icabihal sayi 4

40
İcab-ı Hâl 26 ArAlık 2011 | SaYı 4 İ.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR Ücretsizdir, Parayla Satılmaz Çürüme

Upload: kolormatik

Post on 25-May-2015

770 views

Category:

Education


34 download

TRANSCRIPT

Page 1: icabihal sayi 4

İcab-ı Hâl26 ArAlık 2011 | SaYı 4 İ.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

H U K U K T a T O P L U M c U T a V ı R

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

Çürüme

Page 2: icabihal sayi 4

2 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

topluı[email protected]/toplumcuhukukcularklulubu

YEREL SÜRELİ YaYıN

Sahibi: Onur Güneş

Sorumlu Müdür: Cankat Aydın

adres: Aksaray Mah. katip Muslihiddin Sok. No:9/9 Fatih İstanbul

baskı: Yön Matbaa Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok k:1 No:366 Zeytinburnu İstanbul

Merhaba,Bir yılı daha arkamızda bırakmamıza sayılı günler kaldı. Geriye dönüp baktığımızda, yaşamın bütün alanlarında etkisini gösteren; yalnızlığın, çaresizliğin, şiddetin ve azami hırs-ların neden ve sonucu olan toplumsal çürüme-nin, bilinçli bir siyaset tarafından yayıldığını ve daha da fazla yayılmak istendiğini gördük.Buna karşı savaşmanın hepimiz için bir görev olduğunu düşünüyoruz. Karanlığa teslim olmamak; bilgilerimizi, hayal ve düşünce gücü-müzü aydınlık insanlar ve aydınlık bir gelecek için üreterek kullanmak, bilimden ve birbiri-mizden vazgeçmemek bunun için bir yoldur.4. sayımızda çürümenin akademide, gençlikte, hukuk alanında ve iç siyasette taktığı maske-leri makaleler ile çıkartmaya çalıştık. Ortadoğu üzerinde oynanan oyunlar ve yaşanan süreç ilgili bir makale de bu sayımızda yer aldı.Yine Ortadoğu’daki gelişmeler hakkında bir inceleme yazısı hazırlarken, hepimizin kanını donduran N.Ç davasındaki yargı kararını, karar inceleme yöntemiyle her açıdan ele alarak işledik.Toplumsal çürümenin hayat pratiğinde nasıl yayıldığını göstermek amacıyla derlediği-miz güncel haberlerin yanında, kültür sanat bölümünde çürümenin edebiyatta, müzikte, sinemada ve kültür üretimi dediğimiz za-man aklımıza gelen ilk yer olan Beyoğlu’nda kat ettiği adımları ele aldık ve yazar Italo Calvino’nun Varolmayan Şövalye isimli eserini tanıttık.İcab-ı Hal ekibi olarak bu sayımızı 29 Kasım’ da hayatını kaybeden sevgili hocamız Server Tanilli’ye adarken hocamızın bize öğrettiği gibi aydınlık günleri yakın yapmak üzere yan yana olmayı umut ediyor, eleştiri ve önerilerinizin bizim için önemli olduğunu bir kez daha belir-terek keyifli okumalar diliyoruz.

Page 3: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 3

PADİŞAH FERMANI BUYURDU: “HUKUK, YOK HÜKMÜNDEDİR”

AKP iktidara gelirken Birinci Cumhuri-yet diye nitelendirdiğimiz kendinden önceki düzeni tasfiye etmek gibi bir misyona sahipti. Sekiz yıllık iktidarı bo-yunca bu misyonunu başarıyla gerçek-leştirdiği söylenebilir. Cumhuriyetin tüm kurum ve değerlerine pervasızca saldıran AKP’nin saldırdığı kurumlar-dan biri de yargıydı. Yargıda dönüşüm olarak adlandırılan bu süreçte AKP, hukukun iki alanında savaştı: yasama faaliyetleri ve yargı-lama süreçleri. Yasama faaliyetleri söz konusu olduğunda istediği düzenle-meyi yapmakta ısrarcı olan AKP, veto edilen ya da yüksek yargı kurumları tarafından iptal edilen düzenlemelerin aynısını veya benzerini TBMM’de ka-bul ediyor, bu da sonuç vermezse iptal edilme sürecine kadar geçen zaman aralığında istediklerinin bir kısmını hayata geçiriyordu. İktidarı sağlam-laştıkça kendine güveni artan parti, zamanla hiçbir düzenlemeyi ya da kararı önemsemez duruma geldi. De-yiş yerindeyse ülke kanunlarla değil, AKP fermanlarıyla yönetilir hale geldi. Yargılama ayağında ise, keyfiyeti ve hukuksuzluğu toplum tarafından ka-nıksanan bir gerçek haline getirdi. Yargı henüz teslim bayrağını çek-memişken ve muhalif pozisyonunu korurken, AKP kimi yasal sınırlamalarla karşılaşsa da bunların sonunda kaza-nan iktidar partisi oldu. O artık yargıya saldırmak, onu ikna etmek, bu müm-kün değilse pasifize etmek zorunda değildi. Yargı onun olmuştu, kendi yargı kurumlarıyla istediği düzenleme-yi yapabilir, istediklerini tutuklatabilir, istediklerini tahliye ettirebilirdi. 

Süreç Nasıl Başladı, Nasıl Gelişti?Hukuku hukuksuzlaştırma sürecinin Özal döneminde başladığı söylenebilir. Özal’ın “Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmaz” savının büyük mirasçısı olan AKP’nin şimdi yaptıklarıysa, artık

delinecek ne bir anayasa ne de bir hukuk kaldığını gözler önüne seriyor. Fakat bu durum, partinin iktidara geldiği andan itibaren böyle değildi. Yukarıda belirtildiği üzere AKP; yar-gının gösterdiği dirençle “savaştı”, bu savaşın ardından kazandı. Yasama çalışmalarına yoğunluk veril-diği dönemde, yüksek yargı kurumları bu çalışmaların bir kısmını iptal eder-ken temel gerekçeleri “anayasaya aykırılık”tı. Görüldüğü üzere, kendi var oluş koşullarını hazırlayan darbenin çocuğu, AKP’nin kardeşi olan 1982 Anayasası bile AKP’ye yetmiyordu. Süreç şöyle işledi: Murat ettikleri de-ğişim için öncelikle bir adım attılar ve ardından gelen tepkilere baktılar. Tep-ki yoksa yoluna kaldığı yerden devam eden parti, tepkiler yoğunsa düzenle-meyi bir süre gündemden uzak tutup soğuttuktan sonra, bazen farklı bi-çimler altına asıl niyetini yerleştirerek bazense hiçbir değişiklik yapmadan yeniden işe koyuldu. Gelinen noktada artık karşılarına çıkacak pek de fazla güç kalmadı. Ancak olur da karşıların-da iptal edilen bir düzenleme görür-

lerse “hukuku takmamak/arkasından dolanmak” yoluyla söz konusu düzen-lemeyi hukuk sistemi içinde olmasa da pratikte hayata geçirdiler. AKP’nin bu süreçte muhaliflerine karşı en yoğun ve yerinde kulladığı ar-güman “millet iradesi” oldu. Çoğunluğu temsil eden bir partinin amaçlarına hizmet etmeyen, bu yola taş koyan bir hukuk sistemi dikkate alınmamalıydı. Hukuk ya onlar için olmalıydı ya da olmamalıydı. Yargının siyasi kararlar alması, en büyük şikayetleriydi. Devletin Yargısı ve “Yargı Bağım-sızlığı” YanılgısıAkbaş, yargı bağımsızlığı konusunu incelediği çalışmasında 1 hukukun; devletin diğer zor aygıtlarının aksine rızaya dayalı bir işleyişe sahip olduğu-nu, hatta devletin kendi meşruiyetini hukuk aracılığıyla kurduğunu belirti-yor. Toplumun hiçbir şeye olmasa bile en azından hukuka saygı göstermesi için ise hukukun bağımsız, tarafsız ve hakim olarak algılanması gerekli. Bu-rada, bağımsızlığın özde bir bağımsız-lıktan ziyade, formel bir durumu ifade

SUAY ERGİN

Page 4: icabihal sayi 4

4 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

ettiği söylenirken;yargının tek yaptığı-nın “devlet aklı”nı kullanarak bir karara varmaktan ibaret olduğunu belirtiliyor. “Devlet aklının” suç olarak nitelendiği bir fiilin karşısında yargı çaresiz, sade-ce failin anılan fiili işleyip işlemediğini araştırması gerçeği, çalışmada yerinde bir örnek olarak sunuluyor. Devlet ve hukuk arasındaki bu kar-şılıklı ilişkinin yarattığı mutualizm, hukukun siyasetten ayrıksı bir yere oturtulup incelenemeyeceğini bir kez daha gözler önüne seriyor.Hukuk, toplumsal ve kimi zaman da maddi gerçekliğin hukuk düzeninde yeniden kurulmasınıgerektirir. Gerçeklik, bir kez de hukuk-

sal gerçeklik olarak kurulur.2

Bir maddi gerçeklik olarak AKP huku-ku, süreci anlamamıza yardımcı olacak çok sayıda örnek verse de bunlardan birkaçının telaffuzu, partinin mantığını anlamak açısından yeterlidir. “Yasayamasak da yaşatırız”2004 yılı düzenlemelerinden olan 5227 Sayılı Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun, AKP’nin en cüretkar girişimlerinden biri oldu. Söz konusu yasanın TBMM’de kabul edilmesin-den hemen önce, bu yasanın ihtiyaç duyduğu düzenlemeler yapıldı. Böy-lece anayasaya aykırılık gizlenmeye

çalışıldı. Bu kanunun öngördüğü idari yapıya uygun olarak hazırlanan İl Özel İdaresi Kanunu, Belediyeler Kanunu ve Büyükşehir Belediyesi Kanunu bu yasadan hemen önce yürürlüğe girdi. Merkezi ve yerel tüm kamu hizmet-lerinin özel sektöre gördürülmesine olanak sağlayan bu yasa, anayasanın merkezi ve mahalli idarelerle ilgili ilkelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Cumhurbaşkanı tarafından tekrar gö-rüşülmesi için meclise geri gönderildi. Gelen tepkilerin yoğunluğu nedeniyle yasa tekrar görüşülmeden rafa kalktı. Ancak bu yasanın öngördüğü idari yapıya uyumlu kanun tasarılarının bir bölümü yasalaştı. Kalkınma Ajansları, Aile Hekimliği uygulaması, Kamu De-netçiliği gibi kurumların oluşturulması böyle gerçekleşti.3 Yani AKP niyet ettiği dönüşümlerin bir kısmını küçük parçalara ayırarak da olsa gerçekleştir-meyi başardı. Yüksek öğretim kurumlarının, AKP’nin gözüne kestirdiği kurumlardan biri olduğu bilinen bir gerçek. AKP bu alanda ilk operasyonunu TÜBİTAK üzerine yöneltti, operasyonun başa-rıyla sonuçlanması için kurum öncelik-le işlemez hale getirildi. Görev süresi dolan Kurum Başkanı ve altı Bilim Kurulu üyesi için yapılan seçimlerde belirlenen altı üyenin isimleri ve göre-ve yeniden seçilen başkanın ismi Baş-bakanlığa bildirildi. Başbakan, yeniden başkan seçilen kişiyi göreve atanması için Cumhurbaşkanı’na önermedi ve altı üyenin seçimini onaylamadı. So-nuçta TÜBİTAK Bilim Kurulu toplantı ve yeter sayısını yitirdi.Çözülmesi gerekecek sorunu yaratan AKP, ardından sorunun çözümü için kurumun yasasında değişiklik yaptı. Yasa değişikliği, kurum başkanının bir defaya mahsus olmak üzere, başba-kanın önerisi üzerine cumhurbaşkanı tarafından atanmasını ve Bilim Kurulu üyeliklerine yine bir defaya mahsus olmak üzere başbakan tarafından atama yapılmasını öngörüyordu. Cumhurbaşkanı tarafından tekrar görüşülmesi için meclise gönderilen 5001 sayılı yasa, TBMM’de aynen

Page 5: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 5

kabul edildi ve 5016 sayılı yasa olarak yürürlüğe girdi. Ardından CHP, yasada yer alan hükmün iptali için Anaya-sa Mahkemesi’ne başvurdu. Kurum Başkanlığı ve Bilim Kurulu’nda boş bulunan tüm üyelikler için başbakana atama yetkisi veren düzenlemenin yürürlüğü Anayasa Mahkemesince durduruldu. Ancak yasanın yürürlüğe girmesinden yürürlüğünün durdurul-masına kadar geçen zaman diliminde kurul üyeliklerine Başbakanca atama yapıldı, Kurum Başkanının da atanması için Cumhurbaşkanı’na sunulan karar-nameyi Cumhurbaşkanı imzalamadı. Bu işlemler Ankara 1. İdare Mahke-mesi tarafından iptal edilse de, gözü kararmış hükümet, önceki yasadakine benzer; fakat önceki yasadaki “bir defaya mahsus” işlemleri kalıcılaştıran yeni bir yasayı 2005 yılında yürürlüğe koydu. Cumhurbaşkanı 5344 sayılı yasayı da meclise geri gönderdi, yasa TBMM’de yine aynen kabul edildi ve 5376 sa-yılı yasa olarak yürürlüğe girdi; yine yapılan başvurular sonucu Anayasa Mahkemesince düzenlemenin yürürlü-ğü durduruldu ve ardından iptal edildi. TBMM, amacını gerçekleştirmek için dört kere yasa kabul etmek durumun-da kaldı. Tüm bu kabul/iptal işlemlerinin sonu-cunda dönemin tırnak içinde muhalif YÖK Başkanı Teziç, “yasal statüsü yok” dediği TÜBİTAK toplantılarına bilim adamlarının katılmamasına karar verdi. Başbakan’ın buna cevabı kafasını gös-tererek “burası basmıyor” oldu.4

 Somut Örnekler Eşliğinde AKP İnadıAKP, üniversite ile arasındaki gergin-liğe yargı kararlarını da ekledi; türban konusunda AİHM’in verdiği karara karşı Tayyip Erdoğan tarafından verilen yanıt, sayısız örnek arasında en uçla-rından oldu: “Türban konusunda mah-kemenin söz söyleme hakkı yoktur, söz söyleme hakkı din ulemasınındır”. Türban ile ilgili yapılan düzenlemelerin karşılaştığı yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının hukuki geçerliliği için

üniversitelerin koridorlarına bakmak yeterli. Hukuk kendi hareket alanını daralttı-ğında, AKP ve kurmayları niyetlerini açıkça beyan etmekte de sakınca görmedi. Katsayı kararını iptal eden Danıştay kararına karşı, eski YÖK baş-kanı ve müstakbel Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Yusuf Ziya Özcan: “Bunu baştan biliyorduk, her şeye hazırlan-dık. B, C, D ve E’ye kadar planlarımız var.” dedi. “Aynı sonuçlar doğuracak karar almak hukuku dolanmak olmaz mı?” sorusuna önce “Gerekirse dolana-cağız.” cevabını verirken, yargı kararla-rına karşı saygılı olduklarının da altını çizen Özcan, “Ama bizim hukuka karşı bir çözümümüz olacaktır, hiç durmaya-cağız.” dedi.Özelleştirme sürecinde gerçekleşen birçok hukuksuzluk benzer yollarla çözüme kavuşturuldu: “hukuku tak-mamak”. Tüpraş ve Petkim’in özelleş-tirilme süreci en göze çarpanları oldu. Bu kurumların özelleştirilmesiyle ilgili yargının verdiği yürütmeyi durdurma kararları dikkate alınmadı. Tüpraş’ın %15 civarında hissesinin Sami Ofer’e satışında usülsüzlük tespit edildi ve satış iptal edildi. Buna karşın hisseler geri alınmadı ve bu işleri hükümet adına yürütmeye yetkili Özelleştirme İdaresi Başkanı hakkında dava açılma-sına rağmen, Tayyip Erdoğan bürok-ratının yargılanmasına izin vermediği için bu dava da sonuçsuz kaldı. AKP bunca yasal düzenleme yapmasına karşın, en yoğun ilgi gösterdiği alan olan özelleştirmenin hukuki altyapısını oluşturmaya da gerek duymadı.Hukuk AKP’nin elinde; istendiği gibi eğilip bükülebilen, bu başarılamadığın-da buruşturulup kenara atılan, kuralla-rın yazılı olduğu kağıtlar bütünü halini almıştır. Yargı kararları ise AKP’nin işine yaradığı ölçüde dikkate alınmak-tadır. Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur ki; Yargı kararlarının uygulanıp uygulanmaması, aynı konu-da verilen mücadeleyle yakından iliş-kili. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yürütmenin durdurulması kararına uyarak metrobüs zamlarını geri alması

bunun en iyi örneğidir. 5

 Yeni Sonuçlar, Yeni GörevlerYüksek yargıya müdahaleler yoğun-laştıkça yeni rejime uygun düşmeyen kararların alınmasında rolü olan ha-kim ve savcılar, yürüttükleri dava ve soruşturmalardan alınarak, ardından da görev yerlerinden sürülerek et-kisizleştirildi. Bununla birlikte yargı, tutuklama ve soruşturmalarıyla, siyasi iktidarın tasfiye edilmesine karar ver-diği unsurların tasfiyesini sağlayan bir araca dönüştü. Hakimler, zamanı gel-diğinde, kendi sendikasını kapatmakta bile tereddüt etmedi.Yasaların göz ardı edildiği ve bu davranışa yargıdan tek bir ses dahi çıkmadığı, KHK yoluyla yasama yetki-sinin Bakanlar Kurulu’na devredildiği, padişah fermanları ayarında kararna-melerin geceden sabaha çıkarıldığı ve bu düzenlemelerin herhangi bir hukuki engelle karşılaşmadığı bir ülkede hukukun varlığından söz etmek ola-naksızdır. Kuralsızlık ve keyfiyet kural haline gelmiş ve rafa kaldırılan hukuk çürümeye terk edilmiştir. “Hukuk devleti” ekseninde kurulmuş talepler için herhangi bir temelin kalmadığı bu dönemde yöneltilecek tek anlamlı talep “adalet” temelinde yükseldiği ölçüde meşru olacaktır. Hakkın, hukukun sesi kesilip ülke padi-şah fermanlarıyla yönetilmeye başlasa da; vicdan sahibi toplumun adalet talebi öyle kolayca kenara atılıp, ses-sizliğe mahkum edilemeyecektir. Halk, AKP’nin tebaası olmayı reddedecek; o kadarına izin vermeyecektir. Dipnotlar:1. Akbaş, Kasım, Aklını Başına Devşirme Süreci Olarak Yargılama, sayı 17-18, Günışığı Hukuk Dergisi2. Karahanoğulları, Onur, Kamu Reformu Tartışmalarına Metodolojik Bir Bakış, sayı 2, Hukuk ve Adalet Dergisi3. Gülen, Fikret, “AKP’nin İktidar Olduğu Dönemde Yasama Faali-yetleri (2002-2007)”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, derleme4. a.g.e5. Süzük, Aşkın, Hukukun ArkasındanDolanmak, soL Haber Portalı

Page 6: icabihal sayi 4

6 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Düşünmenin ayırt etmek olduğunu, “sapma”yı görmekle başladığını bili-yoruz. Bilim, sapmalar üzerinden iler-leyerek bize yeni ufuklar açmaktadır. Ayrıntıdadır ve görme kabiliyetine sahip olmak için entelektüel bir birikim gerektirir. Akademi, sanatsal ve bilim-sel düşünce üretiminin kurumsallaştığı yapı olarak tam da burada karşımıza çıkıyor.  Düşüncenin verimli sahasını, akademide etkin ve canlı tutabildiği-miz ölçüde yol alabiliriz. Bu yüzden ki, yaratıcılık ve aykırılıktan yoksun fikirler bizi soru sormaktan alıkoydu. Bugün içinde bulunduğumuz durum, bu çoraklığın bir yansımasıdır. Üni-versitelerimizde anlatılan dersler ve akademisyenlerimizden çıkan ses bir ve aynı şarkıdır. Suskunluğu bölüşmüş gibiler.Peki ne oldu da, üniversiteler, hem özgür düşüncenin hem de geleceğe güvenle bakmanın unutulduğu yerlere dönüştürüldü? Bu soru, yakın tarihimi-zin siyasal tartışmalarına girmeksizin anlaşılamaz. Siyasi iktidarla, düzene karşı eleştirel bir tutum takınan bütün

aydınların verdiği kavga, bu soruda gizlidir. Tarih, iktidara yaslanmayı red-dederek düşünceleri uğruna savaşan isimleri yazdı. Roger Bacon ve Giarda-no Bruno, hep aklımızdadır.

Üniversite ÖzerkliğiDemokrasi, farklı fikirlerin birbiriyle çatıştığı ve yaşama şansı bulabildiği bir düzense; bir toplumda siyasi ikti-darın arzularına karşı çıkabilecek, onu dengede tutabilecek mekanizmalara ihtiyaç vardır. Sendikalar, tekelleşme-miş ve özgür bir medya ağı, denetleyi-ci organlar ve özerk üniversite burada yer alır. İnsan aklını geliştirecek, araş-tırma merakı ve duyarlılığı yaratacak üniversitelerin siyasi iktidarla olan ilişkisi bu açıdan önemlidir. Aksi takdir-de iktidara tâbi bir akademi, akademi olmaktan çıkacaktır.“Üniversite özerkliğinin iki görünümü vardır: Birincisi, hizmetin örgütlen-mesine ilişkin güvencelerdir. Bunlar, kamu tüzel kişiliklerine sahip ve ken-dileri tarafından seçilen organlarca yönetilen fakültelerin ve üniversite-lerin özerkliğidir. İkincisi ise, öğretim üyelerine ilişkin güvencelerdir. Bunlar, onların üniversiteye yarışma sınavıyla

ya da bilimsel değerlendirme ile gir-meleri; meslekte ilerlemelerinin bilim-sel yeteneğe bağlanmış olması, görev güvencesine sahip olmaları, özellikle bilimsel araştırmaları ve yayınları üzerine herhangi bir soruşturma ve kovuşturma yapılamamasıdır.”1

Gerek akademik ifade hürriyetinin varlığı, gerekse öğrencilerin öğrenim görme hakkı; özerk olamayan bir üni-versite sistemi içerisinde tehlikededir. 1982 Anayasası, üniversiteleri YÖK düzeniyle büyük bir kıskacın altında soktuğu gibi, ilgili yasayla da üniver-sitelerdeki özerkliği tırpanlamıştır. Bu anayasayla, ”kamu tüzel kişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip olan” üniver-sitelere, idari özerklik tanınmamıştır. Akademisyenlerin gelecek kaygısı güdeceği bir performans sistemi ve mali sefaletse, bilimsel özerklik kavra-mını kağıt üzerinde bırakmıştır. Siyasi iktidarın bir üniversite hocasını  istedi-ği anda mesleğinden uzaklaştırabilme yetkisi, özerkliğin olmayışına işarettir. YÖK düzeni, bu işlevi görmektedir. Öyle ki, rektörlük seçimlerinde de aynı manzarayla karşılaşıyoruz. Usulen ya-pılan oylamalar, üniversitenin tercihini yansıtmıyor. Sonuçta, YÖK en çok oyu

BİLİM İTAATSİZ OLANA İHTİYAÇ DUYAR*“Peki ne oldu da, üniversi-teler, hem özgür düşünce-nin hem de geleceğe gü-venle bakmanın unutuldu-ğu yerlere dönüştürüldü? Bu soru, yakın tarihimizin siyasal tartışmalarına gir-meksizin anlaşılamaz. Si-yasi iktidarla, düzene karşı eleştirel bir tutum takınan bütün aydınların verdiği kavga, bu soruda gizlidir. Tarih, iktidara yaslanmayı reddederek düşünceleri uğ-runa savaşan isimleri yazdı. Roger Bacon ve Giardano Bruno, hep aklımızdadır.”

GözdE tüRkElİ

Page 7: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 7

alan adayı, sıralamada farklı gösterip cumhurbaşkanı önüne gönderiyor; cumhurbaşkanı da kendi “takdir” yetki-sini kullanıyor.

YÖK’ün İcadı : Hülleci ProfesörlerYÖK düzeninin bir başka icraatı da, şekli atamalarla kademeleri yükselti-len “hülleci profesörler” olmuştur. Bu dönemde kayırılan bazı doçentler, aynı kent içindeki üniversitelere atanarak profesör yapılmışlardır. Bunlar üniver-site tarihine “hülle yoluyla profesör-ler” ya da “hülleci profesörler” olarak geçtiler.2 Bu profesörler, önce aynı kentteki başka bir üniversiteye atan-mış gösteriliyor; sonra bulundukları üniversitedeki odalarından çıkmadan, yine YÖK tarafından kendi üniversite-lerinde görevlendiriliyorlardı . Adam kayırmacılığın müstesna bir örneği olan bu uygulama, o dönemdeki birçok profesörün tepkisine neden olmuştur. Bu uygulamanın hemen ardından ge-çici bir yasa çıkartılarak, üniversitelere kadrosu olmayan pek çok akademis-yen atanmış oldu. İşin vahim yanı, bu hülleci profesörlerden birisi, daha sonra YÖK başkanı olmuştur. Bu isim Kemal Gürüz’dür.3 YÖK döneminde gittikçe yükselen grafiğiyle sırasıyla dekan,rektör,YÖK ve TÜBİTAK başkanı olmuştur.Kabiliyetin aranmadığı ve liyakatsizli-ğin esas alındığı bu süreç, günümüzde de sürmektedir. Görev süresi sona erdiği için yerini yeni YÖK başkanı Prof. Dr.Gökhan Çetinsaya’ya bırakan Yusuf Ziya Özcan da bu anlayışın bir uzantısıdır. Öyleyse şu çok açıktır : Bilimi zapturapt altına alan bu düzeni devam ettirdiği sürece, giden ve gelen önemli değildir. Hepsi, aynı yerdedir. AKP, bu 12 Eylül düzenine teşnedir ve üniversitelerin akademik faaliyetlerini her geçen gün daha da baskı altına almaktadır. Üstelik bugün, bilimin temel alanlarında yapılacak araştırma-lar için kamusal fonlar yerine piyasa mekanizmaları devreye sokulmakta-dır. Buna bir anlamda Kıta Avrupası anlayışından Anglo-Sakson anlayışa

geçmek de diyebiliriz. Karşımızda mikro ölçekli politikalara hapsedilmiş, sponsorlar ağıyla işleyen bir düzen var. Öğrencilerden kariyer planlaması dışında hiçbir konuda bir bakış açısı talep etmedikleri ortadadır.

TÜBA ve TÜBİTAK Nasıl Halledildi?AKP’nin akademik araştırmaları tehdit eden bir diğer icraatı ise, geçtiğimiz aylarda uzun süre tartışılan KHKlar üzerinden oldu. Bu dönemde çıkar-tılan KHKların en önemlilerden biri, Türkiye Bilimler Akademisi(TÜBA) ve TÜBİTAK’ın yapılanması ilişkin olandı. Çıkartılan bu KHK’yla her iki kurum da, bilim insanlarının tercihlerine göre yö-netilemeyecek hale getirildi. 300 üye-den oluşan TÜBA’nın, bundan böyle Akademik Genel Kurulu yalnızca 100 üye seçebilecekti. Kalan 200 üyeyi seçme yetkisi ise Bakanlar Kurulu ve YÖK arasında paylaştırıldı. TÜBİTAK’a olan müdahaleyse, TÜBİTAK Bilim Kurulu’nun başkan seçme yetkisini kaldırmakla yapıldı. Önceden Bilim Kurulu iki başkan adayı belirliyordu ve başbakan bu iki aday arasından birini seçiyordu. Çıkartılan KHK’yla bu alan-daki bütün yetki Bakanlar Kurulu’na geçmiş oldu. Çünkü başkan, müşterek kararnameyle seçilecekti.Özgür bilimsel faaliyeti boğmak anla-mına gelen bu düzenlemenin ardından TÜBA’daki 50’ye yakın bilimadamı görevinden istifa etti.5 Bu bilim insan-ları, kendilerine imkan tanıyan gazete ve kanallarda açıklamalar yaptılar ama hükümetin bu tepkilere yönelik her-hangi bir açıklaması olmadı.Olay kısa süre içerisinde örtbas edildi.O halde, bugün bilimden ve düşünce üretiminden hiç olmadığı kadar korkan bir iktidarla karşı karşıyayız. Sana-yileşmenin yoğun olduğu bir bölge olan Dilovası’nda çevre ve halk sağlığı üzerine araştırmalar yapan bir profe-sörün maruz kaldığı suçlama da bunun kanıtıdır : Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda çalışan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, bu organize sanayi bölgesinin insan sağlığına

yönelik olumsuz etkilerine eğilmişti. Dilovası’nda yaşanan ölümlerin birinci nedeni olarak kanser vakalarını tespit etmişti. Ayrıca annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk kakalarında bazı ağır metaller ve eser elementlere rastlan-dığını raporlamıştı. Üniversitenin bilim-sel araştırma fonundan desteklenerek yürütülen bir çalışmaydı bu. Sağlık Bakanlığı, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nu bu yüzden “halka yanlış bilgi verip, panik ve korkuya neden olmakla” suçladı. Profesöre, bilimsel bulgulara dayanarak yaptığı açıklamanın bedeli ödettirildi ve hakkında soruşturma açıldı.Demek ki üniversitelerde bilimin ya-pılamadığı bir eşiğe geldik. Bilimsel faaliyetin sınırını siyasi iktidarın çiz-diği bir eşik. Artık düşün dünyamızda büyük yarılmalar yok; teknik geliş-meler ve metinlerarası okumalarla yetiniyoruz. Çürüme burada başlıyor. İktidarın gölgesi altında, ancak güncel ihtiyaçlara cevap verecek nitelikte araştırmalar yapılıyor; kalıcı kadroların yerine sözleşme düzeni ikame ediliyor. Böylece “bilimi” sertifikalarla satın alıyor, elimizdeki diplomaların bir yet-kinlik ya da kabiliyet belgesi olmadığı-nı anlıyoruz.17 Aralık 2011

Dipnotlar:*  Theodor W. Adorno1.  İbrahim Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, İmge Kitabevi, Kasım 2002, s.493-4942.  M. Tahir Hatiboğlu, Türkiye Üni-versite Tarihi (1845-1997), Selvi Yayı-nevi, Ankara, 1998, s.1883.  Hatipoğlu, s.3054.  Tülay Arın, “Dünyada ve Türkiye’de Yükseköğretim Sistemleri ve Diploma Sistemleri”, Bilim,Bilim Po-litikası ve Üniversiteler (der.),  Bağlam Yayınları, Ekim 1997, s.675.  http://www.gazetecileronline.com/newsdetails/4001-/Gazete-cilerOnline/bilim-dunyasinda-khk-depremi-tuba-coktu

Page 8: icabihal sayi 4

8 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

ORTA DOĞU’DAKİ DENGELER VE TÜRKİYE

EzGİNUR şAhİN

‘Mahallenin delikanlısı’ olma sözü çokça zamandır Türkiye’nin içinde bulunduğu politik durumu anlat-mak için manidar. Bir taraftan Orta Doğu’da gelişen emperyal siyasette, AKP hükümetinin ve Türkiye burju-vazisinin pastadan kendi rızkını alma derdi  diğer taraftan ise mahallenin ağbilerinin canını sıkmamak için kayda değer bir dalkavukluk gösterme ça-bası, kimsenin ‘one minute’ demeden geçemeyeceği bir tablo karşımıza çıkarmakta. Bu, Gül ‘ün dediği gibi, zo-raki bir liderlik olmaktan çok kendine biçilen politikayı en kusursuz şekilde yerine getirebilme hevesi olsa gerek.Osmanlı’nın mirasına sahip çıkan bu millliyetçi-muhafazakar cephe; cet-lerinin çizdiği dünyaya hakim olma düşüncesini günümüze uyarlayarak, bu tür bir fikrin her zaman geçerli olabileceğine inananarak hareket etti. Böylece Amerika’nın Orta Doğu’da yürüttüğü sömürgeci siyasette pa-razit olma görevini üstlenip Arap Baharı’nın en önde destekleyicisi ve Esad rejiminin ise düşmanı oldu. İsrail’in Mavi Marmara gemisine  sal-dırmasından sonra da AKP, kendine iç ve dış siyasette puan kazandıracağını düşündüğü hamleler yapmaya başla-dı. Bu hamleler, iç siyasetteki şoven tavrı körüklese de dışta  hem İran’la hem de Hamas’la olan yakınlaşma

durumu değiştirdi ve iktidarın İsrail’le  olan restleşmesine ABD’nin göz yum-ması halini bertaraf etti. Amerika, des-teğini çekebileceğini hissettirince de Türkiye’nin bölgesel güç olma hayali yok oldu. Ne var ki gururu örselenmiş olan AKP iktidarı durumu toparlamak adına Türkiye’nin kimseye boyun eğ-meyeceğini ifade etti ve hatta abartıp İsrail’e diz çöktürdüklerini söyledi. Ancak bu dağılan imajı toparlamak için kendilerini Arap rüzgarına bırakmaları en iyi seçenekti...

Arap Baharı Ve Orta Doğu YalanlarıTunus’ta bir gencin, işsiz olduğu için  kendini yakmasıyla başlayan olayların ardından Mısır ve Libya’ya sirayet etmiş ve tüm Arap coğrafyasını dalga gibi saran bir etki yaratmıştı. Tunus’ta-ki eylem diğer ülkelere göre daha doğaçlama ve düzensiz olarak gelişse de, Mısır’daki Hüsnü Mübarek rejiminin yıkılması uzun süredir ülkede var olan ekonomik çöküşle beraber kaçınılmaz hale gelmişti. ABD ise gelişmelere ka-yıtsız kalmamış ve eylemin sonuçlan-ması için gereken hassasiyeti göster-mişti. Mübarek’in devrilmesinden son-ra yönetimi üstlenen ordunun yüksek kademelerinde bulunan generallerin ABD ile yakın ilişkili içinde olduğu ise saklanılmayan bir gerçek.Devam eden süreçte ise silah ihtiya-cını Batı’dan karşılayan Libyalı mu-halifler Kaddafi’ye karşı ayaklandılar. BM tarafından gerçekleştirilen ve binlerce sivil kayba yol açan havadan

müdahale sonucu iktidar fiilen düştü; ancak bununla yetinilmedi ve Kaddafi insanlık dışı bir şekilde dünya kamuo-yu önünde katledildi. Dış müdahaleyi gerekli kılan nedenlere bakacak olur-sak, Libya’nın bilinen petrol ve gaz re-zervi 46.6 milyon varil. Bunula birlikte, Libya’nın Atlantikçi güçlerle Avrasyacı güçler arasındaki mücadelenin cephe-si haline geldiği anlaşılıyor. Libya, Çin petrol tüketiminin %3’ünü karşılıyor ve Çin, Libya’nın Asya’daki en büyük müşterisi. Ayrıca Çin’in, Libya’da rejim devrilmeden önce 75 şirketi ve 36 bin çalışanı olduğu biliniyor. Rusya’nın da Gazprom ve Dofnet gibi şirketlerinin Libya’da çok büyük yatırımları bulunu-yor.(1) Amerika ve Avrupa ekonomisi bu kadar sıkışmış ve kriz her an kapı-dayken Libya gibi kaynakları bol bir ülkenin kendi ellerine geçmesi bu-lunmaz bir fırsat olsa gerek. Yaşanan bu pazar kavgası sonucu hem Orta Doğu’daki Amerika projesi hız kazandı hem de Batı’yla tam uyumlu ülke eko-nomileri ortaya çıktı     Arap Baharı’nın en önemli sonuç-larından biri de, yönetimi değişen ülkelerdeki siyasal islamcılıktır. Böl-gede ise bu misyonu hakkıyla yerine getiren bir Türkiye mevcut. Müslü-man dünyanın sözde yeni kahramanı Erdoğan, bir taraftan Batı yanlısı görüntüsü bir taraftan da yürüttüğü ılımlı islam siyasetiyle, Türkiye’nin bölgede örnek teşkil ettiğini her açıklamasında dile getirdi. Zamanında Başbakan’ın “Nato’nun Libya’da ne

Bir taraftan Orta Doğu’da gelişen emperyal siyasette AKP hükümetinin ve Türkiye burjuvazisinin pastadan kendi rızkını alma derdi, diğer taraftan ise mahallenin ağbilerinin canını sıkmamak için kayda değer bir dalkavukluk gösterme çabası, kimsenin ‘one minute’ demeden geçemeyeceği bir tablo karşımıza çıkarmakta.

Page 9: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 9

işi var?” açıklaması, Bingazi’yi ziyaret eden Davutoğlu’nun ise “Nato’nun ülke güvenliği için Libya’da kalacağını söylemesi”(2) sağlanmaya çalışılan uyumun utanmaz söylemleridir.                                                                                                                                   

Yeni Düşman Suriye                                                                          İsyan hareketinin kendini gösterdiği bir diğer ülke ise Suriye. Suriye’nin uzun süredir Amerika ve İsrail’le olan restleşmesinin sonucunun ülkedeki ayaklanma olarak kendini göstermesi şaşırtıcı değil. Suriye’deki iç siyasetin farklı işlemesi, komşusu İran’ın aynı zamanda müttefiki olması, Rusya’nın ise Esad rejimine destek vermesiyle beraber burada ortaya çıkan durum yeni bir soğuk savaş arifesi şeklini aldı. Amerika ve İran arasında yaşanan karşılıklı savaş tehditleri yıllardır karşı-mızda. Aynı zamanda İsrail medyasın-da çokça yer alan İsrail’in İran nükleer santraline yönelik bir saldırı düzenlen-mesi hazırlığı bölgedeki savaş denge-lerini açıklıyor. Esad rejiminin yıkılması demek hem Baas rejiminin tasfiyesi hem de nüfusu çoğunlukta olan Şii’le-rin etkisinin kırılması anlamına geliyor. Bu ise Batı’nın bölgede tam hakimiyet kurması demek.İşte tüm bu siyasi çekişmelerin ara-sında Erdoğan’ın “Libya için iştahı kabaranlar Suriye için sessiz kalmak-tadır.” açıklaması savaş çığırtkanlığının ne boyutta olduğunun anlaşılması için iyi bir örnek. Yaklaşık bir sene önceye kadar vizelerin kaldırıldığı, ortak Bakanlar Kurulu toplantılarının

yapıldığı Türkiye-Suriye ilişkisi bugün; Türkiye’nin muhaliflere açık politik destek verdiği, para transferi ve kredi ilişkilerinin durdurulduğu, enerji gibi stratejik önemi olan konuların ise askıya alındığı bir hal aldı. Sınırda yığılan muhaliflerin varlığı ve bunlara Türkiye’nin kucak açması ise bir diğer gelişme…Türkiye’nin bir ara ekseninin kaydığını düşünenler, savaştan pay kapmak için can atan AKP’yi görünce, bu çekirge sürüsünün asla Batı’yla olan ilişkilerini bozmayacağını anlamış-lardır. NATO’nun ileri karakolu olan Türkiye, olası bir savaş ihtimaline karşı Malatya’da kurulacak olan füze kalkanı anlaşmasını da sessiz sedasız imzaladı. Kürecik’e yerleştirilecek olan radarın bir ünitesi de ABD-İsrail arasında 2008’de varılmış ikili anlaş-ma gereği İsrail topraklarına çoktan yerleştirildi. Bunun anlamı, Türkiye’ye yerleştirilecek olan füze kalkanın ilk işlevi Rusya’nın olası bir İsrail saldırı-sına karşı daha erken harekete geçe-bilmek ki bu da İsrail’le olan ilişkilerin üstü kapalı bir şekilde devam ettiğini göstermekte, ikinci olarak da İran’ın Amerika’ya karşı müdahalesini önle-mek şeklindedir. İran’ın önceki günler-de yaptığı açıklama ise tehdit durumu olduğu takdirde ilk hedeflerinin Tür-kiye’deki füze kalkanı olacağı tampon bölge iddialarına dair ipuçları verebilir. Ayrıca son YAŞ kararlarından çıkan harbe hazırlık durumunu da buraya eklemekte fayda var.

Savaş Naraları!Anlaşılıyor ki, hem Türkiye’yi hem de Orta Doğu’yu çalkantılı günler bekli-yor. Krizle boğuşan Batı dünyası ve Amerika ekonomileri kendilerine yeni bir kaynak oluşturmak adına tekrar savaş hazırlıkları yapmaya başladı. Türkiye ise tüm bu gelişmelerin tam ortasında duruyor ve savaş için safını belli etmiş durumda. AKP iktidarı iç siyasetteki kozlarını tüketmeye baş-ladığından dışarıda daha büyük ham-leler yapmaya başladı. Bölgenin abisi olma fikrinin gerçek anlamda vücut bulması iktidarın geleceği için çok önemli. Ancak bu fantezinin hayata geçirilmesi baya zorlu bir süreç. Arap Birliği’nin koşullu desteğine rağmen Müslüman Kardeşlerin “Orta Doğu’nun Türkiye’nin abiliğine ihtiyacı olmadığı-nı” söylemesi ve Rusya, Çin ve İran’ın bu planlara karşı önlemler almaya başlaması, AKP için işlerin hiç de kolay olmadığının göstergesi. AKP büyük oynuyor; ancak bu oyunun sonuçları-nın ne denli riskli olacağının   farkında. İçeride ve dışarıdaki her sorunu kendi sorunu olarak gördüğünü söyleyen iktidar için, dış siyasetteki olası bir tökezlemenin içte yaratacağı etki de bambaşka olacaktır.

Dipnotlar:1. Fatih Yaşlı,06.09.2011 tarihli sol.Haber Portalı yazısı2. Kadri Gürsel , 26.09.2011 tarihli Milliyet yazısı

Page 10: icabihal sayi 4

10 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

BENİM ÜNİVERSİTELERİM

Şimdiye Kadar Yapılan Neydi?İcab-ı Hal’in dördüncü sayısının makale başlıklarının belirlendiği yazı kurulun-da gençliğin, özellikle de üniversite gençliğinin, getirildiği durum hakkında bir yazı yazmam kararını aldık. İşimin ilk bakışta kolay olduğu düşünülebi-lir; bu konuda sayısız makale, kitap vs. yazılmıştır sonuçta. Abdülhamit’ e baş kaldırıp sürgüne gönderilen öğrencilerden başlar, 1960 sürecine giden öğrenci tepkiselliğinden ve 68 kuşağından alıntılar yapar, 90’lı yılların üniversite gençliğinin dinamikliğinden de dem vurup yazımla övünebilirdim. Unutmadan bu günün gençliğine de “8 saat Facebook başındasınız, kariye-ristsiniz” gibi şeyler söyler ve huzura kavuşurdum. Fakat mesele “biz zama-nında ne devrimciydik” ile başlayan cümleler silsilesiyle çözüme kavuşacak gibi görünmüyor. Bu modası geçmiş, anlamını yitirmiş, umutsuzluk saçan tavrın memleketimizin aydınlarından, yazarlarından uzak olması dileğiyle…Memleketlerimizden büyük bir heye-canla çıkıp üniversitemize ilk adımları attığımız dönemde, üniversite dendi-ğinde akla gelen İ.Ü. Merkez Bina ana kapısından ilk girişimizde hepimizin aklında başka hayaller vardı. Kimimiz mesleğimizde en iyilerden olmayı ha-yal ediyorduk, kimimiz çok kazanmayı, kimimiz kendimizi geliştirmeyi, kimi-miz de ülkemizde dönüşüm istiyorduk. Hepimiz üniversiteye beklentilerimizi karşılamak için gelmiştik; fakat üniver-sitenin bizden beklediklerini karşıla-maktan bize hiç sıra gelmedi.Her dönem harç parasını denkleştir-mek için çaba sarf ettik, bu üç kuruşu biriktirmek için inşaatlarda çalışan ve hayatını kaybeden arkadaşlarımıza göz yumduk. Yemekhanemiz özelleş-tirildi, işçileri işten atıldı, kalitesiz ye-mek yedik; ama pes etmedik yine göz yumduk. Protesto haklarını kullanan arkadaşlarımıza cezalar yağdı, hapis-lere atıldılar; dönüp bakmadık yalnızca sustuk. Sistemin sevdiği, istediği öğrenci olduk; ses etmedik, kabullen-dik, yolumuzu bulmaya koyulduk. Ve üniversite bitti, dört yılımızı tamam-lamaktan bahsetmiyorum, sadece oyuncak olduk.

Kaybedilmiş MevziilerBugün üniversiteler bilimin üretildiği kurumlar olmaktan çok sistemin ka-bullenildiği oyuncaklar halini aldı. Me-kanizmanın işlerliğini sürdürebilmesi için adam üretilmesi gerekiyordu ve üniversiteler bugün bu ihtiyacı karşılar oldu. Age of Empires diye bir oyun vardır bilenler bilir; fareye (mouse) tıkladığın sayıca adam, daha doğrusu makine, üretir savaşa sokar, tarlaya sürer, madene sokar para kazanırsın. Biz o oyunda üretilen yapma insanlar olduk.Okumak denilince hukuk kitapları, yaz-mak denilince derste tutulan notlar, tartışmak denilince sınavlardan sonra arkadaşlarla sorulara verilen cevap-ların konuşulması, üretmek denilince ödev yapmak, gelişmek denilince kariyer günlerine katılıp sertifikalar biriktirmek aklımıza  gelir oldu. Akademisyenlerimize de değinmeden geçemeyeceğim. Akademiyi saran pro-jecilik, akademi ile öğrenci arasındaki bağı kopardı. Kürsü başkanının ağzına bakan, tepki göstermeyen, aldığı ve hazırladığı projeleri alacaklarının teminatı olarak pazarlayan bir akade-misyen profili ortaya çıktı. Ders çıkışla-rında dersin hocasını bir hilal şeklinde sararak, odasına kadar kuyruk gibi yapışan öğrencilerin “başarılı” olarak adlandırıldığı bir üniversitenin akade-misi de zaten daha farklı olamazdı.O zaman alt başlıktan bir sonuç çıkar-talım. Doğru tezlerle yola çıkabilmek için yapılması gereken ilk şeyi yapalım. “Ne bitmiştir? sorusuna cevap verecek cesarette olalım.1)Üniversite bu haliyle bilim üretilen bir kurumdan daha çok bir tekke-ye benzemektedir.2)Öğrenciler mekanikleşmiş ve hisleri-ni kaybetmiştir.3)Üniversite öğrencisi (okumuş insan) artık emekçi halkın yanında değil sır-tındadır.4)Akademisyenler korkularına esir düşmüş, ağızlarını açamaz olmuşlardır.Gelinen NoktaVe üniversite bitti. Üniversiteye bilim uğramaz oldu; fakültenin tuvaletlerin-de abdest alan adamlar, amfilerde sol-cu öğrencilerin afiş asmasına laf eden hocaya şakşakçılık eden şaklabanlar türedi. Üniversite içinde akıldan, vic-dandan, onurdan eser kalmadı. “Çıkar”

her şeyin önüne geçti.Ve üniversite bitti. Üniversite öğrenci-leri hapsedildi. Sadece hapishanelere değil yurtlara, cemaatlere, barlara, kafelere, kariyer günü etkinliklerine de hapsedildi. Kütüphaneler, ders çalışma salonlarına çevrildi. Hukuk fakülte-sinde çok kulüp kuruldu; ama etkinlik yapabilmesi için az kulübe izin verildi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; ama gençlikte meydana gelen çürümeyi anlatmaya yeteceğini sanmıyorum. Gençliğin “özgür bırakılmasının” tele-fon operatörleri tarafından bilmem kaç dakika hediye verilerek sağlanacağını düşünen bir akıldan bahsediyorum. Özür dileyerek devam ediyorum, hamburger dükkanlarının yaptığı kam-panyaları unutmuşum. Ye, iç, telefonla konuş, gez, eğlen, keyfine bak, Cuma sohbetlerine katıl, şükret, tepki verme, şükret, tepki verme, şükret…Gelinecek Nokta“Düşmandan korku, ona duyulan nefreti azaltır” demiş Dostoyevski, yaşadığımız tam budur. Emperyalizmin insanı olduk.  Korkularına yenilen bir insan, bir gençlik ne işe yarar ki? İn-sanların, üniversitelilerin korkularına yön vererek onları yönetiyorlar. İddia-name, polis, Hopa, soruşturma desem yeterli olur diye düşünüyorum. Tüyle-rimizi ürpertmeye yetiyor biliyorum. Burada çok bilinen ama meselenin içinden bir örnek vermek gerektiğini düşünüyorum. Kafka’nın böcekleşen karakteri Gregor. Emperyalizmin insa-nını orada görüyoruz. Patron korkusu, işsizlik korkusu, dışlanma korkusu, gelecek korkusu ve sonuçböcekleş-me, ölüme giden yola girme. Ve ölüyor Gregor, böcekleşen insanlara sonlarını gösterir gibi, bir böcek gibi sürüne sürüne ölüyor.Ve üniversite bitti dedik. Ama son sözümüzü daha söylemedik. Yenisi-ni kurarız demedik. Güç topluyoruz demedik. Her zaman olduğundan daha fazla mücadeleyi sahipleniyoruz demedik. Biz bir yere kaçmadık öfke biriktiriyoruz demedik. O öfke ki bizi her gün bir parça daha geliştirirken, bir parça daha da “ insan”a yaklaştırıyor.Ya insan gibi yaşayacağız ya da insan olma yolunda ömür tüketeceğiz. İlki olsa çok güzel olur; ama böcekleşmek-tense ikincisinin de başımızın üstünde yeri var. İcab-ı Hal budur.

oNUR GüNEş

Page 11: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 11

Bugün emperyalizmin kıskacındaki dünyada; baskılar, kötü yaşam koşul-ları, işsizlik, özgürlüklerin kısıtlanması, yoksulluk gibi pek çok sorun kendini gösteriyor. Özellikle Arap Dünyası’nda bu sorunların ve buna paralel olarak huzursuzlukların gün geçtikçe artması halkların iktidarlara yönelik talepleri-nin şekillenmeye başlamasını sağladı: Özgürlük ve daha iyi yaşam koşulları. Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin ken-dini yakmasıyla başlayan ve tüm Arap dünyasına yayılan protestolar aynı ta-leplerle devam edebildi ve sonucunda Arap halkları özgürlüğüne kavuşabildi mi yoksa bu hareket başka bir yöne mi evrildi? Arap Baharı’nda bir umut aranadursun Arap halklarının çektiği yoksulluğun, yaşadıkları acımasız düzenin esas sorumluları -başta ABD olmak üzere batı emperyalizmi- patlak veren bu kargaşanın içinde Arap Dünyası’nın siyasi şeklini kendi çıkarları doğrultu-sunda yeniden çizmeye başlamışlardı. Yeni düzenin ihtiyacı, sisteme daha iyi entegre olmuş ancak islami gericiliği de halka dayatan siyasi aktörlerdi. Bir yandan bugüne dek piyon rolünün ötesine geçememiş mevcut iktidarlara karşı halkın öfkesi kışkırtılırken bir yandan da emperyalizm kendine yeni piyonlar seçiyordu. Kamuoyuna karşı

düzen medyası aracılığıyla küçük bir alev topuyken bir volkan patlaması gibi gösterilen isyanlarla bölgede ya-ratılmak istenen dönüşüme mazeretler bulunmaya çalışıyordu. Bu mazeretler özellikle Birleşmiş Milletler ve NATO tarafından, yaptıkları hukuksuzlukları gizlemek adına kullanıldı.Arap Baharı’nın perde arkasını ve vardığı noktayı doğru anlamak için bu süreci daha yakından inceleyelim...18 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan protestolar daha sonra başta Mısır, Yemen, Cezayir, Ürdün ve Libya olmak üzere tüm Arap Yarımadası’na sıçradı. Kuveyt, Ürdün, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Bahreyn, Fas ve Sudan’da hükümetlerde çeşitli reformlar ya-pılması, istifalar ve halka bazı siyasi veya ekonomik haklar tanınması bu protestoların bir kazanımı ya da verilen ödünler olarak görülebilir. Ancak Arap Baharı denince asıl akla gelmesi gereken ülkeler Tunus, Mısır , Suriye ve Libya’ydı. İsyanlardan önce Tunus’a bakıldığında görüntüde çok partili demokratik bir rejim; ancak bunun arkasında iktidarı destekleyen uysal göstermelik bir muhalefet, sü-rekli artan işsizlik ve faşizan bir polis devleti mevcuttu. Yirmi üç yaşında işsiz üniversite mezunu bir genç olan Muhammed Buazizi’nin seyyar satıcılık yaptığı için tezgahına zabıta tarafın-dan el konulması ve bunun sonucunda kendini yakması halkın isyanını tetik-leyen olay oldu. Pek çok ilerici ve sos-

yalist karakterli örgütün ve gençliğin başını çektiği protestolar hükümetin devrilmesiyle sonuçlandı. Ancak siyasi bir liderden yoksun ve örgütsüz olan bu hareket yeni kurulan hükümette düzen partilerinin yer almasını önleye-medi. İleride Tunus’ta ne olur bilinmez ancak bugün toplumsal ayaklanmanın kurulu düzeni değiştirmekte yetersiz kaldığı devlet başkanı olarak seçilen Moncef Marzouki’ye bakıldığında bile anlaşılmaktadır. ABD destekli bir sivil toplum aktivistinin devlet başkanı ola-rak seçildiği bir ülkede devrim olduğu iddia edilebilir mi? Tunus’taki eski Bin Ali rejimi tamamen yabancı destekli bir burjuva rejimiydi. Bugün Tunus’a tekrar bakıldığında bu tablonun değiş-mediği ABD ve AB tarafından destek-lenen ve kontrol edilen egemen sınıfın yeni yüzlerle aynı sistemi devam ettir-meye çalıştığı görülüyor.Mısır’da gün geçtikçe artan sınıfsal uçurum, düşürülen hayat standartları, azalan maaşlar, yoksulluk, işsizlik sonunda Tahrir Meydanı’nda öfkeli bir kalabalığın toplanmasına neden oldu. Cumhurbaşkanı Mübarek’in ve hükü-metin istifası dışında net bir siyasi talebi ve sınıfsal bir karakteri olmayan bu isyan, Mübarek’in istifasıyla talep-lerini elde etmiş olsa da sonuç büyük bir hayal kırıklığının ötesine geçemedi. Alabildiğine yoksul, çaresiz ve örgüt-süz Mısır halkı, canını dişine takarak karşısına dikildiği kanlı düzenin baş sorumlularından ABD emperyalizmi-

ARAP BAHARI VE HAPSEDİLEN ÖZGÜRLÜK

NATO’nun Libya’ya mü-

dahalesinin kamuoyunda

gösteriliş şeklini bir kena-

ra bırakıp olayın hukusal

boyutunu incelediğimiz-

de ortaya bambaşka ve

daha korkunç bir tablo

çıkıyor.

Page 12: icabihal sayi 4

12 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

ne yönelik bir tepki üretemedi ve ilk fırsatta ABD ile pazarlık masasına oturmaktan çekinmeyen Müslüman Kardeşler’in başını çektiği “yeni” bir düzene mahkûm oldu. Müslüman Kardeşler’in eskiden beri ABD’yle ilişkileri olduğu bilinmekteydi. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak Mısır da yaşanan sözde devrim sonrası yeni düzenin liberal ekseninde yerini aldı. Yeni rejimin eskiyi aratmayan karakterine bakıldığında Mübarek’in yargılanması bile beklenmedik bir gelişmeydi. Müslüman Kardeşler’in uyguladığı Mübarek dönemini aratma-yan yasalar, daha da kısıtlanan insan hakları, açıkça şeriata yaklaşma halkın elinden devrimin nasıl çalındığını gös-teriyor.(1)Arap Baharı’ndan bahsediyorken üzerinde en çok durulması gereken konu Libya’da neler olduğudur. Mu-haliflerin protestolarıyla başlayan ve Kaddafi’nin devrilip ülkede şeriatın ilan edilmesine kadar gelen süreci dik-katli okumak gerekiyor. Emperyalizm tüm Arap Dünyası’nı yeniden şekillen-diriyorken elbette petrol kaynaklarının yoğun olduğu Libya bunun dışında kalamazdı. Arap liderlerinden kendine “uyum” gösterenlerin kaldığı, diğerleri-nin halkın bir isteği olarak gösterilerek devrildiği ve yenileriyle değiştirildiği bir sürece tanık olduk. Son zamanlarda ABD’ye “uyumsuz” tavırlarıyla bilinen Kaddafi liderlik koltuğunda miadını doldurmuş isimlerden biriydi. Libya’da emperyalist destekli protestolarla baş-layan olaylar muhaliflerin şehirleri ele geçirmesiyle devam etti. Peki kimdi bu muhalifler? Ekim 2011’de Kaddafi muhaliflerce yakalanıp vahşice, sokak ortasında linç edilerek öldürüldü ve Kaddafi’nin kıyımlarından lanetlerle bahsedenler bu insanlığa sığmaz cina-yeti bir şölen havasında kutladı. Bütün bunların ardından Kaddafi’nin cesedi bir soğuk hava deposunda tutularak insanlar yanında fotoğraf çektirdi. Tüm bu insanın kanını donduran olay-lar bu “devrim”in arkasındaki muhalif güçlerin gerçekte kimler olduğuna yönelik soruyu bir kez daha gündeme getirdi.Geçtiğimiz günlerde Libya’nın geçici lideri Mustafa Abdülcelil, Ulusal Ge-çiş Konseyi’nin (NTC) vermiş olduğu tüm mücadelelerde Katar’ın önemli bir müttefik olduğunu söyledi. Katar Genelkurmay Başkanı Hamad bin Ali el-Atiya da, yüzlerce Katar askerinin Libyalı muhaliflere katılarak destek verdiğini açıkladı ve “Biz muhalifler

ile NATO güçleri arasındaki halka gibi hareket ettik.” demekten çekinmedi. Libya’da batılı güçlerin özel harekât birliklerinin karada savaştıkları, görün-tülü olarak da kanıtlandı. Bu görün-tüler Birleşmiş Milletler’in yaptığı bir hukuksuzluğu daha ortaya çıkarmış oldu: BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 no’lu kararının Libya’ya kara hareka-tı için asker çıkarılmasını kesinlikle reddetmesi ve amacını sadece “hava sahasını kontrol etmek ve sivilleri korumak” olarak belirlemesine karşın İngiliz ve Fransız komandoları Libya’da muhaliflere destek veriyordu. Tabii bu noktada muhaliflere sağlanan silah yardımını da unutmamak gerekir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla ABD, Fransa ve İngiltere önderliğinde Libya’ya 18 Mart 2011 günü saldırı başlatıldı. Bu kuvvet kullanımını meşru kılmak için Kaddafi emrindeki güçlerce halka -muhaliflere- baskı ve şiddet uygulandığı bu neden-le insani müdahalenin zorunluluğu öne sürüldü. Düzen medyası üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi. Kamuoyunu bu hukuktan yoksun işgale ikna edebilmek adına verilen haberler tümüyle muhaliflere yapılan baskılara ve kıyımlara ilişkindi; fakat bu arada muhalifler tarafından ülkede siyahî Libyalılara yönelik neredeyse bir soykırım yapıldığını ya da ülkenin NATO’ya bağlı birlikler tarafından bom-balandığını haber yapmak neredeyse hiç bir gazetecinin ilgisini çekmedi. Muhaliflerin işlediği cinayetler ve insanlık suçları Kaddafi birliklerinin üstüne yıkıldı. Bu haberlerin hiçbirin-de muhaliflerin kimler olduğu, halkın gerçekte kimin yanında yer aldığı gösterilmiyordu.Kaddafi’nin devrilip yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte ilk iş olarak Ulu-sal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil, şeriat devletini ilan etti, Libya yasalarının şeriat yasalarını temel alacağını açıkladı. Abdülcelil’in ilk icraatı, tam bir yıkıma uğramış olan ülkede her şeyden önce çok eşliliği ya-saklayan kanunu kaldırmak oldu. Yani özgürlük adına başlayan hareket, so-nunda kadının bütün özgürlüğünü ve saygıdeğerliğini elinden aldı. Bununla birlikte faizin de yasaklanacağını ve bankacılık sisteminin İslamcı model olan “katılım bankacılığı” temeline oturtulacağını açıkladı. Bu durum bazı Batılı gazetelerin “batı kapitalizmiyle daha fazla entegre olacağı” umulan Libya’da, bu beklentinin boşa çıkabi-

leceği şeklinde yorumlara neden olsa da “korkulan” olmadı. Bugün Libya’da faiz uygulamasının yalnızca ismi de-ğiştirilerek devam ettirildiği biliniyor. Libya’nın muhtemelen örnek alacağı Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerinde de bu sistem hakim ve bu ülkeler Batı’ya oldukça entegre olmuş durumda.(2)NATO’nun Libya’ya müdahalesinin kamuoyunda gösteriliş şeklini bir ke-nara bırakıp olayın hukusal boyutunu incelediğimizde ortaya bambaşka ve daha korkunç bir tablo çıkıyor. BM’nin amaçlarını açıklayan madde 1/1’de de uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması ilk amaç olarak sayılmıştır. Bu amaçları gerçekleştirmede geçerli ilkeler de madde 2’de belirlenmiştir. Madde 2/3 üye devletlerin anlaşmaz-lıklarını, uluslararası güvenliği, adaleti ve barışı tehlikeye sokmadan, barış yolu ile çözeceklerini belirtmiştir.Hatta BM sistemi kuvvet kullanımını açıkça yasaklamıştır. Madde 2/4 şöyle demektedir: “Tüm üyeler, uluslara-rası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, ge-rek Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”(3)Birleşmiş Milletler Antlaşması’na göre bu kuvvet kullanımının istisnai iki du-rumu vardır: Meşru müdafaa ve ulusla-rarası barış ve güvenliği korumak. Lib-ya örneğine bakıldığında uluslararası barışı tehlikeye sokan hiçbir durum görülmemektedir ve aynı maddenin 7. fıkrasında “İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletlere, herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermez.” hükümleri de yer almaktadır. BM Ant-laşmasının maddelerine bakıldığında ve Milletlerarası Hukuk’ta genel kabul insani müdahalenin gerektiği durum-larda bu müdahale için barışçıl yollar aranması ve kuvvet kullanımına baş-vurmadan zorlayıcı önlemler alınması-nın esas olduğu yönündedir. Ancak BM Güvenlik Konseyi onaylı Libya müda-halesiyle BM’nin sorunların “barışçıl” çözümüne ilişkin anlaşma maddeleri bir kez daha işlevini yitirmiş oldu.Kuzey Atlantik Antlaşmasının 5. ve 6. maddelerine bakıldığında ise NATO’nun görev yeri ve sınırlarının Libya müdahalesiyle nasıl göz ardı edildiği görülüyor. Madde 5: “Taraflar, Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da

Page 13: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 13

içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasası’nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerler ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraf-lara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır.” Ancak burada madde 6’da silahlı kuvvet kullanımını gerek-tirecek durumlara getirilen sınırlama önemlidir. Madde 6: “Taraflardan bir ya da daha çoğuna karş silahlı saldın, aşağıdakileri de kapsar: 1- Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika’daki topraklarına Fransa’nın Cezayir Böl-gesine Türkiye topraklarına veya Ta-raflardan herhangi birinin egemenliği altında olan ve Yengeç Dönencesi’nin kuzeyinde yer alan adalara yapılan silahlı saldırı; 2- Bu topraklarda ya da bu toprakların üzerindeki hava sa-hasında bulunan ya da Antlaşma’nın yürürlüğe girdiği tarihte Taraflardan herhangi birinin işgal kuvvetlerinin üslerinin bulunduğu herhangi bir Av-rupa toprağında veya Akdeniz’de, ya da Yengeç Dönencesi’nin kuzeyindeki Kuzey Atlantik bölgesinde bulunan Tarafların herhangi birine ait kuvvet-lere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldırı.” 6. Maddeden anlaşıldığı gibi NATO’nun görev bölgesi yengeç dönencesinin kuzeyinde kalan Kuzey Atlantik ülkeleridir. Bu ülkelerden

birine ya da birkaçına yönelik bir sal-dırı gerçekleşmediği sürece sınırları dışında silahlı kuvvet kullanımına başvuramaz. Bütün bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi NATO’nun Libya’ya mü-dahale etmek için hiçbir meşru sebebi bulunmamaktadır.Devletlerarası Hukuk’ta müdahale müessesesinin doğru kullanılması amacıyla müdahale kriterleri belir-lenmiştir. Bu kriterlerin belki de en önemlisi müdahalenin öncelikli olarak müdahale edenin çıkarlarına hizmet etmemesidir.(4) Libya müdahalesini müteakiben yaşanan gelişmeler kim-lerin çıkarlarını bu sayede güvenceye aldığını gözler önüne seriyor. ABD’nin Afrika Komutanlığı’nın komutanı Car-ter Ham tarafından yapılan açıklamaya göre, ABD Libya’nın ulusal bir ordu oluşturma sürecinde ülkeye yardımda bulunacak. USA Today gazetesinde verdiği röportajda, Libyalı subayları ABD’de eğitmek istediklerini söyleyen Ham, Libya ordusuna teçhizat satabi-leceklerini ve eğitim verebileceklerini belirtti. Ayrıca Libya’nın, ülkeyi her anlamda geriye götüreceği tahmin edilen ve Kaddafi’nin linç edilmesinin hemen ardından şeriatı da kullanıma sokan yeni yönetimi, şimdi de ABD’ye olan borcunu ödemeye hazırlanmak-ta. ABD başta olmak üzere NATO şemsiyesiyle yapılan emperyalist müdahalenin diğer ortakları da, ABD kadar cüretli olmasa bile, saldırının masraflarının “özgürleşmiş” Libya tarafından karşılanması taleplerini dile getirmeye başladı. İngiltere ile Fransa’nın, Libya pastasından öncelikli payın kendilerine verilmesi gerektiği

yönündeki açıklamalarıyla, yeni türde bir savaş tazminatı olgusu dünya si-yasetine tanıtılıyor. İngiltere’nin Libya ganimeti, yeniden inşa sözleşmeleri dışında petrolü de içeriyor. İngiliz petrol tekeli BP’nin Libya Ulusal Geçiş Konseyi ile görüşmelere devam ettiği de biliniyor. Aralarında Total, Tecnip, GDF Suez Exploration et Production gibi 11 petrol ve doğalgaz şirketinin de bulunduğu, enerji, ulaştırma, tarım, telekomünikasyon, güvenlik, şehircilik sektörlerinden 80 Fransız şirketi tem-silcisinden oluşan dev bir heyet, iki hafta önce Libya’daydı. Fransız heyeti, UGK yöneticileri ile iş anlaşmaları bağ-lamak üzere temaslarda bulundu.(5)Sonuç olarak Arap dünyasında yaşa-nan bütün bu değişimlere bakıldığında görülen; halkın, talepleri karşılığında herhangi bir sonuca ulaşamamış ol-duğu ve kaos halinin emperyalizmin isine yaradığıdır. Dış güçler tarafından bölgeye yapılan müdahaleler ve özel-likle Libya’ya yapılan askeri harekat ise Birleşmiş Milletler’in dünya barışı-na değil egemen güçler e hizmet eden bir kuruluş olduğunu tekrardan gözler önüne sermiştir. Arap Baharı’ndan çı-karılacak en önemli sonuç ise güçlü bir sol öznesi ve öncüsü olmayan kendili-ğinden bir halk hareketinin, taleplerini sonuna kadar götüremeyeceği ve bu taleplerin egemenlerin elinde şekille-nip halka karşı doğrultulacağıdır. Baskı ve yoksulluğa karşı başlatılan hareket ideolojiden yoksun bir biçimde devam ettiği için emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirmesine ve elini güçlendirmesine engel olamamıştır. Yoksulluk ve baskı ise eskisinden daha da derin bir biçimde hissedilecektir. Bölgeye üşüşen büyük şirketler –tekel-ler- ve Libya’da şeriatın ilanı bunun en büyük göstergesidir.

KAYNAKÇA:1.   http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/devrimi-calinan-dev-rim-389282.   http://haber.sol.org.tr/dunyadan/sasirdiniz-mi-libyada-seriat-ilan-edildi-haberi-476443.   http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php?t=6920 4.   http://www.21yyte.org/tr/yazi6399-Kuvvet_Kullan-ma_Yasagi_%E2%80%93_Egemen-lik_Prensibi_ve_Insan%C3%AE_Muda-hale.html5.   http://haber.sol.org.tr/dunyadan/libyada-islamcilardan-isbirlikcilik-reko-ru-haberi-47697

Page 14: icabihal sayi 4

14 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

SİYAH-BEYAZ FİLMLERE BENZEYEN SİYASET

Bugün Türkiye’de siyaset halkın sev-diği; içinde bulunmaktan, takip etmek-ten keyif aldığı bir “uğraş” değildir. On yıldan uzun süredir iktidarda olan bir partinin yönetiminde, siyasetin çeşit-liliğinin azalması ve ilgi çekici bir alan olmaktan çıkması normal karşılanabilir. Fakat siyasete olan ilgisizliğin sadece günümüzün bir sorunu olmadığı da ortadadır. Yakın tarihimize baktığımız-da insanların siyasetle yakından haşır neşir olduğu dönemler bulmak zordur.

Evet, siyaset insanların hayatına etki ediyor ve hayatına etki eden bir şeyle insanların ilgilenmemesi ilk bakışta saçma geliyor. Fakat siyaset sahnesine, bu sahnede ortaya konan “oyunlara“, “oyunculara” bakınca insan gerçekten de milyonların siyasetle ilgilenmemesine kızamıyor.  Çünkü bu sahneye bakınca sorunların çözü-leceğine dair bir umut görünmüyor.  Sadece izlemekten sıkıldığımız; ge-nellikle yaşlı, yalancı, takım elbiseli kişiler ve bunların birbirleriyle yaptık-ları düzeysiz ve yararsız tartışmalar görünüyor. İnsanların siyasetçilere güveni o kadar azalmış ki, herhangi bir

yolsuzluk haberi kimseyi şaşırtmıyor. Her gelen kendi yandaşının, eşinin, dostunun cebini doldurmuş; kamu malını yağmalamış sonra da yerini bir başkasına bırakmıştır.  Düşünün, bu ülkede üç kuşak Demirel ve Ecevit’i ve onların bitmek bilmeyen kavgalarını dinlemiştir. Özal’ın zenginlere karşı olan sevgisi milyonların hafızasında silinmemek üzere yer etmiştir. Tansu Çiller’in hitabet “yeteneğini” eminim annelerimiz ve babalarımız hala hatır-lamaktadırlar.Sadece bu örnekler bile tablonun uzun yıllardır sürdüğünü ve Türkiye’de siya-setin neden halkın değil zenginlerin, patronların, dolandırıcıların işi olarak görüldüğünü gösteriyor.  Bu noktada Türkiye’de siyasetin temiz ellerde olmadığını ve bunun uzun yıllardır süregelen bir sorun olduğunu yani bir süreklilik barındırdığını görmek ilk adımda anlam taşıyor. Fakat AKP ikti-darıyla birlikte tablonun daha da kö-tüleşmek dışında fazla değişmediğini söylemek, içinden geçtiğimiz dönemi anlamak ve onu değiştirmek için ye-tersiz kalıyor. Çünkü sürece biraz dışa-rıdan bakabilenler bile, Türkiye’de bir şeylerin köklü bir biçimde değiştiğini fark edeceklerdir.AKP ile birlikte tablo fazlasıyla de-ğişmiştir; fakat bu kötünün daha kötü

cANkAt AYdıN

Evet, siyaset insanların hayatına etki ediyor ve

hayatına etki eden bir şeyle insanların ilgilenmemesi

ilk bakışta saçma geliyor. Fakat siyaset sahnesine,

bu sahnede ortaya konan “oyunlara“, “oyunculara”

bakınca insan gerçekten de milyonların siyasetle

ilgilenmemesine kızamıyor. Çünkü bu sahneye

bakınca sorunların çözüleceğine dair bir umut

görünmüyor.

Page 15: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 15

olmasından öte yani niceliksel bir artıştan öte niteliksel bir değişimdir. Bu nokta “Zaten karanlık olan bir tablo AKP iktidara geldiği günden itibaren daha fazla karartılmıştır.” ya da “AKP iktidar değilken de siyaset sahnesi yine böyleydi.” diye üzerinden atlana-bilecek kadar basit bir durum değildir.AKP’yi öncesinden ayıran, onu herhan-gi bir hükümet partisi olmaktan öteye taşıyan bir misyonu vardır. Defalarca söylendi; fakat tekrar söylemekte bir sakınca yok: AKP Türkiye’de bütünsel bir dönüşümün öznesi olmuştur. Geç-tiğimiz on yıl, devletin kurumlarıyla beraber tasfiye edildiği ve yenisinin kurulduğu; ekonomik, toplumsal ve siyasal yapının değiştirildiği bir dö-nemdi ve hala bu dönemin içindeyiz.AKP değiştirdiği, yıktığı ve yenisini kurduğu için herhangi bir hükümet partisi olmanın ötesinde değer kaza-nıyor. Az önce saydığımız özneler ise yeni kuralları belirleyenler değil, var olanın içinde hareket edenlerdi. Peki gelenin gidenden farkı nedir ya da AKP nasıl bir siyaset tarzı yerleştir-miştir Türkiye’de?AKP, Türkiye’de siyasetin kimyasını değiştirmiştir.  AKP’nin bir siyasi ha-reket olarak geliştirdiği siyasal algının ve yaklaşımın, Türkiye’ye egemen olan tarzı artık belirlediğini görmek gerekiyor.Mesela dinin siyasal alanda en etkili belirleyen olması gerektiği olgusu, Türkiye’de sadece gericilerin savun-duğu bir mevzi olmaktan çıkmış, siyasi hayatın bir gerçeği haline gelmiştir. Dinin siyasal alandaki ağırlığını kabul edip buna uygun hareket etmeden, hiçbir siyasi özne bu sahnede yer alamaz.  Kara çarşafa rozet takan CHP, dini siyasette temel belirleyenlerden birisi olarak kabul ettiğini göstermişti.Türkiye’de devlet, muhaliflerine karşı hep baskıcı olmuştu; fakat baskının dozajı düzenin dışına çıkıp çıkmadığı yani var olanın sürekliliğini tehdit edip etmediği noktasında kilitleniyor-du. Çarkları yerinden oynatmayacak muhalefet güçleri her zaman düzen dışına çıkacak uçlara karşı destek-lenmişti ve ileri sürülmüştü. KCK ve Devrimci Karargâh ile düzeni tehdit ettiğini düşündüğü kesimleri baskılasa da bu duruma hiç uymayacak şekilde, Ergenekon iddianamesinde düzeni yıkmakla tehdit edenlerin de ötesinde

en basit bir muhalefet odağının bile baskılandığını görüyoruz. Eğer bunu sadece AKP’nin muhalefete ve aykırı seslere karşı tahammülsüzlüğü ve zorbalığı olarak görüyorsak hata yapa-rız. Bu durum, artık Türkiye siyasetinin temel özelliklerinden birisi haline gel-miştir. Düzen içi muhalif kesimlere bile ihtiyaç duymayacak bir diktatöryel rejim inşa edilmiştir.Hukukun ve adaletin ayaklar altında olduğu bir dönemden geçiyoruz. 12 Eylül rejiminin bile hukuki usullere daha fazla saygı gösterdiği çokça dillendirildi. Yukarıda bahsi geçen iddianameler, yeni hukukun siyasetin bir oyuncağı haline geldiğini göster-mektedir.  Zaten daha ötesine de ihti-yaç yoktur. Hukuk ve adalet, bir kurum olarak, hem devlet içindeki ağırlığını hem de toplumsal ilişkilerdeki önemini artık yitirmiştir. Mecliste itilip kakılan milletvekilleri, hapisteki 500’den fazla öğrenci, kadın ve erkeği eşit görmeyen zihniyet ve bütün bunların sadece iktidar değil hemen hemen bütün siyasi aktörler tarafından normal karşılanması, sahip-lenilmesi… Örnekleri çoğaltmak müm-kün; fakat buna gerek yok. Artık şunu görmek ve buna göre ne yapabileceği-mize karar vermek gerekiyor:AKP’nin siyaset sahnesinde yaptıkla-rına bakıp da burada bir aşırılık, perva-sızlık görmeye çalışmanın anlamı yok. Bütün bu durumlara verilen tepkiler AKP’nin karakteristik özellikleri olma-nın ötesine geçip düzen siyasetinin yerleşik özellikleri haline geldiler. Yani bunlar artık “normal” şeyler…Koskoca bir yeni rejim ve devlet inşa edilmesi, AKP’nin tek başına başara-bildiği bir iş değil tabii. AKP’ye muhalif kesimlerin bu süreç devam ederken bütünü göremeyip sürece toptan bir karşı çıkışı örgütleyememesi de ba-şarıya giden kapıları araladı. Her bir muhalefet odağı bu süreçte sadece meseleyi kendi durduğu noktadan görmeye devam etti. AKP; devleti tasfiye ederken demokrasi getirece-ğine insanları inandırdığı, Ergenekon operasyonu ile derin devleti ortadan kaldırdığını söylediğinde soldan güçlü bir ses çıkmadığı, KCK operasyonuna Kemalistlerin sessiz kaldığı oranda bu işi başardı.  Muhalefet güçleri süreci görüp buna karşı bütünsel bir karşı koyuş örgütleyemedikleri ölçüde birer

birer tasfiye edildiler.Bu süreç içinde siyaset bu kadar renk-sizleşti ve çürüdü.  Ve bu çürümüş haliyle siyaset elbette ki insanların ilgisini çekmeyecektir. Çünkü insanlar siyasetle ilgilenmekte bir umut gör-memektedirler.Bu noktada, insanların siyasetten tek-rar umut bulmalarının yolunu açmak gerekiyor.  Evet, AKP yeni bir Türkiye kurdu, buna uygun -muhalefet unsur-larına kadar- yeni bir siyaset sahnesi şekillendirdi ve bu haliyle yenilmez bir görüntü veriyor. Bu durum siyasette bir tekleşmeyi ve baskıyı getiriyor; fa-kat tekleşme de peşi sıra kırılganlığı…O halde; siyasete biraz renk ve umut katmak için yapılacak ilk şey, zaten azalan umutları sonuçsuz mücadele başlıklarına hapsetmemekten geçiyor.  Umutsuz mücadele başlıkları derken neyi mi kastediyorum? Çürümüş, renk-sizleşmiş, fakat kırılganlaşmış tablo; ancak kurulan yeni rejimi bütün olarak reddederek yenilebilir.  Bunun dışında seçeceğimiz düzen için herhangi bir alternatif, örneğin; siyasetteki çürü-meye karşı temiz bir siyaset mücade-lesi, hukuksuzluklara karşı hukukun düzgün bir biçimde uygulanması talebi ya da bilimden uzaklaşmış üniversi-telerde bilim ve özerklik mücadelesi vb. bizi bu yeni rejimin çarkları içine çekmekten başka bir fayda sağlama-yacaktır.

Bu noktada, insanların siyasetten tekrar umut bulmalarının yolunu açmak gerekiyor. (...) O halde; siyasete biraz renk ve umut katmak için yapılacak ilk şey, zaten azalan umutları sonuçsuz mücadele başlıklarına hapsetmemekten geçiyor.

Page 16: icabihal sayi 4

16 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

YARGININ CİNSİYETÇİ KISKACINDA KADIN

Türkiye, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ilgili protokolleri olmak üzere, CEDAW (Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi), Pekin Deklarasyonu gibi sözleşmelere taraf bir devlet. Bu sözleşmelere taraf olunması, ülkemizdeki yargı mensup-ları tarafından sözleşmelerin gerekli-liklerinin yerine getirilmesi anlamına gelmemekle birlikte, bir çok hak ihlali-ni ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde mahkumiyeti getirmektedir. TBMM, sözleşmelerin uygulanabil-mesini sağlamak amacıyla 7.5.2004 tarihli 5170 sayılı kanunla anayasanın 90. Maddesinin son fıkrasına ‘Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletle-rarası andlaşma hükümleri esas alınır.’ ibaresinin eklenmesine karar vermiştir.Ancak kadın hakları mücadelesine bu sözleşmelere taraf olmaktan çok daha fazla misyon yüklenmesi gerekiyor. En nihayetinde, yasalar ne kadar ku-sursuz olursa olsun, uygulayıcıların zihni zemini yeterince sağlam değilse, sonuç ancak zedelenmiş bir adalet duygusu olmaktadır. Tecavüz mağduru bir kadının adalet arayışını bütün cinsi-yetçi dinamikleri sindirmiş bir yargı sü-recine emanet ettiğiniz noktada, taraf olduğunuz uluslararası sözleşmelerin de ehemmiyeti kalmamaktadır.

Geçtiğimiz haftalarda Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 28.09.2010 gün ve 2003/137 esas, 2010/160 karar sayılı kararı, kamuoyunda ‘N.Ç kararı’ olarak anıldı. Yargıtay 14. Ceza Mahkemesi’nin 2011/12479 esas, 2011/1056 karar numaralı kararıyla 13 yaşındaki bir çocuğun kendi rıza-sıyla 26 kişiyle cinsel ilişkiye girdiği-nin kabul edilmesi, zedelenen hatta yitirilen adalet duygusunun nasıl yargı erki eliyle bütün toplumda oluşturul-duğunu bize göstermesi bakımından çok önemlidir.Tartışmaların temel argümanı, fiilin, sanıkların suçu işledikleri tarih itiba-riyle geçerli olan 765 sayılı TCK nın ‘Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aley-hinde İşlenen Cürümler’ başlığı altın-daki 414. maddesinin 15 yaşını bitir-meyen küçüğün ırzına geçmek kapsa-mında değerlendirilmiş olması ve alt sınırdan ceza verilmesinin mağdurenin ‘rızasına’ dayandırılmış olmasıydı. Ancak bu ‘rızanın varlığı nedeniyle alt sınırdan ceza’ uygulamasına rağmen 2004 yılında kabul edilen 5237 sayılı TCK’nın uygulanabilme şansı olsaydı; cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar başlığı altındaki 102. maddesinin 2. ve 5. fıkraları gereğince sanıklar on yıl-dan az olmamak üzere hapis cezasıyla yargılanacaklardı. Ceza hukukunun temel ilkelerinden olan ‘sanığın lehine kanun uygulaması’ bunu engellemiş-tir. Görülüyor ki, kanun maddeleriyle katedilen mesafeden daha mühim bir mesele, zihniyet meselesidir ve ka-rarda cinsiyetçi zihniyetin izleri açıkça görülmektedir.

Kararda rızanın varlığına kanaat geti-rilmesinin temel gerekçesi mağdure-nin sanıklardan biriyle ilşkiye girmek istemediği için ilişkinin gerçekleş-mediği, başka bir sanık ile de gündüz ilşkiye girmek istemediği için farklı bir tarihte evine gittiğini beyan etmesi-dir. Kararda ‘mağdurenin beyanlarına güvenildiği’ ve mağdurenin ‘olayların ahlaki kötülüğünün farkında olup olay-lara karşı koyabilecek durumda oldu-ğu’ belirtilmiştir. Bilimsel incelemesine atıf yapılan tıp kurumunun 15 yaşın içinde olduğunu tespit ettiği herhangi bir çocuğun hangi şartlar altında gayet farkında olarak 26 adamla para karşı-lığında beraber olabileceği sorusunu herkesin vicdanına bırakıyorum. Lakin burda söylenmesi gereken, devletin alt sosyo-ekonomik katmanlardaki ka-dınların yaşam kalitesiyle ilgili pozitif yükümlülüklerini yerine getirmemekle kalmayıp böyle kararlara imza atabi-liyor oluşunun sosyal devletin varlık amacına ne kadar ters olduğudur.İddia makamı tarafından N.Ç nin suç tarihi itibariyle yürürlükte olan 765 sayılı TCK gereğince ruh ve beden sağlığının bozulup bozulmadığı yö-nünde rapor alınması talep edilmiş ise de, red gerekçesi ‘suç tarihinden sonra yürülüğe giren 5237 sayılı tck nın 103/6 maddesinin uygulanması halinde cezanın alt sınırının 15 yıldan az olmayacağı anlaşılmakla sanıkla-rın açıkça aleyhine olan 5237 sayılı 103/6 maddesinin olayımıza uygulan-ması mümkün olmamakla beden ve ya ruh sağlığının bozulup bozulmayacağı yönünde rapor aldırılmamıştır’ şeklin-

‘’Tecavüz mağduru bir

kadının adalet arayışını

bütün cinsiyetçi

dinamikleri sindirmiş bir

yargı sürecine emanet

ettiğiniz noktada taraf

olduğunuz uluslararası

sözleşmelerin

de, ehemmiyeti

kalmamaktadır. ‘’

özGüN RüYA oRAl

Page 17: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 17

de formüle edilmiştir. Buradaki çelişki 765 sayılı TCK’a göre beden veya ruh sağlığının bozulup bozulmadığına dair rapor istenmiş olmasına rağmen red gerekçelendirilmesinin 5237 sayılı kanuna göre yapılmış olmasıdır. Üste-lik Yargıtayın kısmî bozma gerekçesin-de olduğu gibi daha sonra 765 sayılı kanunun 418. maddesinde ‘eğer bu fiil ve hareketler bir marazın sirayetini veya mağdurun sıhhatine sair büyük bir nakisa irasını veya maluliyet veya mayubiyetini müstelzim olursa ceza-nın yarısı ilave edilerek hükmolunur.’ denmesine rağmen değerlendirilme-miştir.Ceza hukukunda hakimin re’sen araş-tırabilme imkanı olduğu halde hakim mağdurenin ruh sağlığı na dair bu araştırmayı yapmamış, üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmemiştir. Hakim, mağdure avukatlarının mağ-dureyi evlat edindiği ve mağdurenin uzun süren psikolojik tedavi süreci geçirdiğinin kamuoyu tarafından dahi bilinmesine rağmen, mağdurenin doktorunun bilgisine başvurmamış, mağdurenin savaştığı psikolojik iklimi görmezden gelmeyi tercih etmiştir.Atlanılmaması gereken diğer önemli husus ise, aynı zamanda hem ‘zorla’ alıkoyma suçundan açılan kamu dava-larının bulunması hem de mağdurenin rızası dahilinde ilişkiye girdiği sonu-cuna varılmış olmasıdır. Ne yazık ki, kamu davaları zamanaşımu sebebiyle düştüğü için, sanıkların zorla alıkoyma suçu hakim kararıyla sabit değildir.Mahkeme hüküm verirken erkek sa-nıklar hakkında en alt sınırdan ceza

tayin edilmesinin gerekçesi olarak, mağdurenin 15 yaşının ‘sınırında’ olmasını, mağdurenin olaylarda iradesiz olmadığını, sanıklarla para karşılığı ilişkiye girmiş olup, sanıkların mağdureye maddi veya manevi cebir uygulamamalarını göstermiştir. Kadın sanıklar E.A ve T.T içinse bu iki sanığın iştiraki olmaksızın ırza geçme eylemi-nin gerçekleşmeyeceği gerekçesiyle ve kadınların savunmalarının sadece cezadan kurtulmak amacına yönelik olduğunun anlaşılmasıyla alt sınırdan uzaklaşılarak ceza tespit edilmiştir. Burada ırza geçme suçunun, mağdure ve sanıklar arasında iletişimi sağlayan kadınlar olmaksızın gerçekleştirileme-yeceği tespit edilirken; eylemi gerçek-leştiren sanıkların yokluğuna dair aynı tespitin yapılmaması şaşırtıcıdır. Üste-lik mahkeme takdir yetkisi kapsamında kadınların savunmalarının cezadan kurtulma amacına yönelik olduğunu söyleyebilmiş fakat nedense erkek sanıklardan hiçbiri için aynı şeyi söy-leyememiştir. Sanıkların geçmişlerinin ve sosyal ilşkilerinin, takdiri indirimde ya da cezanın belirlenmesinde göz önünde bulundurulmasının bir sonucu olarak ‘ahlaksız hayat süren’ kadınlarla ‘kamu görevlisi’ bir çok erkek elbette(!) aynı adalet terazisinde tartılmamıştır.Erkek sanıkların duruşmalarda göz-lenen iyi halleri neticesinde TCK 80 gereği cezalarında 1/6 oranında in-dirim yapılmıştır. Ancak sanıkların ve vekillerinin duruşmalara gelmedikleri bilinmektedir. Burada adaletin tecelli-sinin kasten engellenip engellenmedi-ği mahkeme tarafından değerlendirme

dışında tutulmuştur. Nitekim tüm sanıklar hakkında zorla alıkoyma su-çundan açılan kamu davaları zamana-şımı nedeniyle düşmüştür.2002 yılında yaşanan bu hadiselerin ilgili davasının 2011 yılının sonla-rında neticelenmesi, uzun yargılama sürelerinin yarattığı hak ihlallerini örneklemektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılama hakkını düzenleyen maddesinde ‘makul’ sü-relerden bahsedilmektedir ancak ne yazık ki durum ortadadır. (Sözleşme maddesi, adil yargılanma hakkı koru-nan özneyi aleyhine dava açılan sanık olarak belirlemiştir, burada istenen bağımsız olarak sözleşme organının yargılama sürelerine dair kriterine dikkat çekmektir.)Tek bir karar, yargı sistemine cinsiyetçi kodların ne kadar işlediğini anlamamı-za yetmektedir. HSYK verilerine göre hakim ve savcıların % 75’ini erkekler oluşturuyor. Bir takım nicel değerler meselenin özüne yeterince temas etmese de öncelikle bu oran, daha sonra kalanın niteliği üzerine gerçek anlamda düşünmemiz gerekiyor. İnsan ve kadın hakları bilincini yeterince edinmemiş, eşitliği sağlamayı değil koruyup kollamayı kendine görev ad-deden, namus ve ahlakı sadece kadı-na has gören toplumsal okumalarla yetişmiş ve eğitim ve meslek hayatı süresince bu düşüncelerin ayıklama-sını yapamamış, kendisini yetiştirmeyi düşünmemiş kişilere kadınlarımızı emanet ediyoruz. Çocuk yaşta evlilik-lerinin hala %15’lerde seyrettiği bir toplumda, tecavüzle kendi varlığından koparılmış küçük kız çocuklarının rızasıyla ilişkiye girdiği sonucuna varılması çok da şaşırtıcı değildir. Zira ne gariptir ki cinsellikle ilgili tabu-lardan dolayı suskunluğa gömülmüş toplumumuzda 12-13 yaşlarında kız çocuklarının cinsel olarak aktif olabi-leceği düşüncesi oldukça yaygındır ve bu düşünce erken-zorla evlilikler ya da tecavüze rıza saptamaları gibi oldukça geniş bir yelpazede kendini göster-mektedir. Türlü şekillerde kadının ötekileştirildiği, bedeninden bağımsız bir nesne konumuna indirgendiği, ka-dınların hayatları üzerindeki tasarruf haklarının kadınlardan başka herkes tarafından sahiplenildiği bir yaşam ortamında, hukuk uygulayıcıları olarak bizler, üzerimizdeki sorumluluğun farkında mıyız?

Page 18: icabihal sayi 4

18 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Bir tanımlama olarak günümüz toplum yapısı için kullanılan kavramlardan biri hiç kuşkusuz ‘’toplumsal çürüme’’dir. Ülkedeki genel tabloya baktığımızda söz konusu kavramın bu kadar fazla kullanılır hale gelmesi bizi şaşırtmaz. Öyle ki bir haber kanalına kısa bir göz gezdirdiğimizde dahi çürümenin ülke-mizde ulaştığı boyut açık bir şekilde görülebilir. Hiçbir ahlaka sığmayan gözü dönmüşlük, ağızda salyalaşan saldırganlık, toplumun tüm dokusuna işleyen korkaklık, cinayetlerde ve bir-çok suçun işlenişinde yaşanan korkunç değişim, bir depremi sevinçle karşı-layacak kadar faşizmi bağrına basan insanlık, bir toplumun üzerine kabus gibi çöktüğü N.Ç. davası, gericiliğin toplumsal yaşamdaki giderek artan yeri gibi daha bir çok vakıa ve durum tüm yaşam alanımızı kuşatır.Kimi zaman mağduru kimi zaman faili olduğumuz toplumsal çürüme bazen insanı hayrete düşürecek kadar ciddi boyutlara ulaşır. Örneğin 26 kişinin tecavüzüne uğrayan 13 yaşındaki N.Ç’nin söz konusu 26 kişiyle kendi rızasıyla birlikte olduğuna ilişkin kara-rın  ardından başta İstanbul Üniversi-tesi olmak üzere ülkedeki bir çok üni-versitenin konuya ilişkin suskunluğu, öğrencilerin duyarsızlığı gibi bir çok örnek insanda bir mide bulantısı halini alır ki burada için için yiten insan olur.Peki insanda bu hali yaratan toplum-sal çürüme nedir? Çürümeyi tanımlar-ken öncelikle nasıl bir yol izlenmelidir?

Salt bir vurdumduymazlık, gericileşme, medyanın toplum üzerindeki olumsuz etkisi ya da cehalet ile açıklanabilir bir durum mudur?Kuşkusuz bunların her biri toplumsal çürümenin tanımsal alanının çerçeve-sini sunmaktadır, fakat bir bütünsellik ifade etmekten de uzaktır. Öyleyse ortada eksik kalan şey nedir?Bir kavramı tanımlamak için bir çok farklı yöntem vardır. Bunlardan birisi de kavramın ne olmadığını ifade ede-rek açıklamadır. Bunu yaparken bazı durumlarda o kavramın karşıtını da ta-nımlamanız gerekir. Bunu söyledikten sonra konumuz açısından yapılacak şey; çürüyen toplum ile onun karşısın-da ifade edilen toplumu ve aralarında-ki ayrımı ifade etmektir. Bu da bireyin ve toplumun siyasal ve toplumsal yaşam içerisinde kendini konumlandı-rışı ile yakından bağlantılıdır.Bu konumlandırmada ayracımız bir çok başka konuda olduğu gibi 12 Eylül 1980 darbesidir. 80 öncesi toplumuna bir kısa bakışEkim devrimi ile başlayıp Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı kazandığı zafer, Küba devrimi, Emperyalizmi yenilgiye uğratan Vietnam savaşı, 68’de Fransa’da başlayıp ülkemize ve tüm dünyaya etki eden gençlik hareketleri ve işçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesinde meydana gelen başarılarla devam 80 öncesin-de, birey kendini bir toplumsal yapı içerisinde tanımlamış, bunun sonucu olarak kendinde ve kendini tanımladığı

toplumsal yapı içerisinde ‘bu dünyayı değiştirebilirim’ deme cesaretini bula-rak kendini toplumsal-siyasal yaşamda bir özne olarak konumlandırmıştır. Bu konumlandırma bireyi ve toplumu yaşam içerisinde aktif olarak rol alma-ya itmiştir. 80 öncesi toplum yapısını oluşturan etmenler ile bu etmenleri meydana getiren toplumu böyle ifade etmek konumuz açısından yeterli gö-rünmekte. 

Kapitalizmin toplumu çürüten darbesiÇürümeyen, çürümenin karşısında bir güç ve alternatif olarak durabilen toplum 80’li yıllarda dünyada ve ül-kemizde büyük bir yenilgi yaşamıştır. 1980 bu yönüyle yeni bir toplumsal karakterin miladı olmuştur. Ülkemizde ve dünyada yaşanan darbeler dönemi ile başlayan, reel sosyalizmin çözülü-şü, neo-liberal saldırılar, emperyaliz-min savaş politikaları, yozlaşma, geri-cileşme ve günümüzde Mısır, Libya ve Suriye ile devam eden kirli siyaset ile devam eden 80 sonrası süreç, bireyi 80 öncesinin aksine  toplumdan ko-partarak ‘değişen dünyaya nasıl ayak uydurabilirimin’ telaşına girdirmiştir. Böylece birey toplumsal ve siyasal yaşamda kendini pasif bir pozisyona çekerek nesneleşmiştir.1980’nin konumuz açısından ayraç rolü üstlenmesinin bir diğer sebebi ise kapitalizmin acımasızlığı karşısında toplumu örgütsüzleştirmeye yönelik ülkemizdeki en büyük girişim olması ve bugünün iktidarı ve toplum yapısı-nın varlık zemini olmasıdır.

TOPLUMSAL ÇÜRÜME: BİR MİDE BULANTISI“Kükürt tozuna bulanmış kırmızı koridorunda güneşin

Bir bebek, bez bebeğine sarılmış hareketsiz bekliyor

-Bir diğeri yüzükoyun yanmış toprağın üzerinde

Hangisi bebek, hangisi bez belli değil

Cehennemin kapıları açılmış başının üzerinde

Siyah metal canavarlar uçuyor ağızlarından ateş saçarak...

Kediler ve köpekler, sıçanlarla birlikte sahiplerini yiyor-” 

(Bazı kentler, s.11)1

SEçkİN bARbARoS

Page 19: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 19

Kapitalizm çürümeye neden ihtiyaç duyar?Her üretim biçimi kendine özgü ve sa-dece kendisiyle tanımlanabilen üretim ilişkileri yaratır. Toplumsal ve siyasal yaşamımızdaki tüm toplumsal ilişkiler de aslında söz konusu bu üretim iliş-kilerinin bağrında doğup gelişir. Çok iddialı olduğu kuşku götürmez bir sap-tamadır bu. Suçun insanların genetik yapısıyla açıklandığı, serbest piyasa kurallarının gökyüzündeki babamızın kuralları olarak pazarlandığı bir yerde bu saptamaya insanın ilk anda inan-masın kolay olduğunu söylenemez. Ama fazlası var: Yine bu saptamaya göre, bireyin veya toplumun statüsü, hukuk kuralları, ahlak kaideleri, inancı, gelenekleri, neyi saygı ifadesi olarak görüp neyi ayıplanacağı gibi tüm toplumsal ilişki ve değerlerin kaynağı mevcut üretim ilişkilerinin yansıma-sından başka bir şey değildir. Bir başka ifade ile her sistem varlığını devam ettirebilmek için kendi sistemine uy-gun bir toplumsal yapı inşa eder.Kölelerin insan yerine konulamayaca-ğını söyleyen bir kişi bugün baktığı-nızda size epey komik gelebilir. Ama kişinin yaşadığı dönem bu sadece köle sahiplerinin değil kölelerin de inandığı tek doğruydu. Ve tanrının bir yazgısıydı. Tüm toplumsal ilişkiler de bunun üzerine kurulmak durumunday-dı. Bu kurulu düzenin sürekliliği içinse ruhban sınıf tanrıyı göreve çağırır ve böylece kölelik düzeni tanrının söz-leri olur. İşte bir ineğin görevi nasıl

süt vermekse kölenin de tek görevi efendisine hizmet vermektirin bir kural olduğu bir yerde, köle, bir insan olmadığını düşündüğü için efendisiyle konuşamaz sadece verilen emri yerine getirir. Bu bize yukarıda yapılan sap-tamanın aslında nasıl bir gerçekliğe oturduğunu gösterir ki, kölelik düze-nindeki inanç, statü, ahlak kuralları gibi tüm toplumsal değer ve ilişkilerin kaynağını köle ile efendi arasındaki ilişkiden aldığını söyleyebiliriz.Bir yanda geniş emekçi kitlelerin diğer yanda ise iktidara hükmeden küçük bir azınlığın bulunduğu kapitalizm de efendiler gibi kendi sisteminin devamı için kendine uygun kurallar meydana getirir. Ama işçi sınıfının gelişkinliği ve karmaşık yapısı itibariyle kapitalizm bundan fazlasına ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç toplumun örgütsüzleştirilmesi, aklının ve vicdanının alınması ve çü-rümedir.. AKP’nin Yeni Osmanlı Tokadıİşçi ve emekçilerin sermaye düzenine karşı mücadele etmesini engellemek için toplumu örgütsüzleştirmenin adı olan 80 darbesinin ardından bugün AKP iktidarı örgütsüzleşen topluma 80 darbesinden devraldığı pervasız bir çürüme ile müdahale etmektedir. Va-roluş gerekçesi olan ve Osmanlıya dö-nüş şiarıyla cumhuriyeti tasfiye edip ikinci cumhuriyeti ilan eden AKP’nin bu büyük dönüşümdeki can simidinin toplumsal çürüme olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.

Bu yönüyle bakıldığında toplumsal çürüme AKP iktidarının Türkiye toplu-muna vurduğu bir Osmanlı tokadıdır. İcab-ı Hal“Pisliğe hiç bulaşmamış olmak müm-kün görünmediğine göre, kişisel bir arınma sürecinin gerekliliği ortadadır. Ancak, bunu sağlamak, sadece kişi-sel irade ve çaba ile gerçekleşemez; uygun bir örgütsel ortam ve kolektif destek de gerekir.” 2

AKP iktidarı toplumu yalnızlaştırılarak, bireyi toplumdan arındırarak ve kor-kutarak çürütmektedir. Ve insanlığın yok edilen değerlerinin yerine biat kültürünü, kendi ümmet anlayışını koymaktadır.Adalet duygusunun yitirildiği, kısa yoldan para kazanmanın yaygınlaştığı, dinin toplumsal yaşam biçimi halini aldığı, böyle gelmiş böyle giderciliğin kural olduğu bir topluma karşı ve bu toplumsal yapının mimarı AKP’ye karşı özne olmak, örgütlenmek, de-ğişen dünyanın değişmeyeni olmak toplumsal çürümenin karşısındaki tek seçenektir. Durumun ve insan olmanın gereği bugün kaçınılmaz olarak budur.Birileri size her gün bunun aksini söy-leyecektir. Gazetelerde, televizyon ka-nallarında, otobüste, kariyer günlerin-de durumun gereği deyip bu değişen dünyaya ayak uydur diyecek. Elden ne gelir, bu da geçer ağlama diyecek. Yetmeyecek bir şiir okuyacak; “Aldırma, yalnız değilsin Yaslan çoğunluğun yumuşak yastığına Her gün yeniden sergilenen ‘gösteriyi” izle Yalnızca anı düşün Rüzgarda uçuşan saçlarının kokusunu reklamlardaki kadınların Ya da bir türlü satın alamadığın 4x4’ü İyimser ol, pozitif yaklaş, yapıcı eleş-tiri falan Sonu gelmez soruları sormaktan vaz-geç...” (Esin perisine II, s. 9) 3

 İyisi mi siz onlara inanmayın.  Dipnotlar:1. Ergin Yıldızoğlu2. Mesut Odman, soL Haber Porta-lı, Açlar, Çürüyenler, Baş Kaldıranlar3. Ergin Yıldızoğlu

Page 20: icabihal sayi 4

20 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

ZİYARET Mİ, YOKSA…

“YARADANDAN ÖTÜRÜ ANAYASA’YA GiRSiN”

14 Aralık’ta İstanbul Üniversitesi’nde İktisat Fakültesi’nin 75. Kuruluş Yıldönümü etkinlikleri kapsamında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gelm-esiyle yine bir işgal yaşandı.Rektörlük ve Dekanlık, Gül’ün gelmes-inden günler önce Gül için, fakültede hummalı bir tadilat gerçekleştirdi.Fakülte binası şantiyeye döndü. Gül’ün konuşma yapacağı M1 am-fisinde ve fakülte koridorlarında badana yapıldı. Yıllardır öğrencilerin kötü fiziki koşullarda kullanımına sunulan koridorlar, amfiler, tuvaletler ve bahçe baştan aşağı temizlendi. Bu sırada da İktisat Fakültesi derslerinin bir kısmı iptal edildi. Öğrencilere ise 1 gün öncesinden ‘yarın okula gelmeyin; dersler iptal’ duyurusu yapılarak, İktisat Fakültesi’nin kapısı fakülte öğrencilerine ve akademisyenlerine kapatılmış oldu.Daha sabahtan yaşanan manzara ise, Akp’nin üniversiteyle nasıl bir kan uyuşmazlığı olduğunu gözler önüne serdi. Keyfi bir biçimde Öğretim Üyeleri ve öğrenciler kampüse alınmazken, 11 üniversiteli de gözaltına alındı.Okulun içinde ve etrafında ise ufak bir ordu vardı. Gül’ün katılacağı toplantının yer aldığı binaya çevik kuv-vetten özel harekata çok sayıda kolluk

kuvveti yerleştirilmişti. Daha ilg-inci ise, bir öğretim üyesinin girişinin engellenmesi oldu. İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Recep Seymen, binaya sokulmadı. Seymen’in girişinin Yunus Söylet tarafından engellenmiş olabileceği düşünülüyor. Zira Melih Aşık, Milliyet gazetesinde 9 Aralık’ta şu olayı yazmıştı:“İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet, üniversitede okuyan öğrencilerin kayıt ve not gibi bilgiler-inin takip edilmesini öngören yazılım işini ihaleyle bir firmaya vermiş... Firmaya bu iş için 500 bin dolar ödenmiş... Sistem çalışmamasına rağmen ödenen para firmadan geri alınmamış... Böylece üniversite zarara sokulmuş... Aynı üniversiteden Prof. Recep Seymen, konuyu bir mektupla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ileterek şikâyetçi olmuş... Yunus Söylet bunun üzerine akli melekelerinin yerinde olup olmadığının tespiti için Recep Seymen’i zorla emrindeki Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Anabilim Dalı’nda muay-ene ettirmek istemiş. Neyse ki isteği kabul edilmemiş.CHP Milletvekili Kamer Genç konu-nun doğruluğunu Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir soru önergesiyle sordu. Bakalım Söylet bey ne söyleyecek?”Öğrenci Kolektifleri ve TGB de ayrı

ayrı, Anakapı’da birer basın açıklaması yaptılar.Biliyoruz!Onlar; 70’lerde ‘faşistti, okula almayın’ yazılı resimleriyle üniversite kapılarından döndürülenler, okulu bitirebilmek için saç uzatıp, solcu görüntüsüyle mezun olmaya çalışanlar ve 6. filoyu ülkeden kovan yurtsever-lere saldırı tertipleyenler, yani kanlı pazarın hazırlayıcılarıdırlar.Akp’lilerin ve Akp’nin bakanlarının, üniversitelerde öğrenciler tarafından kabul görülmeyeceğini, protesto edileceğini bile bile bu kadar hırsla üniversite amfilerinde konuşmayı neden istediklerini biliyoruz! Çünkü üniversiteliler emekçi halka karşı sorumludur ve bu miras üni-versiteli kimliğinden her şeye rağmen arındırılamamıştır. Üniver-siteler yarattıkları gerici dönüşümden nasibini almış; fakat sindirilememiştir. Üniversiteyi, Tayyip Erdoğan geldiğinde alkışlayan, tezahürat ya-panlar değil; ilerici ve aydınlıktan yana öğrenciler temsil etmektedir. Akp’nin kini tarihten, istediğini alamamaktan gelmektedir. Ve sözümüz üniver-sitelerin ve ülkemizin asla teslim alınamayacağıdır.

Bilim insanları(!) yeni Anayasaya ‘katkı’ yapmaya başladılar… Öneri: “Yaratılanı, yaratandan ötürü sevmek ve saymak” ibaresi, başlangıç bölümüne girsin!TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in yeni Anayasa konusunda üniversitelere yaptığı destek çağrısına ilk yanıt, Turgut Özal Üniversitesi’nden geldi. Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi, üniversitenin Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Sacit Adalı imzasıyla TBMM’ye gönderilen teklif taslağında, Anayasa-nın başlangıç bölümünde Tanrı’ya atıf yapılmasının ‘laiklikle çelişmeyeceği’ ileri sürüldü.Üniversite, yeni Anayasada olmasını istedikleri hükümleri gerekçeleriyle birlikte 23 maddede dile getirirken, metinde ayrıca maddeleştirilmemiş genel ilkelere ilişkin öneriler de

sıralandı. Teklif taslağında Anayasanın başlangıç bölümünde “yaratılanı yara-tadan ötürü sevmek ve saymak” ifade-lerine yer verilmesinin gerekçesi ve bu durumun laiklikle çelişmeyeceği özet olarak şu şekilde açıklanıyor: “Turgut Özal Üniversitesi Anayasa Taslağı insan merkezlidir, insanı merkeze alan siyaset ve hukuk ilkelerine dayalı bir sistemi hedefler. Bugüne kadar insan onuru, insan sevgisi, hoşgörü gibi kavramların sadece Batıda mevcut olabileceği dile getiriliyordu. Oysa, bu kavramların tarihi ve sosyolojik derinliğine inilirse, eldeki çalışmayla tarih ve medeniyetimizde telaffuz edilen ve yaşanan kavram ve değer-lere yeniden dönüldüğü görülecektir. Yunus Emre’nin yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmemizi salık vermesi veya

Şeyh Galip’in insanı zübde-i âlem sayması, onu mükerrem ve muhterem bir varlık olarak değerlendirmeleri, bu özlü sözlerin ortak bir kültürün mahsulü olduğunu göstermekte-dir… Tanrı kelimesinin dibacelerde yer alması hukuk devleti ve laiklik ilkeleriyle çelişmez. Zira Avrupa’da ve dünyanın değişik ülke anayasalarının önsözünde ya Nominatio Dei ya da İnvocatio Dei şeklinde Tanrı’ya bir atıf söz konusudur. Burada gaye, doğal hukuk aracılığıyla devlet iktidarını mutlak olmaktan çıkarıp ona nisbi bir boyut kazandırmaktır. Bütün varlıklara karşı hoşgörülü davranmayı anlatmak için Yaratan kelimesi bir vurgu olarak kullanılmıştır.”

Page 21: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 21

Doğu ve Güneydoğu’da ‘mele’ (molla) olarak bilinen kişilerin, sınavı geçme-leri halinde Diyanet’e kadrolu imam olarak alınacağı haberinin geçtiğimiz günlerde gümdeme gelmesi bir kez daha pes dedirtti.Diyanet İşleri Başkanlığı, Doğu ve Güneydoğu illerine yönelik yeni bir proje başlatıyor. Diyanet, bölgede ‘mele’, genelde ‘molla’ denilen ve taşrada vatandaşların din konusunda görüşlerine başvurduğu isimleri kad-rolarına katacak. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bu kişileri analiz ettik. Toplumda sözü dinlenen, saygınlığı olan, sözleri insanları durduran veya harekete geçiren insanlar. Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak istiyoruz” dedi. Bozdağ, “Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak değerlendirdiği çalışma hakkında şunları söyledi:Bin kadro“Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı hal-de din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşme-li imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir. 1000 kişilik bir kadro öngördük. Yaptığımız hesaplamalar 800 civarında ihtiyaç olduğu yönünde.”

Yeni değil…Bu proje, kurumun toplumu dincileştir-meye dönük ciddi hamlelerinden biri. Kararın arkasındaki mantık, Diyanet’in diğer uygulamalarıyla bütünlük oluşturuyor. Amaç; toplumu dinsel-leştirmek. 2010 yılında Diyanet İşleri Başkanı (DİB) Ali Bardakoğlu, müf-tülük açılışı sırasında “din görevlimiz sadece namaz kıldıran memur değil. Sosyal hayata müdahale eden kanaat önderi olmalı. Yeter ki toplumu ileriye taşımak kararlılığı içerisinde misyon-larını yapsınlar, yeter ki kendi görev-lerini yapsınlar” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Şimdiye dek gündelik yaşamı dinselleştiren türlü projeleriyle gün-deme gelen DİB, misyon ve hedefleri doğrultusunda ciddi adımlar atmaya devam ediyor. 1000 mollanın imam hatip görevlisi olarak devlet kadrosu-na alınması kararı da aynı zamanda AKP’nin Kürt sorununa getirdiği diğer dinsel “çözüm” önerilerindendir.Altan Tan’dan destekProje için BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan ise, “Fahri imamların kadro-ya alınması bugünkü yapı devam edi-yorsa olumlu bir gelişme. Dini bilgisi çok yüksek olan çok sayıda Kürt molla var. Medrese mezunları ve dini yetkin-likleri çok yüksek” dedi. Dini bilgileri çok yüksek olan bu kişilerin, ellerinde devlet diploması olmaması yüzünden yaşadıkları mağduriyetin Diyanet’te istihdam edilmeleriyle giderilmesi-nin olumlu olacağını ifade eden Tan, “Siyasi bir eleme yapılmadan olmalı” diyerek projeye destek verdi.

“Tek Yol İslam!”Tartışmalar sürerken ilerleyen gün-lerde ise Milli Gazete, mollara kadro açılmasına değinerek, manşetten şeri-at istediğini açıkladı. Projenin ‘manevi kalkınma hamlesi’ne dönüşmesi gerek-tiğini yazan gazete, medreselerin yeniden canlandırılmasını istedi! “Tek yol İslam” manşetiyle yayınlanan ga-zeteye göre, ‘terör ve manevi yıkım’la baş etmenin tek yolu şeriat! Milli Gazete’de,  Şuurlu Öğretmenler Der-neği Genel Başkanı Hakkı Akkiraz’ın da açıklamaları var. Akkiraz’ın gazetenin kapağında yer alan açıklamaları şu şekilde: “Ülkemizde bir terör belası var. Bunun ana sebebi İslam’dan uzaklaş-maktır. Eğer bölgenin huzura kavuş-turulması isteniyorsa, imam hatip okullarının orta kısımları tekrar açılma-lıdır. Bütün okullara seçmeli Kur’ân-ı Kerim ve İslam dersi konmalıdır. Ayrıca kapatılmış yerel medreselerin ihyası bakımından, onlara bir statü kazan-dırılması, tekrar faaliyete geçirilmesi yönündeki engellerin kaldırılması gerekir, en köklü çözüm bu olur.”Gazetede Diyanet-Sen Genel Başkanı Bayraktutar’ın da açıklamaları bulunu-yor. İmam Hatip Liseleri’nin kapatılan orta kısımlarının tekrar açılmasını savunan Bayraktutar’ın açıklamalarıy-sa şöyle: “Zorunlu eğitim olsun, 11 yıl olsun ama kesintili olsun. İlkokuldan sonra hekes tercihte bulunabilsin. İsteyen imam hatipe, isteyen mes-lek lisesine gidebilsin. Medreselerle ilgili kanuni yasaklar ve engellemeler sözkonusu. Yasal değişiklikler yapılırsa Devlet’in ve Diyanet’in kontrolünde başta dini ilimler olmak üzere her sahada en üst seviyede neden eğitim verilmesinin önü açılmasın? Bunda niye bir sakınca olsun”Milli Gazete’nin önümüzdeki günlerde üniversitelerin kapatılmasını ve karma eğitime son verilmesini talep edip etmeyeceği ise merak ediliyor.

ceyda kaçar

DİYANET’E ‘MOLLA’ KADROSU

Page 22: icabihal sayi 4

22 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

ÜLKE SOLUNUN ORTAK REFLEKSİ: HOPA

Bir önceki sayımızda 31 Mayıs 2011’de Hopa’da ve Türkiye’nin neredeyse her yerinde yaşananları aktarmıştık. İşte 9 Aralık’ta Hopa’daki polis terörünü ve M. Lokumcu’nun öldürülmesini Ankara’da protesto eden çoğunluğu öğrenci 22’si tutuklu 28 ilericinin ilk duruşması, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yapıldı.Saat 9.00’da soğuk ve kar yağışlı havaya rağmen TKP, ÖDP, EHP, Halkev-leri, öğrenci örgütlenmeleri, aydınlar, akademisyenler, sendika ve meslek odaları üyeleri Ankara Adliyesi önünde toplandı. Sayıları 4 bin civarınday-dı. Öğrenciler, topladıkları imzalar ve kartpostallarıyla, hazırlıklı geldiler. Ad-liye önünde toplanan kalabalık gruba ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, Halkev-leri Genel Başkanı İlknur Birol ve TKP MK üyesi Erkan Baş birer konuşma yaptılar. Daha sonra aynı kürsüden Sine-Sen Genel Başkanı Zafer Ayden ve öğrenci örgütleri konuşma yaptılar. Dışarıda sloganlarla, marşlarla, konuş-malarla ve oyunlarla bekleyiş sürerken duruşma salonunda sanık ve avukatlar da savunmalarına başlamışlardı.Görevsizlik Talebi ReddedildiSanık avukatlarından Ayhan Erdo-ğan, yargılamanın TMK kapsamında değil Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet ve kamu malına zarar vermek suçlamalarıyla yapılma-sı, dolayısıyla bu mahkemenin buna yetkili olmaması nedeniyle “görevsiz-lik” ve sanıkların tahliyesini talep etti. Sanıklar iddianame hazırlanana kadar terör örgütü üyeliğiyle suçlandıkla-rını bilmiyordu. Çünkü onlara sadece

TGYK’ya muhalefet ve kamu malına zarar vermek suçlamasıyla tutuklu bulundukları söylenmişti. Savunmanın ilk talebi görevsizlikti, mahkemece reddedildi.Sanıkların hepsi terör örgütü üyeliği dışındaki bütün suçlamaları kabul etti. Yani eyleme katıldıklarını; “flama” tut-tuklarını; arkadaşları Çağdaş Ersoy’a destek amacıyla “saçlarını kestirdik-lerini”; Deniz’in Mahir’in fotoğraflarını evlerinin duvarına astıklarını; Marx’ın, Lenin’in kitaplarını okuduklarını; puşi taktıklarını… hepsini kabul ettiler. Hep-si eyleme kendi örgütüyle katıldığını söyledi. Bahsedilen isimde bir “terör örgütü”nü tanımadıklarını da ifade ettiler. Sanıkların bazılarının savunma-ları özetle şöyle:Başbakanlar Ağlamasın...Arkadaşları Çağdaş Ersoy’a destek vermek için saçını kestiren üç kişi bu yüzden tutuklandı. Savcı, üç kişinin saçını tanınmamak için kestirdiğini savunuyordu. Arkadaşına destek için saçını kestirdiğini söyleyen Hikmet Tanıl, ”Başbakan Nejdet Adalı ve Erdal Eren’e ağladı. Başbakanlar ağlamasın diye tahliyemi ve beraatimi talep ediyorum.” dedi. Tanıl, iddianamenin darbe dönemlerini aratmadığını da belirterek, ”Tarih, bizi 52 yılla yargıla-yanları da birgün yargılayacaktır.” de-mesi üzerine hakim Örsdemir, ”Biz de dahil miyiz?” diye sordu. Hikmet, ”Sizi bilmiyorum ama iddia makamı dahil.” karşılığını verince, salonda gülüşme sesleri yükseldi. Bu gülüşmeye hakim ve savcı da katıldı.Cüneyt Çakır TKP üyesi olduğunu,

başka herhangi bir örgütle ilgisinin olmadığını, KESK’in eylem çağrısına TKP’yle katıldığını söyledi ve tahliyesi-ni talep etti.Hakimin Ciddiyetsizliği…Can Türkyılmaz, ulaşım hakkı için eylem yapmanın terörle bir ilgisinin ol-madığını anlattı ve kendisine gösteri-len resme bakarak “Bu ben değilim, bu kişi biraz kilolu” demesi üzerine hakim tam bir ciddiyetsizlikle “Sen de zayıf değilsin ha! Biraz zayıfla cezaevinde.” karşılığını verdi. Hakimin bu ciddiyet-siz tavırları duruşma boyunca sürdü, Savcı Yüksel uyukladı. Neyse ki suçlar, suç unsurları ve deliller çok gülünçtü. Bu hava kolay dağılıyordu.Can Kaya, ”İddianameye göre bu kitabı dışarıda okumak yasak ama yasakla-rıyla ünlü cezaevinde okumak serbest” dedi ve kitaba cezaevi idaresinin vurduğu “Görüldü” damgasını gösterdi. Beraatini ve tahliyesini talep etti.Zafer Algün, Halkevleri üyesi bir öğret-men olduğunu belirterek “Bu dava yalnızca Hopa Davası değil, bu davada AKP’ye muhalif olmak yargılanıyor.”Uğur Bayraktutan, 6 aydır tecritte olduğunu ve yasaklı kitapların her kitabevinde bulunabilmesinin normal olmadığını söyledi.Savunmalarda Polis Terörizmi De Yer AldıFerhat Konukçu ve Sevgi Sönmez, işkence gördüklerini anlattılar. Sevgi ayrıca kendisine taciz edildiğini, tecavüz tehdidinde bulunulduğunu, yüzünü gördüğünde annesinin tanı-yamadığını fakat Savcı’nın “Ne oldu sana?” bile demediğini söyledi.Hazal Kangal “Ben N.Ç’ye tecavüz etme-dim, M.Lokumcu’yu ben öldürmedim. Sosyalist düşüncelerim yargılanmak isteniyor.”Soner Torlak “Ben doktora öğrenci-siyim. Okuma listemi söylesem üç kere idam edilmem gerekir. Bu dava toplumsaldır” dedi. Ozan Gündoğdu da polisler tarafından işkence gördüğünü belirterek “Soner, ‘Benim kitaplarıma bakılsa idam edilmem gerekir.’ dedi, o zaman ben, SBF’nin kapatılması gerek diyorum.” dedi.Hamza Doruk, ”İki yılda bir İçişleri Bakanlığı’na rapor olarak sunulan Hal-kevleri çalışma raporu nasıl delil olarak sunulur?” dedi.Av. Arzu Becerikli, ”Protestoda katil AKP denmesinde bir sorun yoktur.

Page 23: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 23

Burada bir ölüm protesto edilmekte-dir. Sorumlu AKP’dir. Bu gösteriler en fazla 2911 ile yargılanabilirdi. Kaldı ki biz suçu da kabul etmiyoruz. O halde biz neden DGM’deyiz.” dedi. Av. Mehdi Bektaş ise, ”Örgüt diyorsanız THKP/C 1970’lerde liderleri katledilmiş, Dev-Yol 1980’lerde yargılanmıştır. Hukuk fiille uğraşır fikirle değil. Bu yargılama Paris Komünü’ne kadar gidecek her-halde.” dedi.Savcı, suçlamanın mahiyetinin değiş-tiği gerekçesiyle mütaalasında beş sanığın tahliyesini talep etti. Halkev-leri ve Öğrenci Kolektifleri dışındaki sanıkların terör örgütü üyeliğinden de-ğil bu örgüt doğrultusunda eylemden yargılanmaları istenmişti.Beyoğlu Kumpanya Da VardıDışarıda coşkusundan hiçbir şey kaybetmeyen kalabalık, sık sık slo-ganlarla kesilen halayını bırakmadı. Gün boyunca aynı canlılıkla marşlar okuyup slogan atan kitle, akşam olup havanın soğumasıyla adliyenin bahçe-sinde ateşler yakarak ısındı. Beyoğlu Kumpanya sanat topluluğu da bu dava süreci için hazırladığı “Binbir Dere Masalları: Sultanın İntikamı Bölüm 1 “isimli sokak oyununu gün içerisinde üç kere oynayarak duruşmadaki ark-daşlarına destek verdi. Oyun eylemci-lerin ve medyanın büyük ilgisini çekti.22 Tutukluya Tahliye KararıBu dava ülkenin sosyalistlerini hedef tahtasına oturtmuştu. Genelde hedefi daraltarak ilerleme stratejisi güden AKP, sosyalist çevreyi küçümsemiş

olacak ki en sağlam sosyalist yapıları birden karşısına almaya çalıştı. Genel stratejiden sapma, AKP’nin bu davayı kaybetmesine yol açtı. Çünkü bu süreç ülke solunun ortak refleksiyle sonuçlandı. Yani nihayetinde 22.00 sıralarında mahkeme, bütün tutuk-luların tahliyesine karar verdiğini açıkladı. Bu, ülke solunun AKP’ye karşı büyük bir kazanımı, en önemlisi AKP rejimine ciddiye almak zorunda kaldığı bir uyarıdır. Bu süreç AKP’nin, solun reflekslerinden ne kadar korktuğunu gözler önüne sermiştir.Mahkemenin kararı, dışarıdaki kitlede büyük coşku yarattı. Sloganlar daha yükse sesle atılırken marşlar da daha gür bir şekilde okundu. Kitle zaten daha önce sonuç ne olursa olsun Sakarya Meydanı’na yürüyeceğini duyurmuştu. Değişiklik yapılmadı ve önce Sıhhiye Meydanı sonra Sakarya Meydanı’na yürüdü.Solun Akp Rejimiyle Mücadele KararlılığıSakarya Meydanı’ndaki kalabalığa İlknur Birol, Alper Taş ve Erkan Baş konuşma yaptı.“Türkiye’yi karanlığa boğmak isteyen iktidarın ilericilere, devrimcilere yöne-lik terör suçlaması yırtılıp atıldı.” diyen İlknur Birol, bunu devrimci dayanışma-nın sağladığını vurguladı.“Bu daha başlangıç” diyerek başlayan Alper Taş, ”22 arkadaşımızı karşıla-maya gideceğiz. Ama hapiste binlerce kardeşimiz var. Bu bayrakları indirme-den onların özgürlüğü için mücadele

edeceğiz. Özgür, demokratik, sosyalist Türkiye kurulana kadar...”Erkan Baş ise konuşmasında, yar-gılanan arkadaşların ilkeselliğinden bahsetti. ”Onları izlerken gördük ki bedenleri tutsak edilmesine rağmen akıllarından bir milim bile oynamamış-lar. Kimse ‘ben yapmadım’ demedi. Yaptık, yine yapacağız dediler.” dedi.Davalarda Siyasi SüreçBirinci cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve devletin yeniden yapılandırılma-sı sürecinde AKP, başta HSYK ve Yargıtay’ın yapısında yaptığı deği-şiklikler olmak üzere yargıya yaptığı müdahaleyle hukukun gerici-faşist bir hal almasına, çürümesine neden oldu. Operasyonlar ve davalar artık hukuki bir süreç olmaktan çıkıp Ergenekon, KCK, OdaTV, Hopa… gibi birer siyasi süreç haline geldi. Artık AKP, siyaseti-ni davalarla yapıyor. Hatta bu davalara elinden gelse kimseyi sokmuyor. Bir moda haline gelen büyük davaların kü-çük salonlarda yapılması “yargılamanın aleniliği” ilkesiyle birebir çelişiyor. 9 Aralık’taki Hopa Duruşması’nda bırakın izlemek isteyip de içeri alınmayanları, avukatlar salona sığmamıştı.Ankara’daki Hopa protestosu tutuklu-larının tahliyesinden sonra Hopa’daki yedi tutuklu da tahliye edildi. Sol düşünce ve eylemin yargılanmak istendiği bu dönemlerde önemli olan Ankara’da olduğu gibi AKP’nin karşı-sına devrimci bir dirençle çıkabilmektir.

Cihan Kırmızıgül,Kağıthane’de bir markete yapılan Molotof kokteyli sal-dırısına katıldığı gerekçesiyle durakta otobüs beklerken 20 Şubat 2010 tarihinde gözaltına alındı.Ardından bir gizli tanığın yüzü puşilerle kapalı grubun yaptığı saldırıyla ilgili ‘tanıklık’ yapmasıyla Cihan tutuklandı.Bir yıl geçtikten sonra gizli tanık,Cihan’ın onların arasında olmadığını söyledi ancak bunun da üzerinden tam bir yıl geçmesine rağmen ‘o’ hala tutuklu.Tutuklu olduğu süre içerisinde otuz-dan fazla kilo vermesine neden olan

F tipi cezaevinin olumsuz koşullarını protesto ettiği için altı ay da hak mah-rumiyeti cezası aldı.Hopa protestosu tutuklularının iddi-anamesindeki suç delilleri gibi komik bir delille yargılanıyor:Puşi.Cihan,22 aydan fazla süredir tutuklu.9 Aralık’ta Beşiktaş Adliyesi’ndeki 7. duruşma-sında da tahliye edilmedi.Onu içeride tutan iki dayanak var:Nasıl yazıldığı belli olmayan bir olay günü polis tutanağı ve ‘suça ilişkin kuvvetli delil’ olarak nitelenen puşi.

Cihan’a Destek GerekOkul arkadaşları onun için bir forum düzenledi.Cihan’ın tutuklanmasına yol açan siyasal durum tartışıldı.Ceza Hukuku profesörü ve Galatasaray Üniversitesi’nin eski rektörü Duygun Yarsuvat dahil,okulun çok sayıda akademisyeni Cihan’a destek açıkla-ması yaptı.Cihan’ı özgürlüğünden ve eğitiminden alıkoyan tutukluluk hali hukuki değil siyasi bir durumdur.Önü-müzdeki duruşması 23 Mart 2012’de Beşiktaş Adliyesi’nde yapılacak.

CİHAN HALA TUTUKLU

Page 24: icabihal sayi 4

24 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

28 Aralık 2008 tarihinde TRT, ”Şah-ların Labirenti” isimli bir belgesel programı yayınladı.Belgeselin, Ökkeş Şendiller’in “tanık” olarak gösterildiği Maraş Katliamı bölümünde, Şendiller konuşurken Hrant Dink’in tam ekran bir fotoğrafı yayınlandı. Bu şekilde Hrant, Maraş olaylarının sorumlusu olarak gösterilmeye çalışılmıştı.Maraş Katliamı’nı Hrant’ın yaptığını iddia eden Şendiller, daha da ileri giderek konuyu Ermeni düşmanlığında sonlandırıyor: ”Bunun ne Alevilikle ne de Sünnilikle bir ilgisi yoktur. Bu örgü-tün, ki örgütün içinde Ermeni Garbis Altınyan var, Ermeni Garbis Altınoğlu bildiğiniz gibi 71’in yine önde gelen liderlerinden ve TİKKO’nun kurucula-rından, işte Hrant Dink, Ermeni Garbis Altınyan, efendime söyleyeyim Orhan Bakır, ki bunların hepsi beraber ismini değiştirenler zaten. Ölenler arasın-da yedi tane sünnetsiz ceset var. Ermeni Garbis Altınyan’ın ve yedi tane sünnetsiz cesedin Aleviyle, Sunniyle, Kürtle, Türkmenle, Avşarla ne alakası olabilir. Biz, buradan bakıyoruz ki bu işin arkasında dış mihrakların da parmağı var.”Belgesel Doğru, Gerçek Ve TarafsızmışBelgeselde Şendiller’in yukarıdaki konuşması sırasında aniden beliren tam ekran fotoğrafın, Hrant’ın kişilik haklarına saldırı niteliği taşıması ve Maraş Katliamı’nın sorumlusu olarak gösterecek şekilde yayınlanması nedeniyle Hrant’ın ailesi, yayıncı TRT, yapımcı Bey Yapım ve Maraş Katliamı’nda bir numaralı “sanık” olarak yargılanan Şendiller hakkında tazminat davası açtı. 4. Asliye Hukuk Mahkemesi tazminata hükmetti. Bunun üzerine TRT, internet sitesin-

de belgeselden o bölümü çıkardı ve olayı bu şekilde örtbas edebileceğini düşündü. Davalılar, Yargıtay’da karara itiraz etti ve Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, belgeseli ‘doğruluk, gerçeklik ve taraf-sızlık’ ilkelerine uygun buldu. Sonuçta alt mahkemenin kararı bozuldu.Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’ne yaptığı düzeltme talebi başvurusunda, “Maraş Katliamı ile ilgili yapılan yargılamalar-da, olay anlatımlarında, tartışmalarda, tanıklıklarda ve benzeri yazılı yada görsel herhangi bir materyalde bugü-ne kadar Hrant Dink ile ilgili herhangi bir ize, emareye, imaya dahi rastlan-mamıştır. Davalılar tarafından dosyaya bu yönde herhangi bir bilgi, belge, delil sunulmamıştır. Hal böyleyken Yar-gıtay hangi gerekçeyle yayının doğru ve gerçek olduğu savına varmıştır, bunu neden izah etmemiştir?” dedi. Çetin, Daireye TRT’deki belgesel-de, aslında en önemli sanık olarak yargılanan Ökkeş Şendiller (Kenger)’in “tanık” sıfatıyla yer almasını tarafsızlık ilkesiyle nasıl bağdaştırdığını sordu. Faşist hareketin tarihini içeriden 6 ciltlik “Ülkücü Hareket”le ve istihba-rat örgütleriyle yakın ilişkisini “Derin Sol”la gözler önüne seren Hakkı Öznur ile Avrupa Nizam-ı Alem Federasyonu Kurucu Genel Başkanı ve BBP’li Zülfü Canpolat gibi faşistler de “danışman” olarak yer aldı.Ökkeş Şendiller Neyin Nesi?16 Aralık 1978’de Çiçek Sineması’na, -programda olmamasına rağmen- “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli anti-komünist film izlenirken atılan düşük tesirli bombayla halk galeyana getirilmiş ve yine planlı bir şekilde alevi ve solcu kıyımına başlanmıştır. Bu bombanın ülkücülerin sinemasına

atılmasından ve iki solcu öğretmenin silahlı saldırıyla öldürülmesinden sonra cami ve belediye hoparlöründen katliam vaazları verildi: ”Bir alevi öldü-ren beş kere hacca gitmiş sayılır!” Bu canice kışkırtmalar, kapıları önceden işaretlenmiş alevi ve solcu binlerce insanın ölümüyle, yaralanmasıyla, linç edilmesiyle, bu insanlara işkence ve tecavüz edilmesiyle sonuçlandı.Ökkeş Kenger ise bu olayın tam olarak fitilini ateşleyendi.Nitekim Çiçek Sineması’na bombayı atarak insanları galeyana getiren ondan başkası değildi. Bu suçu belirlenmiş, bir numaralı sanık olarak yargılan-mıştı. Tahmin edileceği gibi beraat etmiş, çıkınca da Kenger olan soyadını Şendiller olarak değiştirmişti. 1991 genel seçimlerinde Refah-MÇP-IDP ittifakında, katliam yaptığı Maraş’tan milletvekili olarak ödülünü de aldı. Hatta bu dönemde yüzsüzce Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nda yer aldı. Yani Meclis, insan haklarını katliamcısı-na emanet etti. Bu da yetmezmiş gibi aynı dümenin suyu AKP de bu alevi ve solcu katliamcısını 2009’da 6. Alevi Çalıştayı’na davet etti. AKP, katledilen-lerin hakkını savunan insanların yoğun tepkisine karşı diretse de sonunda bu davetinden dönmek zorunda kaldı.Katliamcıdan Referandumda Deklarasyonlu DestekKenger, AKP’nin bu ilgisi karşısında altta kalmadı ve 2010’da 38 ülkücüyle birlikte hazırladığı, AKP’nin anayasa değişikliği paketine ve bununla ilgili bütün çalışmalarına destek verdiği deklarasyonun altına imza attı.Kenger, katliamın 32. yıl dönümünde Maraş’taydı. Katledilen insanların yakınlarına, katliamcıların hemcinsleri saldırdı. Bu sırada katliamın gerçek-leştiği yerde açtığı “Ökkeş Şendiller İrtibat Bürosu”nun balkonundan “sırıtarak” gözü yaşlı insanlara saldı-rılışını izliyordu. Bu yılın başında da kendisinin yönlendirdiği belirlenen provokatörlerden 4 tanesi gözaltına alınıp salıverildi.M. A. Ağca, Haluk Kırcı ve Ökkeş Şen-diller gibi faşistlere bir katil konten-janı ayıran ulusal medya, bu şekilde bütün etik ilkelerini çürüterek sadece midesindeki pislikle yaşıyor. Sorulması gereken soru: Gerici-faşist güruhun dışında, böyle bir katilin sözlerine inanacak kadar “saflar” bu ülkede hala mevcut mu?

BİR KATLİAMCININ İNCİLERİ

Page 25: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 25

AhmEt pAkEt

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,Y. Ziya Özcan’ın görev süresinin dolması nede-niyle Yüksek Öğrenim Kurumu’na Gök-han Çetinsaya’yı atadı.Bu atama,ilk defa bir vakıf üniversitesi rektörünün atan-mış olmasına rağmen şaşırtıcı olmadı.Nitekim Gökhan Çetinsaya’nın AKP,Gül ve Gülen’e en yakın isim olduğu bili-niyor.Nihayetinde Çetinsaya,Fettullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üyesi.Bu vakıf Gülen cemaatinin alternatif oluşu-mu olarak gözümüze çarpıyor.Yök’ün Yeni Başkanı Vakıf Üniversitesi RektörüÇetinsaya,Bilim ve Sanat Vakfı’nın kurduğu Şehir Üniversitesi’nin rektörü iken YÖK’e başkan olarak atandı.BSV,’Osmanlıca Seminerleri’ düzenleyen,’Yeni Osmanlı’ tartışmala-rına katılan,sadece alan alan Osmanlı araştırmaları yapan,Türkiye Araş-tırmaları Literatür Dergisi ve Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi adında Osmanlıcı ve Türk milliyet-çisi iki dergi çıkaran ve son olarak da AKP’nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da kurucularından oldu-ğu bir vakıf.Çetinsaya,Davutoğlu’dan “Hocamdır,üstadımdır.” diyerek bahse-diyor.Taraf gazetesinde Neşe Düzel’e verdiği röportajda,Türkiye’nin yeni dünyada sözü geçen merkez ülke olmasının,ekonomisini güçlendireceğini söylüyor.Bu,bölgesel güç olmanın refah düzeyini yükseltmesi açısından önemli olduğunu anlatan Çetinsaya’nın,AKP’nin dış politika cümlelerini iyi hazmetti-ğini ve Yusuf Ziya Özcan’dan daha kalifiye bir ‘personel’ olacağını gös-teriyor.Keza devir teslim töreninde de Çetinsaya,Özcan’başladığı işleri bitireceğini onun yolundan gideceğini belirtmişti.Ancak Çetinsaya’nın gerçek bir piyasacı ve değerlendirmelerinde ‘Yeni Osmanlı’ söylemini öne çıkaran biri olduğunu düşündüğümüzde AKP’nin politikalarını üniversiteler cephesinden daha ustaca yapabileceğini söyleye-biliriz.Bu anlamda Çetinsaya,dar bir anlamda personellikten çok,gericilik üretebilecek biri.Bir ‘vakıf üniversitesi’ rektörü-nün YÖK başkanlığına atanmış olması,eğitimin paralılaştırılması ve özelleştirilmesine hız vereceği şeklinde yorumlanırken,Çetinsaya’nin ‘yakın adam’ olmaktan kaynaklı ideolojik ortaklığı ve misyonu bu noktada daha çok dikkate değer.‘Alternatif Üniversite’ olarak karşımıza çıkan Şehir Üniversitesi’nin kurucusu BSV’yi,Ülker Grubu başkanı Murat Ülker

kurdurdu.Dolayısıyla okulun 50-80 milyon dolar civarında bir bütçesinin olması da normal karşılanmalı.Açılı-şında Abdullah Gül,Erdoğan ve çok sayıda bakanın hazır olduğu şehir Üniversitesi’nin ‘Tarih ve Medeniyet’ konulu ilk ders,Davutoğlu tarafından verilmişti.Ayrıca Zaman Gazetesi’nin ge-nel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın da ilk ders deneyimi var.Başbakan ve bazı bakanların oluşturduğu Özelleş-tirme Yüksek Kurulu’nca ‘hibe’ yoluyla Maliye Bakanlığı’na verilen Kartal Ceviz-li’deki Tekel yerleşkesinin,296 dönümü İstanbul Şehir Üniversitesi’nin yapımı için ‘irtifak hakkı’ tahsisi yoluyla Fettul-lahçı BSV’ye 49 yıllığına kiraya verildi.İşte Şehir Üniversitesi,bu alan üstüne kuruldu.Alternatif üniversite anlayışı-nı ülke geneline yayma yolculuğuna 2010-2011 eğitim-öğretim sezonunda çıktı.AKP’yle Çetinsaya’nın yakın ilişki-sini son olarak bu ‘peşkeş’ jestinden de anlamak mümkün.Piyasacılık TakıntısıY. Ziya Özcan’ın bir piyasacılık takıntısı da vardı.Üniversitelerdeki yabancı dil eğitimi sorununa yabancı firmaların işlettiği uzaktan eğitim merkezleri geliştirerek çözüm bulmaya çalıştı.İlk olarak bizim okulumuzda uygulamaya konulan bu sistem,ÖKM kapatılıp bura-da Uzaktan Eğitim Merkezi açılmasıyla işlerlik kazandı.İki firmayla anlaştıklarını belirten Özcan,Bunu Türkiye geneline yaymayı büyük ölçüde başardı.Ayrıca Amerikan modeli bir paralı üniversite hayali olan Özcan,eğitimi yarıda kalan öğrencilerin geri geldiğinde faizleriyle hesaplanan birikmiş harçlarını ve daha yüksek bir harç ücretini ödemeleri duru-munda okullarına devam edebileceğini söyledi.Yüksek Harç TutkusuYüksek harçlara olan tutkusuyla bilinen Özcan,2010 yılı için örgün öğretime %8,ikinci öğretime ise %500 zam yapılacağını açıklamış ancak yoğun tepki üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştı.2011’de ise bir KHK’ya daya-narak üniversitelerde harçların kredi sayısına göre belirleneceği açıklamasını yaptı.Buna göre dönem başında alttan dersi olanlar astronomik harçlar ödemek zorunda kaldı.Daha sonra gelen tepkiler üzerine,bu durumun üniversiteye yeni başlayanlar için geçerli olacağını açıkla-dı.Bu şekilde üniversite kapıları emekçi çocuklarına biraz daha kapatılmış oldu.Ancak daha da kötüsü,Özcan’ın paralı eğitim konusunda yeterince kesin ifa-deler içeren sözleri var.2008’de üniver-sitelerin paralı olması gerektiğini söy-

lemişti.Devir teslim töreninde,y. Ziya Özcan,başkanlığında üniversitelerin bir eşiğe kadar geldiğini,Çetinsaya’nın yüksek öğrenime bu eşiği atlatacağın-dan emin olduğunu belirtti.Bu açıdan Çetinsaya’nın bir vakıf üniversitesi rektörlüğünden gelmesi bir hayli ma-nidar duruyor.Bu satırları yazarken bir korku filminin senaryosunu yazıyormuş gibi hissediyoruz kendimizi.Eğitimin piyasacılaşması konusunda önemli bir ayrıntı daha var ki o da Özcan’ın üniver-site yönetimlerinin tüccarlar tarafından belirlenmesini istediği açıklamasıdır.Buna göre rektörlerin seçimle değil de o şehrin ticaret,sanayi ve endüstride öne çıkmış isimlerden oluşan mütevelli heyeti tarafından belirlenmesi düşünü-lüyor.Öğrencilerden Ziyade Akp ve Cemaate Hizmet AnlayışıÖzcan’ın mezun olunan liselere göre katsayı farkını da ortadan kaldıran bir uygulama başlattığını da hatırlıyoruz.Buna göre düz lise,Anadolu lisesi ile imamhatiplilerin de aralarında bulundu-ğu meslek lisesi öğrencilerinin hepsinin puanı 0,15 ile çarpıldı.İmamhatipli-ler için yol alabildiğine açılmış oldu.Zaman Gazetesi yazarı Mustafa Ünal bu,cemaate katsayı ve türban jestinden çok memnun kalmış ‘Yusuf Ziya Özcan unutulmayacak.’ diyerek sloganvari bir giriş yapıyor 18 Aralık’taki yazısına.AKP’nin dış politikasına destek anla-mında üniversitelere yabancı öğrenci serbestisi tanımak için YÖS’ü kaldıran YÖK,temsilcilerini protokol imzalamak maksadıyla Suriye’ye gönderdi.Orta-doğu açılımından ayrı olarak AKP’nin türban ve demokratik açılımı için de üniversitelerde oldukça çaba gösteren YÖK,başkanlık genelgesi ile üniver-sitelerde türbanın önünü açtı.Ayrıca ilahiyat ön lisans mezunlarının Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan farklı kamu kurum ve kuruluşlarında da çalışabilmeleri sağlandı.Demokratik açılım çerçeve-sinde 27 rektörle yapılan toplantıdan sadece Mardin Artuklu Üniversitesi’nde ‘Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü’nün açılması,açılım denilen şeyin ana dilde eğitim gibi önemli ve evrensel bir ko-nuda bile ne kadar sığ olduğunu gözler önüne serdi.

YÖK’E KALİFİYE PERSONEL ALIMI

Page 26: icabihal sayi 4

26 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

ODATV iddianamesinin kabul edilme-sinin ardından ilk duruşma 22 Kasım tarihinde Çağlayan Adliyesi İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapıldı. Soner Yalçın ile birlikte ODATV çalışanı olan tutuklu beş isim daha (Doğan Yurdakul, Barış Terkoğlu, Barış Peh-livan, Muhammet Sait Çakır, Coşkun Musluk), mahkeme heyeti başkanı Re-sul Çakır’ın davadan çekilmesini istedi. Çakır’ın çekilmemesi durumunda ise reddi hakim talebinde bulunacaklarını kaydettiler.Reddi hakim talebinin gerekçesi, 5 Kasım 2009 tarihinde ODATV’de ya-yınlanan ve özel yetkili hakim ve sav-cılar ile emniyet yetkililerinin birlikte yaptıkları iftara ilişkin “Bu fotoğraflar olay yaratacak” başlıklı haber sebebiy-le açılan davada, Resul Çakır’ın mağdur sıfatını taşımasıydı.Cumhuriyet Savcısı Ufuk Ermertcan, reddi hakim talebinin üst mahkeme-ce değerlendirilmesini, sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar verilmesini talep etti. Mahkeme heyeti bu talepleri kabul ederek dosyayı İstanbul 17. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi.Mahkeme 5 Aralık’ta açıkladığı ara kararda, hakimin reddi talebinin oybirliğiyle reddedildiğini açıkladı. İlk duruşmada tahliye kararı çıkmazken dava 26 Aralık’a ertelendi.İlk Duruşmada Neler OlduDuruşmaya, tutuklu sanıklar Prof. Dr. Yalçın Küçük, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, gazeteciler Nedim Şener, Ahmet Şık, Soner Yalçın, Şükrü Doğan Yurdakul, Barış Terkoğlu, Barış Peh-livan, Muhammet Sait Çakır, Coşkun

Musluk, Müyesser Uğur ile tutuksuz sanıklar Ahmet Mümtaz İdil ve İklim Ayfer Kaleli katıldı.Gazeteci Ahmet Şık’ın avukatı Akın Atalay duruşmada söz alarak, “Müvek-kilimin tutuklanmasının kitap içeriğiy-le ilgisi olmadığı açıklandı. Gerçekten, Ahmet Şık, ‘aşk’ kitabı yazsaydı, söz konusu kitabın içeriği farklı olsaydı, suçlanır mıydı?” dedi.Doğan Yurdakul’un avukatı ise, “İtilmekten, kakılmaktan yorulduk, hırpalandık, örselendik artık. Saatlerce aramalardan geçiriliyoruz. Müvekkilim de hırpalandı artık. Haksızlığa meydan verilmesin” diye konuştu.Örgütün yöneticisi olmakla suçlanan Yalçın Küçük’e konuşması için, avukatı duruşmada söz almadığı ve herhan-gi bir talepte bulunmadığından söz verildi.Yalçın Küçük; “Bu dava Şık, Şener davası değildir. Bu beni rencide eder. Türkiye’de hapse giren ilk gazeteci de Şık ve Şener değildir. Bu davada bir eksik var. Sanıklardan Kaşif gelemedi. Onun savunması benim savunmam gibidir. Savunmasından benim malu-matım var. Güvendiği kişilere notlar gönderirdi. Avukatlar öyle bir hava oluşturdu ki sanki herkes tahliye ola-cak, sakın beni de unutmayın.” dedi.Cezaevinde 12 Kasım’da hayatını kaybeden tutuklu sanıklardan Kaşif Kozinoğlu’nun avukatı, davadan çekil-diğine dair yazıyı mahkemeye sundu.Davayı, Gazetecilere Özgürlük Platfor-mu ve uluslararası gazeteci örgüt-lerinin temsilcileri de izledi. Büyük salonda görülen davanın salonunun o kadar da büyük olmadığı, oldukça

geniş koridorlu Adliye’de salonun küçük olduğu öne sürülerek bazı basın mensuplarının bile içeri alınmadığı gözlendi. Bu da iktidarın ‘vitrin’ uygu-lamasının bir örneği olarak karşımıza çıktı.Soner Yalçın: İnsan Kalmakta İnat EdeceğimSoner Yalçın’ın, avukatı aracılığıyla basın mensuplarına dağıttığı yazıda, “Burada, düşünce özgürlüğünü sonuna kadar savunacağım. Bilirim ki bir aydın için en büyük eksiklik, diren-me gücünden yoksun olmaktır” dedi ve karalamalarla tehditlere rağmen düşüncesini ve mesleğini her koşulda koruyacağını söyleyerek devam etti; “İnsan kalmakta inat edeceğim. Zor olan ruhsal esarettir. Fiziksel tutsaklık geçicidir.”Hakimin Tarafsızlığından Şüpheyi Gerektiren Önemli Bir Sebebin Bu-lunması Hakimin Reddini GerektirirHakimin reddini düzenleyen, HMK m. 36/1, hakimin tarafsızlığından şüpheyi gerektiren önemli bir sebebin bulunmasını hakimin reddi için yeterli görmüş ve red sebeplerini numerus clausus ilkesine tabi tutmamıştır. Ancak kanunda sayılmış bazı durum-ların varlığı halinde hakimin reddi zorunludur.ODATV davasının ilk duruşmasında ise, HMK m. 36/1-d ‘de yer alan, “dava esnasında, iki taraftan birisi ile davası veya aralarında bir düşmanlık bulun-ması hali”nin varlığı açıktır ve hukuk kuralları bir kez daha ihlal edilerek kovuşturma sürecine başlanmıştır.

ODATV DAVASINDA HAKİMİN REDDİ TALEBİ REDDEDİLDİ

Madımak yangınının üzerine gidilmesi halinde pek çok üst düzey AKP’linin sa-nık sandalyesine oturacağı belirtiliyor.Cumhuriyet Savcısı Hakan Yüksel, 2 Temmuz 1993’te içinde aydınların ve sivillerin olduğu Madımak Oteli’ni yakarak 33 aydın ile 2 otel görevlisinin ölümlerine sebep olan ve “Anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüse iştirak” suçundan tutuksuz yargılanan 7 sanık hakkındaki davanın zamanaşı-mı nedeniyle düşmesini talep etti.Yüksel; sanıklar Şevket Erdoğan, Köksal Koçak, İhsan Çakmak, Ha-kan Karaca, Yılmaz Bağ ve Necmi Karaömeroğlu’nun fiillerini 765 sayılı

TCK m. 146/3 ile 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu m.5’in düzenlendi-ğini ve bu suça ilişkin zamanaşımı sü-resinin TCK m. 102/3 ve TCK m. 104/2 gereği 15 yıl olduğunu ifade etti.Suçta ve cezada kanunilik ilkesine göre, suçlar işlendikleri zaman geçerli olan kanunlara tabidirler. Sonradan çıkarılan yasalar sanığın lehine ise uygulanır, aleyhine ise uygulanmaz. Ancak bu durumun istisnası olarak görülebilecek bir durum, 2005 yılında yapılan bir düzenleme ile 5237 sayılı TCK m. 77’de ‘insanlık suçları’ ile ilgili olarak yasalaşmıştır. Bu hükme göre insanlık suçu işleyenler zamanaşımın-

dan yararlanamaz.Sivas’ta Yaşananlar İnsanlık SuçudurDavanın müdahil avukatı Şenal Sa-rıhan, insanların düşünceleri, dinsel inançları ve etnik kökenleri nedeniyle öldürülmüş olmalarının, yalnızca insan hakkı ihlali değil bir insanlık suçu oluşturduğunun bilincinde olduklarını belirterek, evrensel hukuk normları gereği, insanlık suçlarında zamanaşı-mının kesinlikle söz konusu olmaması gerektiğini; aksi takdirde yalnız bu dava değil, 12 Eylül başta olmak üzere diğer davalardaki suçların da bu kapsamda değerlendirileceğini söyledi.

SİVAS KATLİAMI DAVASINDA SAVCIDAN ZAMANAŞIMI TALEBİ

Page 27: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 27

Sarıhan, mahkemeden ‘iç hukukun dar sınırlarıyla değil, uluslararası hukukun geniş yorumuyla’ hareket etmesini, halkın vicdanının verdiği yetkiye dayanarak Anayasa m. 90 (Milletlera-rası anlaşmaları uygun bulma) ve TCK m. 77 (İnsanlık suçlarında zamanaşımı işlemez) uyarınca davada zamanaşımı-nın kabul edilmemesini istedi.DURUŞMADA DİĞER GELİŞMELERHakkında kesinleşmiş hüküm bulunan Vahit Kaynar’ın Polonya’da yakalan-dığını belirten müşteki avukatlar, Türk makamlarının acele davranarak Kaynar’ın iadesini sağlamaları gerekti-ğini belirtti.Avukat Şenal Sarıhan duruşmada, bir süre önce Sivas’ta öldüğü öne sürülen Cafer Erçakmak’ın kimliğinin ispatı için eşi ve oğlu ile DNA bağının kullanılma-sı hususunda, “Bir kişinin eşiyle DNA bağı olmaz. Bu durumda karar verilirse, dosya üzerindeki kuşku devam ede-cektir. Bu sebeple Cafer Erçakmak’ın birinci derecede yakınlarıyla, annesi veya kardeşleriyle DNA’sı karşılaştırıl-sın.” talebinde bulundu.Savcı Yüksel’in, konu üzerinde değer-lendirme yapmak için dosyanın ken-disine tevdi edilmesini talep etmesi üzerine mahkeme, savcının bu talebini kabul ederek davayı erteledi.Karar; 12 Mart 2012 tarihine ertele-nen duruşmada mahkemenin, cinayeti insanlık suçu kapsamında değer-lendirip değerlendirmemesine göre belirlenecek.Akp Ve Mhp, Faili Meçhul Yakınlarının Randevu Talebine Cevap VermediFaili meçhullerin yakınlarının oluş-turduğu Toplumsal Bellek Platformu taleplerini Meclise iletti. CHP ve BDP’yi ziyaret eden Platform üyelerinin randevu talebini, AKP ve MHP cevapsız bıraktı.Siyasi parti üyeleri, Sivas davasının üzerine gidilmesi halinde birçok AKP’li üst düzey ismin sanık konumunda olacaklarını bildikleri için AKP’lilerin olumsuz tavır aldıklarını belirtti.AKP, Araştırma Komisyonu kurulması teklifinin yanı sıra Toplumsal Bellek Platformu, CHP ve BDP’ nin insanlık suçlarında zamanaşımının geçerli ol-maması yönündeki önerilerini defalar-ca reddetmişti.Evlenen, Askere Giden, Ehliyet Alan Firari SanıklarDevlet, firari sanıkları arıyor mu yoksa koruyor mu sorusunun cevabı için şunları hatırlamakta fayda var:Sanıklardan İhsan Çakmak’ın, arandığı

dönemde; 27 Temmuz 1999’da Sivas Altınyayla Belediyesi’nde evlendiği, 22 Mayıs 1997’de askerlik görevine başladığı, çocuğu olduğu, çocuğunu nüfusa kaydettirdiği, 2000’de emniyet makamlarından ehliyet bile aldığı ortaya çıktı.Sanık Yılmaz Bağ’ın, yine aranırken, katliamdan sadece 14 gün sonra 16 Temmuz 1993’te Sivas’ın Kangal ilçe-sinde düğününü yaptığı belirlendi.Katliamın azmettiricilerinden dönemin Refah Partili Belediye Meclisi Üyesi Sanık Cafer Erçakmak’ın ise; Sivas Merkez’de oğlunun evinde öldüğü, cenaze töreninin yine Sivas’ta yapıldığı ve mezar taşına ‘Mehmet Dayı’ yazıldı-ğı ortaya çıktı.Aydınların İmza KampanyasıMadımak Katliam’ında yaşamı sona erdirilen şair Metin Altıok ile Behçet Aysan’ın kızları Zeynep Altıok ile Eren Aysan, davanın zamanaşımına kurban gitmemesi için bir girişimde bulundu.Bu girişim kapsamında şair Ahmet Tel-li, ‘Kamuoyuna ve Hukukun Bugünkü Temsilcilerine’ başlıklı bir metin kaleme aldı. 54 şair tarafından imzalanan metne aşağıda yer veriyoruz:“Hukukun hafızası yasaların ömrü kadardır. Ama bir toplumun ortak ha-fızasını yaratan, bu hafızayı yarınlara taşıyan aydınların vicdanıdır, yazar-ların, sanatçıların şiirleri, romanları, türküleridir.Mürekkebin hafızası, türkünün çığlığı hukukun hükmünden daha uzun ömürlüdür; hatta bunlarda zamanaşımı yoktur. Bilinsin istiyoruz.Bizler, aşağıda imzası olanlar; aslında daha çoğuz. Ama 1980’den bu yana, vicdanları çürütenler gibi, hafızaları boşaltanlar gibi çabucak bir araya gelemiyoruz. İşte o yüzden Sivas’ta bu ülkenin kaybetmekten toprağının içi kavrulduğu şair, yazar ve ozan dost-larımızın acısıyla kıvranıyor, mağdur geldiğimiz duruşmalarda, bir kez daha mağdur edilerek horlanıyoruz. Ama biliniz ki, bu metinle duyurmak istedi-ğimiz ülkemizin vicdanıdır.İsteğimiz şudur: Bu kadar çok olan bizler, bir kez daha tarihe, zamana bir not düşerek hukukun savunucusu olan ilgili yargıçlara diyoruz ki: Sivas Davası’nda zamanaşımı olmamalı. Çünkü bu dava insanlık suçu kapsamın-dadır.Bekliyoruz;Umuyoruz; ummak istiyoruz...Hayal kırıklığı hep bizler için olmasın diyoruz.”Metni imzalayan şairler: Adnan Azar,

Ahmet Oktay, Ahmet Erhan, Ataol Behramoğlu, Akif Kurtuluş, Ali Hikmet, Altay Öktem, Attila Birkiye, Aydın Şimşek, Aydın Afacan, Azad Ziya Eren, Birhan Keskin, Betül Dünder, Cem Uzungüneş, Cenk Gündoğdu, Cevat Çapan, Cezmi Ersöz, Çiğdem Sezer, De-niz Durukan, Emel İrtem, Enver Ercan, Gonca Özmen, Gülten Akın, Haydar Ergülen, Hakan Savlı, Harun Atak, Hicri İzgören, Hidayet Karakuş, Hilmi Yavuz, Hüseyin Atabaş, Hüseyin Ferhad, Hü-seyin Yurttaş, küçük İskender, Mehmet Butakın, Metin Celal, Metin Kaygalak, Murathan Mungan, Nurduran Duman, Orhan Alkaya, Onur Behramoğlu, Onur Caymaz Refik Durbaş, Sezai Sarıoğlu, İ. Mert Başat, Serdar Koçak, Semih Çelenk, Sennur Sezer, Sina Akyol, Şeref Bilsel, Şükrü Erbaş, Tuğrul Keskin, Turgay Fişekçi, Vural Bahadır Bayrıl, Zeynep KöylüSonraki Duruşma 13 Mart 2012’De6 Aralık tarihli duruşmada, davanın düşürülmesi talebi reddedildi. Bir son-raki duruşma 13 Mart 2012 tarihinde görülecek. Zamanaşımı tehdidi ise hala sürüyor.‘Ancak zamanaşımına ilişkin hukuksal bir düzenleme gerçekleşirse gerçek-ten nefes alabileceğimiz bir ortamı yaratmış oluruz.’ diyen Avukat Sarıhan, mücadelelerini sürdüreceklerini vur-guladı.Neler Olmuştu, Neler Oluyor, Yangını Kim Sürdürüyor?2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında göstericilerin oteli yakması sonucu 33 aydın ile 2 otel çalışanının yaşamları ellerinden alındı. Dışarıdaki göstericilerden de 2 kişi hayatını kay-betti. Yıllarca süren kamuoyu baskıları sonucu 2010 yılında otel kamulaş-tırıldı. Binanın lobisindeki panoda, öldürülen 35 aydın ve 2 otel görevlisi-nin adlarının yanında, oteli ateşe veren kalabalığın içerisinde ölen 2 kişinin adları da yer aldı. İnsanlık konusunda oldukça kafasının karıştığı belli olan Sivas Valisi Ali Kolat, “Olaya insan merkezli baktık hiçbir ayrım yapmadık.” açıklamasında bulundu.Sarıhan’ın da belirttiği üzere, olay sırasında Emniyet tutanaklarına göre 15 bin şüpheli olmasına rağmen hazırlanan iddianamede 160 kişi sanık olarak kaydedildi. Şüphelilerin bir kıs-mına ödül gibi cezalar verilirken, diğer sanıkların durumları da devletin kendi katillerini koruduklarını bir kez daha yüzümüze vurdu. ece özsaraç

Page 28: icabihal sayi 4

28 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

SERVER TANİLLİ AYDINLIĞI MİRAS BIRAKARAK GEÇTİ ARAMIZDAN

ece özsaraç

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu ve 1980 öncesi dönemde üniversitemizde Anayasa kürsüsün-de dersler veren, yazdığı akademik eserlerle dünyaya bakışımıza aydınlık katan, gerici düşüncenin ona yönelt-tiği silahlı saldırı sonucu felç geçirip sakat kaldıktan sonra da yaşamının hiçbir anında umudunu kaybetmeyen ve her zaman bizlere umut aşılayan hukukçu, yazar, gazeteci, bilim adamı, aydın ve güzel insan Server Tanilli, 80 yaşında bizlere aydınlığı miras bıraka-rak veda etti.1953 yılında İÜHF’den mezun olan Tanilli, 70’li yılların başında İstan-bul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda dersler vermeye başladı. Bu dönemde verdiği Uygarlık Tarihi dersi ve aynı isimli kitabıyla ilgili olarak bir öğrencinin şikâyetiyle kovuşturmaya uğradı. Komünizm pro-pagandası yaptığı gerekçesiyle Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan Tanilli, 1978 yılında beraat etti. Ancak 1983’te hocanın Uygarlık Tarihi kita-bının derslerde kaynak olarak kullanıl-ması yasaklandı.Faşistlerin ölüm listelerine aldığı öğ-renilen Tanilli’nin gönüllü koruma ekibi öğrencileriydi. Öğrencileri her gün hocayla evine yürür ve bu sırada tadı damaklarında kalmış dersler hakkında daha çok sohbet etme ve sorgulama şansını elde ederlerdi. Ancak davanın sonlanmasından 1 hafta sonra, ona eşlik etmesi kararlaştırılan öğren-ci hastalandı. Tanilli, o gece evine dönerken faşistler tarafından uğradığı ve belinden vurulduğu silahlı saldırı nedeniyle felç geçirdi ve bacaklarını kullanamaz oldu. Saldırganların 33 yıldır yakalanamadığı bilgisi, özgür düşünceye sıkılan kurşun vakıalarında çokça gördüğümüz bir tablo oldu-ğundan şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak bu saldırı onun hayatında bir dönüm noktası oldu diye devam etmeyecek yazı. O, karanlığa karşı bir insanlık örneği sergileyerek, bütün umuduyla mücadele etmeye ve üretmeye devam etti.

Mutlaka bir gün

Günler büyük acılarla geçiyor

Ama büyük umutlarla da,

Ve diyebilirim ki hayatta,

Hiç bir zaman böylesine

[umutlu olmadım gelecekten

Bir kötürüm olmama rağmen

Ve işte şurada,

Dost ve düşman

Herkese ilan ederim ki; ayaklarımı

[bir savaşta kaybettim

Yine bir savaşta kazanacağım,

Ve mutlaka, ama mutlaka bir gün

Karanlığın ve zulmün

Sığındığı son kaleyi fethe giden

Kitlelerin içinde olacağım.

Günler büyük acılarla geçiyor

Ama büyük umutlarla da...

Server Tanilli

1978-80 yılları yurtdışında tedaviyle geçti. 1981’de Strasbourg İnsan Bi-limleri Üniversitesi’nin çağrısı üzerine Fransa’ ya giderek, Strasbourg Türk Etüdleri Ensitüsü’nde Çağdaş Türkiye Kültür Tarihi dersleri vermeye başladı. 1996’da emekliye ayrıldıktan sonra 2000 yılında TÜYAP’ın onur yazarı olarak Türkiye’ye döndü. Bu süreçte ayrıca Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarı olarak görev yapan Tanilli, 1980’de Cavit Orhan Tütengil Toplum-sal Bilimler Ödülü’ne, 2006’da Sertel Demokrasi Ödülü’ne layık görüldü.“Unutmayınız ki, siz de çağınıza ve topluma karşı sorumlusunuz; çünkü her mahkeme kararı, onu verenlerin yalnız hayatları boyunca değil, onu verenler hayattan çekildikten sonra da anılır.”30 Eylül 1976’da, mahkeme önünde yaptığı savunmayı okumak, Server Hoca’dan bir şeyler öğrenmeye başla-mak için yeterli olacaktır.“Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz… Bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metod, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı

Page 29: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 29

sorumluyum? Yaşadığım çağa ve top-luma karşı… Ya mahkemelere? Asla.Sayın Başkan, Sayın Üyeler,Çağına ve toplumuna karşı görevini yerine getirmiş bir hocanın huzu-ru içindeyim şu anda. Yazdıklarım, yazılması gereken şeylerdi. Bugün yazmaya kalksam -en azından- gene aynı şeyleri yazardım. Hiçbiri hakkında en ufak bir pişmanlık duymuyorum. Kalemimden çıkmış her cümlenin -cümle ne demek- her kelimenin ve hecenin altında, entellektüel şeref ve haysiyetim yatmaktadır. İnsanım,

hayatta dönebileceğim şeyler olabilir. Ama entellektüel şeref ve haysiyetim-den, -ölüm pahasına da olsa- döne-mem. Atilla İlhan’ın o yeni ve unutul-maz şiirlerinden birinin son mısraları geliyor aklıma :o sözler ki kalbimizin üstünde/ dolu bir tabanca gibi / ölüp ölesiye taşırız/ o sözler ki bir kez çıkmıştır ağzımızdan/ uğrunda asılırız.Ben, içinde yaşadığım çağa ve topluma karşı, bir bilim adamı olarak sorumluluğumu yerine getirdim.Şimdi sorumluluk sırası sizde. Yalnız

unutmayınız ki, siz de çağınıza ve topluma karşı sorumlusunuz. Çünkü, her mahkeme kararı, onu verenlerin yalnız hayatları boyunca değil, onu verenler hayattan çekildikten sonra da anılır. İyi anılır, kötü anılır; ama anılır. İsterim ki, sizin kararınız -ilerde kültür tarihinin mutlaka bahsedeceği bu dava dolayısıyla- iyi anılsın, takdirle anılsın. Sizleri tarihin huzurunda, top-lumun huzurunda sorumluluklarınızla baş başa bırakıyorum.Hoşca kalınız.”

Gelin Onun Fakültede Pikapını Kapıp Getirdiği Bir Dersine Kapıyı Aralayıp Girelim

Önce, öğrencilerinin artık alıştığı üzere, “arrrkadaşlarr” diye gür bir sesle başlıyor derse Server Hoca. Uygarlık tarihinin neden önemli olduğunu anlatıyor sade bir dil ve gür bir sesle. Gerçek bilgiye giden bilimsel yöntemi, diyalektiği vurguluyor.Tarih dersine girip de sınıfta pikap görünce öğrenciler şaşırıyor. Ancak Server Hoca, tarihte bir dönemi anlatır-ken o dönemi her yönüyle kavramaya yardımcı olacak senfonileri, resimleri getiriyor sınıfa. Tarihte bir anın kafanızda oluşan resmi, fon müziksiz kalmıyor böylece.Dersin konusu Napolyon dönemi. Sınıfta Beethoven’ın 3. senfonisi çalıyor. Server Hoca, Beethoven’ın, Avrupa’ya demokrasi getirdiğine inandığı için bu besteyi Napolyon’a adadığını anlatıyor. Ancak sonra hocanın de-yimiyle o ‘çılgın’ kendini imparator ilan ettiğinde besteci, adamayı kaldırıyor.Konusu Nazi Almanyası olan başka bir dersteyiz şimdi. Fonda plaktan Alman besteci Richard Wagner’in bir eseri

çalıyor. Hoca şöyle diyor; “Yahudi düşmanı düşüncele-ri nedeniyle, Nazi düşüncesinin manevi babası denir Wagner’e. Yine de o büyük besteciydi.”Şimdi İspanya İç Savaşı’nı anlattığı dersindeyiz. Sınıfta çıt çıkmıyor. Server Hoca bu kez Pablo Picasso’nun ‘Guernica’ adlı tablosuyla girmiş derse. “Barışın simgesi bu tabloyu unutmayın arkadaşlarrrr” diyor.Biz farkında olmadan bir bakıyoruz; uygarlığın tarihsel gelişiminin yanında müzik, edebiyat ve sanat tarihini de öğrenmişiz. Hem de sadece okuyarak değil; görerek, din-leyerek, tartışarak. Hem de tarihsel oluş anının içinde.Biz; eserleriyle, anılarıyla, hayata tutunuşu ve dimdik duruşuyla, bilimden, aydınlıktan ve insanı insan yapan değerlerden yana gösterişsiz mücadelesiyle Server Hoca’dan öğrenmeye devam edeceğiz. Hayatımıza ışık tutan bir ders olan hayatınızı bizlerinkine kattığınız için teşekkürler hocam.

Page 30: icabihal sayi 4

30 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Sanat, toplum için midir sanat için midir tartışmaları 19. ve 20. yüzyıla yayılan en önemli sanatsal mesele idi. Ama yaşadığımız, çürümeyle yozlaşmanın at koşturduğu post-modern dönemde, ‘sanat para içindir’ diyebilecek kadar değerlerini -hatta insanlığını- yitirmiş çığırtkanlar türedi. Ki bu sanat yaptığını iddia eden halk düşmanları geçmişlerine küfrederek, sol değerlerle büyümelerine rağmen geçmişlerine ihanet ederek bu kendini bilmez salvoları atıyorlar.

Yukarıda bahsettiğimiz tipolojinin en çarpıcı örneği Sinan Çetin’de vücut bu-luyor. Çetin; lise yıllarında sol düşün-ceyle tanışmış, hatta söylediğine göre ülkücü-faşistlerden dayak bile yemiş. 80 öncesi sol sanat çevreleriyle ta-kılmış, Yeraltı Maden-İş Sendikası’nın grevini belgelemiş bir zattır kendisi. Tabii solculuk da bir yere kadardır. ‘Her dönemin adamı’ tiplerinin parsel-lediği memleketimde büyük bir arsayı da Emlakçı-Reklamcı-Yönetmen Sinan Çetin parasını vermiş, satın almıştır. Darbe olmuş, beraberinde kapitalizmin en vahşi türevi, modayı toplumcu-luktan bireyciliğe çevirmiş, Çetin gibi kişiliksiz kâr tutkunları da muktedirle-rin safına doğru kaymışlardır. Sinan Çetin, Çiçek Abbas ile filmin senaristi Yavuz Turgul ve Ertem Eğilmez’le kavga etmiş olmasına

rağmen önemli bir başarı yakaladı ve yıllarca bu filmin ekmeğini yedi. Bu başarı yönetmenden çok senaryoya ve oyunculara aittir tabii ki ama o ayrı mesele… Bu filmden sonra eski bağla-rını tamamen kopartan Çetin başka bir yolun adamı olmuştur. 1986 yılında çektiği Prenses filminde yüzyıllarca verilen mücadeleleri hiçe sayarak ‘Boktan bir fikir uğruna ölmeyin, yazık hayatınıza’ önermesinde bulunarak geçmişin gemilerini yaktığını ilân etti. Bu önermeyle sol kültür-sanat çevre-lerince topa tutuldu ve anlaşıldığı ka-darıyla toplumculuğa, halkçılığa karşı daha da bilendi ve konumunu teorize etmekten de geri durmadı. Hayatının Ayn Rand kitaplarıyla değiştiğini ve kapitalizmin aslolduğunu söyledi: “Bütün kitaplar; insanlığın hali ne olacak, sağa sola yardım edelim, kom-şumuzla iyi geçinelim, paradan nefret edelim, başarı değil duygu önemli, akıl her yeri kapladı kalplerimize yer kalmadı.’’ fikrini anlatıyordu. Aklı inkâr eden, duyguları yücelten, birbirinden çirkin fikirlerle dolu bir büyük kütüp-hanede buldum kendimi. Bu kütüpha-nede bana gerçeği anlatan, başka bir şey söyleyen bir yazarla tanıştım: Ayn Rand.” Ayn Rand objektivist felsefenin sıkı savunucularındandır. Her şeyden önce egonun geldiğini egosantrik olmayan bireylerin toplumda var olamayaca-ğını, insanın doğası gereği bireyci olduğunu ve insanın yaşayabileceği tek sistemin kapitalizm olduğunu söyler. Sinan Çetin’in bencil, kariyerist ve sanatı parayla ölçmesinin felsefesi

anlayacağınız…  Sinan Çetin, Ayn Rand gibi sosyal darwinistlerin kitaplarını yayımlamak ve halkı zehirlemek için bir yayınevi bile kurmuştur. Dip-not olarak eklemem gerekir ki Ayn Rand Enstitüsü Güneydoğu Asya Depremi’nden sonra bölgeye yapılan yardımları eleştirmiş, Irak’taki işgalci Amerikan askerlerini eğitmiş ve onlar için moral geceleri düzenlemiştir. Bu dipnot zaten Ayn Rand ve ona inanan Sinan Çetin’in felsefesi adına yeterin-ce açıklayıcı kanımca… Sinan Çetin’in inandığı değer(sizlik)lerin dillendirildiği vecizeleriyle içini görebilsek, oradan sadece EURO-DOLAR-TL çıkacağını bildiğimiz aklını daha yakından tanıyalım. “İnsanoğlunun bir çalışanları var bir de şikâyet edenleri, çalışanlar vergi veriyor ve şikâyet edenleri besliyor.”“Afrika ülkelerindeki açlığın nedeni orada iş adamlarının, kapitalistlerin olmamasıdır.”“Bu Fransızların özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganı dünyanın en saçma sloganıdır. Özgürlük diyenler iş adam-larının yönettiği dünyayı seçiyor.”“Eğer yardım eden kuruluş işime karış-mayacaksa ben bu parayı her yerden, uzaydan, hatta komünistlerden bile alırım.”“Yırtan adam suçlu görülüyor. O ka-zandığı için zayıflar ölmüyor. Zayıflar çalışmadıkları için ölüyor, suçlusu ka-zananlar değil... Güçlü olandan nefret etmenin kaynağı aslında bu nokta.” “Yürek diye hitap edilen, kan pompa-layan, ciğere benzeyen aletin bir işe yaradığını zannetmiyorum. Sonunda

BİR ÇÜRÜMÜŞLÜK PORTRESİ : Sinan Çetin

mUStAfA mURtEzAoğlU

Page 31: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 31

hisleri ayağa kaldıran, akıldır. Aklın yoksa hissin de olamaz.”  Kelimeler kifayetsiz… Çetin özellikle sosyalizme küfretmeyi çok seviyor. Her seferinde fakirlik-zenginlik ayrımının yapay olduğunu asıl ayrımın çalışan-çalışmayan ayrımı olduğunu söylemesi akıllara Çetin’in nerede yaşadığı sorusunu getiriyor. Emperyalizmden, tekellerden, silah ti-caretinden, uyuşturucu baronlarından haberi var mı acaba bu zat-ı muhtere-min? Ah çekmemek elde değil! Şimdi onun sosyalizme getirdiği teorik (!) eleştiriyi paylaşmayı görev biliriz: “Sosyalizmin özünü söylüyorum: Korkunç bir nifak teorisi; yaratan, üreten, iş yapan, kâr edeni yasaklayan bir sistemdir. Ben bu sistemi yani korkunç bir nifak teorisini reddettim. Sosyalizmde işadamı yasaktır. Ben yasağın olduğu bir sistemi reddettim. Ne çirkin bir yasak düşünsene, Sinan Çetin olmak yasak. Tek bir şey serbest: Üleşelim, bölüşelim, paylaşalım. Kim üretiyor? Ne içiyor, ne yiyorsak çıkar yüzünden olmuştur. Bu yüzden çıkar hayatı-mızın en gerekli şeyidir ve yine bu yüzdendir ki kâr hayatımızın en kutsal kavramıdır. Maddi çıkar aslında hayatın yaratıcısı, renklendiricisi, insanların kutsal kavram olarak algılamaları gereken şey olmalıdır. Çünkü her şey kârdan ortaya çıkıyor. Evet, benden şunu duymak istiyorlar: ‘Bundan sonra bütün sinemamı halkıma adıyorum, onlar için sinema yapacağım.’ Ha-yır, ben filmlerimi kendim için, para kazanmak için yapıyorum. Bundan da gurur duyuyorum. Kâr etmeyen adam hırsızlık yapıyordur. Bir yerde ahlaksız-lık yapıyordur.” Kim mi üretiyor? Çetin’in üret(e)mediği kesin. Mesela Kağıt’a sanatsal üretim demek için sanat filmlerine boş beleş işler demek gerekiyor, tıpkı Çetin’in dediği gibi. Çetin kendi sınıfının sözcü-lüğünü yapmaya devam etsin ama si-nemaya bulaşmasın. Sinemayı paraya adamak ve bundan gurur duymak…Konfiçyüs’ün şu sözünü hatırlatmakta fayda var:“ Hiç bir şey eyleme geçen cehaletten

daha korkunç değildir.” Çetin her dönemin adamı oldu de-miştik. 1993 yılında Tansu Çiller ile Güneydoğu gezisi için o hiç sevmediği devletin uçağına biner. Tabi uçağa biniş sebebi seyahat etmek değil iş koparmaktır. Ulusa Sesleniş videoları-nın yönetmenliği işini kapar ve başba-kanın da sanat danışmanı konumuna yükselir. Her şey para içindir. Çetin Türkiye’nin ilk sanat filmi olarak Balans ve Manevra’yı işaret etmiş, ilk sanat filmi yönetmenini ise Teoman ilan etmiş. Sanattan bu kadar mı farklı şeyler anlıyoruz? Boşuna bu adama sinema sektörünün İbrahim Tatlıses’i demiyorlar demek ki… Çetin’in kişiliksizliğini örnekleyerek sıralamak mümkün değil. Plato Film’de İletişim Fakültesi öğrencilerini karın tokluğuna çalıştırarak sömürmesi,  köylülerin emekleriyle kurulan bir köy okulunu sadece tadilat ettirdiği için kendisinin ve eşinin ismini vermesi, Cihangir’in adeta her metrekaresini parsellemesi, Cihangir’de açtığı ka-fenin önünde çirkin gözüktükleri için kedileri torbalarla toplatması, mukte-dirlerle canım cicim halleri…           Çetin, AKP ve Fethullah Gülen Cemaati’nden başından itibaren deste-ğini çekmedi. Reklamın iyisi kötüsü

olmaz mantığıyla AKP’yi devrimci parti bile ilan etti:“AKP’nin yaptığı icraatları beğeniyo-rum. Ülkemize huzur ve istikrar getirdi. Ben geçtiğimiz seçimlerde istikrar için AKP’yi destekledim ve oyumu bu par-tiye verdim. Bu seçimlerde de AKP’ye oy vereceğim. Bence AKP devrimci bir parti. AKP’nin ekonomiye ve özgürlü-ğe bakışıyla devrimci bir parti olduğu-nu düşünüyorum”.  Çetin, Fethullah Gülen’i de dünyayı kurtaran adam edalarıyla selamladı. Nerede hakim bir güç varsa o günün kurtarıcısı oydu Çetin için: “Ona teşekkür etmemin en önemli tarafı, bu ülkeyi, bu insanları, bu dili sevdirdiği için, Hrant Dink’in katillerine ve Orhan Pamuk’a ’seni öldüreceğiz’ diyenlere bu ülkeyi bırakmadığı için. Bu ülkede, bu ülkeyi sevmenin bir suç olmadığını, hatta gurur verici olduğu-nu gösterdiği için Fethullah Gülen’e teşekkür ediyorum” Çetin salak değil. Dink cinayetinde başından beri Gülen Cemaati yanlısı emniyet kadrolarının da parmağının olduğunu biliyor. Ama korkaklık ve ihanet insanı bu hallere de sokabiliyor! Çürümüşlüğün, yozlaşmanın, para-ya satılmışlığın hikâyesini okudu-nuz. Bilenlerin bilenmesi, bilme-yenlerin öfkelenmesi umuduyla…

Page 32: icabihal sayi 4

32 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Hepimiz yaşadığımız dönemin kimliğimize bıraktığı izlerle ilerliyo-ruz yolumuza. Bu izler ki toplumun sahiplendiği değerler, aldığı şekil, ülke siyaseti olarak doğrudan etki alanı oluşturmaktadır bireyler üzerinde. Hal böyleyken, bireylerin icrai faaliyetle-riyle oluşan sanat ürünleri, kendisini oluşturan insanın aldığı şekli alır. Müzik de var olduğu her dönemde, dö-neminin insanının yönelimlerine göre şekillenmiştir. Bu çerçevede politika-toplum-müzik ilişkisi kurmak doğal bir sonuç olacaktır.Türkiye’de popüler müziğin gelişimi izlendiğinde siyasi akımların toplum-sal dinamikleri evrilttiği ve bunun müziğe olduğu gibi yansıdığı görülür. Bu sebeple 60’lı yıllardan beslenen müzisyenler şarkılarında yüzleri-ni görmezden gelinen Anadolu’ya dönerken ya da emekten, özgürlükten bahsederken; 90’lı yıllarda şarkı söz-leri aşktır, terk eden sevgilidir, sevgili güzellemesidir. Ekonomiyi büyütücü hamleler artarken ve köy yaşamı çaresizliğe denk düşerken oluşan, çoğunluğu göç etmiş ama kendisini ne şehirli ne köylü hisseden nüfusun çaresizliği arabesktir. O arabeskin çok

süre geçmeden ‘Muhsin Bey’ yaşam-ları ortaya çıkardığı görülür. Emekten, özgürlükten bahseden, güneşi soldan yükselten müzisyenlerdense yalnızca ‘kader’lerine isyan edenler tabii ki muktedirler tarafından tercih edilir. Eğlenenler ya da eski sevgiliye gön-dermelerde bulunanlar ise serbesttir. Baş tacı noktası ise git gide müzik halini almaktan sıyrılır, düşünce haline dönüşür. ‘Pop’un yolculuğu ve ‘diğer’leri...1950’lerin ikinci yarısı ve ardından 60’lı yıllar, Türkiye’de pop müziğin yerleştiği yıllar olarak tanımlanabi-lir. Dönemin iktidarlarının kapitalist politikalara kucak açmaları ardından kültürel bir değişimi de getirecekti elbet. Batının popüler müzikleri, ilk başta Türk Sanat Müziği’nin yanında pek rağbet görmeyecek olsa da git gide ismindeki polülaritenin hakkını verecekti. Batılı pop müzik parçalarına Türkçe sözler yazılmasıyla başla-yan bu evre, Hürriyet Gazetesi’nin düzenlediği “Altın Mikrofon Müzik Yarışması” gibi etkinliklerle de kendi müzisyenlerini ve gruplarını yetiştirir, onlara popülarite kazandırır oldu. Öte yandan 27 Mayıs sonrası toplumu yönlendiren siyasi akımların özgürlük, eşitlik arayışı ise ayrı bir kanattan

pop müzik sınırlarında halkçı eğilimi ortaya çıkardı. Tülay German’ın ‘Burçak Tarlası’ isimli şarkısı bu duruma uyan en güzel örneklerden biridir. Yine aynı dönemde Cem Karaca ve Moğollar ise benzer bir eğilimle Anadolu Rock denilebilecek bir türden toplumsal meselelere duyarlılıklarını müziklerine yansıttılar.70’li yıllara geldiğimizdeyse aranjman parça üretimi hat safhaya ulaşırken diğer taraftan 60’lı yıllarda toplumsal duyarlılıklarını müziğine yansıtan sa-natçılar, toplumsal meselelere yöneli-min artan ivmesiyle bu tavırlarını daha da ön plana çıkardılar. Öyle ki Cem Karaca’nın ‘Tamirci Çırağı’ isimli şarkısı, ‘işçisin sen, işçi kal!’ diye haykıracak, aynı senenin sonunda yayınlanan 45’liğinde ise ‘Mutlaka Yavrum’ şarkısı Filistin Kurtuluş Örgütü için söylene-cekti. Yılmaz Güney’in Arkadaş filmi döneme damgasını vuracak, filmle aynı adı taşıyan şarkı ise unutulmazlar arasında yerini alacaktı.70’ler Bülent Ortaçgil’den İlhan İrem’e, Nükhet Duru’ya, Tanju Okan’a, Sezen Aksu’ya, Fikret Kızılok’a kadar birçok sanatçının günümüze uzanan şarkıla-rının üretim dönemi olup, bu kalıcı-lıkla popüler müzikte müzikal kalite açısından da en verimli dönemlerden biri olmuştur. Bir tarafta bunlar yaşa-

“BU DEVİRDE YA TOPÇU OLACAKSIN YA POPÇU!”

Sanat, içinde var olduğu

toplumla birlikte nefes

alır. Ne zaman ki top-

lumun soluduğu hava

oksijensiz bırakılır, sanat

da o toplumla birlikte

zehirlenmeye mahkum

olur.

özGE İNcE

Page 33: icabihal sayi 4

nırken, köyden kente göçün en yoğun olduğu bu yıllarda hatırı sayılır miktar-da gecekondu toplamı oluşmuş olacak, toplumun en altına itilen bu tabaka kendi müziğini de üretmeye başlaya-caktı. Politik hamlelerle sanayileşme çabaları sonucu toprakla bağları kesilen insanlar, göç ettikleri büyük şehirlerde bu koparımın karşılığında iş, ev bulamayacaklar; ‘hor görme garibi’ diyerek ‘kaderlerine’ isyan edeceklerdi. Arabesk müziğin doğuşu, plakların ye-rini kasete bırakmasına vesile olacak, müziğin ulaşılabilirliği artarken yeni bir kültür oluşumu da başlayacaktı...12 Eylül 1980 darbesinin birçok alan-da özgürlüklerin önüne set çekmesi kuşkusuz müzik yaşamına da yansıdı. Müzikal kimliklerinde politik ögelere yer veren birçok isim bu dönemde ya yurt dışına çıkmak zorunda kaldı ya da plakları toplatıldı, iş imkânları git gide daraltıldı. Beriden gelen muhalifler susturulurken; Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü, Bulutsuzluk Özlemi ya da o dönem için yeni bir tarz olan Grup Yo-rum ve Ahmet Kaya gibi muhalifler de isimlerini duyurmaya başladılar; ancak onlar da yer yer yasaklardan nasipleri-ni aldılar. Çok büyük bir kültürel kırılma belki de bu nesnel verilerle özetlene-bilecekti; politik müzisyenlerin sustu-rulduğu, aranjmanların devam ettiği, arabeskin ayrı bir koldan ilerlediği yıllar ve toplumun apolitikleştirilme çabasının müzik ayağı... Ve 90’lı yıllar... Pop müzik patlaması-nın yaşandığı, tabir-i caizse arabesk patlamasından sonra müziğin kırıldığı

yer. Özal’lı zamanların ardından itha-latın serbestleştiği bu yıllarda, hakim politikaya ve toplumsal dinamiklere uygun pop müzik, 90’lardan başlaya-rak dönüşümünü tamamladı ve müzik türü olmaktan çıkıp kültür haline geldi. Artan teknolojik imkânlar ve tüketim duygusuyla birlikte hızlı yaşamın so-nucu olarak şarkılarda ritmlere ağırlık verildi. Yonca Evcimik ‘Abone’ şarkısını söyleyip ritmik danslarını gerçekleş-tirirken birçok şarkıcı türedi unutuldu, türedi unutuldu... Müzikal kalite arka planda kalırken kısa vadede zirveye tırmanmak önem kazandı. Pop artık bir yaşam biçimiydi... ‘Topu topu 7 nota var, kaç ayrı beste yapılabilir ki?’*Popüler müzik, yukarıda gelişim süre-cinde de ele aldığımız üzere popüler kültürün bir tamamlayıcısı oldu. Öyle ki giyimden konuşma biçimine, okuma alışkanlıklarından ilgi alanlarına ve dinlenilen müziğe kadar her alanda bir aynılaşma ile karşı karşıyayız. Pop müzik, kendisine biçilen bu alanda mevcudiyetinin büyük bir çoğunlu-ğuyla; kalıcılığını yitiren ürünleriyle bizi selamlamaktadır. Haftanın en çok dinlenen, en çok beğenilen ‘en’i, çok değil 1 ay sonrasının eskisidir/eskitil-mişidir. Hızla artan tüketim, müzikte de hızla tırmanış ve hızla düşüşü mecbur kılmıştır. Pop müzik parçala-rında artık sıkça kullanılan hızlı ritmler, İstanbul’un hep bir yerlere yetişmeye çalışan insan kalabalığına ‘ben senden yaratıldım’ demektedir adeta.Böylesi bir ortamda müziğin ticaret

için yapılması çok da şaşılası değildir. Piyasanın, tüketim sistemine paralel olarak hızla çıkışa geçen şarkıcıları, ‘Bu devirde köşeyi dönmek için ya topçu olacaksın ya popçu’ algısının ve toplu-mun bu yöndeki eğiliminin hem sebebi hem sonucudur.Müziğin zihinlerdeki yeri sanatçı değil ‘şarkıcı’ olmaksa ve müzik artık köşeyi dönmenin en kolay yolu olarak algıla-nıyorsa, o ortamda üretilen müzik artık kendisini var eden özden uzaklaşıp yozlaşmıştır. Müzisyen olarak ta-nımlanan kişiler, mevcut vahametin belki çok da uzağında değiller. Ancak müzik amaç değil araç ise, yıllardır pop müzik camiası içerisinde yer almış bir şarkıcının nota defteriyle karşılaşma-mış olması olasılıksızlığı göz ardı edilir, yeryüzünde yankılanan tüm seslerin 7 notadan ileri geldiği gerçeği(!) ile mutlu mesut yola devam edilir.

Dipnot:  * Serdar Ortaç’ın, şarkılarının hep-sinin birbirine benzemesi yönündeki eleştirilere verdiği yanıt.

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 33

Page 34: icabihal sayi 4

34 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

“Sinema salonları ya da diğer bir deyişle düş şatoları, yalnızca filmlerin izlendiği sıradan mekanlar değil, onun da ötesinde sinemaya gitmeyi bir ri-tüele dönüştüren, topluca film izleme alışkanlığını kazandıran, benzer keyif ve güzellikleri paylaşmayı kendi ter-cihleri doğrultusunda yapan insanların birlikte soluduğu, bir başka mekanlar-dır. Kimi zaman unutulmaz filmler bu mekanlarla, çoğu zaman da bu mekan-lar kimi filmlerle öylesine örtüşürdü ki, filmi sinemadan, mekanı anılardan, filmlerden, tek bir kareden ayıra-mazdınız. İşte birlikte film izlemenin büyüsü ve sinema salonlarının önemi burada başlar. Sinemaya gitmek, basit bir eylemin değil, adeta bir merasimin başlangıcıdır. Kimi salonlar vardır ki, filmlerden öte, kendileri birer tercih nedenidir. Şu ya da bu filme gidelim yerine, Emek’e, Konak’a gidelim mi, sorusu tercihin de ötesinde, sinema salonunun varlığının, saygınlığının, hadi açıkça itiraf edeyim büyüsünün kanıtlanmasıdır.”Beyoğlu sinemaları, eskisi kadar olmasa dahi hala böyle bir noktada duruyor. Alkazar, Ar ya da Yeni Ar (Si-nepop), Atlas, Beyoğlu, Emek, Elhamra, Dünya, Küçük Emek, Fitaş, Saray, Ses, Sümer ve daha birçok sinemasıyla Beyoğlu, yıllarca en sadık dostu oldu sinemaseverlerin. Bu salonların çoğu-nun sinema tarihimizde önemli yerleri vardır. Mesela Elhamra, 1920’lerden kalarak Beyoğlu’nun en eski sineması olmakla birlikte İstanbul’da ilk sesli filmin burada oynatılması ile de ayrı bir öneme sahiptir.İstiklal’in; direnen insanların, işçile-rin, emekçilerin, öğrencilerin birlik olup seslerini duyurdukları en önemli buluşma noktalarından biri olduğunu biliriz. Beyoğlu sinemaları da, İstiklal’in bu geleneğini sürdürüp, sisteme karşı dimdik durmaya çalışır. Beyoğlu Sineması’nın, “Biz sinemaların pasaja dönüştüğü bir dönemde, pasajı yıkarak sinema yaptık,” sloganıyla açılması bunun en içten örneklerindendir. Ancak bunu başaramayanlar da var; İstiklal’den soyutlanmış, uzak görün-tüsüyle Fitaş ve yok olan Saray gibi. Beyoğlu Sineması demişken, her gitti-

ğimizde bizi karşılamaya devam eden “Yaz Bekarı” filmindeki ölümsüz duru-şuyla Marilyn Monroe ve salona giriş kapılarında yer alan Charlie Chaplin ile Alfred Hitchcock, “neden Beyoğlu sinemaları?” gibi soruların cevabını “merhaba” diyerek veriyor bizlere.Sinemanın sektöre dönüştürülmesi ve tekelleştirilmesi ile artık sadece para kapısı ve eğlence mekanizması olarak görülmeye başlanması, sinemaların AVM’lerin üst katlarına tıkılması ve buralarda gösterilecek filmlerin kont-rolünün bazı şirketlerin elinde olması, bağımsız sanatın alanını darlaştırırken tarihi sinemaların kapıları izleyicilere kapanıyor ve sermaye sahiplerine ar-dına kadar açılıyor. Emek gibi Alkazar gibi sermayenin hegemonyası altında bulunmayan sinemaların kapatılma-sı da ekonomi politikalarının -hatta kültüre dayatılmış ekonomi politikala-rının- birer ürünü oluyor. Emek’siz Beyoğlu 1924’te Yeşilçam Sokağında bulunan ve ismini perdenin iki yanında bulunan melek heykellerinden alan Melek Sineması, 1957’de Emekli Sandığı’na geçerek adını Emek Sineması olarak devam ettirmiştir. Cumhuriyet döne-minin en eski sineması olan Emek, tasfiye olan cumhuriyet gibi yok olma yolunda ilerliyor. 2009 Ekim’inde kapatılan sinemanın sonunun; rantsal dönüşümün diğer kurbanlarından Saray Sineması gibi olması, sinemanın yerine, karşısındaki Demirören gibi bir çöplüğün dikilmesi öngörülüyor. Emek’ten geri kalanların ise yerine

yapacakları “ucubenin” üst katına tı-kıştırılması, Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan’ın “Ha bodrumda ha ikinci katta önemli olan korunması” açıklamasından da anlaşılıyor.“Emek Sineması; sinemanın sokakla, hayatla, toplumla bağını kesmek; sinemayı kendi içine kapanan, yaşama açılmayan, hayatta karşılığını bulama-yan bir “serbest imge/fikir dolaşımına” indirgemek isteyen neoliberal kültür politikalarına karşı verilen mücadele-nin kalesi haline gelmiştir.”Daha ne kadar direnir-iz bilemiyorum ama 9. İdare Mahkemesi sinemanın yıkılmasını öngören proje için kendi verdiği yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı.Aslında Emek’in hikayesi, Saray’ınkin-den pek farklı değil ancak umudumuz sonlarının aynı olmaması yönünde. Saray ve Lüks sinemalarının, tarihi Sa-ray Muhallebicisi’nin ve Beyoğlu’ndaki diğer hanlar gibi içinde birçok esnafın bulunduğu Sin-Em Han yıkılarak yeri-ne Demirören “ucubesinin” yapılması, neoliberal yıkım politikalarının işlevini gözler önüne seriyor. Zamanelerin Dave Brubeck, Louis Armstrong, Char-les Trenet ve daha birçok sanatçıyı dinleme, ünlü dans gruplarını izleme şansına sahip oldukları Saray bir dönem Türk Sinematek’ine de hizmet etti. Sinema, 6-7 Eylül’den sonra da azınlıkların terkiyle eski havasını yi-tirmeye başlayan Beyoğlu’nda direndi ve 70’lerde Türk filmleriyle gösterim-lerine devam etti. Tarihi öneme sahip sinemalarımız, tarihin restore edildiği bir dönemde, adlarını sadece tarihte

BEYOĞLU, FİLM ŞERİDİ GİBİ GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDEN GEÇERKEN “SİNEMASAL DÖNÜŞÜM PROJESİ: SEYİRLİK YIKIMLAR”

YoNcA bAlEkoğlU

Page 35: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 35

yaşatabilecekler gibi görünüyor.Eski İstanbul sinemalarının bir özelliği varmış. Film bittiğinde perdede “Te-şekkür ederiz, yine teşrif buyurunuz” yazısı görünürmüş. “Yine geleceğiz” sözünü verip gözlerimizi beyazper-deden, tiyatro perdelerine çevirelim birazda. Tiyatro Sahnelerinde Çürümenin Tozuİstanbul’un ilk tiyatro binası olan Gala-tasaray civarındaki Fransız tiyatrosu, Beyoğlu’nu İstanbul için tiyatro salon-larının doğduğu yer yapıyor. Ondan sonra kurulan Naum Tiyatrosu ise (Önceleri “Theatre de Pera”, 1849’dan sonra da “Theatre İtaliane Naum” adıyla anıldı) Büyük Beyoğlu yangını-nın ardından Çiçek Pasajına girerken gördüğümüz kadın heykellerini ve üst tarafta yer alan saati geride bırakarak yok oldu.Tepebaşı’nda Dram Tiyatrosu, yanma-dan önce, burada adlarını sığdırama-yacağımız birçok oyuna ev sahipliği yaptı, Muhsin Ertuğrul’un rejisiyle oynanan Hamlet’e 177 kez yaptığı gibi. Dram Tiyatrosu’nun yanmasıyla birlikte Şehir Tiyatrosu, Yeşilçam Sokağı’nda artık var olmayan Komedi Tiyatrosu’nda temsillerine devam etti. 1950’lerde ise İstanbul Tiyatrosu, Maksim Salonu’nda İstanbul Opereti adıyla temsiller verdi. Ekip,  1973’e kadarda Elhamra Sineması’nda oyunla-rını sergilemeye devam etti.Muhsin Ertuğrul’un resmi tiyatrolardan ayrılıp kurduğu özel tiyatro olan Küçük Sahne de iz bırakan salonlardandı.Haldun Dormen Ses Tiyatrosu’ na geçtikten sonra Demokrat Parti’nin 6-7 Eylül operasyonlarının başlattığı çürümeye yıllarca burada direndi.Genco Erkal’ın, Baro Han’ın altındaki küçük salonda kurduğu Dostlar Tiyat-rosu da, adı anılmadan geçilmemeli… Beyoğlu’ nda; Genar Tiyatrosu, Arena Tiyatrosu, Kabare Tiyatrosu(Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Ayşen Guruda gibi sanatçılarla birçok oyun çıkarmış), Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu ve niceleriyle var olan o zamanın tiyatro yönünden canlılığını şimdi ne yazık ki hissede-miyoruz. Beyoğlu’nun tiyatro tarihimize olduk-ça geniş alanlar açtığını gözler önüne serecek küçük bilgilere yer verdikten sonra tiyatronun ciddi bir çürümeyle karşı karşıya olduğunu incelemeye koyulalım biraz da. Ertuğrul Günay’ın

Devlet Tiyatrolarını kapatma içerikli ifadeleri henüz dün söylenmişçesine kulaklarımızdan silinmemişken, sanatı meta olarak gören iktidar ve sanata “ucube” diyenlerle birlikte “kahvaltı masalarında” sanatçıyım diye geçinen zihniyetlerin icraatları hep bu yönde, sanatı çürütme yönünde. Uzun yıllar Dostlar Tiyatrosu tarafından kullanılan ve pek çok oyuncu için okul olmuş Mu-ammer Karaca Sahnesi’ni otel yapmak isteyenler, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ni yıkanlarla aynı sistemin ürünüdürler. Sanatımız, ülkenin en uygun opera-bale-senfoni ve tiyatro salonunun içinde bulunduğu AKM’yi kapatan zihniyetle değil, 1 Mayıs’ta AKM’ye asılan pankartta sembolize edilenle kurtulacaktır. İstiklal Boyunca Sokak Ezgileri İstiklal’de yürürken kulağımıza farklı kültürden müzikler eşlik eder ve bu bi-raz da İstiklal’in karma yapısını göste-rir. “Hangi sınıfsal temelden olursan ol, bütün insanları aynı hizaya getirebilir; öyle bir özelliği vardır sokağın,” diyen bir sokak sanatçısı yaptıkları müzikle sokakta farklı insanları nasıl bir araya getirdiklerini bu şekilde anlatıyor.Bundan çok değil dört sene öncesine kadar “Beyoğlu Sokak Müzisyenleri Festivali” düzenlenirken, geçtiğimiz yaz sokak müzisyenlerine karşı verilen savaşı düşünüldüğünde, ilginçtir ki Belediye Başkanı Misbah Demircan’ın o zamanlar yaptığı; “Beyoğlu özel bir yerdir ve Beyoğlu sokaklarında müzik yapanlar, sokak müzisyenleri de Beyoğlu ile bütünleşen bizim için özel insanlardır” açıklaması karşımıza çı-kar.  Geçtiğimiz yaz ise Demircan, “Mü-dahale yerinde ve zamanında olmazsa aklına gelen orkestra kurar!” gibi komik bahanelerle sokak müziğine karşı masa ve sandalyelere yapılana benzer

şiddetli bir saldırı gerçekleştirmişti.

“Beyoğlu Tarihin Emektar Şehri…”“Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde, her gün her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi. Cadde-ye girdiğiniz andan itibaren, insanların doğaçlama oynadıkları bu komik, bu trajik, bu gerçekçi, bu absürd, bu ab-sürd ötesi oyunu izlemek mümkündü.” Tabii ki oyuna katılmak koşuluyla.Beyoğlu’nun çürütülmesi, kendine yabancılaşmış bireylerin kimliksizleş-tirilmesi ve sistemin çarkları arasında sıkışmasının en büyük araçlarından biridir. Beyoğlu, sanatın neredeyse her dalının kendine alan bulabildiği, birçok kültürün yaşayabildiği, değişik inanç ve dillerin, farklı yaşam tarzlarının barındığı bir yer olmaya devam ediyor. Eski sinemalarını, tiyatrolarını, Markiz gibi pastanelerini, müzikli çay salon-larını, fotoğraf evlerini, ışıklandırma-larını, İstiklal’i çift taraftan da izleyen ağaçlarını ve devam ettiremediğimiz birçok özelliği ise kaybettirilerek semt üzerinde yeni bir kültür(süzlük) yara-tılmaya çalışılıyor.1870 Büyük Beyoğlu yangınından sonra şunlar söylenmiş:“Ah Beyoğlu, vah BeyoğluYandı da gitti kül oldu.”Sanırım Beyoğlu her geçen gün biraz daha kül oluyor.

Kaynakça:1. Burçak Evren, Eski İstanbul Sinemaları: Düş Şatoları, Kitabın Arka Kapağından2. Fırat Yücel, Sinemasal Dönüşüm Projesi: Seyirlik Yıkımlar, Altyazı sine-ma dergisi3. Ahmet Ümit, Beyoğlu Rapsodi4. Burhan Arpad, Beyoğlu Sinemaları5. Atilla Dorsay, Benim Beyoğlum

Page 36: icabihal sayi 4

36 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

Geçen sayımızda makalelerle, kavram-ların içinin boşaltışını konu edinmiştik. Bu kavram kargaşası, maalesef sadece siyasi literatürde değil, sanat -yazıda üstünde duracağım üzere- edebiyat alanında da bizleri kaygılandırmakta ve sanatta karşılığını yozlaşma/çürü-me olarak göstermekte... Gerçek bir sanat yapıtı nasıl olmalıdır, yazarın topluma karşı sorumlulukları nelerdir, edebi eser reklamlarla nasıl “sanat eseri” olmaktan çıkarılıp “ürün” haline getirilmektedir ve bütün bu soru(n)lar ışığında entelektüelin işlevi nedir? “Sanat, insanın dünyayı tanıyıp de-ğiştirebilmesi için gereklidir.”1 Günü-müzdeyse tarih-toplum, toplum-sınıf ilişkilerinden kopuk, salt “bireylerin iç çelişkileri”, “akıl bulanıklıkları”, “aşk acıları” üzerine kurulu bir kültür sanat girdabı içindeyiz. Bu yazıyla edebiyat ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi irdele-yerek durumun somut halleri üzerinde durmaya çalışacağım.

Parayla edebiyat mı, edebiyatla para mı?2

Ticari ilkelerin edebiyata yön ver-meye başlaması, çoğu yazarın irade yularını sermayeye teslim etmesine

yol açmıştır. Bir metnin varoluş amacı pek tabii ki okunmaktır. Her yazar okunmak için yazar ve bu doğal bir temennidir. Fakat yazar, bu isteğini para kazanma arzusuna dayandırırsa ve salt bu sebepten okurun istekleri-ne göre kalemini bilemeye başlarsa, bu sadece edebi metinleri düşürmez, aynı zamanda edebi ölçütü piyasanın isteklerine indirir.   “Yazar, doğal olarak yaşamak ve yaza-bilmek adına para kazanmalıdır; ancak, hiçbir koşul altında para kazanmak için yaşayıp, yazmamalıdır. Yazar, hiçbir şe-kilde  kendi çalışmasına para gözüyle bakmamalıdır. Bu, kendi içinde bir son, kendisi ve başkalarının gözünde çok az bir para demektir ki, eğer gerekliy-se kendi varlığını eserinin varlığına da feda edebilmelidir…”3

Türkçe edebiyat dünyasına bakan göz-ler, son zamanlarda Elif Şafak, Orhan Pamuk, Canan Tan, Tuna Kiremitçi gibi isimler dışında birilerini görmekte ol-dukça zorlanmaktadır. Reklam panoları için elinde kitabıyla poz veren, “erkek okuyucular tarafından kapak rengi sebebiyle okunamadığından” pembe olan kitap kapağının gri basılmasına onay veren, kitaplarından derlediği be-ğenilen sözleri (!) “Kağıt Helva” isimli yeni bir kitapta toplayan Elif Şafak, bugün birçok ankette Türkiye’nin en çok okunan yazarı olarak gözükmek-tedir. Yeni kitabı çıkmadan hemen

önce/sonra sansasyonel açıklamalarla gazetelerde boy gösteren Nobel ödül-lü yazarımız Orhan Pamuk’un da kitap gelirleri konusunda Elif Şafak’tan altta kalır yanı yoktur. “A.ş.k Neyin Kısalt-ması”, “Git Kendini Çok Sevdirmeden”, “Hepimiz Birilerinin Eski Sevgilisiyiz” gibi edebi değerden yoksun kitaplarla, iki insan arasındaki en yüce duygu olan aşkı sömüren Tuna Kiremitçi, sadece yazdıklarıyla değil maga-zin dünyasının popüler isimleriyle olan aşklarıyla da (!) gündemden düşme-

EDEBİYAT-KAPİTALİZM İLİŞKİSİ VE EDEBİ ESERİN “META”LAŞMASI

hAtİcE dEmİR

Ticari ilkelerin edebiyata yön vermeye başlaması, çoğu yazarın irade yularını sermayeye teslim etmesine yol açmıştır. Her yazar okunmak için yazar ve bu doğal bir temennidir. Fakat yazar, bu isteğini para kazanma arzusuna dayandırırsa ve salt bu sebepten okurun isteklerine göre kalemini bilemeye başlarsa, bu sadece edebi metinleri düşürmez, aynı zamanda edebi ölçütü piyasanın isteklerine indirir. 

Page 37: icabihal sayi 4

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır | 37

mektedir. Olsa olsa tüccar sıfatını hak edebilecek bu isimlerle ilgili örnekleri çoğaltabileceğimden emin olarak, “Migros yazarları”mıza bir son vermek zorunluluğunu hissediyorum. 

İşporta Tezgahında Pazarlanan DeğerlerEdebiyattaki çürümenin bir diğer görünüş biçimi de yazarların, esas kimliklerinden söz edilmeksizin, tekrar sahneye çıkartılmasıdır. Toplum-cu yazarlarımız, çeşitli vesilelerle ideolojilerinden arındırılıp, yeni dünya düzenine uygun hale getiriliyor ve eserleri “sermaye aracı” olarak rafların en görünür yerlerine  itinayla yerleştiriliyor. Nazım Hikmet’in vatandaşlığa iadesi ve eserlerinin okul kitaplarına alınması fakat tüm bunlar olurken komünist kimliğinden soyutlanması ve bunu küçük bir kesim hariç herkesin alkışlarla karşılaması edebiyat dünyamızda bir leke olarak yerini almıştır. Orhan Kemal’in, ağa-maraba ilişkilerini ve bu ilişkiler çerçevesinde dönemin siyasi hayatını anlattığı romanı Hanı-mın Çiftliği, medya tekellerinin elinde aşk,  heyecan, entrika dolu bir diziye dönüştürülmüştür. Sosyalist şair Nev-zat Çelik’in, Ahmet Kaya tarafından seslendirilen “Şafak Türküsü” şiirinin AKP tarafından referandum şarkısı olarak kullanılmaya çalışılmasını, sade-ce siyasi iktidarın görmeye alıştığımız yüzsüzlüklerinden biri olarak okumak eksik bir değerlendirme olacaktır. Bu durum karşısındaki çoğul sessizlik, toplumun kültürel aklının ne kadar kirletildiğinin de kanıtı olmuştur.  Burada Halide Edip’in; “Nazım iyi şair, hatta deha bile denilebilir, ideolojisi olmasa” sözlerine karşılık Nâzım’ın

cevabını anımsamakta fayda var: “(...) Hepsinden önce ‘ideoloji’ meselesine güldüm. ‘Hey sersem bayan’ dedim, ben bir dahi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârlarınız yoksa, ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından gelir.”

“Sanatsever Patronlar” vs. Müşteri OkurlarEdebiyat-kapitalizm ilişkisi çerçeve-sinde üzerinde durulması gereken bir konu da, bankaların ve büyük holding-lerin (YKY, İş Bankası, Doğan Kitap vb.) yayınevciliğe soyunmasıdır. Belli başlı tekellerin yayıncılığa el atmasındaki amaç elbette ki “sanata ve sanatçıya dost” olmaları değildir. Sermaye, bu alanı da kâr edilecek alanlardan biri olarak görmüş ve büyük bir özenle üzerine eğilmiştir. Dev basımevlerine sahip bu tekeller için kitap basımı ek bir külfet getirmemektedir. Bu neden-le basılan kitaplar diğer yayınevlerine göre oldukça ucuza sunulmaktadır. Bu durum okur için başta olumlu gibi görünse de, küçük yayınevlerinin rekabet gücünü oldukça zorlamakta-dır ve edebiyatı patronların avucuna bırakmaktadır. Ayrıca televizyonların ve basının tüm olanaklarını elinde tutan tekeller, piyasaya sürdükleri kitapların reklamlarını yaparak kitleleri yönlendirme gücünü de ellerinde bulundururlar. Bu sayede hiç okun-mayacak kitaplar bile satış rekorları kırabilmektedir. Tekelleşmenin sonucu olarak patronların istedikleri kişiyi ya-zar yapıp istemediklerini yok edebilme kudreti olduğu da aşikârdır.

Bozuk Düzende Sağlam Çark Olur Mu?4

Neoliberalizmin yakıcılığını tüm toplumda hissettirdiği bu zamanlarda, toplumsal kirlenmeye edebiyatın da eşlik etmemesi elbette ki düşünüle-mezdi. Hiçbir edebi niteliği olmayan kitapların reklam panolarında, büyük kitapçıların ışıklandırılmış vitrinlerinde ve hatta marketlerde kasa yanlarında sergilenmesi, “Herkes bunları oku-yor, peki ya sen?” sorusunun algılara yerleşmesine vesile olmakta, bu da sanalda yaratılan totalin beğenisinin, gerçekte zoraki bir birey beğenisi-ne dönüşmesine sebep olmaktadır. Edebi değeri düşük kitapların sayı-larının artması, bunların daha çok okunması, çok okundukça daha çok yazılması şeklindeki kısır döngüyü kırmak gerekliliği öncelikle toplumcu yazarların sonrasında tüm edebiyatse-verlerin görevidir.Kötüyü, yozu, kokuşmuşu göstermek her zaman kolaydır. Peki, gerçek bir yazar/ aydın nasıl olmalıdır? Ede-biyatın, toplumun şekillenmesinde oynadığı rol çok büyüktür. Yazarlar, tarihi dönemeçlerde kitleler üzerinde büyük etkiler bırakmışlar. Dostoyevski, Tolstoy gibi Rus edebiyatçıları, Çarlık Rusya’sının durumunu göstererek, halkı Rus Devrimine hazırlamışlardır. Kurtuluş Savaşı döneminde, teslim olmamanın, işgale karşı direnişe geç-menin sözcülüğünü yapan yazarlar, halka yol gösterici olmuşlardır.   Edebiyatçı, kapitalist piyasa “beğeni”sinin toplumun çoğunluğunca benimsenmiş olmasına bakıp, istenile-ni sunma kolaycılığına düşmemelidir. Esas karakterin, romanın ortasında ölmesi gerekiyorsa, ölmelidir.  Bugün, orta yerde duran sefaleti görmeyen, sadece insan bilincindeki sefaleti körükleyip duran, öznel du-rumların öznel yansımalarıyla ilgilenen edebiyat, miladını doldurmalıdır. Bu sefaletin ortadan kalkması için verilen kavgayı ve bu kavgayı veren insanları işaret eden edebiyatın, topluma nüfuz etmesi sağlanmalıdır.  Bütün bunlar edebiyatı kalıplara sokmaktan ziyade, toplumla bağlarını iyiden iyiye koparan bu üretim dalına bir sınır çizme çabasıdır.

Dipnotlar 1. Sanatın Gerekliliği, Ernst FISCHER 2. Başlık Sol Portal’dan alınmıştır. 3. Karl Marx4. Pir Sultan Abdal

Page 38: icabihal sayi 4

38 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular kulübü’nün yayınıdır

“Bugün içinde yaşadığımız dünya, hiçbir özelliği olmayan, en küçük birey-sellikten bile yoksun bırakılmış, ‘bir soyut davranışlar toplamına’ dönüş-müş kişilerin dünyası. Günümüzde sorun insanın benliğinin bir bölümünü yitirmesi değil, artık tümünü yitirmesi, yok olmasıdır. Yürüyen ve içi bomboş bir zırh... Öyküsünü yazmayı denedim, ‘Varolmayan Şövalye’ çıktı ortaya.” Kitabı hakkında böyle diyor İtalo Calvino.Usta bir yazardan, bireye dair, ustaca yazılmış bir kitap...Kimdir İtalo Calvino? 1923 Küba doğumlu, İtalyan bir ailenin çocuğu... İki yaşından itibaren İtalya’da yaşadı. 20 Yaşında İtalya Komünist Partisi’ne girdi. 1985 yılında hayatını kaybetti.Yazarlığının ve Komünist Parti üyesi olmasının yanında bir de gazeteci kimliğine sahip olan Calvino, Einaudi Yayınevi’nde kendisi gibi antifaşist yazarlarla kurduğu ilişkiler sonucu, çoğu yazar ve entelektüele göre, son dönem İtalyan düşünce dünyasının çok yönlü ve en önemli isimlerinden biridir.Calvino’ya dünya çapında ün kazan-dıran eseri, “Atalarımız” üçlemesi olmuştur (İkiye Bölünen Vikont, Ağaca

Tüneyen Baron, Varolmayan Şövalye). Calvino’nun eserlerine bakıldığında şüphesiz irdelenecek çok şey çıkar okurun karşısına fakat biz bu yazıda Varolmayan Şövalye üzerine eğilmeyi seçtik. Zira günümüz, bireyin iyice silikleştiği ve şeklini kaybettiği bir yer-dir. Bu zaman diliminde birey adeta bir buhar kümesine dönüştürülmektedir.Romanın baş karakteri, Agilulfo adında bir şövalyedir. Agilulfo hiçbir zaman zırhını çıkarmaz, asla tembellik etmez, korkak olmaz. Hatta uyumaz bile. O, her zaman göreve hazırdır. Komutanı-nın ağzından çıkacak ilk emri uygula-mak için tetikte bekler. En küçük ve saçma -zira Agilulfo’yu baştan savmak için verilen emirlerdir bunlar – emri bile, zafer bu emre bağlıymışçasına yapar. Her şeyi kusursuz yapması diğer şövalyelerin kusurlarını daha da belirginleştirir. Bu sebeple ordudaki diğer şövalyeler tarafından sevil-mez. Fakat diğerleri aynı zamanda Agilulfo’dan korkarlar da… Çünkü as-lında böyle biri yoktur. Zırhın içindeki boşluktur Agilulfo. Konuşan, “kendin-ce” düşünen bir boşluk. Ve ona sadece zırhı şekil verir.Bugün insanların kimlikleri, nasıl bir karaktere sahip oldukları ya da neleri sevip yaptıklarıyla değil, meslekleriyle oluşmaktadır. Kişinin mesleği statü olarak toplumun gözünde ne kadar yukarıda ise, kişi de o kadar yukarıda sayılır. Aynen Agilulfo’nun zırhı gibi bizim de takım elbiselerimiz vardır. Bizi diğer insanlardan ayıran çizgileri kalınlaştırmak için, patronumuzun emirlerini anında, eksiksiz yerine ge-tirme eğilimindeyizdir. Sistem bizden adil veya hak bilir olmamızı değil, hızlı ve vahşi olmamızı, yarışmamızı iste-mektedir.Birey silikleşmiş hatta kimi zaman yok olmuştur. Artık, en başta devlet olmak üzere, tüzel kişilikler ağır basmak-tadır. Devlet insan için ve insanlarca kurulan fiktif bir kurum iken, bugün insanlar (=vatandaşlar) devlet için vardırlar. Öte yandan büyük şirketler

ve bankalar... Kişinin çocukluğundan başlayıp yirmili yaşlarına kadar süren eğitim süreci, salt bu büyük şirketle-re ve bankalara girip iş edinebilmek içindir.Günümüz bireyinin içine itildiği bir diğer kuyu da yalnızlaşmadır. Sistem bize birtakım araçlarla sosyal olduğumuz illüzyonunu yaratırken aslında kişi kendi başına olmaya zor-lanmaktadır. İnsan tek başına bir güç gösteremez. Ancak bir araya gelindi-ğinde güç sahipleri bir şeyler yapmaya zorlanabilir.Agilulfo sevemez, üzülemez, sinirlene-mez. Ordudaki diğer şövalyeler sarhoş olabilirken Agilulfo herzaman ayık, her zaman göreve hazırdır. Bazen taklit yapar sadece. Herkesle beraber yeme-ğe oturur, kalkana kadar tabaktaki yi-yecekleri keser, doğrar, hareket ettirir. Kısaca garip bir “şey”dir Agilulfo. Biz okuyucular bir türlü ısınamayız ona. Yer yer nefret ettiğimiz dahi olur.Varolmayan Şövalye günümüz insanı-na tutulan en acımasız aynalardan biri. Fakat yazarın ustalığı şudur ki; Calvino okurun asla canını sıkmaz, mizah-tan hiçbir zaman vazgeçmez. Kafka okurken bunalan, sıkılan okur, Calvino okurken tebessümüne engel olamaz.Calvino’nun “Görünmez Kentler” adlı kitabının hatırlanmaya değer bir bölümü sanırım bu yazı için güzel bir kapanış olacaktır: “Biz canlıların cehennemi gelecek-te var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu gör-meyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”

BİREYİN VAROLUŞUNA NEOREALİST  BİR BAKIŞ: VAROLMAYAN ŞÖVALYE

“Varolmayan Şövalye günümüz insanına tutulan en acımasız aynalardan biri. Fakat yazarın ustalığı şudur ki; Calvino okurun asla canını sıkmaz, mizahtan hiçbir zaman vazgeçmez. Kafka okurken bunalan, sıkılan okur, Calvino okurken tebessümüne engel olamaz.”

tAlât çEkİç

Page 39: icabihal sayi 4

Selamlıyoruz,

Hukukun siyasi iktidar elinde oyuncağa dönüştüğü, istenilen

yönde karar vermeyen hakimlerin ya da dokunulmaması

gereken konulara dokunan savcıların bir anda başka

“örgütlerle” bağlantılarının ortaya çıktığı, masumiyet

karinesinin hükmünü kaybettiği bir dönemde; hukuku yalnız

yasalardan ibaret değil, onu sosyal bilimlerin, toplumun bir

parçası olarak gören hukuku bütünlüklü yapının bir parçası

olarak ele alan, onun ekonomiyle, siyasetle, sanatla ilişkisi

üzerine yoğunlaşan derginizi takip ediyoruz, sahipleniyoruz.

İcab-ı Hal gibi hukukun ve insan haklarının üstünlüğünü

savunan bir derginin varlığını görmek ve bu dergiye yazı

yazan ilerici insanların olduğunu bilmek bizlerin geleceğe

daha umutla bakmamızı sağlıyor.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencileri

İ.B.Ü. HUKUK’TAN SELAM VAR!

Page 40: icabihal sayi 4

Server Tanilli’yi

Saygıyla Anıyoruz...