kitap aydınlık · neşet ertaş bir şairden fazlası. sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada...
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
41KİTAP
TANITILIYOR
28 Eylül 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 31
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1073
Tesadüfen gelenintikam
Bir duayenin kaleminden direngen
bir aydınlanma savaşçısı
Köpekler ve Efendiler
Anlamsız birdünyanın anlamını
arayan adam: Camus
Çözümsüzlükteboğulan Kıbrıs
Araftayaşayanlar
Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun
dilimize çevrilen son kitabı‘Uzak Tepeler’
İTEF – İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali , 1–4 Ekim’de İstanbul’da, 3–5
Ekim’de Ankara’da, 5–6 Ekim’de İzmir ve 5–6 Ekim’de Hatay’da okurlarla bu-
luşacak. Dördüncüsü gerçekleşecek festivalin 2012 teması “Şehir ve Korku” ola-
cak. Okuma ve tartışma etkinlikleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışma-
ları, imza etkinlikleri ve edebiyat partileri ile Türk ve Dünya edebiyatının en iyi
örnekleri İTEF kapsamında sunulacak. “Şehir ve Korku” başlığı festival tanı-
tımında şöyle açıklanmış: “Söyleşilerde korku, edebi bir tür, bir kip, bir roman
kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alınacak; yazarlar ‘kor-
ku’ kavramının edebiyattaki karşılığının yanı sıra bireysel korkulara ve ifade-
sini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında bulan ortak korkulara
da değinecek.” İTEF Festival Kitabı, festival sonrasında İstanbul Kitap Fuarı
zamanında okurlarla buluşacak. Edebiyatseverlere duyurulur.
***
“Büyük ozan Neşet Ertaş’ı kaybettik.” Günlerdir üzüntümüzü yaşarken bu
sözü duyuyoruz çevremizde. Neşet Ertaş’ın ölüm haberini kabullendikten son-
ra dönüp tekrar bakıyoruz bu cümleye. En etkileyici kelimeyi buluyoruz: “Ozan”.
Sözlüğe baktığımızda kısacık bir açıklamasını buluyoruz bu sözcüğün; şair. Dü-
şünüyoruz sonra. Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği
noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-
lanıldığı türküler gelecek kuşaklara bırakacağımız en büyük miras. Miras de-
diysek yanlış anlaşılmasın. Parada pulda gözümüz yok. Ozanın dediği gibi “Ney-
leyim yalan dünya malı ziyneti...” Her güzel şeyin yitip gittiği duygusuna ka-
pıldığımız bugünlerde geride bırakılan miras sayesinde yeni ozanların yetişe-
ceğinden eminiz. Ustayı saygı ve rahmetle anıyoruz...
Haftaya görüşmek dileğiyle...
İÇİNDEKİLER SUNU
Yekta Kopan, Kediler Güzel UyanırKopan’ın bu öykü kitabında her biri birbirinden fark-
lı hikâyeler anlatılmış. Her biri okurda farklı hisler
uyandıran, kendisini özdeşleştirip yoğun duygulara
kapılmasına sebep olan hikayeler... Okurken hid-
detlenip gaza geliyorsunuz kimi zaman. Bir yandan
da bir o kadar yumuşak bir ton hissediliyor. İnsan-
da aşık olma isteği uyandırıyor...
Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyorNormal olmak nedir? “Akıllı” olduğumuzu zanne-
den bizler miyiz doğruyu gören, “deliler” mi? Oku-
ru gerçeğin peşine düşüren bir kitap. Gördüklerimizin,
bildiklerimizin gerçek olmama ihtimalini, bunların
bir kurgudan ibaret olma ihtimalini akıllara kazıyor.
Dennis Kelly, Sondan SonraŞu anda sahneye koyduğumuz oyunun ismi. Oku-
yucularımız oyunun tam metnini bulabilirler mi bi-
lemiyorum, bulamazlarsa da oyunumuza bekleriz.
Kelly’nin bu eseri güç dengeleriyle alakalı... Oyun kar-
şısındakine istediğini yaptırmak isteyen, onlara sa-
hip olabileceğini düşünen kişileri anlatıyor. Bu kişiler
üzerinden toplumsal bir düzene atıf yapılıyor aslın-
da. Bahsi geçen düzen faşizm. Faşizm sadece yuka-
rıdan aşağıya doğru toplumsal bir düzlemde şekil-
lenmiyor, bireyler üzerinden de gözlemlenebiliyor.
Bu açıdan metin kayda değer bir yaklaşımı içeriyor.
ÖneriYorum
AHU TÜRKPENÇE
AHU TÜRKPENÇE
AHU TÜRKPENÇE
1)
2)
3)
Haftanın Portresi: Émile François Zola s. 4
Tesadüfen gelen intikam s. 5
s. 6
Kabuğu sert, içi yumuşak meyve s. 7
Öyküleriyle farklılığı yakalayanlar s. 8
Köpekler ve Efendiler s. 9
Hayatı yakalayan demokrasi: Komünizm s. 10
s. 11
s. 12
Kaosun sesi ve hayatın hikâyesi s. 14
s. 15
“Müslüman Roma” masalları s. 16
Madonna’ya gönderilen lokum s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk: Çirkinsen kaybettin! s. 20
Sahaf: Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
28 EYLÜL 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı
Rousseau: “Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu; şimdi sadece kuvvet deviriyor.”
Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus
Kapak: Japon asıllı İngiliz yazar:Kazuo Ishiguro Arafta yaşayanlar...
Festival zamanı
“Algı Kalesi”nin kapağını ilk gördüğümde
beğenmiştim ama biraz karanlık gelmişti. Ki-
tabı okuyup bitirdikten sonra kapak benim
için daha anlamlı bir hale geldi, hatta ka-
ranlığın bile bir anlamı vardı artık. Kitabın
kapağını açtığınızda bir başka kapakla benim
“yardımcı kapak” diye adlandırdığım, ya-
yınevi h2o Kitap’ın tüm kitaplarında da
yer alan eski tarzda (vintage) bir kapakla kar-
şılaşıyorsunuz. Bir uçurumun kenarında
yalnız ve üzgün bir kadının üzerine harfler
yağıyor illüstrasyonda. İki kapağa bir kez
daha bakıp roman ile ilgili bir ipucu yaka-
lamaya çalışıyor, içinizden öngörüler oluş-
turuyorsunuz hepsinin az sonra yazar tara-
fından birer birer yıkılacağını
bile bile.
Sonra bir sayfa daha çevi-
riyorsunuz ve okurun aklına ilk
merak tohumu atılıyor: “Bu ki-
tap belli bazı nedenlerle yaza-
rın da izni alınarak ilk bölümü
çıkartılarak yayımlanmıştır.”
Okur olarak bu oyuna katılıyor,
inanmış görünerek ilk bölümü
yani aslında rivayete göre ikin-
ci bölümü okumaya başlıyoruz.
Ama bölümü bitirdiğimizde o
kulak ardı ettiğimiz bilgi içimi-
zi kemirmeye başlıyor. Okur
her yeni bölümde o boşluğun gittikçe bü-
yüdüğünü duyumsuyor ve bu duygu kitabın
sonuna kadar onu hiç bırakmıyor.
CESUR VE SAM�M�Kitap az ama önemli karakterlerden oluşmuş
bir hikâyeye sahip ve biz ilk bölümde nere-
deyse tüm karakterleri tanıyoruz. “Algı Ka-
lesi” ilk bölüme aslında finallere yakışır bir
sahneyle başlıyor, şaşırıyor ama aynı za-
manda meraklanıyoruz. Yazarın bence en
büyük başarılarından biri bu merak duygu-
sunu kitabın sonuna kadar koruyabilmesi,
okuru hep uyanık tutabilmesi.
“Algı Kalesi”nin, okuru hemen avcunun
içine alabilmesinin en büyük sebebinin, çoğu
zaman kendi kendimize sorduğumuz, yüksek
sesle dillendirmekte zorlandığımız soruları ce-
saretle sorması ve bunlara samimi bir şekil-
de cevap araması olduğunu düşünüyorum. Ya-
zar her sorusuyla aslında okurun aklına bir
çentik atıyor, kitabı okumaya devam eden
okur, bu çentik attığı yerlere defalarca gidip
gelmeye başladığını fark ediyor. Cevabı ara-
nan her soru yeni sorular doğuruyor ve so-
nunda hiç bitmeyen bölünerek çoğalan bir
döngüye evriliyor.
Hikâye, İstanbul’da 1873 yılında geçiyor.
Yazar okurun bu zamanı soluması için; keli-
melerini özenle seçmiş, karakterlerinin hal ve
tavırlarını adeta çizmiş ve eski İstanbul tas-
virleriyle hikâyesini desteklemiş. Yazarın ke-
lime bilgisi, Türkçeye hâkim olması ve bu ka-
dar naftalinli kelimeye rağmen metnin akıcı-
lığını koruyabilmesi beni etkiledi.
Kitabın ilk bölümünde Tahir Usta ve
onun bir nevi öğrencisi sayılabilecek Levend
ile tanışıyoruz ve elbette bir de Akil Hoca var.
Kitap bu üç karakter üzerinden yürüyor. Bas-
kın karakter Levend olsa da ben Akil’le eşit
rol paylaştıklarını düşünüyorum ve bu benim
kitapta çok hoşuma giden bir durum. Çün-
kü iki ayrı hikâyeyi sanki bir saçı örer gibi
örüyor yazar. Okur da bu örgüyü takip
ederken Tahir Usta’yı da kita-
bın sonuna kadar hiç unutmu-
yor, bir yerlerde bırakmıyor ve
sayfalar boyu onu da yanında
taşıyor. Yazar bunun ödülünü
ise okura son bölümde veriyor.
Bir bohçayı bağlar gibi ilk
önce Akil ve Levend’in hikâ-
yelerini bağlıyor sonra üzer-
lerine son düğümü Tahir Usta
ile atıyor. Okur bohçayı biraz
daha karıştırmak isterken ya-
zar onu sırtlanıp hızlıca uzak-
laşıyor.
YO�UN B�LG� AKTARIMILevend’in bilgiye olan tutkusu, öğren-
meye olan açlığı meraklı okur için de aslın-
da bir okuma izleği çıkarmasını sağlayabilir.
Ama aynı zamanda hızlı temposu ve aşırı bil-
gi yüklemesi zaman zaman sabırsız okura
ipin ucunu kaçırma endişesi yaşatabilir.
Yazarın bilinçli bir tercihi miydi bilmi-
yorum ama kadın karakterler ve aşkları, san-
ki baş erkek karakterlerin etkileyiciliğine göl-
ge düşürmesin diye geri planda bırakılmış
gibi geldi bana. Oysa ben Neva ve Tahir Us-
ta’nın aşkını biraz daha okumak, Neva’yı
daha yakından tanımak isterdim. Ayrıca Akil
başına gelen felaketten kurtulduktan sonra
sanki bir süre kendi derdine düşüp Melike’yi
unuttu. Oysa ona ulaşamasa da aklında ol-
duğunu okur olarak bilmek istedim ve bu-
nun eksikliğini hissettim.
Kitabın arka kapak yazısındaki söze ka-
tılıyorum: “Bir solukta okuyacak ama bir lok-
mada yutamayacaksınız.” Çünkü yazar so-
rularını Levend, Akil ve Tahir Usta aracılı-
ğıyla sizin zihninize bırakıp gidecek. Her bir
soru kozalakların tutuşması gibi patlayarak
parçalara ayrılacak ve içinizdeki yangın git
gide büyüyecek…
(Algı Kalesi- Rastlantı ve Devinim,Gültekin Karakuş, h2o Kitap, 190 s.)
HAFTANIN PORTRES�
Natüralizm akımının öncüsü ünlü Fran-
sız yazar Émile F. Zola, 1840 yılında Pa-
ris’te doğdu. Babası İtalyan asıllıydı ve
mühendisti. Ancak küçük yaşta babası-
nı kaybetti. Zola’nın bundan sonra ya-
şamı zorluklarla geçti ve lise eğitimini ya-
rıda bırakarak çalışmak zorunda kaldı.
1862’de bir yayınevinde çalışmaya baş-
ladı ve hayatı değişti. 1864’te ilk öyküleri
basıldı. Figaro Gazetesi’ne makale ver-
meye başladı. Yazarlığına duyduğu gü-
ven sayesinde kendini tamamen edebi-
yata adamak için yayınevindeki işinden
ayrıldı ve 1867’de meşhur romanı “The-
rese Raquin”ı yayımladı. En az bu roman
kadar değerli olan eserlerinden birkaçı
“Nana”, “Germinal” ve “Meyhane”dir.
Zola’nın edebiyat açısından önemi
kuşkusuz Natüralizm akımını edebiyata
kazandırmasından ve deneysel roman ge-
leneğini başlatmasından ileri gelmekte-
dir. Natüralizm akımı hayatı gözlemle-
yip tüm çıplaklığıyla edebiyata aktarmayı
öngörmektedir. Tasvirlerin gerçekliliği ve
karakterlerin ruhsal yönleri eserlerde
önem kazanmıştır. Zola’nın eserlerinde
toplumunun hemen hemen her kesi-
minden insanla karşılaşmak mümkündür.
Eserlerini oluştururken araştırmalar
yapmış ve eserlerini oldukça sağlam te-
meller üzerine şekillendirmiştir. Doğal
ve gerçekçi üslubuyla döneminde kim-
senin yapmadığı şeyi yapmış ve eserle-
rinde açık ve cesur bir şekilde toplumsal
gerçekleri yansıtmayı başarmıştır.
Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti
ise, Dreyfus Davası’nda takındığı aydın
tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yı-
lında Fransız ordusunda Yahudi olma-
sından dolayı askeri yargının duyarsızlı-
ğına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hü-
kümetin bütün baskılarına rağmen sa-
vunan ve Fransa devlet başkanına hita-
ben “İtham Ediyorum” makalesini ya-
yınlayan Zola, hapis cezasına çarptırılmış
ve baskılardan dolayı Fransa’yı terkedip
bir süre Londra’da yaşamak zorunda kal-
mıştır. Çabaları sonucunda Dreyfus Da-
vası’nın yeniden görülüp adaletin yerini
bulması ile bir yıllık sürgün hayatından
sonra yurduna dönmüş ve Paris’te mü-
tevazi bir hayat sürmüştür. Hatta son ro-
manı Dreyfus Olayı’nın bir öğretim ku-
rumuna uyarlanmasıdır. 1902’de baca ze-
hirlenmesinden ölmüştür, ancak ölü-
münün şaibeli olduğunu düşünenler de
vardır.
Haksızlıklara karşı mücadele etmiş
usta edebiyatçıyı, ölüm yıldönümünde şu
cümlesiyle anıyoruz:
“Gerçek toprağın altına kapatıldığı
zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir
patlama gücü kazanır ki patladığı gün her
şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur.”
Émile François Zola(2 NİSAN 1840 – 29 EYLÜL 1902) “Alg� Kalesi”nin, okuru hemen avcunun içine alabilmesinin
en büyük sebebinin, ço�u zaman kendi kendimizesordu�umuz, yüksek sesle dillendirmekte zorland���m�zsorular�, cesaretle sormas� ve bunlara samimi bir �ekilde
cevap aramas� oldu�unu dü�ünüyorum
Rastlantınınkurgusu
28 EYLÜL 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
SİBEL ÖNAL
Zola’n�n edebiyat aç�s�ndan önemi ku�kusuzNatüralizm ak�m�n� edebiyata kazand�rmas�ndanve deneysel roman gelene�ini ba�latmas�ndanileri gelmektedir. Natüralizm ak�m� hayat� göz-lemleyip tüm ç�plakl�-��yla edebiyata aktar-may� öngörmektedir.Tasvirlerin gerçeklili-�i ve karakterlerinruhsal yönleri eserler-de önem kazanm��t�r.Zola’n�n eserlerin-de toplumununhemen hemenher kesimin-den insanlakar��la�makmümkün-dür
Vah�etin tarihçesini ara�t�ran bir doktorun,delili�in pençesinde a�klar�n� ya�amaya çal��aniki sevgilinin ve sava�a kat�lm�� ama insanl���n�
sava� alan�nda b�rakm�� bir adam�n, bircinayetle kesi�en hayatlar�n�n öyküsü “Kudüs”
5Aydınlık KİTAP
Portekizli yazar Gonçalo M. Tavares’in son
romanı “Kudüs”, Kırmızı Kedi Yayın-
evi’nden çıktı. Vahşetin tarihçesini araştı-
ran bir doktorun, deliliğin pençesinde aşk-
larını yaşamaya çalışan iki sevgilinin ve sa-
vaşa katılmış ama insanlığını savaş alanın-
da bırakmış bir adamın, bir cinayetle kesi-
şen hayatlarının öyküsü “Kudüs”. Arka ka-
pakta da belirttiği gibi “insanın karanlık yü-
züne korkusuzca bakmaya çalışan” bir an-
latı. Özellikle kitabı elinize aldığınızda Sa-
ramago’nun da tavsiye cümlesiyle karşıla-
şınca iyice meraklandıran bir kitap.
Roman, karakterlerin hayatlarının ke-
sişeceği ve tamamen değişeceği geceyle
başlıyor. Karakterlerden biri bir doktor ve
vahşetin tarihçesiyle ilgileniyor.
İnsanları şiddete iten et-
menleri inceleyerek şiddetin
yüzyıllara göre değişimini
bir grafikle açıklamaya çalı-
şıyor. Bu şekilde vahşetin
zamanla azalıp azalmayaca-
ğını veya yok olup olmaya-
cağını anlamaya çalışıyor.
Doktorun eski karısı ise bir
şizofren ve yatırıldığı hasta-
nede kocasını aldatarak baş-
ka bir şizofrenle beraber olu-
yor ve çocukları oluyor. Dok-
tor çocuğu oğlu olarak kabul
ediyor ve diğerlerine göster-
miyor. Savaşa katılmış adam
ise bir fahişenin dostu ve geçimini onun ka-
zancıyla sağlıyor. Sıradan bir gecede dok-
torun fahişeyle tanışması, şizofren kadının
rahatsızlanıp kendini sokağa atması ve eski
sevgilisini yanına çağırması, savaşa katıl-
mış adamın adam öldürme dürtüsüyle
sokaklarda ava çıkması ve doktorun oğ-
lunun babasını bulmak üzere dışarı çık-
masıyla karakterlerin hepsinin hayatı ke-
sişmiş oluyor. Ve gece cinayetle son bulu-
yor. İşin ilginç tarafı katilin de cinayete kur-
ban giderek, maktulün kanının yerde kal-
maması. Ancak bu durum sadece tesa-
düfler sonucunda oluşuyor.
SA�LAM KARAKTERLERLETÖKEZLEMEKKitaba başlayınca olay örgüsü, karakter-
lerin ilginçliği hemen insanı sarıyor ve say-
faları nasıl hızla geçtiğinizi anlayamıyor-
sunuz bile. Olay gecesi, karakterlerin o es-
nada yaptıklarıyla başlayan anlatı, geriye
dönüşlerle karakterleri şekillendiriyor ve
yazar, her birinin öyküsünü yaratmaya
başlıyor. Romanın karakterleri iyi kurgu-
lanmış ve özellikle doktorun araştırmasıyla
ilgili kısımlar insanı vahşet üzerine dü-
şünmeye teşvik ediyor. Yani sadece ka-
rakterin bir özelliği olmaktan çıkıp yaza-
rın vahşet üzerine düşüncelerini de öğ-
renme fırsatı veriyor, romana derinlik ka-
tıyor. Ancak belli bir noktada vahşet ko-
nusunda da yazarın tıkanma yaşadığı, ka-
rakterine ciltlerce kitap yazdırıp başarı-
sızlığa sürüklemesinden belli oluyor. Ya-
zar karakterleri oluşturma
esnasında çok başarılı, an-
cak bu kadar detaylı ve il-
ginç karakterler dahi ro-
manın sonunun iyi bağla-
namamasına engel olamı-
yor.
TESADÜF� SONKarakterlerini bu kadar
renkli ve olay örgüsü so-
nuca kadar gayet iyi gelen
kitap, sonuyla şaşırtıyor.
Son, sadece hayatın tesa-
düflerle ilerlediğine dair
bir göndermeden ibaret.
Karakterler, olay, vahşet, insanın karanlık
yüzü bir çırpıda kenara itilmiş oluyor. Te-
sadüf tüm olaya yön veriyor ve diğerleri bu-
nun için feda edilmiş oluyor. Roman için
gerçekten üzülüyorsunuz. Ama yazar yine
de aklınızda kalıyor. Sonu hariç geri kalanı
mükemmel yaratan yazarın bir dahaki ki-
tabının daha iyi olabileceği umuduyla di-
ğer kitabı beklemeye karar veriyorsunuz.
Sonuç olarak kitaptaki tek kusur ya-
zarın sonu iyi bağlayamayarak o kadar
emekle yarattığı karakterlerini heba et-
mesi. Ve vahşetle ilgili derinlemesine dü-
şünürken, düşündürtürken bir anda sonuca
ulaşamayarak konuyu kenara atıp tesa-
düflere odaklanması hayal kırıklığı yara-
tıyor.
( Kudüs, Gonçalo M. Tavares,Kırmızı Kedi Yayınevi,
Çev: Pınar Savaş, 191 s.)
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
Gonçalo M. Tavares
Tesadüfengelen
intikam
28 EYLÜL 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
“İnsan, ömrünü bir taşı yont-makla geçirir ve sonunda kendiheykeli çıkar ortaya…”
İlhan Selçuk
Tahsin Yücel O’nun için; “Bakma-
yın görünüşüne, bakmayın arada
bir tekleyen yüreğine, hep güçlüdür,
güçlü olmuştur İlhan Selçuk…” di-
yor. O’nun yaşam öyküsünü ne de
güzel anlatıyor bu cümle.
Gazetecilik mesleğinin duayen-
lerinden Orhan Karaveli, bir başka
duayeni, altmış yıllık dostu İlhan Sel-
çuk’u anlatıyor…
Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Sa-
kallı Celal ve Ziya Gökalp gibi bir-
çok önemli ismin biyografilerine
imza atan Karaveli, “Kendi Heyke-
lini Yapan Adam” kitabında da anı-
ların ve mektupların ışığında ülke-
mizin en önemli
aydınlarından, bir
Cumhuriyet neferi,
babadan Kuvvacı,
Cumhuriyet gaze-
tesinin başyazarı İl-
han Selçuk’un ay-
dınlanmacı kişiliği-
ne tanıklık ediyor.
Önsözünü usta
romancımız Adnan
Binyazar’ın kaleme
aldığı ve Orhan Ka-
raveli’nin onuncu ki-
tabı olma özelliğine
sahip bu eser üç bölümden oluşuyor.
İlk bölümde Selçuk’un ailesi, çevresi
ve kendisinden; kısacası yaşam se-
rüveninden söz ediliyor. İkinci bö-
lümde dostlarının aktardığı anılara
yer verilirken, üçüncü ve son bö-
lümde ise son günleri aktarılıyor.
Kitabın hazırlanmasında Selçuk
ailesinin yüz yıllık arşivinden yarar-
lanmış Karaveli, özellikle İlhan Sel-
çuk’un kız kardeşi Ülfet Ertel’in
desteği büyük olmuş. Mengü’nün
anıları, bu efsane düşün adamının
yaşam çizgisini ve felsefesini yansıt-
makta oldukça önemli bir rol üstle-
niyor.
Ayrıntılı bir biyografi olmanın ya-
nında, bir anı ve saygı kitabı da
olan “Kendi Heykelini Yapan
Adam”, İlhan Selçuk’un yaşamının
yanında, ülkemizin bir dönemini
de gözler önüne seriyor. Yine Sel-
çuk’un yakınındaki diğer önemli
isimler de, en başta büyük çizer
Turhan Selçuk olmak üzere, ayrın-
tılı portreleriyle eserde yer alıyor.
Cumhuriyet yazarı ve doktoru
Dr. Erdal Atabek, Prof. Dr. Emre
Kongar, Prof. Dr. Gürbüz Barlas,
Alev Coşkun, Ali Sirmen, Gufran
Kurtböke, Prof. Dr. Tahsin Yücel,
Turhan Selçuk ve Mehmet Benli an-
latımlarıyla kitaba büyük katkı sağ-
lıyor.
“VATAN SEVDALISI,CUMHUR�YET A�I�I”1925’te İzmir’de dünyaya gelmiştir
İlhan Selçuk...
Kuvvacı bir yüzbaşı Kasım Efen-
di’nin oğludur. Çocukluk yıllarından
itibaren şiire düşkün, şiirle
yatıp kalkan, kardeşleriy-
le şiir atışmaları yapan
bir insandır.
Yunus Emre ve Hacı
Bektaş-ı Veli okur:
“Hararet nardadır
sacda değildir
Keramet baştadır,
tacda değildir”
Ve bir Tevfik Fikret
sevdalısıdır, yani vatan
sevdalısıdır, aydınlanma
sevdalısıdır.
Yazarlığı Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş
felsefesi ve Cumhuriyet gazetesiyle
bütünleşmiştir İlhan Selçuk’un ve Dr.
Erdal Atabek’in de belirttiği gibi
“Hayatta en çok kimi sevdin?” diye
sorsalardı, sanırız hiç tereddüt et-
meden “Atatürk” derdi.
“ELBET SABAHOLACAKTIR, SABAH OLURGECELER”Tevfik Fikret gibi “Elbet sabah ola-
caktır. Sabah olur geceler” diye dü-
şünür İlhan Selçuk, 21 Mart 2008
günü sabah saat 4’te kapısı çalınıp
gözaltına alındığında da böyle dü-
şünür.
Kardeşi Turhan Selçuk’la birlikte
adeta bir ruh ikizi gibi yaşamış, aynı
yola baş koymuştur. 12 Mart’ı yaşa-
mış, Ziverbey işkencehanelerinden
geçmiştir:“Kontrgerillaya götürü-
lürken içimden demiştim ki, ‘Ulan İl-
han… Önünde bir süre var. Bugüne
kadar oluşturduğun kişiliğe ya da
kendi ellerinle yaptığın yontuya ters
düşecek bir şey yaptın mı, yaşarken
öldün!..’ ”
“İleri demokrasi” diyerek ikti-
dara gelenlerin cumhuriyet devri-
mini ve onun aydınlarını hedef alan
saldırısından o da nasibini almıştır.
Elli saat boyunca gözaltında, san-
dalye üzerinde ve uykusuz... Erge-
nekon dalgası onun da kapısını çal-
mıştır. Ama o İlhan Selçuk’tur, onun
rahle-i tedrisatından geçenlerin ifa-
desiyle “İlhan Abi”dir, yine dimdik
çıkacaktır.
Bu gözaltı sürecinden sonra iki
yıl daha ülkenin karanlığa götürülüş
sürecine tanıklık edecek, 21 Haziran
2010’da, yakınlarına, dostlarına,
meslektaşlarına ve okuyucularına
veda edecektir. “Pencere” kapana-
cak ve O’nun doğduğu bir 11 Mart’ta
aramızdan ayrılan ruh ikizinin, Tur-
han Selçuk’un yanına gidecektir.
Ancak bu kadar dayanabilmişti
O’ndan ayrı kalmaya…
Yaşam felsefesini benimsediği
Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda bir-
birinden ayrılmaz iki parça buluş-
muştur. Turhan ve İlhan Selçuk;
iki Cumhuriyet neferi, iki yılmaz ay-
dınlanma savaşçısı artık sonsuza
kadar beraberdirler.
B�R “MERHABA” K�TABIOrhan Karaveli’nin büyük bir boş-
luğu dolduran bu kitabı, Hasan Ce-
mal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiş-
tim” benzeri bir Cumhuriyet gaze-
tesi kitabı değil, O’nu yakından ta-
nımak isteyenler için adeta bir “mer-
haba” kitabı özelliğinde.
Neler yok ki bu kitapta;
Ailesi, kardeşleri, okul yaşamı,
1950’li yılların Mevhibe Beyat’ı
nam-ı diğer gönüller fatihi Lavi-
nia’yla evlilik, ikinci eşi Handan
Hanım’la kırk bir yıl…
Baba Albay Kasım Bey’in emek-
lilik yıllarında yaşanan 6-7 Eylül
olayları sırasında Kurtuluş’taki ye-
rinde refleksi,
Adana Mensucat Spor’un ra-
kiplerine kök söktüren kadrosunda
yer alan İlhan Selçuk,
Vatan’da yazarlığa başlayışı,
Cumhuriyet gazetesine geçişi,
Turhan ve İlhan Selçuk’un 12
Mart günleri,
Annesine yazdığı mektuplarda İl-
han Selçuk,
Dostlarına yazdığı mektuplar-
da İlhan Selçuk,
Turhan Selçuk’un kaleminden İl-
han Selçuk,
Tanıyanların kaleminden İlhan
Selçuk,
Çetin Altan, Hasan Cemal ve İl-
han Selçuk…
Doğan Avcıoğlu’yla neden ay-
rıldılar?
Siyasete neden girmedi?
Cumhuriyet gazetesinin inişli-
çıkışlı günleri…
Bu ve benzeri birçok olaya ta-
nıklık edeceğiniz, Orhan Karaveli
gibi gazeteciliğin duayenlerinden
bir ismin kaleme aldığı bu eseri
mutlaka okumalısınız…
(Kendi Heykelini YapanAdam: İlhan Selçuk, Orhan Kara-
veli, Doğan Kitap, 224 s.)
Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı
Birçok önemli ismin biyografilerine imza atan Karaveli, bu kitab�nda da an�lar�n ve mektuplar�n�����nda ülkemizin en önemli ayd�nlar�ndan, bir Cumhuriyet neferi, babadan Kuvvac�, Cumhuriyet
gazetesinin ba�yazar� �lhan Selçuk’un ayd�nlanmac� ki�ili�ine tan�kl�k ediyor
ŞENOL Ç[email protected]
Ayrıntılı birbiyografi olmanın
yanında, bir anıve saygı kitabı da
olan “KendiHeykelini Yapan
Adam”, İlhanSelçuk’unyaşamının
yanında,ülkemizin birdönemini degözler önüne
seriyor
Orhan Karaveli
K�TAPTANK�TAPTANK�TAPTANFutbolcu olmak isterdim; ünlü bir futbolcu!.. Yeşil saha-
larda gol attıkça alkışlanan. “İnce hastalık” etkiledi kişi-
liğimi, önce duyarlı bir genç sonra da yazar oldum.
Çeyrek yüzyıl geçmişti ki enfarktüs gelip vurdu. Bek-
lemiyordum desem yalan olur. Böyle ince ve hasta bir yü-
rek nasıl dayanabilirdi olup bitenlere (gözyaşları)? Ama her
hastalığın kendine göre özgül nitelikleri var. Enfarktüs, ince
hastalığın tersine insanı başka biçimde etkiliyor. Bundan
böyle streslere dayanmak için egoist, duyarsız, vurdum-
duymaz, kaba, terbiyesiz bir adam olmak gerekiyormuş. Eh,
mademki öyle; niçin olmamayım? İşte sana bir ay sonra ya-
nıt verişimi de umursamıyorum. Af da dilemiyorum; ne is-
tersen düşün, ben böyleyim işte… mi?
Kabuğu sert, içi yumuşak meyve
�imdi “Kad�nlar” roman�n�n ç�lg�n k�z�l� Tammie’ninilham kayna�� Cupcakes, asl�nda o kadar da ç�lg�n, okadar da keva�e de�ildim diyor; kendi gerçekli�inde
neler oldu�unu anlat�yor bize
7Aydınlık KİTAP
“Ona dahi diyenler var, buna ben de katılırım.Eşsiz bir biçimde karmaşık, harikulade bir ek-santirikti. Sözü berraklık ve kolaylıkla dizmeyeteneğiyle hayatı kor halinde bir tutkuyla ya-şadı- gücünü genellikle aşktan ve öfkeden ala-rak.Ruhunu açmaktan korkmadan, çokları-nın ele alınmayacak kadar mahrem ve tabubuldukları konularda çiğ bir dürüstlükle yaz-dı. Onu farklı kılan hayatın müstehcen yanı-na dair mizah, vakar ve zarafetle yazarak mil-yonlarca insanı etkilemesiydi- ben de bunlar-dan biriydim.”
Bukowski’yle yirmi üç yaşımda tanıştım.
Yaşadığım şehirden başka birine taşınmıştım,
yıllar sonra “birbirimize karşı çok gaddarız ga-
liba” diyecek olan sevgilimden ve onu çağ-
rıştıran her şeyden uzaklaşmaya çalışıyordum,
bir şehirden gitmek kadar kolay olduğunu sa-
nıyordum bir aşktan gitmeyi.. Çoğunluğun ak-
sine önce Fante vardı benim için sonra onu
okuduğu, ona tanrım dediği için Bukowski.
Şaşkındım, yazar olma hayallerim, gerçekçi-
liğini yitirmeye başlamıştı, yazdıklarım kişi-
seldi, güzel cümlelerdi ama bir günlükten öte-
ye gidemiyorlardı gözümde, kızgındım, iyi bir
okur olduğum için bir araya getirebiliyorum
böyle cümleleri diyordum, kimbilir belki de
okuduğum şeylerdi yazıyorum sandıklarım,
başkalarının cümleleriydi. Son-
ra Hank geldi yeraltından;
gerçeğe tutunarak yazdığım
hayali diyalogların, Beyoğ-
lu’nun arka sokaklarından bi-
rinde, pejmürde odada geçen
gaddarlığın/aşkın sevgilimle
benim aramda değil benimle
benim aramda geçtiğini, tüm o
cümlelerin gerçekte değil, be-
nim kafamda geçtiğini anlattı
bana, günlük yazmaya devam
ettim böylece, yaşanmamış gün-
lükler…
Şimdi “Kadınlar” romanı-
nın çılgın kızılı Tammie’nin ilham kaynağı
Cupcakes, aslında o kadar da çılgın, o kadar
da kevaşe değildim diyor; kendi gerçekli-
ğinde neler olduğunu anlatıyor bize. “Ger-
çek susuz yenen bir portakaldır” diyen Bu-
kowski’nin yazdıklarının da bir günlük ol-
maktan çok öte olduğunu ispatlarcasına.
Bukowski Tammie için;
“Yatağa girip saçlarını düşündüm. Gerçek birkızılla birlikte olmamıştım o güne kadar.Yangın gibiydi. Cennette çakan bir yıldırım gibi.Yüzünü o kadar da sert bulmuyordum artık ne-dense.”
Pamela “Cupcakes” Wood, Charles Bu-
kowski ile 23 yaşında tanışmış kendi cüm-
leleri ile o zamanki kendini şöyle anlatıyor:
“Beş yıllık planın canı cehenneme, anıniçinde yaşamak beni yeterince meşgul ediyor-du. Kendimi ya da hayatı fazla ciddiye almı-yor, genellikle kolay hoşnut oluyordum. Genç-lik ve güzellik benden yanaydı- bir paket si-garam, dinleyecek güzel bir müziğim ve ucuzbir şişe şampanyam varsa, iyi bir gündü.”
Böylece başlayıp, iki yıl süren ilişkilerinin
anlatıldığı kitapla “Kadınlar” romanının kah-
ramanlarından biri dile geliyor ve adeta Chi-
naski ile Bukowski’nin aynı adam olmadığı-
nı söylüyor, bu kez nasıl anlatıldığı değil kimin
anlatıldığı önemli benim için. Bu sebeple ona
aslında hiç aşık olmadığını söyle-
yen Kızıl’ın vücudunun hatlarını
vurgulayan spagetti çizgili de-
kolte elbisesi ile Hank’ten son kez
borç isteyişinden öte göreme-
dim, bu kitabın yazılış sebebini,
belki de biraz kıskanarak...
Kitabı bitirdikten sonra ta-
biki “Born İnto This” belgese-
lini tekrar izlemek, Bukows-
ki’nin arabasının ön camının sa-
ğındaki çatlağın Cupcakes’in
sivri topuklarının eseri oldu-
ğunu bilerek ve sanki orday-
mışçasına kikirdemek, “Ka-
dınlar”daki Tammie’yi hatırlamak farz oldu,
ilk defa öznesi ben olan bir kitap tanıtım ya-
zısı yazmak cesareti geldi; tüm Bukowski ki-
tapları raftan indirildi, bol bol iç çekildi Bu-
kowskivari.. Bu noktada bu kitabı takdir
etme sebebim yayın yönetmenlerinden Şe-
nol Erdoğan’ın bahsettiği gibi sadece oku-
ru değil bir Bukowski düşkünü olmamdan
ileri gelebilir. Pis moruk; bütün bu sertliği-
nin altında eski kafalı, romantik bir orospu
çocuğunun olduğunu hissetmiştim kuşkusuz,
bir otel odasının harikalar diyarı olduğunu
hissetmem gibi.
(Charles Bukowski’nin Kızılı,Pamela Wood, Altıkırkbeş Yayınları,
Çev. : Avi Pardo, 312 s.)
DİLAN ÖZTÜ[email protected]
Charles Bukowski
28 EYLÜL 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Öykü dergilerinden tanıdığımız Bora
Abdo, “Öteki Kışın Kitabı” adlı öykü
kitabıyla okuyucuyla buluştu. Kitap, ya-
yımcılığa yeni adım atan ve özellikle
öykücülüğe verdikleri önemle göz
dolduran Alakarga Sanat Yayınla-
rı’ndan çıktı. “Öteki Kışın Kitabı”,
Bora Abdo’nun “Karakış Üçlemesi”
adlı üçlemesinin ilk kitabı. Gerek dili,
gerek öykülerindeki renkli karakter-
leriyle şimdiden farklılığı yakalamış ve
dikkate değer bir yazar Bora Abdo. Bu
hafta kendisiyle kitabı ve Türkiye’de-
ki öykücülük üzerine bir röportaj yap-
tık. Keyifli okumalar.
Alakarga Yayınları’ndan çıkan ilköykü kitabınız “Öteki Kışın Kitabı” ileokuyucuyla buluştunuz. Neden öyküyazmayı seçtiniz?“Öteki Kışın Kitabı” yazın dünyamda,
“Karakış Üçlemesi” adını verdiğim üç-
lemenin ilki. Öbür ikisi ise roman ola-
rak sürüp, bitecek. Bu yüzden salt öykü
ve roman ayrımından çok yazma ey-
lemine girişme sebebimden bahse-
debilirim. Anlayamadığımız, bizi bir
karmaşanın içinde yaşıyor hissetme-
mize sebep olan izleklerin, boğucu eş-
yaların ve olayların, tuhaf bir biçimde
yolumuza çıkan ve kendi irademizle
yön veremediğimiz bir sürü şeyin,
ilişkinin, tüketilmenin, yapılıp yapılıp
yok edilmelerin, varlıklarını yaşamı-
mızın merkezine sokan insanları yaz-
mak istedim. O insanların hayatla-
rındaki küçük renk tüplerini, ayrıntı-
larını. Öyküyle başlama tercihim ise sa-
nırım onun bu başkaldıran yapısına bi-
linçli tanıklığımdan ve genelde söz-
cüklerin de sağaltıcı ve büyülü etki-
sindendir. Bir de öyküde okura, onu
ayrıntılara boğmadan, çok açık, bam-
başka bir göz önerebilirsin.
Türkiye’de öykücülük size göre ne du-rumda? Öykücülük derinleşti mi sığ-laştı mı?2000’lerin ortalarından sonra öykünün
dil ve anlatım olanaklarını zorlama ve
biçimsel gelişme göstermediğini dü-
şünüyorum. Son zamanlarda yazılan
öykülerde 1950’lerin öncesindeki gibi
sadece olay anlatmak ve bunu yapar-
ken güdümlü, gerçekçi bir dil kullan-
ma kolaycılığına kaçılması öykücülü-
ğümüz açısından tehlikeli. Öykünün
gündelik dille yazılması gerektiğine
dair tutucu bir görüş var çünkü çoğu
yazarda. Çoğu öykü birbirine benziyor,
çünkü aynı kısır dille yazılıyor. 1990’lı
yıllarda yazılan öyküler şimdi yazılan
çoğu öyküden daha heyecan verici. Şu
anki öykü damarı izleyebildiğim ka-
darıyla sıradan ve demode. Fakat çok
iyi öyküler yazan az sayıda genç öy-
kücünün de hakkını vermek gerekli.
90’ların ustaları bence çıtayı bir hayli
fazla yükseltip, öyküyü basit bir olayı
anlatır gibi yazmaktan uzaklaştırıp, sa-
natın ve edebiyatın yenilikçi yollarına
çıkardılar. Dünya ölçeğinde de iyi
eserler verdiler ancak romancıları-
mız kadar bilinemediler. Öykü, ülke-
mizde biraz daha az üzerinde durul-
muş bir yazın türü ne yazık ki. Her ne
kadar son zamanlarda roman yazıyor
olsam da öykü kitaplarının daha çok
çıkmasını, çok sayıda öykü dergisi ya-
yımlanmasını umuyorum.
Kitabınızın isminin debelirttiği gibi, her öykü-de kış, fırtına hissedili-yor. Kışın sizin için an-lamı ne, neden kış?Kış her insan gibi bende
de karanlık ve kasvetli
çağrışımlarla ilerlememe
neden oluyor yazdıkla-
rımda. Kış, kar, çocuklu-
ğumuzda, gençliğimizde
hiçbir zaman varsıllığa
denk gelmemiş, hep bir
şeylerin eksikliğini duyur-
muştur bize, gizliden gizliye. Yazma-
ya ve anlatmaya çalıştığım, kıştan çok,
“Öteki Kış”.
Öykülerinizin dili alışılmışın dışında.Genelde cümleler yarım veya olduk-ça kısa. Cümlenin kelimelerinin herbiri bölünmüş. Bu tarz bir dili nedenseçtiniz?1995 yılında, ilk yazmaya başladığım
zamanlar ben de alışılmış cümleler ku-
ruyordum. Sonrasında uzun bir süre
ara verip yeniden döndüğümde “na-
sıl anlatsam?” kaygısını yaşamaya
başladım. İçimde yazmak istediğim her
şeyi nasıl damıtabilirdim. Biçimsel ve
dil olarak sahte bir gerçekçiliğe hiçbir
şekilde yanaşmadan şiirsel ve imgesel
bir yazı anlayışı yakalamaya çalıştım.
Kitapta uzun cümlelerim de var. O fi-
kir ya da duygu beni uzun uzun an-
latmaya sürüklüyorsa bazen uzun da
yazıyorum.
Her öykünüzde karakterler oldukçafarklı ve öyküleriniz bu açıdan ol-dukça zengin. Karakterler ilginç, herseferinde bambaşka bir hayata dâhilolduğunuzu hissediyorsunuz. Ka-rakterlerinizin oluşumunda neler-den besleniyorsunuz?Hayal gücümden. Kurgu ve deneysel
yazma özgürlüğümden. Ayrıca iyi bir
yazarın sadece kendi içine bakarak
yazması kısa bir süre sonra köreltiyor
onu. Artık yazamıyor ya da tekrara dü-
şüyor. Benim de yeni yeni anladığım
bir algı bu. Kendi karakterlerimi ya-
ratırken artık eskisi kadar içime bak-
mıyorum. Başka hayatları, varoluşla-
rı, insanları da “görmek” gerekiyor.
Okuma kültürümü de dünyası farklı,
başka yazarları keşfederek genişlet-
meye çabalarım hep.
Böylelikle kendi dün-
yamın uzağında kalan-
ların zengin ayrıntıları-
nı da gözlemlerim. Kur-
macayla paralel yaz-
mak zaten özelliksiz
karakterleri dışlar.
Öyküleriniz pek çokedebiyat dergisinde ya-yımlandı. Hatta enson, ilk sayısıyla oku-yucuya ulaşan “SarnıçÖykü” dergisinde öy-
künüz yayımlandı. Öykücülüğün ge-lişiminde dergilerin rolü nedir sizce?Yeni yeni yazmaya başlamış ve sesini
duyurmaya çabalayan bir yazar adayı
için büyük ölçüde çok önemli bir rolü
var tabii ki. Öykücü, dergilerde ya-
yımlanan çağdaşlarının ya da ustala-
rının neler yazdığını gözlemleyip ken-
di yazın dünyasını da geliştirmek zo-
runda hisseder kendini. Daha farklı ve
daha yeni yazmaya çalışır. En azından
çalışmalıdır. Dergiler her şeyden önce
daha nitelikli öyküler, öykücülüğümüz
hakkında kuramsal metinler yayımla-
yarak öykücülüğümüzün çıtasını yük-
seltebilir.
Bugün Türkiye'deki edebiyat dünya-sında (yayınevleri, editör kadroları,yazarlar, edebiyat dergileri vb.) gençyazarların önceliği ve öncülüğü ne du-
rumda? Tatmin ediciliği konusundane düşünüyorsunuz?Bu biraz ülkemizdeki okur sayısıyla da
ilintili aslında. Okumuyoruz. Düzen-
li dergi takip edenlerimizin sayısı az.
Çoğu yayınevi öykü kitabı basmaktan
yana satmaz endişesiyle olumsuz gö-
rüş bildiriyor yeni ve genç yazarlara.
Ülkemizin toplumsal ve sanatsal du-
rumu da tetikliyor bunu. İthal fikirle-
ri beğeniyor. Çoğu taklit. Düşünmü-
yor. Yaratıcı değiliz. Yayınevleri tari-
hi ya da cinselliğin sulandırıldığı, şid-
det ve silah içeren romanlar, kitaplar
bekliyor yazardan. “Alakarga Yayın-
ları”nı kitabımı yayımladıkları için
değil gerçek anlamda yeni yazarlara
destek olma ve en ufak bir kâr güt-
meden yalnızca nitelikli ve iyi edebi-
yatın peşinde koştukları için tebrik ve
teşekkür etmek gerekir. Bu, sadece bir
yazarın değil, yazmak isteyenlerin de
inancını tazeliyor. Yayınevlerinde öy-
kücüler için kitap yayımlatmak zor bir
olasılıkken, dergiler genç yazarlar için
inanılmaz objektif davranabiliyorlar.
Sarnıç Öykü, “sadece iyi öykü” slo-
ganıyla yola çıkıp sonraki sayılarında
genç yazarlara çok yeni kapılar açıp
kendilerini gösterme imkânı suna-
cak. Notos, Kitap-lık, Sözcükler ve di-
ğer dergiler de edebiyatımıza yıllardır
yeni öykücüler kazandırma konusun-
da çok tarafsız ve nitelikli öykü ya-
yımlamada yeterince titizler. Hem
okuyanların hem yazanların öncelik-
le dergileri sahiplenmeleri gerekiyor.
Bir dönem peş peşe dergiler kapanır-
ken şimdi birilerinin cesaretle bunun
üzerine gidip yeniden yeniden dene-
meleri de mutluluk verici.
(Öteki Kışın Kitabı, Bora Abdo,Alakarga Sanat Yayınları, 128 s.)
Öyküleriyle farklılığıyakalayanlar
Anlayamad���m�z, bizi bir karma�an�n içinde ya��yor hissetmemize sebep olan izleklerin, bo�ucue�yalar�n ve olaylar�n, tuhaf bir biçimde yolumuza ç�kan ve kendi irademizle yön veremedi�imiz
bir sürü �eyin, ili�kinin, tüketilmenin, yap�l�p yap�l�p yok edilmelerin, varl�klar�n� ya�am�m�z�nmerkezine sokan insanlar� yazmak istedim
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
2000’lerinortalarından
sonra öykünün dilve anlatım
olanaklarınızorlama ve
biçimsel gelişmegöstermediğinidüşünüyorum.
Son zamanlardayazılan öykülerde
1950’lerinöncesindeki gibi
sadece olayanlatmak ve bunu
yaparkengüdümlü, gerçekçi
bir dil kullanmakolaycılığına
kaçılmasıöykücülüğümüz
açısından tehlikeli
Bora Abdo
Köpekler ve Efendiler
“Cennette torpil geçilir. Eğer hakkıy-la değerlendirilseydi, siz dışarıda kalır-dınız ve köpeğiniz içeri girerdi.”
Mark Twain
Bu hafta okuduğum kitaplar arasında
Andrew O’Hagan’ın “Maf” kitabı diğer-
lerinden biraz öne çıktı. Bu öne çıkışta ki-
tabın edebi değerinin fazlalığı, yazımın-
daki kalite vb. den ziyade, edebi açıdan bu
köşede işlenebilecek ve biraz da başka yer-
de rastlanabileceğinden daha farklı bir ko-
nuyu ele alma fırsatı sunduğu için beni
daha fazla heyecanlandırdığını söyleye-
bilirim. Andrew O’Hagan’ın 1968 İskoç-
ya doğumlu olduğunu, henüz genç bir ya-
zar olmasına karşın kurgusal anlamda Our
Fathers (1999), Personality (2003), Be
Near Me (2006, O’Hagan’ın kitapları
arasında kişisel favorimdir, kültür şoku ya-
şamak için bire birdir) ve nihayetinde Maf
(2010, Tembel Hayvan Yayınları bu yıl di-
limize kazandırdı), kurgu dışı
olarak da The Missing (1995,
kayıp insanlar hakkında de-
rin ve etkileyici bir kitaptır)
ve The Atlantic Ocean
(2008) kitaplarını yazdığını
hatırlayalım. “Maf” temel
olarak Marilyn Monroe’nun
köpeğinin gözünden Mon-
roe’yu, dönemi ve dolayı-
sıyla hayatı anlatmak üzere
kurgulanmış bir roman.
Monroe, Sinatra, mevzu-
bahis dönem (60’lar) ve bir
köpeğin gözünden her şeyin anlatımı gibi
ilk çırpıda orijinal görünen bir kurgu
(yazının devamına bakınız) bir araya ge-
lince, oldukça kazanan bir formül ortaya
çıkmış görünüyor. “Maf”ın Hollywood ta-
rafından da keşfedilmesi as-
lında sürpriz sayılmaz ve
açıkçası kendi adıma, filmi-
nin, kitabından daha başarılı
olacağını düşünüyorum, ne-
denlerine ve incelemeye bi-
razdan geliyoruz.
ANLATICIKÖPEKLERİlk evcilleştirilen hayvan
olmasıyla birlikte köpekler,
insanlar ile tarih sahnele-
rinde hep yan yana bu-
lunmuşlardır. Kendilerine biçilen eşlik
etme görevi zaman zaman insani kendi
özümüzü açıklamakta da bizlere yardımcı
olduğundan ve yadsınamaz gerçeklikle-
rini göz ardı edemeyeceğimizden dolayı
da edebiyat tarihi boyunca da kitapların
içerisinde en az efendileri kadar unu-
tulmaz karakterlere dönüşmüşlerdir. Ör-
neklemek gerekirse “Odyssey”den Argos,
“Oz Büyücüsü”nden Toto, “David Cop-
perfield”den Jip, Stephen King’den
“Cujo”, “Peter Pan”den Nana, Jack Lon-
don’dan “Beyaz Diş” ve niceleri sayıla-
bilir. Öykünün yan karakterleri ve ana te-
malarını oluşturmanın yanında, “Maf”ı
okuyan belirli kişilerin de fark edebile-
ceği üzere edebiyatta köpekler zaman za-
man kurgunun içinde anlatıcı koltuğuna
da oturabilirler. Nasıl oturmasınlar ki bü-
tün dünyaları kokularla renklenen, nor-
mal koşullarda sahiplerinin bacaklarının
veya ayaklarının hizasında dünyayı sey-
reyleyen ve bağlılığın ne demek olduğu-
nu varlıklarıyla kanıtlayan insanlığa lü-
tuf bu canlıları bazı şeyleri anlatmak için
koltuğa oturtmayıp da kim oturtulacak-
tır ki? Aklıma belli belirsiz köpek eğiti-
mi görüntüleri geliyor. Asıl olan köpek-
lerin de sahiplerini hem de bu işi şova
dökmeden adım adım bazı konularda
eğitmeleridir. Köpekleri olan okuyucu-
larımız ne demek istediğimi hemen an-
layacaktır.
“Maf”ın orijinal bulunan
yanlarından biri olarak gö-
rülen Marlyn Monroe’nun
ve döneminin öyküsünün
bir köpeğin gözünden anla-
tımı aslında zannedildiği ka-
dar da dahiyane bir fikir
veya bir yenilik değildir. Ön-
cesine gidersek orada Paul
Auster’ı ve “Timbuktu” (Can
Yayınları, 1999) romanını
görürüz. Paul Asuter’ın
ölümsüzleştirdiği Mr. Bo-
nes’da (Kemik Bey) öykünün ana anla-
tıcısıdır. Brooklyn’i ve şair sahibi Willy’nin
öyküsünü bizlere anlatır. Ama durun bir
dakika! Aynı yıla gidelim ve benim de fa-
vori yazarlarımdan biri olan John Ber-
ger’in “King: A Street Story” (1999,
Kral: Bir Sokak Hikayesi,
Metis Yayınları 2001) kita-
bını da hatırlayalım. Şüphe-
siz “Kral” bir köpeğin gö-
zünden gerçek dünyanın na-
sıl anlatılması gerektiğinin
en güzel örneğidir. Bir kişi
durumuna sokularak can-
landırılan köpeği dünya, ger-
çeklik ve efendileri hakkında
konuştururken düşülecek tu-
zaklardan biri şüphesiz köpeği
tamamen gerçekliğin dışına it-
mektir. Bu bakımdan köpeği anlatıcı
konumuna koyarak pek çok öyküde ol-
duğu gibi can yoldaşı olmak vb. gibi ko-
nularla beraber tamamen her şeyi kari-
katürize edip bir mizah öyküsü yazmak
ne kadar kolay ise “Maf”, “Timbuktu” ve
“Kral”daki gibi gerçek bir drama, gerçek
bir anlatıyı sunmak ise o kadar zordur.
Yazıp yazmamak konusunda yazarının eli
bağlanacağından, yazıyı çelişkilere sok-
mak, hatta tamamen sahte görünümle-
re büründürme riskini de taşımaktadır.
Bu açıdan John Berher’in şu ana kadar
edebiyat tarihinde bunu hakkıyla tek
başaran yazar olduğunu söylememiz ka-
çınılmaz. Nedenlerine gelirsek, gerek
“Timbuktu”da gerek “Maf”da çok fazla
sonradan eklenildiği belli olan faktörle
karşılaşırız. Söz gelimi “Maf”ta köpeğin
felsefi düşüncelere gön-
derimleri sıklıkla olduk-
ça eğlenceli bir okuma
serüveni sunarken bu
öğretilmiş düşünce tar-
zının roman boyunca
fazla zorlandığını ve ya-
zarının sıklıkla karak-
terine müdahale edip
durum veya durumlar
için yorumda bulunma
zorunluluğu ortaya koy-
duğunu görürüz. Yine
“Timbuktu”da Bay Ke-
mik’in eylemleri ve ha-
reketleri örtüştürül-
meye çalışılırken, gerçek dünyanın bir
nebze de olsa ona ayak veya dayanak sağ-
lamak amacıyla eğildiğini ve önüne ke-
mirmesi için atılan bir kemik durumuna
indirgendiğini görürüz. Bay Kemik, sa-
dece kendi inandırıcılığını
tıpkı “Maf” gibi örsele-
mekle kalmaz aynı za-
manda Şair Willy, Mon-
roe ve dönemi de birer sis
perdesinin arkasına iter.
EFEND�Y� GÖZARDI ETMEK “Maf”ta en çok dikkat
çeken kusurlardan biri
her ne kadar yazar gön-
derimde bulunduğu ge-
rek edebiyat gerekse fel-
sefi eserlerde inanılmaz bir başarı yaka-
ladıysa da Monroe’yu, terapi seansları ha-
ricinde gerçek bir karakter olmaktan
sıklıkla uzaklaştırır. Hâlbuki bu tip an-
latımın en vurucu yanı olan “efendileri
hakkında olma” etkisini tamamen yitirir.
Böylelikle de kurguyu da bir anlamsızlık
silsilesi içine itmiş, daha çok yazarın
kendi vızıltılarını (rant) söylevlere yaymak
adına kullandığı paravanı kaldırmış olur-
sunuz. Gerek “Maf”, gerek “Timbuk-
tu”nun yaşadığı temel sorunlar bunlardır.
Yanlış anlaşılmasını istemem, eğer John
Berger’in “Kral”ı –ki muazzam bir eser
olmasını tamamen her şeyi doğal bırakıp,
gerçekleri ve karakterleri manipüle et-
meden, dolaylı anlatıma kalkışmadan
ve sabit, süreğen dra-
ma faktörü ile oku-
yucuyu baş başa bıra-
kan yazınına borçlu-
dur- yazılmamış ol-
saydı ve en azından
ben okumamış olsay-
dım her iki kitaptan
da (“Maf” ve “Tim-
buktu”) etkilenmiş ola-
bilirdim. Ancak so-
nuçta aynı eksiklik his-
lerini taşıyacaktım. Bir
bakıma bu nedenle
“Maf”ın kurgusunun
kurbanı olduğunu söy-
lemek mümkün. Aksi halde kitap için de-
vasa boyutta bir araştırma ve olgunlaşma
sürecinin geçtiği açıkça görülüyor. Pek
çok edebiyat eserine, felsefeye (özellik-
le de içinde hayvanları da barındıran fel-
sefi görüşlere) ve döneminin
olaylarına –ki yazar 60’lı yılları
gözlemleyebilecek kadar ya-
şayamamış olmasına karşın,
bu eksikliğini hiç sezdirmiyor-
dönük kullanılan referanslar
oldukça zengin ve kitabı ba-
şından sonuna kadar götür-
menize yardımcı oluyor. Kısa-
ca özetlemek gerekirse, kur-
gusundaki kusurları göz ardı
edebilirseniz okuyunca piş-
manlık uyandıracak cinsten bir
kitap kesinlikle değil.
Her şeye rağmen “Maf”ın kurgusuna
derin bir iç çekişle beraber, bu hafta da
John Berger’den bir alıntıyla vedalaşalım:
“Bir daha hiçbir hikâye, bir tek o varmış
gibi anlatılamayacak.”
(Maf, Andrew O’Hagan,Tembel Hayvan Yay.,
Çev: Cihat Taşçıoğlu, 307 s.)
28 EYLÜL 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP
M. SALİH [email protected]
Andrew O’Hagan
John Berger
Paul
Asu
ter
TANRILA�MA ZORUNLULU�UYA DA �NSANIN YETERS�ZL���“Eğer Tanrılardan oluşan bir halk olsaydı, de-
mokratik olarak yönetilirdi” (Rousseau,
Toplum Sözleşmesi, III. Kitap, Bölüm IV).
Jean-Luc Nancy’nin Murat Erşen tarafından
çevrilerek Monokl Yayınları tarafından 2010
Ekimi’nde basılan “Demokrasinin Hakika-
ti” adlı kitabı bu alıntıyla başlıyor. Kitabın so-
nuna eklenen, Nancy’nin 28 Ekim 2010’da İs-
tanbul’da Demokrasi Fikri adlı konferansa
sunduğu metnin çevirisini de Atakan Kara-
kış üstlenmiş. Bu metnin adı ise “İle-olmak
ve Demokrasi”. Dolayısıyla, bu kitapta iki ayrı
metin bulunmaktadır.
Alıntıya dönersek, Rousseau’nun bu sö-
zünde halkın bireylerinin demokratik olarak
yönetilebilmesi için insanlıklarından kur-
tulmuş olması gerektiği imleniyor. Dolayısıyla,
ima açıktır: İnsan kendi kendini yönetmeye
hali hazırda muktedir değildir, ya da böyle bir
yönetim demokratik olamayacaktır. İnsan
kendini aşabilmeli, Tanrılaşmalıdır. Burada,
Nancy’ye göre örtük bir teolojik tutum var-
dır. Dinin aşılması olarak yeni bir insan do-
ğası, yeni bir insan gereklidir. Yeni insan, Tan-
rı’yı gereksizleştiren yeni bir Tanrı’dır, bu ta-
hayyüle göre. Rousseau’nun insanın yeter-
sizliğinin çözülemez olduğunu, yani insanın
kendisini aşamayacağını düşünmemiş olsa da
alıntının anlamı insanın insan olarak de-
mokrasi hayalinin ulaşılamaz olduğudur.
68’�N GERÇEK ANLAMIİnsanın çobanını aradığı, ya da başına diki-
len çobanın oluşturduğu siyasi biçimler se-
risinin serimlendiği tarih boyunca bireyin ve-
rili koşullar tarafından biçimlendirildiği bir
ortamda Rousseau’nun bunun aksini dü-
şünmesi olanaksızdır. Ancak, Nancy’nin dik-
kat çektiği tarih bu olanaksızlığın düşünül-
düğü 1968 yılının Paris’idir. Sarkozy’nin 29
Nisan 2007’de 68 ruhuna yönelik saldırısına
cevaben Nancy’nin söyledikleri bu olanaksıza
işaret eder: “68’in derin hareketi, kendinde
siyaseti ve kendinde kapitalizmi muhatap alı-
yordu. Ateşliliği, işletmeye dayalı demokra-
siye çatıyordu ve daha da önce, teşebbüs edi-
len şey, demokrasinin hakikati üzerine bir sor-
gulamaydı” (s. 9). 68 bu anlamıyla bitmeyen
ve bu nedenle ölmemiş ve mirası olmayan bir
süreçtir (s. 11). Ancak, 11. sayfada yer alan
çevirmen notuna katılmıyoruz. Notta 68’in
“Türkiye’yi de kapsayacak şekilde” tasa-
rımlandığı bir ifade yer almaktadır. Türki-
ye’nin 68’i bambaşka koşulların ürünü ve
bambaşka ürünleri veren bir olaydır. Bunun
tartışmasına burada girmek kitaptan kopmak
olacaktır. Kısaca değinmek yerindeyse Paris
68’i yaratan Türkiye gibi ülkelerin 68’i, yani
milli kurtuluş hareketidir. Bu nedenle Paris
68, Che Guevera, Castro, Ho Şih Minh, Cha-
ru Mazumdar ve Mao gibi komünist ve
milli kurtuluşçu liderleri bayrak edinmiştir.
Onlarda yakaladığı damar, yeni bir sosyalist
seçenek olduğu kadar yepyeni bir teori or-
taya çıkarmalarıdır: Marksizmin kara kaplı
defterindense, ezberleri bozan yepyeni bir
kurtuluş teorisi.
ÖVÜLEN 68’�N BA�ARISIZLI�IDIR. Bu kurtuluş teorisi tam da Nancy’nin değin-
diği şeyin demokrasinin yeniden, halkın sa-
vaşımı içerisinde keşfidir. Nancy’nin sorgulama
dediği şeyin tarihteki temsili Mao’nun Kültür
Devrimi’dir. Kültür Devrimi’nin nesnelliğin-
den çok Avrupa’nın devrimci kuşağının üze-
rindeki etkisi burada belirleyici olmuştur.
Avrupalı’nın Avrupalılığını sorguladığı bir
ortamda bundan başkası da beklenmezdi:
“Avrupa, hangi ölçüde artık
olmuş olduğunu sandığı şey ol-
madığını ya da, belki, hangi öl-
çüde yine de doğurmaya ça-
baladığı şey; yani ruhani ken-
dilik ve jeopolitik birlik olarak
‘Avrupa’ haline gelemediğini
görmüyordu” (s. 15). Avru-
pa’nın bu körlüğüne karşın,
devrimci kuşak, bu körlüğün ar-
dındaki gerçeği, Vietnam’ın,
Küba’nın direnişini yakalama-
ya çalışıyor ve kendisi için yeni
bir kurtuluş tasarlıyordu. Bu
kurtuluş varoluşsal bir müca-
deleydi ve varolmak yerine
uyumlu olmayı seçti. Varolanı sorgulama
hali olarak, Nancy’nin övdüğü politik belir-
sizlik, esasında 68 hareketinin başarısızlığının
öznel nedenini ortaya koyuyordu: Önderlik
veya liderlik eksikliği. Bu eksiklik tarihin öz-
nesi olacak bir tözün yokluğu anlamına geli-
yordu. Bunun varlığında ise tabu sözcük olan
“totalitarizm” hortlayacak ve Stalin’in beliri-
şinden korkanlar dağılacaklardı. Avrupa’nın
nesnelliği buydu. Bu bahsi kapatıyoruz.
DEMOKRAS�N�N �Ç ÇEL��K�S�N�NKE�F� OLARAK PAR�S 68“Yüzeysel bir şekilde: saldırıya uğrayan de-
mokrasiyi gördük, ama onun da kendisini sal-
dırılara açtığını ve eskiden olduğu gibi savu-
nulmaya olduğu kadar yeniden icat edilme-
ye de ihtiyaç duyduğunu anlamadık. 68, böy-
le bir icada olan ihtiyacın ilk ortaya çıkışıdır.”
(s. 20). Nancy’nin de dediği gibi hastalığın
semptomunu belirtmesi açısından Paris 68’in
olumlu bir işlevi oldu. Demokrasinin sürek-
li kılınması gerekliliği aksi halde sekteye uğ-
rayan kesikli demokrasinin oligarşik bir ti-
ranlığa dönüştüğü Paris 68’in hazin sonucu-
dur. Böyle bir ortamda yeniden olumsuz bir
varoluşçuluk, Nietzschecilik hortlamıştır.
Nancy’nin de dediği gibi “Nietzsche’nin ‘tüm
değerlerin yeniden değerlendirilmesi çağrı-
sı’ edimsel hale geliyordu” (s. 21). Tüm de-
ğerlerin yeniden ele alınışı, değersizleşme so-
nucunu ürettirmişti Avrupalı aydına. Bu de-
ğersizleşmenin sonucunda değer salt bir mü-
badele ortamı sağlamış, kapitalist değiş-tokuş
üretim olmaksızın hayatı mübadele etmiştir.
Bu yanıyla artık herşey politiktir.
Her şeyin politik oluşuna karşı bir baş-
kaldırı olarak 68, “artık gerçeğin ters yüz edil-
miş yansısı değil, düşünce gövdeleri, fikirle-
rin biçimlendirilmesi”ni arzuluyordu. (s.
25). Ters yüz edilmiş gerçeklik olarak Marx’ın
ideoloji tanımına örtük olarak yer veren
Nancy, ideolojisizleştirilmiş gerçeklik olarak
hakikatin izini sürdüğü 68
okumasında, genel olarak
tarihi, genel olarak halkı,
genel olarak insanlığı değil,
tekil insanı, somut insanı, de-
mokratik yönetimin öznesi
ve nesnesi olarak halkı ara-
maktadır. Varolan çokkül-
türcülüğe karşı özgürlük
arayışının bir temsili ola-
rak ararken günümüzün
kandırmacalarını betimli-
yor: “Bugün demokrasiye
dair gerçek ya da sözde öz
eleştiriler etrafında pek çok
muğlaklık baş gösterebilir.
Aslında demokratik ilkeler kendilerine kar-
şı döndürülebilir ve ‘insan hakları’nı saptır-
mak için fazla aşikar bir zayıflıktan yararla-
nılabilir, tıpkı dini tutumlara karşı yürütülen
eleştiriler ‘ırkçılık’ olarak nitelendiğinde ya
da, siyasi olarak ‘doğru’ ile ‘çokkültürcü-
lük’adına kadınların bağımlı kılınmasını ak-
lamak için çözümler üretildiğinde yapıldığı
gibi.” (s. 29). Bu sahte demokrasinin karşı-
sında gerçek demokrasinin belirmesi bir
anlamda “çokkültürcülük”ün kabul edeme-
yeceği bir hakikat arayışını zorunlu kılar. An-
cak, aranan hakikatin bulunmasıyla, ya da bu
yolda yürünmesiyle çokkültürcülüğün de-
ğersizliğinin örttüğü değer ortaya çıkabilir ve
değeri örten örtü kaldırılabilir.
HERKES�N HERHANG� B�RK�MSE OLAB�LD���DEMOKRAS�: KOMÜN�ZMBu örtü kaldırıldığında somut insan belire-
bilir. Somut insanın herhangi bir insan ola-
bildiği düşünülürse (aksi takdirde belirli in-
sanlar kimi nitelikleri dolayısıyla somut ola-
caktır ve bu somutluk diğer bazılarını soyut
kılacaktır yahut bu nitelikler soyutlukları ne-
deniyle insanı insan olmayan yoluyla insan-
laştırmış olacaktır. Her şekilde somut insan
elde edilemeyecektir) Nancy’nin radikal-
leştirilmiş demokrasi olarak komünizmi
açıklık kazanacaktır: “Eğer demokrasinin bir
anlamı varsa, bu; içinde, hep birlikte, herkes
ve herkesten biri olma biçimindeki gerçek bir
olanağın ifade edildiği ve tanındığı bir arzuya
– bir istence, bir beklentiye, bir düşünceye –
ait olandan başka bir yerden ve başka bir sa-
ikten hareketle saptanabilir olan bir otoriteye
sahip olmama anlamı olsa gerektir.” (s. 31).
Bu sahip olmama bir bakıma hayatın ku-
caklanması demek olacaktır. Zira, politika,
hayatın geri kalanını dışarıda bıraktığı hal-
de içine almış gibi yapar. Bu nedenle de-
mokrasi, politikanın olanağını ortadan kal-
dırmakla yükümlüdür (sınıf çatışması). Ha-
yatın kucaklanması politikanın gerçek an-
lamda aşılması olacaktır. “Egemenlik hiç kim-
sede konumlandırılamaz, hiçbir çerçevede be-
timlenemez, hiçbir anıtta yükseltilemez...
Bu anlamda demokrasi anarşiyle eşdeğerli-
dir... Demokratik kratein (yönetme), halkın
iktidarı; en önce archie’yi (erki) mat etme ve
sonra da, böylece aydınlığa kavuşturulmuş
sonsuz açıklığın, herkes ve her bir (birey) ta-
rafından üstlenilmesi iktidarıdır.” (s. 64 – 65).
Bu açıdan bakıldığında “hepimiz birimiz, bi-
rimiz hepimiz” şiarı demokrasinin, demok-
ratik siyasetin en özlü ifadesidir.
Hayatın gerçekliğinde herkesin bir olduğu
bir hakikat vardır. Bu anlamın ortaya koy-
duğu şey dünyaya yaklaşıldıkça, uzaklaşıldı-
ğında elde edilen ayrımların gerçek ayrım-
ları örttüğünün ve gerçek birliği bulandırdı-
ğının görünmesidir. “Demokrasi anlamın iç-
kinliğinin bir yönetim biçimine ad verir – hal-
ka içkinlik, olanlar bütününe içkinlik, dün-
yaya içkinlik.” (s. 91). Dünyaya içkinliğin so-
nucu bellidir: laiklik, hayatın sonsuzluğu
nedeniyle sürekli olarak gerçeğe ulaşma ve
gerçekliği biçimlendirme olarak praksis ve sü-
rekli olarak erki ortadan kaldırma olarak dev-
rim. İşte bu süreklilik demokratik olanın ifa-
desidir. Bu yönüyle demokrasi politika ya da
politik bir biçim değildir (s. 67), aksine po-
litik mücadele sonucu ortaya çıkabilen ancak
ortaya çıkışı ile politikayı aşan ve onu orta-
dan kaldıran bir hakikattir. Bu hakikatin na-
zarında herkes eşittir. İşte bu hakikat de-
mokrasinin hakikatidir, komünizmdir.
(Demokrasinin Hakikati, Jean-LucNancy, MonoKL, Çev: Murat Erşen, 96 s.)
“Demokrasi, bir biçimde ‘komünist’ de olmas� gerekti�ini, aksi takdirde, arzudan, yaniruhtan, solukyan anlamdan yoksun, sadece zorunluluklar� ve ç�kar yollar� i�leyen bir vekil
olaca��n� yeterince belle�inde tutamad�”
28 EYLÜL 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Hayatı yakalayan demokrasi:Komünizm
CENK ÖZDAĞ[email protected]
28 EYLÜL 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
Jean-Paul Sartre’ın ifadesiyle “ahlakçılar ge-
leneğinin günümüzdeki mirasını sahiplenen”,
iflah olmaz hümanist Albert Camus önemli
bir noktada durur. Kanımca gençleri ya da çok
geniş bir kitleyi etkilemesinden gelmez bu
önem. Yahut daha geniş bir kitlenin onu sa-
hiplenmeye çalışmasıyla alakası yoktur bunun.
Camus’nün önemini anlamamızı sağlayan
İletişim Yayınlarından çıkan Stephan Eric
Bronner’in, “Camus: Bir Ahlakçının Portre-
si” adlı kitabı okuyucuyla buluştu.
7 Kasım 1913’te doğan Albert Camus’nün
çocukluğu bir Fransız sömürgesi olan Ceza-
yir’de geçmiştir ve Bronner’in ifadesiyle bu ço-
cukluk, ona sefaletin ne demek olduğunu öğ-
retmiştir. Camus, o yüzden, çokça ifade etti-
ği gibi “güçsüzlerle içten bir şekilde empati”
kurabilmiştir. Bu yüzden “Başkaldırıyı sefa-
letten değil, Marx’tan öğrendim.” diyecektir
sonraları.
Camus’nün empati kurabilmesinin özün-
de yalnızca sefaleti yaşayarak öğrenmesi yat-
maz. Doğduğu ve ergenliğine kadar yaşadığı
Cezayir’in Belcourt kentinin demografik ya-
pısının etnik dağılımıyla da
alakalıdır bu. Biraz da Tanrı’ya
ulaşma biçimleri farklı olan
inanç sistemlerine tapınan in-
sanların aynı uzamı paylaş-
malarıyla alakalıdır. Belcourt;
Müslümanlar, Avrupalılar ve
Museviler’in bir arada yaşadı-
ğı kozmopolit bir uzamdır.
Kopkuyu karanlıkların için-
de geçer Camus’nün çocuklu-
ğu: Yoksulluk, kitapsızlık, sev-
gisizlik... Henüz bir yaşındayken
kaybettiği babasından belle-
ğinde hemen hiçbir şey kal-
maz. Baba Lucien, Lucien Ca-
mus’nün doğmasından kısa bir
süre sonra, mutsuz kitleyle birlikte, mutlu ve
onurlu bir şekilde ölmek için Marne Savaşı’na
çağırılır; kısa bir süre sonra geriye dönen ken-
disi değil, ölüm haberidir.
Mondavi Köyü’ndeki evi bir yas bürü-
müştür artık. Bir şarap fabrikasında çalışan
baba Lucien öldükten sonra Camus ailesi (İs-
panyol kökenli, okuma yazması olmayan,
kulakları sağır olan ve güçlükle konuşabilen
anne Catherine, abi Lucien Camus, Albert Ca-
mus, Katherine’nin annesi ve abileri Joseph
ile Ettienne) Belcourt’taki Proletarya semtinde
oturan Katherine’nin annesinin yanına taşı-
nırlar. Üç odalı küçücük bir dairede yaşaya-
caklardır artık. Camus, sonraları, hem mad-
dî hem manevî sefaletin yaşandığı bu kapka-
ra uzamı “Defterler”inde anlatacaktır.
Gariptir: Yaşanan bunca acının, yokluğun
ve sıkıntının ardından hiçbir yakınma belirti-
si görmeyiz Camus’de. Aksine, mutluluğun mi-
nicik bir yerine tutunarak yaşayan bir Camus
görürüz: Çocuk Camus’dür bu. Minik yüre-
ği heyecanla atan ufak bedenli Camus’dür.
1930’da, ilk tüberküloz atağını geçirecek ve
“hasta olacak olan” Camus’dür.
1918’de bir devlet okulunda ilkokula baş-
lar. Orada, “ikinci babam” dediği öğretmeni
Louis Germain ile tanışır. 1957 yılında yaptı-
ğı Nobel konuşmasını ona ithaf edecektir Ca-
mus. Hayatında hep önemli bir yeri işgâl ede-
cektir Germain.
1924’te, Cezayir Lisesi’ne bursla girer. Am-
cası ile birlikte yaşar. Göz alıcı ve aynı zamanda
bir uyuşturucu bağımlısı olan aktrist Simone
Hie ile bu yıllarda tanışacaktır. Evlenirler.
Uzun sürmez. Bunda, Simone’nin madde ba-
ğımlılığını yenememesi en önemli sebebi
oluşturur. Camus, Simone ile birlikte olduğu
ve ayrıldığı zamanlarda yanında olan ve ha-
yatının sonuna kadar yakın arkadaş olacağı iki
öğrencisi Jeanne- Paul Si-
card ve Marguerite Dob-
renn’le tanışır bu süreçte.
Onları birbirlerine bağlayan
tiyatro sevgisidir, sanat sev-
gisidir, bohem yaşama tarz-
larıdır ve Komünist Parti’ye
üye olmalarıdır. - Fakat Ca-
mus artık Komünist Parti’ye
üye değildir- Üçlü, Ceza-
yir’in tepelerinde birlikte
yaşayacakları aynı eve taşı-
nırlar: “Dünyanın Ucunda-
ki Ev”e.
“Dünyanın Ucundaki
Ev” önemlidir. Bir kaçış uza-
mı olarak çıkar karşımıza.
ANLAMSIZ B�R DÜNYADAANLAMLAR OLU�TURMAKStephan Eric Bronner, Camus’nün eserleri-
ni keskin çizgilerle olmasa da zaman bağla-
mında birkaç bölüme ayırır. İlk dönemi oluş-
turan eserleri “absürd” üzerine kuruludur. An-
lamsız bir dünyaya sıkışan bireylerin sıkıntı-
sı ve varoluş problemlerini ortaya koyar Ca-
mus bu dönemde. 1937 yılında yayımlanan de-
nemesi ve aynı zamanda ilk çalışması “Mut-
lu Ölüm”, Aziz Augistine’in ilk çalışması
olan “Mutlu Yaşam”a ironik göndermelerde
bulunur. “Varoluşuna karşı bir yorgunluk” his-
seden ve “doğal ölüm” beklemeye zorlan-
maktan şikâyet eden kötürüm öğretmen
Zagreus, öğrencisi başkahraman Mersault ta-
rafından öldürülür. “İşyerinde onu bekleyen
kaderden” nefret eden ve eski öğretmeninin
parasının çekimine kapılan Mersault, cinayete
bir intihar süsü vermeye çalışır ve “mutlu bir
yaşam sağlama umudu” ile
Zagreus’un paralarını çalar.
Avrupa’ya gider. Avrupa’nın
kasvetli ortamı, onun bura-
dan sıkılmasına neden olur.
Güneşi özlemiştir. Ceza-
yir’e döner. Bir kadınla ev-
lenir. “Dünyanın Ucundaki
Ev”e benzer bir şekilde,
aynı evi paylaşırlar. Camus,
burada, “pagan şehveti”ni,
düşmüş ve çökmüş olan Hı-
ristiyan dünyasına yanıt ola-
rak” sunar. Bunu yeğler.
Sonra “Tersi ve Yüzü” isim-
li eserini yayımlayacaktır.
“Mutlu Ölüm”, Bronner’in
ifadesiyle “Yabancı’nın bir
provası”dır.
D�NSEL ATE�ZM1930’lar Churchill, Hitler, Mussolini, Roose-
velt, Stalin gibi “güçlü kişilerin” olduğu bir dö-
nemdi. Dönemin gençliği gibi Camus de bu
yıllarda Halk Cephesi’ne katılarak aktivizmi
seçti ve savaşa sürüklenen kasvetli Avru-
pa’da, kendini siyasi kamplaşmaların içinde
buldu. Cezayir Komünist Partisi’ne girdi. Fa-
şizme ve haksızlığa karşı hayatının sonuna ka-
dar savaştı. Yanlış bulduklarını eleştirdi. Dog-
matizmle sürekli savaşım içindeydi. Bu yüz-
den dine mesafeliydi. Camus, Voltaire gibi din-
den bağımsız bir düşünür olmadı mesela; kar-
şı çıktığımız şeylerin bakış açısı, karşı çıktığı-
mız şeye göre belirleniyordu ne de olsa. Şöy-
le yazar Bronner: “Camus, ne bir Katolik ne
de dini batıl inançla çok benzer gören Voltaire
gibi dinden bağımsız bir düşünürdü. Dinden
bağımsız bakış açısı, karşı çıktığı din inancıy-
la belirleniyordu ve bu açıdan çoğunlukla ‘din-
sel ateizm’ olarak tanınan genel bir felsefi akı-
mı tarif ediyordu. Bu akımın Friedrich Ni-
etzsche, Martin Heiddeger, Karl Jaspers gibi
felsefi savunucularının her biri radikal birey-
ler ve sofistike entelektüellerdi . Gençlik en-
dişeleri ya da politik tutkuları ne olursa olsun,
olgun düşünürler olarak onlar herhangi bir ki-
liseye mensup değillerdi, herhangi bir dini dog-
mayı benimsemiyorlardı ve herhangi bir kit-
le hareketine temel oluşturmuyorlardı.”
İkinci Dünya Savaşı ve Sovyet Rusya’nın
-Camus’ye göre- yanlış tutumları, onu sosya-
lizmden uzaklaştırdı. Partiden ayrıldı.
Camus’nün 21 Şubat 1941’de günlüğüne
düştüğü notta da belirttiği üzere üç absürd,
“Yabancı”, “Sisyphus Söyleni” ve “Caligula”yla
birlikte tamamlanmıştı.
Bu bağlamda, en çok
bilinen eserlerinden olan
“Yabancı”yı açınlamanın
gerektiği kanaatindeyim
“Absürd”ün başarılı bir
şekilde işlendiği eserde, baş-
kahraman Mersault, Bron-
ner’in ifadesiyle “yaşamın
absürdlüğü”nden çok, bu
absürdlüğe verilen bir tep-
kiyi ortaya koyuyordu. Baş-
kahraman Mersault, keyfî
ve nedensiz bir biçimde
Arap’ı neden öldürmüştü?
Mersault’un Arap’ı neden
öldürdüğü sorusuna yazarın
nesnel bir yanıtı yoktu. Ol-
mamalıydı. Camus, Mer-
sault’un bu “öldürme eylemi”nin sebebinin ve
yanıtının olmadığını göstermek için çok uğ-
raşmıştı çünkü. “Malraux, Gide, Dostoyevski,
sürrealistler ve başka yazarların içinde olduğu
bir edebî gelenekle” yanıt bulabilir bu: “Amaç-
sız bir hareket, aslında anlamsız bir dünyanın
yansımasıdır.” ne de olsa.
İkinci Dünya Savaşı, Camus ile birlikte
eserlerinin yörüngesini de değiştirecektir.
“Absürd”ün yerini “direniş meşruiyeti” ve “da-
yanışma” alacaktır. “Tek başına isyan” artık
yerini “dayanışma”, “ortaklık” gibi kavram-
lara bırakır. “Yabancı”dan “Veba”ya yaşanan
değişimin başat noktasını da bu oluşturur.
İkinci Dünya Savaşı’nın o kasvetli ortamını
yansıtan; acıyı, hüznü en iyi anlatan roman-
lardandır sonuçta “Veba”. Şöyle yazacaktır
Bronner: “Devrim, ‘varoluşu düzeltme giri-
şimi’ ve Camus’nün ‘din dışındaki yaşamda bir
yönetim kuralı’ olarak adlandırdığı şeyi açık-
ça ifade etme arzusu karşısında boyun eğer.
İşte ‘Veba’nın 1947 yılında yayımlandığında
vermek istediği mesaj buydu.”
Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ah-
lakçının Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini,
bir biyografiden çok farklı olarak kritik ede-
rek ortaya koyuyor; farklı bir okuma biçimiyle
yapıyor bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in
ifadesiyle “politik bir amacı olan, entelektü-
el bir tarih çalışması” çıkarıyor ortaya. Bize de
keyifle okumak kalıyor.
(Camus: Bir Ahlakçının Portresi, Step-han Eric Bronner, Çev: Tuğba Sağlam,
İletişim Yayınları, 189 s.)
Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus
Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ahlakç�n�n Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini, birbiyografiden çok farkl� olarak kritik ederek ortaya koyuyor; farkl� bir okuma biçimiyle yap�yor
bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in ifadesiyle “politik bir amac� olan, entelektüel bir tarihçal��mas�” ç�kar�yor ortaya
UTKU Ö[email protected]
28 EYLÜL 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
KAZUO ISHİGURO’DAN DİLİMİZE KAZANDIRILAN YENİ BİR KİTAP: “UZAK TEPELER”
Yazma serüveninin çağlar boyu sü-
rekliliği devam ederken pek çok
“yazan kişi” de bu edebiyat denizi-
ne kitaplar üretir. Fakat bunların bir
kısmı “yazar” olabilme yeterlili-
ğinde eserler vermişlerdir ve hem
okuyucunun hem de edebiyat çev-
relerinin kabullendiği isimler ol-
muşlardır. Kimi yazarlar çağından
sonra keşfedilmiştir, kimileri ça-
ğında kavuşması gereken değere
ulaşmıştır. Kimileri vardır ki ça-
ğından çok sonraya hitap etmiş ve
harcanmış, kimileri bundan kazan-
çlı çıkmıştır. Edebiyatın duygu ve
düşüncelerden çıkıp teorilere dön-
üştüğü günümüzde eserler üzerine
tezler yazılmaya başlanmış ve sos-
yoloji tasniflerinin temel kaynakları
haline getirilmişlerdir. Yazarlık
kursları dünya edebiyatına da yerel
edebiyata “yazar”lar kazandırmaya
başlamıştır. “Keşfedilmek” geçmi-
şe göre daha mı kolaylaşmıştır ya da
daha mı zordur, tartışılır, fakat ar-
tık parlayanı veya parlatılanı gör-
memek zor.
Japon asıllı İngiliz yazar
Kazuo Ishiguro
da dönemimizde
verdiği eserleri,
dili, kurgusu ile
parlayan isimler-
den oldu. Günü-
müz Batı Edebiya-
tı’nda “bestseller”
kapsamında daha
yenilir yutulur eser-
lerin arttığı dö-
nemde edebiyat
dili, kurgusu ve iç-
eriği bakımından
daha düşündürücü
ve zaman zaman
zorlayan eserler ve-
ren yazarların azalması Kazuo İshi-
guro adını daha değerli kılıyor. Japon
kökenli bir yazar olarak İngiltere’ye
göçü yaşamak ve bu nedenle içsel
olarak çok farklı iki kültürün yansı-
malarını taşıyor olmak üretilen ese-
re de taşındığı zaman elbette zen-
ginlik doğuruyor. İshiguro’nun geç-
mişinin yansıması bir çok eserinde
rastlayabileceğimiz bir şey.
UZUN B�R YOLCULUK1954’te Japonya’nın Nagazaki ken-
tinde dünyaya gelen yazar, altı ya-
şına kadar burada yaşadı. Okya-
nusbilimci olan babasının petrol
araştırmaları görevi nedeniyle İn-
giltere’nin Surrey kentine taşındılar.
Babasının kendilerini bir göçmen
olarak görmediğini ve bir gün mut-
laka geri döneceklerine inandığını
söyleyen yazar bunun tam bir göç
olduğunu 15 yaşında anladı. İlk-
okula başlayan Ishiguro, onu ma-
tematikten daha başka bir alana
yazmaya yönlendiren açıkfikirli bir
hocaya sahip oldu. Müziğe olduk-
ça ilgiliydi ve sıkı bir Leonard Co-
hen, Bob Dylan ve Joni Mitchell
hayranıydı. Sağlam bir gitar ko-
leksiyonuna hâlâ sahip olduğunu bi-
liyoruz. Liseyi bitirdikten sonra ya-
zarın otostopçuluk yılları başladı ve
ABD’de uzun süre yolculuk yaptı.
University of Kent’te İngiliz Ede-
biyatı ve felsefe okumaya başlayan
yazar daha sonra University of East
Anglia’da yaratıcı yazarlık yüksek li-
sansı yaptı. Arkadaş-
larının ona bakışı onu
sessiz ve kendi halin-
de biri olduğu yönün-
deydi fakat yazdığı ilk
metinler bu gözlemin
tersine bir tablo ser-
giliyordu. Sağlam
metinler çıkarıyordu
yazar. Bu yazımızın
da çıkış noktası olan
“Uzak Tepeler”(A
Pale View of Hills)
kitabı da yüksek li-
sans tezi olarak ka-
leme alındı.
“Uzak Tepeler”
geçtiğimiz haftalarda Yapı Kredi
Yayınları tarafından dilimize ka-
zandırıldı. Yayınevi daha önce ya-
zarın önemli iki eseri olan “Avu-
namayanlar” (The Unconsoled) ve
“Beni Asla Bırakma” (Never Let
Me Go ) kitaplarını da dilimize ka-
zandırmıştı. “Uzak Tepeler” yaza-
rın ilk romanı olması açısından ol-
dukça önemli iken ayrıca konu-
sunda barındırdığı ve karakterler-
le sembolize edilen oldukça önem-
li sosyolojik ve psikolojik olguları
bize aktarması açısından da değer
kazanıyor. Bir Japon olarak haya-
tının uzun yıllarını Nagazaki’de ge-
çirdikten sonra İngiltere’ye gitmiş
bir kadının; Etsuko’nun ağzından
anlatılıyor kitap. (Yazarın hayatın-
dan izlerin kitaba yansıdığını göre-
biliyoruz bu noktada.) Etsuko’nun
büyük kızı Keiko’nun yalnız yaşadığı
İngiltere’deki evinde intihar ettiği-
ni öğreniyor okuyucu ilk olarak. Et-
suko’nun diğer kızı Niki bu olay
sonrası annesini ziyarete geliyor
ve tam anlamıyla Batı eğitimi almış
olan Niki ile Doğu kültüründen bes-
Japon asıllı İngiliz yazar: Kazuo IshiguroArafta yaşayanlar...
“Uzak Tepeler” nesiller aras� çat��ma, gelenekçilik ve yenilikçilik çat��mas�, özgürlükler vesorumluluklar çat��mas�, kültür çat��mas� gibi pek çok arada kalm��l���n bireyler üzerindeki
psikolojik ve travmatik yans�mas�n� sa�lam bir �ekilde bize sunuyor
DAMLA [email protected]
“Uzak Tepeler” kitabı yazarın
yüksek lisans teziolarak kaleme
alındı
Kazuo Ishiguro
28 EYLÜL 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
lenen annesi Etsuko arasındaki diyaloglar
iki kültürün şekillendirdiği insanlar ara-
sındaki çatışmayı yansıtıyor. Etsuko ka-
rakterinin geçmişe dönüşleri ile toplum-
sal dönüşümün bireyler üzerindeki etkisi,
sorumluluklarla özgürlükler arasındaki
çatışma, kültür çatışması okura aktarılıyor.
NOSTALJ� �DEAL�ZM�NKARDE��D�RKazuo Ishiguro’nun nostaljiyi kullanma-
sı ve geri dönüşlerle hikâyeyi daha merak
uyandırıcı hale getirmesi eleştirmenlerce
de kitabın dikkat çekici özelliklerinden.
Şunu söylemeliyim ki bu, kitaba saplan-
mayı sağlayan önemli bir teknik. Başarı-
sız bir şekilde kurgulandığında bütün ese-
ri mahvedebilecek olan bu dönüşler Ishi-
guro’da doğru şekilde yol alıyor. Yazar nos-
taljiye verdiği önemi bir röportajında şöy-
le dile getirmiş: “Bazı durumlarda nostalji
son derece iyi duygular hissettirebilir.
Daha iyi bir dünyayı resmetmemize izin ve-
rir. İdealizmle bir tür kardeştirler.”
Yazarın “Uzak Tepeler”de anlatıcı
karakterin anlatımından geri dönüş ve nos-
taljiyi kullanması bir pişmanlık ve özlem
fikrini mi sembolize ediyor hissiyatı uyan-
dırabiliyor. Tarihsellikten yararlanma ve
hatıraların okura anlatanın gerçek za-
manda neler yaşadığına dair tahminler ya-
ratmamızı sağlarken birçok soru işareti de
yanıtsızlık ihtimaliyle karşılaşıyor. Kitaba
bu noktada bir okur olarak sunabileceğim
eleştiri -ki pek çok yabancı eleştirmen de
aynı eleştiriyi sunuyor- kitabın sonunda ce-
vapsız kalmış sorular bırakması olabilir.
SONUÇSUZSORGULAMALARKitap içinde pek çok soruyu barındırıyor ve
pek çok temayı işliyor demiştik. Etsu-
ko’nun geçmişe dönerek Nagazaki’de ha-
tırladığı komşusu Sachiko ve onun küçük
kızı Mariko ile yaşadıkları da bize çok soru
doğuruyor. Sachiko kocası öldükten sonra
kızı Mariko ile hayatta kalmaya çalışır ve
taşradaki amcasının yanından ayrılıp şe-
hirde bir kulübeye yerleşir. Bir gün Ame-
rika’ya gitme hayalleriyle birikim yapmaya
çalışır, oraya gittiği takdirde herşeyin dü-
zeleceğine, kızı için güzel bir geleceğin ora-
da onu beklediğine inanıyordu. Hovarda
sevgilisinin temizlikçilik yaparak biriktirdiği
bütün parayı üç günde içkiye yatırmasına
rağmen ne hayalinden vazgeçmişti ne de ho-
varda sevgilisinden. Sachiko’ya göre hayat
bir kadın için Amerika’da daha kolaydı.
Gerçekten de öyle miydi? Sachiko Ameri-
ka’da umduğunu bulabilmiş miydi? Ce-
vapsız kalan sorulardı. Etsuko ise kökleri-
nin ateşli bir savunucusu olmasa da daha
yerel bir karakter olarak karşımıza çıkıyordu
fakat kitabın başında da anladığımız gibi za-
manın 2. Dünya Savaşı sonrası Batı yönü-
ne akması onu da sürüklemişti İngiltere’ye.
Büyük kızı Keiko’nun intiharı ise modern
çağda kültürel arayışının ve toplumsal dö-
nüşümlerin yansıyan en ağır bedelini öde-
mişti. Kazuo İshiguro bu karakterde ken-
dini işledi yorumlarına karşılık benim gö-
rüşüm hikâyenin bütün karakterlerine ya-
zarın kendinden bir parça bıraktığı yö-
nünde. Cevapsız sorular belki yazar için de
hâlâ cevapsız.
Etsuko’nun diğer kızı Niki kitapta son
nesil Batı’nın sembolü durumunda. Ni-
ki’nin adının konma hikâyesi aslında ki-
tabın temasını bize sunmakta;
“Küçük kızıma sonunda verdiğimiz
Niki adı bir kısaltma değil, babasıyla bizi
buluşturan bir ortak noktaydı. Ne tuhaf-
tır ki ona Japon ismi vermeyi isteyen ko-
camdı, bense belki de bencilce davranıp
bana geçmişi anımsatmasını istemedi-
ğimden, bir İngiliz adı olmasında diret-
miştim. Sonunda Doğu’yla ilgili belli be-
lirsiz bir çağrışımı da bulunduğundan,
Niki’de karar kıldı.”
ÇATI�MALAR S�LS�LES�“Uzak Tepeler” nesiller arası çatışma,
gelenekçilik ve yenilikçilik çatışması, öz-
gürlükler ve sorumluluklar çatışması, kül-
tür çatışması gibi pek çok arada kalmışlı-
ğın bireyler üzerindeki psikolojik ve trav-
matik yansımasını sağlam bir şekilde bize
sunuyor.
Yazarın diğer eserleri-
ne baktığımızda “Beni
Asla Bırakma” farklı ko-
nusu ile ötekilerden ayrı-
lıyor. Ishiguro’nun bir bi-
lim-kurgu yazarı olarak
anılmasına sebep olan eser
aslına bakılırsa yazarın is-
tisnai eserlerlerinden. Ese-
rin bilim- kurgu olduğuna
dair dahi tartışmalar var
iken böyle bir sınıflandırma
yapmak oldukça gereksiz
olur. Fakat eser Hailsham
Yatılı Okulu’nda büyütülen,
dışarısıyla ve aileleriyle hiç-
bir bağ kuramayan ve be-
denlerine iyi bakmakla yükümlü, organ ih-
tiyacı olan insanlara organlarını bağışlamak
için klonlanmış öğrencilerin hayatı üzeri-
ne kurgulanmış. İçinde klonlanma tekni-
ğini ve gerçek dışı faktörleri kullandığı için
bilim- kurgu olarak adlandırılan eser bu-
nun yanında bazı distopya özellikleri de ba-
rındırmakta. 2010 yılında yönetmen Mark
Romanek tarafından filme uyarlanan ki-
tap yabancı okur tarafından beğenildiği ka-
dar Türk okuru tarafından da ilgiye değer
görüldü. Film aktarımının da oldukça iyi
olduğunu söyleyebiliriz.
ISH�GURO VE S�NEMAYazar Kazuo Ishiguro’nun diğer değin-
memiz gereken yönü sinema ile olan iliş-
kisi. İki televizyon dizisi iki de sinema fil-
mi senaryosu hayata geçirilen yazarın
“Beni Asla Bırakma” dan önce başrolle-
rini Anthony Hopkins ve Emma Thomp-
son’ın oynadığı The Remains of the Day
filmi Booker ödüllü “Günden Kalan-
lar”(Can Yayınları 1993, Turkuvaz Ya-
yınları 2009) romanından uyarlanmıştı. Ha-
yatı boyunca soylu bir adam olan Lord
Darlington’a hizmet eden bir uşağı anla-
tan roman yazarın en büyük başarısı ola-
rak kabul ediliyor.
1982 yılında İngiliz vatandaşlığına ge-
çen yazar 1983’te İngilte-
re’nin önemli edebiyat der-
gisi Granta’nın “En İyi
Genç İngiliz Yazarlar” dos-
yasına girdi. Yazar günü-
müzde Martin Amis, Juli-
an Barnes ve Ian McE-
wan’la birlikte İngiliz Ede-
biyatı’nın dört büyüğün-
den biri olarak gösteriliyor.
Kültürel açıdan farklı te-
mellere sahip olması onu
ayrı ve ilgi çekici kılıyor
haliyle.
Kazuo Ishiguro gibi
son dönemde sürrealist
yazar olarak ülkemizde
de oldukça ilgiyle karşılanan Japon yazar
Haruki Murakami, Ishiguro hakkında
“Yazdıkları bize ait gibi geliyor, çok tanı-
dık" diyor. Farklı bir temelin yazara kattığı
zenginlik ürettiği eserlerin içeriğini de o
derecede zenginleştiriyor. Geleceğe taşı-
nacak yazarlardan biri olacağı tartışmasız
olan Kazuo Ishiguro’nun daha pek çok ese-
rini daha dilimizde göreceğiz gibi duruyor.
(Uzak Tepeler, Kazuo Ishiguro, YapıKredi Yay., Çev:Pınar Besen, 161 s.)
Anthony Hopkins ve Emma Thompson'�n oynad��� The Remains of the Day filminden bir kare
(Beni Asla Bırakma, KazuoIshiguro, YKY, Çev: Müne
Haydaroğlu, 272s.)
(Avunamayanlar,Kazuo Ishiguro, YKY,
Çev: Roza Hakmen, 544s.)
(Günden Kalanlar, KazuoIshiguro, Turkuvaz Yayınları,Çev: Şebnem Susum, 248s.)
28 EYLÜL 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Kaosun sesi vehayatın hikâyesi
Kitab�n kahraman� Bilal Kaya’n�n, sanki bizi hissediyormu�gibi benzer sorularla kendini sorgulamas�, a�k�, kad�nlar�,
ç�kmaz sokaklar� ve insana dair ne varsa her �eyi, ya�ad���olaylarla ve rol modeli olarak gördü�ü amcas�n�n
hayat�ndan görüp kendine pay biçti�i parçalarla resmitamamlamaya çal���yorsunuz
“Her hikâye içinde bir hayatı barındırır.
Ama her hayattan bir hikâye çıkmaz. Ha-
yat, içinde kısa düzen dönemlerinin oldu-
ğu bir kaostur. Yarın ne olacağını kimse bi-
lemez. Yine de her şeye rağmen, planlar ya-
par, hayaller kurar, âşık oluruz. Ama hayat
tüm bunları sekteye uğratabilir. Çoğunlukla
da uğratır. Sonuçta geriye sıkıcı mı sıkıcı bir
yaşam kalır. Ama hikâyeler böyle kurula-
maz. Biri size hikâyesini anlatıyorsa, mut-
laka planını sonuca ulaştırmış, hayallerini
gerçeğe çevirmiş ya da âşık olduğu kızla veya
erkekle evlenmiştir. Gerçekte olmasa bile
zihninde bunu başarmıştır. Aksi halde onu
kimse dinlemez. Bu yüzdendir ki her hayatın
bir hikâyesi vardır ama bu hikâyeler ço-
ğunlukla anlatılamaz. Anlatıldığında emin
olun ki, orada hayat yoktur. Anlatacak bol
bol hikâyeleri olduğunu söyleyenler, aslın-
da yaşamayanlardır. O yüzden en güzel hi-
kâyeleri, daima ölüler anlatır.”
B�LAL KAYA’NIN B�R GÜNÜYazarın hayata ve kitaba dair kısa bir öze-
ti, bu kısacık paragrafta mevcut. Kitabı okur-
ken; Bilal Kaya’nın bir
gününden yola çıkarak,
zaman tüneli içerisinde,
hayata, insana ve ilişkilere
dair bir gezintiye çıktığımız
sürükleyici macerada bu-
luyorsunuz kendinizi.
Dede Resul Kaya’nın ra-
dikal bir karar vererek Ko-
nak Otel’i inşa projesi ve
açılışını bizzat Atatürk’ün
yapmasını istemesi haya-
liyle başlayan bu serüven,
okuduğunuz her sayfada bi-
raz daha kendinizi sorgula-
manızı sağlayan, ironik so-
rularla içine çeken bir hikâyeye dönüşüyor.
Dede Resul Kaya’nın defterlerinden yola
çıkarak, torunun da aynı yollardan aynı duy-
gularla geçişine tanık oluyorsunuz. Geçmişi
ve bugünü aynı anda görmenizi sağlayan
olaylar örgüsüyle kendinizi bir filmin içe-
risinde buluyorsunuz. Kitabın ritmi apan-
sız sorulan sorularla hiç düşmüyor, aksine
biraz daha merakla okumaya devam edi-
yorsunuz. Kitabın kahramanı Bilal Ka-
ya’nın, sanki bizi hissediyormuş gibi benzer
sorularla kendini sorgulaması, aşkı, ka-
dınları, çıkmaz sokakları ve insana dair ne
varsa her şeyi, yaşadığı olaylarla ve rol mo-
deli olarak gördüğü amcasının hayatın-
dan görüp kendine pay biçtiği parçalarla res-
mi tamamlamaya çalışıyorsunuz.
“HER �EY HAVVA’NIN ADEM’EGÜLÜMSEMES�YLE BA�LADI.”İnsanlığa dair ne varsa, en başkahraman-
lardan yola çıkarak sorgulayan yazar, kitap
içerisindeki olay örgüsüyle geçmişi ve bu-
günü rahat üslubu ve esprili anlatımıyla oku-
yucuya iyi bir şekilde yansıtıyor. Yazım di-
lindeki sadelik ve olaylar arasındaki kurduğu
bağ sayesinde, okurken her karakteri biraz
daha tanımaya ve kendi içinizde sorgula-
maya devam ediyorsunuz.
“Aşk, kalandan çok gidendir. Bunu an-
cak onun arkasından el sallarken anlarız.”
“İlişkide bir yatak ne zaman sadece bir
yatak olur?”
Kitabın içerisinde yazara ait küçük not-
lar sayesinde siz de kahramanla birlikte bu
sorulara cevap bulmaya çalışıyorsunuz.
Yazarın özgeçmişine baktığımızda yaz-
mayı hayatının merkezi yapmış bir kişi gö-
rüyoruz. Yazar Umut Dağıstan 2002 yılında
Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bi-
tirdi. Bir bankada çalıştı. Ardından yazı ça-
lışmalarına ağırlık vermek için
işinden ayrılıp Antalya’ya yerleş-
ti. Yerel dergilerde ve ulusal ga-
zetelerde yazıları yayımlandı. Evli
ve hayatını okuyup yazarak geçi-
riyor. Yazmanın bir hobiden çok
daha öte bir şey olduğunu gös-
teren cesur bir seçim onunkisi.
Yirmi yılı aşkın bir süredir,
düşünce ve sanat dünyasının
usta kalemleri Ayrıntı Yayınla-
rı'nın listesini zenginleştirdi ve
zenginleştiriyor. 22 yılda çeşit-
li diziler halinde 560'dan fazla
kitap yayımladı ama sevine-
rek söyleyebiliyoruz ki, bu öykü henüz bit-
medi; tersine yeni alanlara da açılarak
tüm heyecanıyla sürdürmeye devam ediyor.
Bu yola Umut Dağıstan’ın “Boşluğun Sesi”
kitabı da katılmış durumda.Yazarın Ayrıntı
Yayınları’ndan çıkan ve ikinci kitabı olan
“Boşluğun Sesi”, eğlenceli, hüzünlü ve ri-
tim duygusunu hiç kaybetmeyen bu bir gün-
lük hikâyenin arka planında ise Cumhuri-
yet tarihinin ve bu tarihsel süreçte taşralı bir
ailenin çok canlı bir tablosu çiziliyor.
Türk Edebiyatına gönül vermiş, yeni ya-
zarları ve farklı dünyaları keşfetmek isteyen
herkesin “Boşluğun Sesi”ni severek oku-
yacağına eminim.
(Boşluğun Sesi, Umut Dağıstan,Ayrıntı Yayınları, 176 s.)
Çözümsüzlükteboğulan Kıbrıs
Ada’da görülebilir birgelecekte, tek bir devletin
yarat�lmas�n� olas�göremedi�ini ifade eden
Tuncer, gerek K�br�sl� Türklergerek K�br�sl� Rumlar, kendi
kimliklerini b�rakmaya ve ortakbir kimlikte bir araya gelmeye
niyetli gözükmediklerinedikkat çekiyor
CÜNEYT AKALIN
Doç. Dr. Hüner Tuncer, Kaynak Yayınla-
rı’ndan yeni çıkan “Kıbrıs Sarmalı, Nasıl Bir
Çözüm?” başlıklı kitabında, yıllardan beri çö-
zümsüzlükle iç içe yaşayan Kıbrıs sorununun
tarihine ve gelişimine göz attıktan sonra, or-
taya atılan çözüm önerilerini değerlendiriyor.
Ada’da yaşayan Kıbrıslı Türkler ile Kıb-
rıslı Rumların, dilleri, dinleri, kültürleri,
gelenek ve görenekleri açısından birbirinden
farklı iki toplum olduğu görüşünden hare-
ketle, Tuncer, bu iki toplumun barış ve is-
tikrar içinde bir arada yaşayabilmesinin
güç olduğunun, yıllar içerisinde meydana ge-
len olayların bunu gözler önüne serdiğinin
altını çiziyor.
KIBRIS VE EGEMENL�KTuncer “Kıbrıs Sarmalı” kitabında, Kıbrıs So-
rununun, öncelikle bir “egemenlik” sorunu
olduğunu anlatıyor. Kıbrıslı Türkler ile Rum-
ların, dün ve bugün ortak bir “egemenlik” kav-
ramı üzerinde uzlaşmaya varamadıkları ve
kısa bir süre içerisinde böyle bir uzlaşmaya va-
rabilmelerinin de pek mümkün olamayaca-
ğı kitapta vurgulanıyor.
Kıbrıs Türk toplumunun “egemenlik”
kavramından anladığı, “azınlık” statüsünde
bulundurulmamak, mutlak Rum egemenliği
altında yönetilmemek, Ada’da iki kesimli-
liğin kabul edilmesi ve Türk halkının can ve
mal güvenliğini koruyabilmek amacıyla,
Türkiye’nin etkin güvencesinin sürdürül-
mesidir. Kıbrıs Rum toplumu ise, Ada’da
kendi hegemonyaları altında bir yönetimin
kurulmasını, Türk toplumunun azınlık sta-
tüsünde bulundurulmasını, Rum ve Türk
halklarına dolaşım ve mülk edinme özgür-
lüğünün tanınmasıyla, iki kesimliliğin su-
landırılmasını ve Kıbrıs’tan Türk askerinin
çıkartılmasını murad ediyor.
Kıbrıs Türk ile Rum taraflarının, Kıb-
rıs Sorununun ne anlama geldiği konusun-
daki görüşleri birbirleriyle bağdaştırılama-
yacak niteliktedir. Bu durum, Kıbrıs Soru-
nunun çözümsüzlüğünü de beraberinde
getiriyor. Kıbrıs Sorununun tarafları olan
Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar, çö-
zümsüzlüğün nedenini karşı tarafta buluyor,
birbirini kıyasıya suçluyor; bu da, çözüm-
süzlüğü büsbütün perçinliyor.
Tuncer, kitabında, şu soruların yanıtlarını
arıyor: Büyük Atatürk’ün ta 1920’lerde
önemine dikkat çektiği Kıbrıs konusunda, aca-
ba Türk hükümetleri yeterince bilinçli dav-
ranabilmiş, bu soruna gerektiği ölçüde sahip
çıkabilmiş midir? Kıbrıs sorununa bugüne de-
ğin bir çözüm bulunamamasında, Türk hü-
kümetlerinin rolü ve payı ne olmuştur? Türk
hükümetleri, genellikle, Kıbrıs konusunda ne-
den ürkek ve çekingen davranmıştır? Türki-
ye, neden Yunanistan’a kıyasla, Kıbrıs soru-
nunda daha “boynu bükük” bir tutum sergi-
lemiştir? Türkiye neden Yunanistan gibi
yumruğunu masaya vuramamış ve Kıbrıs
görüşmelerinde daha çok ödün veren taraf
durumuna düşmüştür?
ADADAK� ÇÖZÜMSÜZLÜKDoç. Dr. Hüner Tuncer Ada’nın bugünü ve
geleceği hakkında şu vurguyu yapıyor:
“Uluslararası toplumun şu gerçeği göz ardı
etmemesi gerekir ki, Ada’nın kuzeyinde “Ku-
zey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin kurulu-
şundan bu yana, yani Kıbrıs’ta kendi sınır-
ları içerisinde varlıklarını sürdüren iki ba-
ğımsız yönetimin oluşturulmasından bugü-
ne değin, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rum-
lar arasında kayda değer hiçbir fiili çatışma
yer almamış ve Ada’da göreceli bir barış dö-
nemi hüküm sürmüştür. Özellikle Kıbrıslı
Türkler, Ada’daki Türk askerinin güvence-
si altında, can ve mal korkusu olmadan gü-
venlikli bir yaşam sürdürebilmektedir. Kıb-
rıslı Türklerin amacı, “Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti”nin uluslararası toplum tara-
fından tanınması ve devletlerinin uluslararası
düzeyde yasallık kazanmasıdır.”
Ada’da görülebilir bir gelecekte, tek bir
devletin yaratılmasını olası göremediğini ifa-
de eden Tuncer, gerek Kıbrıslı Türkler ge-
rek Kıbrıslı Rumlar, kendi kimliklerini bı-
rakmaya ve ortak bir kimlikte bir araya gel-
meye niyetli gözükmediklerine dikkat çeki-
yor. Doç. Dr. Hüner Tuncer, Rauf Denk-
taş’ın, “şu anda ve geçmişte hiçbir zaman bir
Kıbrıs ulusu olmamıştır” sözlerine gönder-
me yaparak, Kıbrıs sorununa çözüm ara-
yışlarında, Ada’da mevcut iki farklı ulus ile
iki ayrı devlet olgularının mutlaka dikkate
alınması gerektiğine işaret ediyor.
(Kıbrıs Sarmalı, Doç. Dr. HünerTuncer, Kaynak Yayınları, 264 s.)
28 EYLÜL 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Say Yayınevi, Jean Jacques Rousse-
au’nun (1712-1778) Bütün Yapıtları di-
zisini sürdürüyor. Temmuz başlarında uğ-
radığımda, 300. doğum yıldönümü ol-
duğu halde yapıtlarının hiç tartışılmadığı
konuşuluyordu. Arkadaşlardan biri,
“Diderot’nun 200. ölüm yıldönümünde
Düşün Dergisi’ndeki tartışma ne güzel
olmuştu” dedi. Gerçekten de İlhan Sel-
çuk, Adnan Cemgil, Uluğ Nutku, Selâ-
hattin Bağdatlı, Afşar Timuçin’in katıl-
dıkları ve benim yönettiğim toplu söyleşi
(Temmuz 1984), Düşün Dergisi’ni bir
anda bütün cezaevlerine taşımakla kal-
mamış, 12 Eylül karanlığına karşı ay-
dınlanmanın ateşini üflemişti. “Böyle bir
tartışmaya yine gereksinme var ama in-
sanlar güncel ve yerel politik değerlen-
dirmeye öylesine sıkıştı ki, başını kaldı-
rıp da Rousseau’nun derin, upuzun ba-
kışlarını görecek hal kimsede yok.”
Olmaz olur mu? Daha yaz bitmeden,
hem de A. M. Celâl Şengör, CBT’de
(Cumhuriyet Bilim ve Teknik) cepheden
bir saldırı başlattı: “Jean Jacques Rous-
seau: Erdemsiz bir bilim ve akıl düşma-
nı” (24.08.12, S: 1327). Şengör, Rous-
seau’nun “yıkıcı etkisi”ni işlediği yazı-
sında, “ciddi felsefeciler, felsefe tarihçi-
leri ve bilim tarihçileri arasında onu met-
heden tek bir tane yoktur.” dedikten son-
ra, eleştiri adına düşünce tarihinde Ro-
usseau üstüne söylenmiş ne kadar kem
söz varsa hepsini yazıya boca ediyor. 12
bin vuruşun üstünde olduğunu tahmin
ettiğim yazıda kırdığı ceviz kırkı aştığı için
bunları tek tek göstermekle başa çıkmak
birkaç yazı gerektiriyor, ama biri var ki,
Sayın Şengör’ün meramını da açık edi-
yor: “Özel mülkiyetin her türlü fenalığın
babası olduğu fikrindeydi (onun için sol-
cular Rousseau’yu yere göğe koyamaz).”
CBT’nin aynı sayısında Osman Ba-
hadır, Dijon Akademisi’nin açtığı yarış-
maya “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söy-
lev” (1949) yapıtıyla katılan Rousse-
au’nun bu çalışmasını, günümüz insan-
lığına bilimsel ve teknolojik gelişmelerin
kimi olumsuz sonuçları konusunda er-
kenden gönderilmiş bir uyarı olarak al-
manın önemini vurgulayarak okurları dü-
şünsel yönden son derece gerilimli bir
tartışmaya hazırladı.
ROUSSEAU AYDINLANMAYIKARARTTI MI?Ertesi hafta Bozkurt Güvenç, Rousse-
au’nun “hafife alınacak bir düşünür ol-
madığını” ima ederek, “yalnız Proudhon
ve Nietzsche gibi solcular ve anarşist fi-
lozoflarca değil, akıllı uslu bilim ve dü-
şün insanları arasında Rousseau’yu des-
tekleyen yazarlar da var” dedikten son-
ra, Spengler, Huxley, Polanyi, Orwel,
Snow, Habermas, Hoebel, Galbraith,
Durning, Zerzan, Stiglitz, Rees’in yanı
sıra kimi kurumsal girişimleri de anarak,
düşünürün “bilimsel ve teknolojik ge-
lişmelerin olumsuz sonuçları” üstüne
uyarısının akıldışı bir hayal olmadığı
yönünde Bahadır’a katıldığını anlattı
(CBT, 1328). Aynı sayfada Yiğit Akça-
lı, onun Kant ve Fichte’yi derinden et-
kilemiş bir düşünür olduğuna değinerek
tartışmaya katıldı. Osman Bahadır, tar-
tışmayı kendi köşesinden sürdürerek,
onun yapıtlarındaki başlıca temaları be-
lirtti; “Rousseau bütün kötülüklerin
gerçek kaynağı olarak bilimleri ve sa-
natları değil, mülkiyetin ortaya çıkışını
görmektedir” saptamasını bir genel
doğruyla birlikte anımsattı: “Bir düşü-
nürü değerlendirmenin en doğru ve er-
demli yolu, o düşünürün fikirlerini ve
eserlerini incelemekten geçer.”
A. M. Celâl Şengör, “Rousseau ve
Aydınlanmanın Kararması” adlı ikinci ya-
zısında (CBT, 1329), daha önce Rousse-
au düşmanlığı için yandaşlığına başvur-
duğu Russel’dan sonra, bu kez de İngi-
liz eleştirmen Samuel Johnson’ın saldı-
rısına yer verdi: “... o en kötü insanlardan
biridir. Toplumun dışına itilmesi gereken
bir alçaktır ki zaten itilmiştir. Dört ülke-
den üçü onu kovmuştur ve bu ülkede ko-
runuyor olması bir utanç vesilesidir.”
Şengör, hızını alamayıp Hitler’in katlia-
mıyla bir tuttuğu, “insanlığın başına gel-
miş en büyük felaketlerden biri olarak
gördüğü Fransız İhtilali”ni aydınlanma
idealine ihanet ve en büyük hakaret ola-
rak nitelendirdikten sonra, “Robert Aca-
demy”deki İngilizce hocası Mr. Lowett’in
varsayımını okurlarıyla paylaştı: “Voltai-
re hayatta olsaydı, Fransız İhtilali yapı-
lamazdı”. Bu arada, zaten Avrupa’nın
dört ülkesinin üçünden kovulan Rous-
seau’nun da Voltaire’den iki ay sonra öl-
düğünü ve onun yokluğundan pek de ya-
rarlanamadığını, olanca titizliğine karşın,
nedense atlayan Şengör, ardından, Nazi
Almanya’sının yanı sıra Komünist Rus-
ya ve Çin’de, “Rousseau’nun ‘kurtardığı’
iddia edilen milyonlarca çocuğun neler
çektiğini gözleriyle gördüğünü” de ifşa
edince, tartışmanın endazesinden çıktı-
ğına karar vermiş olmalı ki, Bozkurt
Güvenç, Şengör’ün “bilim adına açtığı ci-
hat” karşısında havlu attı (CBT, 1330):
“Osmanlılar, ‘Üslûb-ı beyan aynıyla
insan!’ (Konuşma tarzı kişinin aynasıdır)
demişler. Ciddi fikir ve kaygıları ‘komik’
bulup küçümseyen, eleştirmenlerine ‘at
gözlüklerinden arınmayı’ öneren bir bi-
lim mücahidi ile tartışmaya burada son
veriyorum.”
ROUSSEAU’YU ÇÖPE M� ATALIM?Güvenç’in yazısının altında Şengör, bir ön-
ceki hafta Sinclair’in “Rousseau’ya neden
kızıyorsun?” sorusunu anımsatan Ba-
hattin Baysal’ı da yanıtlar: “Cevabım
basit: Rousseau, Upton Sinclair gibi
adamlara sempatik göründüğü için bana
antipatik, fikirleri de zırva geliyor.” Ro-
usseau üstüne didişmeyi futbol çekişme-
si keyif ve adabıyla sürdürmekten kendini
kurtarıp Rousseau’nun “zırva fikir”leri-
ni tartışmaya bir türlü gelemeyen Şen-
gör’e, C. Akça Ataç da iyi bir pas çıkarır:
“...biliyorsunuz, Emille diye pedagoji ki-
tabı yazıyor ama öz çocuklarını elleriyle
yetimhaneye gönderiyor. Yine de politik
teorisini olduğu gibi çöpe atmaya imkân
yok. Her şeyden önce, Aristotelyan bir
teori, sıfır olamaz o yüzden. Ama ‘Aris-
to varken JJR niye okuyayım’ diyen biri
varsa da ona hak vermek gerekir.”
Bekir Onur, bu beklenmedik atağı
ustaca karşılıyor: “Locke’un tersine,
Rousseau, çocuğu kendi yazgısının be-
lirleyicisi olarak görür, tıpkı Rousseau’ya
dayanan Piaget’in çocuğu kendi gelişi-
minin mimarı olarak görmesi gibi.”
ROUSSEAU’NUN GÜNCELL���VE EVRENSELL���Tartışmayı Rousseau’ya kendi yapıtla-
rından yönelme çizgisine taşıyan Osman
Bahadır, köşesinde, düşünürün Narcis-
se adlı komedisinin önsözüne de yer ve-
rir (CBT, 1331): “Karşıtlarım ... okuyu-
cunun dikkatini temel konudan ustaca
saptıracaklar. Bir hayaletle savaşacaklar
ve benim yenik düştüğümü ileri süre-
cekler.” Aslında mülk sahiplerinin çok
eski çağlardan beri korkuyla anımsa-
dıkları ve Rousseau’nun “İnsanlar Ara-
sındaki Eşitsizliğin Kaynağı” (İAEK) adlı
başyapıtında (çev.: Erdoğan Başar, Ana-
dolu Y., ocak 1968) muhteşem bir sez-
giyle apaçık sergilediği bu hayaleti ya-
kından tanıyoruz. Rousseau, kitabının
ikinci bölümüne, bizde kentlerin halâ
yağmalanma yöntemini andıran şu cüm-
leyle başlıyordu (s. 131):
“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip
‘Bu, bana aittir.’ diyebilen, buna inanacak
kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uy-
gar toplumun gerçek kurucusu oldu.”
Ardından, bu çiti söküp atarak, uy-
gar insanın bir gün karşısına çıkacağı kor-
kusuyla binyıllardır uykusunu kaçıran ha-
yaleti tanımlıyor: “Bu sahtekâra kulak
vermekten sakınınız! Meyvaların herkese
ait olduğunu, toprağın ise kimsenin ol-
madığını unutursanız mahvolursunuz.”
Ünlü felsefecimiz Macit Gökberk, onun
için, “Kant, Fichte, Hegel ve romantizm
üzerinde derin etkileri vardır” dediği Fel-
sefe Tarihi’nde (Remzi K. Y., aralık 1966,
s. 382-386), Rousseau’nun konumunu
şöyle belirler: “... o büsbütün aydınlan-
manın dışında değildir; bir yandan için-
dedir, öbür yandan da Aydınlanma’yı
sona erdirecek anlayışların başlıca kay-
naklarından biridir.”
Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği
ve Mirası”nda (IV. cilt, Cem Y., ocak
1989, s. 89-93), “halkın yeni Tanrı’sı olup
çıkan” Rousseau’yu şöyle sunar: “Yığınla
bireyci, romanesk ve duygusal yazar
arasında; duyarlığını dinleyen, ama aynı
zamanda akla da tutkun ve ortaya sar-
sılmaz bir mantıkla bir sistem koymuş bü-
tün romantikler içinde en büyüğü ve ken-
disinden sonra gelenlerin ustası...” Kant’a
ise şöyle başlar: “Rousseau’nun en
önemli çömezi Kant’tır.” (s. 94)
Şengör; Pozantı’da tecavüze uğra-
yan ve intihar eden, Kuran kursları yet-
medi şimdi ülkenin bütün okullarında
4+4+4’lerle kafaları ve ruhları ütülenen
çocukları da aklımıza düşürerek, Rous-
seau’nun 250 yıldır eğitim açısından ol-
duğu kadar, toplumbilim ve siyaset felse-
fesi açısından güncelliğini ve evrenselliğini
yapıtları üzerinde tartışma zorunluğunu
gündeme taşıdı. Gelecek haftalarda sür-
dürmek üzere, yazıyı İAEK kitabından bir
alıntıyla kapatıyoruz (s. 170):
“... sözleşmesi zorba istibdat yönetimi
tarafından öylesine bozulmuştur ki,
müstebit, ancak en kuvvetli olduğu sü-
rece efendidir, hükmeder. Yerinden atı-
lır atılmaz da, kendisine zor kullanılmış
olmasına karşı hiçbir şikâyet sebebi ol-
maz. Bir sultanı tahttan indirmek ya da
boğmakla sonuçlanan ayaklanma, o sul-
tanın bir önceki gün uyruklarının ha-
yatları ve malları üzerinde tasarruf etti-
ği eylemleri kadar hukuki bir eylemdir.
Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu;
onu sadece kuvvet deviriyor.”
Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Ta-
rihi (Remzi K. Y., 1970, s. 269-275) ile Af-
şar Timuçin’in Düşünce Tarihi kitapla-
rında (Bulut Y., şubat 2008, s. 444-450)
Rousseau’nun nasıl yer aldığını da yine
gelecek yazımızda göstereceğiz...
SEYY�T NEZ�R
“Vah�et halindeki insan ile uygar insan birbirinden ruhlar�n�n temeli vee�ilimleri bak�m�ndan öylesine ayr�l�r ki, birini en yüce mutlulu�a götüren,
ötekini mutsuzlu�a sürükleyecektir”
ARAKABLO
Rousseau: “Onu sadece kuvvetyerinde tutuyordu; şimdi sadece
kuvvet deviriyor.”
28 EYLÜL 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Akşam gazetesindeki köşesinde
büyüklere masallar anlatan Atılgan
Bayar, bu masalları daha da geniş-
leterek “Müslüman Roma / Türki-
ye Cumhuriyeti Devleti’nin Yakın
Geleceği ve Değişim Diyalektiği”
adıyla kitaplaştırdı. Kitap, sipariş
üzerine mi yazıldı bilinmez fakat ce-
maat rüzgarıyla kendini Türkiye’nin
tink tenk kuruluşu zannedecek ka-
dar uçmuş. Bununla da yetinmemiş,
Türkiye’nin yeni iddiasının “Müs-
lüman Roma” olduğunu savlamış,
yeni Osmanlı veya kendi deyimiyle
“Neo Osmanlı” kavramının kendi
buluşu olduğunu da ilan etmiş.
“Kavram Avcısı” Bayar, verdiği rö-
portajların birinde aynen şöyle di-
yor: “…. Neo Osmanlı” kavramı-
nı ilk kez kullanan biri olarak bunu
kayda geçirmek zorundayım.” Bu-
luşu adına kendisini kutluyoruz an-
cak yunanca “neos” sözcüğünden
türeyen, en basi-
tinden Türkçe kar-
şılığı “yeni” olan
bu sözcük, asırlar
öncesi keşfedilmiş
ve dolaşıma sokul-
muştu. Kendisinin
kötü bir vakanüvis
bile olamayacağını
buradan tüm okur-
lara duyuruyor ve
iki olmazsa olmaz
seçeneği önüne ko-
yuyoruz. Ya Türki-
ye’nin gerçeklerin-
den fersah fersah
uzaktasınız veya üst-
lenmiş olduğunuz rol gereği “Ilım-
lı İslam” projesi için toplum tasa-
rımcılığı yapıyorsunuz. Doğru se-
çeneğin ikincisi olduğunun altını da
çiziyoruz.
“MÜSLÜMAN ROMA”DÜ� KURMACASIDIR“Yeni Osmanlı” kavramını ortaya
ilk atanlar, Sultan Abdülaziz reji-
mine karşı olan bir grup genç elit-
lerdir. 1865 yılında İstanbul’da giz-
lice “Yeni Osmanlı Cemiyeti” adı
altında toplanmışlardır fakat ör-
gütsel, tutarlı ve belli hedefleri ol-
madığından, 1889 yılında kurulan
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
içinde eriyip kaybolmuşlardır. 1839
yılında başlayan Tanzimat re-
formlarını yeterli bulmayan bu genç
elitler, Osmanlının modernleşme-
si için Fransız Devriminin kav-
ramlarını benimsemiş, bürokratik
milliyetçi ve demokratik çözümü
öngörmüşlerdir. Biraz daha yakın
tarihe gelecek olursak bu kavram
tam 38 yıl önce yani 1974 Kıbrıs ha-
reketinde, Yunanlılar tarafından
yeniden bir teori olarak gündeme
getirilmiştir. Atılgan Bayar ise 16 yıl
önce “Yeni Osmanlı”yı keşfetmiş,
bu çok önemli buluşu da sahiplen-
miş. Bayar’ın kavram icatları göz
önünde bulundurulduğunda, daha
evvel Küçük Amerika, şimdilerde
ise “Yeni Osmanlı” hayalleriyle
avutulan Türkiye Hükümet’in,
ABD’nin Think Thank kuruluşuna
karşıt, tez elden bir “Kavram Ens-
titüsü” kurması ve tepesine Atılgan
Bayar’ı oturtması zaruri ihtiyaç gibi
görülmektedir.
Hatırlanacağı üzere ABD’ “Ye-
şil Kuşak ”projesini revize ederek
yerine “Ilımlı İslam”ı, AKP eliyle
uygulamaya koymuştu. Aslında
Müslümanlığın asimilasyonu ve
Türklerin Hıristiyan-
laştırılması demek
olan “Ilımlı İslam”
ile Atılgan Bayar’ın
“ M ü s l ü m a n
Roma”sı, ABD dü-
şünce kuruluşların-
da geliştirilen mo-
dernist, protestan İs-
lam’ın yorumudur.
“Yeni Osmanlı”nın
üzerine “Müslüman
Roma”yı inşa etme
fikrini, Türkiye’nin
iddiası olarak orta-
ya sürmesi ise top-
lumla üç boyutlu
kafa bulmaktan öteye gidemiyor.
Sözüm ona, icat edilmiş kavramla-
rı bile doğru cümle içinde kullanma
becerisini gösterememiş, kavramlar
içinde bocalamış.
DÖRDÜNCÜ ROMAOLMAYACAKTIRÜtopik kurmacadan öteye gide-
meyen, yabancı kavramları satır
aralarına yerleştirerek akademik
bir nitelik kazandırmaya çalıştığı ki-
tapta ,tutarsız fikirleri öne sürerek,
cevabı bilinen sorular sorarak ana-
lizler yapmaya çabalıyor. Ona göre
Cumhuriyet, fetihçi / irrendentist
değilmiş ama kültür ve ekonomi-
siyle dünyaya tesir ediyormuş. İr-
rendentist; kelime anlamıyla kendi
memleketinde kaybettiği toprakla-
rı geri isteyen demek. Burada pa-
rantez açarak sormak gerekiyor: Ta-
rihi 1919’la başlayan, sadece vatan
savunması yapan ve bugün bölün-
me tehlikesi yaşayan Tür-
kiye Cumhuriyeti, şu güne
kadar kimden toprak ta-
lebinde bulunmuştur?
Devrimle kurulmuş olan
Cumhuriyetin, kuruluş
ruhunda bile böyle bir
şey söz konusu değilken
neyi keşfetmenin derdin-
desin? Bu sorunun ceva-
bı da basit aslında. Ger-
çek fikrini ortaya direkt
koymak yerine, Cumhu-
riyet’i perde olarak kul-
lanmaktadır.
Atılgan Bayar’a göre;
Saidi Kürdi cumhuriyet-
çiymiş sonradan saltanat-
çı olmuş. En soldaki sivil
toplum örgütü gülen ce-
maatiymiş ve fırsat eşitli-
ği için kurulmuş. Türk-
Kürt kardeşliği mümkün
değilmiş, illaki “Müslü-
man Roma” olmalıymış.
Açıkça şunu demeye ge-
tiriyor; Modern bilim da-
hil her şey dine refere
edilerek ümmetçi / köle toplumuna
geri dönülmelidir. AKP’nin ulus-
devlet anlayışını sürdürdüğünü or-
taya atması ise komiklik ile gülünç
duruma düşmenin saf değiştirme-
sine sebep oluyor. ABD’nin ulus-
devletleri Ortadoğu’daki çıkarları
için tehdit olarak görmesi
ve bu bağlamda Or-
tadoğu’da “Böl-yö-
net” politikasıy-
la kanlı savaş
ve çatışmalar
ç ı k a r m a s ı
güncelliğini
koruyorken,
ABD’nin be-
lirlediği poli-
tikaları oldu-
ğu gibi uygula-
yan AKP’nin,
ulus-devlet anlayı-
şını sürdürdüğü sonu-
cunu çıkarmak, akıl tutul-
masının en ağır tezahürü olsa gerek.
Bu savlara baktığınızda sanırsınız ki
Osmanlı’dan önce cumhuriyet var-
mış veya Osmanlı İmparatorluk
değil, cumhuriyet ile yönetiliyormuş.
Sonucu; yukarıda da belirttiğim
gibi tarihçilerin bu konuda ki gö-
rüşleriyle bitirelim.
Tarihte üçüncü Roma’nın Os-
manlı imparatorluğu olduğunu söy-
leyen Prof. İlber Ortaylı dördüncü
bir Roma’nın olamayacağını ke-
sinkes ifade ederken, İtalyan tarihçi
Pierangelo Catalano, Prof. Dr. Ha-
lil İnalcık’ da aynı görüşü destek-
leyen makaleler yazmış, söylem-
lerde bulunmuşlardır. Yine yakın
zamanda “Mahalle baskısı” kavra-
mını ortaya atan Prof.Dr. Şerif
Mardin, din ve ideoloji temel-
li birçok kitap yayınlamış
ve son olarak “Yeni
Osmanlı’nın Doğu-
su” adlı kitabıyla
“ M ü s l ü m a n
Roma”nın hül-
yadan ibaret ol-
duğunun altını
çizmiştir. Evin
Esmen Kısakü-
rek ve Arda Kı-
sakürek’in birlikte
hazırladığı ve ilki
“Bizimkiler-İlk” ile
başlayan ve tamamı 27
kitaptan oluşan külliyat’ın on
dördüncü kitabı, “Bizimkiler-Müs-
lüman Roma İmparatorluğu”dur.
“Bizimkiler-Evrim” yirmi yedinci ve
son kitaptır. Öyleyse tarihçilerin bu
konudaki kesin görüşünü bir kez
daha tekrarlayalım; İlk ikisi Hıris-
tiyan olmak üzere Osmanlı İmpa-
ratorluğu tarihte ki üçüncü “Müs-
lüman” Roma’dır ve dördüncüsü ol-
mayacaktır.
(Atılgan Bayar, MüslümanRoma, Meydan Yayınevi, 456 s.)
Hat�rlanaca�� üzere ABD “Ye�il Ku�ak ”projesini revize ederek yerine “Il�ml� �slam”�, AKPeliyle uygulamaya koymu�tu. Asl�nda Müslümanl���n asimilasyonu ve Türklerin
H�ristiyanla�t�r�lmas� demek olan “Il�ml� �slam” ile At�lgan Bayar’�n “Müslüman Roma”s�, ABDdü�ünce kurulu�lar�nda geli�tirilen modernist, protestan �slam’�n yorumudur
“Müslüman Roma” masalları
VEYSEL BOĞATEPE
ABD’nin ulus-devletleri
Ortadoğu’dakiçıkarları için tehdit
olarak görmesi vebu bağlamda
Ortadoğu’da “Böl-yönet” politikasıyla
kanlı savaş veçatışmalarçıkarması
güncelliğinikoruyorken,
ABD’nin belirlediğipolitikaları olduğu
gibi uygulayanAKP’nin, ulus-
devlet anlayışınısürdürdüğü
sonucunuçıkarmak, akıl
tutulmasının enağır tezahürü olsa
gerek
Ütopikkurmacadan
öteye gidemeyen,yabanc� kavramlar� sat�raralar�na yerle�tirerekakademik bir nitelik
kazand�rmaya çal��t��� kitapta
,tutars�z fikirleri öne sürerek,
cevab� bilinen sorularsorarak analizler
yapmaya çabal�yor
At�lgan Bayar
28 EYLÜL 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Madonna: Like a Virgin’dan
MDNA’ya kadar her albümü tüm
dünyada ses getirmeyi başardı.
“Tanrı kadar ünlü olmadıkça mut-
lu olmayacağım” diyecek kadar
sıra dışı davranışlarıyla da diğer star-
lardan farklılaştı.
Madonna Louise Ciccone veya
bilinen adıyla Madonna… Şarkıcı,
müzisyen, dansçı, aktris, film ya-
pımcısı, yazar ve moda ikonu. Yani
on parmağında on marifet var.
“Pop Müziğin Kraliçesi” yüksek
tempolu sahne performanslarında
erotik, politik ve dini temalar kul-
lanmasıyla öne çıkıyor, her albü-
münde şaşırtıcı bir şekilde kendini
güncelliyor. Müzik akımlarını çok iyi
sindirdiği gibi, öne çıkan şarkıcılarla
yaptığı birbirinden güzel düetlerle,
milyonları peşinden sürüklemeyi
de başarıyor.
Madonna, 2000 yılında, 130 mil-
yonluk albüm satışıyla “tüm za-
manların en başarılı solo kadın sa-
natçısı” sıfatıyla Guinness Rekorlar
Kitabı’na girdi. Guinness Rekorla-
rı, Eylül 2007’de Ma-
donna’yı “tüm zaman-
ların en başarılı kadın
müzisyeni” ilan etti.
Temmuz 2010’da ya-
pılan resmi bir açıkla-
mayla Madonna’yı 275
milyonluk albüm satı-
şıyla resmi olarak “tüm
zamanların en çok satan
kadın sanatçısı” unva-
nıyla tarihe geçirdi. En
son verilere göre, Ma-
donna’nın 300 milyon-
dan fazla albüm ve 150
milyondan fazla single sattığı he-
saplandı. Bu becerileri ve başarıla-
rının yanı sıra kendine özgü başa-
rılı PR’ıyla da gündemden hiç düş-
meyen Madonna’nın milyonlarca
hayranından biri de benim. Onun
şarkıları eşliğinde yolculuk etmenin
yolları kısalttığına inanırım. Bu ne-
denle diskografisi arabamın baş-
köşesindedir.
Lokumcu Adnan: Adana’nın
eski mahallelerinden birindeki ya-
rım asırdan eski imalathanesinde
yaptığı birbirinden leziz lokumlar-
la parmakları yalatan Lokumcu
Adnan da işteki başarısıyla öne
çıktı. Kendi ölçeğinde markalaşan
Adnan Özdoğru öyle bir lokum
yapar ki, yiyen tadına doyamaz,
bir daha bir daha yemek ister.
O da herkesten farklıdır. Tatlı
dili, il protokolü, kentin öne çı-
kanlarıyla kurduğu diyalog kendi
PR’ını kendi yapanlara güzel bir ör-
nektir. Basının gücünü çok iyi bilir.
Toplumun her kesimiyle olduğu
gibi gazetecilerle de çok samimi gö-
rünüm sergiler. Bende en fazla et-
kiyi bir bayram arifesinde dükkâ-
nına gittiğimde yaşattı. Müşteri-
lerle hıncahınç dolu dükkânında
adım atacak yer yokken hemen
karşı köşedeki, berisindeki daha
modern görünümlü dükkânlar ne-
redeyse sinek avlıyordu.
Yeni Uğur Lokumları’nın sahi-
bi Adnan Özdoğru yakın çevresin-
de meşhurdu. Rumların Türk lo-
kumuna sahip çıkmalarının ardın-
dan yaptığı sert çıkışla Adana hal-
kı tarafından alkışlanmayı başardı.
The Times: The Times, İngilte-
re’de 1785 yılında yayın hayatına ge-
çen ilk halk gazetesi. Etkinliğini,
gündemi belirleme görevini halen
devam ettiriyor. Kardeş gazetesi
The Sunday Times ile birlikte Ru-
pert Murdoch’un başkanlığını yü-
rüttüğü News Corpo-
ration Group’un sa-
hip olduğu “News In-
ternational” şirketi-
nin alt şirketi olan
“Times Newspapers
Limited” tarafından
basılmakta. Gazete-
nin yayın politika-
sında geleneksel ola-
rak “merkez sağ”
görüş hâkim ve mu-
hafazakâr Cumhu-
riyetçi Parti tara-
fından destekleni-
yor. Ülkemizde başbakan, bakanlar
ya da ünlü işadamları bu gazetede
yer alınca yüksek tirajlı gazeteler
bunu haber yapıyor, yani o derece
büyük bir medya devi.
Ercan Halıcı, bu üç markayı
bir araya getiren gelişmeyi de şöy-
le kaleme aldı:
“Her şey bir ilkbahar sabahı
başladı
Anadolu Ajansı Adana bölge
müdürüyken mis gibi turunç çi-
çeklerinin koktuğu bir pazartesi
sabahı Madonna’nın piyasaya yeni
çıkan Hard Candy albümünü özen-
le arabamın müzik sistemine yer-
leştirdim. Madonna yine yapmıştı
yapacağını. Bir sanatçı kendini bu
kadar mı yenilerdi? Pazartesi stre-
siymiş, sabah iş telaşıymış aklıma
bile gelmeden, parmaklarımın ucu-
nu direksiyona hafif ritimlerle do-
kundurarak yol alıyordum ki birden
şarkı sözleri içinde “Turkish de-
light” sözleri kulağımda yankılan-
dı:
See which flavor you like and I’ll
have it for you
Come on in to my store, I’ve got
candy galore
Don’t pretend you’re not
hungry, I’ve seen it before
I’ve got TURKISH DELIGHT
baby and so much more.
(Hoşlandığın tada bak ve senin
için bende olacak
Mağazama gel, şeker şölenim
var
Aç değilmiş gibi yapma, daha
önce görmüştüm
Bende Türk lokumu ve daha
fazlası var.)
Türk’ten başka dostumuz olma-
dığını şiar edinmiş, gelen giden vu-
rurken baklavadan sonra bir de Türk
lokumuna el atan Rumlara karşı cı-
lız kalmıştı tepkimiz. Oysa dünya
devi Madonna, Kanada’dan Yeni
Zelanda’ya kadar yankılanacak al-
bümünde bize omuz veriyordu “Tur-
kish delight” diye haykırarak. O an
aklıma Lokumcu Adnan Ağabey
geldi. Bunu dinlese kim bilir ne ka-
dar keyiflenecekti.
Ajansa geldiğimde iş yoğunlu-
ğunu aştıktan sonra ilk işim Adnan
Ağabey’i aramak oldu.Yanılma-
mıştım, çok çok heyecanlandı.
Guinness Rekorlar Kitabı tara-
fından “dünyanın en başarılı kadın
şarkıcısı” olarak ilan edilen Ma-
donna, ona göre Hard Candy’nin ilk
parçası “Candy Shop”un sözleri
arasında “Turkish delight” ifadesi-
ni duyduğunda lokumun Türki-
ye’ye ait olduğunu tescilliyordu.
Özdoğru, ardından yaptı yapa-
cağını ve teşekkür etmek amacıyla,
Madonna’nın Amerika’da “Mave-
rick Films, 9348 Civic Center Dr.
3rd Floor Beverly Hills, CA 90210
USA” adresindeki fan kulübüne
kendi üretimi olan özel “Oskar lo-
kumu”ndan kargoyla bir kutu gön-
derdi.
Lokum kutusuna, “Türk loku-
mu üreticilerine desteğiniz için te-
şekkür ederim” şeklinde İngilizce
bir not da iliştirerek. (Bu bizim cin
fikirliliğimizdi.)
Adnan Ağabey’e göre şarkısını
dinleyen, Nijerya’daki, Hindis-
tan’daki, dünyanın her ucundaki
hayranları, Türk lokumunu merak
edecekler, hemen internetten ara-
yacaklar ve tatmak isteyeceklerdi.
Türkiye’yi de tanıyacaklardı. Bun-
dan da önemlisi, Yunanlı lokum
üreticilerinin iddiaları, evrensel bir
isim tarafından çürütülmüş ola-
caktı. Bu şarkı tüm dünyanın loku-
mu “Türk lokumu” olarak bildiği-
nin de bir kanıtıydı.
Adnan Özdoğru bu girişimiyle
o kadar çok gazete ve TV kanalın-
da çıktı ki sayısını o bile bilmiyor.
Bir anda herkes bu lokumcuyu ko-
nuşmaya başladı. Hürriyet’inden
Zaman’a kadar tüm gazeteler boy
boy Madonna ile kendi fotoğrafına
yan yana yer verdiler.
Özdoğru, aynı zamanda evren-
selleşti, basınla kurduğu güzel di-
yalog, önerilere kulak vermesi, dost
canlısı olması, akıllılığı ve 100 yılı aş-
kın süren esnaf kültürüyle The Ti-
mes’ta yer alabilen sayılı Türkler
arasına da girdi, “Adana Büyük
Saat nire? Londra nire?” diye diye.
(Lokumcu Adnan, Madonnave The Times, Ercan Halıcı,
Destek Yayınları, 254 s.)
Madonna’ya gönderilen lokumTürk’ten ba�ka dostumuz olmad���n� �iar edinmi�, gelen giden vururken baklavadan sonra bir
de Türk lokumuna el atan Rumlara kar�� c�l�z kalm��t� tepkimiz. Oysa dünya devi Madonna,Kanada’dan Yeni Zelanda’ya kadar yank�lanacak albümünde bize omuz veriyordu “Turkish
delight” diye hayk�rarakEMEL TELCİ
Özdoğru, aynızamanda
evrenselleşti,basınla kurduğu
güzel diyalog,önerilere kulak
vermesi, dostcanlısı olması,
akıllılığı ve 100yılı aşkın süren
esnaf kültürüyleThe Times’ta yer
alabilen sayılıTürkler arasına
da girdi, “AdanaBüyük Saat nire?
Londra nire?”diye diye
Madonna
28 EYLÜL 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Karga Zarif
İtalyan edebiyatının en çarpıcı ka-
lemlerinden Leonardo Sciascia gü-
nünün Sicilya’sını toprak ağası zen-
ginlerinin umursamazlığı, yoksulla-
rının çaresizliği, mafyanın amansız-
lığıyla, insanları ve toplumuyla gö-
rüntüleyerek, bilgece buruk bir gü-
lümsemeyle irdelerken tarihsel bo-
yutu hiç gözden kaçırmıyor. Sicilya’yı
Sciascia’dan dinlemek, bu eski uy-
garlık adasını, açıkça dile getirilme-
diği anlarda bile, tarihsel derinliğiy-
le izlemek, hatta duyumsamak anla-
mına geliyor.
“Şarap Rengi Deniz”, Leonardo
Sciascia’nın kıvrak, şaşırtıcı anlatı-
mından aşk, inanç, kurnazlık, şüphe,
kıskançlık, umursamazlık, masumiyet
ve öç alma duygusuyla örülü traji-
komik hikâyeler içeriyor.
�arap Rengi Deniz
Emmanuel Levinas çağdaş Fransız fel-
sefesinin en önde gelen simalarından bi-
ridir. “Etiğin filozofu” olarak anılan
Levinas, “Aynı’nın hükümranlığı” ola-
rak gördüğü tüm Batı felsefesi gelene-
ğini eleştirir. “Fikir Mimarları” dizisin-
den çıkan elinizdeki kitap, Emmanuel
Levinas’ın metinlerinden oluşan bir seç-
ki mahiyetinde. Bununla birlikte, mev-
cut derlemede filozofun kendi metinle-
ri dışında onun düşüncesi üzerine kale-
me alınmış bazı makalelere de yer verildi.
Seçkide, filozofun politik ve dini görüş-
lerini ihtiva eden metinler de bulunuyor
ki bu yolla onun felsefi düşünüşünü
belirleyen kültürel ve dini kaynaklara kıs-
men de olsa dikkat çekme amacı göze-
tildi. Sonuç olarak, Levinas’ta her şey te-
melini ve nihai anlamını etikte ve etik-
ten itibaren kazanır; Levinas’ın felsefe-
si işte bu anlamda bir ilk felsefedir.
Levinas
“Karain”, Conrad’ın en büyük, en
görkemli ve en içsel öyküsü olmaya-
bilir ama yine de Conrad’ın yazını
içinde tartışılmaz bir önemi vardır.
Conrad, yazdığı deniz, denizcilik ve
donanma temalı öykü ve romanları ile
tanınmış ve hayal gücü ile ünlenmiş
büyük bir yazardır. “Karain”, on do-
kuzuncu yüzyılın son dönemlerinde
bir gemi reisidir. Kendisine adeta
tapılan ve adamlarının gönüllüce kö-
lelik ettikleri bir gemi kaptanın iliş-
kilerini yönetişi, anlaşılabilir tavırla-
rı ve özellikle de yazarın döneme ait
yorumlarıyla “Karain”, Conrad’ın
kaleminden çıkma müthiş bir mace-
ra olduğu gibi, aynı zamanda o dö-
neme ait önemli bir kayıttır da. Evden
uzak kalmayı, kimse Conrad’dan
daha iyi anlatamamıştır.
Karain
Malraux, bizi büyüleyen ve aynı za-
manda çok sıkı eleştirdiğimiz 20. yüzyılın
artı ve eksilerini birçok özelliğiyle ortaya
koymaktadır. 20. yüzyılın son ahlakçısı,
21. yüzyılın ilk filozofu Malraux, bugün
hâlâ bu denli ilgimizi çekiyorsa, bunun
nedeni yalnızca büyük tarihsel olayların
birçoğuna aktif olarak katılmış ya da ya-
kından tanık olmuş olması, dönemin si-
yasi kahramanlarının, edebiyat yelpa-
zesinde Victor Hugo’yla Sartre’ın ya-
nında bulunmuş olması değil, aynı za-
manda, bizi yaratan asrın yüzüne ve be-
lirsizliklerine bürünmesidir. Edebiya-
tından felsefesine, kişisel hayatından po-
litik angajmanına, derinlikli bir Malra-
ux biyografisini entelektüel tarih uz-
manlığıyla kendine has bir tarzı olan
Perrine Simon-Nahum’un kaleminden
okuyacaksınız.
Andre Malraux
Pulat Tacar, Türkiye’nin deneyimli ve
seçkin diplomatlarından biridir. Mes-
leki kariyerinin büyük bir bölümünü,
Türkiye’nin Avrupa ülkelerindeki Kon-
solosluk ve Büyükelçilik düzeyindeki
temsilcilik görevleri oluşturmuştur.
Tacar bu kitapta, Batı merkezli “Er-
meni soykırımı” iddiasını ve İşçi Par-
tisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in,
bu iddiayı kabul etmemenin suç sayıl-
dığı İsviçre’deki “yalan çiğneme eyle-
mi” nedeniyle yargılanıp cezaya çarp-
tırılması davasını incelemektedir.
• Perinçek, 1915’in acı olaylarını de-
ğil, bunların hukuksal anlamda soy-
kırım olduğu iddiasını reddetmiştir.
• Soykırım suçunun varlığını sapta-
mada, bu konuda herhangi bir top-
lumda oydaşma bulunduğu savını ye-
terli saymak, uluslararası kaos yaratır.
Do�u Perinçek-�sviçre Davas�
Aramak, bulamamak mıdır? Yirmi
yedi yaşında hayatını kaybetmiş kâşif,
gezgin ve yetenekli bir yazar olan Isa-
belle Eberhardt, Cezayir’e yerleşe-
rek, kendisine “Si Mahmoud Essadi”
takma adını almış, erkek kılığına bü-
rünerek Afrika çöllerinde dolaşıp araş-
tırmalar ve keşif gezileri yapmıştır.
Yaşamı âdeta başkaldırı ve direnişin
simgesi olan yazar, genç yaşına rağmen
ardında birçok kitap ve günlükler bı-
rakmıştır. “Unutuşu Arayanlar” yaza-
rın tek öykü kitabı. İlk kez Türkçe'ye
çevrilen öyküleri okurken, önünüzde
bambaşka bir dünya açılacak. Yalnız-
lığın, kederin ve çaresizliğin insafsız yü-
zünü daha da çıplak bir biçimde gö-
receksiniz. Yazarın, “Göçebe” adı al-
tında toplanan günlüklerini de önü-
müzdeki aylarda yayımlanacak.
Unutu�u Arayanlar
Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, sol ör-
gütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları
sırasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı.
Yazar, araştırmaları sonucu Türkiye’de
verilen toplumsal mücadele tarihinin as-
lında kadınlarla dolu olduğunu, fakat
“erkek tarih”in onları ya görmezden gel-
diğini ya da öykülerini kısaltıp önem-
sizleştirdiğini fark etti. Yoksa solun ya-
şadığı başarısızlıkların temel nedeni
kadınların hep geri planda kalmaları
mıydı? Bu sorudan hareket eden Hü-
seyin Aykol, bir kez daha ismi tarih ki-
taplarında geçen kadınların peşine düş-
tü. Lider olarak öne çıkan kadınların
yanı sıra, eşini yaratan, ama onun göl-
gesinde kalan kadınların da mücadele
ve katkılarıyla anlatıldığı “Aykırı Ka-
dınlar”, bütün bu düşünce ve çabaların
ürünü olarak ortaya çıktı.
Ayk�r� Kad�nlar
Pulat Tacar,Kaynak Yay�nlar�, 264 s.
Murat Yalç�n,Can Yay�nlar�, 144 s.
90’larla birlikte canlanan genç öy-
kücülüğümüzün en önemli yazar-
larından Murat Yalçın, yeniden
okurunun karşısında. “Karga Za-
rif”te yer alan öykülerin ortak
yanı, insanın sonsuz neşeye de,
sınırsız hüzne de açık yüzüne ayna
tutması.
Murat Yalçın’a göre ne insanın
ne de edebiyatın sınırlarla ve katı-
laşmış tanımlamalarla işi var; göz
açıp kapayıncaya kadar geçiyor ya-
şam. Anlaşılır kılmaya kalkışmak,
boşuna bir çaba.
Yalçın, modern öykünün de,
Anadolu anlatılarının da el verdiği,
bilgelikle ironinin iç içe geçtiği öy-
külerinde, zengin ve derin bir dille
yaşadığımız çağın (ya da çırpınışın)
etkileyici bir manzarasını çiziyor.
Özkan Gözel,Say Yay�nlar�, 528 s.
Hüseyin Akyol, �mge KitabeviYay�nlar�, 231 s.
Leonardo Sciascia, Yap� KrediYay�nlar�, Çev: Neyyire Gül I��k, 144 s.
Joseph Conrad, Alt�n BilekYay�nlar�, Çev: Ça�la Ba�, 100 s.
Perrine Simon-Nahum, �leti�imYay�nevi, Çev: Canan Özatalay, 280 s.
Isabelle Eberhardt, Alakarga SanatYay�nlar�, Çev: Ay�egül Demir, 80 s.
28 EYLÜL 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Dünyan�n En Harika Fikri
Cumhuriyet nesilleri “Türk’ün Türk’ten
başka dostu yoktur” anlayışıyla yetişti.
Oysa yüzlerce uluslararası örgüte üye
olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin,
çok dinli bir yapıyı bu kadar budama-
ya rağmen yine de sona erdiremeyen bir
ülkenin halkı olarak, kime dost kime
düşman diyebiliriz ki? Metin Gülbay,
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yok
mu?” sorusunu, Türkiye’nin önde gelen
isimlerinden bazılarına yöneltti: Yrd.
Doç. Dr. Rula Baysan, Ahmet Ümit,
Prof. Dr. Arus Yumul, Em. Koramiral
Atilla Kıyat, Prof. Dr. Aydın Uğur,
Doç. Ferhat Kentel, Gündüz Vassaf,
Prof. Dr. Mehmet Altan, Prof. Dr. Mu-
rat Belge, Murat Kapkıner, Oral Ça-
lışlar, Osman Arolat, Serdar Kaya,
Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu.
Türk’ün Türk’ten Ba�kaDostu Yoktur
Yabancılar, tanrılar ve canavarlar gibi
büyük muammalar insanın dünyaya
bakışını nasıl şekillendiriyor? Ric-
hard Kearney yabancıların, tanrıla-
rın ve canavarların mit veya fanta-
ziden ibaret olmadığını, bilakis kül-
türel bilinçdışımızın önemli bir bö-
lümünü oluşturduğunu ortaya ko-
yuyor. Canavar imgesini derinle-
mesine inceleyen Kearney, antik
minotauruslardan ortaçağ demon-
larına, oradan günümüzün postmo-
dern düşmanlarına kadar uzanan
güçlü örneklerin de yardımıyla, in-
san benliğinin canavarca bir tarafı ol-
duğunu ortaya koyuyor. En basit kor-
ku ve arzularının dış dünyada nasıl
tezahür ettiğini görmek ve bunlarla
yaşamayı öğrenmek isteyenlere.
Yabanc�lar, Tanr�lar veCanavarlar
Usta öykücü Özcan Karabulut’un ilk
romanı. “Amida, Eğer Sana Gele-
mezsem”, Türkiye’nin son yıllarına, si-
yasal ve toplumsal değişikliklere de-
rinden bir pencere açıyor.
Romanın kahramanı Arat, çocuk
işçilerle ilgili bir çalışma için Diyar-
bakır’a gider. Orada tanıştığı ve etki-
lediği bir kadına bir zamanlar kente
hükümdarlık etmiş Amida’nın adıy-
la seslenir. Yasak aşk, kimlik ve aidi-
yet sorunu, kent yaşamının gizemi, si-
yasal çatışmalar arasında Arat’ı zor
günler beklenmektedir.
Bugün Türkiye’de çatışan her ke-
sime seslenen ve hiçbirini memnun et-
meyeceği daha ilk satırlarında ortaya
çıkan can yakıcı bir roman bu; tartış-
ma yaratacak bir yapıt.
Amida, E�er SanaGelemezsem
Jason Bourne için kovalamaca devam
ediyordu. Jason Bourne kendisini bir
anda, her adımını takip eden tehlikeli
bir kiralık katille, ölümcül bir kedi fare
oyunu içinde bulur. Savunmasız bir
halde kaçarken, kim olduğunu ve
kimliğinin ne kadarının Bourne kim-
liğiyle bağlantılı olduğunu sorgula-
maya başlar. Tüm bunlar olurken, bir
uçağa yapılan füze saldırısı sonrası
başlayan soruşturma, Bourne’un ken-
disine saldıran kişiyi bulma çabalarıyla
kesişir ve Bourne bir anda, o güne ka-
dar karşısına çıkan en ölümcül ve zor-
lu durumla yüz yüze gelir. Yeni bir
dünya savaşı tehdidinin ufukta gö-
züktüğü bir sırada, can düşmanı ta-
rafından takip edilen Bourne, gerçe-
ği ortaya çıkarmak zorundadır.
Umut Can Çeppioğlu sürükleyici öy-
küleriyle okurunu şiirsel bir atmosferin
içine sürüklüyor. “Hayaller İçinde Bir
Düş” adını verdiği ilk öykü kitabında 5
uzun öyküye yer veriyor genç yazar. Ay-
rıntıların titizlikle işlendiği, yaşam ta-
nıklıklarının ustalıkla öykülere sindiği
bu özel kitap, öyküseverler için olduk-
ça iyi bir okuma önerisi. Gerçekle düş,
aşkla yalnızlık, uyku ile ölüm kadar size
yakın öyküler var bu kitapta, sıkı bir
edebiyat yolculuğuna davetlisiniz. Her
taraf siyaha bürünüyordu. Hızlı bir şe-
kilde, bir örtü gibi her yeri kaplayarak
çöktü üzerine karanlık. Karaltının için-
deki beyaz bir tondu artık Derya. Yan-
lış ve doğrunun, gerçek ve hayalin öte-
sindeydi. Soruların cevaplarının bittiği
yerde, nedenlerin sorgu odasında, yok-
luk ile varlık arasında.
Hayaller �çinde Bir Dü�
Pablo Miranda’nın “Ülkem, Toprağım
ve Halkım” adıyla yayınlanan bu çalış-
ması, “bize anlatılan tarih” diye başlı-
yor ve egemenlerin yapıp ettikleriyle
başlayıp biten bir tarih anlayışını eleş-
tiriyor. Ardından, okul sıralarında oku-
tulan resmî tarih yerine Ekvador halk-
larının tarihini yazmaya koyuluyor; Ek-
vador’un doğal güzelliklerinin, verim-
li topraklarının içinde yoksul bırakılan,
sömürülen halkların tarihini. Ve bu
tarihi, bütün bir insanlık tarihinin bir
parçası olarak kurguluyor. İnsanlığın
daha güzel bir yaşam için verdiği mü-
cadele, yarattığı değerler Ekvador halk-
larının mücadelesinin bir parçasına
dönüşüyor. Çünkü bu tarih, insanlığın
ortak mücadelesinin tarihidir. Bu bizim
tarihimizdir.
Ülkem, Topra��m veHalk�m
Fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar, ço-
cukluğundan başlayarak tüm yaşamını
anlatıyor. Keribar’ın kamerası, 75 yılın
panoramasını sunuyor, “Öteki yoksa, as-
lında biz de yokuz!” gerçeğini akıcı bir
dille bir kez daha kanıtlıyor. Ailesi, İs-
tanbul, Büyükada, Musevi olmanın ge-
tirdiği “öteki” olma duygusu, Varlık
Dergisi, 6-7 Eylül Olayları, “Vatandaş
Türkçe Konuş” kampanyası, Kore Sa-
vaşı, Japonya, fotoğraf tutkusu, fotoğ-
rafçılığı profesyonel bir yaşam tarzı
olarak benimsemesi, yakın tarihimize ve
insan olmaya dair her türlü ayrıntı var
bu anılar denizinde. Keribar, “Öteki Ya
Da Değil Ne Fark Eder”de kendisiyle
yüzleşiyor, bizi kendimizle, “öteki”yle ve
Türkiye’yle yüzleştirerek gerçeği akıcı bir
dille bir kez daha kanıtlıyor.
Öteki Ya Da De�il NeFark Eder? - �zzet Keribar
Umut Can Çeppio�lu, PotkalKitap Yay�nlar�, 90 s.
John Farndon, NTV Yay�nlar�,Çev: Duygu Ak�n, 296 s.
“Zeki Olduğunu Düşünüyor mu-
sun?” kitabıyla bilinen John Farndon,
bu sefer insanlık tarihinde çığır açan
en harika fikirleri, bu fikirlerin di-
ğerleri arasından nasıl sıyrıldığını
anlatıyor. İnsanoğlu ateş, çiftçilik
hatta şarap olmasa ne yapardı? Ha-
rika fikirlerin tarihin gidişatını de-
ğiştirdiği bir gerçek, ama bir fikrin ha-
rika olduğuna kim, nasıl karar vere-
bilir? 50 fikrin bulunduğu bu liste bir
internet sitesinde insanların verdiği
oylara göre hazırlandı. Peki, ama siz
oy verenlerle hemfikir misiniz? Han-
gisi sizin için daha önemli: Kapitalizm
mi yoksa Marksizm mi, bankacılık mı
yoksa çay içmek mi, ekmek pişirmek
mi yoksa internette dilediğiniz gibi ge-
zinmek mi, kuantum teorisi mi yok-
sa çömlekçilik mi?
Richard Kearney, Metis Yay�nlar�,Çev: Bar�� Özkul, 352 s.
Rahime Sezgin,Do�an Kitap, 180 s.
Metin Gülbay, �thaki Yay�nlar�,328 s.
Özcan Karabulut, K�rm�z� KediYay�nevi, 302 s.
Eric van Lustbader, Alt�n Kitaplar,Çev: Taner Yenido�an, 480 s.
Pablo Miranda, Evrensel Bas�mYay�n, Çev: Tonguç Ok, 232 s.
Robert Ludlum’unBourne Aldatmacas�
Çirkinsen kaybettin!
Üç beş kitap çevirip çocuk edebiyatını tica-
rete dönüştüren yayınevleri arasında, fikir-
leri ve projeleriyle farkını belli eden Günı-
şığı Kitaplığı, güvenilirlik açısından sayıları
bir elin parmağını geçmeyen yayınevlerinden
biri. Çocuklarınızı bir şekilde kitaplara ema-
net ediyorsunuz, iş güç arasında belki bu ki-
tapları inceleyemiyorsunuz bile. Onların
dünyaya açılmalarını, ama bir o kadar da öz-
lerine bağlı kalmalarını istiyorsunuz. Hem
kültürlü olsunlar, hem kötü alış-
kanlıklardan uzak dursunlar,
hedefleri olsun ama hayatın
acımasızlıklarını da öğrensinler,
yine de çok üzülmesinler di-
yorsunuz. Ama okudukları ki-
tapların onlara ne kadarını ver-
diğinden emin olamıyorsunuz.
Bu bakımdan çocuğu kitaba
emanet etmek, bakıma muhtaç
bir bebeği bakıcıya emanet et-
mek kadar zor. Çocuk ve genç-
lik edebiyatına gönül veren, uz-
manlarla işbirliği içinde bu
alandaki gediklerimizi kapa-
mak için dünya edebiyatını özenle takip
eden, genç ve dinamik yazarlarla usta ya-
zarları bir arada tutabilen ve bu işi meslek-
ten öte yaşam biçimine dönüştüren Mine
Soysal ve tüm yayıncı ekibine, bu vasıtayla bir
kez daha teşekkür ediyoruz.
DÜPEDÜZ Ç�RK�N�M!Çirkin bir genç için hayat daha mı zordur?
Elbette daha zordur, hele de yeni bir
okul dönemi başlangıcında ise. İlk intiba
önemlidir ya, kısa boylu, yelken kulaklı, etli
burunlu, iri dişli, pörtlek gözlü ve bol
kaşlıysanız, kabul edin baştan kaybettiniz.
Neden mi? Çünkü siz “toplum” için “çir-
kin”siniz.
Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin
ve yeteneksiz bir gencin kalabalık ailesinin
içinde kayboluşunu, yaşamı ve ilişkileri sor-
gulayışını ve bu umutsuz günlerde kendi
gibi “standart”lara aykırı insanlarla tanış-
masını anlatıyor. Karanlık-
tan aydınlığa kavuşan, eğitici
öğretici bir kitap değil, sa-
dece bir gencin kendi haya-
tı hakkındaki samimi itiraf-
ları.
Suzan Geridönmez 1966
yılında Almanya’nın Kaisers-
lautern kentinde doğmuş. İs-
tanbul Üniversitesi Alman
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü
bitirdikten sonra Avrupa'da
çağdaş kütüphanecilik eğiti-
mi almış. Uzun süre kütüpha-
neci olarak çalışan ve çeviriler
yapan yazar, bir yandan da kağıt hamuru sa-
natı ve kukla yapımıyla da ilgileniyormuş.
“Kolaysa Ağlama”, “Ötesi Yok” ve “Uzay-
da Bir Yatılı Okul” isimli üç kitabı daha olan
yazar, genç okurları yaşam, ölüm, çirkinlik,
dostluk gibi kavramlar üzerinde düşünme-
ye davet ediyor.
İyi okumalar diliyoruz.
(Hiç Adil Değil,Suzan Geridönmez,
Günışığı Kitaplığı, 176 s.
28 EYLÜL 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin ve yeteneksizbir gencin kalabal�k ailesinin içinde kaybolu�unu,ya�am� ve ili�kileri sorgulay���n� ve bu umutsuz
günlerde kendi gibi “standart”lara ayk�r� insanlarlatan��mas�n� anlat�yor
İREM HALIÇ[email protected]
S�n�ftan Yükselen Sesler
Yedi çocuk. Bir sınıf. Olağanüstü bir öğ-
retmen. Ve hayatlarını değiştiren bir okul yılı.
Snow Hill Okulu’nun yedi öğrencisi için 5.
sınıf hiç de kolay başlamamıştır. Okulun ye-
nisi, uyum sorunu yaşayan akıllı ve hoşgörülü
Jessica... Dostunuz gibi görünüp arkanızdan
iş çevirebilen baş belası Alexia... Sürekli hın-
zırlık peşinde koşan sınıfın en yaramazı
Peter... Gözlerinden zekâ fışkıran Luke... Çe-
kingen yapılı, en ufak şeyden kırılabilen Da-
nielle... Ailesi nedeniyle arkadaşlarınca dış-
lanan utangaç Anna... Ve okuldan ölesiye
nefret eden aksi yaradılışlı Jeffrey. Fakat yeni
öğretmenleri Bay Terupt, “yaşa ve öğren”
adını verdiği alışılmadık eğitim metoduyla,
azarlamak yerine davranışlarının sonuçlarıyla
yüzleşmelerini sağlayarak onlarla nasıl başa
çıkacağını biliyor gibidir. Ancak belki de bu
metodun da bir sınırı olmak zorundadır.
Çünkü karlı bir günde yaşanan korkunç bir
kaza herkesi ve her şeyi değiştirecektir.
Rob Buyea’nın bu sıra dışı romanı yedi çocuğun dilinden ayrı ayrı aktarılıyor.
Her birinin değişik bir hikâyesi ve öğretmenlerini eşsiz kılan niteliklere fark-
lı bir bakış açısı var. “Sınıftan Yükselen Sesler”, olumlu düşünmeyi öğreten,
öğrenmek için çaba göstermek gerektiğini anlatan, bizi biz yapan en büyük de-
ğerler olan yardımlaşmayı ve dostluğu yücelten muhteşem bir roman.
Ruhlar Gölü
Korku ve vampir edebiyatının çağdaş ustası
Darren Shan’ın, “Saga” olarak adlandırdığı on
iki kitaplık vampir serisinin sabırsızlıkla bek-
lenen onucu kitabı “Ruhlar Gölü” raflardaki
yerini aldı. Tüm dünyada milyonlarca hayra-
nı bulunan, onlarca farklı dile çevrilen ve 2009
yılında beyazperdeye de uyarlanarak tüm
dikkatleri üzerine çeken “Ucubeler Sirki”
serisinin onuncu kitabıyla büyük finale adım
adım yaklaşırken, tüyler ürpertici yepyeni
bir serüvenle serinin ritmi yeniden yükseliyor.
Darren, gecenin çocuğu olarak yeniden doğ-
du. Darren ve Harkat, Ruhlar Gölü’ne doğru
yaptıkları zorlu yolculukta karşılarına çıkan ina-
nılmaz engelleri aşmak zorunda kalırlar. Ölü-
lerin gezdiği karanlık sularda onları ne bekli-
yor olabilir? Kahramanlarımız bu maceradan
sağ çıkabilecekler mi dersiniz?
Darren Shan,Tudem Yay�nlar�, Çev:Arif Cem Ünver, 224 s.
Zeynep Cemali Edebiyat GünüZeynep Cemali Edebiyat GünüZeynep Cemali Edebiyat Günü
Günışığı Kitaplığı tarafından bu yıl ikinci kez düzenlenen çocuk ve
gençlik edebiyatı konferansı Zeynep Cemali Edebiyat Günü, 6
Ekim’de Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşecek. Çocuk ve genç-
lik edebiyatına emek veren yazarlar, editörler, akademisyenler, ya-
yıncılar, illüstratörler, çevirmenler, grafik tasarımcılar, kütüphaneciler
ve eğitimcilerin katılacağı tamgünlük konferansta çocuk ve genç-
lik edebiyatı, yayıncılığın önemli konuları ve 4+4+4’le biçimlenen
yeni eğitim döneminde edebiyat kitaplarının yeri tartışılacak.
Adını, 2009’da yaşama veda eden usta öykücü Zeynep Ce-
mali’den alan konferansın konuşmacıları arasında Selim İleri, Yal-
vaç Ural, Müge İplikçi, Behçet Çelik, Aslı Tohumcu ve Semih Gü-
müş gibi edebiyatçıların yanı sıra Prof. Dr. Üstün Ergüder, Zeke-
riya Kaya, Dr. Müren Beykan gibi eğitim ve yayıncılığımızın önde
gelen isimleri bulunuyor.
Konferans, ülke genelinde büyük bir katılımla sonuçlanan Zey-
nep Cemali Öykü Yarışması 2012 Ödül Töreni’ne de ev sahipliği
yapacak. İlköğretim 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerinin katıldığı öykü ya-
rışmasında 2012’de dereceye giren ilk üç öğrenci ödüllerini usta ede-
biyatçılarımızın elinden alacaklar. Çocuklar, severek okudukları pek
çok yazarla tanışma fırsatı bulacaklar.
Edebiyatçılar, yayıncılar ve çocuklar bu konferansta!
Rob Buyea,Alt�n Kitaplar, Çev:Eda Aksan, 272 s.
Son dönemde internetin yaygınlaşma-
sıyla insanlar artık bilgisayar başında ki-
tap arar oldu. Oysa sahaflara gide gele bir-
birinizi daha iyi tanır, dost olursunuz. Kimi
zaman kitap aramaya değil, sadece soh-
bet için bile gittiğiniz olur. Bu sırada sa-
haf da “Tam senlik bir kitap var” deyip,
önünüze koyar. Ya da siz merak ettiğiniz
konuyu söylerken hemen uygun bir kita-
bı getirir. Bizim Kitap Kafe de işte tam
böyle bir yer. Sadece eski kitap almaya git-
mezsiniz, içeride hoş bir şekilde döşenmiş
koltuklarda çay-kahve içebilir, aperatif bir
şeyler de yiyebilirsiniz.
Bizim Kitap Kafe’de altı yüze yakın
Osmanlıca eser, onlarca dilde on binler-
ce kitap bulmak mümkün. Sadece kitap
da değil eski radyo, daktilo, saat gibi an-
tika eşyaları da bulabileceğiniz bir yer.
Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi Kara-
kolhane Caddesi (Yeldeğirmeni)’ndeki
yüz elli yıllık Tevfik Tura Apartmanı’nın
giriş katında hizmet veriyor Bizim Kitap
Kafe.
Celâl Bayar! Orta yaş ve üzeri kuşak onu
genellikle Demokrat Parti döneminde-
ki Cumhurbaşkanlığı’yla hatırlar. O dö-
nem de 27 Mayıs ihtilaliyle sonlanmış ve
ortaya trajik bir son çıkmıştır. Oysa Ce-
lâl Bayar’ı DP döneminin ötesinde;
Atatürk dönemindeki İktisat Bakanlığı,
Başbakanlığı ve ondan da önce İttihat-
çı bir kimliğiyle tanımak ve değerlen-
dirmek gerekir. Hatta o dönemleri, onu
daha iyi tarif eder. Ben İttihatçı Celâl Ba-
yar’ı daha çok seviyorum. O dönemi için
“Partizan Celâl Bayar” diyorum. Bankacı
ama gizli komitacı aynı zamanda. 1908
Meşruti Devrimi'ni hazırlayanlardan ve
onu yaşatmaya ve geliştirmeye çalışan
kadrodan... 1918 sonunda herşeyin bit-
ti denildiği bir sırada ise yılmayan ve eli-
ne silah alıp dağa çıkan bir ihtilalci! Ke-
malistlerle buluşan kahraman...
HAR�KA TAR�H DERS� Celâl Bayar’ın en meşhur eseri 8 ciltlik
“Ben de Yazdım” isimli kitabıdır. Eser
ilk olarak 1965-1972 yılları arasında ya-
yımlanır. Büyük ilgi görür. 30 yıl sonra
Sabah Kitapları tarafından 1997 yılında
tekrar yayımlanır. Kitap ta-
rih meraklıları için tam bir
şölendir. Bir solukta oku-
nan ve elden düşürülmeyen
başucu kitabı gibi. Harika
da tarih dersi vardır içinde.
Bayar, kitaba “1918 yılı İt-
tihat ve Terakki Kongresi
hazırlıkları ve genel durum”
başlığıyla başlıyor. Kurtuluş
Savaşı başında Ankara’ya
vekil olarak gidişiyle bitiyor
eser. İçinde neler yok ki; ha-
liyle ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki dö-
nemi, Balkan Harbi, Balkanlar, Os-
manlı’nın dağılması süreci ve olayları, Ci-
han Harbi ve sonuçları, çöküş ve kurtuluş
için dağa çıkma... Bolca dipnot ve bel-
geyle desteklenmiş...
DA�A ÇIKAN PART�ZAN!Celâl Bayar Bursa’da yabancı bir ban-
kada memurken devrimci fikirlerle ta-
nışır ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne gi-
rer. Tam bir militandır. Talat ve Enver
Paşa’larla meşhur Bab-ı Ali Baskını’na
bile katılır. Peşlerinde hafiyeler kol ge-
zer. Onlar ise buna aldır-
madan hedefine doğru
emin adımlarla yürür. 31
Mart 1909 gerici ayaklan-
masında ise yine iş başında.
Olayın ilginç yanlarına şa-
hit olur. Bunları genişçe ki-
tapta yazar... Cihan Harbi
içinde İzmir’de Parti se-
kreteridir. Savaş öncesi
dağdaki efelerle görüşür ve
onları düze indirir. Onlara
“Artık büyük devletlerle
savaş halindeyiz. Silahınızı onlara çevi-
rin” der. Öyle de olur. Gökçen Efe’yle
dağda görüşmüştür. Cihan Harbi sonrası
ise yine dağa çıkar bu sefer roller de-
ğişmiştir. Artık o da silahlanmış ve efe-
lerle birlikte düşmana karşı savaşacak-
tır. Gökçen Efe’yle görüşür ve onu iknâ
ederek silah başı yapar. Akhisar’dan son-
ra Aydın’a geçer. Demirci Mehmet
Efe’yi mücadeleye katar. Onun kurmay
başkanıdır. Ankara’yla temas kurar.
Sonrası malum. Bakanlık, Başbakanlık,
Reisicumhurluk! Hepsini de bileğinin
hakkıyla kazanmıştır. Ölene kadar da İt-
tihatçı/komitacıdır. Başı dik ve gururlu...
ATATÜRK �STED� BEN DEYAZDIM103 yaşında kaybettiğimiz Bayar, Türk
devriminin önemli isimlerinden birisi.
Saygıyla anarken kitabın yazılma öykü-
sünü de kitabında şöyle anlatır: Çanka-
ya toplantılarında eski günlerden bah-
sedilince bir gün Bayar “Adam sen de,
bunlar da mesele mi?” der ve çekilen sı-
kıntılardan ve onların nasıl halledildiğini
anlatır. Bunu duyan Atatürk de “Bunları
yazdınız mı?” diye sorar. “Hayır” ceva-
bını alır. Atatürk “Rica ederim, yazınız”
der. O da bunu vasiyet bilir: “O zaman
bu benim için bir emirdi. Nur içinde yat-
sın, irtihalinden sonra bir vasiyet ol-
muştu. Bunun içindir ki bu kitabı yaz-
maya başladım ve ‘Ben de Yazdım’ adı-
nı verdim.”
Not: Geçen haftaki yazımda İbrahim
Olcaytu’yu yanlışlıkla “Doğu Perin-
çek’in de kayınpederidir” yapmışım.
Baba Sadık Perinçek’le karıştırdım.
Doğrusu “dedesi” olacak. Özür dilerim.
Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ıCelâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ıCelâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ıCelâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı
28 EYLÜL 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
Onlarca Dilde On Binlerce Kitap
BİZİM KİTAP KAFE / İSTANBUL MARTI SAHAF / İSTANBUL
ERCAN DOLAPÇI
DENİZ TOPRAK
Sahaflık mesleğinin elbette
birçok anlamı vardır. Ama
bunlardan birisi kısaca “ki-
tap elden ele” diyerek özet-
lenebilir. Kimi zaman bir
okurdan başka bir okura,
bir kitaplıktan başka bir
kitaplığa kimi zaman ise
depolara, çatı katlarına kal-
dırılmış, okursuz bırakıl-
mış kitapları okurlarına ka-
vuşturur, zevklerin ve mut-
lulukların yüzeyselleştiği ve
maddileştiği bir çağda daha
derin bir mutluluğun yayıl-
masını özendirir.
Kitaplara, ilk baskı eser-
lere, imzalı kitaplara ilgi top-
lumun bilgiye, edebiyatçıya,
tarihçiye özünde insana ver-
diği değeri gösterir. Örneğin
bir kitaptaki imzaya verilen
değer aslında yazar ile kuru-
lan bağdır. Yazar ile okur
arasında kurulan çıkarsız bağ-
dır. İşte Beyoğlu İstiklal Cad-
desi Abdullah Sokak’ta bu-
lunan Martı Sahaf da bir im-
zaya verilen değerin hatıra-
lara verilen değer olduğundan
hareketle “her eve bir kü-
tüphane” sloganıyla kitapse-
verlerin hizmetinde olmaya
devam ediyor.
Kitap Elden Ele
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Milattan Sonra (k�sa)2. Yass� demir ürünü - Kuyruk sokumu kemi�i -
Sodyum’un simgesi - Sözle�me, mukavele, kontrat3. Diki�te kullan�lan pamuk ipli�i - �skambil ka��d�nda
“sinek” - Ya�� küçük oldu�u halde sözleri ve davran��lar�büyükmü� gibi olan çocuk
4. Sar� humma virüsü - Gezegenimizin uydusu - “Tavan”kar��t�
5. �sviçre’de bir nehir - Ak�ll�ca6. Öde�me - Ten, deri - “... Güler” (foto�rafç�) - C�va’n�n
simgesi7. ��e yatk�n, becerikli - Çölde esen rüzgar - Bizans
Devletinde vali ve derebeylerin unvan�8. H�rvatistan’da bir liman kenti - Sanca��, yelkeni ya da
sereni a�a�� alma9. S�n�r ni�an� - Yabanc� - Mesafe10. Bir papa�an türü - Eski bir Hindu tap�na�� tipi11. Din ile devlet ve yönetim i�lerini birbirinden ayr� tutan,
dini kurulu�lar�n yetkisi d���nda kalan - Japonya’n�n eskiad� - Güre�te bir oyun
12. Bir binek hayvan� - Stanislaw Lem’in bir eseri -Bahçelerde çiçek dikmek için ayr�lan yer - Lümen (k�sa)
13. Tah�l tanesi, evin - Bir tembih sözü - “Ülkü ...” (yazar)14. “... Derek” (aktris) - �stanbul’da bir semt - Cam, kristal15. (… KARANF�L) Resimdeki yazar�n bir eseri - Alev, yalaz
YUKARIDAN A�A�IYA1. Te�ekkür edilen veya övülen, bir kimsenin söyledi�i bir
incelik ve alçakgönüllülük sözü2. Sürekli, sonsuz - Yanak - Osmanl� devletinde taht yeri,
saltanat makam� anlam�nda kullan�lan bir sözcük3. Yap�lan i�ler, uygulamalar - Dul kalan kad�n�n sadakatini
göstermek üzere kendini kurban etmesi �eklinde birHindu gelene�i - Ni�de’nin bir ilçesi
4. Otlar - Bir dilek �art eki - Kartal tak�my�ld�z�n�n eskidildeki ad�
5. Bak�r’�n simgesi - Eski haline getirme - M�s�r’�n plakas� -Genellikle yaz�n kuruyan küçük akarsu
6. �vedi - Bir i�in yap�lmas� için ödenen ücret, yap�lan biri�in bedeli - Beyaz
7. Dogma, inak - Arnavutluk'un plakas� - Kans�zl�k8. Antla�ma - Sadece jest ve mimikler kullan�larak
gerçekle�tirilen bir gösteri sanat�9. Bön, avanak, budala - Gelecek10. Motor güç birimi - Dar ve kal�nca kesilmi� tahta - Cet -
Bir nota11. Çabucak gönderme, acele yollama - Birbirine uygun
renk ve yap�da olan12. Radyum’un simgesi - Yeryüzündeki yedi büyük kara
parças�n�n her biri, k�ta - Hal�, kilim ya da bez dokumatezgah�
13. K�sa kepenek - Fransa’n�n para birimi - Ticaret e�yas�14. Evren pulu - Mizaç, itiyat, tabiat - �ki yan� a�açl�,
do�rusal, geni� yaya caddesi15. Stenografi i�aretleriyle herhangi bir metni konu�ma
h�z�yla yazan kimse - Hastal�klar
28 EYLÜL 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğunagöre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acı-ların tek nedeni de bu. Nice limanlara yana-şacak gemiler var elbette ama hiçbiri hayatınıstırap vermez olduğu limana varmayacak, herşeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. Üs-tünden çok zaman geçti bunların, ama benimhüznüm hepsinden eski.
1 Burayı inşa ederken kimse bizim ne istediğimizidüşünmedi. Evlerimizi yerle bir edip bizi buraya,dostlarımızı başka yerlere tıktılar. Bir fincankahve içip gazete okuyacak, ya da üç-beş kuruşborç alacak bir yerimiz yok. Kimse neye ihtiya-cımız olduğunu düşünmedi. Buraya gelen büyükadamlar çimenlere bakıp şöyle diyorlar: “Nekadar şahane! Artık yoksulların her şeyi var!”
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz birköprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey ol-madı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tu-tamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimizenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimiişine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır.Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksekolduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.
3
a) Huzursuzluğun Kitabı - Fernando Pessoa
b) Uygarlığın Huzursuzluğu - Sigmund Freud
c) Huzursuz Gölge - Ali Cabbar
d) Huzursuz Ölüler - Paco Ignacio Taibo II,
Subcomandante Marcos
e) Artık Huzur Yok - Chinua Achebe
a) Şehir Büyüyor - Yeton Neziray
b) Şehirler - John Reader
c) Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve
Yaşamı - Jane Jacobs
d) Şehir ve Şehir - China Mieville
e) Beş Şehir - Ahmet Hamdi Tanpınar
a) Tutunamayanlar - Oğuz Atay
b) Aylak Adam - Yusuf Atılgan
c) Piç - Hakan Günday
d) Beyoğlunda Garibanın Otopsisi Yapılmaz -
Oktay Güzeloğlu
e) Kusma Kulübü - Mehmet Eroğlu
2
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(c) 3-(b)
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ