new başyazı - somuncu baba dergisi · 2017. 1. 5. · somuncu baba / aylik İlİm - kÜltÜr ve...

47

Upload: others

Post on 17-Oct-2020

10 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Page 2: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 20112 3

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

GÜZELLİKLER ŞEHRİ: İSTANBUL

Istanbul has a considerably important status for both its geographic location and our cultural history. Throughout centuries, its cultural heritage, which has passed down from generation to generation, and its magnificently natural beaty, which inspired the artists, has brought forth the indispensible masterpieces of our art history.

Somuncu Baba raised Hacı Bairam Wali, he raised Akşemseddin, and he raised Fatih Sultan Mehmed Han, who conquered Istanbul and turned it into a rose garden. After the conquest, Istanbul, which won the identity of Turk and Muslim, took an important place and became a frequently used theme in Divan Literature, which developed in and around Istanbul.

All in all, Istanbul is a city of beauties. The model of Somuncu Baba Complex in Darende has been added, as a new one, to the historical, moral and cultural values of Turkey displayed in Miniaturk. We are extremely pleased, we love our country and people very much...

THE CITY OF BEAUTIES: ISTANBUL

İstanbul, gerek coğrafî yönden gerekse kültür tarihimiz açısından çok önemli bir konuma sahiptir. Yüzyıllar boyunca, nesilden nesile aktarılan kültür mirası ve sanatçılara ilham veren muhteşem doğal güzellikleri sanat tarihimizin vazgeçilmez şaheserlerini meydana getirmiştir. Ayrıca İstanbul, Türk edebiyatının değişmez temalarından biri olmaya hak kazanmıştır. Asırlar boyunca insanımız için İstanbul’u fethetmek, mutlaka ulaşılması gereken yüce bir ideal olmuştur.

Bu hususta Somuncu Baba Hazretlerinin kayınpederi Abdurrahman Erzincanî Hazretleri hakkında Mecdî Mehmet Efendi’nin Hadâiku’ş-şakâik adlı eserinde sadeleştirilmiş haliyle şu bilgiler bulunmaktadır:

“Müellif-i Şakâ’ik merhûm Hatîb Kâsım oğlu demekle meşhûr olan Mevlânâ Muhyiddin’den, onlar dahi Şeyh Abdurrahîm Merzifonî halifelerinden Ali namındaki bir sofiden hikâye eyledi ki, İstanbul şehrinin fethinden önce, Şeyh Abdurrahman Erzincanî Hazretleri ile ikimiz (yani Sofi Ali ile Abdurrahman Erzincanî Hazretleri), Bizans tarafından izin alarak İstanbul’a geldik. Eskiden beri zamanın şaşılacak bir mabedi olarak bilinen Ayasofya’da Hıristiyan ruhanileri ile Şeyh Abdurrahman Erzincanî Hazretleri tevhid ile alakalı karşılıklı konuşmalar yapıp Hıristiyan ruhanileri ilzam ve ifham eyledi. Bu sonuca binaen 40 kadar Hıristiyan ruhanisi Müslüman olup, … Şeyh Hazretleri, şahid-i fetih ve zafer İstanbul’a ayak basmak mukadder ve müyesser olduğunu müjdeledi. İstanbul feth olduğu zaman daha önce Müslüman olan ruhbanlardan altısı halen hayatta bulunmaktaydılar.”

Somuncu Baba Hazretleri, Hacı Bayram’ı Veli’yi, Hacı Bayram-ı Veli, Akşemseddin’i, o da İstanbul’u gülzâr yapan Fatih Sultan Mehmed Han’ı yetiştirmiştir. Fetihten sonra Türk ve Müslüman kimliği kazanan İstanbul ve çevresinde gelişen Divan edebiyatı içerisinde İstanbul, önemli ve sıkça kullanılan bir tema olarak kendine yer edinmiştir.

18. asır, Divan şiirinde İstanbul’un en fazla konu edildiği dönem olarak edebiyat tarihi içindeki yerini alır. Şiirlerinde “bir tutku” derecesinde İstanbul’dan bahsetmeyi seven Nedim’in eserleri 18. asır İstanbul’unun bir “belgeseli” gibidir. Şairin, Damat İbrahim Paşa için yazdığı kasidenin nesib kısmında İstanbul’un özellikleri Nedim’e has zarafet ve incelikle anlatılır:

Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü bahâdır / Her sengine yekpâre Acem mülkü fedâdırBir gevher-i yekpâre iki bahr arasında / Hûrşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır

17. asırda Anadolu’dan İstanbul’a gelen bazı âşıklar şiirlerinde, “İslambol, Sultanü’l Beled, Âsitâne” gibi isimlerle İstanbul’dan söz etmişlerdir.

İstanbul güzellikler şehridir. Miniatürk’te bulunan Türkiye’nin tarihî, manevî ve kültürel değerlerine bir yenisi olarak, Darende Somuncu Baba Külliyesi’nin maketi de eklenmiştir. Sevinçliyiz, İstanbul’u, ülkemizi ve insanları çok seviyoruz…

Page 3: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

YIL: 17 SAYI: 127 Mayıs 2011 Basım Tarihi: 01 Mayıs 2011

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA

Yayın Editörü Musa TEKTAŞ

Kapak TÜRSAB ARŞİVİ

Yapım ARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU

Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA

Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI

Arşiv Muharrem AKIN

Abone Bekir CANPOLAT

Reklam Ziya TOKSÖZLÜ

Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Bizim Repro

Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20

Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL

1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO

Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 185 dahiliyi arayınız.

KUTSAL MEKÂNLARA KUTLU SEFER

44

KANAAT EN BÜYÜK HAZİNEDİR

BİR İMPARATORLUK SEYYAHI

İNSANA SADÂKAT YARAŞIR

Mehmet DERE

Kanat/kanaatkârlık İslâmî ve ahlakî bir erdem olup, yüce dinimiz İslâm kanaati ve kanaatkârlığı övmüş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise yasaklamıştır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden kazanmak, payımıza düşene razı olup kanaatkâr olmaktır.

Mustafa ÖZÇELİK

Evliya Çelebi, edebiyatımızda Seyahatnâme türünde bir ilki teşkil eder. Zira, onun eserine kadar Zira bu esere kadar tam anlamıyla Seyahatnâme denilecek bir eserimiz yoktur.

Vedat Ali TOK

Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.

54 72 76

AH İSTANBUL - Meryem Aybike SİNAN (06)

SADAKA TAŞLARI - Nidayi SEVİM (13)

HIRSIZLIK HAKLARA TECÂVÜZDÜR! - Ali AKPINAR (14)

BİR BAŞKA YÜZÜYLE İSTANBUL - Muhsin İlyas SUBAŞI (18)

BÛSESİ LÂLE İSTANBUL - Mehmet SERTPOLAT (21)

El-BÂSIT - Ramazan ALTINTAŞ (22)

İNCİTME - Hanifi KARA (25)

AMR B. HUREYS (r.a.) - Bünyamin ERUL (32)

KIRK YAPRAKLI GÜL - H. Hamidettin ATEŞ (33)

EDEPLİ OLMAK - Musa TEKTAŞ (34)

ZİHİN KİRLİLİĞİ - Mehmet Zeki AYDIN (38)

GİDENLER GAZELİ - M. Nihat MALKOÇ (43)

SAFLARI SIKLAŞTIRMANIN ZAMANI - Enbiya YILDIRIM (50)

NAAT MEDENİYETİ - Bekir OĞUZBAŞARAN (53)

BAHAR VE SERÇELER - Fazıl Ahmet BAHADIR (57)

TARİH AYNASINDA PERDELENEN HAREM - İsmail ÇOLAK (58)

VEFASIZLIĞIN DİĞER ADI: NANKÖRLÜK - Abdullah KAHRAMAN (62)

HALİD-İ BAĞDADÎ - Muharrem AKIN (66)

TASAVVUF VE KİŞİLİK - M. Doğan KARACOŞKUN (68)

İMZA DİLİYLE KİŞİLİĞİMİZ - M. Emin KARABACAK (70)

DENİZLİ EVLİYALARI - Yusuf HALICI (78)

HAYIRLI İŞ - Raziye SAĞLAM (80)

GELDİM - Ali Rıza MALKOÇ (83)

KALİTELİ ÖMÜR İÇİN YAPILACAKLAR - Akın DİNDAR (84)

KEKİK - Şifalı Bitkiler (86)

KUYMAK (MIHLAMA) - Mesude SARI (87)

Resul KESENCELİ

Onlar bir kez görüyorlar hemen anlayabiliyorlardı. Balık deryada ilken deryanın kıymetini bilmeliydi. İnsanların birbirine davranışları çok güzelleşmişti.

ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

FENÂDAN BEKÂYA

10 Abdülmecit İSLAMOĞLU

Bizleri bu dünyada meşgul eden, oyalayan pek çok şey vardır. Zamanımızı bunlarla geçirir, mutlu olmaya çalışırız. Hoşumuza gittiğini inkâr edemeyeceğimiz; para, mal, mevki, makam, şöhret vb. bizlere huzur getireceğini umduğumuz şeylerin başında gelir.

26

AFRİKA’DA MİSYONERLİK

Kadir ÖZKÖSE

Afrika’nın büyük bir bölümünde misyonerler, sömürgeci güçlerin yardımı ile Müslümanları eğitimden mahrum bırakmışlar ve Hıristiyanlığı kabul etmeyen...

Page 4: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

7Mayıs 20116

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

Merhem-i vasl iledir hasta-i hicre devâ Kim ki cânından geçer vuslat-ı yârdır ana

Sanma dil-i âşıkı gayrı safâ râm eder Değme işe âşıkân sanma kılar cân fedâ

Müftî-i aşkın ezelden beri fetvâsı budurCân verene vasl-ı yâr u vasl-ı yâra cân bahâ

Cân ü cihân kaygısın çekmedi âşık olan Dikmedi cân mülküne aşkdan özge bir livâ

Bahtlı ola yaralı sara zahmın yâr eli Cevrini yârın bile cânânına zevk u safâ

Dost yolunda âşıkın sıdkına oldu delîl Derdine sabr eyleye etmeye çûn u çirâ

Ad u sandan geçip sende Hulûsî hemân Nâm ü nişân terkin ur âşık isen merhabâ

Page 5: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

9Mayıs 20118

Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN

Bir ışık saltanatı yakalıyor ruhumu.

Gel Kâtibim beni İstanbul’a yaz, diyorum uzun

senelere seslenip!

Karanlıklarım, gölgelerim, hüznüm

ziyâlanıyor, kalbimin en mutena yerine yürüyor,

erguvan ülkesine ansızın sermest oluyor. Gel di-

yor güllerin şehri, gel diyor. İstanbul biraz ergu-

van, biraz gül demek zannımca. Biraz Hüsrev bi-

raz Hatem demektir bir de.

İstanbul’u kim anlar, kim söyler içli şarkılar

gibi? Kim sever Fatih’i gibi, Ak Şeyh’i gibi kim

düşünür? İstanbul güneşin battığı yer. İstanbul

zamanın durduğu yer. İstanbul’un kaderi güle

ayarlı. Gül İstanbul demek, İstanbul gül. Bir de

Hüsrev’ül Hatem demek... Bu ışık saltanatı çağı-

rıyor beni uzaktan.

Bir kuşluk vakti, henüz zaman eskimeden,

yollar yorulmadan, gün düşmeden sarkacın-

dan düşüyorum yollara. Yollar ki bıkkın, yol-

lar ki umarsız, yollar ki gözyaşlarıyla ıpıslak.

İplik iplik bir yağmur yağıyor ansızın. Nisan

yağmurları değiyor toprağın ateşli alnına. Yor-

gun ve ıslak yollara inat varıyorum Bayazıt

Meydanına... Bayazıt ki yıldırımları düşürüyor

aklımın çatlaklarına. Bir ışık saltanatına boğu-

luyorum... Bu şehirde hatıralar başkadır… Ha-

tırlamak bambaşkadır. Sultanahmet her dem

bir ashap şenliğidir asr-ı saadeti kuşanan…

Ah güzel İstanbul, diyor kalbim serdest olup! Bu

şehirde seyir başkadır!

İstanbul Bizim Gülen Yanımız, Güzel Tarafımız!

Sanki yüzyıllar geri çağırıyor gibi. Eski sandu-

kalara saklanmış şehzadeler, uykularından apan-

sız uyanacak ve usulca sızacaklar aramıza. Bak ne

çok unutmuşsunuz diyecekler. Hüsrev ve Hatem

ülkesinden kovacaklar bizi. Erguvanî bir büyü ya-

kalayacak ruhumuzu ansızın, hesaplar konacak

önümüze. Hatıralar deşilecek, sevdadan, aşktan

unutulmuş ne varsa nikriz bir şarkının notasın-

dan sızacak üstümüze. Sazendeler, hanendeler çı-

kıp gelecekler taş duvarların arkasından. Lâl ke-

sileceğiz şehir şehir!

Büyük bir suskunun içine düşeceğiz bir bir.

Eski şarkılardan bir demet düşecek ruhumuzun

üşüyen, yama tutmayan yanlarına. Unuttuğumuz

şarkıları söyleyemeyeceğiz bir daha...

“İstanbul’u kim anlar, kim söyler içli şarkılar gibi? Kim sever Fatih’i gibi, Ak Şeyh’i

gibi kim düşünür? İstanbul güneşin battığı yer. İstanbul zamanın durduğu yer.

İstanbul’un kaderi güle ayarlı. Gül İstanbul demek, İstanbul gül demek. Bir de

Hüsrev’ül Hatem demek... Bu ışık saltanatı çağırıyor beni uzaktan.”

ah güzel

İSTANBUL

Hulûsi GÜLSEREN

Page 6: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

11Mayıs 201110

Nisan çiçekleri, papatya-

lar, sümbüller koşacak gülle-

rin menziline. Hatem ülkesine

hoş geldiniz diyecekler hep bir

ağızdan. Hatem ülkesinde za-

man başkadır... Hatıralar baş-

kadır... Şehr-i İstanbul bam-

başkadır… Sadabat dillenecek,

neşv ü nema bulacak.

İstanbul Bir Işık Saltanatıdır Ruhumuza Yön

Veren!

Yine ta gönülden söz dille-

necek, yürek konuşacak. Ha-

tem ülkesinde bir ikindi vakti

zaman susacak, mekân susa-

cak, hatıralar konuşacak bi-

razdan. Bu İstanbul büyüsü

diyorum, senin efsunundan, çe-

kiminden koşup gelmişim, sı-

ğınmışım. Mülteci faslındayım

şimdilerde. Hatem bir seyya-

re ki ışığı hiç sönmeyen. Bir yıl-

dız şehrayini gibi düşüyorsun

gönlümüzün karanlık ülkesine.

Hatıraların ezgisini üfleyen bir

neyzen, unutulmayan bir sof-

yan şarkıya ses veriyor, hüznün

testisinde.

Asıl olan neydi ki diyor

şair. Neydi asıl olan. “Madem-

ki bulunduğun yer, konuştuğun

kimse sana feyz vermiyor, ter-

ke mani olan ne?” Ruhumuzu

inciten ayrık otlarını ayıklayan

aklımız, bir nisan yağmuruy-

la bir dürr-i daneyi düşürmüş

gönlümüzün mahzenine. Bü-

yülü nisan yağmurları, erguvan

zamanı tükenmiş… Nisan yağ-

murları yağmış yağabildiğince,

Mayıs görününce takvimlerin

kadranında, toplamış bohça-

sını yürümüş ayların ötesine…

Mayıs İstanbul’un doğduğu şe-

hir! İstanbul’un İslâmlaştığı,

Fatih’ine seninim dediği ay.

Ben, Hatem ülkesinin yıl-

dızlar dağıtan, dağıttıkça ay-

dınlatan ülkesine sığınmışım.

Hatem ülkesinde zaman ve

mekân başkadır. Hatıralar baş-

kadır... Lisan başkadır, insan

başkadır... İstanbul bambaşka-

dır. Eyüp Sultan’da rahvan at-

lar gibidir ruhumuz ötelere yü-

rüyen!

İstanbul Aklımızın Umut Bağladığıdır!

Zembereği kırılıyor zama-

nın, unutulmuş devirlere yas-

lanıyorum. Tezyin ettiğim

ayetlerin huzuruyla sermes-

tim boğazın yamacında. İbri-

şim şirazeli bir kitabın sayfası-

dır her mekânın, her cadden.

Gâh İstinye, gâh Üsküdar’ım…

Üsküdar bir durak, Fatih’e gi-

dilesi... Aziz Mahmut Hüdaî ge-

ziniyor gibi hala taş yolların-

da. Hüsrev’ül Hatem ülkesinde

neşv ü nema buluyor hatıralar,

ben uyanıyorum.

Hatıralar ırağı çağırıyor. Ne-

ler geçmiş, neler düşmüş za-

manın ellerinden. Gazlı lam-

baların isinden gözlerimizi

kapamışız karanlıklarda. Oysa

ışık yanı başımızda. Bir Hatem

ışığı ki göz kamaştıran, aydın-

latan, ısıtan. Ellerimizde solu-

yor, bütün bildik şeyler. Unu-

tuyorum hepsini. Unutuyorum

bütün çirkinlikleri, unuttukla-

rımızı, anı. Diriliyor ne kadar

unutulmuş şey varsa, geliyor konuyor yüre-

ğimin tenhasına...

Dile geliyor gizli dehlizlere sığınmış nice

güzellikler, güzeller. Gül bahçesi hareleniyor,

pareleniyor, çareleniyor. Şeyda bülbül feryat

ediyor gül olup da gülmeyene. Bilip de söy-

lemeyene. Düşüp de yola gelmeyene. Yol de-

diğin yürünerek aşılır... Hatem ülkesinde za-

man ve mekân başkadır... Hatıralar başkadır.

Şiir başkadır, şiyir! Başkadır. Bu şehirde si-

hir başkadır…

Bir gün daha soluyor, işte zaman da-

ralıyor, körfez işmar ediyor ötelerden…

İstanbul’u dinleyen Orhan Veli’yi duyar gibi

oluyorum. İstanbul’un orta yeri sinema mıy-

dı? Orta yer neresi, İstanbul neresi?

Yağmur diniyor. Rahatlıyor göğün bağ-

rı. Masmavi derinlik gerine gerine sarıyor uf-

kumuzu yeni baştan. Yok, sayıyorum sincabi

gökyüzünü. Bugün hiç yaşamamışım. Hatem

ülkesinde mevsim, hep derin bir mavidir öte-

leri çağrıştıran, çağıran. İstanbul, yaşlı ve yor-

gun bir kadının sesi gibi sesleniyor. Gitme

diyor. Kal biraz. “Gönül nedir bilene gönül ve-

resim gelir” diyor. Fatih’in ülkesi sevgiye, il-

giye candan âşıklara meyilliydi oysa. İnsanlar

ona…

Hatem ülkesinde zaman tükenmiş, saat-

ler çalmış külkedisi gibi kendimi yola vuru-

yorum. İstanbul ısrar ediyor bu kez bir genç

kızın cilvesiyle. Eğiliyorum yedi taraçaya; za-

man tükenmiş, yol uzamış, akşam ufukta gö-

rünmektedir. Körfezin durgun suları şimdi

bana el ediyor, anla biraz diyorum.

Sultan Mehmet Köprüsü uzanıyor önüm-

de...

Ve...

Durgun bir su gibi akıyorum körfeze...

Bu şehirden ayrılırken seyir başkadır…

Türs

ab A

rşivi

Page 7: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201112 13

Hulûsi Kalb’denDr. Abdülmecit İSLAMOĞLU*

“Bizleri bu dünyada meşgul eden, oyalayan pek çok şey vardır. Zamanımızı

bunlarla geçirir, mutlu olmaya çalışırız. Hoşumuza gittiğini inkâr

edemeyeceğimiz; para, mal, mevki, makam, şöhret vb. bizlere huzur

getireceğini umduğumuz şeylerin başında gelir.”

FENÂDAN BEKÂYA

İnsanoğlu bu dünyaya kulluk etmek; Rabbi-

ni tanıyıp O’na itaat etmek üzere gönderilmiştir.

Müslüman bilmektedir ki bu dünya âhiretin tar-

lasıdır. Burada ne ekerse öbür dünyada onu biçe-

cektir. Cennet, iyileri ağırlamak üzere beklemekte;

cehennem kötülüklerin ve zulümlerin karşılıksız

kalmayacağını haykırmaktadır.

Gününü gün eden; eğlence, zevk ve safayı sınır

tanımaksızın yaşamaya çalışan zevk-perest insan-

ların sonu hayırlı olmayacaktır. Dert ve sıkıntılar

dünya hayatını kulluk şuuru içerisinde geçirme-

yenleri beklemektedir.

Her hâl ü kârda mümin kişi dengeyi gözete-

cektir. İşlerin hayırlısı orta olanıdır; ne hep gü-

lünecek, ne hep ağlanacak; ifrat da yok tefrit de.

Bilinmelidir ki selâmete ulaşanlar aşırılıklardan

kaçanlardır.

3. Sermâyeni saâdet bilip saâdete er

İkbâl idbâra dönüp izmihlâl olur

Önemli olan insanın elindekilerle mutlu olma-

sını bilmesidir; zira nefis daima daha fazlasını is-

ter. Bir vadi dolusu altın verilse, ikincisini ister ve

bu böyle devam eder. Oysa dünya ve içindekilerin

ayaklar altına alınacağı, kıymetsizleşeceği gün ya-

kındır. Şimdi bizlerin son derece ehemmiyet ver-

diği, kıymet atfettiği sözde değerler, bir gün gele-

cek değersizleşecek, bir anlam ifade etmeyecektir.

Çünkü dünya hayatı aldanış metaından başka bir

şey değildir. Yüce Rabbimizin bu konuda verdiği

misal gerçekten dikkat çekicidir. Çiftçilerin hoşu-

na giden bir yağmurdan sonra boy veren bitkiler

anlatılmaktadır Hadîd Sûresi’nde. Ancak bunlar

bir müddet sonra kurumaya yüz tutmakta, sarar-

maya başlamaktadır. Sonunda ortada kalan ise

çer çöpten başkası değildir.2 O hâlde şu anda yo-

lunda giden işlerimize, durumumuzun iyi oluşuna

aldanmamalı, herşeyin bir anda ters yüz olabile-

ceği hatırdan çıkarılmamalıdır.

4. Bir kâmilin eteğin tutup da murâda yet

Kâmil eteğin tutan ehl-i kemâl olur

Dünyanın geçici bir yaşam oldu-

ğu aslında hepimiz tarafından

bizzat görülen ve yaşanılan bir

durumdur. Gün geçmiyor ki çevremizden birile-

ri öteki âleme intikâl etmesin. Her gün vefat eden

insanlar için okunan selâları duyuyor, cenazele-

rine katılıyor, taziyelerinde bulunuyoruz. Buna

rağmen dünyaya olan bağlılığımız, hırsımız bir

türlü eksilmek bilmiyor.

İşte Hulûsî Efendi (k.s.) altı beyitten oluşan

“olur” redifli bu gazelinde dünyanın fâniliğinden

ve geçici zevklere aldanmamak gerektiğinden

bahsediyor. Bu uğurda en çok ihtiyaç duyduğu-

muz hususlardan birisi de bizlere doğruyu, iyiyi ve

güzeli gösterecek; sonsuzluk yurdunun aydınlık

yoluna bizleri iletecek olan mürşid-i kâmillerdir.

İşte bu gazel aynı zamanda bu kâmil insanların

önem ve değerinden de bahsetmektedir.

1. Bir gün gelir bu hayât-ı âlem hayâl olur

Dehrin nesi varsa cümle pây-mâl olur

Bir gün gelecek ve Cenâb-ı Hakk’ın dışında

tüm yaratılmışlar yok olacak, dünya hayatı son

bulacaktır. Aslına bakılırsa bu dünyada yaşanı-

lanlar hayâlî bir oyun gibidir. Nitekim Kur’ân-ı

Kerîm de buna vurgu yapılmış “Dünya haya-

tı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki

âhiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar

için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısı-

nız?”1 buyrularak kıymet verilmemesi gerektiğine

işaret edilmiştir.

Şu anda bize önemli ve değerli gelen ne var-

sa; evlat, mal, mülk, makam vs. bir gün gelecek

anlamsızlaşacaktır. Aslolan o gün gelip çatmadan

herşeye kıymeti kadar değer vermektir. Bu nok-

tada Rabbimizden, eşyanın hakikatini göstermesi

hususunda niyazda bulunmalı, nefsimize yenilip

boş şeylerin peşinde koşmamak için Hakk’a yal-

varmalıyız.

2. Her demi zevk ile geçen eyyâmın

Âkıbet encâmı firkat u melâl olur

Page 8: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201114

1 6/En’âm, 32. Ayrıca bkz.: 47./Muhammed, 36.2 Bkz.: 57/Hadîd, 20.3 Mustafa Tatcı, Yûnus Emre K yâtı IV-Âşık Yûnus, M.E.B. Yayınları, İstanbul,

2005, s. 126.

*Dr.

Gerçek mutluluğa, dünya ve âhiret saadetine

ulaşmak istiyorsak doğru yolu gösteren bir kılavu-

za, öğretmene muhtacızdır. Burada önemli olan

eteğine yapışacağımız bu zâtın kâmil bir insan ol-

masıdır. Zira kâmil olmayan başkasını kemâle er-

diremeyecektir. Hak dostu olan bu insan, sohbet-

leriyle, hâl ve hareketleriyle bizlere örnek olacak,

hakikati gösterecektir.

Hak âşığı dervişlerden biri olan Âşık Yûnus da

mürşid-i kâmilin önemini vurgulayanlardandır.

Karanlıklardan aydınlığa şeyhi sâyesinde, onun

himmetiyle kavuştuğunu, gerçek hayatı onunla

bulduğunu bu büyük şâir şöyle ifade eder:

Aldum himmeti

Geçdüm zulmeti

İçdüm hayatı

Şeyh eşiğinde3

5. Devlet o ki olmaya zevâl ana

Devlet sanma anı ki anda zevâl olur

Bizleri bu dünyada meşgul eden, oyalayan pek

çok şey vardır. Zamanımızı bunlarla geçirir, mut-

lu olmaya çalışırız. Hoşumuza gittiğini inkâr ede-

meyeceğimiz; para, mal, mevki, makam, şöhret

vb. bizlere huzur getireceğini umduğumuz şey-

lerin başında gelir. Bizleri cezbeden, bağımlı kı-

lan bu dünya güzelliklerinin gücünün yetmediği

değişmez bir gerçek vardır. Bu gerçek; malın da

mülkün de yalan olduğudur. Bununla birlikte bu

geçici güzellikler dünya yaratıldı yaratılalı kendi-

siyle oyalanacak birilerini hep bulmuştur.

Eşyanın hakikatini kavrayamayanlar geçici

-

mine kapılmışlardır. İman sahipleri ise ay, yıldız

ve güneş parlak da olsa fânîdir, yok olacaktır, de-

mişlerdir. Aslolan ezelî ve ebedî olana bağlanmak,

onu arzulamaktır.

Bu dünyadan Hz. İbrahim (a.s.) de geçmiş,

Nemrut da geçmiştir. Hz. Mûsâ (a.s.) da yaşamış,

Firavun da ömür sürmüştür. Ancak bugün Hz. İb-

rahim ve Hz. Mûsâ hayırla yâd edimekte ve isim-

leri her anıldığında kendilerine salât ve selâm

okunmaktadır. Diğerleri ise zamanında sahip ol-

dukları güç ve zenginlikleriyle değil, zulümleriyle

anılmış ve lâyık oldukları şekilde tarih sahnesinin

karanlık sayfalarında hak ettikleri dehlizlerde kal-

mışlardır.

6. Pîrin kapısında hâk et Hulûsî yüzün

Tahkîk anı bil ki makbûl-i Zü’l-Celâl olur

Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi gazelin bu son

beytinde kendisine seslenerek şeyhinin kapısın-

da yüzünü yerlere koymasını ister. Zira mürşidin/

sevgilinin ayağının tozu gözlere sürme diye çeki-

lir, şifa niyetine kabul edilir. Mürşid-i kâmil kar-

şısında gösterilen bu teslimiyet, şüphesiz ki Yüce

Mevlâ’nın da hoşlanacağı ve makbul göreceği bir

davranış olacaktır. Zira bilinmektedir ki âlimler

peygamberlerin vârisleridir. Onlara gösterilen

saygı ve sevgi peygamberlere, dolayısıyla Cenâb-ı

Hakk’a gösterilmiş demektir.

15

SADAKA TAŞLARI Karbeyaz sütunların tepeleri oyuktu, Alanı gayet az vereni oldukça çoktu. Hali vakti olan bırakırdı akçasını, Olmayan bölüşürdü kalan son lokmasını. O’na uzanan “ihtiyacı kadar” alırdı, Geriye kalanın payını da ayırırdı. Cami, türbe, çeşme, imarethane yanında, Fakir fukaranın sırdaşıydı zor anında. Veren sormaz kimedir? Alan bilmez kimdendir? Bu zarafet hangi düşüncenin eseridir? Sağ elin verdiğini sol elin bilmemeli, Medeniyetimizin düsturudur ezeli. Bir zamanların samimi, sıcak sofraları, Ne arayanları kalmış ne de soranları. Asil ecdadımızın medar-ı iftiharı, Fazilet abideleri sadaka taşları…

Nidayi SEVİM

Page 9: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201116 17

İlim ve Hayat Ali AKPINAR* Yüce Rabbimiz,

insanı kendi

ayakları üzerin-

de duracak şekilde donanımlı

yaratmıştır. Ona hem akıl ver-

miş hem de fiziksel güç vermiş-

tir. İnsan, kendisine verilen bu

güçleri işletir ve yerli yerince

kullanırsa temel ihtiyaçlarını

karşılayabilir. İlâhî irade, hiçbir

kulunu ihmal etmemiştir. İlâhî

taksimde her insana pek çok ni-

met sunulmuştur.

Yüce Yaratıcı, insanlar bir-

birlerinin hizmetlerini görsün-

ler, birbirlerine destek olsun-

lar, hayatı birlikte yaşasınlar

diye de kullarını maddî yönler-

den farklı seviyelerde yaratmış-

tır.

“Sizi yeryüzünün halifele-

ri kılan, size verdiği (nimetler)

hususunda sizi denemek için

kiminizi kiminizden dereceler-

le üstün kılan O’dur. Şüphe-

siz Rabbin, cezâsı çabuk olan-

dır ve gerçekten O, bağışlayan

merhamet edendir.”1

“Rabbinin rahmetini onlar

mı paylaştırıyorlar? Dünya

hayatında onların geçimlik-

lerini aralarında biz paylaş-

tırdık. Birbirlerine iş gördür-

meleri için kimini ötekine

derecelerle üstün kıldık. Rab-

binin rahmeti onların biriktir-

dikleri şeylerden daha hayırlı-

dır.”2

“Allah’ın sizi, birbirinizden

üstün kıldığı şeyleri (başka-

sında olup da sizde olmayanı)

hasretle arzu etmeyin.”3

İnsana düşen, önce insanlar

arasında paylaştırılan pastadan

nasiplenmek için elinden geldi-

ğince çalışması, nihâyetinde ise

bu ilâhî paylaşıma rızâ göster-

mesidir. Onun bu formüle uy-

gun hareket etmesi, hem ken-

disinin hem de başkalarının

hayrınadır.

Ne var ki bazı insanlar üzer-

lerine düşen görevleri yapmaz-

lar, kazanabilecekleri kadarı-

nı kazanmak için çalışmazlar,

sonuçta ihtiyaçlarını gidermek

için de başkalarının haklarına

göz dikerler ve haksız yere on-

lardan yararlanmaya kalkarlar.

Gece gündüz, değişik yöntem-

lerle başkalarının hakkı olan

mallardan çalıp çırpmaya, gasp

etmeye çalışırlar. Çalıp çırpmak

için harcadıkları mesâiyi, helâl

yollardan kazanmak için harca-

salar daha risksiz ve daha ha-

yırlı yollardan ihtiyaçlarını te-

min etmiş olacaklardır. Ama

bunu yapmazlar. Zira özlerin-

deki Allah ve âhiret inancı zayıf-

lamış ve bunun yerini terleme-

den elde etme hırsı kaplamıştır.

Yapılan araştırmalara göre,

hırsızlık yapan pek çok insan,

muhtaç olduğu ve mecbur kal-

dığı için değil; hırsızlığı meslek

edindikleri için bu işi yapmak-

tadırlar. Bu da bu insanların

ne kadar ruhsal çözülme ve

mânevî yıkım içerisinde olduk-

larını gösterir.

Dinimiz, kul hakkına

tecâvüzü büyük günahlardan

sayarak kötülüğe meyyal olan

insanları eğitmeyi, onları kötü-

lüklerden alıkoymak için gerek-

li tedbirleri almayı öncelikleri

arasına koyar.

İslâm’a göre harama götü-

ren yollar da haramdır, onlar

da kapalı tutulmalı, insanlar

haram işlemeye yönelmemeli

ve yönlendirilmemeli ve haram

işlemelerinin önü alınmalıdır.

İslâm, önce hırsızlık, gasp

gibi cürümlerin büyük günah

olduğuna vurgu yapar. Bu gü-

nahlara bulaşanların dün-

ya ve âhirette dûçar olacakları

cezâlara dikkat çeker. Sorumlu

yöneticilerin insanların temel

ihtiyaçlarını karşılayabilecek-

leri çalışma imkânlarını hazır-

lamak zorunda olduklarını be-

lirtir.

Öte yandan dinî görev tak-

siminde, çalışamayacak ve ih-

tiyaçlarını karşılayamayacak

olanların ihtiyaçlarını karşıla-

makla bazı kimseler yüküm-

lü tutulmuşlardır. Sözgelimi,

evin hanımı ve daha da önemli-

si çocuklarının annesi olan ka-

dının temel ihtiyaçlarını karşı-

lamak kocalarına, onlar yoksa

velîlerine aittir.

Aynı şekilde geleceğin sa-

hipleri olan çocukların ihtiyaç-

larını karşılamak velîlerine ait-

tir. “Velîsi olmayanın velîsi

benim.” buyuran Peygamberi-

HAKLARA TECÂVÜZDÜR!

HIRSIZLIK

Page 10: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

19Mayıs 201118

Allah’a yemin olsun ki! Hır-

sızlık yapan kızım Fatıma bile

olsa, ona cezâsını verirdim!”6

Peygamberimizin bu duruşu,

huzurlu ve güvenli bir toplum

için, kötülük odaklarını bütü-

nüyle kaldırmaya ve onları et-

kisiz hale getirmeye yöneliktir.

Toplum Neden Çalıyor / Hırsızlık

Neden Yaygınlaşıyor

Önce şu tarihî verilere baka-

lım, sonra da günümüz tablosu-

nu tasvir eden bir tesbiti okuya-

lım:

1835’e kadar dünyanın en

büyük şehri olan İstanbul’da

asayiş şöyle idi: Kanunî Sultan

Süleyman Han devri (1520–

1566 ) yılında ortalama 1 cina-

yet işlenmiştir.

Sir James Porter (1769): “İs-

tanbul sokaklarında ne ayak-

lanma ne hırsızlık ne düzensiz-

lik bilinir.”

İstanbul da 14 yıl kalan Fran-

sız, De la Montraye (1721) “Tek

hırsızlık vak’ası duymadım. İs-

tanbul dışında 6 Rum eşkıya

yakalanıp cezâlandırıldı.”

Fransız Comte de Bonneval

(1740): “Osmanlı Devleti’nde

hırsızlığa, haksız ve zorba bir

davranışa hiç tesadüf etmezsi-

niz.”

Fransız Guer (1471): “Os-

manlı Devleti’nde asayişin

mükemmelliğini görmek, ne

derece medenî olduklarını an-

lamaya yeter.”

Sir James Porter (1769):

“Osmanlı Devleti’nde hırsızlık,

soygun, yol kesme, dolandırı-

cılık ve yankesicilik yok gibidir.

Hele İstanbul’da asayişsizlik

gerçekten nâdirdir. Çok araştır-

dım. Ancak birkaç dolandırıcı-

lık olduğunu tesbit ettim. Daha

fazla inceleyince, bunu yapan-

ların Türk değil, Rum ve Bulgar

olduğunu anladım.”

Brayer (1836): “İstanbul’da

güneş battıktan sonra, şehre

hâkim olan sessizlik, Avrupa

şehirlerine hiç benzemez. Gece

sokağa çıkan az insan var. Hele

kadınlar hiç çıkmaz. Halk erken

yatıp, çok erken kalkıyor. Bun-

dan başka, Türkler içki içmez,

kumar oynamaz.”

İtalyan Ubicini (1855):

“İstanbul’da yılda ortalama 4

hırsızlık hâdisesi olur. Türk as-

kerinin hırsızlık yaptığı ise hiç

işitilmemiştir.”

Bir araştırmaya göre 2006

Ocak başından Eylül 2006 so-

nuna kadar Türkiye’de 67 bin

079 eve, 53 bin 020 otomobile,

42 bin 331 iş yerine hırsız girdi.

Her 6 dakikada 1 ev, her 7 daki-

kada 1 otomobil, her 9 dakikada

1 iş yeri soyuldu…

Şimdi bir kez daha soralım,

insanlar neden hırsızlığa teves-

sül ediyor? Alınan bunca ön-

lemlere rağmen çalıp çırpma-

ların önü neden alınamıyor?

Bunca sosyal yardım kurulu-

şu ve onların sürekli yaptıkla-

rı yardımlara rağmen insanlar

niçin çalıyorlar? Uygulama-

da olan cezâlar, neden caydı-

rıcı olamıyor? Adî hırsızlık

vak’alarından içeri girenler,

gerçekten profesyonelleşip de

mi içerden çıkıyorlar?

Bu ve benzeri sorularla, tüm

etkili ve yetkili kişilerin yay-

gınlaşan diğer suçlarla bera-

ber hırsızlık suçuna da bir kez

daha eğilmeleri gerekmekte-

dir. Bu konuda anne babalara,

eğitimcilere, variyet sahipleri-

ne, devlet yetkililerine çok bü-

yük görevler düşmektedir. En

önemlisi de her zaman ve her

şartta vicdanlara hükmederek

kişileri istikamette tutan dinin

yaptırımlarının işletilmesidir.

miz, kimsesi olmayanların kim-

sesinin devlet olduğunu ilan et-

miştir.

Yine variyet sahipleri, ihti-

yaç sahiplerine yardım etmekle

mükellef tutulmuşlardır. Buna

göre zekât başta olmak üzere

pek çok mâlî ibadet toplumun

fertlerini birbirine kaynaştıra-

cak ve yakınlaştıracaktır.

Bütün bunlara rağmen, çalı-

şıp kazanma imkânı olduğu hal-

de çalışmayan, ihtiyacı olma-

dığı halde hırsızlık yapan kötü

ruhlu insanlar için cezâlar ko-

nulmuştur. Bu cezâlar, insanla-

rın cezâlandırılmasından ziya-

de, suçların cezâlandırılmasına

yöneliktir. Bu yüzden İslâm’ın

suçlar için öngördüğü cezâlar,

caydırıcı özelliktedir. Bu cezâlar

bazı çevrelere ağır gelebilir.

Oysa cezâ, suçu ortadan kal-

dırma hedefine yöneliktir. Ni-

tekim bugün bazı cezâların,

caydırıcı özelliği olmadığı, ak-

sine suç işleyenleri yeni suç iş-

lemeye teşvik ettiği herkesin

malumudur. Hırsızlık için ön-

görülen ve oldukça ağır gibi gö-

züken cezâyı da bu bağlamda

değerlendirmek gerekir. Nite-

kim Peygamberimiz dönemin-

de ve on iki yıllık ilk iki halife

döneminde toplam beş hırsızlık

cezâsı uygulanmıştır.

Önce İnsanların İhtiyaçları

Karşılanmalı

Hz. Ömer, kıtlığın hüküm

sürdüğü dönemlerde hırsızlık

yapanlara el kesme cezâsı uygu-

lamamıştır. Bun göre velî konu-

munda olanlar, toplum ve dev-

let önce insanların ihtiyaçlarını

karşılamak zorundadırlar.

Bu açıklamalardan sonra

hırsızlık hakkında Kitabımızda

yer alan şu ayetleri okuyalım:

“Hırsızlık eden erkek ve ka-

dının, yaptıklarına karşılık bir

cezâ ve Allah’tan bir ibret ol-

mak üzere ellerini kesin. Al-

lah izzet ve hikmet sahibidir.

Kim (bu) haksız davranışından

sonra tevbe eder ve durumunu

düzeltirse şüphesiz Allah onun

tevbesini kabul eder. Allah çok

bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”4

Kişinin kendine ait olma-

yan bir şeyi haksız yere sahip-

lenmeye kalkması, her şeyden

önce hırsızlığı yasaklayan Yüce

Allah’ın emrini çiğnemek de-

mek olacağından Allah’ın hak-

kını çiğnemektir. O malı emek-

lerle sahiplenmiş olan kulun

hakkına tecâvüzdür. Yine hır-

sızlık toplumun güvenliğini

sarsmakla kamu hakkını ihlal-

dir. Yani hırsızlıkla mal, can,

namus, mahremiyet hakla-

rı çiğnenmektedir. Dolayısıyla

Kur’ân’ın hırsızlık için öngör-

düğü bu cezâyı ağır bulanlar,

hırsızlığın ne kadar çirkin bir

cürüm olduğunu görmek zo-

rundadırlar. Hiç kimse kulları-

na karşı Yüce Yaratıcı’dan daha

merhametli olamaz.

Bütün bu sebeplerden dola-

yı Rabbimiz, kadın erkek her-

kes için hırsızlığı yasaklamış;

Veda Hutbesinde Peygamberi-

miz (s.a.v.)’i de bu dehşetli gü-

naha ümmetinin dikkatlerini

çekmiştir:

“Ey Peygamber! İnan-

mış kadınlar, Allah’a hiçbir

şeyi ortak koşmamak, hırsız-

lık yapmamak, zina etmemek,

çocuklarını öldürmemek, elle-

riyle ayakları arasında bir ifti-

ra uydurup getirmemek, iyi işi

işlemekte sana karşı gelmemek

hususunda sana biat etme-

ye geldikleri zaman, biatlarını

kabul et ve onlar için Allah’tan

mağfiret dile. Şüphesiz Allah,

çok bağışlayandır, çok esirge-

yendir.”5

“Ashabım!

Bugünleriniz nasıl mukad-

des bir gün ise, bu aylarınız

nasıl mukaddes bir ay ise, bu

şehriniz (Mekke) nasıl müba-

rek bir şehir ise, Rabbinize ka-

vuşacağınız güne kadar canla-

rınız, mallarınız, namuslarınız

da öyle mukaddestir; her türlü

tecâvüzden korunmuştur.”

Saadet çağında hırsız-

lık suçu sabit olduğu halde

cezâlandırılmaktan kurtulma-

sı için Fâtıma isimli bir kadın

için, Peygamberimiz (s.a.v.)’in

çok sevdiği sahâbîlerini aracı

koyarak Peygamberimize mü-

racaat ederler.

Bu tekliflere karşı Peygam-

berimizin cevabı kesin ve net-

tir: “Sizden öncekileri helâk

eden şeylerden biri de şudur:

İçlerinden şerefli bir kimse hır-

sızlık yaptı mı onu bırakırlar,

zayıf birisi hırsızlık yapınca da

hemen onu cezâlandırırlardı.

1 6/En’âm, 165.2 43/Zuhruf, 32.3 4/Nisâ, 62.4 5/Mâide, 38–39.5 60/Mümtahine, 12.6 Buhârî, Hudûd 11; Müslim, Hudûd 8.

Dipnot *Prof. Dr.

“İslâm’a göre

harama götüren

yollar da haramdır,

onlar da kapalı

tutulmalı, insanlar

haram işlemeye

yönelmemeli ve

yönlendirilmemeli ve

haram işlemelerinin

önü alınmalıdır.”

Page 11: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

21Mayıs 201120

İstanbul dünyanın “Kültür Başkenti”

misyonunu üstlendi. ‘Bu şehir böyle

bir imtiyazı hak ediyor mu?’ diye elin

oğlu durmamış, gelip gezmiş ve gördüklerini de:

‘Ne kültür başkenti, İstanbul Avrupalı bile değil.’

diye yazıp yayınlamayı ihmal etmemiş.

İngiliz GQ dergisinden A. A Gill bakınız daha

neler demiş:

“Şehirde cazdan metale ve alaturkaya kadar

her türlü müziğin dinlenebileceği barlar var. Ken-

tin en ünlü gece kulübü ise Reina. Yüksek sınıf bir

eğlence mekânı olan Reina’ya ulaşmak bir kâbus!

Türkler inanılmaz bir saldırganlıkla araba kul-

lanıyor ve özellikle bu mekânın bulunduğu hat-

ta trafik insanı çileden çıkarıyor.Reina’nın kapı-

sında ilginizi ilk çeken şey; çift taraflı park etmiş

Mercedesler ve sinirli bodyguardlar oluyor. İçe-

ri girerken üzeriniz aranıyor. Bunun nedeni olası

bir El Kaide saldırısından çekinilmesi değil, Türk

erkeklerinin silaha olan merakı. Geçmişten gelen

‘at, avrat ve silah’ tutkularından vazgeçemeyen

Türk erkeklerinin çoğu silahla dolaşıyor ve onla-

ra karşı dikkatli olunması gerekiyor.

Müthiş bir manzaraya sahip olan Reina’da her

türlü içki bulunuyor. Mekânda eğlenen Türk er-

kekleri Rus bodyguard’lara benziyor. Kadınlar

ise sarışın, mini etekli, etine dolgun ve erkekle-

ri tahrik etmek için mutlaka göğüs dekoltesi ve-

riyor! Kadınlar dansöz gibi kıvırıyor. Erkeklerse

bir metronun içinde tek elleriyle demire tutun-

muş bilinçsizce sağa sola sallanan tipler...

İnsanlar gece boyunca eğlenir gibi yapıp, as-

lında birbirini kesip sevgili arıyor. Reina’daki

şişko erkeklerin yanlarındaki kadınlar için fahiş

fiyatlara şampanya patlatması tam bir Ortado-

ğululuk göstergesi. Türk erkeklerinin hepsi birer

John Travolta. Sık sık tuvalete gidip saçlarını ıs-

latıyorlar, gömleklerinin bir düğmesi açık dolaşı-

yorlar ve etrafa vurucu bakışlar atıyorlar. Bu hal-

leriyle çok gülünçler.

İstanbul öyle bir kent ki, her yer güvenli ama

insanları güvenilir değil! Sokaklarda türbanlı hat-

ta kara çarşaflı kadınlarla transeksüeller birlikte

yürüyor. Bazı restoranları New York’unkilerle ya-

rışacak düzeyde ama Ortaçağ’dan kalma karanlık

köşeler de var.

Kentte birçok cami var. Bunlar arasında belki

de en görkemlisi Sultan Ahmet Camii. Dışarıdan

gerçekten harika, ama içerisi buram buram ayak

kokuyor! Temizlikleriyle övünen Müslümanlar

Allah’ın karşısına galiba ayaklarını yıkamadan çı-

kıyor! Orayı gören her turist böyle düşünüyor.”

Gill, yazısında Türkiye’nin bugüne kadar

AB’ye girebilmek için boş yere alay konusu ol-

duğunu da belirtmiş: “Türkler kendilerine ‘ Mid-

night Express’ filminin hatırlatılmasından nefret

etseler de Türkiye okumamış gençleri, Kürt terö-

rü ve Çingeneleriyle Avrupa’nın içinde bir işçi sı-

nıfı olarak kalmaya mahkûm.”

Şehir ve İnsanMuhsin İlyas SUBAŞI

İSTANBULBİR BAŞKA YÜZÜYLE

“Osmanlı demek İstanbul demekti. Bu imparatorluğu yıktık ama onun

ihtişamını taşıyan İstanbul’un bu tarihî miras hakkını korumuştuk. Şimdi onu

da elinden alıyoruz gibi… Kaçakçıların, hırsızların, kabadayıların birbirine

karışıp umacı bir topluma dönüştürülen İstanbul ahalisini, bu kirlilikten

kurtarmanın yolu neyse onun üzerinde durulması gerekir.”

Page 12: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201122 23

Onur zedeleyici böyle bir yazı için hemen savun-

ma reflekstiniz devreyle girebilir. Hakkımız da yok

değil. Biz yakın zamana kadar böyle değildir. İstan-

bul da böyle değildi.

1990 öncesinin İstanbul’u gerçekten İstanbul’du.

Şimdi neredeyse köye dönüştürülmüş. Doğal ola-

rak bir yabancı bugünkü İstanbul’u anlatırken gelip

gördüğü o günkü İstanbul’a bakacaktır. Buna rağ-

men, adamın yazdıklarının tamamına doğru deme-

niz mümkün değil. Ama onu böyle bir kanaate gö-

türecek olumsuzlukların var olabileceğini de gözden

uzak tutmamak gerekir.

Eminönü’nde, Sultanahmet’te, Sirkeci’de mey-

danları işgal eden satıcılar, aylak insanlar, yabancı-

lar, işsizler bu şehrin görünmesi gereken o güzelim

tarihî ve mistik yüzünü çamur sıvanmış duvar hali-

ne getiriyorlar. Eskiden böyle değildi İstanbul… Ta-

rihle tabiatın kucaklaştığı şehirde gerçekten geçmi-

şe yolculuk yapardınız.

Osmanlı demek İstanbul demekti. Bu imparator-

luğu yıktık, ama onun ihtişamını taşıyan İstanbul’un

bu tarihî miras hakkını korumuştuk. Şimdi onu da

elinden alıyoruz gibi… Kaçakçıların, hırsızların, ka-

badayıların birbirine karışıp umacı bir topluma dö-

nüştürülen İstanbul ahalisini, bu kirlilikten kurtar-

manın yolu neyse onun üzerinde durulması gerekir.

Elin adamı peşin hükümle gelince, kıyıda köşe-

de bu hükmünü besleyecek yalan yanlış çok şeyle-

ri bulabilecektir. Aslında bir pavyon havasından

İstanbul’a bakmak sarhoş Batılı için normaldir. O,

Hyde (Hayd) Park’ın İngiltere’yi yansıttığı kadar,

Reina’nin bırakın Türkiye’yi, İstanbul’u bile temsil

edemeyeceğini bildiği halde, böyle şeyleri söyleye-

cektir. Önyargılarıyla gelmiş bir adamın dünyası o

kadardır işte.

Gayrimeşru yoldan zengin olanlar, bu kazan-

dıklarını gayrimeşru mekânlarda tüketeceklerdir.

O şablona İstanbul’u hapsetmek, bu şehri anlama-

maktır. Dedik ya peşin hükümle gelince mantık böy-

le tersten çalışır.

Yine de ben, “Türkiye okumamış gençleri, Kürt

terörü ve Çingeneleriyle Avrupa’nın içinde bir işçi

sınıfı olarak kalmaya mahkûm.” diyen bu adamı

suçlamıyorum. Sen yıllardır devasa bir geçmişi red-

deder, hatta ona küfredersen, ortada duran böyle

bir tablo ile çıkarsın adamların karşısına!.. Bunun

birinci sorumlusu geçmişini reddedenlerdedir. De-

ğilse, ne İstanbul, ne de Türk halkı böyle bir aşağıla-

mayı hak etmiştir…

Dün bunların efendisiydik. O efendiliği reddetti-

ğimiz için böyle bir yorumla geçmişin intikamını al-

mak istiyorlar. Bari bundan bizim aydınımız dersi-

ni alabilse!.

Şehirli olmak medenî olmaksa, şehrin bir yü-

züyle tamamının fotoğrafını vermeyi Batı ahlakî

zaafının gereği olarak görüp savunmaya geçmek

yerine, şapkamızı önümüze koyup bu miras şeh-

ri bu hale nasıl sürükledik, kim götürdü, kim çö-

küşüne izin veriyor? Bunları araştırıp tartışmamız gerekir.

BÛSESİ LÂLE İSTANBUL Ey saçları erguvan, lâlesi yanaktan al, Ey bedeni bedenim, ruhu ruhumla hemhâl!.

Âşığına bûse mi, bağrındaki o lâle? Mecnununum Ey Leylâ, gözyaşlarım şelale.

Sen Aslı’sın ben Kerem, her dem seni anarım, Sen ışık ben pervâne, yaklaştıkça yanarım

Bin yıllık sevda türküm, kızıl elmam gülizar. Dönüp baksam mâzine, depreşir yaram azar, Sevdan mirastır bana, Fâtih’i aşan hülya, Sendin Eyüp’e hayâl, Osman Gâzi’ye rüya.

Gövdede baş gibisin, sana bağlı tüm âzâm, Zihnimin haritası ve bin yıllık hâfızam. Ey nebevî övgüye mazhar, dilşâd-ı diyar! Ey bir hırkası Veys’de, bir hırkası sende yâr!

Uzanır gök kubbene, minarelerden elif, Sen tüm güzelliklerin, cem olduğu müellif.

Eşsiz mâbetlerinle, ezan ezan yankı bul, Hep kulağa hoş gelen, İstanbul da İstanbul! Ey başkentler başkenti, sen benliğime ana, Ey şanlı medeniyet ve erişilmez mâna! Çağ kapatırken fethin, bir çağın eşiğinde, Salladı üç kıtayı tarihin beşiğinde.

Tenden öte can var mı, ayna tutsam tenine, Ulaşabilir miyim ruhunun antenine.

Bir ruhun varsa şayet, bence Topkapı’dadır, İstanbul yedi tepe, tapu bu kapıdadır.

Ey belde-i tayyibe! Bu elbise sana dar, Gölgen cüssenden öte, imgen ufuklar kadar.

Yâr toprağına harçtır; Kanım, emeğim, terim, Ve İstanbul’da mekân, ahrette iman derim!

Mehmet SERTPOLAT

Page 13: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

25Mayıs 201124

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

“nİmetlerİnİ bol bol veren, ruhları bedenlere yayan Yüce Allah’ın en güzel İsmİ:

El-BÂSIT“Bir Müslüman, Cenâb-ı Hakk’ın en güzel isimlerinden birisi olan el-Bâsıt

ismini kendisine ahlâkî ilke edinmelidir. Yüce Allah’ın izni ve inâyeti dâhilinde,

bu isimden, hem beden diliyle zikir ve hem de hal diliyle maddî ve mânevî

anlamda istifade etme imkânına kavuşabilir.”

Arapça’da beseta fiili, kabzet-

menin (zabt etmek, kapatmak)

zıddı olup; genişletmek, açmak

ve yaymak mânâlarına gelir. İsm-i fâil şeklinde

gelen el-Bâsıt da bir şeyi yayan ve genişleten de-

mektir. Yerine göre bu iki anlamda, bazen de bu

iki anlamdan birisi için kullanılabilir. Araplar,

herhangi bir kimse hakkında “elbiseyi serdi” de-

diklerinde bu fiili kullanırlar. Zaten sergi de bu

kökten gelir. Her serilen/yayılan örtü demektir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçer: “Allah yeryüzünü

sizin için bir sergi yapmıştır.”1 Bu âyette geçen

“bısât” kelimesi “yayılarak genişletilmiş yeryüzü”

demektir. Bazıları beseta kelimesini istiâre yoluy-

la herhangi bir terkib, te’lif ve kâfiye gerektirmey-

en her şey için kullanmışlardır. Bunun en açık

misallerini şu âyetlerin kullanım mânâlarında

görebiliriz:2

Bol bol vermek: “Kısıtlayan da bol bol

veren de Allah’tır.”3

“Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol

verseydi, yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama

O, dilediğini bir ölçüye göre indirir. Doğrusu O,

kullarından haberdardır, onları görür.”4

Geniş imkân: “Allah onu sizin üzerinize

(hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü

artırdı.”5 Mal ve ilim zenginliğine sahip olan

bir kimse, bu nimetlerden kendisi faydalandığı

gibi, başkalarını da faydalandırır. Bu, kişinin

cömertliğini gösterir.

Elini uzatmak: “Köpekleri de ön ayaklarını

mağaranın eşiğine uzatmıştı.”6

Bir şey istemek: “Gerçek dua ancak

O’nadır. O’ndan başka yalvardıkları ise onların

isteklerine ancak, ağzına ulaşmayacağı halde,

ulaşsın diye avuçlarını suya uzatan kimsenin

isteğine suyun cevap verdiği kadar cevap

verirler. Kâfirlerin duası dâimâ boşa çıkar.”7

Almak: “Allah’a karşı yalan uyduran

veya kendine bir şey vahyedilmemişken, ‘Bana

vahyolundu’ diyen, ya da ‘Allah’ın indirdiğinin

benzerini ben de indireceğim’ diye laf eden

kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli

ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin,

ellerini uzatmış, ‘Haydi canlarınızı kurtarın!

Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz ve onun

âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için

bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız’

diyecekleri zaman hallerini bir görsen!”8

Sertlik ve Dövmek: “Şâyet onlar sizi ele

geçirirlerse, size düşman olurlar, size ellerini ve

dillerini kötülükle uzatırlar ve inkâr etmenizi

arzu ederler.”9

Dağıtmak, Vermek ve Bağışta Bulunmak: “Bir de Yahudiler, ‘Allah’ın eli

bağlıdır’ dediler. Söylediklerinden ötürü kendi

elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Hayır,

onun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.”10

Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi beseta fi-

ilinin temel anlamı yaymak ve genişletmektir.

Aynı kökten gelen ve Yüce Allah’ın en güzel isim-

leri arasında yer alan el-Bâsıt, nimeti nihâyetsiz

olup, dilediği kullarına bol bol veren, geniş im-

kânlar sağlayan, iç huzuru veren ve ruhları beden-

lerde yayan gibi anlamlara geliyor. Dolayısıyla,

bütün varlıkların var olmazı veya yok olması

Yüce Allah’ın kudreti dâhilindedir. Mülk’ün sahi-

bi O’dur; mülkü dilediğine verir, dilediğinden de

alır.

O, yaptığı fiillerden sorumlu değildir. O’nun

fiillerinde hikmet vardır. Bu bağlamda Yüce Al-

lah, el-Bâsıt isminin bir tecellîsi olarak; kimi

kullarının iç dünyalarına neş’e, sevinç ve sürûr

tohumları eker, meyvesini verdirir. Kimilerine

engin hazinesinden bol bol rızık, mal, mülk ve

genişlik verir.

Bir Müslüman Cenâb-ı Hakk’ın en güzel isim-

lerinden birisi olan el-Bâsıt ismini kendisine

ahlâkî ilke edinmelidir. Yüce Allah’ın izni ve inây-

eti dâhilinde, bu isimden, hem beden diliyle zikir

ve hem de hal diliyle maddî ve mânevî anlamda

istifade etme imkânına kavuşabilir. Bu ismin fert

Page 14: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

27Mayıs 201126

ve toplum hayatında görünen mânevî ve maddî

tecellîleri şunlardır:

Bast Hâlinde Cemâli Tecellîler Yaşanır

Bunlardan ilki, Yüce Allah’ın el-Bâsıt isminin

fert ve toplum hayatında mânevî imkânların

açılması şeklindeki tecellîsidir. Tasavvufta bast

hâli; neş’e, sevinç, rahat ve huzur hâlidir. Bir

başka ifade ile ruhun feyz, kalbin ilham alma

ve Cemâlî tecellîleri müşâhede etme hâlidir.

Bast sahibi bu hâli muhafaza etmede çok dik-

katli olmalıdır. İnsanın iç âlemi inşirâh, huzur,

genişlik, neş’e, sevinç ve huzurla dolduğu zaman,

bu dışına, yüzüne ve davranışlarına yansır. Mut-

luluk alâmeti olarak, dâimâ çevresindeki insan-

lara pozitif enerji verir.

Bunda elbette Yüce Allah’ın el-Bâsıt isminin

Cemâlî yansıması büyük rol oynar. Bu konuda

Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dan

gelen şu rivâyet çok açıklayıcıdır: “Mü’minin işine

şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırdır.

Bu, mü’minden başka hiç kimse de yoktur. Kend-

isine varlık isâbet ederse şükreder, bu onun için

hayırdır. Darlık isâbet ederse sabreder, bu da

onun için hayırdır.”11

Yine İlâhî tecellî olarak bast hâli, yerine göre

Müslümanların hayatında “Allah’ın günleri” diye

isimlendirebileceğimiz tarihî dönemlerin açılması

şeklinde de tezâhür edebilir. Birey ve toplum-

lar inanç ve ifade özgürlüğü sayesinde darlık ve

sıkıntı hâlinden kurtulurlar. İslâm’ı yaşamada

önleri açılır, zafer ve fütûhâtlar nasip olur, iyi

bir aileye, iyi bir eşe, hayırlı evlatlara kavuşurlar,

sadık arkadaşlara sahip olurlar. Cemaat ruhun-

dan doya doya istifade ederler. Ulemâ-i âmilîn-

den ve sulehâ-i sâlihînden olan mâneviyat önder-

leriyle feyizlenirler. İlmî hayatlarında imkânlar

sonuna kadar açılır.

El-Bâsıt isminin maddî hayattaki tecellîsi, ti-

caret hayatına ve kazançlara bolluk ve bereket

olarak yansımasıdır. Şu âyette belirtildiği gibi:

“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Rızkı

dilediğine bol bol verir, dilediğine de ölçülü

verir. Çünkü O, her şeyi kemâl üzere bilendir.”12

Çünkü rızk, kendisiyle yarar sağlanan şeydir.

İslâm inancında, iktisadî hayatın gerçek

düzenleyicisi, Yüce Allah’tır. Her ne kadar ikti-

sat bir insânî ilimse de insanda kazanma ve birik-

tirme duygusuyla birlikte ihtiyaç duygusunu

yaratan yine Allah’tır. Bu açıdan meseleye baka-

cak olursak, rızk konusu kaza ve kader inancıyla

bağlantılıdır. Bu inanç hiçbir zaman çalışmayı

ve üretmeyi askıya almayı gerektirmez. Hiçbir

kimse, kaderini okuyarak hareket etmez. Müs-

lümanlar, çalışmak, üretmek ve emek harcamak

gibi fiilleri gerçekleştirmekle yükümlüdür. İşin

neticesini yaratacak olan Allah’tır.

Netice olarak söylemek gerekirse, bir

Müslüman’ın hayatında Yüce Allah’ın el-Bâsıt

ismi, İlâhî ahlâkın önemli bir unsuru olarak hay-

at bulmalıdır. Bazen bu ismin Cemâlî tecellî-

si mânevî hayatımızda yerine göre iç huzuru-

na dönüşür; yerine göre mutlu bir aile düzeni

şeklinde tezahür eder; bazen de ilmî genişlik

olarak kendini gösterir. Yerine göre hem mânevî

zenginlik ve hem de maddî zenginlikle birlikte

bulunabilir.

Her iki genişlik ve rahatlık durumunda da in-

san şımarmamalı, haddini bilmeli ve edebe uy-

gun hareket etmelidir. Çünkü insan varlıkla da

yoklukla da imtihan hâlindedir. Bast hâli ancak,

şükür ve sabır ehli olmakla korunabilir.

İNCİTME

Gel kardeş seninle sohbet edelim! Allah’ı seversen kulu incitme. Fâni olan üç beş günlük dünyada Yolcuyu seversen yolu incitme.

Gülden çadır kurup içine giren Sizden bahsediyor o yüce Kur’an İlâhi sanatla peteği ören Arıyı seversen balı incitme.

Hak bâtılla her tarihte boğuştu Günah kiri içimize ovuştu Bu asırda gül bülbülle dövüştü Bülbülü seversen gülü incitme.

Günden güne artsın Allah’ı anan Resûl-ü Zîşân’ın aşkıyla yanan Bize çeşit çeşit meyveler sunan Ağacı seversen dalı incitme.

Nâmerdin her sözü sanki bir oktur Kırma gel gönlümü ustası yoktur Zâten sevilenin düşmanı çoktur Şâiri seversen dili incitme...

Hanifi KARA* Prof. Dr.

1 71/Nûh, 19.2 El-İsfehânî, el-Müfredât, s. 60–61.3 2/Bakara, 245.4 42/Şûrâ, 27. 5 2/Bakara, 247.

6 18/Kehf, 18. 7 13/Ra’d, 14.8 6/En’âm, 93.9 60/Mümtehine, 2.10 5/Mâide, 64.11 Müslim, Zühd, 13.12 42/Şûrâ, 12.

Dipnot

“El-Bâsıt isminin maddî hayattaki tecellîsi,

ticaret hayatına ve kazançlara bolluk

ve bereket olarak yansımasıdır. Şu

âyette belirtildiği gibi: “Göklerin ve yerin

anahtarları O’nundur.”

Page 15: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

29Mayıs 201128

“Afrika’nın büyük bir bölümünde misyonerler, sömürgeci güçlerin

yardımı ile Müslümanları eğitimden mahrum bırakmışlar ve

Hıristiyanlığı kabul etmeyen veya en azından Hıristiyan ismini

benimsemeyenlere okul kapılarını kapatmışlardır. Bu yolla oluşturulan

nüfuzlu Hıristiyan azınlık, özgürlük çağının gelmesinin ardından, bugün,

Müslümanların çoğunlukta olduğu birçok Afrika ülkesinde siyasî, askerî

ve iktisadî yönden üstün duruma gelmiştir.”

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

AFRİKA’DA

MİSYONERLİK Ondokuzuncu yüz-

yılda hızla sa-

nayileşme sü-

recine giren Avrupa ülkeleri,

ucuz hammadde elde edebil-

mek, yeni tüketim pazarları bu-

labilmek için Orta ve Güney

Amerika’yı, Güney Asya’yı, Af-

rika kıtasını sömürgeleştirmeye

başladı. Osmanlı Devleti’nin ge-

rilemesi ve çökmeye başlaması

sonucu, Kuzey Afrika da payla-

şıldı. Gerçi, Afrika’nın iç kısım-

larına Avrupalıların ilgi duy-

maya başlamaları, onüçüncü

yüzyılın sonlarına rastlamakta-

dır. İskoçyalı Mugna Park, Da-

vid Levington, Heinrich Barth,

Fransız Rene Caille, Mollien,

Linard de Bellefonds gibi ünlü

seyyahların arkasından, kili-

senin desteğiyle misyonerler,

Afrika’nın her tarafına dağıldı-

lar. Güney ve Doğu Afrika Pro-

testan, Orta ve Batı Afrika ise

Cizvit ve Katolik misyonerlerin

faaliyet alanı haline geldi1. Mis-

yonerler, özellikle putperest Af-

rikalılar arasında başarılı oldu-

lar. Müslümanların yaşadıkları

bölgelerde de, yoksulluğu ve za-

yıflığı fırsat bilerek kıyasıya bir

çalışma sürdürdüler2.

Afrika’daki Hıristiyanlaştır-

ma faaliyetleri, bilhassa Kar-

dinal Lavigerie’nin 1867’de

Cezayir Başpapazı tayin edil-

mesiyle başladı. Onun kur-

duğu Beyaz Rahipler (Peres

Blancs) ve Beyaz Rahibeler (So-

eurs Blanches) buradan bütün

Afrika’daki en büyük misyo-

nerlik faaliyetlerini yürüttüler.

Bu konuda Fransız Katolikle-

ri ile Protestanları arasında bir

fark olmayıp Afrika dâhil bütün

sömürgelerde kurdukları teşki-

latlar vasıtasıyla Hıristiyanlaş-

tırma faaliyetlerini sürdürdü-

ler. 1895’te Madagaskar’daki

Katolik ve Protestanlar açtık-

ları okullara 100.000’den fazla

öğrenci topladılar.

Fransa’da III. Cumhuri-

yet, laisizm taraftarı ve kili-

se karşıtlığıyla bilinmektedir.

1905’te Kilise-Devlet ayrımıy-

la zirveye çıkan bu karşıtlık, sö-

mürgelerde başka bir boyut arz

etmekteydi. Çünkü misyonerle-

rin mahallî dillere vukûfiyetleri

yerlilerle birlikte yaşayabilme

alışkanlıklarını kazanmış olma-

ları, insan ruhuna hitap edebil-

me becerileri, onları sömürge

idarecisi gözünde kıymetli kı-

lıyor, idarecilerin en fazla akıl

danıştıkları kimseler oluyorlar-

dı. Tarihte yaşanmış hiçbir sö-

mürgecilik faaliyetinde din, bu

kadar etkili olmamıştı. Yani

Fransa’da devlet kilise ile bü-

tün bağlarını koparmış, Katolik

okul sistemini tamamen kapat-

mış ve rahip-rahibe bütün eği-

timcileri ya emekli olmaya veya

ülkeyi terk etmeye sevk etmiş-

ken, sömürgelerde idarecilerle

bunlar gayet uyumlu çalışmış-

lardır.

Page 16: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201130 31

Ayrıca sömürgeciliğin yo-

lunu açan en önemli kuruluş-

lar, aslında aydınlar tarafından

kurulan sosyal bilimler alanın-

daki kuruluşlar olmuştur. Kı-

saca “şarkiyatçılık” denilen bu

faaliyetler, sömürgeciliğin te-

mel taşını oluşturmuştur. Pa-

ris Coğrafya Cemiyeti/Socie-

te de Georaphie de Paris (1821)

ve Asya Cemiyeti/Societe Asia-

tique (1822) Fransa’da faaliyet

gösteren bu mânâda iki önem-

li bilim kuruluşudur.3

Gerçekleştirdikleri oryanta-

list çalışmalarla misyonerler,

sömürgeciliğin keşif koluna gö-

nüllü asker hazırladılar. Hiç bir

din kurumuna yakışmayan çir-

kinlikte “fırsatçılık” yaptılar.

İnsanlığın ortak ahlakî değerle-

rini savunmak yerine, kendi kı-

sır ve bencil çıkarlarını gerçek-

leştirmeye çalıştılar. Mâneviyat

dünyasının yeraltı babalığına

soyunup mâneviyat mafyası ke-

sildiler. Mahrumiyetin, açlığın,

yoksulluğun sırtından “mânevî

rant” devşirme bayağılığına te-

nezzül ettiler. Dolayısıyla Afri-

ka, Asya, Uzak Doğu ve Güney

Asya adalarındaki misyonerlik

faaliyetleri, asla bir “dine da-

vet” faaliyeti değildir. Aksine,

bir ekonomik ve siyasal tahak-

küm aracıdır. Afrika’da mis-

yonerlik, Batı’nın küstahça

bencilliğinin koltuk değneği ol-

muştur. Bir tür devşirme sefer-

berliği olarak gerçekleşmiştir.

“Hıristiyanlaştırma” adı-

na kendi değerlerinden kopa-

rılan, kendine karşı yabancılaş-

tırılan Afrika halkları, sonunda

“iyi birer Hıristiyan” değil, “hiç-

bir şey” oldular. Değersiz, din-

siz, imansız, seküler, ateist,

animist, putperest oldular. Af-

rika’daki misyonerlik faaliyet-

leri, “Hıristiyan mü’minler do-

ğurmak” yerine, güç ve paraya

tapan nihilist “seçkinler” pey-

dahlama projelerine “bir nevi

katkı” olmuştur.4

Batılıların Afrika’yı sömür-

mek için öncü kuvvet olarak

görevlendirdiği misyonerler,

inanılmaz miktarlarda para-

lar harcayarak Afrika’yı Hıristi-

yanlaştırmışlardır. Her yıl mil-

yarlarca dolar parayı Afrika’yı

Hıristiyanlaştırmak için harca-

yan Batılılar, İslâm ile tanışma-

yan ve yerel dinlere sahip olan

Afrikalılar arasında tahrif edil-

miş dinlerini hızla yaydılar. Göz

alıcı maddî imkânlardan fayda-

lanmak isteyen Afrikalılar ise

bu ahlaksız saldırıya karşı du-

ramadılar.

1900’lü yılların başlarında

Afrika’nın nüfusunun sadece

%7’si Hıristiyanken 100 yıl içe-

risinde bu rakam inanılmaz bir

artışla %55’lere kadar geldi. Pa-

pua Yeni Gine gibi ülkelerde ise

bu rakam %1’lerden %95’lere

kadar çıktı. Papalar hemen her

fırsatta Afrika’yı ziyaret ettiler

ve tüm misyonerlik çalışmaları-

na destek verdiler. Misyonerler

Afrika insanının yoksulluğunu

ve açlığını onu Hıristiyanlaştır-

mak için kullandılar. 1970’ler-

de Hıristiyanlaştırma faaliyet-

lerine 70 milyar dolar ayıran

Batılılar, 1980’lerde bu mikta-

rı 100 milyar dolara çıkartır-

ken 2000’li yıllarda 250 milyar

dolar civarında inanılmaz ra-

kamları her yıl mazlum kıtayı

Hıristiyanlaştırmak için harca-

maktadırlar.

Afrika’daki misyoner faali-

yetlerin amacı, sadece insanları

Hıristiyanlaştırmak değil, onla-

rı sömürge hâkimiyetine hazır

hale getirmekti. Bütün güç ve

imkânlarıyla çalışan misyoner-

ler, bir yandan Afrika’nın tabii

zenginliklerini Avrupa’ya akta-

rırken, diğer yandan da ekono-

mik gelişmeler dolayısıyla işçi

talebinin karşılanması için in-

sanları köleleştirdiler. Batılılar,

Hıristiyanlaştırma faaliyetleri

çerçevesinde yüzyıllar boyun-

ca gerçekleştiremediklerini bu-

gün yoksulluğu fırsat bilerek

gerçekleştirmek istiyorlar. Mis-

yonerlik, Afrika halklarının Av-

rupa sömürge güçlerine teslim

olmalarını kolaylaştırmıştır.

Misyonerler, sömürge düzenini

tehdit eden tehlikeleri ortadan

kaldırmayı amaçlamışlardır. Bu

iddiamızın en önemli gerekçe-

si, bugünkü Hıristiyanlığın asıl

vatanı durumunda olan Avru-

pa ve Amerika’da dinin büyük

oranda arka plana atılması, Hı-

ristiyanlık kurallarının tümüy-

le unutulması, buna karşılık

İslâm ülkelerinde ve geri kal-

mış durumdaki Afrika ve Asya

ülkelerinde misyoner çalışma-

larının yoğunlaşmasıdır.

Afrika’nın büyük bir bölü-

münde misyonerler, sömür-

geci güçlerin yardımı ile Müs-

lümanları eğitimden mahrum

bırakmışlar ve Hıristiyanlığı

kabul etmeyen veya en azından

Hıristiyan ismini benimseme-

yenlere okul kapılarını kapat-

mışlardır. Bu yolla oluşturulan

nüfuzlu Hıristiyan azınlık, öz-

gürlük çağının gelmesinin ar-

dından, bugün, Müslümanla-

rın çoğunlukta olduğu birçok

Afrika ülkesinde siyasî, askerî

ve iktisadî yönden üstün duru-

ma gelmiştir. Sudan’da İngi-

liz sömürge yönetimi yardımıy-

la misyonerler, güney bölgesini

kendileri için “güvenli bölge”ye

çevirdiler. Bu bölgede eğitim

ve tebliğ hakkı sadece Hıristi-

yan misyonerlere tahsis edil-

di ve Müslümanlar için tebliğ

faaliyeti şurada dursun, başka

amaçlarla bile bu bölgeye git-

meleri yasaklandı.5

Misyonerler, faaliyetleri-

ni kuraklık ve açlık musibeti-

ne uğrayan ve kendi hallerine

terk edilen Afrikalıların yaşa-

dıkları bölgelerde yoğunlaştır-

maktadırlar. Yardımseverler

kisvesi altında faaliyet yürüten

“Müslümanların

çoğunlukta olduğu

birçok Afrika

ülkesinde siyasî,

askerî ve iktisadî

yönden üstün duruma

gelmiştir. Sudan’da

İngiliz sömürge

yönetimi yardımıyla

misyonerler, güney

bölgesini kendileri

için “güvenli bölge”ye

çevirdiler.”

Page 17: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201132 33

1 İmadüdin Afrika Dramı, ter. Mehmet Keskin, İnsan yayımları, İstanbul 1985, s. 57-65; Roland Oliver ve D. Fage, A Short History of Africa, London 1962, s. 204.

2 Kemal Kahraman, Çağdaş Sömürge İmparatorluğu, Seha Neşriyat, İstanbul 1989, s. 157.

3 Ahmet Kavas, Osmanlı-Afrika İlişkileri, TASAM Yayınları, İstanbul 2006, s. 182-183.

4 Sami Hocaoğlu, “Herkesin Kıblesi Kendine Ama…”, Yeni Şafak Gazetesi, 01.12.2006.

5 Akif Emre, “Papa’ya yazılan 40 yıllık mektup”, Yeni Şafak Gazetesi, 30.11.2006.

6 http://www.konyaninsesi.com/dr-fatih-soydemir-%E2%80%9Cafrika%E2%80%99da–40-milyon-insan-kronik-aclik-sinirinda.

7 http://www.tumgazeteler.com/?a=42106008 http://www.tumgazeteler.com/?a=42106009 http://www.vahdet.com.tr/isdunya/dosya3/0602.

html10 http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=9265

* Prof. Dr.

Dipnot

yanlık konusunda ayrıldıkları

noktaları hemen geçiştirmişler-

dir. Her kilise kendi misyoner-

lik teşkilatını ve kilisesini kur-

muştur. Misyoner okullarından

biri Presbiteryanlara bağlıysa

diğeri Roma Katolik Kilisesi’ne,

diğeri de Tanrı’nın Krallığının

Evrensel Kilisesi’ne veya İskoç

Kilisesi’ne bağlıdır. Hiçbir kili-

se diğer kilisenin faaliyet alanı-

na karışmamakta ve engel oluş-

turmamaktadır.

Misyonerlik faaliyetlerini ba-

şarılı kılan bir diğer faktör, mis-

yonerlik faaliyetlerinde siyasî

güçten yeterince faydalanma-

larıdır. Sömürge öncesi Afrika

ülkelerinde monarşi ya da ka-

bile yönetimleri vardı ve insan-

lar da kabilenin efendisinin di-

nine tabi oluyorlardı. Sömürge

yönetimleri kurulduktan son-

ra öncelikle kabile şefleri Hıris-

tiyanlaştırılmak istendi. Onla-

ra Hıristiyanlaştıkları takdirde

makamlarının bırakılacağı va-

adinde bulunuldu. Beyaz efen-

dileri Hıristiyan oldukları için

kabile şefleri de efendilerinin

dinlerine tabi oldular.

İktidarın Batılı güçlerin elin-

de olması sonucu, kabile şefleri

etkisiz hale geldi. Bunun sonu-

cunda toplum bütünlüğü bozul-

du, birleştirici ve bütünleştiri-

ci geleneksel unsurlar kaldırıldı.

Batı ideolojileri, değer yargıla-

rı ve kültür kalıpları, ortadan

kalkan geleneklerin ve eski kül-

türün yerini aldı. Genellikle

misyonerlerin yönettikleri okul-

larda, yerli halktan çok, sömür-

geci ülkenin lehine hareket eden

bir aydınlar zümresi meydana

geldi.

Sömürge yönetimleri, üni-

versite yönetimleri ve misyo-

nerler tarihin en büyük işbir-

liklerinden birini yaparak Kara

Kıta’nın en ücra köşesine bile

ulaşmışlardır. Üniversitelerin

hazırladıkları sosyolojik, arke-

olojik ve antropolojik çalışma-

ların sonuçlarını kullanan mis-

yonerler ülkeye nüfuz etmiş

sömürge yönetimlerini meşru-

laştırmışlar; onlar da koskoca

bir kıtanın kaynaklarını beyaz

adamın ülkesine taşımışlar ve

taşımaya devam etmektedirler.

misyonerler, her gün yüzlerce

Etyopyalı, Sudanlı, Çadlı, Malili

ve Mozambikli insanın inancını

çalmaktadırlar. Anne ve babala-

rını kaybeden Müslüman çocuk-

lar, papazlar tarafından idare

edilen Hıristiyan yetimhanele-

rine götürülmekte ve içlerinden

zeki olanlara kilise bursları te-

min edilerek Batı ülkelerine

tahsil yapmaya gönderilmekte-

dirler. Bunlar Batı ülkelerinin

Afrika ülkelerindeki çıkarlarını

korumaya elverişli hale getiril-

mek üzere özel bir eğitime tabi

tutulmaktadırlar.6

Jomo Kenyatta bu gerçe-

ği; “Hıristiyanlık Afrika’ya gel-

diğinde Afrikalıların toprakları,

Hıristiyanların ise İncilleri var-

dı. Hıristiyanlar bize gözlerimizi

kapayarak dua/ibadet etmemiz

gerektiğini öğrettiler. Gözleri-

mizi açtığımızda onlar bizim

topraklarımızı, biz de onların

İncillerini almıştık.”7 sözleri ile

beyan ederken, Louis Massig-

non da şu çarpıcı sözlerle kana-

atini ortaya koymaktadır:

“Onların her şeyini tahrip et-

tik. Felsefeleri ve dinleri mah-

voldu. Artık hiçbir şeye inan-

mıyorlar. Derin bir boşluğa

düştüler. Anarşi ve intihar için

uygun hale geldiler.”8

Massignon`un “onlar” dediği

Müslümanlardır. Massignon bu

sözleri ile Müslümanları sömü-

rü için ne denli müsait hale ge-

tirdiklerini ortaya koymaktadır.

Misyonerlerin Afrikalı Müs-

lümanları dinlerinden uzaklaş-

tırabilmek için kullandıkları en

önemli yöntem, kavmiyetçili-

ği yaymalarıdır. Uzun yıllar Af-

rikalıları, İslâm’ın bir “Arap

dini” olduğuna inandırmaya ça-

lışan misyonerler, onların daha

çok kavmiyetçi düşünceleri be-

nimsemelerini sağlamak iste-

mişlerdir. Onların bu yöndeki

çalışmalarının Afrikalılar ara-

sında önemli etkileri olmuştur.9

Moritanya Kültür Bakanı Ah-

med el-Eîin Veled 1989 yılında

yaptığı açıklamada misyonerle-

rin Afrika’da güven ve istikra-

rı bozmak, çeşitli sürtüşmele-

re sebep olabilmek için bilhassa

Hıristiyan yaptıkları kimseleri

kullandıklarını ve bu arada ay-

rılıkçı gruplar ile de işbirliği içi-

ne girdiklerini söylemiştir. Ah-

med el-Emîn Veled, Senegal ile

Moritanya arasında ortaya çı-

kan sürtüşmede Katolik Kilisesi

hesabına çalışan misyonerlerin

büyük rollerinin olduğuna işaret

etmiştir.10

Bütün kiliselerin öyle veya

böyle misyonerlik faaliyetle-

ri bulunmaktadır. Fakat on-

lar misyonerlik faaliyetleri hu-

susunda birbirleriyle herhangi

bir çekişme ve tartışmaya gir-

memişlerdir. Dahası Hıristi-

Page 18: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201134 35

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Amr b. Hureys (r.a.)

YorumYüce dinimiz, eşrefi mahluk olan insanoğlunun toplum içindeki davranışlarını belli bir

düzene koyarak, hayatı ahlâk kuralları ve güzellikler üzerine bina etmiştir. Fert ve toplumun ayakta durabilmesi ahlâk ile mümkündür. Âlemlerin Efendisi (s.a.v) bir başka hadis-i şerifinde “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuştur. Hazret-i Aişe (r.ah)’den Resulü Ekrem (s.a.v)’in ahlâkı sorulduğunda, “Kur’an okumaz mısın,

Rasulullah’ın ahlâkı Kur’andır.” diye cevap vermiştir. Kur’an-ı Kerim bizlere iyi huyları öğretip, kötü huylardan uzak durmayı emreder.

Hazret-i Peygamber Efendimiz zühd ve takva, tevazu, vakar, sabr u sebat, ahde vefa, hukuka riâyet afv u kerem, merhamet ve şefkat gibi bütün ahlâkî kemâlât ile bir halde yaşamıştır.

İnsan onun bu yüce hallerini düşündükçe hayran kalıyor. Bir Müslümanın ahlâkî gayesi; dünya ve dünyevî kazançlar değil, Allah (c.c)’ın rızasıdır. Onun için güzellikler içinde yaşamayı manevî zevk ve şuur ile gerçekleştirmek gerekir. İslâm’ın gayesi, insanları ahlâkî basamakların en üst noktasına çıkarmaktır. Öyle ise ahlâken yükselmek için Kur’an’ın gösterdiği nurlu yoldan yürümek, Kur’an ahlâkıyla

ahlâklanmak ve dinimizin güzellikleriyle gönül dünyasını ve davranışları süslemek lazımdır.

Türkçe Açıklamasıİslâm, güzel ahlâktır. (Kenzü’l-Ummâl, 3/17, HadisNo: 5225)

Adı : Amr

Künyesi : Ebû Saîd

Doğum yılı :Hicrettenikiyılevvel

Doğum yeri : Mekke

Baba adı : Hureys b. Amr el-Kureşî el-Mahzûmî

Anne adı :Tespitedilemedi

Eş(ler)i :Tespitedilemedi

Akrabaları :KardeşiSaiddesahabedendir.

Oğulları : Cafer, Muhammed,

Kızları :Tespitedilemedi

Kabilesi :El-Kureşîel-Mahzûmî

İslâm’a girişi :Doğuştan

Sohbet süresi : 10 sene kadar

Rivayeti :Çoğusahabilerdenolmaküzere30kadar.

Yaşadığı yer :Medine,Kufe

Mesleği :Ticaret,idarecilik,hadisrivayeti

Hicreti : Yok

Savaşları :Kadisiyye

Görevleri :Emevilerkendisinegüvenmekteydive Basra valilik vekilliği ve polislik gibi görevleryapmıştı.

Fizikî yapı :Tespitedilemedi

Mizacı :İdarecilikyeteneğiolan,güvenilirbiriydi.

Ayrıcalığı :Amr,Kûfe’deyerleşenilkKureyşlisahâbîdir.

Ömrü : 87

Ölüm yılı : H. 85.

Ölüm yeri :Kufe

Ölüm sebebi :Yaşlılık

Hakkında :Hz.Peygamber(s.a.v.)Medine’de,elindekioklabirevyeriçizmişveona“Bunusanaveriyorum” buyurmuştur. Ayrıca küçük yaştahuzurunagetirildiğindeAmr’ınbaşınıokşayanHz.Peygamber (s.a.v.), alışverişinin bereketli olmasıiçinonaduaetmiş,buduabereketiyleKûfe›ninenbüyükzenginlerindenbiriolmuştur.

Kufe’de dinî ve edebî sohbetlerin merkezi olanbüyükbirbinayaptırmıştır.

Hadisleri : “Biriniz namaz kılacağı zaman önüne sütre olarak bir şey koysun. Bulamazsa baston, o da yoksa önüne bir çizgi çeksin. Artık önünden geçen şeyler ona bir zarar vermez.”

Kaynaklar: İstîâb, I. 363; İsâbe, IV. 619;Üsd, I. 844-845;DİA, III.84-85;Müsned, I.187-190, IV.306-307;İbnSa’d,Tabakât,VI.23,74.

*Prof. Dr.

Kırk Yapraklı Gül

H. Hamidettin ATEŞ

Birinci Hadis

Page 19: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201136 37

EdebiyatMusa TEKTAŞ Güzellikler dini İslâm; insanların

medenî bir şekilde toplum hayatının

şekillenmesine büyük önem vermiş-

tir. İnsanlar arası ilişkilerde samimiyet, muhab-

bet, sevgi, saygı ve sadeliği öğütleyen bir inanç

sistemi olan yüce dinimiz, insanca yaşamanın sır-

larını açıklamış, hudutlarını çizmiştir.

Edeb (Âdâb); insanları güzelliklere davet eder,

kötü davranışlardan alıkoyar. Muâşeret ise, in-

sanların birbirleriyle sosyal ilişkilerinde dostâne

davranmalarını ve iyi geçinmelerini sağlar.

Âdâb-ı Muâşeret, insanların birbirleriyle iyi

münase betler kurabilmeleri ve sürdürebilmele-

ri için gereklidir. İnsanın en başta kendine, daha

sonra çevresine duyduğu saygının dışa vurumu

görgü kurallarına uymakla kendini gösterir ve

belli eder.

Görgü kurallarına uymakla hayatımız güzelle-

şir, daha bir anlam ve değer taşır. Görgü kuralları

yaşanmak için konulmuş tur. Görgü kurallarının

varlığı ve canlılığı ancak yaşanarak sürdü rülebilir.

Onun için inançta ve amellerde devam ve sürekli-

lik esastır. Müslüman’ın amelleri onun kişiliğini,

dinine olan bağlı lığını, sadakatini ve samimiyeti-

ni ortaya koyar. Görgü kuralları na uyulabilmesi

içinse bilinmesi, anlaşılması ve sevilmesi gere kir.

İbn-i Atâ (k.s.) şöyle der: “Bu manevî yolda te-

rakki edenler, sırf namaz ve oruç gibi farz ibadet-

lerle bu yüceliğe ulaşmış değillerdir. Aksine bun-

ları eksiksiz ve kusursuz bir şekilde îfâ etmeye

ilâveten, faziletli ameller ve davranışlarla yüksel-

mişlerdir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:

“Kıyamet günü bana en yakın olanınız, huy ve

ahlâk olarak en güzel olanınızdır.”1 buyurmuş-

tur.

Şair ne güzel söyler:

Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hudâ’dan

Giy ol tâcı emîn ol her belâdan

Bir ârif şair de şöyle der:

Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb

Her hüner makbûl imiş illâ edeb illâ edeb

Hakiki edeb ve ahlâk kahramanı olanlar pey-

gamberler ve onların varisleridir. Bir de bu zevâtı

takip etmesini bilenlerdir ki, onlar, yüce bir

ahlâka sahip olma iradesini gösterirler. Ahlâkın

esası, dinin olgunluğundan ayrı bir şey değildir.

Ahlâk, hayvanî vasıflardan kurtulup insânî me-

ziyetlerle ziynetlenmektir. Gerçek Müslüman ol-

mak da İslâm ahlâkına sahip olmaktır. Ulvî güzel-

likleri, hâl ve davranışlara taşıyabilmektir.

Hz. Mevlânâ Şöyle Diyor:

“Kalbim: İman nedir, diye sordu. Aklım da

kalbimin kulağına: “İmân edebden ibarettir.”

diye fısıldadı.

“Onun için edebsiz kimseler, yalnız kendine

kötülük etmiş olmaz. O belki edebsizliği yüzün-

den bütün dünyayı ateşe vermiş olur.”

İslâm Âdâbı’nın kaynağı başta Kur’ân-ı Kerim

olmakla birlikte, Rasûlullah (s.a.v.)’in, sahabe-i

kirâmın ve de daha sonra gelip, dinî kurallar-

dan asla sapmayan ehlisünnet âlimlerinin söz

ve yaşayışları ile Müslüman toplumların, akla

uygun, iman esaslarına muhalif olmayan örf ve

âdetleridir.

Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’inde Hz. Peygam-

ber (s.a.v.) için: “O kendi (rey ve hevâsından)

söylemez, O (dinî emir ve yasaklar olarak söyle-

dikleri) kendisine Allah’tan ilgâ edilegelen va-

hiyden başka değildir.”2 buyurur. Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’in emir ve yasak şeklindeki söz ve

davranışlarının vahye müstenid olduğunu; baş-

ka bir âye tinde de: “Rasûl size neyi verdiyse onu

alın ve neyi de yasaklamışsa ondan da vazgeçi-

niz.”3 emriyle de, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den, söz

ve ha reket olarak vârid olan sünnetlerine uyul-

ması gerektiğini beyan etmiştir. Ayrıca, “And ol-

sun ki, Rasûlullah’da sizin için, Allah’ı ve ahi-

ret gününü uman, Allah’ı çok çok zikredenler

için güzel bir numune-i imtisal vardır.”4 âyet-i

celîlesi ile de Rasûlullah’ı bil hassa âdâb ve erkân

konusunda uyacağımız yegâne örnek olarak be-

yan etmiştir. Bunlardan başka Allahu Teâlâ’nın

Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitapla: “Biz sana da in-

EDEPLİ OLMAKHayatı Şekİllendİren Samİmİyet:

Page 20: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201138 39

sanlara, kendileri için ne indirildiğini açıklaya-

sın ve onlar da iyice düşünsünler diye Kur’ân’ı

indirdik.” 5 buyurmuş olması; uyulması bakımın-

dan, emri açıklamayan kim seden daha uygun bi-

rinin olmadığının en güzel ifadesidir.

Bâtındaki Edebin, Zahire Yansıması

Cüneyd-i Bağdadi, hacca giderken Bağdat’a

uğrayan talebelerinin son derece saygılı ve nazik

davrandıklarını görünce Ebu Hafs’a, “Talebeleri-

ni saray mensupları gibi edeplendirmişsin.” der.

Ebu Hafs da, “Onların bâtınlarındaki edeb, za-

hirlerine yansımıştır.” diye cevap vererek gönül

bağlılarının gösterişçi bir davranış içinde olma-

dıklarını beyan eder. Edebin insan ruhuna olan

etkilerine işarette bulunur.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin

şu beyitlerinde gizlenen duygular bu gerçeği şöy-

le fısıldar bize:

Âdemi ikmâle sebep lazım olan cümle edep

Hulûsi’yâ bak gör ki hep sıdkı bütünlerde bütün

Hulûsi Efendi Hazretleri Hutbeler adlı eseri-

nin 82. Hutbesinde şöyle buyurur:

“Edeb: Güzel terbiye, güzel huylar ile ittisaf ve

utanılacak şeylerden insanı koruyan bir meleke

demektir. Edeb, insan için en büyük bir şereftir.

Edebin mukâbili isâettir ki, kötülükten terbiyeye

ve fazîlete aykırı hareketten ibârettir. Edeb, insa-

nın zinetidir. Edeb, insanı nefsinin hevasına uy-

maktan korur, kurtarır. İnsanın edebi altınından

hayırlıdır denilebilir. Edepten mahrûm insan, bir

cemiyet için muzır mikroplardan daha tehlikeli

bir mahlûktur.”

Hulûsi Efndi Hazretleri Hutbeler adlı eserinin

83. Hutbesinde şöyle buyurur:

“Edep; her husûsta haddini bilip onu tecâvüz

etmemektir. İnsanlar için gerek Allâh (c.c.)’a, ge-

rek insanlara karşı haddini bilmek kadar güzel

bir fazîlet yoktur. Edeb, ahlâk-ı insaniyyedendir.

Bu fazîlete mâlik olmak dünyanın en büyük hazi-

nesini elde etmekten daha kıymetlidir. Bu yüksek

fazîlete sahip olmayanlar, insanlığın kemâline

yükselemezler.

Edepli olmamak, haddini bilmemek öyle bir

hastalıktır ki bununla malül olanlar, en büyük

hatâlara düşebilirler. Mahlûkâtın en kâmili olan

Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)

Efendimiz, ashâb-ı kirâmına: “Siz dünya işle-

rini daha iyi bilirsiniz.” buyurmaları bizim için

ne büyük bir hakîkattir. Binâenaleyh, haddini bi-

lip ondan ileriye geçmemek ahlâkî bir vazîfedir.

Rûhumuzu bu yolda terbiye etmek lâzımdır.

Hayâ, âr; tekdiri mucip olan bir kötülükten,

nefsinin son derece sıkılması, şiddetle mütees-

sir olması demektir. Buna utanmak deriz. Böyle

bir şeyden sıkılmak, en büyük bir fazîlettir. İnsa-

nın en güzel, en sahih ve en ciddi ölçüsü edep ve

hayâsıdır. Haddini bilmek âr ve tekdiri îcâb eden

bir şeyden teessür duymak şüphe yok ki en bü-

yük bir fazîlettir. İnsanlarda bu husûsun yerleş-

mesi her işin iyi olmasını temin eder.

Bu seciyye kimde bulunursa, onu şehevânî

arzulardan uzaklaştırır. Fazîlet sahipleri ile dü-

şüp kalkmaya sevk eder. Doğruluğun, emniyetin,

yükselmenin menşe’i de budur. Gâfilleri uyan-

dırmak, tembelleri harekete geçirmek, çılgınları

durdurmak da bu seciyenin varlığına bağlıdır. İn-

san, ahlâk kanunlarına uygun olmayan hallerden

alıkoyan da budur.”

Kalbi huşû içinde olanın, bedeninin de öyle ol-

ması hakikattir. Edeb hayatı şekillendiren sami-

miyettir. Yazımızı H. Hamidettin Ateş Efendi’nin

samimiyetle söylenmiş şu kelamlarıyla bağlaya-

lım:

“Bu yolda benlik duygusu yoktur. Kişi, edebini

muhafaza etmeli ve âdâba riayet etmelidir. ‘Ben’

düşüncesinde olmayınız. Olanların da sonu iyi ol-

maz. Öncelikle benlikten sıyrılmak gerekir. Tüm

mahlûkata şefkat gösterilirse, Yaratıcının büyük-

lüğü anlaşılır. O zaman da ben düşüncesinden

uzaklaşılır. İnsanın Allah’a en fazla yaklaştığı iba-

det müminin miracı olan namazdır. Alnının sec-

dede olması ile birlikte Allah’a yakınlaşırken ben

duygusundan uzaklaşır. Derviş farzların yanında

nafile ibadetleri de yapmalıdır.”

1 Tirmizi, Birr, 712 53/Necm, 3, 4.3 59/Haşr, 74 33/Ahzâb, 21.5 16/Nahl, 44

Dipnot

Edeble İlgili Unutulmaz Sözlerden Bir Demet:

“Utancı giden kimsenin kalbi ölür.” Hz. Ömer (r.a.)

“Edeb döküntüleri, altın döküntülerinden daha hayırlıdır.” Hz. Osman (r.a.)

“Edep aklın suretidir.” Hz. Ali (r.a.)

“Ulu kişi, arif bir insan, Rabbine karşı edebini bıraktı mı mutlaka helak olur.”

Yahya b. Muaz (r.a.)

“En güzel edep, güzel ahlâktır.” Hz. Ali (r.a.)

“İnsanlık âdâbını, ilimden evvel, öğrenmek lazımdır.” İmam-ı Malik

“Ayıp ve kabahatten korkmayan ile düşüp kalkmak, kıyamet gününde insana utanç verir.”

İmam Şafi

“İnsana, faydasız çok bilgiden ziyade, edeb ve yüksek terbiye lazımdır.” A. İbni Mübarek

“Edeb, tecrübe ile yani bizzat yaşanarak kazanılır.” İmam Maverdi

“Ey Rabbim! Beni her ne ceza ile cezalandırırsan cezalandır, yalnız hicab (utanma) zilleti

ile cezalandırma.” İmam Kuşeyri

“İnsanın ilim ve edebi, en büyük varlığıdır. Eskimez, çürümez, kaybolmaz.”

Mevlâna Celaleddin-i Rumi

Page 21: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

41Mayıs 201140

İnsan, akıl, zihin,

kalp, sahibi bir var-

lıktır. İnsan, bi-

riktirdiği, depoladığı bilgileri,

duyguları akıl ölçüsüne vurur.

Şâyet aklını kullanır ya da ak-

lına uyarsa doğru yolu bulur.

Akla değil nefsine, dürtülerine

uyarsa yanlış yapar. Kalp İslâm

âlimlerine göre, imanın kayna-

ğıdır. Bu nedenle kalp temiz-

liği dinimizde çok önemlidir.

Kalbin temiz olması gibi kir-

lenmesi de söz konusudur. Kal-

bimizi kirleten iç ve dış etken-

ler vardır. Kalbimizi dışarından

günahlar kirletir. İçten, kalbi-

mizi kirletmeye çalışan da ne-

fis ve şeytanın ayartmalarıdır.

O hâlde mü’min bu iki kirliliğe

maruz kalmamak için mücade-

le etmelidir.

THY’nin dergisi Sklife’ın

Mart 2011 tarihli 332. sayısın-

da yer alan bir yazıda şu bilgi-

ler yer almıştır:1 “Kaliforniya

Üniversitesi’nden iki araştırma-

cı, Roger Bohn ve James Short,

insan beyninin bir günde maruz

kaldığı bilginin miktarını belir-

lemek üzere yaptıkları araştır-

manın sonuçlarını 2009 yılında

açıklamışlardır. Bu sonuçlara

göre ABD’de yaşayan ortalama

bir insanın beyni, her gün 100

bin 500 kelimeye maruz kalı-

yor ve bu rakam her yıl yüzde

2,6 oranında artıyor. Bu keli-

melerin yüzde 45’i televizyon-

dan, yüzde 27’si bilgisayarlar-

dan, yüzde 11’i radyodan, yüzde

9’u basılı medyadan, yüzde 5’i

telefon konuşmalarından ve

geri kalanı da küçük miktarlar

hâlinde filmlerden, oyunlardan

ve diğer bilgi kaynaklarından

geliyor.” Ülkemizde belki ra-

kamlar aynı oranda değilse bile

benzer etkilere bizim de maruz

kaldığımızı söyleyebiliriz.

Çağımıza bilgi ve hız çağı

deniliyor. Gerçekten günümüz-

de bilgiye ulaşmak kolaylaşmış

ve çeşitlenmiştir. Bilgi güçtür,

bilgi ve teknoloji sayesinde ha-

yatımız kolaylaşmıştır. Edindi-

ğimiz bilgilerin çoğalması, ge-

tirdiği faydaların yanında bir

de zihin kirliliğine yol açmış-

tır. Hâfızamızı, gerekli gereksiz

o kadar çok şeyle dolduruyoruz

ve zihinsel kirlilik oluşuyor ki;

sonunda doğru ile yanlışı, ge-

rekli ile gereksizi ayırt edebilme

yeteneğimiz törpüleniyor.

Zihin, elde ettiğimiz bilgi-

leri arşivleyen ve adeta kütüp-

hane görevi gören bir depo gi-

bidir. Zihnimize yüklediğimiz

bilgiler, düzeltilmemiş, toplan-

mamış bir odaya benzer. Nasıl

ki bir odayı derleyip, toplamaz-

sak, birkaç gün sonra ortalık

darmadağınık olur, aradığımı-

zı bulamayız; hatta bazen nasıl

kötü kokular ve böcekler olu-

şursa, her şeyi depoladığımız

zihnimiz de kirli bir odaya ben-

zer.

Günümüzde, hepimiz çok

fazla bilgi bombardımanına uğ-

ruyoruz ve kafamızı, gönlümü-

zü sokağın cazibesi dolduru-

yor. Sosyal ve siyasî haberler,

mağazalar, vitrinler, televizyon

film ve dizileri, arkadaş ve ak-

raba çevremizdeki olayların de-

dikodusu, zihnimizi hatta ha-

yallerimizi ve rüyalarımızı işgal

ediyor. Akşam bunlarla yatıyor,

sabah bunlarla kalkıyoruz. Yol-

larda bile cep telefonu ve inter-

nette iletişimimiz devam edi-

yor.

Dervişin Fikri Neyse Zikri de O Olur

Doğal olarak, insanın kafa-

sına neler yerleşir, zihnini neler

meşgul ederse, kendinde de o

şeylerin etkisi görülür. “Dervi-

şin fikri neyse zikri o olur.” sö-

zünde ifade edildiği gibi, zihni-

ZİHİN

KİRLİLİĞİ

“Zihin, elde ettiğimiz bilgileri arşivleyen ve adeta kütüphane

görevi gören bir depo gibidir. Zihnimize yüklediğimiz bilgiler,

düzeltilmemiş, toplanmamış bir odaya benzer.”

EğitimMehmet Zeki AYDIN*

Page 22: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

43Mayıs 201142

mizi ne meşgul ediyorsa onları

konuşuyoruz, konuştuklarımı-

za inanmaya ve inandıklarımı-

zı da yaşamaya başlıyoruz.

Zihin, anlama, bilme, öğ-

renme, hatırlama veya unut-

mama gücüdür. Zihnimizi bir

kaba benzetirsek, nasıl ki bir

kabı neyle doldurursak o ren-

gi ve tadı alır. Zihnimizi iyi,

güzel, doğru bilgilerle doldu-

rursak ondan iyi, güzel, doğ-

ru davranışlar ortaya çıkar. O

hâlde, bilgi kaynaklarımızı ve

türlerini dikkatli seçmeli; ne-

reden, hangi bilgilerle zihnimi-

zi dolduracağımıza karar ver-

meliyiz.

Zihin, çoğu zaman yanlış ve

kötü düşüncelerin, batıl inanç-

ların, çirkin görüntülerin, boş

ve kötü sözlerin etkisi ile kir-

lenir. Yaşanan kötü olaylar ve

hatalar zihni yorar. Her kötü-

lük, her yanlışlık insanda derin

izler bırakır. Bu kirlenmenin

devam etmesi yani kötü işlerin

ve hataların devamlı yapılma-

sı, güzel ve hayırlı işlerin yapıl-

masını engeller.

Maalesef günümüzde ço-

ğumuz, zihin kirliliğine maruz

kalıyoruz. Bugün, ev ve işyer-

lerinde televizyon ve bilgisa-

yarlardan, çarşı ve sokaklarda

gördüklerimizden olumsuz et-

kileniyoruz. Bazen yaparak, ba-

zen görerek, bazen dinleyip ses

çıkarmayarak, günahlara ortak

oluyoruz. Böylece, çok ciddi bir

zihin kirliliği yaşıyoruz.

Çoğumuzun hiç boş vakti

yok; o kadar çok işimiz var ki,

aynı anda birçok işi yapmaya

çalışıyoruz. Hâlbuki zihin aynı

anda iki işi birden yapmak-

ta zorlanır, çünkü aynı anda

iki ayrı işe yoğunlaşamaz. Ama

çoğu zaman aynı anda birçok işi

birlikte yapmak istiyor ve zihni-

mizi zorluyoruz. Böylece her iki

iş de yarım kalabiliyor. Bu ne-

denle, tek bir işle uğraşıp dik-

katimizi bu işe vermeliyiz.

Hâfızayı zayıf düşüren ve

unutmaya sebebiyet veren pek

çok etken sıralanabilir. Bunla-

rın bir kısmı bedensel hastalık-

lardan kaynaklanırken, büyük

kısmı psikolojik ve zihinsel ne-

denlerdendir. Beyin ve hâfıza

üzerinde çalışan uzmanlar, ge-

nellikle beynin ihtiyaç duyduğu

oksijen, glikoz ve bazı enzimle-

rin yeterli miktarda sağlanama-

masını; stres ve gerginlik gibi

sebeplerle beynin enerjisinin

hemen tükenmesinden dola-

yı çalışma akışının düzensizleş-

mesini; sadece bazı meseleler

üzerine yoğunlaşmadan dola-

yı beynin bir bölümünün ça-

lıştırılmamasını; sistemsiz dü-

şünme alışkanlığını, unutma

sebepleri olarak sıralamakta-

dırlar. Bazı İslâm âlimleri, ge-

reğinden fazla uykunun beyni

hantallaştırdığını, sürekli dolu

olan midenin, zihni olumsuz

etkilediğini, sabah gün doğar-

ken uyumanın ve harama bak-

manın da unutkanlığa sebep ol-

duğunu ifade etmişlerdir.

Zihin kirliği, insanın nor-

mal düşünmesini engelledi-

ği gibi unutkanlığa da sebep

olur. Çünkü unutmanın ne-

denlerinden biri de zihnin çok

şeyle meşgul olmasıdır. İslâm

âlimleri, harama bakmaktan,

faydasız söz ve davranışlardan

kaçınmanın gereğinden bah-

setmişlerdir. Bu nedenle, sis-

temsiz düşünme alışkanlığına

yol açabileceği ve zihni işe ya-

ramayan bilgilerle dolduracağı

endişesiyle mezar taşlarını oku-

mayı bile mahzurlu görmüşler-

dir. Çünkü boş işler, faydasız

bilgiler ve boş hayaller zihin

kirliliğine sebep olur ve hâfızayı

zayıflatır. Aynı şekilde, günü-

müzde, gereksiz reklam pano-

larının, araba plakalarının, te-

levizyon ekranlarının ve gazete

sayfalarının zihni kirlettiği-

ni ve unutkanlığa sebep oldu-

ğunu söyleyebiliriz. Bu neden-

le, hepimiz bilgi kaynaklarımızı

gözden geçirmeliyiz. Duydukla-

rımız, gördüklerimiz, okuduk-

larımızın ne kadarı meşru ve

helal dairesinde olduğunu dü-

şünmeliyiz.

Zihin, öncelikle günahlar,

hatalar, yanlışlıklar ve kötülük-

lerle kirlenir. Her günah, her

hata ve her kötülük onda mut-

laka bir iz bırakır. İnsan çok

defa böyle bir zihin kirlenme-

sinin farkına varamaz ama za-

manla onun etkilerini kendi

gönlünde ve duygularında his-

sedebilir. Böyle bir kirlenme,

hayırlı işlere devam etme arzu-

sunu kırar, salih amellerde sü-

reklilik isteğini azaltır ve kötü-

lüklere eğilimini arttırır.

Kulak, Göz ve Gönül Hepsi Yaptıklarından

Sorumludur

Kur’an mü’minleri şöyle

uyarmaktadır: “Hakkında bil-

gin bulunmayan şeyin ardı-

na düşme. Çünkü kulak, göz

ve gönül, bunların hepsi on-

dan sorumludur.”2 “Ey ina-

nanlar! Kendinizi ve ailenizi,

yakıtı insanlar ve taşlar olan

ateşten koruyun.”3

Dinimiz, yalan, fuhuş vb.

haram sözleri söylememizi ha-

ram kıldığı gibi bunları dinle-

mek, okumak ve yazmaktan

da sakındırmıştır. Aynı şekil-

de bakışlarımızda da haram-

dan sakınmamızı istemiştir.

Meselâ; zina büyük günahlar-

dan kabul edilmekle kalmamış

ona götüren yollar da yasak-

lanmıştır. Efendimiz (s.a.v.),

şöyle buyurur: “Âdemoğluna

zinadan nasibi takdir olun-

muştur. O buna mutlaka eri-

şir. Gözlerin zinası bakmak,

kulakların zinası dinlemek, di-

lin zinası konuşmak, elin zi-

nası tutmak, ayakların zinası

(ona) yürümektir. Kalbe ge-

lince o, arzu eder, ister. Üreme

organı ise bunu ya gerçekleş-

tirir, ya da boşa çıkarır.”4 Göz

görüntüleri, kulak sözleri, zih-

ne, kalbe aktaran bir pencere-

ye benzer.

Göz ve kulak korunmazsa

kalbi, şehevî duygulara sevk

ederek insanı azgınlaştırır.

Hazret-i Ali şöyle anlatıyor:

“Rasulullah (s.a.v) zamanında,

adamın birisi Medine yolları-

nın birinde yürürken, bir ka-

dın gördü. Ona bakmaya baş-

ladı. Kadın da ona bakıyordu.

Böylece şeytan her ikisine de

vesvese verdi. İkisi de birbir-

lerinin hoşlanarak bakışmaya

devam ettiler. Adam, bu şekil-

de kadına bakarak giderken,

duvara çarptı ve burnu kırıldı.

“Zihin, elde ettiğimiz bilgileri arşivleyen ve adeta kütüphane

görevi gören bir depo gibidir. Zihnimize yüklediğimiz bilgiler,

düzeltilmemiş, toplanmamış bir odaya benzer. Nasıl ki

bir odayı derleyip toplamazsak, birkaç gün sonra ortalık

darmadağınık olur, aradığımızı bulamayız; hatta bazen nasıl

kötü kokular ve böcekler oluşursa, her şeyi depoladığımız

zihnimiz de kirli bir odaya benzer.”

Page 23: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

45Mayıs 201144

Adam, “Vallahi Rasulullah’a

gidip, olayı anlatmadan kanı-

mı silmeyeceğim.” dedi. Ola-

yı, Peygamberimize anlattı.

Nebî (s.a.v.), “Bu, günahının

cezâsıdır.” buyurdu.”5

Bunun üzerine Allah, şu

âyeti vahyetti: “Mü’min erkek-

lere söyle: ‘Gözlerini bakılma-

sı yasak olandan çevirsinler,

mahrem yerlerini korusunlar.

Bu, onların arınmasını daha

iyi sağlar. Allah yaptıkların-

dan şüphesiz haberdardır.

Mü’min kadınlara da söyle:

Gözlerini yasak olandan çevir-

sinler, iffetlerini korusunlar,

süslerini, kendiliğinden görü-

neni müstesnâ, açmasınlar.

Başörtülerini yakalarının üze-

rine salsınlar.”6

Peygamberimiz (s.a.v.), bir

insanın ilk karşılaştığında ka-

dına bakmasının gayr-i ihtiyârî

olduğunu ve bağışlanacağını,

ama ihtiyârî olacağı için bak-

maya devam etmesinin ve ba-

kışlarını tekrarlamasının gü-

nah olduğunu belirtmiş; bakışı

sürdürmeyi ve bakışları tekrar-

lamayı men etmiştir.7

İnsan, beş duyu ile davranış-

larını yapar ancak karar verme

yeri kalptir. Gazâlî, “Rabbinin

askerlerini ancak kendisi bi-

lir.”8 âyetini açıklarken; insa-

nın beş duyusunu kalbin maddî

askerlerine, hayal ve düşünceyi

de mânevî askerlerine benzet-

mektedir.9

Gazâlî İhyâ’da insanın dış-

tan gelen tahriklere ve içten ge-

len şeytanî vesveselere karşı

haramlardan nasıl korunacağı-

nı geniş olarak açıklamaktadır.

İşlenen günahların kalbi-

mizi kirlettiği, bir âyette, “Ha-

yır hayır! Doğrusu onların ka-

zanmakta oldukları kalplerini

paslandırmıştır.”10 şeklinde or-

taya konulmuştur. Bunu açıkla-

mak üzere, Efendimiz (s.a.v.),

“Kul bir hata işlediği zaman,

kalbine siyah bir nokta vuru-

lur. Şâyet günahtan vazgeçer,

istiğfar ve tövbe ederse kal-

bi cilâlanır. Böyle yapmaz da

tekrar hatalara yönelirse si-

yah nokta artırılır ve neticede

bütün kalbini kaplar.”11

İslâm’a göre, sadece emir-

leri yerine getirerek sevap ka-

zanamayız, aynı zamanda ha-

ramdan kaçınmak da sevap

kazandırır Yani kişi sevap ha-

nesini, haramlardan kaçarak da

doldurabilir. Yerine göre, kişi-

nin bu yönde kazanacağı sevap-

lar daha çok olabilir. Özellikle

günümüz şartlarını düşündü-

ğümüzde, çok sık haramlar-

la baş başa kalabilmekteyiz Bu

haramlara karşı bizim göstere-

ceğimiz her karşı koyuş, manevî

derecemizi yükseltebilir.

Çünkü çarşısıyla pazarıy-

la, televizyonuyla, internetiyle

hayatımız, haramlara çok açık

hâle gelmiştir Aynı ölçüde biz-

ler, harama girmeme konusun-

da daha dikkatli olmaz, azim ve

gayretimizi arttıramazsak far-

kında olmadan haramlara dü-

şebiliriz.

Haram işledikçe günahları-

mız artar ve kalbimizde oluşan

o siyah noktalar, öyle bir gün

gelir ki, bütün kalbimizi kaplar

ama biz farkında bile olamayız.

Dolayısıyla, daha baştan güna-

ha karşı tavrımızı açıkça orta-

ya koymalıyız. Allah korusun

bir günah işlediğimizde, hadis-

te belirtildiği şekilde, kalbimi-

zi temizlemek için derhal derin

bir pişmanlık duymalı, tevbe ve

istiğfara yönelmeliyiz.

Ebû Said el-Hudrî (r.a.)’den

rivâyet edildiğine göre Nebî

(s.a.v.) şöyle buyurdu:

- Yollarda oturmaktan kaçının!

Sahâbeler:

- Biz buna mecbûruz. Meselele-

rimizi orada konuşuyoruz, de-

diler. Bunun üzerine Rasulullah

(s.a.v.):

- Oturmaktan vazgeçe-

meyecekseniz o hâlde yo-

lun hakkını verin, buyurdu.

Sahâbeler:

- Yolun hakkı nedir Ey Allah’ın

Resulü, diye sordular. Efendimiz:

- Harama bakmamak, gelip ge-

çenleri incitmemek, selam al-

mak, iyiliği emredip kötülükler-

den sakındırmaktır, buyurdu.12

1 http://www.turk-ishair l ines.com/tr-TR/skylife/2011/Mart/makaleler/egitimi-yeniden-dusunmek.aspx

2 17/İsrâ, 363 66/Tahrîm, 64 Buharî5 Tecrîd-i Sarih6 24/Nur, 30–31

7 Bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 42,43; Tirmizî, Edeb, 28.

8 74/Müddesir, 319 İhyâ, III/13–11610 83/Mutaffiîin, 1411 Tirmizî, Tefsîr, 83;

İbn-i Mâce, Zühd, 29

12 Buharî

* Prof. Dr.

Dipnot

GİDENLER GAZELİ

Ömür dediğimiz şey su gibi akar gider…Bu dünya bir seyrangâh her gelen bakar gider…

Utanma duygusunu kaybedince insanlarAhlak yerde sürünür, haysiyet, vakar gider…

Oturma namertlerin haram sofralarında!...Yediğin her lokmayı, başına kakar gider…

Ne götürdü gidenler sade bir ruhtan gayri?Puslanır gönül göğü, şimşekler çakar gider…

Miş’li geçmiş zamanda çekimlenir eylemlerRuh, anı sepetini koluna takar gider…

Gidenler dönmez geri, hüzün dağlar misaliHasret baldıran zehri, içimi yakar gider…

Zücaciye dükkânı fillere olur mekânCamlar kanatır canı, cüsseli sakar gider…

Riyakârlık postunda dalkavuklar otururHaysiyetli yürekler gün gelir bıkar gider…

Yakın olur ıraklar, tükenince sermayeSon verir mahpusluğa, ruh tenden çıkar gider…

Hazan vakti tarumar olur gönül bahçemizSinsice gelir ecel, kurşunu sıkar gider…

Şakaklara yağar kar, ferini yitirir göz Pıhtı denen bir zerre damarı tıkar gider…

Güvenme bu dünyanın sahte saltanatınaSel gibi gelir ecel, bendini yıkar gider…

Zulmün altın çağında iffet yerde sürünürBu çağın mücrimleri boynunu büker gider…

Gönüller yangın yeri, edep, ahlak firardaSu ile arınmaz ruh, tuz bile kokar gider…

Katrandan şeker olmaz, her şey çeker neslineArı yapar balını, akrepler sokar gider…

M. Nihat MALKOÇ

Page 24: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201146 47Mayıs 201146

KUTLU SEFERKUTSAL MEKÂNLARA

Kutlu sefe-

re 25 Mart

2011 tarihin-

de Darende’den başlan-

dı. Vakıf Başkanımız ile önce

İstanbul’da, Hazreti Muham-

med Efendimiz (s.a.v)’i evin-

de misafir eden ve ülkemizde

misafir olarak bulunan Eyyub

el-Ensari Hazretlerinin ziya-

retine gidildi. Cuma nama-

zı burada kılındı. Böylece kut-

lu yolculuk başlamıştı. Ayrıca

Miniatürk’e gidilerek Somun-

cu Baba Külliyesi’nin maketi

ziyaret edildi. 1453 Panorama

İstanbul’a gidilerek fetih can-

lı canlı yaşandı. Fethin manevî

mimari olan Akşemsettin Haz-

retleri, Hacı Bayram-ı Veli Haz-

retleri ve onları yetiştiren So-

muncu Baba Hazretleri anıldı.

26 Mart 2011’de kutlu sefer

için Vakıf Başkanımız ile İstan-

bul Atatürk Havalimanında bu-

luştuk. Uçağın havalanma za-

manı bekleniyordu. İşte o anda

gönüllerimize ayrı bir mutlu-

luk, ayrı bir huzur, ayrı bir ma-

neviyatın dolduğunu hissettik.

Küçük çocuklar gibi neşeli bir

halde beklemeye başladık. Va-

kıf Başkanımızın yavaş adım-

larla havalimanındaki C termi-

naline doğru yürümesi bu kutlu

yolculuğun ilk anını ve ilk hu-

zurunu bizlere yaşattı.

Bu yolculukta çok şeyler öğ-

reneceğimizi hissediyorduk.

Kutlu sefere kutlu mekânlara

gitmenin ayrı bir özelliği vardı.

Bunu ise ancak yaşayanlar his-

sedebilirdi. Güzel bir uçak yol-

culuğundan sonra Medine Ha-

valimanına indik. Hep birlikte

öğle namazını edâ ettikten son-

ra, otelimize doğru yola çıktık.

İçimizdeki mutluluk çok farklı

idi. Hele bu kutlu yolculuğa ilk

kez çıkan arkadaşlarımızın he-

yecanı daha da ayrıydı. İnsanla-

rın içi içine sığmıyor mutluluk-

ları hareketlerine yansıyordu.

Dualar ve tekbirlerle yolculu-

ğumuz Ravza-i Mutahhara’ya

doğru devam ediyordu. İkindi

namazlarını Mescid-i Nebevî’de

kıldık. Rasulullah Efendimiz

(s.a.v.)’in huzuruna çıkmanın

manevî hazzını yaşadık.

Medine-i Münevvere’nin

ayrı bir havası ayrı bir güzelliği

vardı. Vakıf Başkanımızla bir-

likte Sıddık kapısından girerek,

Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in

yaptırdığı mescidin ilk yapıldığı

sınırına geldik, huzurla akşam

namazını beklemeye başladık.

Buradaki lezzet ve maneviyat

tüm gönülleri kapladı. O gün

yatsı namazından sonra Vakıf

Başkanımızla ile birlikte Pey-

gamber Efendimiz (s.a.v)’in zi-

yaretini gerçekleştirdik. Bizle-

re şunu söylüyordu: “Ziyaret

âdabına dikkat edin, dünya

kelâmı konuşmayın, gönlünüz-

den hayırlı dileklerde bulunun,

ses çıkarabilecek her hangi bir

hareket yapmayın, insanları in-

citmeyin.” Ziyaret başladı.

Bir taraftan gözyaşları dö-

külürken, bir taraftan da kalp-

lerimizin göğüslerimizden fırla-

yacağını hissettik. Bu ziyaretin

tarifi mümkün değildi. Mana-

sını ve maneviyatını anlatma-

ya kalemimizin gücü yetmez.

Bu hal ancak yaşanır, yaşanır-

sa anlaşılabilir, hissedilebilir.

“Onlar bir kez görüyorlar hemen anlayabiliyorlardı. Balık deryada

ilken deryanın kıymetini bilmeliydi. İnsanların birbirine davranışları çok

güzelleşmişti. Çünkü herkes her şeyi pozitif olarak görüyor olumsuz

hiçbir şeyi değerlendirmiyordu. Allah’ın beytinde, Allah’ın huzurunda,

Vakıf Başkanımızın yanında gözler hep güzel görüyor gönüller hep

güzeli hissediyordu. Bunun için de her şey güzeldi, mükemmeldi.”

GeziResul KESENCELİ

Beki

r SAR

I

Page 25: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201148 49

Ertesi gün Mescid-i Nebevî’nin

her yerini gezdik. Ziyaretlerde

bulunduk. Tarihî dokuyla za-

manımızı birleştirdik. Mescid-i

Nebevî’nin arsası iki yetim-

den alınmıştı. Hz. Peygamber

(s.a.v) onların yapacağı bağı-

şı kabul etmemiş. Ücretlerini

ödemişti. Hatta yapımında biz-

zat kendisi çalışmıştı.

Mescit ilk yapıldığında 864

metrekare idi. Ama tarih bo-

yunca 10 kez genişletilmiş, bü-

yütülmüştü. Bu ziyaretlerimiz

sırasında bizleri en çok etkile-

yen yerler ‘Hane-i Saadet’ ve

‘Cennet Bahçesi’dir. Cennet

bahçesi içerisindeki elçi sütu-

nu, muhafızlar sütunu, itikâf

sütunu, teheccüd sütunu, tevbe

sütunu ve Hazreti Aişe (r.anha)

validemizin sütununu ziyarette

bulunduk, dualar ettik. Manevî

huzurda bulunmanın hazzını

ve huzurunu yaşadık.

Namazları kıldığımız yerin

hemen arkasında “Kumluk” de-

nilen saha vardı ki burası, Haz-

reti Peygamber (s.a.v)’in tüm iş-

lerini (askerî, malî, siyasî, idarî,

vb.) gördüğü yerdi. Hatta bu-

rada toplantılar yapar, insan-

ları göreve getirir ve görevden

alırdı. İşte o Allah Resulü’nün

bulunduğu mekânlarda bulun-

mak, O’nun ayak bastığı yerler-

de olmak, çok ayrı bir huzurdu,

mutluluktu. O gönüllere hayat

bahşediyordu.

“Ben Uhud’u Severim, Uhud da

Beni Sever”

Vakıf Başkanımızla birlikte

okçular tepesine gidilmiş, ora-

da sohbet yapılmıştı. Vakıf Baş-

kanımız şu hadis-i şerifi ha-

tırlattı: “Ben Uhud’u severim,

Uhud da beni sever. Uhud cen-

net dağlarından bir dağdır.”

Sonra 70 şehidimizi ziyaret et-

tik. Ertesi gündü. Medine’de-

ki bazı yerleri ziyarete gittik.

O Uhud savaşındaki okçuların,

hatası, tarih boyunca Müslü-

manlara söz tutmayı öğretmiş-

ti. Söz tutulmanın öğrenildiği

ve anlamını kazandığı yere git-

tik. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

geri çekilin emri üzerine ordu

3 km kadar geri çekilmişti. Mü-

barek dişleri kırılmış, kanı yere

düşmeden Cebrail (a.s.) tara-

fından havada yakalanmıştı.

Benî Haram bölgesinde yedi

Mescidlerin arka tarafında. 15

m yükseklikte tepeye doğru tır-

mandık. Efendimiz (s.a.v.)’in

ayak izleri kayaların üzerine

çıkmıştı. Yok etmek maksadıy-

la zift, katran dökmüşlerdi ama

gül gibi kokuyordu o izler. Va-

kıf Başkanımız ziyaret ediyor,

gözyaşlarını tutamıyordu. 3 m

daha yukarı çıktığımızda küçük

bir mağara gördük. Ümmetinin

afvolması için secde ettiği yer-

di. Mübarek ellerinin ve müba-

rek alnının kaya üzerinde izleri

vardı. Mağara gül gibi kokuyor-

du, güldü.

Vakıf Başkanımız; “Bakın

buraya gelin tam anlamıyla gül

kokusunu alabilirsiniz” dedi

ama çok hüzünlüydü, üzülmüş-

tü. Şöyle buyurdu: “Buralar bi-

zim denetimimizde olsaydı bir

cam fanus içerisine alır ziyarete

açardık.” Ziyaretler devam etti.

Peygamber Efendimiz’in

bazı seferlerde sabah namazı-

nı kıldığı El-Musabbah Mes-

cidi, yedi kırba suyla mübarek

naşının yıkandığı Garz Kuyusu,

El Mustalah Mescidi, Şeyheyn

Mescidi, Hendek savaşı önce-

si hendek kazılırken sert bir ka-

yanın çıktığı ve kendi elleriyle

kırdığı yer, Salman-ı Farisi’nin

kuyusu ve 300 hurmanın Pey-

gamberimizin elleriyle diktiği

yer, Cabir bin Abdullah’ın oğla-

ğını kesip Efendimiz ve ashaba

ikram ettiği ev ile Vadi-i Butlan

(Şifa Toprağı) ziyaret edildi.

Buradaki manevî duygu en

üst noktaya çıkmıştı. Bakımsız

ve ilgisiz olması ise Vakıf Baş-

kanımızı çok üzmüştü. Bu arada

çok sayıda insan Vakıf Başkanı-

mızı ziyaret ediyor dua ve him-

met talep ediyorlardı. O ise ge-

len herkesle görüşüyor, manevî

huzurda gönül alıyor gönül ya-

pıyordu.

Türkiye’den gelen vatandaş-

larımız başta olmak üzere, Hin-

distanlı, Yemenli, Ummanlı,

Medineli, Mekkeli, Güney Af-

rikalı, Endonezyalı, Malezyalı,

Doğulu-Batılı hepsiyle görüşü-

yordu. Medine’deki Cuma na-

mazı ise bir başkaydı. Ayrı bir

huzur ayrı bir maneviyat, ayrı

bir neşesi vardı.

Cennet’ül Bâki Mezarlığı zi-

yareti ise yine Vakıf Başkanı-

mızı hüzne boğmuştu. Bura-

da Hz. Osman, Hz. Halime, Hz.

Aişe, Hz.Hafsa, Hz.Ümmü Se-

leme, Hz. Fâtıma, Hz. Rukiye,

Hz. Ümmü Gülsüm, Abdurrah-

man bin Avf, Osman bin Mazun,

Saad bin Ebi Vakkas, (r.anhüm)

Cafer-i Sadık Hazretleri ile Ço-

rumlu Pir Efendimi Mustafa

Rumi Şirani Hazretlerinin ka-

birleri ziyaret edildi. Bu ziyaret-

te duygu yüklü anlar yaşandı.

Medine’den Mekke’ye

Cumartesi günü Mekke-i

Mükerreme’ye hareket edile-

cekti. Öğleye ihramlı olarak

Mescid-i Nebevi’ye gidildi. Hu-

zura çıkıldı, öğle namazı hep bir-

likte kılındı. Hareket anı geldi.

Mikat mahallinde ihram namazı

kılındı. Telbiyeler, tehliller, tek-

birler getirildi. Gönlümüz, coş-

muştu. Böyle bir manevî tat ola-

mazdı. İkindi namazını yolda

kıldık. Akşam namazından son-

ra Mekke-i Mükerreme’ye var-

dık. Yatsıdan sonra umre yapı-

lacaktı. Kâbe-i Şerifin önünde

niyet yapıldı. Tavafa başlandı.

Vakıf Başkanımızla birlikte, ta-

vaf yapıyorduk.

İnsanları incitmeden gü-

zel bir şekilde o manevî atmos-

ferin muhteşemliği içerisin-

de tavafımız tamamlandı. Hep

birlikte 2 rekât tavaf namazı-

nı kıldıktan sonra sa’y için Safa

ve Merve tepelerine doğru yü-

rüyorduk. Sa’y başlamıştı. Ra-

sulullah Efendimiz (s.a.v.)’in

yaptığı yerde Sa’yı yapıyorduk.

O’nun yürüdüğü yerde yürü-

yor, koştuğu yerde koşuyorduk.

Tüm insanlar grubumuzu seyre-

diyor, sa’yın yapılışına bakıyor

hatta dualar ediyorlardı. Bu ara-

da değişik milletlerden insanlar

sa’y sırasında Vakıf Başkanımız-

la görüşüyordu. Bizlerin bu hali-

ni gören bu insanlara da ayrı bir

güven gelmiş, gönülden gönüle

bir muhabbet kurulmuştu.

Tıraşlarımızı olduk. İhram-

dan çıkıp, abdestlerimizi taze-

leyip tekrar Kâbe-i Şerife dön-

dük. Gecenin üçte ikisini burada

tamamladık. Arkadaşlarımız-

dan kimisi namaz kıldı, kimi-

si Kâbe’yi seyretti, kimisi zikir

yaptı, kimisi şükretti. Tavaf ya-

Muh

amm

ed G

ÜLS

EREN

Aslan TEKTAŞ

Page 26: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201150 51

panlarda ise ayrı bir neşe ayrı

bir heyecan vardı. Allah’ın Bey-

ti çevresinde pervane gibi dö-

nülüyordu. Cenab-ı Allah’ın

beytinde olmanın mutluluğu ya-

şanıyordu. İslâm kaynakların-

dan şunu biliyoruz ki, Cenab-ı

Allah Kâbe’ye günde 120 kez te-

celli eder. Bu tecelliler ise tavaf

yapanların, namaz kılanların,

Allah’ı ananların, Kâbe’yi sey-

redenlerin ve uyuyanların üze-

rine olur.

Kâbe-i Şerifte sabah, ak-

şam ve yatsı namazlarını

Altınoluk’un karşısında öğle ve

ikindi namazlarını Peygamber

Efendimiz (s.a.v)’in Miraç’a çık-

tığı mekânda edâ ediyorduk. Me-

raklı insanlar, niçin Altınoluk’un

karşısında bulunuyoruz, düşün-

cesi içerisindeydiler. Bu sır-

rı bizler de şu şekilde öğrendik;

Altınoluk’un karşısında durmak

hem Ravza-ı Mutahhara’nın

hem de Türkiye’nin kıblesi is-

tikametiyle kabe’ye yönelmek-

ti. Aynı zamanda hatim denilen

yerdeki peygamber mezarları-

na edeben riayet etmek ve hem

de büyük pirlerin bulunduğu

mekânda durmaktı. Mekke-i

Mükerreme’de çok güzel anlar

yaşandı. Vakıf Başkanımız biz-

lere insanlara nasıl davranıla-

cağını, nasıl ibadet edileceğini,

nasıl tavaf yapılacağını ve nasıl

Allah’a kul olunacağını bir kez

daha öğretmiş oldu.

Mekke-i Mükerreme’de çok

güzel anlar ve hatıralar yaşan-

dı. Bunlardan bir örnek verelim.

Ummanlı Yusuf Abdurrahman,

Vakıf Başkanımızı gördüğünde

çok etkilenmiş, hemen görüş-

meye gelmiş ve hiç ayrılmak is-

tememişti. Şöyle diyordu: “Bir

aydan beri Cenab-ı Allah’a yal-

varıyorum. Beni salih bir kulun-

la ve senin dostunla karşılaştır.

Bana ehlisünnet üzere yolu-

nu göster, diye. İşte ben Efendi

Hazretleri ile karşılaştım. Onu

gördüğümde, yanında, oldu-

ğumda ayrı bir huzur ve mutlu-

luk duyuyorum.” Yine Mekkeli

Seyyid Muhammed Naim ile gö-

rüşüldü. İlmî ve tasavvufî soh-

bet oldu. Edebe çok riayet etti.

Konuşması, davranışları, hare-

ketleri ehlisünnet yoluna uygun

ve mülayimdi.

Tâif - Hudeybiye

Daha sonra Mekke dışında

bir kısım yerlere gidilerek ziya-

retler yapıldı. Fotoğrafları çe-

kildi. Gidilen yerlerden birisi,

Tâif’ti. Gerçekten Tâif, cennet

köşelerinden bir köşe idi ve çok

güzeldi. Her taraf yeşillikler içe-

risindeydi. Araziler sulak, mey-

ve ve sebzeler oldukça güzeldi.

El Hedâ Tepesine çıktığımızda,

burada pek çok maymun gör-

dük. Bu maymunların ihtiyaç-

larını yine insanlar karşılıyordu.

Hatta bu tepeden Arafat görü-

lüyor Mekke seyredilebiliyordu.

Pek çok gül çiftliği vardı. Gülle-

ri ise bir farklı güzel kokuyordu.

Tâif’te Abdullah İbni Abbas

(r.a)’ın türbesini ziyaret ettik.

Onun için yapılan cami çok bü-

yük ve güzeldi. Caminin yanına

bir de okul yaptırılmıştı. Bura-

dan ayrılarak Dakka Dağına çık-

tık. Buradaki görüntü gerçekten

doğa harikasıydı. O kadar gü-

zeldi ki uzun süre seyretmek-

ten kendimizi alamadık. Bu ara-

da sıcaklık 14-15 dereceye kadar

düştü. El Fora Tepesine çıktığı-

mızda da aynı güzelliklerle kar-

şılaştık. Kısacası aslında Tâif

cennetten bir köşeydi. El Mati-

na bölgesine geldiğimizde çok

duygulandık.

Çünkü burası Rasululllah

Efendimiz (s.a.v.)’in Taifelilerce

taşlandığı mekândı. 300 m ile-

risinde Utbe ile Şeybe kardeşle-

rin O’nu dinlendirdiği ve üzüm

ikram ettiği mekândı. Bura-

ya geldiğimizde yapılan mesci-

di gördük. Mihrabı ve duvarla-

rı orijinaldi.

Tarih süresince Osmanlı ta-

rafından restore edilmişti. Ama

şu anda bakımsızdı. Fakat mes-

cit gül gibiydi ve gül kokuyordu.

Şunu söylemek gerekir ki Hz.

Peygamber (s.a.v.)’e dair tüm

izler bakımsızdı. Bunların ba-

kımlı hale gelmesi sahiplenil-

mesi ve yeniden restore edilme-

si gerekmektedir. Bu hem Tâif,

hem Mekke, hem Medine, hem

Hayber, hem de Hudeybiye için

geçerlidir.

Bir sonraki gün Hudeybiye’ye

gidildi. Burada Peygamber

Efendimiz (s.a.v)’in konakladığı

yer gezildi. Kuyular ziyaret edil-

di. Etrafının yeşillik olması biz-

lerin dikkatini çekti. Buraya ya-

pılan mescidin de yine harabe

halinde olduğunu gördük. Gitti-

ğimiz yerde bağcılık yapan birisi

ile karşılaştık. Arıların küçük ve

siyah olduğunu gördüğümüzde

şaşırdık. Ballarının rengi de si-

yahtı ve bu bala Talha balı ismi-

ni veriyorlardı. Tadı ise çok gü-

zel ve lezizdi. Allah’ın beytinde,

Allah’ın huzurunda, Vakıf Baş-

kanımızın yanında gözler hep

güzel görüyor gönüller hep gü-

zeli hissediyordu. Bunun için de

her şey güzeldi, mükemmeldi.

Dönüşte tekrar İstanbul’a gel-

miştik. Vakıf Başkanımızla sa-

bah kahvaltısını yaptıktan son-

ra deniz kenarında adımlamaya

başladık. Derya deryaya bakı-

yordu. Aslında hangisinin bü-

yük derya olduğunu anlamaya

hissetmeye çalıştık ve aklımı-

za Hulûsi Efendi Hazretlerinin

şu beyti geldi. Bu beyti iyi anla-

mak ve idrak etmenin gereklili-

ğini hissettik:

“Çalkanır deryâ gibi dil bil ki

deryâ andadır

Öyle bir deryâdır ol kim dürr-i

yektâ andadır...”

Vakıf Başkanımız H. Hamidettin ATEŞ ve Fotoğraf Sanatçısı Orhan DURGUT

Page 27: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

53Mayıs 201152

Müslümanlar

olarak birbi-

rimize kar-

şı son derece müsamahakâr ve

bağışlayıcı olmamız gerekir.

Yanlışlarını görsek bile bunu

dilimize dolamamamız, ken-

di hizmetimizle meşgul olma-

mız uygun düşer. Çünkü kar-

deşlerimizin hatalarının peşine

düşmek, elimizdeki imkânlar

vasıtasıyla bunları gündemde

tutmak, ortalığa yaymak bugü-

ne kadar biz Müslümanlara bir

şey kazandırmadı. Çünkü böy-

le bir şeye tevessül etmek, bir-

birimize düşmemizi arzulayan-

ların eline malzeme olmakta,

mü’minler arasında ihtilaf ve

düşmanlık varmış izlenimi ya-

yılmaya çalışılmaktadır. Hiç-

bir şeye sebep olmasa bile

mü’minler arasında soğukluğa

sebebiyet vermektedir.

Bunu göz önünde bulundu-

rarak, karşımızdaki kardeşleri-

miz gerçekten hata yapmış olsa

bile öncelikle sakin olmasını be-

cerebilmeliyiz. Bunu yapmadan

hatanın üzerine gitmek, bir ara-

ya gelmeden neyi murad ettiği-

ni sual etmeden uzaktan değer-

lendirmelerde bulunmak arada

husumete neden olmaktan öte-

ye gitmez. Özellikle kanaat ön-

derlerinin sözlerini bu şekilde

tenkitlere tabi tutmak, onun ar-

dındaki insanların sevgisini ka-

zanmak yerine uzaklaştırma-

ya, hatta düşman etmeye neden

olur. Böyle hatalara düşmeme-

nin belki de en güzel yolu, önce

kendimizi sözün sahibinin yeri-

ne koyup samimiyetinden şüp-

he etmediğimizi anlamak, ar-

dından da sözünün yukarısını

ve aşağısını göz önünde bulun-

durmak olacaktır. Bu şuna ben-

zemektedir:

Hocaefendi camide abdest

bahsini anlatmaktadır. Sohbet

esnasında “Merkebin sesini du-

yarsa abdesti bozulur.” sözü-

nü söylerken camiye cemaatten

biri girer. Zanneder ki, merke-

bin sesini her ne vakit işitirsem

abdestim bozulur. Artık tar-

lada, bağda, bahçede merkep

sesini her duyuşundan sonra

namaza durmak istediğinde ab-

deste yönelir. Hatta bu bilgisi-

ni sağda solda anlatmaya koyu-

lur. Sonunda söz sahibini yani

hocaefendiyi bulur. Kendisi-

ni çağırtıp neden böyle ulu orta

mesnetsiz konuştuğunu sorun-

ca, “Hocam, ben bunu sizden

işittim.” der. Hocaefendi biraz

daha onu konuşturunca mese-

leyi anlar ve ona şöyle der: “Ben

öyle demedim ki! Ben “Adamın

biri merkebine suyunu, azığını

yükleyip yolculuğa çıksa, yolda

bir yerde mola verse ve uykuya

dalsa, uyandığında bir de bak-

sa ki merkebi gitmiş. Bu insan

sağı solu taradığı halde su bula-

mazsa teyemmüm edip namaza

dursa, kılarken de merkebin se-

sini duysa namazı bozulur.”

Dolayısıyla duyduğumuz

sözü bütün olarak değerlen-

dirmek yanında, müsbet ola-

rak yorumlamak ve tevil et-

mek imkânımız varsa bunu

dahi yapmamız icap eder. Çün-

kü hayra yormak en azından

kamplaşmaya sebebiyet ver-

meyeceği ve ülfeti devam etti-

receği için kârdır. Peygamber

Efendimizin hâkimlerle ilgili

tavsiyesi Müslümanların hata-

larını değerlendirme hususun-

da bugün bizlere yol göster-

mektedir: “Hâkimin affederek

hataya düşmesi, cezalandıra-

rak hataya düşmesinden daha

hayırlıdır.”1

Bunları söylerken şunu da

kabul ediyoruz: O insan ger-

çekten hatalı konuşmuş, tevi-

li imkânsız bir ifade kullanmış

olabilir. Bu hemen onun üze-

KültürEnbiya YILDIRIM*

“Yaşadığımız dönemde düzeltmemiz gereken öyle yanlışlar, ellerinden tutmamız

gereken öyle insanlar var ki! Bunları düzeltmek dururken, gele gele gözümüzün

önüne Müslüman kardeşlerimizin hatasının gelmesi nefsin ve şeytanın birer

oyunundan başka bir şey değildir. “

SAFLARISIKLAŞTIRMANIN ZAMANI

A.A.

Arş

ivi

Page 28: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201154 55

rine üzerine gitmeyi gerektir-

memelidir. O da bizim gibi bir

beşerdir. En azından bizim yap-

tıklarımız kadar hata yapabilir.

İslâm’a yaptığı hizmetleri göz

önünde bulundurduğumuzda,

sarf ettiği söz şimdiye kadarki

hayatıyla çelişiyorsa konuşma-

sında hata etmiştir, meramını

iyi ifade edememiştir demekten

başka çıkış yolu yoktur. Bunun

tersi bir tutum takınarak, onun

bir iki kelamına bakarak önce-

ki hayatındaki tüm güzellikleri

görmezlikten gelmek, niyetini

sorgulamak, karalamak bizle-

re bir şey kazandırmaz. Ayrıca

hatasını ortaya dökmemiz se-

bebiyle kıyasıya eleştirdiğimiz

insanın İslâm nâm-ı hesâbına

yürüttüğü faaliyetler zarar gö-

recekse bunun mes’ûliyeti altı-

na girmek bir Müslümanın ar-

zulayacağı bir sonuç olamaz. Bu

yönden bakıldığında, sorumlu-

luk altına girmemiş, taşıdığı

yük tenkit ettiği insanın yükü-

nün binde biri kadar olmayan

insanların uzaktan karalama-

larda bulunmaları dinî açı-

dan doğru davranışlar değildir.

Çünkü bugüne kadar müşâhede

edilen durum, böyle tavırların

mü’minlerin arasının daha iyi

pekişmesine değil buğza sebe-

biyet verdiğidir. Bu bile vebâl

olarak yeter.

Yaşadığımız dönemde dü-

zeltmemiz gereken öyle yanlış-

lar, ellerinden tutmamız gere-

ken öyle insanlar var ki! Bunları

düzeltmek dururken, gele gele

gözümüzün önüne Müslüman

kardeşlerimizin hatasının gel-

mesi nefsin ve şeytanın birer

oyunundan başka bir şey de-

ğildir. Özellikle de Allah rızası

için yürütülen faaliyetler bağ-

lamında söz konusu olan hata-

lara karşı gözleri kapatıp ağız-

ları açarak yüklenmek bugüne

kadar hep zıtlaşmaya sebebiyet

vermiştir. Ülkemizde çok güzel

işlerin yapıldığı şu dönemlerde,

hata olarak görülen hususlara

karşı İslâm’ın bizlere öğrettiği

edep dairesinin dışına çıkma-

yan bir üslûp kullanmak, yıkıcı

olmamak yararlı olacaktır. Bel-

ki de böylesi hatalı sözleri olan-

ların hayır yönlerini zikretmek

çok daha iyi olacaktır.

Biz bunları söylerken yan-

lışlara dikkat çekmeyelim, ses-

siz kalalım demiyoruz. Bilakis

kimseyi incitmeden, herkesin

önünde değil de ferdî olarak

ikaz etmenin yollarını araya-

lım. Ve bunun üslûbunu çok

iyi ayarlayalım. Onaralım der-

ken yıkmayalım. Sonunda kar-

şımızdakinin Müslüman karde-

şimiz olduğunu bilelim. Demek

istediğimiz budur.

Sözün özü, birbirimize her

zaman çok ihtiyacımız var. Gö-

rünen güzellikler bizleri bir-

birimize yaklaşmaya ve kay-

naşmaya mecbur ediyorken

gözlerimizi hasenâta kapama-

yalım. Aynı ana caddenin tâlî

yolları olan hizmet kervanla-

rının erlerine hitap eden Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in tavsiyesi

her zaman belleğimizde olma-

lıdır: “Şeytan, sürünün peşin-

deki kurt gibi insanların pe-

şindedir. Sürüden ayrılıp ileri

gidenleri ve geri kalanları ka-

par. Sakın tefrikaya düşmeyin.

Birlikte ve mü’minler toplulu-

ğuyla bir arada olun.”2

1 Tirmizî, 14242 Müsned, 5/243

* Prof. Dr.

Dipnot

NAAT MEDENİYETİ

On beş asırdan beri, hüsn-i hat, edebiyat

Anlatmaya çalıştı (k)onu: Fahr-i Kâinât

Nice şâir ve edip medhinde çırptı kanat

Süleyman Çelebimiz ve Vesîletü’n-Necat

Yûnus, Fuzûlî, Nâbî, Mevlânâ, Ârif Nihat

Şeyh Gâlib, Yaman Dede, o muhtedî avukat

Necip Fâzıl, “Esselâm”, tekrar şahlandı sanat

Karakoç, “Gül Muştusu” ve “Hızırla Kırk Saat”

O’na olduğu kadar yapılmadı serenat

O’nun vassâfı Allah, bu açık bir hakîkat

O hâlde bize düşen, Habîb’e sonsuz biat

Bence en güzel naat, O Şah Gül’e salavât

Tâ gönülden duyarak, O’na selâm ve salât

Bizi de unutmasın, Kerem-kân-ı şefâat

Etmesin ben fakîri, ümmetliğinden âzât…

Bekir OĞUZBAŞARAN

Page 29: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

57Mayıs 201156

DüşünceMehmet DERE

EN BÜYÜK HAZİNEDİR

K ANA AT“Kanat/kanaatkârlık İslâmî ve ahlakî bir erdem olup, yüce dinimiz

İslâm kanaati ve kanaatkârlığı övmüş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise

yasaklamıştır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden kazanmak, payımıza

düşene razı olup kanaatkâr olmaktır.”

Kanaat; elde bulunanla ye-

tinmek, kısmetine/hakkına

razı olmak, başkasının elin-

dekine göz dikmemek, tamahkâr/açgözlü ol-

mamak gibi anlamlara gelir.1

İslâm ahlakında ise kanaat, kişinin

Allah’ın kendisine dünya nimeti olarak ver-

diği paya rıza göstermesi, kısmetine razı ol-

ması, başkalarının elindekine göze dikmeyip

tok gözlü olmasıdır.2

Kanaat, ahlakî bir erdem olmanın yanı

sıra insanın hem kişiliğini ve haysiyetini ko-

ruması, hem de mutlu ve huzurlu bir hayat

yaşamasının bir gereği olarak görülmüştür.

İnsanların çok çeşitli ihtiyaçları ve istekleri

vardır. Her insan, ihtiyaçlarını en iyi şekilde

karşılamak ve isteklerini tam olarak yerine

getirmek ister. Ama bu her zaman mümkün

olmaz. Çünkü dünyanın imkânları, bizim

ömrümüz ve kazanma gücümüz sınırlıdır.

İşte insanda oluşabilecek aşırı mal hırsının

ve dünya tutkusunun yok olması ancak ka-

naat ile mümkündür.

Dinimiz kanaatkârlığı emretmiş,

kanaatkâr insanı övmüş, açgözlülüğü, hır-

sı, tamahı, israfı kötülemiştir. Kanaat büyük

bir hazinedir. İnsanın, durumuna göre hare-

ket etmesi, ayağını yorganına göre uzatma-

sı kanaatkâr olmasına bağlıdır. Kanaat as-

lında bir gönül zenginliği, göz tokluğudur.

Zengin bir kalbe, tok bir göze sahip olan in-

san, Allah’ın ihsanı olarak kavuştuğu bir ni-

mete, bulunduğu duruma şükreder. Başka-

larının malına göz dikmez, tamah etmez,

açgözlülük etmez. Bu nedenledir ki Peygam-

berimiz (s.a.v.) bir hadislerinde “Gerçek zen-

ginlik, mal çokluğu değil, gönül zenginliği

(göz tokluğu) iledir.” buyurmuşlardır.3

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de

kanaatkârlığı bir iffet, tok gözlülük hâli

olarak değerlendirmiş4, İslâm’la hidaye-

te kavuşup yeterli miktarda rızka/nimetle-

re sahip olan ve buna kanaat edeni övmüş5,

asıl zenginliğin kanaatkârlık olduğunu6,

kanaatkârlığın şükrün en ileri derecesi oldu-

ğunu7 bildirmiştir.

Kanaatsiz kimse, içinde bulunduğu hiçbir

durumdan memnun olmaz; şükretmeyi bil-

mez. Hangi durumda olursa olsun hep daha

fazlasını ister ve bu nedenle de hiçbir zaman

mutlu olamaz. Kanaat yoksunu, hırslı, aç

gözlü kimseleri Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle

tanımlar: “İnsanoğlunun iki vadi dolu malı

olsa, bir üçüncüsünü ister. İnsanın gözünü

topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat

Allah, tevbe edenin tevbesini kabul eder.”8

İnsan kanaatsizlik nedeniyle gayrimeşrû,

haram, emeksiz, zahmetsiz kazançlara yö-

nelir. Bu yolda izzetini, haysiyetini, şerefi-

ni kaybeder. Bu durum kişinin rahatını ve

huzurunu bozduğu gibi toplumun da raha-

tını ve huzurunu bozar. Müslümana yakı-

şan kanaat sahibi olmalı; meşrû ve helal öl-

çüler içerisinde şeref ve haysiyetiyle çalışıp

gayret gösterdikten sonra elde ettiği nimet-

lere/paya razı olmalı ve bu nimetleri veren

Allah’a şükretmelidir. Sevgili Peygamberi-

miz (s.a.v.) “Sizden biriniz, mal ve yara-

tılışça kendisinden üstün olana bakınca,

nazarını bir de kendisinden aşağıda ola-

na çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın sizin

üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz

için daha uygundur.”9 buyurarak, kişinin

her türlü gayretine rağmen istediği hedefi-

ne ulaşamadığı takdirde, kendisinden daha

aşağı durumlarda olanlara bakıp kısmetine

razı olması gerektiğini ifade etmiştir. Böyle-

Page 30: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

59Mayıs 201158

ce kanaatkârlık sonucunda kişi huzurlu ve mut-

lu olduğu gibi toplum da huzurlu ve mutlu olur.

Kanaat ile ilgili anlatacağımız şu olay ko-

numuzun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

Mehmet Akif, bir gün saat satın almak için çarşı-

ya doğru gider. Giderken yolda karşılaştığı ada-

mın bir kolunun omzundan aşağısının olmadığı-

nı görür. “Ben saatim yok diye üzülüyordum, bu

adamın saati olsa bile takacak kolu yok” der.10

Kanaat, şükür kavramıyla da yakından ilgili-

dir. Mümin sıkıntılara sabreden, nimetlere şük-

reden kimsedir. Şükretmek için çok mala, nime-

te sahip olmak gerekmez. Elde bulunan her şeye

şükretmek kanaatkâr insanın özelliğidir. Yüce

Rabbimiz bir ayet-i kerimede: “Şükrederseniz

size olan nimetimi artırırım.”11 buyurmuştur.

Atalarımız da “Aza şükretmeyen çoğu bulamaz.”

demişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)

“Kanaatkâr ol ki insanların Allah’a en çok şük-

redeni olasın.”12 tavsiyesinde bulunarak şükürle

kanaat arasındaki yakın ilgiye dikkat çekmiştir.

Çalışarak helalinden kazanç elde etmek,

kanaatkâr olmak, Allah’ın verdiği nimetlere şük-

retmek İslâm ahlakının kazandırdığı güzel ni-

metlerdendir.

Kanaatkârlığı tembellikle birbirine karıştır-

mamalıyız. Kanaatkâr olan kişi, gücü yettiğin-

ce çalışır, çabalar, Allah’a tevekkül eder. Az çalı-

şıp az kazanmak, eldekiyle yetinip çalışmayı terk

edip tembellik yapmak asla kanaatkârlık değil-

dir. Gerçek kanaatkârlık, çok çalışıp helal/meşrû

yollardan kazanıp elde edilene razı olmaktır. Fa-

kirliğe, sefalete, tembelliğe, miskinliğe, aile ve

toplumların yokluk, yoksulluk, darlık içinde kal-

masına yol açabilecek yanlış kana-

at anlayışlarını yüce dinimiz İslâm

şiddetle reddetmiştir.

Helalinden ve meşrû bir yolda

kazanmak şartıyla ne kadar zen-

gin olursak o kadar iyi olur. Çünkü

Allah yolunda infak etmek, harca-

mak, zekât vermek vb gibi maddî

yolla yapılan ibadetler için zengin

olmak gerekir. Zira bir hadiste de

buyrulduğu gibi “Veren el alan el-

den üstündür.”13 Ancak elde ede-

mediklerimize üzülmemeli; elde ettiklerimize ise

kanaatkârlık gösterip şükretmeliyiz.

Sonuç olarak şunları söylemek gerekirse, ka-

nat/kanaatkârlık İslâmî ve ahlâkî bir erdem olup,

yüce dinimiz İslâm kanaati ve kanaatkârlığı öv-

müş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise yasaklamış-

tır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden ka-

zanmak, payımıza düşene razı olup kanaatkâr

olmaktır. Kanaatkâr olup Allah’ın verdiği nimet-

lere şükretmek Müslümanın temel vasıflarından

olduğu gibi, aynı zamanda İslâm ahlâkının ka-

zandırdığı güzel niteliklerdendir.

1 İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 2, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, s. 1547; Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., İstanbul 1996, s. 594

2 Mustafa Çağrıcı, “Kanaat”, DİA., C. 24 , TDV. Yay., İstanbul 2001, s. 2893 Buhârî, Rikâk 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizî, Zühd, 40; İbni Mâce, Zühd, 94 Buhârî, Zekât, 185 Tirmizî, Zühd, 35; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/168, 1736 Buhârî, Rikâk 15; Müslim, Zekât, 1207 İbni Mâce, Zühd, 248 Buhârî, Rikâk,10; Müslim, Rikâk, 16, Zekât, 116, 119; Tirmizî, Zühd, 19; İbni

Mâce, Zühd, 279 Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Kıyamet, 5910 Vehbi Vakkasoğlu, Mehmet Akif, Nesil Yay., İstanbul 2001, s. 21511 14/İbrahim, 1412 İbni Mace, Zühd, 2413 Buhârî, zekât, 17; Tirmizî, Zühd, 32

Dipnot

“Kanaat, şükür kavramıyla da yakından ilgilidir.

Mümin sıkıntılara sabreden, nimetlere şükreden

kimsedir. Şükretmek için çok mala, nimete sahip olmak

gerekmez. Elde bulunan her şeye şükretmek kanaatkâr

insanın özelliğidir. Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede:

“Şükrederseniz size olan nimetimi artırırım.”

BAHAR VE SERÇELER

Sırasını savdı kar, boran, tipi

Beklenen yolcuya kalmadı engel.

“Adama buz gibi, kara köz gibi”

Islık çala çala esti kaba yel.

Düştü saçakların bir bir süngüsü

Çözüldü camlarda buzdan perdeler

Eridi bahçenin beyaz örtüsü

Sokaklarda aktı küçük dereler.

Henüz yuvası boş hacı leyleğin,

Şimdilerde yolda olması lazım.

Bu akşam olmazsa yarın öğleyin

Gelip, kapıları çalması lazım.

Mevsimin müjdesi kucaklarında,

Bir yerden beş peşe düşer cemreler.

Kerpiç evimizin saçaklarında

Bahara “ hoş geldin” derken serçeler.

Fazıl Ahmet BAHADIR

Muh

amm

ed G

ÜLS

EREN

Page 31: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

61Mayıs 201160

Tarihİsmail ÇOLAK Harem’i görenlerin tespit ve müşahedeleri şunu gösteri-

yor ki, Harem (Harem-i Hümayun) her şeyden önce bir

edephane (iffet-i şahane) idi, orası, edepsize ve edepsiz-

liğe izin verilmeyen nezih bir mekândı. Her odanın kapı girişlerinde ve

duvarlarında, İslâm’da aile hayatı, iffet ve terbiye gibi dinî konuların iş-

lendiği ayetler, hadisler, dualar ve kasidelerin (mesela, İmam Busirî’nin

Hz. Peygamber (s.a.v.) için yazdığı Kaside-i Bürde’si) nakşedildiği bir

mekânda işret âlemleri, dine, ahlâka münafî melanetler ve ‘iffetsizlik-

ler’ nasıl irtikâp edilebilirdi? Mesela, Harem’in asıl kapısı üzerinde Nur

Suresi’nin 27. ayetinde geçen şu ilahî kelam nakşedilmişti: “Başkaları-

nın haremlerine (evlerine) size izin verilmeden girmeyiniz.” Araba ka-

pısının ilerisindeki ikinci kapı üzerinde de “Ey Allah’ımız ve ey bütün ka-

pıları açan Rabbimiz! Bize de en hayırlı kapıları açıver.” duasının yazılı

olduğu bir levha asılmıştı. Üçüncü kapının üzerini ise güzel bir hatla ya-

zılmış Kelime-i Tevhid ile birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadis-i şe-

rifi süslemişti: “Bir saat adaletle

hareket etmek, yetmiş sene na-

file ibadetten daha hayırlıdır.”1

Harem, Osmanlı sarayının

en ağır ve en kapsamlı teşkilat,

teşrifat ve hizmetlerin bulundu-

ğu bölmeydi. Burada hiyerar-

şik bir düzen, kademeli bir yapı

ve işbölümü, sıkı bir disiplin,

sükûnet, huzur, insanî, ahlâkî

kurallar vardı. Harem’deki eği-

timde dinî, ahlâkî terbiye esas

alınır, cariyeler (kadın köle-

ler) ve sair saray görevlileri-

nin ahlâk ve edep sahibi kişi-

ler olarak terbiye edilmesinin

üzerinde ciddiyetle durulurdu.

İslâm’ın temel ilkelerine uymak ve ibadetlerin gereğini layığınca yeri-

ne getirmek Harem ahalisinin şiarlarındandı. Buna padişahlar, annele-

ri, eşleri ve diğer saray kadınları ayrı bir önem verir, özen gösterirlerdi.

Başta Valide Sultanlar ve Kadınefendiler olmak üzere bütün Harem

halkının en mühim gündelik meşgalesi eğitim, ilim, ibadet ve hizmet-

ti. Haremdekilerin en temel faaliyetlerinin başında okumak; bilhassa

Kur’an-ı Kerim ve diğer dinî, edebî ve tarihî türdeki eserleri okumak ge-

liyordu. Haremdeki kadınlar ibadetlerini büyük bir bağlılık ve titizlik-

le yerine getirirler, beş vakit namazlarını saray camiinde cemaatle kılar-

lardı.

Padişahlar da buna hassasiyet gösterirlerdi. Sultan Reşad’ın, Harem

muallimesi Safiye Ünüvar’a verdiği şu talimat bunun en sağlam delille-

TARİH AYNASINDA PERDELENEN

HAREMTARİH AYNASINDA PERDELENEN

HAREM

Page 32: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201162 63

Ağalarıyla bir imam, iki güzel sesli müezzin gelir-

di. İlahiler okunarak namaz kılınırdı. Gece kapı-

lar açılır, sahur tablaları girer, top atılıncaya ka-

dar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye

bir hoca gelir, vaaz verirdi. Akşam topla beraber

zemzem-i şerifle oruç bozulur, iftar takımları ha-

zırlanır, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi... Sa-

rayın Harem dairesi, Ramazan’da adeta cami hali-

ne girer, herkes ibadetle vakit geçirirdi...”5

Harem Ağalarının yönetimindeki saray kadın-

ları, Türk-İslâm geleneği çerçevesinde sıkı ve di-

siplinli bir eğitimden geçerlerdi. Özel kabiliyet-

lerine göre müzik, hanendelik (şarkı okuma),

sazendelik (saz çalma), resim, edebiyat, hikâye

anlatma sanatı, dikiş, örgü derslerinin yanında

kapsamlı bir dinî eğitim verilirdi. Adab-ı muaşe-

ret, nezaket ve terbiye kuralları büyük bir ciddi-

yet ve hassasiyetle öğretilir ve uygulanırdı. Tarihçi

Prof. İlber Ortaylı’nın, haremde önemli olanın, ge-

len kadının en iyi şekilde yetiştirilmesi, eğitilmesi

ve padişah da dâhil yüksek devlet ricali ile izdivaç

yaptırılması olduğuna temas etmesi gayet mühim-

dir.

Haremin kurallarını padişahların bile boza-

madığını belirten Halil İnalcık, burada uygula-

nan eğitim hakkında şu tespit ve değerlendirmele-

ri yapmaktadır: “Gelen cariye bu örgüt içinde sıkı

bir disiplin altında uzun bir eğitimden geçirildik-

ten sonra padişaha takdim edilebilir. Harem ör-

gütünü ve kurallarını İslâm hukuku ve hanedan

siyaseti belirlemekteydi. Bunun yanında ikinci

faktör Osmanlı kul sistemidir. Bu sistem Osman-

lı merkeziyetçi devlet sisteminin temel kurumu-

dur. Enderun’da ve Birun dış hizmetlerde padişa-

ha mutlak biçimde bağlı görevliler yetiştirmek için

her türlü aile, kavim ve kabile bağlarından kop-

muş kul ve cariyeleri kullanmak sistemin esasıdır.

Harem cariye örgütü, kul sisteminin tamamlayıcı-

sıdır. Cariyelerin çoğunluğu saraydan çıkarılarak

beylere ve vezirlere zevce olarak verilirdi. Böylece

vali ve kumandanların saray dışındaki vilayetler-

de yerli aile ve hanedanlarla akrabalık kurmaları

önlenmiş oluyordu. Bu gibi yerel ilişkilerin mer-

keziyetçi mutlak idare için tehlikeleri meydanda-

dır… Esnaf dili ile şakirt olur, sonra kalfa ve usta

derecelerine geçer; gedikli denir. Cariyeler, iki ge-

niş odada yan yana yatarlar, her beş kızın arasın-

da yaşlı bir kadın yer alırdı. Gedikli doğrudan doğ-

ruya padişah hizmetine verilir, onun haremde

yemek, çamaşır ve benzeri hizmetlerine bakardı.

Hünkâr’ın yatağına aldığı gedikli ‘ikbal’ veya ‘ha-

seki’ adıyla anılırdı. Bunlardan padişahın gözdesi

olan haseki, padişahın kadını olurdu. Kadınefen-

diler, başkadın, ikinci kadın diye sıralanırdı. Padi-

şahın zevcesi sayılan kadına bir daire ayrılırdı ve

yüksek gündelik tayin edilirdi. Çocuk doğuran ha-

seki ayrıcalık kazanırdı. Bu sistem içinde her cari-

yenin belli bir maaşı ve giysisi vardı.”

Haremde kimse padişahı istediği zaman göre-

mez, padişahın yanına çağrılmadan giremez, izin

vermedikçe yanında oturamaz ve konuşamazdı.

Padişah, hareme girerken içeriye haber verilir ve

onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin ka-

pıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşı-

laşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve ceza-

landırılırdı. Cariyeler ve diğer saraylılar, hünkâra,

kadınefendilere ve şehzadelere karşı iyi giyin-

mek, süslenmek, kılık-kıyafet, söz ve davranışlara

özen göstermek zorunluydu. Burası Çağatay Ulu-

çay, Halil İnalcık, İlber Ortaylı ve Ahmet Akgün-

düz gibi tarihçilerin ifadesine göre devşirme acemi

kızların ve cariyelerin yetiştirildiği bir tür “saray

okulu”, “kız mektebi”, “eğitim yuvası”, “ahlâk ve

terbiye mektebi” fonksiyonu görüyordu. Çünkü

gelecekte bazıları kadınefendi, valide sultan ola-

bilir; “çırağ edilme” (çıkma) yöntemiyle merkez-

de ya da taşrada görev yapan Enderun mezunu üst

düzey idarecilere eş olabilirlerdi.6

rindendir: “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayan-

lara verdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum. Bu

iradem, hoca hanım tarafından saray kadınlarına

söylensin.” Görüldüğü üzere Harem-i Hümayun-

da uhrevî bir sükûnet ve ibadethane havası hü-

kümfermaydı.2

1909’da kurulan Encümen-i Tarih-i Osmanî

üyesi tarihçi, eğitimci ve yazar Ali Seydi Bey’in

“Teşrîfat ve Teşkilât-ı Kadîmemiz” isimli eserin-

de temas ettiği şu hususlar buraya kadar zikrettik-

lerimizi özetler mahiyettedir: “Sarayda nizamsız,

teşrifatsız ve geleneksiz hiçbir şey olamazdı. Saray

halkının hiçbiri tayin edilmiş vakitten evvel yiye-

mez, yatıp kalkamazdı. Namaz bile cemaatle kılı-

nırdı. İkinci Bayezit, ibadetle meşgul olduğu için

sarayda müez-

zinbaşılık gibi

memuriyetler

icat etmişti. Ku-

rulmuş nizamın

mükemmeliye-

ti sayesinde ba-

zen o koca saray

içinde bir tek

nefes alan yok-

muş gibi hiçbir

ses işitilmezdi…

Osmanlı padi-

şahlarının ge-

çen yüzyıl (19.) başına kadar sabah namazlarını

saray camiinde saray mensupları ile birlikte kıl-

maları kaçınılmaz bir hareketti. Enderun’da yeti-

şen Atâ Bey kendi tarihinde bu sabah namazı me-

rasimini şöyle anlatmaktadır: “Orta kapıda ezan

habercisi olan kapıcı, Ayasofya Camiinde ezan

okunduğunu işitince, orta kapının büyük halkası-

nı vurarak ak ağalarını haberdar eder. Bunu bek-

leyen nöbetçi, müezzine vaktin geldiğini bağırarak

haber verir. Zaten bunu bekleyen müezzin, kütüp-

hane merdiveni üzerinden ezana başlar. O esna-

da ezanı bekleyenler koğuşlarından muntazam bir

halde çıkarak camiye gelirlerken Padişah da, Da-

rüssaade Ağası ve Harem-i Hümayun ağaları ma-

iyetinde olarak camiye gelirler. Sünnet-i Şerif kı-

lındıktan sonra hünkâr mahfelindeki padişahın

işareti üzerine Darüssaade Ağası ellerini dizlerine

vurup işaret verince müezzin başı kamete başlar.

Sabah namazı böylece kılındıktan sonra padişah,

mabeyne geçer, ağalar da koğuşlarına geçerler. Di-

ğer namaz vakitlerinde padişah hangi köşk ve da-

irede bulunuyorsa namazını nöbetçi imam ve iki

güzel sesli müezzin ile bulunduğu dairede kılar-

dı.”3

Çağatay Uluçay “Harem” kitabında, Harem’in

halifenin evi olduğunu ve bu evde herkesin ibade-

tini yapma, Kur’an okuma ve okuma-yazma bilme

gerekliliğini şöyle vurgulamıştır: “Gerçekten padi-

şah kadınları okuma-yazma biliyorlardı. Hemen

hemen hepsinin odasında bir kitaplık vardı. Bun-

ların, çoğu zaman günlerini okumakla geçirdik-

leri sanılıyor. Okumanın yanında müsait cariye-

lerin bazı müzik

aletlerini çalma-

yı, şarkı söyleme-

yi, oyun oynama-

yı öğrendikleri de

kesindir. Bunla-

rın dışında cari-

yeler, dikiş dik-

mesini, dantelâ

işlemesini, örgü

örmesini de iyi

biliyorlardı. Bun-

ları, bu gün on-

lardan bize kalan

eşyalardan ve elbiselerden görüp anlayabiliyoruz.

Bu sebeple Harem bir kültür okulu ve nezaket yu-

vası olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski saraylılar,

acemilere ‘Sarayda terbiye olmayan hiç bir yerde

terbiye olamaz, burası terbiye mektebidir.’ diye

korkuturlarmış.”4

Haremdeki manevî hayat ve atmosferi -Rama-

zan ayının nasıl karşılandığı münasebetiyle- Sul-

tan II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan, “Babam

Sultan Abdülhamid” isimli hatıratında şöyle tas-

vir etmektedir: “Sarayda Ramazanlar çok güzel

olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Temizlik

yapılır, Kiler-i Hümayun’dan bütün dairelere bü-

yük sürahiler içinde türlü şuruplar, birçok iftariye-

ler gelirdi. Ramazan’ın ilk gecesi bütün dairelerin

sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur, Harem

1 Bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara, 1984, s.34 vd.; Uluçay, Harem II, Ankara, 1992, 7 vd.; Akgündüz, Osmanlı’da Harem, s.227-230, 246-247.

2 Uzunçarşılı, age, s.147; Uluçay, Harem II, s.7-11, 17-18; Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983, c.1, s.742-747; Ünüvar, Sa-ray Hatıralarım, s.71; Akgündüz, Osmanlı’da Harem, s.280-281; Bilinmeyen Osmanlı, s.319-340.

3 Ali Seydi Bey, Teşrîfat ve Teşkilât-ı Kadîmemiz, s.22-23, 157-158.4 Uluçay, Harem II, s.17-19, 26-29; Haremden Mektuplar I, s.10.5 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), İstanbul, 1986, 3.

Baskı, s.95.6 Ünüvar, Saray Hatıralarım, s.70-71; Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve

Tabirleri, İstanbul, 1995, s.134-136; Uluçay, Harem II, s.10-12, 30-32; Akgündüz, Osmanlı’da Harem, s.158, 276, 293.

Dipnot

Page 33: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

65Mayıs 201164

Müslümanlar

olarak kimi

güzel haslet-

leri devam ettirmekle birlikte

bazı konularda geri gittiğimiz

bir gerçektir. Mesela, dünya iş-

lerinde bizden aşağı durum-

da olanlara, ahiret işlerinde ise

üstte olanlara bakmakla yü-

kümlüyüz. Fakat etrafımızda

bunu başarabilen kaç kişi tanı-

yoruz? Yani genel manzara bu-

nun tam tersidir. Mümine hiç

yakışmayan şükürsüzlük, elin-

de olana şükretmeyip sürekli

başkalarının mal varlığını ölçü

alma anlayışı gittikçe yaygın bir

hal almaktadır. Bu da ciddi bir

tatminsizlik, hırs ve var olan

nimeti verene karşı nankörlük

doğurmaktadır.

Allah’a karşı gösteri-

len nankörlük, ardından in-

sanlar arasındaki nankörlü-

ğü getirmektedir. Bu yüzden

günümüzde nankörlük hastalı-

ğından şikâyet etmeyen pek yok

gibidir. Müslüman toplumlarda

da nankörlük gittikçe müzmin-

leşen bir hastalık haline gelmiş-

tir.

Yüce kitabımızın müminle-

re öğrettiği ve onlardan yapma-

larını talep ettiği güzel erdem-

lerden biri de şükür ve teşekkür

anlayışıdır. Bunun tersi olan

nankörlük ise kötülenmiş ve

müminlere asla yakıştırılma-

mıştır.

Nankörlük Nedir?

Dilimize Farsça’dan geçen

“nankör” kelimesi, kadir kıy-

met bilmemek, yapılan iyiliği

ve yardımı görmemek, eline ge-

çen nimeti inkâr etmek, nimeti

verene karşı nankörce davran-

mak gibi manalara gelir. Buna

“küfrân-ı nimet” de denilir. Bu

kelime, şükür ve teşekkürün

karşıtı olarak da kullanılmak-

tadır. Çünkü şükür, nimetin

kadrini kıymetini bilmek, iyili-

ği ve yardımı yapana memnu-

niyetini bildirmek, kendisine

dua ve teşekkür etmek demek-

tir. Nankörlük aynı zamanda

bir vefasızlıktır. Zira nankör

kimse kendisine iyilik eden ve

nimet veren ile arasındaki vade

ve dostluğa aykırı davranmış-

tır. Onun iyi niyetine kötülükle

karşılık vermiş, umutlarını ör-

selemiştir. Şükür insanî bir er-

dem iken, nankörlük erdemsiz-

liktir.

Teşekkür, nezaketi, asaleti,

zarafeti gösteren insana mah-

sus bir davranıştır. Aynı za-

manda bir gönül borcu ve ve-

fadır. İnsanlara iyilik ve lütuf

Allah’tan geleceği gibi, insan-

lardan da gelebilir. Allah’ın

verdiği her türlü nimete, lütuf,

ihsan ve inayete şükredilir; in-

sanların yaptığı iyiliğe ve yardı-

ma ise teşekkür edilir. Allah’ın

verdiği nimetler karşısında

“Allah’ım sana şükürler olsun”,

insanlardan gördüğümüz iyi-

likler için ise “sağol”, “teşekkür

ederim” gibi ifadeler kullanırız.

Yüce kitabımız Kur’ân, bize

şükrü ve teşekkürü emreder.

Esas teşekkürü hak edenin

NANKÖRLÜKVEFASIZLIĞIN DİĞER ADI:

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

“Kur’ân’ın anlattığına göre özünü kaybeden, imanı içine tam

olarak sindiremeyen ve fıtrat kanunlarını ihlal eden insanlar için

nankörlük adetâ bir karakter durumundadır. Bu tip insanlar

başına bir musibet geldiğinde Allah›a yalvarır, kendini emniyette

hissedince de O›nu unutur. Rabbi kendisine bir nimet verdiğinde

ona sevinir, fakat kendi hatası yüzünden başına bir kötülük

geldiğinde nankörlük huyu yeniden kendini gösterir.”

Page 34: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201166 67

retmiş olur, nankörlük eden

de bilsin ki Rabbim Ganî›dir,

Kerîm›dir”2.

Bu davranışlar insanın şah-

siyeti ve insanlık kalitesi hak-

kında fikir verir. Teşekkür ve

nankörlüğün Allah, insan ve in-

sanlar arası ilişkilerin gelişmesi

veya gerilemesi noktasında bü-

yük yeri olduğu asla inkâr edil-

mez.

Bize sayısız nimetleri veren

Yüce Rabbimizin bunlara karşı-

lık aslında bizden sadece şükür

istediğini söylemek yanlış ol-

maz. Nitekim sırf ve ancak Allah

için yapmak zorunda olduğu-

muz ibadetlerin temel maksa-

dı da Allah’a olan şükür ve vefa

borcumuzu ifa etmek değil mi-

dir? Nitekim Hz. Âişe, gecele-

ri Allah’a ayakları şişinceye ka-

dar ibadet eden Hz. Peygamber

(s.a.v.)’e sormuş: “Allah bütün

günahlarını affetmiş iken bun-

ca ibadet niye?” o da şöyle ce-

vap vermiş: “Allah’a çok şükre-

den bir kul olmayayım mı?”3.

Şükür ve teşekkür insana bir

şey kaybettirmez, aksine çok

şey kazandırır. “Eğer şükreder-

seniz size nimetimi artırırım”4

mealindeki âyet bu gerçeği an-

latır.

Nankörlüğün Cezası Nimetten Mahrum

Kalmaktır

Kur’ân-ı Kerim›de, insanla-

rın Allah›a karşı nankörlüğü-

nün cezasız kalmadığı birçok

âyette ifade edilir. Bu ayetler-

den bazıları şöyledir: “Sebe’li-

lerin yurtlarında, Allah’ın kud-

retine bir delil olarak sağlı sollu

iki bahçe bulunuyordu. Onlara:

Rabbinizin verdiği rızıktan yi-

yin ve O’na şükredin, işte hoş

bir belde ve bağışlaması bol bir

Rab! denmişti. Fakat onlar yüz

çevirdiler. Bunun için biz de

üzerlerine Arîm selini gönder-

dik. Onların bahçelerini, buruk

yemişli, ılgınlı ve içinde bir kaç

sedir ağacı bulunan iki bahçe-

ye çevirdik. Nankörlük ettikleri

için onları işte böyle cezalandır-

dık. Biz, nankör olandan başka-

sını cezalandırır mıyız?”5.

“Allah, size güven ve huzur

içinde olan bir kasabayı misâl

verir; her taraftan oraya bol-

ca rızık geliyordu. Ama Allah’ın

nimetlerine nankörlük ettiler.

Bu yüzden Allah onlara, yap-

tıklarına karşılık açlık ve korku

belasını tattırdı”6.

Tedavi Edilmeyen Nankörlük Karakter

Haline Gelebilir

Kur’ân’ın anlattığına göre

özünü kaybeden, imanı içine

tam olarak sindiremeyen ve fıt-

rat kanunlarını ihlal eden in-

sanlar için nankörlük adetâ bir

karakter durumundadır. Bu tip

insanlar başına bir musibet gel-

diğinde Allah›a yalvarır, ken-

dini emniyette hissedince de

O›nu unutur. Rabbi kendisine

bir nimet verdiğinde ona sevi-

nir, fakat kendi hatası yüzün-

den başına bir kötülük geldi-

ğinde nankörlük huyu yeniden

kendini gösterir. Kur’ân insa-

nın bu olumsuz durumunu şöy-

le anlatır:

“Denizde başınıza bir mu-

sibet geldiğinde Allah’dan baş-

ka tüm yalvardıklarınız kaybo-

lup gider, fakat O, sizi karaya

çıkararak kurtarınca yüz çevi-

rirsiniz. Zaten insanoğlu nan-

kördür”7, “...Doğrusu biz ka-

tımızdan insana bir nimet

tattırırsak. Ona sevinir; ama

kendi yaptıkları yüzünden baş-

larına bir kötülük gelirse işte o

zaman insan pek nankördür”8,

“O canı çıkası insan, ne nankör

şeydir!”9.

Nankörlük yapan insanlar,

Allah’ın kendilerine verdiği sa-

yısız nimet karşısında kadir bil-

mezlik yapıp şükrü terk etmek-

tedir.

Hâlbuki Yüce Allah insanın

yaptığı en ufak bir davranışını

değerlendirmekte ve ona gere-

ken mükâfatı vereceğini haber

vermektedir. “Her kim iman et-

miş olarak salih amel işlerse,

onun bu çabasına karşı nankör-

lük edilmeyecektir. Biz onu yaz-

maktayız”10.

Allah katında ve kullar nez-

dinde sevimsiz, ahlak dışı ve

vefasız bir davranış olan nan-

körlükten kurtulmanın çaresi,

nimeti vereni ve nimetin kadri-

ni bilmek ve şükretmektir.

Yüce Allah olduğunu hatırla-

tır. Çünkü kâinatı sayamayaca-

ğımız kadar nimetle donatan,

inanan-inanmayan bütün in-

sanlara cömertçe veren ancak

O’dur.

Nimetin esas sahibi Allah’tır.

İnsanlar ancak Allah’ın ken-

dilerine verdiğinin bir kısmını

vermekle yükümlüdürler. An-

cak bu, iyilik yapan insanlara

teşekkür etmeye engel değildir.

Kur’ân Allah’a şükretmemizi

emrederken aynı zamanda bizi

bu noktada zihnen eğitmekte-

dir. Benliğimize, karakterimi-

ze ve kişiliğimize nimet verene,

ihsanda bulunana karşı teşek-

kür etmeyi ve vefa duygusu ta-

şımayı yerleştirmektedir. Nite-

kim sevgili Peygamberimiz bu

gerçeği dile getirerek: “İnsanla-

ra teşekkür etmeyen Allah’a da

şükretmez” buyurmuştur1.

Şükreden de Nankörlük Eden de Bunu Kendisi İçin

Yapar

Nankörlüğün biri insanla-

ra, diğeri ise Allah’a arşı olmak

üzere iki türü vardır. Dilimiz-

de nankörlük daha çok insan-

ların kadir bilmezliklerini ifa-

de etmek için kullanılır. Bu da

onların birbirlerinden gördük-

leri iyiliklere karşı teşekkürü

terk eden nankörce davranış-

larını ifade eder. Nankörlüğün

diğer türü ise insandan Allah’a

yöneliktir. Yani insanın Rabbi-

ne karşı olan nankörlüğüdür.

Kur’ân bu nankörlüğü “küfür”

kelimesiyle ifade etmiştir. Çün-

kü Allah’a şükretmeyenin küfre

düşme ihtimali vardır. İnsanla-

ra karşı yapılan nankörlük sahi-

bini doğrudan küfre götürmese

de, mümince bir davranış ol-

maması sebebiyle çok tehlike-

lidir.

Teşekkürü ve nankörlüğü

insan aslında kendisi için ya-

par. Bu davranışın sonuçların-

dan birinci derecede etkilene-

cek olan o insanın kendisidir.

Bizim şükrümüz nimeti veren

Allah’a bir şey kazandırmaz.

O, hiçbir şeye muhtaç olmayan

bir varlıktır. Bize iyilikte bulu-

nan insana yaptığımız teşek-

kür de ona maddî bir kazanç

sağlamaz. Onu memnun eder.

Umutlarını yeşertir. Ancak bu-

nun sonucu yine bize döner.

Nankörlüğün olumsuz sonuç-

larından da yine biz etkileni-

riz. Bu gerçek Kur’ân’da şöyle

ifade edilir: “Yanında kitaptan

bir ilim olan kişi; sen yerinden

kalkmadan önce onu sana geti-

rebilirim, dedi.

Süleyman tahtı yanına yer-

leşivermiş görünce; bu, şükür

mü edeceğim yoksa nankörlük

mü edeceğim diye beni sınayan

Rabbimin lütfundandır. Şük-

reden, ancak kendisi için şük-

* Prof. Dr.

Dipnot

1 Tirmizî, “Birr”, 35; Ebû Dâvûd, “Edeb”,11. 2 27/Neml, 40.3 Buhârî, “Teheccüd”, 6; Müslim, “Münâfikîn”, 79.4 14/İbrâhîm, 7.5 34/ Sebe’, 15-17. 6 16/Nahl, 112. 7 17/İsra, 67. 8 42/Şurâ, 48. 9 80/Abese, 17.10 21/Enbiya, 94.

Page 35: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

69Mayıs 201168

Kitaplık

Efendiler Efendisine Salât ve Selâm

Mehmet Y. ŞEKER

Işık Yayınları

Tel: 0216 522 11 44

Su Üstüne Yazı Yazmak

Muhyiddin ŞEKÛR

Sufi Kitap Yayınları

Tel: 0212 511 24 24

Nusayrilik

Hüseyin TÜRK

Kaknüs Yayınları

Tel: 0216 492 59 74

Peygamberimizin Hayatı

Salih SURUÇ

Nesil Yayınları

Tel: 0212 551 32 25

Türkiye’de Öteki Olmak

Erkam Tufan AYTAV

Mavi Ufuklar Yayınları

Tel: 0216 522 11 44

Tasavvuf, ortaya çıkışından günümü-

ze gelinceye kadar her dönemde in-

sanlığın ilgi odağı hâline gelmiş bir

ilim dalı, aynı zamanda da İslâm

coğrafyasında ferdî ve içtimai ha-

yatla birlikte medeniyet kültürü-

nü oluşturan önemli bir dinî ar-

gümandır. Kendi dünyamızı

oluşturan engin bilgi biriki-

mi ve köklü geçmişine rağ-

men tasavvuf, günümüzde

en çok konuşulan, tartışı-

lan ve ne yazık ki üzerine

olumsuz birçok yargının

acımasızca yapıştırıldı-

ğı bir muamma olmaktan

öte gidemiyor. İnsanımız

‘Tasavvuf hakkında ne ka-

dar bilgi sahibiyim?’ so-

rusunu kendine bir türlü soramıyor, ‘Tasavvuf

nedir, tarikatlar hangi amaç doğrultusunda oluş-

muştur?’ sorusuna karşılık bilgi temelinden yok-

sun kanaat ve duyumlara dayanan yorumlar ve-

riyor.

Bu yargıların düzelmesi ancak doğru bilmek

ve bildiklerimizi doğrulatmakla mümkün. Ta-

savvuf dünyasına bildiklerimizin azlığından sıy-

rılıp, öğrenmenin azmiyle baktığımızda Kur’ân

ve Sünnet’ten beslenen, kendi sistematiği içinde

ilmi disiplinleri olan okyanuslar misali bir sistem

karşımıza çıkar. Öyle ki, daha derin

bir bakışla İslâm’ın bu iki ana kay-

nağına muhalif hiçbir disiplinin

tasavvufî olmadığı görülür.

Kaynak yayınlarından çıkan

Gönül Sultanları kitap dizisinin

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî isim-

li biyografi eseri, tasavvufun in-

san idrakinin ötesine geçen sınırsız

dünyasının kapılarını aralamakla

beraber, yıllarca farklı coğrafyalar-

da halk ve devlet yöneticileri tara-

fından büyük bir teveccühle ilgi du-

yulan Nakşibendiyye (Hâlidiyye)

tarikatının günümüze ulaşma-

sında etkin bir rol oynayan Mevlânâ Hâlid-i

Bağdadî’nin hayat hikâyesini fikirleri, eserleri,

hatıraları ve manevî dünyasının aynasında keli-

melerin rengiyle resmediyor.

Hayatı, tasavvufî kişiliği ve görüşleri, eserleri,

Hâlidî tekkesi başlıklı dört bölümden oluşan eser,

tarikat, ilim, irade, muhabbet, keramet, hakikat,

şeriat, kesb, himmet, şefaat gibi günümüzde as-

lından uzak yorumlara muhatap kalan tasavvufî

terimleri anlaşılabilir bir dille ele alıyor.

KitapMuharrem AKIN

Hâlidiye Nakşibendîliğin Anadolu’da

bilim, sanat, basın ve dinî hayat üzerin-

de en çok etkisi olan koludur. Bu açı-

dan bakıldığında tarikatın kurucusu

Mevlânâ Halid-i Bağdadî’yi tanımak,

yakın ve uzak kültür tarihimizi bilmek

açısından büyük önem arz etmekte-

dir. Eserin önsözünde Mevlânâ Hâlid-i

Bağdadî’den şu şekilde bahsedilmekte-

dir:

“Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, tarikatın

günümüze ulaşmasını sağlayan önem-

li simalarından biridir. Tarikatın kendi

ismiyle “Hâlidiyye” şeklinde anılması-

nı sağlayan hizmetleri ve tarikat anlayı-

şı günümüze kadar etkisini artırarak de-

vam etmiştir. XVIII. yy. sonu ve XIX. yy.

başında yaşamış olan el-Bağdadî, tari-

katta bilinen usûl ve erkânın yanında ta-

rikatta sohbet ve rabıta’ya ayrı bir önem

vermiştir. Bu iki uygulama Hâlidiyye ta-

rikatının fârik özelliklerindendir. Ab-

dullah Dihlevî’den aldığı icazet sonrası

Bağdadî’nin Hâlidiyye tarikatına kazan-

dırdığı karakter ve toplumsal bakış açı-

sı toplumun her kademesindeki insan-

ların ilgisini çekmiş ve belli dönemlerde

devletin üst kademelerinden müntesibi

olan ve desteklenen bir tarikat konumu-

na gelmiştir.”

Tarikatlerin âdapları, kuralları, di-

siplinleri ve tarikat ehillerinin Allah yo-

lunda karşılaştıkları hallerin yanı sıra

‘Ölmeden önce ölmek nedir? İnsanı öl-

meden önce öldüren bâtın ilmi nedir?

Tarikatın gayesi nedir? Halifeliğin amaç

ve faydaları nelerdir? Dünyaya meylet-

mek ne demektir? Zikirden maksat ne-

dir? Bâtın ilmi nedir? Tevekkül nedir?’

gibi birçok sorunun cevabına sayfala-

rı arasında yer veren Mevlânâ Hâlid-i

Bağdadî isimli eser, Anadolu’nun yüz-

lerce manevi dinamiğinden birinin izin-

de hakikate ulaşmanın yollarını okuruy-

la paylaşıyor.

HALİD-İ BAĞDADÎ

Page 36: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201170 71

Tasavvufun gaye-

si, “Hakk’ın rızası-

nı kazanmak için

nefisleri temizlemek, güzel ahlak

sahibi olmaya çalışmak, kısaca

Allah ve Rasulü’nün ahlakıyla ah-

laklanmak”1 şeklinde açıklanmak-

tadır. Bu durumda sûfî kişilik, bu

gayeye ulaşmak için çaba harcar.

Davranışlarını buna göre düzen-

ler. Buna göre tasavvufî hayatın

öngördüğü kişilik, dünyanın ni-

metlerine dönük ihtirasları aşabi-

len, Allah’la birliktelik duygusuyla

dünyaya ve çevresine bakan, sev-

gi ve merhametle davranan in-

sandır. Nitekim tasavvuf büyükle-

ri, tasavvufu “boş el ve hoş kalp”2

şeklinde tanımlarlar. Ancak bu

düşünce ve duygulara sahip ola-

bilmek belli bir eğitimi gerekti-

rir. İşte bu açıdan tasavvuf, bir tür

manevî kişilik eğitimi sistemi ola-

rak da görülebilir. Hatta bu öyle

bir sistemdir ki, herkesin eğitimi

aynı olmaz. Tasavvufî eğitimde,

bireyin mizaç özellikleri son de-

rece önemlidir. Eğitim verilirken

her şeyden önce bu dikkate alınır.

Tarihsel süreçte tasavvufî top-

luluk ve yapılara baktığımızda,

bunların resmî olmayan birer eği-

tim kurumu gibi işlev gördükle-

ri anlaşılmaktadır. Bu bağlamda

tasavvuf ilmi, İslâm’ın ruhî cep-

hesine talip olmuş ve bu yönüyle

Müslümanları eğitmeye çalışmış-

tır demek yanlış olmayacaktır.3

PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*

TASAVVUF VE

KİŞİLİK

Bu eğitim sürecine giren bireyler,

bir tür hiyerarşik bir şekilde nef-

sin aşamalarını geçerek, “kâmil

insan” olmaya doğru yol alarak

kişilik ve benliklerini eğitirler. Ge-

nellikle bu eğitim, bir eğitici göze-

timinde olur. Bu eğitim sürecini

tercih eden bireyler, dinî ve ahlakî

davranışları gerçekleştirmek ve

sürekli kişilik özelliği haline geti-

rebilmek için bir tür içselleştirme

eğitimi alırlar.

Tasavvufî eğitim, kendi içe-

risinde son derece sistematik ve

görelik özelliği arz eder. Bu eği-

timde her şeyden önce, bireyin ki-

şiliğinin mizaç yönü dikkate alınır.

Çünkü mizaç bireyin yaratılıştan

gelen duygusal yönüdür. Muta-

savvıflar, dinin hükümlerinin her-

kes için aynı olmasına karşın, bi-

reyin mizaç ve eğilimleri dikkate

alınarak bir eğitim verilmesi yo-

lunu benimsemişlerdir. Onla-

ra göre amaç aynı olmakla birlik-

te, tasavvufta farklı manevî eğitim

yolunun izlenmesinin temel ne-

deni de budur.4 Bireyin çeşitli ki-

şisel hastalıklarına, yani onu ih-

tirasa ve benlik duygusunu öne

çıkarmaya götüren zayıf yönleri-

ne karşı, onun mizacı da dikkate

alınarak özel eğitim uygulamak-

tır. Böylece birey, iç dünyasında

manevî bir yolculuğa çıkarak ruh-

sal gelişimini sürdürür.5 Bu bi-

reyi Allah’a ulaşmaya hazırlayan

manevî gelişim süreci, bir anlam-

da “yokluk tepesine tırmanmak”6

şeklinde nitelendirilir. Sûfî dilin-

de bu sürecin ismi “seyr ü sülûk”

olarak isimlendirilir. Tasavvufî li-

teratürde seyr, “cehaletten ilme,

kötü huylardan güzel ahlaka, ku-

lun fani varlığından Hakk’ın var-

lığına” yönelmektir. Sülûk ise, ta-

savvuf yoluna girmiş kişiyi Allah’a

ulaştırmaya hazırlayan ahlakî eği-

timdir.7 Bu süreçte, bireyin duygu,

düşünce, tutum ve davranışların-

da sürekli olagelmesi muhtemel

tüm değişim ve manevî gelişim-

ler, onun kişilik yapısının belirle-

yicileri olacaktır. Peki bu süreç, en

genel şekliyle nasıl bir seyir takip

eder? Birey, ne tür kişilik çatışma-

ları yaşayabilir? Bu süreçte olum-

lu ve olumsuz anlamda etkili ola-

cak olan mekanizmalar nelerdir

ve ne tür işlev görürler? İşte bü-

tün bu sorular, tasavvufun kişilik

konusunda ortaya koyduğu yak-

laşımların temel zeminlerini oluş-

turur. Biz de şimdi kısaca önem-

li bazı mutasavvıfların bu sorulara

cevap olabilecek açıklamaları ek-

seninde, tasavvufun genel olarak

insan kişiliğine ilişkin çözümle-

melerini, yani bir diğer deyişle,

kişilik teorisinin temel noktaları-

nı ve bunun işleyişine ilişkin yak-

laşımlarını aktaracağız.

Tasavvufun geleneksel kişilik

anlayışına göre, her ne kadar in-

san, beden ve ruhtan oluşsa da,

ruh yönü daha önemlidir. Daha

doğrusu, insanın asıl özü ruhu-

dur. Ruh insanda olduğu sürece

insan gören, duyan, düşünen ve

konuşan bir varlıktır.8 İşte çeşit-

li psikolojik mekanizmalar ve iş-

levleri de, bu ruhla ilintilidir. Bu

mekanizmanın en temel kavramı,

merkezî işleve sahip olan kalptir.

Bütün mutasavvıflar için kalp, ön-

celikli mekanizmadır. Aynen bire-

yin fiziksel varlığının temel orga-

nı olduğu gibi, ruhsal hayatının

temel dinamiği de kalptir. Eğer

kalp, ruhsal açıdan sağlıklı olur-

sa, kendisine yönelecek olumsuz

etkiler karşısında bile güçlü olur

ve manevî açıdan güçlü ve huzur-

lu bir kişiliği destekler. Aksi du-

rumda bireyin, manen sağlıklı bir

kişilik yapısına ulaşması mümkün

değildir. Bireyin doğru ve iyi dinî

ve ahlakî davranışlara yönelme-

si bağlamında kalp, bir tür pusula

gibi görülür.9 Bu durumda kalbin

hangi yönü göstereceği, daha doğ-

rusu bireyin kalbinin yol gösteri-

ciliğinde ne tür davranışlar orta-

ya koyacağı son derece önemlidir.

İşte bu noktada kalbin iletişim ve

etkileşim içinde olduğu akıl ve

nefs kavramıyla tanımlanan me-

kanizmalar da önemlidir. Bura-

da hemen belirtelim ki, tasavvufî

düşüncede ruh kavramı, başta be-

lirttiğimiz genel anlamının yanın-

da, kalp üzerinde olumlu tesirde

bulunan özel anlamlı bir meka-

nizma olarak da karşımıza çıka-

bilmektedir. Bu açıdan bakıldı-

ğında ruh, kalbi perdelenmekten

yani yaratılışa aykırı ve dinî açı-

dan olumsuz görülen davranış-

lara yönelmekten koruyan ahlakî

bir etkiye sahiptir.10

Sonuç olarak tasavvuf ve kişi-

lik arasında dinamik ve sürekli bir

ilişki vardır. Bunu daha iyi anla-

yabilmek için, önemli mutasavvıf-

ların kişilik eğitimine ilişkin yak-

laşımlarına bakılabilir.

1 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 2004, s. 56.

2 Abdü’lkerim El-Kuşeyri, Risale-i Kuşeyri, çev. Ali Arslan, İstanbul, 1980, s. 326.

3 Şakir Gözütok, Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi, İstanbul, 1996, s. 159.

4 Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, An-kara, 2007, ss. 17-19.

5 Adem Ergül, Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, İstanbul, 2000, ss. 73-76.

6 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Âmâk-ı Hayal, haz. Dursun Gürlek, İstanbul, 2002, ss. 21-23.

7 Kadir Özköse, a.g.e., s. 13.8 Hüseyin Aydın, Muhasibi’de Tasavvuf Felsefesi,

Ankara, 1976, s. 31; Peker, a.g.e., ss. 38-39.9 Ergül, a.g.e. , s. 11.10 Bkz. Muhammed Ecmel, “Sufi Ruh Bilimi,” Sufi

Psikolojisi (Haz. Kemal Sayar), İstanbul, 2000, ss. 78–80.

* Doç. Dr.

Dipnot

Page 37: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201172 73

Her çocuk, kişiliğinin oluşmasında

model almanın belirgin olduğu

ergenlik döneminde (11–20 yaş-

ları) sevdiği kişileri; davranışlarıyla, giyimiyle,

kuşamıyla ve en önemlisi imzalarını taklit ederek

kişiliklerini oluşturmaya çalışırlar.

Bizler, okul hayatımızda arkadaşlarla birlik-

te sınıf defterlerinden, sevdiğimiz hocaların im-

zalarını taklit ederek kendi imzalarımızı oluştur-

maya çalışırdık. Şimdi düşünüyorum da o zaman

bizler, öğretmenlerin imzalarını karşılaştırarak

en güzel imzayı bulmaktan öte, her şeyiyle örnek

alabileceğimiz, kişiliğimizi oluşturabilecek imza

adı altında kişiliğimizi arıyorduk. Bize anne-ba-

ba gibi yaklaşan, davranışlarıyla kararlı ve tutarlı

olan hocalarımızın imzalarını taklit ederek onla-

rın kişiliklerini benimsemeye çalıştığımızı hatır-

lıyorum.

EğitimM. Emin KARABACAK

KİŞİLİĞİMİZİmza Dİlİyle

“İmza, bütünlük psikolojisi içinde bakıldığı zaman kişinin kişiliğini, karakterini

ve bilinçaltına gizlenmişlerin görülmesi olarak kabul etmeliyiz. Atılan her imza,

insan kişiliğinin yansıttığı gerçektir.”

İmza, bütünlük psikolojisi içinde bakıldığı za-

man kişinin kişiliğini, karakterini ve bilinçaltına

gizlenmişlerin görülmesi olarak kabul etmeliyiz.

Atılan her imza, insan kişiliğinin yansıttığı gerçek-

tir.

İnsan Kişiliğini Yansıtan Bazı İmza Örnekleri:

İmza normal boyutta ve düzgün ise

gösterişten uzak, abartısız bir hayat

süren, başkalarının haklarına

saygı gösteren, kendisiy-

le barışık bir kişiliği

gösterir.

İmza normalden bü-

yük ise kendi yaptıklarını abartılı olarak anlatma-

yı seven, gösteriş meraklısı olmakla beraber kendi-

ne güvenen ve hayatı dolu dolu yaşamayı seven bir

kişiliği gösterir.

İmza normalden küçük ise kendine güvenme-

yen, topluma karışmaktan çekinen, kimseyle prob-

lemi olmayan, kendi hâlinde yaşamayı seven bir ki-

şiliği gösterir.İmzanın kendisi ya da imzalardaki

çizgiler yukarıya doğru ise hedef ve ideallerini ger-

çekleştirecek güçlü duyguları olduğunu gösterir.

Bunun yanında imzanın kendisi ile beraber çizgi-

lerin yukarıya doğru çokluğu doyumsuz bir kişili-

ği gösterir.

İmzanın kendisi ya da imzalardaki çizgiler aşa-

ğıya doğru ise kişinin benlik saygısının düşük oldu-

ğunu (kendine güven ve cesareti olmadığını) gös-

terir.Çizgi üzerine atılan imza kendini beğenen,

özel hayatını gizlemeye çalışan, kuralcı ve top-

lumda ahlâk memuru kesilen kişilerin kişiliğini

gösterir.

Daire çizilerek atılan imza sadece kendini

düşünen bencil, paylaşmasını sevmeyen ve ken-

di kararını vermekte zorlanan bağımlı bir kişiliği

gösterir.

İmzaların Dili

İki çizgi arasına atılan imza değişikliğe kapalı,

kendi kararlarını vermekten korkan, tedirginliği

ve kendine güvensizliği gösterir.

İmzaların karmaşıklığı duygu ve düşünceleri-

ni ifade etmekte zorlanan olgunlaşmamış çocuk-

su bir kişiliği gösterir.

İsim yazılarak atılan imza kendini ispatlamak-

tan öte statüsüyle ve geçmişi ile kendine güvenen

gizlisi ve saklısı olmayan kişiliği gösterir.

İmzanın başındaki kıvrım ise kendisiyle barı-

şık olmayan duygu ve düşüncelerinde zikzaklık

gösteren ve iç tedirginliği yaşayanların kişiliğini

gösterir.

Page 38: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

75Mayıs 201174

Cumhuriyet nesilleri, tarihi büyükleri-

mizi tanıma konusunda büyük bir ta-

lihsizlik yaşadılar. Büyüklerimiz ya yok

sayıldı ya da “yanlış” yahut “eksik” tanıtıldı. Mese-

la Yunus Emre’yi “halk şairi”, Nasreddin Hoca’yı

“komik adam” olarak öğrendik biz. Durum böy-

le olunca onlar çok da ilgimiz çekmedi. Bu durum

Evliya Çelebi için de böyle oldu. O da bize “ma-

ceraperest bir seyyah” ve “mübalağacı bir nasir”

olarak gösterildi. Bundan dolayı, bugüne kadar,

hakkında dört başı mamur bir biyografi bile ya-

zamadık. Yakın zamanlara kadar eserinin sağlam

bir baskısından mahrum kaldık. Neyse ki, Avrupa

Konseyi geçtiğimiz yıl, Evliya Çelebi’yi “21. Yüz-

yılda İnsanlığa Yön Veren En Önemli 20 Kişiden

Biri” ilan etti. UNESCO ise doğumunun 400. yılı

olan 2011 yılını “Evliya Çelebi Yılı” olarak kabul

etti de biz de bu iki gelişme üzerine Evliya Çelebi

üzerinde şimdilik çok yetersiz olsa da yeniden dü-

şünmeye, hakkında yazılar yazmaya, sempozyum-

lar, yarışmalar düzenlemeye başladık. Oysa Evliya

Çelebi, “bir imparatorluk seyyahı” olarak yaklaşık

elli yıl boyunca gezerek bize çok zengin bir hazi-

ne bıraktı. Umarız bu hazinenin değerini biliriz ve

bundan sonra kendisi ve eseri hakkında yapacağı-

mız çalışmalarla bu hazineyi bugüne taşımayı ba-

şarırız.

Seyahatnâme

Evliya Çelebi, edebiyatımızda Seyahatnâme tü-

ründe bir ilki teşkil eder. Zira, onun eserine kadar

Zira bu esere kadar tam anlamıyla Seyahatnâme

denilecek bir eserimiz yoktur. Bu türdeki ilk eserle-

rimiz tercüme eserlerdir. Klasik Osmanlı devrinin

bugüne kadar bilinen ilk Seyahatnâmesi Seydi Ali

Reisin “Miratül Memalik” adlı eseridir. Daha son-

ra Tokatlı Tacir Ahmet bin İbrahim’in “Acayibül

Hindistan”, kimi özellikleriyle bir Seyahatnâme

sayılabilecek olan Katip Çelebi’nin “Cihannüma”sı

vardır. İşte Evliya Çelebi’nin eseri, Orhan Şaik

Gökyay’ın da belirttiği gibi “Seyahatnâme” adını

hak eden ve doğu ve batı kültürlerinde yazılmış en

ünlü Seyahatnâmelerle boy ölçüşecek nitelikte ilk

eserdir.

Nedir Seyahatnâmeyi, bu denli önemli kılan?

Doğrusu bu sorunun cevabını böylesi sınırlı bir

yazıda verebilmek oldukça zor. Ancak bir kaç yö-

nüne temas edilebilir Eserinin adı Seyahatnâme

olduğuna göre bu eseri her şeyden önce “seya-

hat edebiyatı” kategorisi içinde incelemek ve bir

Seyahatnâme, bir gezi kitabı saymak gerekir. Fa-

kat Robert Dankoff’un da dediği gibi içeriğine ba-

kıldığında bu eserin doğrudan doğruya bir yolcu-

luk eseri olmadığı görülecektir.

Dankoff’u böyle düşündüren sebep ise; eserin

çok değişik başlıklar altında incelenebilecek ge-

niş ve zengin muhtevasıdır. Bu muhtevada tarih-

ten coğrafyaya; mimarlıktan musikiye, filolojiden

teolojiye….hemen her alanda malumat vardır. Bu

başlıklar, evliya menkıbelerinden mitolojik olay-

lara; yemek kültüründen halkın giyim tarzlarına,

geçim kaynaklarına, mesleklerine…..kadar uzanır.

Bütün bunlar bir arda düşünüldüğünde bu esere

asıl özelliğinden dolayı her ne kadar Seyahatnâme

denilse bile onu zaman zaman bir tarih, bir coğ-

rafya, bir dil, bir folklor, bir biyografi….eseri ola-

rak görmek gerekir. Bu da onu bir anlamda mad-

deler halinde yazılmasa bile bir ansiklopedik eser

niteliğine büründürür ki eserin türsel anlamda

asıl zenginliği işte bu yanıdır. Seyahatnâme, işte

bütün bu özellikleriyle tarih, şehir monografisi,

biyografi, tezkire, menakıpname, letaifname, vb.

özellikleri taşıyan anıt bir eser olarak karşımıza

çıkar.

Otobiyografik Bir Eser

Seyahatnâme, aynı zamanda otobiyografik bir

eserdir. Eserin asıl kahramanı olarak Evliya Çe-

lebi; ailesinin geçmişinden başlayarak kendi ha-

yat hikâyesini samimi bir dille anlatır. Yazar, bü-

tün zaafları, korkuları, sevinçleri, hayalleri ve bir

başkasının itiraf etmekten çekineceği özel bilgileri

EdebiyatMustafa ÖZÇELİK

SEYYAHIBİR İMPARATORLUK

“Evliya Çelebi, edebiyatımızda Seyahatnâme türünde bir ilki teşkil eder.

Zira, onun eserine kadar Zira bu esere kadar tam anlamıyla Seyahatnâme

denilecek bir eserimiz yoktur. Bu türdeki ilk eserlerimiz tercüme eserlerdir.

Klasik Osmanlı devrinin bugüne kadar bilinen ilk Seyahatnâmesi Seydi Ali

Reisin “Miratül Memalik” adlı eseridir.”

Page 39: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

77Mayıs 201176

vermekten çekinmez. Söyle söylersem “yanlış an-

laşılırım” korkusunu taşımaz. Bu yüzden bu ese-

ri okurken J.J.Rousseau’nun “İtiraflar”ını hatırla-

mamak mümkün değildir.

Üstelik bu yalın ve samimi itiraflar ve kişisel

bilgiler, başkaları için de verilir. Mesela velinime-

ti olan Melek Ahmed Paşa gibi serdarların bile ku-

surlarını büyük incelikle açığa vurmaktan çekin-

mez. Devrinin pek çok olayını ve

bu olayların kahramanlarını yine

aynı incelikle eleştirir. Bu yüzden

Seyahatnâme, 17. yüz yılın “ayna-

sı” bir eser olarak da dikkat çeker.

Yani hem şahsının hem de devri-

nin bir aynasıdır Seyahatnâme…

Keşke her yüzyılda böyle bir

eser yazılabilseydi o zaman bütün

bir Osmanlı tarihini daha nesnel,

daha detaylı, üstelik daha renkli

tanıma imkanı bulabilseydik. Çün-

kü; Evliya Çelebi’nin gözlemleye-

rek bize aktardıkları, ait olduğu dö-

nemin kronik tarih yazarlarından

daha ayrıntılı ve canlı bilgiler sun-

maktadır.

Bir Tahkiye Eseri Olarak Seyahatnâme

Seyahatnâme’yi eline alanlar,

kendilerini sürükleyici bir mace-

ranın yahut olaylar dizisinin içinde

bulacaklardır kendilerini..Klasik

hikaye ve roman türlerinin giriş,

gelişme, sonuç bölümlerinin çok

ustaca düzenlendiği, okurun me-

rak duygusunun doruğa çıkartıldı-

ğı bir eser olarak görebileceğimiz

Seyahatnâme, sağlam olay kurgu-

su ve fantastik anlatımıyla da dik-

kati çeker.

Bu fantastik anlatım evliya

menkıbeleriyle, efsanevi olaylarla,

eşkıya hikayeleriyle ve tabi ki yaza-

rın abartılı anlatımıyla verilir. Böylece okur kimi

zaman tahta kılıcıyla bin bir başlı ejderha ile sa-

vaşan bir dervişle, kimi zaman aklın alamayacağı

baskın ve savaş olaylarının kahramanlarıyla kar-

şılaşır. Çelebi, bu anlatımında Macera kahraman-

larını da, portre ve karakter bakımından roman

kişileri gibi canlandırır. Çevre tasvirlerine, ruh

tahlillerine yer verir. Öyle ki kimi zaman da ken-

dinizi bir film karşısında bulursunuz. Çünkü an-

latım bir o kadar canlı ve heye-

canlıdır.

Dili ve Üslubu

Seyahatnâme’nin en az ko-

nusu kadar önemli yanı dili ve

üslubudur. Klasik edebiyatımı-

zın nesir geleneği içinde değer-

lendirilebilecek bu eser, devri-

ne göre sade bir dille kaleme

alınmış, tamamen konuşma

dili ile yazılmıştır.

Evliya Çelebi, bunu yapar-

ken konuşma dilinde olmayan

kelimeleri kullanmamış, böyle-

ce eserinin her seviyedeki insan

tarafından okunabilirliğini sağ-

lamıştır. Yine konuşma dilin-

deki bazı sentaks ve gramer ku-

rallarının dışına çıkmaktan da

çekinmemesi esere çok özel bir

nitelik kazandırmıştır. Bunla-

ra ilave olarak eserde görülen.

canlı tasvirler, orijinal benzet-

meler, anlatılanlara büyük bir

renk katmıştır.

Mübalağalı ve mizahi anla-

tımın kolay okunurluğu sağ-

ladığını da bunlara eklemek

gerekir. Hatta bu yüzden an-

latılanların bir masal havasına

büründüğü görülür. Yer yer şi-

irlerle süslenmesi ise eserin bir

başka özelliği olarak karşımıza

çıkar.

Şehir Her Şeydir

Burada Evliya Çelebi’nin maceraperest bir sey-

yah değil bir imparatorluk seyyahı olduğunu bir

kez daha hatırlayalım. Çünkü, bir şehrin ruhunu

okumak, her ayrıntısını görebilmek ve gördükleri-

ni aynı şekilde anlatabilmek hem bir bilgi hem de

bir bilinç işidir. İşte Çelebi’de bunu görüyoruz. O

bir şehre giderken yazılı ve sözlü kaynaklardan ön

bilgiler edinir. Bu yüzden şehre girdiğinde onunla

bir ön tanışmayı gerçekleştirmiş biri olarak girer.

Bu durum, ona şehrin şifrelerini çözmede büyük

kolaylık sağlar. Çünkü şehir ona ruhunu açmıştır

artık.

Evliya Çelebi için bir şehir, her şeyiyle bir şe-

hirdir. Kalesi, camileri, dergâhları, kiliseleri de-

ğirmenleri, imaretleri, mektepleri, çeşmeleri, se-

bilhaneleri, hanları, hamamları, köprüleri ile tam

bir şehir fotoğrafı buluruz onda. Tabi bununla da

yetinmez. Şehrin asıl unsuru olan insanlar ve on-

larla ilgili her şey hakkında bilgi verilir. Dilleri,

dinleri, kıyafetleri, yiyecek, içecek kültürleri, alış-

kanlıkları, mizaçları, yetiştirdikleri bilginler, kah-

ramanlar, ermiş ve dervişler….eserde yer alır. Yine

şehirlerin dağları, nehirleri, bitki örtüsü gibi özel-

likler de ihmal edilmez. Dolayısıyla Seyahatnâme,

şehrin ruhunu, mekanın ve zamanın dilini kavra-

mış bir yazarın eseri olarak karşımıza çıkar.

Evliya Çelebi’yi bu yüzden bir “şehir tarihçisi”

olarak da görebiliriz. Eseri de işte bu yüzden sun-

duğu bu çok zengin malzeme ile bir çok bilimsel,

edebi, tarihi, folklorik araştırmaya kaynak olabi-

lecek bir özellik taşır.

Eserin Coğrafyası

Evliya Çelebi, eserinin son cildinde “İhtimam-ı

Seyahatnâme-i Küstahane” başlığı altında anla-

tımındaki çeşitliliğe de vurgu yaparak şöyle der:

“Mısır’da derviş hırkaları gibi renk renk olan peri-

şan evrakımız burada tamam oldu.” Ardından da

şunu ekler. “Seyahat edeli elli bir sene olmuş idi.”

Evliya Çelebi, işte bu yarım asırlık süre içinde

yine kendi ifadesiyle “yedi iklim, dört bucak”ı ge-

zer.Onun gezdiği coğrafya, kıta olarak Asya, Af-

rika ve Avrupa’yı kapsar. Bu üç kıtada neredeyse

görmediği hiçbir yer kalmaz.

Doğup büyüdüğü İstanbul’dan başlayarak-

ki o zaman 19 yaşındadır-Bursa ve İzmit’le de-

vam eden yolculuğu Doğudan Erzurum’a Batı-

dan Edirne’ye, Kuzeyden Trabzon’a güneyden

Antalya’ya kadar uzanır. Öyle ki bugün Anado-

lu coğrafyasında herhangi bir şehirde yaşayanlar,

yaşadıkları şehrin dün’ü hakkında malumat ver-

mek istediklerinde söze mutlaka Evliya Çelebi ile

başlarlar.

Asıl mekân Anadolu gibidir ama Çelebi’nin

yolculukları bu coğrafyayı çoktan aşmıştır. Kaf-

kaslar, Ortadoğu, Mısır, Sudan, Habeşistan, Bal-

kanlar, Almanya, Avusturya ve Macaristan’a ka-

dar uzanan çok geniş bir coğrafya, onun kalemiyle

tarihe mal olmuştur.

Sözün Sonu

Evliya Çelebi, eserinin biraz önce aktardığımız

bölümünde kitabının tamam olduğunu söylüyor-

du. O bölümün sonunda ise anlatılanların bitme-

yeceğini ifade eden şöyle bir dörtlük yer almakta-

dır:

Bihamdillah ki bu evrak-ı defter

Tamam yazılıp kalmadı ebter

Nihayet yoğ iken böyle bir kelama

İrişti hatm ile ahir tamam

Biz de diyoruz ki, Evliya Çelebi ve eseri bahsin-

de söz bitmez. En iyisi, kadri bilinmemiş bu eserle

tanışalım. Sayfaları arasında dolaşarak o gezi he-

yecanını biz de yaşayalım. Ama daha önemlisi, bu

eser sayesinde bir medeniyetin ne manaya geldi-

ğini daha iyi idrak edelim.

Biliyoruz ki, altı asırlık Osmanlı tarihi, bize ne-

redeyse sadece savaşlardan ibaret bir tarih olarak

öğretildi. Seyahatnâme’yi okuyalım ki hadisenin

bundan ibaret olmadığını görelim. Tabi bu arada

bize bu imkânı verecek olan eserin müellifine bir

fatiha göndermeyi da unutmayalım.

“Tür olarak

Seyahatnâme’yi bir

tarih, bir coğrafya,

bir dil, bir folklor,

bir biyografi….bir

ansiklopodik eser

olarak görmek

gerekir. Tarih kitabı,

şehir monografisi,

biyografi, tezkire,

menakıpname,

letaifname, vb.

özellikleriyle

Seyahatnâme’nin

asıl zenginliği bu

yanındadır.”

Page 40: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

79Mayıs 201178

“İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh

Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah”

Ziyâ Paşa

EdebiyatVedat Ali TOK

SADÂKATİNSANA

YARAŞIR

Kâinatın gözbebeği sayılmanın şu-

urundaki insan yüce bir varlıktır.

Ona ancak doğruluk yakışır. “Ey

iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve

doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzelt-

sin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Ra-

sulüne itaat ederse, muhakkak büyük birbaşarı-

ya ulaşmıştır.” (Ahzab suresinin 70 ve 71. ayetleri)

buyrulmaktadır. Sahabeden bir zat bir gün Peygam-

berimize gelerek: ‘Ya Rasulellah! Bana Müslümanlı-

ğı öyle tarif et ki, onu artık bir başkasına sorma ih-

tiyacını duymayayım.’ dedi. Peygamberimiz, ona:

‘Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.’ buyur-

du.” Sadece başkalarına yaranmak, onların takdiri-

ni kazanmak için yapılan işlerin sonunda çoğu insan

sükûtı hayale uğramıştır. Beklemediği bir sonuçla

karşılaşan insanın, yaptığı iyilikten nedamet duydu-

ğu bile olur. Olumsuz sonuçlarla karşılaşan insan-

ların diline pelesenk ettiği bazı sözler vardır: Doğ-

ru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar. Merhametten

maraz doğar. İyilik et ki kötülük bulasın. Ben sana

hangi iyiliği ettim ki sen bana kötülük ettin?... Beş

parmağın beşi de bir değildir. Bazan yapılan iyilik-

lerin, güzelliklerin beklenen bir şekilde sonuçlan-

mayacağı göz ardı edilmemeli. Çünkü kimi insanlar

için “çiğ süt emmiş” tabiri kullanılır. Bu, insandan

her şey beklenebilir anlamındadır. Dost bilinen düş-

man, düşman bilinen dost çıkabilir. Hiç kimseye ön-

yargıyla yaklaşmamak, mesafeli olmak en iyisi...

Onlarla ilişki kurarken de tedbirli ve

mutedil olmalı. Her işte olduğu

gibi insanlar arasındaki

ilişkide de rehber söz ve davra-

nışlarıyla insanlara örnek olan Hz. Muhammed

(s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Sevdiğini öl-

çülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine

de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” Hatta

bize düşman olanlara karşı bile ölçülü davranmamız

Kur’anı Kerim’de emrediliyor: “Olur ki Allah sizinle

düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk mey-

dana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok

bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Mümtehine,

7) Bunun en açık delili de önceleri Peygamber Efen-

dimize düşman olan Mekke ve çevresindeki müşrik-

lerin daha sonra İslam’a girmeleri ve Allah yolunda

cihat etmeleridir. Uhud’da Peygamber Efendimizin

yanaklarına batan miğferi dişinin kırılmasına sebep

olmuştu.

Düşmanlarının kendisini öldürmek istediği bu

halde bile şöyle dua etmişti: “Allah’ım! Kavmimi

bağışla, çünkü onlar beni bilmiyorlar.” İyilik yap

denize at, balık bilmezse Hâlık bilir; diye bir atasö-

zümüz vardır. Bu sözün anlamı bir iyilik yapıyor-

san onu insanlar bilsin diye değil; Allah’ın rızası

böyle olduğu için anlamındadır. Yani iyilik yapanın

mükâfatını verecek olan bizzat Yaratıcının kendisi-

dir.

O halde bir işi yaparken insan-

ların teşekkürünü bekle-

mek ya da onların takdirini kazanma amacı yerine,

Allah böyle istediği için yapıyorum demek ve yap-

mak en güzelidir. İyiliğe iyilik her kişinin, kötülü-

ğe iyilik er kişinin kârıdır, denir dilimizde. Yani biri

size iyilik yaptı ise sizin ona kötülükle karşılık ver-

meniz doğru değil; fakat kötülük yapana da iyilikle

karşılık verebiliyorsanız kâmil insan olma mertebe-

sine erdiniz demektir. Zira kâmil insan sadece iyilik

yapana değil, kendine belki kötülüğü, zararı doku-

nana da iyilikle mukabele eden kimsedir. İnsan için

kemâl mertebesi önemlidir.

İnsanı kâmil başkalarından gelen fenalığı iyilikle

izale etmesini bilendir. İncinsen de incitme, felsefe-

siyle hareket eder onlar. “Ben gelmedim dâvî için /

Benim işim sevi için (Ben kavga için gelmedim, be-

nim işim sevgidir.)” diyen Yunus Emre böyle yüce

bir gönle sahiptir. Çünkü bu meşrepteki insanlar,

gönlü Allah’ın mekânı bildikleri için gönül kırmak-

tan çekinirler. Bu yüzden de “Dövene elsiz gerek /

Sövene dilsiz gerek” diyerek hem kendi nefislerine

hem de başkalarına nasihat ederler.

Page 41: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

81Mayıs 201180

Anadolu Yarımadası’nın güney-

batı, Ege Bölgesi’nin güneydo-

ğusunda yer alan Denizli, Ege

Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi arasında bir geçit yeri

durumundadır.

Gelmiş geçmiş kavimlerin derin uygarlık izle-

ri bıraktığı Denizli toprakları Anadolu’ya yerleşen

en eski kavimlerin zamanlarında da medeniyetin

önemli merkezlerinden olmuştur.

Denizli bölgesi, yumuşak iklimi, her türlü ekime

elverişli zengin topraklarıyla meşhur olup gezgin-

ler bu kenti çeşitli ve bol meyve yetiştirilen bahçe-

ler arasında yayılmış, suları bol, evleriyle pek şi-

rin bir belde olarak anlatırlar. Bazıları da buraya

Anadolu’nun Şam’ı derler.

1071’de Sultan Alparslan’ın Malazgirt Zaferin-

den sonra Anadolu’da İslâmiyet’in yayılmasında

Horasan Alperenleri ile derviş gaziler büyük rol

oynamışlardır. Denizli yöresinde de özellikle Ab-

dil Dede, Avdan Baba, Deynekli Baba, Şaban Dede,

Uzunca Hayreddin gibi Allah dostu insanlar bölge

insanının İslâmiyet’le tanışıp gerçek aydınlığa ka-

vuşmalarına vesile olmuşlar hatta kimileri de bu

topraklarda bu uğurda şehit düşmüşlerdir.

Ahî Sinan

Ahi Sinan’ın doğum ve ölüm tarihleri belli ol-

mamakla birlikte on dördüncü yüzyılda yaşadığı

bilinmektedir.

Küçük yaştan itibaren iyi bir tahsil ve terbi-

ye gördü. Ahi Sinan, Anadolu’da Ahilik adlı es-

naf teşkilatının kurucusu, cömertlik ve misafir-

perverliğin timsali, âlim ve veli bir zât olan Ahi

Evran’ı, Denizli’yi ziyareti sırasında tanımış ve

ona talebe olmuştur.

Ahiliğin Denizli’deki kurucusu olan Ahi Sinan

mert, özü ve sözü doğru bir kimse idi. Helal rızkı-

nın temini için dericilikle uğraşırdı.

İnsanların imanlarının olgunlaştırılmasını,

iş ahlâkının, verimliliğinin ve kalitesinin yüksel-

mesini hedef alan Ahilik teşkilatı Denizli’de iyi

ahlâklı, çalışkan ve mert insanların yetişmesinde

çok büyük rol oynadı.

Ahi Sinan, Kaleiçi’nin batısındaki Büyük Me-

zarlığa doğru uzanan arazide kurulu kendi adı ile

bilinen tekkesinde hizmet vermiştir. Çağdaşı Ahi

Duman ile birlikte Denizli esnaf ve tüccarlarını

gönül örslerinde dövmüşlerdir.

Hacı Osman Nuri Kepenekoğlu

Osman Nuri Efendi miladi 1903 senesinde

Denizli’de dünyaya geldi. Babası Denizli eşra-

fından Kepenekoğullarından Mehmet Efendidir.

İbtidai, Rüştiye ve İdadi öğrenimini bitirdikten

sonra askerliğine kadar bir taraftan baba mesle-

ği olan dericilik ve ticaretle meşgul olurken bir ta-

raftan da dinî bilgisini geliştirmek için dersler al-

mıştır.

Örnek Hayat Yusuf HALICI

Osman Nuri Efen-

di uzun yıllar Muham-

med Hafid Arvasi Hazret-

lerine hizmet etmiş zamanla

her işte onun en yakın yardımcı-

sı olmuştur.

Hafid Arvasî Hazretleri vefatından önce

Osman Nuri Efendiyi irşatla görevlendirip her

türlü yetki ve tasarrufatını ona tevdi etmiştir.

Mürşidinin kızıyla da evlenip onunla akraba-

lık şerefine kavuşan Osman Nuri Efendi fasılasız

olarak ömrünün sonuna kadar gerek dükkânında

ve gerekse evinde sohbetlere devam etmiş gece,

gündüz demeden, usanmadan, yorulmadan in-

sanların Hakk yola ulaşması için uğraş vermiştir.

1981 yılında istirahat için gittiği Bursa’da

Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Denizli’ye ge-

tirilen mübarek naşı Asri mezarlıktaki türbesine

tevdi edilmiştir.

Ahmet Hulusi Efendi

Kurtuluş Savaşımızın en dikkat çeken kahra-

manlarından olan Denizli Müftüsü

Ahmet Hulusi Efendi ‘Millî Müca-

delenin ilk bayraktarı’, medfun bu-

lunduğu kabrinde de yazdığı gibi

‘Millî Mücadelenin ilk alemdarı’

olan bir Türk din adamıdır.

1861’de Denizli’de doğdu. Babası

Denizli Müftüsü iken vefat eden Os-

man Nuri Efendidir. Ahmet Hulu-

si Efendi Denizli’de Tekelizade Be-

kir Efendi’den aldığı ilköğretimden sonra eğitim

ve öğrenimini babası Osman Nuri Efendi’nin Ka-

yalık Mahallesi’nde bulunan medresesinde de-

vam etti. Bu medresede, babasından, Ağabeyi

Müftü Tahir Efendi’den ve Abdullah Efendi’den

başta Arapça, fıkıh, hadis, sarf-nahiv olmak üze-

re çeşitli derslerden öğrenimini tamamlayarak

1891’de icazetname-

sini aldı. Mezuniyetini

müteakip, babasının med-

resesinde hocalığa başlayan

Ahmet Hulusi Efendi, Edirne’den

“İbtiday-i Hariç Ruusunâme-i

Hümâyûn”, Bursa’dan da “İbtiday-i

Dâhil Ruusunâme-i Hümâyûn” unvanla-

rını alarak, Sahn Müderrisliği’ne kadar yük-

seldi.

1885 tarihinde babası Denizli Müftüsü Os-

man Nuri Efendi’nin fahri müftü yardımcılığıyla

ilk memuriyet hayatına başlayan Ahmet Hulusi

Efendi, ağabeyi Mehmet Tahir Efendinin ölümü

üzerine de 1918’de Denizli Müftülüğü’ne tayin

edildi.

Ahmet Hulusi Efendi İzmir’in Yunanlılar ta-

rafından işgal edilmesiyle ilk protesto mitingini

tertipledi. Müftülük dairesine yakın bir camide

bulunan Sancak-ı Şerifi alarak şehrin ileri gelen

şeyh ve imamları ile caminin etrafında bekleyen

kalabalığın önüne geçerek birlikte belediye mey-

danına doğru yürüdüler.

Meydanı dolduran halka hita-

ben umut dolu bir konuşma yaptı.

Denizli’de başlattığı bu mücadelesi-

ni çevre il ve ilçelerdeki müftü, vaiz

ve müderrislerle haberleşip oluştur-

duğu silahlı çetelerle devam etti.

setle Ankara’da, düzenli askerî

birliklerin kurulması için zaman ka-

zandırdı.

Ahmet Hulusi Efendi Kurtuluş Savaşının ka-

zanılmasından sonra gelişen siyasî olaylara ka-

rışmamış ve geri kalan ömrünü ibadetle, dinî

ilimler ve irşad hizmetleriyle geçirdi. 1931’de

arkasında daima örnek olacak hayırlı hizmet-

ler bırakarak 70 yaşının içinde fani hayata

veda etti.

EVLİYALARIDENİZLİ

Page 42: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

83Mayıs 201182

HikâyeRaziye SAĞLAM

Şadi isteksizce kalktı yataktan. Ailesiyle

aynı şehirde fakat ayrı evlerde yaşıyor-

lardı. Bu gün Sevda ile buluşup evlilik iş-

lemleri için başvuracaklardı. Allah da biliyordu

ya hiç istemiyordu evlenmeyi ve yazık ki babası-

na karşı koyamıyordu. Her zaman yaptığı gibi ya-

taktan kalkınca önce odanın pencerelerini açtı ve

bahçeye bakan pencerenin önüne geçip derin ne-

fes alarak üç kez gerinme hareketi yaptı. Mutfağa

geçip önce çayı koydu ve sonra da kendine porta-

kal suyu sıktı. Sabahları babası kahvaltı etmeden

çıkmazdı. Akşam bu yüzden ona gelirken bir po-

şet dolusu da kahvaltılık almıştı.

Bu güne kadar yaşadığı vurdumduymaz ta-

vırları ve hiçbir sorumluluk almaması babasını

çok kızdırıyor ve “Evlenip çoluk çocuğa karışırsa

düzelir.” diye umut ediyordu. İşe bile babasının

zoruyla girmişti. İş sahibi aile dostlarıydı ve ba-

basının aldığı malumata göre fırsat buldukça kay-

tarıyordu. Şimdi onun münasip gördüğü bir kızla

hem de iyi tanımadan evlenmek zorundaydı.

Daha önce birkaç kez babasını ekmişti, ama

bugün kaçarı yoktu. Zira babası akşamdan gelip

onda yatmıştı.

Kahvaltı ederken babası

- Oyalanmadan hemen çıkalım. Sevda ile onda

iskelede buluşacağız. Vapur kaçta kalkıyor biliyor

musun?

- Baba vapura ne gerek var arabayla gideriz.

HAYIRLI İŞ

- Niye canım bu trafikte arabayı alıyon. Bu iske-

leden karşı iskeleye gidecez. Oradan nikâh dairesi

beş dakika zaten.

Şadi, ısrarın faydasız olduğunu bildiği için sus-

tu. Çıkarken babası dik dik:

- Kimliğini ve sağlık raporunu unutursan iş-

lemler başlamaz. Onları sağlam bir yere koy.

- Cüzdanımın içine koydum baba. Biliyorsun

bugüne kadar hiç cüzdan çaldırmadım.

- Sen yine de dikkat et. Ne olur ne olmaz.

İskele meydanı birkaç gün öncesine göre çok

kalabalıktı. Bunda kış ortasında havanın günlük

güneşlik olmasının payı çoktu. Vapurların, kalkar-

ken çaldıkları kalın düdüklerine martı çığlıkları

karışıyordu. Telaşla vapura yetişmeye çalışan in-

sanlar belirli aralıklarla yer almış çok sayıda sey-

yar satıcıya çarpmamak için, bazen etraflarını do-

laşmak zorunda kalıyordu. Bu da yollarını uzattığı

için sinirle yüzlerini buruşturuyorlardı.

Şadi ile babası kalkmakta olan bir vapura son

anda atladılar. Babasının isteği üzerine dışarıda

bir yere oturdular. Vapurun uç tarafında bir ço-

cuk elindeki ekmeği küçük parçalar hâlinde kopa-

rıp martılara atıyordu. Karnını doyurma telaşında

olan kuşlar, daha fazla ekmek kapmak için, birbir-

leriyle yarışıyordu. Onlar ekmeği kaptıkça, çocuk

dişleri dökülmüş üst damağını göstererek kahka-

ha atıyordu. Çocuğun bu sevincine rağmen nine-

si söyleniyordu.

- Oğlum bu bedavacı kuşları sen mi doyuracan.

Haydi dizlerim dondu. Azıcık içeri girelim.

Çocuk bir kuşlara baktı, sonra ninesine, bir an

düşündü ve sonra omuzlarını silkti ekmek atma-

ya devam etti.

Vapurun içi de dışı gibi doluydu. Dışarıdakiler

içerdekileri sade içeride oturdukları için kınaya-

rak, kendilerini güneşin ışınlarına bırakmışlardı.

Birden ani bir gürültü oldu. Bir anda yükse-

len dalgalar dışarıda oturanların üzerinden geçe-

rek camlara çarptı. Dışarıdakiler boydan boya ıs-

lanmanın şokunu yaşarken, içeridekilerin dikkati

kısa bir süre onlara yöneldi. Şadi’nin de pantolonu

dizinin üstüne kadar ıslanmıştı.

- Şimdi ne olacak baba. Bu halde nasıl gide-

cem?

- Ne varmış yani biraz ıslandıysan. Hava güneş-

li. Birazdan kurur.

Şadi sustu. Ne yapsa kurtulamayacağını bili-

yordu. İçeride ise kimileri dudaklarında alaycı bir

gülümsemeyle ve “Erken gelen bahara aldanan

kuş ayazda kalır.” anlamında mırıldandılar. Kısa

bir süre sonra dışarıdakileri unutup eski hâline

döndü.

Biraz sonra

içeri giren di-

lenci bir kadın,

nerdeyse ağla-

Page 43: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

85Mayıs 201184

GELDİM

“Var!” denildi, ayak sürdük toprağaHakk’ın divanına durmaya geldimMuhabbeti, su yürütür yaprağaO Kutlu Nebi’ye ermeye geldim Tebessümler sahte, bakış riyakârKimine zayiat, kimisine kârGün gelir her varlık sonsuza akarYunus’un yoluna girmeye geldim Derindedir madenleri derindePişer mi hiç ham gönüller serinde?Gündüz Güneş, gece Ay’ın yerindeMevlana izini sürmeye geldim Daveti var, insanlığın özüneSen kalbini yokla, ulaş gözüne“İncinsen de, inciltme” hak sözüneHacı Bektaş Veli görmeye geldim Sorular; göbekten bağlı maddeyeSabrımız dönüştü, sanki haddeyeTahribata, tamir için hediyeAsrın fanisini sormaya geldim

Toprağın türküsü, canın kafesiHer gönüle ulaşmıştır, gür sesiBirbirinden farklı rengi, nefesiAşık Veysel ile karmaya geldim Yığınla gam taşır, yanık bağrındaToplumsal mesajı; sitem, kahrındaKurtuluş var, o mukaddes çağrındaÂşık Ruhsati’yle varmaya geldim Aşure gibiyiz, aynı kazandaNiyetler tartılır, büyük mizandaGüller açtı ne hikmetse hazandaÂşık Seyrani’yle dermeye geldim Yürüdük yorulduk, geldik düzlüğeHer şey yakîn, ihtiyaç yok gözlüğeKelime ekleyin, çağdaş sözlüğeŞerrin defterini dürmeye geldim Ali Rıza MALKOÇ

yacak bir ses tonuyla çocuğunun hasta doğduğu-

nu ve tedavisini yaptıracak durumda olmadıkla-

rını anlatırken bir taraftan da çocuğun belini açtı.

Çocuğun belinde iki tane derin çukur vardı. Boş

bulunup bakanlar yüzlerini buruşturup hemen

bakışlarını kaçırdılar. Dilenci manzaranın insan-

lar üzerindeki etkisinden memnun, aynı ses to-

nuyla konuşup insanlar arsında dolaşmaya devam

etti, ama para verme konusunda aynı ilgiyle karşı-

laşmayınca söylenerek arkasını dönüp çıktı. Biraz

sonra rüzgâr çıkınca önce Şadi ile babası, ardın-

dan ninenin ısrarları üzerine çocukla ninesi içe-

ri girdiler.

Önlerde bir yere otururken Şadi, arka cebinde

her zaman hissettiği cüzdanının orada olmadığı-

nı fark etti. Birden sevinsin mi üzülsün mü karar

veremeyerek babasına baktı. Babası “N’oldu?” der

gibi yüzüne bakınca

- Cüzdanım yok. Yerinde değil.

- Nasıl yok.

Şadi babasının gözlerindeki inanmaz ifadeyi

görünce çaresiz son sesiyle “Hırsız var! Cüzdanı-

mı çalmışlar!” diye bağırmaya başladı.

Onu duyan herkes çantasını ve ceplerini kont-

rol etmeye başladı. Yanlarında çocuk olanlar elle-

riyle sıkıca ellerini tuttu. O sırada biraz arkalar-

dan bir ses daha duyuldu.

- Benim de yok. Benimkini de yürütmüşler.

- Görevli geldi

- Kimse yerinden kımıldamasın. Herkesi ara-

yacağız. Dedi ve cüzdanı çalınan iki kişi dışında

bütün yolcular tek tek arandı. Kimsede çıkmayın-

ca görevli

- Çalan kimse korkuyla bir yere atmış olmalı.

Siz karakola gidip şikâyetinizi yapın. Bulununca

sizi ararlar.

O sırada vapur iskeleye yanaşmıştı. Önce cüz-

danı çalınan diğer adam indi ve yakınlardaki bir

caminin tuvaletine gidip cebinden Şadi’nin cüzda-

nını çıkardı. Kredi kartlarını ve nakit üç bin lira-

yı cebine koydu. “Ben insaflı bir hırsızım.” diyerek

kimlik ve sağlık raporunu tekrar cüzdana yerleş-

tirdi. Sonra cebinden küçük bir peruk çıkarıp tak-

tı. Tuvalet parasını öderken cüzdanı uzatıp:

- Bunu yerde buldum. Biri düşürmüş olmalı.

Sen bi zahmet polise veriver.

Caminin bahçesinden çıkarken “Kısa günün

kârı. Yarın da şehirlerarası denerim.” diye güldü

kendi kendine.

Şadi ise vapurdan inerken, cüzdanının çalın-

masına rağmen üzerinden büyük bir yük kalkmış

gibi hissediyordu. Hep birlikte caminin karşısın-

daki karakola girerken Sevda’ya dönüp

- Her şeyde bir hayır var. Ben en kısa zaman-

da tekrar bir kimlik çıkarınca başvururuz. Acele-

ye mahal yok. Babası “Aceleye mahal yok.” sözü-

nü duyunca “Ben bilirim senin en kısa zamanını.”

diyerek dirseğiyle böğrüne olanca gücüyle vurdu.

Şadi acı ile kıvranırken gülümsemeye çalıştı ve

Sevda’ya

- Hayırlı işlerde beklemek olmaz. Yarın hepsini

hallederiz inşallah, dedi.

“Önlerde bir yere otururken

Şadi, arka cebinde her zaman

hissettiği cüzdanının orada

olmadığını fark etti. Birden

sevinsin mi üzülsün mü karar

veremeyerek babasına baktı.

Babası “N’oldu?” der gibi yüzüne

bakınca”

Page 44: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

87Mayıs 201186

SağlıkAkın DİNDAR Basit ama etkili önlemlerle öm-

rünüze ömür katmak eliniz-

de... İstanbul Eğitim ve Araştır-

ma Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Nafiz

Karagözoğlu’nun tüm vücudumuzu koruyan öne-

rilerinden bazıları şöyledir:

Haftada 1100 Kalori Yakın: Duke Üniver-

sitesi’ndeki bilim insanları, haftada 1100 kalori

yakacak kadar egzersiz yaparak, damar tıkanma-

sına ve hipertansiyona yol açan karın bölgesinde-

ki yağ birikmesine engel olunabileceğini belirti-

yor.

Yılda Bir Diyabet Tahlili: Tip 2 diyabet,

damar duvarının esnekliğini bozuyor, kanda pıh-

tılaşmayı artırıyor ve damar iç yüzeyindeki hücre

hasarını kolaylaştırıyor.

Amerikan Diyabet Derneği, kalp sağlığı için

açlık kan şekerinin 100 mg/dl’nin altında olma-

sına dikkat çekiyor. Şikâyeti olmasa bile 20 yaşın

üzerindekilerin yılda bir diyabet testi yaptırması-

nı öneriyorlar.

250 Gram Magnezyum: Fransız bilim

adamları, kanlarında yüksek düzeyde magnez-

yum bulunan erkeklerin, düşük olanlara kıyasla

herhangi bir sebepten ölme risklerinin yüzde 40

daha düşük olduğu bilgisini verdiler. Bu nedenle

günlük öğününüze 250 miligramlık bir magnez-

yum hapı eklemenizde fayda var.

Günde 2-3 Litre Su İçin: Su, hücrelerin ve

organların yaşaması için şart. Dolayısıyla her gün

bol bol su içmeyi asla ihmal etmeyin. Eğer 60-70

kilo arasındaysanız günlük içmeniz gereken su

miktarı 2 litredir. 90 kiloysanız bu rakam 3 lit-

reye çıkar.

Onbeş Dakika Gülme Molası: 15 dakika-

lık komik bir video izleyerek, kalbinize giden kan

akışını yüzde 50 artırabilir, damar hastalıklarına

yakalanma riskinizi azaltabilirsiniz.

15 Dakika Güneşlenin: Güneş iki ucu kes-

kin kılıç gibidir. Fazlası cilt kanserine neden ola-

biliyor, diğer taraftan da vücudumuza gerekli

olan D vitaminin oluşmasında anahtar rol üstle-

niyor. Bu nedenle her gün düzenli olarak 10-15

dakika güneşten faydalanın. Ayrıca sabah güne-

şe çıkmanız, gece rahat uyumanıza da yardımcı

oluyor.

Belde Sınır 88 Santimetre: Bel çevreniz

kadınsanız 88, erkekseniz 98 santimi geçmesin.

Çünkü bu tip yağlanma, metabolizmada ciddi de-

ğişikliklere neden oluyor. Kalp damar hastalığı,

hipertansiyon, kolesterol ve diyabet riski kayda

değer derecede artıyor.

Kırk Yaşından Sonra Check-Up: Efor tes-

ti, check-up’da başvurulan yöntemlerden biri.

Test, ritim ve ileti bozukluklarını araştırmak

amacıyla yapılıyor. Bu, sayede kalp ve dolaşım

sistemi hastalıkları da ciddi boyutlara ulaşmadan

tedavi edilebiliyor.

Düzenli Kalsiyum Alın: Her gün yeter-

li miktarda kalsiyum almaya özen gösterin. Gün

boyunca iki su bardağı süt ve iki kibrit kutusu ka-

dar peynir tüketmelisiniz. İleri yaşlardaysanız az

yağlı süt tercih edin.

Tuzu Azaltın: Tuzun fazlası sadece ödem

yapmakla kalmayıp çok ciddi sağlık sorunlarına

da yol açıyor. Uzmanlar tuzun yol açacağı zarar-

lardan korunmak için günlük tuz tüketiminin 6

gramı aşmamasını öneriyor.

Sakinleşin: Psiko-sosyal stres faktörleri;

yanlış beslenme, fiziksel aktivite, obezite, sigara,

alkol ve uyuşturucu madde, riskli davranışlar ve

yetersiz sağlık kontrolü... Bunlar sağlığı olumsuz

yönde etkileyen faktörlerdir. Stres kan basıncı-

nı yükselterek sakin insanlara göre kalp hastalık-

larına yakalanma oranını 3 kat artmasına neden

olur. Orta yaşta ise bu oran 6 kata çıkarak yaşam

süresini kısaltıyor.

KALİTELİ ÖMÜRİÇİN YAPILACAKLAR

Page 45: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201188 89

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

KekikAçık pembe renkte çiçekler açan

bitkinin yemeklere ve özellikle etle-

re farklı bir lezzet ve koku vermekte

kullanılan bir baharatıdır.

Faydaları

Vücudu kuvvetlendirir. İştah

açar. Sindirime faydalıdır. Haz-

mı kolaylaştırır, idrar ve gaz söktü-

rür. Böbreklerdeki ve bağırsaklar-

daki mikropları öldürür. Derideki

yaralara ve böcek ısırıklarına sürü-

lürse yararlı olur. Bağırsak kurtla-

rını düşürmeye ve bağırsak iltihap-

larının iyileşmesine yardımcı olur.

Astım, bronşit, grip, nezle ve ök-

sürük gibi solunum yolu hastalıkla-

rına iyi gelir. Balgamı giderir. Kekik

ve vücuttaki diğer yağların parça-

lanmasını sağlar. Kan dolaşımını

düzenler ve kan şekerini düşürür.

Kalp çarpıntılarını keser. Stres ve

uykusuzluğa iyi gelir.

Nasıl Kullanılır?

Kekik toz halinde, yağı çıkarıla-

rak ve çayı yapılarak kullanılabilir.

Kekik çayı vücuttaki zararlı madde-

leri vücuttan uzaklaştırmaya yar-

dımcı olur. Kekik çayı gevşemiş cil-

de sürülürse yararlı olur. Kekiği

kaynatıp buharı ile buğu banyosu

yapılırsa derideki gözenekleri açar.

Toz kekik ile dişler fırçalanırsa diş

etlerini kuvvetlendirir. Banyo suyu-

na kekik katılırsa romatizma ağrı-

iyi gelir. Kekik, kimyon ve sirke ile

kaynatılıp gargara yapılırsa diş ağ-

rılarını kesmekte oldukça etkilidir.

Şifalı Bitkiler

Kuymak (Mıhlama)

Malzemesi

1,5 çay bardağı sıcak su

1 çay bardağı mısır unu

3 çorba kaşığı tereyağı

100 gr Trabzon peyniri (Dil peyniri veya tel peynir de olur)

Hazırlanışı:Tereyağını bir tavanın içerisine alıp eritiyoruz. Üzerine mısır ununu ilave edip, mısır unu pembeleşinceye kadar kavuruyoruz.1,5 çay bardağı sıcak suyu ilave edip, ocağın altını kısıyo-ruz. Tel tel ayırdığımız peyniri yavaş ve serpiştirerek ilave edip, tahta kaşığın arkası ile bastırarak karışmasını sağlı-yoruz.Peynirler kuymağın içerisinde eriyip sününce ve tereyağı göz göz olup kendini gösterince ocaktan alıyoruz. Sıcak olarak servis yapıyoruz.Afiyet olsun.*Peynir ve tereyağı tuzlu ise tuz ilave etmeyin.*Kuymak soğuk olarak yenmez, soğuduktan sonra tekrar ısıtılarak da yenmez.*Tarifler ve usuller yörelere özgü değişim gösterebilir.

Page 46: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201190 91

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Gerçek Kalp

Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin

Tasavvufî Görüşleri

116

Dergisi Hediyesi...

H A Z İ R A N 2 0 1 0

Fiyatı: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli

70 TL

2011 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Page 47: New Başyazı - Somuncu Baba Dergisi · 2017. 1. 5. · SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Mayıs 201192