medresetü’z-zehra dÂr’ülfünun’unun teşekkülünün sekİz şarti … · 2014. 2. 21. ·...

4
8 22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ + DİPNOTLAR: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Divan- ı Harb-i Örfî, s. 388. 2- Münâzarât’ın hem diğer dillere çevrilmesi hem de akademik çalışma- larla irdelenmesine büyük bir ihtiyaç var. Bu bağlamda, Michagen Üniversi- tesi’nden Dr. Mücahit Bilici’nin “Said Nursî’nin Moral Felsefesi” isimli Mü- nâzarât eksenli çalışması önemli bir başlangıçtır (Bilici (2008): ‘Said Nursi’s Moral Philosophy’, Islam and Chris- tian-Muslim Relations, 19:1, 89 – 98). 3- Doğrusu, Türkiye’nin gelişme- sine mâni olan ve bünyesini tahrip eden her on yılda bir aktif hale gelen söz konusu “zorba virüsü”dür. Top- lumun bütün katmanlarına bulaşmış bu virüsün yeniden güç kazanması- dır. Zorba virüsünün taşıyıcıları olan askerî ve sivil darbecilerin, uygun şartlar oluştuğunda (veya oluşturul- duğunda), kontrolü ele geçirip ülke- nin gelişmesine darbe vurmasıdır. Her on senede bir nükseden bu bula- şıcı hastalıktan kurtulmak için hasta- lığın sebebi olan “zorba virüsü”nü iyi tanımak gerekir. 4- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2. baskı, s. 806. 5- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2. baskı, s. 774. 6- Bediüzzaman Said Nursî, Divan- ı Harb-i Örfî, s. 424. 7- Bediüzzaman Said Nursî, Divan- ı Harb-i Örfî, s. 399. 8- Bediüzzaman Said Nursî, Divan- ı Harb-i Örfî, s. 424. Elhasıl: Vilâyât-ı şarkiye ve uleması- nın istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hisse- mizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanı- mızda çok azîm birşey isteriz. Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin? Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârül- fünunu mutazammın pek âli bir medre- senin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da te- sisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen bili- yoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder. Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin? Cevap: Ona bazı şerait ve varidat ve semerat vardır. Sual: Şeraiti nedir? Cevap: Sekizdir. birincisi: Medrese nâm melûf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz iti- barı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden, rağabatı uyan- dıran o mübarek medrese ismiyle tes- miye. İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kıl- mak. Sual: Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun? Cevap: Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muha- keme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke- i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek... Sual: Ne gibi? Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u dîni- yedir. Aklın nuru, fünun-u medeniye- dir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin him- meti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürt- lerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ulemasının veya istinâs etmek için lisan-ı mahallîye âşina olanları müderris olarak intihap etmektir. dördüncüsü: Ekradın istidatları ile istişare etmek, onların sabavet ve be- satetlerini nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi, ya ce- birle, ya hevesatlarını okşamakla olur. beşinci şart: Taksimü’l-a’mâl kaide- sini bitamamihâ tatbik etmek-tâ şube- ler birbirine medhal ve mahreç olmakla beraber, herbir şubeden mü- tehassıs çıkabilsin. altıncı şart: Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek; hem de mekâtib-i âliye-yi res- miyeye müsavi tutmak ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntiç kıl- mak, akîm bırakmamaktır. Yedinci şart: Dâru’l-muallimîni mu- vakkaten şu dârülfünun dairesinde merkez kılmak, mezc etmektir. Tâ ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geç- sin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun. Sekizinci şart: Kürdistan’da âdet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka ve daireye tebdil etmek. Münazarat, s. 126-129. *** İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Ha- nefî, hem Şâfiîyiz. Bir zamandan sonra o Medresetü’z-Zehrâ İslâmiyete ve in- sâniyete göstereceği hizmetle, şüphe- siz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bâhusus, zekâtın zekâtı da olsa kâfidir. üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İs- lâmiyete edeceği hizmetle ukul ya- nında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl med- rese, öyle de mektep, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milli- yesi olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccüh edecektir. dördüncüsü: Mezkûr tebâdül için dârü’l-muallimîn ile imtizaç ettiğin- den, darü’l-muallimînin varidatı bir derece tevsi ile muvakkaten ve âriye- ten-eğer mümkünse-verilse, bir zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi iade edecektir. Sual: Bunun semeratı nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyor- sun? Cevap: İcmali: Kürt ve Türk uleması- nın istikbalini temin. Ve maarifi, Kür- distan’a medrese kapısıyla sokmak. Ve meşrutiyetin ve hürriyetin mehasi- nini göstermek ve ondan istifade et- tirmektir. Sual: İzah etsen fena olmaz. Cevap: Birincisi: İslâmiyeti, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubat-ı bârideden kurtarmak. Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i di- niyedir. Yoksa cehilden, adem-i mu- hakemeden neş’et eden taassup değildir. Bence taassubun en dehşet- lisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüp- helerinde muannidane ısrar gösteri- yorlar. Burhan ile temessük eden ulemânın şânı değildir. üçüncüsü: Mehâsin-i meşrutiyeti neşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâ- irde meşrutiyeti incitecek niyet yok- tur. Fakat istihsan edilmezse istifade edilmez; o daha zararlıdır. Hasta tir- yakı zehir-alûd zannetse, elbette isti- mal etmez. dördüncüsü: Maarif-i cedideyi me- dârise sokmak için bir tarik ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmaktır. Zira, müker- reren söylemişim: Fena bir tefehhüm, meş’um bir tevehhüm şimdiye kadar set çekmiştir. beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mek- tep, ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakal maksatta ittihad eylesinler. Teessüfle görülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü me- şâribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassup, başkasının mesleğine sathiyeti itibarıyla tefrit ve ifrat ederek, biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor. Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî tim- salinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahi o kasr-ı İlâ- hîyi haricen temsil edecektir. Eyyühe’l-eşraf! Biz size hizmet etti- ğimiz gibi, siz de bize hizmet ediniz. Yoksa ey bize vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet, size itaat ettiğimiz gibi, saâdetimizi temin ediniz. Ve illâ, ey Kürt ve Türkün ce- miyyet-i milliye vazifesini bil’istihkak omuzunuza alan eski İttihad ve Te- rakki! İyi ettiniz mezc ettiniz. İyi etse- niz iyi; ve illâ… Münazarat, s. 129-133. MEdrESEtü’z-zEhra dÂr’üLfünun’unun tEşEKKüLünün SEKİz şartI + 22 şubat 2014 CuMartESİ Münazarat ÖzEL EKİ

Upload: others

Post on 30-Jan-2021

4 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • 822 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ +

    D İ P N O T L A R :

    1- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 388.

    2- Münâzarât’ın hem diğer dillereçevrilmesi hem de akademik çalışma-larla irdelenmesine büyük bir ihtiyaçvar. Bu bağlamda, Michagen Üniversi-

    tesi’nden Dr. Mücahit Bilici’nin “SaidNursî’nin Moral Felsefesi” isimli Mü-nâzarât eksenli çalışması önemli birbaşlangıçtır (Bilici (2008): ‘Said Nursi’sMoral Philosophy’, Islam and Chris-tian-Muslim Relations, 19:1, 89 – 98).

    3- Doğrusu, Türkiye’nin gelişme-sine mâni olan ve bünyesini tahrip

    eden her on yılda bir aktif hale gelensöz konusu “zorba virüsü”dür. Top-lumun bütün katmanlarına bulaşmışbu virüsün yeniden güç kazanması-dır. Zorba virüsünün taşıyıcıları olanaskerî ve sivil darbecilerin, uygunşartlar oluştuğunda (veya oluşturul-duğunda), kontrolü ele geçirip ülke-

    nin gelişmesine darbe vurmasıdır.Her on senede bir nükseden bu bula-şıcı hastalıktan kurtulmak için hasta-lığın sebebi olan “zorba virüsü”nü iyitanımak gerekir.

    4- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2.baskı, s. 806.

    5- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2.baskı, s. 774.

    6- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 424.

    7- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 399.

    8- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 424.

    Elhasıl: Vilâyât-ı şarkiye ve uleması-nın istikbalini temin etmek istiyoruz.İttihad ve Terakki mânâsındaki hisse-mizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanı-mızda çok azîm birşey isteriz.

    Sual: Maksadını müphem bırakma,ne istersin?

    Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşiolan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârül-fünunu mutazammın pek âli bir medre-senin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’iniki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da te-sisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtlerbaşkalara benzemiyoruz. Yakînen bili-yoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerinhayat ve saadetinden neş’et eder.

    Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin? Cevap: Ona bazı şerait ve varidat ve

    semerat vardır. Sual: Şeraiti nedir? Cevap: Sekizdir. birincisi: Medrese nâm melûf ve

    menus ve cazibedar ve şevk-engiz iti-barı olduğu halde büyük bir hakikatitazammun ettiğinden, rağabatı uyan-dıran o mübarek medrese ismiyle tes-miye.

    İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-umedaris ile mezc ve derc; ve lisân-ıArabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kıl-mak.

    Sual: Şu mezcde ne hikmet var ki, okadar taraftarsın, daima söylüyorsun?

    Cevap: Dört kıyas-ı fâsit ile hâsılolan safsatanın zulmünden muha-keme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneyeettiği mugalâtayı izâle etmek...

    Sual: Ne gibi? Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u dîni-

    yedir. Aklın nuru, fünun-u medeniye-dir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellîeder. O iki cenah ile talebenin him-meti pervaz eder. İftirak ettikleri

    vakit, birincisinde taassup, ikincisindehile, şüphe tevellüd eder.

    üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürt-lerin ve Türklerin mutemedi olanEkrad ulemasının veya istinâs etmekiçin lisan-ı mahallîye âşina olanlarımüderris olarak intihap etmektir.

    dördüncüsü: Ekradın istidatları ileistişare etmek, onların sabavet ve be-satetlerini nazara almaktır. Zira çoklibas var; bir kamete güzel, başkasınaçirkin gelir. Çocukların talimi, ya ce-birle, ya hevesatlarını okşamakla olur.

    beşinci şart: Taksimü’l-a’mâl kaide-sini bitamamihâ tatbik etmek-tâ şube-ler birbirine medhal ve mahreçolmakla beraber, herbir şubeden mü-tehassıs çıkabilsin.

    altıncı şart: Bir mahreç bulmak vemüdavimlerin tefeyyüzünü teminetmek; hem de mekâtib-i âliye-yi res-miyeye müsavi tutmak ve imtihanları,onların imtihanları gibi müntiç kıl-mak, akîm bırakmamaktır.

    Yedinci şart: Dâru’l-muallimîni mu-vakkaten şu dârülfünun dairesindemerkez kılmak, mezc etmektir. Tâ ki,intizam ve tefeyyüz ondan buna geç-sin ve fazilet ve diyanet, bundan onageçsin; tebâdül ile herbiri ötekine birkanat verip zülcenaheyn olsun.

    Sekizinci şart: Kürdistan’da âdet-imüstemirre olan talim-i infiradiyihalka ve daireye tebdil etmek.

    Münazarat, s. 126-129.

    ***İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Ha-

    nefî, hem Şâfiîyiz. Bir zamandan sonrao Medresetü’z-Zehrâ İslâmiyete ve in-sâniyete göstereceği hizmetle, şüphe-siz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendinemünhasır edecektir. Bâhusus, zekâtınzekâtı da olsa kâfidir.

    üçüncüsü: Şu medrese neşredeceğisemeratla, tamim edeceği ziya ile, İs-lâmiyete edeceği hizmetle ukul ya-nında en âlâ bir mektep olduğu gibi,kulûb yanında en ekmel bir medrese,vicdanlar nazarında en mukaddes birzaviyeyi temsil edecektir. Nasıl med-rese, öyle de mektep, öyle de tekkeolduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milli-yesi olan nüzur ve sadakat kısmen onateveccüh edecektir.

    dördüncüsü: Mezkûr tebâdül içindârü’l-muallimîn ile imtizaç ettiğin-den, darü’l-muallimînin varidatı birderece tevsi ile muvakkaten ve âriye-ten-eğer mümkünse-verilse, birzaman sonra istiğna edecek, o âriyeyiiade edecektir.

    Sual: Bunun semeratı nedir ki, on,belki elli beş seneden beri bağırıyor-sun?

    Cevap: İcmali: Kürt ve Türk uleması-nın istikbalini temin. Ve maarifi, Kür-distan’a medrese kapısıyla sokmak.Ve meşrutiyetin ve hürriyetin mehasi-nini göstermek ve ondan istifade et-tirmektir.

    Sual: İzah etsen fena olmaz. Cevap: Birincisi: İslâmiyeti, onu

    paslandıran hikâyat ve İsrailiyat vetaassubat-ı bârideden kurtarmak.Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet,sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i di-niyedir. Yoksa cehilden, adem-i mu-hakemeden neş’et eden taassupdeğildir. Bence taassubun en dehşet-lisi, bazı Avrupa mukallitlerinde vedinsizlerinde bulunur ki, sathî şüp-helerinde muannidane ısrar gösteri-yorlar. Burhan ile temessük edenulemânın şânı değildir.

    üçüncüsü: Mehâsin-i meşrutiyetineşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâ-irde meşrutiyeti incitecek niyet yok-

    tur. Fakat istihsan edilmezse istifadeedilmez; o daha zararlıdır. Hasta tir-yakı zehir-alûd zannetse, elbette isti-mal etmez.

    dördüncüsü: Maarif-i cedideyi me-dârise sokmak için bir tarik ve ehl-imedresenin nefret etmeyeceği saf birmenba-ı fünun açmaktır. Zira, müker-reren söylemişim: Fena bir tefehhüm,meş’um bir tevehhüm şimdiye kadarset çekmiştir.

    beşincisi: Yüz defa söylemişim, yinesöyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mek-tep, ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ,temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakalmaksatta ittihad eylesinler. Teessüflegörülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı,ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü me-şâribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Ziraherbiri mesleğine taassup, başkasınınmesleğine sathiyeti itibarıyla tefrit veifrat ederek, biri diğerini tadlil, öteki deberikini techil eyliyor.

    Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessületse, bir menzili mektep, bir hücresimedrese, bir köşesi zaviye, salonudahi mecmaü’l-küll, biri diğerininnoksanını tekmil için bir meclis-i şûrâolarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî tim-salinde arz-ı dîdar edecektir. Aynakendince güneşi temsil ettiği gibi, şuMedresetü’z-Zehrâ dahi o kasr-ı İlâ-hîyi haricen temsil edecektir.

    Eyyühe’l-eşraf! Biz size hizmet etti-ğimiz gibi, siz de bize hizmet ediniz.Yoksa ey bize vesayete muhtaç çocuknazarıyla bakan ehl-i hükûmet, sizeitaat ettiğimiz gibi, saâdetimizi teminediniz. Ve illâ, ey Kürt ve Türkün ce-miyyet-i milliye vazifesini bil’istihkakomuzunuza alan eski İttihad ve Te-rakki! İyi ettiniz mezc ettiniz. İyi etse-niz iyi; ve illâ…

    Münazarat, s. 129-133.

    MEdrESEtü’z-zEhra dÂr’üLfünun’unun tEşEKKüLünün SEKİz şartI

    +

    22 şubat 2014 CuMartESİ

    M ü n a z a r a t Ö z E L E K İ

  • +7

    22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ+222 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ

    bEdİüzzaMan Said Nur-sî’nin “Azametli bahtsızbir kıt’anın, şanlı talihsizbir devletin, değerli sahip-siz bir kavmin reçetesi”olarak tanımladığı Münâ-zarât adlı eseri, gerek ya-zıldığı dönemin sosyal vesiyasî problemlerine dik-kat çekerek çareler sun-ması, gerekse döneminiaşarak günümüzün temelmeselelerine ışık tutmasıaçısından dikkatle incelen-meyi hak etmektedir.

    Münâzarât’ın ortaya çıkışöyküsü, yaşadığı toprakla-rın dertleriyle muzdarib birdâvâ adamı olan Bediüzza-man’ın hayatı ve dâvâsıylayakından ilgilidir. Bediüzza-man’ın İstanbul’da bulun-duğu yıllar, Osmanlıülkesinin sosyal, siyasî, as-kerî ve kültürel alanlarda ya-şadığı bunalımları aşmakiçin çabaladığı bir dönemedenk gelmektedir. 1908’deilân edilen 2. Meşrûtiyet buçabaların somut adımların-dan biri olup beraberindebir çok tartışmayı da getir-miştir. İstibdat, hürriyet,meşrûtiyet kavramları etra-fında şekillenen bu tartış-malarda Bediüzzaman’ınMeşrûtiyet’e din adınasahip çıkan hürriyetçi tavrıdikkat çekicidir. Münâzarâtda Bediüzzaman’ın 1910 yılı

    başlarında Meşrûtiyet’i an-latmak için çıktığı “Şark se-yahati”nin bir ürünüdür.

    Münâzarât’ın yapısını buseyahat esnasında Bediüz-zaman’a farklı kesimlerdenyöneltilen sosyal ve siyasîmuhtevalı sorularla bun-lara verilen cevaplar oluştu-rur. Eserin ana muhtevasınıise; hürriyet, Meşrûtiyet,adalet, geri kalmışlık, azın-lıklar ve Ermeni meselesi,eğitim, milliyetçilik, Kürtmeselesi gibi hususlaroluşturmaktadır.

    Eserde, hukukun üstünlü-ğünün vurgulanması, da-ğılma tehlikesine karşıbirleştirici fikirlerle Kur’ânîmodeller önerilmesi ve de-mokratik bir sisteme işaretedilmesi onu dikkatle analizetmeyi gerektirmektedir.Münâzarât, yalnızca ogünün Osmanlı coğrafya-sında tezahür eden sosyalve siyasî problemleri teşhisetmekle kalmaz, koskocabir kıt'aya yayılan İslâm top-lumlarının devamlılığını, bir-likteliğini ve kalkınmasınısağlayacak ilkeleri de Kur’ânhakikatleri çerçevesinde or-taya koyar. Bu bağlamda,Münâzarât’ın günümüzİslâm toplumları açısındanifade ettiği anlamın ne ol-duğu da tartışılması gere-ken noktalardandır.

    MEşrutİYEt, hÂKİMİYEt-İ MİLLEttİr;

    hüKûMEt hİzMEtKÂrdIr

    bEn, KürtçE düşünürüM, türKçE vE arapça YazIYoruMhâmisen: Ben, Kürtçe düşünürüm,

    Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i ha-yaldeki mütercim acemi; ya kalbin sözünüiyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değil-dir. Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmedi-ğimden, mânâya giydirdiğim üslûbundüğmeleri pek karışık oluyor. “Hattâ evet,işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu” tek-rarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Baş-kasının tashîhine de katiyen râzıolamıyorum. Zîrâ, külahıma püskül takmakgibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâ-sebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimdentevahhuş eder.

    Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle dü-şündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercü-mesinde, hattatın imlâsında, tâbiin tâbında,mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle,güzel bir hakîkat çirkinleşiyor.

    Sâbian: Şu Saykâl-ı İslâmiyet ve Ekrâd Re-çetesi olan iki eser, o dehşetli dağ ve dereve sahrâların kuvve-i münbitesi fevkalâdeneşv ü nemâ vererek, kırk elli gün zarfındahem yeşillendi, hem cesîm bir şecere oldu,hem meyve verdi. Evet, öyle bir vakitte vü-cuda geldi ki, dağlar beni derelerin yed-i ha-şînine fırlatıyordu. Onlar da, beni sahrâlarınyüzlerine çarpıyordu. Sonra, hamiyet-i mil-liye ve hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyve-leri dağ başından koparıp ve bâzan rüzgârvurup, derenin dibine düşmüş meyveleriilâç için toplayıp, medîne-i medeniyetin çar-şısına götürdüler. Hattâ bir kısmı Bâşid Da-ğı’nın yemişidir, bir tâifesi FerrâşînOvası’nın meyvesidir, bir miktarı Beytüşşe-bap Deresi’nde, kırmızılanmış semeresidir.İşte, şu iki eseri yazdığım vakit, zaman kısa,mekân vahşî, ben seyyah, zihin müşevveş,vücut yarım hasta, yazmak acele olduğun-dan, elbette müşevveş olur.

    Ey ehl-i insaf! Mâzeretim bu. Kabul eder-seniz, insafın şe’nidir; etmezseniz, emînolunuz, size minnet etmem, hiç de kabul et-meyiniz. Sizin minnetiniz dağ başındaolsun. Size beğendirmek için değil, belkihakka hizmet için yazdım, vesselâm. Şu ese-rin nağamâtını dinlemek için, bir Kürt cese-dini giymek, bir vahşî hayâlini başınatakmak gerektir. Yoksa ne istimâ helâl, nesemâ tatlı olur.

    Emmâ ba’d, ehl-i hamiyetin nazarına arzediyorum ki:

    Vaktâ Meşrûtiyetin ikinci yaşında, İstan-bul, temsil ettiği asırdan tarihvârî bir nazarile göçüp, kurûn-u vustâya karşı aşağıya in-mekle, aşâir-i Ekrâdın içinde cevelân ile ba-hardan güze bir rıhlet-i sayfiye, güzdenbahara bilâd-ı Arabiyeden bir rıhlet-i şitâiyeettim. Dağ ve sahrâyı bir medrese ederekmeşrûtiyeti ders verdim. Birden bana gö-ründü ki, meşrûtiyeti gâyet garip bir sûrettetelâkkî etmişler. Her tarafın şüphe ve suâl-leri ağleb bir dereden gelmiş gibi gördüm.İşte, teşhis-i maraz için miftâh-ı kelâmı on-lara verdim.

    Dedim: “Siz suâl ediniz, ben de ona görecevap vereyim.”

    Onlar istihsan ettiler. Zîrâ Kürtlerin ta-biat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen,dersi münâzara ve münâkaşa sûretindeokuyorlar. Onun içindir ki, medreseleriküçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andı-rıyor. İşte, tâmimen lilfâide, suâllerini ce-vaplarımla musâfaha ettirerek şu kitabıyazdım; tâ birbirine muâvenette bulunsun.Hem de, görmediğim Ekrâd ve emsâline, şukitap, bana bilvekâle onlarla konuşarakcevap versin; hem de, lisânları kalblerinetercümanlık edemeyenlere bedelen suâletsin. Elhâsıl, şu kitap, tarafımdan cevap,onların cânibinden suâl etmek vazifesiylemükelleftir. Hem de siyâset tabiblerine, teş-his-i illete dâir hizmet ile muvazzaftır.

    Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve em-sâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve olu-yorlar. Lâkin bâzı memurun fiilenmeşrûtiyetperver olması müşküldür. Hal-buki, akılları gözlerinde olan avâma dersveren fiildir.

    İmdi, suâle ve cevaba başlıyorum. Suâl: “Ey Seydâ! İstanbul’a gittin. Bu inkı-

    lâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin.Bize ne getirdin?”

    Cevap: Müjde getirdim. Suâl: “Müjde ne demek? Bâzılar, bize,

    ‘Sizin için fenalık var’ diyorlar.” Cevap: Nurdan zarar gelmez; gelirse, huf-

    fâşa gelir, murdar şeylere gelir. Size, cemîkuvvetimle, yalnız Kürdistana değil, belkiâleme işittirecek tarzda bağırarak müjdeveriyorum ki; ‘umum İslâmın, lâsiyyemâ Os-mânîlerin, bâhusus Ekrâdın saadetinin fecr-i sâdıkının geldiğini, hattâ Bâşid başındagörüyorum.

    “Ümitsizlik ve karamsarlığın sembolüolan Arap filozof ve şâiri Ebû Alâi’l-Maarrîyerağmen.”

    Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasındaverilse idi gene erzân ve zulmetle beraberyansa idi gene ucuz!

    Münazarat, s. 16-20.

    bEdİüzzaMan, meşrûtiyet-imeşrûanın “ne kadarı bize gelmişve niçin bütün gelmiyor?” soru-suna şöyle cevap veriyor: “Ancakon kısımdan bir kısmı size gele-bilmiş. Zira sizin şu vahşetengiz,cehaletperver husûmetefzâ (düş-manlık eseri) olan sarp dağ ve de-relerinizdeki vahşet ayılarından,cehalet ejderhasından, husûmetkurtlarından bîçare meşrûtiyetkorkar, kolaylıkla gelmeye cesa-ret edemez. Eğer siz tenbel kalıpda onun yolunu yapmazsanız,tenbellik etseniz, yüz sene sonratamamen cemâlini (güzelliğini)göreceksiniz. Zira sizinle İstan-bul arasındaki mesafe bir aylıktır;fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet (de-mokrat insanlar) arasındaki me-safe bin aydan fazladır. Zira eskizamanın adamlarına benzersiniz.O nazik meşrûtiyet, İstanbul ha-valisindeki yılanlardan kurtulsaşu uzun mesafeden geçmekle,cehalet gibi müthiş bataklığı,fakr (fakirlik) gibi mütevahhiş(korkunç) kıraçları, husûmet(düşmanlık) gibi gayet keyşer(sapa) dağları katetmekle bera-ber, eşkiyaya rast geçecektir...”

    Bediüzzaman, “hakikî demok-rasinin” kendiliğinden gelemeye-ceğini ve önündeki büyükengelleri kaldırarak ona yol ha-zırlamak gerektiğini söyler.Başka bir deyişle, demokrasi te-peden paraşütle inmez. Eğertembellik yapıp hakikî demokra-sinin gelmesi için gerekenleriyapmazsanız, onu bütün güzel-likleriyle; ancak yüz sene sonragörebilirsiniz der. Bu sözlerinüzerinden yaklaşık yüz sene ge-çerken Türkiye’nin tam demok-rasi mücadelesinde yaşadığıgelişmeler çok manidardır. Bedi-üzzaman’a göre hakikî demokra-sinin gelmesi önündeki büyükmânilerin kalkmasına bağlıdır.

    birincisi, “İstanbul havalisin-deki yılanlar” ifadesiyle demok-rasi düşmanı sözde aydınlarıkastediyor. Onların, demokratikgelişmeyi öldürebileceğine işaretediyor. Türkiye’deki darbelerinarkasında elit kesimin olması butesbitin doğruluğunu gösteriyor.

    İkincisi, cehalet bataklığını eği-timle kurutmadan demokrasigelmeyeceğini söylüyor.

    üçüncüsü, fakirliği aşıp ekono-mik olarak gelişmeden, tam de-mokrasiyi beklemenin hayalolduğunu ifade ediyor.

    dördüncüsü, demokrasiyidoğru anlamak gerektiği, onuyanlış yorumlayanların da de-mokrasinin gelmesine mâni ol-duğuna işaret ediyor.

    Bediüzzaman, tenbellik veümitsizlikle demokrasinin gel-mediğinden yakınanlara, “Onunçabuk gelmesini istiyorsanız, iştemarifet (ilim) ve faziletten demir-yolunu yapınız; ta ki meşrûtiyet,medeniyet denilen şimendifer-ikemalata (mükemmellik trenine)binip ve terakkiyat (ilerleme) to-humlarını bindirerek kısa bir za-manda mânilerden kurtulupgeçerek size selâm etsin. Siz nekadar yolu acele ile yapsanız, oda o derece acele ile gelecek-tir....” Bediüzzaman, kısmettevarsa bize de meşrûtiyet gelir, te-

    vekkül etmek gerekmez mi, di-yenlere ise şöyle cevap verir: “Bî-çare tâliinize (kısmetinize) siz deyardım etmelisiniz. Bağdat tar-rarları (eşkiyaları) gibi olmayınız.Sizin atalet (tenbellik) bahanesiolan şu teşebbüssüz tevekkülü-nüz, nizam-ı esbabı (sebepleredayalı ilahi düzeni) reddettiğin-den, kâinatı tanzim eden meşîete(İlâhî kanunlara) karşı temerrüddemektir (direnmektir). Şu te-vekkül döner, nefsini nakzeder(kendini yok eder).”... Eğer siztenbel kalıp da onun (meşrûtiye-tin) yolunu yapmazsanız, ten-bellik etseniz, yüz sene sonratamamen cemâlini (güzelliğini)göreceksiniz. Zira sizinle İstan-bul arasındaki mesafe bir aylık-tır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet(demokrat insanlar) arasındakimesafe bin aydan fazladır. Ziraeski zamanın adamlarına ben-zersiniz. O nazik meşrûtiyet, İs-tanbul havalisindeki yılanlardan(demokrasi düşmanı sözde ay-dınları kastediyor) kurtulsa şuuzun mesafeden geçmekle, ce-halet gibi müthiş bataklığı, fakr(fakirlik) gibi mütevahhiş (kor-kunç) kıraçları, husûmet (düş-manlık) gibi gayet keyşer (sapa)dağları katetmekle beraber, eş-kiyaya rast geçecektir.”

    Bediüzzaman’ın bu sözlerininüzerinden yaklaşık yüz senegeçmesine rağmen, tembelliği-mizle yolunu yapıp, eşkıyalar-dan korumadığımız için hakikidemokrasi treni henüz bize gel-memiştir. Bütün bunlara rağmenBediüzzaman ümitvar olmamızıtavsiye eder. Çünkü, tam hürri-yet ve meşrû meşrûtiyet tesisedildiğinde, “(herkesin) him-meti Süreyya kadar teali (yükse-lecek) ve ahlâkı o derecetekemmül ve efkârı memalik-iOsmaniye kadar tevessü edece-ğinden (genişleyeceğinden) Efla-tun’ları ve İbn-i Sina’ları veBismark’ları ve Dekart’ları veTaftazanî’leri, inşaallah geri bı-rakacak. Bu kuvvetli Asya ve Ru-meli tarlası çok şübban-ı vatan(vatan gençleri) mahsulü verece-ğinden kaviyen ümitvarız.”

    Meşrûtiyet-i Meşrûanın müstakbeli

    Ey kardeşlerim! Kırk beşsene evvel Eski Said’in budersinden anlaşılıyor ki, oSaid siyasetle, içtimaiyat-ı İs-lâmiye ile ziyade alâkadardır.Fakat sakın zannetmeyinizki, o, dini siyasete âlet veyavesile yapmak mesleğindegitmiş. Hâşâ, belki o bütünkuvvetiyle siyaseti dine âletediyormuş. Ve derdi ki:“Dinin bir hakikatini bin siya-sete tercih ederim.” Evet, ozamanda kırk-elli sene evvelhissetmiş ki, bazı münafıkzındıkların siyaseti dinsizliğeâlet etmeye teşebbüs niyet-lerine ve fikirlerine mukabil,o da bütün kuvvetiyle siyasetiİslâmiyetin hakaikine bir hiz-metkâr, bir âlet yapmaya ça-lışmış.

    Fakat o zamandan yirmisene sonra gördü ki: O gizlimünafık zındıkların garplılaş-mak bahanesiyle siyaseti din-sizliğe âlet yapmalarınamukabil, bir kısım dindar ehl-isiyaset, dini siyaset-i İslâmiyeyeâlet etmeye çalışmışlardı. İslâ-miyet güneşi yerdeki ışıklaraâlet ve tabi olamaz. Ve âletyapmak, İslâmiyetin kıymetinitenzil etmektir, büyük bir ci-nayettir. Hattâ, Eski Said oçeşit siyaset tarafgirliğindengördü ki:

    Bir sâlih âlim, kendi fikr-isiyasisine muvafık bir münâ-fıkı hararetle senâ etti ve si-yasetine muhalif bir salihhocayı tenkit ve tefsik etti.

    Eski Said ona dedi: “Birşeytan senin fikrine yardımetse rahmet okutacaksın.Senin fikr-i siyasiyene muha-lif bir melek olsa lânet ede-ceksin.” Bunun için, Eski Saiddedi. Ve otuz beş senedenberi siyaseti terk etti.

    hutbe-i şamiye, s. 52; tarihçe-i hayat, s. 85; beya-nat ve tenvirler, s. 111-112.

    CuMhurİYEt Kİ;

    adÂLEt vE MEşvErEt vE

    Kanunda İnhİSar-I

    KuvvEttEn İbarEttİr

    Neden Münazarat?

    Bediüzzaman, “hakikî demokrasinin”kendiliğinden gelemeyeceğini veönündeki büyük engellerikaldırarak ona yol hazırlamak gerektiğinisöyler. Başka bir deyişle,demokrasi tepeden paraşütle inmez. Eğertembellik yapıp hakikîdemokrasinin gelmesiiçin gerekenleri yapmazsanız, onubütün güzellikleriyle;ancak yüz sene sonragörebilirsiniz der.

    ‘‘B e d i ü z z a m a n S a i d N u r s î :

  • bEdİüzzaMan’In, parçalanmayayüz tutmuş Osmanlı Devleti’nin sondemlerinde istibdat, hürriyet, meş-rutiyet kavramları etrafında şekille-nen tartışmalarda hürriyetçitavrıyla öne çıkması ve bu tavrınıMeşrutiyet’i anlatmak için çıktığıŞark seyahatiyle bir demokrasi ma-nifestosu sayılabilecek verimli birürüne dönüştürmesi dikkat çekici-dir. Münazarat; İslam’ın hak ve hür-riyetler karşısındaki duruşunutemsil eden ve istibdat, hürriyet,adalet, azınlık meseleleleri, milli-yetçilik vb. hususlarda Kur'ânî birbakışın ipuçlarını sunan gerçek birdemokrasi bildirisidir.

    Bediüzzaman’ın eserinde en çokeleştirdiği kavramlardan biri olan is-tibdadın çeşitli şekillerdeki tezahür-lerinin bugün de devam ediyorolması, istibdata karşı “hürriyet”çiargümanlar geliştirilen Münâzarât’ıilgi çekici hâle getirmektedir. Bedi-üzzaman’ın istibdad ve hürriyeti yal-nız siyasî ve hukukî kavramlarolarak ele almayıp ferdin iç dünyasıile ilişkilendirmesi, buradan başla-

    yarak toplumsal hayatla irtibatlan-dırması da dikkate değerdir. İslâmtoplumlarının istibdat, hürriyet vecumhuriyet-demokrasi gibi kavram-lara yaklaşımlarının nasıl olması ge-rektiğine dair önemli ipuçları sunanMünâzarât, toplumumuzdaki kro-nikleşmiş problemleri de çözebile-cek kabiliyettedir. Eser, bugüntartıştığımız Kürt sorunu, demokra-tikleşme, anayasa, devlet-siyaset-ferd ilişkilerinin genel çerçevesi ileilgili ipuçları sunmakta; İslâm âle-minde son ayaklanmalarla tartışılanistibdat ve rejimleri, ittihad-ı İslâmvb. meselelerde de önemli açılımlargetirmektedir. Bu açılımların nelerolduğunun ortaya konulması günü-müz tartışmalarında da yol göstericiolacaktır.

    Münâzarât’ı önemli kılan hususlar-dan biri, sosyal ve siyasî meseleleriniman merkezli yorumlanmasıdır.Odak noktası iman olan bu yorum-lama biçimi, günümüzün siyasî vesosyal çalkantıları karşısında ferdinnasıl bir tavır takınacağını göster-mesi açısından ayrıca önemlidir.

    +3

    22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ+622 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ

    MuhaLİ taLEpEtMEK, KEndİnE

    fEnaLIKtIr

    MuhaLİ talep etmek, ken-dine fenalık etmektir. Zer-râtı günahkârlardanmürekkep bir hükûmet ta-mamıyla mâsum olamaz.Demek, nokta-i nazar, hü-kûmetin hasenâtı, seyyiâ-tına tereccuhudur. Yoksaseyyiesiz hükûmet muhal-iâdidir. Ben öyle adamlaraanarşist nazarıyla bakıyo-rum. Zira onlardan birisi-Allah etmesin-bin seneyaşayacak olsa, âdetâ müm-kün hükûmetin hangi sure-tini görse, hülya ile yine razıolmayacak. ?u hülyanın ne-ticesi olan meylü’t-tahrip ileo sureti bozmaya çalışacak.Şu halde, böylelerin fenazannettikleri Jön Türkler na-zarlarında dahi, mel’un,anarşist ve iğtişaşcı fırkasın-dan addolunurlar. Meslek-leri ihtilâl ve fesattır.

    Sual: Belki onlar eski haliistiyorlar?

    Cevap: Size kısa bir sözsöyleyeceğim; ezber edebi-lirsiniz: İşte, eski hal muhal;ya yeni hal veya izmihlâl...

    Suâl: “Acaba daha SultanHamid gibi padişah tahtaçıkmayacak mıdır? Eski halolmayacak mıdır?”

    Cevap: Acaba sizin şusiyah çadırmız parça parçaedilip yandırılırsa havayasavrulursa o külden yenidençadır edip içinde oturmakkâbil midir?

    Suâl: “Neden?” Cevap: Zîrâ eskiden bin

    adamdan yalnız onu müte-nebbih iken, istibdat o deh-şetli kuvvetiyle karşısmdaduramadı, parçalandı.Şimdi, istibdâdın kuvvetibinden bire indi; tenebbühve iltihâb-ı ezhân birdenbine çıktı.

    Münazarat, s. 51-53.

    Suâl: “Şu pis istibdat ne vakit-ten beri başlamış, geliyor?”

    Cevap: İnsanlar hayvanlıktançıkıp geldiği vakit, nasılsa bunuda beraber getirmiştir.

    Suâl: “Demek istibdat hayva-niyetten gelmedir?”

    Cevap: Evet... Müstebit birkurt, bîçare bir koyunu parçaparça etmek, dâimâ kavî, za-yıfı ezmek, hayvanların birincidüstur ve kavânîn-i esâsiyesin-dendir.

    Suâl: “Sonra?” Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine

    nüzûl etti; tâ ki; zeminin yü-zünü temiz ve insanın yüzünüak etsin, şu insâniyetten siyahlekesini izâle etsin; hem de,izâle etti. Fakat vâesefâ ki,muhît-i zamânî ve mekânînintesiriyle, hilâfet saltanâta inkı-lâp edip, istibdat bir parça ha-yatlandı. Tâ Yezid zamanında,bir derece kuvvet bularak, ba-şını kaldırdığından, İmam Hü-seyin Hazretleri hürriyet-işer’iye kılıncını çekti, başına ha-vâle eyledi. Fakat ne çare ki, is-tibdâdın kuvveti olan cehil ve

    vahşet, cevânib-i âlemde zey-nâb gibi Yezid’in istibdâdınakuvvet verdi.

    Suâl: “Şimdiki meşrûtiyet, is-tibdat nerede? Onların harekâtınerede? Hilâfet, saltanat ne-rede? Nasıl tatbik ediyorsun?Yekdiğerine musâfaha ve temasettiriyorsun, aralarında karnlarve asırlar var?”

    Cevap: Meşrûtiyetin sırrı,kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir.İstibdâdın esâsı, kuvvet şahıstaolur, kânunu kendi keyfine tâbîedebilir, hak kuvvetin mağlûbu.Fakat, bu iki ruh her zamandabirer şekle girer, birer libasgiyer. Bu zamanın modasıböyle giydiriyor. Zannolunma-sın, istibdat galebe ettiğizaman tamamen hükmünü icrâetmiş, meşrûtiyet mağlup ol-duğu vakit mahvolmuş. Kellâ!Kâinatta gâlib-i mutlak hayır ol-duğundan, pekçok envâ ve şuu-bât-ı heyet-i içtimâiyedemeşrûtiyet hükümfermâ ol-muştur. Cidâl berdevam, harbise seccâldir.

    Münazarat, s. 37-38.

    Suâl: “Ermeniler zimmîdir-ler. Ehl-i zimmet, zimmettar-larıyla nasıl müsâvi olur?”

    Cevap: Kendimizi dev ayna-sında görmemeliyiz. Kabahatbizde. Tamamen zimmeti-mize alamadık, bihakkın adâ-let-i şeriatı gösteremedik.Şeriat dairesinde, hukuklarınıistibdâdın sünnet-i seyyie-siyle muhâfaza edemedik;sonra da istedik, kuvvetimizkalmadı. Ben şimdi Ermeni-lere bir nevi zimmî-i muâhidnazarıyla bakıyorum.

    Suâl: “Ermeniler bize düş-manlık edip, hile ve hıyânetediyorlar. Nasıl dostluk üze-rinde ittifak edeceğiz?”

    Cevap: Düşmanlığın sebebiolan istibdat öldü. İstibdâdınzevâliyle dostluk hayat bula-

    cak. Size bunu katiyen söylü-yorum ki, şu milletin saadetive selâmeti Ermenilerle ittifakve dost olmaya vâbestedir.Fakat mütezellilâne dostolmak değil, belki izzet-i mil-liyeyi muhâfaza ederek, musâ-laha elini uzatmaktır.

    Birşey söyleyeceğim: Eğermümkündür, Ermeniler bir-den sahîfe-i vücuttan silinsin.Olabilir. Yalnız, size husume-tin bir faydası olsun. Yoksamutlaka husumet zarardır.Hâlbuki, Adem zamanındanyolda arkadaşlık eden bizimlegelmiş büyük bir unsurun ze-vâli değil, belki küçük bir kav-min mahvı dahi “Önünde,dikenli bir ağacın kabuğunusoymak kadar güç engellervar”dır.(Arap atasözü)

    İStİbdat haYvanİYEttEn gELMEdİr

    İStİbdÂdIn zEvÂLİYLE

    doStLuK haYat buLaCaK

    bEdİüzzaMan, “meşrû/hakikîhürriyet”e zemin hazırladığı içinmeşrûtiyete sahip çıkar. “Hürriye-tin şe’ni odur ki ne nefsine, ne gay-rıya zararı dokunmasın. Tam vemükemmel hürriyet, kişinin fira-vunlaşmaması ve başkasının hürri-yeti ile alay etmemesidir.” Başkabir deyişle, Bediüzzaman, dışarı-dan gelen her türlü dayatmayı, in-sanın özgür iradesine müdahale vehürriyete kısıtlama olarak gördüğügibi, içerden nefis ve şeytan cani-binden gelen isteklere boyun eğ-meyi de hürriyete aykırı görüyor.Birincisi, insana köle olmak iseikincisi de nefse köle olmaktır. Ha-kiki hürriyet, hem başkasının hemde nefsin esaretinden kurtulmaklamümkün olur. Hür insan, ne başka-sına ne de kendine zarar vermeksi-zin, istediğini yapan insandır.Bediüzzaman, meşrûtî bir sis-temde, hakikî hürriyetin nasıl ol-ması gerektiğini şöyle ifade eder:“Kanun-u adalet (adalet kanunları)ve tedipten (edepten) başka, hiçkimse, kimseye tahakküm etme-sin. Herkesin hukuku mahfuz kal-sın (korunsun), herkes harekât-ımeşrûasında (meşrû hareketle-rinde) şahane serbest olsun.”

    Hürriyeti kâfirlik vasfı görüp karşıçıkanlara, Bediüzzaman hürriyetiimanın bir gereği olarak tarif eder:“Hürriyet Rahmân’ın ihsanıdır, zirao imanın bir hassasıdır.” Bediüzza-man, iman ile hürriyet arasındakibağlantıyı iki gerekçeyle açıklıyor:Birincisi, imanlı biri, sadeceAllah’a köle olmakla her şeyin veherkesin köleliğinden kurtulur.Çünkü her şeyin doğrudan doğ-ruya İlâhî kudretin tasarrufundaolduğunu bilir. Başkalarına kulolmaz. İkincisi, Allah’a iman edenbiri imanın verdiği şefkatle kendi-sinden zayıf gördüklerine kuvvetkullanmak yerine, onlara acıyıpyardım eder. İlâhî rahmetin insan-lara ihsan ettiği sınırlı iradeyi elle-rinden almaya kalkışmaz.

    Meşrû hürriyet ve Meşrûtiyet

  • +5

    22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ+422 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ

    bEdİüzzaMan, meşrûtiyet muhalifle-rini tarif ederken onları besleyen un-surların cehalet, inat, düşmanlık,intikam ve taliklikçilik unsurlarına dik-katimizi çekiyor. Bu unsurların oluş-turduğu bataklıktan meşrûtiyetdüşmanlarının beslendiğini söylüyor.Halkın demokratik yollarla kendiniidare etmesini istemeyenlerin, mevcutotoriter durumdanmenfaat elde edenbir cemiyet veya elitgrup olduğuna dik-kat çekiyor: “Cehaletağanın, inat efendi-nin, garaz beyin, in-tikam paşanın, taklith a z r e t l e r i n i n ,mösyö gevezeliğintaht-ı riyasetlerinde( b a ş k a n l ı ğ ı n d a )insan milletindenmenba-ı saadetimiz(huzur kaynağımız)olan meşvereti inci-ten bir cemiyettir.”Söz konusu cemiye-tin, demokrasi ilekaybedecekleri bir liralık zararı mil-letin bin liralık menfaatine feda etme-diğini; hatta kendi menfaatlerinimilletin zararında gördüğünü; kavram-

    lara dengesiz ve muhakemesiz manalarvererek karmaşa çıkardığını; şahsî düş-manlık ve intikam hisleriyle hareket et-tikleri halde, millet namına fedakârlıkiddiasında bulunduklarını; istibdadıbaşka isimler altında devam ettirmekistediklerini ve millete garazları ol-duğu için onların rahata kavuşmasınıarzulamadıklarını söylüyor. Türki-

    ye’de demokratik reji-min gelişmesine çomaksokanları bundan dahakapsamlı ve beliğ bir şe-kilde izah etmek müm-kün mü acaba?

    Bediüzzaman, de-mokrasi düşmanlarınınmünafıkâne hareketedip kendilerini gizle-diklerini söyler: “Hiçbirmüfsid (fesatçı) benmüfsidim (fesatçıyım)demez. Daima suret-ihaktan (doğrudanyana) görünür. Yahutbatılı hak görür. Evet,kimse demez ayranımekşidir.” Başka bir de-

    yişle, sözlerine değil, icraatlarına ba-karak söz konusu demokrasidüşmanlarını teşhis etmenin müm-kün olduğuna işaret eder.

    bEdİüzzaMan, Meşrûtiyet’le mer-keziyetçi istibdadî yönetimlerin far-kını, hükümeti hekime ve halkıhastaya benzeterek izah eder. Has-tasının hastalığını bilmeden, reçeteyazan bir hekimin şifa dağıtmasımümkün olmadığı gibi, halkın so-runlarını bilmeyen merkezî yöne-timlerin de halkın derdine devaolması mümkün değildir. Çünkü,yerel sorunları bilmeden merkez-den yazılan reçeteler şifa değil,zehir hükmüne geçer.

    Bediüzzaman, Meşrûtiyet’inmahiyetini, hastasının derdinidinleyen ve o derde hangi ilâcıniyi geldiğini bilen doktorun ver-diği reçeteye benzetiyor. Böylebir hekim, hastalarına şifa dağıt-tığı gibi, hakikî demokrasi detoplumun dertlerine deva olacakreçeteler üretir: “Farz ediniz benbir hekimim. Şu çadır dahi ecza-hanedir; içindeyim. Umum köy-lerde veyahut evlerde çeşit çeşithastalıkları teşhis etmiş, reçete-sini yazmış bir müntehap (seçil-miş) adam, yanıma geliyor,reçetesini ibraz ediyor (sunuyor)ki: ‘Dâü’l-cehl (cehalet hastalığı)ile baş ağrısı var’ yazılıdır. Bendahi, fen afyonunu (bilim denilenağrı kesiciyi) iptida (öncelikle)onların lisanlarının zarfında (an-layacağı dille), sonra da lisan-ıresmiyeye (resmî dile) ifrağ ede-rek (çevirerek) veriyorum. Birbaşkasının reçetesini gösteriyorki kalb hastalığı olan zaaf-ı diyâ-net (din zayıflığı) var. Ben de fü-nunu maarif-i İslâmiye (bilimselhakikatleri İslâm’ın ilimleri) ilemezc ederek (birleştirerek) birmâcun yapıyorum, müderrislerin(öğretmenlerin) ellerine veriyo-rum, gönderiyorum. Diğerinde

    dâü’l-husûmet (düşmanlık hasta-lığı) ile ihtilâl sıtması var. Ben defikr-i milliyeti uyandırarak ışık-landırarak tiryak-misal (ilâç gibi)adalet ve muhabbeti o nur ilemezc ettirerek (karıştırarak), sul-fato-misal (sıtma ilâcı gibi) birilâç veriyorum. İşte böyle bir he-kimdir ki vatan hastahanesinde,bîçare etfali (çocukları) helâktan(ölmekten) halâs eder (kurtarır).”

    Bediüzzaman, Meşrûtiyet’in sa-dece devlet yönetimiyle sınırlı ol-madığını, herkesin kendimahiyetindekilere karşı demokra-tik davranması gerektiği söyler:“Ha, hükümet-i meşrûtanın timsal-i nuranîsi ‘Hepiniz çobansınız veidareniz altındakilerden mesulsü-nüz’ (Müslim, İmâre: 20.) sırrınca,her bir büyük adam, bu düsturunazara almak gerektir. Öyle iseona bir yol veyahut bir balon yapı-nız.” Yani, demokrasi devlet idare-siyle sınırlı değildir. Evde anne vebabanın, okulda öğretmenin, üni-versitede hocanın, bürokrasideamirin demokratik prensiplereuygun hareket etmesi gerekir.

    Bediüzzaman, her şeyi devlettenbeklemenin ve her suçu devlete at-manın merkezîyetçi ve monarşiksistemde meşrû olduğunu, ancakmeşrûtî sistemde makul olmadığınıçok beliğ bir örnekle izah eder. Es-kiden, her şey merkezden geldiğiiçin şikâyete hakkınız vardı. Oysameşrûtî sistemde, hükümet bir göl,her bir bölge ise bir pınar hükmünegeçti. Pınarlar temiz olduktan sonragöl eninde sonunda temiz olacak-tır. Önemli olan, merkezden birşeyler beklemek yerine, yerel ola-rak fazilet ve marifet pınarları aç-maktır. Aksi halde, halk hükümetindilencisi hükmüne geçer.

    Sual: Biz Türkler ve Kürtler,bizde kalbimizin dolusu, belki ce-sedimiz mâlâmâl, belki inbisat edipşu derelerde dağ olarak tahaccüretmiş kalemiz olan bir şecaat var-dır. Ve başımızın dolusu zekâveti-miz var. Ve sinemizi mâlâmâledecek gayret vardır. Ve bedeni-mizi ve âzâlarımızı dolduracakitaat vardır. Ve dereleri hayatlandı-racak ve dağları müzeyyen edecekefradımız var.3 Neden böyle sefilve müflis ve zelil kaldık ki, hem yolüstünde de kaldık. Terakkiye bi-nenler bizi çiğneyip istikbaledoğru koşup gidiyorlar. Komşu-muz olan milletler bizden az iken,kuvvetleri bizden çok kısa iken,üzerimize tetavül ediyorlar? “İster-sen dikkat et. O zaman Ermenimeb’usu Vartakis ve Hakkârimeb’usu Seyyid Molla Tâhir’e işa-ret eder. Onların kirlileri, bizim te-mizlerimize galebe etti. “

    Cevap: Hîn-i meşrutiyette tevbe-nin kapısı açıktır ve tevbe edenlerçoktur. Şimdiki rüesâya tevbih veta’nifte hakkım yoktur. Ben taşımısabıka atıyorum. Bazılarının hatırıkırılsa da mâzur tutulsun. Yalnızhakkın hatırı kırılmasın. Zira mille-tin hatırı, onların hatırından dahaâli, daha galîdir.

    İşte o tedennînin mühim bir se-bebi: Bazı rüesâ ile haksız olarakmillete fedakârlık iddia eden sah-tekâr hamiyet-furuşlar veya velâ-yeti dâvâ eden ehliyetsiz bazımüteşeyyihlerdir. Fakat sünnet-iseniyeye muhalif olan bu sünnet-iseyyie, yine istibdadın seyyiatın-dandır.

    Sual: Nasıl? Cevap: Zira herbir millet için, o

    milletin cesaret-i milliyesini teşkileden ve namus-u milliyesini muha-faza eden ve kuvveti onda toplana-cak bir mânevî havuz vardır. Vesehâvet-i milliyesini teşkil eden vemenâfi-i umumiyesini temin edenve fazla kalan malları onda tahaz-zün edecek bir hazine-i mâneviyesivardır. İşte o iki kısım reisler, bile-rek veya bilmeyerek, o havuzun veo hazinenin etrafında delik-melikaçtılar. Mâye-i bekayı ve madde-ihayatı çektiler. Havuzu kurutup ha-zineyi boş bıraktılar. Böyle gitse,devlet milyarlar borç altında kalıpdüşecek. Nasıl bir adamın kuvve-igadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-işeheviye olan cazibesi olmazsa,

    ölmüş olmuş olur ve hayy ikenmeyyittir. Hem de, bir şimendiferinbuhar kazanı delik-melik olsa, pe-rişan ve hareketten muattal kalır.Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağı-lır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî olanbr milletin kuvvet ve malının ha-vuzu ve hazinesini boşaltan başlar,o milleti serseri, perişan ve mevcu-diyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipinikesip, parça parça ederler. Evet,Bazı avâmın hâtırı için hakikatınhâtırını kırmayacağım.

    Sual: Şu makam, nihayet dere-cede tafsile değer bir makamdır.Mücmel ve müphem bırakma.

    Cevap: Zaman-ı sabık, vahşet vecehaletinizi istihdam ederek pis birtarik ile ve müheyyâ ettiği plânlarla,bir kısım büyükler cebir kuvvetiyle omenbaı ve o mâdeni delip, zülâl-i ha-yatı kumistan ve şûristan sahrasınaakıttılar. Bazı tembel ve cerrarlar ye-şillendi. Hatta onlar servet-i dünya-dan tenfir yolunda pençesini küçükbir sayd’a (av) atan biçarelerin hassasve zayıf damarlarını tutarlardı. Tâpençeleri o sayddan açılsın, onlar oavı kaçırsınlar. Evet, her milletin,-omilletin menfaatı için bir miktar malıile fedakârlık edip-bir sehâveti var-dır. İşte, bizdeki sehâvet-i milliye su-i istimal edildi. Başka milletinsehâvet-i milliyesi zeynâb (havuz)gibi içine girer, milletin cevfinde ha-zine tutar. Ulûm ve maarif, altına suverir. Hem de zaman-ı sabıkta birkısım büyükler namus-u milleti mu-hafaza eden cesaret-i milliyeyi su-iistimal edip, zemin-i ihtilâf olan ku-mistana atıp kaybettiler. Herbiri okuvvetin bir zarfını başkasının boy-nuna vurup kırdılar ve kırıldı. Hattâbeş yüz bin kahraman ile namus-umilleti muhafaza etmeye müstaidolan bir kuvvet-i azîmeyi mâbeynle-rinde sarf edip ihtilâfat zeminindemahvettiklerinden, kendilerini ter-biyeye müstahak ederlerdi. Eğermeşrutiyetten ve hürriyet-i şer’iye-den istifade edip, o delikleri kapatıpveya zeynâb suretine çevirseniz, okıymettar kuvveti harice sarf etmekiçin devletimizin eline verseniz, ba-hasına merhamet ve adalet ve mede-niyet kazanacaksınız.

    Eğer isterseniz sizinle becayişolacağım. Ben sorayım siz cevapveriniz.

    Cevap: “Sor. Fakat ondan haber-dâr olanı bulamazsın.”

    Münazarat, s. 94-98.

    tEdEnnînİn MühİM bİr SEbEbİ

    Sual: Şimdi Ermeniler kay-makam ve vali oluyorlar. Nasılolur?

    Cevap: Saatçi ve makinecive süpürgeci oldukları gibi...Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-imillettir. Hükûmet hizmet-kârdır. Meşrutiyet doğruolursa, kaymakam ve vâli, reisdeğiller, belki ücretli hizmet-kârlardır. Gayr-ı müslim reisolamaz, fakat hizmetkâr olur.Farz ediniz ki, memuriyet birnevi riyaset ve bir ağalıktır.Gayr-ı müslimlerden üç binadamı ağalığımıza, riyaseti-mize şerik ettiğimiz vakitte,millet-i İslâmiyeden aktâr-ıâlemde üç yüz bin adamın ri-yasetine yol açılıyor. Biri zayiedip bini kazanan, zararetmez.

    Münazarat, s. 79

    “şİMdİ ErMEnİLEr KaYMaKaM vE

    vaLİ oLuYorLar; naSIL oLur?”

    Merkeziyet ve Meşrûtiyetin mukayesesi

    bEdİüzzaMan, devlet yö-netimindeki bütün kötü-lükleri istibdat karanlığınaatfederken iyilikleri deMeşrûtiyet’in aydınlığınaveriyor: “Ne kadar iyilik var,Meşrûtiyetin ziyasındandır(ışığındandır); ne kadar fe-nalık var, ya eski istibdadınzulmetinden (karanlığın-dan), yahut Meşrûtiyet na-mıyla yeni bir istibdadınzulmündendir.”

    Bediüzzaman, demokra-tik bir yönetim şeklinin çokönemli olduğunu çünküdevletin demokratik ol-ması beraberinde her kesi-min, her bireyin dedemokratik olmasını teminedeceğini söyler. Özellikle,bilim adamları, din adam-ları ve öğrencilerin de zor-balığı bırakıp demokratikdeğerleri benimseyeceğinisöyler. Yani yetkili olanla-rın kendi düşüncesini da-yatmak yerine meşveretlediğerlerinin görüşüne baş-vuracağını beyan eder. Be-diüzzaman, Meşrûtiyeteolan sevgisini, meşveretiher alanda yeniden canlan-dırmaya bağlar: “Meşrûti-yet hükümete düştüğüvakit, fikr-i hürriyet Meşrû-tiyet’i her vecihle (açıdan)uyandırır. Her nevide, hertaifede onun sanatına aitbir nevi meşrûtiyeti tevlideder (doğurur). Hatta ule-mada, medariste (medre-sede), talebede bir nevimeşrûtiyeti intac eder (ne-tice verir). Evet, her taifeyeona mahsus bir meşrûtiyet,bir teceddüd (yenilik) ilhamolunuyor. İşte şu arkasındaşems-i saadeti (mutlulukgüneşi) telvih eden (göste-ren) ve temayül (yönelişe)ve incizap (cezbetmeye) veimtizaca (birleşmeye) yüztutan (başlayan) lemeat-ımeşverettir (meşveret pa-rıltılarıdır) ki bana meşrûti-yet hükümetini bu kadarsevdirmiştir.”

    Meşrûtiyet muhalifleri

    Bediüzzaman, devlet yönetimindekibütün kötülükleri istibdat karanlığınaatfederken, iyilikleri de Meşrûtiyet’in aydınlığına veriyor.

    ‘‘

    Meşrûtiyetin meyveleri