İncir Çekirdeği dergisi sayı:3
DESCRIPTION
İncir Çekirdeği Haziran 2014 sayısıTRANSCRIPT
Haziran 2014 Sayı: 3 dil, edebiyat, kültür, sanat
BEŞİR
AYVAZOĞLU
İle
SÖYLEŞİ
“TABANCA”
lakaplı
İngiliz:
Charles
DICKENS
Yurdunu
Yazan
Adam:
Cengiz
DAĞCI
BOZKIRDA
BİR
ŞAMAN
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Beyza Arı
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Merve Başol
Sema Keser
Seren Kotik
Süleyman Erkut
Şeyda Üzer
İletişim
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları…
Bir sayımızda daha sizlerle buluşabildik. Edebiyat,
kültür ve sanat ile dolu olan Haziran sayısı ile yine
siz okuyucularla buluşmanın verdiği bir sevinç var
içimizde.
Ölümünün 51. yılında Nazım Hikmet’i anmak
istedik ve bu ay dosya konumuzu Nazım Hikmet
olarak belirledik. Sırdem Kemiksiz kalemiyle
yeniden yaşattı kıymetli şairi. Doğumunun 113.
yılında Tanpınar’ın yalnızlığıyla okuyucu arasında
köprü kurmaya çalıştım. Ayşe Bengisu Akdağ,
Kırım sürgününün yıl dönümünde Cengiz Dağcı’yı
yazdı. Beyza Arı, Charles Dickens’ın ilginç
yaşamının kapısını araladı bu ay. Söyleşi
köşemizde Beşir Ayvazoğlu yer alıyor. Usta yazar,
okuyucularımıza bir de kitap önerilerinde
bulundu. Şiirler, hikâyeler ve festival filmlerini
bulacağınız sayımızı beğenilerinize sunuyoruz.
İlginize şimdiden teşekkür ederim ve keyifli
okumalar dilerim. Bir sonraki sayımızda buluşmak
dileği ile…
Sultan Demirtaş
Editör
Havâdis
Prof.Dr. Coşkun Ak’la Son Ders
Âgâh Ol Erenler / Hatice Türk
Bir Kamanın-Şamanın Ağzından / Busenur Aslan
Yurdunu Yazan Adam / Ayşe Bengisu Akdağ
Güçlü Bir Kalem / Beyza Arı
Yalnızlık Bâki / Sultan Demirtaş
Güzel Yüzlü Şair / Sırdem Kemiksiz
Nazım Hikmet’ten Şiirler
Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın Mektubu
Beşir Ayvazoğlu Söyleşisi / Ayşe Bengisu Akdağ
SOMA
Umut’un Karası / Hilal Akarslan
Boşluk – Şiir / Sema Keser
Hâile-i Osmaniyye / Seren Kotik
Risâle – Şiir / Süleyman Erkut
Asya / Zübeyde Belet
Edebiyat Tarihinde Haziran
Arka Kapak / Merve Başol
Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı
Büyük Ödül: Kış Uykusu / Sultan Demirtaş
Ayın Fotoğrafı / Aybige Akdağ
Gençlere Sorduk / Kübra Tarakçı
İçindekiler
HA
VÂ
DİS Aşık Veysel
müzikali ünlü
ozanın
memleketinde
sahnelendi
Karabük Üniversitesi'nde
eğitim gören 20 öğrenci,
ünlü halk ozanı Aşık Veysel'i,
memleketi Sivas'ın Şarkışla
ilçesinde sahneye koyduğu
müzikalle anlattı.
Öğrenciler, Şarkışla'daki
Seyfettin Soysal Konferans
Salonu'nda, ünlü ozanın
hayatını ve sanatını,
sahneye koydukları
müzikalde canlandırdı.
Gençler, oyunu, çocuklara
ayrı, ilçe protokolüne ayrı
olmak üzere iki ayrı seansta
sahneye koydu. Müzikal
sırasında gözyaşlarını
tutamayan Aşık Veysel'in
torunu ve projenin
danışmanı Nazender Süzer,
çok anlamlı bir müzikal
olduğunu belirtti.
"Bülbülü
Öldürmek" e-
kitap oluyor!
Dünyada giderek
yaygınlaşan e-kitabın
gücü karşısında 88
yaşındaki ünlü yazar
Harper Lee de
dayanamadı.
İlk baskısı 1960’ta yapılan
Bülbülü Öldürmek (To Kill A
Mockingbird) romanının
yazarı Lee, geçtiğimiz
günlerde kutladığı 88. yaş
gününde eserinin e-kitap
olarak yayınlanacağını
duyurdu.
Harper Lee, "Bülbülü
Öldürmek" kitabının e-kitap
ve dijital ses kaydı olarak
yayınlanmasına izin vererek,
uzun yıllar direndiği
elektronik kitap piyasası
karşısında teslim bayrağını
çekmiş oldu Pulitzer Ödüllü
roman Bülbülü Öldürmek’in
dijital versiyonu 8
Haziran’da yayınlanacak.
Kolombiya
Büyükelçiliği
Márquez'i anıyor
Kolombiya Büyükelçiliği,
Nobel ödüllü Kolombiyalı
yazar Gabriel García
Márquez'in anısına anma
törenleri düzenleyecek.
Márquez'in yaşamını ve
yapıtlarını konu eden bir dizi
konferansı yine Kolombiyalı
yazar Eduardo Márceles
sunacak.
Konferanslar Márquez'in
Latin Amerika ve Kolombiya
öykücülüğüne olan katkıları,
yapıtlarındaki ana konular
ve özellikle Márquez
sonrasındaki Kolombiyalı
yazarlarda yeni edebi
akımlar üzerine
odaklanacak.
Orhan Kemal
ödülü 'Çıplak ve
Yalnız'ın
43. Orhan Kemal Roman
Armağanı Hamdi Koç'un
"Çıplak ve Yalnız" adlı
eserine verildi.
Orhan Kemal Roman
Armağanı'na, Hamdi Koç'un
"Çıplak ve Yalnız" adlı
romanı değer bulundu.
Orhan Kemal Roman
Armağanı Sekreterliği'nden
yapılan yazılı açıklamaya
göre, armağan için 44 eser
başvurdu.
Tahsin Yücel, İnci Aral,
Turhan Günay, Feyza
Hepçilingirler, M. Nuri
Gültekin, Ahmet Telli ve
Nazım K. Öğütçü'den oluşan
seçiciler kurulu yaptığı
toplantıda, 43. Orhan Kemal
Roman Armağanı'na Hamdi
Koç'un "Çıplak ve Yalnız"
adlı romanını layık gördü.
Milletlerarası
Klasik Türk
Edebiyatı
Sempozyumu
Şanlıurfa’da
yapıldı
Türk Dil Kurumu ve Harran
Üniversitesi iş birliğiyle
hazırlanan Prof. Dr.
Abdülkadir KARAHAN
anısına III. Milletlerarası
Klasik Türk Edebiyatı
Sempozyumu 5- 6 Mayıs
2014 tarihlerinde
Şanlıurfa’da düzenlendi.
Açılışa Şanlıurfa Valisi
İzzettin KÜÇÜK, Şanlıurfa
Milletvekili Doç. Dr. Zeynep
Armağan KARAHAN USLU,
Şanlıurfa Büyükşehir
Belediye Başkanı Cellalettin
GÜVENÇ, Harran
Üniversitesi Rektörü Prof.
Dr. İbrahim Halil MUTLU,
Türk Dil Kurumu Başkan
Yardımcısı Ali KARAÇALI ve
AK Parti Genel Başkan
Yardımcısı Prof. Dr. Numan
KURTULMUŞ ile
akademisyenler, öğrenciler
ve çok sayıda davetli katıldı.
Ali Emîrî Efendi
anıldı
Yahya Kemal’in “Muhtâc
isen füyûzuna eslâf
pendinin/Diz çök önünde
şimdi Emîrî Efendi’nin”
dediği Millet Yazma Eser
Kütüphanesi’nin kurucusu
Ali Emîrî Efendi, ölümünün
90. yıl dönümü olan 24 Ocak
2014 günü Millet Yazma
Eser Kütüphanesi’nde anıldı.
Ali Emîrî’nin Fatih Camii
haziresindeki kabrinin
ziyareti ve hatim duasının
ardından kurduğu
kütüphanede anma
konuşmaları yapıldı.
Konuşmacılar, Ali Emîrî
Efendi’nin yaşamı, eserleri,
kütüphanesi ve Dîvânu
Lugâti’t-Türk adlı eserin
bulunuş hikâyesiyle
kütüphaneci (Hâfız-ı Kütüp)
ve arşivci (Müstahfız-ı
Hazine-i Evrak) Ali Emîrî
Efendi’yi anlattılar.
‘Mirasçıları’ Sait
Faik’i anlattı
Sait Faik , ölümünün 60.
yılında, adına verilen öykü
ödülünün son yıllardaki
sahipleriyle anılıyor. Ödülün
bu yılki sahibi Mahir Ünsal
Eriş’ten Necati Tosuner’e
kadar öykümüzün yetkin
kalemleri, Sait Faik’in
kendileri ve Türk öyküsü
üzerindeki etkisini anlattı.
Türk edebiyatının ‘Kelebek
Avcısı' Sait Faik
Abasıyanık'ın 60. ölüm
yıldönümü. Tam 50 yıldır
her 11 Mayıs'ta onu Sait
Faik Abasıyanık Hikâye
Armağanı ile anılıyor.
TDK kararını
verdi, selfie
"özçekim" oldu
Türk Dil Kurumu (TDK),
vatandaşlardan gelen
önerileri değerlendirerek,
"kendi fotoğrafını çekmek"
anlamına gelen "selfie"ye
Türkçe karşılık olarak
"özçekim"i seçti.
Yabancı sözlere karşılıklar
bulma çalışmalarına geniş
katılımı sağlamak ve konuya
katkısı olabilecek herkesin
görüşlerini alabilmek
amacıyla yapılan çalışma
sonucunda TDK, "selfie"ye
en çok önerilen "özçekim",
"kendiçekim", "görçek",
"kendinçek" ve "bakçek"
sözcüklerini yine vatandaşa
sorarak seçmişti.
Yordam Kitap,
Germinal'in
geliriyle
Soma'daki
madenci
çocuklarına burs
verecek
Dünya edebiyatının
devlerinden Emile Zola'nın,
bir madenci grevinin
öyküsünü anlattığı ünlü
romanı Germinal, Soma'da
yaşanan maden faciasının
ardından herkesin hatırına
gelen ilk eserlerden biri
oldu. Soma'da ortaya çıkan
gerçekler, Germinal'de
anlatılan 1860'lar
Fransa'sından hiç de farklı
değildi. Germinal'i yeniden
yayına hazırlayan
yayınevlerinden biri de
Yordam Kitap'tı. Soma'da
"işçi katliamı" diye anılan
kaza yaşanınca yayınevi,
kitabın gelirini, babasız
kalan madenci çocuklarının
eğitimine bağışlama kararı
aldı.
Altın Palmiye "Kış
Uykusu"nun
Yönetmen Nuri Bilge Ceylan,
Cannes Film Festivali'nde
"Kış Uykusu" filmiyle "Altın
Palmiye Ödülü"nü
kazandıCeylan, törende
yaptığı konuşmada, ödülün
kendisini için sürpriz
olduğunu ifade ederek, "Bu
ödülü beklemiyordum"
dedi.
ŞAİR ALİ EMRE
EDEBİYAT
AKŞAMLARI’NDA
Bursa Büyükşehir Belediyesi
Kültür AŞ’nin İbrahim Paşa
(Mahkeme Hamamı) Kültür
Merkezi’nde gerçekleştirdiği
Edebiyat Akşamları
programının Mayıs misafiri
şair Ali Emre’ydi.2 8 Mayıs
2014 Çarşamba günü saat
20.00’de gerçekleştirilen
Mayıs ayı Edebiyat
Akşamları aynı zamanda
sezonun da son
programıydı… Edebiyat
Akşamları’nın son
oturumuna katılan Ali Emre,
farklı edebi çalışmalara imza
atmış son dönem
şairlerindendir. Özellikle
şiirleriyle son yılların öncü
isimlerinden olan Ali Emre,
kendisine Cevat Akkanat
tarafından sorulan sorular
eşliğinde poetik tutumunu
anlattı.
Derleyen:
Beyza ARI
Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü kurucusu Prof. Dr.
Coşkun AK Hocamız 21 Mayıs’ta bizlere duygu dolu son dersini vererek
veda etti. Hocamıza Türk dili ve Edebiyatı bölümü öğrencileri olarak
bölümümüze verdiği emeklerden dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.
Prof. Dr. Coşkun Ak’la Son Ders
“...43 seneye sığdırılmış koca bir çalışma hayatı
duruyor karşımızda. Kendini mesleğine, işine adamış
iyi bir Eski Türk Edebiyatı profesörü, bürokrasiyi
yakından tanıyan iyi bir yöneticidir Prof. Dr. Coşkun
Ak. Dekan yardımcılığından bölüm başkanlıklarına,
dekanlıklara varınca çeşitli kadrolarda idarecilik
yapma; Balıkesir ve Bursa’da Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümlerini kurma; yurdun dört bir yanına edebiyat
öğretmenleri, üniversitelere akademisyenler
yetiştirme, Coşkun Ak’ın yaşamı boyu en iyi yaptığı
işlerdendi. İlkeli, dürüst, çalışkan ama mesafeli
tavırlarıyla öğrencilerinin gözünde rol model olan
Prof. Dr. Coşkun Ak, “Muhibbȋ” ve “Bağdatlı Ruhȋ”
adlarıyla özdeşleşti adeta. Divanlarıyla can verdi, ruh
verdi onlara. Kanȗnȋ’nin Farsça Dȋvȃnı’nı, Nedim’i,
Sultan Padişahlar’ı çalıştı. Muhibbȋ Dȋvȃnı’yla
Avrupa’ya, Amerika’ya açıldı; Kanȗnȋ sergilerinde
eseriyle yer aldı.” Prof. Dr.Kerime Üstünova İncir Çekirdeği Yazı İşleri Ekibi olarak Coşkun Ak
hocamızla veda fotoğrafı çektirdik.
“Mushaf�da kadd ü zülf ü dehânın mı gördü kim
Dil tıfli okuduğu elif-lâm-mîmdir”
"Sûfî o kişidir ki hiçbir şey onu
bulandırmaz, her şey onunla saflaşır."
Sûfîlerin etrafında Kur'an ve sünnetten
örülü öyle bir duvar vardır ki bu duvar
etraftan gelecek her türlü sıkıntıyı,
dünyayı çevreleyen atmosfer misali,
sinesinde eritir. Sûfî bu duvarın dışında
nefes alamaz. Bu sağlam kuşatılmış
kalesinde sevgilinin didarını düşleyerek,
saçını sarkıtmasını ümit ederek canla
başla çalışır. Gönlü gibi kalesi de geniştir ki
her isteyen bu kalenin nüfusuna
katılabilir.
Kumaşın incesi ipek, insanın incesi Sûfîdir.
Sûfîler edep elbisesini üzerlerinde büyük
bir özenle taşırlar. Her işlerini, her
ibadetlerini, her tavır ve hareketlerini
edeple yaparlar. Edebi bir kenara koymak,
sûfî elbisesini çıkarmak demektir.
Bir gün kuşun biri Süleyman
aleyhisselama, bir dervişten kendisine
saldırdığı gerekçesi ile şikâyette bulunur.
Süleyman aleyhisselam dervişi huzuruna
çağırır, "Neden kuşa saldırdın?" diye sorar. Derviş, "Efendim, bu kuş benden kaçmadı, ben de onu
avlamak istedim." der. Süleyman aleyhisselam bu sefer kuşa döner, " Peki sen neden kaçmadın?" diye
sual eder. Kuş, " Efendim." der, " Ben bu adamın üzerindeki derviş elbisesini gördüm, bana saldırmaz
diye düşündüm, bu yüzden kaçmadım." Sonunda adamın derviş kıyafeti çıkartılır ki başka kuşlar da
aldanıp yanına yaklaşmasın.
Edep, insan şöyle dursun; bir kuşu, bir çiçeği dahi incitmemektir. Edep hiç kimseye zarar vermemek,
herkese faydalı olmaktır. Edep daima sevgili seni görüyormuşçasına yaşamak, daha da ilerisi daima
sevgiliyle göz gözeymişçesine yaşamaktır. " Edep ya Hu !" cümlesi Hz. Ömer'in adam tutup her gün
söylettiği " Ölüm var ya Ömer!" cümlesi gibi kulağımızdan, gözümüzden, gönlümüzden eksik
olmamalıdır.
Sûfî, şeffaflığını kalplerden pası sileceğine inandığı " La ilahe illallah" ile kazanmaya çalışır. O hanesini
gül yüzlü için mamur kılmalıdır ki padişah sarayına gelsin.
Hayata “sûfî”ce bakıp onu sûfîce algılamayı temenni ederiz. Derin bir uykudan agâh olalım erenler!
ÂGÂH OL ERENLER
Hatice TÜRK
Foto
ğra
f: A
ybig
e A
kda
ğ
Bir Kamanın/Şamanın Ağzından Birçok isim verildi bana. Altaylar kam demeyi tercih ettiler, Yakutlar udagan, Çuvaşlar ise yum dediler. Kırgızlara ve Kazaklara gelecek olursak, onlar da baksı ismini verdiler bana. İsmim ne olursa olsun ben, onların her şeyiydim. Doktorlarıydım, bütün hastalıklarına çare oldum. Büyücüleriydim, düşmanlarının üzerine, cinler saldım. Din adamlarıydım, ruhlarını uçmağa(cennete) gönderdim. Ben, birçok şeydim. Müzik, benim ellerimde şekillenirdi.Ağıtlar,benim ağzımdan dökülürdü. Şimdi, hiç biriniz beni hatırlamazsınız. Artık sararmış kitap yapraklarının arasındayım. Ben bir kamanım. Bir kaman, kaman olarak doğar. Ben olduğum kişi olmak için doğmuştum. Dedemin dedesinden, hatta onun dedesinden bana kalan bir armağan bu. Anlayacağınız üzere kamanlık kandan gelir. Kamanın bütün çocukları kaman olmak zorunda değildir elbet. Ben seçilmiş olanım. Bir gün rüyama geldi dedem ve bana el verdi. O günden sonra belirlenmişti benim geleceğim. Bir kamanın yanında eğitim görecektim. Uzunca bir süre eğitim gördüm. Eğitimim bittikten sonra, kaman olmak üzere yerine getirmem gereken son bir görevim kalmıştı artık. Üzerime kumu denen kıyafeti giydim ve bütün oymağımız, toplanıp yüksekçe bir tepeye çıktık. Elimde at kılları tutturulmuş bir asa vardı. Karşıma dokuz tane kız dokuz tane erkek kardeşim çıktı. Onların ortasında ihtiyar bir kaman vardı.
İhtiyar kaman mesleğe başlama yeminini okudu, ben tekrarladım. “ Zavallıların koruyucusu, yoksulların babası, öksüzlerin anası olmağa ant içiyorum. Yüksek dağ tepelerinde bulunan ruhlara saygı göstereceğim. Ant içiyorum ki onlara candan bütün varlığımla hizmet edeceğim. Bunların en büyüğü ve en kudretlisi, üç bölük ruhların amiri olan, dağ tepesinde yaşayan, şamanlar tarafından Sustuganah Ulu Toyon tesmiye olunan Tanrıya, onun büyük oğlu olan Uygul Toyon’a, karısı Uygul Hâtun’a … Bunların sayısız ailelerine ve uşaklarına saygı göstermeğe, hizmet etmeğe söz veriyorum. “ Bunlar dışında iyi ve kötü ruhlara, o ruhları koruyanlara hizmet edeceğime ve onlar için dualar edeceğime söz verdim. Böylece kamanlık yoluna baş koymuş oldum. Obamda bulunan diğer insanlardan farklıydım. Öyleyse bu farkın bir şekilde ortaya konulması lazım gelirdi. Bu yüzdendir ki benim kıyafetlerim, obamdaki diğer insanlardan farklıydı. Cübbe ya da hırkaya benzer bir üstlük giyerdim. Onun dışında serpuş (köşeli bir başlık), göğüslük, eldiven ve yüksek ökçeli ayakkabı giyerdim. Kıyafetime asılı birçok sembol bulunurdu. Ruhları kovmak için, elbisemin kollarına ve sırtına küçük ziller asardım. Sırtımda birkaç sıra çıngırak bulunurdu, kötü ruhları ürkütmeleri için. O çıngırakların altında, birkaç sıra ok ve yay bulunurdu yine kötü ruhlarla savaşmak için. İki
omzumda güneş ve ayı simgeleyen iki levha bulunurdu. Tanrı Ülgen’in dokuz kızını simgeleyen dokuz bebek asılırdı sırtımın yaka kısmından itibaren. Bunlar dışında, birçok hayvan simgesi olurdu kıyafetimde. Görüyorsunuz anlam yüklü, çok özel bir kıyafete sahiptim ben. Ben bir kamandım. Ayinler ve törenler düzenlemek benim önemli görevlerimden bir tanesiydi. Her vakitte yapılmazdı bu ayinler. Bazı belli dönemlerde yapılırlardı. Bazen de tesadüfi olaylar sonucunda yapılırlardı. Düzenli olarak yapılan ayinler ilkbahar ve güz dönemlerinde gerçekleştirilirdi. İlkbaharda yapılan ayinlere Örös Sara denirdi. Bu sürüleri otlatmaya çıkarma ayı anlamına gelirdi. Güz döneminde yapılan ayinlere ise Sagan Sara denirdi. Bu Ak Ay anlamına gelmekteydi. Bunlar dışında kurban ayinleri düzenlenirdi. Kanlı ya da kansız kurbanlar olurdu. Kişiler bana gelirlerdi ve Tanrıya ıdık (adak) olarak belirledikleri hayvanı bu tören için hazırlamamı isterlerdi. Kırmızı şeritlerle süslenirdi hayvan ve adak olarak sunulacağı zamana kadar en iyi şekilde beslenirdi. Ben belli dönemlerde adağın yanına gider görevimi yerine getirirdim. En sonunda adak adanacağı gün tekrar yanına gider ve dualarla onun adanmasını sağlardım. Adağın ruhuna yol gösterirdim. “ Ak ayazın önünden, ak bulutun üstünden Gök ayazın önünden, gök bulutun üstünden Gök tanrıya doğru git “ Hanım obam benden sorulurdu. Her durumda yardım ettim onlara. Hatırlıyorum bir gün, büyük bir savaş oldu. Erler dayanacak durumda değildi artık. Yaralananlar, ölenler… Anlayacağınız, işim pek çoktu o zaman. Çekildim, içinde beni iyi ve kötü ruhlara daha yakın hissettirecek eşyaların olduğu çadırıma. Tanrı Kuday’a, onun oğul ve kızlarına, iyi ve kötü ruhlara dualar ettim. Cinlerle anlaşmalar yaptım. Şimdi size söylemek isterdim o an nasıl dualar ettiğimi ya da hangi efsunlu sözleri söylediğimi. Söyleyemem. O an ruhlarla
çevriliydi etrafım. Benim, bizim bildiğimiz dünyayla olan bağlarım kopmuş gitmişti. Neyse, kendime geldiğimde etrafta bir sevinç vardı. Duydum ki savaş alanında galip gelmiş erlerimiz. Bu olaydan günler sonra geldi erler obamıza. Büyükmüş savaş, çileliymiş. Tam umutlarını kaybettiklerinde bilemedikleri bir güç belirmiş kollarında. Sanki sayıları ikiye katlanmış. Savaş alanında onken yirmi olmuşlar. Yardımlarımın farkına varmışlar ki pek çoğu çadırıma misafir oldu ve teşekkürlerini sundu. Gördüğünüz gibi ben obamı koruma görevine de tabiidim. Ruhlarla pek çok bağlantım vardı. Bu yüzden obamızın bütün insanları saygı duyarlardı bana. Dualarımı almak için birçok hediye verirlerdi
bana. Birine ne kadar çok dua edersem o kişi kendini Tanrı katında yüksek
hissederdi. Bunu nedeni, benim ruhlar âleminde ve ruhların
yanında olduğuma inanmalarıydı. Öyle miydi gerçekten? Hatırlasam… Söyleyemiyorum, çünkü ben, kendimden geçmiş halde ederdim dualarımı. Bir de bizim gibiler dışında, gerçekten kaman olmayan kişiler vardı. Bunlar bizim
gibi davranırlar fakat gerçekte bizden değildiler.
İnsanların duygularını sömürürlerdi, hediyelerini almak
isterlerdi. Bunlar dışında bir de bizim gibi olanlar vardı fakat bunlar da
kara büyü yaparlardı. Umumiyetle kötü ruhlara dua ederler, onlardan medet umarlardı. İnsanların başına daima kötülük getirirlerdi. Ben hiç kara büyü yapmadım. Yolu kara olanın kendi de kararır zamanla. Sizce de öyle değil mi? Obamın doktoru bendim. Kimin ne derdi olursa olsun bana gelirdi. Karabasanlarla boğuşanlar bana gelirdi. Dualarımla kovardım karabasanları. Kara büyü yüzünden al basan lohusa kadınları iyi ederdim. Aklınıza gelebilecek her hastalığa çare bulurdum. Küçük çocukların ellerinde çıkan siğiller için, fasulyeleri haşlar toprağa gömerdim. Sonra o toprağın başında dualar ederdim. Birkaç güne iyi olurdu elleri. Bazen kurtaramadıklarım da olurdu. Onların ruhlarını uçmağa gönderirdim.
Bunun için ayinler yapardım. Huzur içinde olsunlar diye dualar okurdum Tanrıya. Ruhun uçmağa kolayca çıkabilmesi için yardım isterdim iyi ruhlardan. Anlayacağınız hem doktordum hem de din adamı. Hep merak konusu olmuştur rüyalar. Her zaman da sormuştur insanoğlu, “ Rüyalar gelecekten haber verir mi? “ diye. Ben gelecekten haber verdiğine inanırım rüyaların. Nitekim öyle olmuştur. Gördüğüm rüyalar gelecekten haber vermiştir bana. Obamın başına kötü bir şey gelecek olsa önceden bunu görür ve obamı bilgilendirirdim. Böylece başımıza gelecek olan felaketlere karşı önceden önlem alırdık. Bizde kadınların hissiyatlarının, erkeklerinkinden daha kuvvetli olduğu düşünülürdü. Anlayacağınız üzere ben bir kadın kamanım. Bilmem bilir misiniz? Erkek kamanlar, özel kıyafetleri olmadığı zamanlar kadın entarileriyle yaparlardı ayinlerini. Neyse, diyeceğim odur ki ben, aynı zamanda rüya tabircisiydim.
Efsunlara neden olan sözler etmişimdir. Uzun uzun dualar okumuşumdur. Bunlar her daim benim görevlerim olmuştur. Ama bilir misiniz ki ben aynı zaman da şiirler söylerdim. Çocukları toplardım etrafıma, onlara hikâyeler anlatırdım. Ayinlerimi gerçekleştirirken, danslar ederdim, çalgılar çalardım. Bugün sizin sanatçı dediğiniz kişilerin görevleri de o gün benimdi. Yani ben bir de sanatçıydım. Çok zaman geçti. Belki birkaç yüz yıl. Değişmeye başladı her şey. İnsanlar unuttular benim görevlerimi. Artık din işlerine din adamları bakar oldu. Hastaları doktorlar iyi eder oldu. Savaşlarda hiçbir önemim kalmadı. Şiirler ozanların oldu. İnsanların hürmetleri kayboldu. Ben, onların gözünde sadece büyücü olarak kaldım. Zaman eritti beni. Değişen düşünceler, yaşayışlar, eritti beni. Her şey değişti, ben de değiştim. Elimde kalan tek şey büyücülük oldu ki o da insanların inancı olmadan işlemez oldu. Diyorum ya, zaman eritti beni. Asırlar geçti gitti. Ben hâlâ aranızdayım sizin. Gözleriniz görmüyor beni, kulaklarınız duymuyor. Pek çoklarınız adımı bile unuttunuz bugün. Ne giyerdim, neler yapardım, görevlerim nelerdi? Bana merakı olmayanınız, bilmiyor bunları. Olsun, varsın bilmesinler. Ben biliyorum. Hâlâ aranızdayım ben sizin. Atalarınızın dualarındayım. Benden geldiğini bilmeden ağaçlara bağladığınız çaputlardayım. Koca karı ilacı diyerek ötelediğiniz ilaçlardayım. Aktarlarınızın kurutup sizlere önerdiği çeşit çeşit bitkideyim. Düğünlerde kapının önünde kırdığınız nardayım. Kapınızın eşiğine sürdüğünüz baldayım. Diyorum ya, siz bilmiyorsunuz ama ben her yerdeyim. Hep sizdeyim. Hiçbir zaman gitmedim. Belki birazcık tozlandı üzerim ama hâlâ kaybolmadım. Çünkü ben sizin geçmişinizim, özünüzüm. Ben aslında sizin kendinizim.
Busenur Aslan
Tepelerin ardında gün boyu yüzünü göstermeyen güneş batıyordu. Rüzgâr ağaçların yapraklarını
uçuruyor, şehrin tüm sesleri tahta penceremden içeri doluyordu. Tek şekerli çayımı elime, yeleğimi
sırtıma ve kitabımı yanıma aldım; balkona çıktım. Günlerden 18 Mayıs. Mayıs’ın daha adı
duyulduğunda içi ısıtan o sevimli tazeliğine karşın havada kara bulutlar çarpışıyordu. Kırların kokusu
daha bir güzel doluyordu içeri. Çayımdan bir yudum aldım ve kitabımda ilk gördüğüm satırları
okumaya başladım:
“Enver yanaklarındaki yaşları siliyor, artık ağlamıyor; iri açık gözlerinde yılmaz bir azim var, gözlerinde
intikam ateşi parlıyor: ‘Kaçmam’ diyor ‘Kaçmam! Yeter artık, yeter! Ne zamandır kaçtık, yurdu terk
ettik. Siz de kaçmayınız, gidin! Kırım’ın sevgisini, Kırım için dökülen kanları, gözyaşlarını, Kırım’ın
acısını beraberinize alın, kalplerinizde götürün. Türk dünyası geniştir, gidin! O güneşin doğduğu
yerlerde kalplerinizi Türk kardeşlerinize açın’ ”
Sayfayı kapatmadan tutarken hafifçe döndürüp kapağına baktım. Cengiz Dağcı’nın gözlerimden
boğazıma düğümlenen adı yazıyordu.
1920’nin 9 Mart’ında
Kızıltaş Köyü’nde bu fâni
dünyada çekeceği acıları
bilmeden bir bebek
dünyaya gelmişti. Ne var ki
hayatla yüzleşmesi çok
gecikmedi. Açlıkla daha
çocukken karşılaşmış,
sürgüne giden babaları,
arkalarından ağlayan anaları
görmüştü. Henüz on bir
yaşındayken ise kendi
babası tutuklanmıştı.
Yirmisinde II. Dünya
Savaşı’nda askere çağrılınca okulundan ayrılmış, bir yıl sonrasında Almanlara esir düşmüş, esir
kamplarına götürülmüştü. Esir kampından kurtulduktan sonra Alman bozgun sırasında kendini
Almanlar arasında Türkistan’ın özgürlüğü için savaşacaklarını zanneden Türkistan Lejyonu içinde
bulmuştu. Romanlarında, “Eğer Alman ordusuna asker olursam üniformaları hoşuma gittiği için değil,
canım Alman kahvesi çektiği için de değil, Rus itinin bir kez daha bu yurda ayak basmasını
istemediğim için” diyen Cengiz Dağcı ve niceleri Almanların da zalimlikte Ruslardan farksız olduğunu
kısa sürede anlamıştı. Aynı kanı taşıyan, aynı dili konuşup aynı dine inanan, bir zamanlar
çocukluklarını bir arada geçiren gençler karşı karşıya getirilmişti.
Yazar, 1946’da yirmi altı yaşında Londra’ya yerleşmek zorunda kalmış ve bir daha Kırım’a
dönememişti. Ama penceresinden Londra sokaklarını değil, Kırım’ı seyretmişti hep. Alabildiğine yeşil,
bahçeli, güzel evleriyle Kırım’ı... Memleketine duyduğu hasreti kalemiyle gidermeye çalışmıştı.
Mürekkebinin kurumasına izin vermeden hafızasında kalanları, Kırım’ın hatıralarında kalan tablosunu
unutmadan yazmış, kendisi gibi “diaspora” kurbanı olmuş vatandaşlarının ata topraklarından
Men Bu Yerde Yaşalmadım
uzaklaştırılmalarını, acı hikayelerini tek tek işlemişti, “Korkunç Yıllar”da, “Yurdunu Kaybeden
Adam”da, “Onlar da İnsandı”da, “O Topraklar Bizimdi”de ve daha nicelerinde...
Cengiz Dağcı, bizleri “İyi bak bu yıkıntılara! Sen benim evladım olmakla beraber, bu toprağın bu
yıkıntıların bir parçasısın. Seni bu toprak doğurdu, bu toprak besledi. Bil ki yalnız değilsin” satırlarıyla
duygulandırmış; “Bize Tatar
diyorlar, Çerkes diyorlar,
Türkmen diyorlar, Kazak, Özbek,
Azer diyorlar, Karakalpak, Çeçen,
Uygur, Kırgız diyorlar. Bunlar hep
yalan! Deniz parçalanmaz. Biz
Türk Tatarız” sözleriyle derin
düşüncelere sevk etmişti. Doksan
bir yıllık ömrüne en büyük acıları,
hasretleri sığdırmış, memleketini
göremeden hayatını kaybetmişti.
Yazar, 69 yıldır görmediği Yalta'ya
bağlı Kızıltaş köyünde toprağa
verilmiş, böylece ebedi uykusunu
doğduğu topraklarda uyumak
imkanına kavuşmuştu.
Uzaklara dalan gözlerimi kitabın sayfalarına geri çevirdim:
“ ‘Bu toprağın... Dedelerimin kemikleri üzerine benim de kanım aksın. Gidin! Bir gün gelecek
yavrularımız geri dönecekler. Şimdi ayaklarımın, dizlerimin olduğu yerde benim bu izlerim silinecek,
gelincik çiçekleri açacak. Gidin, bilin ki yavrularımız geri dönecekler. Bu toprağın, bu yurdun kıymetini
bizden daha çok bilecek, daha çok sevecekler.’ Enver sözünü bitirmeden İvan elini kaldırdı. Gerideki
askerlerin tüfeklerinin patlamasıyla Enver’in evinin gürlemesi bir oldu...”
Aynı anda gökyüzünün gürlemesiyle bir an irkildim. Buğulanan gözlerimle gökyüzüne baktım, kurşun
yağar gibi yağmur damlaları sertçe vurmaya başlamıştı demirlere. Düşen her damla yüreğimdeki ateşi
söndürmüyor daha da alevlendiriyordu. İçmeden bıraktığım çay bardağıma baktım. Sular dolmuş
taşıyordu bardaktan, sokaklardan, gözlerimden... Enver’in ve daha nicelerinin evine düşen acının
yankısı çığlık olup duyuluyordu göklerden.
Evet, takvim yaprağı 18 Mayıs 2014’ü gösteriyordu. Yazan 2014’tü ama 18 Mayıs takvimlerde
1944’te kalan, ötesine gitmeyen, gidemeyen 70 yıldır soğumayan, kapanmayan bir yaraydı. Başımı
kaldırdım. Gökyüzüne baktım tekrar. Kırım’ın berrak mavisini aradım semâda, parlayan sarısını
kaybolan güneşte. Açtım ellerimi ve Cengiz Dağcı’nın kitabındaki son satırları döküldü dudaklarımdan:
“ Evet, onlar da insandır! Pavlenkolar, İvan’lar, Stepan’lar... ‘Tanrım!’ diyorum, onlar da insan! Acı
onlara! Kendileri gibi başkalarının da insan olduklarına inandır onları! Ötekiler o hayvan gibi sürülüp
götürülenler... Onlar da insandı!”
A. Bengisu AKDAĞ
Kaynak: “Bir Kırım Türkü’nün Kaleminden Kırım Diasporası”, Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu
Cengiz Dağcı – Onlar da İnsandı
GÜÇLÜ BİR
KALEM: Charles
DICKENS
“Ömrünüzdeki sayılı günlerden bir tekini
yaşanmamış sayalım. Kaderinizin akışı
kim bilir ne kadar farklı olurdu? Bu
satırları okurken bir an durun, yaşamınızı
saran o uzun zinciri düşünün. İster
demirden olsun, ister altından, ister
dikenden olsun. O sayılı günlerden birini
yaşamayıp da ilk halkası meydana
gelmeseydi, bu zincir belki de hiç
örülmezdi.” Charles Dickens
İngiliz edebiyatından dev bir isim daha… Victoria devrinin en iyi romancısı kabul edilen, yaşadığı
sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip olan, yirminci yüzyılda edebi dehası eleştirmenler
ve ilgili kişiler tarafından kabul gören ve romanları, öyküleri dünya çapında hala tanınmaya devam
eden Charles Dickens…
Klasik İngiliz edebiyatının büyük şöhreti, usta gözlemcisi, aynı
zamanda çocukluğuyla da dikkatleri üzerine toplayan Charles Dickens,
hemen hemen herkesin hayatına çocukluk yıllarında girmiştir. Büyük
çoğunluğumuz onu çocuk yaştaki o masum dünyamızı süsleyen ilk
yazarlardan biri olarak tanırız. Kitaplarıyla, çocuk kahramanlarıyla
kendisini çocuklara sevdiren Dickens’ın çocukluk yılları ise insanı acı acı
gülümsemeye sevketmektedir.
7 Şubat 1812 günü Hamsphire’da sekiz çocuktan ikincisi olarak
dünyaya gelen oğullarına Charles adını veren aile, üç yıl sonra
Londra’ya taşınır. Babasının memur olduğu çocukluk yıllarını hayatının
en güzel dönemlerinden biri olarak hatırlayan Charles, iki yıl boyunca
okula gider. Ancak on iki yaşına geldiğinde, sorumsuzca para harcayıp
ardından borçlarını ödeyemez hale gelen babası John hapse atılır. Onu
annesi ve ailenin diğer fertleri izler. Bir kimsesiz çocuk yuvasına sığınan
küçük Charles, günde on saat haftada yedi gün, farelerin cirit attığı,
güneş yüzü görmeyen kasvetli bir fabrikada çalışmak zorunda kalır. O
yıllarda çok güç şartlarda tek başına yaşam mücadelesi verirken bir
yandan da yıllar sonra kaleme alacağı romanlarının kahramanlarıyla
tanışmaktadır.
“Borcunu
ödeyemeyen biri,
ödeme gücü
olmayan bir
başkasını kefil
gösterir. Bu durum,
tahtadan bacakları
olan bir kişinin,
tahta bacakları
olan bir başkası
garanti verince
yürüyebileceğini
sanması gibi bir
yanılsamadan
başka bir şey
değildir.”
Charles Dickens
Üç yıl sonra Charles’ın babaannesinin ölümüyle ele geçen miras, biriken borçların ödenmesine
yetecek ve babası hapishane hayatından kurtulacaktır. Eve dönen annesi Elizabeth, Charles’ın o sefil
ortamda çalışmaya devam etmesini ister. Ancak Charles, babası sayesinde öğrenimine devam edecek,
on yedi yaşında bir avukatlık bürosunda yeniden para kazanmaya başlayacaktır. Ardından bir
mahkemede zabit memuru, yirmi yaşında ise parlamento muhabiri olur.
Parlamento muhabiri olduğu yılda yani 1835’te “Boz” takma adıyla “Boz’un Karalamaları” başlığı
altında notlar yayımlamaya başlar. Yeni yeni konuşmaya başlayan kardeşi Augustus’a, “Moses” adını
takar; ancak adını telaffuz edemediği için Moses zamanla “Boses” ardından da “Boz”a dönüşür. Bu
yazıların kazandırdığı başarıdan sonra “Bentley’s Miscellany” dergisine editör olan Dickens’ın Pickwick
Papers(Tuhaf Bir Serüven) adlı romanı iki yıl boyunca dergide yayınlanır. Eserde Bay Pickwick’in
ziyaret ettiği handa Sam Weller adında bir işçi sınıfı şivesiyle konuşan
hazır cevapla tanışması, Sam Weller’in kurnazlıkları, basitliği, dobralığı
okurların büyük beğenisini kazanır. Bu sayede Dickens’ın okur kitlesi
genişlemeye, ünü hızla yayılmaya ve pekişmeye başlar.
Charles Dickens’ın romanlarının çoğunlukla haftalık ya da aylık
yayınlar şeklinde çıkması Viktorya döneminde en yaygın basım şekli olan
dizi yayınlarına öncülük etmiştir. Dizi olarak çıkan eserler Dickens’a
okuyucuların tepkisini iyi değerlendirme fırsatı vermiş ve o da konuların
ve karakterlerin gelişimini sık sık aldığı yorumlara göre şekillendirmiştir.
Örneğin, eşinin pedikürcüsünün David Copperfield’taki Bayan Mowcher’ın
kusurlarının fazla ön planda olduğu konusundaki ifadelerinden sonra
karakterin iyi özelliklerini geliştirmiştir. İngiliz edebiyatının gerçekçi
yazarlarından olan Charles Dickens, insan karakterlerinin en ince
ayrıntısına kadar çizme konusunda dikkat çekici bir başarıya ulaşmıştır.
Eserlerindeki çoğu kahramanı gerçek kişiliklerden esinlenerek
oluşturmuştur. Konularını özenle seçmiş, hikâyelerine sıklıkla güncel
olaylardan unsurlar serpiştirmiştir.
Yazar edebiyat dünyasında hızla yükselirken babası bir kez daha borçları yüzünden hapse girer. İyi
bir gelire kavuşmasıyla birlikte ailesi de sürekli kendisinden para istemeye başlamıştır. Dickens o
yıllarda tanıştığı yeni sevgilisi Catherine Hogarth ile 1836 yılında evlenir. Evlendikten sonra en ünlü
eserlerinden biri olan The Adventures of Oliver Twist (1837-1839) , ardından da The Life and
Adventures of Nicholas Nickleby bölümler halinde yayınlanır. Başarısı The Old Curiosity Shop-Antikacı
Dükkânı (1840-1841) ile devam eder.
Artık mali durumu iyice düzelen yazar, eşiyle birlikte Amerika’ya gider. Esas amacı orada hiçbir
telif ücreti ödemeden eserlerinin yayınlayanlarla mücadele etmek, bir yandan da kölelik karşıtı
görüşlerini dönemin önde gelenleriyle paylaşmaktı. Amerika’da büyük bir coşkuyla karşılanır, birçok
davetlere katılır. Ancak yaptığı bu seyahat Charles Dickens’ta büyük hayal kırıklığı yaratır ve burada
demokrasi bulacağını uman yazar, köleci bir toplumun gerçekliğiyle yüzleşir. Amerika izlenimlerini
1842 yılında Amerika Anıları’nda anlatırken üslubu da hayli dikkat çekicidir. Çünkü yaşadığı bunalım
sonucu üslubu daha çok romantizme yaklaşmıştır.
“Charles Dickens
destansı
hikâyeleri, renkli
karakterleri,
yaşadığı dönemi
her yönüyle
gözümüzde
canlandıran güçlü
tasvirleriyle
edebiyat tarihinin
unutulmazları
arasında yerini
almıştır.”
BBC
1843 yılında yazmış olduğu Bir Noel Şarkısı adlı kitabı en çok satılan Noel kitapları içinde yerini
alır. 1843-1844 yılında yazmış olduğu Martin Cuzzlewit adlı romanı ise yazarın az bilinen
romanlarından birisidir.
Bir süre İtalya’da daha sonra Lozan’da yaşamayı deneyen yazar, bu
girişimlerinden olumlu sonuç alamayınca İngiltere’ye döner ve oraya
yerleşir, hemen ardından da 1846’da Daily News adıyla bir gazete
çıkarır. Burada İtalya’da yaşadığı serüvenlerini yazı dizisi şeklinde
yayımlar.
Charles Dickens İsviçre’de oğlunun Eton Koleji’ne girdiği yıl bir
çocuğun ölümünü konu alan Dombey ve Oğlu eserini yazmaya başlar.
1848’de ise sıra, hayatı hakkında birçok ayrıntıyı içeren ünlü başyapıtı
David Copperfiel’a gelecektir. David Copperfield adındaki erdemli,
dürüst ve ahlaklı kahramanın doğumundan başlayarak orta yaşlarına
ladar olan hayat macerasını anlatır.
Dickens’ın romanlarında izlemiş olduğu kaynaklar Ortaçağa deği,
İngiliz ulusal edebiyatının kurulmuş olduğu Rönesans’a aittir.
Romanlarında ağırlıklı olarak sefalet ve yoksulluk içinde yaşayan ve var
olma çabası içinde olan çocukları anlatmış ve her zaman çocukları
romanlarında merkeze koymasını bilmesine rağmen sadece çocuk
edebiyatı yapmamıştır. Yetişkin okurlara çocukların karmaşık kaotik
dünyasını tasvir etmiş, o dünyada çektikleri sıkıntıyı, olumsuzlukları ve
neşeyi resmederek çeşitli mesajlar vermeye çalışmıştır. Taşrada
yoksulluk, sefalet ve sıkıntı çekmekte olan masum çocuk figürünü
Londra’nın lüks ve şatafatlı sokaklarına sokmuştur. Charles Dickens’ın çocukları
böylesine yoğun bir şekilde anlatması, kendisinin sefalet içinde geçirmiş olduğu
çocukluğuna bağlanmıştır.
Bunca öykü, dizi ve roman yayınlarken Dickens tiyatroyla da aktif olarak
ilgilenmekte, oyunlar yazmakta, oyunculuk yapmaktadır. O 1851 yılında devrin
dünyaya hükmeden kraliçesi Victoria önünde sergilenen bir oyunda yer alarak
ne kadar üstün yeteneklere sahip olduğunu adeta kanıtlamıştır.
Üretmeye doymayan yazarın bölümler halinde yayınlanacak bir sonraki
eseri Bleak House-Kasvetli Ev (1852-1853) olur. Onu Hard Times- Zor Yıllar
izler. Kasvetli Ev bir gözlem gücü kullanarak bakabilme kabiliyetiyle Viktorya
dönemi İngiltere’sinin katı ahlakçılığı ve Chancery mahkemesinin adaletsizliği
mükemmel bir şekilde kelimelere dökülmüştür.
Hiç durmadan üretmeye devam eden yazarın Little Dorrit (1855-1857) adlı
eserinden sonra en nihayet ünlü eserlerinden biri olan, A Tale of Two Cities-İki
Şehrin Hikâyesi gelir. Yazarın bu hikâyesi, Fransız ihtilalinin insanların
hayatlarına etkilerini ve bu insanların ruhsal değişimlerini ele alarak dönem
tarihini aydınlatır ve okuyucunun merakını son sayfaya kadar sürükleyecek bir
akışla kendisine hayran bırakır.
“ İnsanlar
neşelenmek
istediklerinde
ve tutkunun
acınası
çekişmelerinde
n yorularak
şiirin gizemli
tınısını
aradıklarında
Dickens,
unutulduğu
yerden mutlaka
çıkıp
gelecektir.”
Stefen Zweig
“ Dün
Dickens’tan
aşağı yukarı yüz
sayfa okudum…
Ne kadar
dolambaçsız,
renkli. Daha çok
tekdüze ama
nasıl da zengin
ve yaratıcı.
Ancak yüce bir
yaratıcılık değil
bu. Ne varsa
orta yerde.”
Virgina Woolf
Dickens’ın en geniş kapsamlı eserlerinden biri de çocukluk yıllarında şahit olduğu olaylardan
esinlenerek kaleme aldığı Great Expectations-Büyük Uumutlar (1860-1861) olur. Our Mutual Friend-
Müşterek Dostumuz’un (1864-1865) son bölümlerini Paris’te tamamlar.
22 yıl evli kalmış olduğu eşinden 5’i ölmüş 15 çocuk sahibi olan Charles Dickens’ın 1858 yılında
eşinden genç bir oyuncu için ayrılması, dönemin İngiltere’sinde büyük dalgalanma yaratmış ve daha
sonra ortaya çıkan bir mektup, Dickens’ın 10 çocuğunun annesi olan Catehrine’ı 18 yaşındaki aktris
Ellen Ternan için terk etmeyi düşündüğü sırada avukatına yazdığı satırları ortaya koymuştur.
İngiltere’nin Costswolds kentindeki bir evde tavan arasındaki temizlik sırasında bulunan mektup, o
tarihlerde 45 yaşında olan yazarın Ellen Lawless Ternan’la yaşadığı ilişkiye ışık tutmuştur. Yazarın
ölümünden 6 yıl kadar sonra evlenen Ternan ile olan ilişkisi, masumiyet ve aile huzurunu kitaplarında
ön planda tutmaya çalışmış olan yazara karşı eleştiri ile yaklaşılmasına sebebiyet vermiştir.
Charles Dickens, sevgilisi ve onun
annesiyle birlikte evlerine dönerken bir
tren kazası geçirirler. Dickens, kazayı
kayda değmeyecek birkaç yara bereyle
atlatmasına ve yaşamının ilk yıllarında
onca felaketle baş edebilmiş olmasına
rağmen, bu tren kazası onu büyük bir
ruhsal çöküntüye sürükler. Uzun süre
yazmaya ara verir. O yıllarda yeniden
Amerika’ya gider. Son romanı olan ve ilk
klasik polisiye romanı kabul edilen Edwin
Drood’un Gizemi adlı kitabını
tamamlayamadan henüz elli sekiz
yaşındayken 9 Haziran 1870’te felç
geçirerek ölür.
Ölümüyle İngiliz halkını büyük bir
üzüntüye, acıya boğan Dickens, ardında
bıraktığı dopdolu ve olağanüstü edebi
mirasıyla hayatına veda eder. Neredeyse
bütün derdi üretmek olan bu güçlü
kalem, yedi asırlık tarihi geçmişiyle ve
gotik mimarisiyle ünlenmiş kiliseye,
Londra’nın merkezindeki Westminster Abbey’in
şairler köşesine defnedilir. Mezar taşına ise şöyle yazılır;
“ O, fakirlerin, acı çekenlerin, ezilenlerin duygudaşıydı. İngiltere’nin en büyük
yazarlarından biri ölümüyle dünyanın da kaybı oldu.”
Beyza ARI
Bir Tanpınar var kitaplarda, kitaplarında. Okunduğunda düzenin pek de dışına çıkmayan, sadece
eserleriyle, sanatıyla bizleri etkileyen. Peki ya diğer Tanpınar: hayatı oradan oraya savrulan, çocuk
yaşta annesini kaybeden Tanpınar kim? Mektupları ve günlüğü ile su yüzüne çıkanlara baktığımız
zaman görüyoruz asıl Tanpınar’ı. Çünkü Tanpınar onlarda yaşıyor hâlâ. Doğu ve batı arasında gidip
gelmiş, eskiyle yeniyi harmanlamış, sembolizmi üst basamaklara taşımış bir adam o. Ama içinde
fazlası var, içinde göremediklerimiz var.
Ahmet Hamdi, 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir. İmparatorlukta yıllarca kadılık
yapan Hüseyin Fikri Efendi’nin oğludur. Çocukluk yılları babasının görevi nedeniyle İstanbul ile
imparatorluk topraklarının kaza ve şehirlerinin birinden diğerine dolaşmakla geçer. 1914 Temmuz’u
başlarında, on üç yaşında yeni bir tayin üzerine ailecek Kerkük’ e giderler. Annesi bir yolculuk
sırasında hastalanıp Musul’da tifüsten ölür. Bu hayatının ilk büyük ve derin acısıdır. Ardından babası
Antalya’ya tayin olunur. Bu dolaşmalar yüzünden öğrenim hayatı da değişik muhit ve okullarda geçer.
Öğrenim hayatı hakkında şöyle der : “Herhâlde babamın Anadolu memuriyetleri dolayısıyla bir yerde
oturmamamız, o zamanların uzun süren yolculukları, gittiğimiz uzak imparatorluk memleketlerindeki
değişik iklim ve yaşama şekilleri, ani ayrılışların hüznü, dönüşlerin saadeti, daha çocuk yaşlarda iken
hayatıma dikkat etmeme, hiç olmazsa onu bir sergüzeşt gibi görmeme sebep olmuştur sanırım.’’
Gittiği her şehir onda farklı izlenimler bırakır, onu farklı hülyalara sevk eder. Sinop’ta denizle dost
olur. Yedi sekiz yaşında iken bir ustanın gemi imalathanesinin gönüllü işçileri arasına girer. Siirt’te ise
uzak dağlara akşam vakti çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanır. Geceleri damlarda yattığını söyleyen
Tanpınar bu anılarıyla ilgili şunları anlatır: “ Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga
vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın
içinde yüzerdim.” Antalya sahillerinde denize bakarak, lodosu seyrederek, meyve bahçelerinde
dolaşarak ilk şiirlerini tasavvur eder, edebiyattan başka bir şey yapamayacağını anlar.
YALNIZLIK BÂKİ
Tek başına deniz kıyısında veya kayalıklarda dolaşır, karanlık çökene kadar sahilde kalırdı. Denizin iki
manzarasının kendisini çıldırttığını söyler:
“ Biri bu kayaların sahile bakan bir yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki
taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi
genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük mânaları olan şeylerdi. Bu mânalar sade güzel
değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı.”
Tanpınar işte bu sırra kendini adamıştır adeta
ve kendini şiire vermeye başladığı zamanı da
bu devir olarak gösterir. “ Bu manzaranın
sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem
kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani
idim.” der o günler için. 1921 yılında tekrar
Antalya’ya gittiğinde aynı manzarayla tekrar
karşılaşır. Manzara ona bir ölüm düşüncesi
arasından gelir. O gün kendi şiirinin bir
örneğini dışarıdan görmüştür. “ Bir insan,
kendisini ancak hayatının küçük
meselelerinden sıyrıldığı yahut da onları zihni
bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Tâli’imiz
içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona
erişebilmemiz için birçok şeyden kurtulmamız
lâzımdır.’’ der. Ama Tanpınar o yıllarda henüz
buna hazır değildir. Antalya’da, onun için
estetiğinin temellerinden birini oluşturan rüya
fikri de ortaya çıkar. Güvercinlik denen deniz
mağarasını görür. “Suyun hücumuyla, açılıp
kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey
oldu.” cümlesiyle rüyanın nasılda bilincimizle bağlantılı olduğunu bir o kadar da ondan ayrı olduğunu
anlatır.
Yıldızlı geceleri sever Tanpınar, denizle konuşur. Çünkü insanın içindeki yalnızlık biraz da olsa geçer
gider böylece. Tanpınar da yalnızlıktan kaçmıştır o yıllarda. Annesini kaybettikten sonra sığındığı
liman Antalya’nın yıldızlı geceleri, deniz, kayalıklar, mağaralar olmuştur. Onlarla konuşmuştur. Yıllar
yılları kovalar, zaman akıp gider. Tanpınar hep yalnızdır, yalnızlık duygusu hep onunla kalmıştır,
ölürken de olduğu gibi.
Sultan DEMİRTAŞ
Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...
Yıl 1839.Karl Detroit adlı bir çocuk Kız Kulesi’ne yüzüyor.Onu Kız Kulesi’nde bir bekçi
kurtarıyor.Bekçiye geri dönmek istemediğini söyleyen bu çocuk bir politik krize neden olmuş olmasına
rağmen Sadrazam Ali Paşa tarafından çok seviliyor ve ona ‘’Mehmet ‘Ali’’ ismi veriliyor.
Yıl 1878.Berlin Antlaşmasında Osmanlı’yı temsil eden üç ismin içinde ‘’Mehmet Ali Paşa’’ yer
alıyor.Bunun yanı sıra şairliği de dilden dile yayılıyor.Saray ressamı Anton von Werner onun
için:’’Şiirlerini Alman,Fransız,Yunan,Fars ve Arap dillerinin tümünde aynı maharetle kaleme alabilen
bir şair’’ ifadelerini kullanıyor.
Yıl 1902.Mehmet Ali Paşa’nın torunlarından Celile Hanım’ın bir oğlu dünyaya geliyor:Nâzım Hikmet!
Güzel yüzlü şair,o mavi gözlü bir dev,romantik devrimci…O kendini şöyle özetlemiştir mısralarında:
1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
Güzel Yüzlü Şair
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretleri
Nazım Hikmet doğruyu söylemiştir. Gerçekten de doğduğu
topraklara hiç dönmemiştir. Özgürlükçü ve ilerici düşüncelerin
beslediği bir aile ortamında büyüyen Nazım’ın şiirlerinde, içinde
yaşadığı dönemin toplumsal sorunları yer almıştır ve mücadeleyle
geçen 61 yıllık ömründe aşkı ise baş tâcı yapmış,kalbinden ırak
tutmamıştır.Bu temiz yürekli aşk adamı kutsal gördüğü aşkı şöyle
anlatmıştır:
“ Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.”
Sürgünler ve hapislerle geçen yaşamında o memleket sevdasıyla
hayata veda ederken büyük şairlerin kaleminde tek bir isim vardı:
Nâzım Hikmet!Şöyle diyordu Pablo Neruda:
“ niçin öldün nâzım?
ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
nerde buluruz başka bir pınar ki
onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?”
3 Haziran 1963’te hayata gözlerini yuman büyük şair Nâzım Hikmet ardında bir çok gözü yaşlı
edebiyatsever bırakmış olsa da onun adıyla büyüyen onu bir kere bile görmeden ruhunda büyüten
gençler bırakmıştır.Ölümünün 51. Yılında ‘’herkese selam,sana hasret’’ güzel gözlü,büyük yürekli
Nâzım usta!
Sırdem KEMİKSİZ
KUVÂYİ MİLLİYE
Başlangıç
Onlar
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları
vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer
üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları
vardır.
Memleketim
Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli,
ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…
Seni Düşünmek
Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.
Nâzım Hikmet’ten...
"Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz
demektir benden iyi bilirsin. Necip'i necis yapma. Sen
en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında
dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak
diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır
lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda,
bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi'ni, o
lisan-i mücerret dilinle Babıali yokuşunun yollarını
yalaman beni kahrediyor Necip.
Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli
kalemini iktidara payanda yapacağım diye camii
direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili
Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme.
Eski dostun
Nazım."
“Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden
kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat
görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni
delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni,
doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum.
Merhamet ediyorum.
Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa,
bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de
bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır.
Sen mazursun.
...
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete
göre bir roman…
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen
söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete
eriyor.
İşte görüp göreceğin rahmet!
(11 Nisan 1936)
Necip Fazıl Kısakürek”
Beşir Ayvazoğlu
ile Söyleşi
Beşir Ayvazoğlu kimdir?
11 Şubat 1953 tarihinde Sivas'ın Zara ilçesinde
doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta, yüksek
öğrenimini Bursa'da tamamladı. Çeşitli
liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak,
TRT'de de uzman olarak çalıştı. Mahalli
gazetelerde başladığı gazetecilik hayatını
Hergün, Tercüman, Türkiye, Yeni Ufuk ve
Zaman gazeteleriyle, haftalık Aksiyon
dergisinde yönetici ve köşe yazarı olarak
sürdürdü. Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket,
Dergâh, Kubbealtı Akademi, Türkiye Günlüğü,
Yeni Türkiye, İzlenim vb. gibi dergilerde çok
sayıda makale ve denemesi yayımlandı. Halen
TDV İslam Ansiklopedisi Türk Dili ve Edebiyatı
Merkez İlim ve Redaksiyon Kurulu Üyesi ve
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Tiyatroları'nda da repertuvar kurulu üyesidir.
1982'de yayımlanan "Aşk Estetiği" adlı ilk eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin fikir dalında Yılın Yazarı
ödülü
1986'da "Muradiye Ölüm ve Gül" adlı belgesel metniyle TMKV Türk Millî Kültürüne Hizmet Ödülü
1992'de "Güller Kitabı" adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği inceleme Dalında Yılın Yazarı Ödülü
1998'de "Yahya Kemal; Eve Dönen Adam" adlı eseriyle Avrasya-Bir Vakfı Ödülü
1999'da Kombassan Vakfı tarafından Mevlana Edebiyat Büyük Ödülü
“Gülün kültürüne, güle, kısaca şiire tutkun” olduğunu belirten ve yazı
hayatına şiirle başlamış biri olarak sonradan şiir yazmayı neden
bıraktınız?
Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için
şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız. Uzunca bir süre
şiire emek verdikten sonra, mevcut şartlarda büyük şairlerle yarışamayacağımı
anladığım için şiiri bırakmayı uygun buldum; orta halli şiirler yazmaktansa, şiiri, büyük
şairleri okuyarak tatmak daha doğrudur. Ayrıca gazetecilik mesleği özellikle şiirle hiç
bağdaşmayan bir meslekti. Bir de, laf aramızda, nesrin tadına vardım ve şiire emek
verdiğim yıllarda kazandığım dil zevkini nesrime taşıdım.
SÖYLEŞİ
Bizim de derslerimizde işlediğimiz Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Peyami
Safa, Tarık Buğra gibi biyografi türünde çok sayıda eseri kültür edebiyat dünyamıza kazandırdınız. Biyografisini yazdığınız edebiyatçılarımızdan
sizi en çok etkileyeni kimdi, neden?
Biyografisini yazdığım bütün şahsiyetlerden hayatımın
bir döneminde okuyup etkilenmişimdir. Ama Yahya
Kemal’in hayatımda özel bir yeri vardır. İlkokul okuma
kitaplarından birinde yer alan “Akıncı” şiirini 7-8
yaşından beri ezbere bilirim. Lisede okuduğumuz,
Nihat Sami Banarlı tarafından yazılan edebiyat ders
kitaplarındaki Yahya Kemal şiirlerinden de çok
etkilenmiştim. Ama onu asıl keşfim, 1969 yılında Milli
Eğitim Bakanlığı’nın yayımlayamaya başladığı 1000
Temel Eser dizisinde çıkan üç kitabıyla oldu: Aziz
İstanbul, Eğil Dağlar ve Kendi Gök Kubbemiz... Beşinci
kitap da Tanpınar’ın Beş Şehir’iydi. Kısacası,
şahsiyetimin ve dünya görüşümün, daha da önemlisi
ilgi alanlarımın oluşmasında Yahya Kemal’in büyük
tesiri vardır. Yahya Kemal’i okuduğunuz zaman
Osmanlı tarihiyle, eski şiirle, eski musikiyle, hat
sanatıyla ve tabii “Aziz İstanbul”la tanışıyorsunuz.
Yahya Kemal, hakikaten medeniyetimizin şairidir. Onun kitapları, açmasını
başarabilenler için bir “altın kapı”... Ben onun eserlerini okuduktan sonra henüz
görmediğim İstanbul’a âşık olmuştum. Tabii zamanla Yahya Kemal’e borcumu ödemek
istedim. 1980’lerin başında onun hakkında bir kitap yazayım dedim ve Eve Dönen
Adam adını uygun gördüğüm küçük bir kitap yazdım. Sonra biyografik bir roman,
ardından ansiklopedik bir biyografi… Yahya Kemal hakkında yayımlanmış dört
kitabım bulunduğuna göre, beni en fazla etkileyen şahsiyetin o olduğunu
söyleyebilirim.
Türk Edebiyatı Dergisi Eylül 1984 sayısında mimari mirasımızla ilgili bir yazınızda “Kültürel değerlerimiz bir bütün olarak düşünülmezse, korunan mimari miras, yaşamayan, içinde yaşayamadığımız bir müze
olmaktan öte bir mana ifade etmeyecektir” diyorsunuz. Bu bağlamda Bursa’da yaşamış bir edebiyatçı olarak sizce Bursa yazarlara ve şairlere
eski ilhamını veriyor mu?
Tanzımat’tan sonra aydınlarda Bursa’ya karşı özel bir ilgi uyanmıştı. Bursa’ya yolunu
düşürüp bir şeyler yazmaya yok gibiydi. Bunu “Osmanlı’nın Ana Rahmi: Bursa” başlıklı
yazımda uzun uzun anlatmıştım. Bu Bursa sevdası yakın zamanlara kadar sürdü.
Özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’de yazdıklarından sonra, Bursa hakkında
söz söylemek adeta “aydın”lığın bir icabı haline gelmişti. Ama son zamanlarda
Bursa’nın şair ve yazarlara eskiden olduğu gibi ilham verdiğini söylemek çok zor. Tarihi
eserler büyük bir özenle restore edilip korumaya alınmakla beraber, Bursa otantikliğini
ve ruhaniyetini kaybetmiş gibi görünüyor. İnsanı eskisi gibi sarıp sarmaladığını
söylemek zor.
“Yunus Ne Hoş Demişsin”
kitabınızda ozana Cumhuriyet rejiminin, kültür
politikalarının, aydınlarının hangi zamanlarda nasıl bir
bakış açısıyla yaklaştığını irdeliyorsunuz. Sizce Yunus
Emre’nin bağrındaki aşkı gerçek anlamda hisseden kişi
kitabınızda ele aldığınız hangi şahsiyet?
Yunus Emre’yle ilgilenen herkes, onun şiirinde ifade ettiği düşüncelerden ve şiirleri
yakıcı hale getiren aşk felsefesinden değişik şekillerde etkilenmişlerdir. Onun şiirinin
farklı yorumlara elverişli derinliği, “en iyi ve en doğru hangisi?” sorusuna net bir cevap
vermeyi zorlaştırıyor. En doğru olan, bakış açınıza göre değişebilir.
Geçmişten günümüze Türk dilinin lezzetini doya doya tadacağımız
başucu kitapları olarak tavsiyeleriniz neler olur?
Edebiyatımızın temel klasiklerini ve Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Mehmed Âkif, Refik
Hâlid Karay, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tâhir, Nâzım
Hikmet, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi yazar ve şairleri külliyat olarak okumakta fayda
vardır. Yine de hemen aklıma gelen bazı eserleri tavsiye edebilirim:
Abdülhak Şinasi Hisar: Fahim Bey ve Biz
Ahmet Hamdi Tanpınar: Huzur, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, Beş Şehir
Ahmet Haşim: Piyale, Gurabâhâne-i
Laklâkan,
Asaf Hâlet Çelebi: Bütün Şiirleri
Cemil Meriç: Bu Ülke
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Çocuk ve Allah
Halide Edip Adıvar: Sinakli Bakkal
Kemal Tahir: Devlet Ana
Mehmet Âkif: Safahat
Midhat Cemal Kuntay: Üç İstanbul
Nazım Hikmet: Memleketimden İnsan
Manzaraları
Necip Fazıl: Çile
Nihad Sami Banarlı: Türkçe'nin Sırları
Peyami Safa: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Refik Halit Karay: Gurbet Hikayeleri,
Memleket Hikâyeleri
Sait Faik: Semaver
Sâmiha Ayverdi: İbrahim Efendi Konağı
Sezai Karakoç: Hızırla Kırk Saat
Tarık Buğra: Küçük Ağa
Yahya Kemal Beyatlı: Kendi Gök
Kubbemiz, Aziz İstanbul
Son olarak üzerinde çalıştığınız, yakın zamanda okuyucuları bekleyen bir
çalışmanız var mıdır?
Kapsamlı bir Asaf Hâlet Çelebi biyografisi yazdım; sonbaharda çıkacak.
A. Bengisu AKDAĞ
“Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası”
Orhan Veli
Soma Mersiyesi
Madende çalışan cevher yürekler,
Bir ekmek uğruna soldu çiçekler.
Kömür karası eller yorgun düştüler.
Aydınlık kalpleriyle karanlıkta kaldılar.
Ekmek parası alın teri uğruna
Birçoğu geldi yolun sonuna.
Ne acı ne elem dolu bir biçimde,
Ağlamamak çok zor ülkem yas içinde.
Gözyaşları sel olur akar.
Ateş düştüğü yeri yakar.
Ne gelir ki elden Ya Rab,
Yardım et ki kurtulsun nice can.
Kalem anlatamaz böyle elem, acı ve kederi
İnşallah gidenlerin hepsinin cennettir yeri.
Süleyman ERKUT
Ben bir madenci oğluyum. Ben emeğin, çalışmanın, alın terinin çocuğuyum.Ben evine ekmek getirmek için yerin
sayamadığım kat altında çalışan adamın oğluyum.Manisalıyım,Somalıyım…
Babam ailesine düşkün biriydi. Yorgun olmadığı zamanlarda erkenden kalkar bahçeyi sular,taze sebzelerden
toplar,sabah kahvaltısını hazırlardı.Dün sabah da öyle yaptı.Erkenden kalktı,kahvaltıyı hazırladı ,çayına iki şeker
attı,bakışlarını bıraktı ve gitti.Bir daha da geri dönmedi.
Hüseyin amca vardır siz bilmezsiniz, babamın en yakın dostlarından biridir, o da madende çalışır.Fakat üç
gündür grip salgınına yakalandığı için madende çalışmıyormuş. Dün öğlen saatlerinde, ben tam da burada,
bahçede oturmuş elimdeki taşlarla oynarken birden bahçe kapısından içeriye fırladı.’’Hayırdır Hüseyin Amca ne
oluyor’’demeye kalmadan, nasırlı elleriyle sırtımı sıvazladı. Anlamadım ,ilk başta hiçbir şey anlayamadım. Durdu
gözlerime, göz torbası hayli büyük olan kahverengi gözleriyle baktı.’’Kardeşin nerede, Umut?’’ dediğinde ilk
başta kardeşime bir şey oldu sandım,durdum cevap veremedim. İkinci kez soruyu tekrarlayınca kurumuş
ağzımla konuşmaya çalıştım: “İçeride uyuyor ne oldu, amca?’ ‘Tamam, Elif teyzen şimdi buraya gelecek ve
kardeşinin yanında duracak, biz de seninle madene gidiyoruz… Oğlum, amcam ,madende patlama olmuş.Sakın
üzülme şimdi herkes oradadır kurtarmaya başlamışlardır bile,baban da sağ salim çıkar,kimseciğe bir şey
olmaz.Sen bakma bana ben yaşlı adamım duygulanıyorum öyle gözlerim doluverdi işte.Bak Ayşe de geldi,hadi
gidelim.”
Yolda giderken bir sürü insan gördüm. Hepsi madene doğru koştura koştura gidiyorlardı. En son böyle koşturan
insanları aşağıdaki yolda kamyonların kaza yaptığını duyduğumda görmüştüm. Ben de onların içindeydim ve
ben de koşturuyordum, şu anki gibi…
‘Hüseyin amca nasıl olmuş, ne patlamış hiçbir şey bilmiyor musun?’’ ‘‘Nerden bileyim oğul, ben de duyduğum
gibi seni almaya geldim. Belki lazım oluruz,aşağıya inmemiz gerekir diye düşündüm.’’
Maden ocağına geldiğimizde sokakta gördüğüm insan kalabalığının daha fazlasını burada gördüm. Bizim
tanıdıklarda çoktu ama hiç görmediğim insanlar sanki onlardan da çoktu. Bu kadar insan nasıl haber aldı, kim
anında çağırdı onları bilmiyorum. Sağ tarafa baktığımda ambulansların ard arda dizilmiş içeriden çıkaranları
aldıklarını ve hızla oradan uzaklaştıklarını gördüm.
….
Orada yaklaşık otuz iki saat ayakta bekledik. Hüseyin amca yaşlı olduğu için bir duvarın dibine elinde sigarasıyla
çöktü, kaldı. Ben ise babamı otuz iki saat aradım. Yüzünü, gülüşünü, ellerini tanımadığım insanlarda bulmaya
çalıştım. Yorulmadan, usanmadan aradım. Tek tek tüm çıkarılanlara baktım ama bulamadım. Babam hiç biri
değildi.
Bu bir umut muydu, babam içeriden sağ kurtulabilir miydi bilmiyorum ama saatler ilerledikçe tükenen anneleri,
babaları,kardeşleri,evlatları gördükçe ben de tükenmeye başlıyordum.
Keşke ellerim uzansaydı ve oradaki her ağlayanın yaşlarını silebilseydim. Keşke ellerim uzansaydı ve her yetim
kalan çocuğun başını okşayabilseydim. Yapamadım,ellerim ne uzandı,ne de yüreğim dayandı…
Otuz iki saatten fazla olduğunda etrafta kimse kalmamıştı. Ben,Hüseyin Amcam ve yokluğun sessizliği orada baş
başa kalmıştık. Kapılar yüzümüze kapatılmış, aramalar bitmişti.
…
‘’Beyefendi, ben babası madendeki patlamada bulunamamış bir çocuğum. Babasının mezarı olmayan, kardeşine
bunu açıklayamayan bir oğulum. Size daha fazla olanlardan bahsedemem. Nasıl ağladığımı, kaç damla gözyaşı
akıttığımı size bildiremem. Daha fazla yayını devam ettirmeyin lütfen, yorgunum. Şuan burada olmak yerine
diğer aileler gibi mezarın başında durup babamla konuşmalıydım. Gördüğünüz gibi bunu yapamıyorum,
babamın bir mezarı yok, babamın bir mezar taşı bile yok.Bu kadar yeterli,irdelemeyin lütfen. Saat geç oldu
uyumalıyım ve yarın sabah kalkıp ocağa gitmeliyim çünkü bakmakla yükümlü olduğum küçük bir kız kardeşe
sahibim.’’
Şimdi reklamlar...
UMUT’UN KARASI
Hilal AKARSLAN
Gece yine telaşlı başladı, her bir canlı hareket
içinde.
Kapı gıcırtıları sıklıklarla kulağı tırmalıyor,
Ahmet Bey evden çıkmadan evvel Güzin
Hanıma yine bağırıyor.
Basamakları hızlıca inerken mırıltılar, sonra
boşluk...
Elif Hanımın parfümü boca edişini
hissedebiliyorum.
Derinden gelen ritmik topuk sesleri yavaşça
kesiliyor,
Mehmet Bey çakır keyif şarkılarla yukarı
çıkıyor,
Bugün daha erken geliyor.
Bir fare tıkırtısı alabildiğine sessiz yumuşak,
biri ışığı yakıyor.
Nilgün Hanımlar Remzi Beyle balodan
geliyorlar.
Nilgün Hanım gecenin dedikodusunu
anlatırken,
Bileziklerinin ahengi konuşmasına arka fon
oluyor.
Karşı koruda bir curcuna, böcek uğultuları...
Belli ki düğünleri var.
Sonra hafif bir esinti... Akdenizimsi bir
meltem... hava soğuyor .
Nazife kadının ağzında her zamanki türkü,
Detone ola ola çöpleri topluyor.
Sonra hayat yine lalleşiyor, geriye sadece saat
tiktakları ve ben kalıyoruz.
Zaten bu aralar uyumak ayrı bir zor;
Sanki bilinçsiz olduğum her an,
Gökyüzünden bir yıldız kayıyor ve ben
Yavaşça karanlığa mahkum oluyorum.
Ağrılarım daha bir sancılı ama
Buna rağmen her hücremdeki ağrıya
minnettarım.
Onlar benim hayatta olduğumun, içimde
bulunan, nefes parçacıklarının kanıtları
Ama şu susuzluk yok mu ne hain ne düşmanca,
kendimi her susadığımda
Vuslata da vuslatsızlığa da maşuk
Suya Leyla bir kum tanesi gibi hissettiriyor.
Üzerimde bir battaniye amaçsız sadece
duruyor.
Gözkapaklarımın direnci sanırım mağlup
oluyor, eski çerçevelere bakarken.
Kulağımda bir gençlik tınısı,
Gençliği düşlüyorum gözlerim yine
zamansızlığa dalarken...
BOŞLUK Sema KESER
Osmanlı padişahlarının 16'ncısı olan ve henüz on dört yaşındayken
tahta çıkan II. Osman, belki de Osmanlı padişahları arasında en
bahtsız olanıydı. Çok iyi eğitim almış; Arapça, Farsça, Latince,
Yunanca ve İtalyanca öğrenmişti. Aynı zamanda Farisî
mahlasıyla da şiirler vermişti. Fakat çok genç ve tecrübesizdi.
Genç Osman olarak da bilinen II. Osman, öteden beri
fark ettiği sorunları bir çırpıda çözüp devleti, atası Kanunî
Sultan Süleyman dönemindeki göz kamaştırıcı hâline
tekrar yükseltmek istiyordu. Ordudaki itaatsizliği,
saraydaki casus faaliyetlerini ve toplumdaki başıbozukluğu
iyi analiz etmiş; Osmanlı'da topyekün bir düzenlemenin
şart olduğuna inanmıştı. Genç Osman, saraydaki
kokuşmanın sebebini de yabancı uyruklu kadınlarda
görüyordu. Sarayı yabancı kadınların istilasından kurtarmak
için ilk reform hareketini gerçekleştirdi. Fatih Sultan Mehmet
devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislam Es'ad
Efendi'nin ve Pertev Paşa'nın kızlarıyla evlendi.
Şüphesiz Genç Osman'ın yapmak istediği en büyük reform her fırsatta saraya dayanıp, kazan kaldıran
yeniçeri ocağını bir an evvel yok etmek istemesiydi. Genç Osman, yeniçeri ocağını kaldırarak yerine
Anadolu, Mısır ve Suriye'den toplayacağı askerlerden oluşan bir ordu kurmayı planlıyordu. Bunun için,
kendisinden önce hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmediği hâlde, Genç Osman hacca gitme bahanesiyle
hazırlıklara başladı. Yeniçeriler de bu hac yolculuğunun bir bahane olduğunu anlamışlardı ki
Atmeydanı'nda toplanıp:
-"Padişahın bu şekilde Hicaz'a gitmesi bizden yüz çevirmesindendir. Nizâm-ı âlem için padişahlar haccı
terk edegelmişlerdir. Payitahtı bırakıp gitmek hatadır. Bu işten vazgeçmelidir." diye bağırıyorlardı.
İsyancılar aynı gün, padişahın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmalayıp, Sadrazam Dilaver Paşa’nın
konağına da saldırdılar.
Genç Osman, akşama doğru, durumun kötüye gittiğini anlayarak, ulemaya isyancıların isteklerini
sordurdu. Onlar da:
-"Kul taifesi, padişahın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi’nin ve Darüsseade Ağası
Süleyman Ağa’nın görevden alınmasını isterler"deyince, Genç Osman:
-"Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim, fakat hoca ile Darüseade Ağasını görevden almam”
dedi.
Birkaç gün sonra Atmeydanı'nda(Sultanahmet Meydanı) toplanan isyancılar padişahtan, Sadrazam
Dilaver Paşa, Hoca Ömer Efendi, Vezir Ahmed Paşa, Darüsseade Ağası Süleyman Ağa, Başdeftardar Vezir
Baki Paşa ve Sekbanbaşı Nasuh Ağa’nın öldürülmelerini istediler. Genç Osman, isyancıların taleplerini
kabul etmeyince, sarayın kapısına dayandılar. Saray'a giren isyancılar, padişahı ayak divanına çağırdılar.
Genç Osman divanı kabul etmeyince:
-”Sultan Mustafa’yı isteriz” diye bağrışmaya başladılar. I.Mustafa’nın bulunduğu odaya, kubbesini
delerek giren isyancılar, I.Mustafa’yı oradan alıp Orta Cami’ye götürdüler. Bu arada isyancılar
hapishaneleri boşaltarak, şehri yağmalamaya başladılar. Şeyhülislam Es'ad Efendi isyancılara:
-”Kardeşlerim, gelin etmeyin, Sultan Osman istediklerinizi verdi ve dahi kimi isterseniz sultandan
HÂİLE-İ OSMÂNİYYE
alıverelim” dediyse de asiler:
-”Mustafa'dan başka sultan tanımayız” diyerek, I.Mustafa’yı padişah olarak istediklerini bildirdiler.
Osman, Bursa’ya gitmek istediyse de bunu başaramadı. Bunun üzerine yanındakiler Ağakapısı'na
sığınmasını istediler. Genç Osman, yanında Veziriazam Ohrili Hüseyin Paşa, Bostancıbaşı Mahmud Ağa ve
Sadaret tezkirecisi Sıtkı Çelebi olduğu halde, Ağakapısı'na gitti. Yeniçeri ağası Kırkçeşmeli Ali Ağa ile
isyanın nasıl bastırılabileceğini görüştüler. Alınan kararlar, Yeniçeri Odabaşılarına bildirildi. Ali Ağa, sabah
namazından sonra, yeniçerilere durumu anlatmak istedi. Fakat konuşmaya başlar başlamaz isyancılar
tarafından feci şekilde öldürüldü. Ohrili Hüseyin Paşa’yı da öldüren yeniçeriler, kesik başını Orta Cami’ye
getirdiler. Genç Osman, Ağakapısı’ndan çıktığında,
Hüseyin Paşa’nın cesedini görünce:
-”Bu mazlumun, günahı yoktu. Her zaman kul
hakkında bana iyilik söylerdi. Eğer onun sözünü
dinleseydim bu işler başıma gelmezdi. Beni bu hale
düşüren, Ömer Hoca ile haremağasıdır” dedi.
İsyancılar Ağakapısı'ndan aldıkları Genç Osman’ı,
Orta Cami’ye götürmek üzere yola çıktılar. Yolda
rastladıkları bir ata bindirdiler. Devrik padişahın
sırtında eski bir beyaz elbise, başında bir sipahinin
verdiği kirli bir sarıkla sarılmış bir kavuk vardı. Genç
Osman, yolda su istediğinde bir testiyle su getirip,
Genç Osman’a vermeden yere attılar. Hakaretler,
küfürler eşliğinde, Orta Cami’ye doğru yola
koyuldular. Altıncıoğlu adlı bir asi, Genç Osman’ı
tartaklayıp küfürler edince, Genç Osman ağlayarak:
-”Behey edepsiz! Ben padişahınız değil miyim,
nedir bu ettiğiniz cefa?” diyerek gözyaşları içinde
yola devam etti. Orta Cami’ye gelindiğinde, Genç
Osman’ı bir odaya hapsettiler. Caminin etrafı
isyancılarla doluydu. salası verildiğinde askerler
Genç Osman öldürüldü sanıp:
-”Zinhar, Sultan Osman’a bir şey yapılmaya,
vücuduna zarar erişmeye, buna rızamız yoktur.
Sultan Osman mahpus dursun, sonra ne gerekirse
öyle olsun” diye bağırdılar. Bu arada I.Mustafa
tarafından sadrazamlığa getirilen Davud Paşa, Genç Osman’ı pencereye getirip askerlere göstererek
onları yatıştırdı. Genç Osman başındaki kirli sarığı çıkararak oradakilere:
-"Bilmeden size cefa ettimse affeyle, ben ettim siz etmen. Görün dünyanın halini, dün sabah cihan
padişahı idim, şimdi üryan kaldım. Malımın, esbabımın haddi hesabı yok iken, on akçelik bir arakiyeye
(sarıklı kavuk) gücüm yok. Merhamet edin, halimden ibret alın, dünya size de kalmaz. Hangi padişahın
kulları, padişahlarına bu kötülüğü yaptılar.” deyince, yeniçeri ağalarından biri, temiz bir sarık uzatıp:
-”Padişahım, temizdir çıplak durmasın, kavuğunuza sarın” diye verdi. Yeni sadrazam Davud Paşa,
yanında kement olan bir Cebecibaşıyla Genç Osman’ın yanına gelerek:
-”Osman Çelebi, bu durum nedir? Hele şimdi elimdesin, sana istediğimi yapmaya gücüm mü yetmez”
diyerek, Genç Osman'ı boğdurmaya kalktı. Cebecibaşı, kemendi Genç Osman’ın boynuna atınca odada
bulunan yeniçeri ağaları:
-”Neylersiniz şimdi, dışarıda asker duyarsa hepizi kırar” diyerek engel oldular. Genç Osman, Davud
Paşa’ya:
-”Behey zalim! Ben sana neyledim, iki defa katlin gereken suçunu affeyledim. Sana memuriyet verdim,
bana düşmanlığın nedendir?” deyince,yeniçeri ağaları:
-"Padişahımız hatırınızı hoş tutun. Ortalık yatışsın yine padişahımız sensin” dediklerinde,Davud
Paşa,ağalara:
-”Siz bilmezsiniz, bu ne yılandır.Buradan sağ çıkarsa,hiç birimizi sağ komaz” dedi. Genç Osman,
pencere kenarına gelerek,dışarıdakilere:
-”Benim sipahi ağalarım, yeniçeri ihtiyarları, babalarım!Gençlik haliyle,münafık sözüne uydum.Bana
bu hakaretleri yapmadan keşke orada öldürseydiniz.Ya beni istemez misiniz?” diye seslenince,isyancılar:
-”Seni halife istemeyiz ama katline de rızamız yoktur” dediler. Genç Osman son bir umutla:
- "Şimdi beni katle razı değilseniz, sultan Mustafa’nın odasına hapsedin” diye
yalvarınca,cebecibaşı,sırtından çekerek tekrar boğmaya kalktı.Ancak Haseki Mehmed Ağa engel
oldu.I.Mustafa’yı Topkapı Sarayına götürüp tahta çıkarttılar.Davud Paşa ve yeniçeri ağası,Orta Cami’ye
geri geldiler.Orada bulunan yeniçeri ağalarına:
-”Burası ibadethanedir, mahpushane değil.Osman’ı Yedikule’ye gönderelim,sonra ne gerekirse o
yapılsın” diyerek,Genç Osman’ı Orta Cami’den çıkardılar,sebze taşıyan atlı bir pazar arabasına
bindirerek,Yedikule’ye doğru yola koyuldular.Halk yol bunca toplanmış asilerin arasındaki devrik padişahı
seyrediyordu.Bir çeşmeye gelindiğinde,Genç Osman su içmek istedi,izin verdiler,kana kana su içti.Tekrar
yola koyuldular,devrik padişaha,küfürler,hakaretler ederek,yola devam ettiler. Yedikule’ye vardıklarında,
Genç Osman’ı bir odaya hapsettiler.Askerler dağıldıktan sonra,Davud Paşa,kethüdası Ömer
Ağa,Cebecibaşı ve birkaç adamla,Genç Osman’ı katletmek üzere harekete geçtiler.Cebecibaşı,kement atıp
boğarken, "Kilindir Uğrusu" denen asi de Genç Osman’ın hayalarını sıkıp işkence yaparak katlettiler(20
Mayıs 1622). Nâşı gece saraya nakledilip, öğle namazından sonra, küçük bir kalabalıkla cenaze namazı
kılınarak, Sultan Ahmed Türbesine defnedildi.
Genç Osman’ın katline sebep olan, Sadrazam Davud Paşa,13 Haziran 1622′de görevden alınarak,
yerine Mere Hüseyin Paşa getirildi. Davud Paşa,8 Ocak 1623 tarihinde, Genç Osman’ın öldürüldüğü
Yedikule'ye, Genç Osman’ı götüren arabayla getirilip, Genç Osman’ı boğmak için kullanılan kemendle
boğularak öldürüldü. Genç Osman'ın katline karışanlar tek tek yakalanarak öldürüldüler. Dönemin
şairlerinden Nev'i, Genç Osman’ın katli üzerine aşağıdaki ünlü mersiyesini yazmıştır:
" Bir şâh-ı alîşan iken şâh-ı cihana kıydılar
Gayretli genç aslan iken şâh-ı cihana kıydılar
Gazi bahadır han idi alî-nesep sultan idi
Namıyla Osman Han idi şâh-ı cihana kıydılar
Niyet edip hacc itmeğe komadı kullar gitmeğe
Kulak gerek işitmeğe şâh-ı cihana kıydılar
Hükmetmeye kâdir iken emr-i Hakk'a nazır iken
Hacc itmeğe hazır iken şâh-ı cihana kıydılar
Ey dil ciğerler oldu hûn derdim bir iken oldu on
Kan ağladı ehl-i fünûn şâh-ı cihana kıydılar
Eşrât-ı saatdir bu dem rûz-ı kıyametdir bu dem
Kula nedametdir bu dem şâh-ı cihana kıydılar"
SEREN KOTİK
Bir bitiş ve bir yeni başlangıç,
Bir iniş bir çıkış bir de haykırış…
Bilimi bilip ilim ile amel edebilmek edebiyle,
Yaşayabilmenin erdemiyle kitlelere sesleniş…
Basit bir kelamdan ibareten yazılmış bir risale,
Masal misali bedaheten çıkan bir hikâye.
Sonuç uçsuz bucaksız masmavi bir deniz,
Kalemden güç alıp Rabbin lütfunu bekleriz.
Kelam, dilden dile gönülden gönüle bir kervan,
Şiir, cennet bahçesi, kulak tınısı bir de küheylan,
Şair, manadan manaya , deryadan deryaya bir umman,
Issız ve sessiz bir çöl bir âmâ bir dilsiz bir de Süleyman.
Anlat! Ne istiyorsun ne umdun ne bekliyorsun?
İmtihan için geldin, ak saç kara defterle gidiyorsun.
Nereden biliyorsun ne gördün, ne okudun?
Sordun soruşturdun en sonunda yoruldun.
Şükret ve hâmdet yolun sonunu görüyorsun.
Çünkü biliyorsun her şey aslında iki kelamdan ibaret;
Rahmet ve hikmet sonrası sonsuz bir nimet.
Dünya bir tarla verimli kullan ektiğini biçmeye bak.
Hasat zamanı mahsul sonrası cennet ve cehennem hak.
Nur cemal-i bâ kemâl Enel Hak.
Risâle Süleyman Erkut
Güneşin lepiska ışıkları, pencerenin koyu kahve panjurları arasından içeri sızıyor; Asya'nın beyaz, narin simasında çizgi çizgi gölgeler oluşturuyor ve yastığa saçılmış saçları arasında dağılıyordu. Göz kapakları az sonra müthiş bir gösterinin başlayacağını haber veren sahne perdesi gibi ağır ağır yukarı kalkıyor ve balköpüğü gözleri güneş ışınlarını içine alarak koyulaşıyordu. Üzerindeki kuş tüyü yorganı, tatlı bir uyku mahmurluğuyla aşağı iterek doğruldu ve çıplak ayaklarıyla tahta döşemelere bastı. Ardından duvarda asılı duran saman kâğıdı takvime yaklaştı, uzun uzun baktı, dudağındaki çizgileri gerdiren geniş tebessümle bir sayfa daha kopardı. Bir gün daha eksilmişti. Asya henüz üç yaşındayken annesinin ve babasının mesleğinden doğan zorunlulukla Fransa'ya gelmişti. Babası Murat Bey büyük başarılara imza atmış bir mühendis, annesi Fatma Hanım ise Fransızca öğretmeniydi. Asya '' Memleket, insanın doğduğu yer değil doyduğu yerdir.'' sözüne inat doğduğu toprakları merak ediyor ve hiç görmediği Bursa'yı özlüyordu. İnsan görmediği bir yeri ciğerini patlatırcasına özler mi hiç? Özler. Öyle özler ki, öle öle özler. Yıllardır annesine doğduğu yerleri anlattırıyor, aynı hikâyeleri usanmadan dinliyordu. Annesi de babasıyla beraber sahili gören bir terasta, adeta yeşil Bursa'nın şapkası olmuş gök gözlü denizi izlerken çaylarını soğuttuğu günlerini anlatıyordu. Bursa'da geçirdiği her anıyı anlattıktan sonra sisli gözlerle kendine bakan kızının gözlerini, gözleriyle öperek derin bir göğüs geçiriyordu. Son günlerde Asya, tüm bu üzüntülerden arınmış ve sadece 12 Temmuz'un gelmesini bekliyordu. Ama sanki geceler bitmiyor, saatler inadına uzuyor, tik taklarını milyonlarca yıl öncesinden alıp getiriyordu. Babası Murat Bey, ilk defa bu yaz yoğun işlerinden sıyrılabilecekti. Uçak biletleri aylar öncesinden alınmış ve Asya'nın firkatten vuslata perde aralamasına çok az kalmıştı. Asya banyoya doğru ilerleyerek musluğu usulca açtı ve avuçlarından taşarcasına doldurduğu suyu defalarca yüzüne çarparak derin nefes aldı. Aynaya baktığında alnının yukarı bitimindeki saç diplerinin ıslandığını ve damla damla su taneciklerinin yüzünden aşağı süzüldüğünü gördü. Yüzü çok canlı ve dinç duruyordu. Kendini mutlu hissetti ve mutfağa doğru yönelerek kapıyı araladı. Kahvaltıyı hazırlayan Fatma Hanım, zeytin dolu minik kâseyi de masaya bırakarak son hazırlığını tamamlamıştı. Asya ani bir hareketle sıçrayarak annesinin boynuna atılıp sımsıkı sarıldı ve :
__''Bir hafta kaldı anneciğim, sadece bir hafta'' dedi. __''Evet kızım, sayılı günler artık.'' diyerek kızının omuz başlarından tutarak kendini hafif geriye doğru çekti ve ışıltılı gözlerini kızının yüzünde gezdirdi. Sonra sofraya geçip gelecek günlere dair hararetli bir muhabbete koyuldular. Günler hızla geçiyor, takvim yaprakları akrep ve yelkovanın raksı eşliğinde birer birer intihar ediyordu. Beklenen gün gelmiş, takvimler 12 Temmuz'u gösteriyordu. Üç buçuk saat süren kısa bir yolculuğun ardından Asya artık Türkiye sınırları içinde nefes alıyor ve ailesine şükran dolu gözlerle bakıyordu. Bursa'daki eski evlerine gitmek üzere taksiye bindiler ve nihayet uzun, siyah, güneşin yalayıp parlattığı asfaltın sağ kolundaki mavi tabelaya beyaz harflerle yazılmış ''BURSA'' yazısı göründü. İki bacaklı bir teneke bir insanı bu kadar mutlu edebilir miydi? Evet. Ediyordu, etmişti. Bayram çocukları kadar keyifli ve şendi. Onlardan tek eksiği kırmızı pabuçları, altın sarısı saçlarını süsleyecek kurdeleli tokaları ve beyaz entarisiydi. İçi içine sığmıyor, ufacık yüreği göğüs kafesini zorluyordu. Dar sokaklardan geçtikten sonra taksi yavaşladı ve aşağı indiler. Fatma Hanım iki katlı ahşap eve yönelerek: __''İşte burası'' dediğinde, Asya'nın yüreği gökyüzü kadar genişlemiş ve bir yıldız kayıvermişti. Mavi ve ince bulutları yırtıp göğe yükselecek bir hıçkırık koyuverecek gibi oluyordu. Dişlerini pembemsi dudaklarına bastırıyor ve usul usul inen gözyaşları dudak çizgileri arasına sızıyor, sızıyor, sızıyordu. Fatma Hanım paslanmış kilidi zorlayarak kapıyı açmaya çalışırken hemen ardında Asya ve bavulları taşımakla meşgul olan Murat Bey görünmekteydi. Açılan kapının gıcırtısı dinmeden içeride bulmuştu kendini Asya. Annesinin Fransa'da anlattıklarından yola çıkarak doğduğu odayı buldu ve içeri doğru adım adım ilerledi. Evet, Asya hastanede değil, evde doğmuştu. Bu yüzden muhayyilesinde yaşattığı bu eve ve semte adeta âşıktı. Odanın ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir sulu boya levhası gibi görünüyordu. Saf, mavi, durgun bir sema; pembe, beyaz çiçekli ağaçlar, uyur gibi duran sessiz bir deniz... Ve Asya'nın düşlerinde yeşerttiği sırlar dünyasının havadaki hakikati gibi uçan martı sürüleri… Durdu, düşündü. Daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Eve iyice yerleştikten sonra evin odalarını geziyor, duvardaki eskitme fotoğrafları inceliyor ve mini mini odasının geniş penceresinden maviyi izliyordu. O günün verdiği yorgunlukla dışarı çıkamamış ve doğduğu yatakta uyumak üzere kendini beyaz, kolalı çarşafların arasına bırakıvermişti.
ASYA Zübeyde BELET
Güneş, bucaksız denizin üzerinden doğarak göğe doğru yükseliyor ve ışınlarıyla Mudanya'nın sık ve geniş çatılarını ısıtıyordu. Asya'nın odası da bundan nasibini alıyor ve odada bir ışık huzmesi yaratıyordu. Uyandı Asya. Annesinin hazırladığı omletin ve patateslerin mis kokusu ikinci kata, odasına kadar ulaşıyordu. Güzel bir kahvaltının ardından dışarı çıktı ve karşı sokağın sol çaprazındaki ev ilgisini çekti. Mavi kireçle boyanmış evin önündeki çamaşır ipinde unutulmuş üç beş mandal, dişleri dökülmüş çalı bir süpürge ve mavi kirecin altından sırıtan sinir bozucu bir beton grisi. Bu griliği pek sevmese de ev gözüne çok şirin görünmüştü. Mahalledeki evleri, insanları, sokakları inceleyerek geziniyordu. Toprak rengi ahşap evlerin, zamanla kararmış birbirine yaslanmış tavan sarkaçları arasında yürüyerek bu doğal yapıları hayranlıkla izliyordu. Bu ufak mahalleyi çok sevmişti. Biraz daha ilerledi. Yolun hemen sağında, kapının önündeki tezgâha dizilmiş, tahtadan yapılmış oyuncak bisikletler, arabalar, bebekler dikkatini çekti. Kafasını kaldırdığında yine tahta bir tabelanın üzerine kazınarak yazıldığı belli olan, yalın bir ''Oyuncakçı'' ifadesi yer alıyordu. İçeri girerek neşeli bir tonla : __'' Merhaba amca.'' dedi. Elindeki tahtayı yontmakla meşgul olan adam, gözlüklerinin üstünden bir bakış fırlatarak: __'' Buyur, hoş geldin kızım.'' diye karşılık verdi. Asya adamın elinde yonttuğu tahtaya bakarak : __''Dışarıda gördüğüm bütün oyuncakları sen mi yaptın amca?'' Adam gülerek : __''Oradan bakınca amca gibi mi duruyorum güzel kızım? Bana dede diye hitap et olur mu? Dede, Nesim Dede.'' __''Olur Nesim Dede'' dedi Asya ve cevap alamadığı soruyu tekrar yöneltti: __''Bütün oyuncakları sen mi yaptın Nesim Dede?'' __''Evet, ben yapıyorum kızım'' __''Hepsi çok güzel, ellerine sağlık. Peki, hiç ahşaptan yapılmış kocaman bir bisiklet yaptın mı? Mesela benim binebileceğim kadar.'' __''Hayır hiç o kadar büyüğünü yapmadım.'' diye karşılık verdi dede. Asya anladığını ifade eden bir hareketle başını öne doğru salladı. İçinden bir gün böyle bisikletinin olmasını istediğini söyledi kendine. Ardından Nesim Dede'yi iyice incelemeye koyuldu. Onun yonttuklarından yere düşen tahta parçacıklarını gözüyle takip ediyordu. Göz bebekleri bir tahta oyuncağa, bir de yere gidip gelerek mekik dokuyordu. Gözleri yeniden oyuncağa gittiğinde, birden Nesim Dede'nin ellerine takıldı. Elleri bir mumya uzvu kadar sarı ve katılaşmıştı. Ela gözleri kırışmış göz
kapakları arasında fersiz ve sönük görünmesine rağmen yine de güzelliğini koruyordu. Saçlarıysa dökülmüştü. Sadece sağ kulağının arkasından, sol kulağının arkasına kadar iki parmak kalınlığında yay gibi duran bir saç uzanıyordu. Seksen yaşında olmasına rağmen gayet dinç, sağlıklı ve uzun boyuyla heybetli görünüyordu. Asya bu dedeyi çok sevmişti. Artık her gün Nesim Dede'yi ziyaret ediyor ve en az iki saatini onunla geçiriyordu. Asya, Nesim Dede'nin gönül kapısını aralayabilmişti. Her gün ondan mutlaka iki üç öykü dinliyor ve anlattığı öyküye göre bazen buruşuk bir hal alan suratını, bazen kahkaha atarken görünen dişlerini, bazen de çatılan kaşlarını dikkatle izliyordu. Zaman ilerledikçe bu mahalle, bu semt, bu insanlar Asya için vazgeçilmez bir hal alıyordu. Yarısı kopmuş bir ay geceyi yararak hüzünle doğuyor ve buna inat Asya sonsuz bir huzurla başını yastığa bırakıyordu. Tan yeri ağarmadan, ağlayan minarelerden gök kubbeye ezan sesleri yükseliyor ve aynı anda kâinat milyarlarca şükür demetleri sunuyordu. Bir başka türlüydü bu kent, bir başka türlüydü bu semt, insanlar bir başka türlüydü. Asya ertesi gün yine doğruca oyuncakçıya gitti. Nesim Dede üzerine haki yeşili bir gömlek giymiş ve
böylelikle ela gözleri ortaya çıkmıştı. Asya'yı görünce:
__''İşte günümün neşesi, renkli kelebeğim de geldi.'' dedi. Asya da:
__''Günaydın dedeciğim.'' diyerek yaşlı cildine taze bir
öpücük kondurdu. Birbirlerine çok alışmışlardı. Nesim Dede onu öz torunlarından ayırmıyor, koruyor,
kolluyordu. Onun buraya geçici olarak geldiğini düşününce
gözlerine bir perde iniyor, hüzün bulutlarıyla kaplanıyordu. Bütün
bunları unutmak istercesine boşluğa dalan gözlerini kırptı ve yine Asya'nın âşık
olduğu bu semtle ilgili öyküler anlatmaya koyuldu. Nesim Dede örf ve adetlerinden, eğlence tarzlarından bahsediyordu. Asya ara sıra onun sözünü kesiyor ve sorular sorarak bu anlatışlar saatlerce uzayıp gidiyordu. Nesim Dede geçmişteki mesire yerlerinden, faytonlarla yaptıkları gezintilerden, sahilde balık tutmaya çalışan arkadaşlarını suya iterek sırılsıklam kesilmesinden, üstelik bu kişinin bu kıyafetlerle nasıl yarım saat yol yürümesi gerektiğinden bahsedip dizlerine vurarak katıla katıla gülüyordu. Sayfiyeye gideceği zaman giydiği kıyafetlerden ve bu kır yerlerinde rengârenk çarşaflarıyla adeta bir renk cümbüşü yaratan kızların eğlencelerinden söz ediyordu. Nesim Dede bunları anlatırken o yıllara dönüyor ve bıyıkları daha yeni yeni terlemeye başlayan bir delikanlı oluveriyordu. Asya da onun anlattıklarına doya doya gülüyor ve kimi zaman karnını ağrıtacak derecede keyifli krizlere giriyordu. Biri seksen yaşında bir dede, diğeri ise henüz on beş yaşında olan bu iki insanın aralarındaki sevgi bağı imrendirecek güzellikteydi. Asya bir gün Nesim Dede'ye bu hikâyelerin bir kaynağı olup olmadığını sordu. Fransa'ya gittiğinde bu hikâyelerden mahrum kalacağına dair üzüntüyle dem
Fotoğraf: Aybige Akdağ
vuruyordu. O vakit Nesim Dede çok sevdiği bu kızla bütün bir hazinesi olan kitaplarını paylaşabileceğini söyledi. Yıllardır içeriye hiç kimseyi sokmadığı kitaplarının bulunduğu mahzene Asya'yı misafir edecekti. Dükkânın girişinden ileri doğru yürüdükten sonra, güneş ışınlarının oraya yetmeye vakıf olmadığı bir nokta vardı ki kitaplığa açılan kapı orada bulunmaktaydı. Kapıyı açarak içeri ilk adımı atan Nesim Dede'nin ardından beliren Asya, burnuna vuran rutubetle karışık kitap kokuları arasında mest olmuştu. Kitaplığın etrafı kasvet duvarlarıyla örülmüşçesine karanlıktı. Sadece duvarın en yukarısında, minik kare bir pencereden içeri belirsiz bir ışık sızıyor ve o ışığın aydınlattığı uzun yolda toz tanecikleri uçuşuyordu. Asya tozlanmış kitap raflarını gözüyle süzüyor, bazılarını eline alıp inceliyor ve sırt sırta yaslanmış yüzlerce kitabın birbirini ayakta tutan kardeş tavırlarına hayran kalıyordu. Nesim Dede raftan bir kitabı çekerek Asya'nın beyaz, parlak, zarif, ince elleri arasına bırakıverdi. Asya, kitabın yüzünü kendi yüzüne çevirdiğinde simasında milyonların sevinci yaşanıyordu adeta. Kitabın siyah kaplı kapağında büyük ve altın yaldızlı harflerle ''BURSAM'' yazıyordu. İşte o zaman Asya; tümcelerin, sözcüklerin, hatta harflerin bile konuşabildiğini anladı. Şimdi kulağı insan koşuşturmacaları, araba gürültüleri, vapur düdükleri, martı çığlıkları içinde çalkalanan bir şehir gibi uğulduyor, kitaptaki her harf ona farklı bir dünyanın rengini fısıldıyordu. Kitapta geçmişe dair anlatılan öyküler şimdi kitaptan fırlamış ve her biri Asya'nın kafasının bir köşesinde sahne alarak zihninin duvarlarına çarpıyordu. Bir an durdu ve kendi yaşadıklarını düşündü. Beyninde aniden bir şimşek çaktı. Asya'da bu eşsiz kitabın son kısmına kendi öyküsünü ekleyecekti. Koşarak uzaklaştı. Bu serin ve karanlık gecenin yıldızsız seması altındaki hüzünlü Bursa; sanki gündüzki gösterişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş, baygın ve sakin uyuyordu. Asya da gecenin bu durgunluğunda kendi öyküsünü yazıyordu. Simdi Asya'nın bağrından elifler çekiliyordu ama o ne susmaya ne de konuşmaya istekliydi. Sadece çıplak ayaklarla öyküsüne yürüyordu. Pencerenin oynaşan etekleri altında, dışarıdan esen çiçek ve çimen kokuları arasında kalemi tutan zambak ellerinden kâğıda mürekkepler sızıyordu. Şimdi teni harflerle yıkanıyor, içi yer yer sözcüklerle kefenleniyordu. Kederle kâğıda dikilen bal köpüğü gözleri, yazdığı sözcükleri takip ederek onlarca kez sayfanın sonuna gidiyor ve tekrar başa dönüyordu. Asya, Fransa'dan yola çıkışından başlayarak burada geçirdiği tüm günlerini eksiksiz kağıda döküyor ve Bursa'ya dair hoş izlenimleri şu satırlarla sona eriyordu: ''...Sesi, güzelliği, görüntüsü ve hatta gürültüsüyle masalsı bir perde açar karşınıza Bursa. O perdeye sadece bugünün değil, geçmişin öyküleri ve efsaneleri de yansır. Geçmişten günümüze taşıdığı değerleri, geleceğe aktarılmasını istediği öyküleri vardır. Semtler de insanlar gibidir. Ruhları vardır. Bu semtin her sokağı birbirine benzese bile, her birinin farklı bir güzelliği, farklı bir adı, farklı bir kimliği vardır aslında. Ve yaşam yalnızca sokaklardadır. Bakmaktan ziyade görmesini, duymaktan ziyade dinlemesini biliyorsanız size kendini anlatır Bursa. Tarihin en derininden çıkıp gelmiş olsa bile bugün çağdaş
dünyayı yakalamasını bilmiş ve hatta geçmesini bilmiş, sanatçılara ilham kaynağı olmuş ender şehirlerden birisidir. Bursa bu kadar eşsiz olmasını biraz da denizin gerdanına dizilmiş kayıklarına borçludur belki de. Denizin arsız çocukları martılar, yol boyunca uzayıp giden rengârenk lale cümbüşleri ve yer yer beliren erguvanlar... Erguvanın ömrü kısacıktır. Geçen vakit birçok şeyin gelip geçici olduğunu, güzelliklerin ancak bakmasını bilen gözler tarafından fark edilebileceğini anlatmak ister adeta. Yağmurları da bir başka türlüdür bu kentin. Ceketini yağmurlarına asar insanlar. Sahile bakan bir mekânda Türk kahvenizi yudumlarken izlenen gün batımı mest eder insanı. Kahveniz azaldıkça saygınız artar bu kente. Ardından bir çift ilişir gözünüze. Kocaman bir çiçek demetini karşısındaki bayana uzatan bir bey... Çünkü mutluluk, mutlu etmektir ve kadınlar biraz da anılarıyla, kendilerine yaşatılanlarla yaşarlar. Teşekkürler Bursa'ya ve sevdasını ölümsüz kılan herkese.'' Asya bu mısraları yazarken zaman ilerliyor, saatler dakikaların içinde, dakikalar saniyelerin içinde, saniyeler de saliselerin içinde eriyip gidiyordu. Gece gökyüzünü gündüzden ödünç alıyor, yıldızlarını serpiştiriyordu. Vakit tamam olunca da gün ışığı emanetini geri alıyor ve yirmi dört saat onlarca kez tamamlanarak devam ediyordu. Asya nihayet öyküsünü bitirdiği gecenin sabahında soluğu hemen Nesim Dede'nin yanında almıştı. Öyküsünü üstü çizik kumbaraya kahkahalar biriktirmişçesine anlattığı öyküsünü ona okumuştu. Nesim Dede yazdığı kitabın sonuna Asya'nın da kendi öyküsünü eklemesinden dolayı çok duygulanmıştı. Elinden tutarak Asya'yı dükkânın önüne çıkarttı ve şöyle dedi : __''Semtleri tanıyıp anlayabilmek için onunla ilgili yazılanları okumak yetmez. Sokaklarını gezmek, hatta kaybolmak gerekir. Sen bu sokakları gezdin, fakat şimdi kaybolma zamanı.'' Ardından parmak ucuyla bir noktayı işaret ederek : __''Haydi atla bakalım kelebeğim'' dedi. Ve Asya sağına döndüğünde orada, güneşin altında cilaları ışıldayan bir ahşap bisikletin durduğunu gördü. Hemen ayağını pedala götürmek istedi ve o sırada bacağının üstünde bir ağırlık hissetti. Bu ağırlık, rüyasında üzerinden bir kuş tüyü gibi sıyrılan yorganıydı. Ne kadar da ağırlaşmıştı şimdi. Hâlbuki Asya'nın göz kapakları hiç aralanmamış ve bal köpüğü gözleri güneş ışınlarını içine alarak koyulaşmamıştı. İşte o zaman, hepsinin bir rüya olduğunu anladı. Kaldığı yerden devam etmek istercesine gözlerini tekrar kapatarak hüzne uyudu Asya.
Edebiyat
Tarihinde
HAZİRAN
1 Haziran 1826: Türk Divan
edebiyatı şairi, Sultan II. Mahmut'un kızı
Adile Sultan doğdu. Döneminin kadın
şairleri Leylâ ve Fıtnat hanımlardan yetenek
ve teknik bakımdan daha az başarılı sayılsa
da Âdile Sultan özellikle Osmanlı tarihine
tuttuğu ışık nedeniyle önemlidir. Önemli
bir vasfı da Osmanlı hanedanından Divan
tertip etmiş tek kadın şair olmasıdır. Ayrıca
Muhibbî Divanı'nın basılmasını sağlamıştır.
2 Haziran
1943: Jean-Paul Sartre ile Albert Camus,
Sartre'ın Les Mouches (Sinekler) oyununun
sahneye konuluşunun ilk gecesinde
tanıştılar. Bütün görüş ayrılıklarına karşın
süren dostlukları, 1952 yılında tamamen
bozulacaktı.
1970: Orhan Kemal öldü. Orhan Kemal,
yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin,
"kerhanedeki adamın" yaşamını anlatan
öykü ve romanlar yazmış ve insan-toplum
ilişkilerini gerçekçi bir dille yansıtmıştı.
1991: Ahmed Arif öldü. Değişik
dergilerde yayınladığı şiirlerinde kullandığı
kendine has lirizmi ve hayal gücüyle Türk
edebiyatındaki yerini aldı. Türkçeyi en iyi
kullanan şairlerdendi. Şiirlerinde hep
ezilen insandan yana oldu ve ezilenlerin
kardeşliğine vurgu yaptı.
3 Haziran
1924: Modern dünya edebiyatının ikonik
ve özgün yazarlarından biri olan Kafka
öldü. Eserlerinde suç, özgürlük,
yabancılaşma ve sorumluluk ayrıca
otoriteye bireysel karşı koyma gibi temaları
işlemiştir. Kafka’nın en tanınmış eserleri
Dava, Şato ve Dönüşümdür.
1963: Nâzım Hikmet öldü. Şiirleri
yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları
yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan
Nâzım Hikmet cezaevlerinde 12 yılı aşkın
süre yattı. Hem içerik hem de biçim
bakımından dönemindeki şairlerden
farklıydı. Hece ölçüsünden ayrılarak
Türkçenin vokal özellikleri ile ahenk
oluşturan serbest ölçüyü benimsedi.
4 HAZİRAN 1933: Ahmet Haşim
öldü. "Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin
emrine vermek" prensibinden hareket eden
Servet-i Fünûn dergisinde şiirler yayınladı
ve Servet-i Fünûn - Edebiyat-ı Cedide -
topluluğuna yapılan hücumlara
makaleleriyle katıldı. 1911'de yayınlanan
Göl Saatleri adlı şiirleriyle haklı bir şöhret
kazandı. Fecr-i Atî dağıldıktan sonra siyasî
ve edebî akımların dışında kendisine has bir
şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak
kaldı.
6 HAZİRAN 1799: En büyük Rus şairi
ve Rus Edebiyatı'nın kurucusu kabul edilen
Puşkin doğdu. Henüz sekiz yaşındayken
Fransızcası Rusçası kadar iyiydi. On bir
yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı
yazarlarını beğendiği Fransız
Edebiyatı’ndan etkilenerek Fransızca şiirler
ve komediler yazmaya başlamıştı.
7 Haziran 1987: Şair Cahit Zarifoğlu
öldü. 47 yaşında hayata veda eden şairin
Diriliş dergisinde şiirleri yayımlanmıştı.
9 HAZİRAN 1870: İngiliz romancı
Charles Dickens öldü. En unutulmaz
kurgusal karakterlerden bazılarını
yaratmasının yanında Victoria devrinin en
iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı
sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne
sahip oldu ve yirminci yüzyılda edebi
dehası eleştirmenler ve ilgili kişiler
tarafından kabul gördü. Oliver Twist,
David Copperfield, İki Şehrin Hikayesi gibi
unutulmaz eserlere imza attı.
10 HAZİRAN
1966: Hamdullah Suphi Tanrıöver öldü.
Önce 1909'da Fecr-i Ati topluluğuna katıldı.
1911'de bu topluluktan ayrılarak Ziya
Gökalp önderliğindeki Genç Kalemler
çevresinde gelişen Milli Edebiyat akımına
bağlandı. Zamanla siyasi kimliği, şair ve
yazar kimliğinin önüne geçti. Mehmet
Akif’in yarışmaya katılması için çaba
harcayan ve İstiklâl Marşı’nı etkili sesi ile
meclis kürsüsünde okuyan Hamdullah
Suphi'dir.
1984: Romancı ve şair Halide Nusret
Zorlutuna öldü. "Kadın yazarların annesi"
olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri
ve konuşulan Türkçe ile yazılmış romanları
vardır. Romancı Emine Işınsu'nun annesi,
Pınar Kür'ün teyzesidir. Kurtuluş Savaşı'nın
etkisi ve heyacanıyla millî edebiyat akımına
katıldı. Millî duygularla kaleme aldığı “Git
Bahar" adlı şiiri tanınmasını sağladı. Millî
edebiyat akımı içinde değerlendirilen
şiirlerinde hececi anlayışa bağlı kaldı. Ünlü
şair Yahya Kemal'in şiirlerini ezberlediği
ender şairlerden birisi olarak bilinir.
13 HAZİRAN 1987: Ünlü sosyolog
Cemil Meriç (kendi sözleriyle: "kendi
semasında tek yıldız"), İstanbul'da öldü.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe bölümünde bir süre okudu. Daha
sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı
bölümünü bitirdi. 1955'te görme yetisini
kaybetti.
15 Haziran 1961: Peyami Safa öldü.
Peyami Safa, bir hastanın psikolojisini
anlattığı otobiyografik romanı Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’nu Nazım Hikmet’e ithaf
etmişti. Bu roman hariç, 1922-1939 yılları
arasında yazdığı Mahşer (1924), Şimşek
(1928), Fatih-Harbiye (1931) ve Biz İnsanlar
(1939) adlı romanlarında Doğu-Batı
sorunsalını karakterlerde somutlaştırarak
işledi. Safa, bu romanlarında, ruh hallerini
çözümlemede, kurguda, dilinin
kıvraklığında, anlatım tekniklerindeki
denemelerde başarılı bulunurken
romanlarında düşünceyi öne çıkarması
dolayısıyla eleştiriler aldı.
18 Haziran 1902: İdeal bir antiütopya
olan Erewhon'un yazarı, İngiliz romancı
Samuel Butler öldü. Yazdığı eleştiri
kitapları, romanlarıyla Darwin kuramını,
kilise öğretisini ve Victoria döneminin
ütopyacı felsefesini hicvederek
Hristiyanlıktaki mucizeleri alaya aldı.
19 HAZİRAN 1973: Türkolog,
halkbilimci Tahir Alangu öldü. Şiirleri,
eleştirileri, edebiyat, tarih ve halk bilim
üzerine yazıları öğrencilik yıllarından
başlayarak çeşitli dergilerde yayımlandı.
Ömer Seyfettin'in bütün eserlerini baskıya
hazırladı. Masallar, gölge oyunları,
destanlar, göçmen folkloru ve bunlarla ilgili
kuramsal sorunlar hakkında araştırmalar
yaptı.
20 HAZİRAN 1997: Şair Cahit Külebi
öldü. Halk şiirinden, türkülerden
yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuş,
konu olarak yurt, insan ve doğa sevgisini
işlemiştir. Şiirlerinde çocukluğunun ve
gençlik yıllarının geçtiği yörelerden
izlenimlerini yansıtmıştır. 1940 sonrasında
başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde
kendine özgü bir yeri vardır. Rahat
anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken
titiz bir şiir işçisidir.
21 HAZİRAN
1905: Jean-Paul Sartre Paris'te doğdu.
Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her
yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği
Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların
yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi
ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a
damgasını vuran düşünürlerden biri
olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı,
denemeci, romancı, filozof ve eylemci
olarak yalnızca Fransız aydınlarının
temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir
entelektüel tanımlamasının da temsilcisi
olmuştur.
1980: Ahmet Muhip Dıranas öldü. Hece
şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler
arasında Ahmet Muhip Dıranas, çağcıl Batı
şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın,
kendinden bir iki kuşak sonrası şairler
üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun
süre etkili olan bir şairdir. O da hocası
Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayımlamış,
şiirlerini şiire başladıktan neredeyse elli yıl
sonra (1974) kitaplaştırmıştır. Gerek Fransız
şiiri, gerekse kendinden önceki nesilden
ustaları Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi
Tanpınar'dan aldığı etkileri sanatına
yedirerek özgün bir şiire ulaşmıştır.
23 HAZİRAN 1901: Ahmet Hamdi
Tanpınar doğdu. Şiirlerinde bir imaj ve
müzik kaygısı taşıdığı, hikâye ve
romanlarında da, başta zaman teması
olmak üzere, psikolojik anları, bilinçaltını
aradığı, yansıttığı görülür. Mezartaşı
üzerinde çok bilinen "Ne İçindeyim
Zamanın" şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:
"Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün
dışında".
28 HAZİRAN
1712: Jean-Jacques Rousseau doğdu. Siyasi
fikirleri, Fransız Devrimini etkilemiştir.
Düşünceleri özellikle, Devrim'den sonra
kurulan yeni devletin kalkınmasında,
toplumun sosyal yapısında ve eğitim
sisteminde etkili olmuştur. Rousseau
anlaşılması güç bir düşünür olmuştur.
Kendisini hep halktan birisi olarak görmüş,
halktan kişiler arasında daha rahat etmiştir.
Romantizmden etkilenmiş ve etkileri
görülmüştür.
1952: Enis Batur Eskişehir’de doğdu.
Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal,
Sibilla Aleramo, Necatigil ödüllerini,
denemeleriyle TDK ödülünü kazandı.
1966: Fuat Köprülü öldü. Türk ordinaryüs
profesör tarihçi, Türkolog, Dışişleri
Bakanlığı yapmış siyasetçi ve edebiyat
araştırmacısıdır. 1909’da Fecr-i Ati
topluluğuna katıldı. Şiirlerini 1913’e kadar
Mehasin ve Servet-i Fünun dergilerinde
yayımladı. Bu yıllarda “Milli Edebiyat” ve
“Yeni Lisan” akımlarına karşıydı. 1910’dan
sonra İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe
ve edebiyat okuttu, liselerin edebiyat
programını düzenledi. Ziya Gökalp
çevresine girdikten sonra Milli Edebiyat
akımını benimsedi. Çok verimli bir
araştırmacı olan Köprülü, ardında 1500'ü
aşkın kitap ve makale bırakmıştır.
Derleyen: Ayşe Bengisu Akdağ
Bu ay sizlere Türk ve dünya edebiyatından üç unutulmaz eseri
tanıtacağız. Biri Yaşar Kemal’in İnce Memed”i bir diğeri Soma
acısından sonra bir kez daha kendini hatırlatan Germinal ve son
olarak Sevinç Çokum’dan Çok Yapraklı İlişkiler...
İNCE MEMED - Yazar: YAŞAR KEMAL
İnce Memed’in konusu, Cumhuriyet döneminin ilk
yıllarında geçer. Anadolu halkının geri kalmışlığı, cahil
bırakılmışlığı, köy hayatının sefaleti ve ağaların tüm
yöreye tamamen hakim olması üzerine bu duruma karşı
bir isyan öyküsüdür.
Eser, yazarın baş yapıtı olarak değerlendirilir. Kitabı
okuduğumuzda zulme sessiz kalanların bir gün zulme
uğrayacağı fikrine kapılıyoruz.
Yaşar Kemal’in 1995 tarihli bu ilk romanı, 1984 yılında
İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov tarafından Memed
My Hawk ( Şahinim Memed) adıyla sinemaya uyarlandı.
Yorumlar
“ Bir şaheser olarak biçimlendirilmiş eser.” Daily Telgzath
“Büyük bir başarı yazarı başka bir eser vermese bile bu romanı onun dünyaca ün
kazanmasına yeter.” Evning News and Times
“ Türkiye’den büyük bir şair tanıyorduk, Nazım Hikmet. Şimdi de Türkiye’nin büyükbir
romancısı var. Yaşar Kemal “ Anne Thilit
ARKA KAPAK
GERMİNAL - Yazar: Emile ZOLA
Natüralist edebiyatın en usta yazarı olan Emile Zola 1840-
1902 yılları arasında yaşadı. İnsan iradesinin önemsizliğini,
yaşamı asıl belirleyenin doğa ve toplumsal çevre olduğunu
savunan Zola, tüm yapıtlarında bu görüşünü kanıtlamaya
çalıştı. Kitle hareketlerini ve kitlenin ruhsal durumlarını,
ele aldığı çeşit çeşit tiplerle aktaran Zola, 1885’te yazdığı
Germinal’de yeraltında kömür çıkaran işçilerin zorlu
yaşamı olağanüstü bir başarıyla anlatıyor.
1860’larda Fransa’nın kuzeyinde maden işçileri, çetin
koşullar altında yaşam mücadelesi vermektedir. Çalıştıkları
ocaklarda her an iç içe oldukları göçük ya da grizu
patlaması tehlikesinin yanı sıra, açlık ve sefaletle boğuşup
dururlar. Son çare olarak gördükleri grev onlar için
kaçınılmazdır artık. Her şeyi göze almaya hazırdırlar,
içlerinde filizlen umut en büyük destekçileridir. Ne yazık ki direnişleri acımasızca bastırılır.
Şimdi geride sadece ölüm, kan, gözyaşı ve yok olan hayaller kalmıştır…
Çok Yapraklı İlişkiler – Yazar: Sevinç Çokum
Bu ülkede nasıl gelirsin bir yerlere ha? Daha bilmiyorsun.
Kimseye minnetin yok, öyle mi? Özgür kuş! Seni de
koyacaklar bir kafesin içine! Yürü, diyecekler,
yürüyeceksin. Dur, diyecekler, duracaksın. O irade seni de
zayıf bir noktandan yakalayacak sonunda. Şeklini çizecek
senin, benim çizdiğim grafikler gibi. Al, diyecek, sana bir
elbise, bir biçim, bir surat! İşte senin işlevin bu! İşte sen
busun...”
Sevinç Çokum, belirsiz bir zamanı ele aldığı romanını,
gerçekler ve gerçeküstü olaylarla kurguladı. Romanda
itirazlarını kaybetmiş kitlelerin belli bir hedefe
yönlendirilmesinden doğacak sonuçlar işaret ediliyor. Yer
yer ince bir alay ve isyan tonunda yürüyen kitapta yazar,
edebiyatın ciddi yüzüne adeta muzip bir kalemle değişik
çizgiler ekliyor. Hayatı insan grafikleriyle belirleyen bir
çağın baskılı atmosferinde, yok edilemeyen asıl gerçeğe de
vurgular yapıyor. İnsanın en doğal hakkı olan düşünce
özgürlüğünün aşılamayacağına da...
Merve BAŞOL
Sevgili İncir Çekirdeği okurları dergimizin sinema bölümünde bu ay sizlere
festival filmlerinden bir kaçını sunacağız.
ANA | THE MOTHER |
Yönetmen: Ebubekir Uyğur / Senarist: Ebubekir Uyğur / Görüntü Yönetmeni: Kadir Yücel / Kurgu: Kadir Yücel,
Ebubekir Uyğur / Özgün Müzik: Gökhan Tanacı / Oyuncular: Habib Turan, Çiçek Babayiğit, Z. Hamit Altın,
İbrahim Halil Taşdemir / Yapımcı: İbrahim Halil Taşdemir /
Filmin özeti: Adalet duygusu, hukuk kurallarının salt doğru kabul edilen yazılı metinleriyle sağlanabilir mi?
Nazife Ana’nın oğlu Metin, 1993 yılında, henüz 16 yaşındayken, dağa çıkar. 20 yıl haber alamadığı oğlunun
yaşamından ümidini kesen Nazife Ana, bir gün oğlunun sağ olduğu ve kendisine ulaşabileceği yönünde haber
alır. Örmüş olduğu kazağı çocuğuna ulaştırma girişimi “terör örgütüne yardım ve yataklık” olarak karşılık bulan
77 yaşındaki Nazife Ana’yı, cezaevi süreci beklemektedir.
BÜYÜK MÜZE | DAS GROSSE MUSEUM| THE GREAT MUSEUM |
Yönetmen: Johannes Holzhausen / Senarist: Johannes Holzhausen, Constantin Wulff / Görüntü Yönetmeni:
Joerg Burger, Attila Boa / Kurgucu: Dieter Pichler / Yapımcı: Johannes Holzhausen /
2014 Berlin Caligari Ödülü Büyük Müze; Viyana Sanat Tarihi Müzesi Kunsthistorisches Museum’un “sahne
arkası” üzerine benzersiz bir bakış sunuyor. Film öncelikle müzedeki günlük rutinden kısa kesitler sunsa da, asıl
odak noktası müze çalışanları arasında yaşanan mikro-dramalar. Müzenin restorasyon sürecini de inceleyen
Büyük Müze aynı zamanda zamansallık ve geçicilik üzerine bir film. Habsburg Monarşisine dayanan uzun
geçmişi ve geleneği, sanat eserlerinin ölümsüzlüğü ile müzenin günlük, sıradan işleri arasında çoğu zaman
mizahi bir bağlantı kuruyor.
BEYAZ PERDE’DEN
DÜŞMAN | ENEMY| ENEMY |
Yönetmen: Denis Villeneuve / Senarist: Javier Gullón / Özgün Kitap: The Double, Jose Saramago / Görüntü
Yönetmeni: Nicolas Bolduc / Kurgucu: Matt Hannam / Özgün Müzik: Danny Bensi, Saunder Jurriaans /
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Mélanie Laurent, Isabella Rossellini
2013 Courmayeur Noir En İyi Film
Denis Villeneuve ve Jake Gyllenhaal’ın bu yılki ve festivaldeki ikinci ortaklığı, José Saramago’nun bizde de
yayımlanan Kopyalanmış Adam isimli romanının bir uyarlaması. Üstelik Gyllenhaal bu kez bir değil, iki karakter
canlandırmakta. Tarih öğretmeni Adam, bir gün izlediği filmde kendisine tıpatıp benzeyen bir adam görür. Bu
oyuncunun izini sürmeye başladıkça da gizemli ve ürkütücü bir dünyanın içine çekilir. İlk gösterimi Toronto Film
Festivali’nde gerçekleşen ve özellikle atmosferiyle beğeni toplayan Düşman'ı Cronenberg, Lynch, Nolan, De
Palma gibi yönetmenlerin filmleriyle karşılaştıran eleştirmenler olmuştu.
SEVGİLİNİN ARDINDAN | LILTING| LILTING |
Yönetmen: Hong Khaou / Senarist: Hong Khaou / Görüntü Yönetmeni: Ula Pontikos / Kurgucu: Mark Towns / Özgün Müzik: Stuart Earl / Oyuncular: Ben Whishaw, Cheng Pei Pei, Peter Bowles, Andrew Leung, Naomi Christie, Morven Christie / Yapımcı: Dominic Buchanan / Yapım Şirketi: Film London, Microwave Film
GörüntüÖdülü Günümüz Londra’sında geçen bu evrensel aşk ve keder hikâyesi, Kamboçya doğumlu İngiliz yönetmen Hong Khaou’nun ilk uzun metraj filmi. Filmin yapımcısı Dominic Buchanan’ın ilk uzun metraj filmi ise Filmekimi’nde de gösterilen Malları Ver / Gimme The Loot. Filmde, zamansız ölümünden sonra oğlunu tanımaya çalışan Kamboçyalı-Çinli bir annenin hikâyesini izliyoruz. Kadının hayatı oğlunun “en yakın arkadaşının” varlığıyla birden darmaduman olur. Aynı dilde anlaşamasalar da birlikte bu acıyı yenmeye, sevdikleri insanın anılarını bir araya getirmeye uğraşırlar.
Afra Nur AKKAYALI
Geçtiğimiz Mayıs ayında 67.si düzenlenen Cannes Film Festivali Nuri Bilge Ceylan’a bir yeni
ödül daha kazandırdı. Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu” filmi ile en iyi filme verilen “Altın
Palmiye”yi kucakladı. Daha önceki yıllarda da festivalde isminden oldukça söz ettiren Ceylan,
“Yol” filminin aldığı ödülden sonra büyük ödülü Türkiye’ye getiren ikinci isim oldu. Aldığı
ödülü geçtiğimiz yıllarda ve Soma’da hayatını kaybedenlere ithaf eden Ceylan:
“Bu benim için çok büyük sürpriz oldu. Beklemiyordum. Ne
diyeceğimi bilmiyorum. Bu yıl Türk sinemasının 100. yılı. Çok
güzel bir tesadüf. Festivale ve jüriye teşekkür ediyorum bu
ödül için. Bu ödülü Türkiye’nin gençlerine ithaf ediyorum.
Ödülümü son bir yılda hayatını kaybeden Türk gençlerine ve
Soma’da hayatını kaybeden madencilere adıyorum.” dedi.
Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen’in
başrollerini paylaştığı Kış Uykusu filmi Kapadokya’da inzivaya
çekilen emekli bir oyuncu olan Aydın’ın hikâyesini anlatıyor.
Film üç saati aşkın bir süreye sahip olması nedeniyle
eleştiriler almış olsa da uzunluğu ödülü almasında bir engel
teşkil etmedi.
Nuri Bilge Ceylan, Cannes’de
2002 yılında Uzak filmi ile Grand
Prix( Büyük Jüri Ödülü), 2008
yılında Üç Maymun filmi ile En İyi
Yönetmen ve 2011 yılında Bir
Zamanlar Anadolu’da filmi ile de
Grand Prix ödüllerine layık
görülmüştü.
Sultan Demirtaş
BÜYÜK ÖDÜL: KIŞ UYKUSU
TOĞRAF
F “Ayıracım Çiçekler Olsun”
Gençlere Sorduk Kübra TARAKÇI
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, bu köşemizde her ay
gençlere sorduğumuz bir takım soruları ve cevapları sizlere
sunuyoruz. Bazen şaşırtacak bazen güldürecek bazen de pes
artık dedirtecek cevaplarla karşılaşabilirsiniz.
Bu ay ki sorularımız şunlardı: "Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?"
Absolutizm ve Anagram sizin için
ne ifade ediyor?
Eda Yaylamaz: Absolutizm
diyince solunum, Anagram
diyince ise annem aklıma
geliyor.
Absolutizm ve Anagram sizin
için ne ifade ediyor?
Seren Kotik: Anagram diyince
aklıma ana hakkı ödenmez,
Absolutizm diyince de nedir bu
-izm'lerden çektiğimiz geliyor.
Absolutizm ve
Anagram sizin için
ne ifade ediyor?
Yağmur Kıvılcım:
!?!?
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade
ediyor?
Beyza Arı: Anagram diyince instagram,
Absolutizm diyince de içki aklıma geliyor.
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?
Şeyma Ünal: Anagram sadece annelere ait bir
fotoğraf paylaşım platformu olabilir. Sadece anneler
çocuklarının veya kendilerinin fotoğraflarını
paylaştıkları. Instagram'ın anne için olanı gibi yani.
Absolutizm absürt bir yasam tarzı benimseyen
insanların oluşturduğu akım. Ama hep mavi renk
giyiyorlar tek şart bu.
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?
Murat Şan: Absolutizm diyince votka markası,
Anagram diyince büyük bir konunun sadece bir
gramını inceleyen bilim dalı geliyor.
Absolutizm ve Anagram sizin
için ne ifade ediyor?
Makbule Korsal: Absolutizm
saçma olan kurgulanmış
gerçekte olmayan bir akım
gibi bir şey.
Anagram da oyun aklıma
geldi bir de bir şeyin temeli
de olabilir.
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?
İlkay Gürü: Anagram anaç, Absolutizm de absürt demektir.
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?
Naciye Ercan: Absolutizm bir Yönetim şeklidir.
Absolutizm ve Anagram
sizin için ne ifade ediyor?
Aylin Dinç: Anagram
deyince kilolu kadın
aklıma geldi. Absolutizm
de absürt kişilerin
savunduğu şeyler.
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade
ediyor?
Funda Çağırıcı: Anagram diyince bulmaca
aklıma geldi bir yerde duymuştum
anagram bulmaca diye Absolutizm
diyince de aklıma absoliti getirdi. Votka o
severim.
ABSOLUTİZM: Mutlakçılık demektir. Herhangi bir eserde ya da ilkede
bir ebedinin varlığına ve değişmezliğine inanmak, eseri ya da ilkeyi bu
değişime göre incelemektir.
ANAGRAM: Bir sözcükteki harfleri kullanarak başka bir sözcük
kurmaktır. Bazı özel adların incelikle saklanması amacıyla o sözcüğün
harfleriyle kurulmuş başka bir sözün kullanımıyla yapılan incelik
gösterisidir. Özge – göze, Bahri - ihbar gibi. Günümüzde en güncel
örneği ise "The Simpsons" çizgi filminde vardır; Bart isimli karekterin
adı İngilizce 'yaramaz, anlamına gelen 'Brat'ten türetilmiştir. Harry
Pooter’da Tom Marvolo Riddle isminden ise "I am Lord Voldemort"
cümlesi türetilmiştir. Güncel ve bilindik bir diğer örnek olarak İngiliz
yazar Samuel Butler'ın "Erewhon" adlı eseri verilebilir. Bu isim
İngilizcedeki 'nowhere' kelimesinden anagram yoluyla üretilmiştir.
Esas anlamı 'hiçbir yer' olmasına rağmen, yazarın yorumuna göre 'her
şeyin bittiği yer' anlamında kullanılmıştır
Absolutizm ve Anagram sizin için ne
ifade ediyor?
Sinem Dönmez: Anagram deyince
anagram bulmaca geliyor aklıma.
Absolutizm diyince hiçbir şey gelmedi
aklıma.
Absolutizm ve Anagram
sizin için ne ifade
ediyor?
Sümeyye Öztürk:
Aklıma direkt tıbbi bir
terim olabileceği geldi
İlaç adi ya da o tür bir
şeyler.
Absolutizm ve Anagram sizin
için ne ifade ediyor?
Sırdem Kemiksiz: Anagram Bir
sözcüğün yerlerini değiştirerek
başka bor sözcük oluşturma.
Absolutizm de Bana votkayı
hatırlattı.
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?
Onur Kahvecioğlu: Absolutizm sadece si noktasını
aklında tutan ve hiç übir ses almadan o sesi veren
absolute müzisyen notasıdır.
Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?
Arzu Girgin: Absolutizm absorbe olmaktır.
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...