ahmet’in ölümünden sonraki altı yıl içinde (1617-1623) dört
kez padişah değişmesi (I. Mustafa, II. Osman, yine I. Mustafa ve IV: Murat) ve her cülusta
bahşiş dağıtılmasıyla boşalan Hazine’de, IV. Murat’ın cülusu için dağıtılacak bahşiş parası
1 Zeynep Nayır, Osmanlı Mimarlığı’nda Sultan Ahmet Külliyesi ve Sonrası (1609-1690), İTÜ Yayınları, İstanbul, 1975, s.3
7
bulunamamıştır. Önce bahşişten vazgeçtiklerini bildiren Ocaklıların sözlerinde
durmamaları karşısında ödünç para alınarak ve Saray’daki altın ve gümüş eşyadan para
basılarak sorun çözümlenmiştir. Dört cülusta bahşiş olarak Hazine’den çıkan 12,000 yük
akçenin Sultan Ahmet Külliyesi yapımı için harcanan tutarın altı katı olduğunu hatırlamak,
cülus bahşişi için dağıtılan paraların değerinin anlaşılması bakımından önemlidir.
Uzun süren savaşlar sırasında birkaç cepheye bölünen orduda öncekinin iki katı
asker bulundurulması gereği, devlet giderini artıran başka bir etmendir. Ancak deftere
kayıtlı asker sayısı savaşa katılan eylemli asker sayısından fazla olduğu için karşılıksız
beslenen askerin giderleri bütçeye yüklenmekteydi. Bu durumu düzeltmek isteyen IV.
Murat’ın saltanatı sırasında (1623-1640) sıkı tedbirler alınarak ocak kayıtları denetlenmiş,
asker sayısı indirilerek iç ve dış hazinenin durumu düzeltilmiş, Ocaklıların maaşları tam
ayarlı parayla ödenebilmiştir. Fakat bu dönemde ekonomik kaynaklar henüz geniş
kapsamlı yapı girişimlerine dönüşecek etkinlik kazanmamıştır. IV. Murat’ın Topkapı
Saray’ında yaptırdığı revan ve Bağdat Köşkleri dışında başlıca yapı faaliyeti Valide Kösem
Sultan ve sadrazamlara aittir.
Sultan İbrahim’in saltanatının başında Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın tutumlu
yönetimi ile paranın değeri yükseltilmiş, Hazine bir süre düzene girmişse de Padişahın
tutarsız davranış ve istekleri kaynakları kısa sürede tüketmiştir. IV: Murat erkek
kardeşlerini öldürttüğünden Osmanlı neslini sürdürecek tek erkek olması dolayısıyla biran
önce erkek çocuk sahibi olması gerekli görüldüğünden, Sultan İbrahim’in haremine çok
önem verilmiş. Samur kürkeaşırı düşkünlüğünün ortaya çıkardığı giderler de eklenince
halk macun ve samur adları altında vergilendirilerek bu harcamalar için para ödemek
zorunda bırakılmıştır. Sultan İbrahim’in geçici heveslerinin tatmin edilmesiyle geçen
saltanatı sırasında (1640-1648) söze değer bir yapı faaliyetine girişilmemiştir.
Babasının tahttan indirilişi üzerine yedi yaşında padişah olan Sultan IV. Mehmet’in
saltanatının ilk yılları boş hazinenin ve sakat yönetimin doğruduğu sıkıntıların çekildiği
bunalımlı bir dönemdir. Bu sırada ekonomik durumun düzeltilmesi sorunuyla uğraşan
Tarhuncu Ahmet Paşa, son on yıllık bütçeleri inceleyerek harcamaların artış nedenlerini
araştırmış, saray masraflarından ileri gelen 1600 yük akçe bütçe açığının bazı
kısıtlamalarla kapatılabileceğini ileri sürmüştür. Fakat harcamları azaltılan veya vergiye
8
bağlanan kimseler Sadrazam’a düşmanolmuşlar, IV. Mehmet’i tahttan indirerek yerine II.
Süleyman’ı getirerek bir tasarısı olduğunu yayarak Ahmet Paşa’nın öldürtülmesine sebep
olmuşlardır (1653). Devletin gelir kaynakları artmadığına göre masraflar kısılmadıkça
ekonomik bunalımı çözümlemek güçtü. Öyle ki Hazine mukataalarının içinde bulunulan
yıldan başka gelecek iki yılın gelirleriyle birlikte satılması yoluna gidildiği halde bütçe
açığı kapatılamamıştır. Gelecek yıllar için gerekli kaynakların önceden harcanması
anlamını taşıyan bu yanlış tutumu izleyenler devletin daha büyük bir darlığa doğru
sürüklendiğini görememekteydiler. Ayrıca bu koşullarla Hazine’ya alınan paranın da
yeterli olmaması karşısında başka bir çözüm yolu aranması zorunluluğu duyulmuştur.
Hazine’de bulunan tam ayarlı paralar sarraflara verilerek karşılığında düşük ayarlı fakat
toplam olarak birkaç katı para alınmışsa da soruna tek yönlü bakılmış olduğundan sonuçlar
da önceki hesaba uymamıştır. Kendilerine ulufe olarak da ödenen düşük ayarlı parayı
İstanbul esnafının kabul etmemesi karşısında öfkeye kapılan askerler şiddetli bir tepki
göstererek kanlı olaylarla sonuçlanan Vakvak Ayaklanması’na girişmişlerdir (4 Mart 1656).
Aynı yıl Osmanlılar’ın Girit kuşatmasını engellemek için harekete geçen
Venedikliler Ege Denizi’ndeki bazı adaları ele geçirmişler ve Çanakkale Boğazı’nı da
sararak İstanbul’un beslenme yolunu tıkamışlardı. Başkentte kıtlık meydana getiren bu
olay sonucu halk can güvenliğinin de tehlikede olduğunu düşünerek endişeye kapılmış, bu
bunalımlı dönemde devleti kurtaracak bir sadrazam bulmak için soruşturma yapan Turhan
Valide Sultan’a Köprülü Mehmet Paşa salık verilmiştir. Çıkarcı çevrelerin düzenlerini
Köprülü Mehmet Paşa kendisine önerilen görevi ancak şartlı olarak kabul edebileceğini
belirtmiş, Valide Sultan da Paşa’nın tam yetkiyle Sadrazam olmasını uygun görmüştür.
Bütçe açığının kapatılabilmesi için devlet gelirleri yanında vakıf ve benzeri
kaynakların da Hazine’ye alınması gerektiğini ileri süren Köprülü Mehmet Paşa,
hoşnutsuzluk belirtileri ve karşı çıkışlara aldırmayarak düşüncesini uygulamaya
koyulmuştur. Venedikliler’in Çanakkale Boğazı’ndan uzaklaştırılmasından (1657) sonra
Erdel üzerine sefere çıkılarak (1658) yıllık haraç tutarı saptanmış ve anlaşma yapılmıştır
(1660). Bu arada Köprülü Mehmet Paşa’nın sert davranışlarından hoşlanmayan bazı
Anadolu valileri baş kaldırmışlarsa da ayaklanma bastırılmıştır (1659). Köprülü Mehmet
Paşa’nın sert ve haksız davranışları olduğu, kendisine ve oğluna rakip olabilecek kimseleri
9
ortadan kaldırarak memlekete zarar veridğini ileri üsren tarihçiler de vardır. Değerli bir
komutan olan Dlei Hüseyin Paşa’nın idamı (1658) gibi olumsuz kayıplar verilmeine
karşılık Köprülü Çağı’nda devlet mekanizması işlerlik kazanmış ve ekonomik durum bir
ölçüde düzene girmiştir. Mehmet Paşa’nın ölümünden önce devlet bütçesindeki açığın
yalnız 124 yük akçeolması bunu kanıtlamaktadır. 2
Köprülü Mehmet Paşa zamanında Viyana bozgununa kadar Osmanlı bütçesi
yaklaşık olarak denkleştirilmiştir. Bu sürede rahatlayan ekonomik durum yapı
faaliyetlerinin etkinlik kazanmasına imkan vermiş, Köprülü Mehmet Paşa’nın
Divanyolu’nda yaptırdığı külliye ile başlayan kıpırdanış Yeni Cami, Kara Mustafa Paşa
Külliyeleri ile hızlanmış ve Anadolu’da da etkinleşmiştir. Fakat 1683 yılında başlayarak
Karlofça Barışı’yal sonuçlanan savaşlar sırasında yine ekonomik bunalım başgöstermiş,
yeni konulan vergilerden sağlanan gelir de yetmediğinden, Saray’daki altın ve gümüş
eşyadan para basılmış, mukataa ve hasların işleyecek gelirleri toplanarak daha önce de
uygulanan aldatıcı bir ekonomik rahatlama meydana getirilmesi yoluna gidilmiştir. Viyana
bozgunuyla başlayarak 100 yıl sonuna ulaşan kargaşalığı Naima kendi görüşüne göre şöyle
yorumlamaktadır: 3
“Gediği açan kapar, binayı yıkan yapar darb-ı meseline göre, bu mağlubiyetin
çaresini yine Kara Mustafa Paşa’nın bulması ihtimali var iken Padişah’ın bazı yakınları
güya devletin ırzını korumak bahanesiyle Padişah’ın hiddetini harekete geçirdiler. Fakat
Kara Mustafa Paşa’nın katledilmeis ve malının Hazine’ye alınması hiçbir gedik
kapatmadığı gibi harb ve maluliyet belasına da çare bulunamadı. Muharebe uzadı,
durmadan hududa asker sevki icap etti. Hazine boşaldı, hudud eyaletlerinde fesat ve fitne
çoğaldı. Venedik mel’unları da sudan sebeplerle barışı bozarak Akdeniz’de kavga ve
Mora’ya asker çıkardı. Aynı zamanda Moskof dedikleri kötü huylu hınzırlar Azak
taraflarını istilaya başladılar. İslam ülkesinin dört tarafını düşman gürültüsü sardı. Bu
sıralarda sadrazam olanlar hududlara asker, mühimmat vemaaş göndermekte büyük güçlük
çektiler. Bunlardan kimi üç-beş gün içinde azl edildi, kimisi de telaşından önemli işleri
görmez oldu. Birçok vezirler değişti ise de iki taraf arasını bulacak kabiliyette bir vezir
gelmedi. Muharebe devam etti. Ordunun masrafını karşılamak için toplanan vergiler 2 Osmanlı Devleti Tarihi, (Editör Ekmeleddin İHSANOĞLU), C.I., İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi, İstanbul, 1999, s.52-53 3 Zeynep Nayır, a.g.e., s.7
10
yüzünden reaya perişan oldu. Nice vezirler kumandanlar şehit düştü. Savaş böylece 1696
senesine kadar devam etti ki harp başlayalı 15 sene olmuştu. Sadrazamlık akıllı, değerli,
isabetli fikirli, Padişah’ın mizacına göre hareket etmesini bilen Amcazade hüseyin Paşa’ya
verildi.”
Ekonomik bunalım Karlofça Barışı (1699)’ndan sonra da bir süre etkin olmuşsa da
III. Ahmet’in uyumlu tutumlu yönetimiyle, orduda ve yönetici kadroda yeniden düzenleme
yapılması yoluna gidilmiştir. 18. YY başlarındaki barış döneminde etkin bir yapıcılık
filizlenmekte, özellikle Pasarofça Anlaşması’ndan sonraki dönemde yapıcılığın sivil
mimarlık konusunda yoğunlaştığı görülmektedir.
2.1.2 Devlet Yönetimi
16. YY’ın son çeyreği ile 17. YY içinde Osmanlı tahtına çıkan padişahların devlet
yönetimine katılmaları ve yönetici olarak gösterdikleri başarı oranı oldukça düşük olmuştur.
Bu dönemde padişah olanlar arasında sarhoş, yarı deli, av ya da saray yaşamına düşkün
olanların çokluğu dolayısıyla devlet yönetimi sadrazam ve vezirlerin sağduyusuna
bırakılmıştır. Ne var ki, vezirlik ve diğer kademe görevleri, verimli çalışacak, yetenekli ve
tecrübeli yöneticilere verileceğine rüşvetle satıldığından devlet yönetim kadrosu da
zayıflamıştır. İyi çalışmamaları yanında rüşvetle işbaşına gelen yöneticiler devlete iki
yönden zarar verir olmuşlardır: 4
1. Rüşvet alan yönetici durumunu koruyabilmek için o mevkii satın
alabilecek ya da o yere uygun görülebilecek kişileri ortadan kaldırmayı
düşünmüştür.birçok değerli paşa ve vezir bu kötü niyete kurban edilmiş
ya da İstanbul’dan uzaklaştırılarak yararlı insan gücü kaynakları verimsiz
kılınmıştır.
2. Rüşvetle görev satın alan yönetici halka yararlı olmaktan çok, görevinin
sağladığı imkanlarla maksimum kişisel başarı elde etmeyi
düşündüğünden yasadışı yollardan kazanç sağlamaya çalışmıştır.
4 Zeynep Nayır, a.g.e., s.8-9
11
Devletçe denetlenemeyen valiler halkı zor duruma sokmuş, kötü
tutumlarıyla Celali İsyanları’nın nedenlerinden biri olmuşlardır.
Ayrıca çocuk yaşta tahta çıkan oğulları yerine söz sahibi olan valide sultanlar, uzun
yıllar devlet yönetimini ellerinde tutarak, sadrazam seçimi, büyük memurların atanması
gibi işleri yürütmüşlerdir. Ancak memleket sorunlarının derinliğine eğilmeksizin, menfaat
dürtüsüyle ya da aracıların görüşlerine göre verdikleri kararlar çoğu kez devlet yararına
olmadığından, İmparatorluk dış saldırıların ve iç ayaklanmaların kolayca yıpratabileceği
bir duruma itilmiştir.5
2.1.3 Toprak Yönetimi
Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet toprakları, çeşitli kamu hizmetlerine karşılık
olarak yöneticilere verildiğinden, devletle toprağı işleyen halk arasında yer alan yönetici
kadroların –umera- tutumları tarım gelirlerine dayanan sistemin işlemesinde önemliydi. 16.
YY sonundaki uzun savaşlar sırasında merkeziyetçi rejimin baskısının zayıflamasından
yararlanan yerel yöneticiler, kendi başlarına buyruk olmaya heveslenmiş ve çiftçi halkı,
imkanlarını aşan yükümlülüklerle zorlamaya başlamışlardı. İsteklerini gerektiğinde zorla
elde etmeye başvuran yöneticiler, “sekban” veya “sipahi” olarak adlandırılan geniş bir
asker kütlesi barındırmaktaydılar. Halkın hakkını korumak için merkezi hükümet
tarafından görevlendirilmiş “yiğitbaşılar” ancak kısa bir süre etkili olabilmişler, yeniden
saldırıya geçen eyalet askerleri yağma ve talana başlamışlardır.
Böylece ilk Celali ayaklanmaları sekbanlarla köylüler arasındaki çarpışmalarla
başlamış, hazırlıksız ve güçlü bir örgütlenmeden yoksun olan köylüler askerlere karşı
dayanamayarak çabucak dağılıvermişlerdir. Bu çözülüşün niteliği ayaklanmaların geleceği
açısından ilgi çekici ve önemlidir. Kendi toprağındna kopan köylü başka bir yere gidip
yerleşmiyor, diğer bir beyin himayesine girerek onun “sekban”ı oluyor; dolayısıyla
kendisinin yitirdiği savaşı vermekte olan başka köylülere karşı, onları yerlerinden koparan
güç olarak kullanılıyordu. Sonunda köylü sayısı aleyhine büyüyen sekban kesimi, kentleri
bile ezecek ölçüde kuvvet toplayarak devlet ordularına karşı durmuştur. Eyaletlerdeki
birikime, Avusturya’yla savaşmaktan kaçtıkları için dirlikleri kesilen sipahiler de katılınca 5 A’dan Z’ye Kültür ve Tarih Ansiklopedisi, C. II, Yeni Şafak Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.192
12
(30,000 kadar) ayaklanmanın çapı genişleyerek yayılmış, Suriye ve Irak gibi merkezden
uzak yörelerde devlet gücü tümüyle etkisiz kaldığından, ticaret ve haç kervanlarının
hareketleri imkansız kılınmıştır. Ekilmesi gereken topraklar boş kaldığından kıtlık çıkmış,
toprak vergilerini alamayan tımarlı sipahiler d güç durumda kalmışlardır. Kuyucu Murat
Paşa’nın yürüttüğü üç yıllık (1606-1609) bastırma hareketi ile elebaşı eşkiya
kuvvetlerinden 30,000, küçük çetelerden 25,000, ayrıca ele geçnlerden 10,000 kişi
öldürülerek güvenlik sağlanabilmiştir.
2.1.4 Askeri Durum
Genellikle, Yeniçeri Ocağı’nın bozulmasının III. Murat’ın şehzadeleri için
yaptırdığı sünnet düğününden sonra başladığı kabul edilir. Eğlenceler sırasında hüner
gösteren hokkabaz ve benzeri kişilerin bir lütu folarak Ocağa alınması, devşirme yasasına
ve Ocak törelerine aykırıydı. Buna karşı duran Ferhat Ağa istifa etmiş, fakat Padişah’ın
isteği yerine getirilmişti. Yeniçeriliğin başlangıcından beri Hristiyan halktan devşirilen
gençler belirli bir disiplin ve yöntemle eğitilerek hazırlanmaktaydılar. Hiç eğitim
görmemiş kişilerin katılmasıyla Ocak içinde ikilik meydana getirilmiş, iç denetim etkisiz
kılınmıştır. Nitekim, çalışmadan gelir sağlamak çekici geldiğinden, hokkabazları örnek
alan başkaları da Ocağa girmek istemişler, Ocak Ağası’na rüşvet vererek kayıt olma usulü
yaygınlaşmıştır. Yeniçeri Ocağı ileri gelenlerinin bu yolla kayıt ettirdikleriyle asker sayısı
görünüşte çoğaldığı halde, yeni kayıt olanlar özel işlerinde çalışıp askerliğin yalnız ulufe
almak yönüyle ilgilendiklerinden, eylemli asker sayısında artış olmamıştır. Ancak, 16. YY
sonunda başlayan ve uzun süren İran, Avusturya savaşları dolayısıyla askerin çeşitli
cephelere bölünmesi karşısında, devşirme asker yetmediğinden Ocağa başka yollardan da
asker sağlanması zorunlu olmuştur. Örneğin, birkaç yıl aday olarak yurt savunmasında
çalışanlar “kuloğlu” adı altında Ocağa yazılmışlar, Ocağa müslümanlardan da yeniçeri
alınarak devşirme düzeni bırakılmıştır.6 Çünkü zaten devşirme sistemini devam ettirmenin
artık pek de mümkün olmadığı bir döneme girilmişti çünkü devşirmeyi eski yaygınlığı ile
sürdürmenin şartları ortadan kalkmıştır artık.7
6 Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı:19, Yapı Kredi Yayınları 1229; Yıl:1999, s.262-263; Zeynep Nayır, a.g.e., s.11 7 Mehmet Öz, “17. YY’da Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, Sayı:58, Yıl:1999, s.52-53
13
17. YY için önemli bir sorun da asker ayaklanmalarıdır. Padişahları tahttan indiren,
giderek öldürebilen, sadrazamları parçalayan bu güç, ne zaman patlayacağı belli olmadığı
için ürkütücü olmuştur. Aslında iyi bir yönetimle askeri güç Saray’ın mutlakiyetine karşı
olumlu bir denge elemanı olarak yararlı olabilirdi. Ne var ki, Ocak ayaklanmaları ender
olarak ülke sorunlarına çözüm getirme amacı gütmüş, genellikle uluflerin zamanında
verilmemesi, ayarı düşük para ile ödeme yapılması gibi Ocak üyelerini doğrudan etkileyen
ekonomik sorunlarla ya da vezirler arasındaki çekişmelerde bir tarafın kışkırtmasıyla
patlak vermiştir.
2.1.5 Dış İlişkiler
17. YY’da Osmanlı Devleti Batıya kapalı kimliğini korumakta ve kendine
güvenmektedir. Bu düşünce çağın tarihçilerinden Naima’nın yazılarında şöyle yansımıştır:8
“Devlet-i Osmaniye öyle muazzam ve cihanşumul bir devlettir ki, onun şan ve
şevketi yanında etraftaki hükümdarlar her şeyden mahrum zavallılar ve kuvvetlerine
nispetle diğer sultanlar başsız ayaksız miskinler gibi kalır.”
Değişik kültürel geçmişi ve farklı dünya görüşleriyle Batılı devletlerin Osmanlılar’a
yaklaşmaları içten bir dostluktan çok öz çıkarları tabanına dayanmakta, dolayısıyla kısa
süreli ve göstermelik olmaktaydı. Örneğin, kapitülasyonlarla Osmanlılar’a bağlı olan
Fransa, Venediklilerle kutsal ittifaka girerek Osmanlılar’a karşı savaşmış, yine de
ayrıcalıklarının korunmasını istemekten çekinmemiştir. Ayrıca, Osmanlı topraklarında
dolaşarak gizlice dini propaganda yapan Fransız papazları, Hristiyan halkı
katolikleştirmeye çalışarak Osmanlı bünyesinden kolayca kopabilecek dini toplulukların
örgütlenmesine elverişli temeli hazırlamışlardır.
Avrupa’nın ekonomik ve askeri baskısının, Osmanlı bünyesine henüz etkimez
göründüğü 17. YY’da, daha çok iç karışıklıklar ve dış yenilgilerin olumsuz etkileri ve
psikolojik çöküntüleri duyulmaktadır. Özellikle Viyana bozgunundan sonra, Belgrad’ın
düşman eline geçmesi (1688) ve Niş yenilgisi (1689) gibi üst üste gelen olaylar Osmanlı
8 Zeynep Nayır, a.g.e., s.9-10
14
kamuoyunda umutsuzluk meydana getirmiş, buna karşın Müttefiklere Türkler’i
Avrupa’dan atabilecekleri umudunu vermişti.
2.1.6 Bilim
16. YY’da gerçekleştirilen Rönesans ve Reform hareketleriyle, Ortaçağ
doğmatizminden sıyrılan Avrupalılar bilim ve teknikte hızla ilerleme yoluna girerken,
Osmanlı Devleti’nde yerinde sayma ve eskileri yinelemenin sürdürüldüğü görülmektedir.
Bu yüzyılda medrese ve müderris sayısı görünüşte çok olduğu halde değerli bilim adamı
yetişmemesi, yetersiz öğretim programı ve düzensiz medrese organizasyonuna
bağlanmaktadır. Medreselerde öğretilen matematik, astronomi, felsefe, tıp bilimleri
azaltılarak dersler daha çok fıkıh üzerine yoğunlaştırılmıştır. Ayrıca bilgisiz ve yeteneksiz
kişiler, çocuk yaştaki mollalar dahi hatır yoluyla atanarak müderris olmuşlar ve en büyük
medreselerde görev almışlardır. Bu çağda yaşayan en önemli bilim adamı, tarih, coğrafya,
kozmoğrafya, biyografi ve bibliyografya konularında kitapları ve çevirileri olan Katip
Çelebi’dir. Çağın tutuculuğundan sıyrılan Katip Çelebi, medreselerde pozitif bilim ve
felsefe eğitiminin yapılması gerektiğini savunmakta ve çağının bazı sorunlarına akılcı
çözümler getirmektedir. Birçok yapıtı derleme niteliğinde olmakla birlikte, sorunlara
objektif yaklaşımı ve görüşlerini hür düşünce çerçevesinde savunmasıyla çağı üstüne
çıkmakta, ilk kez Batı bilimiyle bağlantı kuran ve pozitif bilimlerin önemini kavrayan
Osmanlı bilgini olması dolayısıyla, Osmanlı’da Rönesans’a ışık tutan kişi sayılmaktadır.
Katip Çelebi’yle aynı dönemde yaşayan Evliya Çelebi (1611-1679) uluslararsı ilgi
görmüş bir Türk gezginidir. Yarım asır kadar süren gezileri boyunca birçok kent ve ülkenin
tarihi, etnoğrafyası, doğal kaynakları ve anıtları konusunda tuttuğu notları on ciltlik
seyahatnamesinde toplamıştır. Ayrıca Saray çevresi ve Melek Ahmet Paşa ile yakın ilişkisi,
çağının olaylarını yakından izlemesine de imkan sağlamıştır. Seyahatname’de,
ayaklanmalar sırasında Anadolu’nun kuşku ve ürküntü veren ortamı da yer yer dile
getirilmiştir. İnsancıl görüşü ve tarafsız sayılabilecek anlatımıyla, Saray tarihçilerinden
daha çok halka yaklaşan Evliya Çelebi’nin çizdiği Anadolu tablolarında gerçeği okumak
mümkün olmaktadır. Korku içinde yaşayan, eşkiyadan kaçarak şehir kaleleri içine sığınan
insanların, çarelerini düzenleyecek ne ekonomik çevre güçleri ne de rahatlıkları vardır.
Harap olan vakıfların durumu ise şöyle dile getirilmektedir:
15
“Hakir yedi iklimi dolaştığım yerlerde Kafiristan’dan mamur bir ülke görmedim ve
İslam diyarı kadar harabad görmedim. Kafirler can verip kiliselerini mamur ederler,
Meryem ve İsa’dan korkarlar; ulema, hakim ve mütevellilerimiz, vakfiyeleri vardır, “ye”
demişler diye vakıf malını yiyip giderler. O güzel camilerimiz ve mescitlerimiz vakıfları
harab olmuştur. İslam gayreti bu mudur? Maksadımız kefere kilisesini methetmek değildir,
güzelim camilerimizin harap olmasına sebep zalimlerin kulağına küpe olsun diyedir,
vesselam..”
2.2 XVII. YY Osmanlı Mimarisine Genel Bakış
İşte yukarıda ana hatlarıyla tasvir etmeye çalıştığımız Osmanlı Devleti’nin bu
ekonomik, politik ve sosyal ortamında çalışmamızın asıl konusu olan mimariyi ayrı bir
başlık altında daha detaylı olarak incelemekte yarar olacaktır:
Osmanlı sanatı ve mimarisi mevcut üslup ve temalarla birlikte yeni geliştirilen
biçim ve ifadeleri de kullanmış, dış etkileri de sindirip bünyesine katarak canlı bir üretim
sürekliliği ortaya koymuştur. Geleneğe bağlı, yenilikçi ve dışarıdan gelen unsurların
sentezi ile gelişen güzel sanatlar, Osmanlı tarihinin her döneminde eşsiz ve kendine has
üsluplar sergilemiştir.9 Osmanlı mimarisi, İslam medeniyetinin ortaya koyduğu en büyük
medenî tezahürlerinden biri, insanlık sanat tarihinin de en önemli konularından biridir. 10
Osmanlılar, dünyaca ünlü imparatorlukların kültürel geleneklerinin varisi
olmuşlardır; bunların arasında Timuriler, Anadolu ve Batı Asya Selçukluları ve Atabekleri,
Mısır ve Suriye Memlukları, Bizanslılar ve Balkanlar ile Akdeniz’in Hristiyan devletleri
vardır. Osmanlı sanatı ve mimarisinde gözlenen dinamizimin sebebi kısmen ihtiva ettiği
İslam, Türk ve Avrupa unsurlarına, kısmen de imparatorluğun hamiliğini yaptığı sanat
hareketlerinin varlığına bağlanabilir. Osmanlılar altı yüzyılı aşan bir süre içerisinde 3 kıta
arasındaki bağları kontrol eden politik ve ekonomik yönden çok güçlü bir imparatorluk
kurmakla kalmayıp, aynı zamanda kendilerine miras kalan gelenekleri sindirip geliştirerek
toplumlarını ve kültürel kimliklerini temsil eden bir ifade şekli oluşturdular.
9 Esin ATIL, “Osmanlı Sanatı ve Mimarisi”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, (Editör Ekmeleddin İHSANOĞLU), C.II., İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi, İstanbul, 1999, s.447-448 10 Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, C.II, T:C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1998, s.193-194
16
Osmanlılar Anadolu’da güçlendikleri zaman bölgede farklı dinler, etnik gruplar ve
diller mevcuttu. İmparatorluk genişledikçe daha değişik kültür varlıkları da bünyesine
katıldı. Bu karşılıklı etkileşim ve sentez, çeşitli gelenekleri uyum içinde birleştirerek
orijinal Osmanlı üslup ve temaları ortaya koymak üzere sanatlara yeniden hayat verdi.
Devlet yönetimiyle paralellik gösteren Osmanlı İmparatorluğu’nun sanat ile ilgili
üretimi merkeziyetçi idi. Özellikle saraya bağlı atelyelerde faaliyet gösteren ve sultanların
himayesinde çalışan sanatçılar devletin yaratıcı dehasını oluşturuyordu. İstanbul’da
Topkapı Sarayı’nın kuruluş yıllarında saray atelyeleri ile ilgili bilgi bulmak oldukça zor
olmakla beraber 16. YY’ın ikinci çeyreğinden günümüze ulaşan belgeler bu sanatçıların ve
esnafın büyük bir gelişme gösteren önemli bir grup oluşturduğunu ortaya koyar. Diğer
Osmanlı kurumlarına benzer şekilde teşkilatlanmış İmparatorluğun çeşitli yörelerinden
gelen hattatlardan otağ yapımcılarına kadar farklı yetenekleri olan yüzlerce insanın
oluşturduğu bu gruplara topluca Ehl-i Hiref (saray sanatçıları topluluğu) deniliyordu. Herat,
Tebriz, Şam, Bağdat ve Kahire’den gelenlerin yanısıra Çerkezistan, Gürcistan, Sırbistan,
Bosna, Macaristan ve hatta Avusturya ve İtalya’da yetişenler de yerli ustalarla işbirliği
yaparak bu dönemin sanat faaliyetlerine kimlik kazandıracak üslup ve temaları ortaya
koymak için çalışmışlardı.
Ehl-i Hiref teşkilatındaki sanatçılar veya zanaatkarlar usta ve çıraklardan
oluşuyordu. Ayrıca teşkilattaki her bölüğün bir başı ve yardımcısı vardı. Ehl-i Hiref’in
yapısı ve oluşumu konusundaki en önemli kaynaklar arasında bu teşkilatın maaş defterleri
Sultan’a özellikle bayramda verilen hediye listeleri İmparatorluk vekayi-nağmeleri ve
tezkireleri gibi tarihi kaynaklar ve arşiv belgeleri yer alır. Günümüze ulaşan en eski Ehl-i
Hiref maaş defteri 1526 tarihlidir ve 40 bölükte 600’den fazla kişinin çalıştığını
göstermektedir. 17. YY’ın başlarında bu bölüklerin sayısı artmış ve çalışanlar 200’e
ulaşmıştır. Tarihleri 1700’lerden sonraki yılları taşıyan bordrolar eksik veya kayıp olmakla
birlikte bu sistemin imparatorluğun sonuna kadar devam ettiği anlaşılır. 11
Ehl-i Hiref teşkilatının dışında çalışan ve hizmetleri karşılığı diğer kaynaklardan
ödenek alan ünlü hattat ve nakkaşların yanısıra devletin diğer kurumlarında çalışan ve
sanat alanında öne çıkmış idareci ve ülema sınıfına mensup kişiler de vardı. Ayrıca yalnız 11 Esin ATIL, a.g.e., s.447-448
17
İstanbul’da değil, iç ve dış pazara mal temin eden bütün eyalet merkezlerinde loncalara
bağlı binlerce sanatkar ve zanaatkar bulunmaktaydı.12
Anadolu’da Uşak, Bursa ve İznik, Batı Avrupa ve Kuzey Afrika’da Şam, Bağdat,
Kahire ve Tunus, Doğıu Avrupa’da Selanik, Belgrad ve Budapeşte gibi kentlerde canlı bir
sanat faaliyeti yaşanırken İstanbul seçkin sanatçıların bulunduğu Ehl-i Hiref mensuplarıyla
İmparatorluğun kültür ve sanat merkezi durumundaydı.
Osmanlı Beyliği’nin imparatorluğa dönüşmesi dünya tarihi bakımından nasıl yeni
devreleri açmışsa, aynı olay mimarlık alanında yepyeni yapı kompozisyonlarıyla tarihsel
çevreyi de değiştirmiştir. Çeşitli kültür ve etkileşimlerinden süzülen siyasi irade inşaat
alanında basit teknolojileri aşarak plastik değerleri öne çıkaran bir mimari sanati
oluşturmuş, sonunda Osmanlı kimliğinin en önemli cephelerinden biri şekil kazanmıştır.
Zaman ve mekan olarak böylesine geniş ufuklu bir faaliyetin örgütlenmesi tarihte eşine az
rastlanan olaylardan biridir. Kahire’den Kırım’a, Vişegrad’dan Van’a kadar uzanan coğrafi
alanda 600 yıl hüküm süren bu siyasi yapı çok farklı toplumsal katmanlar ve kültürleri aynı
ideal altında toplayabilme iradesi göstermiş, otorite ve iktidarını bütün alanlarda olduğu
gibi mimarlık alanında da sergilemiştir. 13
Uzun bir direnmeden sonra küçülen İmparatorluğun başkentini Türkler’e kaptıran
Bizans yalnızca kendi maddi ve manevi varlığını terketmiyor fakat Boğazlar dolayısıyle
eski dünyanın en büyük jeopolitik avantajını da Osmanlılar’a teslim etmiş oluyordu.
1453‘ü izleyen yıllarda karada ve denizde Osmanlı Sultanı’na bütün kapılar açılıyordu.
Giderek genişleyen ufuklar bu İmparatorluğa Fransa kıyılarından Endonezya’ya kadar
uzanma şansını vermekte gecikmedi. Alan genişledikçe kültür ve sanat gözlemleri artan
mimarlar, her ülkede yeni tatlar bulmayı bildiler. Mısır piramitlerinden Avrupa
katedrallerine kadar zengin bir görüntü alanı Anadolu Selçukluları’ndan aktarılan
birikimlerle birleşti. Mimarlık tarihinde çoközel ve çok önemli bir yer tutan anıtlar böyle
bir zemin üzerinde peşpeşe yükselirken Osmanlı coğrafyasının kültürel silüeti şekillendi.
12 Klasik Osmanlı Mimarisi, http://dokumanlar.com/dokuman/arsiv1/klasik-osmanli-mimarisi-port26388dosya.asp, (19 Kasım 2005) 13 Selçuk Mülayim, “Osmanlı Mimarisi”, Osmanlı Ansiklopedisi – Tarih / Medeniyet / Kültür, İzYayıncılık, C.III., İstanbul, 1996, s.9
18
14. YY’ın başlarından 19. YY başlarına kadar Osmanlı Devleti’nin hakim olduğu
coğrafyadaki yapı faaliyetlerine konu olan cami, medrese, külliye, türbe, köprü, hamam,
bedesten vebenzeri yapı tiplerinin hangi toplumsal ideallere veya nasıl bir devlet
felsefesine cevap verdiği yolundaki sorular mimarlık tarihi kadar sosyal tarih açısından da
araştırmaların ağırlık noktasını teşkil etmek durumundadır. Bu soruların altı çizilemedikçe
en ayrıntılı dökümler bile yapı envanteri olmaktan öteye gidemez. Bu noktada sanat
tarihinin içinde gizlenen insani öz ile araştırmacının tarih olgusuna bakış tarzı aynı
düzlemde çakışmak zorundadır. Osmanlı mimarisini incelemekteki asıl amaç form, teknik
ve biçim özelliklerinin arkasında yatan temel doğruları cami, medrese ve türbe inşa eden
ana düşüncenin özünü ortaya çıkarmaktır. Belgelerin incelenmesi ayrıntılı planların
çıkarılması ve ayrıntıların uzun uzun tarif edilmesi sonunda bütün diğer faaliyet alanları
gibi mimariyi de harekete geçirme ruh ve düşüncenin yönünü ve doğrultusunu keşfetme
amacına dönüktür. 14
16. YY sonundan 18. YY’ın başlarına kadarki dönemin mimarlık uygulamalarına
genel olarak bakıldığında yapı faaliyetinin zaman içinde dengeli olarak dağılmadığı, belirli
dönemlerde yoğunlaştığı görülmektedir. Bu olgu sözkonusu sürede Osmanlılar’ın
ekonomik olanaklarının savaş ve iç karışıklıklar nedeniyle başka alanlara kaydırılması
veya kıtılanmasıyla açıklanabilir.
1593 yılında Avusturya’ya açılan savaşın uzun sürmesiyle ortaya çıkan hazine açığı,
Anadolu’da baş gösteren Celali ayaklanamaları nedeniyle kapatılamamıştır. Bu dönemde
genel olarak yapı faaliyeti azalmış ancak sefer yollarının güvenliği ve imarı aracılığıyla
rumeli’de menzil külliyeleri yapımına önem verilmeye başlanmıştır. Ekonomik bunalım
başkentteki külliye programlarının büyük camiler çevresinde toplanan medrese, hamam,
türbe gibi yapılar yerine medrese yanında yer alan sebil-çeşme, türbe gibi daha sınırlı bir
ölçüye indirgenmesine yol açmıştır.
Avusturya ile Zitvatoruk barışının yapılması ve Celali isyanlarının bastırılmasından
sonra düzelen ekonomik durum 17. YY’ın başta gelen girişimi olan Sultan Ahmet
Külliyesi’nin gerçekleştirilmesine imkan vermiş ve iç karışıklıklar sırasında harap olan
Anadolu’nun imarı ve kervan yollarında güvenlik sağlanması amacıyla Anadolu’da da 14 Selçuk Mülayim, a.g.e.,, s.9
19
menzil külliyeleri yapımına önem verilmiştir. Doğuya askeri seferler de merkezi
kervansaray olan menzil külliyeleri yapımını canlı tutmuş, özellikle IV. Murat zamanında
çok sayıda menzil hanı yapılmıştır.
I. İbrahim ve IV. Mehmet’in saltanatıın ilk dönemine rastlayan 1640-1660 yılları
arasında devlet kaynaklarının dengesiz harcanması yapı alanında sürekli yatırımı imkansız
kılmış; ancak Köprülü Mehmet Paşa’nın koyduğu zorlayıcı tedbirlerle bütçenin düzene
sokulması ve askeri başarılardan sonra yeni yapı girişimlerine uygun ortam hazırlanmıştır.
Köprülü Mehmet Paşa ve Yeni Cami külliyeleri ile İstanbul’da başlayan faaliyet Anadolu,
Rumeli ve Suriye’de yapılan menzil külliyeleri ile etkili olmuştur. Fazıl Ahmet Paşa ve
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kişisel girişimleriyle sürdürülen yapı hareketi, 2.
Viyana bozgunu sonrası ortaya çıkan bunalım dolayısıyla kesilmek zorunda kalmış, ancak
18. YY başında yeniden başlayabilmiştir.
Sinan sonrası – Geç Klasik Çağ, Osmanlı mimarlığına yeni bir biçimsel üslup
getirmemiştir. Bu dönemde genel çizgileriyle 15. ve 16. YY’larda belirlenen mimari
geleneğin etkisi güçlüdür. Bu çağ için önemli olan başlıca yenilik bazı geleneksel konu ve
biçimlerin değişik bir eğilim ve görüşle işlenmesidir. 15
15 Klasik Osmanlı Mimarisi, http://dokumanlar.com/dokuman/arsiv1/klasik-osmanli-mimarisi-port26388dosya.asp, (19 Kasım 2005)
20
3. RİSÂLE-İ Mİ’MÂRİYYE
3.1 Sedefkâr Mehmet Ağa – Hayatı ve Eserleri
Mimarbaşı Mehmet Ağa konusunda yazılan makalelerde onun Sultan Ahmet
Külliye’si ve sedefkârlıkla ilgili çalışmalarına kısaca değinilmiş, diğer yapıtları ve genel
eğilimleri üzerinde fazla durulmamıştır. Aslında bu tutum Sedefkâr Mehmet Ağa’nın
kimliği ve mimarlığı üzerine yazılanların sınırlı kaynaklara dayandırılması
zorunluluğundan ileri gelmektedir. Mimarbaşının yaşamı ve çalışmaları konusunda başlıca
kaynak tezimizin de konusu olan Mehmet Ağa’nın koruduğu ve yardım ettiği şair Ca’fer
Çelebi tarafından onu tanıtıp yüceltmek amacıyla hazırlanmış olan Risâle-i
Mi’mâriyye’dir.1 Ca’fer Efendi ismindeki bu yazar Mehmet tAğa’nın ateşli bir hayranıdır
ve onun en önemli eserini nazım halinde aktarmakla kalmamış yaşamındaki aynı önemde
olmayan olayları da bir evliya menkıbesi üslubuyla aktarmaya çaba göstermiştir.2
Eserin dizininde Mehmet Ağa’nın yaptığı eserler için iki sayfa ayırdığı görülmekle
birlikte bu sayfalar her nedense boş bırakılmış olduğundan Mehmet Ağa’nın Sultan Ahmet
Külliyesi haricindeki yapıtlarının adları tam olarak saptanamamaktadır. Risâle’nin Mehmet
Ağa’nın yaşamıyla ilgili bölümü kısaca şöyle özetlenebilir:3
Risâle-i Mi’mâriyye’nin esas kahramanı olan ve Ca’fer Efendi’nin “Bizim
mürüvvetlü Ağa Hazretleri” diye zikrettiği Hassa Mimarbaşı Mehmet Ağa, Mimarbaşı
Dalgıç Ahmet Ağa (Paşa)’dan sonra mimarbaşı olmuştur (1015/1606). Rumeli’den
acemioğlanı olarak Sultan Süleyman zamanında 970/1562’de devşirilmiştir. Ca’fer Efendi
kendisinin adını “Mehmet Ağa ibn-i Abdülmuin” olarak vermekte fakat hangi şehirden
olduğunu söylememektedir. İzzet Kumbaracılar ve M. Erdoğan Mehmet Ağa’nın
Kalkandelen’li olduğunu söyleseler ise de bir kaynak vermezler. Mehmet Ağa devşirildiği
zaman kaç yaşında idi onu da bilmiyoruz. Fakat on ile yirmi yaşları arasında olduğu
tahmin edilebilir. Devşirildikten sonra beş yıl kadar ulufesiz olarak durmuş, altıncı yılda
1 Zeynep Nayır, Osmanlı Mimarlığı’nda Sultan Ahmet Külliyesi ve Sonrası (1609-1690), İTÜ Yayınları, İstanbul, 1975, s.39 2 Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam - Ortaçağ’dan 20. Yüzyıl’a, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s.145 3 Ca’fer Efendi, Risâle-i Mi’mâriyye, (Haz: İ.Aydın Yüksel), İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2005, s.iv-v
21
ulufeye yazılmış ve daha sonra da bir sene –herhalde henüz yapılan – Sultan Süleyman
Türbesinde bahçe bekçiliği yapmış, nihayet 976/1568’de Hasbahçe’ye alınmıştır.
Burada terbiye ve tahsil gördüğü sırada önce musikiye heves etmiş, fakat bu sırada
gördüğü bir rüya onu huzursuz ettiği için rüyasını tabir ettirmiş ve musiki ile uğraşmaktan
vazgeçmiştir. Aynı zamanda Hasbahçe’de elinde bir hendese kitabı ile ders veren bir
kimseyi görerek bu sefer hendese, mimarlık ve sedefkârlık öğrenmeye başlamıştır. Ca’fer
Ağa onun yirmi sene 977/1567 den 997/1589’a yani Mimar Sinan’ın vefatına kadar Mimar
Sinan’a ve o sırada bahçe halifesi olan Üstad Mehmet’e hizmet ettiğini ve onlardan
hendese ve mimarlık tahsil ettiğini yazar(18b).
Nihayet o sırada henüz hayatta olduğu anlaşılan Mimar Koca Sinan’ın tavsiyesi ile
(19a) 998/1590’da –ki burada Mimar Sinan’ın vefatından sonra olduğu açıktır- Sultan III.
Murad’a sedef kakmalı müzeyyen bir tilavet iskemlesi hazırlamış ve sunmuştur. O sırada
“Sedefkârîler Halîfesi”dir. Sultan Murad bu hediyeyi çok beğenmiş ve mukabilinde
kendisine, o zamana kadar başına giydiği acemi oğlanı külahı yerine zerrin bir üsküflü
külaf giydirilerek “Kapıcıbaşılık” ihsan edilmiştir. Bundan cesaret alan Mehmet Ağa iki yıl
sonra bu sefer çok müzeyyen bir yay mahfazası (kemandân) hazırlayıp Bâbüssaade Ağası
vasıtasıyla Padişaha sunmuş ve buna karşılık olarak kendisine “Muhzırbaşılık” mevkii
verilmiştir. Bu arada iki yıl kadar “kulle sufsi” olduğu da zikredilir.
Bu sırada Mehmet Ağa’ya İstanbul dışında çeşitli vazifeler de verilmiştir. Önce
Şehla Mahmut isminde birini mahfaza altında Mısır valisi olan Üveys Paşa’ya teslim
ettikten sonra Arabistan’ın bazı yerlerini ve bazı enbiya ve evliya kabirlerini ziyaret
etmiştir (22a). Daha sonra da teftiş maksadı ile Rumeli’ye, Bosna ve bütün serhat
boylarındaki kasaba ve şehirlere, hatta Kefe ve Kırım’a kadar gönderilmiş, oradaki kaleleri,
kale erenlerini görmüş ve dönüşünde de teftişini bir rapor halinde sunmuştur (22a).
Arkasından Şam Beylerbeyisi olan Hüsrev Paşa’nın yanına ve daha sonra Haleb’e giderek
hac yollarının asayişini temin için sefere çıkmıştır. Bu işinde de muvaffak olarak İstanbul’a
dönmüştür (22b, 23a ve b).
22
Bunu takiben 1006/1597’de “Su Nazırı – Nazır-ı Ab” olmuş ve 8 yıl bu vazifede
kaldıktan sonra da 1015 Cumadelahiresinin 8 Perşembe /1606 Eylülünün 11 Pazartesi günü
kendisine mimarbaşılık tevcih edilmiştir.
Mehmet Ağa mimarbaşı olduktan sonra tamirine ihtiyaç duyulan Kâbe’nin altın ve
gümüş kuşaklarla sağlamlaştırılması işini, altın oluğunu, kilitlerini ve pencere demirlerini
hazırlar ve yerine taktırır. 1018/1609 yılında ise en büyük eseri olan Sultan Ahmet
Külliyesi’nin yapımına girişir. Ca’fer Çelebi bir vesile ile Sultan Ahmet Camii’nin
Mimarbaşı Mehmet Ağa tarafından yapılmış resmini gördüğünü ve bunun üzerine bir
kaside yazdığını belirtir ve bu kasideyi de risâlesinde kaydeder (51a ve b, 52a). (Hatta
kaynaklar Mehmet Ağa’nın Sultan Ahmet Camii’nin maketini yapıp I. Ahmet’e sunduğunu
ve ondan tasvip aldığını yazmaktadırlar.4) Ancak, Risâle-i Mi’mâriyye’nin yazıldığı ve
bitirildiği 1023/1614 yılında henüz bu büyük külliyenin inşaatı devam etmekte olup Ca’fer
Çelebi’nin ifadesine göre binanın kubbesinin yapımı kalmıştır. Nitekim, Sultan Ahmet
Camii 1026/1617’de bitmiş ve külliyenin tamamı ise 1029/1620’lere kadar sürmüştür.
Mimarbaşı Mehmet Ağa aynı zamanda külliye ile birlikte birçok perakende inşaat
işi ile de uğraşmaktadır. Öyle ki bu işlerden çok yorulduğunu ve sıkıldığını Ca’fer
Efendi’ye naklettiği görülmektedir (55a).
Mehmet Ağa’nın ne zaman ve nerede vefat ettiği ve kabrinin nerede olduğu
bilinmemektedir (Ayvansarayi’nin Vefeyat’ında “Mimar Mehmet Paşa” başlığı altında bir
kayda rastlanılmaktadır. Sultan Ahmet Camii binasında hizmet edenlere bina emini, mimar
ağa ve bazı diğer şahıslara işin bitiminde vezaret verilmesi emredilmiş olduğu ve bu
meyanda Mimar Mehmet Ağa’ya da vezaret tevcih edildiği kaydı vardır. Bu Mimar
Mehmet Paşa 1027/1617’de vefat etmiş ve Üsküdar’da defnedilmiştir. Yalnız ebcedle
verilen bu tarih hesaplandığında 996 tutmaktadır. Kim olduğu tam olarak anlaşılamayan bu
Mimar Mehmet Paşa’ya araştırmalarda tesadüf edilmemiştir. Bk. Hafız Hüseyin
Ayvansarayi, Vefayat-ı Selatin ve Meşahir-i Rical, Haz: Fahri Ç. Derin, İÜ Ed. Fak. Yay.
2241, İst., 1978, s.56). fakat en azından Mehmet Ağa’nın külliyenin bitiminden sonra bir
müddet daha hayatta olduğu tahmin edilebilir. Nitekim bazı kayıtlara dayanılarak Mehmet
Ağa’nın 1032/1623’e kadar sağ olduğu ileri sürülmektedir. Ancak, kendisinden sonra 4 Yılmaz Öztuna, a.g.e., 194
23
mimarbaşı olan zatın kimliği ve mimarbaşı olduğu tarih kesin olarak bilinmediğinden, bu
hususta bir şey söylenememektedir. Risâleden bir oğlu olduğu anlaşılmaktadır.
Eserleri:
Mimarbaşı Mehmet Ağa’nın başta Sultan Ahmet Külliyesi olmak üzere birçok
önemli yapıyı inşa etmiş olduğu ve Mimar Koca Sinan’dan sonra sırasıyla mimarbaşı olan
Davud Ağa ve bilhassa Dalgıç Ahmet Ağa’nın bütün işlerinde yanında olduğunu biliyoruz
(21a). Ne yazık ki risâlenin 5. faslı başında Mehmet Ağa’nın o zaman kadar yapmış olduğu
bütün eserlerin bir listesi verileceği kaydedilmişken (46b) ile (51a) sayfaları arası boş
bırakılmıştır. Anlaşılmaktadır ki Ca’fer Efendi, bu listeyi herhangi bir sebeple
kaydedememiştir. Böylece Mimar Sinan’ın tezkerelerinde olduğu gibi ilk elden bilgiye
sahip değiliz. Bunlardan sadece Kâbe’nin onarımlarını kesin olarak bilmekteyiz ve
risalenin bir yerinde de yüz kadar çeşme yaptığı zikredilir (5a).5
Bunlar yanında, Ca’fer Çelebi’nin risalenin 5. faslına giriş bölümünde yer alan “ve
Ağa Hazretleri bu ana gelince kaç camii şerif ve kaç mescidi latif ve kaç medrese ve kaç
hamam ve kaç saray ve kaç köşk ve kaç kaldırım ve kaç köprü ve kaç çeşme bilcümle ne
kadar hayrat bina etmiştir” ifadesinden Mahmet Ağa’nın cami, mescit, medrese, hamam,
saray, köşk, köprü, çeşme ve benzeri yapılar yaptığı anlaşılmaktadır.
Mehmet Ağa’nın mimarbaşı olduğu yıllarda yapıldığı bilinen ve bir kısmı kesinlikle
ona atfedilen yapılar şöyle sıralanabilir:
Cami ve mescit:
Bu dönemde Sultan Ahmet Camisi dışında büyük ölçekli bir cami yapılmamıştır. bu
cami Sultan I. Ahmet tarafından İstanbul’da adıyla anılan meydanda 1609-1616 yılları
arasında Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’ya yaptırılmıştır. Türkiye’nin altı minareli tek
camisidir. Cami bölümü 64 x 72 m. boyutlarındadır. 43 m. yüksekliğindeki merkezî
kubbesinin çapı 33.4 m. olup Ayasofya’nın kubbesinden 2,6 m. daha büyüktür. Caminin içi
260 pencereyle aydınlatılmıştır. Mavi, yeşil ve beyaz renkli çok güzel çinilerle bezendiği 5 Ca’fer Efendi, a.g.e., (Haz: İ.Aydın Yüksel), s.iv-v
24
için Avrupalılarca “Mavi Cami” olarak adlandırılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid
Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte Sultan Ahmet
Külliyesi’ni oluşturur. 6
Bu eser, Klasik Osmanlı Mimarisi’nin son görkemli örneklerindendir. Sinan
Okulu’nun en sıkı takipçilerinden Sedefkâr Mehmet Ağa tarafından yapıldığından Sinan
Üslubu’nun özelliklerini taşır. Bununla birlikte planında yenilikçi düzenlemeler de görülür:
İlk defa altı minare kullanılmış; cami bünyesinde Hünkar kasrı inşa etme geleneği bu cami
ile başlamıştır. Fatih ve Süleymaniye Camii’nden farklı olarak düzgünlük ve simetri
arayışıyla yapılmamıştır. Mimarının Selimiye’den daha yetkin bir eser ortaya koymak
amacıyla yaptığı bu camide hiçbir masraftan kaçınılmamıştır. Yapı özellikle çini işçiliği ile
ünlüdür. İstanbul’da Topkapı’dan sonra en zengin çini koleksiyonu burada bulunur. Sultan
Ahmet Camii’nin içinde 17. Yüzyılın ikinci yarısının en zengin çinileri, kubbe ve
kemerlerde aynı devir kalem işleri mekânı renklendirmektedir. 7
Ayasofya’nın onarımı (1609) ve Haseki Camisine kubbe eklenmesi (1611) gibi tali
işler dışında kalan yapım faaliyeti çoğu ahşap örtülü mescitler konusunda yoğunlaşmıştır.
Bunlar; Kürt Çelebi Camisi (1611), Edirne Sarayı’nda Sultan Ahmet Mescidi (1021
H./1612), Kadıköy Osman Ağa Mescidi (1021 H./1612), İstavroz Mescidi (1022/1613),
Kürkçübaşı Mescidi (1022/1613), Arabacılar Mescidi (1614), Kara İmam Mescidi (1615),
Halil Paşa Camisi (1026/1617), Gedik Abdi Mescidi (1621), Gülşeni Tekkesi Mescidi
(1622) ve Sormagir Opdaları Mescidi (1622)’dir. Bu dönemde Kavak Sarayı’na bağlı
olarak yapılan mescidin tarihi bilinmemektedir.
Türbe:
Mehmet Ağa’nın mimarbaşı olduğu dönemde yapılan külliyeler içinde yer alan
türbelerin başlıcaları; Kuyucu Murat Paşa, Ekmekçioğlu Ahmet Paşa ve Sultan Ahmet
türbeleridir. Ayrıca, Sultan Ahmet tahta çıktıktan sonra bitirilen III. Mehmet türbesi,
Sadrazam Halil Paşa, Nakkaş Hasan Paşa, Güzelce Ali Paşa ve Destarî Mustafa Paşa
türbeleri de Mehmet Ağa’ya atfedilebilir. 6 Sultan Ahmet Camii, http://www.discoverturkey.com/yeni/dinselyapi/sultanahmet.html, (29 Mayıs 2005) 7 Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s.274; Klasik Osmanlı Mimarisi, http://dokumanlar.com/dokuman/arsiv1/klasik-osmanli-mimarisi-port26388dosya.asp , (19 Kasım 2005)
25
Medrese:
Kuyucu Murat Paşa ve Ekmekçioğlu Külliyelerinin Sedefkâr Mehmet Ağa’nın eseri
olma ihtimalleri büyüktür.
Hamam:
İstanbul’da 1606-1620 yılları arasındaki dönemden bugüne kalan tek hamam Sultan
Hamam Külliyesi içinde yer almaktadır. Ayrıca Dar’üş-şifa’ya bağlı olarak küçük bir
hamam yapılmıştır.
Saray ve Köşk:
Topkapı Sarayı hareminde, III. Murat dairesine bitişik olarak yapılan I. Ahmet
odası (1017/1608), bugüne ulaşan tek köşk yapısıdır. 1613 yılında Haliç’te Tershane
bahçesinde yapılan “Kasr-ı Ali” ve Beylerbeyi sırtlarında yer alan İstavroz Sarayı’ndan iz
kalmamıştır.
Köprü:
Bu dönemin başlıca köprüsü Edirne’de Tunca üzerinde yer alan Ekmekçioğlu
Ahmet Paşa Köprüsü’dür. Kayıtlara göre 1028 H./1618 yılında Silivri yolunda yapılan dört
gözlü köprünün adı ve tam yeri belirlenememiştir.
Çeşme:
Su nazırlığından yetişen Mehmet Ağa’nın bu konudaki başlıca uygulamaları çeşme
ve sebil üzerinde yoğunlaşmıştır. Ca’fer Çelebi Ağa’nın “yüzden mütecaviz çeşme – kimisi
gayri kimesneler malile ve bazısını dahi kendi bina ve ihdas etmiş” olduğunu
belirtmektedir. Sultan Ahmet vakıf defterinde yerleri ve su miktarları belirlenen fakat
günümüze ulaşamayan çeşmeler şöyle sıralanmaktadır:
26
• Kadıköy kurbünde, Haydarpaşa Bahçesi önünde vaki, yeniden bina olan
çeşmeye cari olan su-2 kamış.
• Şahr-ül Revvan Ahrevi önünde yeniden bina olan çeşmeye tayin ve cari
olan su-2 kamış.
• Tersane-i Amire Divanhanesi önünde yeniden tayin ve cari olan su-1
kamış.
• Üsküdar Bahçesi’nde has fırın önünde olan musluklara tayin ve cari olan
su-1 kamış.
• Üsküdar Bahçesi karibinde, Tazıcılar odaları önünde yeniden bina olan
çeşmeye cari olan su-2 kamış.
Topkapı Sarayı’nın Gülhâne girişinde (1015 H./1606) ve Tophane’de Sultan Ahmet
(1021/1611) çeşmeleri, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdayi (1019/1610), Kabataş’ta Esat
Mehmet Efendi (1022/1612), Edirnekapı-Rami arasında Mehmet Paşa (1027/1617) ve
İlbasan’daki kırk çeşme, Mehmet Ağa’nın yaptığı diğer çeşmeler olarak kabul edilebilir.
Sebil:
Üzerindeki yazıtta Mehmet Ağa’nın adı geçen tek sebil, Sultan Ahmet Camisinin
kuzeydoğu yönündeki dış avlu girişi yanında yer almaktadır. Yazıtları olmayan fakat
Sedefkâr Mehmet Ağa’nın mimarbaşılığı sırasında yapıldıkları kabul edilen sebiller,
Vezneciler’de Kuyucu Murat Paşa, Üsküdar’da Halil Paşa, Saraçhanebaşı’nda Canfeda
Kadın Sebilleridir. Bu dönemin diğer sebilleri, Eyüp Sultan Türbesi yanında Sultan Ahmet
Sebili (1022/1613) ve varlıkları tarihi belgelerden ve Evliya Çelebi’den öğrenilen Musanna
Sebil (1015/1606), Çinili Sebil (1016/1607) ve Ayşe Sultan (1028/1618) Sebilleridir.
Kervansaray:
1609 yılında Edirne’de yapılan Ekmekçioğlu Kervansarayı, Mehmet Ağa’nın
günümüze ulaşan en önemli eserlerinden biridir. Edirneli mimar Hacı Şaban’la birlikte
meydan getirdiği bu eser, çifte han, imaret ve dükkânlardan oluşmaktadır.
27
3.2 Risale-i Mimariyye’nin Şekilsel Özellikleri
Risale-i Mimariyye tek nüsha halinde Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde Ms.
Yeni yazmalarda 339 numara ile kayıtlıdır. 25×41 cm. ebadında kahverengi deri bir cilt
içindedir. 87 varaktan ibaret, her sahifesi 25 satır olup siyah mürekkeple, talik kırmasıyla
yazılmış varaklar ayrıca numaralandırılmıştır. Fasıl başları bazı ayet, hadis ve kibar-ı
kelâmlar ve sahife derkenarlarında bulunan şiir vezinleri kırmızı mürekkepledir.
Kelimelerin çoğu harekelenmiştir. Eserin 15 fasıl olarak yazılan fihrist varağına numara
verilmemiş, birinci varağın birinci sahifesi derkenarında 87 varak olduğu ve
“Temellekehü’l-fakir.......... Mahmut bin Hasan..........” yazılarak risalenin kime ait olduğu
kaydedilmiştir. Fihristte her faslın hangi varakta olduğu ve ihtiva ettiği bahisler kısaca
zikredilmiştir.8
3.3 Risale-i Mimariyye’nin Osmanlı Mimarisindeki Yeri ve Önemi
Türk mimarlık tarihinde Türk mimarlarının hayat hikayeleri ve eserleri hakkında
toplu olarak pek az şey bulunmaktadır. Haklarında edinilen bilgiler dağınık olarak çeşitli
yazılar arasına serpiştirilmiş durumdadır. Araştırıcılar bu bilgileri sabırla bulup çıkarmak
zorundadır. Ancak, Mimar Koca Sinan’ın hayatı ve eserleri üzerine Sâî Mustafa Çelebi
tarafından daha sağlığında yazılmış olan tezkere ve onun çeşitli istinsahlarını ihtiva eden
diğer yazmaları, türünün belki de en bilinen örneklerinden biri olarak sayılabilir.
İkinci örnek ise Sultan Ahmet Camii mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’nın hayatı ve
eserleri üzerine Ca’fer Efendi tarafından 1023/1624 tarihinde kaleme alınmış olan Risale-i
Mimariyye adlı çalışmadır. 17. YY’ın başlarında kaleme alınmış bu eser, günümüzden
yaklaşık 4 asır öncesine ait olmasına rağmen bugün halen kendisinden istifade edilebilecek
harika bilgilere sahip olmasına rağmen, ne yazık ki yeterince ilgi görmemiş ve hakkında
yeterince çalışma yapılmamış nadide bir eser olma özelliğini korumaktadır. Risale-i
Mimariyye’de yalnızca Sedefkâr Mehmet Ağa’dan bahsedilmekle kalınmamış, bunun
yanında mimarlık, inşaat terimleri, birçok malzeme bilgileri, arazi alan hesapları, ölçü
birimleri ve ilave olarak da Türk musikîsi hakkında bir hayli tâbir, terim açıklanmış ve
hatta coğrafi bilgiler dahi bu esere dahil edilmiştir. 8 Ca’fer Efendi, a.g.e., (Haz: İ.Aydın Yüksel), s.vi
28
Eserin yazarı Ca’fer Ağa risalenin yazılış amacını şöyle belirtir. “Lâkin bundan
akdem ba’zı mimar ağalara birer menâkıbnâme tahrîrve tasnîf olunmuş olub onlara
menâkıbnâme tahrîr olunuğu gibi ol ilm-i hendese risalesinden gayrı dahi bizim
mürüvvetlü Ağa Hazretleri’ne bir menâkıbnâmeme tahrîr eylemek üzerimize lazım
gelmeğin Hakk Teâlâ celle celaluhu ve amme nevâlühû Hazretleri’nin inayetiyle tahrir
eylemek vâkıî oldu. Cümlesi onbeş fasıl olub her fasıl dahi Ağa Hazretlerine müteallık
olmağla Risâle-i Mi’mariyye deyü tesmiye olundu. (5a-5b)”
Bu eserle ilgili olarak günümüzde yapılan en ciddi çalışmalardan biri Howard
Crane adlı Amerikalı bir bilim adamına aittir. Crane, oldukça derin incelemelerde
bulunduğu çalışmasında hem Risale-i Mimariyye ile ilgili hem de Sedefkâr Mehmet Ağa
ile ilgili oldukça övücü ifadelerde bulunmuş ve eserin 17. YY Osmanlı mimarisinden izler
taşımasının ötesinde, o dönemin sosyal ve kültürel hayatına dair de çok önemli bilgiler
içerdiğini belirtmiştir. Crane kitapta şunları da ifade etmiştir:9
“Risale’nin yazılma amaçlarından birinin Mehmet Ağa’nın karakterini,
davranışlarını ve kişiliğini betimlemek olmasından dolayı, bu eserde Ca’fer Efendi
tarafından, Mehmet Ağa’nın bu bahsedilen özelliklerini anlatmak hususunda özel bir çaba
gösterilmiş gibidir. Mehmet Ağa’nın bahsedilen özellikleri ise, dindar gerçek bir
müslümanın sahip olması gereken “alçak gönüllülük, cömertlik, hayırseverlik, mertlik,
şefkatlilik, yumuşakbaşlılık, vb..” oldukça yüce ve değerli özelliklerdir.
Belki de Mehmet Ağa’nın bu cömertliği ve yardımseverliği, Ca’fer Efendi’yi bu
kadar etkileyen ve kendine çeken özellikleri olabilir. Nitekim Ca’fer Ağa şöyle der: “Bizim
Ağa, Hatem-i Tai (İslam literatüründe cömertliği ve mertliği ile ünlü bir zat) gibi,
cömertliğin ve nezaketin kapılarını her zaman sonuna kadar açık tutmayı bilen bir ağadır..”
Bu övgü ve iltifatlar Risale’de devam etmektedir. Bu kadar övgüden sonra Ca’fer
Efendi, Mehmet Ağa’yı kınında duran eşsiz bir kılıca benzetmekte ve; “Kınında olan bir
kılıcın ne kadar keskin olduğunu ve üzerinde ne tür işlemeler, mücevherler bulunduğunu
kim bilebilir ki?” diyerek iltifatın uç noktalarına çıkmaktadır...” 9 CRANE, Howard. Risale-i Mimariyye: An Early Seventeenth-Century Ottoman Treatise on Architecture, Studies in Islamic Arts and Architecture, Supplements to Muqarnas, Volume I, Leiden and New York, E.J. Brill, 1987, s.14-15
29
Crane bundan sonra sözlerine şöyle devam etmektedir:10
“ Özet olarak; diğer birçok mimar gibi Sedefkâr Mehmet Ağa’nın da öncelikle
Osmanlı devlet yapısı içinde farklı yerlerde farklı yaptığı işler olmuş, sonrasında ise
mimarbaşılığa kadar yükselecek başarıyı göstermiştir. Devşirme orijinli olan Mimarbaşı
Mehmet Ağa’nın, o dönemki Hassa Mimarlar Ocağı’na bağlı Mimar Sinan, Dalgıç Ahmet
Ağa, Kayserili Mehmet Ağa, Mehmet Tahir Ağa veya diğer Osmanlı mimarlarının klasik
hayatından farklı bir hayatı ve onu farklı kılacak olağanüstü bir durumu sözkonusu değildir.
Ancak Mehmet Ağa’nın hayatını ve yaptığı çalışmaları anlatan Risale-i
Mimariyye’yi eşsiz bir eser kılan, eserin geniş içeriği ve okuyucuya verdiği detaylardır. Bir
Osmanlı mimarının hayatını ve eserlerini anlatan bu çalışmanın, Mimar Sinan için yazılmış
olanlar hariç, o dönemde bir benzerini daha görmek neredeyse mümkün değildir. Bir
döneme ışık tutan bu eserin, sadece bahsedilen bu özelliği bile, onun Osmanlı sanat tarihi
içinde eşsiz bir konumu hakettiğinin göstergesidir. Sosyal hayata dair birçok bilgiler
yanında önemli derecede teknik bilginin de yer aldığı bu eser, Ca’fer Efendi’nin akıcı
anlatımıyla Klasik Osmanlı Çağı’nın dev yapıtlarının arasındaki yerini almıştır..”
Türk Edebiyatı’nda biyografik yaşam öyküleri denebilecek ‘tezkere’ türünün güzel
bir örneği sayılabilecek Risale-i Mimariyye, aslında sadece Mehmet Ağa’nın basit bir
tezkeresi olmayıp, mimariye, geometriye, ticarete ve müziğe ait önemli ölçüde bilgiler
barındıran bilimsel bir çalışma özelliğine de sahiptir. Bu noktada da bu türe ait diğer
eserlerden ayrılmaktadır.
Risale-i Mimariyye, yazıldığı koşulları anlatan geniş bir önsözle beraber içindeki
bölümlere ve şiirlere ait geniş bir indekse de sahiptir. 15 bölümden oluşan bu eser ana
olarak;
1. Mehmet Ağa’nın hayatı ve kişiliği (1.-4. bölümler);
2. Mehmet Ağa’nın mimari çalışmaları (5.-6. bölümler);
3. Geometrik tanımlar, yüzey ölçümleri ve alan hesaplamaları (7.-10. bölümler);
10 CRANE, Howard. a.g.e., s.14-15; s.6-7
30
4. Üç dilde (Arapça, Farsça ve Türkçe) mimari terimler, kavramlar ve müzik (11.14.
bölümler) ve son olarak
5. Dua konu başlıklarına ayrılabilir.
3.4 Ca’fer Efendi
Risale-i Mimariyye’nin müellifi olan Ca’fer Efendi, bazı araştırmalarda “Çelebi”
ünvanıyla zikredilse de eserin içinde kendisini hep “Efendi” ünvanıyla anmaktadır. Ca’fer
Efendi’nin başka bir işle meşgul olup-olmadığı, tahsilinin ne olduğu, nasıl yaşadığı ve
ailesi hakkında şimdilik bir bilgiye sahip olmadığımız gibi, nerede ve ne zaman vefat
ettiğini ve kabrinin nerede olduğu da bilinmemektedir.
Hayatı hakkında çok özet olan bilgimiz yine kendi kaleme aldığı bu yazmadan
çıkarılmaktadır. Gariptir ki, “Veveyat ve Mecmûa-i Tevârih”, “Sicill-i Osmani”ve
“Osmanlı Müellifleri”gibi eserlerdeCa’fer Efendi hakkında bir bilgi olmadığı gibi,
günümüz ansiklopedik lügatlarında da, bu zatın ismine rastlanmamaktadır.
Yazmadan edindiğimiz bilgilerden Ca’fer Efendi’nin babasının Şeyh Behram
Efendi isminde halk arasında kerametine inanılan salih ve mütedeyyin bir zat olduğunu
öğreniyoruz.Ca’fer Efendi’nin kendisi de çok dindardır. Nerede olduğunu bilmiyoruz
ancak ifadesinden memleketinin İstanbul’a bir aylık mesafede olduğu anlaşılmaktadır, ki
bu da neredeyse devletin hudutları demektirYazarın aynı zamanda şairliği de vardır.
Eserinde bir hayli kaside ve gazelleri bulunmaktaysa da, Gökyay o devir şuarâ
tezkirelerinde Ca’fer Efendi’nin ismine rastlanmadığını söylemektedir.11
Ca’fer Efendi’nin aynı zamanda mûsıkîden ve hendeseden anladığı veya en azından
bu sahada bir hayli meşgul olduğu anlaşılmaktadır. Hatta kendisinin çoğu zaman yanında
bulunduğu Mimarbaşı Mehmet Ağa’nın hendeseye ait konoşmalarını kaydetmek suretiyle
bir hendese kitabı yazmış olduğunu da belirtir.
11 Ca’fer Efendi, a.g.e., (Haz: İ.Aydın Yüksel), s.1
31
3.5 Risale-i Mimariyye’nin Bölüm Özetleri
3.5.1 Birinci Bölüm
Sedefkâr Mehmet Ağa, Rumeli’den devşirme bir acemi oğlanı olup, Hasbahçe’ye
girmiştir ve bu sırada musikiye heves eder ve gördüğü bir rüyayı alim bir zata anlattıktan
sonra bu kişinin de tavsiyesi ile bu merak ve hevesten vazgeçer. Daha sonra yine
Sedefkârlık ve mimarlığı öğrenmek için yine rüyasını tabir ettirdiği alim kişinin de
duasıyla işe başlar. Sedefkâr Mehmet Ağa’nın bu hikayesini anlatan birinci bölümde ayrıca
Kâbe hakkında bilgiler ve Kâbe’ye övgüler de yer almaktadır.
3.5.2 İkinci Bölüm
Sedefkâr Mehmet Ağa’nın Sedefkârlığı ve mimarlığı öğrendikten sonra yaptığı
işlerde ne kadar usta ve maharetli olduğunu ve yaptığı işlerin padişah ve vezirlerin
övgüsüyle karşılandığı anlatılmıştır Sedefkâr Mehmet Ağa saraydaki yirmi yıllık bir
öğrenim ve uygulama çalışmaları sırasında seçkin bir Sedefkâr olarak dikkati çeker. o
zaman hayatta olan Mimar Sinan, Mehmet Ağa’ya bir iş yaparak sunmasını öğütler ve
Mehmet Ağa bu öğüdü ancak Sinan öldükten sonra III. Murat’a Sedefkâri bir rahle sunarak
yerine getirir. III. Murat bu hediyeden çok hoşlanır ve Mehmet Ağa’yı önce Dergah-ı Ali
kapıcılığına sonra da Padişaha yine Sedefkâri bir kemendan sununca muhzırbaşılığa
yükseltir. İkinci böümde bunlardan bahsedilir.
3.5.3 Üçüncü Bölüm
Üçüncü Bölümde, Sedefkâr Mehmet Ağa, Dalgıç Ahmet Çavuş’tan boşalan su
nazırlığına atanıp daha sonra ise Mimarbaşı olduğunu anlatır. Sedefkâr Mehmet Ağa, su
nazırı ve mimar olunca Arabistan’da, Anadolu, Kırım ve Rum vilayetlerinde gezdiği
yelerden ve bazı yerlerde vezir mutasarrıfı olarak adaleti sağladığından, Kâbe’nin kafile
yollarında ve hac yolunda hacıları, onları rahatsız eden Arapların tehlikesinden
kurtardığından bahseder.
32
3.5.4 Dördüncü Bölüm
Dördüncü bölümde tamamen Sedefkâr Mehmet Ağa’nın kişisel özelliklerinden
bahseder. Bu bölüm, aslında bu bölümün yazılması muhtemelen Mehmet Ağa’yı huzursuz
edecektir diye başlar ve devamında ise Mehmet Ağa’nın dünya malına meyletmediğini ve
her zaman fakir-fukarayı gözettiğini, mütevazı bir insan olduğunu, dindar bir insan olup
ibadetlerinde son derece hassas olduğunu, sıkça ulema ve meşayihe danıştığını ve
hayatında yaptığı iyilikler vesilesi ile sürekli hayır dualar aldığını anlatır.
3.5.5 Beşinci Bölüm
Beşinci bölümde Kâbe’nin geçmişi, yapısı ve özellikleri, altın, gümüş gibi değerli
madenlerle tezyin edildiğini ve Hazret-i Peygamber’in makamı olan ve Medine’de bulunan
Ravza-i Mutahhara’nın altın olan kilit ve pencereleri, bunların nasıl işlendiği ve üzerindeki
çelik kuşakları anlatır. Beşinci bölümde ayrıca Mehmet Ağa’nın kaç cami, kaç medrese,
kaç köşk, kaç hamam, kaç mescit, kaç saray, kaç köprü ve kaç çeşmenin mimarlığını
yaptığını açıklamak üzere bir boşluk bırakılmıştır ancak daha sonra burası doldurulmamış
ve boş kalmıştır (47a-51a arası).
3.5.6 Altıncı Bölüm
Altıncı bölümde Hipodrom yani Atmeydanında Sultan III. Ahmet Han adına inşa
edilen Sultan Ahmet Külliyesinin inşasından ve Mehmet Ağa’nın bu konudaki gösterdiği
hassasiyetten bahsedilir. Ayrıca bu bölümde taş çeşitleri, değerli taşlar ve mermerlerden
ayrıntılı bir şekilde bahsedilmiştir.
3.5.7 Yedinci Bölüm
Yedinci bölümde bir uzunluk ölçüsü olarak zira’ hakkında geniş bilgiye yer
verilmiştir. Halkın kullandığı zira’, mimarların kullandığı zira’ve bunların herbiri kaç
parmaktır ve parmak nasıl bir ölçü birimidir bunlar, detaylı bir şekilde anlatılmıştır.
33
3.5.8 Sekizinci Bölüm
Sekizinci bölümde ayak, arşın, ok atımı, mil, ferseng, berid, karış, dirsek, kulaç,
mesafe, merhale, menzil ve reb gibi uzunluk ölçüleri ve bunlarla ilgili şeyler, her birinin ne
kadarlık bir ölçü olduğu anlatılıp Arapça, Farsça ve Türkçe olarak kelime karşılıkları
verilmiştir.
3.5.9 Dokuzuncu Bölüm
Dokuzuncu bölümde dönüm, evlek, çubuk, nişan ve kafiz gibi birimler hakkında
detaylı bilgiler ve bu kelimelerim Arapça, Farsça ve Türkçe karşılıkları verilmiştir.
3.5.10 Onuncu Bölüm
Onuncu bölümde yine o dönemde kullanılan uzunluk birimleri olan dönüm, çubuk
ve nişan kelimeleri hakkında tafsilatlı açıklamalar ile mimar zira’ı hakkında geniş bilgiler
yer almaktadır.
3.5.11 Onbirinci Bölüm
Onbirinci bölümde cami’, mescit, harim, harem, minare, şurefe, minber, mihrab,
mahfil, kubbe, alem, kürsi, musalla, medrese, zaviye, savmaa, dar, dar’üs-saade, bab-ı
darü’s-saade, atabe, faiz, üsküffe, künne, cenab, südde, iyvan, divan, sarh, kasr, tarime,
rivak, rüvâk, revak, tak, zulle, gurfe, muhavvata, muhavvata-i dahiliyye, muhavvata-i
hariciyye beyt, hücre, kaytun, hazine, mahzen, kille, kilel, mahba, mihda, sirdab, sereb,
meşrube, kuh tanef, nefak, beyt-i fevkani ve ılvi, beyt-i tahtani ve süfli, matbah, kanun ve
furn, vetis, saur, beyt-i sayefi, beyt-i şitevi, beyt-i musattah, beyt-i müsennem, beyt-i
mukabbeb, kubbe-i usrubiyye, darü’n kavrau, darü’n me’muniyye, darü’d-darb, darü’l
marza, darü’ş-şifa, darü’l-amel, hıyata, dihliz, sakife, küve, revzene, revşen, manzara,
medd-i basar, şebbake, kafes, müşebbek, mişkat, raff, ifriz, suffa, necire, tefaric, arişe, arş,
erike, meclis, mahfil, me’tem, sitare, suradık, menzil, mesken, buk’a, hayme, fustat, kubbe,
harkane, hammam, meslah, müsteham, sahrıc, mibzel, ettün, dahine, kenif, helâ,beyt’l-
ferağ, kiryas, mütevazza’ , mağsel, bâlûa, billûa, day’a, akâr, anbâr, ıstabl, metben,
34
mezraa, meşâre, cerîb, kerm, hân ribât, hânût, rezdak, mastaba sâbât, kal’a, hisâr, derb,
burc, sûr, fasîl, handak, rahâ, merhâ, tâhûne, tıhâne, âmir, umrân, gamir, gamr, harâb,
harib, nukz, imâret, meremmet, talel, resm, dimme, fustat, mısr, medîne, beled, kûre,
kasaba, karye, mahalle, zâiga, zukak, murabbaa, sûk, tarîk, şâri’ kelimelerinin Arapça,
Farsça ve Türkçe karşılıkları verilmiş ve bazı kavramlar hakkında küçük açıklamalar
yapılmıştır.
3.5.12 Onikinci Bölüm
Onikinci bölümde, arsa, hıtta, hufre, vetid, mi’tede, bisât, esâs, kaide, hacer, kined,
lisanü’l-hacereyn, muştu’l levhayn, sâfe, araka, sahre, sald, celmüd, kaddâha, kahkarra,
safvân, neşefe, safîha, cendel, hasbâ’ , haşrem, safâ, haşebe, libne, milât, cidâr, hâit,
sedd,sülme, tıyn, siyâ’, cass,fass, şîd, kevkebü’l arz ve kils, sâruc, rükn, zâviye, ruhâm,
imâd, amûd, diâm, sâriye, üstüvâne, sitâ’, kıvam, âsiye, sakb, sakab,sened, mesned, visâde,
sâce, mıntaka, muntaka, nıtâki tâk, ‘âriza, câyize, veter, sehm, mi’bele , fulâz, makas,
râkıde, farz, fûk, ciz’, fıkra, fakare,sulb, dıl’, musattah, sakf, gımâ, gamî, vetid, vedd, sekk,
sekkî, mismâr, levh, elvâh, âcurr, kırmîd, mîzâb, mis’âb, balat, rasaf, süllem, rütbe, mirkat,
derece, dereke, cisr, kantara, bâb, milkam, ritâc, itâc, havha, mısrâ’, fâiz, usküfe, atabe,
zâfire, necrân, riclü’l-bâb,cârûre, kullâb, râbıta, sıyru’-bâb, rezze, zirfîn, levleb, halka,
matınne, silsile, idâde, mitres, galak, mi’lak, mizlâc, kufl, iklîd, miklîd, mikled, miklâd,
miftâh kelimelerinin Arapça, Farsça ve Türkçe karşılıkları verilmiş ve bazı kelimelerde
küçük açıklamalar yapılmıştır.
3.5.13 Onüçüncü Bölüm
Onüçüncü bölümde mi’mar, mühendis, tahmîn, sâni’, muhterif, sınâat, hirfet, san’at,
üstâz, mâhir,hâzık, mütehazlık, tilmîz, bennâ, âlet, edât, âlât, edevât, haccâr, neccâr,
ferzûm, haşşâb, harrât, cassâs, rehhâs, mutallî, tayyân, mülebbîn, lebbân, mübeddin,
beddân, kadûm, fe’s, hadâe, hadîd, kelil, hurt, yedü’l-fe’s, nisâb, mikbaza, cüzâe, ıtr,
mi’vel, minkar, sâkur, mi’şâr, minşâr, miktal, hazzâz, milzem, mutarrâ, mıskab, minkab,
mi’tade, milvâ, minkar, atele, beyrem, minhat, mibrât, nasl, nasl-ı maklûb , sefen, misfen,
mibred, mishal, zâviye, zâviye-i kaime, zâviye-i hadde, zâviye-i münferice, hindâz,
zirâ’zer’, mîzân, bekere, ,mâm, mıtmarr, mürr, şakul, fircâr, devvâre, cedvel, mencenîk,
35
habl, şatan, sebeb, tunub, rumme, mi’tede, mıtraka, mîkaa, fittîs, kelibetânsaykal, sâkıl,
saykale, mıskale, maskul, huşûne, melâse, milât, melât, milvât, misyea, milben, merr,
mihfâr, lağm, kannâ mukannî, kanât, kınkın, mâ’, mecre’l-mâ, ayn, bi’r, bûriyâ, bekere,
dâliye, mecâle, havz, masnua, sikaye, râkud, sârûcmibzel, sunbûr, üsrüb, üsrüf, ânuk, sufr,
şibe, nühâs, ‘ullâb, resâs, kala’iyy, lihâm, lehâm, hadîd, enîs, fûlâz, zeker, hidüvânî,
meşrefiyy, dımeşkî, ifrencî, kirmânî firind, firindiyy, fidda, lüceyn, nukra, sebk, sebîke,
zeheb, nazri nizâr, nüzâr, ayn ,asced, zuhruf, ıkyân, tibr, şezre, ca’feriyy, dehdî, mufaddad,
müzehheb, kibrît-i ahmer kavramlarının Arapça, Farsça ve Türkçe karşılıkları verilmiş ve
bazı kavramlar hakkında küçük açıklamalar yapılmıştır.
3.5.14 Ondördüncü Bölüm
Bu bölümde mizmâr, kussâbe, zemmâr, mizher, mutrıb, ‘avvâd, nâkır, yunbûr,
cilâze, rebâbe, veter, zîr, bemm, milvâ, zâmile, mûsûkar, mûsîkal, sanc, sagâne, kanûn,
nekare, cülcül, itâr, tabl, bîkan, mızrab, mıkraa gibi eserin diğer terminoloji bölümlerinden
farklı olarak ,müzik ile ilgili kavramalar verilmiştir. Yine bu kavramların, Arapça, Farsça
ve Türkçe karşılıkları verilerek bazı kelimeler hakkında küçük açıklamalar yapılmıştır.
3.5.15 Onbeşinci Bölüm
Eserin son bölümü olan bu bölümde ise, Hz. Peygamber’e, diğer peygamberlere,
padişahlara, Sedefkâr Mehmet Ağa ve dönemin bilinen bazı mimarlarına ve tüm
müslümanlara dua edilir. Fasılın sonunda Mimar Sinan’ın kısaca hayatından ve
eserlerinden bahsedilir, konusu Risale-i Mimariyye ve Sedefkâr Mehmet Ağa olan bir
manzume ile devam eden fasılda kitabın bitirilme tarihi rakamla ve ebcedle verilerek
(1023/1624) kitaba son verilir.
36
4. KAVRAMLAR VE TERMİNOLOJİ
Bu bölümde Risâle-i Mi’mâriyye’de Arapça, Farsça ve Türkçe olarak üç dilde
adları ve o günkü tanımlamaları verilen bütün kavramlar, ilgili oldukları başlıklar altında
sınıflandırılmış ve bu kavramların günümüzdeki karşılıkları detaylı bir şekilde açıklanmış,
herbir terimin yanına kendisiyle ilgili orijinal metin de eklenmiştir. Terimler, orijinal
metindeki sıralamayla ele alınmış ve incelenmiş, birden fazla yerde geçen terimlerin ilk
geçtiği yer dikkate alınmıştır.
Sınıflandırmada kullanılan başlıklar şunlardır:
1. Mimari – Genel,
2. Mimarî Unsurlar,
3. Mimarî Tipleri,
4. Mimarî Mekan,
5. Açıklıklar,
6. Eşya,
7. Su Mimarisi,
8. Alan – Toprak,
9. Alan Ölçüsü,
10. Örtü,
11. Kent Adları,
12. Kent Dokusu,
13. Alet ve Araçlar,
14. Malzeme,
15. Destek,
16. Teknoloji,
17. Mimarlık Mesleği,
18. Zanaat – Zanaatkârlar,
19. Temel – Altyapı – Tesisat ve
20. Türk Musikisi.
180
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Şurası açıktır ki; Batı ve çağdaş dünyada Sanat tarihi, sanat eserleri kadar
sanatçıları da ön plana çıkararak ve yücelterek kendisini tanımlar, anlamlandırır, toplumda
ilgi ve revaç bulur. Bizde ise özellikle Osmanlılarda çok geniş bir coğrafyada üretilmiş
binlerce mimari eser ortadadır. Ancak bu eserleri inşa eden, emek ve becerisini ortaya
koyanlardan başta Mimar Sinan olmak üzere çok azının adlarını, işlerini ve yaşam
öykülerini biliyoruz. Bu olay, Osmanlının her alanda olduğu gibi, sanat ve mimarlık
alanında da kollektif üretimi benimsediğini ve sanatçıları değil, sanat eserlerini ön plana
çıkardığını söyleyerek geçiştirmenin artık mümkün olamayacağının altını çizmek
gerekmektedir. Sanatçıların adlarının yalnızca ürettikleri eserlerin üzerinde değil, dönemin
resmi tarihsel belgelerinin içinde de aranması gerekir.
Özellikle mimarlık alanında, devletin harcamasını yaptığı mimari işlere ait Keşif
Defterleri, Tamirat Defterleri, İnşaat Defterleri gibi muhasebeyle ilgili kayıt ve vesikaları
ile saraya bağlı sanatçı gruplarının bir tür maaş bordrosu sayılan Ehl-i Hiref Defterleri’nde,
ayrıca çalışmalarından ötürü hükümdar tarafından ödüllendirilen sanatçıların adlarının yer
aldığı İnamat Defterleri’nde pek çok mimarın adlarını bulmak kabildir. Aynı bağlamda
değerlendirilmek üzere, halen Osmanlı arşivlerinde 143 adet Ehl-i Hiref Defteri mevcut
olup bunların birçoğu bugün halen açılmamış ve incelenmemiş durumdadır.
Bilindiği gibi Osmanlı belgeleri Fatih dönemine kadar oldukça sınırlıdır.
İstanbul’dan önceki döneme ait Bursa ve Edirne saray arşivlerinden, yer değiştirmeler
nedeniyle, Topkapı Sarayı’na pek fazla evrak intikal etmemiştir. Fatih Sultan Mehmet
dönemi ile başlayan yeni süreçte, II. Bayezit dönemi çok önemli bir aşamaya işaret eder.
Çünkü tüm Osmanlının sanat dünyasına, geniş coğrafyası ölçeğinde, kaynak ve temel
oluşturan 57 adet saraya bağlı sanat kolunun önemli bir bölümü, yani Cemaat-i Hademe-i
Ehl-i Hiref-i Hassa, bu dönemde kurulmuş ya da etkin faaliyete geçirilmiştir. Bu kuruma
bağlı sanatçı gruplarının başında da çağdaş literatürümüze Hassa Mimarları Ocağı olarak
181
geçen Cemaat-i Mimaran-ı Hassa gelmektedir. Doğrudan devletten maaş aldıkları için
adları, yüzyıllar boyunca tutulan Ehl-i Hiref Defterleri’ne kaydedilmiştir. Her ne kadar ilk
dönemlerle ilgili yeterli yazılı kaynağa sahip olduğumuz şüpheliyse de Osmanlı
mimarisinin XVI. Yüzyıl başlarından itibaren olan dönemi için ise yararlanılabilir nitelikte
bir hayli yoğun tarihi malzemeye sahip olduğumuz söylenebilir. Ancak ne yazık ki
sözkonusu kaynaklar gerekli ilgiyi görmediğinden halen bu kuruluşla ve mensuplarıyla
ilgili yeterli bilgilere sahip değiliz. Osmanlı arşiv belgelerini ve o döneme ait kaynak
değerindeki çalışmaları kullanarak bu dönemlerle ilgili yüzlerce mimara ait bilgi ve
bulguların incelenmesi halinde, sanat ve mimarlık tarihimizde, Sinan ve birkaç mimarın
çevresinde dönenen kısır yazım ve anlatım çerçevesi de hakettiği şekilde genişleme imkânı
bulacaktır.
Bu bağlamda Osmanlı mimarisinde bazı mimarlar ve eserleri hakkında bilgi veren
tarihi kaynaklar arasında Osmanlıda mimarlık ile ilgili terimler, ölçü sistemi, yapı malzeme
ve araç gereçleri hakkında olduça yoğun bilgi vermesi bakımından Risâle-i Mi’mâriyye
son derece önemli bir yere sahiptir. O dönemlerin en önemli eserlerinden biri sayılan ve
yapı sanatıyla ilgili olarak bulunduğu çağı aşmış olan Risâle-i Mi’mâriyye adlı eser, o
döneme yani kaleme alındığı 17. YY’a sadece teknik bir açıdan değil, aynı zamanda sosyal
ve kültürel boyutta da yaklaşması nedeniyle eşsiz bir eser sayılmaktadır. Daha çok Sultan
Ahmet Cami mimarı olan Sedefkâr Mehmet Ağa’nın bir tezkiresi gibi görünen bu eser, bir
tezkire olmanın ötesinde o dönemin özelliklerini yansıtması ve halen geçerli olan
muhteviyatıyla günümüz yapı sanatına ışık tutması nedeniyle de bilimsel bir kaynak eser
konumundadır. Eseri kaleme alan, Mimarbaşı Sedefkâr Mehmet Ağa’nın uzun yıllar
yanında bulunan ve onu oldukça yakından tanıyan Ca’fer Efendi adlı şahıstır. Eserin bir
bölümü tamamen Sedefkâr Mehmet Ağa’nın kişiliğinden bahsetmiştir. Sedefkâr Mehmet
Ağa aslında yaşam tarzı ve mimarlık mesleğini kazanma konusunda diğer büyük
mimarlara oldukça benzemektedir. Kendisi bir devşirmedir ve sarayda yetiştirilerek bu
mesleği öğrenmiştir. Mimar Sinan’ı hariç tutarsak diğer mimarlar hakkında böyle bir eser
kaleme alınmamıştır. Bu durum da Sedefkâr Mehmet Ağa’yı diğer meslektaşlarından farklı
bir konumda tutar. Bu açıdan bakılınca da Risâle-i Mi’mâriyye özel bir yere sahiptir.
Ancak bu eser daha önce de belirttiğimiz gibi yeterince ele alınıp incelenmemiştir. Bu
182
durum, günümüz mimarlık ve sanat tarihi çalışmaları için büyük bir kayıptır. Bizi bu
çalışmaya sevkeden en önemli neden de budur.
Tamamı onbeş bölümden oluşan eserde bizim özellikle inceleme alanımızı
oluşturan kısım yaklaşık 470 kavramın incelendiği kavramlar ve terminolojinin verildiği
kısımdır. Bu kavramları bazı başlıklar altında tasnif ederek inceleyerek günümüz mimarlık
ya da sanat tarihi araştırmalarına da ışık tutmaya çalıştık. Mimari mekanlar, mimari
unsurlar, temel, altyapı, örtü, açıklık, destek ve hatta musiki gibi birçok konuyu kapsayan
bu kelimelerin açıklanması karşımıza geniş bir terminoloji çıkardı. Elbette ki bu çalışma bu
eser hakkında yapılması gerekeni mükemmel bir şekilde yerine getiremedi ancak bu
konuda bir başlangıç da olsa faydlaı olacağını umuyoruz.
183
6. EKLER
EK 1 İNDEKS
1. Mimari – Genel
Câmi’: 38
Mescid: 38
Harîm: 39
Harem-harâm: 39
Musallâ: 39
Cenâb: 40
Sereb: 40
Kûh: 40
Dâr’ün kavrâ’ü: 41
Hayme: 41
Fustât: 42
Harkāhe: 42
Âmir: 42
Umrân 42
Gamr-harib-haribe: 43
Harâb: 43
Nukz-nıkz-talel: 43
İmâret: 44
2. Mimarî Unsurlar
Menâre (minâre): 44
Şurefe (şerefe): 45
Minber: 45
184
Mihrâb: 45
Mahfil: 46
Kubbe: 46
Kürsî (kürsü): 47
Dârü’s-saâde: 47
Bâb-ı dârü’s-saâde: 48
Atabe: 48
Fâiz: 49
Üsküffe: 49
Künne-tanef-ifrîz: 49
Südde: 50
İyvân (eyvan): 50
Zulle: 51
Gurfe: 51
Dîvân:52
Rivâk-rüvâk-revak: 52
Tâk: 52
Muhavvata: 53
Muhavvata-i dâhiliye: 53
Muhavvata-i hâriciye: 53
Beyt: 54
Hücre: 54
Kaytun: 54
Hazîne (hızâne): 54
Mihda’: 55
Kânûn: 55
Furn-vetîs-sâûr: 56
Beyt-i musattah: 56
Beyt-i müsennem: 56
Beyt-i mukabbeb: 57
Kubbe-i usrubiyye: 57
Dârün me’mûniye: 57
Küve: 58
185
Revzene: 58
Revşen: 59
Raff: 60
Suffa-mastaba-mıstaba: 60
Arîşe: 61
Ettûn: 61
Dâhine: 61
Bisât: 62
Sâfe-araka: 62
Rükn: 62
Sâce: 63
Âriza-veter-râkıde: 63
Sehm: 64
Mi’bele: 64
Farz: 64
Balat: 65
Rasaf: 65
Süllem ve mi’râc: 65
Rütbe ve mertebe:66
Mirkāt: 66
Derece: 66
Dereke: 66
Cisr: 67
Kantara: 67
Riclü’l-bâb: 67
Cârûre: 67
Alem: 68
Şebbâke-müşebbek: 68
Tefâric: 69
186
3. Mimarî tipleri
Medrese: 69
Zâviye: 70
Savmaa: 70
Dâr: 71
Sarh: 71
Kasr: 71
Târime: 71
Dârü’d-darb: 72
Dârü’l-marzâ: 72
Dârü’ş-şifâ: 72
Dârü’l-amel: 73
Hânût: 73
Menzil: 73
Mesken: 73
Hammâm: 74
Anbâr: 74
Istabl: 74
Hân: 75
Ribât: 75
Rezdak: 75
Kal’a-hisar:76
Burc: 76
Sûr: 76
Rahâ: 77
Merhâ: 77
Tâhûne: 77
Tıhâne: 77
187
4. Mimarî mekan
Mahzen: 78
Kilel-mahbâ’: 78
Sirdâb (serdab): 79
Meşrube: 79
Nefak: 79
Beyt-i fevkānî ve ılvî: 80
Beyt-i tahtânî ve süflî: 80
Matbah: 80
Beyt-i sayefî: 80
Beyt-i şitevî: 81
Hıyâta (hayat): 81
Dihlîz: 81
Sakîfe: 82
Necîre: 82
Meclis: 82
Me’tem: 82
Buk’a: 83
Meslah: 83
Müsteham: 83
Kenîf-bâlûa: 83
Kiryâs: 84
Mütevazza: 84
Mağzel: 84
Metben: 84
5. Açıklıklar
Manzara: 85
Medd-i basar: 85
Kafes: 85
188
Mişkât: 86
Sülme: 86
Mıntaka-muntaka-nıtâk-tâk: 86
Bâb: 87
Milkam: 87
Ritâc: 88
İtâc: 88
Havha: 88
Mısrâ’: 88
Sıyru’l-bâb: 89
6. Eşya
Kille: 89
Arş: 90
Erîke: 90
Sitâre: 90
Surâdık: 90
7. Su mimarisi
Mâ’: 91
Mecre’l-mâ’: 91
Ayn: 91
Bi’r: 92
Bûriyâ- mibzel- râkūd: 92
Sunbûr: 93
Havz: 93
Masnua: 93
Sikāye: 94
189
8. Alan – toprak
Day’a- akar: 94
Mezraa: 95
Kerm: 95
Fasîl: 95
Handak- hufre :96
Arsa: 96
Hıtta: 96
9. Alan ölçüsü
Meşâre: 97
Cerîb: 97
Zirâ’: 98
10. Örtü
Sâbât: 102
Ciz’: 102
Sulb: 102
Dıl’:103
Musattah-gımâ’-gamî: 103
Sakf: 103
Kırmîd: 104
Mîzâb-mis’ab: 104
11. Kent adları
Fustat -mısr: 105
190
Medîne: 105
12. Kent dokusu
Derb: 106
Beled-kûre: 106
Kasaba: 106
Karye: 107
Mahalle-zâiga: 107
Zukāk: 107
Murabbaa: 108
Sûk: 108
Tarîk: 108
Şâri: 108
13. Alet ve araçlar
Vetid (veted)- vetid ve vedd: 109
Mi’tede: 109
Kined (kenad): 110
Lisânü’l-hacereyn: 111
Muştu’l-levhayn: 111
Âlet-edât: 111
Âlât-edevât: 112
Ferzûm: 112
Kadûm: 112
Fe’s: 112
Hadâe: 113
Hadîd: 113
Kelil: 113
Hurt: 113
191
Yedü’l-fe’s- nisâb- mikbaza: 114
Cüzâe: 114
Itra: 114
Mi’vel- minkar: 115
Sâkūr: 115
Mi’şâr-minşâr: 115
Miktal: 116
Milzem: 116
Mutarrâ: 116
Mıskab- minkab- milvâ: 117
Mitade: 117
Atele: 117
Beyrem: 118
Minhât: 118
Mibrât: 118
Nasl: 119
Nasl-ı maklûb: 119
Sefen: 119
Misfen: 119
Mibred: 120
Mishal: 120
Mîzân: 120
Bekere: 121
İmâm: 121
Mıtmarr ve mürr ve zîc: 122
Şâkūl: 122
Mencenîk: 122
Habl: 122
Şatan: 123
Sebeb: 123
Tunub: 123
Rumme: 123
Mıtraka- mîkaa: 124
192
Fittîs: 124
Kelibetân: 124
Sâkıl- saykale- mıskale: 125
Milvât: 125
Misyea: 125
Milben: 126
Merr: 126
Mıhfâr: 126
Dâliye: 127
Mecâle: 127
14. Malzeme
Hacer: 127
Sahre: 127
Sald: 128
Celmüd: 128
Kaddâha: 128
Kahkarra: 128
Safvân: 129
Neşefe: 129
Safîha: 130
Cendel: 130
Hasbâ’: 130
Haşrem:131
Safâ: 131
Haşebe: 131
Libne-lübne: 131
Milât-melât: 132
Tıyn: 132
Siyâ’:132
Cass-fass-şîd: 133
193
Kevkebü’l-arz ve kils: 134
Sâruc: 135
Ruhâm: 135
Sekk ve sekkî: 137
Mismâr: 137
Levh: 138
Elvâh: 138
Âcurr ve tûb: 138
Zer’: 138
Milât ve melât: 139
Sârûc: 139
Üsrüb- ânük: 139
Sufr: 140
Şibe ve şebe: 140
Nühâs: 141
Ullâb ve resâs ve kala’iyy: 141
Lihâm ve lehâm: 141
Hadîd: 142
Enîs: 142
Fûlâz- zeker: 143
Hindüvânî: 143
Meşrefiyy- dımeşkî ve demeşkî: 144
İfrencî: 144
Kirmânî: 144
Firind: 145
Firindiyy: 145
Fidda- lüceyn: 145
Nukra: 146
Sebk: 146
Sebîke: 146
Zeheb- nazr (nadr)- asced: 146
Nizar ve nüzâr: 147
Ayn: 147
194
Zuhruf: 148
Ikyân: 148
Tibr- şezre: 148
Ca’feriyy: 149
Dehdî (dehdehî): 149
Mufaddad: 149
Müzehheb: 149
Kibrît-i ahmer: 150
15. Destek
Cidâr-hâit: 150
Sedd: 151
İmâd – amûd – diâm – sâriye – üstüvâne – sitâ’ – kıvâm – âsiye ve sakb – sakab: 151
Sened-mesned: 151
Visâde: 152
Câyize: 152
16. Teknoloji
Makas: 152
Fûk: 153
Fıkra-fakāre: 153
Zâfire: 153
Necrân-idâde: 154
Kullâb-rezze: 154
Râbıta: 155
Zirfîn: 155
Levleb: 155
Halka: 155
Matınne: 156
195
Silsile: 156
Mitres: 156
Galak: 157
Miğlak: 157
Mi’lak: 157
Mizlâc: 157
Kufl: 158
İklîd-miklîd-mikled-miklâd-miftâh: 158
17. Mimarlık mesleği
Resm- dimne: 158
Zâviye: 159
Zâviye’i kāime: 159
Zâviye’i hâdde: 160
Zâviye’i münferice: 160
Mi’mâr: 160
Mühendiz-mühendis: 160
Tahmîn: 161
Sâni’: 161
Hindâz: 162
Fircâr (fercâr) - devvâre: 162
Cedvel: 162
18. Zanaat – zanaatkârlar
Meremmet: 163
Muhterif: 163
Sınâat-hirfet: 163
San’at: 164
Üstâz: 165
196
Mâhir-hâzık: 165
Mütehazlık: 165
Tilmîz: 165
Bennâ ve hâcirî: 166
Haccâr: 166
Neccâr ve fetîk: 166
Haşşâb: 167
Harrât: 167
Cassâs: 167
Rehhâs: 167
Mutallî ve tayyân: 168
Mülebbîn ve lebbân: 168
Mübeddin ve beddân: 168
Hazzâz ve cezzâz: 168
Saykal ve sakl ve sıkāl: 169
Maskūl- melâse: 169
Huşûne: 169
Kannâ’ ve mukannî: 170
Kınkın: 170
19. Temel – altyapı – tesisat
Sahrîc: 170
Mibzel: 171
Esâs- kāide: 171
Lağm: 171
Kanât: 172
20. Türk musikisi
Mizmâr- kussâbe: 172
197
Zemmâr ve kassâb: 173
Mizher ve ud: 173
Mutrıb: 173
Avvâd: 173
Nâkır: 174
Tunbûr: 174
Cilâze: 174
Rebâbe: 174
Veter: 175
Zîr: 175
Bemm: 175
Milvâ: 175
Zâmile: 176
Mûsîkār: 176
Mûsîkāl: 176
Sanc: 176
Sagâne: 177
Kānûn: 177
Nekāre: 177
Cülcül: 178
İtâr: 178
Tabl: 178
Bîkān: 178
Mızrab: 179
Mıkraa: 179
EK 2 RİSALE-İ Mİ'MARİYYE'DEN ÖRNEK SAYFALAR
203
7. BİBLİYOGRAFYA
A’dan Z’ye Kültür ve Tarih Ansiklopedisi, C. II, Yeni Şafak Yayıncılık, İstanbul, 2004
AKTUĞ, İlknur. “16. YY’da Kullanılan Bazı İnşaat Malzemeleri ve Kullanım Yerleri”, II.
Uluslararası Türk-İslam-Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi Bildiri Kitabı,
İTÜ, Mayıs 1986
ASLANAPA, Oktay. Türk Sanatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993
ATIL, Esin. “Osmanlı Sanatı ve Mimarisi”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, (Editör
Ekmeleddin İHSANOĞLU), C.II., İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma
Merkezi, İstanbul, 1999, s.447-448
Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı:19, Yapı Kredi Yayınları 1229; Yıl:1999
CRANE, Howard. Risale-i Mimariyye: An Early Seventeenth-Century Ottoman
Treatise on Architecture, Studies in Islamic Arts and Architecture, Supplements
to Muqarnas, Volume I, Leiden and New York, E.J. Brill, 1987
EROĞLU, Süreyya. “Osmanlı Döneminde Mimarların Yetişme ve Örgüt Düzeni”,
http://www.ahsapev.com.tr/Mimari_osmanli_mimari_duzeni.asp, (www.dergi.org,
13 Temmuz 2005)
204
FAROQHİ, Suraiya. Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam - Ortaçağ’dan 20. Yüzyıl’a,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998
GÖKYAY, Orhan Şaik. “Risale-i Mimariyye – Mimar Mehmed Ağa Eserleri - İsmail
Hakkı Uzunçarşılı’ya Armağan”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1976
HASOL, Doğan. Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları,
İstanbul, 1995
Klasik Osmanlı Mimarisi, http://dokumanlar.com/dokuman/arsiv1/klasik-osmanli-
mimarisi-port26388dosya.asp, (19 Kasım 2005)
Osmanlı Devleti Tarihi, (Editör Ekmeleddin İHSANOĞLU), C.I., İslam Tarih, Sanat ve
Kültür Araştırma Merkezi, İstanbul, 1999
ÖZ Mehmet. “17. YY’da Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları
Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, Sayı:58, Yıl:1999
ÖZ, Tahsin. “Mimar Mehmed Ağa ve Risale-i Mimariyye”, Arkitekt, Sayı:139-140, 1943
ÖZTUNA Yılmaz. Osmanlı Devleti Tarihi, T:C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara, 1998
205
SÖNMEZ, Neslihan. “Osmanlı Mimarlığında Kullanılan Uzunluk ve Ölçü Birimleri”,
Osmanlı Yeni Türkiye Yayınları, C.X, Ankara, 1999
SÖNMEZ, Zeki. Mimar Sinan ile İlgili Tarihi Yazmalar, Belgeler, Mimar Sinan
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1988
SÖNMEZ, Zeki. “Mimar Sinan Sonrası Mimarlık Mesleği ve Mimarlar”,
http://www.mimarlarodasiankara.org/?id=1591 , 29 Mayıs 2005
Sultan Ahmet Camii, http://www.discoverturkey.com/yeni/dinselyapi/sultanahmet.html,
(29 Mayıs 2005)
ŞEŞEN, Ramazan. Mimar Sinan ile İlgili Yazmalar, Mimar Sinan Dönemi Türk
Mimarlığı ve Sanatı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1988
NAYIR, Zeynep. Osmanlı Mimarlığı’nda Sultan Ahmet Külliyesi ve Sonrası (1609-
1690), İTÜ Yayınları, İstanbul, 1975