kitap aydınlık · neşet ertaş bir şairden fazlası. sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada...

23
Aydınlık BU SAYIDA 41 KİTAP TANITILIYOR 28 Eylül 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 31 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 1073 Tesadüfen gelen intikam Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı Köpekler ve Efendiler Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus Çözümsüzlükte boğulan Kıbrıs Arafta yaşayanlar Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun dilimize çevrilen son kitabı ‘Uzak Tepeler’

Upload: others

Post on 20-Jul-2020

8 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

AydınlıkBU SAYIDA

41KİTAP

TANITILIYOR

28 Eylül 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 31

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITAP.

Toplam: 1073

Tesadüfen gelenintikam

Bir duayenin kaleminden direngen

bir aydınlanma savaşçısı

Köpekler ve Efendiler

Anlamsız birdünyanın anlamını

arayan adam: Camus

Çözümsüzlükteboğulan Kıbrıs

Araftayaşayanlar

Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun

dilimize çevrilen son kitabı‘Uzak Tepeler’

Page 2: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

İTEF – İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali , 1–4 Ekim’de İstanbul’da, 3–5

Ekim’de Ankara’da, 5–6 Ekim’de İzmir ve 5–6 Ekim’de Hatay’da okurlarla bu-

luşacak. Dördüncüsü gerçekleşecek festivalin 2012 teması “Şehir ve Korku” ola-

cak. Okuma ve tartışma etkinlikleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışma-

ları, imza etkinlikleri ve edebiyat partileri ile Türk ve Dünya edebiyatının en iyi

örnekleri İTEF kapsamında sunulacak. “Şehir ve Korku” başlığı festival tanı-

tımında şöyle açıklanmış: “Söyleşilerde korku, edebi bir tür, bir kip, bir roman

kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alınacak; yazarlar ‘kor-

ku’ kavramının edebiyattaki karşılığının yanı sıra bireysel korkulara ve ifade-

sini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında bulan ortak korkulara

da değinecek.” İTEF Festival Kitabı, festival sonrasında İstanbul Kitap Fuarı

zamanında okurlarla buluşacak. Edebiyatseverlere duyurulur.

***

“Büyük ozan Neşet Ertaş’ı kaybettik.” Günlerdir üzüntümüzü yaşarken bu

sözü duyuyoruz çevremizde. Neşet Ertaş’ın ölüm haberini kabullendikten son-

ra dönüp tekrar bakıyoruz bu cümleye. En etkileyici kelimeyi buluyoruz: “Ozan”.

Sözlüğe baktığımızda kısacık bir açıklamasını buluyoruz bu sözcüğün; şair. Dü-

şünüyoruz sonra. Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği

noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-

lanıldığı türküler gelecek kuşaklara bırakacağımız en büyük miras. Miras de-

diysek yanlış anlaşılmasın. Parada pulda gözümüz yok. Ozanın dediği gibi “Ney-

leyim yalan dünya malı ziyneti...” Her güzel şeyin yitip gittiği duygusuna ka-

pıldığımız bugünlerde geride bırakılan miras sayesinde yeni ozanların yetişe-

ceğinden eminiz. Ustayı saygı ve rahmetle anıyoruz...

Haftaya görüşmek dileğiyle...

İÇİNDEKİLER SUNU

Yekta Kopan, Kediler Güzel UyanırKopan’ın bu öykü kitabında her biri birbirinden fark-

lı hikâyeler anlatılmış. Her biri okurda farklı hisler

uyandıran, kendisini özdeşleştirip yoğun duygulara

kapılmasına sebep olan hikayeler... Okurken hid-

detlenip gaza geliyorsunuz kimi zaman. Bir yandan

da bir o kadar yumuşak bir ton hissediliyor. İnsan-

da aşık olma isteği uyandırıyor...

Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyorNormal olmak nedir? “Akıllı” olduğumuzu zanne-

den bizler miyiz doğruyu gören, “deliler” mi? Oku-

ru gerçeğin peşine düşüren bir kitap. Gördüklerimizin,

bildiklerimizin gerçek olmama ihtimalini, bunların

bir kurgudan ibaret olma ihtimalini akıllara kazıyor.

Dennis Kelly, Sondan SonraŞu anda sahneye koyduğumuz oyunun ismi. Oku-

yucularımız oyunun tam metnini bulabilirler mi bi-

lemiyorum, bulamazlarsa da oyunumuza bekleriz.

Kelly’nin bu eseri güç dengeleriyle alakalı... Oyun kar-

şısındakine istediğini yaptırmak isteyen, onlara sa-

hip olabileceğini düşünen kişileri anlatıyor. Bu kişiler

üzerinden toplumsal bir düzene atıf yapılıyor aslın-

da. Bahsi geçen düzen faşizm. Faşizm sadece yuka-

rıdan aşağıya doğru toplumsal bir düzlemde şekil-

lenmiyor, bireyler üzerinden de gözlemlenebiliyor.

Bu açıdan metin kayda değer bir yaklaşımı içeriyor.

ÖneriYorum

AHU TÜRKPENÇE

AHU TÜRKPENÇE

AHU TÜRKPENÇE

1)

2)

3)

Haftanın Portresi: Émile François Zola s. 4

Tesadüfen gelen intikam s. 5

s. 6

Kabuğu sert, içi yumuşak meyve s. 7

Öyküleriyle farklılığı yakalayanlar s. 8

Köpekler ve Efendiler s. 9

Hayatı yakalayan demokrasi: Komünizm s. 10

s. 11

s. 12

Kaosun sesi ve hayatın hikâyesi s. 14

s. 15

“Müslüman Roma” masalları s. 16

Madonna’ya gönderilen lokum s. 17

Yeni Çıkanlar s. 18-19

Çocuk: Çirkinsen kaybettin! s. 20

Sahaf: Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

28 EYLÜL 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Aydınlık

KITAP.

Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı

Rousseau: “Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu; şimdi sadece kuvvet deviriyor.”

Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus

Kapak: Japon asıllı İngiliz yazar:Kazuo Ishiguro Arafta yaşayanlar...

Festival zamanı

Page 3: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

“Algı Kalesi”nin kapağını ilk gördüğümde

beğenmiştim ama biraz karanlık gelmişti. Ki-

tabı okuyup bitirdikten sonra kapak benim

için daha anlamlı bir hale geldi, hatta ka-

ranlığın bile bir anlamı vardı artık. Kitabın

kapağını açtığınızda bir başka kapakla benim

“yardımcı kapak” diye adlandırdığım, ya-

yınevi h2o Kitap’ın tüm kitaplarında da

yer alan eski tarzda (vintage) bir kapakla kar-

şılaşıyorsunuz. Bir uçurumun kenarında

yalnız ve üzgün bir kadının üzerine harfler

yağıyor illüstrasyonda. İki kapağa bir kez

daha bakıp roman ile ilgili bir ipucu yaka-

lamaya çalışıyor, içinizden öngörüler oluş-

turuyorsunuz hepsinin az sonra yazar tara-

fından birer birer yıkılacağını

bile bile.

Sonra bir sayfa daha çevi-

riyorsunuz ve okurun aklına ilk

merak tohumu atılıyor: “Bu ki-

tap belli bazı nedenlerle yaza-

rın da izni alınarak ilk bölümü

çıkartılarak yayımlanmıştır.”

Okur olarak bu oyuna katılıyor,

inanmış görünerek ilk bölümü

yani aslında rivayete göre ikin-

ci bölümü okumaya başlıyoruz.

Ama bölümü bitirdiğimizde o

kulak ardı ettiğimiz bilgi içimi-

zi kemirmeye başlıyor. Okur

her yeni bölümde o boşluğun gittikçe bü-

yüdüğünü duyumsuyor ve bu duygu kitabın

sonuna kadar onu hiç bırakmıyor.

CESUR VE SAM�M�Kitap az ama önemli karakterlerden oluşmuş

bir hikâyeye sahip ve biz ilk bölümde nere-

deyse tüm karakterleri tanıyoruz. “Algı Ka-

lesi” ilk bölüme aslında finallere yakışır bir

sahneyle başlıyor, şaşırıyor ama aynı za-

manda meraklanıyoruz. Yazarın bence en

büyük başarılarından biri bu merak duygu-

sunu kitabın sonuna kadar koruyabilmesi,

okuru hep uyanık tutabilmesi.

“Algı Kalesi”nin, okuru hemen avcunun

içine alabilmesinin en büyük sebebinin, çoğu

zaman kendi kendimize sorduğumuz, yüksek

sesle dillendirmekte zorlandığımız soruları ce-

saretle sorması ve bunlara samimi bir şekil-

de cevap araması olduğunu düşünüyorum. Ya-

zar her sorusuyla aslında okurun aklına bir

çentik atıyor, kitabı okumaya devam eden

okur, bu çentik attığı yerlere defalarca gidip

gelmeye başladığını fark ediyor. Cevabı ara-

nan her soru yeni sorular doğuruyor ve so-

nunda hiç bitmeyen bölünerek çoğalan bir

döngüye evriliyor.

Hikâye, İstanbul’da 1873 yılında geçiyor.

Yazar okurun bu zamanı soluması için; keli-

melerini özenle seçmiş, karakterlerinin hal ve

tavırlarını adeta çizmiş ve eski İstanbul tas-

virleriyle hikâyesini desteklemiş. Yazarın ke-

lime bilgisi, Türkçeye hâkim olması ve bu ka-

dar naftalinli kelimeye rağmen metnin akıcı-

lığını koruyabilmesi beni etkiledi.

Kitabın ilk bölümünde Tahir Usta ve

onun bir nevi öğrencisi sayılabilecek Levend

ile tanışıyoruz ve elbette bir de Akil Hoca var.

Kitap bu üç karakter üzerinden yürüyor. Bas-

kın karakter Levend olsa da ben Akil’le eşit

rol paylaştıklarını düşünüyorum ve bu benim

kitapta çok hoşuma giden bir durum. Çün-

kü iki ayrı hikâyeyi sanki bir saçı örer gibi

örüyor yazar. Okur da bu örgüyü takip

ederken Tahir Usta’yı da kita-

bın sonuna kadar hiç unutmu-

yor, bir yerlerde bırakmıyor ve

sayfalar boyu onu da yanında

taşıyor. Yazar bunun ödülünü

ise okura son bölümde veriyor.

Bir bohçayı bağlar gibi ilk

önce Akil ve Levend’in hikâ-

yelerini bağlıyor sonra üzer-

lerine son düğümü Tahir Usta

ile atıyor. Okur bohçayı biraz

daha karıştırmak isterken ya-

zar onu sırtlanıp hızlıca uzak-

laşıyor.

YO�UN B�LG� AKTARIMILevend’in bilgiye olan tutkusu, öğren-

meye olan açlığı meraklı okur için de aslın-

da bir okuma izleği çıkarmasını sağlayabilir.

Ama aynı zamanda hızlı temposu ve aşırı bil-

gi yüklemesi zaman zaman sabırsız okura

ipin ucunu kaçırma endişesi yaşatabilir.

Yazarın bilinçli bir tercihi miydi bilmi-

yorum ama kadın karakterler ve aşkları, san-

ki baş erkek karakterlerin etkileyiciliğine göl-

ge düşürmesin diye geri planda bırakılmış

gibi geldi bana. Oysa ben Neva ve Tahir Us-

ta’nın aşkını biraz daha okumak, Neva’yı

daha yakından tanımak isterdim. Ayrıca Akil

başına gelen felaketten kurtulduktan sonra

sanki bir süre kendi derdine düşüp Melike’yi

unuttu. Oysa ona ulaşamasa da aklında ol-

duğunu okur olarak bilmek istedim ve bu-

nun eksikliğini hissettim.

Kitabın arka kapak yazısındaki söze ka-

tılıyorum: “Bir solukta okuyacak ama bir lok-

mada yutamayacaksınız.” Çünkü yazar so-

rularını Levend, Akil ve Tahir Usta aracılı-

ğıyla sizin zihninize bırakıp gidecek. Her bir

soru kozalakların tutuşması gibi patlayarak

parçalara ayrılacak ve içinizdeki yangın git

gide büyüyecek…

(Algı Kalesi- Rastlantı ve Devinim,Gültekin Karakuş, h2o Kitap, 190 s.)

HAFTANIN PORTRES�

Natüralizm akımının öncüsü ünlü Fran-

sız yazar Émile F. Zola, 1840 yılında Pa-

ris’te doğdu. Babası İtalyan asıllıydı ve

mühendisti. Ancak küçük yaşta babası-

nı kaybetti. Zola’nın bundan sonra ya-

şamı zorluklarla geçti ve lise eğitimini ya-

rıda bırakarak çalışmak zorunda kaldı.

1862’de bir yayınevinde çalışmaya baş-

ladı ve hayatı değişti. 1864’te ilk öyküleri

basıldı. Figaro Gazetesi’ne makale ver-

meye başladı. Yazarlığına duyduğu gü-

ven sayesinde kendini tamamen edebi-

yata adamak için yayınevindeki işinden

ayrıldı ve 1867’de meşhur romanı “The-

rese Raquin”ı yayımladı. En az bu roman

kadar değerli olan eserlerinden birkaçı

“Nana”, “Germinal” ve “Meyhane”dir.

Zola’nın edebiyat açısından önemi

kuşkusuz Natüralizm akımını edebiyata

kazandırmasından ve deneysel roman ge-

leneğini başlatmasından ileri gelmekte-

dir. Natüralizm akımı hayatı gözlemle-

yip tüm çıplaklığıyla edebiyata aktarmayı

öngörmektedir. Tasvirlerin gerçekliliği ve

karakterlerin ruhsal yönleri eserlerde

önem kazanmıştır. Zola’nın eserlerinde

toplumunun hemen hemen her kesi-

minden insanla karşılaşmak mümkündür.

Eserlerini oluştururken araştırmalar

yapmış ve eserlerini oldukça sağlam te-

meller üzerine şekillendirmiştir. Doğal

ve gerçekçi üslubuyla döneminde kim-

senin yapmadığı şeyi yapmış ve eserle-

rinde açık ve cesur bir şekilde toplumsal

gerçekleri yansıtmayı başarmıştır.

Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti

ise, Dreyfus Davası’nda takındığı aydın

tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yı-

lında Fransız ordusunda Yahudi olma-

sından dolayı askeri yargının duyarsızlı-

ğına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hü-

kümetin bütün baskılarına rağmen sa-

vunan ve Fransa devlet başkanına hita-

ben “İtham Ediyorum” makalesini ya-

yınlayan Zola, hapis cezasına çarptırılmış

ve baskılardan dolayı Fransa’yı terkedip

bir süre Londra’da yaşamak zorunda kal-

mıştır. Çabaları sonucunda Dreyfus Da-

vası’nın yeniden görülüp adaletin yerini

bulması ile bir yıllık sürgün hayatından

sonra yurduna dönmüş ve Paris’te mü-

tevazi bir hayat sürmüştür. Hatta son ro-

manı Dreyfus Olayı’nın bir öğretim ku-

rumuna uyarlanmasıdır. 1902’de baca ze-

hirlenmesinden ölmüştür, ancak ölü-

münün şaibeli olduğunu düşünenler de

vardır.

Haksızlıklara karşı mücadele etmiş

usta edebiyatçıyı, ölüm yıldönümünde şu

cümlesiyle anıyoruz:

“Gerçek toprağın altına kapatıldığı

zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir

patlama gücü kazanır ki patladığı gün her

şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur.”

Émile François Zola(2 NİSAN 1840 – 29 EYLÜL 1902) “Alg� Kalesi”nin, okuru hemen avcunun içine alabilmesinin

en büyük sebebinin, ço�u zaman kendi kendimizesordu�umuz, yüksek sesle dillendirmekte zorland���m�zsorular�, cesaretle sormas� ve bunlara samimi bir �ekilde

cevap aramas� oldu�unu dü�ünüyorum

Rastlantınınkurgusu

28 EYLÜL 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

SİBEL ÖNAL

Zola’n�n edebiyat aç�s�ndan önemi ku�kusuzNatüralizm ak�m�n� edebiyata kazand�rmas�ndanve deneysel roman gelene�ini ba�latmas�ndanileri gelmektedir. Natüralizm ak�m� hayat� göz-lemleyip tüm ç�plakl�-��yla edebiyata aktar-may� öngörmektedir.Tasvirlerin gerçeklili-�i ve karakterlerinruhsal yönleri eserler-de önem kazanm��t�r.Zola’n�n eserlerin-de toplumununhemen hemenher kesimin-den insanlakar��la�makmümkün-dür

Page 4: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

Vah�etin tarihçesini ara�t�ran bir doktorun,delili�in pençesinde a�klar�n� ya�amaya çal��aniki sevgilinin ve sava�a kat�lm�� ama insanl���n�

sava� alan�nda b�rakm�� bir adam�n, bircinayetle kesi�en hayatlar�n�n öyküsü “Kudüs”

5Aydınlık KİTAP

Portekizli yazar Gonçalo M. Tavares’in son

romanı “Kudüs”, Kırmızı Kedi Yayın-

evi’nden çıktı. Vahşetin tarihçesini araştı-

ran bir doktorun, deliliğin pençesinde aşk-

larını yaşamaya çalışan iki sevgilinin ve sa-

vaşa katılmış ama insanlığını savaş alanın-

da bırakmış bir adamın, bir cinayetle kesi-

şen hayatlarının öyküsü “Kudüs”. Arka ka-

pakta da belirttiği gibi “insanın karanlık yü-

züne korkusuzca bakmaya çalışan” bir an-

latı. Özellikle kitabı elinize aldığınızda Sa-

ramago’nun da tavsiye cümlesiyle karşıla-

şınca iyice meraklandıran bir kitap.

Roman, karakterlerin hayatlarının ke-

sişeceği ve tamamen değişeceği geceyle

başlıyor. Karakterlerden biri bir doktor ve

vahşetin tarihçesiyle ilgileniyor.

İnsanları şiddete iten et-

menleri inceleyerek şiddetin

yüzyıllara göre değişimini

bir grafikle açıklamaya çalı-

şıyor. Bu şekilde vahşetin

zamanla azalıp azalmayaca-

ğını veya yok olup olmaya-

cağını anlamaya çalışıyor.

Doktorun eski karısı ise bir

şizofren ve yatırıldığı hasta-

nede kocasını aldatarak baş-

ka bir şizofrenle beraber olu-

yor ve çocukları oluyor. Dok-

tor çocuğu oğlu olarak kabul

ediyor ve diğerlerine göster-

miyor. Savaşa katılmış adam

ise bir fahişenin dostu ve geçimini onun ka-

zancıyla sağlıyor. Sıradan bir gecede dok-

torun fahişeyle tanışması, şizofren kadının

rahatsızlanıp kendini sokağa atması ve eski

sevgilisini yanına çağırması, savaşa katıl-

mış adamın adam öldürme dürtüsüyle

sokaklarda ava çıkması ve doktorun oğ-

lunun babasını bulmak üzere dışarı çık-

masıyla karakterlerin hepsinin hayatı ke-

sişmiş oluyor. Ve gece cinayetle son bulu-

yor. İşin ilginç tarafı katilin de cinayete kur-

ban giderek, maktulün kanının yerde kal-

maması. Ancak bu durum sadece tesa-

düfler sonucunda oluşuyor.

SA�LAM KARAKTERLERLETÖKEZLEMEKKitaba başlayınca olay örgüsü, karakter-

lerin ilginçliği hemen insanı sarıyor ve say-

faları nasıl hızla geçtiğinizi anlayamıyor-

sunuz bile. Olay gecesi, karakterlerin o es-

nada yaptıklarıyla başlayan anlatı, geriye

dönüşlerle karakterleri şekillendiriyor ve

yazar, her birinin öyküsünü yaratmaya

başlıyor. Romanın karakterleri iyi kurgu-

lanmış ve özellikle doktorun araştırmasıyla

ilgili kısımlar insanı vahşet üzerine dü-

şünmeye teşvik ediyor. Yani sadece ka-

rakterin bir özelliği olmaktan çıkıp yaza-

rın vahşet üzerine düşüncelerini de öğ-

renme fırsatı veriyor, romana derinlik ka-

tıyor. Ancak belli bir noktada vahşet ko-

nusunda da yazarın tıkanma yaşadığı, ka-

rakterine ciltlerce kitap yazdırıp başarı-

sızlığa sürüklemesinden belli oluyor. Ya-

zar karakterleri oluşturma

esnasında çok başarılı, an-

cak bu kadar detaylı ve il-

ginç karakterler dahi ro-

manın sonunun iyi bağla-

namamasına engel olamı-

yor.

TESADÜF� SONKarakterlerini bu kadar

renkli ve olay örgüsü so-

nuca kadar gayet iyi gelen

kitap, sonuyla şaşırtıyor.

Son, sadece hayatın tesa-

düflerle ilerlediğine dair

bir göndermeden ibaret.

Karakterler, olay, vahşet, insanın karanlık

yüzü bir çırpıda kenara itilmiş oluyor. Te-

sadüf tüm olaya yön veriyor ve diğerleri bu-

nun için feda edilmiş oluyor. Roman için

gerçekten üzülüyorsunuz. Ama yazar yine

de aklınızda kalıyor. Sonu hariç geri kalanı

mükemmel yaratan yazarın bir dahaki ki-

tabının daha iyi olabileceği umuduyla di-

ğer kitabı beklemeye karar veriyorsunuz.

Sonuç olarak kitaptaki tek kusur ya-

zarın sonu iyi bağlayamayarak o kadar

emekle yarattığı karakterlerini heba et-

mesi. Ve vahşetle ilgili derinlemesine dü-

şünürken, düşündürtürken bir anda sonuca

ulaşamayarak konuyu kenara atıp tesa-

düflere odaklanması hayal kırıklığı yara-

tıyor.

( Kudüs, Gonçalo M. Tavares,Kırmızı Kedi Yayınevi,

Çev: Pınar Savaş, 191 s.)

DENİZ ANTEPOĞ[email protected]

Gonçalo M. Tavares

Tesadüfengelen

intikam

Page 5: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

“İnsan, ömrünü bir taşı yont-makla geçirir ve sonunda kendiheykeli çıkar ortaya…”

İlhan Selçuk

Tahsin Yücel O’nun için; “Bakma-

yın görünüşüne, bakmayın arada

bir tekleyen yüreğine, hep güçlüdür,

güçlü olmuştur İlhan Selçuk…” di-

yor. O’nun yaşam öyküsünü ne de

güzel anlatıyor bu cümle.

Gazetecilik mesleğinin duayen-

lerinden Orhan Karaveli, bir başka

duayeni, altmış yıllık dostu İlhan Sel-

çuk’u anlatıyor…

Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Sa-

kallı Celal ve Ziya Gökalp gibi bir-

çok önemli ismin biyografilerine

imza atan Karaveli, “Kendi Heyke-

lini Yapan Adam” kitabında da anı-

ların ve mektupların ışığında ülke-

mizin en önemli

aydınlarından, bir

Cumhuriyet neferi,

babadan Kuvvacı,

Cumhuriyet gaze-

tesinin başyazarı İl-

han Selçuk’un ay-

dınlanmacı kişiliği-

ne tanıklık ediyor.

Önsözünü usta

romancımız Adnan

Binyazar’ın kaleme

aldığı ve Orhan Ka-

raveli’nin onuncu ki-

tabı olma özelliğine

sahip bu eser üç bölümden oluşuyor.

İlk bölümde Selçuk’un ailesi, çevresi

ve kendisinden; kısacası yaşam se-

rüveninden söz ediliyor. İkinci bö-

lümde dostlarının aktardığı anılara

yer verilirken, üçüncü ve son bö-

lümde ise son günleri aktarılıyor.

Kitabın hazırlanmasında Selçuk

ailesinin yüz yıllık arşivinden yarar-

lanmış Karaveli, özellikle İlhan Sel-

çuk’un kız kardeşi Ülfet Ertel’in

desteği büyük olmuş. Mengü’nün

anıları, bu efsane düşün adamının

yaşam çizgisini ve felsefesini yansıt-

makta oldukça önemli bir rol üstle-

niyor.

Ayrıntılı bir biyografi olmanın ya-

nında, bir anı ve saygı kitabı da

olan “Kendi Heykelini Yapan

Adam”, İlhan Selçuk’un yaşamının

yanında, ülkemizin bir dönemini

de gözler önüne seriyor. Yine Sel-

çuk’un yakınındaki diğer önemli

isimler de, en başta büyük çizer

Turhan Selçuk olmak üzere, ayrın-

tılı portreleriyle eserde yer alıyor.

Cumhuriyet yazarı ve doktoru

Dr. Erdal Atabek, Prof. Dr. Emre

Kongar, Prof. Dr. Gürbüz Barlas,

Alev Coşkun, Ali Sirmen, Gufran

Kurtböke, Prof. Dr. Tahsin Yücel,

Turhan Selçuk ve Mehmet Benli an-

latımlarıyla kitaba büyük katkı sağ-

lıyor.

“VATAN SEVDALISI,CUMHUR�YET A�I�I”1925’te İzmir’de dünyaya gelmiştir

İlhan Selçuk...

Kuvvacı bir yüzbaşı Kasım Efen-

di’nin oğludur. Çocukluk yıllarından

itibaren şiire düşkün, şiirle

yatıp kalkan, kardeşleriy-

le şiir atışmaları yapan

bir insandır.

Yunus Emre ve Hacı

Bektaş-ı Veli okur:

“Hararet nardadır

sacda değildir

Keramet baştadır,

tacda değildir”

Ve bir Tevfik Fikret

sevdalısıdır, yani vatan

sevdalısıdır, aydınlanma

sevdalısıdır.

Yazarlığı Türkiye

Cumhuriyeti’nin kuruluş

felsefesi ve Cumhuriyet gazetesiyle

bütünleşmiştir İlhan Selçuk’un ve Dr.

Erdal Atabek’in de belirttiği gibi

“Hayatta en çok kimi sevdin?” diye

sorsalardı, sanırız hiç tereddüt et-

meden “Atatürk” derdi.

“ELBET SABAHOLACAKTIR, SABAH OLURGECELER”Tevfik Fikret gibi “Elbet sabah ola-

caktır. Sabah olur geceler” diye dü-

şünür İlhan Selçuk, 21 Mart 2008

günü sabah saat 4’te kapısı çalınıp

gözaltına alındığında da böyle dü-

şünür.

Kardeşi Turhan Selçuk’la birlikte

adeta bir ruh ikizi gibi yaşamış, aynı

yola baş koymuştur. 12 Mart’ı yaşa-

mış, Ziverbey işkencehanelerinden

geçmiştir:“Kontrgerillaya götürü-

lürken içimden demiştim ki, ‘Ulan İl-

han… Önünde bir süre var. Bugüne

kadar oluşturduğun kişiliğe ya da

kendi ellerinle yaptığın yontuya ters

düşecek bir şey yaptın mı, yaşarken

öldün!..’ ”

“İleri demokrasi” diyerek ikti-

dara gelenlerin cumhuriyet devri-

mini ve onun aydınlarını hedef alan

saldırısından o da nasibini almıştır.

Elli saat boyunca gözaltında, san-

dalye üzerinde ve uykusuz... Erge-

nekon dalgası onun da kapısını çal-

mıştır. Ama o İlhan Selçuk’tur, onun

rahle-i tedrisatından geçenlerin ifa-

desiyle “İlhan Abi”dir, yine dimdik

çıkacaktır.

Bu gözaltı sürecinden sonra iki

yıl daha ülkenin karanlığa götürülüş

sürecine tanıklık edecek, 21 Haziran

2010’da, yakınlarına, dostlarına,

meslektaşlarına ve okuyucularına

veda edecektir. “Pencere” kapana-

cak ve O’nun doğduğu bir 11 Mart’ta

aramızdan ayrılan ruh ikizinin, Tur-

han Selçuk’un yanına gidecektir.

Ancak bu kadar dayanabilmişti

O’ndan ayrı kalmaya…

Yaşam felsefesini benimsediği

Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’nda bir-

birinden ayrılmaz iki parça buluş-

muştur. Turhan ve İlhan Selçuk;

iki Cumhuriyet neferi, iki yılmaz ay-

dınlanma savaşçısı artık sonsuza

kadar beraberdirler.

B�R “MERHABA” K�TABIOrhan Karaveli’nin büyük bir boş-

luğu dolduran bu kitabı, Hasan Ce-

mal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiş-

tim” benzeri bir Cumhuriyet gaze-

tesi kitabı değil, O’nu yakından ta-

nımak isteyenler için adeta bir “mer-

haba” kitabı özelliğinde.

Neler yok ki bu kitapta;

Ailesi, kardeşleri, okul yaşamı,

1950’li yılların Mevhibe Beyat’ı

nam-ı diğer gönüller fatihi Lavi-

nia’yla evlilik, ikinci eşi Handan

Hanım’la kırk bir yıl…

Baba Albay Kasım Bey’in emek-

lilik yıllarında yaşanan 6-7 Eylül

olayları sırasında Kurtuluş’taki ye-

rinde refleksi,

Adana Mensucat Spor’un ra-

kiplerine kök söktüren kadrosunda

yer alan İlhan Selçuk,

Vatan’da yazarlığa başlayışı,

Cumhuriyet gazetesine geçişi,

Turhan ve İlhan Selçuk’un 12

Mart günleri,

Annesine yazdığı mektuplarda İl-

han Selçuk,

Dostlarına yazdığı mektuplar-

da İlhan Selçuk,

Turhan Selçuk’un kaleminden İl-

han Selçuk,

Tanıyanların kaleminden İlhan

Selçuk,

Çetin Altan, Hasan Cemal ve İl-

han Selçuk…

Doğan Avcıoğlu’yla neden ay-

rıldılar?

Siyasete neden girmedi?

Cumhuriyet gazetesinin inişli-

çıkışlı günleri…

Bu ve benzeri birçok olaya ta-

nıklık edeceğiniz, Orhan Karaveli

gibi gazeteciliğin duayenlerinden

bir ismin kaleme aldığı bu eseri

mutlaka okumalısınız…

(Kendi Heykelini YapanAdam: İlhan Selçuk, Orhan Kara-

veli, Doğan Kitap, 224 s.)

Bir duayenin kaleminden direngen bir aydınlanma savaşçısı

Birçok önemli ismin biyografilerine imza atan Karaveli, bu kitab�nda da an�lar�n ve mektuplar�n�����nda ülkemizin en önemli ayd�nlar�ndan, bir Cumhuriyet neferi, babadan Kuvvac�, Cumhuriyet

gazetesinin ba�yazar� �lhan Selçuk’un ayd�nlanmac� ki�ili�ine tan�kl�k ediyor

ŞENOL Ç[email protected]

Ayrıntılı birbiyografi olmanın

yanında, bir anıve saygı kitabı da

olan “KendiHeykelini Yapan

Adam”, İlhanSelçuk’unyaşamının

yanında,ülkemizin birdönemini degözler önüne

seriyor

Orhan Karaveli

K�TAPTANK�TAPTANK�TAPTANFutbolcu olmak isterdim; ünlü bir futbolcu!.. Yeşil saha-

larda gol attıkça alkışlanan. “İnce hastalık” etkiledi kişi-

liğimi, önce duyarlı bir genç sonra da yazar oldum.

Çeyrek yüzyıl geçmişti ki enfarktüs gelip vurdu. Bek-

lemiyordum desem yalan olur. Böyle ince ve hasta bir yü-

rek nasıl dayanabilirdi olup bitenlere (gözyaşları)? Ama her

hastalığın kendine göre özgül nitelikleri var. Enfarktüs, ince

hastalığın tersine insanı başka biçimde etkiliyor. Bundan

böyle streslere dayanmak için egoist, duyarsız, vurdum-

duymaz, kaba, terbiyesiz bir adam olmak gerekiyormuş. Eh,

mademki öyle; niçin olmamayım? İşte sana bir ay sonra ya-

nıt verişimi de umursamıyorum. Af da dilemiyorum; ne is-

tersen düşün, ben böyleyim işte… mi?

Page 6: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

Kabuğu sert, içi yumuşak meyve

�imdi “Kad�nlar” roman�n�n ç�lg�n k�z�l� Tammie’ninilham kayna�� Cupcakes, asl�nda o kadar da ç�lg�n, okadar da keva�e de�ildim diyor; kendi gerçekli�inde

neler oldu�unu anlat�yor bize

7Aydınlık KİTAP

“Ona dahi diyenler var, buna ben de katılırım.Eşsiz bir biçimde karmaşık, harikulade bir ek-santirikti. Sözü berraklık ve kolaylıkla dizmeyeteneğiyle hayatı kor halinde bir tutkuyla ya-şadı- gücünü genellikle aşktan ve öfkeden ala-rak.Ruhunu açmaktan korkmadan, çokları-nın ele alınmayacak kadar mahrem ve tabubuldukları konularda çiğ bir dürüstlükle yaz-dı. Onu farklı kılan hayatın müstehcen yanı-na dair mizah, vakar ve zarafetle yazarak mil-yonlarca insanı etkilemesiydi- ben de bunlar-dan biriydim.”

Bukowski’yle yirmi üç yaşımda tanıştım.

Yaşadığım şehirden başka birine taşınmıştım,

yıllar sonra “birbirimize karşı çok gaddarız ga-

liba” diyecek olan sevgilimden ve onu çağ-

rıştıran her şeyden uzaklaşmaya çalışıyordum,

bir şehirden gitmek kadar kolay olduğunu sa-

nıyordum bir aşktan gitmeyi.. Çoğunluğun ak-

sine önce Fante vardı benim için sonra onu

okuduğu, ona tanrım dediği için Bukowski.

Şaşkındım, yazar olma hayallerim, gerçekçi-

liğini yitirmeye başlamıştı, yazdıklarım kişi-

seldi, güzel cümlelerdi ama bir günlükten öte-

ye gidemiyorlardı gözümde, kızgındım, iyi bir

okur olduğum için bir araya getirebiliyorum

böyle cümleleri diyordum, kimbilir belki de

okuduğum şeylerdi yazıyorum sandıklarım,

başkalarının cümleleriydi. Son-

ra Hank geldi yeraltından;

gerçeğe tutunarak yazdığım

hayali diyalogların, Beyoğ-

lu’nun arka sokaklarından bi-

rinde, pejmürde odada geçen

gaddarlığın/aşkın sevgilimle

benim aramda değil benimle

benim aramda geçtiğini, tüm o

cümlelerin gerçekte değil, be-

nim kafamda geçtiğini anlattı

bana, günlük yazmaya devam

ettim böylece, yaşanmamış gün-

lükler…

Şimdi “Kadınlar” romanı-

nın çılgın kızılı Tammie’nin ilham kaynağı

Cupcakes, aslında o kadar da çılgın, o kadar

da kevaşe değildim diyor; kendi gerçekli-

ğinde neler olduğunu anlatıyor bize. “Ger-

çek susuz yenen bir portakaldır” diyen Bu-

kowski’nin yazdıklarının da bir günlük ol-

maktan çok öte olduğunu ispatlarcasına.

Bukowski Tammie için;

“Yatağa girip saçlarını düşündüm. Gerçek birkızılla birlikte olmamıştım o güne kadar.Yangın gibiydi. Cennette çakan bir yıldırım gibi.Yüzünü o kadar da sert bulmuyordum artık ne-dense.”

Pamela “Cupcakes” Wood, Charles Bu-

kowski ile 23 yaşında tanışmış kendi cüm-

leleri ile o zamanki kendini şöyle anlatıyor:

“Beş yıllık planın canı cehenneme, anıniçinde yaşamak beni yeterince meşgul ediyor-du. Kendimi ya da hayatı fazla ciddiye almı-yor, genellikle kolay hoşnut oluyordum. Genç-lik ve güzellik benden yanaydı- bir paket si-garam, dinleyecek güzel bir müziğim ve ucuzbir şişe şampanyam varsa, iyi bir gündü.”

Böylece başlayıp, iki yıl süren ilişkilerinin

anlatıldığı kitapla “Kadınlar” romanının kah-

ramanlarından biri dile geliyor ve adeta Chi-

naski ile Bukowski’nin aynı adam olmadığı-

nı söylüyor, bu kez nasıl anlatıldığı değil kimin

anlatıldığı önemli benim için. Bu sebeple ona

aslında hiç aşık olmadığını söyle-

yen Kızıl’ın vücudunun hatlarını

vurgulayan spagetti çizgili de-

kolte elbisesi ile Hank’ten son kez

borç isteyişinden öte göreme-

dim, bu kitabın yazılış sebebini,

belki de biraz kıskanarak...

Kitabı bitirdikten sonra ta-

biki “Born İnto This” belgese-

lini tekrar izlemek, Bukows-

ki’nin arabasının ön camının sa-

ğındaki çatlağın Cupcakes’in

sivri topuklarının eseri oldu-

ğunu bilerek ve sanki orday-

mışçasına kikirdemek, “Ka-

dınlar”daki Tammie’yi hatırlamak farz oldu,

ilk defa öznesi ben olan bir kitap tanıtım ya-

zısı yazmak cesareti geldi; tüm Bukowski ki-

tapları raftan indirildi, bol bol iç çekildi Bu-

kowskivari.. Bu noktada bu kitabı takdir

etme sebebim yayın yönetmenlerinden Şe-

nol Erdoğan’ın bahsettiği gibi sadece oku-

ru değil bir Bukowski düşkünü olmamdan

ileri gelebilir. Pis moruk; bütün bu sertliği-

nin altında eski kafalı, romantik bir orospu

çocuğunun olduğunu hissetmiştim kuşkusuz,

bir otel odasının harikalar diyarı olduğunu

hissetmem gibi.

(Charles Bukowski’nin Kızılı,Pamela Wood, Altıkırkbeş Yayınları,

Çev. : Avi Pardo, 312 s.)

DİLAN ÖZTÜ[email protected]

Charles Bukowski

Page 7: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP

Öykü dergilerinden tanıdığımız Bora

Abdo, “Öteki Kışın Kitabı” adlı öykü

kitabıyla okuyucuyla buluştu. Kitap, ya-

yımcılığa yeni adım atan ve özellikle

öykücülüğe verdikleri önemle göz

dolduran Alakarga Sanat Yayınla-

rı’ndan çıktı. “Öteki Kışın Kitabı”,

Bora Abdo’nun “Karakış Üçlemesi”

adlı üçlemesinin ilk kitabı. Gerek dili,

gerek öykülerindeki renkli karakter-

leriyle şimdiden farklılığı yakalamış ve

dikkate değer bir yazar Bora Abdo. Bu

hafta kendisiyle kitabı ve Türkiye’de-

ki öykücülük üzerine bir röportaj yap-

tık. Keyifli okumalar.

Alakarga Yayınları’ndan çıkan ilköykü kitabınız “Öteki Kışın Kitabı” ileokuyucuyla buluştunuz. Neden öyküyazmayı seçtiniz?“Öteki Kışın Kitabı” yazın dünyamda,

“Karakış Üçlemesi” adını verdiğim üç-

lemenin ilki. Öbür ikisi ise roman ola-

rak sürüp, bitecek. Bu yüzden salt öykü

ve roman ayrımından çok yazma ey-

lemine girişme sebebimden bahse-

debilirim. Anlayamadığımız, bizi bir

karmaşanın içinde yaşıyor hissetme-

mize sebep olan izleklerin, boğucu eş-

yaların ve olayların, tuhaf bir biçimde

yolumuza çıkan ve kendi irademizle

yön veremediğimiz bir sürü şeyin,

ilişkinin, tüketilmenin, yapılıp yapılıp

yok edilmelerin, varlıklarını yaşamı-

mızın merkezine sokan insanları yaz-

mak istedim. O insanların hayatla-

rındaki küçük renk tüplerini, ayrıntı-

larını. Öyküyle başlama tercihim ise sa-

nırım onun bu başkaldıran yapısına bi-

linçli tanıklığımdan ve genelde söz-

cüklerin de sağaltıcı ve büyülü etki-

sindendir. Bir de öyküde okura, onu

ayrıntılara boğmadan, çok açık, bam-

başka bir göz önerebilirsin.

Türkiye’de öykücülük size göre ne du-rumda? Öykücülük derinleşti mi sığ-laştı mı?2000’lerin ortalarından sonra öykünün

dil ve anlatım olanaklarını zorlama ve

biçimsel gelişme göstermediğini dü-

şünüyorum. Son zamanlarda yazılan

öykülerde 1950’lerin öncesindeki gibi

sadece olay anlatmak ve bunu yapar-

ken güdümlü, gerçekçi bir dil kullan-

ma kolaycılığına kaçılması öykücülü-

ğümüz açısından tehlikeli. Öykünün

gündelik dille yazılması gerektiğine

dair tutucu bir görüş var çünkü çoğu

yazarda. Çoğu öykü birbirine benziyor,

çünkü aynı kısır dille yazılıyor. 1990’lı

yıllarda yazılan öyküler şimdi yazılan

çoğu öyküden daha heyecan verici. Şu

anki öykü damarı izleyebildiğim ka-

darıyla sıradan ve demode. Fakat çok

iyi öyküler yazan az sayıda genç öy-

kücünün de hakkını vermek gerekli.

90’ların ustaları bence çıtayı bir hayli

fazla yükseltip, öyküyü basit bir olayı

anlatır gibi yazmaktan uzaklaştırıp, sa-

natın ve edebiyatın yenilikçi yollarına

çıkardılar. Dünya ölçeğinde de iyi

eserler verdiler ancak romancıları-

mız kadar bilinemediler. Öykü, ülke-

mizde biraz daha az üzerinde durul-

muş bir yazın türü ne yazık ki. Her ne

kadar son zamanlarda roman yazıyor

olsam da öykü kitaplarının daha çok

çıkmasını, çok sayıda öykü dergisi ya-

yımlanmasını umuyorum.

Kitabınızın isminin debelirttiği gibi, her öykü-de kış, fırtına hissedili-yor. Kışın sizin için an-lamı ne, neden kış?Kış her insan gibi bende

de karanlık ve kasvetli

çağrışımlarla ilerlememe

neden oluyor yazdıkla-

rımda. Kış, kar, çocuklu-

ğumuzda, gençliğimizde

hiçbir zaman varsıllığa

denk gelmemiş, hep bir

şeylerin eksikliğini duyur-

muştur bize, gizliden gizliye. Yazma-

ya ve anlatmaya çalıştığım, kıştan çok,

“Öteki Kış”.

Öykülerinizin dili alışılmışın dışında.Genelde cümleler yarım veya olduk-ça kısa. Cümlenin kelimelerinin herbiri bölünmüş. Bu tarz bir dili nedenseçtiniz?1995 yılında, ilk yazmaya başladığım

zamanlar ben de alışılmış cümleler ku-

ruyordum. Sonrasında uzun bir süre

ara verip yeniden döndüğümde “na-

sıl anlatsam?” kaygısını yaşamaya

başladım. İçimde yazmak istediğim her

şeyi nasıl damıtabilirdim. Biçimsel ve

dil olarak sahte bir gerçekçiliğe hiçbir

şekilde yanaşmadan şiirsel ve imgesel

bir yazı anlayışı yakalamaya çalıştım.

Kitapta uzun cümlelerim de var. O fi-

kir ya da duygu beni uzun uzun an-

latmaya sürüklüyorsa bazen uzun da

yazıyorum.

Her öykünüzde karakterler oldukçafarklı ve öyküleriniz bu açıdan ol-dukça zengin. Karakterler ilginç, herseferinde bambaşka bir hayata dâhilolduğunuzu hissediyorsunuz. Ka-rakterlerinizin oluşumunda neler-den besleniyorsunuz?Hayal gücümden. Kurgu ve deneysel

yazma özgürlüğümden. Ayrıca iyi bir

yazarın sadece kendi içine bakarak

yazması kısa bir süre sonra köreltiyor

onu. Artık yazamıyor ya da tekrara dü-

şüyor. Benim de yeni yeni anladığım

bir algı bu. Kendi karakterlerimi ya-

ratırken artık eskisi kadar içime bak-

mıyorum. Başka hayatları, varoluşla-

rı, insanları da “görmek” gerekiyor.

Okuma kültürümü de dünyası farklı,

başka yazarları keşfederek genişlet-

meye çabalarım hep.

Böylelikle kendi dün-

yamın uzağında kalan-

ların zengin ayrıntıları-

nı da gözlemlerim. Kur-

macayla paralel yaz-

mak zaten özelliksiz

karakterleri dışlar.

Öyküleriniz pek çokedebiyat dergisinde ya-yımlandı. Hatta enson, ilk sayısıyla oku-yucuya ulaşan “SarnıçÖykü” dergisinde öy-

künüz yayımlandı. Öykücülüğün ge-lişiminde dergilerin rolü nedir sizce?Yeni yeni yazmaya başlamış ve sesini

duyurmaya çabalayan bir yazar adayı

için büyük ölçüde çok önemli bir rolü

var tabii ki. Öykücü, dergilerde ya-

yımlanan çağdaşlarının ya da ustala-

rının neler yazdığını gözlemleyip ken-

di yazın dünyasını da geliştirmek zo-

runda hisseder kendini. Daha farklı ve

daha yeni yazmaya çalışır. En azından

çalışmalıdır. Dergiler her şeyden önce

daha nitelikli öyküler, öykücülüğümüz

hakkında kuramsal metinler yayımla-

yarak öykücülüğümüzün çıtasını yük-

seltebilir.

Bugün Türkiye'deki edebiyat dünya-sında (yayınevleri, editör kadroları,yazarlar, edebiyat dergileri vb.) gençyazarların önceliği ve öncülüğü ne du-

rumda? Tatmin ediciliği konusundane düşünüyorsunuz?Bu biraz ülkemizdeki okur sayısıyla da

ilintili aslında. Okumuyoruz. Düzen-

li dergi takip edenlerimizin sayısı az.

Çoğu yayınevi öykü kitabı basmaktan

yana satmaz endişesiyle olumsuz gö-

rüş bildiriyor yeni ve genç yazarlara.

Ülkemizin toplumsal ve sanatsal du-

rumu da tetikliyor bunu. İthal fikirle-

ri beğeniyor. Çoğu taklit. Düşünmü-

yor. Yaratıcı değiliz. Yayınevleri tari-

hi ya da cinselliğin sulandırıldığı, şid-

det ve silah içeren romanlar, kitaplar

bekliyor yazardan. “Alakarga Yayın-

ları”nı kitabımı yayımladıkları için

değil gerçek anlamda yeni yazarlara

destek olma ve en ufak bir kâr güt-

meden yalnızca nitelikli ve iyi edebi-

yatın peşinde koştukları için tebrik ve

teşekkür etmek gerekir. Bu, sadece bir

yazarın değil, yazmak isteyenlerin de

inancını tazeliyor. Yayınevlerinde öy-

kücüler için kitap yayımlatmak zor bir

olasılıkken, dergiler genç yazarlar için

inanılmaz objektif davranabiliyorlar.

Sarnıç Öykü, “sadece iyi öykü” slo-

ganıyla yola çıkıp sonraki sayılarında

genç yazarlara çok yeni kapılar açıp

kendilerini gösterme imkânı suna-

cak. Notos, Kitap-lık, Sözcükler ve di-

ğer dergiler de edebiyatımıza yıllardır

yeni öykücüler kazandırma konusun-

da çok tarafsız ve nitelikli öykü ya-

yımlamada yeterince titizler. Hem

okuyanların hem yazanların öncelik-

le dergileri sahiplenmeleri gerekiyor.

Bir dönem peş peşe dergiler kapanır-

ken şimdi birilerinin cesaretle bunun

üzerine gidip yeniden yeniden dene-

meleri de mutluluk verici.

(Öteki Kışın Kitabı, Bora Abdo,Alakarga Sanat Yayınları, 128 s.)

Öyküleriyle farklılığıyakalayanlar

Anlayamad���m�z, bizi bir karma�an�n içinde ya��yor hissetmemize sebep olan izleklerin, bo�ucue�yalar�n ve olaylar�n, tuhaf bir biçimde yolumuza ç�kan ve kendi irademizle yön veremedi�imiz

bir sürü �eyin, ili�kinin, tüketilmenin, yap�l�p yap�l�p yok edilmelerin, varl�klar�n� ya�am�m�z�nmerkezine sokan insanlar� yazmak istedim

DENİZ ANTEPOĞ[email protected]

2000’lerinortalarından

sonra öykünün dilve anlatım

olanaklarınızorlama ve

biçimsel gelişmegöstermediğinidüşünüyorum.

Son zamanlardayazılan öykülerde

1950’lerinöncesindeki gibi

sadece olayanlatmak ve bunu

yaparkengüdümlü, gerçekçi

bir dil kullanmakolaycılığına

kaçılmasıöykücülüğümüz

açısından tehlikeli

Bora Abdo

Page 8: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

Köpekler ve Efendiler

“Cennette torpil geçilir. Eğer hakkıy-la değerlendirilseydi, siz dışarıda kalır-dınız ve köpeğiniz içeri girerdi.”

Mark Twain

Bu hafta okuduğum kitaplar arasında

Andrew O’Hagan’ın “Maf” kitabı diğer-

lerinden biraz öne çıktı. Bu öne çıkışta ki-

tabın edebi değerinin fazlalığı, yazımın-

daki kalite vb. den ziyade, edebi açıdan bu

köşede işlenebilecek ve biraz da başka yer-

de rastlanabileceğinden daha farklı bir ko-

nuyu ele alma fırsatı sunduğu için beni

daha fazla heyecanlandırdığını söyleye-

bilirim. Andrew O’Hagan’ın 1968 İskoç-

ya doğumlu olduğunu, henüz genç bir ya-

zar olmasına karşın kurgusal anlamda Our

Fathers (1999), Personality (2003), Be

Near Me (2006, O’Hagan’ın kitapları

arasında kişisel favorimdir, kültür şoku ya-

şamak için bire birdir) ve nihayetinde Maf

(2010, Tembel Hayvan Yayınları bu yıl di-

limize kazandırdı), kurgu dışı

olarak da The Missing (1995,

kayıp insanlar hakkında de-

rin ve etkileyici bir kitaptır)

ve The Atlantic Ocean

(2008) kitaplarını yazdığını

hatırlayalım. “Maf” temel

olarak Marilyn Monroe’nun

köpeğinin gözünden Mon-

roe’yu, dönemi ve dolayı-

sıyla hayatı anlatmak üzere

kurgulanmış bir roman.

Monroe, Sinatra, mevzu-

bahis dönem (60’lar) ve bir

köpeğin gözünden her şeyin anlatımı gibi

ilk çırpıda orijinal görünen bir kurgu

(yazının devamına bakınız) bir araya ge-

lince, oldukça kazanan bir formül ortaya

çıkmış görünüyor. “Maf”ın Hollywood ta-

rafından da keşfedilmesi as-

lında sürpriz sayılmaz ve

açıkçası kendi adıma, filmi-

nin, kitabından daha başarılı

olacağını düşünüyorum, ne-

denlerine ve incelemeye bi-

razdan geliyoruz.

ANLATICIKÖPEKLERİlk evcilleştirilen hayvan

olmasıyla birlikte köpekler,

insanlar ile tarih sahnele-

rinde hep yan yana bu-

lunmuşlardır. Kendilerine biçilen eşlik

etme görevi zaman zaman insani kendi

özümüzü açıklamakta da bizlere yardımcı

olduğundan ve yadsınamaz gerçeklikle-

rini göz ardı edemeyeceğimizden dolayı

da edebiyat tarihi boyunca da kitapların

içerisinde en az efendileri kadar unu-

tulmaz karakterlere dönüşmüşlerdir. Ör-

neklemek gerekirse “Odyssey”den Argos,

“Oz Büyücüsü”nden Toto, “David Cop-

perfield”den Jip, Stephen King’den

“Cujo”, “Peter Pan”den Nana, Jack Lon-

don’dan “Beyaz Diş” ve niceleri sayıla-

bilir. Öykünün yan karakterleri ve ana te-

malarını oluşturmanın yanında, “Maf”ı

okuyan belirli kişilerin de fark edebile-

ceği üzere edebiyatta köpekler zaman za-

man kurgunun içinde anlatıcı koltuğuna

da oturabilirler. Nasıl oturmasınlar ki bü-

tün dünyaları kokularla renklenen, nor-

mal koşullarda sahiplerinin bacaklarının

veya ayaklarının hizasında dünyayı sey-

reyleyen ve bağlılığın ne demek olduğu-

nu varlıklarıyla kanıtlayan insanlığa lü-

tuf bu canlıları bazı şeyleri anlatmak için

koltuğa oturtmayıp da kim oturtulacak-

tır ki? Aklıma belli belirsiz köpek eğiti-

mi görüntüleri geliyor. Asıl olan köpek-

lerin de sahiplerini hem de bu işi şova

dökmeden adım adım bazı konularda

eğitmeleridir. Köpekleri olan okuyucu-

larımız ne demek istediğimi hemen an-

layacaktır.

“Maf”ın orijinal bulunan

yanlarından biri olarak gö-

rülen Marlyn Monroe’nun

ve döneminin öyküsünün

bir köpeğin gözünden anla-

tımı aslında zannedildiği ka-

dar da dahiyane bir fikir

veya bir yenilik değildir. Ön-

cesine gidersek orada Paul

Auster’ı ve “Timbuktu” (Can

Yayınları, 1999) romanını

görürüz. Paul Asuter’ın

ölümsüzleştirdiği Mr. Bo-

nes’da (Kemik Bey) öykünün ana anla-

tıcısıdır. Brooklyn’i ve şair sahibi Willy’nin

öyküsünü bizlere anlatır. Ama durun bir

dakika! Aynı yıla gidelim ve benim de fa-

vori yazarlarımdan biri olan John Ber-

ger’in “King: A Street Story” (1999,

Kral: Bir Sokak Hikayesi,

Metis Yayınları 2001) kita-

bını da hatırlayalım. Şüphe-

siz “Kral” bir köpeğin gö-

zünden gerçek dünyanın na-

sıl anlatılması gerektiğinin

en güzel örneğidir. Bir kişi

durumuna sokularak can-

landırılan köpeği dünya, ger-

çeklik ve efendileri hakkında

konuştururken düşülecek tu-

zaklardan biri şüphesiz köpeği

tamamen gerçekliğin dışına it-

mektir. Bu bakımdan köpeği anlatıcı

konumuna koyarak pek çok öyküde ol-

duğu gibi can yoldaşı olmak vb. gibi ko-

nularla beraber tamamen her şeyi kari-

katürize edip bir mizah öyküsü yazmak

ne kadar kolay ise “Maf”, “Timbuktu” ve

“Kral”daki gibi gerçek bir drama, gerçek

bir anlatıyı sunmak ise o kadar zordur.

Yazıp yazmamak konusunda yazarının eli

bağlanacağından, yazıyı çelişkilere sok-

mak, hatta tamamen sahte görünümle-

re büründürme riskini de taşımaktadır.

Bu açıdan John Berher’in şu ana kadar

edebiyat tarihinde bunu hakkıyla tek

başaran yazar olduğunu söylememiz ka-

çınılmaz. Nedenlerine gelirsek, gerek

“Timbuktu”da gerek “Maf”da çok fazla

sonradan eklenildiği belli olan faktörle

karşılaşırız. Söz gelimi “Maf”ta köpeğin

felsefi düşüncelere gön-

derimleri sıklıkla olduk-

ça eğlenceli bir okuma

serüveni sunarken bu

öğretilmiş düşünce tar-

zının roman boyunca

fazla zorlandığını ve ya-

zarının sıklıkla karak-

terine müdahale edip

durum veya durumlar

için yorumda bulunma

zorunluluğu ortaya koy-

duğunu görürüz. Yine

“Timbuktu”da Bay Ke-

mik’in eylemleri ve ha-

reketleri örtüştürül-

meye çalışılırken, gerçek dünyanın bir

nebze de olsa ona ayak veya dayanak sağ-

lamak amacıyla eğildiğini ve önüne ke-

mirmesi için atılan bir kemik durumuna

indirgendiğini görürüz. Bay Kemik, sa-

dece kendi inandırıcılığını

tıpkı “Maf” gibi örsele-

mekle kalmaz aynı za-

manda Şair Willy, Mon-

roe ve dönemi de birer sis

perdesinin arkasına iter.

EFEND�Y� GÖZARDI ETMEK “Maf”ta en çok dikkat

çeken kusurlardan biri

her ne kadar yazar gön-

derimde bulunduğu ge-

rek edebiyat gerekse fel-

sefi eserlerde inanılmaz bir başarı yaka-

ladıysa da Monroe’yu, terapi seansları ha-

ricinde gerçek bir karakter olmaktan

sıklıkla uzaklaştırır. Hâlbuki bu tip an-

latımın en vurucu yanı olan “efendileri

hakkında olma” etkisini tamamen yitirir.

Böylelikle de kurguyu da bir anlamsızlık

silsilesi içine itmiş, daha çok yazarın

kendi vızıltılarını (rant) söylevlere yaymak

adına kullandığı paravanı kaldırmış olur-

sunuz. Gerek “Maf”, gerek “Timbuk-

tu”nun yaşadığı temel sorunlar bunlardır.

Yanlış anlaşılmasını istemem, eğer John

Berger’in “Kral”ı –ki muazzam bir eser

olmasını tamamen her şeyi doğal bırakıp,

gerçekleri ve karakterleri manipüle et-

meden, dolaylı anlatıma kalkışmadan

ve sabit, süreğen dra-

ma faktörü ile oku-

yucuyu baş başa bıra-

kan yazınına borçlu-

dur- yazılmamış ol-

saydı ve en azından

ben okumamış olsay-

dım her iki kitaptan

da (“Maf” ve “Tim-

buktu”) etkilenmiş ola-

bilirdim. Ancak so-

nuçta aynı eksiklik his-

lerini taşıyacaktım. Bir

bakıma bu nedenle

“Maf”ın kurgusunun

kurbanı olduğunu söy-

lemek mümkün. Aksi halde kitap için de-

vasa boyutta bir araştırma ve olgunlaşma

sürecinin geçtiği açıkça görülüyor. Pek

çok edebiyat eserine, felsefeye (özellik-

le de içinde hayvanları da barındıran fel-

sefi görüşlere) ve döneminin

olaylarına –ki yazar 60’lı yılları

gözlemleyebilecek kadar ya-

şayamamış olmasına karşın,

bu eksikliğini hiç sezdirmiyor-

dönük kullanılan referanslar

oldukça zengin ve kitabı ba-

şından sonuna kadar götür-

menize yardımcı oluyor. Kısa-

ca özetlemek gerekirse, kur-

gusundaki kusurları göz ardı

edebilirseniz okuyunca piş-

manlık uyandıracak cinsten bir

kitap kesinlikle değil.

Her şeye rağmen “Maf”ın kurgusuna

derin bir iç çekişle beraber, bu hafta da

John Berger’den bir alıntıyla vedalaşalım:

“Bir daha hiçbir hikâye, bir tek o varmış

gibi anlatılamayacak.”

(Maf, Andrew O’Hagan,Tembel Hayvan Yay.,

Çev: Cihat Taşçıoğlu, 307 s.)

28 EYLÜL 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP

M. SALİH [email protected]

Andrew O’Hagan

John Berger

Paul

Asu

ter

Page 9: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

TANRILA�MA ZORUNLULU�UYA DA �NSANIN YETERS�ZL���“Eğer Tanrılardan oluşan bir halk olsaydı, de-

mokratik olarak yönetilirdi” (Rousseau,

Toplum Sözleşmesi, III. Kitap, Bölüm IV).

Jean-Luc Nancy’nin Murat Erşen tarafından

çevrilerek Monokl Yayınları tarafından 2010

Ekimi’nde basılan “Demokrasinin Hakika-

ti” adlı kitabı bu alıntıyla başlıyor. Kitabın so-

nuna eklenen, Nancy’nin 28 Ekim 2010’da İs-

tanbul’da Demokrasi Fikri adlı konferansa

sunduğu metnin çevirisini de Atakan Kara-

kış üstlenmiş. Bu metnin adı ise “İle-olmak

ve Demokrasi”. Dolayısıyla, bu kitapta iki ayrı

metin bulunmaktadır.

Alıntıya dönersek, Rousseau’nun bu sö-

zünde halkın bireylerinin demokratik olarak

yönetilebilmesi için insanlıklarından kur-

tulmuş olması gerektiği imleniyor. Dolayısıyla,

ima açıktır: İnsan kendi kendini yönetmeye

hali hazırda muktedir değildir, ya da böyle bir

yönetim demokratik olamayacaktır. İnsan

kendini aşabilmeli, Tanrılaşmalıdır. Burada,

Nancy’ye göre örtük bir teolojik tutum var-

dır. Dinin aşılması olarak yeni bir insan do-

ğası, yeni bir insan gereklidir. Yeni insan, Tan-

rı’yı gereksizleştiren yeni bir Tanrı’dır, bu ta-

hayyüle göre. Rousseau’nun insanın yeter-

sizliğinin çözülemez olduğunu, yani insanın

kendisini aşamayacağını düşünmemiş olsa da

alıntının anlamı insanın insan olarak de-

mokrasi hayalinin ulaşılamaz olduğudur.

68’�N GERÇEK ANLAMIİnsanın çobanını aradığı, ya da başına diki-

len çobanın oluşturduğu siyasi biçimler se-

risinin serimlendiği tarih boyunca bireyin ve-

rili koşullar tarafından biçimlendirildiği bir

ortamda Rousseau’nun bunun aksini dü-

şünmesi olanaksızdır. Ancak, Nancy’nin dik-

kat çektiği tarih bu olanaksızlığın düşünül-

düğü 1968 yılının Paris’idir. Sarkozy’nin 29

Nisan 2007’de 68 ruhuna yönelik saldırısına

cevaben Nancy’nin söyledikleri bu olanaksıza

işaret eder: “68’in derin hareketi, kendinde

siyaseti ve kendinde kapitalizmi muhatap alı-

yordu. Ateşliliği, işletmeye dayalı demokra-

siye çatıyordu ve daha da önce, teşebbüs edi-

len şey, demokrasinin hakikati üzerine bir sor-

gulamaydı” (s. 9). 68 bu anlamıyla bitmeyen

ve bu nedenle ölmemiş ve mirası olmayan bir

süreçtir (s. 11). Ancak, 11. sayfada yer alan

çevirmen notuna katılmıyoruz. Notta 68’in

“Türkiye’yi de kapsayacak şekilde” tasa-

rımlandığı bir ifade yer almaktadır. Türki-

ye’nin 68’i bambaşka koşulların ürünü ve

bambaşka ürünleri veren bir olaydır. Bunun

tartışmasına burada girmek kitaptan kopmak

olacaktır. Kısaca değinmek yerindeyse Paris

68’i yaratan Türkiye gibi ülkelerin 68’i, yani

milli kurtuluş hareketidir. Bu nedenle Paris

68, Che Guevera, Castro, Ho Şih Minh, Cha-

ru Mazumdar ve Mao gibi komünist ve

milli kurtuluşçu liderleri bayrak edinmiştir.

Onlarda yakaladığı damar, yeni bir sosyalist

seçenek olduğu kadar yepyeni bir teori or-

taya çıkarmalarıdır: Marksizmin kara kaplı

defterindense, ezberleri bozan yepyeni bir

kurtuluş teorisi.

ÖVÜLEN 68’�N BA�ARISIZLI�IDIR. Bu kurtuluş teorisi tam da Nancy’nin değin-

diği şeyin demokrasinin yeniden, halkın sa-

vaşımı içerisinde keşfidir. Nancy’nin sorgulama

dediği şeyin tarihteki temsili Mao’nun Kültür

Devrimi’dir. Kültür Devrimi’nin nesnelliğin-

den çok Avrupa’nın devrimci kuşağının üze-

rindeki etkisi burada belirleyici olmuştur.

Avrupalı’nın Avrupalılığını sorguladığı bir

ortamda bundan başkası da beklenmezdi:

“Avrupa, hangi ölçüde artık

olmuş olduğunu sandığı şey ol-

madığını ya da, belki, hangi öl-

çüde yine de doğurmaya ça-

baladığı şey; yani ruhani ken-

dilik ve jeopolitik birlik olarak

‘Avrupa’ haline gelemediğini

görmüyordu” (s. 15). Avru-

pa’nın bu körlüğüne karşın,

devrimci kuşak, bu körlüğün ar-

dındaki gerçeği, Vietnam’ın,

Küba’nın direnişini yakalama-

ya çalışıyor ve kendisi için yeni

bir kurtuluş tasarlıyordu. Bu

kurtuluş varoluşsal bir müca-

deleydi ve varolmak yerine

uyumlu olmayı seçti. Varolanı sorgulama

hali olarak, Nancy’nin övdüğü politik belir-

sizlik, esasında 68 hareketinin başarısızlığının

öznel nedenini ortaya koyuyordu: Önderlik

veya liderlik eksikliği. Bu eksiklik tarihin öz-

nesi olacak bir tözün yokluğu anlamına geli-

yordu. Bunun varlığında ise tabu sözcük olan

“totalitarizm” hortlayacak ve Stalin’in beliri-

şinden korkanlar dağılacaklardı. Avrupa’nın

nesnelliği buydu. Bu bahsi kapatıyoruz.

DEMOKRAS�N�N �Ç ÇEL��K�S�N�NKE�F� OLARAK PAR�S 68“Yüzeysel bir şekilde: saldırıya uğrayan de-

mokrasiyi gördük, ama onun da kendisini sal-

dırılara açtığını ve eskiden olduğu gibi savu-

nulmaya olduğu kadar yeniden icat edilme-

ye de ihtiyaç duyduğunu anlamadık. 68, böy-

le bir icada olan ihtiyacın ilk ortaya çıkışıdır.”

(s. 20). Nancy’nin de dediği gibi hastalığın

semptomunu belirtmesi açısından Paris 68’in

olumlu bir işlevi oldu. Demokrasinin sürek-

li kılınması gerekliliği aksi halde sekteye uğ-

rayan kesikli demokrasinin oligarşik bir ti-

ranlığa dönüştüğü Paris 68’in hazin sonucu-

dur. Böyle bir ortamda yeniden olumsuz bir

varoluşçuluk, Nietzschecilik hortlamıştır.

Nancy’nin de dediği gibi “Nietzsche’nin ‘tüm

değerlerin yeniden değerlendirilmesi çağrı-

sı’ edimsel hale geliyordu” (s. 21). Tüm de-

ğerlerin yeniden ele alınışı, değersizleşme so-

nucunu ürettirmişti Avrupalı aydına. Bu de-

ğersizleşmenin sonucunda değer salt bir mü-

badele ortamı sağlamış, kapitalist değiş-tokuş

üretim olmaksızın hayatı mübadele etmiştir.

Bu yanıyla artık herşey politiktir.

Her şeyin politik oluşuna karşı bir baş-

kaldırı olarak 68, “artık gerçeğin ters yüz edil-

miş yansısı değil, düşünce gövdeleri, fikirle-

rin biçimlendirilmesi”ni arzuluyordu. (s.

25). Ters yüz edilmiş gerçeklik olarak Marx’ın

ideoloji tanımına örtük olarak yer veren

Nancy, ideolojisizleştirilmiş gerçeklik olarak

hakikatin izini sürdüğü 68

okumasında, genel olarak

tarihi, genel olarak halkı,

genel olarak insanlığı değil,

tekil insanı, somut insanı, de-

mokratik yönetimin öznesi

ve nesnesi olarak halkı ara-

maktadır. Varolan çokkül-

türcülüğe karşı özgürlük

arayışının bir temsili ola-

rak ararken günümüzün

kandırmacalarını betimli-

yor: “Bugün demokrasiye

dair gerçek ya da sözde öz

eleştiriler etrafında pek çok

muğlaklık baş gösterebilir.

Aslında demokratik ilkeler kendilerine kar-

şı döndürülebilir ve ‘insan hakları’nı saptır-

mak için fazla aşikar bir zayıflıktan yararla-

nılabilir, tıpkı dini tutumlara karşı yürütülen

eleştiriler ‘ırkçılık’ olarak nitelendiğinde ya

da, siyasi olarak ‘doğru’ ile ‘çokkültürcü-

lük’adına kadınların bağımlı kılınmasını ak-

lamak için çözümler üretildiğinde yapıldığı

gibi.” (s. 29). Bu sahte demokrasinin karşı-

sında gerçek demokrasinin belirmesi bir

anlamda “çokkültürcülük”ün kabul edeme-

yeceği bir hakikat arayışını zorunlu kılar. An-

cak, aranan hakikatin bulunmasıyla, ya da bu

yolda yürünmesiyle çokkültürcülüğün de-

ğersizliğinin örttüğü değer ortaya çıkabilir ve

değeri örten örtü kaldırılabilir.

HERKES�N HERHANG� B�RK�MSE OLAB�LD���DEMOKRAS�: KOMÜN�ZMBu örtü kaldırıldığında somut insan belire-

bilir. Somut insanın herhangi bir insan ola-

bildiği düşünülürse (aksi takdirde belirli in-

sanlar kimi nitelikleri dolayısıyla somut ola-

caktır ve bu somutluk diğer bazılarını soyut

kılacaktır yahut bu nitelikler soyutlukları ne-

deniyle insanı insan olmayan yoluyla insan-

laştırmış olacaktır. Her şekilde somut insan

elde edilemeyecektir) Nancy’nin radikal-

leştirilmiş demokrasi olarak komünizmi

açıklık kazanacaktır: “Eğer demokrasinin bir

anlamı varsa, bu; içinde, hep birlikte, herkes

ve herkesten biri olma biçimindeki gerçek bir

olanağın ifade edildiği ve tanındığı bir arzuya

– bir istence, bir beklentiye, bir düşünceye –

ait olandan başka bir yerden ve başka bir sa-

ikten hareketle saptanabilir olan bir otoriteye

sahip olmama anlamı olsa gerektir.” (s. 31).

Bu sahip olmama bir bakıma hayatın ku-

caklanması demek olacaktır. Zira, politika,

hayatın geri kalanını dışarıda bıraktığı hal-

de içine almış gibi yapar. Bu nedenle de-

mokrasi, politikanın olanağını ortadan kal-

dırmakla yükümlüdür (sınıf çatışması). Ha-

yatın kucaklanması politikanın gerçek an-

lamda aşılması olacaktır. “Egemenlik hiç kim-

sede konumlandırılamaz, hiçbir çerçevede be-

timlenemez, hiçbir anıtta yükseltilemez...

Bu anlamda demokrasi anarşiyle eşdeğerli-

dir... Demokratik kratein (yönetme), halkın

iktidarı; en önce archie’yi (erki) mat etme ve

sonra da, böylece aydınlığa kavuşturulmuş

sonsuz açıklığın, herkes ve her bir (birey) ta-

rafından üstlenilmesi iktidarıdır.” (s. 64 – 65).

Bu açıdan bakıldığında “hepimiz birimiz, bi-

rimiz hepimiz” şiarı demokrasinin, demok-

ratik siyasetin en özlü ifadesidir.

Hayatın gerçekliğinde herkesin bir olduğu

bir hakikat vardır. Bu anlamın ortaya koy-

duğu şey dünyaya yaklaşıldıkça, uzaklaşıldı-

ğında elde edilen ayrımların gerçek ayrım-

ları örttüğünün ve gerçek birliği bulandırdı-

ğının görünmesidir. “Demokrasi anlamın iç-

kinliğinin bir yönetim biçimine ad verir – hal-

ka içkinlik, olanlar bütününe içkinlik, dün-

yaya içkinlik.” (s. 91). Dünyaya içkinliğin so-

nucu bellidir: laiklik, hayatın sonsuzluğu

nedeniyle sürekli olarak gerçeğe ulaşma ve

gerçekliği biçimlendirme olarak praksis ve sü-

rekli olarak erki ortadan kaldırma olarak dev-

rim. İşte bu süreklilik demokratik olanın ifa-

desidir. Bu yönüyle demokrasi politika ya da

politik bir biçim değildir (s. 67), aksine po-

litik mücadele sonucu ortaya çıkabilen ancak

ortaya çıkışı ile politikayı aşan ve onu orta-

dan kaldıran bir hakikattir. Bu hakikatin na-

zarında herkes eşittir. İşte bu hakikat de-

mokrasinin hakikatidir, komünizmdir.

(Demokrasinin Hakikati, Jean-LucNancy, MonoKL, Çev: Murat Erşen, 96 s.)

“Demokrasi, bir biçimde ‘komünist’ de olmas� gerekti�ini, aksi takdirde, arzudan, yaniruhtan, solukyan anlamdan yoksun, sadece zorunluluklar� ve ç�kar yollar� i�leyen bir vekil

olaca��n� yeterince belle�inde tutamad�”

28 EYLÜL 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Hayatı yakalayan demokrasi:Komünizm

CENK ÖZDAĞ[email protected]

Page 10: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP

Jean-Paul Sartre’ın ifadesiyle “ahlakçılar ge-

leneğinin günümüzdeki mirasını sahiplenen”,

iflah olmaz hümanist Albert Camus önemli

bir noktada durur. Kanımca gençleri ya da çok

geniş bir kitleyi etkilemesinden gelmez bu

önem. Yahut daha geniş bir kitlenin onu sa-

hiplenmeye çalışmasıyla alakası yoktur bunun.

Camus’nün önemini anlamamızı sağlayan

İletişim Yayınlarından çıkan Stephan Eric

Bronner’in, “Camus: Bir Ahlakçının Portre-

si” adlı kitabı okuyucuyla buluştu.

7 Kasım 1913’te doğan Albert Camus’nün

çocukluğu bir Fransız sömürgesi olan Ceza-

yir’de geçmiştir ve Bronner’in ifadesiyle bu ço-

cukluk, ona sefaletin ne demek olduğunu öğ-

retmiştir. Camus, o yüzden, çokça ifade etti-

ği gibi “güçsüzlerle içten bir şekilde empati”

kurabilmiştir. Bu yüzden “Başkaldırıyı sefa-

letten değil, Marx’tan öğrendim.” diyecektir

sonraları.

Camus’nün empati kurabilmesinin özün-

de yalnızca sefaleti yaşayarak öğrenmesi yat-

maz. Doğduğu ve ergenliğine kadar yaşadığı

Cezayir’in Belcourt kentinin demografik ya-

pısının etnik dağılımıyla da

alakalıdır bu. Biraz da Tanrı’ya

ulaşma biçimleri farklı olan

inanç sistemlerine tapınan in-

sanların aynı uzamı paylaş-

malarıyla alakalıdır. Belcourt;

Müslümanlar, Avrupalılar ve

Museviler’in bir arada yaşadı-

ğı kozmopolit bir uzamdır.

Kopkuyu karanlıkların için-

de geçer Camus’nün çocuklu-

ğu: Yoksulluk, kitapsızlık, sev-

gisizlik... Henüz bir yaşındayken

kaybettiği babasından belle-

ğinde hemen hiçbir şey kal-

maz. Baba Lucien, Lucien Ca-

mus’nün doğmasından kısa bir

süre sonra, mutsuz kitleyle birlikte, mutlu ve

onurlu bir şekilde ölmek için Marne Savaşı’na

çağırılır; kısa bir süre sonra geriye dönen ken-

disi değil, ölüm haberidir.

Mondavi Köyü’ndeki evi bir yas bürü-

müştür artık. Bir şarap fabrikasında çalışan

baba Lucien öldükten sonra Camus ailesi (İs-

panyol kökenli, okuma yazması olmayan,

kulakları sağır olan ve güçlükle konuşabilen

anne Catherine, abi Lucien Camus, Albert Ca-

mus, Katherine’nin annesi ve abileri Joseph

ile Ettienne) Belcourt’taki Proletarya semtinde

oturan Katherine’nin annesinin yanına taşı-

nırlar. Üç odalı küçücük bir dairede yaşaya-

caklardır artık. Camus, sonraları, hem mad-

dî hem manevî sefaletin yaşandığı bu kapka-

ra uzamı “Defterler”inde anlatacaktır.

Gariptir: Yaşanan bunca acının, yokluğun

ve sıkıntının ardından hiçbir yakınma belirti-

si görmeyiz Camus’de. Aksine, mutluluğun mi-

nicik bir yerine tutunarak yaşayan bir Camus

görürüz: Çocuk Camus’dür bu. Minik yüre-

ği heyecanla atan ufak bedenli Camus’dür.

1930’da, ilk tüberküloz atağını geçirecek ve

“hasta olacak olan” Camus’dür.

1918’de bir devlet okulunda ilkokula baş-

lar. Orada, “ikinci babam” dediği öğretmeni

Louis Germain ile tanışır. 1957 yılında yaptı-

ğı Nobel konuşmasını ona ithaf edecektir Ca-

mus. Hayatında hep önemli bir yeri işgâl ede-

cektir Germain.

1924’te, Cezayir Lisesi’ne bursla girer. Am-

cası ile birlikte yaşar. Göz alıcı ve aynı zamanda

bir uyuşturucu bağımlısı olan aktrist Simone

Hie ile bu yıllarda tanışacaktır. Evlenirler.

Uzun sürmez. Bunda, Simone’nin madde ba-

ğımlılığını yenememesi en önemli sebebi

oluşturur. Camus, Simone ile birlikte olduğu

ve ayrıldığı zamanlarda yanında olan ve ha-

yatının sonuna kadar yakın arkadaş olacağı iki

öğrencisi Jeanne- Paul Si-

card ve Marguerite Dob-

renn’le tanışır bu süreçte.

Onları birbirlerine bağlayan

tiyatro sevgisidir, sanat sev-

gisidir, bohem yaşama tarz-

larıdır ve Komünist Parti’ye

üye olmalarıdır. - Fakat Ca-

mus artık Komünist Parti’ye

üye değildir- Üçlü, Ceza-

yir’in tepelerinde birlikte

yaşayacakları aynı eve taşı-

nırlar: “Dünyanın Ucunda-

ki Ev”e.

“Dünyanın Ucundaki

Ev” önemlidir. Bir kaçış uza-

mı olarak çıkar karşımıza.

ANLAMSIZ B�R DÜNYADAANLAMLAR OLU�TURMAKStephan Eric Bronner, Camus’nün eserleri-

ni keskin çizgilerle olmasa da zaman bağla-

mında birkaç bölüme ayırır. İlk dönemi oluş-

turan eserleri “absürd” üzerine kuruludur. An-

lamsız bir dünyaya sıkışan bireylerin sıkıntı-

sı ve varoluş problemlerini ortaya koyar Ca-

mus bu dönemde. 1937 yılında yayımlanan de-

nemesi ve aynı zamanda ilk çalışması “Mut-

lu Ölüm”, Aziz Augistine’in ilk çalışması

olan “Mutlu Yaşam”a ironik göndermelerde

bulunur. “Varoluşuna karşı bir yorgunluk” his-

seden ve “doğal ölüm” beklemeye zorlan-

maktan şikâyet eden kötürüm öğretmen

Zagreus, öğrencisi başkahraman Mersault ta-

rafından öldürülür. “İşyerinde onu bekleyen

kaderden” nefret eden ve eski öğretmeninin

parasının çekimine kapılan Mersault, cinayete

bir intihar süsü vermeye çalışır ve “mutlu bir

yaşam sağlama umudu” ile

Zagreus’un paralarını çalar.

Avrupa’ya gider. Avrupa’nın

kasvetli ortamı, onun bura-

dan sıkılmasına neden olur.

Güneşi özlemiştir. Ceza-

yir’e döner. Bir kadınla ev-

lenir. “Dünyanın Ucundaki

Ev”e benzer bir şekilde,

aynı evi paylaşırlar. Camus,

burada, “pagan şehveti”ni,

düşmüş ve çökmüş olan Hı-

ristiyan dünyasına yanıt ola-

rak” sunar. Bunu yeğler.

Sonra “Tersi ve Yüzü” isim-

li eserini yayımlayacaktır.

“Mutlu Ölüm”, Bronner’in

ifadesiyle “Yabancı’nın bir

provası”dır.

D�NSEL ATE�ZM1930’lar Churchill, Hitler, Mussolini, Roose-

velt, Stalin gibi “güçlü kişilerin” olduğu bir dö-

nemdi. Dönemin gençliği gibi Camus de bu

yıllarda Halk Cephesi’ne katılarak aktivizmi

seçti ve savaşa sürüklenen kasvetli Avru-

pa’da, kendini siyasi kamplaşmaların içinde

buldu. Cezayir Komünist Partisi’ne girdi. Fa-

şizme ve haksızlığa karşı hayatının sonuna ka-

dar savaştı. Yanlış bulduklarını eleştirdi. Dog-

matizmle sürekli savaşım içindeydi. Bu yüz-

den dine mesafeliydi. Camus, Voltaire gibi din-

den bağımsız bir düşünür olmadı mesela; kar-

şı çıktığımız şeylerin bakış açısı, karşı çıktığı-

mız şeye göre belirleniyordu ne de olsa. Şöy-

le yazar Bronner: “Camus, ne bir Katolik ne

de dini batıl inançla çok benzer gören Voltaire

gibi dinden bağımsız bir düşünürdü. Dinden

bağımsız bakış açısı, karşı çıktığı din inancıy-

la belirleniyordu ve bu açıdan çoğunlukla ‘din-

sel ateizm’ olarak tanınan genel bir felsefi akı-

mı tarif ediyordu. Bu akımın Friedrich Ni-

etzsche, Martin Heiddeger, Karl Jaspers gibi

felsefi savunucularının her biri radikal birey-

ler ve sofistike entelektüellerdi . Gençlik en-

dişeleri ya da politik tutkuları ne olursa olsun,

olgun düşünürler olarak onlar herhangi bir ki-

liseye mensup değillerdi, herhangi bir dini dog-

mayı benimsemiyorlardı ve herhangi bir kit-

le hareketine temel oluşturmuyorlardı.”

İkinci Dünya Savaşı ve Sovyet Rusya’nın

-Camus’ye göre- yanlış tutumları, onu sosya-

lizmden uzaklaştırdı. Partiden ayrıldı.

Camus’nün 21 Şubat 1941’de günlüğüne

düştüğü notta da belirttiği üzere üç absürd,

“Yabancı”, “Sisyphus Söyleni” ve “Caligula”yla

birlikte tamamlanmıştı.

Bu bağlamda, en çok

bilinen eserlerinden olan

“Yabancı”yı açınlamanın

gerektiği kanaatindeyim

“Absürd”ün başarılı bir

şekilde işlendiği eserde, baş-

kahraman Mersault, Bron-

ner’in ifadesiyle “yaşamın

absürdlüğü”nden çok, bu

absürdlüğe verilen bir tep-

kiyi ortaya koyuyordu. Baş-

kahraman Mersault, keyfî

ve nedensiz bir biçimde

Arap’ı neden öldürmüştü?

Mersault’un Arap’ı neden

öldürdüğü sorusuna yazarın

nesnel bir yanıtı yoktu. Ol-

mamalıydı. Camus, Mer-

sault’un bu “öldürme eylemi”nin sebebinin ve

yanıtının olmadığını göstermek için çok uğ-

raşmıştı çünkü. “Malraux, Gide, Dostoyevski,

sürrealistler ve başka yazarların içinde olduğu

bir edebî gelenekle” yanıt bulabilir bu: “Amaç-

sız bir hareket, aslında anlamsız bir dünyanın

yansımasıdır.” ne de olsa.

İkinci Dünya Savaşı, Camus ile birlikte

eserlerinin yörüngesini de değiştirecektir.

“Absürd”ün yerini “direniş meşruiyeti” ve “da-

yanışma” alacaktır. “Tek başına isyan” artık

yerini “dayanışma”, “ortaklık” gibi kavram-

lara bırakır. “Yabancı”dan “Veba”ya yaşanan

değişimin başat noktasını da bu oluşturur.

İkinci Dünya Savaşı’nın o kasvetli ortamını

yansıtan; acıyı, hüznü en iyi anlatan roman-

lardandır sonuçta “Veba”. Şöyle yazacaktır

Bronner: “Devrim, ‘varoluşu düzeltme giri-

şimi’ ve Camus’nün ‘din dışındaki yaşamda bir

yönetim kuralı’ olarak adlandırdığı şeyi açık-

ça ifade etme arzusu karşısında boyun eğer.

İşte ‘Veba’nın 1947 yılında yayımlandığında

vermek istediği mesaj buydu.”

Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ah-

lakçının Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini,

bir biyografiden çok farklı olarak kritik ede-

rek ortaya koyuyor; farklı bir okuma biçimiyle

yapıyor bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in

ifadesiyle “politik bir amacı olan, entelektü-

el bir tarih çalışması” çıkarıyor ortaya. Bize de

keyifle okumak kalıyor.

(Camus: Bir Ahlakçının Portresi, Step-han Eric Bronner, Çev: Tuğba Sağlam,

İletişim Yayınları, 189 s.)

Anlamsız bir dünyanın anlamını arayan adam: Camus

Stephan Eric Bronner, Camus: Bir Ahlakç�n�n Portresi’nde Camus’yü ve eserlerini, birbiyografiden çok farkl� olarak kritik ederek ortaya koyuyor; farkl� bir okuma biçimiyle yap�yor

bunu. Kendisinin ve Ömer Erdem’in ifadesiyle “politik bir amac� olan, entelektüel bir tarihçal��mas�” ç�kar�yor ortaya

UTKU Ö[email protected]

Page 11: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK

KAZUO ISHİGURO’DAN DİLİMİZE KAZANDIRILAN YENİ BİR KİTAP: “UZAK TEPELER”

Yazma serüveninin çağlar boyu sü-

rekliliği devam ederken pek çok

“yazan kişi” de bu edebiyat denizi-

ne kitaplar üretir. Fakat bunların bir

kısmı “yazar” olabilme yeterlili-

ğinde eserler vermişlerdir ve hem

okuyucunun hem de edebiyat çev-

relerinin kabullendiği isimler ol-

muşlardır. Kimi yazarlar çağından

sonra keşfedilmiştir, kimileri ça-

ğında kavuşması gereken değere

ulaşmıştır. Kimileri vardır ki ça-

ğından çok sonraya hitap etmiş ve

harcanmış, kimileri bundan kazan-

çlı çıkmıştır. Edebiyatın duygu ve

düşüncelerden çıkıp teorilere dön-

üştüğü günümüzde eserler üzerine

tezler yazılmaya başlanmış ve sos-

yoloji tasniflerinin temel kaynakları

haline getirilmişlerdir. Yazarlık

kursları dünya edebiyatına da yerel

edebiyata “yazar”lar kazandırmaya

başlamıştır. “Keşfedilmek” geçmi-

şe göre daha mı kolaylaşmıştır ya da

daha mı zordur, tartışılır, fakat ar-

tık parlayanı veya parlatılanı gör-

memek zor.

Japon asıllı İngiliz yazar

Kazuo Ishiguro

da dönemimizde

verdiği eserleri,

dili, kurgusu ile

parlayan isimler-

den oldu. Günü-

müz Batı Edebiya-

tı’nda “bestseller”

kapsamında daha

yenilir yutulur eser-

lerin arttığı dö-

nemde edebiyat

dili, kurgusu ve iç-

eriği bakımından

daha düşündürücü

ve zaman zaman

zorlayan eserler ve-

ren yazarların azalması Kazuo İshi-

guro adını daha değerli kılıyor. Japon

kökenli bir yazar olarak İngiltere’ye

göçü yaşamak ve bu nedenle içsel

olarak çok farklı iki kültürün yansı-

malarını taşıyor olmak üretilen ese-

re de taşındığı zaman elbette zen-

ginlik doğuruyor. İshiguro’nun geç-

mişinin yansıması bir çok eserinde

rastlayabileceğimiz bir şey.

UZUN B�R YOLCULUK1954’te Japonya’nın Nagazaki ken-

tinde dünyaya gelen yazar, altı ya-

şına kadar burada yaşadı. Okya-

nusbilimci olan babasının petrol

araştırmaları görevi nedeniyle İn-

giltere’nin Surrey kentine taşındılar.

Babasının kendilerini bir göçmen

olarak görmediğini ve bir gün mut-

laka geri döneceklerine inandığını

söyleyen yazar bunun tam bir göç

olduğunu 15 yaşında anladı. İlk-

okula başlayan Ishiguro, onu ma-

tematikten daha başka bir alana

yazmaya yönlendiren açıkfikirli bir

hocaya sahip oldu. Müziğe olduk-

ça ilgiliydi ve sıkı bir Leonard Co-

hen, Bob Dylan ve Joni Mitchell

hayranıydı. Sağlam bir gitar ko-

leksiyonuna hâlâ sahip olduğunu bi-

liyoruz. Liseyi bitirdikten sonra ya-

zarın otostopçuluk yılları başladı ve

ABD’de uzun süre yolculuk yaptı.

University of Kent’te İngiliz Ede-

biyatı ve felsefe okumaya başlayan

yazar daha sonra University of East

Anglia’da yaratıcı yazarlık yüksek li-

sansı yaptı. Arkadaş-

larının ona bakışı onu

sessiz ve kendi halin-

de biri olduğu yönün-

deydi fakat yazdığı ilk

metinler bu gözlemin

tersine bir tablo ser-

giliyordu. Sağlam

metinler çıkarıyordu

yazar. Bu yazımızın

da çıkış noktası olan

“Uzak Tepeler”(A

Pale View of Hills)

kitabı da yüksek li-

sans tezi olarak ka-

leme alındı.

“Uzak Tepeler”

geçtiğimiz haftalarda Yapı Kredi

Yayınları tarafından dilimize ka-

zandırıldı. Yayınevi daha önce ya-

zarın önemli iki eseri olan “Avu-

namayanlar” (The Unconsoled) ve

“Beni Asla Bırakma” (Never Let

Me Go ) kitaplarını da dilimize ka-

zandırmıştı. “Uzak Tepeler” yaza-

rın ilk romanı olması açısından ol-

dukça önemli iken ayrıca konu-

sunda barındırdığı ve karakterler-

le sembolize edilen oldukça önem-

li sosyolojik ve psikolojik olguları

bize aktarması açısından da değer

kazanıyor. Bir Japon olarak haya-

tının uzun yıllarını Nagazaki’de ge-

çirdikten sonra İngiltere’ye gitmiş

bir kadının; Etsuko’nun ağzından

anlatılıyor kitap. (Yazarın hayatın-

dan izlerin kitaba yansıdığını göre-

biliyoruz bu noktada.) Etsuko’nun

büyük kızı Keiko’nun yalnız yaşadığı

İngiltere’deki evinde intihar ettiği-

ni öğreniyor okuyucu ilk olarak. Et-

suko’nun diğer kızı Niki bu olay

sonrası annesini ziyarete geliyor

ve tam anlamıyla Batı eğitimi almış

olan Niki ile Doğu kültüründen bes-

Japon asıllı İngiliz yazar: Kazuo IshiguroArafta yaşayanlar...

“Uzak Tepeler” nesiller aras� çat��ma, gelenekçilik ve yenilikçilik çat��mas�, özgürlükler vesorumluluklar çat��mas�, kültür çat��mas� gibi pek çok arada kalm��l���n bireyler üzerindeki

psikolojik ve travmatik yans�mas�n� sa�lam bir �ekilde bize sunuyor

DAMLA [email protected]

“Uzak Tepeler” kitabı yazarın

yüksek lisans teziolarak kaleme

alındı

Kazuo Ishiguro

Page 12: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP

lenen annesi Etsuko arasındaki diyaloglar

iki kültürün şekillendirdiği insanlar ara-

sındaki çatışmayı yansıtıyor. Etsuko ka-

rakterinin geçmişe dönüşleri ile toplum-

sal dönüşümün bireyler üzerindeki etkisi,

sorumluluklarla özgürlükler arasındaki

çatışma, kültür çatışması okura aktarılıyor.

NOSTALJ� �DEAL�ZM�NKARDE��D�RKazuo Ishiguro’nun nostaljiyi kullanma-

sı ve geri dönüşlerle hikâyeyi daha merak

uyandırıcı hale getirmesi eleştirmenlerce

de kitabın dikkat çekici özelliklerinden.

Şunu söylemeliyim ki bu, kitaba saplan-

mayı sağlayan önemli bir teknik. Başarı-

sız bir şekilde kurgulandığında bütün ese-

ri mahvedebilecek olan bu dönüşler Ishi-

guro’da doğru şekilde yol alıyor. Yazar nos-

taljiye verdiği önemi bir röportajında şöy-

le dile getirmiş: “Bazı durumlarda nostalji

son derece iyi duygular hissettirebilir.

Daha iyi bir dünyayı resmetmemize izin ve-

rir. İdealizmle bir tür kardeştirler.”

Yazarın “Uzak Tepeler”de anlatıcı

karakterin anlatımından geri dönüş ve nos-

taljiyi kullanması bir pişmanlık ve özlem

fikrini mi sembolize ediyor hissiyatı uyan-

dırabiliyor. Tarihsellikten yararlanma ve

hatıraların okura anlatanın gerçek za-

manda neler yaşadığına dair tahminler ya-

ratmamızı sağlarken birçok soru işareti de

yanıtsızlık ihtimaliyle karşılaşıyor. Kitaba

bu noktada bir okur olarak sunabileceğim

eleştiri -ki pek çok yabancı eleştirmen de

aynı eleştiriyi sunuyor- kitabın sonunda ce-

vapsız kalmış sorular bırakması olabilir.

SONUÇSUZSORGULAMALARKitap içinde pek çok soruyu barındırıyor ve

pek çok temayı işliyor demiştik. Etsu-

ko’nun geçmişe dönerek Nagazaki’de ha-

tırladığı komşusu Sachiko ve onun küçük

kızı Mariko ile yaşadıkları da bize çok soru

doğuruyor. Sachiko kocası öldükten sonra

kızı Mariko ile hayatta kalmaya çalışır ve

taşradaki amcasının yanından ayrılıp şe-

hirde bir kulübeye yerleşir. Bir gün Ame-

rika’ya gitme hayalleriyle birikim yapmaya

çalışır, oraya gittiği takdirde herşeyin dü-

zeleceğine, kızı için güzel bir geleceğin ora-

da onu beklediğine inanıyordu. Hovarda

sevgilisinin temizlikçilik yaparak biriktirdiği

bütün parayı üç günde içkiye yatırmasına

rağmen ne hayalinden vazgeçmişti ne de ho-

varda sevgilisinden. Sachiko’ya göre hayat

bir kadın için Amerika’da daha kolaydı.

Gerçekten de öyle miydi? Sachiko Ameri-

ka’da umduğunu bulabilmiş miydi? Ce-

vapsız kalan sorulardı. Etsuko ise kökleri-

nin ateşli bir savunucusu olmasa da daha

yerel bir karakter olarak karşımıza çıkıyordu

fakat kitabın başında da anladığımız gibi za-

manın 2. Dünya Savaşı sonrası Batı yönü-

ne akması onu da sürüklemişti İngiltere’ye.

Büyük kızı Keiko’nun intiharı ise modern

çağda kültürel arayışının ve toplumsal dö-

nüşümlerin yansıyan en ağır bedelini öde-

mişti. Kazuo İshiguro bu karakterde ken-

dini işledi yorumlarına karşılık benim gö-

rüşüm hikâyenin bütün karakterlerine ya-

zarın kendinden bir parça bıraktığı yö-

nünde. Cevapsız sorular belki yazar için de

hâlâ cevapsız.

Etsuko’nun diğer kızı Niki kitapta son

nesil Batı’nın sembolü durumunda. Ni-

ki’nin adının konma hikâyesi aslında ki-

tabın temasını bize sunmakta;

“Küçük kızıma sonunda verdiğimiz

Niki adı bir kısaltma değil, babasıyla bizi

buluşturan bir ortak noktaydı. Ne tuhaf-

tır ki ona Japon ismi vermeyi isteyen ko-

camdı, bense belki de bencilce davranıp

bana geçmişi anımsatmasını istemedi-

ğimden, bir İngiliz adı olmasında diret-

miştim. Sonunda Doğu’yla ilgili belli be-

lirsiz bir çağrışımı da bulunduğundan,

Niki’de karar kıldı.”

ÇATI�MALAR S�LS�LES�“Uzak Tepeler” nesiller arası çatışma,

gelenekçilik ve yenilikçilik çatışması, öz-

gürlükler ve sorumluluklar çatışması, kül-

tür çatışması gibi pek çok arada kalmışlı-

ğın bireyler üzerindeki psikolojik ve trav-

matik yansımasını sağlam bir şekilde bize

sunuyor.

Yazarın diğer eserleri-

ne baktığımızda “Beni

Asla Bırakma” farklı ko-

nusu ile ötekilerden ayrı-

lıyor. Ishiguro’nun bir bi-

lim-kurgu yazarı olarak

anılmasına sebep olan eser

aslına bakılırsa yazarın is-

tisnai eserlerlerinden. Ese-

rin bilim- kurgu olduğuna

dair dahi tartışmalar var

iken böyle bir sınıflandırma

yapmak oldukça gereksiz

olur. Fakat eser Hailsham

Yatılı Okulu’nda büyütülen,

dışarısıyla ve aileleriyle hiç-

bir bağ kuramayan ve be-

denlerine iyi bakmakla yükümlü, organ ih-

tiyacı olan insanlara organlarını bağışlamak

için klonlanmış öğrencilerin hayatı üzeri-

ne kurgulanmış. İçinde klonlanma tekni-

ğini ve gerçek dışı faktörleri kullandığı için

bilim- kurgu olarak adlandırılan eser bu-

nun yanında bazı distopya özellikleri de ba-

rındırmakta. 2010 yılında yönetmen Mark

Romanek tarafından filme uyarlanan ki-

tap yabancı okur tarafından beğenildiği ka-

dar Türk okuru tarafından da ilgiye değer

görüldü. Film aktarımının da oldukça iyi

olduğunu söyleyebiliriz.

ISH�GURO VE S�NEMAYazar Kazuo Ishiguro’nun diğer değin-

memiz gereken yönü sinema ile olan iliş-

kisi. İki televizyon dizisi iki de sinema fil-

mi senaryosu hayata geçirilen yazarın

“Beni Asla Bırakma” dan önce başrolle-

rini Anthony Hopkins ve Emma Thomp-

son’ın oynadığı The Remains of the Day

filmi Booker ödüllü “Günden Kalan-

lar”(Can Yayınları 1993, Turkuvaz Ya-

yınları 2009) romanından uyarlanmıştı. Ha-

yatı boyunca soylu bir adam olan Lord

Darlington’a hizmet eden bir uşağı anla-

tan roman yazarın en büyük başarısı ola-

rak kabul ediliyor.

1982 yılında İngiliz vatandaşlığına ge-

çen yazar 1983’te İngilte-

re’nin önemli edebiyat der-

gisi Granta’nın “En İyi

Genç İngiliz Yazarlar” dos-

yasına girdi. Yazar günü-

müzde Martin Amis, Juli-

an Barnes ve Ian McE-

wan’la birlikte İngiliz Ede-

biyatı’nın dört büyüğün-

den biri olarak gösteriliyor.

Kültürel açıdan farklı te-

mellere sahip olması onu

ayrı ve ilgi çekici kılıyor

haliyle.

Kazuo Ishiguro gibi

son dönemde sürrealist

yazar olarak ülkemizde

de oldukça ilgiyle karşılanan Japon yazar

Haruki Murakami, Ishiguro hakkında

“Yazdıkları bize ait gibi geliyor, çok tanı-

dık" diyor. Farklı bir temelin yazara kattığı

zenginlik ürettiği eserlerin içeriğini de o

derecede zenginleştiriyor. Geleceğe taşı-

nacak yazarlardan biri olacağı tartışmasız

olan Kazuo Ishiguro’nun daha pek çok ese-

rini daha dilimizde göreceğiz gibi duruyor.

(Uzak Tepeler, Kazuo Ishiguro, YapıKredi Yay., Çev:Pınar Besen, 161 s.)

Anthony Hopkins ve Emma Thompson'�n oynad��� The Remains of the Day filminden bir kare

(Beni Asla Bırakma, KazuoIshiguro, YKY, Çev: Müne

Haydaroğlu, 272s.)

(Avunamayanlar,Kazuo Ishiguro, YKY,

Çev: Roza Hakmen, 544s.)

(Günden Kalanlar, KazuoIshiguro, Turkuvaz Yayınları,Çev: Şebnem Susum, 248s.)

Page 13: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP

Kaosun sesi vehayatın hikâyesi

Kitab�n kahraman� Bilal Kaya’n�n, sanki bizi hissediyormu�gibi benzer sorularla kendini sorgulamas�, a�k�, kad�nlar�,

ç�kmaz sokaklar� ve insana dair ne varsa her �eyi, ya�ad���olaylarla ve rol modeli olarak gördü�ü amcas�n�n

hayat�ndan görüp kendine pay biçti�i parçalarla resmitamamlamaya çal���yorsunuz

“Her hikâye içinde bir hayatı barındırır.

Ama her hayattan bir hikâye çıkmaz. Ha-

yat, içinde kısa düzen dönemlerinin oldu-

ğu bir kaostur. Yarın ne olacağını kimse bi-

lemez. Yine de her şeye rağmen, planlar ya-

par, hayaller kurar, âşık oluruz. Ama hayat

tüm bunları sekteye uğratabilir. Çoğunlukla

da uğratır. Sonuçta geriye sıkıcı mı sıkıcı bir

yaşam kalır. Ama hikâyeler böyle kurula-

maz. Biri size hikâyesini anlatıyorsa, mut-

laka planını sonuca ulaştırmış, hayallerini

gerçeğe çevirmiş ya da âşık olduğu kızla veya

erkekle evlenmiştir. Gerçekte olmasa bile

zihninde bunu başarmıştır. Aksi halde onu

kimse dinlemez. Bu yüzdendir ki her hayatın

bir hikâyesi vardır ama bu hikâyeler ço-

ğunlukla anlatılamaz. Anlatıldığında emin

olun ki, orada hayat yoktur. Anlatacak bol

bol hikâyeleri olduğunu söyleyenler, aslın-

da yaşamayanlardır. O yüzden en güzel hi-

kâyeleri, daima ölüler anlatır.”

B�LAL KAYA’NIN B�R GÜNÜYazarın hayata ve kitaba dair kısa bir öze-

ti, bu kısacık paragrafta mevcut. Kitabı okur-

ken; Bilal Kaya’nın bir

gününden yola çıkarak,

zaman tüneli içerisinde,

hayata, insana ve ilişkilere

dair bir gezintiye çıktığımız

sürükleyici macerada bu-

luyorsunuz kendinizi.

Dede Resul Kaya’nın ra-

dikal bir karar vererek Ko-

nak Otel’i inşa projesi ve

açılışını bizzat Atatürk’ün

yapmasını istemesi haya-

liyle başlayan bu serüven,

okuduğunuz her sayfada bi-

raz daha kendinizi sorgula-

manızı sağlayan, ironik so-

rularla içine çeken bir hikâyeye dönüşüyor.

Dede Resul Kaya’nın defterlerinden yola

çıkarak, torunun da aynı yollardan aynı duy-

gularla geçişine tanık oluyorsunuz. Geçmişi

ve bugünü aynı anda görmenizi sağlayan

olaylar örgüsüyle kendinizi bir filmin içe-

risinde buluyorsunuz. Kitabın ritmi apan-

sız sorulan sorularla hiç düşmüyor, aksine

biraz daha merakla okumaya devam edi-

yorsunuz. Kitabın kahramanı Bilal Ka-

ya’nın, sanki bizi hissediyormuş gibi benzer

sorularla kendini sorgulaması, aşkı, ka-

dınları, çıkmaz sokakları ve insana dair ne

varsa her şeyi, yaşadığı olaylarla ve rol mo-

deli olarak gördüğü amcasının hayatın-

dan görüp kendine pay biçtiği parçalarla res-

mi tamamlamaya çalışıyorsunuz.

“HER �EY HAVVA’NIN ADEM’EGÜLÜMSEMES�YLE BA�LADI.”İnsanlığa dair ne varsa, en başkahraman-

lardan yola çıkarak sorgulayan yazar, kitap

içerisindeki olay örgüsüyle geçmişi ve bu-

günü rahat üslubu ve esprili anlatımıyla oku-

yucuya iyi bir şekilde yansıtıyor. Yazım di-

lindeki sadelik ve olaylar arasındaki kurduğu

bağ sayesinde, okurken her karakteri biraz

daha tanımaya ve kendi içinizde sorgula-

maya devam ediyorsunuz.

“Aşk, kalandan çok gidendir. Bunu an-

cak onun arkasından el sallarken anlarız.”

“İlişkide bir yatak ne zaman sadece bir

yatak olur?”

Kitabın içerisinde yazara ait küçük not-

lar sayesinde siz de kahramanla birlikte bu

sorulara cevap bulmaya çalışıyorsunuz.

Yazarın özgeçmişine baktığımızda yaz-

mayı hayatının merkezi yapmış bir kişi gö-

rüyoruz. Yazar Umut Dağıstan 2002 yılında

Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bi-

tirdi. Bir bankada çalıştı. Ardından yazı ça-

lışmalarına ağırlık vermek için

işinden ayrılıp Antalya’ya yerleş-

ti. Yerel dergilerde ve ulusal ga-

zetelerde yazıları yayımlandı. Evli

ve hayatını okuyup yazarak geçi-

riyor. Yazmanın bir hobiden çok

daha öte bir şey olduğunu gös-

teren cesur bir seçim onunkisi.

Yirmi yılı aşkın bir süredir,

düşünce ve sanat dünyasının

usta kalemleri Ayrıntı Yayınla-

rı'nın listesini zenginleştirdi ve

zenginleştiriyor. 22 yılda çeşit-

li diziler halinde 560'dan fazla

kitap yayımladı ama sevine-

rek söyleyebiliyoruz ki, bu öykü henüz bit-

medi; tersine yeni alanlara da açılarak

tüm heyecanıyla sürdürmeye devam ediyor.

Bu yola Umut Dağıstan’ın “Boşluğun Sesi”

kitabı da katılmış durumda.Yazarın Ayrıntı

Yayınları’ndan çıkan ve ikinci kitabı olan

“Boşluğun Sesi”, eğlenceli, hüzünlü ve ri-

tim duygusunu hiç kaybetmeyen bu bir gün-

lük hikâyenin arka planında ise Cumhuri-

yet tarihinin ve bu tarihsel süreçte taşralı bir

ailenin çok canlı bir tablosu çiziliyor.

Türk Edebiyatına gönül vermiş, yeni ya-

zarları ve farklı dünyaları keşfetmek isteyen

herkesin “Boşluğun Sesi”ni severek oku-

yacağına eminim.

(Boşluğun Sesi, Umut Dağıstan,Ayrıntı Yayınları, 176 s.)

ECE [email protected]

Çözümsüzlükteboğulan Kıbrıs

Ada’da görülebilir birgelecekte, tek bir devletin

yarat�lmas�n� olas�göremedi�ini ifade eden

Tuncer, gerek K�br�sl� Türklergerek K�br�sl� Rumlar, kendi

kimliklerini b�rakmaya ve ortakbir kimlikte bir araya gelmeye

niyetli gözükmediklerinedikkat çekiyor

CÜNEYT AKALIN

Doç. Dr. Hüner Tuncer, Kaynak Yayınla-

rı’ndan yeni çıkan “Kıbrıs Sarmalı, Nasıl Bir

Çözüm?” başlıklı kitabında, yıllardan beri çö-

zümsüzlükle iç içe yaşayan Kıbrıs sorununun

tarihine ve gelişimine göz attıktan sonra, or-

taya atılan çözüm önerilerini değerlendiriyor.

Ada’da yaşayan Kıbrıslı Türkler ile Kıb-

rıslı Rumların, dilleri, dinleri, kültürleri,

gelenek ve görenekleri açısından birbirinden

farklı iki toplum olduğu görüşünden hare-

ketle, Tuncer, bu iki toplumun barış ve is-

tikrar içinde bir arada yaşayabilmesinin

güç olduğunun, yıllar içerisinde meydana ge-

len olayların bunu gözler önüne serdiğinin

altını çiziyor.

KIBRIS VE EGEMENL�KTuncer “Kıbrıs Sarmalı” kitabında, Kıbrıs So-

rununun, öncelikle bir “egemenlik” sorunu

olduğunu anlatıyor. Kıbrıslı Türkler ile Rum-

ların, dün ve bugün ortak bir “egemenlik” kav-

ramı üzerinde uzlaşmaya varamadıkları ve

kısa bir süre içerisinde böyle bir uzlaşmaya va-

rabilmelerinin de pek mümkün olamayaca-

ğı kitapta vurgulanıyor.

Kıbrıs Türk toplumunun “egemenlik”

kavramından anladığı, “azınlık” statüsünde

bulundurulmamak, mutlak Rum egemenliği

altında yönetilmemek, Ada’da iki kesimli-

liğin kabul edilmesi ve Türk halkının can ve

mal güvenliğini koruyabilmek amacıyla,

Türkiye’nin etkin güvencesinin sürdürül-

mesidir. Kıbrıs Rum toplumu ise, Ada’da

kendi hegemonyaları altında bir yönetimin

kurulmasını, Türk toplumunun azınlık sta-

tüsünde bulundurulmasını, Rum ve Türk

halklarına dolaşım ve mülk edinme özgür-

lüğünün tanınmasıyla, iki kesimliliğin su-

landırılmasını ve Kıbrıs’tan Türk askerinin

çıkartılmasını murad ediyor.

Kıbrıs Türk ile Rum taraflarının, Kıb-

rıs Sorununun ne anlama geldiği konusun-

daki görüşleri birbirleriyle bağdaştırılama-

yacak niteliktedir. Bu durum, Kıbrıs Soru-

nunun çözümsüzlüğünü de beraberinde

getiriyor. Kıbrıs Sorununun tarafları olan

Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar, çö-

zümsüzlüğün nedenini karşı tarafta buluyor,

birbirini kıyasıya suçluyor; bu da, çözüm-

süzlüğü büsbütün perçinliyor.

Tuncer, kitabında, şu soruların yanıtlarını

arıyor: Büyük Atatürk’ün ta 1920’lerde

önemine dikkat çektiği Kıbrıs konusunda, aca-

ba Türk hükümetleri yeterince bilinçli dav-

ranabilmiş, bu soruna gerektiği ölçüde sahip

çıkabilmiş midir? Kıbrıs sorununa bugüne de-

ğin bir çözüm bulunamamasında, Türk hü-

kümetlerinin rolü ve payı ne olmuştur? Türk

hükümetleri, genellikle, Kıbrıs konusunda ne-

den ürkek ve çekingen davranmıştır? Türki-

ye, neden Yunanistan’a kıyasla, Kıbrıs soru-

nunda daha “boynu bükük” bir tutum sergi-

lemiştir? Türkiye neden Yunanistan gibi

yumruğunu masaya vuramamış ve Kıbrıs

görüşmelerinde daha çok ödün veren taraf

durumuna düşmüştür?

ADADAK� ÇÖZÜMSÜZLÜKDoç. Dr. Hüner Tuncer Ada’nın bugünü ve

geleceği hakkında şu vurguyu yapıyor:

“Uluslararası toplumun şu gerçeği göz ardı

etmemesi gerekir ki, Ada’nın kuzeyinde “Ku-

zey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin kurulu-

şundan bu yana, yani Kıbrıs’ta kendi sınır-

ları içerisinde varlıklarını sürdüren iki ba-

ğımsız yönetimin oluşturulmasından bugü-

ne değin, Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rum-

lar arasında kayda değer hiçbir fiili çatışma

yer almamış ve Ada’da göreceli bir barış dö-

nemi hüküm sürmüştür. Özellikle Kıbrıslı

Türkler, Ada’daki Türk askerinin güvence-

si altında, can ve mal korkusu olmadan gü-

venlikli bir yaşam sürdürebilmektedir. Kıb-

rıslı Türklerin amacı, “Kuzey Kıbrıs Türk

Cumhuriyeti”nin uluslararası toplum tara-

fından tanınması ve devletlerinin uluslararası

düzeyde yasallık kazanmasıdır.”

Ada’da görülebilir bir gelecekte, tek bir

devletin yaratılmasını olası göremediğini ifa-

de eden Tuncer, gerek Kıbrıslı Türkler ge-

rek Kıbrıslı Rumlar, kendi kimliklerini bı-

rakmaya ve ortak bir kimlikte bir araya gel-

meye niyetli gözükmediklerine dikkat çeki-

yor. Doç. Dr. Hüner Tuncer, Rauf Denk-

taş’ın, “şu anda ve geçmişte hiçbir zaman bir

Kıbrıs ulusu olmamıştır” sözlerine gönder-

me yaparak, Kıbrıs sorununa çözüm ara-

yışlarında, Ada’da mevcut iki farklı ulus ile

iki ayrı devlet olgularının mutlaka dikkate

alınması gerektiğine işaret ediyor.

(Kıbrıs Sarmalı, Doç. Dr. HünerTuncer, Kaynak Yayınları, 264 s.)

Page 14: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP

Say Yayınevi, Jean Jacques Rousse-

au’nun (1712-1778) Bütün Yapıtları di-

zisini sürdürüyor. Temmuz başlarında uğ-

radığımda, 300. doğum yıldönümü ol-

duğu halde yapıtlarının hiç tartışılmadığı

konuşuluyordu. Arkadaşlardan biri,

“Diderot’nun 200. ölüm yıldönümünde

Düşün Dergisi’ndeki tartışma ne güzel

olmuştu” dedi. Gerçekten de İlhan Sel-

çuk, Adnan Cemgil, Uluğ Nutku, Selâ-

hattin Bağdatlı, Afşar Timuçin’in katıl-

dıkları ve benim yönettiğim toplu söyleşi

(Temmuz 1984), Düşün Dergisi’ni bir

anda bütün cezaevlerine taşımakla kal-

mamış, 12 Eylül karanlığına karşı ay-

dınlanmanın ateşini üflemişti. “Böyle bir

tartışmaya yine gereksinme var ama in-

sanlar güncel ve yerel politik değerlen-

dirmeye öylesine sıkıştı ki, başını kaldı-

rıp da Rousseau’nun derin, upuzun ba-

kışlarını görecek hal kimsede yok.”

Olmaz olur mu? Daha yaz bitmeden,

hem de A. M. Celâl Şengör, CBT’de

(Cumhuriyet Bilim ve Teknik) cepheden

bir saldırı başlattı: “Jean Jacques Rous-

seau: Erdemsiz bir bilim ve akıl düşma-

nı” (24.08.12, S: 1327). Şengör, Rous-

seau’nun “yıkıcı etkisi”ni işlediği yazı-

sında, “ciddi felsefeciler, felsefe tarihçi-

leri ve bilim tarihçileri arasında onu met-

heden tek bir tane yoktur.” dedikten son-

ra, eleştiri adına düşünce tarihinde Ro-

usseau üstüne söylenmiş ne kadar kem

söz varsa hepsini yazıya boca ediyor. 12

bin vuruşun üstünde olduğunu tahmin

ettiğim yazıda kırdığı ceviz kırkı aştığı için

bunları tek tek göstermekle başa çıkmak

birkaç yazı gerektiriyor, ama biri var ki,

Sayın Şengör’ün meramını da açık edi-

yor: “Özel mülkiyetin her türlü fenalığın

babası olduğu fikrindeydi (onun için sol-

cular Rousseau’yu yere göğe koyamaz).”

CBT’nin aynı sayısında Osman Ba-

hadır, Dijon Akademisi’nin açtığı yarış-

maya “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söy-

lev” (1949) yapıtıyla katılan Rousse-

au’nun bu çalışmasını, günümüz insan-

lığına bilimsel ve teknolojik gelişmelerin

kimi olumsuz sonuçları konusunda er-

kenden gönderilmiş bir uyarı olarak al-

manın önemini vurgulayarak okurları dü-

şünsel yönden son derece gerilimli bir

tartışmaya hazırladı.

ROUSSEAU AYDINLANMAYIKARARTTI MI?Ertesi hafta Bozkurt Güvenç, Rousse-

au’nun “hafife alınacak bir düşünür ol-

madığını” ima ederek, “yalnız Proudhon

ve Nietzsche gibi solcular ve anarşist fi-

lozoflarca değil, akıllı uslu bilim ve dü-

şün insanları arasında Rousseau’yu des-

tekleyen yazarlar da var” dedikten son-

ra, Spengler, Huxley, Polanyi, Orwel,

Snow, Habermas, Hoebel, Galbraith,

Durning, Zerzan, Stiglitz, Rees’in yanı

sıra kimi kurumsal girişimleri de anarak,

düşünürün “bilimsel ve teknolojik ge-

lişmelerin olumsuz sonuçları” üstüne

uyarısının akıldışı bir hayal olmadığı

yönünde Bahadır’a katıldığını anlattı

(CBT, 1328). Aynı sayfada Yiğit Akça-

lı, onun Kant ve Fichte’yi derinden et-

kilemiş bir düşünür olduğuna değinerek

tartışmaya katıldı. Osman Bahadır, tar-

tışmayı kendi köşesinden sürdürerek,

onun yapıtlarındaki başlıca temaları be-

lirtti; “Rousseau bütün kötülüklerin

gerçek kaynağı olarak bilimleri ve sa-

natları değil, mülkiyetin ortaya çıkışını

görmektedir” saptamasını bir genel

doğruyla birlikte anımsattı: “Bir düşü-

nürü değerlendirmenin en doğru ve er-

demli yolu, o düşünürün fikirlerini ve

eserlerini incelemekten geçer.”

A. M. Celâl Şengör, “Rousseau ve

Aydınlanmanın Kararması” adlı ikinci ya-

zısında (CBT, 1329), daha önce Rousse-

au düşmanlığı için yandaşlığına başvur-

duğu Russel’dan sonra, bu kez de İngi-

liz eleştirmen Samuel Johnson’ın saldı-

rısına yer verdi: “... o en kötü insanlardan

biridir. Toplumun dışına itilmesi gereken

bir alçaktır ki zaten itilmiştir. Dört ülke-

den üçü onu kovmuştur ve bu ülkede ko-

runuyor olması bir utanç vesilesidir.”

Şengör, hızını alamayıp Hitler’in katlia-

mıyla bir tuttuğu, “insanlığın başına gel-

miş en büyük felaketlerden biri olarak

gördüğü Fransız İhtilali”ni aydınlanma

idealine ihanet ve en büyük hakaret ola-

rak nitelendirdikten sonra, “Robert Aca-

demy”deki İngilizce hocası Mr. Lowett’in

varsayımını okurlarıyla paylaştı: “Voltai-

re hayatta olsaydı, Fransız İhtilali yapı-

lamazdı”. Bu arada, zaten Avrupa’nın

dört ülkesinin üçünden kovulan Rous-

seau’nun da Voltaire’den iki ay sonra öl-

düğünü ve onun yokluğundan pek de ya-

rarlanamadığını, olanca titizliğine karşın,

nedense atlayan Şengör, ardından, Nazi

Almanya’sının yanı sıra Komünist Rus-

ya ve Çin’de, “Rousseau’nun ‘kurtardığı’

iddia edilen milyonlarca çocuğun neler

çektiğini gözleriyle gördüğünü” de ifşa

edince, tartışmanın endazesinden çıktı-

ğına karar vermiş olmalı ki, Bozkurt

Güvenç, Şengör’ün “bilim adına açtığı ci-

hat” karşısında havlu attı (CBT, 1330):

“Osmanlılar, ‘Üslûb-ı beyan aynıyla

insan!’ (Konuşma tarzı kişinin aynasıdır)

demişler. Ciddi fikir ve kaygıları ‘komik’

bulup küçümseyen, eleştirmenlerine ‘at

gözlüklerinden arınmayı’ öneren bir bi-

lim mücahidi ile tartışmaya burada son

veriyorum.”

ROUSSEAU’YU ÇÖPE M� ATALIM?Güvenç’in yazısının altında Şengör, bir ön-

ceki hafta Sinclair’in “Rousseau’ya neden

kızıyorsun?” sorusunu anımsatan Ba-

hattin Baysal’ı da yanıtlar: “Cevabım

basit: Rousseau, Upton Sinclair gibi

adamlara sempatik göründüğü için bana

antipatik, fikirleri de zırva geliyor.” Ro-

usseau üstüne didişmeyi futbol çekişme-

si keyif ve adabıyla sürdürmekten kendini

kurtarıp Rousseau’nun “zırva fikir”leri-

ni tartışmaya bir türlü gelemeyen Şen-

gör’e, C. Akça Ataç da iyi bir pas çıkarır:

“...biliyorsunuz, Emille diye pedagoji ki-

tabı yazıyor ama öz çocuklarını elleriyle

yetimhaneye gönderiyor. Yine de politik

teorisini olduğu gibi çöpe atmaya imkân

yok. Her şeyden önce, Aristotelyan bir

teori, sıfır olamaz o yüzden. Ama ‘Aris-

to varken JJR niye okuyayım’ diyen biri

varsa da ona hak vermek gerekir.”

Bekir Onur, bu beklenmedik atağı

ustaca karşılıyor: “Locke’un tersine,

Rousseau, çocuğu kendi yazgısının be-

lirleyicisi olarak görür, tıpkı Rousseau’ya

dayanan Piaget’in çocuğu kendi gelişi-

minin mimarı olarak görmesi gibi.”

ROUSSEAU’NUN GÜNCELL���VE EVRENSELL���Tartışmayı Rousseau’ya kendi yapıtla-

rından yönelme çizgisine taşıyan Osman

Bahadır, köşesinde, düşünürün Narcis-

se adlı komedisinin önsözüne de yer ve-

rir (CBT, 1331): “Karşıtlarım ... okuyu-

cunun dikkatini temel konudan ustaca

saptıracaklar. Bir hayaletle savaşacaklar

ve benim yenik düştüğümü ileri süre-

cekler.” Aslında mülk sahiplerinin çok

eski çağlardan beri korkuyla anımsa-

dıkları ve Rousseau’nun “İnsanlar Ara-

sındaki Eşitsizliğin Kaynağı” (İAEK) adlı

başyapıtında (çev.: Erdoğan Başar, Ana-

dolu Y., ocak 1968) muhteşem bir sez-

giyle apaçık sergilediği bu hayaleti ya-

kından tanıyoruz. Rousseau, kitabının

ikinci bölümüne, bizde kentlerin halâ

yağmalanma yöntemini andıran şu cüm-

leyle başlıyordu (s. 131):

“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip

‘Bu, bana aittir.’ diyebilen, buna inanacak

kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uy-

gar toplumun gerçek kurucusu oldu.”

Ardından, bu çiti söküp atarak, uy-

gar insanın bir gün karşısına çıkacağı kor-

kusuyla binyıllardır uykusunu kaçıran ha-

yaleti tanımlıyor: “Bu sahtekâra kulak

vermekten sakınınız! Meyvaların herkese

ait olduğunu, toprağın ise kimsenin ol-

madığını unutursanız mahvolursunuz.”

Ünlü felsefecimiz Macit Gökberk, onun

için, “Kant, Fichte, Hegel ve romantizm

üzerinde derin etkileri vardır” dediği Fel-

sefe Tarihi’nde (Remzi K. Y., aralık 1966,

s. 382-386), Rousseau’nun konumunu

şöyle belirler: “... o büsbütün aydınlan-

manın dışında değildir; bir yandan için-

dedir, öbür yandan da Aydınlanma’yı

sona erdirecek anlayışların başlıca kay-

naklarından biridir.”

Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği

ve Mirası”nda (IV. cilt, Cem Y., ocak

1989, s. 89-93), “halkın yeni Tanrı’sı olup

çıkan” Rousseau’yu şöyle sunar: “Yığınla

bireyci, romanesk ve duygusal yazar

arasında; duyarlığını dinleyen, ama aynı

zamanda akla da tutkun ve ortaya sar-

sılmaz bir mantıkla bir sistem koymuş bü-

tün romantikler içinde en büyüğü ve ken-

disinden sonra gelenlerin ustası...” Kant’a

ise şöyle başlar: “Rousseau’nun en

önemli çömezi Kant’tır.” (s. 94)

Şengör; Pozantı’da tecavüze uğra-

yan ve intihar eden, Kuran kursları yet-

medi şimdi ülkenin bütün okullarında

4+4+4’lerle kafaları ve ruhları ütülenen

çocukları da aklımıza düşürerek, Rous-

seau’nun 250 yıldır eğitim açısından ol-

duğu kadar, toplumbilim ve siyaset felse-

fesi açısından güncelliğini ve evrenselliğini

yapıtları üzerinde tartışma zorunluğunu

gündeme taşıdı. Gelecek haftalarda sür-

dürmek üzere, yazıyı İAEK kitabından bir

alıntıyla kapatıyoruz (s. 170):

“... sözleşmesi zorba istibdat yönetimi

tarafından öylesine bozulmuştur ki,

müstebit, ancak en kuvvetli olduğu sü-

rece efendidir, hükmeder. Yerinden atı-

lır atılmaz da, kendisine zor kullanılmış

olmasına karşı hiçbir şikâyet sebebi ol-

maz. Bir sultanı tahttan indirmek ya da

boğmakla sonuçlanan ayaklanma, o sul-

tanın bir önceki gün uyruklarının ha-

yatları ve malları üzerinde tasarruf etti-

ği eylemleri kadar hukuki bir eylemdir.

Onu sadece kuvvet yerinde tutuyordu;

onu sadece kuvvet deviriyor.”

Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Ta-

rihi (Remzi K. Y., 1970, s. 269-275) ile Af-

şar Timuçin’in Düşünce Tarihi kitapla-

rında (Bulut Y., şubat 2008, s. 444-450)

Rousseau’nun nasıl yer aldığını da yine

gelecek yazımızda göstereceğiz...

SEYY�T NEZ�R

“Vah�et halindeki insan ile uygar insan birbirinden ruhlar�n�n temeli vee�ilimleri bak�m�ndan öylesine ayr�l�r ki, birini en yüce mutlulu�a götüren,

ötekini mutsuzlu�a sürükleyecektir”

ARAKABLO

Rousseau: “Onu sadece kuvvetyerinde tutuyordu; şimdi sadece

kuvvet deviriyor.”

[email protected]

Page 15: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Akşam gazetesindeki köşesinde

büyüklere masallar anlatan Atılgan

Bayar, bu masalları daha da geniş-

leterek “Müslüman Roma / Türki-

ye Cumhuriyeti Devleti’nin Yakın

Geleceği ve Değişim Diyalektiği”

adıyla kitaplaştırdı. Kitap, sipariş

üzerine mi yazıldı bilinmez fakat ce-

maat rüzgarıyla kendini Türkiye’nin

tink tenk kuruluşu zannedecek ka-

dar uçmuş. Bununla da yetinmemiş,

Türkiye’nin yeni iddiasının “Müs-

lüman Roma” olduğunu savlamış,

yeni Osmanlı veya kendi deyimiyle

“Neo Osmanlı” kavramının kendi

buluşu olduğunu da ilan etmiş.

“Kavram Avcısı” Bayar, verdiği rö-

portajların birinde aynen şöyle di-

yor: “…. Neo Osmanlı” kavramı-

nı ilk kez kullanan biri olarak bunu

kayda geçirmek zorundayım.” Bu-

luşu adına kendisini kutluyoruz an-

cak yunanca “neos” sözcüğünden

türeyen, en basi-

tinden Türkçe kar-

şılığı “yeni” olan

bu sözcük, asırlar

öncesi keşfedilmiş

ve dolaşıma sokul-

muştu. Kendisinin

kötü bir vakanüvis

bile olamayacağını

buradan tüm okur-

lara duyuruyor ve

iki olmazsa olmaz

seçeneği önüne ko-

yuyoruz. Ya Türki-

ye’nin gerçeklerin-

den fersah fersah

uzaktasınız veya üst-

lenmiş olduğunuz rol gereği “Ilım-

lı İslam” projesi için toplum tasa-

rımcılığı yapıyorsunuz. Doğru se-

çeneğin ikincisi olduğunun altını da

çiziyoruz.

“MÜSLÜMAN ROMA”DÜ� KURMACASIDIR“Yeni Osmanlı” kavramını ortaya

ilk atanlar, Sultan Abdülaziz reji-

mine karşı olan bir grup genç elit-

lerdir. 1865 yılında İstanbul’da giz-

lice “Yeni Osmanlı Cemiyeti” adı

altında toplanmışlardır fakat ör-

gütsel, tutarlı ve belli hedefleri ol-

madığından, 1889 yılında kurulan

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin

içinde eriyip kaybolmuşlardır. 1839

yılında başlayan Tanzimat re-

formlarını yeterli bulmayan bu genç

elitler, Osmanlının modernleşme-

si için Fransız Devriminin kav-

ramlarını benimsemiş, bürokratik

milliyetçi ve demokratik çözümü

öngörmüşlerdir. Biraz daha yakın

tarihe gelecek olursak bu kavram

tam 38 yıl önce yani 1974 Kıbrıs ha-

reketinde, Yunanlılar tarafından

yeniden bir teori olarak gündeme

getirilmiştir. Atılgan Bayar ise 16 yıl

önce “Yeni Osmanlı”yı keşfetmiş,

bu çok önemli buluşu da sahiplen-

miş. Bayar’ın kavram icatları göz

önünde bulundurulduğunda, daha

evvel Küçük Amerika, şimdilerde

ise “Yeni Osmanlı” hayalleriyle

avutulan Türkiye Hükümet’in,

ABD’nin Think Thank kuruluşuna

karşıt, tez elden bir “Kavram Ens-

titüsü” kurması ve tepesine Atılgan

Bayar’ı oturtması zaruri ihtiyaç gibi

görülmektedir.

Hatırlanacağı üzere ABD’ “Ye-

şil Kuşak ”projesini revize ederek

yerine “Ilımlı İslam”ı, AKP eliyle

uygulamaya koymuştu. Aslında

Müslümanlığın asimilasyonu ve

Türklerin Hıristiyan-

laştırılması demek

olan “Ilımlı İslam”

ile Atılgan Bayar’ın

“ M ü s l ü m a n

Roma”sı, ABD dü-

şünce kuruluşların-

da geliştirilen mo-

dernist, protestan İs-

lam’ın yorumudur.

“Yeni Osmanlı”nın

üzerine “Müslüman

Roma”yı inşa etme

fikrini, Türkiye’nin

iddiası olarak orta-

ya sürmesi ise top-

lumla üç boyutlu

kafa bulmaktan öteye gidemiyor.

Sözüm ona, icat edilmiş kavramla-

rı bile doğru cümle içinde kullanma

becerisini gösterememiş, kavramlar

içinde bocalamış.

DÖRDÜNCÜ ROMAOLMAYACAKTIRÜtopik kurmacadan öteye gide-

meyen, yabancı kavramları satır

aralarına yerleştirerek akademik

bir nitelik kazandırmaya çalıştığı ki-

tapta ,tutarsız fikirleri öne sürerek,

cevabı bilinen sorular sorarak ana-

lizler yapmaya çabalıyor. Ona göre

Cumhuriyet, fetihçi / irrendentist

değilmiş ama kültür ve ekonomi-

siyle dünyaya tesir ediyormuş. İr-

rendentist; kelime anlamıyla kendi

memleketinde kaybettiği toprakla-

rı geri isteyen demek. Burada pa-

rantez açarak sormak gerekiyor: Ta-

rihi 1919’la başlayan, sadece vatan

savunması yapan ve bugün bölün-

me tehlikesi yaşayan Tür-

kiye Cumhuriyeti, şu güne

kadar kimden toprak ta-

lebinde bulunmuştur?

Devrimle kurulmuş olan

Cumhuriyetin, kuruluş

ruhunda bile böyle bir

şey söz konusu değilken

neyi keşfetmenin derdin-

desin? Bu sorunun ceva-

bı da basit aslında. Ger-

çek fikrini ortaya direkt

koymak yerine, Cumhu-

riyet’i perde olarak kul-

lanmaktadır.

Atılgan Bayar’a göre;

Saidi Kürdi cumhuriyet-

çiymiş sonradan saltanat-

çı olmuş. En soldaki sivil

toplum örgütü gülen ce-

maatiymiş ve fırsat eşitli-

ği için kurulmuş. Türk-

Kürt kardeşliği mümkün

değilmiş, illaki “Müslü-

man Roma” olmalıymış.

Açıkça şunu demeye ge-

tiriyor; Modern bilim da-

hil her şey dine refere

edilerek ümmetçi / köle toplumuna

geri dönülmelidir. AKP’nin ulus-

devlet anlayışını sürdürdüğünü or-

taya atması ise komiklik ile gülünç

duruma düşmenin saf değiştirme-

sine sebep oluyor. ABD’nin ulus-

devletleri Ortadoğu’daki çıkarları

için tehdit olarak görmesi

ve bu bağlamda Or-

tadoğu’da “Böl-yö-

net” politikasıy-

la kanlı savaş

ve çatışmalar

ç ı k a r m a s ı

güncelliğini

koruyorken,

ABD’nin be-

lirlediği poli-

tikaları oldu-

ğu gibi uygula-

yan AKP’nin,

ulus-devlet anlayı-

şını sürdürdüğü sonu-

cunu çıkarmak, akıl tutul-

masının en ağır tezahürü olsa gerek.

Bu savlara baktığınızda sanırsınız ki

Osmanlı’dan önce cumhuriyet var-

mış veya Osmanlı İmparatorluk

değil, cumhuriyet ile yönetiliyormuş.

Sonucu; yukarıda da belirttiğim

gibi tarihçilerin bu konuda ki gö-

rüşleriyle bitirelim.

Tarihte üçüncü Roma’nın Os-

manlı imparatorluğu olduğunu söy-

leyen Prof. İlber Ortaylı dördüncü

bir Roma’nın olamayacağını ke-

sinkes ifade ederken, İtalyan tarihçi

Pierangelo Catalano, Prof. Dr. Ha-

lil İnalcık’ da aynı görüşü destek-

leyen makaleler yazmış, söylem-

lerde bulunmuşlardır. Yine yakın

zamanda “Mahalle baskısı” kavra-

mını ortaya atan Prof.Dr. Şerif

Mardin, din ve ideoloji temel-

li birçok kitap yayınlamış

ve son olarak “Yeni

Osmanlı’nın Doğu-

su” adlı kitabıyla

“ M ü s l ü m a n

Roma”nın hül-

yadan ibaret ol-

duğunun altını

çizmiştir. Evin

Esmen Kısakü-

rek ve Arda Kı-

sakürek’in birlikte

hazırladığı ve ilki

“Bizimkiler-İlk” ile

başlayan ve tamamı 27

kitaptan oluşan külliyat’ın on

dördüncü kitabı, “Bizimkiler-Müs-

lüman Roma İmparatorluğu”dur.

“Bizimkiler-Evrim” yirmi yedinci ve

son kitaptır. Öyleyse tarihçilerin bu

konudaki kesin görüşünü bir kez

daha tekrarlayalım; İlk ikisi Hıris-

tiyan olmak üzere Osmanlı İmpa-

ratorluğu tarihte ki üçüncü “Müs-

lüman” Roma’dır ve dördüncüsü ol-

mayacaktır.

(Atılgan Bayar, MüslümanRoma, Meydan Yayınevi, 456 s.)

Hat�rlanaca�� üzere ABD “Ye�il Ku�ak ”projesini revize ederek yerine “Il�ml� �slam”�, AKPeliyle uygulamaya koymu�tu. Asl�nda Müslümanl���n asimilasyonu ve Türklerin

H�ristiyanla�t�r�lmas� demek olan “Il�ml� �slam” ile At�lgan Bayar’�n “Müslüman Roma”s�, ABDdü�ünce kurulu�lar�nda geli�tirilen modernist, protestan �slam’�n yorumudur

“Müslüman Roma” masalları

VEYSEL BOĞATEPE

ABD’nin ulus-devletleri

Ortadoğu’dakiçıkarları için tehdit

olarak görmesi vebu bağlamda

Ortadoğu’da “Böl-yönet” politikasıyla

kanlı savaş veçatışmalarçıkarması

güncelliğinikoruyorken,

ABD’nin belirlediğipolitikaları olduğu

gibi uygulayanAKP’nin, ulus-

devlet anlayışınısürdürdüğü

sonucunuçıkarmak, akıl

tutulmasının enağır tezahürü olsa

gerek

Ütopikkurmacadan

öteye gidemeyen,yabanc� kavramlar� sat�raralar�na yerle�tirerekakademik bir nitelik

kazand�rmaya çal��t��� kitapta

,tutars�z fikirleri öne sürerek,

cevab� bilinen sorularsorarak analizler

yapmaya çabal�yor

At�lgan Bayar

Page 16: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP

Madonna: Like a Virgin’dan

MDNA’ya kadar her albümü tüm

dünyada ses getirmeyi başardı.

“Tanrı kadar ünlü olmadıkça mut-

lu olmayacağım” diyecek kadar

sıra dışı davranışlarıyla da diğer star-

lardan farklılaştı.

Madonna Louise Ciccone veya

bilinen adıyla Madonna… Şarkıcı,

müzisyen, dansçı, aktris, film ya-

pımcısı, yazar ve moda ikonu. Yani

on parmağında on marifet var.

“Pop Müziğin Kraliçesi” yüksek

tempolu sahne performanslarında

erotik, politik ve dini temalar kul-

lanmasıyla öne çıkıyor, her albü-

münde şaşırtıcı bir şekilde kendini

güncelliyor. Müzik akımlarını çok iyi

sindirdiği gibi, öne çıkan şarkıcılarla

yaptığı birbirinden güzel düetlerle,

milyonları peşinden sürüklemeyi

de başarıyor.

Madonna, 2000 yılında, 130 mil-

yonluk albüm satışıyla “tüm za-

manların en başarılı solo kadın sa-

natçısı” sıfatıyla Guinness Rekorlar

Kitabı’na girdi. Guinness Rekorla-

rı, Eylül 2007’de Ma-

donna’yı “tüm zaman-

ların en başarılı kadın

müzisyeni” ilan etti.

Temmuz 2010’da ya-

pılan resmi bir açıkla-

mayla Madonna’yı 275

milyonluk albüm satı-

şıyla resmi olarak “tüm

zamanların en çok satan

kadın sanatçısı” unva-

nıyla tarihe geçirdi. En

son verilere göre, Ma-

donna’nın 300 milyon-

dan fazla albüm ve 150

milyondan fazla single sattığı he-

saplandı. Bu becerileri ve başarıla-

rının yanı sıra kendine özgü başa-

rılı PR’ıyla da gündemden hiç düş-

meyen Madonna’nın milyonlarca

hayranından biri de benim. Onun

şarkıları eşliğinde yolculuk etmenin

yolları kısalttığına inanırım. Bu ne-

denle diskografisi arabamın baş-

köşesindedir.

Lokumcu Adnan: Adana’nın

eski mahallelerinden birindeki ya-

rım asırdan eski imalathanesinde

yaptığı birbirinden leziz lokumlar-

la parmakları yalatan Lokumcu

Adnan da işteki başarısıyla öne

çıktı. Kendi ölçeğinde markalaşan

Adnan Özdoğru öyle bir lokum

yapar ki, yiyen tadına doyamaz,

bir daha bir daha yemek ister.

O da herkesten farklıdır. Tatlı

dili, il protokolü, kentin öne çı-

kanlarıyla kurduğu diyalog kendi

PR’ını kendi yapanlara güzel bir ör-

nektir. Basının gücünü çok iyi bilir.

Toplumun her kesimiyle olduğu

gibi gazetecilerle de çok samimi gö-

rünüm sergiler. Bende en fazla et-

kiyi bir bayram arifesinde dükkâ-

nına gittiğimde yaşattı. Müşteri-

lerle hıncahınç dolu dükkânında

adım atacak yer yokken hemen

karşı köşedeki, berisindeki daha

modern görünümlü dükkânlar ne-

redeyse sinek avlıyordu.

Yeni Uğur Lokumları’nın sahi-

bi Adnan Özdoğru yakın çevresin-

de meşhurdu. Rumların Türk lo-

kumuna sahip çıkmalarının ardın-

dan yaptığı sert çıkışla Adana hal-

kı tarafından alkışlanmayı başardı.

The Times: The Times, İngilte-

re’de 1785 yılında yayın hayatına ge-

çen ilk halk gazetesi. Etkinliğini,

gündemi belirleme görevini halen

devam ettiriyor. Kardeş gazetesi

The Sunday Times ile birlikte Ru-

pert Murdoch’un başkanlığını yü-

rüttüğü News Corpo-

ration Group’un sa-

hip olduğu “News In-

ternational” şirketi-

nin alt şirketi olan

“Times Newspapers

Limited” tarafından

basılmakta. Gazete-

nin yayın politika-

sında geleneksel ola-

rak “merkez sağ”

görüş hâkim ve mu-

hafazakâr Cumhu-

riyetçi Parti tara-

fından destekleni-

yor. Ülkemizde başbakan, bakanlar

ya da ünlü işadamları bu gazetede

yer alınca yüksek tirajlı gazeteler

bunu haber yapıyor, yani o derece

büyük bir medya devi.

Ercan Halıcı, bu üç markayı

bir araya getiren gelişmeyi de şöy-

le kaleme aldı:

“Her şey bir ilkbahar sabahı

başladı

Anadolu Ajansı Adana bölge

müdürüyken mis gibi turunç çi-

çeklerinin koktuğu bir pazartesi

sabahı Madonna’nın piyasaya yeni

çıkan Hard Candy albümünü özen-

le arabamın müzik sistemine yer-

leştirdim. Madonna yine yapmıştı

yapacağını. Bir sanatçı kendini bu

kadar mı yenilerdi? Pazartesi stre-

siymiş, sabah iş telaşıymış aklıma

bile gelmeden, parmaklarımın ucu-

nu direksiyona hafif ritimlerle do-

kundurarak yol alıyordum ki birden

şarkı sözleri içinde “Turkish de-

light” sözleri kulağımda yankılan-

dı:

See which flavor you like and I’ll

have it for you

Come on in to my store, I’ve got

candy galore

Don’t pretend you’re not

hungry, I’ve seen it before

I’ve got TURKISH DELIGHT

baby and so much more.

(Hoşlandığın tada bak ve senin

için bende olacak

Mağazama gel, şeker şölenim

var

Aç değilmiş gibi yapma, daha

önce görmüştüm

Bende Türk lokumu ve daha

fazlası var.)

Türk’ten başka dostumuz olma-

dığını şiar edinmiş, gelen giden vu-

rurken baklavadan sonra bir de Türk

lokumuna el atan Rumlara karşı cı-

lız kalmıştı tepkimiz. Oysa dünya

devi Madonna, Kanada’dan Yeni

Zelanda’ya kadar yankılanacak al-

bümünde bize omuz veriyordu “Tur-

kish delight” diye haykırarak. O an

aklıma Lokumcu Adnan Ağabey

geldi. Bunu dinlese kim bilir ne ka-

dar keyiflenecekti.

Ajansa geldiğimde iş yoğunlu-

ğunu aştıktan sonra ilk işim Adnan

Ağabey’i aramak oldu.Yanılma-

mıştım, çok çok heyecanlandı.

Guinness Rekorlar Kitabı tara-

fından “dünyanın en başarılı kadın

şarkıcısı” olarak ilan edilen Ma-

donna, ona göre Hard Candy’nin ilk

parçası “Candy Shop”un sözleri

arasında “Turkish delight” ifadesi-

ni duyduğunda lokumun Türki-

ye’ye ait olduğunu tescilliyordu.

Özdoğru, ardından yaptı yapa-

cağını ve teşekkür etmek amacıyla,

Madonna’nın Amerika’da “Mave-

rick Films, 9348 Civic Center Dr.

3rd Floor Beverly Hills, CA 90210

USA” adresindeki fan kulübüne

kendi üretimi olan özel “Oskar lo-

kumu”ndan kargoyla bir kutu gön-

derdi.

Lokum kutusuna, “Türk loku-

mu üreticilerine desteğiniz için te-

şekkür ederim” şeklinde İngilizce

bir not da iliştirerek. (Bu bizim cin

fikirliliğimizdi.)

Adnan Ağabey’e göre şarkısını

dinleyen, Nijerya’daki, Hindis-

tan’daki, dünyanın her ucundaki

hayranları, Türk lokumunu merak

edecekler, hemen internetten ara-

yacaklar ve tatmak isteyeceklerdi.

Türkiye’yi de tanıyacaklardı. Bun-

dan da önemlisi, Yunanlı lokum

üreticilerinin iddiaları, evrensel bir

isim tarafından çürütülmüş ola-

caktı. Bu şarkı tüm dünyanın loku-

mu “Türk lokumu” olarak bildiği-

nin de bir kanıtıydı.

Adnan Özdoğru bu girişimiyle

o kadar çok gazete ve TV kanalın-

da çıktı ki sayısını o bile bilmiyor.

Bir anda herkes bu lokumcuyu ko-

nuşmaya başladı. Hürriyet’inden

Zaman’a kadar tüm gazeteler boy

boy Madonna ile kendi fotoğrafına

yan yana yer verdiler.

Özdoğru, aynı zamanda evren-

selleşti, basınla kurduğu güzel di-

yalog, önerilere kulak vermesi, dost

canlısı olması, akıllılığı ve 100 yılı aş-

kın süren esnaf kültürüyle The Ti-

mes’ta yer alabilen sayılı Türkler

arasına da girdi, “Adana Büyük

Saat nire? Londra nire?” diye diye.

(Lokumcu Adnan, Madonnave The Times, Ercan Halıcı,

Destek Yayınları, 254 s.)

Madonna’ya gönderilen lokumTürk’ten ba�ka dostumuz olmad���n� �iar edinmi�, gelen giden vururken baklavadan sonra bir

de Türk lokumuna el atan Rumlara kar�� c�l�z kalm��t� tepkimiz. Oysa dünya devi Madonna,Kanada’dan Yeni Zelanda’ya kadar yank�lanacak albümünde bize omuz veriyordu “Turkish

delight” diye hayk�rarakEMEL TELCİ

Özdoğru, aynızamanda

evrenselleşti,basınla kurduğu

güzel diyalog,önerilere kulak

vermesi, dostcanlısı olması,

akıllılığı ve 100yılı aşkın süren

esnaf kültürüyleThe Times’ta yer

alabilen sayılıTürkler arasına

da girdi, “AdanaBüyük Saat nire?

Londra nire?”diye diye

Madonna

Page 17: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Karga Zarif

İtalyan edebiyatının en çarpıcı ka-

lemlerinden Leonardo Sciascia gü-

nünün Sicilya’sını toprak ağası zen-

ginlerinin umursamazlığı, yoksulla-

rının çaresizliği, mafyanın amansız-

lığıyla, insanları ve toplumuyla gö-

rüntüleyerek, bilgece buruk bir gü-

lümsemeyle irdelerken tarihsel bo-

yutu hiç gözden kaçırmıyor. Sicilya’yı

Sciascia’dan dinlemek, bu eski uy-

garlık adasını, açıkça dile getirilme-

diği anlarda bile, tarihsel derinliğiy-

le izlemek, hatta duyumsamak anla-

mına geliyor.

“Şarap Rengi Deniz”, Leonardo

Sciascia’nın kıvrak, şaşırtıcı anlatı-

mından aşk, inanç, kurnazlık, şüphe,

kıskançlık, umursamazlık, masumiyet

ve öç alma duygusuyla örülü traji-

komik hikâyeler içeriyor.

�arap Rengi Deniz

Emmanuel Levinas çağdaş Fransız fel-

sefesinin en önde gelen simalarından bi-

ridir. “Etiğin filozofu” olarak anılan

Levinas, “Aynı’nın hükümranlığı” ola-

rak gördüğü tüm Batı felsefesi gelene-

ğini eleştirir. “Fikir Mimarları” dizisin-

den çıkan elinizdeki kitap, Emmanuel

Levinas’ın metinlerinden oluşan bir seç-

ki mahiyetinde. Bununla birlikte, mev-

cut derlemede filozofun kendi metinle-

ri dışında onun düşüncesi üzerine kale-

me alınmış bazı makalelere de yer verildi.

Seçkide, filozofun politik ve dini görüş-

lerini ihtiva eden metinler de bulunuyor

ki bu yolla onun felsefi düşünüşünü

belirleyen kültürel ve dini kaynaklara kıs-

men de olsa dikkat çekme amacı göze-

tildi. Sonuç olarak, Levinas’ta her şey te-

melini ve nihai anlamını etikte ve etik-

ten itibaren kazanır; Levinas’ın felsefe-

si işte bu anlamda bir ilk felsefedir.

Levinas

“Karain”, Conrad’ın en büyük, en

görkemli ve en içsel öyküsü olmaya-

bilir ama yine de Conrad’ın yazını

içinde tartışılmaz bir önemi vardır.

Conrad, yazdığı deniz, denizcilik ve

donanma temalı öykü ve romanları ile

tanınmış ve hayal gücü ile ünlenmiş

büyük bir yazardır. “Karain”, on do-

kuzuncu yüzyılın son dönemlerinde

bir gemi reisidir. Kendisine adeta

tapılan ve adamlarının gönüllüce kö-

lelik ettikleri bir gemi kaptanın iliş-

kilerini yönetişi, anlaşılabilir tavırla-

rı ve özellikle de yazarın döneme ait

yorumlarıyla “Karain”, Conrad’ın

kaleminden çıkma müthiş bir mace-

ra olduğu gibi, aynı zamanda o dö-

neme ait önemli bir kayıttır da. Evden

uzak kalmayı, kimse Conrad’dan

daha iyi anlatamamıştır.

Karain

Malraux, bizi büyüleyen ve aynı za-

manda çok sıkı eleştirdiğimiz 20. yüzyılın

artı ve eksilerini birçok özelliğiyle ortaya

koymaktadır. 20. yüzyılın son ahlakçısı,

21. yüzyılın ilk filozofu Malraux, bugün

hâlâ bu denli ilgimizi çekiyorsa, bunun

nedeni yalnızca büyük tarihsel olayların

birçoğuna aktif olarak katılmış ya da ya-

kından tanık olmuş olması, dönemin si-

yasi kahramanlarının, edebiyat yelpa-

zesinde Victor Hugo’yla Sartre’ın ya-

nında bulunmuş olması değil, aynı za-

manda, bizi yaratan asrın yüzüne ve be-

lirsizliklerine bürünmesidir. Edebiya-

tından felsefesine, kişisel hayatından po-

litik angajmanına, derinlikli bir Malra-

ux biyografisini entelektüel tarih uz-

manlığıyla kendine has bir tarzı olan

Perrine Simon-Nahum’un kaleminden

okuyacaksınız.

Andre Malraux

Pulat Tacar, Türkiye’nin deneyimli ve

seçkin diplomatlarından biridir. Mes-

leki kariyerinin büyük bir bölümünü,

Türkiye’nin Avrupa ülkelerindeki Kon-

solosluk ve Büyükelçilik düzeyindeki

temsilcilik görevleri oluşturmuştur.

Tacar bu kitapta, Batı merkezli “Er-

meni soykırımı” iddiasını ve İşçi Par-

tisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in,

bu iddiayı kabul etmemenin suç sayıl-

dığı İsviçre’deki “yalan çiğneme eyle-

mi” nedeniyle yargılanıp cezaya çarp-

tırılması davasını incelemektedir.

• Perinçek, 1915’in acı olaylarını de-

ğil, bunların hukuksal anlamda soy-

kırım olduğu iddiasını reddetmiştir.

• Soykırım suçunun varlığını sapta-

mada, bu konuda herhangi bir top-

lumda oydaşma bulunduğu savını ye-

terli saymak, uluslararası kaos yaratır.

Do�u Perinçek-�sviçre Davas�

Aramak, bulamamak mıdır? Yirmi

yedi yaşında hayatını kaybetmiş kâşif,

gezgin ve yetenekli bir yazar olan Isa-

belle Eberhardt, Cezayir’e yerleşe-

rek, kendisine “Si Mahmoud Essadi”

takma adını almış, erkek kılığına bü-

rünerek Afrika çöllerinde dolaşıp araş-

tırmalar ve keşif gezileri yapmıştır.

Yaşamı âdeta başkaldırı ve direnişin

simgesi olan yazar, genç yaşına rağmen

ardında birçok kitap ve günlükler bı-

rakmıştır. “Unutuşu Arayanlar” yaza-

rın tek öykü kitabı. İlk kez Türkçe'ye

çevrilen öyküleri okurken, önünüzde

bambaşka bir dünya açılacak. Yalnız-

lığın, kederin ve çaresizliğin insafsız yü-

zünü daha da çıplak bir biçimde gö-

receksiniz. Yazarın, “Göçebe” adı al-

tında toplanan günlüklerini de önü-

müzdeki aylarda yayımlanacak.

Unutu�u Arayanlar

Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, sol ör-

gütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları

sırasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı.

Yazar, araştırmaları sonucu Türkiye’de

verilen toplumsal mücadele tarihinin as-

lında kadınlarla dolu olduğunu, fakat

“erkek tarih”in onları ya görmezden gel-

diğini ya da öykülerini kısaltıp önem-

sizleştirdiğini fark etti. Yoksa solun ya-

şadığı başarısızlıkların temel nedeni

kadınların hep geri planda kalmaları

mıydı? Bu sorudan hareket eden Hü-

seyin Aykol, bir kez daha ismi tarih ki-

taplarında geçen kadınların peşine düş-

tü. Lider olarak öne çıkan kadınların

yanı sıra, eşini yaratan, ama onun göl-

gesinde kalan kadınların da mücadele

ve katkılarıyla anlatıldığı “Aykırı Ka-

dınlar”, bütün bu düşünce ve çabaların

ürünü olarak ortaya çıktı.

Ayk�r� Kad�nlar

Pulat Tacar,Kaynak Yay�nlar�, 264 s.

Murat Yalç�n,Can Yay�nlar�, 144 s.

90’larla birlikte canlanan genç öy-

kücülüğümüzün en önemli yazar-

larından Murat Yalçın, yeniden

okurunun karşısında. “Karga Za-

rif”te yer alan öykülerin ortak

yanı, insanın sonsuz neşeye de,

sınırsız hüzne de açık yüzüne ayna

tutması.

Murat Yalçın’a göre ne insanın

ne de edebiyatın sınırlarla ve katı-

laşmış tanımlamalarla işi var; göz

açıp kapayıncaya kadar geçiyor ya-

şam. Anlaşılır kılmaya kalkışmak,

boşuna bir çaba.

Yalçın, modern öykünün de,

Anadolu anlatılarının da el verdiği,

bilgelikle ironinin iç içe geçtiği öy-

külerinde, zengin ve derin bir dille

yaşadığımız çağın (ya da çırpınışın)

etkileyici bir manzarasını çiziyor.

Özkan Gözel,Say Yay�nlar�, 528 s.

Hüseyin Akyol, �mge KitabeviYay�nlar�, 231 s.

Leonardo Sciascia, Yap� KrediYay�nlar�, Çev: Neyyire Gül I��k, 144 s.

Joseph Conrad, Alt�n BilekYay�nlar�, Çev: Ça�la Ba�, 100 s.

Perrine Simon-Nahum, �leti�imYay�nevi, Çev: Canan Özatalay, 280 s.

Isabelle Eberhardt, Alakarga SanatYay�nlar�, Çev: Ay�egül Demir, 80 s.

Page 18: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

28 EYLÜL 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Dünyan�n En Harika Fikri

Cumhuriyet nesilleri “Türk’ün Türk’ten

başka dostu yoktur” anlayışıyla yetişti.

Oysa yüzlerce uluslararası örgüte üye

olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin,

çok dinli bir yapıyı bu kadar budama-

ya rağmen yine de sona erdiremeyen bir

ülkenin halkı olarak, kime dost kime

düşman diyebiliriz ki? Metin Gülbay,

“Türk’ün Türk’ten başka dostu yok

mu?” sorusunu, Türkiye’nin önde gelen

isimlerinden bazılarına yöneltti: Yrd.

Doç. Dr. Rula Baysan, Ahmet Ümit,

Prof. Dr. Arus Yumul, Em. Koramiral

Atilla Kıyat, Prof. Dr. Aydın Uğur,

Doç. Ferhat Kentel, Gündüz Vassaf,

Prof. Dr. Mehmet Altan, Prof. Dr. Mu-

rat Belge, Murat Kapkıner, Oral Ça-

lışlar, Osman Arolat, Serdar Kaya,

Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu.

Türk’ün Türk’ten Ba�kaDostu Yoktur

Yabancılar, tanrılar ve canavarlar gibi

büyük muammalar insanın dünyaya

bakışını nasıl şekillendiriyor? Ric-

hard Kearney yabancıların, tanrıla-

rın ve canavarların mit veya fanta-

ziden ibaret olmadığını, bilakis kül-

türel bilinçdışımızın önemli bir bö-

lümünü oluşturduğunu ortaya ko-

yuyor. Canavar imgesini derinle-

mesine inceleyen Kearney, antik

minotauruslardan ortaçağ demon-

larına, oradan günümüzün postmo-

dern düşmanlarına kadar uzanan

güçlü örneklerin de yardımıyla, in-

san benliğinin canavarca bir tarafı ol-

duğunu ortaya koyuyor. En basit kor-

ku ve arzularının dış dünyada nasıl

tezahür ettiğini görmek ve bunlarla

yaşamayı öğrenmek isteyenlere.

Yabanc�lar, Tanr�lar veCanavarlar

Usta öykücü Özcan Karabulut’un ilk

romanı. “Amida, Eğer Sana Gele-

mezsem”, Türkiye’nin son yıllarına, si-

yasal ve toplumsal değişikliklere de-

rinden bir pencere açıyor.

Romanın kahramanı Arat, çocuk

işçilerle ilgili bir çalışma için Diyar-

bakır’a gider. Orada tanıştığı ve etki-

lediği bir kadına bir zamanlar kente

hükümdarlık etmiş Amida’nın adıy-

la seslenir. Yasak aşk, kimlik ve aidi-

yet sorunu, kent yaşamının gizemi, si-

yasal çatışmalar arasında Arat’ı zor

günler beklenmektedir.

Bugün Türkiye’de çatışan her ke-

sime seslenen ve hiçbirini memnun et-

meyeceği daha ilk satırlarında ortaya

çıkan can yakıcı bir roman bu; tartış-

ma yaratacak bir yapıt.

Amida, E�er SanaGelemezsem

Jason Bourne için kovalamaca devam

ediyordu. Jason Bourne kendisini bir

anda, her adımını takip eden tehlikeli

bir kiralık katille, ölümcül bir kedi fare

oyunu içinde bulur. Savunmasız bir

halde kaçarken, kim olduğunu ve

kimliğinin ne kadarının Bourne kim-

liğiyle bağlantılı olduğunu sorgula-

maya başlar. Tüm bunlar olurken, bir

uçağa yapılan füze saldırısı sonrası

başlayan soruşturma, Bourne’un ken-

disine saldıran kişiyi bulma çabalarıyla

kesişir ve Bourne bir anda, o güne ka-

dar karşısına çıkan en ölümcül ve zor-

lu durumla yüz yüze gelir. Yeni bir

dünya savaşı tehdidinin ufukta gö-

züktüğü bir sırada, can düşmanı ta-

rafından takip edilen Bourne, gerçe-

ği ortaya çıkarmak zorundadır.

Umut Can Çeppioğlu sürükleyici öy-

küleriyle okurunu şiirsel bir atmosferin

içine sürüklüyor. “Hayaller İçinde Bir

Düş” adını verdiği ilk öykü kitabında 5

uzun öyküye yer veriyor genç yazar. Ay-

rıntıların titizlikle işlendiği, yaşam ta-

nıklıklarının ustalıkla öykülere sindiği

bu özel kitap, öyküseverler için olduk-

ça iyi bir okuma önerisi. Gerçekle düş,

aşkla yalnızlık, uyku ile ölüm kadar size

yakın öyküler var bu kitapta, sıkı bir

edebiyat yolculuğuna davetlisiniz. Her

taraf siyaha bürünüyordu. Hızlı bir şe-

kilde, bir örtü gibi her yeri kaplayarak

çöktü üzerine karanlık. Karaltının için-

deki beyaz bir tondu artık Derya. Yan-

lış ve doğrunun, gerçek ve hayalin öte-

sindeydi. Soruların cevaplarının bittiği

yerde, nedenlerin sorgu odasında, yok-

luk ile varlık arasında.

Hayaller �çinde Bir Dü�

Pablo Miranda’nın “Ülkem, Toprağım

ve Halkım” adıyla yayınlanan bu çalış-

ması, “bize anlatılan tarih” diye başlı-

yor ve egemenlerin yapıp ettikleriyle

başlayıp biten bir tarih anlayışını eleş-

tiriyor. Ardından, okul sıralarında oku-

tulan resmî tarih yerine Ekvador halk-

larının tarihini yazmaya koyuluyor; Ek-

vador’un doğal güzelliklerinin, verim-

li topraklarının içinde yoksul bırakılan,

sömürülen halkların tarihini. Ve bu

tarihi, bütün bir insanlık tarihinin bir

parçası olarak kurguluyor. İnsanlığın

daha güzel bir yaşam için verdiği mü-

cadele, yarattığı değerler Ekvador halk-

larının mücadelesinin bir parçasına

dönüşüyor. Çünkü bu tarih, insanlığın

ortak mücadelesinin tarihidir. Bu bizim

tarihimizdir.

Ülkem, Topra��m veHalk�m

Fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar, ço-

cukluğundan başlayarak tüm yaşamını

anlatıyor. Keribar’ın kamerası, 75 yılın

panoramasını sunuyor, “Öteki yoksa, as-

lında biz de yokuz!” gerçeğini akıcı bir

dille bir kez daha kanıtlıyor. Ailesi, İs-

tanbul, Büyükada, Musevi olmanın ge-

tirdiği “öteki” olma duygusu, Varlık

Dergisi, 6-7 Eylül Olayları, “Vatandaş

Türkçe Konuş” kampanyası, Kore Sa-

vaşı, Japonya, fotoğraf tutkusu, fotoğ-

rafçılığı profesyonel bir yaşam tarzı

olarak benimsemesi, yakın tarihimize ve

insan olmaya dair her türlü ayrıntı var

bu anılar denizinde. Keribar, “Öteki Ya

Da Değil Ne Fark Eder”de kendisiyle

yüzleşiyor, bizi kendimizle, “öteki”yle ve

Türkiye’yle yüzleştirerek gerçeği akıcı bir

dille bir kez daha kanıtlıyor.

Öteki Ya Da De�il NeFark Eder? - �zzet Keribar

Umut Can Çeppio�lu, PotkalKitap Yay�nlar�, 90 s.

John Farndon, NTV Yay�nlar�,Çev: Duygu Ak�n, 296 s.

“Zeki Olduğunu Düşünüyor mu-

sun?” kitabıyla bilinen John Farndon,

bu sefer insanlık tarihinde çığır açan

en harika fikirleri, bu fikirlerin di-

ğerleri arasından nasıl sıyrıldığını

anlatıyor. İnsanoğlu ateş, çiftçilik

hatta şarap olmasa ne yapardı? Ha-

rika fikirlerin tarihin gidişatını de-

ğiştirdiği bir gerçek, ama bir fikrin ha-

rika olduğuna kim, nasıl karar vere-

bilir? 50 fikrin bulunduğu bu liste bir

internet sitesinde insanların verdiği

oylara göre hazırlandı. Peki, ama siz

oy verenlerle hemfikir misiniz? Han-

gisi sizin için daha önemli: Kapitalizm

mi yoksa Marksizm mi, bankacılık mı

yoksa çay içmek mi, ekmek pişirmek

mi yoksa internette dilediğiniz gibi ge-

zinmek mi, kuantum teorisi mi yok-

sa çömlekçilik mi?

Richard Kearney, Metis Yay�nlar�,Çev: Bar�� Özkul, 352 s.

Rahime Sezgin,Do�an Kitap, 180 s.

Metin Gülbay, �thaki Yay�nlar�,328 s.

Özcan Karabulut, K�rm�z� KediYay�nevi, 302 s.

Eric van Lustbader, Alt�n Kitaplar,Çev: Taner Yenido�an, 480 s.

Pablo Miranda, Evrensel Bas�mYay�n, Çev: Tonguç Ok, 232 s.

Robert Ludlum’unBourne Aldatmacas�

Page 19: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

Çirkinsen kaybettin!

Üç beş kitap çevirip çocuk edebiyatını tica-

rete dönüştüren yayınevleri arasında, fikir-

leri ve projeleriyle farkını belli eden Günı-

şığı Kitaplığı, güvenilirlik açısından sayıları

bir elin parmağını geçmeyen yayınevlerinden

biri. Çocuklarınızı bir şekilde kitaplara ema-

net ediyorsunuz, iş güç arasında belki bu ki-

tapları inceleyemiyorsunuz bile. Onların

dünyaya açılmalarını, ama bir o kadar da öz-

lerine bağlı kalmalarını istiyorsunuz. Hem

kültürlü olsunlar, hem kötü alış-

kanlıklardan uzak dursunlar,

hedefleri olsun ama hayatın

acımasızlıklarını da öğrensinler,

yine de çok üzülmesinler di-

yorsunuz. Ama okudukları ki-

tapların onlara ne kadarını ver-

diğinden emin olamıyorsunuz.

Bu bakımdan çocuğu kitaba

emanet etmek, bakıma muhtaç

bir bebeği bakıcıya emanet et-

mek kadar zor. Çocuk ve genç-

lik edebiyatına gönül veren, uz-

manlarla işbirliği içinde bu

alandaki gediklerimizi kapa-

mak için dünya edebiyatını özenle takip

eden, genç ve dinamik yazarlarla usta ya-

zarları bir arada tutabilen ve bu işi meslek-

ten öte yaşam biçimine dönüştüren Mine

Soysal ve tüm yayıncı ekibine, bu vasıtayla bir

kez daha teşekkür ediyoruz.

DÜPEDÜZ Ç�RK�N�M!Çirkin bir genç için hayat daha mı zordur?

Elbette daha zordur, hele de yeni bir

okul dönemi başlangıcında ise. İlk intiba

önemlidir ya, kısa boylu, yelken kulaklı, etli

burunlu, iri dişli, pörtlek gözlü ve bol

kaşlıysanız, kabul edin baştan kaybettiniz.

Neden mi? Çünkü siz “toplum” için “çir-

kin”siniz.

Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin

ve yeteneksiz bir gencin kalabalık ailesinin

içinde kayboluşunu, yaşamı ve ilişkileri sor-

gulayışını ve bu umutsuz günlerde kendi

gibi “standart”lara aykırı insanlarla tanış-

masını anlatıyor. Karanlık-

tan aydınlığa kavuşan, eğitici

öğretici bir kitap değil, sa-

dece bir gencin kendi haya-

tı hakkındaki samimi itiraf-

ları.

Suzan Geridönmez 1966

yılında Almanya’nın Kaisers-

lautern kentinde doğmuş. İs-

tanbul Üniversitesi Alman

Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü

bitirdikten sonra Avrupa'da

çağdaş kütüphanecilik eğiti-

mi almış. Uzun süre kütüpha-

neci olarak çalışan ve çeviriler

yapan yazar, bir yandan da kağıt hamuru sa-

natı ve kukla yapımıyla da ilgileniyormuş.

“Kolaysa Ağlama”, “Ötesi Yok” ve “Uzay-

da Bir Yatılı Okul” isimli üç kitabı daha olan

yazar, genç okurları yaşam, ölüm, çirkinlik,

dostluk gibi kavramlar üzerinde düşünme-

ye davet ediyor.

İyi okumalar diliyoruz.

(Hiç Adil Değil,Suzan Geridönmez,

Günışığı Kitaplığı, 176 s.

28 EYLÜL 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN

Suzan Geridönmez, Adil isimli çirkin ve yeteneksizbir gencin kalabal�k ailesinin içinde kaybolu�unu,ya�am� ve ili�kileri sorgulay���n� ve bu umutsuz

günlerde kendi gibi “standart”lara ayk�r� insanlarlatan��mas�n� anlat�yor

İREM HALIÇ[email protected]

S�n�ftan Yükselen Sesler

Yedi çocuk. Bir sınıf. Olağanüstü bir öğ-

retmen. Ve hayatlarını değiştiren bir okul yılı.

Snow Hill Okulu’nun yedi öğrencisi için 5.

sınıf hiç de kolay başlamamıştır. Okulun ye-

nisi, uyum sorunu yaşayan akıllı ve hoşgörülü

Jessica... Dostunuz gibi görünüp arkanızdan

iş çevirebilen baş belası Alexia... Sürekli hın-

zırlık peşinde koşan sınıfın en yaramazı

Peter... Gözlerinden zekâ fışkıran Luke... Çe-

kingen yapılı, en ufak şeyden kırılabilen Da-

nielle... Ailesi nedeniyle arkadaşlarınca dış-

lanan utangaç Anna... Ve okuldan ölesiye

nefret eden aksi yaradılışlı Jeffrey. Fakat yeni

öğretmenleri Bay Terupt, “yaşa ve öğren”

adını verdiği alışılmadık eğitim metoduyla,

azarlamak yerine davranışlarının sonuçlarıyla

yüzleşmelerini sağlayarak onlarla nasıl başa

çıkacağını biliyor gibidir. Ancak belki de bu

metodun da bir sınırı olmak zorundadır.

Çünkü karlı bir günde yaşanan korkunç bir

kaza herkesi ve her şeyi değiştirecektir.

Rob Buyea’nın bu sıra dışı romanı yedi çocuğun dilinden ayrı ayrı aktarılıyor.

Her birinin değişik bir hikâyesi ve öğretmenlerini eşsiz kılan niteliklere fark-

lı bir bakış açısı var. “Sınıftan Yükselen Sesler”, olumlu düşünmeyi öğreten,

öğrenmek için çaba göstermek gerektiğini anlatan, bizi biz yapan en büyük de-

ğerler olan yardımlaşmayı ve dostluğu yücelten muhteşem bir roman.

Ruhlar Gölü

Korku ve vampir edebiyatının çağdaş ustası

Darren Shan’ın, “Saga” olarak adlandırdığı on

iki kitaplık vampir serisinin sabırsızlıkla bek-

lenen onucu kitabı “Ruhlar Gölü” raflardaki

yerini aldı. Tüm dünyada milyonlarca hayra-

nı bulunan, onlarca farklı dile çevrilen ve 2009

yılında beyazperdeye de uyarlanarak tüm

dikkatleri üzerine çeken “Ucubeler Sirki”

serisinin onuncu kitabıyla büyük finale adım

adım yaklaşırken, tüyler ürpertici yepyeni

bir serüvenle serinin ritmi yeniden yükseliyor.

Darren, gecenin çocuğu olarak yeniden doğ-

du. Darren ve Harkat, Ruhlar Gölü’ne doğru

yaptıkları zorlu yolculukta karşılarına çıkan ina-

nılmaz engelleri aşmak zorunda kalırlar. Ölü-

lerin gezdiği karanlık sularda onları ne bekli-

yor olabilir? Kahramanlarımız bu maceradan

sağ çıkabilecekler mi dersiniz?

Darren Shan,Tudem Yay�nlar�, Çev:Arif Cem Ünver, 224 s.

Zeynep Cemali Edebiyat GünüZeynep Cemali Edebiyat GünüZeynep Cemali Edebiyat Günü

Günışığı Kitaplığı tarafından bu yıl ikinci kez düzenlenen çocuk ve

gençlik edebiyatı konferansı Zeynep Cemali Edebiyat Günü, 6

Ekim’de Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşecek. Çocuk ve genç-

lik edebiyatına emek veren yazarlar, editörler, akademisyenler, ya-

yıncılar, illüstratörler, çevirmenler, grafik tasarımcılar, kütüphaneciler

ve eğitimcilerin katılacağı tamgünlük konferansta çocuk ve genç-

lik edebiyatı, yayıncılığın önemli konuları ve 4+4+4’le biçimlenen

yeni eğitim döneminde edebiyat kitaplarının yeri tartışılacak.

Adını, 2009’da yaşama veda eden usta öykücü Zeynep Ce-

mali’den alan konferansın konuşmacıları arasında Selim İleri, Yal-

vaç Ural, Müge İplikçi, Behçet Çelik, Aslı Tohumcu ve Semih Gü-

müş gibi edebiyatçıların yanı sıra Prof. Dr. Üstün Ergüder, Zeke-

riya Kaya, Dr. Müren Beykan gibi eğitim ve yayıncılığımızın önde

gelen isimleri bulunuyor.

Konferans, ülke genelinde büyük bir katılımla sonuçlanan Zey-

nep Cemali Öykü Yarışması 2012 Ödül Töreni’ne de ev sahipliği

yapacak. İlköğretim 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerinin katıldığı öykü ya-

rışmasında 2012’de dereceye giren ilk üç öğrenci ödüllerini usta ede-

biyatçılarımızın elinden alacaklar. Çocuklar, severek okudukları pek

çok yazarla tanışma fırsatı bulacaklar.

Edebiyatçılar, yayıncılar ve çocuklar bu konferansta!

Rob Buyea,Alt�n Kitaplar, Çev:Eda Aksan, 272 s.

Page 20: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

Son dönemde internetin yaygınlaşma-

sıyla insanlar artık bilgisayar başında ki-

tap arar oldu. Oysa sahaflara gide gele bir-

birinizi daha iyi tanır, dost olursunuz. Kimi

zaman kitap aramaya değil, sadece soh-

bet için bile gittiğiniz olur. Bu sırada sa-

haf da “Tam senlik bir kitap var” deyip,

önünüze koyar. Ya da siz merak ettiğiniz

konuyu söylerken hemen uygun bir kita-

bı getirir. Bizim Kitap Kafe de işte tam

böyle bir yer. Sadece eski kitap almaya git-

mezsiniz, içeride hoş bir şekilde döşenmiş

koltuklarda çay-kahve içebilir, aperatif bir

şeyler de yiyebilirsiniz.

Bizim Kitap Kafe’de altı yüze yakın

Osmanlıca eser, onlarca dilde on binler-

ce kitap bulmak mümkün. Sadece kitap

da değil eski radyo, daktilo, saat gibi an-

tika eşyaları da bulabileceğiniz bir yer.

Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi Kara-

kolhane Caddesi (Yeldeğirmeni)’ndeki

yüz elli yıllık Tevfik Tura Apartmanı’nın

giriş katında hizmet veriyor Bizim Kitap

Kafe.

Celâl Bayar! Orta yaş ve üzeri kuşak onu

genellikle Demokrat Parti döneminde-

ki Cumhurbaşkanlığı’yla hatırlar. O dö-

nem de 27 Mayıs ihtilaliyle sonlanmış ve

ortaya trajik bir son çıkmıştır. Oysa Ce-

lâl Bayar’ı DP döneminin ötesinde;

Atatürk dönemindeki İktisat Bakanlığı,

Başbakanlığı ve ondan da önce İttihat-

çı bir kimliğiyle tanımak ve değerlen-

dirmek gerekir. Hatta o dönemleri, onu

daha iyi tarif eder. Ben İttihatçı Celâl Ba-

yar’ı daha çok seviyorum. O dönemi için

“Partizan Celâl Bayar” diyorum. Bankacı

ama gizli komitacı aynı zamanda. 1908

Meşruti Devrimi'ni hazırlayanlardan ve

onu yaşatmaya ve geliştirmeye çalışan

kadrodan... 1918 sonunda herşeyin bit-

ti denildiği bir sırada ise yılmayan ve eli-

ne silah alıp dağa çıkan bir ihtilalci! Ke-

malistlerle buluşan kahraman...

HAR�KA TAR�H DERS� Celâl Bayar’ın en meşhur eseri 8 ciltlik

“Ben de Yazdım” isimli kitabıdır. Eser

ilk olarak 1965-1972 yılları arasında ya-

yımlanır. Büyük ilgi görür. 30 yıl sonra

Sabah Kitapları tarafından 1997 yılında

tekrar yayımlanır. Kitap ta-

rih meraklıları için tam bir

şölendir. Bir solukta oku-

nan ve elden düşürülmeyen

başucu kitabı gibi. Harika

da tarih dersi vardır içinde.

Bayar, kitaba “1918 yılı İt-

tihat ve Terakki Kongresi

hazırlıkları ve genel durum”

başlığıyla başlıyor. Kurtuluş

Savaşı başında Ankara’ya

vekil olarak gidişiyle bitiyor

eser. İçinde neler yok ki; ha-

liyle ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki dö-

nemi, Balkan Harbi, Balkanlar, Os-

manlı’nın dağılması süreci ve olayları, Ci-

han Harbi ve sonuçları, çöküş ve kurtuluş

için dağa çıkma... Bolca dipnot ve bel-

geyle desteklenmiş...

DA�A ÇIKAN PART�ZAN!Celâl Bayar Bursa’da yabancı bir ban-

kada memurken devrimci fikirlerle ta-

nışır ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne gi-

rer. Tam bir militandır. Talat ve Enver

Paşa’larla meşhur Bab-ı Ali Baskını’na

bile katılır. Peşlerinde hafiyeler kol ge-

zer. Onlar ise buna aldır-

madan hedefine doğru

emin adımlarla yürür. 31

Mart 1909 gerici ayaklan-

masında ise yine iş başında.

Olayın ilginç yanlarına şa-

hit olur. Bunları genişçe ki-

tapta yazar... Cihan Harbi

içinde İzmir’de Parti se-

kreteridir. Savaş öncesi

dağdaki efelerle görüşür ve

onları düze indirir. Onlara

“Artık büyük devletlerle

savaş halindeyiz. Silahınızı onlara çevi-

rin” der. Öyle de olur. Gökçen Efe’yle

dağda görüşmüştür. Cihan Harbi sonrası

ise yine dağa çıkar bu sefer roller de-

ğişmiştir. Artık o da silahlanmış ve efe-

lerle birlikte düşmana karşı savaşacak-

tır. Gökçen Efe’yle görüşür ve onu iknâ

ederek silah başı yapar. Akhisar’dan son-

ra Aydın’a geçer. Demirci Mehmet

Efe’yi mücadeleye katar. Onun kurmay

başkanıdır. Ankara’yla temas kurar.

Sonrası malum. Bakanlık, Başbakanlık,

Reisicumhurluk! Hepsini de bileğinin

hakkıyla kazanmıştır. Ölene kadar da İt-

tihatçı/komitacıdır. Başı dik ve gururlu...

ATATÜRK �STED� BEN DEYAZDIM103 yaşında kaybettiğimiz Bayar, Türk

devriminin önemli isimlerinden birisi.

Saygıyla anarken kitabın yazılma öykü-

sünü de kitabında şöyle anlatır: Çanka-

ya toplantılarında eski günlerden bah-

sedilince bir gün Bayar “Adam sen de,

bunlar da mesele mi?” der ve çekilen sı-

kıntılardan ve onların nasıl halledildiğini

anlatır. Bunu duyan Atatürk de “Bunları

yazdınız mı?” diye sorar. “Hayır” ceva-

bını alır. Atatürk “Rica ederim, yazınız”

der. O da bunu vasiyet bilir: “O zaman

bu benim için bir emirdi. Nur içinde yat-

sın, irtihalinden sonra bir vasiyet ol-

muştu. Bunun içindir ki bu kitabı yaz-

maya başladım ve ‘Ben de Yazdım’ adı-

nı verdim.”

Not: Geçen haftaki yazımda İbrahim

Olcaytu’yu yanlışlıkla “Doğu Perin-

çek’in de kayınpederidir” yapmışım.

Baba Sadık Perinçek’le karıştırdım.

Doğrusu “dedesi” olacak. Özür dilerim.

Celâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ıCelâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ıCelâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ıCelâl Bayar’ın “Ben de Yazdım”ı

28 EYLÜL 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

Onlarca Dilde On Binlerce Kitap

BİZİM KİTAP KAFE / İSTANBUL MARTI SAHAF / İSTANBUL

ERCAN DOLAPÇI

DENİZ TOPRAK

Sahaflık mesleğinin elbette

birçok anlamı vardır. Ama

bunlardan birisi kısaca “ki-

tap elden ele” diyerek özet-

lenebilir. Kimi zaman bir

okurdan başka bir okura,

bir kitaplıktan başka bir

kitaplığa kimi zaman ise

depolara, çatı katlarına kal-

dırılmış, okursuz bırakıl-

mış kitapları okurlarına ka-

vuşturur, zevklerin ve mut-

lulukların yüzeyselleştiği ve

maddileştiği bir çağda daha

derin bir mutluluğun yayıl-

masını özendirir.

Kitaplara, ilk baskı eser-

lere, imzalı kitaplara ilgi top-

lumun bilgiye, edebiyatçıya,

tarihçiye özünde insana ver-

diği değeri gösterir. Örneğin

bir kitaptaki imzaya verilen

değer aslında yazar ile kuru-

lan bağdır. Yazar ile okur

arasında kurulan çıkarsız bağ-

dır. İşte Beyoğlu İstiklal Cad-

desi Abdullah Sokak’ta bu-

lunan Martı Sahaf da bir im-

zaya verilen değerin hatıra-

lara verilen değer olduğundan

hareketle “her eve bir kü-

tüphane” sloganıyla kitapse-

verlerin hizmetinde olmaya

devam ediyor.

Kitap Elden Ele

Page 21: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Milattan Sonra (k�sa)2. Yass� demir ürünü - Kuyruk sokumu kemi�i -

Sodyum’un simgesi - Sözle�me, mukavele, kontrat3. Diki�te kullan�lan pamuk ipli�i - �skambil ka��d�nda

“sinek” - Ya�� küçük oldu�u halde sözleri ve davran��lar�büyükmü� gibi olan çocuk

4. Sar� humma virüsü - Gezegenimizin uydusu - “Tavan”kar��t�

5. �sviçre’de bir nehir - Ak�ll�ca6. Öde�me - Ten, deri - “... Güler” (foto�rafç�) - C�va’n�n

simgesi7. ��e yatk�n, becerikli - Çölde esen rüzgar - Bizans

Devletinde vali ve derebeylerin unvan�8. H�rvatistan’da bir liman kenti - Sanca��, yelkeni ya da

sereni a�a�� alma9. S�n�r ni�an� - Yabanc� - Mesafe10. Bir papa�an türü - Eski bir Hindu tap�na�� tipi11. Din ile devlet ve yönetim i�lerini birbirinden ayr� tutan,

dini kurulu�lar�n yetkisi d���nda kalan - Japonya’n�n eskiad� - Güre�te bir oyun

12. Bir binek hayvan� - Stanislaw Lem’in bir eseri -Bahçelerde çiçek dikmek için ayr�lan yer - Lümen (k�sa)

13. Tah�l tanesi, evin - Bir tembih sözü - “Ülkü ...” (yazar)14. “... Derek” (aktris) - �stanbul’da bir semt - Cam, kristal15. (… KARANF�L) Resimdeki yazar�n bir eseri - Alev, yalaz

YUKARIDAN A�A�IYA1. Te�ekkür edilen veya övülen, bir kimsenin söyledi�i bir

incelik ve alçakgönüllülük sözü2. Sürekli, sonsuz - Yanak - Osmanl� devletinde taht yeri,

saltanat makam� anlam�nda kullan�lan bir sözcük3. Yap�lan i�ler, uygulamalar - Dul kalan kad�n�n sadakatini

göstermek üzere kendini kurban etmesi �eklinde birHindu gelene�i - Ni�de’nin bir ilçesi

4. Otlar - Bir dilek �art eki - Kartal tak�my�ld�z�n�n eskidildeki ad�

5. Bak�r’�n simgesi - Eski haline getirme - M�s�r’�n plakas� -Genellikle yaz�n kuruyan küçük akarsu

6. �vedi - Bir i�in yap�lmas� için ödenen ücret, yap�lan biri�in bedeli - Beyaz

7. Dogma, inak - Arnavutluk'un plakas� - Kans�zl�k8. Antla�ma - Sadece jest ve mimikler kullan�larak

gerçekle�tirilen bir gösteri sanat�9. Bön, avanak, budala - Gelecek10. Motor güç birimi - Dar ve kal�nca kesilmi� tahta - Cet -

Bir nota11. Çabucak gönderme, acele yollama - Birbirine uygun

renk ve yap�da olan12. Radyum’un simgesi - Yeryüzündeki yedi büyük kara

parças�n�n her biri, k�ta - Hal�, kilim ya da bez dokumatezgah�

13. K�sa kepenek - Fransa’n�n para birimi - Ticaret e�yas�14. Evren pulu - Mizaç, itiyat, tabiat - �ki yan� a�açl�,

do�rusal, geni� yaya caddesi15. Stenografi i�aretleriyle herhangi bir metni konu�ma

h�z�yla yazan kimse - Hastal�klar

28 EYLÜL 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP

Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğunagöre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acı-ların tek nedeni de bu. Nice limanlara yana-şacak gemiler var elbette ama hiçbiri hayatınıstırap vermez olduğu limana varmayacak, herşeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. Üs-tünden çok zaman geçti bunların, ama benimhüznüm hepsinden eski.

1 Burayı inşa ederken kimse bizim ne istediğimizidüşünmedi. Evlerimizi yerle bir edip bizi buraya,dostlarımızı başka yerlere tıktılar. Bir fincankahve içip gazete okuyacak, ya da üç-beş kuruşborç alacak bir yerimiz yok. Kimse neye ihtiya-cımız olduğunu düşünmedi. Buraya gelen büyükadamlar çimenlere bakıp şöyle diyorlar: “Nekadar şahane! Artık yoksulların her şeyi var!”

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz birköprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey ol-madı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tu-tamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimizenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimiişine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır.Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksekolduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.

3

a) Huzursuzluğun Kitabı - Fernando Pessoa

b) Uygarlığın Huzursuzluğu - Sigmund Freud

c) Huzursuz Gölge - Ali Cabbar

d) Huzursuz Ölüler - Paco Ignacio Taibo II,

Subcomandante Marcos

e) Artık Huzur Yok - Chinua Achebe

a) Şehir Büyüyor - Yeton Neziray

b) Şehirler - John Reader

c) Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve

Yaşamı - Jane Jacobs

d) Şehir ve Şehir - China Mieville

e) Beş Şehir - Ahmet Hamdi Tanpınar

a) Tutunamayanlar - Oğuz Atay

b) Aylak Adam - Yusuf Atılgan

c) Piç - Hakan Günday

d) Beyoğlunda Garibanın Otopsisi Yapılmaz -

Oktay Güzeloğlu

e) Kusma Kulübü - Mehmet Eroğlu

2

Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(c) 3-(b)

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Page 22: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı
Page 23: KITAP Aydınlık · Neşet Ertaş bir şairden fazlası. Sözcüklerin ezgiyle birleştiği noktada başlıyor onun “fazlalığı”. Güzel Türkçemizin tüm zenginliğiyle kul-lanıldığı