İçindekiler - feyyazdepo.feyyaz.org/mailguruplarideposu/mail/pdf/haftalik... · 2015. 3. 20. ·...
TRANSCRIPT
2
İçindekiler
Hak’tan bir cezbe, insanların ve cinlerin ibâdetinden daha hayırlıdır, anlamında bir hadis
var mıdır? ...................................................................................................................................... 3
Enam 101. ayette eş yerine neden zevce değil de sahibetun kelimesi kullanılmıştır? ............... 4
Cenab-ı Allah anlaşılması imkansız şeyler üzerinde tefekkür etmeyi emreder mi? .................. 5
Peygamberimiz okuma yazma bilmiyorsa, Cennet kapısında yazanı nasıl okudu?................... 7
Peygamberimiz, ayakta su içmeyin dediği halde, neden kendisi içimiştir? ................................ 8
Talak suresi 4. ayete, henüz adet görmeyenler, diye meal vermek yanlış olur mu? .................. 9
İndirgenemez komplekslik, bir çöp bilim midir? ....................................................................... 10
Beşinci defa hırsızlık yapan öldürülür mü? .............................................................................. 12
Kur'an'da çelişki olmaması, onun vahiy olduğuna nasıl delil olabilir? .................................. 13
Hristiyanlik ve yahudilik gercekten hak dinmiydi islamdan önce Musa ve İsa (as) onlara
gönderilmediler demi onlarda müslümandı? İslam d'an başka dünya da başka gerçek din
yoktu demi? ................................................................................................................................. 14
3
Hak’tan bir cezbe, insanların ve cinlerin ibâdetinden daha hayırlıdır, anlamında bir hadis var mıdır?
Sözlükte “çekmek” anlamına gelen cezbe, tasavvufta “Hakk’ın kulu kendine çekmesi ve
âniden yüce huzuruna yükseltmesi” demektir.
Sûfîler, “Allah dilediğini kendisine çeker” (Şûrâ 42 / 13) meâlindeki âyeti ve bazı
kaynaklarda hadis olarak zikredilen, “Allah’ın kula olan cezbesi, iki cihan halkının
amellerine denktir” anlamındaki sözü cezbeye delil sayarlar. Ancak bu sözü hadis
kaynaklarında bulamadık. Nitekim Sülemî, bu sözün Ebü’l-Kāsım İbrâhim en-Nasrâbâdî’ye
(ö. 367 / 977) ait olduğunu belirtmiştir. (Sülemi, Tabakāt, s. 488)
Kur’an’da en yüksek “değer ölçüsü”, takva olduğu bildirilmiştir. Takva ise, Allah’ın emir ve
yasaklarına hakkıyla uymaktır. Böyle bir davranış zaten ilahi bir cezbe ve cazibeye hamiledir.
Cezbe, Allah’ın sevdiği kulunun kalbinden perdeyi kaldırıp onu yakîn nuru ile birden bire
mânevî makamlara yükseltmesidir. Allah’ın kuluna bir ihsanı olan cezbe, kulda istikamet ve
ibadet arzusu doğurarak ona belâ ve musibetlere sabretme gücü kazandırır.
İlave bilgi için tıklayınız: CEZBE
4
Enam 101. ayette eş yerine neden zevce değil de sahibetun kelimesi kullanılmıştır?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. O’nun nasıl çocuğu olabilir ki Kendisinin eşi de
yoktur. Gerçek şu ki: her şey O’nun mahlûkudur ve O her şeyi hakkıyla bilir.” (Enam,
6/101)
Bu ayette Allah’a çocuk isnat edenlerin yanlışları kuvvetli delillerle çürütülmüştür:
Önce, Hz. İsa gibi babasız bir insanın yaratılması, gök ve yerküresinin yaratılmasıyla
kıyaslanarak reddedilmiştir. Yeri ve gökleri daha önce eşi benzeri olmayan bir tarzda yoktan
var eden bir kudret, Hz. İsa’yı da diğer insanlardan farklı bir şekilde babasız olarak yaratabilir.
Yer ve gökler için “Allah’ın çocukları” denilemeyeceği gibi, Hz. İsa’ya da “Allah’ın çocuğu”
denilemez. Ayetin “Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur.” mealindeki ifadesinde bu
gerçek vurgulanmaktadır.
İkinci olarak, bir kimsenin çocuğunun olması için o çocuğa anne olacak bir eşinin olması
gerekir. Halbuki Allah’ın eşinin olmadığını Hristiyanlar da kabul etmektedir. Durum böyle
iken, Hz. İsa’yı “Allah’ın oğlu” diye lanse etmeleri anlaşılır gibi değil. Ayetin “O’nun nasıl
çocuğu olabilir ki Kendisinin eşi de yoktur” mealindeki ifadesinde bu hakikate işaret
edilmiştir. (krş. Razi, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
Aslında ayette sadece “İsa Allah’ın oğludur” diyen Hristiyanlara değil, aynı zamanda “Uzeyr
Allah’ın oğludur” diyen Yahudiler ile “Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyen Arap
müşriklerine de cevap verilmiştir. (bk. Beğavî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
Nitekim, bundan önceki ayetten de bu hususu anlamak mümkündür:
“Böyle iken tuttular, cinleri Allah’a şerik yaptılar; halbuki bunları da O yaratmıştır.
Bundan başka O’na birtakım oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Ne dediklerini bildikleri yok!
O, müşriklerin Kendisine isnad ettikleri bu gibi nitelendirmelerden münezzehtir,
yücedir.” (Enam, 6/100)
Onun yarattığı varlıklarla olan münasebeti sadece “yaratan ve yaratılanlar” arasındaki
“yaratıcılık-yaratılmışlık” ilişkisidir. Ayetin “Gerçek şu ki: her şeyi o yaratmıştır/ her şey
O’nun mahlûkudur” mealindeki ifadesinde bu ilişkiye dikkat çekilmiştir.
Diğer taraftan her çocuk/yavru kendi babasının cinsinden bir varlıktır. Buna göre, Allah’a
isnat edilen çocukların da ezeli, ebedi ve maddi bir cisim olmaktan münezzeh olmaları
gerekir. Halbuki bu isnatların hiç biri böyle bir hususiyete sahip değildir. (bk. Semanî, ilgili
ayetin tefsiri)
Ayrıca bir evlilik akdi de ancak aynı cinsten olanlar arasında yapılabilir. O halde Allah’ın
eşi yoktur. (bk. Zemahşeri, Kasımî, Meraği, ilgili ayetin tefsiri)
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, burada mesele sadece Hristiyanların meselesi değil ki,
onların bazı anlayışlarından ötürü burada “sahibet” kelimesi kullanılmış olsun.
Sahibet kelimesinin erkeğin eşi manasına geldiği o kadar açıktır ki, gördüğümüz kadarıyla hiç
bir tefsir kaynağında bunun üzerinde durulmamıştır.
Bu kelimenin kökü “SHB” den gelir. Ki bir arada olmaları uzun süreye yayılan kimseler için
sahib denilir. (Isfahanî, SHB maddesi)
Erkek ile kadın eş olarak çok fazla birlikte olduklarından dolayı, Arapça’da sahib kelimesi
koca, sahibet kelimesi karı manasında kullanılmıştır. İlgili ayette “sahibet” kelimesinin tercih
edilmesi, Allah’ın eşinin olmasının imkansızlığına bir işarettir. Çünkü, bir kimsenin eşi onun
sahibetidir/ hayat arkadaşıdır, uzun süre birlikteliği vardır. Allah ezeli ve ebedi olduğuna göre
onun -haşa- eşinin de “sahibet” manasında ezeli ve ebedi olması gerekir. Bu ise yaratılmış
olanların özelliği değildir.
5
Cenab-ı Allah anlaşılması imkansız şeyler üzerinde tefekkür etmeyi emreder mi?
Kur’an’da, düşünme konusu genellikle, “tefekküh, tefekkür, teakkul, tedebbür” kavramları
çerçevesinde ifade edilir.
- Kur’an’da -göre bildiğimiz kadarıyla- “Siz anlayamazsınız” manasına gelen ifadeler
yoktur. Bir yerde böyle bu anlama gelebilecek bir ifade vardır ki, bu da özel bir konumda
kullanılmıştır: “Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile tesbih etmesin. Ne var ki siz onların bu
tenzih ve takdislerini anlamıyorsunuz.” (İsra, 17/44)
Öncelikle şunu ifade edelim ki, bazı alimler, "Ne var ki siz onların tespihlerini
anlamıyorsunuz." cümlesindeki hitabın kâfir ve müşriklere yönelik olduğunu, tüm insanlara
hitap etmediğini kabul ederler. Çünkü bu ayet, kendinden önce gelen âyetler gibi, şirki
reddetmekte ve kâinattaki her bir şey ve her bir olayın Cenab-ı Allah’ın ortakları olamayacağını
açıkça ortaya koyduğunu beyan buyurmaktadır.
Ayrıca böyle bir makamda âyetin Azîz, Azîm, Mecîd, Aliyy gibi Cenab-ı Allah’ın celâl ve
azamet ifade eden isimleriyle değil de, Halîm ve Ğafûr gibi cemal ve mağfiret ifade eden
isimleriyle bitmesi, çok önemlidir. Zira bu İsimler, ortada çok büyük bir günahın olduğuna
delâlet eder. Bu günah da, kâinat, ondaki her bir şey Allah’ı tesbih ve O’na hamdederken, bunu
anlamama ve O’na şirk koşma günahıdır. Demek ki, “lâ tefkahûn”deki manâ, “anlayamazsınız”
değil, “anlamıyorsunuz (ve şirk koşuyorsunuz)” demektir.
Eğer muhatabın bütün insanlar olduğu dikkate alınırsa durum şöyle olur:
Kur'ân’da bütün varlıkların Yüce Allah’ı tesbîh ettiği ifade edilmektedir. Akıllı varlıkların
Allah’ı tesbîh etmesi anlaşılır bir şeydir; fakat akıl sahibi olmayan varlıkların tesbîhinin ne
anlama geldiği konusu, müfessirler arasında tartışmalı bir konudur.
Bir kısım müfessir bunun, akıl sahibi olmayan varlıkların hakîkî anlamda, sözlü olarak, insanlar
tarafından anlaşılmayan bir şekilde gerçekleştiğini ifade etmektedir.
Bir kısım müfessir ise bunun, söz konusu varlıkların Allah’ın yüceliğine delâlet etmesi şeklinde
gerçekleştiğini kabul etmektedir.
Buna göre, ayette geçen “La tefkahûn” ifadesini anlayamazsınız yerine bizim mealde dikkat
çektiğimiz şekilde “anlamıyorsunuz” olarak söylemek daha uygun olacaktır. Bu açıdan
varlıkların yaptıkları tesbihler anlaşılmaz değildir.
- Genel olarak “anlamamayı” ifade eden ayetlerde hitap tarzında değil, gaib/üçüncü şahıslar
kalıbında “anlamazlar” şeklinde ifade edilmiştir.
Hitap tarzı bütün insanlara baktığı halde, gaib tarzı yalnız inkârcılara/veya belli bazı inkârcılara
bakar. Bu konuda -misal olarak- şu ayetlere bakılabilir:
“Çünkü onlar(Münafıklar) önce inandıklarını iddia ettiler, sonra inkâra gittiler. Bu
sebeple kalpleri mühürlendi. Artık onlar hakkı anlamazlar.” (Münafikun, 63/3)
“Onlar: “Resulullahın etrafındaki fakirlere infak etmeyin, destek olmayın ki dağılsınlar!”
diyen bedbahtlardır. Halbuki göklerin ve yerin bütün hazineleri Allah’ındır, lâkin
münafıklar anlamazlar (bunu bilmezler)” (Münafikun, 63/7) Ayrıca, Araf:179, Enfal:65,
Tövbe:87,127, Haşir:13, 14 ayetlerine de bakılabilir.
6
Bütün bu ayetlerdeki ifadelerde inkârcılar/veya belli bazı inkârcılara hitap söz konusudur.
- “Düşünmez misiniz?", "Akıl etmez misiniz?" ifadeleri ise hem gaib hem de hitap tarzında
gelmiştir. Bir misal olarak şu ayetlere bakılabilir:
“Halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa? Halbuki siz Tevratı okuyup
duruyorsunuz. Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” (Bakara, 2/44)
“Bunlar hiç düşünmediler mi/düşünmezler mi ki kendilerine tebliğde bulunan
arkadaşları Muhammed’de delilikten hiçbir eser yoktur. O sadece ilerideki tehlikelerden
kurtarmak için görevli bir uyarıcıdır”(Araf,7/184).
“De ki: “Ben, size Allah’ın hazîneleri benim yanımdadır” demiyorum. Yok, “Ben gaybı
bilirim.” Yok, “Ben meleğim” de demiyorum Bana ne vahyediliyorsa, ben ancak ona tabi
olurum” De ki: “Kör, görenle bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (Enam, 6/50)
“Kur’ân’ı gereği gibi düşünmezler mi/düşünmüyorlar mı? Eğer Kur’ân Allah’tan
başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa, 4/82)
Bu ayetlerdeki hitaplar özellikle o günkü inkârcılaradır. Fakat kıyamete kadar herkes kendisine
düşen dersi çıkarabilir. Çünkü Kur’an’ın hitapları evrenseldir, kıyamete kadar gelen herkesedir.
- Tefekkür, genel bir kavram olup yerine göre bazı konularla ilgilidir. Kur’an’da çok geniş bir
alanda insanların tefekkür etmelerini isteyen iki ayetin meali şöyledir:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara
fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip
kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda, Ve yeryüzünde hayat verip yaydığı
canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır
bulutların duruşunda, Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve
birliğine nice deliller vardır.” (Bakara, 2/164)
“Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip
sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok dersler
vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere
zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: “Ey Yüce
Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih
ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Al-i İmran, 3/190-191)
- Burada şunu söyleyebiliriz ki, Kur’an’ın tefekkürü emreden ayetlerinin muhatapları bütün
insanlardır. Ancak herkesten istenen tefekkür aynı seviyede değildir. En âmi bir adamdan en
âlim bir adama kadar herkesin muhatap olduğu bir tefekkürün, hepsi için aynı seviyede
olduğunu düşünmek mümkün değildir.
Kur’an’ın inişinden yaklaşık bin üç yüz yıl sonra meydana gelen bir takım bilimsel keşiflerle
ancak anlaşılan bazı gerçeklerin tefekkür edilmesi, o günkü insanlara emredilmesi âdil değildir.
Önemli olan Allah’a, ahirete, Kur’ana, Hz. Peygambere iman etmeye yardımcı olan hususların
tefekkür edilmesidir.
Örneğin; Astro-fizik, Quantum-fizik uzmanı bir kimsenin kendi çapında gördüğü deliller
olduğu gibi, normal bir vatandaşın da kendi çapında tefekkür edip bulduğu binlerce delil vardır.
Herkes, her asır, kendi bilgi gücü nispetinde Allah’ın ve diğer iman esaslarının doğruluğu için
delilleri tefekkür etmekle yükümlüdür.
Bu gerçeğin detaylarını ve misallerini görmek için Risale-i Nur külliyatı büyük bir kaynaktır.
7
Peygamberimiz okuma yazma bilmiyorsa, Cennet kapısında yazanı nasıl okudu? 1) “İsra gecesi cennetin kapısında sadakanın ecri 10 mislidir diye yazılı olduğunu
gördüm” (İbn Mace, Sadakat, 19) hadisinin senedinde geçen Halid b. Yezid adındaki ravi, İbn
Hanbel, Ebu Davud, Nesai, Ebu Zur’a, Darekutni ve daha başka hadis otoriteleri tarafından
zayıf kabul edilmiştir. (bk. Haşiyetu’s-Sindi ala süneni İbn mace, 2/81)
2) Şayet sahih kabul edilirse, bu takdirde, Hz. peygamber Mirac’a çıktığı zaman beka alemine
girmiştir. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle: “... O, Mi'rac yoluyla, beka âlemine girdi.
Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir…” (Lem'alar, 17 ) Beka âleminin hükümleri bu dünyanın hükümleriyle kıyaslanmaz. Bir dakikası
binler sene kadar olduğu gibi, okuma-yazması olmayanların da okur-yazar hüviyetini
kazanmaları söz konusudur. İşte Hz. Peygamberin o alemdeki okumayı bilmesi, bu dünyadaki
ümmiliğiyle çelişmez.
3) Allah peygamberine sırf sadakanın değerini göstermesi için sadece cennet kapısındaki yazıyı
okumasına imkân vermiş olabilir. Bu hususi lütuf hususi bir zamana mahsus kalmış ve
döndüğünde ümmiliği yine devam etmiştir.
4) Cennetin kapısındaki yazı bildiğimiz yazı türünden olmayıp, alem-i bekaya ve cennete
uygun bir yazı/şekil olabilir. Onu okumak Allah’ın ayrı bir ikramdır, dünyadaki ümmiliğiyle
çelişmez.
8
Peygamberimiz, ayakta su içmeyin dediği halde, neden kendisi içimiştir?
Hz. Aişe, “Resulullah yaşayan Kur’an’dır” derken, onun Kur’anla uyumunu gösterdiği gibi,
kendi içinde de söz ve fiillerinin uyumuna da işaret etmiştir. Çünkü, bütün sözlü, fiili ve takriri
bütün sünnetleri Kur’an’ın bir nevi açıklamasıdır.
Buna göre, Hz. Peygamberin bazı hareketleri, söylediklerinden farklı ise, bunların elbette doğru
bir yorumu vardır. Örneğin,
Bir hadis rivayetine göre, “Hz. Peygamber ayakta su içmekten nehyetti.” (Müslim,
Eşribe,113-115)
Diğer bir rivayete göre, Hz. Ali bir gün ayakta iken su içmiş ve ardından da şöyle demiştir:
“Bazı insanlar ayakta su içmekten hoşlanmaz /onu kerih/mekruh görür. Halbuki, ben Hz.
Peygamberin şu anda yaptığımın aynısını yaptığını(benim gibi ayakta su içtiğini)
gördüm.” (Buhari, Eşribe, 16).
İmam Nevevi, bu konudaki farklı rivayetlerin hepsinin sahih olduğunu belirtmiş ve özetle şu
görüşlere yer vermiştir:
Hz. Peygamberin “Ayakta su içmeyin” demesi ve kendisinin ayakta su içmesi arasında bir
çelişki yoktur. Ayakta su içmesi oturarak su içmeyi tavsiye eden sünnetine aykırı değildir.
Bilakis, Efendimiz, çok nadir de olsa ayakta su içmek suretiyle, ayakta su içmemeyi emreden
sözlerinin, aksini yapmanın haram olduğunu göstermek için değil, mekruh olduğunu
göstermeye yöneliktir. (bk. Nevevi, şerhu Müslim, 13/195; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 10/82-83)
Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz, kendisi de zaman zaman ayakta su içmek suretiyle
bunun yasak olmadığını göstermiş, belki de sağlık açısından uygun görmediği için bunun
alışkanlık haline getirilmesini istememiştir Suyu oturarak içmenin daha uygun olduğunu
belirtmek, insanları buna yönlendirmek ve tercihinin bu yönde olduğunu daha açık bir şekilde
anlatmak için de ayakta su içmenin aleyhinde bulunmuştur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Su içme adabı ve ayakta su içmek hakkında bilgi verir misiniz?
9
Talak suresi 4. ayete, henüz adet görmeyenler, diye meal vermek yanlış olur mu?
- Önce prensip olarak şunu söyleyelim ki, herhangi bir gramer kaidesini, bir edatın manasını
esas alarak Kur’an’dan hüküm çıkarmaya çalışmak isabetli bir metot değildir. Arapça’yı bizden
çok daha iyi bilen milyonlarca İslam alimlerinin görüşlerine itibar etmeyip, içinde geçtiği
ifadeler itibariyle bir çok manaya gelebilen bazı sözcüklerden hareketle bir hüküm çıkarmaya
yeltenmek, ilmi disiplin açısından muteber bir metot değildir.
- “Lem” edatı, vukuu beklenmeyen bir hususu nefyetmek içindir. “Lemma” ise, vukuu
beklenen bir konuyu nefyetmek içindir. Örneğin: “lem ye’tinî Abdullah” dediğinizde,
Abdullah’ın size gelmediğini ve gelmesini beklemediğinizi anlatmak istiyorsunuz.
Bunun yerine “Lemma ye’tinî Abdullah” dediğiniz zaman, bununla Abdullah’ın
konuştuğunuz ana kadar size gelmediğini, fakat gelmesini beklediğinizi anlatmış oluyorsunuz.
Mesela: “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz
kalmadan/sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Bakara, 2/214)
mealindeki ayette yer alan “sizin başınıza gelmeden” mealindeki ifadenin aslı olan “ve lemma
yetiküm” cümlesinin ifade ettiği mana, muhatapların başlarına bazı belaların gelmesi
beklenmektedir.
- Bilinen açık anlamıyla, “Lem” muzari bir fiilin başına gelir, onu cezm eder, onun manasını -
mutlak- maziye dönüştürür ve olumsuz yapar. Bu manayı “Lem yelid ve lem yûled”(Allah
doğurmadı ve doğurulmadı) ayetinde görmek mümkündür.
“Lemma” da aynı şekilde muzari bir fiilin başına gelir, onu cezmeder, onun manasını -
konuşmacının konuştuğu zamana kadarki- maziye dönüştürür ve olumsuz yapar.
Aradaki fark: “Lem” edatı, başında bulunduğu fiilin -zamanın herhangi bir diliminin
mülahazasına yer vermeden- geçmişte mutlak olarak olmadığını ifade eder. “Lemma” edatı ise,
başında bulunduğu fiilin -konuşanın geçtiği zamana kadarki vaktin mülahazasına yer vererek-
geçmişte olmadığını ifade eder.
Buna göre, “Lem yetinî fulanun” dediğimizde “Falanca adam bana gelmedi” demek isteriz.
Onun bundan sonra gelip gelmeyeceği bizi ilgilendirmez.
Buna mükabil “Lemma yetinî fulenun” dediğimizde ise, “falanca adam şu ana kadar bana
gelmedi” demek isteriz. Ancak onun gelmesi bizim tarafımızdan beklenen bir şeydir. Belki
biraz sonra gelebilir.
- Bu açıdan Talak suresinin 4. ayetine baktığımızda ilgili cümleyi şöyle anlıyoruz:
“Kadınlarınızdan âdetten kesilenlerin iddetinde tereddüt ederseniz, onların iddet süreleri
üç aydır. (Henüz) âdet görmeyenlerin de süreleri böyledir”. Burada “henüz” kelimesini kullanmazsak da manası doğrudur. Ancak Türkçede daha
açıklamalı olur diye, meallerde “henüz” kelimesi kullanılmıştır.
Bu sebeple, Kur’an’ın bu ifadesine bakarak, ilgili kadınların sadece çocuk olduğu hükmünü
çıkarmak ilmi disiplinden uzak, indi, keyfi bir yorumdur.
“Hasna” adındaki kadın “yemek yemedi” dediğimizde onun yaşını tespit etmek mümkün
olmadığı gibi, ilgili kadın “adet görmedi” şeklindeki ifadeden de onun yaşını çıkarmaya
çalışmak mümkün değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Talak Suresi, 4. ayetin "Henüz âdet görmeyenlerin iddet süreleri de ...
10
İndirgenemez komplekslik, bir çöp bilim midir?
Uzmanların bildirdiğine göre;
“İndirgenemez komplekslik” kavramının mucidi olan Michael J. Behe, 1996 yılında yazdığı
Darwin'in Kara Kutusu (Darwin's Black Box: The Biochemical Challenge to Evolution)
kitabında indirgenemez kompleksliği şöyle tanımlıyor:
“İndirgenemez kompleks sistem ile temel fonksiyona katkıda bulunan, birbiriyle etkileşim
halinde olan, iyi eşleşmiş çeşitli parçalardan oluşan ve bu parçalardan herhangi birinin
çıkarılmasıyla çalışması sonlanacak olan tek bir sistemi ifade ediyorum. İndirgenemez
kompleks bir sistem, öncü bir sistemin ufak, birbirini takip eden değişimleriyle direk olarak
(yani aynı mekanizma ile çalışıp ilk fonksiyonu devamlı olarak geliştirerek) üretilemez. Çünkü
indirgenemez kompleks bir sisteme giden herhangi bir öncü sistem tanım gereği işlevsizdir.”
- Bu sistemin varlığını bir teori olarak işleyenler, kâinatta tesadüfün ve tesadüflere havale
edilen bir evrimin olamayacağını, bilakis her yerde bir “Akıllı tasarım”ın var olduğunu
savunurlar.
- Bu teoriye göre, kâinat öyle kompleks, öyle girift, öyle iç içedir ki, birinin yok olması
durumunda bütün sistem birden çöker. Bunun bilimsel teori olarak ne kadar haklı tarafı var
olup olmadığını işin uzmanlarına bırakıyoruz.
Ancak biz burada şunu söyleyebiliriz ki, kâinatın kompleks varlığı gerçekten akıllı bir
tasarımı/sonsuz bir ilmin yansıması olduğunu göstermektedir. Örneğin; güneşin bulunduğu
konumu, güneş sisteminde yer alan dünya dahil bütün gezegenler için hayati önemi haizdir.
Güneşin yok olması, bütün sistemin çökmesi anlamına gelir. Güneşin yıkılması gibi, en küçük
bir gezenin de yıkılması sistemin çökmesini netice verecektir. Çünkü, “İndirgenemez
kompleks” gereğince her şey her şeyle bağlıdır. Güneş sistemin çökmesi, saman yolu sistemin
çökmesidir; onun çökmesi ise kıyametin kopması anlamına gelir.
- Biyolojik bir bünyedeki hücrelerin yapısı, DNA moleküllerinin harika bir sanat örgüsüne
sahip olması,kör tesadüfü mantık sisteminin dışına ittiği gibi, her şeyin akıllı bir tasarımın
sonucu olduğunu güneş gibi ortaya koymaktadır.
Mesela görme olayının olabilmesi için, gözün bütün tabakalarının olması, göz merceğinin tam
bu şekilde gözde yer alması, beyinde görme merkezinin teşekkül etmesi gerekmektedir.
Bunlardan bir tanesinin olmaması halinde görme fiili meydana gelmez. Aynı şekilde kanın
vücutta deveran etmesi ve besinleri hücrelere taşıması için, kalbin tam bu şekliyle en
mükemmel olarak yapılmış olması, büyük ve küçük kan dolaşımı sisteminin kurulması, atar ve
toplar damarların vücuda yayılması, kılcal damarların vücudun her tarafına dağılmış olması
lazımdır.
Bu sistemden birisini çıkardığınız, ya da bir parçayı yok saydığınız zaman, sistem
işlememektedir. Solunum için de durum aynıdır. Solunum olayının meydana gelebilmesi için,
havanın yüzde yirmi bir oksijen karışımıyla mevcut olması, akciğerlerin ve akciğerdeki
alveollerin mükemmel şekilde yapılmış olması ve kanın vücutta devretmesi zarureti vardır.
Büyük canlı sistemlerde böyle indirgenemez mükemmellik olduğu gibi, hücre seviyesinde de
böyledir. Mesela, hücrede faaliyetlerin aksamadan yürüyebilmesi için, DNA ve RNA’nın
mevcut olması, hücreye enerji temin edecek olan mitokondrilerin, ya da bu vazifeyi görecek
yapıların bulunması, protein sentezi için ribozomların yaratılmış olması gerekmektedir.
Bunlardan birisini yok saydığınız zaman, hücrede hayat sona ermektedir.
11
İşte bu şekilde canlılardaki her bir yapı, tek başına iş görememekte, sistemin bütün kısımlarının
bir anda mevcut olmasıyla sistem işlemektedir. Canlılardaki bu kompleks yapı, bir araba
motorunun sistemine benzetilebilir. Motorun çalışması için, gerekli parçaların hepsinin bir anda
olmasıyla ancak motor çalışabilir. Söz gelimi, bir motorun çalışması için yirmi parça gerekli
ise, “Buparçalardan ikisinin bir araya gelmesiyle motor biraz çalışır, daha sonra parçalar
eklendikçe çalışma mükemmelleşir” diyemezsiniz.
Bu indirgenemezlik prensibi, ateist evrimcilerin felsefesine uymamaktadır. Onlara göre,
canlılar ve bunların organları, yavaş yavaş zamanla basitten mükemmele doğru kendiliğinden
evrimleşmiş ve organ ve sistemler şimdi en son şeklini almıştır. Yaratılışçıların savunduğu
indirgenemezlik prensibine göre ise, Allah her bir canlıyı ve o canlının organlarını, iş
görebilecek en mükemmel şekliyle ve sistemi bir bütün olarak bütün gerekleriyle birden
yaratmıştır.
Dolayısıyla ateist evrimcilerin, kendi felsefelerine ters düşen Behe’nin bu indirgenmezlik
kompleksliği prensibini kabul etmeleri mümkün değildir.
Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadeleri de kâinatın bu kompleks yapısına dikkat çekmektedir:
“Unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi
hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri,
yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve erzakları,
umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı
bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî ile, hakikat-ı
teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir
Rabb-ül Âlemîn'in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.” (Asa-yı Musa, 136)
Kainat birbirinden kopuk ve ilgisiz yaratılmamıştır. Tam aksine, kainat bir bütünlük
arzetmektedir. Nasıl ki insan, görünüşte el ayak, dil dudak, çene parmak, göz yanak, burun,
dalak gibi farklı şeylerden oluştuğu halde, muhatabımıza tek isim ile hitap ediyor ve onu tek
olarak görüyoruz. Aynen öyle de kainat da görünüşte taş, toprak, ot, hayvan, element ve su gibi
farklı unsurlardan oluşuyorsa da gerçekten, kainat bir bütündür ve tektir. Bu teklik ve bütünlük,
ustasının, yaratıcısının da tek ve bir olduğunu gösteriyor.
Mesela, bir bal arısını ele alalım. Bu arının gözleri vardır. Ancak Güneş olmadan bu gözlerin
bir anlamı olmaz. Güneşi bilmeyen, zaten gözü yapamaz. Demek ki, Güneşi yaratan kimse,
gözü de yaratan aynı ustadır. Kulağı yapamayan, sesleri yaratamaz. Tadları yaratamayan, dili
yaratamaz. Şefkat ve merhameti yaratamayan, kalp ve vicdanı yaratamaz ve hakeza...
Hasılı, bir tel saçı yaratan, insanın kafasını yaratandır; insanı yaratan dünyayı ve içindkekileri
yaratandan başkası olamaz. Dünyayı yaratan, galaksileri ve galaksileri yaratan da bütün varlığı
yaratandan başkası olamaz.
12
Beşinci defa hırsızlık yapan öldürülür mü?
Bu her iki kaynakta da aynı rivayet zinciri vardır. Senetteki raviler aynıdır.
Bu konuda titizliği ve cerh-tadil konusundaki uzmanlığıyla bilinen Nesai, konuyu aktardıktan
sonra, bu hadis rivayeti için “Ravilerden Musab b. Sabit zayıftır, hadis ise münkerdir.”
demiştir. (bk. Nesaî, Sarik,15)
Hadis rivayetinde geçen kişinin hırsızlık suçundan dolayı değil, mürted olduğu ortaya
çıktığı için öldürüldüğünü söyleyen alimler vardır. Gerekçe olarak da, rivayette yer alan “biz
onu öldürdük ve sürükleyerek götürüp bir yere attık” ifadesini gösteriyorlar. Çünkü,
mümin ne kadar büyük günah işlerse işlesin, muhteremdir, tahkir edilmez, namazı kılınır
ve saygıyla götürülüp defnedilir.” (bk. Avnu’l-Mabud, 12/57-58)
İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna/hatta ittifakına göre, bir kimse hiç bir zaman hırsızlık
suçundan dolayı öldürülmez. Yani bu hadis rivayet olduğu etiyle amel edilmemektedir. Onun
için bazı alimlere göre, bu hadisin hükmü neshedilmiştir. (Avnu’l-Mabud, a.y)
Aslında Nesai’nin de eleştirdiği ravi Musab b. Sabit, şahsında takva sahibi bir kimse olmakla
beraber, hadis rivayeti konusunda, -bilmeyerek de olsa-yanlışlar yaptığı, bilgileri karıştırdığı
için zayıf kabul edilmiştir. Bu nedenle Ahmed b. Hanbel, İbn Main, Darekutni gibi hadis
otoriteleri tarafından zayıf kabul edilmiştir. Ebu Hatim, “onun dürüst biri olduğunu, ancak
bilmeyerek karıştırdığını" belirmiştir. (bk. İbn Hacer, Tehzib, 11/158-159)
Bu bilgiler doğrultusunda denilebilir ki, bu rivayet makbul değildir. Bu sebepledir ki, İslam
alimleri bununla amel etmemişlerdir.
İslâm hukukçuları hırsızlık suçunun oluşmasını ve cezanın uygulanmasını çok sıkı şartlara
bağlamış, bu şartlardan birinin bulunmaması veya şüpheli olması durumunda had cezasının
düşmesi ilkesini benimsemiş, bunlara ilâveten toplumda kişileri hırsızlık suçunu işlemeye iten
sebeplerin de en aza indirilmesi yönünde bir dizi tedbirden söz etmişlerdir.
Bundan dolayı ilk İslâm toplumunda hırsızlık olaylarının eskiye oranla bir hayli azaldığı, Hz.
Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde el kesme cezası uygulamasının sınırlı sayıdaki
olaya münhasır kaldığı görülür.
Fakihlerin ortaklaşa ifadelerine göre hırsızlık için öngörülen ceza, işlenen suçun ağırlığına
denk, ibret verici yönü bulunan, hem hırsızlığa teşebbüs ve niyet eden kimseyi
caydıracak, ıslah edecek, hem de toplumu bu yönde uyaracak ve gerekli tedbirleri almaya zorlayacak nitelikte bir cezadır.
Öte yandan hırsızlık suçuna ceza uygulamak amaç değil belki son çaredir. Önemli olan
hırsızlığı besleyen veya kamçılayan sosyal dengesizliği, iktisadî ve mânevî sıkıntıları, ihtirası,
eğitimsizliği, ahlâkî çöküntüyü ortadan kaldırmak, lüks ve israfı mâkul bir dereceye kadar
azaltmaktır.
Şartlar iyileştirildikten ve gerekli tedbirler alındıktan sonra işlenen hırsızlık suçunun
cezalandırılması da adaletin gereği ve İslâm’ın toplum düzenini ve hakların himayesini
sağlamadaki kararlılığının bir parçasıdır.
İlave bilgiler için tıklayınız:
İslam'da zinanın recm cezası, hırsızlığın da kol kesme cezası vardır. Modern cağda bu
hükümler barbarlık diye algılanıyor?
Kur'an-ı Kerim'de hırsızlık yapanın elinin kesilmesi emredilmektedir. Bu hırsızlık suçun
cesası, insan hakları açısından ağır bir ceza değil mi?
Kur'an'da kafirlerin çaprazlamasına el ve ayaklarının kesilmesi diye bir emir var mı?
Varsa, bu ceza kimlere uygulanır?
Hırsızlık...
13
Kur'an'da çelişki olmaması, onun vahiy olduğuna nasıl delil olabilir?
a) Kur’an-ı Kerim, yaklaşık yirmi üç yıllık bir süreç içinde, gece ve gündüz, kışın ve yazın,
hazarda ve seferde, sıkıntıda ve rahatlıkta, darlıkta ve bollukta, savaşta ve barışta ve parça
parça inmiştir. Buna rağmen, üslubunun ulviliği bakımından olduğu gibi, ihtiva ettiği konuların
gerçekliği bakımından da herhangi bir tutarsızlık yoktur.
b) Kur’an’ın muhtevası fevkalade zengindir. Bu muhteva, insanlıkla, Evrenin/varlığın
başlangıç ve sonuyla, yaratılış ve yok edilişle, ahlakî erdemlerle, fert ve cemiyetin hayatıyla
ilgili kurallar, hukuki düzenlemeler, tarihi olaylar, insanların dünya ve ahiretle ilgili doğru
gösteren prensipler gibi çok geniş bir yelpazede söz konusu olduğu halde Kur’an’ın ifadeleri
arasında herhangi bir çelişki yoktur.
c) Kur’an-ı Kerim, yirmi üç yıllık vahiy süreci içinde çok çeşitli sorulara verilen cevaplar teşkil
eden ayetlerin bu farklı zaman dilimlerinde bu farklı sorulara verdiği cevaplardan meydana
geldiği halde, öyle insicamlı bir üslup kullanmış ki, sanki baştan başa tek bir sorunun cevabıdır.
Bu çelişkisiz insicam Kur’an’ın ilahî kimliğinin göstergesidir.
d) Kur’an’ın ayetleri, değişik zaman dilimlerinde çok farklı nüzul sebebi denilen farklı
olayların çözümüne yönelik olduğu halde, ayetlerin üslubunda görülen dayanışma, iş birliği ve
yakın ilişkiden dolayı sanki bir tek olayın çözümü ve bir tek nüzul sebebine göre inmiştir.
e) Kur’an-ı Kerim, kıyamete kadar gelen bütün insanlara, insanların bütün kesimlerine bir
hitaptır. Zekâ seviyesi, bilgi birikimi, ilmi düzeyi çok farklı olan her asra, her asrın farklı her
kesimine, her kesimin farklı fertlerine hitap etmesine, herkesi kendi seviyesine göre tatmin
etmesine rağmen, öyle bir üslup kullanmış ki, sanki bilgi seviyesi aynı olan tek bir asra, zeka
seviyesi aynı olan bir tek şahsa hitaptır.
f) Kur’an-ı Kerim, mizaçları farklı değişik insan katmanlarına hem dünya hem ahiret hayatının
mutluluğu ile ilgili öyle bir irşat üslubu kullanmıştır ki, herkes kendine düşen payını alıyor. Hiç
bir kimsenin payı başkasının hazzına zarar vermiyor.
İşte bütün bu özelliklere sahip olan bir Kitap, -haşa- eğer Allah’tan başka birinden olsaydı, o
zaman pek çok çelişkiler olacaktı.
Bu konuda bir misal vermekte fayda vardır:
“Gökte burçlar kılan, orada parlak bir lamba ve aydınlatıcı bir ay yaratan Allah yücedir” (Furkan, 25/61) mealindeki ayetten farklı kesimler farklı manalar anlamış ve o manaların hepsi
de doğrudur. Mesela:
Vasıfsız bir insan, bu ayetten güneş ve ayın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar.
Bir Arap filoluğu ise, ayette geçen "Sirac" kelimesinin işaretiyle güneşte ışık ile birlikte
ısındırma özelliğinin de var olduğunu anlar. Bir astronomi bilgini ise, Bu tabirlerden güneşin
ışığın bizzat kaynağı, ayın ise, ışığını dışarıdan almakta olduğunu anlar. Çünkü, Arapçada
ışığın kaynağı olan şeyler için "muzî" tabiri, ışığını dışarıdan alanlar nesneler için ise
"münîr" tabirini kullanırlar. Mesela: Aydınlık bir oda için "Ğurfetün müzîetün" denilmez,
aksine "münîretün" denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için
"kabesün münîr" denilmez, aksine "müzî" denilir. Çünkü, ateşteki ışık kendisinindir.
14
İşte Kur'an-ı Hakim'in Kur'an'da ay için "nur-münîr", güneş için "ziya-siraç" tabiri
kullanması bu ince farkı belirtmek içindir. Görüldüğü üzere, ilmi seviyeleri değişik olan farklı
kesimlere farklı mesajlar veren Kur’an’ın bu iç içe mana katmanların rağmen sanki muhatap
birdir, mana sadece bir tanedir, mesaj yalnız bir husustur.
Bu farklılığa rağmen ayetlerin kendi içinde ve kendi arasında bir tutarsızlık, bir çelişkinin
olmaması Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun göstergesidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Eğer o, Allah'tan başkası tarafından indirilseydi, bir çok çelişki bulurlardı, ayetini
açıklar mısınız?
Kur'an nasıl bir kitaptır?
Hristiyanlik ve yahudilik gercekten hak dinmiydi islamdan önce Musa ve İsa (as) onlara gönderilmediler demi onlarda müslümandı? İslam d'an başka dünya da başka gerçek din yoktu demi? Hristiyanlık ve Yahudiliğin aslı hak dindi. Ancak müntesipleri zamanla dini tahrif etmişlerdir.
Hz. Musa ve Hz. İsa'nın tebliğ ettiği din de tevhid dini olan İslam'dır. Ancak zamanla bu
Peygamberlere müntesip olanlar için Yahudi ve Hristiyan ismi verilmiştir.