gÜl devrİ’nİ arayan adam devrini arayan adam.pdf · gÜl devrİ’nİ arayan adam muhsin...

246

Upload: others

Post on 20-Jan-2020

41 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

GÜL DEVRİ’Nİ ARAYAN ADAM Muhsin İlyas SUBAŞI

Kayseri Organize Sanayi Bölgesi Müdürlüğü Yayını Yayın No:2

1.BASKI

Yayın Yönetmeni

Recep YILDIRIM

T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI Sertifika Numarası: 33395

ISBN: 978-975-8962-56-3

5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince bu eserin bütün hakları yazarına aittir.

BASKI: Acar Basım ve Cilt. San. Tic. A.Ş. Beysan Sanayi Sitesi Birlik Cad. No: 26 Acar Binası 34524 Haramidere / Beylikdüzü / İSTANBUL Tel: (0212) 422 18 34 Faks: (0212) 422 18 04 Sertifika No: 11957

Kayseri Organize Sanayi Bölgesi Müdürlüğü Organize Sanayi Bölgesi 11.Cad No:9 Anbar-Melikgazi/KAYSERİ

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

Gül Devri’ni Arayan Adam

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 3 18.4.2016 20:32:11

-· 4 ·-

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

1942’de Şarkışla’da doğdu, ilkokulu doğduğu yerde orta ve liseyi Kayseri İmam-Hatip Okulu’nda okudu. Yüksek öğrenimine İzmir’de başladı, Kayseri Yüksek İslâm Ensti-tüsü’nde tamamladı. Bir süre gazetecilik (1961-73), ardın-dan çeşitli liselerde öğretmenlik (1973-95) yaptı. Gazete-cilik mesleğini edebiyat çalışmalarıyla birlikte sürdürdü. Lise öğrenciliği döneminde; 1963’te bir yerel gazetenin ya-yın yönetmenliğini, yükseköğrenimi sırasında, iki gazete-nin Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptı (1966-73). Bir dönem, bölgesel yayın yapan Elif TV’nin Genel Müdür-lüğünü (1995-95) ve İhlas Haber Ajansı (İHA)’ nın Bölge Müdürlüğü (1995-2002) görevlerini yürüttü. 1979-81 yıl-ları arasında Küçük Dergi’yi (24 sayı) çıkardı. Şiir, dene-me, eleştiri ve inceleme yazılarını 1965 yılından itibaren Hareket, Türk Yurdu, Hisar, Türk Edebiyatı, Küçük Der-gi, Töre, Millî Kültür, Boğaziçi, Kültür ve Sanat, Yeni Dü-şünce, Berceste, Erciyes, Bizim Külliye, Şiir Vakti, Buruci-ye, Yedi İklim, Ay Vakti dergilerinde yayınladı. Bazı şiirleri bestelendi, İngilizce ve Arapça’ya çevrildi. Edebiyat ve Ba-sın dalında çok sayıda ödül aldı. Birçok uluslararası edebi-yat toplantılarında Türkiye’yi temsil etti.

Edebi kişiliği ve eserleri üzerine yapılan doktora tezi “Ortak Değerlerimizin Dili MUHSİN İLYAS SUBAŞI” adıyla Dr. Esra Kürüm tarafından 2014’te yayımlandı.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 4 18.4.2016 10:11:59

-· 5 ·-

ESERLERİ

Oyun: Alparslan (1962)

Şiir: Vuslat Türküsü (1968); Aydınlığın Gözleri (1979); Bu Yüreğin Ülkesinde (1981);Sevgi Donanması (1982); Deryâdil (1985); Sevdâkâr (1988); Bir Sır Gibi (1991); Aş-kistan (2005); Gül Seferi, (2013).

Deneme: Şiirden Şuura (2004); Şehirnâme (2011).

Roman: Ahtapot (1995); Güneşe Uçan Kelebek (2001); Aşkta Yanan Dede (2003); Ben Onurumu Çiğnetmem (2004); Aşk Prensesleri de Öldürür (2011) Ateşi Gül Eyle-mek (2015);

Biyografi: Kayseri’nin Manevî Mimarları (1995); Taşla Konuşan Deha (1996); Ağırnaslı Sinan (2004); İki Mevlevî (2005); Toprağın Dili (2013); Gül Devrini Arayan Adam (2016)

Araştırma-İnceleme: Dünden Bugüne Kayseri (1986); Bu Şehrin Hikâyesi (2003); Batı İslâm’ı Tanıdıkça (2008); Batı’daki Mevlana (2007); Batı Türk’ü Tanıdıkça (2008); Batı’daki Hz. Resül (2015).

Hatıra: Yalnız Yürüdüğüm Sokaklar (2014).

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 5 18.4.2016 10:11:59

-· 6 ·-

İÇİNDEKİLER

8 TAKDİM11 ÖN SÖZ15 MEHMET ÂKİF HANGİ ORTAMIN

MAHSÛLÜDÜR?23 ÂKİF’TE TEK ÇARE İSLÂM’DIR!39 FİKİRLER DOKTRİN OLURKEN45 ÂKİF VE TASAVVUF53 ÂKİF VE ‘ASIM’IN NESLİ’59 OSMANLI’DA AYDIN İHANETİ VE ÂKİF 67 ÂKİF VE “MEDENİYYET” DEDİĞİN75 HAMLECİ ÂKİF81 ÂKİF’İ AĞLATAN NEYDİ?87 SAFAHAT: DİDAKTİK, MANZUM BİR ROMAN 97 AKİF NEDEN MISIR’A GİTTİ?103 KUR’AN TERCÜMESİ MESELESİ109 ÂKİF VE ÇAĞDAŞLARI125 ÂKİF’İ AN(LA)MAK! 141 İSTİKLÂL MARŞI145 İSTİKLÂL MARŞI’NIN TAHLİLİ155 ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE’NİN YORUMU167 MEHMET ÂKİF’İN BİR VAAZI

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 6 18.4.2016 10:11:59

-· 7 ·-

189 İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

207 ÇAĞDAŞLARI ÂKİF’E NASIL BAKTI?209 Eşref Edip211 Hasan Ali Yücel212 Agah Sırrı Levend214 Yakup Kadri Karaosmanoğlu215 İsmail Habip Sevük216 Süleyman Nazif218 Orhan Seyfi Orhon219 Mükerrem Kamil Su220 Peyami Safa222 Mithat Cemal Kuntay224 İbrahim Alaeddin Gövsa225 Falih Rıfkı Atay226 Necip Fazıl Kısakürek229 Fevziye Abdullah Tansel231 Nurettin Topçu233 Sezai Karakoç234 Yavuz Bülent Bakiler236 Mehmet Kaplan237 D. Mehmet Doğan238 Orhan Okay239 Nihat Sami Banarlı240 M. Ertuğrul Düzdağ

243 BAŞVURULAN ESERLER

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 7 18.4.2016 10:11:59

-· 8 ·-

TAKDİM

Mehmet Akif Ersoy, Türk kültür ve medeniyetinin kilometre taşlarından birisidir. Ülkemizde okula giden her çocuğun ilk dersi, ‘İstiklal Marşı’ ile başlar. Eğitim çarkın-dan geçen bütün nesil, bu milli marşımızla birlikte onun şairini ismen de olsa tanımış olur. Böylece sosyal hafıza-mıza yerleşen bir Akif ’ figürü vardır. Ancak Âkif kimdir, ne yapmıştır, nasıl yaşamıştır, neler yazmıştır? Bunlar daha sonraki çabalarla ulaşılacak ve öğrenilecek bilgilerdir.

Yetişkinler olarak bizler de bu çarklardan geçtiğimiz için Akif ’imizi ailemizin bir ferdi gibi görür, kabullenir ve severiz. Çünkü o bizim ortak değerlerimizin dili, kimlik ve kişiliğimizin modellerinden birisidir.

Hürriyet şuuru, bağımsızlık idealinin olmazsa olmazla-rındandır. Çünkü hür olmadığımız sürece güçlü olamayız. Bu hayat ölçüsü içerisinde hürlüğün sembolü bayrağımız-dır, vatanımızın bize ait olan sınırlarıdır ve evimizde, şeh-rimizde, ülkemizde davranış rahatlığına sahip olmamızdır. İstiklal Marşı’mızda söylemiyor muyuz: “Ben ezelden beri-dir hür yaşadım, hür yaşarım./ Hangi çılgın, bana zincir vu-racakmış? Şaşarım;” diye.

İşte Akif, bu bağımsızlık idealimizi bize her gün hatır-latan önemli bir uyarıcıdır ve İstiklal Marşı’nın sağladı-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 8 18.4.2016 10:11:59

-· 9 ·-

ğı millî duyarlılık, millî birlik ve millî idealler, bizi ayakta tutan temel değerlerimizdir. Bu nedenle, onun bize tavsi-ye ettiği hayat ölçüleri, bütünüyle halkımız, özellikle ço-cuklarımız ve gençlerimiz için olduğu kadar, esnafımız, iş adamlarımız ve sanayicilerimizin de vazgeçilmez değerle-ridir.

Biz, bu hassasiyet içerisinde önce bayrağımızı, bölge-mizin en mutena yerine ve bize yakışacak büyüklük ve yü-celikte diktik. Onun dalgalanan heyecanı altında her gün işimize gidip gelirken, bu bayrağa anlam kazandıran, mil-li birlik ve bütünlüğümüzün dili kabul ettiğimiz İstiklal Marşı Şairimizi de sanayicilerimizin yakından tanımaları-nı arzu ettik.

Özenli bir baskıyla takdim ettiğimiz Merhum Mehmet Âkif Ersoy’un ‘Safahat’ isimli kitabından sonra, şimdi de yeni bir eserle, “Gül Devri’ni Arayan Adam”ı usta bir kalemin elinden ilginize arz ediyoruz.

Geleceğimiz, geçmişimizin yaşanmış fedakârlıkların-dan beslenerek şekillenmektedir. Âkif, bir kurtuluş mü-cadelesinin ateşi içerisinde, nelere inandı, neleri savundu ve bizlere neleri tavsiye etti? Bunları bu kitapta bulacak-sınız. Özellikle sanayi hamlesine yöneldiğimiz günümüz-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 9 18.4.2016 10:11:59

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 10 ·-

de, onun, o yokluk yıllarında bizzat Batı’ya giderek incele-melerde bulunduktan sonra dönüp yazdığı şiirleriyle bize sunduğu dikkat noktaları, karşımızdakilere karşı tavırları-mızı oluşturmada birer önemli reçete olacaktır.

Bilgi paradan önemlidir. Sahip olduğumuz parayı kay-bettiğimiz zaman, ona bir daha kavuşamayabiliriz. An-cak öğrendiklerimiz öleceğimiz ana kadar bizi besleyen bir manevi gıdadır ve kaybolan paranın gerektiğinde yolunu açabilecek bir anahtar görevini de üstlenir.

Bu inançla yeni bir eserle sizlere merhaba diyor ve işle-rinizde başarılar diliyoruz.

Kayseri Organize Sanayi Bölgesi Yönetim Kurulu Adına;

Tahir NURSAÇAN Yönetim Kurulu Başkanı

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 10 18.4.2016 10:11:59

ÖN SÖZ

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 11 18.4.2016 10:11:59

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 12 ·-

“Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm, Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu. Gül Devrini bilseydim onun, bülbül olurdum; Yâ Rab, beni evvel getirseydin ne olurdu?..”

Mehmed Âkif Ersoy

Elinizdeki bu çalışma, Safahat’tan hareket edilerek Bü-yük Şair ve Dava Adamı Mehmet Âkif ‘in özellikle “Dün-ya Görüşü” çerçevesinde düşüncelerini inceleme deneme-sidir.

Hem İmparatorluğu görmüş, hem de Cumhuriyeti ya-şamış bir insanın, bu iki sistem arasında kendine has tav-rındaki değişmezliği, sağlam kişiliğinin en önemli yanını oluşturur. O dönemde bazı aydınlar, İmparatorluk ayak-ta iken ona iltifat etmiş, Cumhuriyet gelince, bu defa da onunla kucak kucağa olmak için Osmanlı’ya sövmüştür. Âkif ise, böyle çifte standartlı bir kişilik sergilemez. O her dönemde de, ‘kendisi kalabilmek’ gibi önemli bir karakte-rin sahibidir. Çökmemesi için Osmanlıya sarılır, onu kur-tarabilmek için İmparatorluğa âdeta payanda olur, çökü-şünün mukadder olduğunu anlayınca da Cumhuriyet için, Millî Mücadele’nin önşartsız savunucusu durumuna geçer. Onun uğruna mücadelelere katılır. Halkı Kurtuluş Savaşı için organize eder ve yeni sistemin destan şiirini; İstiklâl Marşı’nı yazar. Osmanlı’nın imkânlarıyla yetişen bir çok aydının yaptığı gibi geriye dönüp Osmanlıya da sövmez!..

Her iki dönemde ve sarsıntının yaşandığı geçiş devre-sinde Âkif ’in oturmuş örnek kişiliğini, aldığı eğitim ve ter-biye sağlamıştı. Kendisine has doğruları olmayan insan-lar, mutlaka başkalarının takdim ettikleriyle yetinecektir. Bu da zaman zaman bu insanlarda şahsiyet zaafı doğura-caktır. Çünkü bu gün iyi kabul ettiği bir tavrın görünür-de daha iyisini fakat onun tamamıyla negatifini getirecek

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 12 18.4.2016 10:11:59

Ö N S Ö Z

-· 13 ·-

kişilere de bağlanabileceklerdir. Bu zaaf ise, böyle insan-ları kendi kendilerine bile yeterli yapmayacağı için cemi-yet bunlardan sürekli zarar görecektir. Âkif, bunun bilin-cindedir. Kendi, tavrını belirlerken öncelikle şaşmaz bir ölçü tayin etmiştir. Bu ölçü, ‘Vahdaniyet Şuuruna’ dayan-dığından, şahsileşse de Mutlak Doğru’dan ayrılmayacağı için zikzakları olmayacak ve kendine göreliğini koruyacak-tır. Özellikle, siyasi hesaplaşmaların ve sistem arayışları-nın arttığı cumhuriyetin ilk yıllarında, böyle bir koruyu-cu şemsiye altına girmek, herkese nasip olacak bir imtiyaz değildi...

Mehmet Âkif Ersoy, böyle bir kişiliği gençlik yıllarında kazandıktan sonra, bu defa kendisini bu doğrusuna göre yetiştirdi, karşımıza, şaşmaz ve sağlıklı ölçülerle geldi. Biz, Safahat’ı okurken birbirini tekzip eden, birbiriyle çakışan bir mısra dahi bulamadık. Bu da, eserine yerleşen şahsiye-tini yansıtan düşüncesinin tutarlılığından kaynaklanıyor olmalıdır.

Biz bu şahsiyeti, ele alırken de, öncelikle dünya görü-şü çerçevesinde kaldık. Çünkü Âkif ’i bütünüyle verebilmek için tek yol da buydu. Bugüne kadar hakkında yapılan ça-lışmaların hemen hepsinin, Safahat’tan hareket etmele-ri zarureti de bu tavrın isabetliliğini ortaya koyuyor. Biz buna rağmen, onun düşünce tarzını belirleyen, besleyen ve daha tatmin edici hâle getiren değişik cephelerini de ih-mal etmedik. Bunlar, onun ideallerinin tamamlayıcı un-surlarıydı. Olaylara, eşyaya ve insana bakışındaki sağlıklı yaklaşımları, bu detayla belli olacaktı.

Kendi sesi kalmaktan ziyade, milletin sesi olan, millî vicdanın ölçülerine bağlı kalan bu büyük insan, elbette böyle sınırlı bir çalışmayla verilmemeliydi. Bugün, onun dergilerdeki yazılarının tamamı derlenip yayımlanmış de-ğil. Safahat’ın bir indeksi bile yoktur. Bu kitabın büyük

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 13 18.4.2016 10:11:59

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 14 ·-

çaplı bir yorumuna da şahit olmadık. Hâlbuki Safahat, bu milletin vicdanı, idraki, gönlü ve dilidir. Orada, köy kah-vesinden, en üst seviyedeki aristokrata, okumuş-yazmışın-dan, entelektüel kadrolara kadar hepsinin tahlili, tenkidi ve takdimi vardır. Bunların kendi sosyal muhitleri ve özel-likleri içerisinde, Safahat’taki şiirlerin, verdiği ipuçları doğ-rultusunda yorumu, bizim millet olarak psikososyal hatla-rımızı belirleyeceği için önemli bir ana kaynaktır.

O, hayatı boyunca bu millet için, bu milleti ayakta tu-tan inancı için düşünmüş, sızlanmış, ağlamış ve haykır-mıştır. Türk Edebiyatı tarihi içerisinde ikinci bir şahıs gösterilemez ki, şiirini, şiirinin estetik şekillerini idealleri uğruna feda etmiş olsun. O, şiirini bir amaç değil, bir ideal için vasıta yapan ender insanlardan birisidir.

Onun “İslâm Birliği” düşüncesinden beklediği, Müslü-man ülkelerin kendi içlerinde huzurlu, dünya ölçüsünde diğer Müslüman ülkelerle kader ortaklığı yapan hassasi-yeti taşımalarıdır. Ondaki ‘ümmet’ fikri, ‘millet’ fikrinden ayrı düşünülmemelidir. Kur’an’da, ‘Biz sizleri ayrı ayrı ka-vim ve milletler halinde yarattık ki, birbirinizle daha iyi anlaşasınız’ İlahi hükmüne sadık, ancak, ‘Müslüman-lar kardeştir’, yine İlahi hükmüne de teslimiyet içindedir. Onun saygıya değer oluşu da buradan gelmektedir. Yazı-mın başına aldığım satırlarında, “Gül Devri”ne hasreti duy-gusu, Hz. Peygamber döneminde yaşamanın özleminden çok, yaşadığımız günlerin öyle bir atmosfere hasret kalışı-nın ifadesidir. Bunun içindir ki, kitabımıza, “Gül Devri’ni Arayan Adam” adını verdik. Bu çalışmanın, bu temenni-lere satırbaşı olması dileğiyle, Merhuma karşı, vefa borcu-muzu ödemiş olursak, kendimizi mutlu sayacağız... Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

Muhsin İlyas SUBAŞI

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 14 18.4.2016 10:11:59

MEHMET ÂKİF HANGİ ORTAMIN MAHSÛLÜDÜR?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 15 18.4.2016 10:11:59

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 16 ·-

Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının Şevval ayında, Fetih ruhunun bir buhurdan gibi sakinlerinin duygularına yer-leştiği Fatih semtinde dünyaya geldi.

Mahmut Nedim Paşa’nın on bir aya yakın süren kötü yönetimi bitmiş, bu defa büyük umutlarla Tuna ve Bağdat valiliklerinde başarılı olduğu iddia edilen Mithat Paşa, sa-daret (Başbakanlık) makamına çıkarılmıştı: Sultan Aziz, on yıl kaldığı tahttan ayrılmış, ancak 1870’lerde tekrar getirilmişti. Devlet, bu Sultan’ın eski tecrübesini bir kere daha denemek istiyordu. O da, kendisine yardımcı ola-rak, Balkanlar’da, Osmanlı bayrağına haç takmayı Devlet-i Âlî’ye teklif eden bir zatı seçmişti: Aslında, Mithat Paşa Bağdat Valiliğinden Edirne’ye geçiyordu. Saraya uğrayıp, selefini şikâyet ederek onun koltuğuna oturmayı başar-mıştı. Ne var ki, onun da ikbali parlak olmamıştı. Üç ayı bile bulmayan Sadaretinden olmuş ve yerine Mütercim Rüştü Paşa getirilmişti. Onun da saltanatı üç ayı geçmedi, arkasından bir başkası, arkasından bir başkası... Ve bunla-ra ilave olarak Bosna-Hersek isyanı..

Devlet, otoritede zaafa düşünce, iktidara çapulcular bile heveslenmeye kalkar. Bu, iktidara heveslenen her in-sanın gönlündeki aslanı celallendirmesi demektir. Os-manlı İmparatorluğu da hızlı çöküşün sancılarıyla Paşaları tahttan indirip çıkarmakla, gemiyi batırmaktan kurtarma-ya çalışmaktadır. Ne var ki, geminin rotası kırılmıştı. Ta-miri güçtü, dalgalarla boğuşacak ve siyasî çalkantıların ala-bora etmesinden yakasını kurtaracak gücü de azalmıştı... İşte böyle bir dönemde dünyaya gelen her çocuk gibi, Ra-gıyf da, ninni olarak annesinden hep korkunun, endi-şenin, ürkekliğin burukluğuyla titreyen hüzün türküleri dinledi. Saf, samimî, sıcak, mütedeyyin bir Osmanlı hanı-mefendisi Emine Şerife Hanım. Ana şefkatini beyaz har-mani gibi saran yüreğindeki tek endişesi, geleceğin ka-ranlık günlerinde yavrusunun kaderini bir talihsizliğe

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 16 18.4.2016 10:12:00

MEHMET ÂKİF HANGİ ORTAMIN MAHSÛLÜDÜR?

-· 17 ·-

kaptırmasıydı. Çünkü gidişat iyi değildi. Artık, çocuğunun babası, bir köy delikanlısı olarak geldiği İstanbul’da ‘Fatih Müderrisliği’ne kadar giden huzurlu yolu çocuğu için gös-teremiyordu. Mehmet Tahir Efendi’nin içindeki ukde, ha-nımında tedirginliğe sebep oluyordu. Buna rağmen, küçük Ragıyf, el bebek, gül bebek büyütülecek ve 4 yaşında Emir Buhari mahalle mektebine gönderilecektir. Siyasi buna-lımların emzirdiği bu çocukluk hayatından sonra başlayan mektep, bir uğursuzlukla ona tahsil kapılarını açacaktır.

BÜYÜK UMUTLARIN ARKASINDAKİ HÜSRAN

Abdülaziz ikinci defa tahta çıkarken, kendisine besle-nen büyük umutların, hüsran getireceğini ne bilecekti? Devleti yönetenler, iktidar hevesine düşüp Başbakanların saltanatları ancak bir kaç ay sürecek kadar azalınca, dev-letin sosyal ve siyasi buhranları da artacak demektir. Bu-nun arkasından gelecek ekonomik bunalım ise halkı da bu çaresizliğin ve çıkmazın içerisine çekecektir. Nitekim öyle oldu. İki bileğinin damarları birden kesilerek intihar etti-ği ilan edilen Sultan Aziz’den sonra tahta çıkan 5. Murat’ta Sırbistan ve Karadağ prensliklerinin isyanlarından sonra üç aylık tahtından ayrıldı

Ragıyf, bu yıllarda henüz 4 yaşlarında bir sübyan mek-tebi öğrencisidir. Aynı yıllarda, doğuda başlayan iç hicret, 1293 (1877)’de çıkan Türk-Rus Harbi, halkımızda yeni bir seferberlik çilesine kapı aralamıştır.

Bir tarafta devletin çatısı delinirken, öbür taraftan hal-kın ayaklarının altına şehit kanları damlıyordu. Balkanlar-dan, Orta Doğu’dan ve Rus cephesinde oradan oraya sü-rülen, koşturulan, boğuşturulan yorgun Anadolu insanı, kaderin bir ilahî teslimiyeti içerisinde tevekküle teslim et-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 17 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 18 ·-

tiği bir acılı kuşaktır. Bu kuşağın manevi yükü altında ezi-len genç bir çocuk: Mehmet Ragıyf!..

BİR ÇÖKÜŞÜN TRAJEDİSİ

Evet, Mehmet Ragıyf. ‘Ragıyf‘ kelimesinin oturdukla-rı semtte Âkif ’e çevrilmesi sonucu Mehmet Âkif olmuştur. Daha çocuktur, ama önünde çetin bir dönem vardır: Yor-gun Anadolu, politik ihtiraslardan yıpranan merkezi vebal tehdidi altında tutmaktadır. Cephelerde akıtılan kanın ar-kada bıraktığı yığınla dul, yetim, öksüz, aç-perişan insan-lar. Bunların kahrından doğan, vicdanı yaralayan acılar. Devlet kendine tutarlı bir baş aramaktadır. Çöküşü dur-durmasa bile, yavaşlatacak, tedaviyi kendi bünyesindeki insanında arayacak bir baş. Nihayet o da bulunmuş ve 2. Abdülhamit tahta getirilmiştir. Devlet şimdi iki elini başı-nın arasına alıp düşünecek imkânı bulmuştur. Savaş mal-zemesi olan halk ile ikbal hastası olan aydın arasındaki çelişki devam ederken, Padişah devlet için yeni bir kuşak yetiştirme gayretindedir. Mektepler, medreseler yaygınlaş-tırılmakta ve okumak isteyen herkese fırsat verilmektedir. Bu arada, gönlünü Batı’nın Hıristiyan kültüründen kay-naklanan medeniyetine nikâhlayan entelektüelin getirdiği bir yığın problem...

Saray kaygılı, tedirgin, çekingen, hatta iç ve dış baskılar altında yorgun, aydın telaşlı, halk ise yoksul, aç, sefil ama sakin. Ufak tefek çatışmaların ötesinde, dışta ciddî bir me-sele yok. İçte ise, Batı’nın enkazımıza ipotek koymaya he-veslendiği dönemlerin trajik çırpınışları idareyi rahatsız ediyor. Nesil çatışmasının en ızdıraplı günleri... İşte Âkif, bu günlerde fikrî hamurunu pişirmek mecburiyetinde. Bu arada, babasını kaybetmiş ve evleri yanmıştır. Âdeta, Os-manlı İmparatorluğu’nun bahtına düşen alev ilk defa Fatih

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 18 18.4.2016 10:12:00

MEHMET ÂKİF HANGİ ORTAMIN MAHSÛLÜDÜR?

-· 19 ·-

semtindeki bu evde kıvılcıma dönüşmüştü... Malumun çe-lişkileri, meçhulün arayışları bu iki yangından çıkan genç kafaya kararsızlık getirmişti. Mülkiyenin Âli kısmından ayrılarak o yıllarda yeni açılan Baytar Mektebi, ‘Hemen iş bulurum’ endişesiyle kader kapısı olmuştu...

ÂKİF UFKUNU GENİŞLETİYOR

Mehmet Âkif, Baytar mektebini birincilikle bitirip dev-lette 750 kuruş maaşla görev aldığı sıralarda, İttihat ve Te-rakki’nin, 2. Abdülhamit’e savaş açtığı en buhranlı günler yaşanıyordu. En önemlisi de, içte Ermeniler, kendilerini dıştan isyana teşvik eden düşmanların adeta bir kuklası haline gelmişler ve terör hareketlerini facia haline dönüş-türmüşlerdir. 29 yıldan beri tahtta bulunan Sultan 2.Ab-dülhamit’e 21 Temmuz 1905’te bombalı bir suikast düzen-lenirken genç baytar, Anadolu’dan Rumeli’ye kadar uzanan bir hizmet coğrafyası içerisinde, hem görevini yapıyor, hem de halkın dili ve yüreği oluyordu. Resmî eğitim şim-di klasik seviyede kalan bu Genç Osmanlı’ya yetmiyordu. Arayışı, onu ülkenin makûs talihini yenecek gayrete sevk edecektir. Ufkunu, bu kültürün dışına taşıyan malzemeyi zaten İslâm’ın âdeta yüreği olan Fatih’in o ilâhi ikliminden almıştı. Anasının şefkatiyle harmanlanan dünyası, baba-sından intikal ettirdiği iman şuuruyla senteze ulaşmış ve ortaya kendi entelektüel terkibini koymuştu. Âkif için ar-tık, İslâm’a sarılmak ve bunun için ortaya çıkmaktan baş-ka çare yoktu.

Beşerî bir zaaf olarak, belki de içerisinde bulunduğu muhitin sürekli telkinleriyle, 2. Abdülhamit’in dönemi için daha sonra, biraz da haksızca bir çıkışla; “Yıkıldın gittin ama ey mülevves devr-i istibdad.” diyecek olsa da, kendisi için ortaya koyduğu ideal düşünce, bu büyük insanın ge-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 19 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 20 ·-

liştirmek istediği devlet ideolojisinden farklı değildi. İkisi de aynı şeyi istiyordu: “İttihad-ı İslâm”, Yani “İslâmî Birli-ği!..” Neden böylesine derin bir ayrılığa düşmüşlerdi. Bura-da, herhangi bir tartışma zeminine yönelmeden, bizim bir asır sonradan ve yaşanan olayların tamamen dışında kala-rak burada herhangi bir yorum getirmemiz, bu meselenin çözümünden ziyade daha da anlaşılmaz hale gelmesine se-bep olabilecektir.

Şu noktayı gözden uzakta tutmamalıyız ki, Batı’ya ka-pıkulu olanlara karşı, mevcut sistemin Hıristiyan mitosla-rından kaynaklandığını bildiği için, bizim insanımıza o sis-temin uymayacağını ısrarla savunacaktır... Ancak sınırını çok iyi tayin ederek... Ona göre; “Batı, İlim ve Sanatı alına-cak ve kendi kıymet hükümlerimiz içerisinde değerlendirile-cektir.”

Âkif, bunları düşünürken, elbette daha sonra Peyami Safa tarafından teorik olarak yorumlanan ve pratikte uy-gulama alanı aranan, ‘Doğu-Batı sentezi’ peşinde değildir. Belki Ziya Gökalp’ın “Türk Milletindenim, İslâm Ümme-tindenim, Garp Medeniyetindenim”, yaklaşımına daha ya-kındır. Çünkü Millet Kavramını kabul ediyor, Batı’ya karşı çıkmıyor, reçetenin de İslâm’da olduğunu savunuyor. Gö-kalp’ın teoride kalan bu görüşünü Âkif pratikte de Türk Milletinin temel hareket noktası olarak görmek istiyordu. Devletin, o günlerde yeni bir istikrar unsuru olarak kendi siyasi zeminini oturtmak gayesiyle aradığı temel amaç, ka-bukta kalmadan, öze nüfuz edip, yine eski şahsiyetine ka-vuşabilmek için İslâm’ı mihenk taşı kabul eder. 1912 yılın-da yazdığı “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiiri, bu konuda bize yeterli ipuçlarını vermektedir. Tanzimat’ın ilanından hemen sonra, umduğunu bulamayarak bu şiirle umutsuz-luğa düşen Âkif ortaya çok orijinal bir manzara koyacaktır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 20 18.4.2016 10:12:00

MEHMET ÂKİF HANGİ ORTAMIN MAHSÛLÜDÜR?

-· 21 ·-

GELİŞEN TOPLUM ÖZLEMİ

Âkif buhranlardan beslenen o günün aydınına böyle hi-tap ediyor: Şuursuz taklide karşı çıkarak kendi millî kimli-ğimize ulaşmanın yollarına işaret edip bizi kendimize dö-nüşe çağırıyor:

“Mütefekkirlerimiz dini de hiç anlamamış; Ruh-u İslâm’ı telakkileri gâyet yanlış. Sanıyorlar ki: terakkiye tahammül edemez; Asrın âsâr’ı kemâliyle tekâmül edemez.”

Büyük Şair, bizim aydınımızın İslâm’ı anlama ve yo-rumlama noktasındaki bu yanlışına işaret ederken, mese-leye çok önemli bir yaklaşımla eğilir ve âdeta yaraya par-mak basar:

“Sizde erbab-ı tefekkürle avamın arası/pek açık. İşte budur bence vücudun yarası.”

Aydının halkla bütünleşmemesini hastalanan vücudun yarası kabul eden anlayış, bundan yaklaşık bir asır önce ortaya konulmuş sağlıklı bir tespit. Âkif bunu söylerken, daha kırkına bile varmamıştı. Belki düşüncelerin yerleş-miş, oturup şahsiyet bulduğu bir çağ. Ama milletin iç te-rörle kan ağladığı, Batılıların “Hasta Adam” ilan ettikleri Osmanlı’yı taksim sofrasına yatırmaya çalıştıkları bir dö-nemde bunların düşünülmesi dikkate değer.

Bunları söylediği günlerde toplum, 31 Mart Vakası de-diğimiz bir siyasi şizofreniye sürüklenmek istenmiştir. Genç aydın, İttihat ve Terakki’den babası adına tavassut-ta bulunmuş ve bu günahsızı, tertibin dışarısına taşımaya güçlükle muvaffak olmuştu.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 21 18.4.2016 10:12:00

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 22 18.4.2016 10:12:00

ÂKİF’TE TEK ÇARE İSLÂM’DIR!

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 23 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 24 ·-

Ağaçları bile nuranî bir vecd kazanmış olan Fatih sem-tinin bu delikanlısı, mayasını imanla yoğurup hayata atı-lınca, ilk defa Safahatın birinci kitabını yazar. İlk kitabın adı “Safahat”tır. Burada, gençliğinin verdiği idealist heye-canlar amatör coşkuyla gelir. 1911 yılında ilk baskısı yapıl-dığında, şair 38 yaşındadır. Oturmuş bir karakter, ufkunu tayin etmiş bir ülkü, kıvamını bulmuş millî ve manevi bir heyecanın sahibidir. Bunun için de, evvela bakışını top-luma çevirir: “Hasta’yı, Küfe’yi, Hasır’ı, Geçinme Belası’nı, Meyhane’yi, Bayram’ı” yazar. Sosyal realite o kadar acı ve çarpıcıdır ki, bunlarla yetinmez: “Seyfi Baba”yı, Mahalle Kahvesi’ni, Köse İmam’ı, Ahiret Yolu’nu” da bunlara ilave eder. Âkif, bu kitaba 45 şiir almıştır. Bunların hepsi de şa-irliğinin ilk yıllarına ait eserlerdir. Yukarıda ismini verdiği-miz şiirlerinin hemen hepsinde Onu, bir çaresizliğin acısı-nı dile getiren çözüm arayıcısı olarak görürüz. Aradığı ufuk ise, hayatın bu çıkmazlarına karşı bulunacak reçete. Bunu da yine bir şiirinde ortaya koyar:

“Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefil efkâr Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrar.”

Beyitlerinden oluşan ilk şiirine başlar. Bu mısralar, Sa-fahat’ın ilk şiiri Fatih Camii’nden alınmıştır. Bu şiirin sonu ise şöyle noktalanır: “Bütün yüreklere serpildi kubbeden Bir ruh:/ Ruh-i itmi’nan.”

Âkif, Fatih camiindeki ilahi lütfun insan ruhundaki perde perde akislerini veriyordu. Tanzimat’tan başlayarak hız kazanan Batı’ya açılmaktan çok Batı’ya teslim edilme politikasının insanımızı getirdiği trajik kader bağı, gelece-ği, endişeleri çekilmez bir vebal kelepçesi yapmıştı. Batı, lime lime dökülüyordu. Ama biz geleceğin çilesiyle yoğrul-mak yerine, ucuz tarifeli bir taklit hevesine Batı’ya adapte olmayı daha uygun bulmuştuk. Aydınımızın beşerî teces-süsle bu Hıristiyan binalarının enkazına dönüşmüş kül-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 24 18.4.2016 10:12:00

 K İ F ’ T E T E K Ç A R E İ S L  M ’ D I R !

-· 25 ·-

türünü katedrallerdeki gotik cezbeyle karıştırarak, taklit şuursuzluğunu da geçip ona ulaşmayı bir ideal haline ge-tirince, Âkif bu defa daha net bir tavır ortaya koyacaktır:

“İmandır, o cevher ki ilâhi ne büyüktür. İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.”

İşte bu, açık tavır, bize O’nun kimliğini çok daha iyi bir şekilde tanımamıza fırsat vermektedir.

Taklit, intihal ve tercümenin mustarip aydınımızın ya-kasına yapıştığı, daha doğrusu aydınımızın kendisini id-rak etme yerine, Doğu’yu Batı’nın kılıcıyla fethetme ha-yaline kapılması, karşımızda bütün bir neslin trajedisini getiriyordu. Âkif, bu neslin içerisinde yanlışa en az düş-müş olanıdır. Onda, ümit, iman ve isyan bir farklı kişilik ortaya getirmektedir. Buna rağmen, Hz. Ebubekir’in sem-bolleşen İslâm merhametini, siyasi düşüncesinin temeli yaparak:

“Mü’minlere imanda yetiş merhametinle. Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle.”

Diyecektir, yani, (Müslümanlara merhametinle yetiş, imdadınla onları koru, ama dinsizlere de acı: Onlara daha çok merhamet eyle!) İşte üstün insan olmanın getirdiği er-demlilik. Daha ilk şiirinde bu üstün karaktere ulaşan şair, bu vasfını ömrünün sonuna kadar koruyacak, ancak geliş-tirip daha ileri mesafelere götürerek...

Safahat’ının son şiiri “San’atkar”ı, Roesveltin oğlu Mr. Archibald Bullok Roosveld’e ithaf edişiyle, Şark’ın gur-betteki himayesine vefâ borcunu bu şekilde ödeyeceğine inanır!..

Yetim ufukların çevrelediği bu hüzün çemberi içerisin-de sızlanan Mehmet Âkif Ersoy, şiirindeki temel unsuru

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 25 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 26 ·-

İslâm yaparken, neye dayanıyordu? Evvela bunun cevap-landırılması gerekir. Yaşadığı çağdaki geçiş döneminin ka-rarsızlıklarına, tedirginlikleri ve kuşkularına rağmen, onda sağlam bir iman halini alan İslâm, bu cezp edici odaklığı-nı nereden alıyordu? Hemen herkesin, her aydının kapıku-lu olmaya heveslendiği bir ülkenin büyük elçilikleriyle giz-li flörtüne rağmen, niçin “Kur’an’dan alıp ilhamı”, “Şark’ın öksüz evladı”, niçin “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı!.” diye çıkıyordu ortaya?.. O’nu buna sevk eden temel sebep neydi? Çok kısada olsa, bunun sebep ve sonuçlarını incele-yelim evvela:

“İZM”LER KANLA BESLENİRKEN

Evet, Âkif ’i İslâm’a sevk eden temel sebep buydu: De-mokrasinin hilkat-i garibesi olan ‘İzm’ler dediğimiz Voltai-re’nin tabiriyle, ayak takımının despotizmi olan bu anlayış, hürriyetleri kişinin kötüye kullanmasını da bir hak olarak kabul eder. Daha doğrusu, insanın insan tarafından istis-marı hâdisesidir. Ruhun hamlesini zincirleyen bu kâbus, Batı’ya Hıristiyan teokrasisini yıkmak için girmiştir. Volta-ire’e göre, Kiliseler yüz yıllardır insanların çaresizliklerini, buhranlarını, sıkıntılarını helvasına şeker yapmış ve onun-la beslenerek gölgesinde bir manevi sığınak bile lütfetme-miştir. Ruhban sınıfın maymun iştihası, zavallı halkın lok-masıyla beslenirken, merhamet duvarları gibi katedraller dikilmiş, ama o merhameti kendi insanından esirgemiş-tir. Kilise, artık bu çılgınlığının bedelini ödemeliydi: Geci-ken reform hareketleri beklenen bir rüyanın ilk haberci-leriydi. Onun arkasından gelecek olan diğer operasyonlar Ortaçağın “Haçlı kâbusu”nu toplumun üzerinden alıp bu defa yalancı bir cennetin anahtarlarını verecekti. İşte esas-ları, ona uyanların kendi tasarruflarıyla oluşturulacak bir demokrasi anlayışıydı. İç tefekküre, ruhun sonsuzluğuna,

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 26 18.4.2016 10:12:00

 K İ F ’ T E T E K Ç A R E İ S L  M ’ D I R !

-· 27 ·-

heyecanların kontrolüne, mistik şuura, nefis muhasebe-sine giden yollara barikatlar dikerek insanı kendini ken-disinde idrak etmekten alıkoyar. O koca Yunus’un: “Bir ben vardır bende, benden içerü.” esprisinde ortaya getirdiği iman coğrafyasının sınır taşlarını, kendi mantığının sığı-nağı yapan bu sistem, beraberinde getirdiği hilkati garibe “İzm”leri, kanla besleyecekti. Şimdi insanın ruhuna papaz-lar yerine demokrasi havarilerinin parmakları uzanıyordu. Beraberindeki yol arkadaşları; komünizm, faşizm, kapita-lizm, liberalizm gibi sistemler buldukları gediklerden içe-ri girip insanlığı ve medeniyeti yağmalama hevesine düş-müşlerdi. Fransa’da krallığı devirerek başlayan bir macera, teknolojinin hayatımıza girdiği ilk yıllarda, demir yığınları-nı, palet, top, tank, tayyare yapıp insanlığı bunların hışmı-na mahkûm edenler gözyaşı ve ızdırapların mimarıydılar. Âkif, bunu tanımış, onun için de hiç bir sistemin İslâm’ın üzerindeki “Eşrefi Mahlukât” esprisini anlamak kapasitesi-ne bile sahip olmadığını savunmuştu. “Bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürür. Bir insanı kurtaran bütün insanlı-ğı kurtarmış olur.” (Maide, 32) ilâhi emri karşısında, çevre-sini kuşatan kan ırmaklarına bakarak “Tükürün maske-li vicdanın asrın, tükürün!..” diye sızlanmış ve daha sonra kendi çevresindeki son ümmet kitlesinin parçalanan enka-zına bakarak, “Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak.” demiştir.

İnsanın ruhunu boşaltıp gönlüne serveti ve şehveti put yapan bu Batı sistemleri, Helen kültürünün Ege sahillerin-de fosilleşen ‘devlet’ yapısını seçerken aynı kültürün tan-rısını insanın vücudunda tecessüm ettiren putperestliğini de yedeğe almayı ihmal etmedi. Bu defa, tapılan put taş-tan değil, eşyadan ve insandan oluşuyordu. Fransa’da Na-polyon, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İngiltere’de Çorçil, Rusya’da Stalin ve Lenin, Çin’de Mao bu ikonalar-daki yeni kaidelerine oturuyorlardı. Zavallı Şark ise, bu

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 27 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 28 ·-

putların sofrasında meze yapılmak üzere boğazlanmak için talana tutulmuş halde idi. Âkif, iğrenç bir medeniyet anlayışının getirdiği, bu acıları da görünce, yine İslâm’a sı-ğınmaktan başka çare bulamamış ve “Ne hüsrandır ki: Şar-kın ben vefâsız, kansız evladı, / Serâpâ garba çiğnettin de çıktım hâk-i ecdâdı!” şeklinde sızlanmıştı.

MÂZİNİN İHTİŞAMINI ÖZE TAŞIMA KAYGISI

Âkif’in İslâm’a tek umut olarak sığınmasının bir başka sebebi de, milletimizin geçmişteki ihtişamını bu dinin sa-yesinde elde ettiği gerçeğidir. O da biliyordu ki, Türk, Müs-lüman olduğu için Türk kalabilmişti. Atalarımız, “İ’lây-ı Kelîmetullâh” uğruna gazaya çıkmışlar ve Osmanlı İmpara-torluğu’nun sınırlarını Viyana önlerine kadar götürmüşler-dir. Onlara geniş toprağı sağlayan bu iman, savaşın ruhâni havasıyla, ezelden ebede giden ideal çizginin devleti yöne-tenlerde en büyük ülkü halini almasıydı. Savaşların ve on-ların arkasından kazanılan toprakların sağladığı bu sentez, Âkif ’te yeniden bir iman haline gelirken, onun dikkate al-dığı bir diğer husus daha vardı: Osmanlı İmparatorluğu’nu ‘Devlet-i Ebed Müddet’ ideali içerisinde debdebeli bir büyü-meye sevk ederken, Padişah’lar ordunun başında bulun-muşlar ve birçoğu da yükselme döneminde hayatlarını ya-taklarında değil, ya savaş çadırında, ya asker başında, ya da at sırtında vermişlerdi.

Murad’ın Kosova sırtlarında Rabbine ulaşmasıyla baş-layan gaza şehitliği, Yıldırım’ı Timur’un çadırında, Fatih’i savaşa giderken Gebze’de, 2.Bayezid’i yine gaza yolun-da Havsa’da yakalamıştı. Yavuz Sultan Selim Çorlu yakın-larında ruhunu Rabbine emanet ederken, Kanuni Sultan Süleyman Zigetvar kalesinin önlerine kalbini gömmüştü. Süleyman’ı Muhteşem yapan iman, onun emrindeki dev-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 28 18.4.2016 10:12:00

 K İ F ’ T E T E K Ç A R E İ S L  M ’ D I R !

-· 29 ·-

leti de İmparatorluğa götürmüş, hatta “Cihan İmparator-luğu” idealini gerçekleştirmişti. Akdeniz ve Karadeniz’in tamamen kontrolümüzde bir göl haline gelişi, bu devrin asude saadetiydi.

Osmanlı’yı, beylikten cihan hâkimiyeti mefkûresi-ne götüren bu şuur’un izahını Âkif İslâm’da buluyordu. O inanıyordu ki, insanımız kabuktan öze dönüp, kaybet-tiği değerlere tekrar bağlanabilirse, aynı ihtişamlı günle-re kavuşmasak bile çözülmemiz önlenecek ve toprakları-mıza düşman ayağı girmeyecekti. Bunun için de Osmanlı İmparatorluğu’nun sancılı dönemlerinde sahip olduğu bu muharrik kuvvet’i, yeni Türkiye Cumhuriyeti döneminde de korumuş ve İstiklâl Marşımıza da bir patent gibi oturt-muştu: “Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli / Ebedî yur-dumun üstünde benim inlemeli.”

Akabe’de 73 Müslüman’ın biat ettiği Hz. Muhammed, Vedâ Hutbesi’ndeki o büyük biat mitinginde, 120 binin üzerinde inanmışı etrafında toplamıştı. Diğer Semâvî Din-ler’in hiçbirisinde böyle olağanüstü bir bütünleşme yoktu. Kitle şuuru, iyi organize edilirse, 73 kişiyle başlayan hâki-miyet mefkûresi, gönülden coğrafyaya taşınıp milyonla-rı bulabilecekti. Âkif, Kur’an’ın çizdiği insan modeliyle İs-lâm’ın kâinat anlayışını, ahlâk iradesini kalbine taşırken, ferdî heyecanlarından sosyalleşmenin idrakine ulaşır: “Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova.../ Sen misin, yoksa hayâlin mi? vefâsız Kosova!.”

Murad’ın Kosova önlerindeki şahâdetini, bu kale-nin vefâsızlığına bağlayan bir realite; “Söyle, Meşhed, öpe-yim secde edip toprağını: / Yok mudur sende Murad’ın iki üç damla kanı?”

Bunu, daha sonra, geçmişin tiratları, yer yer, parça par-ça kahramanların resmigeçidi takip eder:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 29 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 30 ·-

“Hepsi binlerce mefâhirdi senin her adımın? Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın? Hayâlinden geçerken şimdi, fikrim hercümerç oldu,Selaheddin Eyyübîlerin, Fatih’lerin yurdu.”

Âkif, bu seçkin kahramanlarının şahsında, kendi arayı-şının ipuçlarını; “Safayı fırsatı şahid ki: Tertemiz aslı; / Da-marlarında yüzen kan da, can da Osmanlı.”

Beytiyle verir. Maziye özlemi öyle boyutlara varır ki, gününün sıkıntıları karşısında çaresizliğe kapılıp, “Gül Devri”ne dönmeyi, en azından o devirde gelmeyi arzu eder:

Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm, Gördüm de hazânında şu cennet gibi yurdu. Gül devrini görseydim, onun bülbülü olurdum, Yârab, beni evvel getirseydin ne olurdun?

Şair, mazideki doğurucu sebepleri istikbâle bir millî idealizm halinde taşımak arzusundadır. Bu arzunun teme-linde de kendi iç dünyasına dönmek isteyen insanın mis-tik huzur arayışı vardır. İşte bunun içinde Âkif ’te tarih bir arkeolojik malzeme deposu değil, geleceğimizin hamleci cephesini kuşatan, itici bir kuvvetidir. Bunun içindir ki ak-tif, şuurlu ve öğretici kültür hazinesidir. Bu hazinenin is-keleti hars, kanı, canı, ruhu ise imandır; İslâm’dır...

Öyle bir İslâm ki, insanın bütün cephesini kuşatan dekorların ana rengidir. Bütün beşerî vaatlerin üzerin-de, insanı donatan malzemelerin tamamını kendi hamu-runda yoğurur, kendi fırınında pişirir. Verirken cömert, isterken kanaatkârdır. Bağışı bol, zulmü yoktur. İstediği-ni, çevresi için ister. Huzuru kâinatı kuşatan bir şemsiye gibi üzerimize açar, bu işin farkında olduğu için kendi ide-olojik perspektifini belirtirken ezelî gerçeğin ışığına koşar.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 30 18.4.2016 10:12:00

 K İ F ’ T E T E K Ç A R E İ S L  M ’ D I R !

-· 31 ·-

O, vurgun olduğu yurdunun sınırlarını güvenli, geleceğini aydınlık, halkını mutlu görmek için İslâm’ın yükseliş dö-nemindeki vecdine yönelmemizi diler. “Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” derken. Geleceğe de talip olur ve onu millîleştirmek, onu bir manevî koza içerisinde muha-faza etmek ister. Taşıdığı kirden arıtmak, yabancı unsur-lardan temizlemek gibi zor olana talip olur.

NASIL İDEOLOJİK BİR DESTAN?

Âkif bunları istiyordu, ama hangi yoldan buna talipti? Nasıl gerçekleştirecekti? Onun idealindeki İslâm, ‘Asrı sa-adet’ döneminin saflığı içerisinde insanı insan olarak an-layan, ona insan gibi muamele yapan bir yönetim kuvveti, âmirine sadakat, Rabbinin rızası için düşünen ideal top-lum tavrını bekliyordu.

İnsan dünyaya, et kemik ve kan terkibiyle gelmemiştir. Yaratılışında öncelikle ona ruh giydirilmiştir. Bu bakım-dan, insanın şahsiyetindeki temel donanımını ruh sağlar ve bu onun karakter ölçülerini tayin eder. İnsan’ın ‘Eşref-i Mahlûkat (yaratılmışların en üstünü, en şereflisi)’ olduğu-nun temel hikmeti de buradadır. Bunun için de kendisine o irade verilmediği için bedenini ve ruhunu yaratan Ha-lik, o’nu İslâm fıtratıyla beşeri âleme gönderir. Büyüyüp, sorumlulukta pay sahibi olmaya başlayınca da kendi kade-rini ve yaşama seyrini tayin eder ve ona göre bir yaşama yükü altına girer. Müslüman’sa Müslüman olarak sorum-ludur; gayrimüslimse ona göre... Âkif, hayatını düzenleyen bu temel espriyi çok iyi bildiği için, şiirlerinde muharrik güç olarak, ‘İnanma Zarureti’ni görür. İşte, Dünya görü-şü de bu espri içerisinde şeklini alır: “Bir gör ki, bugün can da onun, kan da onundur./-Dünya da onun, din de onun, şan da onundur,” Diyerek Kur’an-ı Kerim de, net bir şekilde ifa-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 31 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 32 ·-

desini bulan: “Siz Allah’tan geldiniz, tekrar ona döndürüle-ceksiniz.” (Bakara, 156) Ayetine sığınışı da o görüşün hareket noktasını oluşturur.

Âkif, yaşadığını ve inandığını Safahat’ta toplamış ve yalnızca kendisinde kalan bir sınırlı hayat anlayışına ilti-fat etmemiştir. O, sosyal hadise olarak gördüğü insana yal-nızca üzerindeki kozasıyla bakmamış, bu kozanın içersine nüfuz ederek, insanın iç örgüsündeki İlâhi Sırrı çözmeye çalışmıştır. Çünkü o biliyordu ki, kâmil insan, inanan in-sanın en uçtaki idealidir. İnsandaki kimlik, ancak böyle te-şekkül ederse, cemiyette saygın bir yere sahip olacak ve aynı zamanda yaratılışındaki gayeyi tecelli ettirecektir. Da-ğın, taşın almadığı sorumluluğa heveslenirken, içindeki bu mistik malzemeyi kullanamazsa, yalnızca kendisini kirlet-mekle kalmayacak onu bir veba virüsü gibi çevreye yaya-caktı. Nitekim Batı’lı aydın öyleydi. Makine medeniyetini kurmuştu ama ona hâkim değil, mahkûm olmuştu. Hâlbu-ki insan, yaratılışında getirdiği keşfetme kabiliyetini böyle kullanmayacaktı. Buna yetkili değildi. İyi insan olmanın ilk şartı, kendisi için istemediğini başkaları için de istemeye-cektir. “Sevdiğini Allah için sevecek, buğz ettiğine Allah için buğz edecekti.” Âkif, meseleye böyle yaklaşıyor ve “Doğru-dan Kur’an’dan alıp ilhamı”, ona hiç bir şey katmadan “as-rın idrakine” söyletmek istiyordu. “İslâm’ı”. Çünkü ona göre, hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır!.. Ona göre, göklerde olan bu Müslümanlığın, insanlığa bir ilâhi müjde olarak verilişinin temel sırrına uygun bir şekilde, yere, yani insanoğlunun yüreğine inmesi gerekti. Kur’an’ın ne fal bakmak için, ne de mezarda okunmak için inmediği-ni; onun mübarek sayfalarında bizim hayatımızı kuşatan bütün kurtarıcı müjdelerin bulunduğunu savunuyordu...

Âkif, kendinden hareket ederek cemiyete yönelen hare-ketli, sarsıcı ve özendirici ideolojisinde “İslâm Birliği” idea-li için baş koymuştur. Önce büyük güçlerin böldüğü, bun-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 32 18.4.2016 10:12:00

 K İ F ’ T E T E K Ç A R E İ S L  M ’ D I R !

-· 33 ·-

dan kurtulanların kendi içlerindeki hiziplerle parçalandığı İslâm coğrafyasını tek çatı altında bir araya getirebilmek için sürekli çağrı yapıyordu. Savaşların ortaya çıkardığı tra-jik çözülmelerden o kadar büyük etkilenmişti ki, “Ağzım kurusun... Yok musun Ey Adl-i İlâhi?” diyecek kadar ızdırap duyuyordu. Bunu duyuran sebep de, Müslümanların zu-lüm altında olmalarıydı:

“İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet? / Yarab bu ne hüsrandır, İlâhi bu ne zillet?” diye soruyor ve hayıflanıyor-du: “İslâm’ın elinden tutacak, kaldıracak yok. / Nâhak yere feryâd ediyor. âcize hak yok!”

Şiirindeki ıstırabı hayatında yaşayan, millî irâde ile dinî irâde’nin birleşmesini isteyen, Hicran ve şikâyet duygu-larıyla özgürleşen eserine şahsiyetin damgasını vuran bu büyük insan, imanı için ümitlenmiş, bulamadıkça da is-yan etmiştir. Bunu yaparken de istediği, Müslüman’ın yü-zünü gülmüş olarak görmekti. “Üçbuçuk nazma gömülmüş bir ömr-ü hederin” hususi bir dileği yoktu. Kaderin zorla-maya gelmeyeceğini bildiği halde, sürekli olarak Rabbine sitem edişi, O Yüce’nin kendi eserindeki kusurları hoşgö-rüyle karşılayacağına inancındandır. Safahat’ın baştanbaşa heyecan süvarisi mısralarla işlenmiş olması bundandı. Ya-şadığı ortamın sosyo/politik çıkarları içerisinde bizim ken-dimize dönüş için bir araya gelmemizi vahdet şuuru etra-fında ele alan şairi: “Sen! Ben! Desin efrâd, aradan vahdeti kaldır; / Milletler için kıyamet işte o zamandır.”

Deyişindeki uyarı gayreti, kendimize dönüşte tek başı-na olamayacağımız, bir bütün halinde meselelerimize sa-hip çıkmamız gereğine işarettir. Çünkü o biliyordu ki, “Böl, parçala ve yut” politikası, emperyalist güçlerin asırlardan beri değişmez dış politikaları gereği, her zaman uygulana-cak bir sistem halinde diri tutuluyordu. Karşı güçlerin üze-rimize sağanak sağanak gelişi, acımasız oluşları, yakıp yı-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 33 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 34 ·-

kıp yağmalayışları gözümüzü dört açmamız gerektiğini ortaya koyuyordu. Milletler, hürriyet duygusunu bir fante-zi, bir heves olarak gördükleri sürece, bir gün ipi ellerinden kaçırabilirler. Ona şuurla sahip çıkanlar ise ayakta durma-nın gerektiği aktiviteyi kaybetmezler. Bırakın büyüklerini, küçük tezatları bile bir millet için çöküş sebebi sayan bir dava adamı için, hayattan kaçış; kurtuluş değildir. Fuzu-li’nin diliyle: “Dost bî pervâ, felek bî rahm, devran bî sükûn; / Dert çok, hem dert yok, düşman kavi, talih zebun”

Olsa da, gayesi sonsuzluğa adanmış olduğu için, ge-lecek konusunda karamsarlığa düşmüyordu. İnanıyordu ki, bu millet geçmişte büyük uyarıcılar vasıtasıyla hep ile-ri gitmiş. Yine aynı uyarıcılar, kurtarıcılığı da başarabilir-lerse, yine daha ilerilere gidebilecekti. Orta Asya’nın step ikliminden, Dandanakan’ın kavurucu sıcağından çıkıp, Anadolu’nun yüreğinde kendisine yurt kurmuş olan mil-letimizin o eski destanlaşan dönemi yalnızca bir ülkü de-ğildi. Vadesi uzakta olan bir ülkü değildi. Onu yakalamak, elleriyle göndere çekmek ve dalgalandırdığı bağımsızlık bayrağı altında hür ve müreffeh yaşamak istiyordu. Kendi adına da değildi bu istek. Milleti kurtarmak, onun gelece-ğini kurtarmak, kendisini kurtarmaktı. Bu millî duygu ce-miyette anonimleşirse mesele kendiliğinden halledilecekti. Bunun örneğini Çanakkale boğazında görmüş ve umudu artmıştı. O vahşete dönüşmüş kini, o dalga dalga gelen şiddeti göğsünde söndüren kahraman evladımız, bize sı-cak bir yarın müjdelemiyor muydu? “İslâm’ı kuşatmış bo-ğuyorken hüsrân, / O demir çemberi göğsünde parçalayan”

Bu serhat çocuğu, bu yağız yeleli atların fırtınalarla ya-rışan sipahisi Viyana kapılarına kadar bu heyecan içerisin-de gitmemiş miydi? Atının nallarını kızartan çöl ateşine rağmen, Yavuz’un demir iradesiyle geçtiği Arabistan Çö-lündeki terle beslenen sevdamız “Hadim’ül Harameyn” sa-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 34 18.4.2016 10:12:00

 K İ F ’ T E T E K Ç A R E İ S L  M ’ D I R !

-· 35 ·-

adeti için değil miydi? Tarihe bile sığmayan bir neslin des-tanını İslâm kumaşına yeniden yazmak için ortaya çıkan bu büyük mücadele adamı, Müslüman’ın başını önüne eğ-memesini istiyordu. İslâm’ı ayaklar altında çiğnetmek is-temiyordu. Hilkatten haşre (İlk yaratıldığı andan son yar-gılanacağı ana) kadar birlik şuurunun, hayatımızın tek şaşmaz ölçüsü olarak görüyor ve kendi ideolojik tavrını da Safahat’ın da bu esaslara bağlı olarak detaylandırıyordu. ‘Vadedilen günlerin, belki yarın belki yarından da yakın,’ bir zamanda doğacağı, inancıyla çok sevdiği yurdunda: “Sık-san şüheda fışkıracak” toprağına başını koyarken, huzurlu muydu bilmiyorum? Kendisi şehitlerimizle ruh dünyamı-zın saltanatına kavuştu. Ama arkada biz, onun dünyasını imarında acaba duvardan taş mı söküyor, ona yeni bir tuğ-la mı ilave ediyoruz; bilmiyorum?

ÂKİF’İN ‘SADE VATANDAŞ’ HASSASİYETİ

Mehmet Âkif, öğrencilik yıllarındayken, kendisi için ileri de kişiliğini tamamlayacak düşünce sistemini seçmiş-ti. O dönemde açılan Batı tipi yüksek okullarda okuyanla-rın çoğunluğu, mezun olur olmaz devlette hizmete talip olmaktan çok, Batı’ya açılmayı istiyorlardı. Yanlış bir hür-riyet anlayışının getirdiği, devlete ve devletin müessesele-rine ‘karşı tavır’ olayı, genç aydınları ister istemez bu yöne çekiyordu. Buna, öğrencilik yıllarında tahrik edilen cinsi içgüdü olayı da eklenince, bundan başka hedef seçmeleri de zaten imkânsızdı. Ama Âkif öyle değildi. Mezun olunca hemen devlette görev aldı. Mesleği gereği ülkenin bütün bölgelerini gezdi. İnsanlarıyla ilişki kurdu. Onların dün-yalarını tanıdı. Onlara verdi, onlardan aldı. İlmiyle olma-sa da duygularıyla bütünleşti. Kendi insanına bugüne ka-dar gitmeyen devlet hizmeti artık yavaş yavaş geliyordu. Âkif öncüydü. Âkif fedakârdı. Âkif çalışkandı. Halkta ken-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 35 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 36 ·-

disini sevmişti. Birçok yerde teb’a, Osmanlıya ulaştıracağı dileklerini ona açıyordu. Halktan çok şeyler öğreniyordu. Sade vatandaşın aydına bakışındaki kalın hatları aşarak bütün detayları öğrenmesi çok büyük bir kazançtı. Hiç ol-mazsa bu insanlara nasıl hizmet götürüleceğini, onların sosyal psikolojilerini öğrenmek suretiyle kavramış oluyor-du. Halk, kendisini hakir gören aydından kaçtığı gibi, ye-tiştiremeyen hocadan da şikâyetçiydi. Devletin himayesini görememekten dertliydi. Vergi ve asker deposu olmaktan kurtulmak istiyordu. Mültezimlerin, öşür alanların yürek-lerindeki hırsı ve acımasızlığı görebiliyordu. Halkı yeniden keşfetmişti. Onu kendi iç dünyasıyla, çıplak duygularıy-la öyle yakalamıştı ki, teşhir tablosuna asmaktan geri dur-madı:

Birinci zümreyi teşkil eden zavallı avam, Bıraksalar edecek tatlı uykusuna devam.

Bugün nasibini yerleştirince kursağına, “Yarın” nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına.

Yıkılsa arş’ı hükümet, tıkılsa kabre vatan, Vazifesinde değil; Çünkü “Hepsi Allah’tan!”

Ne hükmü var ki, esasen yalancı dünyanın, Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ’nın.

Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana, “Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca sana!”

Âkif, bunların arkasından yine halktan küskünleri an-latır. Burada, onun halka bakışında önemli bir husus dik-kati çeker: Parça ile bütün arasındaki münasebet!.. Dev-let çöküşe yüz tutarken, devletin kaderine geri kalmışlığın yükü oturmuşken, halk bundan nasıl kurtulacaktı? Üstelik öyle halk ki, ne yönetimin imkânlarını görmüş, ne de ken-disini koruyacak bir elin yüreğine uzandığına şahit olmuş. Dağ başında, eşkıya baskını korkusuyla, kendi kabuğunda,

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 36 18.4.2016 10:12:00

 K İ F ’ T E T E K Ç A R E İ S L  M ’ D I R !

-· 37 ·-

yalnızlığı ekmeğiyle paylaşarak bugünlere gelmiş. Azınlık-ların sahip olduğu imkânların onda birine bile layık görül-memiş. Kötü bir kadercilik ama, ölümü beklemekten öte ne umudu vardı bu insanların? Gerçi Âkif ’in halka eleşti-rel yaklaşımında, onlara karşı tepkisi açık, ama bunda onu mazur görecek hayli sebepler de yok değil. Sonra Osmanlı denilince, akla yalnız Anadolu mu gelecek? Elbette ki de-ğil. Bizim bir de Hint yarımadasından Balkanlara kadar ge-niş bir şerit üzerinde acımıza ortak olan halkımız yok mu? Arap yarımadasındaki, Afrika’nın içlerine kadar genişleyen güneydeki insanlarımızın hali neydi? Şair açıyı genişletin-ce, yukarıdaki karamsarlığın yerine bir acıma duygusu alır: Balkanlara uzanır, oradaki insanlarımızın trajedisine ba-kar: “Edirne... İşte o İstanbul’un demir kilidi”ni açar orada-ki dehşeti gösterir “Sefil ayakları altında Bulgar’ın şimdi.” Hatta halkın dramından biraz daha söz eder:

“Acıdan ölmeye mahkûm olan zavallıları, Sular bıraksa da Bulgar bırakmıyor dışarı!.

Ne kurtulur, ne ölür... Derde bak, felâkete bak; Hayat? O hakkı değildir. Ölüm? Ölüm de yasak!”

Edirne’den Gümülcine’ye, oradan Vardar’a oradan Sela-nik’e kadar uzanan bir ölüm fırtınası içerisinde kalan hal-kı teselli kumaşına sarılmaktan, susmak ve ağlamaktan, beklemek ve ölümü çağırmaktan başka ne kurtaracaktı? Bir destan döneminde gittiğimiz bu topraklardan şimdi çekilmeye başlamıştık. Bunu sağlayan ana unsurlar içeri-sinde, devleti zaafa uğratan havassın payı daha büyüktü. Avam kendisine verilenle yetinen, istenileni yapan, dev-letine bağlı, sadakatinde en ufak bir sapma göstermeyen terbiye içerisindeydi. Bunun için de kendi içine dönmüş ve susmuştu...

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 37 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 38 ·-

Âkif, kendi evrensel tasavvuru içerisinde kendi dünya-sını yorumlarken, bu dünyaya malzeme olan insanımızın bütün tabakalarını ayrı ayrı değerlendirmek ister. Bu yo-rum çerçevesinde sade insanın yerini yeterli görmez. İs-ter ki, Batıdaki gibi aktif, şuurlu, tutarlı ve verimli olsun. Ne yaptığını bilsin, ne yapacağını bilsin. Bu, onun mesele-ye yaklaşımındaki idealinin gereğidir. Bunu o gün bulama-dı, bakalım biz ne zaman bulacağız?.. Önemli olan, sürekli kaybetmemek, en azından kaybettiğimizin farkına varabil-mektir... Meseleyi, şehirlerin içinde, çevresinde bulunan halk tabakası üzerinde yoğunlaştırır, köye kadar gider. Za-ten, Baytar oluşu özellikle köy halkını yakından tanıma fırsatı da vermişti ona. Köylü için tespitleri de dikkate de-ğer kabul edilmelidir. Onu, sürekli süt veren bir cins ineğe benzetme gibi argo ama gerçek yanıyla yakalar ve getirir karşımıza:

Köylünün bugün yüzde sekseni, hatta hocasız, Ve bu köylüyü asırlardır sağarsınız; Sağdınız sizde asırlarca o sağmal ineği, -Hakkımızdır sağarız; kahrını çektik o kadar. Bekledik. -Ya! -Ne demek? -Beslediğiniz hakkınız var;Hanginiz bir tutam ot verdi? Bırak beslemeyi!..

Veren değil, hep alan zihniyetle köylüye bakan otorite ve aydın için bu yaklaşımı sağlayan sebep açıktı:

“Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik; / Bak o sırtındaki mintan bile tiftik, tiftik. Bir kemik bir deridir, ölmedi kaldıysa diri.”

İşte Âkif buna, bu vefasızlığa, tahammül edemiyordu. Halkın hak aramayıp tevekkülle haline katlanışına ne ka-dar tepki duyuyorsa, ona bu hakkı vermeyenlere de o ka-dar acımasızdı. Ama değiştirebildi mi?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 38 18.4.2016 10:12:00

FİKİRLER DOKTRİN OLURKEN

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 39 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 40 ·-

Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme döneminde Tan-zimat tortusu üzerine oturtulmak istenen devlet için o dö-nemin aydını kendi şahsi tecrübe ve görüşünü bir fikir çer-çevesinde ama mutlaka değişik bir doktrin olarak takdim etmek sevdasındadır. İmparatorluğun gidişini takiben ay-dının arayış telaşına kaydığı dönemde bundan başkası da söz konusu olamazdı. Herkesin hevesi yeni dönemde ken-di sistemini benimsetip, otoritenin başına geçmektir. Ar-tık, yenilenme mukadderdi. Zaten 1839 fermanıyla, dev-letin sistemi delinmişti. Su alan gemiden kurtulanlar yeni bir gemi yapımı için teorisyen ve teknisyenlikte yarış ha-lindeydiler. Kimin modeli kazanırsa söz onundu. Âkif, bu mücadelede kendisini ‘İslâm’dan hareket eden ekibin ara-sında buldu. O da, yenilenmenin gereğine inanıyor, ancak bunun oturtulacağı temeli İslâm’a bağlamak istiyordu. “Sı-rat-ı Müstakim” dergisini de bunun için çıkarmışlardı. On-lara göre, Osmanlı, İslâm ahlâk ve disiplininden uzaklaştı-ğı için battı. Yeni sistemler bunun dışında teşekkül edeceği için etkili olmayacaktır. “Taceddin Dergâhı”nın bu manada yeri önemlidir. Orası onun hususi mektebidir. Kendi dün-yasını orada muhafaza ederken topluma yenidünyayı da orada arz etmek istemektedir. “Vatan namına yatan kab-ristanın” yeniden diriltilmesi için hareket noktasına dö-nüş için, “Medeniyet denilen vahşet’e lanetler” eder... “Diş bileyen, parçalayıp yutmak isteyen bu medeniyet” için onun yaklaşımının bundan başkasını düşünmek de anlamsız-dı. Çünkü ona göre, Batı, medeniyetini kendi emperyalist emelleri için kullanmaktadır. Sanayi devrimi, insanlara re-fahtan önce savaşların zulmünü getirmişti. Bunun için, bu dönemin sistemler mücadelesi içerisinde, Âkif ve arkadaş-ları özel bir yere sahiptiler. Onlar, geçmişin diriltilmesini toplumun selâmete çıkarılması olarak görüyor ve düzlük-lerde ona şemsiye olarak İslâm’ı uzatıyorlardı...

Evet, Âkif İslâm’ı istiyordu ama, nasıl bir İslâm?.. Bu güne kadar çok tartışılan bu hususta söylenecek son söz

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 40 18.4.2016 10:12:00

F İ K İ R L E R D O K T R İ N O L U R K E N

-· 41 ·-

Onundur. Âkif hangi anlamda ele alırlarsa alsınlar, tavrını oldukça net bir şekilde ortaya koymuştu:

“İnmemiştir hele Kur’an, bunu açıkça bilin Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!”

Din, temelde uhrevi bir sistemdir. Onun hükümlerinin İlâhi tecelliye dayanışı, insanı Yaratanla hususi bir müna-sebete götürür. Dolayısıyla da sürekli dünya/ahiret ilişkisi arasında dengeli olmaya zorlar. Osmanlı’nın çöküşünü İs-lâm’a fatura edenler, Kur-an’ı hafife almanın ötesinde, dini de tezyif ederek insanlığın bu çıkmazdan kurtarılması ge-rektiğini savunuyorlardı. Belki tamamı için böyle denme-yebilir, ama hemen hepsinde İslâm bir harita değil, baş-kalaştırılmış haritada sadece bir renkti, bir çeşniydi, bir tamamlayıcı ek unsurdu. İşte Âkif buna karşı olmanın ge-reği üzerinde duruyor ve İslâm’ın kuşatıcı sıcak ikliminin insanlığı huzura çıkaracağına inanıyordu. Bunun için de İslâm’ı dışlamak isteyenlere, onun bir dualar manzume-si olmadığını savunuyordu. Cemiyetin dinamiklerinin ha-reket noktası olarak İslâm’ı almaları halinde, daha ilerilere gidebileceğimize inanıyordu. Hatta öyle bir inanış ki, saf İslâmî hassasiyetin zedelenmesi yüzünden,

“Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir, Müslümanlık bilmem, ama gâlibâ göklerdedir!”

Demekten de geri durmuyordu. O, mezarda olan haki-ki Müslüman’ın vecdini yeniden insanımıza aktaracak ve göklerden İslâm’ı yere indirecek kahramanları bekliyordu. Nitekim;

“Enbiyâ yurdu bu toprak, şuhedâ burcu bu yer, Bir yıkık türbesinin üstünde mevlâ titrer! / Böyle bir yurdun elinden çıkaran nesl-i sefil, Yerin üstünde muhakkak, yerin altında rezil!.” dir.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 41 18.4.2016 10:12:00

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 42 ·-

Asrı Saadet Devri’nin özlemi içinde kalan ve öyle bir Müslümanlık isteyen Âkif, bizim insanımızın inandığını yaşayan samimî teslimiyetini zedeleyen aydına karşı kesin tavırlı olurken, ortaya getirdiği gerekçe açıktı;

“Namaz oruç gibi şeylerle yok alış verişi; Mukaddesat ile eğlenmek en birinci işi. “

Tarihin verdiği geniş tecrübeden hareket ederek gü-nümüze gelen ve burada, kötü talihi yenerek, geleceği ku-caklamak isteyen milletimizin ızdıraplarla dolu savaş gün-lüğünü hüzünlü bir tirat halinde veren Mehmet Âkif, kazanılan zaferin getirdiği bedele milletin katlandığı sı-kıntılar oranında ortak olmasını isterken, karşısına konu-lan, ‘çağın gerekleri’ palavrasına karşı çıkar. Ona şöyle der: “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” İşte, onun İslâm’ı bu-dur ve ideolojisini de buna göre şeklini bulmuş olur... Ne var ki, onun böyle bir tavrını belirleyici ince, derin, hassas duygusu, aydınımızın başka kapılara yönelmesi yüzünden zedelenmiştir. Karşısında olan ekibin çoğu yeni rejim için Batı’yı teminat olarak görmektedir. Mektepleri, kiliseleri, dernekleri, diğer resmi teşkilatlarıyla toprağımıza yerleşen bu insanların hareket kabiliyetini sağlayan tez malzemele-ri ‘medeniyet’leriydi. Onlara göre, medeniyet bir imtiyaz-dı ve ipleri kendi ellerindeydi. Buna da insanlık muhtaç-tı. O halde, dünyadaki insanlığın bu feyzinden herkes gibi Türkler de faydalanmalıydı. Ancak, bunun için bir de ‘be-del’ olmalıydı. Bu bedel ise siyasi nüfuzla sağlanacak eko-nomik imtiyazlardı. Çünkü dünya bir gün gelecek kana ve baruta doyacaktı. İnsanlık yeniden evine dönerken, karnı-nı doyurma meselesi ön plana çıkacaktı. Anadolu’nun eş-siz tarım alanları, uçsuz, bucaksız ovaları, bir günde yaşa-nan dört ayrı iklimi, kaçırılacak gibi değildi. Bu, Batı için eşsiz bir sera idi. Kim köşe başını tutarsa, turfandayı yeme hakkı onun olacaktı.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 42 18.4.2016 10:12:00

F İ K İ R L E R D O K T R İ N O L U R K E N

-· 43 ·-

Batıdaki bu iştihanın, farkına varanların başında Âkif gelir. Ona göre, işgalcilerin topraklarımızdan sökülüp atıl-ması yetmemektedir. Onun bir daha gelmeyecek şekilde kovulması, kendi topraklarına sürgün edilmesi gerekmek-tedir. İngiliz’e “emperyalist”, Fransız’a “fuhuş ve ilhat” müp-telası, Alman’a “sarhoş” deyişindeki espri işte buradan geli-yordu. Buna rağmen; “Heriflerin hani dünya kadar bedâyii var; / Ulûmu var, edebiyatı var, sanâyiî var, / Giden birer avuç olsun getirse memlekete; / Döner muhitimiz elbet mu-hit-i mârifete.”demekten de edemez. Ne var ki, giden bun-lara talip olmaz, “sefahat”ini alır döner memlekete.

Mehmet Âkif, “Ehli Salip”in medeniyet çıkarmasıy-la elde etmek istediği imtiyazlara direnirken, “Medeniyyet denilen maskara mahlûka tükürün.” der. Bunun gerekçesini de açık ve net bir şekilde gösterir:

“Müslüman belâsı ile zebun bir kavmi, Medeni Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?”

Çünkü bu medenî Avrupa, daha düne kadar, “vahşet” halinde üzerimize saldırmamış mıydı? Bu, “Tek dişi kalmış canavar” fırsat bulsa damarımızdaki kanı emmeyecek miy-di? Âkif, “boğaz harbi”ni unutmamıştı, onun için de, “Mede-niyyet denilen kahpe hakikat, yüzsüz’’ü tanıyordu. İstiyordu ki bu millî direnişi herkes gösterebilsin. Bunu yapmadıkça, bir tarafımızı günün birinde hiç de ummadığımız zamanda onlara kaptırmak içten bile değildi. Bunun acısını asırlar-ca çektik. Artık kendimiz olarak kalmalıydık. Değilse, Âkif, teknolojiye karşı değildi. Yeniliklere kapalı değildi. Batı’yı ve onun emperyalist emellerini bu yanıyla haklı görenlere karşıydı. Oralara gidilmesini, fenninin, tekniğinin öğrenil-mesini arzu ediyordu. Geri kalışımızın bizi bizden ettiğinin farkındaydı. Onların “seyyie”lerinin gümrüklerde çürütül-mesini, insanlığın malı olan, ilmin ve tekniğin ise, bütün insanlığın hizmetine sunulmasını istiyordu.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 43 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 44 ·-

Düşünen, şiiri feryat eden bir üslupla yazan, haya-tın zaruretlerini İslâm’da görerek bizi ona çağıran bu bü-yük insan, halkımıza inanmış ve bağlanmış, aydınımıza ise haklı olarak hep tereddütle bakmıştır. Onu bu endişe-ye sevk eden sebep ise, okuyanımızın kendinde bir şey-ler bırakmamak pahasına da olsa Batı’ya teslimiyetiydi. Bizi Batı’ya karşı koruyacak tek zırhımız ise imanımızdı. Bu bakımdan Âkif ’te İslâm tez, Batı antitez olarak kalmış-tır. Aydınımız ise, bu ikisi arasında gel/git yapan bir ser-seri mayın gibidir. Umarız, onun bu yargısı kendisinde sı-nırlanmış olsun ve özellikle aydınımız kendisini anlayan ve hatta aşan bir kimlik diriliğine ulaşsın. Kurtuluşumuz bu terkibin içerisinde saklıdır. Keşfettiğimiz gün, yarını-mız bize kalacak ve Âkif ’in ruhunu da böylece şad etmiş olacağız...

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 44 18.4.2016 10:12:01

ÂKİF VE

TASAVVUF

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 45 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 46 ·-

Âkif, Safahat’ın altıncı kitabı “Asım”ı 1919’da yazar. Bu tarihte kendisi 46 yaşındadır. Devlet hizmetinde bulun-muş, halk ile aydın arasındaki ilişkileri çok iyi kavramış, halkın ve aydının sosyal ve siyasi hadiselerle ekonomik ve dinî konulara yaklaşımındaki derin uçurumun farkına var-mıştır. Üstelik ülke, bu farklılığı aşmanın ötesinde, işgal tehdidiyle sarsılmaktadır. Kendisiyle birlikte yetişen ay-dının çoğu, halktan çok kendilerini kurtarma sevdasında-dır. Dolayısıyla, ülkenin muhtaç olduğu değerler sistemini ihya şuurundan uzaktadır.

Aydın kendi iradesini milletin iradesinin üzerine çıkar-ma sevdasındadır. Buna gerekçe olarak da dini görmek-tedir. Batı’dan etkilenen o dönemin okumuşu, Hıristiyan aydının kendi dini için gerekli gördüğü reformu, bizde İs-lâm’ı ret tarzında ele almaktadır. Geriliğimizin sorumlusu, onlara göre dindir. Bunun için de dinî müesseselerin hep-sine top yekûn bir hücum vardır. Dinî değerleri koruyan, yücelten, öğreten ve geleceğe taşıyan bütün kurumlar bu saldırının sağanağı altındadır.

Âkif, bütün bunlara cevap vermeye çalışır. Konumuz, onun tasavvufi eğilimlerini tespit etmek olduğu için, di-ğerlerini bir kenara bırakarak biz burada yalnızca bu hu-sustaki görüşleri üzerinde duracağız.

Âkif, yoz aydının dergâh ve tasavvuf olayına yaklaşımı-nı şöyle takdim eder:

“Sürdüler Türk’e “Tasavvuf ” diye olgun şırayı: Muttasıl şimdi, “hakikat” kusuyor sıtkı Dayı! Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, birde şarap; Kıble: tezgâh başı meyhaneci oğlan: mihrap. Git o “divan”mı ne karnağrısıdır, açta onu, Kokla bir kere, kokar mis gibi “sandıkburnu!”

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 46 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E T A S AV V U F

-· 47 ·-

Burada, tasavvuf ’u “işret âlemi” şeklinde telakki eden zihniyete lanet vardır. Biliyoruz ki, “ibahiyye” diye bir te-lakki tasavvufa mal edilerek her şey mubah görünmekte-dir. Bu zihniyet, tasavvuftaki hoşgörüyü bu noktaya kadar çekerek dinden hareket edip dini yozlaştırmak istemekte-dir. Din için en önemli tehlike olarak şairimiz bunu gör-mekte ve bunu da şu mısralarla dile getirmektedir:

“Sonra tenkide giriş: hepsi tasavvufla dolu: Var mı sofiyye de bilmem ki ibâhiyye kolu? İçilir, türlü şenaatler olur, bî pervâ! Hâfızın ortada divanı kitab-ül fetvâ: “Gönül incitmeden keyfin neyi isterse becer!” Ürefa mesleği; âlâ, hem ucuz, hem şeker!..

Rahman Sûresi’nde, “Gökte ve yerde olanlar, her şeyi O’ndan isterler. O, her an yaratma halindedir.” (2 Ayet; 29.) denilmektedir. Âkif: bu hususa bir kıtasında işaret ederek der ki;

“Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur! Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? dur! Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile: Bak tecellî eyliyor bin şen-i günâgün ile. Ey, bütün dünya ve mafiha ayaktayken, yatan! Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan!..”

Burada aktif bir heyecan var. Zaten şiirin adı da “Dur-mayalım”. Şair, o kadar ustaca meseleyi ele alıyor ki, hem mistik, hem aksiyonerdir. Ancak, tasavvuf ehlinin, ken-disine mesele edindiği “Allah’ın her an bir tecellî halinde” olduğunu, günlük hayatımıza getirip, bize buradan yeni ufukların müjdesini veriyor. Tabii Âkif, kula böyle hitap ederken, Rabbine da sitemden geri durmuyor ve zaman zaman el açıp târizde bulunuyor:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 47 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 48 ·-

“Tecellî etmedin bir kere Allah’ım Cemâlinle Şu üç yüz elli milyonu öldüren celâlinle.” … “Her an ediyorsun beni mahkum-u Celâlin Kurban olayım nerde senin, nerde Cemâlin?”

Böyle bir hayat tarzı, öncelikle sağlanacak ruh sükûnu için yine sakin bir ortamı arar. Muhitin böyle oluşmasını ister.

İnsanoğlu, kendi ızdıraplarından kurtulmak için koştu-ğu bu vadide, yine ızdıraplara tâlip olurken, yalnızca ken-dini dinlemek ister. Çünkü bu hususi bir hâldir. Vecdinden istiğrak’ına kadar, bütün mest oluş merhalelerin de, Yara-tanıyla bir olmayı, o vecd halinin bozulmamasını diler. Te-fekküre yönelişte, “inziva” gereği bundandır...

Şimdi Âkif ’in yaşadığı ortama bakalım: Düşman topları aylarca Çanakkale Boğazı’nı dövüp, binlerce gencimizin ka-nını bu sulara akıtmış. O yetmemiş, arkasından İstanbul’a ayak atmış. O yetmemiş, ordularımız terhis edilip, silah-larımızın toplanması istenmiş. Halk aç ve perişan. Aydın korkak ve dağınık. Ordu çaresiz ve başsız, yönetim, kendi-ni kendine kabul ettirecek güçten uzakta. Böyle bir ortam-da, her tarafta namusumuz, şerefimiz, bağımsızlığımız için “bedel” aranırken, kalkıp, insanımızı kendi derûnuna davet etmek mümkün müydü? Böyle bir ortamda, tasav-vufun kendi kanalından çıkarılan tarafına bakacak ve ha-yatı yorumlarken, özellikle bu telakkiyi yozlaştıranlara hü-cum edecekti... Değilse, tasavvufa karşı değildi. “Akıl”dan ve “ilim”den çokça söz etmesine rağmen, dinî hayatın vecd hâline dönüşmesi diyebileceğimiz tasavvufi terimlere de bol bol yer vermiştir. İşte bazı örnekler:

“Vecde dâl, vahdete gel, âlem-i kesretten uzak, Yalnız sanii gör, san’atı, masnuu bırak, Ben de bir yer bularak şöylece tenha dalayım, Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temaşa kalayım.”

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 48 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E T A S AV V U F

-· 49 ·-

“Vahdet-i vücut” tasavvuf ’ta insan ve varlıkların tek varlıktan çıktığı, bütün varlıkların Allah’ın tecellisi olduğu görüşüdür. Âkif bu şiirde, “Vecde gel, vahdete dal” derken bunu kastetmekte ve altında da “Mahv” tabiriyle yok oluşu anlatmaktadır. Ki, bu da, ileri seviyede “Fenafillah”a varır. Yani Allah’ta yok oluş:

“Hakkın bu velî kulları taş türbeye girmez, Gufrâna bürünmüş, yalnız fâtiha bekler.”

Burada net bir şekilde, velâyetin şeklin dışında olduğu gerçeği ifade edilmektedir. Ki, doğrudur. Bizde “Velî” kabul edilen kişiler için görkemli türbeler yapılırdı. Selçuklu’nun en önemli özelliği yalnızca din hizmetinde önderlik et-miş kişilere değil, devlet ileri gelenlerine, hayır sahipleri ve beylere de türbeler inşa etmesidir. Selçukluların bu alan-daki uygulamalarında, özellikle velayet noktasına ulaşmış, ya da din hizmetinde önemli görevler ifa etmiş kişilere sa-dece türbe tarzında bina değil, cami ve medrese içerisinde bir külliyenin içerisinde onlara özel bir yer ayırmış olma-ları önem taşımaktadır. Osmanlılar, bunu Padişahlara in-hisar ettirmiş, arkasından büyük veliler için de aynı yola gidilmiştir. Âkif, İslâm’ın meseleyi bu dış cephesiyle ele al-madığı görüşündedir. Onlar, zaten İlâhi bağışa mazhar ol-duklarından, yalnızca “Fatiha” gibi bir dua en büyük tür-beleridir. Kendisini cemiyetten tecrit eden bir insan dünya hayatındaki gizliliğini, elbette uhrevi hayatında da isteye-cektir. Âkif bu inançtadır ve bunun için, Velâyeti şeklin dı-şına taşımak istemektedir... Vakıa;

“İlahi, emrinin âvâre bir mahkumudur âlem Meşiyyet sende, her şey sende, Hiç bir şey değil Âdem”,

derken de cismanî hevesleri bir ruhi meşrep içerisine almakta, eritip insanı kendi hilkatinin özüne döndürmek-tedir.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 49 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 50 ·-

Mehmet Âkif, Mısır’dadır. Yaşı da hayli ilerlemiştir. Ar-tık o taşkın ruh arınıp durulmuş, onun yerine mülâyim, içe dönük, tevekkül ve tefekkür duygularının billurlaşarak şahsiyetine oturduğu bir Âkif gelmiştir... Yaşamış nice ız-dıraplı mazinin hatıraları üzerine bina edeceği yeni şiirle-rinde daha mistik, daha duygusal, daha sessizcedir.

Tasavvuf, hayatı deruni bir anlayış içerisinde ele alır. Aklın ve ilmin irdeleyici tavrının dışında, hilkatin sırrını tevekkül ve teslimiyet duygularıyla yorumlar. Yaratıcısıyla hemhâl olmak isteyen insanın vecdine yön verir. Bir Kud-si Hadis’te, “Ben insanın en büyük sırrıyım. İnsan da benim en büyük sırrımdır”, denilmektedir. Tasavvuf bu sırrın per-de arkasına geçmek için İslâm’ın bütün prensiplerine bağlı kalarak ruh dünyamızın prensiplerini ortaya koyar. Cebra-il, Resulüllah’ı “Sidretül Müntehâ”ya kadar getirir. İleri ge-çemeyeceğini beyan eder. Ekmel-i Mahlukat, Cebrail’den ileriye nasıl geçileceğini sorduğunda “Aşkla!..” cevabını alır. İşte, tasavvuf ehli bu aşkın peşindedir. Onunla yanmak, kendi ben’ini eritmek, kendinde Rabbine ulaşmak sevdası-na taliptir... Zahir’den Batın’a geçişin çilesine koşar.

Mısır’ın toprağı pişiren çöl ikliminde Nil cömert vadile-ri yeşile boyasa da, Âkif ruhen kırgındır. Kendi yurdunda, kendi soydaşları arasında sesi istediği yankıyı bulamamış-tır. Çölü baştanbaşa geçen Nil nehrinin kenarında ken-di sessizliğine gömülürken, yine hassas, yine duyguludur. Maviye boyanan gökyüzü, ehramları kendi koynunda yal-nızlığa çekerken, susturamadığı bu yaşlı Nil’e Âkif ’in şiirle-riyle kendi ruhunun yankısını katar. Âkif, daha yumuşak bir eda ile “Tevekkül’ü, Bülbül’ü, Leyla’yı, Secde’yi, Gece’yi ve Hicran’ı” burada yazar. Bu şiirlerinde daha teslimiyet-çi bir eda vardır. Tasavvufî umdeler bu şiirlerin ana to-nunu oluşturur. Ve bunlar, o kadar belirginleşir ki, çölün sessizliğinde şairi adeta dervişlerin riyazet hayatına çekil-miş olarak görürsünüz. Ülkenin her tarafını kan gölü ha-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 50 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E T A S AV V U F

-· 51 ·-

line getiren büyük bir sarsıntıdan sonra kabuğuna çekilen Türkiye, kendisini geleceğin huzurlu günlerine hazırlarken yeni arayışlara girer. Artık, savaşın ızdırapları gerilerdedir. Dış çatışma bitmiştir ama iç sürtüşmeler devam etmek-tedir. Âkif, kendisini bu iç kargaşanın dışına taşır. Kendi sessizliğine gömülür ve daha da uhrevileşerek adeta bir “Velî” edasına bürünür. Tasavvuf artık bütün cepheleriyle kuşatır Onu. Bülbül’ü; “Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem.!”, Leyla’yı, “Müebbed bir bahar insin bulanmış yurda, Mevlâ’dan.”, Vahdet’i, “La-havle velâ-kuv-vete illâ-billâh!”, Gece’yi, “Senin yad olduğun sinende olsun varsa, pâyanım:”, Hicran’ı “Şuhûdundan cüra imanla yok-tur kalmak imkânım,” Secde’yi, “Bırak hilkât’le olsun var-lığım yek-pâre bir secde:” mısralarıyla bitirirken şiirlerinin hemen hepsine sinen metafizik ürperti, Onu İslâm’ı sade-ce aksiyon halinde tutan akılcı yanıyla birlikte getirip der-gahın yumuşak postuna oturtur. Onun, ömrünün önem-li bir bölümünü “Taceddin Dergâhı”nda geçirmesi de galiba bundandır... Herhangi birine bağlanmak yerine, hepsinin rengini kendi ruh kumaşına nakşetmesi, Tasavvuf ’un sır perdesini aralamadan insanları o cazibe otağına çağırma-sındandır... Bizim manevi hayatımızı içerisinde, tasavvufu bir şeyh etrafında toplanmaktan ziyade, onun deruniliğini insanların kendi ruhlarında yaşamalarının daha etkili ola-cağını düşünüyor olmalıdır. O, akılla imanın birbirini ta-mamlayan ilahi gücünü bizim var oluşumuzun temel ge-rekçesi olarak görür.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 51 18.4.2016 10:12:01

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 52 18.4.2016 10:12:01

ÂKİF VE ‘ASIM’IN NESLİ’

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 53 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 54 ·-

Mehmet Âkif, İstiklâl Harbi sonrasında, devlet felsefe-sinin alacağı şekli ve o felsefeye hüviyet verecek insan tipi-ni “Asım’ın Nesli”nde görür. Devletin yeniden kurulduğu yıllarda, evvelâ devleti, sonra düşünceyi dikkate almak is-teyenler, yeni neslin hüviyeti üzerinde daha sonra tartış-ma yapabileceklerdir. Âkif ise, Safahat’ın 6. kitabında mo-deli ortaya getirir.

Bu nesil, yeni bir medeniyeti, devirlere, cemiyetlere, heveslere göre değişmeyen, muhitine uymayıp, muhiti kendisine uyduran bir karakter ölçüsüne kavuşturmalıdır. Kültürel alt yapısı bulunan böyle bir kaynağı kurutmak ye-rine, onu, zekâsı, kalbi ve iradesiyle uyuma götürüp, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısına bir arma gibi nakşetme-lidir. Genelde insanımızın gerçeğinden, sosyal şahsiyetimi-zin zaruretlerinden uzakta, kozmopolit kültür ve medeni-yet artıklarına heveslenen ‘uygar aydın tipi’ne karşı, millî bir tip olarak ortaya gelmelidir.

Âkif, işte bu tip için “Asım”ı yazmıştır. Onun için de, bu 2.500 mısralık bölüme, “Çanakkale Şehitlerine” yazdı-ğı şiirini de koymuştur. Çünkü bu savaşta 250 binin üze-rinde Asım kaybetmiştik. Her şehit, onun için bir Asım’dı. Dolayısıyla da, bu şiirin en yoğun yeri Çanakkale Şehitleri için yazdığı bölümüydü: Bu şiirde, akıtılan kanın, çekilen çilenin, dökülen gözyaşının bir bedelinin olması gerektiği-ni ifade ediyordu. Bu da, vatanın harimi ismetine düşman ayağının girmemesiydi. Çözülmüş bir kültürün mahsulü olan modern insan, ona göre hastaydı. Kana doymuyordu. Kendi medeniyetini manen enkaz haline getirenler, şim-di başkalarının topraklarında, “Karnındaki esrarı hayasızca döküyor”du. Zekânın sahip olduğu mânevi potansiyeli iş-leyip geliştiremediği için, materyalist diyalektik heveslere teslim oluyor ve hayatı onun sınırlı çerçevesinde yorumlu-yordu. Kendi insanının ufkunu, başkalarının kanlarıyla aç-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 54 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E ‘A S I M ’ I N N E S L İ ’

-· 55 ·-

maya çalışınca, ortaya çıkan bu “kahpe ve yüzsüz medeni-yet”, bize hicran getirmekten öte, ne işe yarayacaktı?

İşte “Asım’ın Nesli”, çağdaş atmosferin kısırlığını ve onun hasta yapısını çok iyi tahlil edecek olağanüstüye yük-selen duyguların sipahisi olmalıdır. İslâm’ın ruhu olan merhamet ile savaşın mantığı haline gelen fedakârlığı kay-naştırıp ortaya çıkacak bu izdivacın evlâdına yeni bir hü-viyet verilmeliydi. Âkif, bu kimliğin ad ve soyadı hanesi-ne Asım’ın adını yazmıştı. Bunun için de ondan çok şeyler umuyordu: “Şarkın beklediği deha”yı o temsil edecekti. Çünkü o Şark, marifet ve faziletten uzaklaştırılmıştı, ama çok sağlam bir mirası vardı. Bu da, “Din-i Mübîn”le dona-tılmıştı. Müslüman’ın yaşama gücündeki en dramatik ör-neği Çanakkale Harbi ve İstiklâl Savaşı’nda ortaya koyan bu genç neslin temsil ettiği iman, onu yarına da götüre-cek en kuvvetli vasıtalardan birisidir. İmanın hakikati ile ilmin gerçeğini birbirine ters düşürmeyecek bir şekilde or-taya koyabilecek sağlam idraki de bu nesil temsil ediyordu. İhmal edilen marifetin yeniden kazandırılması için ‘tahas-süs’ün hayatın en dinamik unsuru olması gerekir. “Tek dişi kalmış canavar”ın beldesine, “Bir gün evvel gidip bir saat önce dönmek” için “Şarkın kucağını açıp beklediği”ni hatırlı-yordu... Servetin put haline geldiği, merhametsiz bir reka-betin hayatımızın bütün safhalarına yerleştiği, kendi gön-lündeki ulûhiyeti kaybedip onun yerine paganizmi hâkim kıldığı, rahatı için geliştirdiği tekniğin gölgesinde ona kö-leliğin korkusunu yaşayan insanlığın sığınabileceği tek yer, kaynağını imanda bulan sevgiydi. Âkif, Asım’da işte bu mefkûrenin mistik romanını yazdı!..

Hayatı bütün safhalarıyla ele alıp, şehir kahvesinden köy odasına kadar detaylandırarak bir cemaat terkibi or-taya getirir. Bu terkibin beyni iman, kalbi gayrettir. Nef-retle hayranlığı iç içe koyup şahsiyetine çivilemiş ‘Batı Tipi İnsan’ı bizim neslimizin kabullenemeyeceği açıktı. Makine

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 55 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 56 ·-

medeniyetinin ruhsuz diyalektiğinin çıkmazlarını görmüş ve bunun için kendi insan tipine, samimiyeti hedef olarak göstermişti. İnsanı yaşatmak için insanı öldüren savaşla-rın mantığını tahlil ederken, insanın gayesinin bu olmadı-ğını, bu gayenin tıkanılan yolda vasıta olduğunu söyler.

Millî irademizin içten ve dıştan gelen saldırılarla kan gölüne sürüklendiği o dönemde, savaşı sevmek ve sevdir-mekten başka çare var mıydı? Çünkü müstevlilerin gururu kırılmazsa, haremgahımızda çilingir sofrası kuracaklardı. Kara taassupla, kızıl imansızlığın, merhametsizlikle, ayak oyunlarının ve yağmalama iştihasının iç içe olduğu o gün-kü Batı saldırganlığı, kaldıracağı sınırların ortasında bir kölelik medeniyeti kuracaktı. Papa 2. Urbanus’un bu sa-dist idealine ulaşma uğruna, ülkemizi zulüm çemberi içi-ne alanlar, tükenmiş iradeyi yeniden sağlanmış bir şekil-de karşılarında buldularsa, hep bu tepki şuuru yüzünden bulmuşlardır. İmanına yönelen tahakküme duyulan nef-ret, ölümü ülkü haline getirince, onun sipahi çocuğu, son hamlesini de dedesi Hacı İlbey’i gibi yapacak ve makus ta-lihimizi yenerek ülkemizi insanımızın kundağı olarak bı-rakmayı başaracaktır.

İşte, Mehmet Âkif Ersoy, çağdaşlarını cepheye sevk eden bu netameli günlerde, hem silahını, hem de kalemini gönlünün ateşine banarak çift yönlü savaş yaptı ve “Asım”ı bizden biri ve bizim için bir millî tip olarak ortaya getirdi.

Asım’ı dünün çöküşünden çıkarıp yarının gelişmişliği-ne ulaştırmış olarak görmek ister. Üstelik bunu da bir İlâhi sır şeklinde fısıldar kulağımıza:

“Asım’ın nesli. diyorsun. Ne uzun boylu hayâl! -Asım’ın nesline munkaad alacak istikbâl. Sana vicdanımı açtım okudum, dinlesene; Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.”

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 56 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E ‘A S I M ’ I N N E S L İ ’

-· 57 ·-

“Bedr’in Arslanları” seviyesinde bir nesil, kanıyla kur-tardığı “Tevhit”, Onu o kadar yüceltmiştir ki, “tarihe” bile “sığmaz”. Şehit olunca da, “Kâbe” mezar taşı olur Onun. “Mor bulutlardan açık türbesine tavan” yapan Mehmet Âkif, bu neslin Çanakkale trajedisini destanlaştırırken, kurtarıcı tipi, umut nesli başka şekilde anlatamayacaktı. Çünkü ona yüklediği sorumluluk ta bu derece engin, bu derece derindi. Kaliteyi ifade de ancak kaliteli cümle ile olacaktı. Bizim ruh coğrafyamızın haritacıları, ruh anıtı-mızın mimarları, dünkü dünyamızın kahramanları umarız daha fazla gecikmeden gelir de Âkif ’in muazzez ruhu şad olur!

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 57 18.4.2016 10:12:01

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 58 18.4.2016 10:12:01

OSMANLI’DA AYDIN İHANETİ

VE ÂKİF

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 59 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 60 ·-

Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu! Bâb-ı Fetvâ denilen daire ümmi koğuşu. Ana karnından icâzetlidir, ecdâda çeker: Yürüsün, bir de sarık, al sana kaadiasker. Vükelâ neydi ya? Jurnalci, müzevvir, âdi; Ne Hûdâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedi, Güç okur, hiç yazamaz, bir sürü hırsız çetesi.. Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi.

Meşrutiyet’in okumuş yazmışı işte budur. Buna rağ-men bu icazetli cahiller, ülkenin en üst kademesine kadar gele bilmekte ve yönetimde istedikleri ortamı oluşturmak-ta güçlük çekmemektedirler. Bir işin bu noktaya geldiği-nin farkına varan 2. Abdülhamit, ülkede önemli adımlar atarak yeni yeni okullar açar. Onun gayesi de etrafını ku-şatan bu çetenin cehlinden kurtulmaktır. Ama yakasına okumuş-yazmış olmanın ötesinde, “Batı’yı Görmüş”ler ya-pışır. Bu defa pek rahat nefes almamaktadır. Öyle ki, bi-zim şairimiz bile, “Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdat,” demekte tereddüt göstermemişti. Buna rağmen, onda sağduyu her zaman ağır basmış ve özellikle, şahsa düşman olmakla, ülkeye düşman olmayı birbirinden ayıra-bilecek dikkati göstermiştir. Onun çağında birçok aydın bu ayırımı yapamadığı için bugünkü çıkmazlarımızın temeli o günlerde atılarak, problemlerimiz aydın eliyle çoğaltılmış-tır. Âkif, bunu dile getirirken şu dikkat noktaları üzerinde durur:

“Bir selamet yolu varmış.. O da neymiş? Mutlak, / Dini kökten kazımak. Sonra, evet, Ruslaşmak!”

Âkif, Din’i dışlayarak kendilerine gelecek hazırlayanla-rın kimler olduğunu da daha aşağılarda anlatır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 60 18.4.2016 10:12:01

O S M A N L I ’ DA AY D I N İ H A N E T İ V E Â K İ F

-· 61 ·-

”Al okut, “Avrupa tahsili...”desinler, gönder, Servetinden bölerek nâmütenâhi para ver. Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğim.”

Kendinde bir şeyi olmayan aydın, hele hele başkaları-na teslim olacak zaafta ise, çevresine de güven duyamaz. Bu güvensizlik, giderilmedikçe büyür. Büyüyen güvensiz-lik ise, cemiyeti felakete götürür. Bunun farkına varama-yan cemiyet, böylelerine güvenemeyeceği için kendisini ta-mir edemezse iç çözülme artar. Âkif bunun da farkındadır ve:”Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası, / Pek açık, İşte bu-dur bence vücudun yarası.” demek suretiyle de aradaki uçu-rumu belirler. Ne var ki, bu uçurum o dönemde hiç kapatı-lamamıştır. Çünkü “Müttefiklerimiz dini de hiç anlamamış; / Rûh-u İslâm’ı telâkkîleri gâyet yanlış.” diyerek de önem-li bir kusuru işaret etmektedir. Bunun sebebi de, bizdeki aydınının Batı’ya açılmasından sonra, oradaki aydının Hı-ristiyanlık ve Kiliseye duyduğu hıncı, bizde de İslâm’a duy-maya kalkmasıdır. Aslında Batı Aydını, kendi inanç siste-mini eleştirmekte haklıydı. Vakıa, asliyetini kaybetmiş ve Ruhban sınıfı ile imtiyazlı bir zümrenin tekeline terk edil-miş bir inanç ve değerler sistemi, ister istemez tepki bula-caktı. Din beşerîleşince, insanların mantığına göre yeni şe-kil almak zorundadır, ama İslâm’ın öyle bir durumu yoktu. Üstelik terakki dediğimiz bir sosyal ülküye de aykırı değil-di. Hatta gelişmeyi teşvik ediyor ve insanlığın iki gününün eşit olmasını zarar sayıyordu. İlmi Müslüman’ın kaybol-muş malı kabul ediyor ve bulunduğu yerde alınması için hiçbir kayıt koymuyordu. Ama bizde ilmî kariyerini poli-tikanın önüne alamayanlar, teslimiyetçi kadere bağlandık-ları için, hep beklemişler ve oradan ne ithal edebilmişlerse onu kendi insanına takdime kendilerini memur saymışlar-dır. Âkif, böyle bir yanlışın da karşısına çıkar ve der ki:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 61 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 62 ·-

“Heriflerin, hanı dünya kadar bedâyiî var; Ulûmu var, edebiyatı var, sanâyiî var. Giden birer avuç olsun getirse memlekete; Döner muhitimiz elbet muhit-i mârifete..”

Dönemin aydını Batı’nın edebiyatını, sanayisini, ilmini, çalışkanlığını bir kenara bırakıp kendi içindeki çelişkilerini bize adapte etmeye kalkınca, Osmanlı’nın problemi büyü-yecek ve sonunda kapımıza düşman askerleri dikilecektir. Öyle ki, bu dikiliş, şairin ruhunda en korkunç fırtınayı, en derin ızdırabı, en dayanılmaz feryadı doğuracaktır:

“Ne hüsrândır ki: Şarkın bu vefâsız, kansız evlâdı, Serâpa Garba çiğnettim de çıktım hâk-ı evlâdı!”

Mehmet Âkif, şiirlerinde sosyal problemlerle, inançtaki yozluk, Batı’yı taklit, bağımsızlık mücadelemiz gibi temel konuları işlerken, aydının tavrını sık sık söz konusu eder. Ona göre, bir ülkenin geri kalması ya da gelişmesinde po-litikacıdan çok aydının sorumluluğu vardır. Çünkü aydın teoriyi belirler, politikacı onu pratiğe dönüştürür. Eğer te-ori bize göre değilse, pratik de bize göre olamayacak, do-layısıyla ülke arzulanan muâsır medeniyet seviyesine ulaşamayacaktır. Bu temel perspektif içerisinde, bizim ay-dınımız, bize göreliği belirlerken bile, hareket noktası ola-rak Batılı aydını seçmiştir. Bakınız meselâ, Müslüman bir ülkede, bu Müslüman ülkenin entelektüeli, kendi Peygam-berini, Caeteani ‘Keytani’ gibi bir İslâm düşmanından öğ-renmeye kalkarsa ne olur? Müslüman bir ülke de, Müslü-man bir yönetici için Ermenilerden kundakçılar getirtilip, sabotajlar düzenlettirilir ve başarılı olamayınca da, “Vu-ramadın ey şahin avcı” gibisinden hayıflanmalar yayımla-nırsa ne olur? Âkif ’in çağında yetişmiş, Onunla birlikte bu ülkenin gelecekteki kaderinde sorumluluğa talip olanlar-dan Hüseyin Cahit Yalçın, Müsteşrik Keytani’ye, Abdullah

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 62 18.4.2016 10:12:01

O S M A N L I ’ DA AY D I N İ H A N E T İ V E Â K İ F

-· 63 ·-

Cevdet, Darvin’e, Tevfik Fikret, Ermeni teröristlere kucak açmış, Âkif ise, buna karşı, Türk yiğitliği ve dürüstlüğü-nün en güzel örneğini vererek karşı çıkıp, mücadele ver-miştir. O dönemin aydını, septik kültürü egemen kılma yolunda, kapı kulluğuna talip olanların ileri karakol göre-vini üstlenmede davrandıkları cömertliği, kurtuluş savaşı-mızda gösterebilmiş midir acaba? Onlardan çok azı, Ana-dolu’ya geçip kanını bedel olarak ortaya koyan halkımızın yanında olmuştur. Ama Âkif işin başında bu kahraman-lığın içerisindedir. O, samimiyetini, şiirlerindeki lirizmle birleştirip, kendi insanımızın dili yaparken, zulmü alkış-lamamış, zalimi asla sevmemiştir. Gelenin keyfi için geç-mişe kalkıp sövmemiştir. Kişiliğine çifte standartlı olmak gibi bir çıkar gömleği giydirmemişti. Menfaatlerini kendi-lerinin putu yapanlarla boğuşmuş, Hakkı ve halkı müda-faa etmiştir. Kendi çağının aydınındaki bu şahsiyet çıkma-zı, şiirlerinde yer alırken yine de ızdırap içindedir. Bir yeis halini yaşar. Çünkü böyle olmasını istemez. Riya’nın her dönemde her insanı bitirdiğini bilir. Yetersizliğin artık ki-şiliğin bir parçası haline gelmesine isyan eder ve sorar:

“Bir alay mekteb-i âli denilen yerler var; Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar. Şu ne? Mülkiye. Bu? Tıbbiye. Bu? Bahriyye. O ne? O mu? Baytar. Bu? Ziraat. Bu? Mühendishane Çok güzel. Hiçbiri hakkında sözüm yok, yalnız, Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız; İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize, Mutlakâ âdetimizdir, koşarız İngiliz’e. Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir; Hekimin hazıkı bilmem nereden celbedilir. Meselâ bütçe hesabâtını yoktur çıkaran,.. Hadi maliyeye gelsin bakalım mösyö Loran. Hani tezgâhlarımız nerede? Sanâyi nerde? Ya Brüksel’de, ya Berlin’de ya Mancester’de.”

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 63 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 64 ·-

Meşrutiyet’in bıraktığı tortu üzerine inşa edilen Tanzi-mat, ülkemizde yeni bir aydın tipine doğru çok farklı kapı-lar açtı. Bu aydın, millet olabilmenin temel değerlerine ya-bancılaşırken, ortaya koyduğu şahsiyet grafiğiyle de kendi insanına güven vermekten çok uzaktaydı. Batılı, Hıristi-yan mitolojisi üzerine kurulan temel yargılarına sıkı sıkıya bağlanırken, kendisine Millî şahsiyet giydiren gömleği te-rör kanına bulamış, İttihat ve Terakki dediğimiz siyasi eş-kıya çetesiyle politik kombinezonlar ortaya koymaya baş-lamıştı.

Bizde, ülkemizi ve insanımızı oturtacağımız bir model henüz tespit edilememişti. Yönetimin Alman’la olan flör-tüne karşılık, aydın Fransız kültürün peşindeydi. Halk ise yaşadığı korkunç savaş felaketlerinin acılarıyla baş başa bı-rakılmıştı. Onlara göre, bu zaten Batı’da bizim için hazır-lanmıştı. Hazır millî iksir… Alarak tatbik edip yaptılar. So-nuç olarak ortaya çıkan manzara şu oldu:

Devlet hüviyetini kaybetti. Millî şahsiyet zedelendi. Medeniyet ile kültür kavramlarının birbirine karıştırılma-sı sonucu Batı medeniyeti sonunda kendi kültür ağına da çekti insanımızı. Bunun noktalandığı macera ise, çok fark-lı şeyleri çalıp söyleyen bir entelektüel kadro çıkardı karşı-mıza.

Halkın rızkını kesip okul yaptıracaksın. Buraya binler-ce genci toplayıp üstelik hocalarını da dışarıdan büyük pa-ralarla getirerek okutacaksın. Hizmet istediğin zaman eh-liyetsizlikleri seni ortada koyacak. Bu defa da yeniden bu hizmetler için Batı’ya el açmaya mahkûm ol. Bu, hiç bir id-rakin, hiç bir sağduyunun kabul etmeyeceği bir hadisedir. İşte Osmanlı aydının genel yapısı bu. Bir yığın diplomalı cahiller sürüsü. Mehmet Âkif, böyle bir kadronun içerisin-den çıkmış olması bir yana, buna karşı acı duyuyor ve ken-di kadrosunu eleştiriyor. Onu farklı kılan bir önemli yanı

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 64 18.4.2016 10:12:01

O S M A N L I ’ DA AY D I N İ H A N E T İ V E Â K İ F

-· 65 ·-

da burası olsa gerek. Üstelik bu okumuşların bu mektep-lilerin, mesleklerindeki başarısızlıklarına karşılık, politika ve ülkenin sosyal düzenini bozmada gösterdikleri marifet de o gün yaşanılan kaderin ayrıca tuzu biberi... Osmanlı aydınının, çöküş döneminde menfaat ahlâkına bağlılığını Âkif bağışlanamayacak bir zaaf olarak gördüğü için, Safa-hat’ı boyunca hemen her bölümde dile getirmiş ve acıma-sızca üzerine gitmiştir. Bunu yaparken de inancı, yıkılan İmparatorluğun enkazı altından bu işlerden haberi olma-yan günahsız halkı kurtarmaktı. Dikkate değer bir hadise-dir ve Âkif ’in ne kadar haklı olduğunu gösteren bir tablo-dur bu:

İmparatorluğu yıkan aydınlar, Cumhuriyet Rejimi’nin akıl hocalığına soyunurken, ‘Anayasamıza dinimiz Hıris-tiyanlık yazalım’ diyecek kadar dehşetli bir manevi eroz-yonun pisliği içerisinde kalabilmişlerdir. Âkif, bu kaosu önceden görebilen ve bunun için de, bu kadronun ülkeyi sürükleyeceği felaketlere dikkati çeken önemli bir uyarıcı aydındır. ‘Dini anlamayan’ dediği bu kadronun, gücü kırıl-masaydı, Türkiyeyi çok daha büyük bir badire bekliyordu. O günlerde bu dikkati onunla birlikte duyan çok azdı. Za-ten böyle olmasaydı, o kocaman imparatorluk yıkılır mıy-dı?..

Unutmamak lazım devleti halk kurar otorite yaşatır, aydın ise onu besler ya da böyle bir çözülmeyle yıkabilir. Nitekim, aydının yıktığı devletten yeni bir cumhuriyeti halk kendi kanı ve canıyla meydana getirdi ve gelecek ev-latlarına emanet etti.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 65 18.4.2016 10:12:01

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 66 18.4.2016 10:12:01

ÂKİF VE “MEDENİYYET”

DEDİĞİN

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 67 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 68 ·-

Roger Garaudy, 80’li yollardan sonra yazdığı bir kita-bında, kendi insanını şöyle anlatıyor:

“1980 yılında silahlanma yarışına 450 milyar dolar har-cayan, eşitlik ilkesi tanımayan, alış veriş oyunları yüzün-den aynı yıl Üçüncü Dünya Ülkelerinde 50 milyon insanın hayatını kaybetmesine yol açan Batı’nın günümüzdeki he-gemonya biçimine ne isim vermeli? Eğer geçip giden za-manlar binlerle ölçülecek olursa, Batı, tarihte görülmüş en büyük canidir. Bugün Batı, ortak tanımayan iktisadı, siya-si ve askeri gücüyle kendi gelişme modelini herkese zorla kabul ettiriyor... Bu model, üzerinde yaşadığımız gezegeni toplu intihara sürüklemektedir. Zira bir taraftan insanlar arasındaki eşitlikleri bir daha hiç bir zaman kapanmamak üzere derin uçurumlarla genişletirken, diğer taraftan, her yaşayan dünyalının başı üzerine uzayda yaklaşık bir ton-luk bir patlayıcı madde asarak son kalan ümit kırıntıları-nı da ortadan kaldırmıştır.” (3 Roger Garaudy; İslâm’ın Vâdettikleri,

s.16. Pınar Yayınları, İstanbul-1983))

Âkif, Garaudy’den 60 yıl önce bu hasta yapıya teşhis koymuş ve Batı’yı, “Tek dişi kalmış canavar” olarak nite-lendirilmişti. Onun bunları söylediği dönemde, İngilte-re Hint Yarımadasından, Fransa Afrika’dan, Almanya Av-rupa ve Asya’dan, Amerika ve Rusya topyekun insanlığın üzerinden kanlı ellerini çekmemişti. Türkiye dört bir ta-rafından işgalin derin yaralarıyla hâla kan kaybediyor ve tedavi çaresi de bulamıyordu. Halbuki, bugün Batı artık o imkânlara sahip değil. Birçok yerden tırnaklarını bıra-karak çekilmek zorunda kaldı. Artık, başka ülkelere siyasi hükümranlık vesayetini kullanamıyor. Buna rağmen, ona, “Tarihin en büyük canisi” denilmektedir. Bu ifade elbet-te tek değildir. Daha, nice Batılı aydın kendi toplumu için aynı yargıları rahatlıkla kullanabilmekte “özeleştiri” dediği-miz bir dürüstlükle kendi siyasi çıkmazlarını ortaya koya-bilmektedir. Onlara bu sağduyuyu kazandıran tavır, siya-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 68 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E “ M E D E N İ Y Y E T ” D E D İ Ğ İ N

-· 69 ·-

si iktidarların kanlı bir macera ile yayılma ve hâkim olma şehvetini başka milletlerin tümüyle yok edilmesi pahasına istemiş olmalarıdır. Zaten Âkif ’in de tahammülsüzlüğü de buradan gelmekte ve bunun için onlara teshir etmektedir. Değilse:

“Alınız ilmini Garbın, alınız san’atını, Veriniz hem de mesâinize son sür’atini / Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü Millîyeti yok san’atın, ilmin; yalnız.”

Demekte ve buna da samimiyetle inanmaktadır.

Bir millet kendi şahsiyet gömleğini çıkarır da başkası-nınkini giymeye kalkarsa, önüne açılacak ilk kapı kölelik kapısı olacaktır. Batı, yıllardır bunu yaptı. Kendi tekno-lojisini bir nevi olta olarak kullandı. Geri ve fakir millet-ler bilmeden bu oltaya düştü ve mahvoldular. Ki, Garaudy de Âkif de işte buna işaret etmektedir. Âkif tabii bununla kalmamakta, Batı üzerine daha ölçülü ve fakat acımasızca gitmektedir. Buna da hakkı vardır. Çünkü bu Batı, bizim beş asra yakın bir zaman kendi toprakları üzerindeki hü-kümranlığımızı hazmedememekte ve onun intikamını çok acımasızca ve kinle almaya kalkmaktadır. Halbuki biz ora-ya gelirken kedilerinde bulunmayan nice faziletleri götür-müştük: Evvela sevgiyi. Arkasından temizliği. Arkasından insan olma, kalma, insanca yaşama onurunu... Ama günü gelmiş, kölelik ruhundan sıyrılan haçlı fedaileri 3-5 siya-si eşkıyanın komutasında üzerimize gayz halinde saldırı-ya geçmişler. Endülüs’te kendi soydaşlarını sırf kendi din-lerinden ayrıldığı için boğazlayanlar, bu defa Balkanlardan, Hint Okyanusu’na, Asya’dan Afrika’nın uçlarına kadar ne-rede Müslüman ve hele hele Türk görmüşlerse üzerine acı-masızca çullanmışlar... Bu dehşetli zulüm karşısında Âkif nasıl sussun?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 69 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 70 ·-

“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem, Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.”

Diyen bu yiğit yürek, öncelikle haksızlığın karşısındadır. Hiç bir meseleye bir yanı ile bakmamıştır. O yeri gelince şarkın ahmaklığına, “Tükürün cephe’i lâkaydına Şarkın, tü-kürün!” diyerek hayıflanmış, hem de Garb’ın hayasızlığına:

“Medeniyet denilen maskara mahlûku görün; Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün.”

Diyerek maskaraların altındaki hıyanet odaklarına kar-şı durmuştur. Ve Âkif, tükrüğünü bir yöne daha çevirerek şöyle demiş:

Hele i’lâmı zamanında şu mel’un harbin, “Bize efkâr-ı umûmiyesi lazım Garb’ın ; O da Allah’ı bırakmakla olur. Herzesini; Halka iman gibi telkin ile dinin sesini Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün!..

Bu beyitlerin ifadelendirdiği tavır, Âkif ’in yalnızca Ba-tı’yı kendisine mesele edinmediğini göstermektedir. O Batı kadar, onun kapıkulluğuna talip olan aydınımızın da iki-yüzlü ruhsuz, kopyacı, suratına da tükürmek istemektedir...

Burada özellikle bir noktaya işaret edelim: Âkif, Batı’ya körü körüne düşman değildir. O gezip gördüğü Garbı iyi anlamış, iyi yorumlamıştır. “Berlin Hatıraları”nda kendi içinde bir bütünlüğe sahip olduklarını anlatır. Ama, dışa karşı emperyalist hedeflerden vazgeçmezler. Gözleri hep onun bunun toprağında, onun bunun cebindedir. Acıma tanımayan sosyal ilişkilerde, hep ferdî kalan Batı, dışa açı-lırken bütünleşir. Sömürgeciliğin artıklarından kurtulama-yan kapitalist anlayış, liberalleşse de temeldeki menfaat ahlâkını kaybetmez. Koparabildiğini kazanç sayan bu zih-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 70 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E “ M E D E N İ Y Y E T ” D E D İ Ğ İ N

-· 71 ·-

niyete tepki gösteren şairimiz, “Medeniyet denilen vahşet’e lanetler” eder. Bunun yanında, bir notaya da dikkatlerimi-zi çekmeyi ihmal etmez, O da, ülkelerin birbirleriyle sosyal ekonomik, ticarî ve teknik ilişkilerini yürütme zaruretidir. Bunu “Süleymaniye Kürsüsünde” isimli şiirinde anlatır. Bu şiirinde önce camide dolaşır, orada vaaz dinler, sonra bir vapura binip Rusya’ya gider. Rusya’yı konu edinen ilk mıs-raları şöyledir:

O zaman Rusya’dan hâkimdi yaman bir tazyik... Zulmü sevdirmek için var mı ya başka bir târik? Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu! Medeni Avrupa bilmem, neye görmezdi bunu?

Şair bunun ülkeler arasındaki siyasi sorumluluğun ge-rekliliğine burada çok güzel işaret ediyor. Ona göre, ülke-lerin birbirinin iç işlerine karışmamaları esasına rağmen, zulme rıza göstermemesi gereğini dile getiriyor. Ve bunu da kendisini ‘Medenî’ sayan Avrupalıya bir vecibe olarak yük-lüyor. Zaten onlarda başka ülkelerin istilaya kalkarken, hep böyle bahaneler bulmuyorlar mıydı? Ama ne gezer. Rusya, Batı’dan arzuladığı sağlıklı desteği görmedi. Arkasından bu dünyanın en mistik ve Ortodoks halkı gidip Lenin’in pem-be hayallerine teslim oldu... Bu işte, kendisine başka ülke-den ilgi beklemeyen Japonya galiba en az zararla çıkacaktır. Gerçi, başına iki defa, iki ayrı şehrine atom bombası düşe-cek, ama o günün şartları içinde Batı’ya mesafesini tayin etmesini bilen bir ülkedir. Âkif, bunu da şöyle dile getirir:

Medeniyyet girebilmiş yalnız fenniyle... O da sahiplerinin lâhik olan izniyle. Dikilip sahile binlerce basîret, iman: Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan! Garbın eşyası eğer kıymeti hâizse yürür; Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 71 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 72 ·-

Japonya, dünya tarihinde, kendi millî kimliğiyle ayak-ta durabilen ender ülkelerden birisidir. Geleneksel siyasi yapı öyle sağlam bir çatı altındadır ki, onun temelini sars-mak oldukça güçtür. Şarka has kültür bütünlüğü burada etkinliğini korumaktadır. Âkif, orada gördüklerinden o ka-dar etkilenir ki, “Müslüman denmek için eksiği ancak tevhi-di eksik.” demekten kendini alamaz ve Osmanlı’nın küçük bir gayretiyle burada Müslümanlığın parlayabileceğini ifa-de eder. Tabii, bu gerçekleşmedi. Dediği gibi misyonerler orada halkı kendi yanlarına çekebilmek için hâla korkunç bir çaba içerisindedirler...

Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde bindiği rüya atıyla, Rus-ya’yı, Çin’i, Japonya’yı gezer. Son durağı Hindistan’dır. Orada da Medeniyetin hesaplaşmasını görür:

“Öyle, maymun gibi taklide özenmek bilmez; Hisse-i Millîyeti sağlamdır onun, eksilmez. Garbın almışsa herif, ilmini almış yalınız, Bakıyorsunuz: eli sanatlı fakat tırnaksız. Fuhşu yok, içkisi yok, himmeti yüksek, gözü tok; Şer-i mâ’suma olan hürmeti bizlerden çok.”

Batı’dan almışsa yalnız ilim almış, onun dışında hiçbir şeye itibar etmemiş ve kendi sosyal kimliğini korumuş. Bunun için de güçlü ve ayakta. Hâlâ da öyle değil mi? Fa-kir olmasına rağmen, Batılı’nın bölme gayretlerine rağ-men, bu kalabalık kitle ayakta durmuyor mu?

Onlar duruyor ve ilerliyor ama biz ne yapıyoruz? Bu soruya cevap verebilmek için yine bundan 75 yıl, yani üç-çeyrek asır öncesine gitmek yeter:

“Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın: “Medeniyyette teâlisi umûmen Şark’ın, Yalınız bir yolu takip ederek kâbildir;

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 72 18.4.2016 10:12:01

 K İ F V E “ M E D E N İ Y Y E T ” D E D İ Ğ İ N

-· 73 ·-

Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir. Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı, Aynı izden sağa, yahut sola hiç sapmamalı. Duygular çıkmalı hep aynı kalpten; yâni; İçtimâî, edebî, hâsılı her meselede, Garbı taklid edemezsek ne desek, beyhûde, Bir de din kaydını kaldırmalı, zirâ, o belâ, Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ..”

Osmanlı Aydın’ı, yetişme tarzı itibariyle yerli düşün-cede değildir. Genel hatalarıyla homojen bir görünümü de sergilemekten uzaktaydı. Türkçüsü, İslâmcısı, Batıcısı, bunların arasında serseri mayın gibi dolaşan seviyesiz tip-leri aydın mozaiğini zıt tonlarla sevimsiz hale getirmişti. Şahsiyetlerini, hayallerini meydana getirdiği unsurlardan oluşturan bu dönemin aydını için Âkif ’in yaklaşımı pek de insaflıca değildir. Hatta bazen öyle hallere rastlanıyordu ki, birçok aydına Batı’nın sömürge gücü olarak bile bakma-nız mümkündü. Çeşitli ülkelere yaklaşarak, çeşitli eğilim-lere bağlanarak kendi insanına haksızlık ve zulüm yapan-lar sık sık rastlanılan tipler halindeydi. Giderek etkisini arttıran bu emperyalist düşünceye karşı halkın tepkisi de giderek artmaya başlamıştı. Âkif, onların yaklaşımını da şiirinde söz konusu eder,:

“Garbın efkârını, âsârını düşman tanımak Yenilik adına Vahy inse kabul eylememek”

Gibi bir tepki şuurunu dile getirir. Âkif, avamın tepkisi-ne hak vermiyor, ama ona bu zemini hazırlayanın da aydı-nımız olduğunu işaret etmekten geri kalmıyor.

Burada, Batı’da gelişen teknolojiyle ilk defa muhatap olan Osmanlı Aristokratlarının yıllardan beri birikmiş problemlerden kurtulmak için bir sığınmadan doğan psi-kolojik hadise olduğu payını unutmamak gerekir.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 73 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 74 ·-

Batı, sanayi devrimini yaptıktan sonra, önüne açılan yeni ufukta kendisi için, ilk işaret taşlarını, köleleştirece-ği milletlerin sınırları olarak belirledi. Daha önceden dene-timin de bulunanların dışında, yeni ele geçirmeye kalktığı ülkelere acımasızca saldırması, çıkar bölgeleri oluşturmada haritaları gönlünce belirlemeye kalkması, o dönemde va-tansever her aydın da mutlaka Âkif ’te billurlaşan tepkiyi doğuracaktır. Çünkü Âkif, Medeniyetin bizatihi kendisine değil, onu emellerine alet edenlere karşı idi. Onları da me-deniyetle özleştirerek, İstiklâl Marşımıza o mısraları almış-tır:

“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim îmân dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, Korkma! nasıl böyle bir îmânı boğar, “Medeniyyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 74 18.4.2016 10:12:01

HAMLECİ ÂKİF

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 75 18.4.2016 10:12:01

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 76 ·-

Mehmet Âkif, Balıkesir Zaganos Paşa Camiinde oku-duğu hutbesinde, bizdeki bir açmazın üzerinde duruyor. Hele hele kendi döneminin en bariz vasfı olan kötümser-lik, bulduğuyla yetinme tavrı onda büyük sarsıntılar yap-mıştı. Bu hutbesinde, konuyu dile getirirken şöyle demek-ten kendini alamıyor.

“Evet, biz Müslümanlar, dünya çalışırken, didinirken, uğraşırken, sonsuz ilerlemeler, inkılâplar geçirirken uzak-tan seyirci olarak baktık. Bilhassa şu son yıllarda başımıza birçok felaketler yağdı. Henüz çilemizi doldurmadık. Sebe-bi? Hep seyirci kalmamız, Din işlerinde olduğu gibi, Dün-ya işlerine karşı da kayıtsız kalmamızdır.

Acaba biz Müslümanlar niçin bu duruma düştük? Bu-nun illetini ben şöyle görüyorum. Doğduğum günden beri babalarımız, analarımız, öğretmenlerimiz, politikacıla-rımız, şairlerimiz, yazarlarımız bize gelecek için ümit ve-recek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdan beri: “Biz yaşamayız. Avrupalılar ilerlemiş. Siz çok kötü günler göre-ceksiniz.” tekrarından başka bir şey duymadım. “Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışın ki bu ülke kurtulsun.” diye biz-leri çalışmaya tevcih edecekleri yerde rast gelen adam ruh-larımıza kalplerimize ümitsizlik mayası aşıladı. Batı’nın ilerlemesinden söz ederlerken diyeceklerdi ki: “Evlatlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok fark var. Bu farkı kapatmak için hızla çalışınız. Yoksa daha ge-ride kalır yok ulursunuz. Sakın azminizden bir şey kaybet-meyiniz.” (Mehmet Âkif Ersoy; Hutbeler, S.14) Bu hutbesinin başı-na aldığı şiirini de şu beyitle bitirir:

“Bu hürriyet, bu hak bizden bugün ahengi say ister; Değil üç-dört alından, hep alınlardan boşansın ter.”

Çalışmayı İslâmî bir disiplin içerisinde düşünür ve bu-nun için de tembelliği Müslüman’ın benimseyeceği bir ta-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 76 18.4.2016 10:12:02

H A M L E C İ Â K İ F

-· 77 ·-

vır olmayacağını savunur. Bunun da ötesinde, gayreti di-nin vazgeçilmez emri olarak görür. Öyle ki,

“Şehamet dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır; Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.”

Diyerek de, gerçek kahramanlığın Müslümanlıkta ol-duğunu, Müslümanlığın ise, özüyle, ruhuyla ve temel ha-reket noktasıyla akla dayalı gayreti ifade ettiğini söyler. Hatta, daha da ileri giderek, oldukça estetik bir kavrayışla romantik bir tablo çizer:

“Bir baksana: gökler uyanık, yer uyanıktır; Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!”

Mehmet Âkif, yanlış tevekkül anlayışının kırılması için mücadele vermiştir. O, tevekkülü ferdi bir eğilim olarak kabul eder ama, toplumun kendisini tevekküle kaptırma-sına karşıdır.”Tevekkülün yeri yoktur hayat-ı millette!” de-mek suretiyle de görüşünü belirtir. Nasıl belirtmesin ki, onun bu şiirleri yazdığı çağda biz, birbirimizle boğuşur-ken, içeride isyanlar, karışıklıklar, yokluk ve sefaletlerle bitkin düşerken, dışarıda eloğlu, teknolojiyi rayına oturt-muş, Sanayi inkılâbının nimetlerini toplamaya başlamış-tı. İçerde hayatın düzensizliği aydında ciddi endişelere fazla yol açmıyordu. Bunlardan düzenli ve sağlıklı netice-ler çıkarabilmek için Âkif ve birkaç arkadaşının özel çaba-sı vardı. Onlar da, içten gelen bir sesle, dıştan gelen ışığın duygularında belli bir sentezi yaptığının farkına varmala-rından çıkmışlardı ortaya. Hayatın dışından. Özüne doğ-ru indikçe, kendimizdeki has mayayı keşfetmişler, uyan-dırabilirlerse, bu milletin de birçok şeyleri yapabileceği umuduna kapılmışlardır. Ama öncü bir isim Âkif ’ti. Ko-şan, O’dur. Koşturan O’dur. Hançeresini yırtarcasına bağı-ran O’dur. Saf imanla ile taklidini birbirinden ayırmak için

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 77 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 78 ·-

kâh kürsüye çıkıyor, kâh gazetelere koşuyor, kah kitaplar yazıyordu. Diri, dipdiri bir İslâm’ı kavradığı için hayatımız-da ideal olanla, reel olanın çelişkilerini göstermek istiyor-du. Bunun için de hamleci ruhuyla durmadan bağırıyordu, bağırıyordu:

“Çalış, dünyada insan ol, elindeyken dünya,” / “Çalışsın durmasın, her kim ki dâvasında insandır.” / “Çalışmak. Baş-ka yol yok, hem nasıl, canlarla başlarla.”

Aramızda birliği sağlayarak çalışmaya koyulmamız ha-linde, aşamayacağımız dağın olmayacağını, ‘İnsanın bütün meşru isteklerinin tahakkuku için elinden geldiği kadar çalışmasının da kendisini o arzuladığı meşru taleplerinin hepsine ulaşacağını söyler. Bunların Allah’a ait Yaratıcılık sıfatı ile Peygamberlik mertebesi olduğunu söyler:

“O halde yeisin manası var mıdır? Çalışanlara, Allah yo-lunda mücadele edenlere vaat edilmiş olan yardımı şüphe ile mi karşılayacağız? Allah’ın yardımına layık olmak için hiçbir hareket, hiçbir faaliyet göstermeyecek miyiz? Bir za-manlar dünyaya hâkim iken bundan sonra ebediyete ka-dar mahkûmiyet altında mı yaşayacağız? Alçaklık için de, sefalet içinde, yumruk altında, hakaret altında sürünmek yaşamak mıdır?” (Mehmet Âkif Ersoy; Hutbeler, S.56) Büyük dava ve mücadele adamlarının en belirgin özelliği, hayatı bütün cephesiyle kavrayan bir ufuk göstermeleridir. Âkif de bun-lardan birisidir. Vatan ve insan tutkusu, onda ideali rea-litenin önüne almaya zorlamış ve ızdırapla dolu bir isyan çığlığı içinde kendisini bulmuştur. Bunu yaparken de iste-diği tek şey; daha ilerilere gitmek ve diğer ülkelerden geri kalmamaktır. Bunu, insanımızın hakkı olarak gördüğü ka-dar, Müslümanlığın da gereği sayıyordu. Çünkü diyordu ki; “Din çalış dedikçe sen uyudun”. Ve sonra ekliyordu:

“Neden geçsin sefaletlerle, heybetlerle, ezmânın? Neden azmin süreksiz, yok mudur Allah’a imânın?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 78 18.4.2016 10:12:02

H A M L E C İ Â K İ F

-· 79 ·-

Çalış, dünyada insan ol elindeyken henüz dünya: Öbür dünyada insanlık değilmiş yağma, gördün ya!.”

Çalışmayı adeta imanın gereği görerek insanımıza bir dini vecibe halinde tavsiye eden Şairin, hayatını kuşatan ızdırapları aşabilmesi için bundan başka söyleyecek başka neyi olabilirdi? Vakıa, “Göklerin ve yer’in uyanık” olduğunu hatırlatmakla kalmıyor, insanın çalışmaktan başka, yaşa-ma hakkını kullanma imtiyazına sahip olmadığını, “Yara-tıcı’nın bile” her an yeni bir tecelli ile faal halde bulunduğu-nu söylüyordu. “Durmayalım” adını verdiği şiirini bitirdiği şu ürpertici mısralar, onun hayat felsefesini verdiği kadar, bizim de çalışmayı hangi mantık ölçüleri içerisinde kendi-mize mesele edineceğimizi gösteriyor:

“Davrana artık karbanın arkasından durma koş! Mahv olursun bir dakikan geçse hatta böyle boş. Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur! Bunların hakkında bilmem ne bahânen var mı? Dur! Mâsiva bir şey midir, boş durmuyor Halik bile; Bak tecellî eyliyor bin Şe’n-i günâgün ile. Ey bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken, yatan! Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan!... “Kim ki, bu dünyada kazanmaz bir ekmek parası, Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası”

Olur diyen Mehmet Âkif, bu şiirinde enteresan tespite dikkatimizi çeker:”Mâsiva bir şey midir, boş durmuyor Hâ-lik bile; / Bak tecellî eyliyor bin şe’n-i günâgün ile.”

Tasavvuf tefekkürü tavsiye eden bir haldir. Şair bura-da, hem ona aktivite kazandırmış oluyor, hem de hare-ketli hayat içerisinde dinin payına dikkatimizi çekiyor. Bu da, onun İslâm’dan hareket ederek bize kendimizi hatırlat-ma gereğinden ortaya çıkan önemli ve değişik tavsiye tar-zı. Çağdaşlaşma uğruna (çabaya evet) ama (dine hayır) di-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 79 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 80 ·-

yenlerden onu ayıran, dini skolâstik düşüncenin bataklığı sayan ateistlerden onu farklı kılan işte bu terkip fikridir. Peygamber Efendimiz de öyle demiyor mu; “Hiç ölmeye-cekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi ahirete çalı-şın!” diye. Âkif, işte bu kutlu emir gereği, orijinal bir ifade buluyor ve “Boş durmuyor Hâlik bile” diyor... “Gayret Di-ni”ne bağlanan, ondan hareket ederek insanı ve eşyayı ku-caklayan, ona hamleci ruhunun sıcak nefesini üfleyen bu büyük insan, merak ediyorum bugünlerimizi görseydi ne derdi acaba?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 80 18.4.2016 10:12:02

ÂKİF’İ AĞLATAN NEYDİ?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 81 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 82 ·-

Âkif, asabi mizacına rağmen, şiirlerinde hüzzam edası-nı yansıtan bir yeis içerisindedir. Başkaları tarafından ha-yatın bütün cephesini kuşatan ve onu yaşanan gerçeğin kendisi yapan o günkü kanlı boğuşma, Âkif ’te hep isya-na, hep acıya, hep gözyaşına sebep olmuştur. O, gördük-lerini değil, görmek istediklerini sevdiği için, onlara sı-ğındığı için olacak kendisini gurbette saymış ve devamlı ızdırap duymuştur. Hiçbir şekle girmeden bütün şekilleri kendi ruhunda canlandıran bu büyük adam, mihver yaptı-ğı ruhunun etrafında yeisleriyle umutlarını koşturmuş ve hep gelip kendisini pişiren ateşe teslim olmuştur. Acıları-nın duygularına kilitlenmesi, onlara cemiyetin çıkış kapı-ları açmamasındandır. Bu tıkanıklık, bazen öyle hale gel-miş ki, “Ağzım kurusun, yok musun ey Adl-i İlâhi!..” diyecek kadar isyan anaforuna yakalanmıştır. Âkif ’i bu hale geti-ren sosyal şartlar neydi acaba? Onun şiirlerindeki buruk-luk, kaynağını nereden alıyordu? Niye çağdaşları gibi tes-lim olmamış ve hep karşı çıkarak kendi doğrularının sadık bir bekçisi olmuştur? Bu sorulara bizim cevap vermemiz güç değildir. Gerçi, o gün, O da bunlara cevaplar bulmuş-tu. Buna rağmen, bu kaderi kabullenmek istemiyor ve eski destan dönemini özlüyordu. O meçhul geleceğin ne geti-receğini tayin edebilecek bir sezgiye sahip olmak gibi bir imtiyazı elinde bulundurduğu halde, bir asır, bir kaç asır ötelere bakıp ürperiyor ve kendisine kader yapılan o acılı geleceği istemiyordu:

“Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı, İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.”

Beytiyle başladığı “Hüsran” adlı şiirini yine bir suskun-luğun hüznü ile bitirir:

“Yoktur elimden şu sağır kubbeden bir iz: İnler “Safahat”ındaki hüsrân bile sessiz!..”

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 82 18.4.2016 10:12:02

 K İ F ’ İ A Ğ L A T A N N E Y D İ ?

-· 83 ·-

Âkif için bu sessizliğin ıstırabına gömen realiteyi ka-bullenmek, teslim olmak demekti. Çünkü o dönemde, Batı bütün azgınlığı ve merhametsizliği ile üzerimize çul-lanmak istiyordu. “Ağlayıp ağlatamayan, hissedip söylete-meyen, dili olmayan kalbinden bîzar olan” Mehmet Âkif, çevresindekilerin dış kuvvetlerin tayin ettikleri ile yetin-mesine tahammül edemiyordu. “Uyan!..” diye haykırırken bile sıkılmış iki yumruğu, yanağına süzülen bir kaç dam-la göz yaşı, gerilmiş yüz hatlarından başka bir şeyi yoktu. Kendi derinliğini kaybeden bir cemiyetin aleladeliğe bo-yun eğişine zemin hazırlayan çevresindeki aydınların iha-neti, onu daha çok hırpalıyordu. Üstelik yalnız kendi ülke-si böyle değildi. Koskocaman bir Şark, 350 milyonluk bir kitle aynı iple boğazlanıyordu:

“Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum; Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”

Diye sızlanışı da bundandı... Ama bütün bunlara rağ-men önemli bir özelliği vardı Âkif ’in, ağladı ama yeise düş-medi. “Yeis yok” diye ön şartla sızlandı. Onun gözyaşların-da bile bir isyan şuuru vardı. Teslim olmayacaktı. Biliyordu ki kolektif direnci hiç bir güç, hiç bir silah, hiç bir oyun kı-ramazdı. O, bir meteorolog gibi geleceğimizi görüyor gibiy-di. Daha sonraları, “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.” derken, bunu en az on yıl, on beş yıl önce de söylemişti:

“Alınır kal’a mı, göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu hâşa edecek kahrına râm?”

Necip Fazıl, “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızım-sın;/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!” der. Şair bu ifadesiyle karşıtından hareket ederek kendi gele-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 83 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 84 ·-

ceğini kucaklamak ister. Âkif ’in de karşısındakilerden ha-reket ederek geleceğini kurduğunu görürüz. Onun meyus halinin temelinde bu zıtlığa baş kaldırış vardır. Tevekkül, hayatımın en önemli denge unsurudur. Ağlarken, Yara-tan’ın bize bunu reva görüşüne hayıflanır, isyan eder ama sonunda teslim olur. Başkaldırırken beşeri bir eda, teslim olurken ilâhi bir eda!.. Demek oluyor ki, toplumun çelişki-leriyle boğuşuyor ama düşmanında gördüğünden de ken-di doğrularına varmak istemiyor. Karşımızdakilerin ve içi-mizdekilerin zalimce saldırısına karşı isyan, onları bizim üzerimize gönderin Rabbine karşı da teslimiyet...

Âkif iste ağlarken de budur, gülerken de. Dövüşürken de, kaynaşırken de. Âkif, o günün şartları altında başka türlü olma, başka türlü düşünmek, başka türlü yaşamak ideali peşindedir. Bu başkalık, bizi geçmişle kucaklatacak ve geleceğe daha uyumlu bir toplum mozaiği halinde götü-recektir. Kendi gölgesine sığınırken, ilahi aydınlığa hasret duyar. Reddi ve kabulü belli bir doğru çerçevesinde şekil-lenir. Riyayı, zulmü, geriliği reddeder. Sevgiyi, doğruluğu, ileriyi savunur. Batı’dan yakaladığı perspektifi hayatımıza bir şablon gibi giydirmez, onu ölçer, biçer, yontar şekillen-dirir, ayıklayıp temizler ve ondan bize göre bir elbise çıka-rır, bir şekil çıkarır ortaya!.. Ve Âkif işte bunlar için çırpı-nır, bunlar için ağlar. Onun ağıtında kadınsı bir çaresizlik yoktur. Gürül gürül bir kahraman tavrı! Coşkun bir lirizm, saygılı bir kader anlayışı vardır. Sonsuz güç karşısında ça-resiz ve suskundur. Beşeri gücün hainliğine ise mücadele ruhuyla dikilir. Beşeri olan ile ilahi olan kader çizgisinde yumuşak bir denge kurar ve sonunda varır şaşmaz ger-çeğin önünde iradesini teslim eder: “Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsâid lazım:

Artık ey yolcu burak... Ben yalnız ağlayayım!..”

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 84 18.4.2016 10:12:02

 K İ F ’ İ A Ğ L A T A N N E Y D İ ?

-· 85 ·-

Onu, bu yalnızlığa ve ağıda mahkûm eden acılar, ay-dınımızdaki çözülmeden kaynaklanmaktadır. “İşte sana, onların, kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtla-rı.” (Neml, 52,) mealindeki Ayeti tefsir ettiği şiirine: “Geçen-ler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından;” mısrasıyla baş-lar. Uzunca şiirini yukarıdaki ağıt beytiyle bitirir ve içine kapanır. Burada Vahdaniyet şuuru, kendisini hem çokluk-tan birliğe hem de teklikten çokluğa götürür. Önce, cemi-yet için “Vahdet” ister, sonra döner, “Bırak, ben yalnız ağla-yayım.” der...

Şiir milletlerin müşterek dilidir. Bu bakından, şairin ağdı da cemiyetin müşterek gözyaşı olmalıdır. Ki, Âkif ’in ağladığı o yıllarda ülkemizde gülen yoktu: Balkanlar’dan sökülmüş ve yollarında boğazlanmışız. Çanakkale’de “as-rın cinnet geçiren vahşilerinin en acımasız saldırılarıyla” hırpalanmışız. Aydınımız içte çözülmüş ve yine de ken-disini boğazlayanlara kucak açmış. Böyle bir ortanda Âkif ağıtında yalnız olabilir miydi?

Kendisine Kur’an’ı Kerim’in Türkçeye aktarılmasını teklif edenlerin daha sonra, bu tercümeyi Türkçe ibadet denemesinde kullanmaya kalkışmaları kuşkusu, yürüttüğü çalışmaları bırakmasına ve İslâm’ın reform kıskacına alın-ması tehlikesiyle kahrolmasına sebep olacaktı. O da yet-meyecek, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Milletvekili olarak alınmasına rağmen, İkinci Meclis’te dı-şarıda tutulması, hatta takibata maruz kalması;

”Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”

Âkif ’i çokları tanıyamadılar, dolayısıyla de anlayama-dılar. Ülkesi ve İnsanı için çırpınan bu derviş yüreği, on yıl gurbette kendi acılarıyla baş başa yaşadı. Parasızlığa

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 85 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 86 ·-

ve binbir sefalete rağmen, İstiklal Marşı için verilen ödü-lü iade eden bu insanın, Kur’an Tercümesi için, o ödülün tam 12 katı parayı da dinin izmihlaline sebep olurum dü-şüncesiyle kabul etmeyişindeki dikkatini de çözemediler ve ölümünde cenazesine dahi sahip çıkmak istemediler. O, göklerin üzerimize serpiştirdiği rahmet bulutları gibi bu ülkenin manevi atmosferine kendi nefesini üfleyen bir dava ve heyecan adamıydı.

Âkif, bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman yaşadı-ğı geçmişi ile neredeyse ayak seslerinden tanıdığı geleceği için ağlamaktan başka ne yapabilirdi?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 86 18.4.2016 10:12:02

SAFAHAT: DİDAKTİK, MANZUM

BİR ROMAN

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 87 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 88 ·-

Safahat, çağın bunalımlarına isyan eden bir ruhun manzum tiradıdır. Bülbül olur, bir kafesi sığmayan gönlü, harim-i ismetimize kadar sokulan düşmanın çılgınlıkları karşısında sızlanır. Dua olur, Rabbine açılan iki el, sunu-lan bir yürek, mükedder ve dalgın seyreden iki gözde dil-lenir. Marş olur, ezelden beri hür yaşamış bir millete zincir vurulamayacağını haykırır. Destan olur, ‘Bedrin Aslanla-rı’na denk bir kahramanlığın macerasını dillendirir. Leyla olur, sevgiliyi Anadolu’nun serabında arar, onu getirip yü-reğimize gömer. Secde olur, vatanı baştanbaşa bir mescit gibi mukaddes yapar. Aksiyon olur, durmadan koşar, dur-madan düşünür, durmadan üretir. Ümit olur, aşk olur, hü-zün olur, mutluluk olur. Sesten renge, renkten ışığa koşan bir heyecan sağanağı haline gelir. Kürsüden cepheye, kah-veden, okula kadar her alanda, İman mücadelesinde dilim dilim, tutam tutam ışık verir duygularınıza. Necid çölleri-ne gider. Çölün serabında vatan hasretinin rüyasına uza-nır. Gönlünde gurbet duyguları kaynar. Berlin’e koşar, Batı’nın pragmatik teşkilatçılığından, Sarkın şaşkın kader-ciliğine kadar sosyal psikolojiyi bütün teferruatına inecek kadar tahlil eder.

Safahat, Âkif ’in ıstırabını lirizmin plastik ve fonetik hatlarıyla karşımıza getiren “İslâmi Türk Edebiyatı”nın şa-heseridir. Türk fonetiğini şiirde karşımıza getiren ilk eser olması yanında, sade lisanın aruz ölçüleri içerisinde nasıl bir uyum ve kaynaşma göstereceğini nasıl bir ifade gücü yakalayacağını da gösterir bize. Bu kitapta, mukaddesatı-mızın, hayatımıza şekil verici arzusunu şiirleşmiş olarak buluruz... Safahat, ezel’le ebed’in kesiştiği noktada hayata karamsarlıkla bakmaz. Geçmişin haldeki varlığını anlatır. Geleceğin bütün objelerini gösterir. Modern insanın bu-nalımlarına ışık tutar. Ondaki insanlık ideali, ifadesini “Eş-ref-i Mahlukat”da bulan bir ölçüyle gelir karşımıza. Farklı medeniyetlerin, farklı kültürlerin, farklı sosyal vakıaların

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 88 18.4.2016 10:12:02

S A FA H A T : D İ DA K T İ K , M A N Z U M B İ R R O M A N

-· 89 ·-

meydana getirdiği zaruretleri bilir. İnsanın kendi muhi-ti ile kenetlenmesi halinde bütün insanlığı kucaklayacak çapa ulaşabileceğini anlatır. İnsanı vasıtasız tatmin eden, din ahlâk ve sanat gibi değerlerin korunması için işaret taşlarını sıralar. Tek çizgili tekâmüle karşıdır. İlmin deney-ciliği ile dinin emrediciliği kucaklayıcı bir sentez ile insan-lığın kurtuluşuna reçete getirir. Buhranların emzirdiği ça-ğımızın insanına umudu, yeisin üzerinden aşırarak telkin eder. Safahat’ta şiirle düşünmeyi öğrendik. Metafizik acı-lar, mistik heyecanla ilk defa bu kitapta ulaştırıldı bize. Onun ufku, insanlığımızı, temiz, aydınlık ve çarpıcı yön-leriyle kucaklar. Trajik hikâyeleri didaktik üslupla dile ge-tiren şarklı ruhu, bize gösterdiği mefkûrede arınmış insan tipini ortaya koyar. Ümitlerini bu tipin karakterinde verir-ken, imajlarla süslü orijinalliğini de unutmaz...

Hayatın dur ve durak tanımayan ayrıntıları içerisinde, kendi dünyasına çıkış kapısı arayan Büyük Şair, çok fark-lı üç dünyayı bir ömre sığdırmıştır. Bunların ilki, gençliği-nin geçtiği, Batı’nın ağır tahakkümüyle bunalan Osmanlı İmparatorluğu, ikincisi savaşı alın yazımız haline getiren Millî Mücadele, üçüncüsü ise kazanılmış savaşın arkasın-dan gelen Cumhuriyet dönemi...

Âkif, ilkinde suskun ve kadere rıza içindedir. Kendi iç örgüsünü tamamlamakla meşguldür. Çevresindeki aç-mazlar üzerinde durur. Sosyal acıları işler. Yoksulluğun ve çaresizliğin üzerine gider. Hep tahlil etme, teşhir etme gayreti vardır. İkincide, işgale uğramış ve kanını akıtan in-sanın trajik bunalımlarını kendi acılarıyla bütünleştirerek haykırır. Emperyalistlerin acımasızca saldırışını, emperya-lizmin kanlı dişlerini gösterir. Cephelere ve cami kürsüle-rine koşar. İşgali, ruhundan beslenen, tarihinden ve ima-nından aldığı direnme gücüyle yener.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 89 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 90 ·-

Osmanlıyla hayatı tanır, Kurtuluş savaşıyla var olma mücadelesine girer, Cumhuriyetle de geçmişle geleceğin kolektif şuurunu bir mayada tutmayı arzu eder.

Safahat, bu bakımdan manzum bir sosyal psikoloji tari-hidir. Satırları arasında, yalnızca, bir şairin kendi kalbi at-maz. Milletimizin bu üç dönemde farklı yapılar kazanan, umutları, acıları, heyecanları vardır. Kolektif şuurun se-sidir Âkif. Dünyamızın pratik faydalarla bizi tatmin eden ucuz tarafı, bu eserde hedef olarak alınmamıştır. Onun ye-rine, orada, milletle birlikte, bir büyük arayışın, çok sahne-li ve zengin ifadeli büyük “Yalnız”ın hasretini yaşarız.

İşte, bunun için de Safahat, bizim son asrımızın man-zum ve didaktik romanıdır. Değişen sahnelerinde, hayatın bütün teferruatını, İslâm’a ayarlamış bir objektifin hassa-siyeti ile yakalanır ve yorumlanır. Sonuçta ise kötüden iyi-ye kaçış çilesi!

TÜRK MİLLETİ’NİN MİSTİK YORUMU

Safahat’ı bir kaç defa okudum. Her okuyuşumda yeni bir tat, yeni bir dünya bulurum çıkar. Bu “Şarkın öksüz ev-ladı”nı anlamak, onun metafizik çilesini yaşamak için mut-laka her yıl bir defa Safahat okunmalıdır. Çünkü Safahatta hâlâ üstadın dile getirdiği problemlerimiz tazeliğini koru-yarak sürmektedir. Hatta dün “Garbın harîmi ismetinize açtığı yarayı” bugün neslimiz derinleştirerek yenilemekte-dir. Kendini tanımadan, Batı’ya kapıkulu olma yarışına gi-ren bir kısım aydınımız, dün belki sadece hayrandı. Bugün ise şartsız kayıtsız teslim haline düştü. Hiçbir millî kayda bağlı kalmaksızın, dünya kardeşliği gibi bir ideolojik hü-manizmanın duvarlarına hapsettik irademizi. Onun için Âkif ’e dünden daha çok bugün muhtacız. O’nu yaşamak için, onu anlamak gerekiyor. Çaresizliğe isyan şuuru içeri-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 90 18.4.2016 10:12:02

S A FA H A T : D İ DA K T İ K , M A N Z U M B İ R R O M A N

-· 91 ·-

sinde çırpınarak direnen “Âlem-i İslâm’ı” kurtarmak iste-yen bu mesuliyet idealinin temsilcisi büyük Şair, “Asım”ın-da kendi iç uzletine çekilirken, bize de adeta yalvarmakta: İmanına, yurduna, insanına sahip çık. “Sahipsiz kalan va-tanın batmasını” önlemek için “Ona sahip ol” demektedir.

Birçok şiirinde bize öğüt veren, yol gösteren Meh-met Âkif, çağdaş insan ve çağdaş Müslüman olmayı, “Kur’an’dan ilham alıp, asrın idrâkine İslâm’ı” söylemekte görür ve kaybolan mânevi iklimimiz için çareyi “Medeni-yet denilen maskara mahluk” ile “Asrın maskeli vicdanına” tükürmekte bulur. Yalnız ağlayabilmek için “Birliğe müsa-it bir yâr” seçer ve kendi acılarını birer birer yüreğimize il-mikler!

Safahat bu bakından bir cağın ve bir milletin mistik yo-rumudur. Orada iman adına çıkılan yolun ızdırapları, ça-resizlikleri, yorgunlukları dilde getirilir. Asrın, “Eski dünya, yenidünya, bütün akvamı beşer”ini sert bir mermer moza-ik üzerinde ince tahlillere tabi tutar. İnsanı yorumlar, mil-letleri yorumlar, savaşın mantığını yorumlar, Kan’ı güle, gülleyi gönüle çevirmek ister. Kâh bir köy öğretmeninin züppeliğini, kâh kürsüde bir vaizin tutarsızlığını, kâh küfe altında ezilen bir hasta çocuğun trajik çırpınışlarını anlatır. Kahvelere gider, zamanın hoyrat ellerine ömrünü teslim etmiş nikotin kokulu suratları teşhir eder. Hayat, onun ka-leminde usta bir ressamın fırça darbeleri altında yeni, yeni boyutlar kazanmazdan önce, fırçanın altında tahlil edilir, karakter ölçüleri tayın edildikten sonda resmedilir. Gön-lündeki dünyasına önündeki dünyasını feda eden bu mus-tarip Adam, kendinin değil, bütünüyle insanının, insanlı-ğın kurtuluşu peşindedir. İmanı bu noktada besleyici ve itici güç olarak görür:

“Allah’a dayan, sâ’ye sarıl, hikmete râm ol, Yol varsa budur, biliyorum başka çıkar yol” der.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 91 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 92 ·-

Bu mutlak ideal için yorulmanın, tedirginliğin, kuşku-nun tuzağına düşmez: “Yaşayanların, azimle, ümitle ya-şadıklarına” dikkati çeker. Hayata koşanlar ile hayattan kaçanların tedirginliklerini affetmez, ya da onun halledil-mesini ister. Yeni umutlar enjekte ederek kendisini inandı-ğı dünyasının dinamik unsurlarıyla yeniler.

Âkif, yeisle umudu, aynı ruhun enginliği içerisinde ba-rıştırmış, onlardan zaman zaman yeni tertipler çıkarmış bir büyük ustadır: Dahilerin geçmişe bakan ve karanlığı gören gözleri ile geleceğe bakıp aydınlığı kucaklayan göz-leri aynı duygu odağında bize farklı atmosferlerin tadını verir. İşte Âkif bunu yakalayıp estetik değerler içerisinde yorumlamasını bilen bir dehadır: “Ezilir rûh-u semâ, par-çalanır kalbi zemin”der. İlave eder; “Acıklı ruhuma mağrip hazîn hazîn döktü.” Arkasından kendi kişiliğinin motifini getirir: “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!..” Yeis kötü şeydir! İslâm bile yeis halindeki imanı kabul etmez. Âkif ’i bu acıklı manzaraya sevk eden yaşadığımız çağın bu-nalımlarıdır. Ama o gönlünü hep böyle imkânsızlıkların kalın korsesine vermiştir:

“Geçti mi mazi denen o melâl, Haydi fethet, senindir istikbâl.”

Diyerek de yüreğine bir kır çeşmesinin soğuk sularını serper:

“Bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken daha dün, Şu sokaklarda bu gün dalgalanan ruhu görün.”

İşte onu hayata bağlayan da bu felsefedir.

Safahat’ı dolduran tiratlarla kendi gününe olduğu gibi, günümüze de mekanik bir objektifin tarafsızlığıyla gelir. Kendi perspektifinin temelini tek kelimeyle “İslâm”a ayar-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 92 18.4.2016 10:12:02

S A FA H A T : D İ DA K T İ K , M A N Z U M B İ R R O M A N

-· 93 ·-

lamıştır. Odak budur. Bütün şekiller bu huzmeden süzü-lüp yerini alacaktır. Zıt renkleri duyguların da perçinlen-miş olarak bulsak bile, onlar vücutta farklı görevler gören organlar gibi bir bütünün parçalarıdır. “Zıddıyla kaim olan eşya”nın asli tabisinin esnekliğiyle meselelerimizi yakalar. İsyanından, davetine, yeis’inden umuduna kadar her sıcak duygu ikliminde bunlar vardır. Safahat bu noktada kay-naklarını, merhametin dini olan İslâm’dan alır. Üslubunu kavrayan heyecan, bin yıllık tarihimizin haşmeti, yaşadığı-mız günlerin trajedisi, geleceğimizin bize vereceği sorum-luluklar, Bunların üçü de birbirinden farklı yorumlara zor-layan unsurlardır. Âkif işte burada usta bir terkipçi olarak zıtları kaynaştırır. Sızlanışının imbiklerinden geleceğin ay-dınlık dünyasını sunmaya çalışır: Acıyla, kahırla, heyecan-la harmanlanan dünyasının ufuklarını bize açar. O ufkun coğrafyasında yeni bir millet oluşmasını isterken tecrübe-yi hayatın kayıt altında tutabilmesi için çok değeli bir mal-zeme olarak görür. Millet olarak geçmişimizden tevarüs eden olayların tahlilini dikkatli bir şekilde yapar:

“Tesellîden nasibin yok, hazan ağlar baharımda; Bugün bir hânümânsız serseriyim öz diyârımda. Ne hicrândır ki, en şevketli bir mazi serâb olsun; O kudretler, o sadvetler harâb olsun, turâb olsun Çökük bir kubbe kalsın mâbedinden Yıldırım Han’ın, Şenaatlerle çiğnensin kabri Orhan’ın.”

Hemen arkasından da teselli mührünü vurur, tıpkı yu-karıda benzerlerini verdiğimiz gibi:

“Mâdem ki Hakk’ın bize vâdettiği haktır, Şarkın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.”

Biz bu fecri görmeden Rabbine kavuşan bu büyük Şa-irin rüyasını, onun dünyasının temsilcilerinin göreceği-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 93 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 94 ·-

ne inanıyoruz. Çünkü artık milletler uyanmışlardır. Artık, Şarkın mahzun kaderi değişmeye başlamış ve müstevlile-ri sahiplendikleri vasiliklerinden kovmaya başlamışlardır. Onun eserlerine serptiği insan ruhunun tohumları, yara-tılışının ilahi sırrını tecelli ettirmek için kaynağını Safa-hat’ın felsefesinden alan bir heyecana talip olmaya da baş-lamıştır.

“Asımın Nesli” şimdi, hayatı yeniden tanımak ve yo-rumlamak için Âkif ’imizi bir mürşit gibi kucaklamak du-rumundadır. Ona yönelişin temel esprisi bu olmalıdır.

Çağımızın getirdiği bir yığın meseleye bu kitap çok olumlu çözümler göstermektedir. Kendimizi tanıma ve tanıdığımız şahsiyetimizi davranışımızla bütünleştirme-de aradığımız kurtarıcı reçete bu kitapta sadece bizim de-ğil, gelecek nesillerin de hazır malzemesi olarak raflarımız-da bulunacaktır. Hasretini duyduğu idealinin gurbetinde bize hiç olmazsa bu eserle hikmet kapılarını aralayan bü-yük Şair, böyle bir hizmetin yapıldığını görürse huzura eriş olacaktır.

12 BİN MISRALIK DRAMATİK MONOGRAFİ

Evet, safahat şu ara başlıkta özetlenen bir kitaptır. 672 sayfalık kitabın 600 sayfası baştanbaşa imanın, isya-nın, arzu’nun dramatik monografisi olarak gelir karşımıza. Şair genellikle vaazcıdır, öğüt verir, öğretir ama çoğu kere de güzel şiirler söyler. Bülbül, Çanakkale Şehitleri, İstiklâl Marşı, “Safahat”taki “hüsrân”ını “sessiz ağıt”ını bize şerha şerha sunan birer edebi şaheserlerdir. Bu üç şiirin teme-linde de yıkılan bir devletin acıları, gözyaşlarıyla döktüğü günlerde sızlanan hangi yürek bundan daha iyisini yaza-bilirdi? Âkif ’i böyle bir isyan şuuruna götüren ve coştu-ran duygu, bin yıllık İslâm Medeniyeti’nin yıkılarak yine

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 94 18.4.2016 10:12:02

S A FA H A T : D İ DA K T İ K , M A N Z U M B İ R R O M A N

-· 95 ·-

şabloncu bir teslimiyet anlayışının gelmekte olduğudur. 12 bin mısranın dokusunda, harf harf, kelime kelime, sa-tır satır bunları buluruz. Bunun için de Âkif bir vatan, bir millet şairi olduğu kadar, bir iman bir İslâm şairidir de. İs-lâm’ı emperyalizmin boğmak istediği o çatışmaların yoğun olduğu devrede karşısına dikilen “Bedrin Aslanları”nın temsilcisidir. Ve onun için de İman onda ilk zarurettir!... Ruhun bütün yolları, duygunun bütün yolları, gerçeğin bütün yolları ondan doğar yine ona ulaşır. Ona varmayan yol bidattir ve tehlikelidir. İnsan, mekanik bir yaratık ol-madığı, etiyle, kemiğiyle bütünleşen ruhunun ihtiyaçlarını kendi deruni gerçeğiyle kavrayabildiği sürece hayat, haysi-yetinin mihengine vurulmuş ve fazilet kendi fonunu bul-muştur. İşte o zaman da;

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ve vicdandır. Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” “Allah’a dayan, sâ’ya sarıl, hikmete râm ol, Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!..”

Âkif, “bu yol”a gönül verdi, baş koydu, aramızdan ayrı-lırken verdiği 63 yıllık mücadelesinin bütün sebep ve so-nuçlarını bir zaruret hatta bir vebal gibi üzerimize devre-dip gitti. Onun talip olduğu hizmete soyunanlar için “bu yol” geçmişten geleceğe uzanan kader çizgisi içerisinde kendi fedakârlarını bekliyor.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 95 18.4.2016 10:12:02

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 96 18.4.2016 10:12:02

AKİF NEDEN MISIR’A GİTTİ?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 97 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 98 ·-

“Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”

İstiklal Marşı’nda böyle diyen bir insan, ömrünün en verimli döneminde, ülkeye en çok lazım olacağı bir za-manda ne diye kalkar Mısır’a gider?

Evvela hayatındaki bazı dönüm noktalarına bakalım:

1893’te Ziraat ve Baytar Mektebi’ni bitirdi.

1893-1913 yılları arasında Orman ve Ziraat memurlu-ğunda çalıştı.

1908’de Darü’l-funün da edebiyat hocası oldu ve aynı yıl, Eşref Edip ve Ebul Ula Mardin ile birlikte neşrettikleri Sırat-ı Mustakim’in başyazarlığına başladı.

1913’ten resmi görevini bırakarak, kürsülerde vaaza baş-ladı ve halkı vatanın kurtarılması için mücadeleye çağırdı.

1914’te, İslâm Birliğini sağlayabilmek amacıyla Teşki-lat-ı Mahsusa’ya girdi.

1918’de, İslâm ülkelerinin dini meselelerine çözüm ara-yabilmek için Ahmet Cevdet Paşa, Mustafa Sabri ve Said Nursi’nin öncülük ettiği “Darü’l Hikmetü’l İslâmiye” Cemi-yetine girdi ve bu cemiyetin Başkatipi oldu. 1920’de bura-daki görevinden uzaklaştırıldı.

1920’de Milli Mücadele’ye katıldı.

1920-23 yılları arasında 1. TBMM. Burdur Mebusu olarak bulundu.

1921’de İstiklal Marşı’nı yazdı.

1923’te İstanbul’a oradan Mısır’a gitti.

1936’da İstanbul’a döndü.

27 Aralık 1936’da da vefat etti.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 98 18.4.2016 10:12:02

A K İ F N E D E N M I S I R ’ A G İ T T İ ?

-· 99 ·-

Bu tarihler içerisinde, onun daha milli mücadele başla-madan resmî görevini bırakıp Anadolu’da şehir şehir geze-rek halkı ülkenin kurtarılması için mücadele çağırması çok önemli bir dikkat noktasıdır. Onun camilerdeki konuşma-larında; “iyi Müslüman nasıl olunurdan” ziyade, “Vatan nasıl kurtarılır”ı ön plana alışının bir önemi ve özelliği var-dır. Bunu yaptığı yıllarda 40 yaşlarındadır. Resmi görevi bıraktığı için düzenli bir geliri ve geçim kaynağı da yoktur. Buna rağmen, kendisini ülkenin kurtuluşuna adamıştır. Onun bu yıllarda, yani resmi görevinden ayrıldıktan bir yıl sonra “Teşkilat-ı Mahsusa”ya girişinin altında da bu hassa-siyeti vardır. Hemen o yıl, Mısır’a ve Medine’ye iki ayrı se-yahat yapıp buradaki Müslümanların durumunu yakından görmesi, kaygılarını daha çok arttırmıştır. Sanırız bu kay-gılarından dolayı 1918’de bir kurtuluş ümidi olur düşünce-siyle “Darü’l Hikmeti’l İslâmiye Cemiyeti”ne girecektir. Bu cemiyet vasıtasıyla Müslüman ülkelerden “İslâm Birliği” için destek arayışları yapılacaktır. Ne var ki, onun bu ce-miyetin üyesi olmasına rağmen, Milli Mücadele’ye destek vermesi yüzünden buradaki görevinden İstanbul hükü-meti tarafından gerekçe gösterilmeksizin uzaklaştırılmış-tır. Aynı yıl Burdur Milletvekili olarak ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçilir. 1921’de İstiklal Marşı’nı yazar. İlk mecliste muhalefet grubunun içinde yer alır. İkinci Mec-lis’te kendisine görev verilmez.

Âkif, devlet görevini bıraktığında emekliliğini hak et-memişti. Meclisten sonra da kendisine emekli maaşı veril-mez. Böylece maddi güçlükle karşı karşıya kalır. Bu sırada, Abbas Halim Paşa, onu Mısır’a davet eder. İki yıl yazları İstanbul’da kışları Mısır’da geçirdi. 1925’ten sonra tama-men Mısır’a kaldı. 1936’da hastalanıp durumu ağırlaşınca İstanbul’a döndü ve burada vefat etti.

Bugün en çok tartışılan konulardan birisi Âkif ’in Mı-sır’a gidişi meselesidir. Âkif ’e tepkili olanlar, bu işin altın-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 99 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 100 ·-

da “Şapka Meselesi”nin olduğunu yazarlar. Hatta ne derece doğru olduğu bilinmeyen Atatürk’e ait bir kanaati de nak-lederler. Güya, Âkif Mısır’a gitmek isteyince, Hakkı Tarık Us, kanalıyla bu kararının Atatürk’e iletilmesini ister ve ondan gidiş için onay talep eder, Hakkı Tarık Us meseleyi Atatürk’e açınca, Atatürk’ün, “Hımmm… der. Bunun altın-da şapka meselesi var! Gitsin ama dikkat etsin”, ifadesini kullanır.(Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet Gazetesi, 19 Ekim 1985; )

Âkif Mısır’a 1923’te gitti. Şapka Devrimi ise, Âkif ’in Mısır’a gidişinden iki yılı aşkın bir süre sonra 1925’in 25 Kasım’ında gerçekleştirildi.

Daha ortada şapka kanunu diye bir mesele yokken Âkif ’i böyle bir anlayışa hapsetmek doğru mudur?

Aslında, onun bu gidiş için söylediği gerekçe, yaşadıkla-rıyla örtüştüğü için daha çok inandırıcıdır. Ne diyor Âkif: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihânet etmiş adamlar gibi muamele görme-ye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyo-rum.” (İsmail Hakkı Şengüler, Mehmet Âkif Külliyatı, C. 10. S. 359)

Şimdi yukarıdaki şiire tekrar dönelim:

“Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”

Yani Âkif; “Canımı, canım kadar sevdiklerimi, hatta bü-tün varımı, zenginliğimi alsın da Huda (Allah) beni tek va-tanımdan ayrı düşürmesin”, diyecek. Üstelik bunu bir milli ideal gibi İstiklal Marşı’nın mısraları arasına yerleştirecek, sonra, bir şapka meselesinden dolayı yurdunu yuvasını terk edecek!..Öyle bir şey olsaydı, devrimlerine karşı tavır alanlara karşı hoşgörüsü olmayan Atatürk, ona üstelik Mı-sır’a gittiği yıl, Kur’an Tercümesi görevini verir miydi?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 100 18.4.2016 10:12:02

A K İ F N E D E N M I S I R ’ A G İ T T İ ?

-· 101 ·-

Âkif vatanseverdi, ama onuruna da düşkün bir insan-dı. “İstiklal Marşı” gibi bir şiiri yazan adam, Milletvekilli-ğinden uzaklaştırılırsa, o da yetmez arkasına bir de polis düşerse, ne yapabilirdi? Bu meseleye günümüzün şartla-rı içerisinde bakanları yanılgıya sürükleyen, dar bir man-tık içerisinde meseleyi değerlendirmelerinden doğacaktır. Hiçbir insan, onurundan fedakârlık yapamaz, yapmamalı-dır. Âkif de yapmamıştır, yapmayacaktır elbette. Varlığını devletinin geleceği için, yücelmesi için adamış bir insanın peşine hangi kaygıyla polis takarsınız? Âkif, vatanı satmak için birileriyle pazarlık halinde miydi? Çocuklarına vere-mediği sevgiyi vatanına kullanan insana yapılan böyle bir muamele hoş görülecek şey miydi?

Üstüne üstlük, emekli maaşı da ödenmeyip açlığa, yok-luğa, yoksulluğu mahkûm edilirse, şiirindeki o kuşatıcı teslimiyet ve bağlılığa rağmen, kendisini gurbete atacaktır. Ancak bu gidiş, Nazım Hikmet’in gidişi gibi ebediyen ül-keyi terk değildir elbette. Nitekim gittiği ilk senelerde iki yıl boyunca yazları gelip İstanbul’da kalmış, daha sonra da, hastalanınca yurduna dönmüş ve burada ölerek vatanın-dan ayrı düşmemenin huzuru içinde burada toprağa veril-miştir…

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 101 18.4.2016 10:12:02

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 102 18.4.2016 10:12:02

KUR’AN TERCÜMESİ MESELESİ

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 103 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 104 ·-

Mehmet Âkif ’e, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldı-ğı bir kararla Kur’an’ın Türkçe mealini yazma görevi verilir. Genç Cumhuriyet, geçmişte ihmal edilen bir hususu dü-zeltmek istemektedir. Bunun için de, Türkçe “Meal” işini Âkif ’e, “Tefsir” işini de Elmalılı Hamdi Yazır’a sipariş eder-ler. Bu iş için 12 bin lira telif parası ayrılır. Taraflarla söz-leşme yapılır biner lira da avans verilir.

Böyle bir projenin arka planında ne vardı o günlerde bunu doğrudan kestirmek zordu. Ancak arif insan, gele-ceğin kokusunu alan insandır. Âkif, o yıllarda sürdürülen dinin karşıtı hareketleri yakından takip ettiği için kaygıy-la meseleye yaklaşacaktır. Onun hassasiyeti buradan ileri gelmektedir.

Aslında, bu niyeti kötüye kullanabilecek bir gizli tehdit ortaya çıkmasaydı, bu çok önemli bir gelişmeydi. O yıllar-da böyle bir kararın uzantısı olarak çevrilen Sahihi Buhari ve Müslim tercümeleri bir asra yaklaşan bir süredir önem-li bir kaynaklık görevini sürdürmektedir. Yine aynı kararla çevrilen Kur’an tefsiri için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ham-di Yazır da çalışmasını hazırlayıp tamamlayarak bugün bile Türkiye’de yapılmış en güzel Kur’an tefsiri imtiyazıyla de-ğerini koruyup bir eseri kültürümüze kazandırmıştır.

Ancak Kur’an Meali için durum çok farklıdır. Âkif, İs-tiklal Marşı’nın yazılışında olduğu gibi, zor ikna edilse de Ekim 1925’te sözleşmeyi imzalar. Bu işe de hemen baş-lar. Hatta tercüme ettiği bazı metinleri de Mısır’dan Ham-di Yazır’a gönderir. Ortada bir problem gözükmemektedir. Ancak, Âkif ’in üstlendiği tercüme için böyle bir rahatlığın olmayacağı daha sonra yaşanan olaylarla ortaya çıkacaktır:

1924 Anayasası’na “Devletin dini Hıristiyanlıktır yaza-lım”, diye teklif verenler, bunda başarılı olamazlar. Bu defa aynı odaklar; “Madem İslâm’ı Türk toprağından atamadık, bari onu kendimize benzetelim”, dercesine bu defa Türk-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 104 18.4.2016 10:12:02

K U R ’ A N T E R C Ü M E S İ M E S E L E S İ

-· 105 ·-

çe Kur’an namaz kıldırma uygulamaları düzenlerler. Bu, öyle bir boyuta varır ki, İstanbul’da Türkçe Kur’an ile na-maz kılınma denemesi bile yapılır. Âkif ’in tedirginliği bu-rada ortaya çıkar: “Ya bu heveskârlığa benim tercümem alet edilirse?”

İşte ondaki korkuyu besleyen bu ihtimaldir…

Bunun içindir ki, yazdığı metinleri yaktırdı ve devamı-nı tercüme etmedi. Bu meselenin o yıllarda iki taraf için de çok önemli yönleri vardı. Tercümenin yapılmasını isteyen-ler, eğer bunu başarsalardı, hayallerindeki “Türkçe Namaz” için bir referans kaynağı bulmuş olacaklar ve “Bu metinleri sizin sevdiğiniz ve en az sizler kadar inancı konusunda dik-katli olan Mehmet Âkif hazırladı”, diyebileceklerdi. Bu bir anlamda Âkif ’in bu işe onay verdiği anlamına gelecekti. Âkif, ihtimal de olsa, böyle bir tuzaktan korktuğu için ken-disinin alet edilmesini istemiyordu ve bunun için bu işten vazgeçmişti. Bu vazgeçiş sebebini de bir dostuna şöyle an-latmıştır:

“Tarifsiz ve izahsız tercümeyi eline geçirenlerden bazı mızrak kafalı cüretkârlar türeyecek, “Kur’an’ın manasını -Arapça bilmediğimiz için- anlayamıyorduk amma işte ter-cümesi meydanda. Bizim de akıl ve idrakimiz. Bizim de ye-ter derecede mukayese ve siyasete vakıf yeteneğimiz var”, di-yerek pis ayakkabılarıyla mindere, minbere çıkacaklar ve oradan vaaz edecekler, hutbeler (nutuklar) okumaya yelte-necekler, İslâm’daki hakiki mana ve maksadı kavramadan irşat yerine ifsada kalkışacaklar. Öylelerinin önüne ne ile ve nasıl geçilir?” (Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şairi, Gelenek Yayınları,

İstanbul 2000, s. 117)

Bugünkü ortamda böyle bir şey olsaydı, merhum Âkif ’in elbette böyle bir tedirginliğinden söz edilmeyecek-ti. Camilere masa-sandalye, müzik aletleri konması tartış-malarının yapıldığı bir ortamda bunun böyle düşünülme-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 105 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 106 ·-

sinden başka bir çare yoktu. Nitekim dönemin aydınları ve bürokratları, ‘Türkçe İbadet’ uygulamasına kalkışmışlar ve bunu da provalarını camilerde yapabilmişlerdir. Ömrünü İslam’ın doğru anlaşılmasına ve doğru yaşanmasına vak-fetmiş bir insanın izahı zor sebeplere dayanarak bu tercü-meden vazgeçmesi elbette düşünülmeyecektir. Âkif, ya-şadığı dönemin fikir hareketlerini çok iyi takip eden bir aydındı. Rejimi şekillendirmeye kalkan devlet bürokrasi-sinde dini hassasiyet yoktu. Bunu yaşadığı dönemde sa-yısız örnekleriyle görmüş ve bu tür gidişin ülkeyi sürük-leyeceği badirenin acısını yüreğinde hissetmişti. Değilse, ömrünü İslâm’ın anlaşılmasına adamış bir Müslüman ay-dının davranışının izahı başka türlü olamazdı.

Bizim kanaatimiz odur ki, merhum üstat, bu davranı-şıyla böyle bir ihtimalin toplumda yönlendirme aracı ol-masının önüne geçmiştir.

Cumhuriyeti yeni bir sistem olarak şekillendirmek is-teyenlerin, Fransız kültürüyle yetişmiş aydınların, Fran-sa’daki Jakoben laiklik anlayışını siyasi bir dayatma olarak gündeme getirdiği günlerde, bu elitlerin eline, kendi ismi-ni kredi olarak vermemesi doğru bir davranıştı. Toplum ona inanıyor ve onun referansını kabulleniyordu. Böy-le bir uygulamada öne çıkması halinde, gelecek nesillerin katledilen ruhunun bedelini ödeyecek gücü elbette yoktu. Kendisine yapılan baskılar ve sürdürülen ısrarlara rağmen, büyük emek verdiği ve hatta ilk müsveddelerini arkadaşı Eşref Edip’e teslim ettiği bu Tercümeyi ortadan kaldırmak-la böylesi vahim bir hatanın sorumluluğundan kurtulmuş oldu.

“Arapça kökenli olduğu için hiçbir yazımda (ve) kelime-sini kullanmadım”, diyen bir adamın (Nurullah Ataç) dev-letin kültür danışmanlığını yaptığı bir dönemde, merhu-mun hassasiyetini anlamak gerekir.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 106 18.4.2016 10:12:02

K U R ’ A N T E R C Ü M E S İ M E S E L E S İ

-· 107 ·-

Âkif ’in Arap diline, gramer ve ıstılahlarına hakimiyeti-nin sağladığı zenginliği bu tercümede mutlak surette sağ-lıklı bir metin olarak görecek ve bundan da millet olarak faydalanabilecektik.

Ancak, keşke dönemin siyasi otoritesi, diğer dinî eser-ler için söz konusu olmayacak böyle vahim durumun orta-ya çıkmayacağına güvence verseydi de, bu eser dinî hayatı-mıza ve kültürümüze kazandırılsaydı…

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 107 18.4.2016 10:12:02

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 108 18.4.2016 10:12:02

ÂKİF VE ÇAĞDAŞLARI

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 109 18.4.2016 10:12:02

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 110 ·-

Yaşanmışı yeniden denemenin gereksizliğini savunan, ancak kabahati sistemi yozlaştıranlarda değil de, sistemde görenler, girdikleri Batı kültür kuşağı içerisinde, çok farklı bir mozaik koydular ortaya.

Mehmet Âkif, Batı medeniyetine açık, ancak, ken-di sosyal ve millî kimliğimize bağlı kalmayı savunurken, hep ileriye bakmıştır. O, geleceği kucaklamak için geçmi-şin temelinizdeki hamurundan faydalanılması gereğine inanıyordu. Kendisinden bir nesil öndeki Namık Kemal’in Osmanlıcılık fikrine ilgi duyan, ama onu aynen değil, ye-nileyerek uygulamak isteyen bir tavır getirdi ortaya. Çağ-daşlarıyla da bu noktada ters düştü. Belki, onu tamamla-yan tek kişi Yahya Kemal’di. ufkunu geçmişimize açmıştı. Paris sokaklarında aradığı modern Türkiye, Jön Türklerin Padişaha karşı olmayı Türk milletine karşı olma şeklinde anlayıp uygulamaya kalkmaları üzerine, onlardan koptu. Devlet’i kurtarmanın yolu olarak tarihe, mazimizdeki ih-tişama sahip çıkma zaruretini duydu. Bunu yaparken, hiç bir zaman arkeolojik mezbeleliklerle meşgul olmadı. Soylu bir geçmişin, geleceğe çok şeyler vereceğini söyledi. Bunu savunurken, edebiyatın kendi estetik normunu koruma-da ısrarlı oldu. Şiirlerine ustalıklı bir iç yapı ve ahenk ka-zandırdı. “Bir milliyetçi, tarihe değil, milliyetinin tarihine meftundur”, derken, ortaya da bir üslup koyuyordu. Yah-ya Kemal’in; “Selim Türklüğün timsalidir”, sözü onun edebi potasında öyle bir depresyon yapar ki, “Selimnâme”yi ya-zarken, hep bu ruhla hareket eder ve Selim’in babası Fa-tih’i de İstanbul’un burçlarından birisine oturtur. Onun gözü hep arkada kalmıştır. Arkadaki geçmişin hâlâ dina-mik yapısına özlemi vardır. Hasret duygusunu dile getirir-ken;

“Devr-i fütûhu Sur-ı Sirâfil müjdeler Hak’dan nizâm-ı âlemi te’mine er gelir.” der.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 110 18.4.2016 10:12:03

 K İ F V E Ç A Ğ DA Ş L A R I

-· 111 ·-

Ona göre, İsrafil’in suruyla fetih devirleri müjdelenecek ve Hak’tan nizâmı âlem için yeniden güçlü erler gelecek. Bunu isterken belki Âkif kadar çok net, çok açık ve heye-canlı bir eda ile millî şuurun odağında İslâm’ı göstermiyor-du, ama onu da inkâr noktasında değildi. Birçok şiirinde iman âdeta anıtlaşmaktadır. “Süleymaniye’de Bayram Sa-bahı” bu alan da tek şiirse, onu da işte o ruhun imanla bes-lenen heyecanına borçludur. Buna rağmen, Yahya Kemal; Âkif ’in,

“Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli, Ebedî yurdumun benim inlemeli.”

Temennisine, “Ezan-ı Muhammedi” şiirinde;

“Sultan Selim-i Evvel’i râm etmeyip ecel Fethetmeliydi âlemi şan-ı Muhammedi.”

İfadesi ile katılacaktır. Bütün bunlara rağmen, ikisi-ni aynı potada tutmak mümkün mü? Elbette değil. Âkif evvela millet, sonra şiir demiş. Şiiri vasıta yapmış. Ülkü-sü’nü sanatının önüne koymuş. Yahya Kemal ise, geçmişi günümüze taşırken, heyecanlanmadan sakin, sessiz ve fa-kat edebi varlığını da geliştirerek yürümüş. İkisindeki ak-siyon ruhu, varlığını mazinin fütuhat duygusundan alan bir yakın zaman mutluluğu için birleşir gözükse de, Yah-ya Kemal, yaşadığı çağın gereklerini çok ciddi bir ayıklama yapmadan benimser ve uyum gösterir; Âkif, onların kirli tarafını reddedip, kendi içine döner. Âkif, şiiriyle şuuru-nu, Yahya Kemal, duygularıyla şiirini birleştirir. Birisinde mistik çile, öbüründe hamasi huzur vardır. Ama ikisi de bir elmanın ikiye bölünmüş dilimleri gibidirler. Yahya Ke-mal’i, sanatı büyütmüşse, Âkif ’i de edebi lirizmin şahikası-na ulaşan ülküsü, ideali büyütüp yüceltmiştir. Birbirleriy-le mahrem kontaklar kurarak, zehirde habersiz akan bu iki

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 111 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 112 ·-

ırmağın, yatağında geleceğin Büyük Türkiye’si hedeflerini süsleyen sıcak bir tablodur. Ruhlarıyla bizi taşıyacaklar mı onu zaman gösterecektir?

Eğer mesele Yahya Kemal ile Âkif beraberliğinde olsay-dı, bu soruya belki hemen “evet” denebilirdi. Ne yazık ki, öyle değil: Âkif ’in yaşadığı bu çağda, onunla birlikte şah-siyet grafiğini ortaya koyanlar, Batı’nın deli gömleğini giy-diklerinden ya da onu giymeye heveslenmelerinden olacak, yukarıdaki kolektif şuura kendilerini ayarlayamamışlardır;

‘BİR LAHZAİ TAAHHUR’DAN ‘TARİHİ KADİM’E

Bunların başında da elbetteki Tevfik Fikret gelir. Âkif ne kadar mazisine bağlı ise, Fikret de o da o kadar Batı’ya bağlıydı. Hatta, bununla da yetinmeyecek, “Tarihi Kadim” diyerek İslâm’a sövecek ve Kur’an için, “Yırtılır ey kitab-ı köhne yarın / Maktel-i fikir olan sahifelerin.” diyecektir. Yani, ‘fikrin katili olan kitap, (Kur’an) yarın sayfaların yır-tılır.’ diyerek, kendisine nefes alma imkânını, bu Kur’an’ın şehitlik şuuruyla sağladığı gerçeğine sırtını dönmüştür. Hatta bununla da yetinmeyecek ve Cenab-ı Hak için de Tarihi Kadim”inde şunları yazacaktır:

“Sıfatın la şerike leh’ken bak, Şu bataklıktan kaç şerikin var; Hepsi kayyum ü kadir ü kahhar, Hepsinin la-şerike leh sıfatı...” (Tevfik Fikret, Rubab-ı Şikeste, İnkılap ve Aka Kitabevi Yayınları,

İstanbul-1973 s.26.)

Âkif, bu çılgınlık karşısında susmaz ve çağdaş’ı Fikret’le hesaplaşmaya girerek Onun portresinin kalın hatlarını, şu beyitle ortaya koyar:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 112 18.4.2016 10:12:03

 K İ F V E Ç A Ğ DA Ş L A R I

-· 113 ·-

“Şimdi Allah’a söver, sonra biraz bol para ver, Hiç utanmaz prostestanlara zangoçluk eder.”

Âkif bununla da yetinmez, Tevfik Fikret’i yorumlayan şiirinde şunları söyler:

“Deyip de zangoca başvurdular; o mecnun da Mukaddesatına halkın, ibâda, mâbuda Savurdu, pencereden havruz uğratırcasına Gelip gelip tıkanan levsi pis kerîhâsına Boşandı yerlere küfrün de bir öyle muradı Ki bağlayıp edebiyet ipiyle âsârı Süpürge yapsalar imkânı yok, temizleyemez! Bütün cihanı dolaş, Garb’ı, Şark-ı her yeri gez! Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhâd? Ki ferşi çiğneyerek arşa hırlasın hey hat! Cinayetin bu şenâat kadar mülevvesi, İşitmek istemez insan, değil ki görmesini...”

Âkif ’le Fikret, devletin işgal derdine düştüğü bir dö-nemde neden böyle ayrı ayrı kampların içerisinde kaldılar? Bunun sebepler çoğaltılabilir. Ancak en önemlisi, her ikisi-nin de yetiştiği şartların kaderleri için oluşturduğu son du-rak budur. Âkif, sağlam aile düzeni içerisinden gelmiştir. Fatih gibi, imanın hayatın muharrik gücü olduğu bir çev-reden yetişmiştir. Dini, hayatın ifadesi olarak kabul edecek bir dünyanın odağında duygularını perçinlemiştir. İlahı aşkın eşyaya ve şekillere sinen ruhaniliği içerisinde haya-tı tanımış ve tatmıştır. Onu deha yapan aşkın esprisinde, İslâmî Türk seciye ve karakterin mefkureleşmiş disiplini vardır. Eskinin çalkantılarından yeninin anaforlarına uza-nan hayat çizgisinde, sağlam zemine dayanan düşünceleri sarsılmamış hatta isyana dönüşmüştür. Teslimiyetçi değil-dir, baş kaldırandır. “Gelenin keyfi için geçmişe sövmemiş”-tir. Şiirinde fikir, eşya, zaman, insan, mekân, zihni ve di-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 113 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 114 ·-

daktik bir karakterle lirik edebi seviyeye ulaşmıştır. Çıktığı nokta ile vardığı son durakta ilahi tecelliye boyun eğerken, arkasında ayak izlerinin masumiyetinde sapma yoktur. Yalpalama tökezleme yoktur. İlk şiiri “Kur’an”a aittir. Son şiiri de “Kur’an-ın telkin ettiği” iman için olmuştur. Eseri kendisidir; Kendi sosyal şahsiyetinin edebi seviyede ifade-sidir. Safahat’ında safha safha onu idrak eder, onu dinler, onu yaşarız. Sevincine, kederine, umuduna, korkusuna, sabrına, heyecanına hep aynı dinamik unsurla bağlı kal-mıştır. Kalemi badirelerin korkusunu duymamıştır, tezat-ların ifadesine vasıta olmamıştır...

YA FİKRET?

İşte ona gelince iş değişiyor. Babası, saray tarafından ülkenin çeşitli köşelerine sürülen bir devlet memurudur. Anasının ailesi ihtida etmiş kimseler? 12 yaşında annesini kaybediyor ve anneannesi ile babaannesinin yanında bü-yüyor. Kaybedilmiş ana, sürgün edilmiş babanın, ruhunda yaptığı menfi depresyonlar o büyüyünce ortaya çıkacaktır. Siyasi bunalımların, ekonomik krizlerin yaygın olduğu bu dönemlerde, devlet, kendisine emsalinden çok üstün ücret veriyordu. Buna rağmen, tatmin olmayan bir iştihası var-dı. Bu durumu, onun zaman zaman meşru düzene karşı kayıtsızlığa, çevresine ilgisizliğe sevk etti. Zihnen atletik bir yapıya sahip olması, ileride onu şizofrenik bir kafa ya-pısına götürür. Karamsarlığa, şüphelere düşer. Nihayet za-yıf iradesi, çevresindeki dış güçlerin telkinlerine kapılmış kişilerin baskılarıyla, bir zamanlar göklere çıkardığı 2. Ab-dülhamit’e karşı tavır alır. Bunda da o kadar ileri gider ki, ülkeyi kan gölüne çevirmek için dışarıdan, dış düşman-larca gönderilip Padişahın, camiden çıkarken öldürülmesi için cami önünde Ermenilerce patlatılan bombanın arzula-nan sonucu vermemesi üzerini “Bir lahzai taahhur” şiirini

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 114 18.4.2016 10:12:03

 K İ F V E Ç A Ğ DA Ş L A R I

-· 115 ·-

yazar ve şöyle der:”Ey şanlı avcı, dâmın beyhûde kurmadın / Attın... Fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadım!..” (Rubab-ı Şi-

keste, s.34.)

Fikret daha sonra, Tarihi Kadim’i yazacaktır; Burada tarih şuuru, maddeci diyalektik açıdan inkâr edilmektedir. “Tarihin insanı uyutan bir safsatalar yığını” olduğu üzerin-de durulacak ve “Bunun gelişmeyi engellediği” savunula-caktır. Tevfik Fikret, bununla da tatmin olmayacak ve bu defa, Allah’a, Kur’an’a, Peygambere, dolayısıyla de İslâm’a saldıracaktır. Ondaki bu korkunç değişme, Âkif ’te derin bir üzüntü, arkasından korkunç bir saldırıya sebep olacak-tır. Batı’nın deli gömleğini sırtına takmış bir insanın heze-yanlarına tavır almak mücadeleci bir kalem için gerekliy-di. Çünkü Âkif, “Babama sövseler affederim, dinime söveni bağışlamam!” düşüncesinin adamıdır. Bu dengesizlik, dal-ga dalga o günün temel düşünceden yoksun gençliğine ya-yılıp, bir veba gibi bulaşırsa; ülke, İstiklâl Mücadelesinden daha büyük bir fikri mücadelenin kurbanı olacaktı. Millet-ler ancak, temel değerleriyle ayakta durabilirler. Onlar da insan gibi organik bir yapıya sahiptir. Onların da ruhu, onların da duyguları, onların da heyecanları vardır. Bunu sarstınız mı bir enkazın altında nelerin kalacağını kestir-mek güçtür. Âkif, işte bunun idrakindedir ve bunun için inancına saldıran adamın boğazını tıkamak istemektedir! Âkif, bu mücadelesinde hasbi’dir, samimidir, şahsi hiçbir hesabın peşinde değildir.

Aynı kültür içerisinde yetişmiş olmalarına, aynı eğitim süzgecinden geçip, hemen hemen birbirine çok yakın Millî terbiye almış olmalarına rağmen, yollarını ayrılıp ikisini iki ayrı baş haline gelmesine milletin kendine dönüş mücade-lesiyle aydının başkalarına dönme gayretinin payı vardır. Âkif asliyeti, Fikret taklidi temsil eder. Âkif, milletinden yanadır. O’nun heyecanının temsilcisidir. Fikret, Batılaş-ma nöbetine yakalanmıştır. Âkif maziye meftundur. Fik-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 115 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 116 ·-

ret, düşman. Âkif dindardır, Fikret dinsiz. Birisi imanın, öbürü küfrün şairidir. Aydınlarımızdaki yabancılaşmanın öncülüğünü üstlenen mihraklar, klikler, ruhsuzlar bu iş-ler için kitleyi inandırıp peşinden sürükleyecek isimlere muhtaçtırlar. Bu, her devirde olmuştur. Fikret, bu dönem-de dengesizliğe arkasından da bunalımlara sürüklenince, kancayı ona takmışlardır. Bu melankolinin etrafını çeviren materyalist çember, onu isyan psikolojisi nöbetleri arasın-da bocalatacak ve talihsiz bir burcun tepesinde onun ru-hunu vaftiz ettirecektir. Öbür tarafta Âkif, milletinin vic-danında onun sesi olmanın mânevi huzuruyla, visalin hazzını duyup, bir Millî sembol haline gelecektir.

ÂKİF FİKRET’LE BARIŞABİLİR Mİ?

Tevfik Fikret, 1867’de doğmuş, 1915’de ölmüş. Meh-met Âkif ise, 1873’de doğmuş ve 1936’da hakkın rahmeti-ne kavuşmuş. Doğumları itibariyle aralarında altı yıllık bir fark var. Fikret daha önce dünyaya geliyor.

Birbirlerine çok yakın bir zamanda doğmuş olmaları-na rağmen, bunları birbirinden ayıran temel sebep neydi? Eğer, avunduklarına bakılarak hareket edilecek ise, bunda pek farklılık yoktu: İkisi de, Batı’dan bazı şeyleri bekliyor-lardı. İkisinde de, şiir tarz olarak aynı ölçülerde önümüze geliyordu. Ama önemli bir fark vardı: Dil!..

Geçtiğimiz, 1983’ün yazında Cemil Meriç, Tevfik Fik-ret ile Mehmet Âkif Ersoy’un fikri varisleri tarafından ar-tık barıştırılmaları gerektiği görüşünü ortaya gideresiye kadar benim dikkatimi bu iki isime birden çevirme gibi bir niyetim yoktu. O yazıdan sonda, maceraları beni etkiledi. Fikret, Tarihi Kadim’inde Kur’an için;

“Yırtılır, ey kitab-ı köhne yarın Medfen-i fikr olan sahifaların” (12 Rubab-ı Şikeste, s. 22)

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 116 18.4.2016 10:12:03

 K İ F V E Ç A Ğ DA Ş L A R I

-· 117 ·-

Deyince, Âkif, tepkisini isim vermeden ama çok net bir şekilde ortaya koyarak, Fikret’i “Zangoçluk”la suçlar. Sonra ikisi de kendi yatağında akıp giderler...

Günümüzde bunları birbirleriyle telif etme hakkımızın olduğunu sanmıyorum. Bunun için de, meselenin o cephe-si üzerinde durmayacağın. Ben, yine de başa dönüp, bun-ları aynı çağda çıkaran bu cemiyetin ayrı ayrı dünyalara ta-şımasının sebebi üzerine eğileceğim.

Konuya dil açısından eğilmemiş gerektiğine işaret et-miştim. Şimdi size ikisinde birer örnek aktarmak istiyo-rum. Evvela Âkif ’in dinleyelim;

“Bana sor sevgili Kâri, san ben söyliyeyim, Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım; Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri; Ne tesannu’ bilirim, çünkü ne san’atkârım. Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız, Aczimin giryesidir bence bütün âsârım! Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa; Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.”

Safahat’ın ilk şiiri bu, Şair, kitabını böyle takdim edi-yor, Tevfik Fikret’in de, okuyucuya hitap eden bir şiiri var. O da şöyle:

“Size, ey bilmediğim, görmediğim kârî’lir, Size ithaf ile neşreyliyorum bunları bilin. Size ithaf ile; zira, ne için ketmedeyim, O sizin görmediğim, bilmediğim gözleriniz, Safha-i şiirime ibzâl-i niğâh eylerken Gösterişsiz iki üç katracık iyzâr eyler... Ben bu ümmid ile teşyi-i hayat etmekteyim. (Rubab-ı Şikeste, s.158.)

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 117 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 118 ·-

Bu şiirin 8’er kıtalık iki bölümü daha var. Onlar aynı duygu örgüsüyle devam ettiği için buraya almıyorum. Şim-di kısa bir mukayese yapmak istiyorum:

Her iki şairin kitabını da aynı yayınevi neşretmiş. Âkif ’in kitabında iki dipnotu var. Birisi “tasannu” kelime-si için, öbürü ise, “girye” ve “âsâr” kelimeleri için. Fikret’in eserinde ise, metin yeni baştan Türkçeleştirilerek karşı sayfada aynen veriliyor. Bu iki şiirin kelimelerini saydım. Âkif bu şiirinde 63 kelime kullanmış. Bize yabancı gelebi-lecek yayınevinin işaret ettiği üç kelimenin dışında, “kâri, eş’âr, bîzâr” kelimeleri sayılabilir. Demek altı kelime bizi lü-gate götürebilecek. Fikret ise, bu 8 kıtada 47 kelime kul-lanmış. Bundaki yabancı kelime miktarı ise, 16’ya çıkıyor. Ki, fark açıktır: Âkif o şiiri neşrettiğinde 48 yaşlarındadır. Fikret ise, on yaş daha küçüktür. Muhtemelen 38 yaşların-dadır. Birisi İslâm’a, onun özündeki gelenek anlayışına sıkı sıkıya bağlı, öbürü kayıtsız olarak Batı’ya açık ve ona koş-ma hevesinde. Ama birisi 20 kelimede iki kelime yabancı menşeli söze iltifat ederken, öbürü 20 kelimede beş söze sığınmakta. Üstelik bunları da terkip olarak kullanmakta-dır. Bu durumu, Fethi Naci yorumlarken Fikret’in karşısı-na daha genç bir ismi alır; Yahya Kemal’i. Ve şunları söyler:

“Tevfik Fikret’in 1912’de yazdığı “Doksanbeşe Doğru”-dan bir beşlik:

“...Silinmez fakat ervâhımı tarih-i muannid; Doksan-beş’e aç: gölgesi birtac-i hârîsin Saklar mütelâşi, mütereddit, mütamarrid Evzâ’-ı şeb-engizîni bir bum-i habîsin. Hâlâ o vesâis, o desâyiş, o mefâsid!” (Rubab-ı Şikeste, s.158.)

Yıllardır övülen bu mısraların, gerçekte ne ilgisi vardır şiirle? “Şiir kendisi için değil, ihtiva ettiği fikirler için” se-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 118 18.4.2016 10:12:03

 K İ F V E Ç A Ğ DA Ş L A R I

-· 119 ·-

vilir olunca, sonuç bu oluyor; Bay A. Kadir gibi söylersek, “Şekil-mekil, dil-mil” kalmayınca öz möz de kalmıyor; “şiir miir”de kalmıyor. Bunların birbirinden ayrılması olanaksız olduğu için.

Tevfik Fikret, 1912’de “Doksan Beşe Doğru” yu bu dille yazarken, bir başka şair de, 1910’da, şöyle dizeler yazıyor-du bir başka dille:

...Gittim o son diyâra ki serhaddidir yerin Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin... ...Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi... (Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, s. 15 İstanbul Fetih Cemiyeti

Yayınları, İstanbul 1974)

Tevfik Fikret, kırk beş yaşında, o dille öyle bir şiir ya-zarken, Yahya Kemal, yirmi altı yaşında nasıl böyle bir ton yaratıyor, nasıl böyle dizeler yazıyordu? Önünde tek örnek yokken? (Gösteri Dergisi, Ekim-1983)

Tanzimat döneminin aydını genellikle çift şahsiyet-lidir: Ne Osmanlı olmayı ister, ne de Osmanlılık tan vaz-geçer. Tevfik Fikret bunun tipik bir örneğidir. Gönlüyle Batılı, kafasıyla yerlidir. Ancak kafayı da gönlün mâcerâsı-na terk ettiği için çelişkilidir. Aynı durum dönemin Şair-i Azam’ı Abdülhak Hamid’de de görülmez mi? Bu zat’ın şiir uğruna kileme uydurduğunu bile söylediğini biliyoruz. De-mek oluyor ki, savunduklarında fikrî bir temel henüz oluş-mamış. Bu olmayınca da, dil diye bir hassasiyetten de söz edilemiyor. Hâlbuki şiir dilin mahsulüdür. Onda ölçüyü kaybettiniz mi, ortaya koyduğunuzun sınırlarını tayin im-kânınız olmaz. Yahya Kemal, bu gerçeği çok iyi yakalamış ve hem çağdaşlarına, hem de yeni nesle, dahası var, gele-cek nesle, yani bizlere şu tavsiyelerde bulunmuştur: “İşte hep hissedip de bir türlü vücuda getiremediğimiz bu yazı Türkçe’sinin ben ancak bir şiir lisanı olduktan sonunda do-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 119 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 120 ·-

ğacağına kail oldum. Çünkü bir milletin lisanı şiir gibi ateşin bir örs ve çekiç arasında işlenebilirdi.” Halkın dilinin esas alınması gerektiğini, şiirde kendi dil zevkine bile önem vermediğini söyleyen Yahya Kemal, şiirde ufkunu belirler-ken de şunları söyler: “Önce Edebiyat-ı Cedide’nin lisanın-dan, zevkinden ve şiir telakkisinden kurtuldum.” Galiba onu büyüten de bu tavrı oldu. Sadece onu mu? Elbetteki değil. Başta Âkif olmak üzere, Edebiyatı Cedide dediğimiz bu çift ruhlu ekolun dışında kalan herkesi.

İşte, Tevfik Fikret, Namık Kemal’le başlayan bu yanlış kapıdan içeri girdiği için bugün sadece şiirindeki muhte-va bakımından değil, dil yönünden de neslimizin uzağında kalmış ve sonunda çeşitli şahıslar tarafından Türkçeleşti-rilerek, daha doğrusu, kendi diline yeniden türcüme ettir-miştir. Bunun tabii sonucu olarak da, birisi milletin gönlü dili, öbürü ise şaibeli bir kelime mahkûmu...

Sözü, günümüzde, yeni bir dil sevdasına düşerek bu defa çok daha acayip dille, yine Yahya Kemal’in tabiriyle; “Mânakyan Türkçesi”yle yazmaya çalışan “öztürkçeci”lerin de yarın Fikret’le yanı kaderi paylaşacakları gerçeğine ge-tirerek bitirmek istiyorum. Onlar kendilerini Edebiyatı Ce-dide’nin kalın çemberine hapsetmiş ve onun dışına taşa-mayarak o akımla zamâna gömülüp gitmişlerdi. Yeniler de yazdıkları sayfaların arasına. Bu millet, lisanını 10 asırdan bu yana konuşa konuşa geliştirdi. Onu şu ya da bu akım-la kimse kendi kaynağından uzaklaştıramayacaktır. Ondan uzaklaşanlar o dili kullanmayanlardır. Fikret yetmiyorsa, bu alandaki örnekleri açıp o dönemin dergilerini, kitapla-rını okusunlar!.

Buraya kadar Âkif ’le çağdaşları arasında, her birisi bi-rer ekolün temsilcisi olan ve Türkiye’de farklı inançların savunuculuğunu yapan üç ismi, onunla karşılaştırmaya çalıştık.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 120 18.4.2016 10:12:03

 K İ F V E Ç A Ğ DA Ş L A R I

-· 121 ·-

Yahya Kemal’i, Âkif ’e düşünce bakımından yakın gös-terdikse de, bir gerçeği özellikle zikretmekten fayda gö-rüyoruz: Yahya Kemal, sadece İslâm’a inanmakla kalmış, onu hayatına aksettirmede gevşektir. İslâmi bir hassasiye-tin sahibi olarak kabul edilemez. Bohem hayatı, Onun bu alandaki en büyük çıkmazıdır. Hâlbuki Âkif, inancını haya-tına yansıtan ve ona bağlı kalan muttakî bir Müslüman’dır.

Ziya Gökalp ile Tevfik Fikret, Cumhuriyet Türkiye’si-nin düşüncede ki ayrı kanadının temsilcisidir. Ziya Gö-kalp bizde hâlâ klasik milliyetçilik düşüncesinin fikir ba-bası kabul edilir: Bu milliyetçiliğin felsefesinde, Türk’ün üstünlüğü ön plandadır. “Türkçülüğün Esasları” küçülen İmparatorluktan yeni Türkiye Cumhuriyeti olarak ortaya çıkan milletimizin alacağı siyasi şablonu belirlemek bakı-mından önemli bir eserdir. “Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Garplılaşmak” düşüncesindeki ufuk açıcı sosyal reçetesiy-le Âkif ’in savunduğu düşünceler zaman zaman paralellik arz etse de teferruattaki farklılık bunları yan yana getire-memiştir. Bunun için de bu alanda temayüz etmiş, odak bir isimdir. Resmi düşüncenin beslendiği temel kaynak-lar onun eserlerinden oluşmaktadır. Arkasından kitleleri götüre bilmektedir.

Yahya Kemal, estetik alanda bir burçtur. Şiirlerindeki sağlam içyapı, musiki, “Anasının ağzındaki sütü olan Türk-çe”yi çok iyi kullanmış edebi seviyede başarıya ulaşmış bir aydındır. Nevi şahsına münhasır kişiliğini edebiyatla bü-tünleştiren bir usta şairdir.. Yazdığında meselesi olan, ta-rihe bağlı kalan, millî perspektifi ortaya koymada başarı gösteren bir edebiyatçıdır. Onun arkasından giden inan-mış geniş bir kütle olmasa bile, akademik seviye de şiir ve düşüncesine itibar edilen bir aydındır. Onun için, Âkif ’le münasebetleri dikkate alınmalıdır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 121 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 122 ·-

Fikret’e gelince, O, imandan inkâra yöneldiği günden itibaren Batıcıların ve materyalistlerin üstadı olmuştur. Kendi kişiliği içerisindeki yeri, emsallerine oranla büyük-tür. Hâla ondan hareket ederek kendi ideolojik çıkışla-rına hedef arayanlarının hatırı sayılır miktarda olması, bu ismin de burada göz önünde tutulmasını gerekli kıl-maktadır.

Biz, bu karşılaştırmada fertten ziyade düşünceye ağır-lık verdik. Bunun için de bu düşüncenin devlete hâkim olan dünya görüşü seviyesine ulaşmasını sağlayanları da ismen inceleme gereğini duyduk. Meseleyi sadece ferdî te-cessüsler çerçevesinde düşünseydik, buraya ilave edilecek çok kişiler olabilirdi. Şiirde “Mâna’ya dışkı” diyen Ahmet Haşim’inden, “Tek övündüğün yanım dinsizliğimdir”, diyen Dr. Abdullah Cevdet’ine, tezatların adamı; masasının bir ucunda ölen eşine ağıt, öbür ucunda evleneceği sevgilisi-ne mersiye yazan Abdülhak Hamit Tarhan’ından, tutarsız çıkışlarıyla kendi kirli çamaşırlarını bile ortaya koyan Rıza Nur’una kadar, bir düzine ilim, fikir ve sanat adamından daha söz edilebilirdi. Buna gerek görmedik: Toplumlar, ön-lerine aldıkları, başlarına geçirdikleri insanlarla inanç ve karakter bütünlüğüne talip oldukları için, biz sadece lider isimlerle yetiniyoruz. Onların şahsında, o düşünceleri de burada ideolojisiyle kıyaslama imkânı sınırlı da olsa vardır. O hakkı da okuyucuya bırakalım istedik... Böylece bu ko-nunun başında sözünü ettiğimiz Türk toplumunun fikri, siyasi ve edebî mozaiğinin insicam ya da tutarlılığı hakkın-da daha sağlıklı bilgiye ulaşma imkânı olabilecektir.

Burada, bir önemli noktaya da ayrıca işaret etmek-te fayda görüyorum: Bu kitabın son kısmında yer alan, Akif ’in Çağdaşlarının, onun hakkında söyledikleri, bir an-lamda kendi durumlarının da örtülü bir göstergesi duru-mundadır. Kendilerine inandıklarında ve savunduklarına haklılık payı çıkaranlar, hatta ona karşı açıkça savaş dahi

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 122 18.4.2016 10:12:03

 K İ F V E Ç A Ğ DA Ş L A R I

-· 123 ·-

verenler, ölümünden sonra, hakkını teslim etmek duru-munda kalmışlardır. Bu durum, iki şekilde ele alınabilir; birisi bizim geleneğimizde var olan, ‘Ölenin arkasından konuşulmaz’, sözü, diğeri de, onu kaybettikten sonra hak-kını teslim etme zorunluluğu!

Âkif, düşüncelerinde samimiydi ve kahramandı. Hiç kimsenin hatırı için kendi hakikatine kıymadı. Hem gö-ründüğü gibi inandı, hem de inandığı göründü. Ona mu-halefet edenlerin arkalarından düzgün duruş gösterme-lerdi, kendilerinin kadirşinaslığından çok, Âkif ’in öyle bir kişilikle bunu hak etmiş olmasındandır...

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 123 18.4.2016 10:12:03

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 124 18.4.2016 10:12:03

ÂKİF’İ AN(LA)MAK!

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 125 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 126 ·-

“Bu konuşma, 6 Ocak 2010 tarihinde Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Konferans Salonunda yapılmıştır.”

Saygıdeğer hocalarım, Sevgili öğrenciler,

Bugün burada Âkif ’i bir vefat yıl dönümünde daha anı-yoruz. Kuşkusuz Rahmetli Âkif için herkesin söyleyeceği birçok söz vardır. Bunlar da zaten fırsat düştükçe söylen-mektedir. Bizim söyleyeceklerimiz de bugüne kadar söyle-nenler içerisinde kıyısından köşesinden yer bulmuş görüş-lerdir. Belki bir farkı, din eğitimi almış bir insanın Âkif ’in kendi dönemindeki din anlayışı, Âkif ’in kendi din anlayışı, yaşadığı dönemin sosyal buhranları içerisinde onun kendi-ni koruyabilme mücadelesinde yürüttüğü olağanüstü gay-reti ve sağladığı başarısının anlaşılmasında bir çabayı anla-tabilme gayretimiz olacaktır...

Öncelikle şunu söyleyelim; Âkif, kendi döneminin mağdurudur: Âkif ’in doğduğu, yetiştiği ve mücadelesi-ni sürdürdüğü dönem, bir Cihan İmparatorluğunun yı-kılışı ile bu İmparatorluğun küllerinden bir yeni devletin doğuşunun sancılarıyla sosyal bunalımların had safha-da olduğu bir dilime denk gelir. Osmanlı’nın sancılı döne-minde doğmuş, Cumhuriyetin sancılı döneminde de ve-fat etmiştir. Ne Osmanlı döneminin aydın ve politikacısı tarafından, ne de cumhuriyetin aydın ve politikacısı tara-fından kendisinin arzu ettiği düzeyde anlaşılamamıştır. Onu ilk meclise milletvekili olarak alan irade ikinci meclis-te bu şansı tanımadı. Üstelik bu defa peşine polis takıldı. Âkif Mısır’a giderken de bu gidişinden iki yıl sonra çıkacak “Şapka Kanunu’na muhalefetinden gitti”, diye suçlamada bulundular. Ona karşı olanlar onu yok etmeye çalışırken, sevenlerin de onu doğru anladığı konusunda kuşkularım var. Âkif ’i anlayabilseydik, inanmış aydının problemi bu kadar büyük olmazdı.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 126 18.4.2016 10:12:03

 K İ F ’ İ A N ( L A ) M A K !

-· 127 ·-

Aziz dinleyicilerim,

O mücadelesinde adeta yalnızdır. İslâm’ı doğru anla-ma ve yaşama konusundaki ısrarı, bugün hepimizin ölçü alacağı hassasiyetleri taşır. Âkif ’i sevmekle Âkif ’i anlama-yı birbirine karıştırmamalıyız. Onu sevmek, anlama ira-desine dayanmıyorsa, bize bir şey kazandırmaz. Safahat baştan sona bir uyarı kitabıdır. Şair, hep tahlil yapar, hep yanlışların üzerinde yoğunlaşır ve bunların tahrip edici ta-rafına dikkatimizi çekmek için çırpınır. Şiirlerinde dillen-dirdiği meselelerin büyük bir bölümü bugün bile çözülmüş değildir. Düşünebiliyor musunuz, üniversiteyi bitirdiği yı-lın altı ayını Kur’an’ı hıfzetmeye ayırıyor ve bunu da başa-rıyor. Arapçayı ve Fransızcayı öğreniyor. Öylesine gayretli, öylesine dürüst, öylesine inandırıcı ki Atatürk Kur’an ter-cümesini ona sipariş ediyor. Yine öylesine hassas, öylesine tavizsiz, öylesine de hasbidir ki, daha sonra ortaya atılacak “Türkçe Kur’an’la İbadet” dayatmasına alet olmamak için bu tercüme işinden vazgeçiyor. Öylesine onurlu, öylesine vatansever, öylesine cömert ki, Meclise kış aylarında arka-daşının paltosunu alarak gidiyor olmasına rağmen, İstiklal Marşı için kendisine ödenen telif parasını, bir yardım ku-ruluşuna bağışlıyor.

Bu üstün özelliklerinden dolayıdır ki, “İstiklal Mar-şı” gibi bir şiiri bağımsızlığımızın dili olarak kültürümüze kazandıran bu mübarek insan, kendi istiklaline kavuşa-mamıştır. Ondan kendi inandıkları doğrultusunda destek arayanlar bunu bulamayınca, onu sistemin dışına atmak ve hatta kendilerine karşı bir portre haline getirmek gibi bir acımasızlıktan çekinmemişlerdir. Mısır’a gidişe zorla-yan sebepler bunlardır. Asıl yaralayıcı olan da budur!.. Bu, sistemden ziyade sistemi kendi anlayışları doğrultusunda yorumlayıp kullanmak isteyen dönemin bir kısım politika-cı ve aydınlarının baskın tavrından doğmuştur.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 127 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 128 ·-

İstiklal Marşı’na bir milletin hâkimiyet mefkûresi ola-rak yerleştirdiği “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, / Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.” diyen bir insan nasıl bir ağır tahrik ve tazyik altında olmalı ki, yur-dunu yuvasını terk etsin? Bir vatanseverin gurbet azabını anlayabilmek için onun yaşadıklarını yaşamamız gerekir. Bugün adeta hayatımızı kuşatan, hatta bir anlamda bizi esir alan konforun içerisinde ve bu konfor tarafından ezdi-rilen milli hassasiyetlerin erozyonu altında Âkif ’in bu cep-hesini anlamak biraz zor geliyor bana…

Türkiye’nin bu bir asra yakın bir zamandır dönem dö-nem yaşadığı buhrandan çıkışının reçetesi Safahat’ın satır-ları arasındadır. Oradaki dikkat ve idealleri paylaşabilirsek, geleceğimiz bize ait olacaktır!..

Sevgili gençler,

Görüyorum ki, salonda bulunanların önemli bir kısmı-nı ilahiyat eğitimi görenler oluşturuyor. Şimdi bazı dikkat noktalarını arz edeceğim:

Biliyorsunuz, Âkif, bugünkü anlamıyla veterinerdir. Ama biliyor musunuz, Âkif, veterinerlikten çok kafasını dini meselelere yormuştur? Bir din adamı gibi duymuş, düşünmüş ve haykırmıştır. Onun yaşadığı dönemde Tür-kiye’de tarım ve hayvancılık ilkel usullerle yapılıyordu. Ona görev verenlerin ondan bekledikleri yurdu dolaşıp, tarımın ve havyacılığın ıslahı için çaba göstermesiydi. Ama o öyle yapmadı, tarlaya gitmedi, ahıra girmedi, Kürsüye çıktı, meydanlara indi. İnsanların midesine değil idrakine hitap etti. O biliyordu ki, hürriyetini kaybeden insanın bakım ve beslenme tercihi olamaz. O, artık başkalarını besleye-bilmek için eşyalaşacak, hayvan gibi kullanılacak, tarımda köleleştirilecekti… Dinî hayatımız ise bundan daha ızdırap verici bir haldedir. Dün hurafeler din halindeydi. Bugün belki hurafelerin din üzerindeki baskısını biraz azalttık

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 128 18.4.2016 10:12:03

 K İ F ’ İ A N ( L A ) M A K !

-· 129 ·-

ama bu defa geleneği din haline getirmiş bir toplumla yüz yüzeyiz… Âkif dünü yaşadı, yaşadığı ortamın getirdiği kir-lenmenin bugüne bu şekilde yansıyacağının farkındaydı. Bunun için ortaya çıktı. Bakınız, Âkif döneminin önemli isimleri çileye, sürgüne gerekirse ölüme rıza göstererek di-nin asrısaadet saflığıyla anlatılması için çaba göstermişler. Âkif işte o kadrodadır. Âkif ’in böyle bir yapılanma içinde-ki yerini anamaya çalışırken şu önemli hususu dikkate al-malıyız:

Cumhuriyet ideolojisinin bağımsızlık hareketi, Ata-türk’ün işgal altındaki İstanbul hükümetinin isteği üze-rine 19 Mayıs’ta 1919’da Samsun’a çıkışıyla başlar. Siyasi organizasyon olarak bu doğrudur. Ancak sosyal muhay-yilenin böyle bir harekete destek verebilmesi için halkın hazırlanması gerekmez miydi? İşte Âkif, bu ideale kendi-ni adar ve 1913’ten itibaren kürsülerde halka hitap ederek bağımsızlık için halkı teşkilatlandırmaya çalışır. Onun bir yıl sonra, 1914’te “Teşkilat-ı Mahsusa”ya girmesi de bu-nun içindi. 1918’de, İslâm ülkelerinin dinî meselelerine çö-züm arayabilmek için Ahmet Cevdet Paşa, Mustafa Sabri ve Said Nursi gibi döneminin saygın isimleri ve kanaat ön-derleriyle “Darü’l Hikmetü’l İslâmiye Cemiyeti”nde yer alı-şı da bunun içindi. 1920’de Milli Mücadele’ye katılışı da!..

Bir önemli hususa ilginizi çekmek istiyorum: Âkif ’in 1920’de Milli Mücadele’ye katıldığı tarihte, ülkemizde bir yabancı gözlemci gelir: Daha sonra dünyanın en önemli fi-kir adamlarından birisi olacak İngiliz Arnnold Toynbee… Bu zat, 1915 Ermeni Tehcir Olayları’nı Batının karanlık niyetini besleyecek şekilde tek yanlı anlattı ve bize kar-şı merhametsiz bir günahkârlığın timsali oldu. Daha son-ra kurtuluş savaşında Türkiye’de geldi, bu defa vicdanının sesini dinleyip namuslu davranarak daha çok Yunanlıların zulümlerini anlatan yazılar yazdı. Bu tavrı yüzünden gö-rev yaptığı Üniversitenin tarih kürsüsünden ayrılmak zo-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 129 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 130 ·-

runda kaldı. Bu adam, daha sonra, Batı’nın Türkiye’deki acımasızlıklarından hareket ederek “Batı Medeniyeti Yar-gılanıyor” diye bir kitap yayımladı. Burada, “Türkiye İslâm ülkeleri için bir laboratuardır”, (bk.Arnold Toynbee, Medeniyet Yar-

gılanıyor, (Çev.Ufuk Uyan), Yeryüzü Yayınları, İstanbul-1980. S.199) tezini işledi. Niye böyle bir tez?

Çünkü o yıllarda Türkiye’yi elde edebilirlerse, burada İslâm’ı istediği yönde şekillendirip kullanarak, onun mi-rasını taşıdığı Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyeti al-tındaki diğer İslâm ülkelerine de sahip olacaktır. Bakınız, Rahmetli Âkif ’in 1920’de Kastamonu Nasrullah Camiinde yaptığı bir konuşma vardır. Başından sonuna kadar, millet olarak birlik ve dirlik içinde olabilmemiz için birbirimize sımsıkı sarılmamız, İslâm’ı iyi anlayıp yaşamamız gerekti-ğini anlatır. Batı’ya, Batılılara karşı kendimizi korumanın tek yolunun bu olduğunu söyler. Batılıların böyle bir ortak şuuru yok edebilmek için nasıl bir mücadele içinde olduk-larını da bir olayla anlatır. Onu kendi ağzından aynen ak-tarmak istiyorum size. Âkif şöyle diyor:

“Size bir vaka (olay) anlatayım: Mısır’ın Ulya şehrinde dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslüman’la görüş-tüm. Bahsimiz siyasete intikal etti. Dedim ki:

– Şaşırıyorum 15 milyonluk Mısır’da yabancı asker ola-rak az kuvvet gördüm. Nasıl olur da bu kadarcık kuv-vetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor?

Bu sualim üzerine o zat dedi ki:

– O yabancı devletin ricalinden biri ile samimi görüş-tüm. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de de-miştim ki: “Günün yahut senenin birinde meselâ Osmanlı hükümeti kırk-elli bin kişilik bir ordu hazır-layarak Mısır’a sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?” Hiçbir şey yapmayız. Müdafaa imkânı olmadığı için Mısırlıları kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şura-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 130 18.4.2016 10:12:03

 K İ F ’ İ A N ( L A ) M A K !

-· 131 ·-

sını iyi biliniz ki biz hiçbir zaman Osmanlıların Mı-sır’a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırak-mayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez mesele-ler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz aça-mazlar ki bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmaya vakit bulabilsinler.”

Âkif, işte bu gizli niyeti, Batı’nın Osmanlı İmparator-luğu ile ilişkilerindeki tavrının perde arkasındaki fotoğra-fını fark eden ender isimlerden birisidir. Onun, “Tek dişi kalmış canavar” olarak vasıflandırdığı “Batı medeniyeti”ne dikkatimizi çekmesi ve bununla da yetinmeyip “Tükürün maskeli vicdanın asrın, tükürün!..” demesi bundandı…

Çok önemli bir ayrıntıya daha değinmek istiyorum: Şimdi Kurtuluş hareketini düşünün, bu hareketin sonra-sında akıl hocalığına soyunan bir yığın şair, yazar ve kültür adamı var. Burada isim vermeye gerek duymuyorum. Me-raklısı, o dönemin aydınlarının biyografisine ve eserlerine bakarlarsa, bunları çok rahatlıkla görebilirler: Atatürk’ün sofrasında yer alıp ülkeyi kendi tapulu arazileri haline ge-tirmek isteyenlerin hangi cephede ayak izi var acaba? Aca-ba kaç tanesinin eserinde Âkif ’in heyecanı kadar duyarlı-lık izine rastlarsınız? Kendilerinin Âkif ’ten daha güçlü şair olduğunu iddia edenler, acaba neden Âkif ’in “Çanakkale Şehitlerine” şiiri kalitesinde bir eser ortaya koyamadılar? “İstiklal Marşı” gibi bir milletin ruhunu okuyan ve anla-tan destan yazamadılar? Yazamazlardı, Âkif ’le onları bir-birinden ayıran hat öylesine kalın ve yüksektir ki, birinin diğerini görmesi mümkün değildir. Âkif inanmış, mümin, mütedeyyin bir Müslüman, öbür taraftakilerin önemli bir kısmı devlete din olarak Hıristiyanlığı teklif edecek kadar manevi hassasiyetten uzak insanlar. Âkif ’in farkı budur işte!

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 131 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 132 ·-

Aziz dinleyicilerim,

İlahiyat Fakültesi’nin çatısı altında Âkif ’ten söz eder-ken, buradaki eğitim ortamının önemli bir unsuru olan Kur’an meselesini de ele almakta fayda görüyorum:

Biliyorsunuz, Âkif ’in bir Kur’an Tercümesi macerası vardır. Bu meselenin perde arkasını, bu perde arkasındaki ambalajlanmış niyetleri bilmeyenler onu suçlamaya devam etmektedirler.

Evvela mesele nedir? Ona bakalım:

Ben bu meseleyi bu tartışmanın içinde olan rahmetli Kazım Karabekir’in hatıratından aynen nakletmek istiyo-rum:

18 Temmuz 1923’te Ankara İstasyonu’ndaki binada, Teşkilatı Esasiye’nin tâdili müzakeresinde vaziyet tama-mıyla aydınlandı.

Teşkilatı Esasiye’de yapılmasını muvafık gördükleri ta-dillerin ikinci günkü müzakeresiymiş. Bana haber verilme-mişti. Bugün ben tesadüfen hazır bulundum. M. Kemal Paşa’nın reisliğinde şu zatlar bu işle meşguldü:

Dâhiliye Vekili Fethi Bey, İktisat Vekili Tevfik Rüştü Bey, Nafia Vekili Fevzi Bey, Maliye Vekili Hasan Bey, Ziraat Vekili Sabri Bey, Matbuat Umum Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey, Mebuslardan Ziya Gökalp, İhsan Bey, Sivas Mebusu Râsim Bey vardı. Erzincan Mebusu Rafet Bey kâtiplik ya-pıyordu. Başvekil Rauf ve Maarif Vekili Safa Beyler, esasen seçim komitesinde dahi bulunmamışlardı.

Ben girdiğim sırada Tevfik Rüştü Bey konuşuyordu:

– Ben kanaatimi millet kürsüsünden de haykırırım. Kimseden korkmam. Teşkilatı Esasiyemize dinimiz apaçık yazılmalıdır... diyordu.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 132 18.4.2016 10:12:03

 K İ F ’ İ A N ( L A ) M A K !

-· 133 ·-

Ben söz aldım ve sordum:

– Teşkilatı Esasiye’de dinimizin İslâm olduğu yazılıdır Tevfik Rüştü Bey? Hangi kanaati haykıracaksın. Teş-kilatı Esasiye’ye hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyan-lığı mı?

Mahmut Esat Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi:

Evet Hıristiyanlığı.. Çünkü İslâmlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. Ve bize de kimse ehem-miyet vermez.

Ben söz alarak dedim ki:

– İslâmlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uy-durmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münaka-şa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir. Netice İs-lâm kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyu-nuyla bizi kolay mahvedebilirler. Hıristiyan Bizans’ı, İslâm Türk yıkmış ve yerine geçmiştir.. Fransızlar 1855’te İslâm Osmanlı İmparatorluğuyla ittifak yapa-rak Hıristiyan Rus İmparatorluğuna karşı harp etti-ler. İçinden yeni sıyrıldığımız cihan harbinde, Alman-ya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan devletleri yine İslâm Türk’le ittifak yaptılar. Ve Hıristiyan itilaf devletlerine karşı birlikte harp ettiler. Yüzümüze kim bakmazmış ne demek?

Fethi Bey söz alarak, bana gayet sert, katı cevap verdi:

Evet Karabekir... Türkler İslâmlığı kabul ettiklerin-den böyle kaldılar ve İslâm kaldıkça bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslâm kalmayacağız... dedi.

Ben de aynı sertlikte şu cevabı verdim.

Fethi bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmamıza amil olan şey bir değildir. Fütuhatçılık, temsil

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 133 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 134 ·-

gayreti göstermemek, Avrupa’nın ilim ve irfan cephesiy-le temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebepler var-dır. Aynı yanlışları yapan Hıristiyan devletlerin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz. Bir zelzelenin hakiki sebebini araştırmayıp onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar, İs-lâmlık terakkiye manidir fikrini garip bulurum. Bu yaban-cı ve tehlikeli fikrin, aramızda da münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından çok müteessir ol-dum. Fakat ben iddia ediyorum ki, Türk milleti ne Hıris-tiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede ata-bileceğinize inanışınız objektif bir görüş değil, hayaliniz-dir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar. Nasıl bitebileceğini de söyleyebilirim. Düşmanlarından kanı pahasına istiklalini kurtaran Türk milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak... Buna cüret edeceklerin de hakkından gelecektir Fethi bey...

Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben şöyle devam ettim:

– Paşam, maddi cephemiz zaten zayıftır, güvenebilece-ğimiz manevi cephemizi de düşmanlarımızın yaldız-lı propagandasına kurban edersek, dayanabileceğimiz ne kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düş-manlarımız, görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mah-vedecekler. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki, bizi bu hale getiren belanın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamen iradesine sahip olarak yürü-yeceğini millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdı-nız. Millet Meclisini Tekbirler, selatlar arasında açtı-nız. İslâmlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatle aynı yol-da yürüdük. şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı ma-ceraya atılacağız?..

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 134 18.4.2016 10:12:03

 K İ F ’ İ A N ( L A ) M A K !

-· 135 ·-

Mustafa Kemal Paşa sözümü burada keserek dedi ki:

Müzakereler hararetlendi. Burada kesiyorum.” (bk.13-16

Kasım 1970; (Bk; Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, S.54)

İşte Cumhuriyeti şekillendirmek isteyen dönemin kafa-sı bu! Bizdeki bir kısım aydın ve politikacıların Anayasa’ya sokmak istedikleri Hıristiyanlığı o çok bağlı oldukları Batı, iki asır önce siyasetinden uzaklaştırmamış mıydı? Ken-di geleceğinden kopan bu insanların Batı’nın iki asır geri-sine çekilmek istenmesinin arkasındaki maksadı anlamak mümkün mü? Tabii bu yapılacak bir şey değildi. Karabe-kir Paşa’nın yerinde müdahalesi, bunun yeni bir “kanlı ma-cera” olacağı uyarısında bulunması, deşifre edilen bu gizli niyeti gün yüzüne çıkarttırmadı. Atatürk belki de; ‘herkes eteğindeki taşı döksün, niyetleri ortaya çıksın’, diye böy-le bir tartışmaya izin vermiştir. Sonra, Anayasa ilan edilir ve devlet şekillenmeye başlar. İslâm’ı ortadan kaldırama-yanlar, bu defa kendilerine göre, kendilerinin izin verdiği kadar bir İslâm anlayışı için çalışmaya başlarlar. Böyle bir çalışmanın Kâzım Karabekir, Hatıralarım, Yeni İstanbul Gazetesi, odak noktasında “Türkçe İbadet” vardır. Camile-re ayakkabılarla girilmesine sıralar, sandalyeler konulma-sından tutunuz da, müzik aletlerinin sokulmasına kadar bir yığın projeler icat edilmiştir. Bunlar içerisinde Atatürk’e en tutarlı gibi gözüken Türkçe Kur’an ve Türkçe Namaz’dır. O yıllarda yapılmış Türkçe bir meal pek yoktu. Atatürk Kur’an’ın anlaşılmasını istiyordu. Bunun için 1925 yılın-da Âkif görevlendirilmiştir. O yıl Diyanet’in bütçesinden Kur’an’ın Türkçe Tercüme ve tefsiri için 12 bin lira para ay-rılır. Bunun 6 bin lirası Tercüme için, 6 bin lirası da tefsir içindir. Tercüme’yi Âkif, Tefsiri de Elmalılı Mehmet Ham-di (Yazır) Efendi yapacaktır. Sözleşmeler yapılır ve böylece hem Tercüme, hem de tefsir çalışmasına başlanılır.

Ne var ki, o Mısır’a gidip orada tercümeyi ilerletir-ken, burada yeni bir tartışma başlatılmıştı. Kur’an Türk-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 135 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 136 ·-

çe’ye çevrilmeli ama ibadetin dili de Türkçe olmalıdır!.. Âkif iyi niyetlidir; “Doğrudan Kur’an’dan alıp ilhamı”, ona hiç bir şey katmadan “asrın idrakine” söyletmek istiyordu “İslâm’ı”. Çünkü ona göre, hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır! Ona göre, göklerde olan bu Müslümanlı-ğın, insanlığa bir ilâhi müjde olarak verilişinin temel sır-rına uygun bir şekilde, yere, yani insanoğlunun yüreğine inmesi gerekti. Kur’an’ın ne fal bakmak için, ne de mezar-da okunmak için inmediğini; onun mübarek sayfalarında bizim hayatımızı kuşatan bütün kurtarıcı müjdelerin bu-lunduğunu savunuyordu... Bizim insanımız inandığı, bağ-landığı Kur’an’ın nelerden bahsettiğini öğrenmeliydi. Bu masum ve o ölçüde de ideal bir talepti. Ne var ki, mesele bu niyet sınırlarının içinde tutulmadı:

1931 yılında Atatürk, Türkçe Kur’an uygulaması için düğmeye basar: Âkif de Tercümesini hemen hemen bitir-miştir. Çünkü Eşref Edip 1932’de Mısır’a gittiğinde bu ter-cümeyi okuduğundan söz etmektedir. Ancak, ülkede Türk-çe ibadet tartışması başlayınca, Âkif geri adım atar. Bu tercümenin Türkçe ibadette kullanılacağı kaygısı vardır. Doğal olarak, böyle bir uygulamada Âkif ’in tercümesi kul-lanılınca, toplumda büyük itibarı olan bir insanın bu ter-cümeyi Türkçe ibadet onayladığı için yaptığı şeklinde bir anlamaya da zemin hazırlayacağı ve Türkçe ibadetin refe-ransının Âkif olacağı endişesi vardır. Bunun için Tercüme-yi vermez. İşe başlarken kendisine ödenen bin lira avansı da geri iade eder.

Bugün Âkif ’in Tercümesi’nin elimizde olmaması çok büyük bir eksikliktir. Çünkü Kur’an’ın sadece lügat mana-sıyla kalmayan, onun ıstılahlarını da çok iyi bilen birisinin tercümesi bu toplum için büyük kazanç olacaktı. Ancak, ‘iyi ki vermemiş’, diyebiliyoruz, çünkü daha sonra, Dol-mabahçe Sarayı’nda, Ayasofya Camii’nde, Sultanahmet’te, Süleymaniye’de hararetli Türkçe Kur’an tilavet seansları

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 136 18.4.2016 10:12:03

 K İ F ’ İ A N ( L A ) M A K !

-· 137 ·-

düzenlendiği halde bu işin tutmayacağını gören ve bu uy-gulamadan vazgeçen Atatürk’e rağmen, bazı çevreler bu uygulamasını sürdürebileceklerdi. Âkif de böyle bir uygula-manın utanç verici bir malzemesi olmanın ezikliği altında hüsrana uğrayacaktı…

Burada yeri gelmişken bir hususun da altını çizmeme izin veriniz lütfen:

Atatürk, mutlak otoriter bir liderdi. Cumhuriyeti şekil-lendirirken, çevresindekileri dinlemeyi ihmal etmedi ama kararı çoğu zaman tek başına verdi. O, isteseydi, deneme-lerini yaptırdığı “Türkçe ibadet”te ısrar edebilirdi. Bakınız mesela, kılık-kıyafet kanununda ısrar etmiş. Ama bunda etmemiştir. Kılık kıyafet nihayet insanların dış şekilleriy-le ilgili, onun insanın ruhunu tahrip edecek bir hali pek yok. Ama inanç öyle değil; toplumun inancıyla oynadığınız zaman onu çözer ve bir daha bir araya da getiremezsiniz. Çünkü gerçek yapıştırıcı inançtır. Bunun acı örneklerini tarih bize cömertçe sunmaktadır: Macarlar, Finlandiyalı-lar, Bulgarlar, Türk soylu olmalarına, rağmen dinlerini de-ğiştirdikleri için ayrı bir millet haline dönüştüler ve kim-liklerini kaybettiler. Osmanlı İmparatorluğunu en çok uğraştıran Macarlar oldu, daha on-on beş yıl öncesine ka-dar Bulgarlar korkunç bir soykırım uygulamasıyla oradaki Müslüman Türkleri yurdundan yuvasından edip bu top-raklara gönderdiler. İşte Atatürk tarihin bu malzemesinin farkında bir insandı, bunun için etrafındaki insanların din değiştirme, ya da dini değiştirme girişimlerine itibar etme-di. Denedi ama gelen tepkiler üzerine vazgeçti… Bu tepki-lerin gizli kahramanlarından birisi Âkif ’tir. Onun “Türkçe Kur’an” meselesine böyle bakmak lazım…

Aziz dinleyicilerim,

İnanç ortak duyarlılık alanıdır. Onun ferdî bir sorum-luluk olarak görülmesine rağmen, hedefi sosyal hayattır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 137 18.4.2016 10:12:03

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 138 ·-

Aslında sosyal hayatı bir organizma olarak düşünürseniz, hücreler nasıl onun temel varlığı ise, insan da sosyal ha-yatın aynen o hücreler gibi temel varlığıdır. Dinler fert-ten topluma doğru açılır. Ferdi ıslah edemezseniz, toplu-mu şekillendirip dini etkin hale getiremezsiniz. İnsanlar bozuldukça dinler de sosyal hayattan çekilip giderler. Din-ler tarihine bakınız bunun örneklerini bütün peygam-berlerin tebliğ macerasında görürsünüz. Hz. Âdem’in ço-cukları onun temsil ettiği uluhiyete bağlı kalsaydı, kardeş kavgası çıkmazdı. Aynı şekilde Hz. Yusuf ’un kardeşle-ri tebliğe inansalardı, onu kuyuya atmazlardı. Hz. Lut’un, Hz. Nuh’un çevresi onlara tam anlamıyla inansalardı, tu-fan olur muydu? Yahudiler Hz. Musa’ya tam anlamıy-la destek verselerdi, Musevilik bir başka şekilde olurdu ve bugün bir kavim dini şeklini almazdı. Havariler Hz. İsa’ya Yüce Yaratıcının insanlardan istediği şekilde bağlı kalsalar-dı o çarmıha gerilmezdi. İslâm Peygamberinin, Yüce Pey-gamberimizin mücadelesini biliyorsunuz. Buna rağmen son din, son sığınak kapısı, son rahmet limanı bizleri ku-caklama lütfunda bulundu. Bizler bugün böyle bir ortamın öncüleri durumundayız.

Hele siz gençler, “Asım” modelini ideallerine bir iman vecibesi gibi yerleştireceğine inandığımız siz gençler, talip olduğunuz hizmetin sahipleri olarak burada bulunduğu-nuza inanıyorum.

Bakınız Âkif, Safahat’ında Asımın Nesli’nden söz eder. Nasıl olmalıdır onun Asım’ı?

“Asım’ın Nesli”, çağdaş atmosferin kısırlığını ve onun hasta yapısını çok iyi tahlil edecek olağanüstüye yükse-len duyguların sipahisi olmalıdır. İslâm’ın ruhu olan mer-hamet ile savaşın mantığı haline gelen fedâkârlığı kay-naştırıp ortaya çıkacak bu izdivâcın evlâdına yeni bir hüviyet verilmeliydi. Âkif, bu kimliğin adı ve soyadı hane-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 138 18.4.2016 10:12:04

 K İ F ’ İ A N ( L A ) M A K !

-· 139 ·-

sine Asım’ın adını yazmıştı. Bunun için de ondan çok şey-ler umuyordu: “Şarkın beklediği dehâ”yı o temsil edecekti. Çünkü o Şark, marifet ve faziletten uzaklaştırılmıştı, ama çok sağlam bir mirası vardı. Bu da, “Din-i Mübîn”le fazilet-lendirilmişti. Müslüman’ın yaşama gücündeki en dramatik örneği Çanakkale Harbi ve İstiklâl Savaşı’nda ortaya koyan bu genç neslin temsil ettiği iman, onu yarına da götüre-cek en kuvvetli vasıtalardan birisidir. İmanın hakikati ile ilmin gerçeğini birbirine ters düşürmeyecek bir şekilde or-taya koyabilecek sağlam idraki de bu nesil temsil ediyordu. İhmal edilen marifetin yeniden kazandırılması için ‘tahas-süs’ün hayatın en dinamik unsuru olması gerekir. “Tek dişi kalmış canavar”ın beldesine, “Bir gün evvel gidip bir saat önce dönmek” için “Şarkın kucağını açıp beklediği”ni hatır-lıyordu...

Servetin put haline geldiği, merhametsiz bir rekabetin hayatımızın bütün safhalarına yerleştiği, kendi gönlünde-ki ulûhiyeti kaybedip onun yerine paganizmi hâkim kıl-dığı, rahatı için geliştirdiği tekniğin gölgesinde o tekniğe köleliğin korkusunu yaşayan insanlığın sığınabileceği tek gölge, kaynağını imanda bulan sevgiydi. Âkif, Asım’da işte bu mefkûrenin mistik romanını yazdı!..

Bugün bu romanın kahramanları sizlersiniz! Talip ol-duğunuz yük ağır ama o derecede onurlu ve soyludur. Âkif ’in dikkati, teslimiyeti, tavizsizliği sizlere bir ölçü ola-bilirse, o mübarek insan yerinde rahat yatabilecektir. Dün-yalık saadete sırtını dönüp gurbete savrulan, önüne açılan sonsuz imkânları bir kenara iterek dürüst kalmak uğruna yokluğa rıza gösteren bir insan önümüzde ders alınacak bir modeldir, bir kitaptır, bir mesajdır. Onu tanıyıp okuya-bilen, onu anlayabilenlere ne mutlu…

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 139 18.4.2016 10:12:04

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 140 18.4.2016 10:12:04

İSTİKLÂL MARŞI

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 141 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 142 ·-

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak. Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdi, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl, Hakkıdır, Hakk’a taban, milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım; Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, “Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın... Kim bilir, belki yarın..belki yarından da yakın.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 142 18.4.2016 10:12:04

İ S T İ K L Â L M A R Ş I

-· 143 ·-

Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı; Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şüheda. Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli; Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli; Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

Zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım; Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım! O zaman yükselerek arş’a değer, belki, başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 143 18.4.2016 10:12:04

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 144 18.4.2016 10:12:04

İSTİKLÂL MARŞI’NIN TAHLİLİ

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 145 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 146 ·-

İstiklal Harbi kazanılmamıştır. Savaşının en yoğun günleridir. Daha “Büyük Taarruz” bile başlatılmamıştır. Böyle bir ortamda, “İstiklal Marşı”nın yazılması düşünülü-yor ve bunun için yoğun bir siyasi ve edebi faaliyet yürü-tülüyor.

Böyle bir ortamda, daha istiklalini ilan etmemiş, ama istiklalini de ayaklar altına vermemeye kararlı olan bir mil-let niçin Marş’a ihtiyaç duyar?

Biz, bunun temel gerekçesini, bağımsızlığı onurunun ilk şartı gören milletimizin er ya da geç bunu başaraca-ğı ve İstiklal Marşı’nı okuyacağı idealine bağlıyoruz. Bu iş için seçilen ismin ideallerinin halkın beklentileriyle örtüş-mesi de bunu göstermektedir. Çünkü bu şiirinde Âkif, içi boşaltılmış bir milliyetçilik duygusuyla değil, o duyguyu besleyen, onun olmazsa olmaz ön şartı olan imanla yaz-mıştır. Burada önemli bir noktayı dikkatten uzak tutma-mak gerekir: İstiklal Marşı için bir yarışma açılır ve çokça da (724 adet) şiir gelir. Gelen bu kadar şiire rağmen, Meh-met Âkif ’e devlet İstiklal Marşı için özel ricada bulunulur.

Niye Mehmet Âkif?

O yıllardaki şairlerin genel tavrına baktığımız zaman, halkın duygularına tercüman olacak ve böyle bir marşı ya-zabilecek bir başka isim görünmemektedir. Bu savaş mad-di güçle kazanılacak bir olay değildi: Batı, bütün imkân-larını kullanmış, asırlardır korkulu rüyası olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtulmak için üzerimize çullanmış-tı. İstanbul’un İngilizler tarafından İşgali, Fransızların Gü-neyden ülkeye girmesi, Yunanlıların Avrupalıların desteği ile Batı’dan saldırıya kalkışması, sıradan bir işgal olayı de-ğildi. Bütün gücünü, Allahuekber dağlarında, Yemen’de, Balkanlarda tüketme noktasına gelmiş bir milletin yeni-den dirilmesi kolay bir hadise olarak görülemez. Bu savaş, bir nevi kuşatılmış Anadolu topraklarının elinden gasp

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 146 18.4.2016 10:12:04

İ S T İ K L Â L M A R Ş I ’ N I N T A H L İ L İ

-· 147 ·-

edilmesi için yapılan saldırıydı. Bir savaştan yeni bir millet doğacaksa, onu tanıyan, onun dilini kullanan, onun kalbi-ni okuyan, onun ruhuyla yaşayan bir şair gerekiyordu. Bu da Âkif ’ten başkası olamazdı.

Âkif, yarışma olduğu ve kazanılması halinde bir bedel ödeneceği için girmek istemez, ancak zor ikna edilir ve bu marşı yazmaya karar verir ve kısa sürede yazıp teslim eder. T.B.M.M.’sine arkadaşının paltosunu emanet alarak gi-den, evinde sadece bir eski kilimi örtü olarak bulunan Şair, buna rağmen, ödenen yarışma ücretini de almaz, bir hayır kurumuna bağışlar.

Bu marş öncelikle bir sezgiyi, daha doğrusu bir müjde-yi satırları arasında taşır: Nedir o? O, bu milletin bağım-sızlığına kavuşacağı idealidir. “Korkma!” ikazıyla başlayan, ilk mısra “Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!” iç güveniyle yerine oturur. Bu millet, tarihi boyunca bağımsızlığı için gereken her bedeli ödemiştir, ama istiklalinden fedakârlık yapma-mıştır. Kalan en son ocak da olsa, bu ocak Türk’ün ise, bu savaş kazanılacaktır. Bunun için de “Korkma”ya gerek yok-tur. Arkasından:

“O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir o benim milletimindir ancak!”

Şairin burada “O” harfiyle atıfta bulunduğu “Al San-cak”tır. Bunu gökte bir yıldız gibi düşünür. Bunun aidiyet hakkını da dillendirmeden edemez. Çünkü parlayacak o yıldız yalnızca Türk milletine aittir. “Yıldız” bizim kültürü-müzde ayrıcalıklı olma anlamına da gelir. Mutluluğu ifa-de eder. Şairin olaya yaklaşımı bu yönde birazcık gelenek-sel özellik taşısa da, mesele yalnız yıldızdan ibaret değildir. O yıldızı bir bağımsızlık kuşağı gibi kavrayan “Hilal” çok daha önemlidir, bunu da belirtmeden edemez:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 147 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 148 ·-

“Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl, Hakkıdır, Hakk’a taban, milletimin istiklâl.”

Burada önemli bir dikkat noktasına daha bakmakta fayda vardır. Şair hem Al Sancak’tan hem de bayrağımı-zın ana unsuru olan “Yıldız ve Hilal”den bahsetmektedir. “Al” rengiyle de bunu bütünleştirmektedir. Sancakla, Os-manlı’ya dayanan geçmişimizin onurlu tarafını, “Yıldız ve Hilâl”le de geleceğe yürüyen yeni bir milletin sembolünü ortaya koymaktadır. Burada belki, “Hilal’in kaşlarını çat-mamasını” isterken, bizim mitolojimizde sevgilinin kaşla-rının hilale benzetilmesinden de hareket edildiği düşünü-lebilir. Ancak romantik bir aşk benzetmesi ile ölüm-kalım halindeki bir milletin ızdıraplı sızlanışı ve sitemi, bu ifade-nin daha çok uğrunda kan dökülen bağımsızlığın ve ima-nın sembolü oluşuna yorumlamak gerekir. Aslında, bu-günkü Bayrağın 1844 yılında şekillendiği dikkate alınırsa, Şair, şiirinde sancakla doğrudan bayrağımızı kastetmiş ol-duğu gibi, Hilal’le de İslâmî bir duyarlılığı ön plana çıkar-mış olmaktadır. Ayrıca Şair, sancağın daha eski bir geçmi-şe sahip olduğunu dikkate alarak iki terimi birlikte birini doğrudan ad olarak öbürünü de tarif olarak verip bir sen-tez fikrine ulaşmaktadır.

Savaşlar, ister istemez, galibiyete doğru da gitse kendi bünyesinde birtakım olumsuzlukları barındırır. Onun için-ki İdeal değerleri canlı bir toplum için düşünen Şairin bu yaklaşımı, geleceğe güvenin telkinini sağlamak arzusuy-la değil, var olan bu güvenin fark edilmesini sağlamak için dile getirir.

Dikkat edilirse şiirinin üslubu iman üslubudur. “Hak-kıdır, Hakk’a taban, milletimin istiklâl”, mısraı bu duygu-yu taşıyan merkezî ifadedir. Şair, halkına “İstiklal, Hakka

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 148 18.4.2016 10:12:04

İ S T İ K L Â L M A R Ş I ’ N I N T A H L İ L İ

-· 149 ·-

tapan (Allah’a inanan) milletimin hakkıdır”, diyor. Onun böyle bir düşünceye götüren de Allah’ın en önemli sıfat-larından birisinin ‘Adil’ olması düşüncesidir. Ruhun ve ah-lakın kuvvetine sığınan insanın elindeki terazi adalettir. İslâm’ın en büyük hamlesi adaleti tesis etmek olmuştur. Allah’ın adaleti hiçbir dönemde zalime, kendisinden baş-ka, kimseye fazla zarar verme hakkı bırakmamıştır. Görü-nürde, silah zoruyla kazananların hemen hepsi zamanla bunları kaybetmişlerdir. İşte, Sodom ve Gomore, İşte Bü-yük İskender, İşte Roma, İşte Bizans! İşte asırlarca yoksul ülkelerde sömürge saltanatı kuran Batılı devletler!..Adalet kavramı, milletlerin varlığının ana unsurudur ve bunun neden ve niçinini de şöyle açıklar:

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım; Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”

Burada, “Ezel” kavramına bakmak lazım, tarihin reali-tesiyle kelimenin anlamının örtüştüğünü görürüz. Çünkü Türk Milleti tarihi boyunca hiç esarette kalmamıştır. Şair bunun için, “Hür yaşadım, hür yaşarım” diyor. Zincirleme-ye kalkanları çılgınlıkla suçluyor ve bunu yapacaklarına ak-lına şaşacağını ifade ediyor. Çünkü kükremiş sel gibidir, bendini çiğneyerek aşar, dağları yırtar ve taşarak enginle-re sığmaz. “Sel” Kavramı’nın savaşın niteliğiyle örtüşen ta-rafı, coşkulu bir milletin taşkın bir sel gibi önüne gelenleri silip süpürerek götüreceği ideal ve kararlılığıdır. Bu ifade, burada Batılıların şiir kavramını izah ederken kullandıkla-rı “Pitoresk şiir”e çok uygun düşmektedir. Bir tablodur bu-rada anlatılan. Büyük taarruzu düşünün, bendinden ta-şan bir sel gibi düşmanın üstüne yürür ve onu tepeleyerek ezip geçer. Burada bent dediğimiz bugünkü barajları düşü-nün: Şair, anlamı çok derin bir benzetme daha yapmakta-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 149 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 150 ·-

dır: Üzerine gelenlere karşı o baraj duvarı arkasındaki te-miz, dolayısıyla berrak su birikimini kullanmaktadır. Sel de öyle yapmaz mı? Akmaya başladığı zaman önünde han-gi insan gücü durabilir?

İşte böyle bir özgüvenle düşmanını karşısına alır ve onu da yine bizim özelliklerimizle kıyaslayarak şöyle yo-rumlar:

“Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, “Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?”

Batı’nın ufuklarını kuşatan çelik zırhlı duvarsa, benim de iman dolu göğsüm gibi sınırlarım var. Aldırma ulusun, medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, bu canavar se-nin bu imanını nasıl boğabilir? Burada Şaire göre, Batı ih-tirası, biz sevgiyi temsil ediyoruz. Onun “Medeniyet” adı-na geliştirdiği silahlar, bir dönem için ona üstünlük vermiş olsa da, artık o tek dişi kalmış canavar’a dönüşmüştür, günü gelecek o silahları kendine dönecektir. Çünkü insanı erdemli kılan savaştaki üstünlüğü değil, savaşta bile onun ahlakına bağlılığıdır. Kişilik ve benlik gururuna kapılan Batı, ahlâki değerleri de tanıyamadığı için onun zırhlı du-varı bir gün üzerine yıkılacaktır. Şair bunun için “Medeni-yet”i “tek dişi kalmış canavar” olarak görmüş olmalıdır. Bu-rada, sözü edilen medeniyet kavramıyla bütünüyle kendi içinde insanın mutluluğunu taşıyan ve ortak şuur haline gelen bir gelişmişliği değil, silah üstünlüğüyle elde edilmek istenen zorbalığı ve yağmacılığı anlatmaktadır. Batı’nın asırlar boyunca geri kalmış ülkelerdeki acımasız sömürgeci zihniyeti böyle bir yargıya götürmektedir Şairimizi. Onun içindir ki, bu tür medeniyet emperyalizmin acımasız bir silahı gibidir. Bunun için de karşısındaki insana ciddi bir uyarıda bulunur ve şöyle der:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 150 18.4.2016 10:12:04

İ S T İ K L Â L M A R Ş I ’ N I N T A H L İ L İ

-· 151 ·-

“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın... Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”

Şairin bu kıtadaki muhatabı önemlidir: “Arkadaş!” diye söze başlıyor. Bu şiir aruz kalıplarıyla yazılmıştır. ‘Arka-daş’ kelimesi ile ‘Askerim’ kelimesi aruz kalıplarında aynı değerleri taşırlar. Yani şair, aruz kaygısıyla hareket ederek “Askerim!” diye söze başlamıyor. Bu, ifade “Asker millet” kavramının en güzel örneğidir. Çünkü bu savaşa topyekûn millet katılmıştır. Dolayısıyla sadece askerden değil, bu hayâsızca akının durması ve alçakların yurdu işgal etme-mesi için asker-sivil ayrımı yapmadan herkesten yurduna gövdesini siper etmesini istemektedir. Bunu söylerken de önemli bir güvencesi vardır, o da “Hakkın vaat ettiği gün-lerin yakın olduğu”dur. Hatta o kadar yakın ki, Belki “yarın” belki “yarından da yakın”dır bu.

Bu şiir 12 Mart 1921’de kabul edilir. Büyük Taarruz ise 26 Ağustos 1922’de başlatılır. Yani bu şiirin yazıldığı tarih ile “Büyük Taarruz”un başladığı tarih arasında tam bir yıl 5 ay 14 gün gibi zaman dilimini düşünürseniz burada şairin mucizevî bir güvence içinde olduğunu ve halkına bunu tel-kin ettiğini görürsünüz. Onun, bu yüzden ‘bu şiirdeki dili, halkının dili, halkın gönlü ve halkın ruhudur’ diyoruz. Halka da bu umut olmasaydı, ortaya çıkmazdı, çıkamazdı. Bizim halkımız her türlü zevkini feda etmekten çekinmemiş ve hayatını savaş meydanında silahın karşısına siper etmek-ten de geri durmamıştır. Onu zafere götüren işte bu ima-nıydı ve şair de onun için “Hakkın vaat ettiği günün yakın” olduğuna inanıyordu. Çünkü kalbinde imanı olanın can korkusu olmayacaktır! O, bundan emindi, bu milletin sos-yal karakterin ve manevi kimliğini çok iyi biliyordu… Bunu bildiğini de hemen bu mısraların altındaki satırlarında şöyle dile getiriyordu:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 151 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 152 ·-

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şüheda. Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”

Bizim milletimizin için “İman, Vatan, Millet, Bayrak ve İstiklal” kavramlarının çok özel önemi vardır. Barış orta-mında bunun farkında olmayabilirsiniz, ama bu kavramla-ra karşı bir saldırı başladığı zaman millet kenetlenir ve bir-lik ruhu bir heyecan dalgasına dönüşür. Âkif, buna işaret etmek ister ve bu cennet vatanın uğruna canın, sevgilinin, hatta bütün varlığının feda edilmesi gerektiğini söyler. Bu-nun için örnekleri vardı; toprağı sıksan şehitler fışkıracak-tır. “Vatan”dan uzak kalmamak için, bundan başka maddi anlamda yapılacak başka bir şey de yoktu. Böyle bir fe-dakârlığı üstlenen insanın bundan sonra yapacağı şey ise şairin diliyle dua etmekti:

“Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli; Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli; Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”

İnsanlar ümitleriyle itaat ederler. Böyle bir ortam-da ona verilecek ümit, bağımsızlık meşalesinin yere düş-meyeceği duygusudur. Dua, ümidin son sığınma noktası-dır. İnanan insan, yapar, eder, sonra döner duada bulunur. Buradaki dua ise, yeis halinde gözükse de, aslında Allah’ın adının yüceltilmesini istemektedir: “Mabedimin göğsüne namahrem elinin değmemesini” istemek, Allah’ın mekân-larını yine kendisinin koruyabilmesi için kendine bağlı kullarına yardımını taleptir. Çünkü ezanlar, dinin temeli-nin şahitleridir ve yurdumun üstünde ebediyen inlemeli-dir. Şair’in “Ruh”u öne çıkarırken önemli bir noktaya işaret eder: Kur’an’da “Biz insanı yarattık ve ona kendi ruhumuz-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 152 18.4.2016 10:12:04

İ S T İ K L Â L M A R Ş I ’ N I N T A H L İ L İ

-· 153 ·-

dun üfledik”, (19 Secde; 32:89) buyrulur. Dolayısıyla insanın kutsallığı ruhundan gelmektedir. Onun için de, Yüce Rab-bi’ne yönelirken kendi cevheriyle hitap etmekte ve “Rû-humun senden, İlâhî, şudur ancak emeli;/ Değmesin mabe-dimin göğsüne nâmahrem eli;” demektir. Böyle bir duanın gerçekleşmesi halinde ise olacak sonucu açıklar:

“Zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım; Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım! O zaman yükselerek arş’a değer, belki, başım.”

Eğer mezarının başında taşı varsa, o, savaş açtığı bütün yaralarından boşalacak kanlı yaşla vecd halinde secde ede-cek ve o görünmeyen ruhu gibi yerden cesedi fışkıracak-tır. Ve işte o zaman başı yükselerek arsa ulaşacaktır. Bütün bunları, mabedinin göğsüne yabancı elinin değmemesi için istemek ve şiirini şu mısralarla tamamlamaktadır:

“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!”

Âkif, Yurdun üstünde tüten en son ocak sönmeden, “al Sancak”ın sönmeyeceği ifadesiyle başlayan uzunca şiirini bir dua ve bu duayla sağlanan hürriyet ve istiklalin tadı-nı şafaklar gibi dalgalanacak Hilal’in ihtişamıyla noktalar. Burada Hilal, yukarıda da işaret tetiğimiz gibi İslâm’dır. Ancak, İslâm’a kendini adamış bir milletin varlığının da önemi üzerinde durur: “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok iz-mihlâl” ifadesini özel olarak kullanır. Yani İslâm kadar, ır-kına da çözülüşün, çöküşün gelmeyeceğini söyler. Hatta onunla da yetinmez, hürriyet’in hürriyetin sembolü olarak

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 153 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 154 ·-

dalgalanmış bayrağımıza ait olduğunu, İstiklal’in hakka ta-pan milletin hakkı olduğunu söyler.

O tarihlerde, “Türkiye Büyük Millet Meclisi”nin kurul-muş olması, vatanın kurtarılmış olması anlamına gel-miyordu. Buna rağmen, fonksiyonu yok muydu? Vardı elbette! Her şeyden evvel bir siyasi irade ve o iradeyi yön-lendirecek bir otorite ortaya çıkmış, Meclis savaşı disiplin altına çeken kararlar alarak katkı sağlamıştır. Bu şiir, ön-celikle milletimize, kendisini ayakta tutan değerleri idrak etme fırsatı vermiş ve kabul edilirken böylesine müjdeli bir geleceği vaat ettiği için benimsenmiştir.

Âkif ’e göre, şanlı bir geçmişi, şerefli bir geleceğe taşı-mak için savaş halinin ortaya koyduğu zorlukları mad-di zorlukların acılarıyla göğüslemek millet olabilmenin ilk şartıdır. İhtiras, zekâ ve irade kavramlarını birbiri içe-risinde verirken bunun besleyici malzemesi olarak “ruh”u görür. Düşmanda bu fazilet üstünlükleri yoktu. O, maddi gücüyle başarılı olacağını düşünmüştü ve getirdiği bütün güçlü silahlarına rağmen, büyük kayıplarla birlikte onuru-nu bırakarak geri dönmüştü. İstiklal Marşı, o gönün şart-ları altında savaş sonrasını görmenin imtiyazıyla kabul görmüş ve görmeye de devam edecektir.

Bu şiir, aslında sadece Âkif ’in sezgilerini yansıtmamak-tadır. Aynı zamanda onu var eden milletin genel kabulleri-nin de ifadesidir. Bizim insanımız, temiz duygularla ima-nına, vatanına, bayrağına, istiklaline bağlıdır. O bağlılığın da ilahi koruma altında olacağına inanır. Şiirin üslubu bu inancın tipik bir yansımasıdır. Şiiri genel kabule götüren de bu güçlü tarafıdır!..

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 154 18.4.2016 10:12:04

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE’NİN

YORUMU

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 155 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 156 ·-

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’ Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, Kustu Mehmetciğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 156 18.4.2016 10:12:04

Ç A N A K K A L E Ş E H İ T L E R İ N E ’ N İ N YO R U M U

-· 157 ·-

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm. Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer; Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi; ‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi. Asım’ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? ‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. ‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 157 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 158 ·-

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Çanakkale Harbi, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma sa-vaşı değil, Türk Milletini Anadolu’da yok etme savaşıydı. Bu savaş, tarihi boyunca bir yığın toplu saldırılara uğra-mış bir milletin, ruhunda var olan direnme azmiyle kendi-sini yeniden var edebileceğini gösteren çok ender olaylar-dan birisidir. Ayrıca bu savaş, kurtuluş mücadelemizin de başlangıcının ilk kıvılcımını tutuşturan bir çıkış harekâtıy-dı. Artık Türk milleti, anlamıştı ki, Çanakkale’den geçeme-yen bu işgalci emperyalist güçler, bir şekilde bu saldırıları-nı sürdüreceklerdi.

Sömürgeciliğin kendi kanlı elleriyle kendisini kirli tari-hine gömeceğinin ilk işaretini de veren bu acımasız boğuş-mayı en iyi anlatan şiir kuşkusuz Mehmet Âkif ’in Çanak-kale Şehitleri’ne adını verdiği yukarıdaki destanıdır.

Yirminci Yüzyılın başlarında, dünya artık o eski dünya olmayacaktı. Bir tarafta asırlardır sömürdükleri topraklar-daki insanların kendi çıkarlarının korunması gerektiği şu-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 158 18.4.2016 10:12:04

Ç A N A K K A L E Ş E H İ T L E R İ N E ’ N İ N YO R U M U

-· 159 ·-

uruna ulaşması, öbür tarafta, artan nüfusunu besleyebil-mek için daha çok alanlara yayılmak isteyen ve bunu silah zoruyla yapmaktan başka çaresi olmayan Avrupalıların ih-tiraslı doyumsuzlukları.

Bunlara ekonomik rekabet de eklenince, ister istemez dünyayı paylaşma derdine düşenler birbirlerinden kopa-caklardı. Ancak bu ayrışma tek başına kalma korkusunu getirdiği için yeni bir kümelenmeye de zemin hazırladı ve Avrupalı bir yandan Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan oluşan üçlü İttifak Devletleri, bir yanda da İngil-tere, Fransa ve Rusya’dan oluşan Üçlü İtilaf Devletleri so-nunda Avrupa’yı ikiye bölmüşlerdi.

Bu arada Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda toprak kaybı, Avrupalılar tarafından onun da artık sonuna doğru gittiği düşüncesini geliştirdi. Böyle bir ortamda, Anadolu’yu işgal edebilmek için önce Başkenti kontrole almak gerekecekti.

Böyle bir işgale zemini hazırlayan beklenmedik geliş-meler oldu:

Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1914’te İngiliz donanma-sından kaçan Goeben ve Breslau adlı Alman savaş gemi-lerinin boğazlardan geçmesine izin verdi ve boğazları tüm yabancı gemilere kapattı. Alman gemilerinin boğazlardan geçmesi itilaf devletlerinin tepkisine yol açtı. Bunun üze-rine Osmanlı Devleti, bu iki gemiyi, daha önce İngilizlere sipariş ettikleri ve hatta parasını ödedikleri halde alama-dıkları iki gemi yerine satın aldıklarını açıkladı. Böylece, Yavuz ve Midilli adı verilen bu iki savaş gemisi Osmanlı Donanması’na katılmış oldu.

Bu gemilerin 27 Eylül 1914’te Karadeniz’de çıktığı tat-bikatta Ruslara ait Sivastapol ve Novorosisk limanlarını bombalaması, Osmanlı’yı doğrudan savaşın içine çeker.

Bu bombalama planlı bir harekât mıydı? Bize kalırsa öyle: Gemilerin başında bulunan bir Alman generaldi. Al-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 159 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 160 ·-

manlar Ruslarla anlaşma yapmışlardı. Osmanlı’nın savaş girmesi demek, Rusların doğudan, diğer Batılıların da gü-ney ve batıdan Osmanlıya saldırması anlamına gelecekti. Nitekim öyle oldu, Osmanlı en zayıf döneminde beklen-medik bir kuşatmayla yüz yüze kaldı. Niçin böyle bir ku-şatma vardı? Çünkü Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan boğazlar, konumları nedeniyle özellikle Avrupa için çok büyük bir önem taşıyorlardı. Tarih boyunca uğurlarında nice savaşlar verilen boğazlar stratejik, ekonomik ve kültü-rel açıdan paha biçilmez değerdeydiler. Bugün bile bakıldı-ğında değerlerini korumaya devam ettikleri açıktır.

İtilaf Devletleri’nin Boğazları açma nedenlerinin başın-da, elbette ki boğazların sahip olduğu bu stratejik önem yatıyordu. Rusya’ya yardım edebilmek hedefiyle yapılanan bu düşünce; aynı zamanda Almanya’dan yeterli yardım alamayacağı ve fazla direnemeyeceği düşünülen Osman-lı’yı tek başına ve planlanmış bir barışa mahkûm etmeyi planlıyordu. Ayrıca boğazları kazanmak demek, İstanbul’u ele geçirip Osmanlı ve tüm Avrupa üzerinde manevi bir yı-kıma sebep olmak demekti. Tarafsız kalan pek çok ülke bu başarıya kayıtsız kalamayacak ve İtilaf Devletleri’ne katıl-dıklarını açıklayacaklardı. Bu düşünceyle İngiltere 28 Ocak 1915’te Osmanlı’ya savaş kararı aldı ve bu karara Fransa da katıldı.

Bir yağmalama döneminin görünürde iç çatışmasıydı bunlar: Rusya boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmeyi hedeflerken, İngiltere Süveyş Kanalı ve Hint yolunun gü-venliği için Filistin’i ele geçirmeyi tasarlıyor, Fransa; Lüb-nan, Suriye ve Kilikya’nın kontrolünü düşlüyor; Almanlar doğuya yayılma politikası güdüyor, İtalyanlar ise Antal-ya’ya sahip olmayı istiyorlardı.

Bu niyetlerle önce deniz harekâtı başlatıldı, bundan umduklarını bulamadılar ve gemileri büyük kayıplar vere-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 160 18.4.2016 10:12:04

Ç A N A K K A L E Ş E H İ T L E R İ N E ’ N İ N YO R U M U

-· 161 ·-

rek çekildi, bu defa karar harekâtını başlattılar. Kara savaş-larında uçaklarıyla da hava desteği sağladılar. O da, kendi-leri için umulan sonucu vermedi. Dünya tarihinin o yıllara kadar gördüğü en yoğun kanlı boğuşmaydı bu. Boğazlar-dan geçilebilirse, kazanılacak olan başarı tüm Müslüman sömürgeleri sindirecek, güneyde sömürge devletlerini ra-hatsız eden hiçbir şey yaşanmayacaktı.

Başaramadılar, büyük umutlarla geldikleri Çanakkale Boğazından büyük hüsranlarla döndüler. Bu şiir milletimi-zin varlık hukukun dramatik hikâyesini verir.

Şiirin ilk mısralarında şair, düşmanı tanımlıyor: “Şu Bo-ğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? / En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.” İngiltere ve Fransa dünyanın en ge-lişmiş donanmasıyla, yine dünyanın güçlü ordularına sa-hip olarak görürler. Gerçekten de o dönemin en muhte-şem savaş gemileri bunlardadır ve dünyada bir daha eşi benzeri olmayacak bir kuşatmayla başlar bu savaş. Deniz savaşını kaybettikten sonra bütün ağırlığını kara savaşı-na verirler. Şair, şiirin hemen başında bundan söz eder ve “Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-/Kaç donan-mayla sarılmış ufacık bir karaya.” ifadelerini kullanır.

Arkasından bu savaşın ne kadar acımasızca bir şey ol-duğunu belirten satırlara geçer: Avrupalının his yoksu-nu olacak kadar acımasız, sırtlanlar kadar vahşi olduğuna işaret eder. Yırtıcı hayvanlar içerisinde sadece sırtlar, avı-nı yakalar yakalamaz öldürmeden parçalar. Burada, bu sa-vaşın vicdani tarafına dikkati çeker ve onları bu hayvan-lara benzetir. Nitekim bizim askerimiz onların yaralısını sırtına alıp cephe gerisine taşıyarak tedavi ederken, on-lar bizim yaralı askerimizin kafasına kurşun sıkacak kadar acımasızlık durumuna düşer. ‘Hayâsızca tehaşşüd’ yani ‘hayasızca toplanma, bir araya gelme’ eylemi, sırtlanların da birlikte gezdiğine işaret olarak ifade edilmiş olmalıdır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 161 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 162 ·-

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’ Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

İngiltere ve Fransa bu savaşa sömürgesi olan ülkeler-den yüz binlerce askeri getirir. Kara savaşlarında da bun-ları cepheye sürer. Âkif, bundan söz ederken aynı zaman-da savaşın ahlaki tarafına da önemli işaretlerde bulunur ve şöyle der:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

Renkleri, dilleri hatta dinleri farklı olan bu insanlar, sa-dece savaştaki vahşette birbirlerinden farklı değiller. Hat-ta Şair bu vahşetin getirdiği yıkımı öylesine acımasız görür ki, dönemin en tahripkâr hastalığı, taun’un toplu ölümlere sebep olan etkisine benzetir. İki ayrı ucunda yer alan Kana ile Avusturalya’nın böyle bir çatışmada bir araya getirilme-sinin başka türlü izahı olabilir mi?

Öyle olmasa, su savaşın bizim üzerimizdeki etkisini şair aşağıdaki mısralara taşır mıydı?

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, Kustu Mehmetciğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 162 18.4.2016 10:12:04

Ç A N A K K A L E Ş E H İ T L E R İ N E ’ N İ N YO R U M U

-· 163 ·-

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Kendini asil görenlerin sefil yaratıkların yüzündeki maske yırtılmasaydı onları biz, hala bizi baştan çıkaracak kadar kendilerine âşık bir afet gibi görecektik. Edebiyatı-mızda, güzelliği için “afet” tabiri kullanılır. Yani âşık olan kimseyi aşkıyla eritip yakan bir acımasızlıktır bu. İşte bu-rada onları tanımayan bizim batıcılarımıza da bir taş ata-rak gerçek yüzlerinin bu savaşta ortaya çıktığını söylüyor. Sonra onun tanımını yapıyor: “Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.” Bu ifade, daha sonra yazılacak olan İstik-lal Marşı’ndaki, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ifadesine dönüşecektir. Onların bu kahpe medeniyeti, la-netli bu insanlarda öylesine müthiş ki, bir yeri yakıp yık-mak için bu insanlar, her biri bir beldeyi tahrip etmeye gö-revlendirilmiştir.

Şiir, Çanakkale’ye gelen güçleri böyle tanımladıktan sonra, savaş sahneleriyle devam eder:

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 163 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 164 ·-

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.

Savaşın en trajik yanını; “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer”, ifadeleriyle bu kısımda kullanır. Ancak, böylesine kahpece bir saldırıya rağmen, “Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; / Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman? / Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? / Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm” Göğsündeki kat kat iman öyle kolay fethedilecek kale değildir, çünkü ‘o iman Allah tarafından bu milletin göğsüne bir kale gibi tesis edilmiştir.’der.

Şiirin bundan sonraki bölümünde bu kahramanlık des-tanını yazan askerlerin niteliklerini anlatır. Şair’in “Asım’ın Nesli” dediği ve “Asım’ın nesli... diyordum ya...nesilmiş ger-çek: / İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek”, mısrala-rıyla anlattığı bir ideal tip vardır. Bu tip işte bu bölümde anlatılır:

Asım’ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? ‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 164 18.4.2016 10:12:04

Ç A N A K K A L E Ş E H İ T L E R İ N E ’ N İ N YO R U M U

-· 165 ·-

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. ‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Âkif, Çanakkale Savaşı ile, İslâm Peygamberi’nin müş-riklere karşı verdiği savaşın birbirine çok benzer olduğunu düşündüğü için şiirinde böyle bir kıyaslama yapmaktadır: Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, / O demir çem-beri göğsünde kırıp parçaladın”, Bunda da haksız değildir. O dönemde müşrikler galip gelseydi, İslâm olmayacaktı, bu savaşta da düşman galip gelseydi, Türkiye olmayacaktı.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 165 18.4.2016 10:12:04

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 166 18.4.2016 10:12:04

MEHMET ÂKİF’İN BİR VAAZI

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 167 18.4.2016 10:12:04

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 168 ·-

“19 Kasım 1920 günü Kastamonu Nasrullah Camiinde halka hitaben yaptığı konuşması.”

(Âl-i İmrân Suresi’nin 118 Ayetini okuduktan sonra): Bismillahirrahmanirrahim, Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

“Ey müminler, size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hususta hiçbir fırsatı kaçırmayan, dinini-ze yabancı kimseleri kendinize mahrem-i esrâr dost, arka-daş ittihaz etmeyiniz. Bunların suret-i haktan görünerek size güler yüz göstermelerine, hayrınızı ister gibi tavırlar takılmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz iste-yip, durdukları sizin felaketinizden, izmihlalinizden, esare-tinizden başka bir şey değil. Baksanıza, size karşı kalple-rinde besledikleri düşmanlık o kadar dehşetli ki, bir türlü zapt edemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Hâlbuki yü-reklerinde kök salmış husumet, ağızlarından taşan ile ka-bili kıyas değildir. Ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün hakikatleri, âyet-i celilemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insanlarsa-nız, (iki dünyada) zelil olmak, hüsranda kalmak istemez-seniz, bizim âyet-i celilelemizin gereğince hareket ederek felâh bulursunuz.”

Bu âyeti celile sure-i Âl-i İmrân’dadır. Sûre-i Tövbede de: “Ey Müslümanlar, Cenabı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları, Allah ile onun Resuli Muhteremin-den, bir de müminlerden kendisine dost ittihaz eyleyenleri görmedikçe sizler öyle başıboş bırakılacak mısınız zannedi-yorsunuz?”. Bu iki âyeti celileden başka diğer âyeti kerime daha vardır ki hep aynı ruhtadır.

Ey Cemaati Müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lâzımdır. Ben de bir zaman-lar Kitabullahı tilavet ederken bu gibi âyeti celileye geldik-çe, “acaba sair milletlere karşı bir az şiddetli davranılmıyor mu? Yabancılar hakkında daha merhametle olmak icabet

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 168 18.4.2016 10:12:04

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 169 ·-

etmez mi idi?” gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatı-raların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytâni olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar hayli müdahalelere mecbur kalır-dım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını araştı-racak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkârı umumiyenin gürültüsünden başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin de-hası, kiminin ilerlemesi kulaklarımızı doldurdu. Lisan bi-lenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bil-meyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insanî, içtimaî mevzuları pek ho-şumuza gitti. Müelliflerinin kıymeti ahlâkiye ve insaniye-lerini eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleri ile özleri arasında asla münasebet, benzerlik olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte oku-yup yazanlarımızın çoğuna ârız olan bu hata bir zaman-lar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; özellikle Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dola-şarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahak-küm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başı-ma aldım. Demin söylediğim şeytâni vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenab-ı Hakka tövbeler ettim.

Dünyada Avrupalıları bihakkın anlayan ve anladığını da iki cümle ile hulâsa edebilen bir Müslüman varsa o da ümmetin büyüklerinden faziletli ve bağışlanmış Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdu. Âlemi İslâm’ın en faziletli erkânından Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün soh-bet esnasında demiş ki;

– Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanı-na, âlicenaplığına, keremine hayran olurdum. Bir ara-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 169 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 170 ·-

lık Fransa’ya uğramıştım. Paris’te ilk işim bu muh-terem Müslümanı ziyaret oldu. Kendisiyle biraz hoş beşten sonra dedim ki:

– Hocam senelerden beri burada oturuyorsun. Şarkın, Garbın ilim ve fenlerine cidden vâkıf nadir yaratılmış kimselerdensin. Yakinen gördüğüm şeyle tabiidir ki tecrübeni, görgünü arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun?

– Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lâkin şunu bilmelidir ki, o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi, yalnız kitaplardadır.

Hakikat, Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendi maddi sahadaki bu geliş-meleriyle ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilim-lerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.

Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara kar-şı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiçbir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Görünüşte dinsiz geçinir-ler. “Vicdan Hürriyeti” diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele Müslümanları, biz şarklıları taassupla itham eder durur-lar! Heyhat. Dünyada bir Geri düşünceli millet varsa Avru-palılardır. Amerikalılardır, Taassuptan hiç haberi olmayan millet isterseniz o da bizleriz.

Ey Cemaati Müslimin! Bilirim ki, bu sözlerim sizin se-nelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz ay-kırı gelecektir. Onun için bir iki misâl getirmek icap ediyor:

Bilirsiniz ki, bizim Harbi Umumiye girmemizden en çok istifade eden bir millet varsa o da Almanlardı. Biz Al-manlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 170 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 171 ·-

verdik. Yüz binlerce yuva söndü. Milyonlarca sâman (ser-vet) kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lâzım geliyordu. Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyadaki milletlerin kendilerine ilanı harp ettikleri bir zamanda böyle yegâ-ne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, kitapları ile, edipleri ile, bütün muharrirleri ile bizi alkış, teşekkür tufanına boğacaklardı. Heyhât!.. Bu Umumî Harbin ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Ber-lin’e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti bize dedi ki;

– Bizim Meclisi Milletvekillerimizdeki bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi mede-ni ve fen sahibi, mütefennin bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak edi-yorlar? Bu, bizim için zül değil midir? diyorlar. Al-manlar diyor ki, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Tâ ki, Müslü-manlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu, bunların nazarında belirsin.

Almanya hükümeti haklı idi. Çünkü Alman milleti na-zarında Müslümanlık vahşetten, Müslümanlarsa vahşiler-den başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele müsteşrik denilip de şark (doğu) lisanlarına, şark ilim ve fenlerine, şark ahlâk ve âdetine vakıf geçinen adamla-rı, mensup oldukları milletin efkârını asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma olmasına imkân yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lâkin tamamen muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.

Harp esnasında bilirsiniz ki, Alman İmparatoru İstan-bul’a gelmişti. Biz saf Müslümanlar, Halife’nin müttefi-ki sıfatı ile o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 171 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 172 ·-

bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki, “Darü’l Hilafe”nin, yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk binası kurulacak denildi, bol keseden bir camimizi adamlara peş-keş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz muameleye! Düşmanlar Kudüs’ü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felâket Harbi Umumi üzerine büyük bir tesir meydana getirmişti. Yani Filistin Cephesinin bozulması, muharebe terazisini düşmanları-mızın tarafına epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefiki-miz olan Almanlarla yine Almandan başka bir şey olma-yan Avusturyalıların bizim kadar müteessir olmaları icap ederdi.

Ey Cemaati Müslimin! İşte bakın ki Kudüs, velev ki İn-giliz’lerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düş-man eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden mu-harebe bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da hasmımız da olsa din-daşımız olan İngilizlerin eline geçsin, diyerek Viyanalılar (şehrâyin) şenlikleri yaptılar. Evlerini donattılar. Bu mas-karalığı men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürün-ceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyet ve müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misâllerle de anlamazsanız kı-yamete kadar anlayacağınız yoktur.

Avrupalılara, Amerikalılara dinsiz derler. Size bir ha-kikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az bağlılı-ğı olan memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Dün-yanın en mamur, en yeni memleketi olan Berlin’de pazar günü büyük kiliseler hıncahınç dolar. Hem kiliseleri dol-duran cemaat avamdan ibaret zannetmeyiniz. Bütün zen-ginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil eder. İngil-tere’ye gittiğiniz takdirde şayet cumartesi gününden etini-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 172 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 173 ·-

zi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dinî bir gün olan pazar günü hiçbir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmaz-lar, duasız sofradan kalkmazlar.

Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki, ziraat tah-sili için bir oğlunu Amerika’ya göndermişti. Çocuğun ken-di ağzından işittim. Diyor ki:

– Memleketin yabancısıyım. Lisanlarını lâyıkıyla bilmi-yorum. Newyork’ta bir otelde bulunuyorum. Gece ca-nım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azı-cık tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifice gezdiriyordum. Aradan iki üç dakika henüz geçmemişti ki, odanın kapısına yumruk inmeye başladı. Ne oluyoruz, diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş. Bana alabildiğini sövüyordu. Karı benim ne barbarlı-ğımı, ne saygısızlığımı, ne ahlâksızlığımı, hülâsa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hıristiyan-ların azizesinden, yani velilerinden birisinin gecesi imiş. Geceyi o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak maazallah küfür derecesin-den günahmış! Artık karıya memleketin acemisi ol-duğumu, bu hatanın benden kastım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.

Ey Cemaati Müslimin! Bizim diyarda Cuma namazı kı-lınırken tavla şakırtıları, sarhoş naraları duyulduğu nadir vakıalardan değildir, zannederim.

Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar, asa-biyeti diniye meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, bi-raz büyüyünce eşikte dinî, millî telkinler ile kulakları dolar. Yabancılara karşı husumet, düşmanlık hisleri her fırsattan bilistifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 173 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 174 ·-

dinlerinden, kendi renklerinden olmayan Allah kullarının, insan sayılmayacağı, bunların kafasına iyice yerleştirilir.

O sebepten bunların, bir Şarklıyı, hele hele bir Müslü-manı sevmesine imkân yoktur. Ressamları, meydana ge-tirdikleri türlü türlü resimlerle, şairler şiirleri, hikâyecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerde hep onların bu hislerini canlandırır dururlar.

Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yeti-şiyorlar? Bu heriflere karşı olan duygularımızı hiçbir vakit onların ilimlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü me-deniyetin bu kısımlarında onlara uymazsak, yaşamamıza, milletimizi yaşatmamıza imkân yok.

Biz Müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı bı-raktık. Tembelliğe, ahlâksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Havalarda or-dularını dolaştırıyorlar. Mâdem ki, vatanın müdafaası farzı ayındır, bu farzın bağlı olduğu sebepleri elde etmek farzdır; O halde onların kuvvet namına neleri varsa hep-sini elde etmek için çalışmak farzı ayındır. Ne hacet: “Düş-manlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlan-maya imkân bulursanız derhal hazırlayınız.” Emri İlâhisi sarihtir. Şüpheye, düşünmeye, taşınmağa mahal yoktur. O halde ne yapacağız! Aramıza sokulan fitneleri, fesatları, fırkacılıkları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayri-lik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa verece-ğiz. Birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler, zırhlılar, şimendifer-ler, limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar, elhasıl düşman-ları bize üstün çıkaran, yarım milyar Müslüman’ın birkaç milyon Batılıya esir olmasını temin eden sebeplerle vasıta-lar ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getiri-lebilir. Demek Müslümanlar Allah’ın, Kitabullah’ın, Resu-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 174 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 175 ·-

lullah’ın emrettiği, tasvip ettiği vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça ahiretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurta-ramazlar. Her şeyden evvel, birlik, topluluk, yardımlaşma, bir kere bunu elde edelim, alt tarafı Allah’ın inâyetiyle ko-laylaşır.

Bununla beraber, icabında Avrupalılarla birleşebiliriz. Ancak, bu birleşmek bize hiçbir vakit onların iç yüzünü unutturmamalıdır. Yani, vatanımızın, dinimizin menfaa-ti, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakki namına icap ederse, karşılıklı müşterek menfaatler üzerine bunlar-la çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak, bu pa-zarlıklarda son derece açıkgözlü bulunmamız lâzım gelir.

Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözlerine kanıyoruz da birbiri-mize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külâhı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğra-şıyoruz. Cenabı Hak, “Müminler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir”, buyuruyorken, yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak, ayda, âlemde bir kere camiye geliyoruz. Huzuru İlâhide birleşi-yoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarıya fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım, ya-hut hiç olmazsa yabancı kesiliyoruz. Âyeti Kerimeler var, bitmez tükenmez hadîs-i şerifler var. Bunlara göre; Müs-lümanlardan biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bil-medikçe, onların neşesiyle sevinçli, keder ve matemi ile mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemâ-li Cemaati Müslimîne sımsıkı sarılmakla kaimdir. “Müslü-manların derdini kendine dert edinmeyen Müslüman de-ğildir”, buyuran Resûl-i Hâkim (Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz Hazretleri) diğer hadîsi şeriflerinde buyuruyor ki, “Dünyanın öbür ucundaki bir Müslüman’ın ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu mey-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 175 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 176 ·-

dana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uz-vuna bir hastalık, bir acı isabet etse diğer uzuvlarının ka-fesi (tamamı) o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir Müslüman da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine bigâne kalamaz. Kalabiliyorsa, demek ki Müs-lüman değil!”

Ey Cemaati Müslim’in! Milletler, topla, tüfekle, zırh-lı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başı-nın derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin et-mek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın “kale içinden alınır” sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslâm tarihini şöyle bir gözümüzün önünden ge-çirecek olursak, cenupta, şarkta, şimalde, garpta, yetişen ne kadar, Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefri-ka yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka milletle-rin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Selçukîler, Mağribîler, İranlılar, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler... Hep bu ayrılık, gayrilik hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz, Türkiye Müslümanları dünyanın üç büyük kıtasına hâkimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmü-müz altında bulunan büyük memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hint Okyanuslarında yüzerdi. Müslü-manlık rabıtası, ırkı, iklimi, lisanı, âdeti, ahlâkı büsbütün başka olan birçok milletleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak, Slavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığı-nı... Elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak İslâm camiası etrafında toplanmış, Kitabullahı korumak için canını, kanını, bütün varını güle güle feda etmişti. Fa-kat sonraları aramıza Avrupalılar türlü türlü şekiller, tür-lü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumla-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 176 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 177 ·-

rı bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim (bağlılık) gev-şedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin için-den sarsılmağa yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz Müslümanların memur ol-duğumuz vahdeti onlar vücuda getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bize Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamaya-cak hale getirdiler.

Size bir vak’a (olay) anlatayım: Mısır’ın Ülya şehrinde dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslüman’la görüş-tüm. Bahsimiz siyasete intikal etti. Dedim ki:

– Şaşırıyorum 15 milyonluk Mısır’da yabancı asker ola-rak az kuvvet gördüm. Nasıl olur da bu kadarcık kuv-vetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor?

Bu sualim üzerine o zat dedi ki:

– O yabancı devletin ricalinden biri ile samimi görüş-tüm. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de de-miştim ki: “Günün yahut senenin birinde meselâ Osmanlı hükümeti kırk-elli bin kişilik bir ordu hazır-layarak Mısır’a sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?” Hiçbir şey yapmayız. Müdafaa imkânı olmadığı için Mısırlıları kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şura-sını iyi biliniz ki biz hiçbir zaman Osmanlı’ların Mı-sır’a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırak-mayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez mesele-ler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz aça-mazlar ki bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmaya vakit bulabilsinler.”

Ey Cemaati Müslimin! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dâ-hili meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi,

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 177 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 178 ·-

Şam meselesi, Arnavutluk meselesi, bilmem ne mesele-si... Bunların hepsi düşman parmağı ile çıkarılmış mese-lelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düz-ce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel’un (lanetli) düşmanlar işidir. Artık kime hizmet etti-ğimiz, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımı-zı anlam zamanı zannediyorum ki, gelmiştir. Allah rızası için olsun, aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düş-man hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir ka-rış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabil-mişlerdi. Neuzibillâh biz öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.

Zaten düşmanlarımızın tertip ettikleri sulh şartları bi-zim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırak-mıyor. Bu sefer Anadolu’nun bir hayli kısmını yeniden do-laştım, halkın fikrini yokladım. Baktım ki, zavallıların bir şeyden haberi yok. Vakıa nispetle havas (Seçkinler) geçi-nen takım, bu şartların pek ağır olduğunu biliyor, lâkin ilimleri son derecede icmalî, avam ise hiçbir şeyden haber-dar değil. Zannediyorlar ki, memleketin kenarları, yani Hi-caz gibi, Bağdat gibi bir iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli,, İstanbul, Anadolu,, Suriye yine bizde ka-lacak, artık çiftçi çifti ile, çubuğu ile, esnaf sanatı ile dük-kanı ile ulema medrese ile, mektep ile, tüccar alış veriş ile meşgul olacak! Heyhat! Düşmanlarımız bizi ne hale getir-mek için geceli gündüzlü çalışıyorlar, bize ise hâlâ ne gibi hülyâlarla kendimizi avutuyoruz!.. Allah rızası için olsun, şu antlaşmanın bizim hakkımızdaki maddelerini okuyu-nuz. Okumak bilmiyorsanız, okutunuz da dinleyiniz.

Maazallah onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz ka-lıyor? Bir kere Rumeli’nde hiç alâkamız kalmıyor. Çatalca Yerleşim bölgesi de dahil olduğu halde denizin öbür ya-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 178 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 179 ·-

kasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halife diye İstan-bul’da bir şeyler bırakılıyor. Lâkin kendisine yalnız -tıpkı Roma’daki Papa gibi- yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor.Vakıa, Müslümanlar İstanbul’dan bu sefer kovul-muyor. Lâkin Yunanlılar Çatalca bölgesine sahip olacakla-rı için tabiidir ki, Çekmece civarında istedikleri kadar asker yığarlar, Avrupa’da bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstan-bul’u alıverirler.

Şimdi bir sual sorulacak:

– Neden İngilizler İstanbul’u doğrudan doğruya kendisi almasın da Yunanlılara versin?

İngilizlerin bu kadar büyümesi, müttefiklerinin işine gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı da alacak olursa ara-ları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir do-nanmaya muhtaçtır. Bu ise çaresiz İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya, İstanbul’un Yunan elinde bulunma-sı demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunmak demektir. Rumeli’nin, İstanbul’un, Aydın vilayetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir, bili-yor musunuz? Oralarda tek bir Müslüman kalmaması de-mektir. Vaktiyle eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı Rum ise yarısı da Müslüman’dı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu antlaşma mucibince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra aynı hal zuhura gele-cektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutulacak, hic-rete mecbur edilecektir.

Bu muahedenin takip ettiği maksat şudur: Düşman-lar bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürmek, kendisinden mümkün olduğu kadar az insan kullanmak etmek istiyorlar. O sebepten, bir tarafta Rum, Ermeni çe-teleri teşkil edecek; bunlara para, silah dağıtarak, Türkler arasında para ile, yahut iğfal ile adamlar bularak, bizi bir-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 179 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 180 ·-

birimize doğratacaktır; ki bu zaten olup duruyor. İşte düş-manın, Anadolu’nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz İzmir, Balıkesir cephelerindeki kuvveti-mizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.

Neuzübillah muahedeyi kabule mecbur olduk mu, Ana-dolu’da asker besleyemeyeceğiz. Yalnız bir miktar jandar-ma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda Rum, Ermeni, Yahudi bulunacak. Za-bitlerin yüzde on beşi ki tabii hep yüksek rütbeliler olacak-tır, ecnebilerden gelecektir. Anadolu mıntıka mıntıka ayrı-lıp her mıntıka bir ecnebi zabitin eline verilecektir.

Meselâ Karadeniz kıyıları mıntıkasındaki İngiliz Zabiti bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek; o zaman is-tediği gibi Rum, Ermeni çeteleri vücuda getirerek Müslü-manların üstüne saldırtacaktır. Nitekim bu usulü İngilizler Kars’ta, Anadolu’da, Fransızlar Adana’da, Maraş’ta pek gü-zel tatbik ettiler.

Bilirsiniz ki, Anadolu’nun iki mühim iskelesi vardır; Biri İstanbul, biri İzmir. Elimizdeki üç bucuk şimendifer hattı iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dâhil olmadığım bir komisyon elinde bulunuyor. Bu komisyonda tabii, düş-manlar hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithâlatımı-za istediği gibi müşkülat çıkaracak gümrük tarifesini, şi-mendifer tarifesini, liman tarifesini ona göre tertip ederek Anadolu’daki Müslüman tüccarı tamamıyla iflâs ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul’daki Müslümanların ti-caretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bun-dan maksat ise Müslümanları fakir, sefil bırakmaktır.

Bu muahede mucibince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan murahhaslarından mürekkep bir komis-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 180 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 181 ·-

yon tarafından tertip olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olmayacaktır, yâni düş-man bu komisyonda istediğini yapacaktır. O halde verdi-ğimiz vergiler hep Rumların, Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp okutulacak, adam olacaklar, sanatı, ticareti, ziraatı kâ-milen ellerine alacaklar: Bizden yalnız ırgat yetişecek.

Gelelim sözleşmeler meselesine: Ey Cemaati Müslimin; Frenkçe bir kelime var. Kapitülasyon! Manası: bizim bile-rek, bilmeyerek, keyfi yahut sıkışarak, ecnebilere verdiği-miz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Meselâ içimizde yaşayan ecnebi tebaasından (halkından) biri ne yaparsa yapsın, hükümetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup oldu-ğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkif olunduktan sonra sefaretine teslim edilmeli. Binaenaleyh ecnebiler bu mu-ahededen evvel bizim içimizde alikıran kesilmişti. Adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler, ötekinin beriki-nin emlâk ve arazisini gasp ederler. Bütün yaptıkları yan-larına kalırdı. Biz bu imtiyazları harbin başlangıcında kal-dırmıştık. Şimdi sulh şartlarını kabul ettiğimiz gibi bunlar yine gelecek. Hem nasıl avdet edecek biliyor musunuz? Avrupa devletleri tebaasına ait ve mahsus olan o imtiyaz-lar şimdi Rumlara, Ermenilere, Yahudilere de verilecek. Artık bunun ne demek olduğunu bunaklar bile anlar.

Gelelim bu imtiyazların iktisadi kısmına: Ecnebi Teba-ası temettü, belediye ve saire gibi vergilerden müstesna-dırlar. Şimdi Rumlar, Yahudiler, Ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler bütün parsayı içimizdeki gayrimüslimler toplayacak!

Ya gümrükler meselesi... O da bir afet! Biz başka mem-leketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimi-ze sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkı-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 181 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 182 ·-

mızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu biraz izah edelim. Evvelâ ziraatımızı ele alalım. Rusya gibi, Ro-manya gibi, Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, şimen-diferleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolay-lıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Binaenaleyh bu memle-ketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu’dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçileri-miz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlere kurtara-bilecek para ile satamayacağından hem ekmek, hem fakir düşer. Buna karşı ne çare olabilir? Evet, çare hariçten gele-cek ekin ve sair yiyeceklere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebî tüccar piyasada malını Ana-dolu’dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburi-yetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükümetler kendi köylülerini hep usul sa-yesinde kurtarabilmiştir. Biz de bu çareye müracaat kabil olmayacağından muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir.

Gelelim sanayie: Bilirsiniz ki, memleketimizde birçok ham eşya yetişir; keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri, sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemi-yoruz. Meselâ bir dokuma fabrikası yahut demir fabrika-sı açmaya kalkışsak, Avrupa’nın Amerika’nın fabrikalarıyla başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayimi-zin de onların sanayi derecesini buluncaya kadar hariç-ten gelecek mamulât üzerine münasip bir gümrük koya-bilmeliyiz. Koymadığımız gibi hiçbir müessesemiz, hiçbir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki kendimi-ze mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardı. Bunlar mem-leketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de birçok menfaat temin ediyordu. Hâlbuki ecnebi fabrikaları ile re-kabet edemediğinden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımı-zın ziraatına, sanayiini ileri götüremez, ticaretini de gayri-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 182 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 183 ·-

müslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki, sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka ya-pacak bir iş bulamaz.

Şimdi bir mühim mesele var, onu tetkik edelim: Ne-den düşmanlar bizim mahvımızı temin için bu kadar uğra-şıyorlar? Evet, bunlar Harb-i Umuminin bidayetinde, “Biz bütün milletlerin istiklâli için harp ediyoruz!” tekerlemesi-ni boyuna tekrar edip durdukları için mahkûmiyetleri al-tında bulunan yüz milyon Müslüman’a da istiklâl sevdası geldi. Mısır’da Hint’te birbiri ardınca isyanlar başladı. Va-kıa onlar bu isyanları kendilerine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lâkin bunların bir daha baş kaldırmama-ları için dünyada hiçbir Müslüman memleketin müstakil kalmaması lazımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil ola-rak iki Müslüman hükümet kalmıştı ki biri bizdik. Diğeri de İran idi. Biliyorsunuz ki, İran Hükümeti İslâmiye’sinin icabına baktılar, Himayelerini lanet halkası gibi acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık.

Ey Cemaati Müslimin! Biz ise asırlardan beri Âlemi İs-lâm’ın başında olarak Hıristiyanlarla çarpışıyoruz. Dün-yanın bütün Müslümanları selâmetlerini, necatlarını, yıl-lardan beri hasret oldukları İstiklâllerini kurtarmak için bizden örnek alıyorlar. “Yüzlerce milyon Müslüman’a nis-petle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır? Demeyiniz...

Kuvvetleri, kudretleri pek büyük iki tehlike varmış. Biri onların kendi tabiri veçhile İslâm tehlikesi, diğeri komü-nistlik tehlikesi! İslâm tehlikesini herifler çoktan beri he-saba almışlardır da ona göre ellerinden gelen tedbiri tat-bikten geri durmamışlardı. Lâkin aldı yedi seneden beri devam eden bu harp birçok hesapları alt üst etti. Birçok tahminleri yanlış çıktı. Bugün düşmanlar artık müstemle-kelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. Beşe-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 183 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 184 ·-

riyetin gözü açıldı. Mahkûm milletler kendilerinin hâkim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözleri ile gördüler. Kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safhalarında bu-lundular. Hücum nedir, müdafaa nasıl olur? En son icat olunmuş silahlar. Bombalar nasıl kullanılır? Hepsini bilfi-il öğrendiler. Hele tahakkümleri, esaretleri altında yaşadık-ları Avrupalıların kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaatlerin hiç birinin alsı faslı olmadığına, bu gidişle kıya-mete kadar kendileri için hürriyet, refah, rahat yüzü gör-mek nasıp olmayacağına iyice inandılar. Bugün cihan eski cihan değil. Hele Asya hiç 0 ildiğiniz halde bulunmuyor. Bilumum Şarkta, bilhassa Müslümanlarda büyük bir in-tibah, bir uyanıklık mevcut. Asya’nın kuzey kısmında ya-şayan dindaşlarımız büsbütün denilecek derecede silahlı, kalanlar da bir taraftan silahlanıyor, fikirler gittikçe değişi-yor. İstiklâl sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bütün bu ha-reketler İslâm tehlikesi namı altında toplanarak düşman-larımızı titretiyor.

İkinci tehlikeye gelince: Komünistlik denilen bu hare-ket Avrupa’nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silâhtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hare-ket, bugün artık yanar dağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları, Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır, orada yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü hükü-metleri ne kadar uğraşsa, ne kadar çabalasa buna karşı gelemiyor. Zaten böyle bir yangın için Avrupa’nın her ta-rafında istidat vardı, hazırlık vardı. Sermaye sahipleri ile işçiler arasında gerginlik son senelerde bilhassa bu muha-rebeler esnasında son dereceyi bulmuştu. Bu adamlar di-yor ki:

– Bu harp, bu yedi seneden beri devam eden âfet, kırk, elli milyon beşerin doğrudan doğruya harp meydan-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 184 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 185 ·-

larında helâkine sebep oldu. Bir o kadar insanı da sö-nen hayatlarının arkasında kimsesiz, perişan bir hal-de bıraktı, mânevî bir ölüme mahkûm etti. Netice ne oldu? Birkaç zâlim hükümet istibdadını arttırdı. Mil-yarlarca servet sahibi birkaç muhtekirin hazinelerini, kasalarını doldurdu. Fukara tabakasının, işçi tabaka-sının sefaletini artık tahammül edilemeyecek dere-celere getirdi. Ahlâk namına, haya namına, ırz namı-na, haysiyet namına, insaf namına bir şey bırakmadı. Hepsini sildi süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı kalmadı. Âlemi beşeriyet her türlü insanlık duygularından sıyrılarak yırtıcı hayvanlar derekesine indi. O halde biz kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş olduk? Bununla beraber, sulh şartları diye ortaya atılan saçmalıklar bundan böyle milletlere asla rahat, huzur temin edemeyecektir. Bilâkis bun-ların aralarındaki uyuşmazlıkları, husumetleri, reka-betleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün körükleye-cektir. Artık beşeriyet buna tahammül edemez. Artık sefil mahiyetleri bütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilatı bütün bu müesseseleri yıkmalı, ye-rine yenilerini koymalıdır.

Ey Cemaati Müslümin! Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, maarif düşmanı, terakki düşmanı olduğuma hükmetmeyiniz. Benim bütün insanlar hesabına, bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa, o da her mânası ile pek yüksek medeniyettir. Garp medeniye-ti maddiyattaki terakkisini maneviyat sahasında Katiyen gösteremedi. Bilâkis o ciheti büsbütün ihlal etti. Hayır, ih-mal etmedi; bile bile çiğnedi. Avrupalıların ne mal olduk-larını anlayamayanlar zannederim ki bu sefer artık gözleri ile hatalarını tashih etmişlerdir.

....

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 185 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 186 ·-

Bizi mahvetmek için tertip edilen Muâhede-i sulhiye (barış) paçavrasını mücahitlerimiz Şark tarafından yırtma-ya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza, kardeş-lerimize düşen vazife, Anadolu’muzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslâm için, Türk için bu diyarda bekâ imkânı yoktur.

Ey Cemaati Müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki buhran-lar içinde çırpınıp duran bir dini mübin, bu mübarek yurt bizlere Allah’ın emanetidir. Kahraman ecdadımız bu ilâhî emaneti korumak uğruna canlarını feda etmişler, kanla-rını seller gibi akıtmışlar, muharebe meydanlarında şehit düşmüşler, İslâm Bayrağını yerlere düşürmemişler. Mübâ-rek naaşlarını çiğnetmişler, yurdun temiz yüzüne yaban-cı ayak bastırmamışlar. Babadan evlada, asırdan asıra in-tikal ede ede bize kadar gelen bu büyük emanete hıyânet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler, o muaz-zam ecdadın ahfadı değil miyiz? Ağyar eline geçen Müslü-man yurtlarının hali bizlim için ne tesirli bir levhadan ib-rettir. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. Cihanın bu en mamur, en medenî, en mütefennin iklimi, vaktiy-le sinesinde on milyon Müslüman’ı barındırırken, bugün baştanbaşa dolaşsanız, tek dindaşımıza rast gelemezsiniz. Allah’ın birliğini Garbın ufuklarına yetiştiren o binlerce minarenin yerlerinde çan sesleri var. İrfanın, ümranın son ucuna varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyol’a karşı müdafaadan âciz kalan bu zavallı dindaş-larımızdan olsun ibret alalım da İslâm’ın son sığınağı olan bu güzel toprakları düşman istilâsı altında bırakmayalım. Yeisi (hüznü), meskeneti, ihtirası, ayrılığı büsbütün atalım, azmi cihada, vahdete sarılalım. Cenâbı Kibriya, hak yolun-da cihat için meydana atılan azim ve iman sahipleri ile be-raberdir.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 186 18.4.2016 10:12:05

M E H M E T Â K İ F ’ İ N B İ R VA A Z I

-· 187 ·-

Ya İlâhi bize tevfikini göster! -Amin! Doğru yol hangisidir, millete göster! -Amin! Ruhi İslâm’ı şedaid sıkıyor, öldürecek Zulmü tedip ise maksudi mehibin gerçek, Nare yansın mı bu kadar mazlumun? Bigünahız çoğumuz, yakma İlahi! -Amin! Boğuyor âlemi İslâm’ı bir azgın fitne; Kıt’alar kaynayarak gitti o girdap içine Mahvolan aileler bir sürü masumundur; Kalan âvarelerin hali de malûmundur. Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa emin? Dinsin artık bu hazin velvele yarab -Amin! Müslüman yurdunu her yerde felâket vurdu; Bir de bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu. O da çiğnendi mi, çiğnendi demek dini mübin; Hakisâr eyleme yarab onu olsun. -Amin!.. V’elhamdü’llillahi’r-Rabbilâlemîn...

Merhum Âkif, bunları tam seksen yıl önce söyle-miş. Bugün tarafların sahnesinde değişen ne var? Bura-da önemli olan, Âkif ’in böyle bir sosyal karakterin gizli niyetin farkına ta o yıllarda ulaşmasıdır. O böyle söyler-ken, çağdaşlarından bazı talihsizler, “İslâm bizi geri bırak-tı. Dinimizi değiştirerek Avrupalılara kendimizi kabul etti-relim”, gibi bir dehşetli bir inanç kırılmasının hezeyanını sergilediler.

Merhumun, yakından tanıdığı Batı için temel kaygıla-rı, zamanla haklı çıktı. Bugün bile, kendinde polis rejimi uygulayan birçok Batılı, “Avrupa Birliği” üyeliği için Türki-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 187 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 188 ·-

ye’de “İnsan Hakları” kavramını dayatma olarak kullanma-sının çok derin anlamı olmalıdır. Türk insanı elbette Batı tipi demokrasiye layıktır. Buna Cumhuriyetin ilk kuruldu-ğu günden beri layıktır. Bu liyakatini ilelebet sürdürecektir de. Ne var ki, bunun arkasında karanlık niyetlerin olma-sı, ister istemez bizleri kuşkuya düşürmektedir. Kendile-ri için talep etmediklerini bizde hak olarak ön şart olarak gündeme getirenlerin, görünen o ki, içimizdeki şer güçleri şemsiyesi altına almak istemektedir. Âkif, bunu konuşma-sının birkaç yerinde ısrarla söylemektedir. Mısır’ın korun-ması için birkaç yüz askerle yetinmelerinin esbabı mucibe-sini açıklarken, Türkiye’nin başına çıkarılan problemlerden kurtulmasının imkânsız olduğunu bunun için de Mısır’a geri dönmesinin imkânsızlığının altını çizen İngiliz Aydı-nın o günkü yaklaşımı ile bugünkü çocuklarının yaklaşımı değişmiş değildir.

Avrupa Birliği maceramızda bunu bütün çıplaklığı ile gördük. Bunu görmeye de devam edeceğiz. Çünkü ülkele-rin birbirini kontrolde tutma ve kendi çıkarlarını koruma savaşı metot değiştirse de devam etmektedir.

Mehmet Âkif, bunu 80 yıl önce fark etmiş ve bir Va-az’dan çok, bir siyasi konferans gibi yaptığı konuşmasında, geleceğimizin kendi kontrolümüzde olabilmesi için yolları açık açık göstermiştir. İrade savaşı veren milletler arasın-da, buna yenik düşmemek için, bu konuşmadan ders ala-cağımız çok önemli ipuçları vardır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 188 18.4.2016 10:12:05

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL

EDİLDİ?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 189 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 190 ·-

Millî istiklâlimizin güzel ve uyar bir marşını yazmak üzere Maarif Vekâleti şairlerimize müracaat etmişti, bir müsabaka açmıştı. Birinciliği kazanan şaire (500) lira mükâfat verecekti. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra Vekâlete birçok marşlar gelmeye başladı.

Bu marşın, -İstiklal mücadelesinin içinde, Büyük Millet Meclisinin tasarrufu altında bulunan- Mehmed Âkif tara-fından yazılmasını kendisine söylediğimiz zaman o:

– Ben ne müsabakaya girerim, ne de “caize” alırım!... cevabını vermişti. Ben ricalarımı tekrar ettikçe, o da aynı sözünü söylüyor ve:

– Bırak yazsınlar. Ben bu yaştan sonra yarışa mı çıkaca-ğım, ayıb değil mi? diyordu.

Bir gün Maarif Vekili Bay Hamdullah Suphi, Mecliste beni gördü. dedi ki:

– Şimdiye kadar (500) den fazla marş geldi. Ben hiç bi-rini beğenmedim. Üstadı ikna edemez misin?

– Âkif bey müsabaka şeklini ve ikramiyeyi kabul etmi-yor, eğer buna bir çare ve bir şekil bulursanız yazdır-maya çalışırım.

Düşündü, “dur, dedi, Ben kendisine bir tezkire yaza-yım. Arzusuna tabi olacağımızı bildireyim. Fakat, tezkireyi kendisine siz veriniz...”

Ben de muvafık gördüm. Yarım saat sonra şu tezkireyi getirip bana verdi:

“Pek aziz ve muhterem efendim,

İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurma-malarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-i üstadânelerinin talep edilen şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asil endi-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 190 18.4.2016 10:12:05

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 191 ·-

şenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve heyecan vasıtasından mahrum bırakma-manızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti-mi arz ve tekrar eylerim efendim.”

5 Şubat 1337 - Maarif Vekili Hamdullah Suphi

Mecliste Âkif ’le yan yana oturuyoruz. Çantamdan bir kâğıt parçası çıkardım. Ciddi ve düşünceli bir tavır ile sıra-nın üstüne kapandım, güya bir şey yazmaya hazırlanmış-tım. Üstad ile konuşuyoruz:

– Neye düşünüyorsun, Basri?

– Mani olma, işim var!

– Peki, bir şey mi yazacaksın?

– Evet.

– Ben mani olacaksam kalkayım.

– Hayır, hiç olmazsa ilhamından ruhuma bir şey sıçrar!

– Anlamadım.

– Şiir yazacağım da..

– Ne şiiri?

– Ne şiiri olacak. İstiklâl şiiri! Artık onu yazmak bize düştü!

– Gelen şiirler ne olmuş?

– Beğenilmemiş.

– (Kemali teessürle:) Ya!

– Üstad, bu marşı biz yazacağız!

– Yazalım, amma, şeraiti berbat!

– Hayır, şerait filan yok. Siz yazarsanız müsabaka şekli kalkacak.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 191 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 192 ·-

– Olmaz, kaldırılamaz, ilan edildi.

– Canım, Vekâlet buna bir şekil bulacak. Sizin marşınız yine resmen Mecliste kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?

– Peki, bir de ikramiye vardı?

– Tabii alacaksınız!

– Vallahi almam!

– Yahu, latife ediyorum, onu da bir hayır müessesesine veririz. Siz bunları düşünmeyin!

– Vekâlet kabul edecek mi ya?

– Ben Hamdullah Suphi beyle görüştüm. Mutabık kal-dık. Hatta sizin namınıza söz bile verdim!

– Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?

– Evet!

– Peki ne yapacağız?

– Yazacağız!

Tekrar tekrar (söz verdin mi?) diye sorduktan ve ben-den ayni kati cevapları aldıktan sonra, elimdeki kâğıda sa-rıldı, kâlemini eline aldı, benim daldığım yapma hayale şimdi gerçekten o dalmıştı...

Meclis müzakere ile meşgul, Âkif marş yazmakla. Ben müddeti kendisine kısaca göstermiştim. Birkaç gün sonra marşı vermiş olacağız! Müzakere bitti, Âkif de engin haya-linden uyandı.

Aradan iki gün geçti, sabahleyin erken üstad bizim evde. Marşı yazmış bitirmiş. Fakat vaktin darlığından müşteki...

“Yarına kadar sizde kalsın, göstermeyin, belki tadilat yaparsınız” dedim.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 192 18.4.2016 10:12:05

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 193 ·-

Artık (Millî İstiklâl Marşı) yazılmıştı! Şimdi bunu- üsta-dı rencide etmeden meclisten nasıl geçirebiliz?

Ben ve -Marşı çok beğenen- Hamdullah Suphi bey hayli günler bu gizli endişe ile yaşadık.

Marş yazıldıktan sonra tezkireye de göstermiştim.

20 Mart 1337 günü... Marş Büyük Millet Meclisinde. Mehmed Âkif de sırasında. Marşı daha evvel gören ve Se-bilürreşad’ta okuyan bir çok arkadaşlar onu zaten beğen-mişlerdi. O günün ilk tarihi müzakeresini aynen yazıyo-rum:

Reis Paşa- Efendim, iki takrir vardır. Arkadaşlardan Basri beyin, Hamdullah Suphi bey efendinin İstiklâl Mar-şı’nın kürsüden okunmasına dair teklifleri var.

Muhiddin Baha Bey- Hangi İstiklal Marşı, Basri bey söylerler mi?

Besim Atalay Bey- Daha kabul edilmedi efendim. Bir encümen teşekkül edecekti.

Basri Bey- Maarif Vekâletince yedi tanesi seçilmiş. Bun-lardan herhangi biri okunsun.

Reis Paşa- Maarif Vekâletince seçilmiş olanlardan biri-sinin okunması uygun görülüyor.

Muhiddin Baha Bey- Hamdullah Suphi bey, Basri bey hangisini isterlerse okusunlar.

Reis Paşa- Efendim, Bari beyin bu teklifini kabul buyu-ranlar lütfen ellerini kaldırsın. (Kabul olunmuştur efen-dim.)

Reis Paşa- Hamdullah Suphi bey efendi buyurun.(Şim-di gelir sesleri) Üzülerek bu dakika için tehir ediyoruz.

Reis Paşa- İstiklâl marşlarından bir tanesinin kürsüden okunmasına heyeti celile karar vermişti.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 193 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 194 ·-

Hamdullah Suphi Bey- Arkadaşlar, hatırlarsınız, Maarif Vekâleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler gel-di. Arada yedi tanesi en fazla evsafı haiz olarak görülmüş ve ayrılmıştır.

Salih Efendi- İsimleri nedir?

Hamdullah Suphi Bey- Ayrıca arz edilecektir. Yalnız Vekâlet yapmış olduğu tetkikatta fevkalade kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için ben şahsen Mehmed Âkif beyefendiye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile te-reddüt gösterdiler. Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vad edilmiştir. Hâlbuki bunu kendi isimlerine mal etmek arzusunda bulunmadıklarını ve bundan çekindiklerini söylediler. Ben şahsen müracaat ettim. Lazım gelen ted-birleri alırız ve icap eden ilanı yaparım dedim. Bu şart ile büyük dini şairimiz bize fevkalade nefis bir şiir gönderdi-ler. Diğer altı şiirle beraber nazarı tetkikinize arz edeceğiz. Seçme hakkı size aittir..

Arkadaşlar, reyimi ihsas ediyorum. Beğenmek, takdir etmek hususunda haiz-i hürriyetim. İntihabımı yapmışım. Fakat sizin intihabınız benim intihabımı nakzedebilir. Ar-kadaşlar bu, size aittir efendim.”

(Bundan sonra Hamdullah Suphi Bey, çok güzel bir okuma tarzı ile kürsüde İstiklâl Marşını okudu, Meclis al-kış tufanları arasında çalkandı.)

Bu müzakere bir başlangıçtı. Marşın asıl intihabı ve ka-bulü merasimi (12 Mart 1337) tarihinin ikinci celsesinde ikmal edildi. Riyaset mevkinde Doktor Adnan bey vardı. O celsenin buna ait müzakeresini aynen yazıyorum:

“Hamdullah Suphi Bey (Maarif vekili)- Arkadaşlar, İstik-lâl marşları hakkında Vekalet tarafından vaki olan davet

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 194 18.4.2016 10:12:05

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 195 ·-

üzerine ne kadar marş elimize gelmiş ise bunları bir en-cümen marifetiyle tetkik ettik, neticeyi heyeti celilenize arz ettik. Bunları görmek arzu buyurdunuz, matbu, olarak tevzi edildi efendim. Bir nokta üzerine nazarı dikkatinizi çekmek isterim. Bu İstiklâl marşları tarafı âlinizden tetkik edildikten sonra intihabınız hangi şiir üzerinde temerküz ederse ikinci bir muamele daha yapılacaktır: Bestekârlara yollayacağız, Bestekârlar dahi bize muhtelif besteler yol-layacaklardır. Onlar arasında bir seçim daha yapılacaktır. Anadolu mücadelesi uzun müddetten beri devam ediyor. Bunu ifade etmek, bunun ruhunu söyletmek üzere yazıl-mış olan bu şiirler mütalaa edilmiştir. Bunu bir heyete, bir encümene mi verirsiniz, heyetinizce bir karara mı bağlar-sınız, ne arzu buyurursanız yapınız.

Reis- Maarif Vekâleti bu İstiklâl Marşının bu gün ruz-nameye alınarak müzakeresini arzu ediyor. Bu gün müza-keresini kabul edenler lütfen el kaldırsın: (Kabul edildi).

Muhittin Baha Bey (Bursa)- Muhterem efendiler, söyle-yeceğim sözlerin yanlış anlaşılmamasını, bir maksadı mah-susa hamledilmemesini s ağlamak için evvela bir hakikat-ten bahsedeceğim. Bu millî marş müsabakası ilan edildiği zaman müsabakaya ben de iştirak etmek istedim Fakat bu mesele öyle bir cereyan almıştır ki bendeniz bu müsaba-ka işinden sarfı nazar ediyorum. “M” imzalı şiir bendeni-zindir. Bunu ithal buyurmayınız. Yine “Kemaleddin Kami” namında biri vardır ki aynı sebepten dolayı gazetemizde kendi şiirini geriye almıştır. Bunun üzerine mütalaanızı beyan buyurursunuz. Bir encümeni edebi mi teşkil edersi-niz, ne yapılacaktır, ona göre.

Reis- Burada bir mesele var. İstiklâl marşlarını doğru-dan doğruya heyetinizde müzakere ederek bir karar mı ve-receksiniz, yoksa bir encümene mi havale edeceksiniz?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 195 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 196 ·-

Besim Atalay Bey (Kütahya)- Efendim, şiirler iki türlü-dür: Ya hislerin yansımasıdır, yahut derin ve ağlatıcı bir ruhun, ağlatıcı bir galeyanın aksidir. Şiir bu iki şekil üze-rine doğarsa makbul ve muteberdir. Dünyada o şiirlerdir ki kalk arasında yaşar. Ya yüksek ve bedii bir histen doğar, yahut bir heyecandan doğar. Böyle olmayıp da ısmarlama yoluyla yazılırsa bu şiirler yaşamaz. Bizim Cezayir marşı-mız vardır. Bu, ruhun eline silahını alarak düşmâna ko-şan, vatanına koşan bir ruhun hissiyatına terennüm eder. Marsiyez’in nasıl söylendiğini bilirsiniz. İnkılabın bir esna-sında silahını almış koşan bir gencin söylediği şiir birden-bire meydana gelmiştir.. Evvela bu gibi şiirlerin memleke-tin maruz kaldığı felaketlere ağlayarak, titreyerek evvela güftesi değil, bestesi söylenir. Ismarlama şiirleri verilecek memleketin parası yoktur.

Hamdullah Suphi Bey (Antalya)- Arkadaşlar, bir hata üzerine, bir galatı rü’yet üzerine dikkati âlinize arz etmek isterim. Bilhassa para meselesi ile bu şiirler arasında bir münasebet bulmak gayet yanlış bir noktai nazardır. Mem-leketin maddi ve manevi gücü vardır. İstiklâli vatan mü-cadelesini yapan milletin vekilleri, onun vekilleri müracaat etmiştir. Bu şairler ilk defa şiirlerini yazmamıştır. Arka-daşlar, bize şiirlerini yollayan şairler, seneler arasında bü-tün memleketin kederlerini, ızdıraplarını, bütün mefahi-rini söyleyen şiirler yazmışlardır. Demek para karşılığında şiir mevzuu bahis değildir. Biz halkın ruhunu, heyecanı-nı ifade eden şiirler yazmak için şairlerimize müracaat et-tik. Hiç biri para hakkında bir şey söylememiştir. Geçen defa işaret ettiğim üzere, nazarı dikkatinizi çekmek istiyo-rum: Mehmed Âkif bey ki bu şairler arasında para mese-lesinden kaçınan arkadaşlarımızdan birisidir. Zaten sene-lerden beri en yüksek ve en ilahi bir belağatle yazmıştır. Yeniden yazmaktan çekinmesi bazılarının hatırına para gelir diye korkmasındandır ve ona binaen yazmamıştır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 196 18.4.2016 10:12:05

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 197 ·-

Ben gelen şiirleri okuduktan sonra bu işte vazifelendirdi-ğiniz bir arkadaşınız sıfatıyla arzu ettim ki bir kuvvetli şiir daha bulunsun ve kendilerine müracaat ettim. Bunun üze-rine kendileri de bir şiir yazdılar, gönderdiler. Besim Atalay Bey’in halk şiirlerinin -bilhassa büyük milli heyecana se-bep olan şiirlerin- bir siparişi mahsus üzerine doğmadığı sözü gayet açıktır. Yalnız bizim şimdiye kadar mevcut olan şiirlerimiz kendi duygularını ifade etmeleri katiyen doğru değildir. Kendileri şu noktada haklıdırlar: Bütün şiirler ve millî şiirler cihanın en maruf olan şiirleri halk hareketleri arasından doğmuş olan şiirlerdir. Fakat itiraf ederim ki bu şiirler aramızda daha doğmamıştır. Doğmasını arzu etmek bizim için bir vazifedir. Şairlerimize müracaat ettik ve bize çok güzel şiirler yazdılar. Bu şiirler arasında seçme hakkı yüce heyetinize aittir. Şiirleri okuyunuz. Ben istirham edi-yorum ki bir an evvel bu şiirlerin bestelenmesi için bir ka-rar ittihaz ediniz ve bütün milletin lisanına geçmesi için istical buyurunuz. Bir karar veriniz, tebliğ ediniz. Ben de mesaimin ikinci kısmına geçeyim.

Doktor Süad Bey (Kastamonu)- Beyler, esasen mesle-ğim şiirle, edebiyatla iştigale müsait değildir. Bu itibarla arz edeceğim izahatı şiir ve edebiyat tenkidi gibi arz etme-yeceğim. Ancak Hamdullah Suphi Bey efendi geçenlerde bu kürsüde, bu şiirleri okuduğu vakit, Mecliste büyük bir gürültü olmuştu. Ondan anlaşılıyordu ki bu İstiklâl Mar-şı olarak, bu şiirlerden birisinin intihap edilmesin teklif ederlerse çok güzel bir şey olacak. Bendeniz Âkif beyin di-ğer eserlerini de okumuşum. Esasen bir marş, bir mille-tin heyecanlarını, hislerini terennüm etmek itibariyle kıy-metli ise Âkif beyin son yaptığı İstiklâl Marşından evvel inşat etmiş olduğu şiirler zaten bidayeti inşadından çok evvel bizim hissiyatımızı, hislerimizi ifade etmiştir. Kendi-sinin memleketin hislerine karşı ne kadar bir güçlü şiiri-nin olduğunu ve Garp ve Şark âlemi hakkındaki hislerin

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 197 18.4.2016 10:12:05

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 198 ·-

en güzel numunelerini “Safahat” ismindeki eserleri göste-rir. Bu itibar ile bu kahramanı edebi tebcil etmemek elden gelmez. Bendeniz kendi namıma Mehmed Âkif beyin bü-yük bir unvan ile tertip ettiği eseri tetkik etmek istemem. Özellikle bu meselede bunların içinde yazmış olduğu mar-şların en güzeli İstiklâl marşıdır ve bundan evvel de Mec-liste büyük bir vecd uyandırmıştır. Onun için uzun ömürlü bir silah olarak mütalaa etmeksizin bunun tasvip edilmesi-ni teklif ederim.

Hacı Tevfik Efendi (Çankırı)- Efendiler, bendeniz bu şii-rin şu hakikat kürsülerine nasıl çıktığına hayret ediyorum. Bunu Meclisi Maarif kendisi intihap eder, kendisi tercih eder, kendisi yapar. Gerçi şiir bir söyleyiş güzelliği, gerçi şiir bir süstür. Lakin bir hayaldir. Bu kürsü hakikate çık-ması doğru değildir. Eğer tercih lazım geliyorsa, Âkif be-yin şiiri gayet güzel yazılmıştır. Lakin biz aşiyanda değiliz. Millet Meclisinin kürsüsünde olduğumuzu unutmayalım. Bunu Maarif encümeni kendisi mütalaa etsin, kendisi tak-dir etsin, kendisi tercih etsin. (‘Doğru’ sesleri).

Tunalı Hilmi Bey (Bolu)- Arkadaşlar, mesele gayet mü-himdir. Eğer bu marş milletin ruhunu kavrayabilecek bir marş ise, onda ufacık bir yakışıksızlık diyelim, sonra o marş için pek büyük düşüklük verir. Biraz serbest söyleye-miyorum, kusura bakmayınız. Burada edebi tenkide giri-şecek değilim. Binaenaleyh yalınız fikrimi kısaca arz ede-ceğim. Katiyen Hamdullah Suphi beyin isticaline iştirak edemem (‘Biz ederiz!’ sesleri), edemem. Bir kere bu marş milletin ruhundan doğma bir marş değildir. Besim Atalay beyin hakkı vardır. Milletin ruhuna tercüman olacak bir marş olmalı (gürültüler).

Reis- Kesmeyelim, böyle müzakere edemeyiz ki...

Tunalı Hilmi Bey (devamla)- Bu, o kadar müzakereye la-yıktır ki siz takdir edemezsiniz.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 198 18.4.2016 10:12:06

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 199 ·-

Refik Şevket Bey (Saruhan)- Reis bey, usulü müzakere hakkında söz isterim. Müsaade buyurur musunuz? Şiirler sahiplerinin malıdır. Beğenirsek rey veririz, beğenmezsek rey vermeyiz. Herkesin muhterem şahsiyatına tecavüz et-meyerek kabul edelim veyahud etmeyelim, rica ederim.

Tunalı Hilmi Bey (Bolu)- Gerek şu şiire ve gerek şu manzumelere karşı bir şey söyledim mi ki böyle söylüyor-sunuz? İsim zikretmedim, iyi dinleyiniz, kulaklarınızı açı-nız. Arkadaşlar, istirham ederim, bunu bir encümeni mah-sus teşkil edelim, oraya havale edelim, bu manzumelerin birini seçilsin. Asıl mesele buradadır. O encümeni mah-sus intihap veya şu mealde tebdil ederseniz ve şu kelime-nin bununla tebdili elzemdir, o zaman o manzume daha parlak olur. Sahibi muvafakat eder ve manzume daha iyi olur. İstirham ederim, bu noktaya dikkat buyurunuz. Ar-kadaşlar, manzumenin baştanbaşa iyi olunmasını bütün samimiyetimle arzu ediyorum ve bu teklifte bulunuyorum (gürültüler). Müsaade buyurunuz, bana bir imzalı, biri im-zasız iki mektup geldi. Bu mektupta deniliyor ki: diğer ve-rilmiş olan manzumeleri de okuyunuz, onların içinde se-çilmiş olanlardan daha uygunu vardır (Handeler- “Memiş çavuş” sesleri). Sahibi mektup Doğu ordusuna gitti, imza-sıyla gösterebilirim. Arkadaşlar, tekrar ısrar ediyorum, bir hususi heyet edebi teşkil edilmelidir ve seçim onun reyine bırakılmalıdır (‘Hayır’ sesleri- gürültüler).

Reis- Efendim, müsaade buyurunuz. Trabzon Mebusu Celal Bey’in İstiklâl Marşı ile ilgili bir takriri var:

Riyaseti Celîleye

Haddim olmayarak karaladığım gayri matbu’ İstiklâl Marşının Meclisi âli huzurunda kıraat olunmasını teklif eylerim. Trabzon Mebusu Celâl

Reis- Müsaade buyurunuz, rica ederim. Zannediyorum ki bu heyeti celilelerine dağıtılan manzumeler müddeti

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 199 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 200 ·-

muayyene zarfında toplanıp da şimdi seçilmiş olanlardan. Bunun müsabakaya ithali mümkün mü müdür? (‘Hayır, hayır’ sesleri).

İhsan Bey (Cebeli Bereket)- Şekil aramıyoruz, iyi ise dinleyelim (‘Muvafık’ sesler).

Reis- Efendim, müsaade buyurunuz. Tekrar ediyorum: Muayyen bir zaman zarfında marş müsabakası ilan edil-di. Onlardan Maarif Vekâleti seçmiş, göndermiş. Şimdi bu gönderdiği marşlardan birinin seçimini heyetiniz kendi-si takip ediyor ve müzakere ediyoruz. Bu meyanda birisi bir marş gönderiyor. Bunu kabul ettikten sonra yarın vaki olacak müracaatları da reddedemeyeceğiz.

Refik Bey (Konya)- Nasıl reddedeceksiniz? Sonsuza ka-dar devam edecektir.

İhsan Bey (Cebeli Bereket)- Marş lazımdır. Hangisi gü-zel olursa o lazımdır.

Reis- Bu marşın okunmasını kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın, (kabul edilmedi efendim).

Hamdi Namık Bey (İzmit)- Efendiler, Millî bir marş yapmak ihtiyacı hâsıl olmuş, Maarif Vekili şairleri müsa-bakaya davet etmiş, bir çok şiirler içerisinden bir kaç parça seçip ve tabedilmiş. Bendeniz anlamıyorum, bu, bir mecli-si millî işi midir, bir encümeni edebi işi midir? (‘Millet işi-dir’ sesleri). Millet işidir şüphesiz efendiler. Fakat malumu âliniz, şiir meselesi bir sanat meselesidir. Eğer bunu ter-cih etmek hakkını biz yerine getiriyorsak, aramızda şiirle iştigal etmiş arkadaşlarımızdan bir Encümeni edebi teşkil edelim, onlar tetkik etsinler. Geçen gün bu maksatla söy-lediğim bir söz yanlış anlaşılmıştır. Binaenaleyh eğer bu doğrudan doğruya Maarif Vekâletine aittir. Noktai naza-rını izah etsin, ya kabul edersiniz yahut kabul etmezsiniz.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 200 18.4.2016 10:12:06

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 201 ·-

Bunun uzun uzadıya sürünmesine hacet yoktur (gürültü-ler).

Hüseyin Bey (Ma’muretul’aziz)- Maarif Vekâletine ne kadar şiir verilmiş ise yeniden bir encümene verilsin ve orada tetkik edilsin.

Hamdullah Suphi Bey (Maarif Vekili)- Arkadaşlar, Re-fik Şevket Bey’in sözünü tekrar ediyorum. Bu şiirler mev-zuu bahis olduğu vakit lüzumsuz yere, hatta arzumuz hila-fında şiirler yazmış olan arkadaşlarımız için böyle bir söz buradan çıkmamalıdır. Bahusus ki, arkadaşlar, ısmarlama sözü ve halkın tercümanı olmaz sözü yanlıştır. Çükü hal-kın mümessilleri olan sizlerin huzurunda okunan şiirin yüce heyetiniz üzerindeki büyük tesirine bendeniz de şa-hit oldum. Eğer halkın tesirini anlamak için kendi kalbi-mizden başka ölçümüz varsa, o başkadır. Eğer halkın tesi-rini kendimiz anlayacak olursak, halkın kalbini de anlamış oluruz. Şimdi, arkadaşlar, bendeniz diyeceğim ki yeni bir Encümeni edebiye havale edersek bir fayda tasavvur ola-bilir, eğer encümen kararını verip bitirecek ise. Fakat zan-nediyorum Meclisinizin verdiği karar ve ısrar ettiği nok-ta kendisi bu işi halletmektir. O halde Encümenden çıkıp yine heyetinize gelecektir, yine bu vaziyet hâsıl olacaktır. O halde burada yedi tane şiir vardır. Riyaset bunları ayrı yarı reye sunsun. Hangisi tarafınızdan mazhar-ı takdir olursa onu kabul edersiniz (‘Doğru’ sesleri).

Reis- Efendim, müzakerenin kifayetine dair takrirler var. Müzakerenin kifayetini reye koyacağım. Müzakereyi kâfi görenler lütfen el kaldırsın (kabul edildi). Kırşehir Me-busu Yahya Galib Bey’in bir takriri var:

Riyaseti Celileye

Muhiddin beyin okudukları marşın kürsüde taraf-larından okunmasını teklif eylerim. 12 Mart 1337 Kırşehir Mebusu Yahya Galib

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 201 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 202 ·-

Reis- Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın (kabul edil-medi).

Reis- Efendim, Muş Mebusu Abdülgani Bey’in bir tak-riri var:

Riyeseti Celileye

İstiklâl Marşı Maarif Vekâletince müsabakaya vazedil-miş ve seçimi adı geçen Vekâlete ait bulunmuş olduğun-dan ve Meclisi âli bir Meclisi edebi olmadığından intihabın dahi Maarif Vekâletine ait olduğunu arz ve teklif eylerim. 12 Mart 1337 Muş Mebusu Abdülgani

Reis- Kabul edenler lütfen el kaldırsın (kabul edilmedi efendim).

Reis- Efendim, Saruhan Mebusu Avni Bey’in takriri var:

Riyaseti Celileye

İstiklâl Marşı vatani bir parça olmakla beraber her hal-de şayanı teslimdir ki şiir, musiki, vatani olması lazım ge-len bu marşın tetkiki her halde bir ihtisas ve ehliyet mese-lesidir. Binaenaleyh bu marşın tefrik ve kabulü için ihtisas erbabından meydana gelen bir encümene tevdiini ve sonra bestelenmesini teklif eylerim. 12 Mart 1337 Saruhan Mebusu Avni

Reis- Efendim, bu teklifi kabil edenler lütfen ellerini kaldırsın (kabul edilmedi).

Reis- Şimdi, efendim, müzakerenin kifayetine dair muhtelif takrirler var. Yahut her marşı heyeti âliyenizin re-yine koyalım.

Basri Bey (Kayseri)- Reis Bey, bizim bir takririmiz var-dır. Suat Bey’in de bir takriri var.

Reis- Meclisi âli reyini ne suretle izhar ederse, ondan sonra anlaşılacaktır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 202 18.4.2016 10:12:06

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 203 ·-

Riyaseti Celileye

Müzakerenin kifayetini ve Mehmed Âkif Bey’in İstiklâl Marşının kabulünü teklif ederim. 12 Mart 1337 Kastamonu Mebus Doktor Suat

Riyaseti Celileye

İstiklâl Marşının şubelerce teşkil edilecek bir encümeni mahsus tarafından tetkik ve tasdik olunmasını teklif ede-rim. 12 Mart 1337 Bolu Mebusu Tunalı Hilmi

Reis- Bu takriri kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın (red olundu).

Riyaseti Celileye

Şiirin besteye gelip gelmemesi meselesi varıdır. Şua-ra ve Bestekârlardan meydana gelen bir encümen teşkilini teklif eylerim.12 Mart 1337 Ertuğrul Mebusu Necib

Reis- Ayni mealde bir çok takrirler vardır. Necip Bey’in takririni kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın (reddedildi).

Riyaseti Celileye

Bütün Meclisin ve halkın takdirini celbeden Mehmed Âkif Bey Efendinin şiirinin tercihen kabulünü teklif ede-rim. 12 Mart 1337 Karesi Mebusu Hasan Basri

Riyaseti Celileye

Müzakerenin kifayetiyle Mehmed Âkif Bey’in marşının kabul edilmesini teklif eylerim. 12 Mart 1337 Ankara Mebusu Şemseddin

Riyaseti Celileye

İstiklâl marşlarını matbu’ varakalarda hepimiz ayrı ayrı tetkik ettiğimiz için encümene havalesine lüzum yoktur. Mehmed Âkif Bey’e ait olanının Millî Marş olarak kabulü-nü teklif ederim.12 Mart 1337 Bursa Mebusu Operator Emin

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 203 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 204 ·-

Riyaseti Celileye

Bütün ervahı İslâm üzerine kıraati heyecanlar verecek derecede doyurucu olan büyük İslâm Şairi Mehmed Âkif Bey’in marşının takdiren kabulünü teklif eylerim. 12 Mart 1337 Bitlis Mebusu Yusuf Ziya

Riyaseti Celileye

Ötenden beri İslâm’ın büyük şairi Âkif Bey’in İstiklâl Marşı her yönü ile müreccah ve Meclisi âlinin ruhi ma-nevisine vâkıf olmakla kabul edilmesini teklif ederim. 12 Mart 1337 Isparta Mebusu İbrahim

Risayeti Celileye

Mehmed Âkif Bey tarafından inşat edilen marşın kendi tarafından kürsüde kıraat edilmesini teklif eylerim. Kırşehir Mebusu Yahya Galib

Reis- Bu takrirlerin hepsi Mehmed Âkif Bey’in şiirinin kabulünü ihtiva etmektedir. (‘Reye’ sesleri) Müsaade bu-yurunuz, rica ederim, müsaade buyurunuz efendiler.

Tunalı Hilmi Bey (Bolu)- Reis Bey, müsaade buyurur-sanız Mehmed Âkif Bey’in marşının reye arzından evvel bendeniz ufacık bir rica edeceğim. Tebdil edilmesi ihtima-li vardır.

Reis- Müzakere bitmiştir efendim, rica ederim.

Salih Efendi (Erzurum)- Bendeniz bir şey arz edeceğim.

Reis- Müzakere bitmiştir. Maarif Vekâletinin tekli-fi vardır. Her marşı ayrı ayrı reye koyunuz diye teklif et-mişlerdi. Her marşın ayrı ayrı reye sunulmasını kabul bu-yuranlar lütfen el kaldırsın, (kabul edilmedi).O halde bu takrirleri reye koyacağız. Basri Bey’in takririni reye koyu-yorum (Basri beyin takriri tekrar okundu).

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 204 18.4.2016 10:12:06

İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? VE NASIL KABUL EDİLDİ?

-· 205 ·-

Reis- Basri beyin takririni kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın (kabul edildi efendim). (Gürültüler ve ret sedaları).

Refik Şevket Bey (Saruhan)- Mehmed Âkif Bey’in şiiri-nin aleyhinde bulunanlar da ellerini kaldırsın ki ona göre muhaliflerin miktarı anlaşılsın. (‘Muvafıktır, anlaşılsın’ se-daları)

Reis- Bu takriri kabul edenler, yani Mehmed Âkif Bey Efendi tarafından yazılan marşın, İstiklâl Marşı olmak üzere tanınmasını kabul edenler lütfen el kaldırsın, (Bü-yük ekseriyetle kabul edildi).

Müfid Efendi (Kırşehir)- Reis Bey, yalınız bir şey arz edeceğim. Hamdullah Suphi Bey’in, bu marşı, bu kürsü-den bir daha okumasını rica ediyorum (gürültüler).

Refik Bey (Konya)- Milletin ruhuna tercüman olan işbu İstiklâl Marşının ayakta okunmasını teklif ediyorum.

Reis Bey- Müsaade buyurunuz efendim. Heyeti muh-tereme bu marşı kabul ettiğinden tabii resmi bir İstiklâl Marşı olarak tanınmıştır. Binaenaleyh ayakta dinlememiz icap eder. Buyurunuz efendiler (Hamdullah Suphi Bey İs-tiklâl Marşını kürsüde okudu. Azayı kiram tamamen sü-rekli alkışlar arasında dinlediler).

Bugün İstiklâl Marşımızı beğenmeyenler, istemeyen-ler var. Fakat şunu düşünmelidirler ki, o Marş, -Hamdul-lah Suphi Bey Efendinin de dediği gibi- “Son mücadele-mizin ruhunu terennüm” eden “bir Marştır” ve o Marşı alkışlarla ve “büyük ekseriyetle” kabul eden de İstiklâl sa-vaşının tarihi ve Millî kahramanı büyük Millet Meclisidir. O günlerin icap ve şartlarını unutanlar, o günün içinde ya-şamayanlar için bu çirkin tavır ne kadar yersiz ve ne ka-dar çirkindir! İstiklâl Marşı o günlerde hâkim olan kutsal zihniyetin tam ifadesi ve tarihidir. Tarihi gerçekler ve hadi-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 205 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 206 ·-

seler nasıl değiştirilemezse İstiklâl Marşımız da değiştiri-lemez. Birinci Büyük Millet Meclisinin ilk açılış merasimi-ni ve o meclisteki muhtelif kanaat zümrelerini bir noktai vahdette birleştiren ve onları yekpare bir kuvvet macunu haline getiren gerçek amilleri burada izah etmek istemiyo-rum. (20 Hasan Basri Çantay; Âkifname, Mürşit Çantay Yayını, İstanbul

1966, s.62.)

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 206 18.4.2016 10:12:06

ÇAĞDAŞLARI ÂKİF’E NASIL BAKTI?

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 207 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 208 ·-

Mehmed Âkif, kendi doğrularını tayin ederken iki te-mel esas üzerinde durur. Birisi söylediklerim ülkemin ve insanımın menfaatinin dışında olmamalı, ikincisi söyle-diklerim İslam’ın prensiplerinin dışına da çıkmamalıdır.

Onu kabullenen ya da reddedenlerin ana ölçüsü de buna göre şekillendi. Bir kısmı onu, kendi değerler anlayı-şının sesi gördüğü için kabul etti, bir kısmı da onun inan-dıklarına inanmadığı için tavır aldı.

Bizim geleneğimizde, ölen insanın arkasından pek olumsuz şey söylenmez. Buna rağmen, onu benimseme-yenlerin bir kısmı, kendi kanaatlerini ifadeden çekinmedi-ler. Hayatında iken saldıranlar, ölümünden sonra ya sus-mayı, ya da reddettikleri görüşlerini ifade etmeyi tercih ettiler.

Bunun yanında, aydınımızın önemli bir kısmı ona olumlu yaklaşmıştır. Hatta birçokları ancak ölümünden sonra onu anlayabilmişlerdir. Biz, burada nakledeceğimiz görüşlerin hiçbirisine herhangi bir yorum ya da müdaha-le getirmeden, vefatından sonra arkasından yazılanlardan, sadece o dönemde yazılanlardan nakiller yapacağız.

Burada bir önemli hususu da belirtmekte fayda görü-yorum. Ömürlerini Mehmed Âkif ’in anlaşılmasına has-retmiş günümüz aydınları tarafından da çok güzel, etkili ve kalıcı çalışmalar da yapılmaktadır. Bunların tamamını burada değerlendirmek mümkün değildir. Zaten konu-yu kendi çağdaşlarıyla sınırlı tutuşumuzun ana sebebi de budur. Umarız bu yönde de bir çalışma yapılır ve böylece Âkif, bütünüyle millete mal oluşunun tam fotoğrafıyla de-ğerlendirilme şansını yakalar. Bu temenniyle, çağdaşları-nın Âkif için söylediklerine bakalım şimdi:

Âkif ’in sağlığında en yakın dostları Eşref Edip, Hasan Basri Çantay, Mithat Cemal Kuntay gibi isimlerdir.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 208 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 209 ·-

Ölümünden sonra, Eşref Edip, onunla ilgili bir ki-tap yayımladı. “Mehmed Âkif, Hayatı ve Eserleri” burada kendisinden genişçe söz ederken önemli bir hususiyeti-nin üzerinde durur ve bugün bile çok muhtaç olduğumuz “Vefa” kavramına onun nasıl önem verdiğini anlatır. Bu bir anlamda inandığına sadakatinin de ifadesi olması bakı-mından önemlidir. Eşref Edip şöyle der:

“Üstadın bütün arkadaşlarına karşı vefakârlığı müstes-na derecede idi. Bir arkadaş için icabetince canını bile fedadan çekinmezdi. Vefasını, dostluğuna bihakkın güvenilirdi. Vefasızlık Üstatça namertlikti. Vefasızlığı fevkalade takbih ederdi. Fakat vefasızlığa katiyen mu-kabele eylemezdi. Mukabeleyi hatırına bile getirmez-di. Ancak öylelerini insanlıktan uzak addederdi.

Yalnız insanlara karşı değil, Allah’ına. Peygamberine, milletine, vatanına da vefakârdı. Şiirlerinin her par-çasında bu vefakârlığı görürsünüz. Memleketinden on sene uzak yaşadığı halde, bir dakika onu unutma-dı; bir dakika onun İstiklâlini, yükselmesini düşün-mekten geri kalmadı. Ankara’da Taceddin dergâhın-da İstiklâl Marşı’nı yazarken kalbini dolduran vatan sevgisi, Hilvan’daki inzivagahında da aynı şiddet ve hararetle yaşıyordu. Şahsı için hiç bir şey, hiç bir kar-şılık beklemeksizin bu derece vefakârlık göstermek insanlığın en yüksek derecesidir.

Onun için Mehmed Âkif erişilmez bir şahika-i faziletti. O fazileti hayatında yaşadı, eserlerinde yaşattı. Eser-lerinde yaşayan bu fazileti gelecek nesiller daima gö-recek, okuyacaktır.

“Halkın ızdıraplarına çok büyük alaka gösterirdi. Halk sıkıntıda iken zevk ve sefahat içinde yüzenlere müt-hiş husumet gösterirdi. Bunları dünyanın en hami-yetsiz insanları addederdi. Harbi umumide bir zatın

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 209 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 210 ·-

evinde yarım çuval kadar mısır ekmeği yiyen, mum yakan Abbas Halim Paşa gibi görmek isterdi.

Üstat, çok azim sahibiydi. Bir şeye bir kere azmetti mi, artık onu yapmak mesele değildi. Her neye başla-dı ise onu bütün manas ile ikmal etmesi azminin en kuvvetli delilidir. Ana dilinde nazım lisanını en mü-kemmel hale sokması, Arapçayı, Acemce (Farsça)’yi, Fransızcayı en müşkülpesentlere beğendirecek hale getirmesi işte o azmi sayesindedir.

Hasislere çok kızardı. Hasis kimselerle katiyen görüş-mezdi. Hasisler hakkında söz açıldı mı, hemen fık-ralar naklederdi. Hasislere dair çok fıkraları vardı. Verdiği sözde bütün hayatında bir defacık olsun dur-madığı vaki’ değil. Temizliği, doğruluğu şayanı hayret derecelerde. Bilâistisna herkese karşı yalnız iyilik dü-şünür. Elinden gelen her fedakârlığı yapar.

Gittiği yerde ilmi irfan ocakları derhal tütmeye başlar. Hususi mektepler açtırır, Fahri ders nazırlığı yapar, fahri muallimlik eder. Köylere gider, köy çocukları-nın ahvalini, istidatlarını tetkik eder, yazılarını toplar, Maarif Müdürüne getirir, sonra çocukların her birine hediyeler götürür. Ona büyük bir lütufta bulunmak isterseniz, fahri yapılacak bir vatan hizmeti kadar bü-yük bir şey bulamazsınız. Meşrutiyetten evvel ve son-ra vatan için büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Yaptığını iyi yapar, elinden iş gelir, nizamsız intizamsız hiç bir şeyi yok. Maddi, manevi hayatında bütün mi-zacı hayatı itidalden ibaret.

İttihat ve terakkiye girenlerin çoğaldığı bir zamanda idi. Bir gün kendisine:

– En çok hoşlanmadığınız kimdir? diye sordum.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 210 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 211 ·-

Biraz düşündü. Dedi ki: -Geçmişte vatan hesabına on parası geçmemiş, bir damla kanı dökülmemiş, bir hiz-meti yerine getirmemiş olduğu halde ağzını mem-leketin temiz kan damarlarından birine yamayarak emmekte bulunan serseri tufeyliler yok mu, işte en sevmediğim bunlardır.” (Eşref Edip, Mehmed Âkif, Asarı İlmiye

Kütüphanesi, İstanbul-1939 c. 1. S. 249)

Yaşadığı dönemde Âkif ’e ilgisiz kalanların başında, dö-nemin Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel gelir. Ancak Yücel ölümünden sonra, Âkif ’in sözü edilen vefası-nın örneğini gösterir ve hakkında önemli bir değerlendir-mede bulunur:

“Âkif ’in hayatı, yedi kitap tutan -kendi dediği gibi üç buçuk nazmın değil- Safahatın sahifeleri arasına göl-gesini bırakmış bir eserdir.

Bayramda Fatih Meydanı, mahalle kahvesi, hasta çocuk tasvirli şiirler ile Türk edebiyatına halkçı bir şair ola-rak giren Mehmed Âkif, Balkan felaketi üzerine Fatih ve Süleymaniye kürsülerindeki vaazlarını manzum bir hale sokarak milletin uyanmasını temin için gene halkçı bir dille eserlerini yaratmıştır.

Onun kudret kaynağı İslâmi imandır. Mehmed Âkif mümindi, çünkü imanında samimi ve bunan dolayı da kuvvetli idi. Onu şairliğe çeken bu imanı olmuştur.

İstiklâl harbinin en heyecanlı anlarında Ankara’nın ufuklarından akseden top sesleri, onun bu ruhi ihti-yacını karşılamakta en çoşkun bir musiki tesiri yap-tı. İstiklâl Marşı’nın bazı satırlarında bu gürlemelerin kaybolmaz tarrakaları var. Daha önce Çanakkale için de aynı duygularla destani bir şiir yaratan Mehmed Âkif, bütün eserleri yok olsa, gene bunlarla ebedi ka-lacak bir şair vasfını kazanmıştır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 211 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 212 ·-

Mehmed Âkif şiirlerini yaratırken başlıca iki unsur kul-lanmıştı. Dinî, millî. Mehmed Âkif halkçılık ruhunda ve Türk milletinin gösterdiği kahramanlıkların des-tanını duymakta büyük bir isabet göstermişti. Onun bence yaratıcı tarafı buradadır.

Yarına intikal edecek tarafı burası olduğu gibi... Feve-ranlı anlarında Onun dili ile kendi büyüklüklerini du-yan ve dinleyen Türk cemiyetinin vicdanı, onun da çok tanıdığı bu yiğit millet, kendisinin her hangi bir faziletine, fedakârlığına hitap eden insanı, asla unut-maz.” (Akşam Gazetesi; 4 Ocak 1937)

Bir Edebiyat Tarihçisinin Şair Âkif ’e bakışı nasıldır aca-ba? Sağlığında onunla mesafeli olan, ancak ölümünden sonra onun şiirinden çok milli duyarlılığına dikkati çeken Agah Sırrı Levend, O’nun en büyük endişesinin çökü-şe doğru giden İslam âlemini medeniyet dünyası karşısın-da uyarmaktı. Doğru bir değerlendirmeyle şiirinde bunları yer verdiğini söyler:

“İslâm Uyanışı: Onun en büyük endişesi. Gerilemeye doğru giden İslâm âleminin bu medeniyet dünyası karşısında büsbütün eriyip yok olmasıdır... Bu tehli-kenin önüne geçmek için Müslümanların uyanması, el ele verip kuvvetlenmesi lazımdır...

Uzak, yakın bütün Müslümanlar kardeştir ve onların kalkınması ve biri birine dayanıp ilerlemesi Müslü-manlığın akıbeti namına istenecek en hayırlı bir ne-ticedir.

Bizi ancak dini müesseselerin ıslahı, asli ananenin de-vamı, ahlâkın sağlamlığı bu inhitattan kurtarmış ola-caktır. İşte Mehmed Âkif ’in ideolojisi...

Artık kalemine sahip olan Mehmed Âkif için, yolunu şaşırmış olan Müslümanlara tehlikeyi işaret edip gös-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 212 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 213 ·-

termekten daha hayırlı bir vazife olamazdı. Bundan dolayıdır ki, bu kabil manzumeleri inanmak kudretin-den gelen coşkunlukla yazılmış dini birer öğüt mahi-yetindedir.

Yurdumuzun Refahı: Mehmed Âkif şüphesiz bu ka-darla kalamazdı. O her şeyden evvel İslâm âleminin en güzel bir parçası olan yurdunun vefakâr bir çocu-ğu idi. Muhitinde gördüğü insanların tembelliğine ve miskinliğine kayıtsız davranmayacak, onları sarsmak ve kötü itiyatlardan vazgeçirip korumak isteyecekti. İşte o zaman da sosyal birer hutbe yahut birer hasbı-hal olan manzumelerini yazdı. Meyhane, Kahve gibi manzumeler de bu heyecanın mahsulüdür. Bunların en göze çarpan vasfı, kuvvetli bir realizmi içinde bu-lundurmasıdır. Kaldırımsız sokaklar, harap evler, ba-kımsız mabetler, mevlitler, âmin ayları, bayram yer-leri, insanları miskinliğe mahkûm eden kahveler ve meyhaneler, hülasa yerli manzaralar ve tipler burada en kuvvetli çizgilerle gösterilmiş, en hakiki ifadelerle tasvir edilmiştir.

Gönüllerde Heyecan ve İman: Ferdi düşüncelerle gö-nül endişelerine kıymet vermeyen ve bir cemiyet ada-mı sıfatı ile memleketin ve Müslümanlığın dertleri-ni kendine dert edinen Mehmed Âkif, buraya kadar bedbin bir şairdir. Halin kötülüğü karşısında duydu-ğu mazi hasreti ile asabi ve hiddetlidir. Gerek koyu bir Müslüman zihniyeti ile mensup olduğu İslâmcı zümrenin bir mümessili olarak vaaz ve nasihat eder-ken, gerek bir memleket şairi sıfatı ile halkın sefahat ve uyuşukluğunu tasvir ederken, bir düzeye haykırır; istemediği halde ümitsizliğini gizleyemez. Ancak bü-yük facialar karşınsında o hemen bu ümitsizlikten sıyrılarak canlanır ve ümidini kaybetmiş başka gönül-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 213 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 214 ·-

lere de kuvvet ve iman vermek ister.” (Ağah Sırrı Levend-

Edebiyat Tarihi Kanaat Kitabevi Yayını, İstanbul 1941)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu da, düşünce dünyası itibariyle elbette Âkif ’in paralelinde bir isim değildi. Hat-ta onun mücadelesine yazdığı romanlarındaki tezleriyle de karşı tavrı sergilemekten çekinmemiştir. Buna rağmen, ve-fatından sonra kısa da olsa yazdığı yazısında. Bu Kahra-manın hakkını teslim etmiş ve şöyle demiştir:

“Bir şairin “vasfı mümeyyiz”ini bulmak için her şeyden evvel o şairin duygu mihverini keşfetmek lazım gelir. Bu itibarla geçen makalemde demiştim ki, Namık Ke-mal merhum vatanperver, Abdülhak Hamit Bey insa-ni bir şairdir. Çünkü birinin duygu mihverini daima vatanperverâne heyecanlar, diğerinkini ise umumi-yetle gönüle ve fikre ait hummalar ve iptilalar teşkil etmiştir...

Mehmed Âkif Bey de dinî ve İslâmi şair sıfatını bulu-şumuz bu ateşli ruhun daima dinî mevzular üzerin-de dolaşmış olmasından değildir... Mehmed Âkif Bey, bize ilk defa olarak millî manzumelerin, millî tiplerin karikatürünü yapar ve bazı millî örf ve adetlerle acı bir surette istihza eden bir medeniyetçi çehresi ile gö-ründüydü. Son şairlerin ve mütefekkirlerin meyanın-da hiç kimse, noksanlarımızı, ilim ve irfan, medeni-yet ve ümran sahasındaki temennimizi ve bazı ahlâki tereddilerimizi Mehmed Âkif bey kadar şiddet ve hid-detle yüzümüze vurmamıştır. Onun kalemindeki bu infial ve bu tehevvür ise daima terakki, tekâmül gibi medenî ve ilmî mefhumlar namına vuku’ bulmuştur.

Bununla beraber Mehmed Âkif beye niye dinî ve İslâ-mi şair diyoruz. Niçin? Çünkü tarz ve edasında gür sesli bir cami vaizinin hal ve tavrı vardır. Ve hissi-yatının mihveri mehafetullahdır. Ona göre bu dün-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 214 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 215 ·-

ya bir işkence diyarıdır. Eğer bütün âlem-i İslâm se-falet ve esaret içinde ise bunun yegâne sebebi yine biziz; bizim isyanımız, bizim günahlarımız, bizim kusurumuzdur. Ve hep yaptıklarımızın cezasını çek-mekteyiz. İşte bu tamamı ile medrese tezhibinden hâsıl olma bir zihniyet ve bir haleti ruhiyedir. Meh-med Âkif beyin hayata dair felsefesi şudur: Dini hü-kümlere ve Şer’i kanunlara itaat ve riayet edelim; bi-zim için bundan başka kurtuluş yolu yoktur...

Bizi bu satırları yazmağa sevk eden endişe, her şaire kendi “vasfı mümeyyiz”ini bulmak ve edebiyat saha-sında olsun bir takım yanlış ve haksız telakkilerin te-essüsüne meydan vermemektir. Yoksa geçen makale-lerimin birinde söylediğim gibi, ümmetçi ve şeriatçı bir şair olmak Mehmed Âkif bey için bir nakısı de-ğil, bir meziyettir. Safahat şairi şahsiyetindeki o ruhlu kudreti ancak bu iki canlı mefhumdan istiane ettiği imana medyundur.” (Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) İkdam Ga-

zetesi, 25 Şubat 1922)

İsmail Habip Sevük Âkif ’i kendi çizgisinde tutarlı bulur, ancak onun görüşlerini benimsemez. Bu, dönemin aydınındaki ciddi hoşgörü yokluğunun ifadesidir. Zaman, insanlardaki, yanlışları ayıklıyor, ancak daha önceki hü-kümlerinden dolayı itham ettikleri insanları bir daha bu-lup özür dileme şansı da bırakmıyor. Sevük, bu noktaya kendisini hapsedenlerden birisidir. Buna rağmen şu itiraf-larını da açıkça yazar:

“Aruz’u kimse artık ondan ziyade tabiileştirecek değil-dir ve açık bir şekilde ve güzel bir dille kimse ondan daha fazla hâkim olamayacak. Mısralarını aruzun içi-ne, zarfına sıkı sıkıya tatbik etmiş bir sanatkâr gibi yerleştiriyor. Ne zarfa ufak bir tazyik, ne mazrufun bir santim kımıldanmak ihtimali, üstat bir marangoz

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 215 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 216 ·-

kakması gibi muhkem bir intibak kelimeler mısraya mıhlanmış sanıyorsun: Çok sağlam bir nazım!

Onu sırf bir din şairi sandık. O bize Müslümanlık ce-reyanını yalnız başına nazma çeken bir ses gibi geldi. Din Mehmed Âkif ’in yarısı ise de tamamı değildir. İç-timai Mehmed Âkif ’le Vaiz Mehmed Âkif ’i ayırmak icap eder. Bunlar ayrıdır, fakat kol kola, sıkı sıkı yü-rürler. Onun en içtimai şiirlerinde dinden bir nağme, en dini şiirlerinde ise İçtimai Mehmed Âkif ’ten bir eda görüyoruz. İkisi birbirini boş bırakmıyor. Biri di-ğerine daima müdahale ede, iki ayrı hüviyet fakat bir-birleriyle iyi kaynaşmışlar.

“Akide” ile “Şiir”i birbirinden ayırmalıyız. Safahat Şa-iri nasıl düşünürse düşünsün, bu kitabı yazan onda şunu aramakla mükelleftir: vecitten, dini heyecandan şiiri çıkarabildi mi? Bunu inkâr haksızlık olur! Kuru bir nazım üstünde metanetle yürüyen Şairin vecd an-larında şiire çıktığını görüyoruz. Coğrafyanın vata-nı parçalanırken Müslümanlığa kalptan gelen yaralı bir azapla inledi. (İsmail Habip Sevük, Türk Teceddüt Edebiyatı

Tarihi)

Süleyman Nazif, Âkif ’i en iyi tanıyan dolayısıyla an-layanlardan birisidir. Onun hakkında ölümünden sonra yazdıkları, ona karşı olanlar özellikle ondan olacakları çok büyük dersleri olduğunu söyler. Çünkü Âkif, sadece dindar bir şair değil, aynı seviyede vatansever bir şairdir de, ülke-nin bir çivisinin bile yabancılar tarafından alınmasına mü-samahası yoktur. Süleyman Nazif bunları anlatıyor işte:

“Bizde, vatanperverlik hissi, bilhassa şu son seneler-de, ikiyüzlü bir soysuzluğa uğradı: Ya çılgınlık, ya ih-malkârlık, hatta bazen da kayıtsızlık. Bir kısmı, ya-kıp yıkmakla biçare vatan imar olunur dediler. Yakıp yıktılar. Bu kanaatten “Sarıkamış kahramanı” doğdu.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 216 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 217 ·-

Bir kısmı da vatanperverliğin, hayvanî olmasa bile, pek iptidaî bir his olduğunu ilân ile aşağılık fikirleri-ni tecrübesiz beyinlere aşıladılar. Koca bir ülkenin yı-kılma gürültüleri onların yıkılası gönüllerinde hâlâ bir rahatlama aksi buluyor. Bu soysuzlaşmadan doğan mahlûkların isimlerini açığa vurarak şu satırların gü-nahsız karanlığına, pisliğe bulanmış bir siyahlık karış-tırmak istemem.

Mehmed Âkif ’in ezelî imanına alayla bakanlar, şu vaka-ları olsun bilsinler... Ve öğrenebilirlerse bir kere olsun düşünsünler...

Ah!... Vatan muhabbetti, iptidai hatta hayvani bir his bile olsa ben hissimin, aklımın, vicdanıma fazilet şek-linde tanıtmış olduğu her vazifeyi ve her akideyi ona feda ederim. Bir kere daha demiştim ki: “Ben o topra-ğa vatan derim ki, üstünde dinîm ve devletim, hük-münü ve hükümetini yürütsün. Böyle bir toprak üs-tünde küçük bir kulübe ile cılız bir oğul bana kâfidir. Dinîmden, devlet ve milletimden ayrılmış ve mah-rum edilmiş bir yetim diyar üstünde muhteşem sa-raylar, güçlü çocuklarım yükseleceğine, evim bir avuç kül, sülâlem de mezarlar olsun.”

Mehmed Âkif, din ve vatanımın en karanlık günlerin-de onların matemini terennüm etti. İstikbalin bize hazırlayacağı hâl ne olursa olsun, muazzez şairin İs-lâm’ın din ve devlete ağlayan şiirleri unutulmayacak.

Unutulmak şöyle dursun, tarihinin ve ecdadının mira-sını daima Dindarâne okuyacak ve ezberleyecek, bü-tün gelecek nesillerin çocuklarının ve bizim torunla-rımızın hafızalarında ve dillerinde yaşayacak ve onları yaşatarak, kim bilir, belki bir gün yine bize kavuşa-caktır.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 217 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 218 ·-

O özlediğimiz gün, uzak yakın hangi asrın sene ve ayla-rına gizlenmişse, benden saniyelerine bin selâm, bin dua. Biraz yukarda “Pek az şair vardır ki, eserleri, ger-çek hislerinin değiştirmeyen ve aldatmayan bir aksi olsun” demiştim. Bu seçkin kimseler arasına bizim “Safahat Şairi” de hakkıyla dâhildir. Zât’ını tanıdıktan sonra, eserlerini daha iyi anlamaya ve sevmeye başla-dım. Hiç kimsenin hatta Âkif ’in vicdanını bile tekzip etmeyeceğine inanarak iddia ederim ki,“Hakkın Ses-leri” şairinin kalbinin içinde hissetmediği hiçbir şey, onun şiirlerine karışmamıştır. O nasıl duydu ise öyle yazdı. Her duyduğunu yazmamış, fakat her yazdığını maddî ve manevî varlığını sarsacak şekilde duymuş-tur. Öyle olmasaydı yazıları karşısında kalpler bu ka-dar titremezdi.” (Süleyman Nazif; Mehmed Âkif, Millî Hareket

Yayınları, İstanbul-1971s.26)

Orhan Seyfi Orhan, Âkif ’in esas öneminin ahlâkî tavrından geldiğini söyler. Toplumun çözülmeye yüz tut-tuğu bir dönemde milletimizin geçmişiyle iç kontağını sürdürmesi gerektiğini söyleyen Yazar, Âkif ’in bu hususi-yetini şöyle anlatır:

“Bence Âkif ’in asıl kıymeti, mahalli oluşundadır. Bu te-miz huylu, temiz ruhlu İstanbul çocuğu mazi hasre-tiyle yanarak bize çok eski manzaralar çizdi. Eski gün-lerin tatlı havasını getirdi. Hikâyelerini anlattı. Eski tipleri canlandırdı. Eserlerinde yer yer nadide kumaş-lar gibi bu manzaraların sergilendiğini görüyoruz. Hüseyin Rahmi’nin, Ahmet Rasim’in yaptıklarının en güzellerini o yaptı. Âkif hakkında son sözü söylerken onun titiz ruhlu, yüksek ahlaklı, karakter sahibi, ri-yasız, samimi bir insan olduğunu tekrarlamayı da bir vicdan borcu sayıyorum.” (Orhan Seyfi Orhan, Mehmed Âkif,

Hayatı, eserleri s.22-24)

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 218 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 219 ·-

Âkif’in vefatından sonra, onu ihmal eden bir neslin ız-dıraplı seslenişini Mükerrem Kamil Su’dan daha güzel anlatan herhalde olmamıştır. Bir dost yüreği, bir anne yü-reği, bir romancı yüreği bakın, ihmale duyulan hüznü nasıl dile getiriyor:

“Yazın Ankara’da bir eski dostla karşılaştık. Sokaklar sı-caktan tutuşmuş gibi idi. Bizi çalıştığı yere götürerek serin havaya kavuşturmakla pek büyük bir ikram yap-mış oldu.

Şuradan buradan konuşuyorduk. Söz Âkif ’e geldi. Onun sıhhat yurdunda yıllarca özlem çektiği memle-ketine dönerek derdine deva aramakta olduğunu ga-zetelerde okumuş, hele insana elle tutulan bir acı ve-ren resmini yaşlı gözlerle seyretmiştik.

Arkadaşımız güzel şiir okur. Bize “Âkif ’ten öyle mısra-lar sundu ki… Dışarıdaki asfalt caddeleri olduğu gibi, insanı eritecek kadar kuvvetli olan sıcağı ve nefis An-kara akşamlarını unutmuştuk. Oradan ayrılırken du-daklarımızda:

“Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını,/ Bana çok görme İlahi, bir avuç toprağını!” mısraları ve gözle-rimizden acı bir nem vardı. İçim burkulmuştu. Nasıl burkulmasın ki, koca bir şair Türk edebiyatına ölmez destanlar, Türk Ulusu’na yüksek bir erginlik sesi ve-ren şiirle, his ve heyecanla ruhu tütün derin adam… Tanrısından bir avuç toprak istiyordu.

Hayat acılarını çok defa omuzlarımızda kullanılmaz bir yük gibi taşıdığımızı hisseder, ölsek deriz. Fakat aca-ba hangimiz Âkif kadar içi saran, alt üst eden bir in-celikle isteyebildik? Yanıyorum Âkif için. Yaşadıkça da ona karşı değersiz, küçücük ödevimi yapamamış bir insan olduğum için yanacağım.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 219 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 220 ·-

Ankara dönüşü İstanbul’dan geldiğim halde, niçin beş dakika olsun inlediği hasta yatağının ucuna gitme-miş, ona bir damla gözyaşına katılmış bir sağlık dile-ğinde bulunmamıştım? Ne yazık!

Âkif,. Evimizin derdi olmuştu. Umutsuz demişlerdi. Her gazetenin açılışında bir kara haber bekliyorduk. Nihayet her fani gibi o da söndü, gitti. Dilediği bir avuç toprak altında, dilediği sükûna kavuştu.

Âkif, Türk ulusu için ölmemiştir. O, bir gün vatan şe-hidine nasıl yürek titreten bir heyecanla: “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın!” demişse… Şimdi ben ona: “Âkif, sene edebiyat tarihine gömmedik, Çün-kü yaşayan ölülerin yeri, duymasını acı, çekmesini ve sevmesini bilen gönüllerdir”, diyorum.

Âkif aramızdan çekilip gitmiş olabilir. Fakat Erginlik Marşı’nı göğsümüz kıvanç ve heyecanla kabararak dinler, söylerken… O, yaşayanlardan çok aramızda ya-şıyor. Sesi, nesilden nesile ondan ölmez bir anı taşı-yacak. Ne mutlu Âkif ’e ve ne mutlu onun gibi bir şair yetiştiren Türk ulusuna!” (Mükerrem Kamil Su; Hasan Basri

Çantay, Âkifnâme, s.283)

Âkif ’in vefatından sonra yazanlardan Peyami Safa, onun özellikle bir edebiyat adamı olarak üstlendiği rolü anlatır. Kendi çağdaşları içerisinde birçoklarının fark ede-mediği önemli bir boşluğu doldurduğundan söz eder. “Ha-lefi Olmayan Şair” başlığıyla yazdığı yazısında, onun ta-kipçisinin olmadığını da dillendirir ve Onun şiiri vatanın emrine veren büyük bir şair olduğunu şöyle anlatır:

“İki gündür Mehmed Âkif ’in hatırasını kucaklayan ve başının üstüne çıkaran Üniversite gençliği, kendisini ona bağlayan yüksek idrakin taze ve halis delillerini verdi.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 220 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 221 ·-

Bu alaka edebi değildir. Öyle olsaydı, yalnız şiir kıyme-ti bakımından en az Mehmed Âkif kadar unutulma-mağa layık nice şairlerimizin hatıraları gençliği haf-tada bir mezar başlarına ve Halkevlerine koştururdu. Bu alaka Âkif ’in şiirinden ziyade onu dolduran mem-leket ve fazilet aşkındandır. Namık Kemal için oldu-ğu gibi.

Memleket ve fazilet aşkı ile Namık Kemal’in şiirinde başlayan, İsmail Safa’nın ve Tevfik Fikret’in şiirinde devam eden bu ideal köpürüşü Mehmed Âkif ’in şii-rinden sonra söndü. Onların münhal bıraktığı yere içini çeken şairlerimiz belki var; belki ifade hünerin-de bunlar onlardan daha da ileri gitmişlerdir; fakat yalnız bu kuru hüner yetmez. Bir adamın beşiğinden mezarına kadar bütün ömrünü ve beyninden topuğu-na kadar bütün hareket manzumesini doldurup taşan ideal hamlesinin aksiyon halinde belirtileri de lazım-dır. Hiç bir efendi önünde eğilmemek, bütün düşün-düklerini her yerde ve herkesin önünde, boğulmuş hakikatlerin en keskin çığlığı ile söylemek, bütün res-mi nimetleri tepmek, milletin sesi olmak gururunu bayram kasideciliğine feda etmemek ve bu sesi mille-tin her haykırma ihtiyacını duyduğu tarihi anda yük-seltmek...

Halis estetik bakımından devrinin en büyük şairi ne Namık Kemal’di, ne de Mehmed Âkif; fakat edebiyatı vatanın emrine veren gergin buhran anlarında, millî estetik bakımdan, “vatan” sözünü davul gibi sesli ve içi hoş bir mefhum sayanlara katılmayan bu şairler devirlerinin en büyükleridir.

İsteyen Âkif ’i başında sarığı ile bir müezzine benzetsin. O, bu halile daha çok makbulümüzdür. Göklerden bizi felaha çağıran sesi hâlâ geliyor; Süleymaniye’nin-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 221 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 222 ·-

kilerden daha yüksek, şerefesi bulutları delen bir hila-le değen bir görünmez minareden geliyor ve hâlâ, her gün, her yerde okunan İstiklâl Marşı bizim millî he-yecanımızdan başka nedir? (Peyami Safa- Yazarlar; Sanatçılar,

Meşhurlar, Ötüken Yayınları, İstanbul-1976 s.83)

Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif ’in yakınında bulunmuş, onu tanımış, onunla dostlukların daha son-ra hacimli bir kitaba dönüştürmüş bir yazarımızdır. Yazar, “Âkif terennümün değil, çığlığın virtüözü’dür”, der. Bunun sebeplerini de şöyle açıklar:

“Âkif ’in kuru hayatında tek bir tat yoktu. Karakterinin katılığıyla hayatının kuruluğu birleşti; Her hazdan mahrumiyeti, bu dünyevi çıplaklık Onu mermerleş-tirdi; Heykel adam dinînin ve vatanının huzurunda, donmuş bir dalganın vecdi içinde, kaskatı yaşadı, öldü: Vatan ve din imanı.

Bütün büyük duygular gibi bu iki iman cinnetti. Bunda hesap, mantık, zekâ yoktu. Bu, makul değildi; güzel-di. Çünkü imandı.

Âkif terennümün değil, çığlığın virtüözü’dür.

Bayrağı için ölen adamın yüreğindeki cemiyet ima-nı gibi; yabancı bir erkekle bir kadının çiftleşmesini nikâh mukavelesinin mistik kudreti içinde alenileş-tiren, güzelleştiren mahşer imanı gibi Âkif ’in imanı da izah edilemediği için güzeldir. Basiretten bile daha güzel bir tek şey vardır: Büyük imanların körlüğü.

Karaciğerini Promete’nin yırtıcı kuşundan daha kor-kunç bir hastalığın yiyip bitirdiği Âkif ’in ahlâkı da maddi hayatının hasılasıydı. Çok sağlam yaratılan bu adamı kendi adaleti sımsıkı bağlamış, hiç bir zevkin, hiç bir sefahatin güzel elleriyle bu bağın kördüğümle-ri gevşetilmemişti. Kuvvetli bünyesi maden ocağında

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 222 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 223 ·-

yatan, insan eli değmemiş demir kadar sertti, bakirdi. Kumar, kadın, içki gibi insan etini pelteleştiren halleri Âkif bilmiyordu. Hayatı her sabah yeniden başlayan bir mahrumiyetti. Onda ne politika ihtirası, ne mev-ki hırsı, ne kadın, ne kumar hazzı vardı. Kuvvetli bün-yesinin beynine topladığı fazla kan damlalarını bu ih-tiraslara, bu hırslara, bu hazlara nail olmanın verdiği serinliklere dağıtmıyordu. Alev parçası halindeki kı-zıl ruhu dimağındaki bu birikmiş kan damlalarının akislerini taşır. Âkif dünya hazlarına, dağılmadı. Ken-disinde mahpus kaldı. Ve beynindeki bu terakümler bünyesinin kuvvetiyle birleşti; benliğinden iman ha-linde fışkırdı. Onun içindir ki iman şiiri söylediği za-man eserinde Süleymaniye şaha kalkıyor sanırsınız. Gene onun içindir ki İstiklâl Marşı’nı yazdığı vakit şair kendisini bile geçti.

O, bu büyük imanın altında ezilecekti. Fakat sanatkâr ruhu büyük imanın büyük tazyikine emniyet menfe-zi gibi bedbinliği buldu. İnsanlar, Ona göre, bedbaht olmak için doğuyorlardı. Ve saadete yalnız kendisin-de değil, başkasında da inanmıyordu. Dostu iseniz sizin de saadetinizden korkardı: Çünkü bu saadetler yanlıştı; çünkü bu saadetler kazara idi; en büyük dos-tu olan vatanının saadetine 10 Temmuz’da bile uzun müddet inanmadı: Meşrutiyette iki hafta sevindi. Bir ay sonra hep susuyordu. Mustarip olmadığı zaman bile yüzü mustarip olacağı günlerin karanlığı içindey-di. 31 Mart günü teessüründen: “Memleket hemen batmıştı. İnkıraz bulmuştuk! Yoktuk!” Hareket ordu-sunun İstanbul’a yürüdüğünü duyduğu gün inanma-yarak sevindi: “Talih bu memleket için bu kadar az zalim olamazdı! Bu kadar güzel şey mutlaka yalandı!” Balkan harbinde yenileceğimize harpten evvel emin-di. Fakat bu bedbinlik bile onu bu felakete hazırlaya-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 223 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 224 ·-

madı. Yenildiğimiz gün hiç beklemediği bir mağlubi-yet karşısındaydı. Unutmam: O gün Sultanahmet’te, bir kahvede oturduk: ne oluyoruz, konuşacaktık. Hâl-buki O, kabahati yakalanmış çocuk gibi önüne bakı-yor, utanıyor, susuyordu. Bir aralık gözünden sakalı-na bir damla çizgi uzandı: Ağlıyordu. O, ömründe bir tek defa, bir tek saadete vukuundan evvel inandı: İs-tiklâl zaferine.

Doğacaktır sana vâdettiği günler Hakk’ın, Kim bilir belki yarın, bel ki yarından da yakın.

– Bu sefer nasıl inandın? dedim.

– Başımızdaki adamı kim görse inanırdı, dedi.” (Mithat

Cemal Kuntay- Mehmed Âkif Ersoy, Timaş Yayınları-1997, s.251)

İbrahim Alaeddin Gövsa, onun şahsiyeti, şiiri ve inancıyla, defnedildiği mezarın uyumsuzluğundan hüzün duyar. Burada resmi düşüncenin, devletine ve milletine varlığını kendini adamış bir insana sırf kendileri gibi dü-şünmüyor diye gördüğü muameleden şikayetlenir ve tesel-liyi bıraktığı eserinde görür:

“Âkif fikirlerinden, hislerinden kıyafetine ve itiyatla-rına kadar her noktasında tabii, bil hassa son dere-ce samimi bir memleket adamı idi. Bazı eserlerinde-ki kanaatlere iştirak etmediğiniz zaman dahi onun ta içinden kopan coşkunluklara uymamanız mümkün değildir.

O, rüzgâr gibi, dalga gibi, bütün kudretleriyle sizi mut-laka sürükler.

Türk hal dilini onun kadar munis ve tabii kullanan ol-madığı gibi, Türk halkının gönlünü onun derecesinde doğrulukla ve samimiyetle intibak eden bir şairimiz yetişmemiştir. Öyle sanıyorum ki Safahat Doğu ufuk-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 224 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 225 ·-

larında akisleri asırlarca dalgalanmaya aday bir şahe-ser olarak kalacaktır.

Pazartesi günü Âkif ’i Edirnekapı’daki harabeye götür-düğümüz zaman memleketin bu kadar kıymetli insa-nını yurdun bu derece kötü bir yerine bırakmaktaki acılığı derin derin hissettim. Mezarlığın ümranı ölü-lerden ziyade yaşayanlara teselli ve güveni için değil midir? Sekiz sene önce Süleyman Nazif ’i aynı çöplü-ğün biraz ötedeki köşesine bırakmıştık. O zamandan beri kanunlar yapıldı, belediyelerde ayrıca daireler ku-ruldu. Fakat kabristanlar Âkif ’in “Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak” mısraını tekrar ettirecek dere-cede elim olmaktan kurtulamadı. Ne yazık ki, sevdik-lerimizi sonunda mezbelelere atmaktan hala haya ve isyan duyamıyoruz diye büyük ızdırap altında ezili-yordum. Birden bire yüzlerce gencin bir ağızdan oku-dukları İstiklal Marşı ile doğruldum. Yaşaran gözle-rim ruhumun paslarını biraz yıkadı. Âkif ’in büyük matemini mezarlığa gelirken de, oradan ayrılırken de gençler teselli etmiş oldular. (İbrahim Alaeddin Gövsa Karika-

tür Dergisi, 6. 1. 1937)

Âkif, kendine karşı tavırlı olanlara da hakkını, hukuku-nu, dürüstlüğünü ve gücünü kabul ettirmiş bir üstün in-sandır. Bunun en tipik örneklerinden birisi kuşkusuz Falih Rıfkı Atay’dır. Atay, Âkif ’in ölümü üzerine yazdığı uzunca yazısında, “Onun vatanseverliği Müslümanlık âlemi geniş-liğinde idi” ve bakın onun hakkını nasıl teslim eder:

“Âkif ’i okuduğum vakit, Namık Kemal’in meşhur Kasi-desi’ni, Tevfik Fikret’in Balıkçılarını veya Hasan’ın ga-zasını, Muallim Naci’nin Bedir Savaş’nı yahut bir mu-hacir çocuğun feryadını hatırlarım. Âkif, hakikatte, Naci gibi lisancı, Fikret gibi nazımcı ve Namık Kemal gibi eski tabiriyle hamasi idi. Fakat medresenin şairi idi.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 225 18.4.2016 10:12:06

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 226 ·-

O da Osmanlı Medresesi hakkında, tarihçi Ahmet Cev-det Paşa’nın fikrindedir. Yani, medrese bozulmuştur. Onu eski şerefine ve Müslümanlığı asli saflığına ka-vuşturmak lazım gelir. Batı medeniyetinin iyi nesi varsa, din onları yasaklamaz; dinin reddettikleri ise, bu medeniyetin bozulmuş tarafıdır. Biz Tanzimat’tan bu yana hep bu kötü tarafını taklit edip gelmekteyiz. Siz makine yapınız da isterseniz sini etrafına çömelip yemek yiyiniz. Şer’i mahkemeleri değil, şeriatı düzelt-meye bakınız.

Şair Âkif ’e Arnavut damgasını vurmak isteyenlere bak-mayınız. Şair Âkif bir Müslüman milliyetçisi idi. Yani Arnavut olduğu kadar Türk, Türk olduğu ka-dar Arap, vatanseverliği Müslümanlık âlemi genişli-ğinde idi. Birçok fikirlerde birleşemediğimiz Âkif ’in, bizden asla ayrılmayan tarafı, şerefli ve müstakil bir millet görmek davası idi. Âkif, softaların binbirinden gördüğümüz zilletlerin hepsinden uzak kalmıştır. Bi-zim fikirlerimize düşmanlığı, onu asla, vatana aykı-rı bir politika içine sürüklememiştir. Âkif, Şerefli ve müstakil bir millet olmamız için, fikirlerinin zaferini istiyordu. Âkif, milli marş güftesinde hayal ettiği is-tiklal Türkiye’sinin topraklarında yatıyor İnandığı Al-lah’tan, bu Türkiye’nin mesut ve kudretli kalmasın-dan başka hiçbir şey dilemeyerek ölmüştür.” (Falih Rıfkı

Atay; Yeni Gün Gazetesi, 20.1.1097)

Mehmed Âkif ’in inandıklarına inanan, mücadelesini verdiklerine aynı kararlılıkla kendisini ortaya koyan, ancak daha estetik, daha farklı bir şiir diliyle günümüzde yerini alan ve geleceğe Âkif ’le birlikte yürüyen Necip Fazıl Kı-sakürek, onun hakkında bizim kabullerimizin inandırı-cılık açısından doyurucu sınırlarını çizen bir isimdir. Onu anlatırken, söyledikleri, Âkif ’i daha iyi tanımamıza ve ka-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 226 18.4.2016 10:12:06

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 227 ·-

bullenmemize sebep olacaktır. Uzatmadan sözü ona bıra-kıyorum:

“Âkif ’in arabasını iki at çeker: Biri iman ve İslâm savaş-çısı, öbürü şair. Esas olan, birincisi... İkincisinin, öbü-rüne yardımcı olmaktan başka rolü ve müstakil kıy-meti yok. Eğer Âkif, iman ve İslâm uğrunda cemiyet münadiliği yerine, mücerret eşya ve hâdiselere bağ-lanmış olsaydı, karşımıza, Fransızların (Poetminör) dedikleri suğra şair tipi çıkardı. Suğra, yani küçük... Anadolu’ya “Asyayı suğra - Küçük Asya” denildiğini biliyoruz. Büyük Asya ile Küçük Asya arasındaki fark, kübra şaire nispetle suğranın ne olduğunu izah eder.

Hükmümüzü başa alarak bildirelim ki, Mehmed Âkif, o harikulâde kolaylığı, açıklığı, akıcılığı içinde, büyük Fransa şairi (Bodler)in ifadesiyle, devlere mahsus ka-natlardan mahrumdu ve toprağa, damlara çok ya-kın mesafeden uçmaya mahkûmdu. O, bütün kuvve-tini imanından aldı: ve birbirine dayalı iki kalas gibi, imanını şiiriyle taşırken, şiirini imanı sayesinde ayak-ta tutabildi. Ya onun iman cephesi! Bütün köşeleriyle iman ve İslâm savaşçısı cephesi! Bu köşeler, hikmet, hakikat, ilim, ahlâk ve aksiyonculuk seviyesi noktala-rında toplanır... Âkif ’in iman ve İslâm cephesini tayin etmek için ona bu köşelerden birer göz atmak gerekir.

Bu köşelerde Mehmed Âkif, yalnız sathi ilim ve ahlâkla kemallidir. Hikmet, din ve kâinat sırları, perde arkası-nın girift manaları... Bu köşeye bağlı kıymete, sır id-raki diyelim. Hakikat; girift manalar yolundan ulaşı-lan ulvi kanınlar..Bu köşenin kıymeti de üstün irfan olsun...

Aksiyonculuk seciyesi; inanılan ve bağlanılan davanın fert ve cemiyetin yoğurma, şekillendirme cehdi... Bu da, hamleci ve teşkilatçı enerji... İşte bu köşeler üs-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 227 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 228 ·-

tünde, yani sır idrakinde, üstün irfanda ve hamleci, teşkilatçı enerjide Mehmed Âkif –davanın muhtaç ol-duğu heybetli çapı belirtilmiş olmak için kaygısızca itiraf edelim- kuvvetli değildir.

Bu başlangıca göre, Mehmed Âkif ’i methetmek yerine, zemmetiğimiz sanılacak... Zira bizde kanun: ya medh ya zem... Her işte ya falan, bir de karşısındakine filân... Üçüncüsü yok... Hakikatin ve her türlü arayı-cılığın yolu kesik.. Bizse yalnız hakikat isteklisi oldu-ğumuz ve sahici idealist gençliği ona istekli bildiğimiz için, gerçeğe, iki kaşı arasından bakmakta tereddüt göstermiyoruz.

Hususiyle, tam 125 yıldır, nur yuvası iman çehresi-ne, hafif hafif yan bakmalardan ve sinsi sinci dudak bükmelerden başlayarak, nihayet tırmık tırmık haka-ret nazarlarına ve kürek kürek çamur atmalarda ka-dar varan küfür saldırışları önünde mukaddes dâva-nın muhtaç olduğu çapı hatır ve gönül dinlemeksizin sihhatle tespit etmek, birinci kurtuluş şartı diye kar-şımıza çıkarken... Bu şartla yüz bin Necip Fazıl’la be-raber bir Mehmed Âkif de kurban olsun ki, kadromuz ve kurtuluşumuz liyakat ölçüsüne kavuşsun...

Şimdi: İş bu noktaya geldikten sonra, hem de bu nok-tanın titizlik şartı içinde birdenbire beklenmedik teş-hisimizi koyabiliriz:

Bütün şartlarına rağmen Mehmed Âkif, düşürüle dü-şürüle trafik kazazedelerine kadar indirilen “şehit” sıfatı gibi her türlü işporta ucuzluğu üstünde, keli-menin olanca manası ve hakkıyla muazzam bir kah-ramandır. Kahramanlığı nereden geliyor öyleyse?

Şu uzunca cümleye dikkat rica ediyorum: Masonluk ve kozmopolitliğin mikrop yuvalarını devlet ve cemi-yet mafsallarına yerleştirdiği, ortalığı “Jön Türk” isim-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 228 18.4.2016 10:12:07

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 229 ·-

li pembe kıçlı ve tek gözlüklü batı hayranı maymun-ların kapladığı, İslâm vecdi ve posta milliyetçiliğinin tezgâhlanmaya doğru gittiği, olanca gerilik suçunun İslâmiyet’ten bilinmeye başlandığı ve bütün bunla-rın modalaştığı, kibarlaştığı, salonlaştığı, bankalaştı-ğı, edebiyatlaştığı, politikalaştığı, mektepleştiği ilk de-virde, ismine meşrutiyet dedikleri ve yalanı 56 yıldır süren o sahte hürriyet çığırında, ortalıkta âlim, mü-tefekkir, sanatkâr, hiç kimse boy göstermezken, tek başına binbir yol ağzına çıkıp:“Durun! Hiç kimse yok-sa ben varım! Sadece iman ve İslâm! Başka yol tanı-mıyorum.” Diye haykırmış olmasından geliyor Âkif ’in kahramanlığı.

O kapıcı, sürükleyici, götürücü ve ancak muvazaa-lı imanlara, yani sözde müminlere imkân verici kor-kunç cereyanı, bugünün korkunç üstü korkunç tufa-nını doğuran o ilk cereyanı, içinde sürüklenmek şöyle dursun, tek başına göğüslemiş olmasından ve bu gö-ğüslemeyi son nefesine kadar devam ettirmesinden geliyor Âkif ’in kahramanlığı. (Necip Fazıl Kısakürek, Hitabe-

ler, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.)

Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Âkif ’i bir edebi-yat araştırıcısı gözüyle bakar. Onun meseleye eğiliminin altındaki temel niyeti, düşüncesini verirken nerelerden beslendiği ve bunları nasıl takdim ettiğidir. Aslında, bu tür eserlerle Âkif ’i tanımak çok daha etkili olacaktır. Âkif ’in hitap ettiği kitle tarafından sevilmesinin sebep ve sonuç-larını irdeleyen bir çalışma yapan Yazar, bunu “Mehmed Âkif Ersoy” adıyla 1945 yılında yayınlar. Bu eser bugün bile hala orijinalliğini korumaktadır. Biz, Tansel’in kendi dikkat noktalarına dayanarak yaptığı araştırmasının giri-şinde meseleye bakışını vermekle yetineceğiz:

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 229 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 230 ·-

“Âkif, çökmeye yüz tutan İslam Dünyası’nın, ancak, el-birliğiyle mücadele sonunda kurtarılabileceğine inan-makta idi. İnsan, ancak, hürriyetinden

Emin oldukça insandır; bunun için çalışmak ve müca-dele lazımdır. Milletlerin fertleri sen ben iddiasına düşüp birlik fikrini kaldırırsa, mahvolduğu gündür. Garb (Batı)ı örnek alalım: Her birinin ırkı, dili, ahlak düşünceleri, yaşadığı iklim başka olduğu halde, tut-tukları gaye uğruna birlik olmuşlar. Bizde ise bir avuç halk arasında birlikten eser yok; post kavgasında-yız yollu fikirlerini yayımlayan Âkif için İstiklal Sava-şı ümit kaynağı oldu. Onu, gayesine eriştirecek yolda yeni ışıklar belirmeğe başlamıştı. Türkiye kuvvetlen-diği taktirde başka İslam memleketlerinin uyanması ve İslam Birliği’nin sağlanması için önayak olabilirdi. Âkif, işte bu ümitle İstiklal Savaşı’na katıldı. Bu sıra-da yazdığı eserlerinde öncekilerden farklı olarak, İs-lam Birliği idealini, vatan duygularıyla kaynaşmış hal-de terennüm eder; beklediği yalnız Türkiye’nin değil, Doğu âleminin de kurtarılmasıdır. Ancak İstiklal Sa-vaşı sonunda kurulan yeni Türkiye ve dayandığı la-yık esaslar, bu esesların kötüye kullanılması, Âkif ’in yıllardır bağlandığı, hiçbir hadisenin sarsmadığı idea-linin gerçekleşmesi ümidini kırdı. Bu idealin, gerçek-leşeceğini umduğu anda sönüvermesi, bir hayal sükû-ta, onu içinden çıkılmaz kötümserliklere düşürdü: Sanki her yer ıssızdır; aydınlatacak bir damla ışık bile yoktur. Yolunu ebedi bir set kapatırken, kendi varlı-ğınan bile bunaldığını duymaktadır. Artık Doğu âle-mi bir Mecrnun, İslam Birliği ideali de erişilemez bir Leyla’dan başka bir şey değildir.” (Fevziye Abdullah Tansel,

Mehmed Âkif Ersoy, Mehmed Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yayınla-

rı, Ankara-1991, s.11)

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 230 18.4.2016 10:12:07

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 231 ·-

Nurettin Topçu, Sosyolojik açıdan değerlendiren ilim adamlarımızdan birisidir. Onun Âkif ’e bakışındaki ana nokta, Âkif ’in topluma verdiği mesajın muhtevasıyla il-gilidir. “İnzivasını halk içinde” yaşayan Âkif ’i anlatırken önemli noktalara işaret eder ve şunları söyler:

“Sanat bütün insandır” sözü Mehmed Âkif ’in şahsın-da gerçekleşmiş bulunuyor. Bütün büyük sanatkâr-lar gibi onun eserinde kendini buluyoruz. Dışa çevril-diği zamanlarda bile, dış dünyasında kendi ruhunun akisleri görülüyor. Yakın tarihimizde bu vatan top-raklarında birçok şöhretler dolaştı. Yüksek unvanlar, devletli başlar, zorlu pençeler millet çocuklarının ha-fızasına hürmet duygularıyla sindirildi. Yaşarlarken elleri aşındıran alkışların çevrildiği saltanatlar hafı-zaları hâlâ kemiriyor. Zamanında hakkıyla anlaşılma-yan yalnız biri var ki bugün kalplerin sultanıdır.

Bütün varlığını şiirle dile getiren Âkif, bizi bu dünya-da iken büyük mahkemenin huzura yükselten mürşi-didir; büyük kurtarıcımızdır. Hattab’ın oğlu Ömer’in yirminci asırda yaşayan müridi, onun gibi haşin mi-zaçlı, set yürüyüşlü, zulme tahammülsüz, riyâ kar-şısında şiddet taşıran bir imân ve isyân heykelidir. Onun yedi ciltlik Safahat’ı, bir volkanı andıran iç ha-yatının macerasıdır; ruh dünyasının, cemaatin acıla-rından başlayıp İlâhî denemede nihayetlenen dramı-dır; bir kelime ile bir büyük ruhun romanıdır.

Yanan bir volkan birbiri ardınca kendinden üç unsu-ru fışkırtıyor. Önce büyük, pek büyük taş parçaları-nı müthiş kuvvetle fırlatarak etrafına saçıyor. Son-ra püskürttüğü simsiyah dumanla kâinatı karanlık bir gece hâline sokuyor; gündüzü gece haline geti-riyor. Sonra bu dehşet verici karanlığın ortasından kıpkızıl ateş fışkırtıyor ve yeryüzünü çarçabuk kap-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 231 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 232 ·-

layan bu akıcı ateş volkanın özünü teşkil ediyor. Ön-ceki iki safhanın gayesi bu ateşi fışkırtmaktır. Âkif‘in eserinde bu üç safhanın ruhsal sembollerini takip et-mek kabildir. Esasen insan ruhunda sırasıyla gelişen ve bütün gelişmesi esnasında birbirleriyle kaynaşan üç yeti bulunmaktadır. Önce hislerin hayatı varlığımı-za yayılıyor, kâinata çevrilen ilk gözlemlerimizi adım adım ızdıraplarımız takip ediyor. Bu devrede insan duygulandığı için var olduğuna inanıyor. İkinci plan-da düşünce başlıyor. Aklın rolü bu safhada kendi-ni gösteriyor. Fikirler, kararlar, idealler ve bütün kâi-nat görüşü demek olan felsefe, hisleri takip eden bu devrenin mahsulüdür. Bu devrede varlığımızın şahidi düşüncemizdir. “Düşünüyorum, o halde varım” diye-biliyoruz. Pascal’ın dediği gibi “İnsan, düşünen bir ka-mıştır.” Lâkin bundan ibaret değil. O hareket etme ih-tiyacındadır. Bizzat düşünceler bizi harekete zorlarlar. Düşünce iç dünyamızda aşk oluyor, ızdırap oluyor, sonunda kökleri hareketin yapıldığı yerde bulunan ve dalları sonsuzluğa uzanan ağaç gibi bir hareket irade-si halini alıyor. İnsan bir damla uzviyetten çıkarak Al-lah’a uzanan hareket iradesidir.

Âkif ’in inzivası halk içinde idi. O, cemaatin içinde çile-sini doldurdu. Sonra bu cemaatten ona ne kaldı? Her parçasını birine, “Dostum” veya “Kardeşim” diyerek veyahut bütün samimiyetle isimlendirerek ithaf etti-ği eserini, bu kardeşleriyle dostları didik didik ettiler. Kimi onun inkılâbı anlamadığını, kimi dindarlığın-daki hulûsu, ölümünden sonra tenkit ve tariz vesi-lesi yaptı. Dostları bakımından en talihsiz insan bu adamdı, denilebilir. Bu fâni hayatı sevdiren ve yaşan-maya değerli yapan insanlardır. İnsanlardaki samimi-yetsizlik, hayattan usandırır. Âkif, bu tatminsiz hayat imtihanının sonunda Allah’a kavuşmak ihtirasıyla Yu-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 232 18.4.2016 10:12:07

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 233 ·-

nus’un ilâhî sıla hasretini terennüm ediyordu: Üçün-cü bir vasıf olarak, büyük adamların devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durduklarını görüyoruz. (Nurettin

Topçu, Mehmed Âkif, Hareket Yayınları-1970 s. 18.)

Âkif hakkında müstakil bir kitabı olan Sezai Kara-koç, onu edebi ve dünya görüşü çerçevesinde ala alarak değerlendirmektedir. “Âkif, realizmi, idealinin yedeğinde bulundurur ve bir vasıta olarak kullanır, diyen şair, onun ana derdinin sadece Türkiye’deki Müslümanlık olmadığını, bütün İslam eleminin sıkıntılarına ışık tutup çare ürettiği-ni söyler ve bunu şu satırlarla anlatır:

“Türk Edebiyatında, Âkif kadar, hayatı şiire ve şiiri ha-yata sokmuş şair yoktur. Yalnız, bu hayat, merkez olarak alınmamış, o çağdaki Türkiye şartları içinde ve belli bir ışık altında müşahede edilmiştir. Yani hayat, kendi başına bir gerçek olarak alınıp metafizik küre-nin dikenli noktalarına dokunmadan tut da, realite-nin içindeki eriyişe kadar kendine yeter ve kendinden ibaret bir hale getirilmemiştir Âkif ’te. Hayatın acı çiz-gileri en objektif ve dıştan tespit edici gözlerle yakala-nırken bile bir metafizik yük taşımaz ve insanın genel kaderiyle ilgili hükümlerin yankıları olmaz şiir. Fert-lerin hayatı belli bir çöküntünün., tarihî bir anın için-deki değerleriyle ölçülüp biçilirler. Âkif ’in çıkış nokta-sı olarak aldığı bu ışık İslâm’dır ve İslâm’ın ışığında, 600 yıllık İslâm-Türk Devleti çökerken, cemiyetimizin içinde bulunduğu ahlâkî, içtimaî, ruhî, iktisadî şart-lar, en amansız bir gözle, adeta bir cerrah teşrihçili-ğiyle ortaya serilir. Ve bir kere yara belli olunca, onun tedavi şekli gösterilir ki, bu da, cemiyetin temeli olan İslâm’ı, çağın teknik ve maddî güçleriyle de donandık-tan sonra, içimizde ve dışımızda ihya etmektir: “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 233 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 234 ·-

Âkif, şiirine temel tarîhî kadro olarak, “şimdiki zaman”ı alır. Şiirinin konusu olan “hayat”ın zaman kategorisi, şimdiki zamandır. Tarih, bütün yıkıcı birikintileriyle gelip şimdiki zamanda toplanmıştır. O halde, gordi-yom, şimdiki zamandır. Bu kördüğüm bir kılıçla iki-ye biçilmedikçe, Türk-İslâm Milleti için bir gelecekten bahsedilemez. Geçmiş zaman da, Âkif ’in şiirine an-cak bu günü anlatmakta bir karşılaştırma unsuru ola-rak girer; bu günü daha iyi anlamamıza yarar. Bir nevi sıhhatle hastalığın karşılaştırılması için ve yaranın ta-rihçesinin iyileştirme için şart olması bakımından za-man zaman geçmiş ele alınır.

Âkif, realizmi, idealinin yedeğinde bulundurur ve bir vasıta olarak kullanır. Ve ideali, keskin bir ışık ha-linde, bu realitenin üstünde durur. Yani, Âkif ’ şirini şöyle tablolaştırabiliriz: Şehri, insanı, sokağı, kahve-si, bütün sefaletiyle bir toplumun, şark ülkelerinin acı manzaraları ve bunu bir taraftan delip öbür tarafına geçen ve bir projektör aydınlığında gösteren bir gün ışığı, yani İslâm. Yani İslâm, tek bir ferde hitap eden mücerret yanıyla değil, tarihin belli bir döneminde en trajik şartları yaşıyan Müslü man bir milletin ha-lini tesbit için Âkif ’in şiirine giriyor; aynı şekilde, top-lum ve hayat, biyolojik ve sosyolojik bir gerçek olarak, genellikle, insanın tabiat ve ötesi karşısındaki duru-muyla değil, aynı dönemdeki tarihî ve aktüel şartla-rıyla aynı şiire konu oluyor. (Sezai Karakoç. Mehmed Âkif-Di-

rileş Yayınları-1979. 37 )

Devrin en Yavuz Bülent Bakiler, Mehmed Âkif Er-soy Kültür ve Sanat Vakfı Başkanı olarak Âkif ’in 50. Ölüm yıldönümü dolayısıyla, yurdun hemen bütün illerini dola-raşak onunla ilgili konferanslar verdi. Daha sonra bu kon-ferans metnini bir küçük kitapçık halinde yayımladı. Baki-ler bu konferanslarında onun milli mücadeleye katkısını,

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 234 18.4.2016 10:12:07

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 235 ·-

cephede savaşan askerlerinkinden daha hafif olmadığına dikkati çeker:

“Birinci Dünya Savaşı, çeşitli cephelerde bütün şidde-tiyle devam ediyordu. Bu cephelerden biri olan Ça-nakkale’de, Dünyanın en gelişmiş ve sayıca bizden çok üstün ordularıyla çarpışıyorduk. Yenildiğimiz tak-dirde, önce Boğazlar ve İstanbul, sonra bütün Anado-lu düşman kuvvetlerinin eline geçecekti. Çanakkale’de bir ölüm-kalım savaşı veriyorduk. Sadece Çanakka-le Boğazında şehit sayısı, 253.000 dir. Milletimiz, hiç bir savaşta, Çanakkale’de olduğu gibi aydın bir kadro-sunu toprağa vermemiştir. Türk Ocakları’nın vatanın her köşesinde yetiştirdiği, millî duygular ve fikirler etrafında topladığı, yüz bine yakın genç, er ve yedek subay Çanakkale’de çarpışıyor, toprağa düşüyordu. Modern silahlarıyla üzerimize saldıran düşman kuv-vetleri, vatan ve millet sevgimizin, “ölürsem şehit-ka-lırsam gazi” inancımızın, imanımızın karşısında kı-rılmaya başladı. Çanakkale’de İngilizler 205.000 ölü bıraktılar. Fransızlar 47.000 asker kaybettiler. Son-ra “Geldikleri gibi çekilip gittiler.” Mağlup, yaralı ve mahcup olarak çekilip gittiler. Savaşı biz kazandık. Zaferden sonra, Başkumandan vekili Enver Paşa, İm-paratorluğun bütün yakın ve uzak köşelerine, Çanak-kale zaferini müjdelemeye başladı. Enver Paşa, “Teş-kilat-ı Mahsusa Reisi” Kuşçubaşı Eşref Bey’i de aradı. Kuşçubaşı Eşref Bey, Anadolu-Bağdat demiryolunun en son istasyonu olan El Muazzam’da bulunuyordu. Enver Paşa, Kuşçubaşı’na, hitaben telsiz başında şu telgrafı yazdırdı: “Çanakkale Savaşında, Odumuz mu-zaffer oldu. Düşman kuvvetleri perişan ve mağlup bir şekilde geri çekiliyorlar!” Haber Hicaz yolunda, El Muazzam istasyonunda bir bomba gibi patladı. Ora-da bulunanlardan biri, Kuşçubaşı Eşref Bey’in boy-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 235 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 236 ·-

nuna atılarak, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ça-nakkale zaferini El Muazzam İstasyonu’nda duyan ve çok yakın arkadaşı Eşref Bey’in boynuna atılarak hıç-kıra hıçkıra ağlayan, yüreği yanık, vatanperver adam, Mehmed Âkif (Ersoy)’dur. Âkif ’i ağlatan, büyük vatan sevgisidir, Türk istiklâl ve hürriyetine olan kara sev-dasıdır.” (Yavuz Bülent Bakiler, Mehmed Âkif-1992)

Türk Edebiyatının önemli isimlerinden, edebiyat ho-cası, tarihçisi ve tenkitçisi Prof. Dr. Mehmed Kaplan, Âkif ’i anlamayanların ona yaftalar takarak itibarını düşür-meye çalıştıklarını ancak, bunda da başarılı olamadıklarını söylemektedir. Onun eleştirilerinin dini yanlış anlatanlara yönelik olduğuna işaret ederek savunduklarında haklı ol-duğunu söyler ve bunu şöyle anlatır:

“Âkif ’in şahsiyetinin orijinal olan yanı, din karşısın-da almış olduğu tavırdır. Âkif dindardır. Safahat din ile ilgili şiirlerle doludur. Fakat Âkif ’in dindarlığı eski tarz bir dindarlık değildir. Âkif, İslâmiyet’e yeni bir gözle bakar. İlim, Türkiye’nin ve İslâm âleminin için-de bulunduğu durum, Âkif ’in İslâmiyet’e bakış tar-zında büyük bir rol oynamıştır. Bazıları şiirlerinde dine verdiği önem dolayısıyla Âkif ’e “din şairi” unva-nını vermişlerdir. Muarızları onu bu yüzden “mürte-ci”, “yobaz “diye hakaret etmişlerdir. Bunlar Âkif ’i tek yanlı görmekten, eserini bir bütün olarak ele alma-maktan ileri gelir. Safahat’ın yazılmış olduğu devir-den önceki bir devre yerleştirmek imkânsızdır. Âkif, İslâmiyet’in ebedî değerlerine inanmakla beraber. Dili, konuları, meseleleriyle ve düşünceleriyle “çağdaş bir şair”dir. Bundan dolayı Âkif ’i eski tarz bir “din şai-ri” sayanlar da ona “mürteci ve yobaz” diyenler de id-dialarında haklı değillerdir.

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 236 18.4.2016 10:12:07

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 237 ·-

Âkif, İslâmiyet’in “cahil hocalar” tarafından bozulduğu-na kanidir. Aslında ebedi değerlere dayanan İslâmiyet ile ilim arasında bir uçurum yoktur. “Cahil hocalar” gibi sözde aydınlar da ilme düşman göstererek, İslâ-miyet’i yanlış bir şekilde yorumlamaktadırlar. İslâm âlemi bu iki yanlış anlayış yüzünden geri kalmıştır ve saplandığı çukurdan çıkamamaktadır.

Âkif ’in üzerinde durduğu en mühim nokta insan ve in-san ile kâinat arasındaki münasebettir. “Cahil hoca-lar” a göre insan âciz bir varlıktır, elinden hiç bir şey gelmez. Dünya, hayat ve kâinat değersizdir. Âkif ’e göre İslâm âlemini yıkan işte bu iki menfi görüştür.” (Mehmed Âkif Sempozyumu Hacettepe Üniversitesi Yayınları- 1976)

Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı Mehmed Âkif Araştır-maları Merkezi Başkanı D. Mehmed Doğan, yeni kuşa-ğın Âkife sadakatini gösteren önemli isimlerden birisidir. Onun bu alandaki çalışmaları “Camideki Şair” adıyla bir kitap yayınlamasından başka, “Mehmed Âkif, Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik” toplantısını gerçekleştirmiş ve seçkin bir aydın grubunun bu meseleye bakışını tartışma-ya açmıştır. Daha sonra bunu kitaplaştıran Doğan, bura-da Âkif ’i Fikret’le kıyaslamaktadır. Âkif ’in “Asım”nın, Fik-ret’in ise “Haluk’unun birer ideal tip olarak ele alındığını ve resmi ideolojinin daha sonra Amerika’ya gidip Hıristi-yanlaşarak papaz olan Haluk tipiyle yeni bir nesil yetiştir-mek istediğini söyleyerek şunları anlatmaktadır:

“Balkan Harbi dolayısıyla bilhassa İstanbul’u büyük muhacir akını var. Bu muhacirler camilerde, cami av-lularında yaşama savaşı veriyorlar. Birçoğu açlık ve hastalıktan ölüyor. Bütün bunlar Fikret’i asla ilgilen-dirmiyor. Birinci Dünya Harbi’nin Çanakkale cephe-si, başka cepheler, bir halkın emperyalizme karşı va-rolma mücadelesi onda hiçbir yankı bulmuyor. Buna

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 237 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 238 ·-

mukabil Mehmed Âkif ise, bütün bu konularla çok yakından ilgileniyor. Ülkesinin, halkının içinde bu-lunduğu durum onun birinci gündem maddesi haline geliyor. Şiirini vatanının, milletinin hatta devletinin emrine veriyor. Balkan savaşından itibaren hem şiir-leriyle hem de camilerde halka vaaz ederek milletin vicdanı oluyor. Halkın yaralı zihnini onarmaya, bo-zulan maneviyatını kuvvetlendirmeye çalışıyor. Cenk Şarkısı’ndan itibaren yazdığı bazı şiirler var ki, onu İstiklal Marşı’nı yazmaya götüren yolu çiziyor. Meh-med Âkif ’in gençlik modeli de zaten bu savaştan çı-kıyor. Asım, Çanakkale cephesinde savaşmış, yara-lanmış, gazi olmuş gençlerin timsali bir genç. Fikret kendi çocuğunu model olarak koyarken, Âkif bir nesli temsil eden genci timsal yapıyor.” (Türkiye Yazarlar Birliği,

Mehmed Âkif, (Yay. Haz. D. Mehmed Doğan) Türkiye Yazarlar Birliği

Yayını Ankara 2007, s.156.)

Türk edebiyatının önemli hocalarından Prof. Dr. Or-han Okay, Âkif ’i anlattığı “Bir Karakter Heykelinin Ana-tomisi” isimli eserinde, onun özellikle, Haçlı zihniyetine karşı toplumu uyandırmak için ciddi bir mücadele içerisin-de olduğunu söyler ve şiirlerini de bu çerçevede yönlendi-rici, uyandırıcı birer mesaj olarak yazdığına dikkatimi çe-ker. Yazar’ın bu alanda söyledikleri önemlidir, özet olarak şöyle demektedir:

“Fikir planında Âkif ’in en orijinal tarafı, tenkitçiliği-dir. Onun şiirinin özelliklerinden biri olan hiciv, Sa-fahat’ta Batı’nın haçlı zihniyeti için duyduğu eizen, sömüren, medeniyet adına ölüm makineleriyle ge-len Batılılar için, kendi içimizden bu tecavüzlere uyan ihanet zümreleri için kullanılmıştır. Fakat asıl mühi-mi, bu hicivlerin, bu ağır tenkitlerin daha çok Müs-lümanlar için kullanılmasıdır. Hiçbir fikir adamının, kendi mensubu olduğu zümrenin insanlarını bu ka-

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 238 18.4.2016 10:12:07

Ç A Ğ DA Ş L A R I Â K İ F ’ E N A S I L B A K T I ?

-· 239 ·-

dar ağır tenkit etmiş olduğunu bilmiyorum. Bu, Meh-med Âkif ’in samimiyetinin en büyük delilidir. Ve ga-liba bugün de Mehmed Âkif ’e duyduğumuz ihtiyacın temelinde bu çeşit bir samimiyetin eksikliği bulun-maktadır.

Pek az şiir kitabı, Safahat kadar şairinin şahsiyetini, hatta hayat hikâyesini aksettirebilir. Bu bakımdan Âkif ’in biyografisi içinde Safahat’taki fikir ve hadi-seleri bulmak veya Safahat’ın sayfaları arasında ade-ta kronolojik bir gelişmeyle şairimizin hayat hikâyesi-ni takip etmek mümkündür. O her ne kadar “cemiyet içinden tablolar” manasına, kitabına “Safahat” adını vermek istemişse de, gerçekte bu isim aynı zamanda Âkif ’in hayatının safhalarını da aksettirir. (Prof. Dr. Or-

han Okay, Mehmed Âkif, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ

Yayınları, Ankara 1998, s.5.)

Nihat Sami Banarlı, edebiyat tarihimizi yeni nesle anlatan önemli bir bilim adamıdır. Onu, Mehmed Âkif Er-soy’u anlatırken farklı bir değerlendirme ölçüsü içinde gö-rürüz. Âkif ’e aruz’u ustalıkla kullanan bir Şair olarak bakar ve Yahya Kemal’le birlikte ele alarak adeta ikisini şiirimizin bu alanda en önemli eserlerini veren insanlar olarak tak-dim eder:

“Edebiyatımızın, olan ve olmakta bulunan hadisele-re dikkat ederek, kendi ses problemini ehemmiyetle ele alması gerekir. Bir zamanlar aruzu, yabancı bir ve-zin diye şiirimizden adeta nefretle itenler vardı. Fa-kat aynı yıllarda Ahmet Haşim gibi, şiirde ses unsu-runu birinci planda tutan bir “halis şiir” sanatkarıyla, Mehmed Âkif ve Yahya Kemal gibi “milli Türk şiiri”-ne şaheserler söyleten iki büyük şair, çok sevdikleri Türkçeyi çok iyi bilerek veya çok derinden işleyerek kullanan bu iki büyük imza, eserlerini münhasıran

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 239 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 240 ·-

aruzla vermekte ısrar ettiler. Onların şiirlerinde Türk-çe’nin ulaştığı zengin musiki cümlelerini yakından kavrayan birçok genç şairler de bu sihirli mısraların sırrını anlamakta gecikmediler.” (Nihat Sami Banarlı, Edebi-

yat Sohbetleri, Kubbealı Neşriyat Yayını, İstanbul 2004)

M.Ertuğrul Düzdağ, Âkif üzerine araştırmalarıyla te-mayüz etmiş bir isimdir. Hemen bütün mesaisini Âkif ’in tanınmasından çok doğru anlaşılmasına hasreden Düz-dağ, onunla ilgili birçok eser yayınlamıştır. Yazarın, Âki-fi değerlendirip yorumlaması, onun sağlıklı anlaşılmasına katkı sağlamıştır. Aşağıda onun görüşlerini okuyacaksınız:

“Mehmed Âkif ’in Müslüman Anadolu halkı üzerin-de büyük tesiri vardı. Onun gerçek bir dindar, katık-sız bir vatansever ve halis bir mücahit olduğunu bilen Müslüman aydınlar ve hal ona tam bir itimat besle-mekteydi. Gerçekten de Âkif bu itimada layıktı ve geçmişi olduğu gibi, yaşadığı hal de bunun şahidiydi. Kastamonu hitabesi sırasında Âkif Bey, kırk yedi ya-şında bulunuyordu.” (M.Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy,

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara-1988, S. 81.)

Mehmed Âkif, Eşref Ediple birlikte 1920 Aralık ayı so-nunda Ankara’ya döndü. Eşref Edib’in anlattığına göre: Kastamonu dönüşünde Mustafa Kemal Paşa, Âkif ’le iki-sini davet ederek konuşmuş, onların İstanbul’dayken de Milli Mücadele’ye yaptıkları hizmeti bildiğini söylemiş, Âkif ’in Kastamonu’da yaptığı konuşmalar için de: “Sevr muahedesinin memleket için ne feci bir idam hükmü oldu-ğunu Sebilürreşad kadar hiçbir gazete memlekete yayama-dı. Manevi cephemizin kuvvetlenmesine Sebilürreşad’ın bü-yük hizmeti oldu. Her ikinizi de bilhassa teşekkür ederim”, demiştir.” (Hasan Basri Çantay; Âkifname, Mürşit Çantay Yayını, İstanbul

1966, s.62.)

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 240 18.4.2016 10:12:07

BAŞVURULAN ESERLER

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 241 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 242 ·-

Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, Ankara-1992

Mehmed Âkif Ersoy, Hutbeler, Anadolu Yayınevi, İstanbul 1982

Mehmet Âkif, (Der. A.b Vahap Akbaş) Düzyazılar, Beyan Ya-yınları İstanbul 2010

Mehmed Âkif Ersoy, Tefsir Yazıları ve Vaazları, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 2013

Hasan Basri Çantay, Âkifname, Mürşit Çantay Yayını, İstan-bul 1966

Eşref Edip, Mehmed Âkif/Hayatı, Eserleri Sebilürreşad Neşri-yat Bürosu Yayanı, İstanb.ul 1929

Mehmed Emin Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmed Âkif, Nobel Yayınları İstanbul 2007

Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Âkif Ersoy, Mehmed Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yayını, İstanbul 1991

Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif, Timaş Yayınları, İstan-bul 1997

Süleyman Nazif, Mehmed Âkif, Milli Hareket Yayınları İstan-bul 1971

Nerimen Malkoç Öztürkmen, Mehmed Âkif ve Dünyası, Kendi Yayını Ankara 1969

Nurettin Topçu, Mehmed Âkif, Hareket Yayınları, İstanbul 1970

Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, Diriliş Yayınları, İstanbul 1999Ahmet Kabaklı, Mehmed Âkif, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları

İstanbul 1999Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, Mehmed Âkif ve Cemiyetimiz,

Akçağ Yayınları, Ankara 2006Prof. Dr. Orhan Okay, Mehmed Âkif, Bir Karakter Heykeli-

nin Anatomisi, Akçağ Yayınları, Ankara 1998Hacette Üniversitesi Mehmed Âkif Sempozyumu, Hacettepe

Üniversitesi Yayını Ankara 1976D. Mehmed Doğan, Camideki Şair: Mehmed Âkif, Nehir Ya-

yınları İstanbul 1989

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 242 18.4.2016 10:12:07

B A Ş V U R U L A N E S E R L E R

-· 243 ·-

M.Ertuğrul Düzdağ, Safahat Tetkikleri, Med Yayınları İstan-bul 1979

Gençliğin Kaleminden Üç Cephesiyle Âkif,M.Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, Kültür ve Turizm

Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şairi, Gelenek Yayınları İstan-

bul 2004İsmail Hakkı Şengüler, Mehmed Âkif Külliyatı, Hikmet Neş-

riyat Yayınları, İstanbul 1992 Zeki Sarıhan, Mehmed Âkif, Kaynak Yayınları, İstanbul 1996Türkiye Yazarlar Birliği, (Yay. Haz. D. Mehmed Doğan)

Mehmed Âkif, Türkiye Yazarlar Birliği Yayını Ankara 2007Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti

Yayınları, İstanbul-1974Tevfik Fikret, Rubab-ı Şikeste, İnkılap ve Aka Kitapevleri Ya-

yını, İstanbul1973Kazım Yetiş, Bir Mustarip Mehmed Âkif, Akçağ Yayınları An-

kara 2006Beşir Ayvazoğlu, Mehmed Âkif ve Safahat, Tercüman Gaze-

tesi Yayınları, İstanbul 1986İsa Kocakaplan, İstiklal Marşımız ve Mehmed Âkif, Bayrak

Yayınları İstanbul 1999Aziz Erdoğan, Mehmed Âkif, Yağmur Yayınları İstanbul 2011Abdurrahman Şen, Bir Destan Adam, Metropol Yayınları İs-

tanbul 2008A.Vahap Akbaş, Mehmed Âkif Düzyazılar. Beyan Yayınları İs-

tanbul 2010Ertuğrul Efekan, Bir Erdem Abidesi Mehmed Âkif, Ferzan

Yayınları, İstanbul 2011Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Âkif, Dizerkonca Matbaa-

sı yayını, İstanbul-1958Emin Âkif Ersoy, Babam Mehmed Âkif Ersoy Kurtuba Yayın-

ları İstanbul 2010Ömer Hakan Özalp, Firaknâmeler, Timaş Yayınları, İstanbul

2011

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 243 18.4.2016 10:12:07

G Ü L D E V R İ ’ N İ A R AYA N A DA M

-· 244 ·-

Talip Mert, Açıklamalı Safahat Lügati, Yağmur Yayınları İs-tanbul 2011

Devrim Altay, Mehmed Âkif Ersoy, Altay yayınları İstan-bul-2010

Tolga Hilmi, Mehmed Âkif Ersoy, Anonim Yayıncılık, İstan-bul-2009

Muzaffer Uyguner, Mehmed Âkif Ersoy, Bilgi Yayınevi, İs-tanbul 1991

Osman Nuri Ekiz, Mehmed Âkif Ersoy, Toker Yayınları İstan-bul 1985

Recep İhsan Eliacık, Mehmed Âkif Ersoy, İlke Yayıncılık İs-tanbul

Selim Gündüzalp, Mehmed Âkif Ersoy, Zafer Yayınları İstan-bul 2008

Mustafa Özçelik, Mehmed Âkif Ersoy, Eguvan Yayınları, İs-tanbul 2009

Mustafa Varlı, Mehmed Âkif Ersoy ve Çanakkale Ruhu, En-sar Yayınları, İstanbul 2011

Rıfkı Kaymaz, Mehmed Âkif Ersoy ve İstiklal Marşı, Akçağ Yayınları, Ankara 2009

Etem Çalık/Rıdvan Canım, Mehmed Âkif Ersoy ve İstiklal Marşı, Nüve Kültür Merkezi Yayınları Konya -2007

Nuran Özlük, Türk Basınında Mehmed Âkif Ersoy Polemikle-ri, Paradoks Yayınları İstanbul 2011

Lütfi Şehsuvaroğlu, M.Âkif Ersoy, Alternatif Yayıncılık İstanbul Dr. Ahmet Faruk Kılıç, Milli Yürek Mehmed Âkif Ersoy’un

Din ve Toplum Anlayışı, Değişim Yayınları, İstanbul 2008Murat Kaya, Alkışı Sevmeyen Şair, Kuşak Yayınları İstanbul

2013Muhsin İlyas Subaşı, Gül Devrini Arayan Adam, Şiir Vakti

Yayınları, Kayseri 2016

Gül devri tas02b005 (girintili).indd 244 18.4.2016 10:12:07