geÇen hafta en az kitap aydınlık yilmaz erdoanbeğeneceğinizi umut ediyoruz. haldun ÇubukÇu...
TRANSCRIPT
YILMAZERDO�ANYAZDI
YILMAZERDO�ANYAZDI
SevgiliRü�tü veMediha…
SevgiliRü�tü veMediha…
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP22 Şubat 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 52
.AydınlıkGEÇEN HAFTA en az 63,635 OKURA ULAŞTIK
TURNALAR BİRLİKTE UÇAR
Rüştü Onur’un mektupları, şiirleri ve fotoğrafları
22 �UBAT 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Hani, “Önce ekmekler bozuldu sonra her şey,”demişti ya büyük usta Oktay Akbal, aslında bo-zulanın insan olduğunu gösterme eylemini, ya-şamak için hava ve su kadar gereksindiğimizüçüncü nesnenin imgesi üzerinden kurmuştu.
Bir yerde bozulma varsa orada çirkinlikvardır ve çirkinlik gericiliktir.
Akbal’ın öykülerine konu olan günler sıkın-tı ve yokluk günleriydi. Yerkürenin tanık oldu-ğu en büyük savaş vardı. Bütün dünya bozul-muştu. İnsanlar çirkinleşmişti ve en korkunç çir-kinlik büyük insanlığın üzerine faşizm halindeçullanıyordu.
Türkiye savaş dışı kalmaya çabalıyordu niceakıl almaz zorluk ve baskı içinde. İsmet İnönübütün bedelleri yükleniyordu, nice savaşlar-dan, nice kandan, ateşten, dumandan çıkıp gel-
miş sahici sa-vaşçıların, sa-vaşın ne me-nem şey oldu-ğunu geriyekalan herkes-ten çok dahaiyi bildikleriüzere…
Bu yoksulama onurlu
ülke sıtma, trahom, cüzzamla mücadeleninbaşarılı bir evresinde savaş dışı kalma ve sava-şa hazırlanmanın maliyetini ödüyordu. Verem,yokluk, sıkıntı, darlık günlerinde tırpanını des-tursuz sallıyordu. Çirkinlik güzelliği yiyordu…Faşizm mikrobu bütün mikroplardan dahatehlikeli ve öldürücüydü. Mikropların en çirki-niydi.
Yoksul hastalığıydı verem, içkiye, sigaraya dagelemiyordu. Ama valinin kızı da aynı illetten öle-biliyordu. O günlerde Zonguldaklı gencecik şa-irler, edebiyatçılar peş peşe bu sayrılıktan gittiler.Daha başka kimler… Şiirleri kaldı, mektupla-rı kaldı, kitaplar halini aldı. Yaşamları filme konuoldu.
Kapağımız: Rüştü Onur’un, eşi Mediha Ha-nım’a duyduğu aşkın yadigarı olan bir kitap.
"Mektupların Avcumda". Şiir, fotoğraf ve mek-tuplardan oluşan bu kitapla, film aynı zamanadenk geldi. Yılmaz Erdoğan yönetti. "KelebeğinRüyası." Umarız güzelliklerde buluşurlar.
Çirkinlik… O günlerde kazanamadı. Başı-nı Sovyetler Birliği’nin, Çin halkının çektiği veen büyük bedellerini ödediği direniş, yani güzellikon milyonlarca kurban pahasına zafer kazan-dı. Faşizme ve emperyalizme karşı savaşan in-sanlığın güzelliğiydi dünyayı belirleyen… Bu-günler…
Bugünlerde de çirkinliğin görülmemiş ölçü-de ve taktiklerle, küresel saldırısı karşısında buülke, bu vatan, bu millet tarihinin en ağır bede-lini ödemekle karşı karşıya. Yok olmakla var ol-mak arasında, çirkinlikle güzellik arasında en ke-sin ve dönülmez seçimini yapacak.
Kitap, edebiyat, bilim, sanat, entelektüeldünya, ilişkileri, ürünleri bunun dışında mı?
Sait Faik "Dünyayı güzellik kurtaracak," de-mişti. Göreceğiz. Kurtaracak.
� � �Yazı İşleri Müdürümüz Damla Yazıcı. En çok
çaba harcayanımız… 1990 İstanbul doğumlu.Kocaeli Anadolu Lisesi’nden 2008’de mezunoldu, aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fa-kültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bö-lümü’nü kazandı. Öğrenciliğin ilk senelerinde yazaylarında bahçe sinemaları düzenlemekten tu-tun da bulaşıkçılığa kadar pek çok işte çalıştı.Üniversitenin son senesinde “öğrenci akbilini kay-betmemek için” Açıköğretim Fakültesi, Medyave İletişim Bölümü’ne kaydoldu. İngilizce bili-yor. Üniversite 4. sınıftayken Aydınlık Kitap ekin-de çalışmaya başladı.
� � �Bu sayımızla yoğun emekle, sizlere layık ol-
mak çabasıyla dolu bir yıl geçmiş oluyor. Gele-cek sayımızda yepyeni bir görünüm, üzerine dahada koymuş bir içerikle karşınızda olacağız. Ala-bildiğine her yeri kaplayan çirkinliğe karşı dahagüzel karşı koymak için… Beğeneceğinizi umutediyoruz.
HALDUN ÇUBUKÇU
İÇİNDEKİLER
Haftanın Portresi: Stefan Zweig s. 4
İlham perileri peşinde koşarken s. 5
Behçet Necatigil s.6
Musa’nın beş kitabının birinci cildi s.7
İçerik ve sunuş gerilimi s.8
Çizgi-roman cephesinde yenilikler s.9
Sözcükleriyle imge tufanları
yaratan şair: Hüseyin Haydar s.10
Kederle başa çıkabilir misin, kaderle? s.11
Kapak: Turnalar birlikte uçar s. 12-13-14
Sessiz yaşam manzaraları s. 15
Arakablo: Estetik değer keyfimizin
dışında oluşur s. 16
Haydarpaşa’dan İzmir’e bir yolculuk s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk-Genç: İlk soru: Mu ni? s. 20
Yeni sömürünün bileşenleri s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
“DÜNYAYI GÜZELLİK KURTARACAK”
[email protected]@aydinlikgazete.comBaskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
Müşteri TemsilcisiKamile Karakadı[email protected]
Reklam Servisi
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri Ebru Baysan
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu
Yazıişleri İrem Halıç, Deniz AntepoğluCenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Damla Yaz�c�
22 �UBAT 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Cengiz Han’ın kurduğu ve tarihte en kısa
zamanda, en büyük yüzölçümlere yayılan
Moğol İmparatorluğu; Çin, Moğolistan,
Kore, Rusya, Ukrayna, İran,
Azerbaycan, Ermenistan,
Gürcistan, Irak, Türkiye,
Kazakistan, Kırgızistan, Öz-
bekistan, Pakistan, Maca-
ristan, Polonya, Tacikistan,
Afganistan, Türkmenistan,
Moldova, Kuveyt coğrafya-
larından oluşuyordu. Sırbis-
tan, Hindistan, Bulgaristan’a
da uzanmış, yer yer kanlı sa-
vaşlarla içlerine de girilmişti.
Bu dev imparatorluğun
büyük kurucusu Cengiz
Han’ın gençliğine ilişkin bil-
gi içeren çok az belge var.
Cengiz Han’ın yaşam öyküsü
hakkında bilinen en önemli ve
gerçekçi kaynak “Moğolların
Gizli Tarihi”dir. Yazarı bilinmeyen kitap 1240
yılında tamamlanabilmiştir.
Kırgızlar Orhun-Yenisey’de 840’da Uy-
gurları ortadan kaldırdılar. X. yüzyılda güç-
lenmeye başlayan Moğol Kabileleri, diğer
Türk soylu kabilelerin siyasal bir birlik oluş-
turamamaları, kendileri için ciddi bir tehli-
ke olmamalarına karşın kendileri de siyasal
bir birlik oluşturamadıkları gibi, birbirleriy-
le de sürekli savaşmışlardır. XII. yüzyılda en
güçlü Moğol Kabileleri Orhun-Tula boyla-
rında yaşayan Kerayitler, Baykal gölünün gü-
neyinde yaşayan Merkitler ve Irtis civarındaki
Naymanlar’dır. Cengiz Han’ın doğduğu Ki-
yat soyuna ait kabile küçük bir topluluktur.
Kiyat’lar da Onon-Kerülen boylarında da-
ğınık bir biçimde yaşamaktaydılar.
B�RL��E G�DEN YOLA. Hakan Bayrakçı “Bozkırın Oğlu
Cengiz Han”da, Temuçin’in çok az bilinen
çocukluk ve ilk gençlik döneminden başla-
yarak, uzun soluklu bir serüveni ustalıkla an-
latmaya girişiyor. 1155’de avuç içinde bir kan
pıhtısı ile dünyaya gelen çocuğa babası Ye-
sügey, o doğduğu gün esir aldığı Tatar rei-
sinin adını verir: Temuçin.
Temuçin’in elindeki kan pıhtısı, şamanik
inançlara göre, onun yiğit bir savaşçı, büyük
yengiler kazanacak bir lider olacağının işa-
retidir. Temuçin’in babası Yesügey Bağadır
töre gereği oğluna eş olarak seçtiği Börte’nin
kabilesinden dönerken, Tatarlar tarafın-
dan zehirlenerek öldürülür. Yesügey’in ölü-
mü kabilenin dağılması ile sonuçlanır. Art
arda acılar gelmeye başlar: Temuçin’in ka-
rısı Börke, kız kardeşi Temulun, Kiyatlara
kin güden Merkitler tarafından kaçırılır. Ba-
bası Yesügey Bağadır da eşi Hogelun Ha-
tun’u bir Merkitli’den kaçırmıştır.
Moğol Birliği’ni gerçekleştirmeyi ço-
cukluğundan beri düşünen Temuçin’in,
Cengiz Han’a dönüşmesi; Yesügey’in ölümü
ile iki çadıra düşmüş, tarihin derinliklerin-
de yitti yitecek bir kabileden,
gelmiş geçmiş en büyük sı-
nırlara sahip devlete dönü-
şecek olan Moğol İmpara-
torluğu’na giden yolun baş-
langıcı olacaktır.
Temuçin Kerayit ve
Caciratların da yardı-
mıyla Merkitler’i yenil-
giye uğratacak, Buirnor
Tatarlarını ortadan kal-
dıracak, Toğrul Han ile
birlikte Moğolistan’da
imparatorluğa dönüşe-
cek bir birliktelik kura-
caktır. Cengiz, bu bir-
likteliğe karşı çıkan kan
kardeşi Camuha ile de
savaşacak, Çağan ve Alçi Tatarları üze-
rine yürüyecek, ittifakı bozan Toğrul
Han ile de savaşmak zorunda kalacaktır.
GERÇEKLE�EN DÜ�LERTemuçin’in düşleri, gerçekleşmiştir. Bü-
tün komşu ve öc alması gereken oymakla-
ra karşı kazandığı zaferle aynı yıl Türk ve
Moğol kabilelerinin katıldığı bir kurultay ger-
çekleştirilir. Kurultayda Temuçin Cengiz adı-
nı alacak ve en büyük han ilan edilecektir.
1206’da Cengiz Han’ın yönetiminde birle-
şik bir Moğol İmparatorluğu vardır.
Hakan Bayrakçı; tarihin bir dili olduğunu
yazıyor, “Bozkırın Oğlu Cengiz Han”da.
“Konuşur, anlatır. Hepimiz kendimize göre
anlarız, dinleriz onu… Aslında bu nedenle
önemli olan tarihin anlattığı değil, bizim ne
ve nasıl anladığımızdır.” Bayrakçı “Bozkırın
Oğlu Cengiz Han”ı, Temuçin’in Cengiz
Han’a dönüşmeye başladığı yaşlarda yaz-
maya başlamış. Kişiliğinden etkilendiği Te-
muçin’in yaşam öyküsünü, tarihin kuru so-
luğundan kurtararak, kendi diliyle, kendi al-
gıladığı biçimiyle can vererek bir kez daha
anlatmayı deniyor.
Yalçın Küçük, Cengiz Han ve Moğollar
için “Atom bombasından önce atom bom-
bası” tanımını yapar. Bayrakçı bütün bun-
ların ötesinde Cengiz Han’ı en insancıl
yanlarıyla gösteriyor.
Cengiz Han öldüğünde, kırk Moğol sa-
vaşçısı onu götürüp bilinmeyen bir yere
gömdü. Bayrakçı, “Yokluktan gelmişti ve
yokluğa gitmeliydi” diye yazıyor. Öyle de
oldu. Onu gömenler, sırrı saklamak için bir-
birlerini öldürdüler. Bu yüzdendir ki, Mo-
ğolların tanrılaştırdıkları ulu ataları Cen-
giz Han’ın mezarının nerede olduğu halen
bilinmemektedir.
Tarihin dilindenCengiz Han
Bozkırın Oğlu Cengiz Han
Hakan Bayrakçı
Kerasus Kitap 522 s.
HAFTANIN PORTRES�
Stefan Zweig(28 KASIM 1881- 23 ŞUBAT 1942)
Zweig’�n yetkin oldu�u alanlardan biri ku�kusuzbiyografidir. Balzac, Dickens, Dostoyevski ile ilgili
eserleri hâlâ önemini korumaktad�r
Avusturyalı ünlü yazar ve gazeteci
Stefan Zweig, 20. yüzyıla, özellikle de
1920’li ve 30’lu yıllara damgasını vur-
muştur. Viyana doğumlu yazar, küçük
yaşlardan itibaren edebiyat alanında
eğitim görmüş, İngilizce, Fransızca, İtal-
yanca ve Latince öğrenmiştir.
İlk şiirlerini lise yıllarında yazan Zwe-
ig, Hugo von Hofmannsthal’ın ve Rainer
Maria Rilke’nin eserlerinden etkilen-
miştir. 1901 yılından sonra Paul Verlai-
ne ve Baudelaire’in şiirlerini Almanca-
ya çevirdi. 1907 ve 1914 yılları arasında
Hindistan’dan Kanada’ya kadar pek çok
ülkeyi gezdi. Savaş patlak verince gönüllü
olarak Viyana’da savaş karargâhında ar-
şivde memur olarak çalıştı. Savaştan
sonra Avusturya’ya dönerek Salzburg’a
yerleşti. 1920 yılında Frederike Von
Winternit ile evlendi. Burada 20 yıl yaşadı
ve Avrupa’nın düşünsel birliği için çeşit-
li makaleler yazdı, konferanslara katıldı
ve aşırılıklara karşı uyarılarda bulundu.
1922 yılında “Amok” kitabı yayım-
landı. “Nietzsche” isimli biyogrofi kita-
bını 1925 yılında kaleme aldı. 1927’de Al-
manya’da “Duygu Karmaşası”, “Yıldızın
Parladığı Anlar” ve “Tarihsel Baş Min-
yatür” adlı kitapları yayımlandı. Aynı yıl
meşhur “Rilke’ye Veda” konuşmasını
yaptı. 1928 yılında Tolstoy’un 100. doğum
günü etkinlikleri sebebiyle Sovyetler
Birliği’ne gitti. Bu dönem Thomas Mann,
James Joyce gibi isimler Zweig’ın yanında
yer aldı. Marie Antoinette hakkındaki bi-
yografiyi ise 1932 yılında yayımladı.
Pek çok alanda eser veren Zweig, ro-
man ve şiirin yanı sıra dram ve trajedi tü-
ründe tiyatro oyunları yazdı. Zweig’ın yet-
kin olduğu alanlardan biri de kuşkusuz
biyografidir. Balzac, Dickens, Dosto-
yevski ile ilgili eserleri hâlâ önemini ko-
rumaktadır. Biyografiye olan merakı
Freud ve psikolojiye olan ilgisiyle açık-
lanmaktadır.
1933 yılına gelindiğinde ise Naziler ki-
taplarını yakmaya başlamıştı. Yahudi
kökenli olması nedeniyle 1934 yılında evi
Nazilerce basıldı ve arandı. Bunun üze-
rine Zweig ülkesini terk etmek zorunda
kaldı. Önce İngiltere’ye gitse de memnun
kalmadı ve Brezilya’ya kadar uzanan sür-
gün hayatı başladı.
1939’da “Kalbin Sabırsızlığı” adlı ro-
manı yayımlandı. Aynı yıl Lotte Altman
ile evlendi. II. Dünya Savaşı sırasın-
da New York’a, Arjantin’e, Paraguay’a
ve Brezilya’ya gitti. Brezilya’ya yerleşmeye
karar verdi. Ünlü “Satranç” kitabını ya-
yımladı. 1941’de Montaigne üzerine ça-
lışmaya başladı ve “Dünün Dünyası - Av-
rupa Anıları” adlı otobiyografisini kale-
me aldı. Ancak Avrupa’ya dair inancını
yitirmesi ve Hitler’in kalıcı olduğunu dü-
şünmesi sebebiyle 1942 yılında karısı Lot-
te ile intihar etti.
HAL�T PAYZA
En hafif adlandırmayla ırkçılık
“Apartheid” uygulamalarının kara deri-
li halkın mücadelesiyle son bulduğu Gü-
ney Afrika Cumhuriyeti’nde “renkler” sa-
vaş, açlık, yokluk ve bir o kadar da bol-
luk, zenginlik ve refahın kime ait oldu-
ğunu imlerdi. İşte, 1990’lardaki dönüşüm
ve beraberinde gelen tüm
karışıklığı anlatmaya çalı-
şan “Sahtekâr” daha önce
“Doktor” adlı romanıyla
tanıdığımız yazar Damon
Galgut’un bu alt üst oluşa
dair yeni anlatısı.
ZORAK� �A�R�N P�S��LER�
Roman, Güney Afri-
ka’da yaşayan beyaz bir ada-
mın hayatını değiştirmek için
yaşadığı şehirden ayrılıp ül-
kenin küçük bir kasabasına
yerleşmesiyle başlıyor. Ana
karakter işinden ayrılmış,
evinden olmuş ve şehrin keş-
kemeşinden uzaklaşıp şiir yaz-
mak için ilham arayan amatör bir şair. Git-
tiği kasabada hayatına beklenmedik bir sü-
reçte dâhil olan eski bir arkadaşıyla kar-
şılaşıyor ve böylece şiir yazabilmesi için ye-
terince etmen olan bir macerada buluyor
kendini. Aşk, aldatma ve aldatılma ve her
türlü “pis” işlerle örülü bir macera…
Romanın kurgusu başarılı. Ancak so-
run sayılabilecek nokta mesajlarda! Yazar,
Güney Afrika doğumlu ve beyaz. (Bunu
belirtmemdeki neden “rengin” ülkede
önemli bir yere sahip oluşu. Özellikle be-
yazların yüzyıllarca süregelen egemenli-
ğini düşünürsek, ülkenin edebiyatında
da önemli bir yer kaplıyor.) Dolayısıyla,
Güney Afrika’yı ırkçılık başta olmak üze-
re, diğer pek çok sorunuyla beraber an-
latma çabası öne çıkıyor. Artan suç oran-
ları, fahişelik, beyazların tekelindeki pa-
ranın dönüşü, ülkenin yerli halkının zen-
ginlikten pay alabilmek için başvurduğu
her türlü yol kitapta akıcı dille verilmiş. So-
run, yazarın başlarda izlekle kurgunun be-
raber yol almasını sağlamışken sonradan
bu dengenin bozulması.
Ülkedeki sisteme dair eleştiriler ve ah-
lak sorgulamaları havada kalıyor, tam ola-
rak ne söylemeye çalıştığı bulanıklaşıyor,
öfkelenmeniz gereken şeyler sessizce
kabullenişe dönebilecek
bir onay algısı yaratabili-
yor. Varsa böyle bir amaç
iyice tartışılır hale geliyor.
BENZER B�RROMAN
Kitaba dair belirtil-
mesi gereken bir diğer
husus ise Hunter S.
Thompson’ın “The Rum
Diary” romanını anım-
satması. Thompson’un
romanı 1960’lı yıllarda
yazılmış, ancak basımı
1998 gibi oldukça geç bir
tarihte olmuş. “The Rum
Diary” ise Porto Riko’da
geçiyor. Yine beyazların zen-
cilere egemenliğinin olduğu bir bölgede…
Ana karakterlerin büyük şehirlerden ka-
çışı, yeni bir başlangıç yapmaları ancak iş-
lerin bekledikleri gibi gitmeyip ülkede dö-
nen kirli işlere bulaşmaları benzer nite-
likte. İki karakterin de yaşadığı aşk ben-
zerliği özellikle dikkat çeken kısım bana
kalırsa. Tek fark birinin sonunun masal-
sı, diğerinin hüsranla bitmesi. Her iki ki-
tabın sonu da yine benzeşiyor. Büyük şeh-
re geri dönme, işe başlama ve yaşanan-
ları unutmaya çalışma…
Kitabın konusundan ve mesajlarından
sıyrılıp biraz da dilinden ve hatalarından
bahsetmek gerekiyor. Dili akıcı ve kuş-
kusuz bu çevirmenin başarısından. Ancak
kitapta YKY titizliğine gölge düşürecek
az da olsa yazım yanlışları olduğunu be-
lirtmek gerek.
Güney Afrika’y� �rkç�l�k,artan suç oranlar�,fahi�elik, beyazlar�ntekelindeki paran�ndönü�ü, ülkenin yerlihalk�n�n zenginliktenpay alabilmek içinba�vurdu�u her türlüyol ilginizi çekecek
İlham perileripeşinde koşarken
DEN�Z ANTEPO�[email protected]
Sahtekâr, Damon Galgut,
Yapı Kredi Yayınları,
Çev: Duygu Akın, 260 s.,
Damon Galgut
5Aydınlık KİTAP
Geçenlerde bir elektronik eşya ma-
ğazasında bilgisayar-telefon-tablet ürün-
lerini inceliyordum. Gördüğüm şey beni
başta şaşırttı, sonra düşündürdü; cd sü-
rücüsü yoktu yeni çıkan bilgisayarların.
Hayır, sadece taşınabilir ve küçük bil-
gisayarların değil, masaüstü bilgisayar-
ların da cd sürücüsü yoktu.
Demek oluyor ki; artık cd’nin de
sonu geliyor, ataları olan silindir, plak,
kaset ve disketler gibi. Çünkü artık in-
sanlar müziklerini, filmlerini, program-
larını cd aracılığıyla kullanmak yerine,
internetten indiriyorlar. Bilgisayardan
bilgisayara veri taşımak içinse cd’den çok
daha pratik çalışan usb çubuklarını kul-
lanıyorlar. Yani hantal ve işlevsiz olan bir
cihaz daha tedavülden kalkıyor, kulla-
nıcının dolaylı talebiyle.
Bu araç değişiminin bizi yakından il-
gilendiren bir örneği de kitaplar üze-
rinde yaşanıyor. Mağara duvarları, tab-
letler, papirüsler, parşömenler derken
bugün önümüzde duran ciltler de gidi-
ci. Artık elektronik kitaplar var ve bu ki-
taplar “tablet”ler aracılığıyla okunu-
yorlar. Şöyle ki, giriyorsunuz internetteki
elektronik kitapçıya, buluyorsunuz ara-
dığınız kitabı, tıklayıp satın alıyorsunuz;
evden çıkmadan, kitap kokusu duyma-
dan kitap alıyor, tabletle okuyorsunuz.
Hem de bunu yaparken rahatlıkla ki-
taptan alıntılar yapıyor, elektronik cihaza
notlar alıyor, gerekli gördüğünüz yerle-
rin altını çiziyorsunuz, gözünüzü kitap-
tan ayırmadan. Ayrıca, bir tablete yüz-
lerce, hatta binlerce kitabı sığdırıyor, ton-
larca yer ve toz tutan kütüphaneleri ter-
temiz bir şekilde çantanıza atıyorsunuz.
Bu da demek oluyor ki, artık ciltli kitap
da son çağını yaşıyor. Ve yavaş yavaş ko-
leksiyon ürünü hâline geliyor. Tıpkı o
eski plaklar gibi.
ÖZEL KOLLEKS�YONK�TAPLARI
Yapı Kredi Yayınları bu tür bir ko-
leksiyona yönelik kitaplar çıkarıyor.
Hayır, yıllardır çıkardığı “bütün öykü-
leri” ya da “bütün şiirleri” gibi dizileri
kastetmiyorum. Özdemir Asaf’ın kendi
şiirlerini seslendirdiği cd ile beraber
gelen, “Sen Bana Bakma Ben Senin
Baktığın Yönde Olurum” gibi, Nâzım
Hikmet’in çizgi filmlerinin yer aldığı
“Hanene Huzur Dolsun Sevdalı Bulut”
gibi ya da Genco Erkal üstadın seslen-
dirdiği Nâzım Hikmet şiirlerinden olu-
şan “Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni”
gibi kitap-cd bileşimlerini diyorum.
Cd’nin de kitabın da son yıllarında bi-
riktirin biriktirebildiğiniz kadar, dol-
durun vitrinlerinizi doldurabildiğiniz
kadar, dercesine güzel tasarımlı ve sağ-
lam kapaklı kitaplar çıkıyor YKY’den.
Geçen ay, “Solgun Bir Gül Oluyor
Dokununca” dedi YKY ve bize Behçet
Necatigil’in şiirlerini kendi sesinden
dinletti. Şairin yetmişlerde Almanya’dan
aldığı kasetli teybe kendi kaydettiği,
aralarında, Kadındılar, Solgun Bir Gül
Dokununca, Nilüfer, Bunalım, Tat,
Kuru Çay, Unutmak, Mat, Uğrak, Siper,
Kandı, Flüt, Kalıt, Yadsı, Uzak Kapı gibi
ş i -
irlerin de yer aldığı tam 48 şiiri...
“Benim şiirlerimi kesik kesik oku-
malı. Dura dura. Sözcükler arasında ge-
rekli boşlukları bıraka bıraka. Benim şii-
rim eskilerin deyimiyle inşâda gelen
bir şiir değil, yüksek sesle okunacak bir
şiir değil. Ancak havasına girdikten
sonra o havanın gerektirdiği kollayışla-
ra dikkat ederek okunması icap eden bir
şiir. Yani tabii her şairin şiirinin okun-
ma biçimi başka başkadır. Bu da iyi bir
şey. Başka başka olmalıdır. Çok vakit, bü-
tün şairlerin şiirlerini aynı tonda okumak
şairin aleyhine olur.” diyen Necatigil
kendi şiirlerini tam da söylediği ve olması
gerektiği gibi okumuş. Sesi, altmışlı
yaşlarında olmasına rağmen, genç ama
sakin bir tonda. Tam da şairin hayatı
gibi: “Ben şiirlerimde genellikle orta va-
tandaşın sesiyim. Yani orta hâlli ailele-
rin yaşam biçimleri, hayat savaşımları...
Çevre benim için dar bir alandır, geniş
çevrelerin adamı ben hiçbir zaman ola-
madım. O çarşılar, pazarlar, sokaklar...
Öğretmenken iş dönüşü alışverişler...
Akşam saatlerinin dolduran kalabalık-
ları, bir an önce eve gidip biraz dinle-
nebilmek telaşları... Gözüme hep bun-
lar çarptı(...) Mesela dostlarla bir akşam
bir lokantaya gitmek, biraz sohbet et-
mek, biraz içki içmek gerekirse, önce gi-
dilecek yeri düşünüyorum. Lüks yerle-
re adım atamıyorum, yani oraya kendi-
mi layık görmüyorum... Ama orta hâlli,
hiç kimsenin kimseyle ilgilenmediği
halk gazinoları... Oralara rahatlıkla gi-
derim. Çünkü öbür tarafa gitmek bir-
takım görgü kurallarına boyun eğmeyi
gerektiriyor, rahat edemiyorsun.”
GERÇEKTEN TANIMAK �Ç�N
Özünün ne denli samimi ve güzel ol-
duğunu gösteriyor. Ne mutlu ki, şairin
söyledikleri bunlarla kalmıyor ve kitabın
ve cd’nin son bölümüne konulan “Bir
Sanatçının Günlüğü (Kendi Sesinden
Hayat Hikâyesi)” bölümünde şairin
Güneş Buharalı ile yaptığı radyo prog-
ramının kaydı bulunuyor.
Bu sayede “Şu senede şurda doğdu.
Şurda şu işleri yaptı. Şu şu yıllarda şu şu
akımlara eserler verdi. Şu şu eserleri şu
şu ödülleri aldı.” gibi tatsız ve aslında şai-
ri gerçek anlamda tanıtmaktan hayli
uzak ifadelerle boğulmaktan kurtul-
muş oluyoruz. Düşünün, bir insanı,
“Lüks yerlere adım atamıyorum, yani
oraya kendimi layık görmüyorum.” gibi
bir söz mü daha iyi tanıtır, yoksa nere-
yi nasıl bitirip nerede ne ödül aldığı bil-
gisi mi...
Bize Necatigil’i Necatigil gibi gös-
teren kitapta üstadın daha nice hafıza-
lara kazınası sözü bulunuyor... Yazımı üs-
tadın bugünün toplumcu sanatçılarına
örnek olması gereken bir sözüyle biti-
riyorum:
“Toplumcu yanı vardır şiirin. Ama
nedense bizde toplumcu şiir dendi mi
başka bir şiir biçimi anlaşılıyor. Yani, bü-
yük kitlelerin bayraktarı olan şiir, bir
koro şiiri... Ben bu görüşe katılmıyorum.
Çağın tanığı olmak terimi ya da deyimi,
bir şair ister bireyci olsun, ister top-
lumcu, şiirine koyabildiği gerçek ora-
nında değer kazanır(...) Geleceklere
yönelik tek dünya gibi bir tasavvura ya
da belli dünya görüşlerine bağlı kimse-
nin ütopik hayalleri de çağı saran, dün-
yayı sarsan olayların yansıması olduğu
için bir çağ tanıklığıdır. Ama kesmeliyiz,
parça parça ele almalıyız durumu. On-
lar çağ tanığı oluyor da yaşadığı küçük,
dar hayatı başarılı yazan birisi niye çağ
dışı olsun? Ben çağın tanığı olmayı ya da
toplumcu olmayı bu şekilde yorumlu-
yorum.”
MURAT HATUNO�[email protected]
22 �UBAT 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Orta halli insanımızın içtenlikli, sesi:Behçet Necatigil
Çoklarından düşüyor da
bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor
dokununca.
Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık
duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse
olmuyor
Solgun bir gül oluyor
dokununca
...
solgun bir gül oluyor
dokununca
Solgun Bir Gül Oluyor Dokununca
Behçet NecatigilYapı Kredi Yayınları, 96 s.
Bir tablete yüzlerce, hatta binlerce kitab� s��d�r�yor, tonlarca yer ve toz tutan kütüphaneleri tertemiz bir�ekilde çantan�za at�yorsunuz. Bu da demek oluyor ki, art�k ciltli kitap da son ça��n� ya��yor
“Unutulmuş Adanın Kararsız Seç-
meni”, Newyorklu ‘Newyork’ yazarı Art-
hur Nersesian’ın yedinci romanı. İlk
romanı “The Fuck Up” ile yeraltı (ede-
biyat!) dünyasında büyük bir etki yapan
ve Irvine Welsh’in “Trainspotting”i ile kı-
yaslanan yazar “Unutulmuş Adanın Ka-
rarsız Seçmeni” ile hem yedinci roma-
nına imza atıyor hem de “Five books of
Moses” (Musa’nın beş kitabı) serisinin
ilk kitabına. Kitap, sosyo-politik bilim-
kurgu türünde yazıldığından yazarın,
önceki romanlarından daha farklı su-
larda yüzdüğü söylenebilir. Kitaba yö-
nelik temel eleştiri de çıkış noktası da
Nersesian’ın kendi cümlelerinde:
“Bu Amerika değildi, herhangi bir za-
man diliminde, herhangi bir
zaman diliminde kurgulan-
mış değildi. Hikâye çok ser-
best yüzüyordu ve kitapla il-
gili sorun da buydu. Ben Er-
meniyim ve farklı kültürden
bir ev sahibinin merhametine
kalmış bir grubun üyesi ola-
rak, bunu diğer ülkelerde ve
diğer insanlarda da gördüm,
Amerika’daki Kızılderililer ve
diğer alt grupları, etnik ya da
cinsel baskı görmüş diğer alt
gruplar gibi; ana fikir; sadece
bir grubun izolasyonu ve ken-
di içinde yalnızlaşması konu-
sunda çalışmaktı.”
ÇÖLÜN ORTASINDAH�ÇL�K ÜLKES�
Romanda zaman alışılagel-
dik çizgisinde yürümüyor. Kah-
ramanımız Uli kendisini hem tanıdık
hem de çok yabancı gelen bir New-
york’ta, Nevada çölünün ortasında di-
zayn edilmiş “ilk kurtarılmış şehir”de
buluyor. Kafasında sürekli dönen bir sui-
kast planından başka, ne kim olduğunu,
ne nerede olduğunu, ne de kendisine ya-
pılan bu hipnozun neye hizmet ettiğini
biliyor.
1980’lerin Newyork’unda bombala-
rın patlamasıyla yaşanmaz hale gelen
şehrin özellikle belli kısımlarında yaşa-
yan halk, Nevada çölünde Vietnam sa-
vaşından sonra askeri üs olarak inşa edil-
miş bir bölgeye, Newyork’un çirkin, ka-
ranlık, dejenere şehrine yerleştirilir ve
her şey yoluna girdiğinde geri dönecek-
leri söylenir. Fakat zamanla şehre şüp-
heli suç veya siyasi geçmişleri olanlar bir
daha dönmemecesine gönderilir. Şehrin
kaynakları sınırlıdır; insan doğası da
nitekim... Kahramanımız Uli, bir yandan
bu şehirde neler olduğunu anlamaya ça-
lışırken bir yandan da dış dünya ile bu
dünyanın bağlantısını aramaya çalış-
maktadır. Roman boyu Uli’nin kim ol-
duğu, bu tuhaf şehre geliş nedeni, bu şe-
hir ve içindeki insanların hikâyeleri çö-
zülmeye çalışılacaktır.
BA�IBO� MET�NRoman karışık, çok karışık. Zaman,
olaylar, gerçekte ortaya çıkmamış so-
nuçlar, tarihsel sap-
tırmalar, Ermeni
Yürüyüşü, New-
york’ta patlayan
bombalar, çölün or-
tasında bir hiçlik
ülkesi, politik oyun-
lar, şehrin dışına
nakledilen alt sı-
nıflar ve bir çöle
sürülen sorgulana-
bilir geçmişe sa-
hip bireyler, afet
mağdurları... An-
latılmak istenen-
den ziyade anla-
şılmak istenenin
ötesini vermeye-
cek bir kargaşa...
Öyle ki Dan Co-
xon’un roman
hakkındaki şu
cümlesine katılmamak işten değil: “
‘Unutulmuş Adanın Kararsız Seçmeni’
filozofik ve politik bir eser olarak başa-
rılı fakat bir roman olarak değil”. Belki
serinin ilk kitabı olması dolayısıyla ro-
mandaki kargaşa sonraki kitaplarla çö-
zülebilir fakat tek başına önü arkası
açık, başıboş bırakılmış bir metin hissi
uyandırıyor.
Bundan önceki romanları ile yeraltı
edebiyat dünyasında çok ses getiren ya-
zar, kendi alışıldık rutinlerinin ve ka-
rakterlerinin dışına çıkarak farklı bir tür
denemiş fakat bu romanıyla benzer bir
ilgi çekeceği kuşkulu.
7Aydınlık KİTAP
Belki serinin ilk kitab� olmas� dolay�s�yla romandakikarga�a sonraki kitaplarla çözülebilir fakat tek
ba��na önü arkas� aç�k, ba��bo� b�rak�lm�� bir metin hissi uyand�r�yor
Musa’nın beşkitabının birinci cildi
D�LAN ÖZTÜ[email protected]
Unutulmuş AdanınKararsız Seçmeni, Arthur Nersesian,Ayrıntı Yayınları,
Çev: Funda Başak Dirshel, 272 s.
Okuyuculara gün geçtikçe ilgi çeken
felsefe eserlerini anlamalarında yar-
dımcı olmaya yönelen kitapların önün-
de ciddi bir sorun bulunuyor. Bu eserlerin
yazarları söz konusu konuları bir yandan
olabildiğince yalın bir şekilde sunmaya
çalışırken öte yandan konuların içeriği-
ni oldukça kapsamlı bir şekilde korumaya
çalışıyorlar. İçeriği korumada ve bu iç-
eriği yalınlaştırarak okuyucuya sunma-
da ulaşılmaya çalışılan bu iki hedef, iç-
eriğin zenginliğini koruma ve pedagojik
tarzda sunma, arasında bir denge tut-
turma çabası yazarları belli ki zorluyor.
Bu tür bir zorlanmanın son örneğini de-
ğerli akademisyen Atakan Altınörs’ün
Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıkan 50
Soruda serisinin “Dil Felsefesi” adlı
eserinde görebiliyoruz.
Bilindiği gibi 50 Soruda serisi tü-
ründen yayınlar genelde başlık altına dü-
şen çeşitli temaları yalın bir şekilde
okuyucuya sunmaya çalışır. Dolayısıyla,
bu tür eserlerde yazarlar öncelikle ka-
baca çerçevesini sunmaya çalıştıkları
konuyu çeşitli temalara böler
ve bu temaları sorulaş-
tırırlar. Bu sorulara çe-
şitli eserlere gönderme-
de bulunarak yalın ve
açıklayıcı yanıtlar ver-
meye çalışırlar. Atakan
Altınörs de benzer bir
çabayla, eserini, “felse-
fenin dile yaklaşımı”, “dil
fenomeni”, “dilin kökeni
sorunu”, “anlam sorunu”,
“antikçağ felsefesinde
dil”, “ortaçağ felsefesinde
dil”, “yeniçağ felsefesin-
de dil”, “yakınçağ felse-
fesinde dil” ve “ülkemiz-
de dil felsefesi” başlıkları
altında 9 bölüme ayırıyor.
İlk dört başlık altında dil
felsefesinin çeşitli temalarını sunuyor.
Sonraki bölümlerdeyse yukarıda sayılan
dönemlerin belli başlı filozoflarının dil
felsefesinin içeriği hakkındaki düşün-
celerini özetliyor. Dil felsefesi gibi uzun
yıllar başka başlıklar altında tartışıl-
mış, düşünülmüş, yazılmış bir alanı 19.
yüzyıl öncesindeki kavranışıyla ele almak
ciddi bir emek gerektiriyor. Altınörs, 19.
yüzyıl öncesindeki düşünürlerin dile
yaklaşımlarını oldukça derli toplu bir şe-
kilde sunuyor.
AÇIKLANMADANGEÇ�LENLER
50 Soruda ve böylesine
kısa bir kitapta dil felsefe-
si gibi bir konuyu yalın bir
şekilde sunmanın zorluğu
kendini gösteriyor. Dil fel-
sefesinin ve dilbilimin
anahtar kavramları net-
leştirilemeden, Türkçe
karşılıkları açık bir şekilde
ortaya konulmadan iler-
leyen eser, içeriği yalın-
laştırmada başarısız kalı-
yor. Söz gelimi, semantik,
leksikal, referans, kopu-
la gibi sözcükler/kav-
ramlar açıklanmadan ve
kimi zaman Türkçe kar-
şılıkları verilmeden kul-
lanılıp geçiliyor. Ayrıca kimi
eserlerin (s. 188’de geçen Skinner’in Ver-
bal Behavior adlı eseri) Türkçe karşılı-
ğı verilmeyip geçilmiş (bunun yanında
Türkçe basımları olan birçok eserin
Türkçe karşılıkları okuyucuya sunul-
muş).
F�LOZOF SEÇ�MLER�Altınörs, eserinde zor bir işe girişmiş.
Dil felsefesinin temel tartışmalarının su-
nulmasının yanı sıra bu alanda eserler ver-
miş belli başlı filozofların dil felsefesindeki
görüşlerini dil felsefesinin konularını tar-
tışırken değil de ayrı bölümler altında su-
nuyor. Bu da ciddi bir sorunu, tekrarı ve
eklektik bir anlatımı beraberinde getiri-
yor. Bu konuda diğer bir sorun böylesi bir
çabada seçil(e)meyen filozofların dü-
şüncelerinin sunulamamasıdır. Eserde
Saul Kripke, Wilfred Sellars, John McDo-
well, Keith Donnellan, John Buridan,
Kant gibi filozofların düşüncelerinin su-
nulamaması (bu filozofların çoğu dil fel-
sefesinde, eserde adı geçen Bergson’dan
çok daha önemli bir yer kaplamaktadır)
önemli bir kayıp. Esasında bu kayıp diğer
filozoflara bu denli geniş yer ayrılmasaydı
ortaya çıkmayacaktı. Bu nedenle belki de
sorun bu filozofların seçilmemesinden çok
böylesi bir eserde kimi filozofların ayrı ayrı
sunulmasında yatmaktadır.
Eserin belki de en zayıf yanı 40. so-
ruya (Marksizm dile nasıl yaklaşır?) ve-
rilen yanıttır. İşin ilginç yanı, bu yanıtın
doyurucu olmamasına karşın, yazar bu-
rada bir ilk yaparak, Nikolay Marr’ın fel-
sefi duruşunu dönemin siyasi iklimiyle
ilişkendirerek tarihselliği ön plana çıka-
rıyor. Benzer bir tutum eserin başka
hiçbir bölümünde görülemiyor. Marr’ın
görüşleri Stalin’in Sovyetleri “Ruslaştır-
ma ideali” ile ilişkilendirerek sunuluyor.
Benzer bir ilişkilendirme ne yazık ki
burjuva demokratik devrimlerinin filo-
zofları olan Rousseau, Leibniz için ya-
pılmıyor. Ya da yine aynı şekilde burju-
vazinin gericileşme döneminin başat fel-
sefesi olan pozitivist felsefenin filozof-
larıyla dönemin siyasi iklimi arasında bir
bağ kurulmuyor. Bu bağların zorunlu ola-
rak eserde yer alması ne derece gerekli-
dir bilinmez. Ancak yazar böylesi bir bağı
konu Marksizm olunca gerekli görüyor.
TÜRKÇEN�N SÖZDA�ARCI�I ÜZER�NE
Eserin en zorlama sorusunu oluştu-
ran 50. soruda (“Dil felsefesi açısından
bakıldığında Türkçemiz hakkında neler
söylenebilir?), yazar, kendi görüşü dı-
şında hiçbir görüşe yer vermeden Türk-
çe’nin diğer dillerle etkileşimi ve yabancı
sözcüklerin gündelik kullanımları hak-
kındaki görüşlerini paylaşıyor. Oysa bu
konu dil felsefesinin konusu değildir. Da-
hası, diller arası etkileşim, gündelik kul-
lanım ve akademik kullanım ayrımları
(jargonla gündelik kullanım arası ay-
rımlar), dilde sözcük yaratma gibi ko-
nular hakkında daha temel bazı düşün-
celer, dünyada bu konudaki pratikler ve
olgular sunulmadan böylesi bir konuda
hangi tutumun doğru olduğu sağlıklı
bir şekilde ele alınamaz. Yazarın eserde
kullandığı sözcükler (sevke tabi, heye-
cansal, müdrike, gramatikal, sübjekti-
vizm, kopula türünden sözcükler) 50. so-
ruya verdiği yanıta eserin tamamında ör-
tülü olarak işaret ediyor.
CENK ÖZDAĞ
22 �UBAT 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
İçerik ve sunuş gerilimi50 SORUDA DİL FELSEFESİ:
Dil felsefesinin ve dilbilimin anahtar kavramlar� netle�tirilemeden, Türkçe kar��l�klar� aç�k bir�ekilde ortaya konulmadan ilerleyen eser, içeri�i yal�nla�t�rmada ba�ar�s�z kal�yor
50 Soruda Dil Felsefesi
Atakan Altınörs
Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 208 s.
22 �UBAT 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
“Bir kafesin içinde dünyaya gelen
kuşlar, uçmanın bir hastalık olduğunu
düşünür.” – Alejandro JodorowskyGeride bıraktığımız ay içerisinde
çizgi-roman yayıncıları,
seriler başta olmak üze-
re yeni ciltlerini raflara
sundular. Lal Kitap
“Mister No,” “Martin
Mystere,” “Zagor,” “Bü-
yülü Rüzgâr” gibi klasik
serilerin yeni ciltlerini su-
narken, Hoz Yayınları,
“Kit Taylor,” ve “Zem-
bla” serilerine devam etti.
YKY ise bir yandan Red
Kit serisinde 64. sayıya
ulaşırken, diğer yandan
Joel Alessandra’nın “Yü-
züncü Ad”ının ilk cildini ve
Jean Dufaux’un “Haçlı Se-
feri”nin tercümelerini ya-
yınladı. Gerekli Şeyler ise
“Bleach” mangası ve “Wol-
verine” haricinde oldukça
hareketsizdi. Çok fazla satış noktasına
ulaşamamakla birlikte, yayın dünyasına he-
nüz yeni giriş yapan Flaneur, “Gibrat’ın
Bekleyişi”ni ve bir Reinhard Klast klasiği
olan “Cash”i (bir döneme damgasını vu-
ran, sıra dışı bir adamı, Johnny Cash’i iş-
liyor) okura sundu. Yerli çizgi sahnesinde
ise bir durgunluk hâkimdi ve Mürekkep Ba-
sın Yayın’dan çıkan Fırat Budacı’nın “Ken-
dimi Durduracak Değilim”inin 2. cildi
haricinde yayımlanan pek bir şey ne yazık
ki yok. Yerli çizgi-romanın son bir aylık sü-
reçte biraz daha yeraltına çekildiğini, yeni
isimlerin ve yaratıların arayışında olduğu-
nu söylememiz mümkün. Özellikle çizgi-
roman üzerine son dönemde yayınlanan
yerli fanzinlerin kalitesi, pek çok yönden
ana akım yayınların içinde bulunduğu ça-
ğın çok ötesine (gerek kurgusal, gerek sa-
natsal açı-
dan) geçti. Bu fanzinler hakkında toplu bir
tanıtım ve bilgilendirme yazısını ilerleyen
tarihlerde yazacağım. Diğer yandan, ardı
ardına dilimize ka-
zandırdıklarıyla çiz-
gi-roman severlerin
kalbinde taht kuran
Marmara Çizgi ise
“Yalnız Kurt ve
Yavrusu”nun 2. cil-
dini (çizgi-roman
tarihi için oldukça
önemli olan bu se-
rinin tanıtım yazısı
için bkz. 30 Kasım
2012 tarihli yazı)
ve ülkemizde de
bir hayli takipçisi
bulunan “Yürü-
yen Ölüler”in
12.cildini raflara
taşıdı. Bu hafta
ele alacağımız çiz-
gi-roman ise yine
Marmara Çiz-
gi’nin birinci cildini yayınladığı “Bouncer.”
AVANGART S�NEMANINKÜLT �SM�
İlk bölümü orijinalinde 2001 yılında ya-
yınlanan ve son olarak 2012 yılında 8. bö-
lümüne ulaşan Bouncer’ın, Marmara Çiz-
gi’nin bize sunduğu ilk cildinde ise öykü-
nün ilk iki bölümü bir arada bulunuyor. Se-
rinin orijinal yayıncısının, çizgi dünyasın-
da adı saygıyla zikredilen Les Humanoi-
des olduğunu belirtmekte fayda var çün-
kü bir vahşi Batı öyküsü olduğunu öğre-
nince geri durabilecek okurun da dikka-
tini çekebilecektir. Serinin yazarlığını, Şili
asıllı, Fransız Alejandro Jodorowsky üst-
lenmiş. Avangart sinemanın kült ismi ola-
rak kabul edilen (özellikle bkz. El Topo ve
The Holy Mountain), sürrealin görsel
aktarımını mistisizm ile birleştirebilen,
yazdığı tiyatro oyunları ve kitaplarıyla da
çok yönlü (özellikle 1995 tarihli, hâlâ ter-
cüme edilmemiş olmasına şaşırdığım “Las
ansias carnivoras de la nada” romanına
dikkat), “Borgia” ve “Metabarons” gibi al-
gıda tahribat yaratabilen, alışılagelmişin dı-
şında pek çok çizgi-romanın yazarlığını
yapmış bir isim söz konusu. Çizgi-roman
kariyeri boyunca özellikle dikkat çeken un-
surlardan biri, Moebius’tan Milo Mana-
ra’ya, Geroge Bess’ten Zoran Janjetov’a
kadar çizgi-roman türünün en saygın sa-
natçılarıyla çalışmasıdır. Milo Manara ile
çalıştığı “Borgia”, Marmara Çizgi tara-
fından daha önce dilimize kazandırılmış-
tı. Moebius ile çalıştığı “L’Incal” serisinin
(Avant L’Incal ve Final Incal’da farklı sa-
natçılar söz konusu) ilk cildi “L’Incal
Noir” (1981) ise 2000 yılında İthaki Ya-
yınları tarafından “Kara Incal” adıyla ter-
cüme edilmiş fakat ne yazık ki serinin de-
vamı gelmemişti. “Bouncer”da ise bu se-
fer, “Face de Lune”da da birlikte çalıştı-
ğı François Boucq’un illüstrasyonlarıyla
karşılaşıyoruz. Boucq ise daha çok sürre-
al maceralar içeren çizgi-roman-
larıyla tanıdığımız bir isim (özel-
likle “Les Aventures de Jérome
Moucherot” serisi ile). Bu nedenle
harika bir eşleşme gibi duruyor.
KAN VE ÇAMURLA“Bouncer”, bilindik bir inti-
kam öyküsü olarak başlıyor: ailesi
katledilen ve sağ kurtulan bir
çocuk, intikamının peşine düşer
ve kendisini bu amaç için eğite-
cek bir ustayı bulur (yani Boun-
cer’ı). Yayımlanan ilk cildi taki-
ben ilerleyen ciltlerde öykünün çok daha
farklı noktalara gideceğini şimdiden be-
lirtmeliyim. Jodorowsky’nin bunun dışın-
da, klişeleşmiş hale gelen bir intikam öy-
küsünü, yarattığı birbirinden farklı ka-
rakterler ve düğümlerle az da olsa sürre-
al bir boyuta taşıdığını gözlemliyoruz. Bu
taşıma, okurun aklını kurcalamasın, çün-
kü öyküsünü geçirdiği planı, yani vahşi Ba-
tı’yı ise pek çok emsaline ders verircesine
ele alıyor. Onur kavramının pek ele alın-
madığı, Kızılderilileri veya kovboyları tek
tipleştiren, anti-kahramanlara ve çok yön-
lü karakterlere yer vermeyen bezerlerinin
aksine, “Bouncer”, vahşi Batı’yı tam da ol-
duğu gibi, kanın, çamurun, ölümün ve kao-
sun hâkim olduğu, kasvetli ve düzenbaz bir
tuzak haliyle ele alıyor. Ana hikâyenin bü-
tün masalsı yapısı içinde, iyilik peşinde ko-
şan tekdüze masal karakterlerine asla
izin vermiyor. Boucq’un çizimleri ise bu at-
mosferi harika bir şekilde yansıtıyor. Her
yerinden estetik fışkırıyor fakat çizimlerin
güzelliğinden ziyade asıl beğendiğim ren-
klendirmesi oldu. Özellikle seçtiği ve kul-
landığı renk paleti, hem günün saatlerin-
deki ışığı hem de iç mekân ışığını olduk-
ça olumlu yansıtıyor. Bunun da ötesinde,
özellikle 62. sayfa ilk kutuda iyice belirgin
hale gelen, görüş açısında harekete dahi
olanak sağlayan, mekânın altında karak-
terleri sömürmeyen, tersine, her hareke-
ti ve canlıyı da sahne planı ile kaynaştıran
bir uyuma yol açıyor. Çizgi-roman tut-
kunlarının, bu seriyi keşfedip, tükenmeden
koleksiyonlarına katmasını tavsiye edi-
yorum. “Borgia”da daha önce karşılaşıl-
dığı üzere, baskısı tükenince ve bulama-
yınca üzülme ihtimaliniz yüksek.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
M. SAL�H [email protected]
Çizgi-roman cephesinde yenilikler
Bouncer, Alejandro Jodorowsky ve François
Boucq, Marmara Çizgi, 120 s.
Alejandro Jodorowsky
“Acı Türkücü” bir ilk kitap, 1981 Aka-demi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü ka-zandırıyor sana. Genç bir şairsin ve zor birödülü kazanıyor, şiirin devlerinden övgüleralıyorsun. Seni o yaşta iyi şiirler yazmayayönelten birikimi nereden, nasıl aldığını an-latmanı isterim.
“Acı Türkücü”deki şiirler 12 Eylül ön-
cesinin karanlık, kaygılı, ölümcül yıllarında
yazıldı. O dönemin olaylarının içinde yaşa-
dım, gençlik örgütlerinde görev aldım ve
bunları yaparken şiirin içinden hiç çıkma-
dım. Çok iddialıydım, şiirlerim yayınlanın-
ca hemen farkedilsin istiyordum. Acele et-
medim. Kitap değil yapıt olsun istedim. Bir
de Türk şiiri, dünya şiiri dönemlerinden ve
kuramlarından haberdardım. Bütün bu
sonradan kazanılanları, çocukluktan beri ka-
zandığım derin dünyanın içinde düşünün-
ce belli bir birikimden söz edebiliriz.
ME�ELER�N KALP ATI�LARI “Acı Türkücü”de doğduğun, yaşadığın
yörenin belirgin izleri var. Bu; sadece doğaolarak, dağ, deniz, yağmur, bitki örtüsü ola-rak değil, “İnsan Manzaraları” açısındanda öne çıkıyor. Kitapta “Ben böyle ölümleriyazmak ister miydim hiç… Böyle şiirleri…”diyorsun peki bu şiirleri sana yazdıran neoldu?
Şu “insan manzaraları” de-
diğin var ya, işte benim için en
önemli, en büyülü söz. Sanat ta-
rihi doğrudan bir insan manza-
raları değil midir? Doğanın fış-
kırdığı, insanların dayanışma
içinde hayat mücadelesi verdiği
kalabalık bir evde geçti ilk ço-
cukluğum. Gülüşmeler, bağırtı-
lar, ağıtlar, sövgüler, dualar, tür-
küler, fısıltılar yayılan büyük bir
ev. Annem fındıklıklarda türkü
söylerdi. Tepelerdeki evlerden
duyulurmuş sesi: “Kıymet yine
türkü söylüyor!” der, oturup din-
lerlermiş. İnsanlar ile karayemişlerin, mısır
tarlalarının, dolunayla komar çiçeklerinin
arasında her mevsim, doğrudan bağlar var-
dı. Meşelerin kalp atışıyla bizimki birdi, ay-
nıydı. Her ikisi de coşkundu… Benim ku-
lağımda kemençe ezgileri olduğu kadar
“yurttan sesler” de vardı. Ölüm için değil,
yaşam için çınılanırdı her şey. Ama ben, olur
olmaz ağlardım da. “Acı Türkücü”deki
ölümlerin hepsi de yan yana yürüdüğüm
devrimci arkadaşlarımın, mezara kollarım-
da indirdiğim kardeşlerimin sesli resimle-
ridir.
Cemal Süreya’nın ünlü “Folklor şiiredüşman” sözünden hareket edersek, dil an-lam, anlatım, insan ve folklor çerçevesindeyöresel “türkü”ler söylüyorsun kitapta. Oyıllardan bugüne Hüseyin Haydar’ın şiirindeesen rüzgârla ilgili neler söylemek istersin?
Türküler başlı başına tarihsel bir yük-
sekokul. Modern şairin türkülerde akıl-
lanması, delilenmesi sonra arınıp temiz-
lenmesi gerekir. Bir nevi kırklanmak gibi.
Şair bu aşamadan geçecek. Cemal Süre-
ya’nin sözü bir tuzağa işaret ediyor. “Halk-
bilimi yapıtlarının özgül ağır-
lığı o kadar yoğundur ki sizi
kendine çeker, edilginleşti-
rir,” demek istiyor olabilir!
Acı Türkücü, türküleri bilip
söyleyip sonra onları unutan
ve dönüp kendi türküsünü
söylemeyi deneyen şairin
kitabıdır. Bugün şiirimde
hangi rüzgar esiyorsa, bu-
nun esintileri kırk yıl önce-
sinden havalanmıştır. Tu-
tarlıdır. Bağlandığım da-
marın dışına hiç çıkma-
dım, ama arayışı da elden
bırakmadım.
Hüseyin Haydar’ı “ZorGünlerin Şiirleri”nde bir savunman, birmuhalif, bir tutanakçı, ülkenin nabzınıtutan bir şair olarak görüyoruz. Günlükolayların yaşanılan baskıların, siyasal da-yatmaların karşısında onca insana sahipçıkma bilincini geliştiriyorsun. Şiirlerindenhareket ederek şairin toplumsal görevini ye-niden tanımlayabilir misin?
Özdemir İnce bir televizyon progra-
mında buna vurgu yaptı. “Hüseyin Haydar,
bu şiirleri bütün şairler adına, bizim adımıza
yazıyor,” dedi. Sağolsun. Bu söz, usta bir şai-
rin yüce gönüllü duruşunu gösterir. Olayların
ortasındaysanız orada size de bir görev
düşer. Doktor, mühendis, siyasetçi, hukuk-
çu, işçi, çiftçi vs. ya da şair. Doktor nasıl ya-
ralının yanını koşuyorsa, şair de aynı hızla
yaralının başında olmalıdır.
MESELE HANG� POL�T�KA Şair politikanın neresinde olmalıdır?
Şairler diğer sanatçılar gibi durmaksızın
kendi dillerinde ideoloji üretir. Yani sanatın
kendi kuralları, estetik zorunlulukları içinde.
İdeoloji yoksa politika da yoktur. İdeoloji ka-
rışıksa politika karmakarışıktır. Politikalar bel-
li ideolojilerin uygulayım alanlarıdır. Mese-
le politik olmanın ötesinde, “hangi politika”
meselesidir. Sanat yapıtları kafaları karıştır-
mak için değil, bellekleri canlandırmak için
ortaya konulur. Şair, ideolojik ve politik do-
nanımıyla, toplumsal mücadelenin hedefine
yönelik mevzilenir… Engels bir eleştiri mek-
tubunda şöyle diyor: “Tragedyanın babası
Aiskhylos ve komedyanın babası Aristofones,
ikisi de, çok partizan şairlerdi. Dante ve Cer-
vantes de partizanlıkta onlardan geri kal-
mamışlardır.” Politikanın yani siyasetin sa-
vaşla süren bir mücadele biçimi olduğu dü-
şünülürse şiir, bütün süreçlerde onunla aynı
süreci paylaşmıştır.
Güncelin şiirini yazarken şairi bekleyentuzaklar nelerdir? Sen bu konuda neyi, na-sıl yapıyorsun?
Şiiri bir enerji patlaması olarak düşü-
nürsek, benim için o etkin “üç faz”dan olu-
şur. Bu “üç faz” bir araya geldiğinde sana-
tın güneşi parlar, tuzaklar bozulur. Nedir
bunlar? 1- Kişisellik, 2- Yersellik, 3- Ev-
rensellik. Bu unsurlar birbirinin önüne geç-
meden, bir arada iç içe geçerek birbirini ta-
mamlayarak şiiri başarıya ulaştırır, şiire
dayanıklılık kazandırır. Kişisel olan bizim algı
ve tepkilerimizin toplamıdır. İçinde yaşa-
dığımız, bireyi olduğumuz toplumsal ger-
çeklik içinde şair, bütün ağırlığıyla üstünde
diklendiği toprağın ekonomik, kültürel,
sosyal, siyasal vs. yer çekimine bağlıdır.
Sonra da insanlığın evrensel değerlerine (acı,
hüzün, sevinç, korku, sevgi, fedakarlık,
adanma vb.) bağlıdır. “Acı” duygusunu ele
alırsak, bu duygunun önce kişisel olarak gün-
celin içinde yaşanması zorunludur. Ardın-
dan kişisel duygunun yerel karakterinin ve
evrensel (insanlığa ait) boyutunun olması ge-
rekir.
BUGÜNÜ BEL�RLEYEN TAR�H “Doğu Tabletleri” tarihe uzun uzun
gönderme yapıyor. Bu kitabı yazarken“ders”ine nasıl çalıştın?
“Acı Türkücü”den başlayarak ben ne
yazdıysam, büyük ölçüde olgusal durumlar
üzerine yazdım. Bu olgulara kendi kişisel ya-
şamımdaki olaylardan ulaştım. “Doğu Tab-
letleri”nde olgulaşan sorunsal, insanlığın, ya-
şadığım çağda, yaşadığım toplumda, algı-
layabildiğim coğrafyadaki özgün mücade-
lesinin tarihsel gereğidir. Geçmiş, bütün ola-
naklarıyla bugün için vardır. Tarih “bugün”
işe yararsa tarihtir. Bugüne (sonsuz bugü-
ne) müdahale etmeyen tarih “bilgisi” beni
ilgilendirmiyor. Çözüm masasını tarihin
içine kuruyor, bütün ataları oraya katkı yap-
maya davet ediyorum. Hiçbiri “işim var ge-
lemem!” demiyor.
Şiirinde “Türklük” bilinci tarihsel kö-kenlerinden itibaren irdelenirken Doğuve Ortadoğu’daki halklara da selam gön-deriliyor. Şiirlerindeki kurgu bir yana,seçtiğin sözcükler okur için imge tufanı ya-ratıyor. Biçime özü doldururken gözettiğingerçek ne oldu?
Nazım Hikmet şöyle diyor: “Ben bir in-
san, / ben Türk şairi Nazım Hikmet ben /
tepeden tırnağa iman / tepeden tırnağa kav-
ga, hasret ve ümitten ibaret ben.” Ben de
aynı yüksek bilinçle, Türk şairi olarak
kendimi ortaya koyuyorum. Bunu yapar-
ken, yaşadığım dönemin, insanlık isyanının
merkezinde olmak istiyorum. O merkez-
de bir örgüt var. Sanki onlar yıllarca benim
için çalışmışlar ve sanki ben yıllarca onlar
için çalışmışım. Buluşmuşuz. İsyanın bey-
nine sökün eden söz varlıklarını ayırım yap-
madan, hurafeye kapılmadan bağrıma ba-
sıyorum. Yeni bir gerçeklik gözettiğimi söy-
lesem fazla mı ileri gitmiş olurum... Ancak,
benden önceki büyük şairlerin ruhları et-
rafımda dolaşır çoğu zaman ve garip, bü-
yülü bir gözaltı yaşarım. Sonra onlar kay-
bolur, kendime geldiğimde neredeyse on-
ları unuturum ve ataların yüzünü kara çı-
karmayacak imgeler ararım. Yeni bir bi-
reşim, yeni bir gerçeklik biçimidir belki de
ardına takıldığım.
AHMET ÖZER
22 �UBAT 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Sözcükleriyle imge tufanlarıyaratan şair: Hüseyin Haydar
Acı TürkücüAl gökyüzü sakla bu anıları
Hüseyin Haydar
Kaynak Yayınları 88 s.
Hüseyin Haydar ve Ahmet Özer
“Keşke bizler de, bugüne kadar kör
bir kurşunla veya hain bir mayınla şehit
düşseydik de, bu günleri görmeseydik. Ne
çare ki; kaderde bunları yaşamak da var-
mış…”
Ergenekon, Odatv ve Balyoz davala-
rı tutuklularının külliyatına yeni bir eser
daha eklendi. Balyoz davasından Has-
dal’da tutuklu bulunan ve 16 yıl hapis ce-
zasına çarptırılan Kurmay Albay İkrami
Özturan, hukuksuzlukları, tanıklıkları
kısacası bütün yargılanma sürecinde ya-
şadıklarını bir kitapta topladı. Kitabının
adını “akrostiş tekniği”nden ya-
rarlanarak oluşturmuş; “El-
birliğiyle Vatanında Esir
Düşürülen Askerler” yani
ELVEDA.
Hikâyesini ise şöyle an-
latıyor:
“Tutuklandıktan bir ay
sonra, Hasdal Cezaevi avlu-
sunda volta atarken, o gün-
kü durumumuzu özetlemek
için benzer sözcükler ifade
etmiştim. Durumumuzdan
bahsederken, biraz da kız-
gınlıkla olsa gerek!”.
SAVCININ YÜZEOKUYAMADI�IKARAR
Kitabın yazımına, topluca tutuklan-
dıkları 11 Şubat 2011 günü Silivri mah-
keme salonunda başlamış Özturan ve ka-
rarın açıklandığı 21 Eylül 2012 günü ta-
mamlamış.
Bir yandan yaşanan süreci anlatırken
diğer yandan da kendisi gibi esir düşen
bazı subaylarla yaptığı röportajlara yer ve-
riyor. Jandarma Kurmay Albay Mustafa
Önsel, Kurmay Albay Cengiz Köylü,
Deniz Piyade Kurmay Albay Mücahit
Erakyol, Piyade Kurmay Albay A. Rıza
Sözen ve tutuklandığı günden beri kim-
seye röportaj vermeyen Orgeneral Bilgin
Balanlı. Balanlı Özturan’a verdiği rö-
portajın bir bölümünde şunları söylüyor:
“Savcı tutuklama talebiyle mahke-
meye sevk kararını yüzüme karşı söyle-
medi. Böyle bir hukuksuzluğun ve hak-
sızlığın mağdur edilen insanların yüzüne
karşı ifadesi çok zor olsa gerek. Kâtibi va-
sıtasıyla avukatlarıma haber göndererek
kararı iletti.”
Bunun dışında Yeni Akit yazarı Ab-
durrahman Dilipak’a yazdığı ancak, yol-
lamadığı mektubu da yayınlamış Özturan.
HASDAL MÜZ�K GRUBUİlginç çeşitli istatistiksel bilgiler ve-
riliyor kitapta. Balyoz’a giden süreç
2001-2010 ve 2010-2011 olmak üzere iki
bölümde günü gününe aktarılıp, gözler
önüne seriliyor. Sanıkların sayısı, statü-
leri, rütbe dağılımı, görevleri vb. aktarı-
lırken; darbederler, hukuk gazileri de an-
latılıyor.
Günlük yaşama ilişkin
bazı ayrıntılara da değiniyor
Özturan. Zamanı nasıl ge-
çirdikleri sorusuna yanıt
veriyor. Tutukluları spor-
cular, kitap kurtları ve aka-
demisyenler, ehli keyifler
diye üç ana grupta toplu-
yor. Ve müzisyenler… Gi-
tar, klavye, bağlama, sak-
safon, akordeon, yan flüt,
ney, ud gibi enstrüman-
lardan oluşan Hasdal
Müzik Grubu…
Teğmen M. Ali Çele-
bi’nin tahliye edildiği
günü ise “150 kişi onu
heyecan, sevinç, gurur
ve dualarla uğurladı. Duygulananları
görünce ‘O Hasdal’ın rütbece en küçük
ama yüreği en büyük tutuklusudur’ de-
dim” sözleriyle anlatıyor.
Bazı bölümlerine değinmeye çalıştı-
ğımız kitabı için “Hasdal Dam Üniver-
sitesi’nde halen tahsil görmekte olan
çaylak bir öğrencinin ilk denemesidir” di-
yor İkrami Özturan.
Bana sorarsanız bu “çaylak öğren-
ci”nin doktora tezi kıvamında, ama bir
solukta okunup bitirilen kitabını mutla-
ka okumalısınız.
*16. yüzyıl sonlarında Fransız ve Yu-nan yazarlar tarafından kullanılan ve or-jinali “acrostic” olan bu teknik kelimele-rin baş veya son harflerinden yararlana-rak, başka anlamlı bir kelime üretmek esa-sına dayanıyor.
�ENOL Ç[email protected]
Elvedaİkrami Özturan
Bilgi Yayınevi520 s.
Hasdal’da tutuklu bulunan Kurmay Albay�krami Özturan, hukuksuzluklar�, tan�kl�klar�
k�sacas� bütün yarg�lanma sürecindeya�ad�klar�n� bir kitapta toplad�
Mutlaka okunması gereken bir kitap
Keder kocaman, karman çorman
bir şey. Paylaşılması kolay, ama anla-
şılabilmesi neredeyse imkânsız. Hele
seni gerçekten anlayabilecek tek in-
sansa kaybettiğin, 358 sayfa bile yet-
mez içini dökmeye. İyisi mi, bir mek-
tup yaz sevgiliye, bir şişenin dibinde
yolla denize. Biri bulur diye...
Ünlü roman yazarı Francisco
Goldman ilkini yap-
mayı tercih etmiş, eşi
Auro Estrada’nın kay-
bını sayfalara sığdır-
maya çalışmış. 2011 Fe-
mina En İyi Çeviri Ro-
man Ödülü’nü alan ki-
tabı bizim için Sevinç
Kayır çevirmiş, Kolektif
Kitap da yayımlamış.
Aura Estrada ve
Francisco Goldman
Ağustos 2005’te Meksi-
ka’da evlenmişler. Evli-
liklerinin ikinci yılında,
gecikmiş balaylarını kut-
ladıkları sırada, Aura
korkunç bir sörf kazasın-
da, boynu kırılarak, ölmüş. “Kade-
rinde yazılı olmak… Acaba benim
Aura’nın hayatına girmem de kade-
rinde yazılı mıydı, yoksa bana ait ol-
mayan bir alana izinsiz girerek onun
önceden belirlenmiş yolunu mu de-
ğiştirmiştim?” Böyle demiş Gold-
man, Aura’yla evliliğini, onun tutku-
lu kişiliğini ve kendi kederini anlattığı
“Sevgiliye Veda”da.
Ölümle nasıl başa çıkılır? Ölen
için çok zor olmasa gerek; peki yas
tutmak zorunda kalan için? İntiharı
düşünmek bir çözüm mü? Goldman
öyle olmadığını düşünmüş olmalı ki,
ölüp öldürmek yerine “Sevgiliye
Veda”yı yazmaya başlamış ve adeta
hayatının aşkını yeniden hayata dön-
dürmüş.
UMUT VAAT EDEN YAZAR "Belki de hafızaya gereğinden faz-
la değer veriliyordur. Belki de unut-
mak daha iyidir. (Unutuşun Pro-
ust’unu getirin... onu hemen okuya-
yım.) Tüm bu hatıraları canlı tutma-
ya çabalarken, bazen kendimi yüz
binlerce kristal küreyi aynı anda ha-
vada döndürüyormuşum gibi hisse-
diyorum. İçlerinden biri yere düşüp
paramparça olduğunda, içimde baş-
ka bir çatlak beliriyor, es-
kiden olduğumuz şeyin
bir parçası daha onun içi-
ne düşerek sonsuza dek
kayboluyor."
Aura Estrada umut
vaat eden bir yazarmış.
1977’de Meksika’da do-
ğan Estrada, yalnız bir
anne tarafından büyü-
tülmüş. Columbia Üni-
versitesi’nde İspanyol
Dili üzerine doktora
yapmak için Amerika
Birleşik Devletleri’ne
taşınmış. Sayısız İspan-
yolca inceleme ve kısa
öyküleri yayımlanan
Estrada İngilizce de yazma-
ya başlamış – bu dilde ilk çalışması öl-
meden bir ay önce “Boston Revi-
ew”da yayımlanmış.
Sonra kendinden yaşça büyük bir
adama âşık olmuş. Belki de Aura’nın
ailesinin kızlarının ölümünden Gold-
man’ı sorumlu tutmalarının sebebi en
başından beri -aralarındaki yaş far-
kından dolayı- kızlarının bu adamla
evlenmesini istememeleriymiş.
“Aura.
Aura ve ben
Aura ve annesi
Annesi ve ben
Bir sevgi-nefret üçgeni ya da her
neyse
Mi amor, bu olanlar gerçek mi?
Où sont les axolotls?*”
Ölümle nas�l ba�a ç�k�l�r? Ölen için çok zorolmasa gerek; peki yas tutmak zorunda kalan
için? �ntihar� dü�ünmek bir çözüm mü?Goldman öyle olmad���n� dü�ünmü� olmal�
Kederle başaçıkabilir misin,
kaderle?
MELİS YALÇIN
Aydınlık KİTAP 22 �UBAT 2013 CUMA 11
Sevgiliye Veda, Francisco
Goldman, Kolektif Kitap,
Çev: Sevinç Kayır, 360 s.
Rüştü Onur, 22 yaşındaveremden ölürken büyükolasılıkla böylesianımsanacağını hiçdüşünmemişti. SalahBirsel’in, Rüştü Onur’unşiirlerini kitap halinegetirmesinin ardındanşimdi de mektupları, elyazısı şiirleri, özelfotoğrafları gibi pek çokbelgenin bulunduğu önemliçalışması “BilinmeyenMektupları ve Şiirleri-Mektubun Avcumda”Kaynak Yayınları ilk kez biraraya getiriyor. Hoş birrastlantıylaYılmazErdoğan’ın son filmininRüştü Onur’un kısacıkhayatı ve Mediha’ya olanderin aşkını anlattığı“Kelebeğin Rüyası” da butabloyu tamamlıyor. Yılmaz Erdoğan’ın kitabayazdığı önsözü sizlerlepaylaşıyoruz.
22 �UBAT 2013 CUMA Aydınlık KİTAP12 KAPAK
Rüştü Onur, genç ölümüyle 1940’la-
rın başından bu yana Türk şiir dünyası-
nın ilgi alanı içinde olmuştur. Arkadaş-
ları Salâh Birsel, Necati Cumalı, Oktay
Rifat ve gene kendisi gibi genç ölen Zon-
guldaklı arkadaşları Muzaffer Tayyip
Uslu, Kemal Uluser ve gene Zongul-
dak’tan edebiyat öğretmeni ve şair ar-
kadaşı olan Behçet Necatigil, onu ede-
biyatın gündeminde tutmuşlardır hep.
Şair, oyuncu, yönetmen Yılmaz Erdoğan
“Kelebeğin Rüyası”yla Rüştü Onur’u bir
kez daha gündeme getirmiştir.
Salâh Birsel’in Rüştü Onur için “1940
yılında Rüştü’yü tanıdığım vakit o, şiir
devleriyle olan savaşına çoktan başla-
mıştı. Yenilmemek için elden geleni ya-
pıyor, şiirin sırtını yere getirmek için sağ-
lığını bile savaş meydanına sürmekten çe-
kinmiyordu,” diye yazar.
S. Birsel’le pek çok şeyi paylaşmıştır
ama, önce şiiri! Yenilikleri anlama, sez-
me konusunda yetenekli bir gençtir
Rüştü. Has şairlerin hepsinde vardır
bu.
“Mektubunuzu ve Orhan Veli’nin
“Garip” adlı eserini aldım. Bugün benim
için bayram oldu. “Garip” çok güzel. O,
benim kitabım oldu. Ve
ben onu parasız herkese
dağıtmak gibi bir his du-
yuyorum. Bir gün li-
manda ve istasyonda ku-
cağımda bir yığın “Ga-
rip” olduğu halde bekle-
sem. Ve yeni çıkan yol-
culara, bu şehrin insanla-
rını tanımaları için birer
tane versem. Ondan her-
kes de olsa. (…) Evet ar-
tık ben Garip’im. Süley-
man Efendi’yle akrabalı-
ğımız anadan geliyor,” diye
yazar Salâh Birsel’e.
FEDA�LERMANGASI
Benim asıl söylemek is-
tediğim, Rüştü Onur’un
genç ölümüyle yarım kalan şarkısı üze-
rinedir. Yetenekli, atılgan ve içli bu ruh-
la, çok daha derinlikli ve toplumsal izlekli
şiirler yazabilirdi. Ruhunda, zihninde var
olanı bütünüyle açmaya ömrü yetme-
miştir. Yirmi iki yıllık ömrünün üç-beş yılı
zaten hastalıkla pençeleşerek geçmiş;
sevdiği kızla evliliği bile, eşinin ölü-
müyle erkenden bitmiş ve kendisi de pe-
şinden ölmüştür!
1940’lar bütün bir
dünya için olduğu ka-
dar Türkiye için de
önemli yıllardır. Alman
faşizmi, doğusu-batısı,
kuzeyi-güneyiyle kıta
Avrupa’sını kasıp ka-
vurmakta; insanlık İlk-
çağ’dan bu yana gör-
düğü vahşetin en ağı-
rını yaşamaktadır.
Türkiye bu savaşın dı-
şında görünse de, Hit-
ler (Führer) orduları
Yunanistan’a çoktan
inmiş, Balkanlar’ı
çoktan pençesine al-
mış ve Edirne sınırı-
na kadar dayanmış-
tır. Genç Cumhuri-
yet, cepheye asker sürme-
mişse de yorgun ve yoksuldur. Birinci
Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış bir
halk, Batılı akbabalar tarafından pa-
ramparça edilmiş bir ülke. İşte bu nok-
tada “Kurtuluş Savaşı” başlamıştır. Yok-
sul ve yorgun Anadolu çocukları yeni ve
daha çetin bir savaşın çağrısını ruhla-
rında, zihinlerinde duymuşlardır. “Cum-
huriyet” külünden doğan bir ‘anka’dır!
Genç Cumhuriyet’in şairleri, yazarları,
dünyada olup bitenin içindedirler. Nâzım
Hikmet şiirlerinde bütün alanlarıyla iş-
lemiştir İkinci Dünya Savaşı’nı örneğin.
Yeniden Rüştü Onur’a dönecek olur-
sak: 1940 kuşağı geniş bir yelpazedir.
Türk şiirinde bir yanda Garip (Birinci
Yeni), öbür yanda, toplumcu, devrimci
şairler topluluğu. Attila İlhan’ın “Fe-
dailer Mangası”, Mehmed Kemal’in
“Acılı Kuşak” dediği şairler. Enver Gök-
çe, Ahmet Arif, Niyazi Akıncıoğlu, At-
tila İlhan, Arif Damar, Şükran Kurdakul
ve elbette Rıfat Ilgaz, A.Kadir, Hasan
Hüseyin.
Rüştü Onur, Salâh Birsel’e yazdığı
mektupta, “Süleyman Efendiyle akra-
balığımız anadan geliyor” derken, ken-
di dışında olup bitene de baktığını du-
yurur bize. “Dört Yol Ağzı” adlı şiiri
önemlidir. Bu şiir bende her şiirinden
daha fazla burukluk bırakır:
“Dört yol ağzına oturmuşumMektup yazıyorum isteyene.İnce belli bir kapatma, Hovardalığından şikâyetçi dostunun.Sarışın bir kadın,Mektup bekliyor askerdeki kocasından.İşçi karısından şikâyetçiGarson patronundan.Ve bütün insanlarınderdi bana düşüyor
LEYLA �AH�N
Turnalar birlikte uçarEŞİ MEDİHA HANIM’A YAZDIĞI MEKTUPLARI VE ŞİİRLERİ İLE “RÜŞTÜ ONUR”
Mektubun Avcumda
Hazırlayanlar: Leyla Şahinİbrahim Tığ
Kaynak Yayınları
14 Şubat 2013 (tarihe bak sen!)Sevgili Rüştü ve Mediha…
Sizinle yedi yıl önce başlayanöykümüz şimdi bir film oldu veben size bu mektubu filmin ga-lasından bir hafta önce -bir lap-top bolluğu içinde- yazıyorum.
Mektuplara ve şiirlere sığdı-rılmış kısa ömrünüz ve büyükaşkınız için yapılan bu filmde ça-lışan tüm arkadaşlarımın sizeçok selamı var. (Bilhassa Farah ileMert’in tabii)
Siz ve biz artık ebediyen ak-rabayız.
Ben bir senarist olarak, ger-çeğin tamamının anlatılamaya-cağını bilerek, “başınıza gelenle-ri” araştırarak ama daha çok ru-hunuzun başına gelenlere odak-lanarak yedi yıl geçirdim. (Bu ara-da öykünüzün “çarpıttığım” bö-lümleri için beni anladığınızı ve
bağışladığınızı biliyorum.)
Şimdi mektuplarınızın kita-plaştığını görmek, sizin ulaşmakistediğiniz insanlara ulaşmanızasebep olmak, bütün bunlar çokgurur verici ama daha da önem-lisi biz, yani bütün film ekibi
… size âşık olduk.
Muzaffer ve Suzan’ın (ve tabiiBehçet Hoca’nın) tanıklığındamaceranızı ve aşkınızı anlatır-ken size sevdalandık, aşkınızaâşık olduk.
Şimdi gerçek öykünüzü öğ-rendikten ve bir düş bahçesindeyeniden yaşadıktan sonra hepimizşapkamızın altında sessiz ve ağ-lamaklıyız.
Sizin hüznünüz bizi ağlatıyorama üzmüyor.
Umutlu bir keder.
Pamukçukların ve şehirlerinkıymetini hatırlayan bir keder.
Belki de siz-den özür diliyo-ruz bu film yo-luyla.
Mektubumason verirken Ke-lebeğin Rüyasıfilmini de, genççiftimize çok ge-cikmiş bir düğünhediyesi olarakkabul etmenizidiliyorum.
Sizi seviyo-rum.
Sizi çok sevi-yorum.
Arkadaşınız Yılmaz…Önemli Not: Sevgili Muzaffer’e de çok çok
selam ediyor, bu vesileyle üçü-nüzü de yeniden kucaklıyoruz.
“Kelebeğin Rüyası Film Eki-bi”
Ve tabii Behçet Hocamızada…
Usta’ya söyleyin; hâlâ solgunbir gül oluyor, dokununca.
Saygılarımla
KAPAK Aydınlık KİTAP 22 �UBAT 2013 CUMA 13
Akşam olunca…”
Bu şiiri yirmi yaşında yazan bir
şair, şiirini daha başka yerlere ta-
şıyabilirdi. “Kenar Dilberi”
adlı öyküsüne bir göz ata-
lım:
“Onu seviyordum,
ama sadece seviyor-
dum. O bunun farkına
vardığı gün boynuma
sarılmış beni “öpmüş-
tü” Kedi gibi sokul-
muştu bana. O zaman
ben hiçbir şey söyleme-
miş, sadece içimden ona
karşı ömrüm boyunca unu-
tamayacağım bir sıcaklık duy-
muştum.
Şimdi ben bir kenar mahallenin bir
kenar dilberini seviyorum. Ben bir
fabrikada çalışıyorum. Çalıştığım fab-
rika denize karşı, yarın fabrikadan
döndüğümde koltuğumda kar gibi iki
somun ekmek olacak. Bakkala, kasa-
ba uğrayacağım. Ocağım yanacak. Ve
artık şu örümcekli dört duvar arkasında
bunalıp kalmayacağım.”
Şair düzyazıda da yeteneklidir; ama
bunu daha iyi anlayabilmek için, Me-
diha Sessiz’e yazdığı mektuplara bak-
mak gerekir. Orada, şairin as-
lında şarkısını tamam-
ladığını görebilirsi-
niz. Şairin eşine
yazdığı mektup-
lar okunmadan
Rüştü Onur’u
ve dünyasını
bütünüyle an-
lamak müm-
kün değildir.
R ü ş t ü
Onur üzerine,
1990’ların başın-
dan bu yana düşü-
nüyorum. Salâh Bir-
sel, Arif Damar, Ahmet
Necdet’le de konuşurduk zaman za-
man. Şimdi üçü de yok!
Rüştü Onur için 1990’ların başında
ilk yazımı yazdım: Şarkısı Yarım Kal-
mış Bir Şair. 2010-2013 arasında iki yazı
daha yazdım (Biri İbrahim Tığ’ın Rüş-
tü Onur adlı kitabında yer aldı) Ayrı-
ca, Rüştü Onur’u anma etkinlikleri için-
de açık oturumlara, panellere katıldım.
Şairin 70. ölüm yıldönümünde bir pa-
nel yönettim, bir oyun yazdım. Lirik ve
Hüzünlü bir Hayat: Rüştü Onur adlı
oyun, Devrekli tiyatrocularca sahne-
lendi. Farklı zamanlarda ve farklı ka-
nallarda iki kez Rüştü Onur üzerine ko-
nuştum. Ayrıca Sanat Cephesi’nde
Hüseyin Haydar’la 45 dakika Rüştü
Onur’u konuştuk. Asıl şunu söylemek
istiyorum: Rüştü’nün eşine yazdığı
mektuplardan sonra daha başka bir
Rüştü Onur var bende. Avcumda Mek-
tubun bana çok şey söyledi ve İrfan Yal-
çın’ın İlkyaz Ölümleri’yle birlikte okun-
malı bu kitap.
B�R K�TABIN H�KAYES� Avcumda Mektubun’u Sabahat
Sessiz Hanımefendi’ ye borçluyuz.
Mektupları, şiirleri, fotoğrafları sak-
layıp edebiyat tarihimize kazandırdığı
için kendi adıma ve Türk Şiiri adına te-
şekkür ederim kendisine.
Bu güzel kitapta benim katkı payım
çok azdır. Sabahat Sessiz, dosyayı bana
ve İbrahim Tığ’a teslim etti. İbrahim,
aylardır ilgiliydi bu dosyayla, önemli
çaba sarf etti. Sabahat Hanım, “Leyla
Şahin’ de olursa veririmdosyayı” dediği
için, halen yönetiminde olduğum Tür-
Yetenekli,at�lgan ve içli buruhla, çok daha
derinlikli ve toplumsalizlekli �iirler yazabilirdi.Ruhunda, zihninde var
olan� bütünüyleaçmaya ömrüyetmemi�tir
Sevgili Rüştü ve Mediha…Yılmaz Erdoğan’ın “Mektubun Avcumda” adlı kitaba yazdığı önsöz
22 �UBAT 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP KAPAK
Ülkeleri ve toplumları derinden etkileyen birçok has-
talık gibi verem de sanat ve edebiyatın ele alıp iş-
lediği konulardan oldu. Eski çağlardan beri bir sa-
natçı hastalığı kabul edilen melankolinin da-
yanağı, en somut haliyle veremde anlamını bul-
du. Veremliyi duyarlı, yaratıcı ve naif kabul
eden 19 ve 20. yüzyıl (ilk yarısı) edebiyatı(…)
melankolik, naif kahramanlarla doludur.
Moliere, Keats, Charlotte Bronte ve Franz
Kafka veremden ölen yazarların ilk akla ge-
lenleri. Lord Byron, Guy de Maupassant,
Schiller, Çehov, Chopin, R.Loui Stevenson ile
D.H.Lawrence, Albert Camus, Panait Istrati, John
Reed, Paul Éluard, Maksim Gorki ise bu hastalı-
ğa yakalananlardan bazıları.
Bizde ise verem ilk kez Abdülhak Hamid’in 1886’da yaz-
dığı “Finten” adlı tiyatro oyunuyla edebiyatımızdaki yeri-
ni aldı. Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul” romanında
bu hastalıktan ölen başkahraman Adnan dışında bir kaç ve-
remli kahraman daha vardır. Mahmut Yesari, Cahit Sıtkı,
Peyami Safa, Memet Fuat ise edebiyatımızda hayatının bir
döneminde vereme yakalanmış yazar ve şairlerden bir
kaçı. Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu, Kemal Uluser ve-
remin “1 numaralı ölüm nedeni” olduğu yıllarda göz göre
göre hastalığa kurban giden üç genç ve güzel şairimiz.
İrfan Yalçın son kitabında (İlkyaz Ölümleri) bu üç şai-
rin vereme ve ölüme şiirle ve sevgiyle karşı koyuşlarını an-
lattı.
(MECİT ÜNAL, 17 Ocak 2012 Aydınlık)
Şiirle ve sevgiylekarşı koyuş
SalâhBirsel, Onur için
“1940 y�l�nda Rü�tü’yütan�d���m vakit o, �iir
devleriyle olan sava��na
çoktan ba�lam��t�. Yenilmemek
için elden geleni yap�yor, �iirin
s�rt�n� yere getirmek içinsa�l���n� bile sava�
meydan�na sürmektençekinmiyordu,” diye
yazar.
Rüştü Onur’un Zonguldak’taki evi
kiye Yazarlar Sen-
dikası’nın büro-
sunda teslim etti
dosyayı. Yazarlar
Sendikası’nı bu-
luşacağımız yer
olarak Sabahat
Hanım belirle-
di. Kitapta adı-
mın olmasını
da kendileri ve
yayınevi istedi-
ler. Leyla Şa-
hin imzasının
b u l u n m a s ı
koşuluyla ba-
sıldı kitap. So-
nuçta kitap
Rüştü Onur’un-
dur. İbrahim’le ben dos-
yayı teslim alan şairle-
riz.Büyük bir sabır ve
özenle mektupları 70 yıl
saklayan, Mediha Ha-
nım’ın kız kardeşi Saba-
hat Sessiz’indir. Rüştü
Onur’a sahip çıkan Dev-
reklilerin, Rüştü Onur Sa-
nat ve Kültür Derne-
ği’nindir. ROSAK’ın ku-
rucuları ve halen yöne-
timde olan değerli insan-
ların, Dernek Başkanı
Avukat H.Yusuf Öztürk
ve değerli Devrek Beledi-
ye Başkanı Mustafa Se-
merci’nin tasarrufunda
olabilir ancak. İbrahim
Tığ da ROSAK bünyesin-
de bir insan olarak telif
ona da uygundur diye dü-
şündüm. Ben Leyla Şa-
hin olarak yayınevinin ver-
diği telif sözleşmesini ka-
bul etmedim, imzalama-
dım; böyle bir beklentim
olamaz. Ben sadece de-
ğerli bir insanın, Sabahat
Sessiz ‘in isteğini yerine
getirdim. Bu zarif ve kül-
türlü Hanımefendi mek-
tupları saklamakla hepi-
mize kederli bir güzellik
sundu zaten. Konuyu Hü-
seyin Haydar’la paylaş-
tım. Kaynak Yayınları’nın
yönetmeni Sadık Usta ki-
taba büyük özen göstere-
rek çalışmaya koyuldu.
Rüştü ile Mediha iki
turna olup göçtükleri yer-
den geri döndüler bize
böylece!Mediha ve Rü�tü Onur’un evlilikcüzdan�
22 �UBAT 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Sessiz yaşam manzaralarıGörece geç tanıştım onunla. Masalla
gerçeğin iç içe geçtiği, zamanın dıştala-
nıp mekânın yok edildiği ve merkezinde
acının olduğu öykülerini geç okudum.
Acıydı evet; bu topraklarda, yüzyıllardır
yaşanan ve üzerine konuşulmaya çeki-
nilen, hep bastırılarak yüreklerde büyü-
dükçe büyüyen öykülerdi yazdıkları.
Onun öykülerinde sevgi vardı.
Bütün çıplaklığıyla insan vardı. Kadın
vardı: bastırılmışlığı, ötelenmişliği, yok
sayılmışlığıyla kadın. Töre vardı mesela;
bugün anlamı bilinmeden üzerine uzun
uzadıya tartışmaların yaşandığı olgu,
tüm vahşiliğiyle gözlerimizin önün-
deydi. Ete kemiğe bürünmüş masallar,
kendini bundan belki yüzlerce yıl sonra
duyacak kulakları arıyorlardı. Belki de
Nietzsche’nin “Deccal”de avaz avaz ba-
ğırarak anlatmaya çalıştığı en azlar
vardı. Öldükten sonra doğanlar, zama-
nın ve zamansallığın ötesin-
den haykırarak tiz ve kısık
seslerini duyurmaya çalışırlar
günümüz okuruna.
SÖZÜN DEL��MENDEV�NGENL���
Kolay değil çöllerin, son-
suz denizlerin, kadınların,
lisan tamircisinin, kocası öl-
mesin diye bedeni toprağın en
dibine kadar köklenen kadının
hikâyesini, Sitare’nin öykü-
sünü, kaçakçı Samet Ağabey’i,
Yezidiler’i, mayınları, Af-
sun’u... Dedesi yaşlı bir arkada-
şını buhran anında öldürdü
diye zorla götürülen; zamanla
bir kadına dönüştürülecek ko-
caman yürekli bir kızı anlatmak
kolay değil.
Yazı belirli kurallar gerektirir çünkü;
anlatılmış ya da anlatılmamış masalları
önceden belirlenmiş sistemlere hapse-
der; sözlü kültürün delişmen devingen-
liğini yitirmesine sebep olur; tonlamayı,
jest ve mimikleri geri plana atarak ma-
salı ya da öyküyü bir parşömene, kil tab-
lete, kâğıda ya da bilgisayar ekranına
hapseder. Edebiyatın sürekliliği ve de-
vingenliği içerisinde görece kısa metin-
ler olan öyküler, bu anlamda yazılması
en zor metinlerdir. Belirli bir birikim ge-
rektirir öykü. Niceliği bir anlamda kısıp
niteliğe ağırlık vermeyi gerektirir. Yazı-
nın o kahredici hapsediciliği içinde olay,
durum ve kahramanları sonsuz bir
uzamda uçurabilmeyi gerektirir. Bu da
yazarın hüneriyle doğrudan ilişkilidir.
Bu yüzden tüm yazınsal metinlerde ol-
duğu gibi öykü-
lerde de metin ya-
zıyla doğrudan
içkindir.
MASALLARN��NANLATILIR?
“Sen kâğıdın
sesine fütursuzca
kulak kabartan
okur… Bilmeli-
sin ki bu satırların yazanı bir
kadındır. Elinde tuttuğun sayfaya, kale-
min kondurduğu işaretler, bir kadının
avaz avaz bağıran avuçlarında kaynıyor.”
Bu satırlar Kâğıt Gemiler’in ilk sayfala-
rından alındı. Bir kadının elinden çıkan
hüzünlü öykülerin anlatıldığı öyküle-
rinde Çelik, kâğıt gemilerimizi uzakların
merhamet dolu coğrafyalarına sürmenin
belki de o kadar zor olmadığını anlat-
maya çalışıyor ilkin. Masalların aslında
hep iyi olanı anlatma durumunun ger-
çeği yansıtmadığını, onların da hüzünlü
öyküleri anlatabileceğini belirtiyor.
Çelik, masallarla harmanladığı öyküle-
rinde, gerçeği yüzümüze tokat gibi vura-
rak veriyor. Okur, belki erken belki geç
bilinmez, kendine şu soruyu soruyor
ister istemez: “Masallar aldanmak ve
sert realitenin içerisinde uykuya dalarak
olağanüstü yaratıkların var olduğu ke-
yifli öykülere sığınmak için anlatılmaz
mı?” Kurulu düzene, normlara ve (ge-
nelde) erkek egemenlerin ve bir an-
lamda hâkim ideolojinin karşısında bir
kadın olarak Çelik’in bu soruya verdiği
yanıt oldukça net: “Yeni bir hayat kura-
cağım ben. Kurgulu düzenleri değil, vic-
danı, umudu kutsayan, gerçek bir hayat.
Bunu yapabileceğimi biliyorum. Eğer taş
üstüne taş koymayacaksak, omuzları-
mızdaki kuvvet ne işe yarar? Birbirimizi
yerden kaldırmayacaksak neye uzanaca-
ğız bu kollarla? Merhamet bile hatırı-
mıza gelmeyecekse, içimizde oturan
iyiliğin anlamı ne? Ben olması gereken
bir hayat inşa edebilirim. Boyumdan
büyük işlere kalkıştığım yok, insan zaten
hünerlidir.”
“Kâğıt Gemiler”deki birbirleriyle
bağlantılı ve birbirleriyle var olan 10
öykü şu şekilde sıralanıyor: Afsun, Kuş-
lar, Kelimeler Masalı, Gökteki Kara
Boncuk, Toprağın Öyküsü, Beyaz Ke-
lebek, Çöl Gemileri, Ah, Seni Bahtsız
Yalnız, Deli Orman, Son Hikâye.
KEL�MELER� TA�IYAN KU�LAR
Motifsel bağlamda da oldukça
güçlü bir eser “Kâğıt Gemiler”: beyaz
kelebekler, büyülü bir seccade, bir
sayfa arasına konan reyhan yaprağı, yü-
reği taşlaşmış olanlara kapalı delişmen,
yabanıl, hayalî bir orman, afsunlanıp
uyuyan, sonra başka parmaklarda can-
lanarak devinen kelimeler, lisan tamir-
cisinin biriktirdiği kelimeler, harfler;
lisan tamircisine yardımcı olan ve keli-
meleri farklı coğrafyalara taşıyan kuş-
lar, melekler, kutsal kitaplarda sıkça
rastladığımız yaratılış efsaneleri, çöller,
denizler, bedevîler, inşaat işçileri ve
bunlara çok yukarılardan bakarak ho-
murdanan hâkim ideoloji, sonra ıstı-
raplı bir anlatıcı/yazar…
2010 yılında Yunus Nadi Öykü Ödü-
lü’nü Yekta Kopan ile paylaşan Ayşegül
Çelik’in “Kâğıt Gemiler”i, çok katmanlı
yapısı, sürekliliği içinde zamanı artzaman
ve eşzamana hapsetmeden ötelemesi,
mitoloji ve mitik anlatılardan (bu anlatı-
larda doğal olarak Türk mitolojisinden,
bunun dışında örneğin Hint ve Çin mito-
lojilerinden beslenildiği anlaşılmakta)
çokça beslenilmesi, masalları gerçek bo-
yutuyla işlemesi ve masalların büyülü
dünyasını, öykünün devingen diliyle har-
manlayarak merkeze “gerçek” ve
“hüzün” temlerini koymasıyla öykü gele-
neğimizde çok önemli bir yeri işgal edi-
yor. Sonunda, Çelik, öykü yazıcısıyla
öykü-kahramanı-öykü-yazıcısının, Af-
sun’un, Reyhan’ın ya da kelime işçisinin
aynı kişi olup olmadığını sorgulatıyor
okura.
Soru işaretinin imine reyhan yapra-
ğını koyarak bitirmek en doğru olanı.
UTKU Ö[email protected]
Ayşegül Çelik
Kâğıt Gemiler, Ayşegül Çelik,
Can Yayınları, 96 s.
22 �UBAT 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Her gerçek şiir, geleneğin için-
den yıkıcı bir ilişkiyle gelişir. Geç-
mişle gelecek arasındaki kesiş-
me noktası olarak
an, şimdi, geleceği,
yeniyi kurmaya el-
verişli ve zorunlu
birikimin ivme gü-
cüyle belirlenir. Şii-
ri moderne açma-
nın kalıplar birikimi
olarak gelenek, söz-
lü kültürde billur-
laştığı oranda yazı-
nın işi güçleşir, mîri
malını özümseye-
rek yeniden kurma
girişimi köklü çaba ve kopuşlar ge-
reksinir.
Mehmet Emin Yurdakul’la
gelişen memleket şiiri sonrasında,
halk ve divan şiirlerinin sözlü ge-
lenekte kemikleşen yapılarını mo-
dern şiire kazanma girişimleri
Nâzım’da ve Garip’te yıkıcı bile-
şimler oluşturabiliyorken, Yeni
Edebiyat dergisiyle bir ara kuşak
olarak belirip güçlenen 1940 ger-
çekçiliği, arınma niyeti taşımak-
sızın şiirde yaygınlaştırdığı sözlü
kalıplarla kendi kösteklerini ya-
ratır. 1940 şiiri halklaşmayı deyim
ve mazmunlarla daha bir derin ve
dayanıklı kılmaya yöneldikçe “Ga-
rip”leşirken, Orhan Veli, Melih
Cevdet ve Oktay Rifat,
“Her şey birdenbire
oldu” güzergâhıyla Per-
çemli Sokak’ta kelimele-
ri “konuşma dilindeki
gündelik düzeninden”
yeni ve yazıya ait bir bo-
zunumla bireysel özgün-
lük ve aşırılıklara uzata-
rak “gerçeği unuttuğu-
muz yüzüyle” kurgusal
düzeyde yeniden yaka-
lamaya yönelir.
FOLKLOR ���RED�MAN MI?
Nâzım, Halk ve Divan şiirle-
rinin yüzyıllar içinde oluşturduğu
hazır duyarlığı aşırılıklara zorla-
masının ardından, bu kez “Şeyh
Bedreddin Destanı”nda geleneğin
tornasında kabuğunu soyarak
Türkçenin en yalın söy-
lenişindeki şiirsel gizil-
gücü dışarı atar. Özel-
likle, “Kurutulmuş ba-
lığa benzer kadınların
memesi” ve “Serez çar-
şısı kapatmış elleriyle
yüzünü” dizelerinde
doruklaşan bölümler,
Garip şiirine yalınlık
çabasında ilk uçları sağ-
layacaktır. Nitekim Ce-
mal Süreya “folklor şii-
re düşman” dediği sı-
rada, Nâzım’ın yer yer uzun atla-
yışlarla geleneğin barutundan tu-
tuşturduğu ateş, “Saman Sarı-
sı”na çoktan sıçramıştı. Açıkçası,
Nâzım’ın dışarı nasıl çıkacağını ta-
sarlamak üzere kıyılarında do-
laştığı gelenek, 1940 toplumcula-
rı için zaman zaman küçük keşif-
ler yapmak üzere etrafında do-
laştıkları, ama asıl, burjuva ede-
biyat salgınlarından korundukla-
rı müstahkem kale olmaktan öte
geçememişti.
AKINCIO�LU’NUNFORMATI!
Cafer Yıldırım, Aydınlık Ki-
tap’taki, “Niyazi Akıncıoğlu:
Umut şiirlerinin
unutulmuş şairi”
yazısında, 1940
kuşağı ve gelenek
konusunu tartı-
şırken öyle yanlış
sonuçlara varıyor
ki, yer yer irkile-
rek okudum.
Aynı duyguya
başka şairlerin ve
şiirseverlerin de
kapıldığını öğre-
nince konuyu ir-
delemek gereği doğdu. Şöyle di-
yor Yıldırım: “... 1940 kuşağı şa-
irlerinin önünü açmış, 1940 kuşağı
şiirinin oluşumunda bir öncü ol-
muştur. Toplumsal hayatı ve ya-
şanan gerçekliği Marksist felse-
fenin bakışından yorumlayan, halk
kültüründen ve halk dilinin ola-
naklarından yararlanan bir şiir
formatını ilk kez o ortaya koy-
muştur.”
Doğrusu bu cümlelerde tu-
tarlı bir tek yargı yok. Şöyle ki,
1940 Kuşağı, Yeni Edebiyat Der-
gisi’nde doğmuştur;
dergi şiir düzleminde
her ne kadar, TKP’den
istifa etmiş olan Nâ-
zım’ın yerine, Hasan
İzzettin Dinamo’yu
koyma niyeti taşıyorsa
da, Nâzım’ın etki ala-
nından uzakta bir şiire
ne Dinamo, ne de öte-
kiler varabilmiştir; hele
hele Akıncıoğlu, bu şii-
rin öncüsü bile değildir,
ona eklemlenmiştir.
Marksist felsefeden esinlenmişse
de, o bakışla bir yorum gücünü he-
nüz edinmiş değildir (Kaldı ki bu
çok zor işi, Türk şiirinde Nâzım dı-
şında kimsenin başardığını he-
nüz söyleyemiyoruz). Öte yan-
dan bir şairin sığabileceği şiir
“format”ından söz etmek kadar
şiir dışı ve haksız bir niteleme ola-
maz. Böyle bir şey var-
sa, zaten kimin kime
öncülüğünden söz edi-
lebilir ki?
Memet Fuat; Yağ-
mur Duası (1941), Bur-
sa (1943), Edirne
(1945), Kuş Kanadın-
dan (1948), Uzaktan
Sevgilerle (1972) ve
1950’lerdeki Garip et-
kisinde şiirlerinden örneklerle
değerlendirdiği şair için şöyle di-
yor:
“Niyazi Akıncıoğlu [1916? -
79]... Şeyh Bedreddin Desta-
nı’ndan aldığı etkiyle, Divan şiiri
söyleyişlerine yaslanarak çok be-
ğenilen şiirler yazmıştı, ama gör-
düğü büyük ilgi bile onu sanat
dünyasında tutamadı. Toplum-
salcı şairlere yönelen baskılar-
dan korunmak isterken şiirden
uzaklaştı. ... Gene de şiiri erken bı-
rakmasına büyük üzüntü duyulan
bir şair olarak antolojilerde hep
yer aldı.” (Çağdaş Türk Şiiri Ant.,
s. 29, Adam Y., 1985)
EDEB�YAT TAR�H�UNUTMU� MU?
Yıldırım, olgu-
ları zamandizine
özen göstermeksi-
zin istiflerken,
Mehmed Kemal’in
yargılarına da yas-
lanır: “Kimsenin
cesaret edemeye-
ceği sözleri, kav-
ramları, deyimleri
mısralarına katma-
sını bilmişti. ... Bir
şiir dili kurmayı be-
cermişti. Ama dili
geliştirmek, daha çok işlemek di-
rencini gösteremedi.” (Bu alıntı,
3. basımını benim yayımladığım
“Acılı Kuşak” [De Y., mayıs 1985]
kitabında yer alır / s. 328 – 329; ilk
basımının tarihi Aralık 1967’dir.)
Mehmed Kemal, edebiyat tarihi
içinde hak ettiği yeri şairin er geç
alacağını da belirtir. Nitekim Re-
fik Durbaş ve Ab-
dullah Özkan’ın
“Cumhuriyet’ten
Günümüze Türk
Şiiri Antolojisi”nde
(Boyut Y., 1999)
Akıncıoğlu [d.
1916?] Selam, İç-
lenme, Nağme,
Mutluca Şiir’le yer
alır. Çok daha önce,
Türkiye Yazıları (1977), ardın-
dan Sanat Emeği dergisi (1980)
şairin yerini teslim eder.
Şükran Kurdakul, hazırladığı
edebiyat tarihine “Umut Şiirle-
ri”nden (Hacan Y., 1985) üç şiir
alırken söyledikleriyle yaşarlığını
vurgular: “Niyazi Akıncıoğlu’nun
[d. 1919?] destansı özellikler ta-
şıyan şiirleri halk ve divan şiirini
özümsediğini gösteren öğelerle
Mapushane çe�mesi her �iirde yandan akar. Çünkü onda zindan ko�ullar�naboyun e�meyi� anlam� vard�r. Direnme gelene�inin vazgeçilmez kal�p imgesidir
Estetik değer keyfimizindışında oluşur
SEYY�T NEZ�R
ARAKABLO
A. Kadir
H. İzzettin Dinamo
H. İzzettin Dinamo
Rıfat Ilgaz
donanmıştır. Ama bir neoklasik sayama-
yız onu. Çizim anlayışı ile, insana, döne-
mine yaklaşımı ile çağdaştır.
“Yapıtları içinde ayrı yerleri olan Bur-
sa ve Edirne şiirleri doğrular bu kanıyı. ...
Akıncıoğlu’nun başka şiirlerinde aynı
erişkin düzeyde görünmez bu özellik.”
(Çağdaş Türk Edebiyatı / Cumh. Dönemi,
s. 323, Broy Y., Mart 1987) Kurdakul, bu
iki şiirin yanı sıra “İtiraf-ı Aşk” şiirini de
okura taşır.
MAPUSHANE ÇE�MES�Peki Yıldırım’ın şu (hem içerdiği yargı
hem de biçem yönünden sorunlu) cümle-
si hangi verilerin sonucudur?: “Akıncıoğ-
lu’nun unutulmuş
şiirinin bütün ru-
huyla Ahmed
Arif’in dolaşımda
gezen şiirinde ya-
şadığını söylemek
hiç de abartı sayıl-
maz.” Yıldırım’ın
savlarının tersine,
şairin hiç de öyle
unutulmadığı, şiir
haritasında yerinin en az kuşağının öteki şa-
irleri kadar özenle gösterildiği ortadadır.
Peki yazar yine de onun hakkının yenmiş-
liğini öne sürerken sözüm ona bu haksız-
lığı Ahmed Arif’in üstüne nasıl ve niye ya-
pıştırmak ister?
Yazar, “iki şair arasındaki ilişki”yi şiir-
lerinin doruklaştığı dizelerde değil, ortak
kültürden yansımalarda örnekler. Nite-
kim benzerlik ola-
rak verilen ilk maz-
mun da mîri malı-
dır. Mapushane
çeşmesi her şiirde
yandan akar. Çün-
kü onda mapusha-
ne koşullarına bo-
yun eğmeyiş anlamı
vardır. Direnme ge-
leneğinin vazgeçil-
mez kalıp imgesidir.
Kaynağı türkülerdir.
Yıldırım, 1940 kuşağının “ilişki” kalıp-
larını modern şiir bağlamında irdelemek is-
tiyorsa işe ortak dil verilerinin ve hazır ka-
lıpların aşıldığı yerden başlamalı, ucuz yar-
gılardan kaçınmalıdır. Çünkü estetik değer
keyfimizin dışında oluşur.
22 �UBAT 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Zaman içerisindebir yolculuk
HAYDARPAŞA’DAN İZMİR’E
Ar�kan, kitab�n�n ba�l���n�n seçiminin özel birgönderme ta��d���n� ifade ediyor. Toplumca
ya�ad���m�z, ya�amakta oldu�umuz birfelaketten al�yor ad�n� bu çal��ma
Zeki Arıkan’ın tarih söyleşilerinin
üçüncüsü olan “Haydarpaşa’dan İz-
mir’e Tarih Söyleşileri”
kitabı Tarihçi Kitabevi
etiketiyle yayımlandı.
Kendisi bir Tarih
profesörü olan Arıkan,
kitabının başlığının se-
çiminin özel bir gön-
derme taşıdığını ifade
ediyor. Toplumca yaşa-
dığımız, yaşamakta ol-
duğumuz bir felaketten
alıyor adını bu çalışma.
İki yıl önceki tarihi
Haydarpaşa Garı’ndaki
yangından söz ediyor Arı-
kan. Belli ki bu yangın
onu bir hayli etkilemiş.
Kitabın girişinde bir yan-
dan garın tarihinden söz ederken
diğer yandan da duygularını; “Yangın,
Haydarpaşa Garı’nın tarihi binasını
alevler içinde bıraktı. Hepimizin içi
yandı, kavruldu,” sözleriyle dile ge-
tiriyor. Anadolu’nun uzak bir dağ kö-
yünde doğup, Haydarpaşa Garı’na ilk
ayak basışını, ilk kez denizle karşı-
laşmasını, uzakta yükselen İstan-
bul’un minarelerini ve vapura binişini
anlatıyor Arıkan. Ve sonrasında İz-
mir’de karar kılışını…
RÖNESANSINE����NDEK� B�RÜLKEN�N FOTO�RAFI
Ege Üniversitesi’nden emekli
olan ve halen İzmir’de ikamet eden
Arıkan, çalışmasında İzmir’in tarihi-
ni de geniş bir şekilde ele alıyor.
Diğer yandan da hem güncel
olayları hem de 1940 ve sonrası kül-
tür hayatının temelini atan bazı ay-
dınlarımızın çalışmalarını, hayatları-
nı ve kişiliklerini renkli bir üslupla or-
taya koyuyor.
Köy Enstitüleri’nin kurucusu Ha-
san Âli Yücel’in öncülük ettiği çok
yönlü aydınlanma hareketiyle ülke-
mizin 1940’lı yıllarda Rönesans’ın
eşiğine nasıl geldiğini, Zeki Arıkan
Hoca’nın yazılarında değindiği Vedat
Günyol, Fuat Köprülü, Doğan Ku-
ban, Şerafettin Turan, Orhan Buri-
an’nın yanı sıra öğrenci-
leri Halil İnalcık ve Mus-
tafa Akdağ gibi aydın-
lanmacılardan, Mehmet
Başaran gibi Köy Ensti-
tülü şair ve yazarlardan
öğreniyoruz.
Bunların yanı sıra o
yıllardaki aydınlarımı-
zın eserlerinden, çok
sayıda önemli dünya
yapıtının kendi dilimize
büyük bir hızla kazan-
dırılmasından da söz
edilen kitapta Yücel,
Ufuklar vb. dergilerin
kültür yaşamımızı na-
sıl değiştirip dönüştürdü-
ğünü keyifle okurken, bu birbirinden
değerli çalışmaların sonrasında nasıl
ortadan kaldırıldığına tanıklık edi-
yorsunuz.
GEÇM��TEN GÜNÜMÜZEÜlkemizin 1940’lı yılları için Rö-
nesansın eşiğindeki bir ülke diyen ve
kültür hayatındaki büyük bir deği-
şimden söz eden Arıkan, ilerlemeye
inandığını; bu ilerlemenin çağımızın
ulaştığı teknolojinin katkısıyla daha
da ileriye varacağımızın göstergesi ol-
ması gerektiğini belirtiyor ama, bir de
uyarıda bulunuyor: “Teknolojinin
insanı tutsak etmesi de ayrı bir so-
run”.
Kitabını; Atatürk ve Cumhuriyet,
Kültür ve Sanat, Aydınlanma Yo-
lunda, Gündelik Yaşam, Okudukla-
rım ve Yitirdiklerimiz başlıkları al-
tında ortaya koyan Arıkan’ın bütün
bunların yanı sıra ülkemizde son
dönemde tartışılan Muhteşem Yüz-
yıl dizisinden de söz ettiğini görü-
yoruz.
Zaman içerisinde 312 sayfalık
bir yolculuk “Haydarpaşa’dan İz-
mir’e Tarih Söyleşileri”. Siz de yeri-
nizi şimdiden ayırtın.
HÜSEYİN HİKMET ALAZ
Haydarpaşa’dan İzmir’e
Tarih SöyleşileriZeki Arıkan
Tarihçi Kitabevi, 312 s.
Niyazi Akıncıoğlu
Ahmed Arif
Bedri Rahmi Eyüboğlu, halk kül-türünde farklı şekillerde yer alan çe-şitli unsurları, şiirlerinde kendineözgü bir şekilde kullanarak yenidenüretmiş ve böylece folklor ile gelenekzincirine eklenmiştir. Bu eklenmebir taklit düzeyinde kalmamış, tam ter-sine özgünlüğün yol açıcısı olmuştur.Resimde ve şiirde sanat anlayışınıAnadolu folkloru üzerine kuran şair,bu yönüyle hem yaratıcı bir sanatkârhem de bir kültür taşıyıcısıdır.
Şair Emel Koşar “Bedri RahmiEyüboğlu’nun Penceresinden HalkKültürü” adlı kitabında Bedri Rah-mi’nin şiirlerinde, halk kültürün-den nasıl faydalandığını örneklerleortaya koyar.
S�rk�ran
“Güz Düşüncesi” her şeyin şira-zesinden çıktığı bir dünyada, ferdîhakikatini aramaktan vazgeçmemiş vebelki de bunun bir armağanı olanvicdanlarıyla duyulması gerekene du-yarlı kalmayı başarmış kimselerin ya-kasını bir türlü bırakmayan o meşhur“ne yapmalı?” sorusuna eğiliyor. Biraraya gelme, bir araya geldikten son-ra gelenleri bir arada tutacak ve onlarıbir gaye uğruna dağılmadan dağıt-madan omuz omuza mücadele et-meye sevk edecek şey, bu çerçeveiçerisinde “sohbet”in yeri ve değeri,“söz”ün gücü ve güçsüzlüğü gibi me-seleler ele alınıyor ve sonunda haya-li bir muhavereyle bu teorik çerçeve fa-razi olarak sınanıyor.
Güz Dü�üncesi
“Yoğun bakım ünitesinin soğukve kasvetli odasında her tarafındansarkan borularla yatarken aklındanfilm şeridi gibi hayatı geçiyordu.Kalbinin zayıf tik takları beynindengelen hatıraların yükünü taşımaktazorlanıyor ve her şeye isyan ederce-sine bir hızlanıp bir yavaşlıyordu.Hemşirelerin ve doktorların bir sisbulutunun arkasındaymış gibi görü-nen suretleri, uğultulara karışmışanlamsız sesleri bir hayal gibiydi. De-mek böyle olacakmış, diye düşündü.Altmış iki yıl böyle noktalanacakmış.Peki ne vardı son dakikalarında, alt-mış iki yılın ardında kalan? Zorluk-la hatırlamaya çalıştı ve birden göz-lerinde güçlü bir parıltı uyandı.”
Ölümden Önce HüzündenSonra
Genel okura hitaben yazılmış bukitapta, yirminci yüzyılın önde gelendüşünürlerinden Claude Lévi-Stra-uss, insan varoluşuna dair can alıcısorular üzerine harcanmış bir ömrünkazanımlarını paylaşıyor. “Kaosun biranlamı olabilir mi?” “Modern bilimmitlerden neler öğrenebilir?” “Ya-pısalcılık nedir?” gibi sorulara verdiğicevaplarda, Lévi-Strauss, açık ve ke-sin bir dille, insan zihninin potansi-yelleri hakkında daha fazla şey öğ-renmek isteyen okurlara bir yol ha-ritası sunuyor.
“Bazı düşünürler etkilidir, bazı-larıysa bir ekol yaratır; fakat çok azıbir çağa damgasını vurur.” (ProfesörJames Redfield, Chicago Üniversitesi)
Mit ve AnlamB.Rahmi Eyübo�lu’nunPenceresinden Halk Kültürü
“Her Şey Geçip Gider”, Rusya ta-rihinin en karanlık sayfalarından biriolan zorunlu çalışma kampları dö-neminin sonrasını anlatıyor. O kamp-larda otuz yıl geçirdikten sonra Mos-kova’ya dönen İvan Grigoryeviç, ar-tık tamamen yabancısı olduğu bir top-lumda yerini aramakta, geçmişiyle he-saplaşmaktadır. İvan’ın hikâyesi, vic-danı ile kariyeri arasında bir seçimyapmak zorunda kalan bilimadamıNikolay, utanç içinde yaşamını sür-dürmeye çalışan ihbarcı muhbirler veson olarak da, sevgilisi Anna Ser-gevya’nın yaşadığı derin acılarla ke-sişerek, bu eski mahkûmu tarihin enbüyük trajedilerinden birinin simge-si haline getirecektir.
Her �ey Geçip Gider
On dokuzuncu yüzyılın ortala-rında dünyanın en zengin, en göz alı-cı kenti Londra’da bile, yoksul ço-ğunluk korkunç bir sefalete mah-kûmdu. Ve bu sefaleti çarpıcı tes-pitlerle gözler önüne seren CharlesDickens ve Henry Mayhew, yepyenibir mücadelenin fitilini ateşledi. Bay-rağı devralan Marx, Engels, AlfredMarshall, Beatrice ve Sidney Webbile Amerikalı Irving Fisher ise, fi-kirlerin dünyayı nasıl değiştirebile-ceğini gösterdi.
Dünya savaşları, devrimler, eko-nomik krizler ve buhranlar atlatan busıra dışı insanlar, kendi yaşamların-daki krizlere rağmen mücadele et-meye devam etti.
Büyük Dü�ünenler
“Sait Faik’e geceleri sinemalardarastlardım. Tanışmazdık. Sinemanın önsıralarına oturur, koltuğuna iyice gö-mülürdü. Koyu yeşil bir pardösüsü, çokdar kenarlı, kafasının biraz üstünde ka-lan kahverengi bir şapkası vardı. Si-nema dönüşü dalgın, Beyoğlu’nungece yarısı kalabalığına dalar, çeker gi-derdi. Sinemada bulunanlar arasındabu gedikli birinci mevki müşterisininyazısını okuyan var mıdır acaba, diyeçok düşünmüşümdür. Kuşkusuz, yok-tu. Sait Faik, edebiyattan hoşlanacakbir okur topluluğunu hazır bulan talihliyazarlardan değildi. Okurunu yetişti-ren, eğiten, okuruyla birlikte oluşan biryazardı. Gerçek talihinin de bu oldu-ğu söylenemez miydi?”
Lüzumsuz Adam
Gürgenç Korkmazel, Yap� KrediYay�nlar�, 120 s.
Kitapları Kıbrıs'ta yayımlananGürgenç Korkmazel'in öykülerinitopladığı “Sırkıran” Türkiye'de ba-sılan ilk kitabı. Korkmazel, Türki-ye'de daha çok dergilerde yayımladığışiir ve öyküleri, çeviri ve derleme ki-taplarıyla tanındı.
Adeta şiirsel gücün beslediği buikinci öykü kitabı birbirinden çarpı-cı öykülerle dolu. Bir kere, keder sıksık yerini ironiye bırakıyor. Sonra,doğa, yaşam, yalnızlık, sevgi, ölüm,cinsellik gibi konular sert bir dille,çarpıcı bir anlatımla işlenirken san-ki hayatın ve insan ilişkilerinin sıra-danlığı vurgulanıyor. Kısacası, başkabir kavrayışla okuru dinginliğe ça-ğıran bir kitap, “Sırkıran”.
Cengiz Madenci, Potkal Kitap Yay�nlar�, 112 s.
Sait Faik Abas�yan�k, �� Bankas�Kültür Yay�nlar�, 108 s.
Ahmet Aydo�an, Say Yay�nlar�, 112 s.
Claude Levi-Strauss, �thaki Yay�nlar�,Çev: Gökhan Yavuz Demir, 94 s.Emel Ko�ar, E Yay�nlar�, 128 s.
Sylvia Nasar, Alt�n Kitaplar, Çev:Berna Gülp�nar, 656 s.
Vasili Grossman, Can Yay�nlar�,Çev: Ay�e Hac�hasano�lu, 264 s.
22 �UBAT 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
A�ktan da Üstün 50 Film Daha
-ABD ve AB neden Atatürkçülü-ğü hedef seçti?
-Mason Atatürkçüler ile Gülenci-lerin, ABD güdümündeki darbe giri-şimi nasıl önlendi?
-Mason üstadına “Atatürkçü der-neklere sızdık” mektubunu hangi sah-te Atatürkçü yazdı?
-11 yıl önce hazırlanan belgelerde,Ortadoğu projesi çerçevesinde Ata-türkçülüğün yok edilmesi planı nasılyer aldı?
-Ergenekon süreciyle Atatürkçülüknasıl suç haline getirildi? Cumhuriyet,laiklik ve çağdaş yaşamı savunanlar na-sıl sindirildi?
-Atatürk nasıl Ergenekon lideri ve“bir numara” ilan edildi? Atatürkçüdernekler nasıl terör örgütü oldu?
Atatürkçüyüz Suçluyuz
“Doğru söze kıymet verip savu-nanlar; bu yüzden dokuz köyden ko-vulanlar; yılmadan onuncu köyü ara-yanlar; sportmence sizin sesiniz, sö-zünüzdür. Spor kılıflı bu bataklığı bizyaratmadık, ama biz kurtaracağız.Sivrisineklerden bir gün mutlaka kur-tulacağız... Yazanlar, çizenler, eli kalemtutanlar; düşüncesini midesinin san-süründen geçirmeyenler, yüreğindeiyilik, doğruluk, güzellik meşalesi sön-meyenler... Bulamadıysak eğer sizleri,siz bulun bizleri... Yitirilecek zamanı-mız yoktur; gün naz değil, görev gü-nüdür... Sporda söylenmeyen ne var-sa biz söyleyeceğiz. Caymayız, caydı-ramazlar. Sapmayız, saptıramazlar.Yürüyoruz doğru bildiğimiz yolda;alnımız açık, başımız yukarıda...”
Çizgideki Gladyatör
“Yazgı”, Güldünya’nın yaşam öy-küsünü anlatıyor bize. Bu topraklarıninsanlarının bir türlü yenemediği törekurallarının, üstüne eklenen töre-nin, cehaletin ve tüm hayatlara mâlolan hataların içinde yaşayan, butopraklarda doğan talihsiz ve kaderibaştan beri kara yazılmış nice kızla-rın öyküsü... Töre evliliklerinin, ber-del evliliklerinin ve başlık parası ile ya-pılan evliliklerin toplumda yarattığıkalıtsallığın öyküsü...
“Güldünya zaten güzeldi. İnceuzun bedenine yakışan sarı saçlarını, biromzuna dökerek, bir topuz yaparak, so-kakta yürürken, Mardin’in yabancısı ol-duğu, her halinden belliydi. Yürüyüşügüzeldi. Sarı saçları ve başını, yürüyü-şüne uygun sallayışı güzeldi...”
Yazg�
Bu kitapta Emeviler’in tarihiniokurken, aslında İslam’ın ve Müslü-man toplumların bugününün ve ka-derinin nasıl çizildiğini göreceksiniz.Şayet, “şeytanın dahi aklına gelmez”diyebileceğiniz entrikalarla karşılaşı-yorsanız ve bunların 1400 yıl öncekiEmevi versiyonunu biliyorsanız, aslaşaşkınlık içinde olmazsınız. Günü-müzde yaşananlarla ilgili sanki “kimisiyasetçiler Muaviye ile sabah akşamgörüşüyorlar mı?” diye düşünebilirsi-niz. Emevilerin uygulamalarıyla gü-nümüz politikalarının bu kadar ör-tüşmesine “tarih tekerrür ediyor” di-yebilirsiniz. Emeviler dönemini bil-meden, özelde ülkemizi genelde İslamdünyasını anlamak mümkün değildir.
Emevi Siyaseti DininSaltanata Dönü�mesi
Yahudi tarihinde modernliğinbaşlangıcı genellikle on sekizinciyüzyılın ikinci yarısında Haskala’nınortaya çıkmasıyla bağdaştırılır. “Er-ken Modern Dönem Yahudi Tarihi”kitabı,1492 senesinde Yahudilerinİspanya’dan sürülmesiyle başlayanerken modern dönemdeki Yahudidünyasına yeni ve cesur bir bakış açı-sı getiriyor... Krakow ve Venedik’tenAmsterdam ve İzmir’e, Avrupa ge-nelindeki çeşitli Yahudi toplulukla-ra özgü tarihi ve kültürel olguları, butoplulukların birbirlerine olan etki-lerini, ekonomik, sosyal ve dini bağ-lantılarını inceleyen yazar, değer-lendirmelerinde beş önemli faktörügöz önünde bulunduruyor.
Yahudi Tarihi
WikiLeaks’in genel yayın yö-netmeni ve fikir babası olan JulianAssange, bugün şifrepunk felsefe-sinin dünya çapında öndegelen sa-vunucularından biridir. Burada ken-disi gibi internet uzmanı olan Ap-pelbaum, Müller-Maguhn ve Zim-mermann ile birlikte insan özgür-lüğündeki yerini, geleceğini tartışı-yor.
Assange’a göre elimizdeki enönemli özgürleşme aracı olan in-ternet, totoliterliğin bugüne dekgörülmedik düzeyde tehlikeli biryöntemi haline geldi; hatta insan uy-garlığı için bir tehdit arz ediyor.
�ifrepunk
Elinizdeki kitap dünyanın enünlü şehirlerinden Londra’nın içyü-zünü anlatan gerçek bir hikâyedir.Burada hem iyi hem de kötü şöhretliinsanlar, tüyler ürpertici yeraltı me-kânları, tarihin karanlık köşeleri vetuhaf şahsiyetler hakkında çok sayı-da büyüleyici hikâye bulabilirsiniz.
Öldürülen prensler, graffiti sa-natçıları ve dünyanın dört bir ya-nındaki insanlarla ilgili şahane öy-külere bakmadan geçmeyin. Karşı-nıza kraliyet şahsiyetleri, punklar, de-dektifler ve akıl almaz derecedeacayip yiyecekler çıkacak. İşte size hiçbilmediğiniz bir Londra.
Londra: Bilmek�stedi�iniz Her �ey
Kolektif, K�rm�z� Kedi Yay�nevi, 212 s.
“ ‘Son On Yılın En İyi Filmleri’,‘En İyi Türk Filmleri’, vesaire listele-rine hep kuşkuyla yaklaşmışımdır.Güncel filmlerle ilgili bir liste görün-ce korkarım. Sinemanın en kötü has-talıklarından biri ‘torpil’dir. Amafilmlerin üstünden birkaç yıl geçince,pazarın gürültüsü dinip ortalık birazsakinleşince, kim gerçekten değerli vekalıcı, kim sadece kuru gürültüdenibaret, belli olmaya başlayınca yapılanlisteler ilgimi çeker. Reklamdan, şi-şirmeceden, ‘hype’tan arınmış filmler,yıllar içinde neredeyse yaratıcılarındanbağımsız bir şekilde, kendi başlarınapırıldamaya başlarlar. Bu 50 filmlik lis-te sevdiğim ve değer verdiğim liste-lerden biri oldu.” (Ümit Ünal)
Metin Kurt, Yaz�lama Yay�nevi, 250 s.
Klay Lamprell, NTV Yay�nlar�, Çev: Duygu Ak�n, 96 s.
Hüseyin Özalp, Tanyeri Kitap, 352 s. Poyraz Ülger, Alt�n Bilek Yay�nlar�, 546 s.�hsan Özkes, Tekin Yay�nevi, 312 s.
Julian Assange, Metis Yay�nlar�,Çev: Ay�e Deniz Temiz, 176 s.
David B. Ruderman, �nk�lapKitabevi, Çev: Lizet Deadato, 288 s.
22 �UBAT 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
22 �UBAT 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Oğlunun Ay’ı göstererek “Mu
ni?” diye ilk sorusunu sormasının
ardından paniğe kapı-
lan Gemma Elwin
Harris, çocukların il-
ginç sorularıyla, büyük
bilim insanlarını bu-
luşturacağı bir projeye
girişmiş. Londra’daki
birkaç ilkokulla kur-
duğu bağlantılarla, bu
okullardaki öğrenci-
lerden farklı konular çerçevesin-
de bugüne kadar merak ettikleri
bütün soruları yazmalarını istemiş.
Ardından bu soruları dünyaca
tanınmış büyük bilim insanlarına,
sanatçılara, yazarlara, sporculara
sormuş. Cevaplar da eline ulaştı-
ğında bütün bunları derleyip kitap
haline getirmiş. İşte çoğu zaman
etrafımızdaki çocukların sormaya
başladıkları an ortalıktan kaybol-
duğumuz soruları ve bu sorulara
çok ünlü profesörlerin verdikleri
cevapları okuyacağınız, adı da bir
hayli uzun olan kitap: “Küçük
İnsanlardan Büyük Sorular, Hay-
li Mühim İnsanlardan Basit Ce-
vaplar”
ARI ARIYI SOKAR MI?Pastanın neden bu kadar tat-
lı olduğunu merak eden masum
çocuklardan, yazarların karak-
terlerini nasıl yarattıklarını merak
eden sanatçı çocuklara, “Tanrı
kimdir?” diye soran filozof ço-
cuklardan, çişinin neden sarı ol-
duğunu merak eden sidikli ço-
cuklara, “Büyük İs-
kender kurbağaları se-
ver miydi?” deyip kos-
koca tarihçiyi olduğu
yere mıhlayan çocuk-
lardan, “Arı arıyı so-
kar mı?” diye soran
politikacı çocuklara,
koca koca adamlara
ter döktüren küçük
canavarlar var bu kitapta.
Sordukları sorulardan bazıla-
rı yaşama, evrene, insanlığa dair
hepimizin aklına gelmiş, üzerinde
düşündüğümüz sorular olsa da,
bazıları hakikaten ‘iyi ki şu an Pro-
fesör bilmemkimin yerinde deği-
lim’ diye şükrettiğimiz sorular:
“Su neden ıslaktır?”
B�R CEVAP DA NOAMCHOMSKY'DEN
Şaka bir yana, bu büyük bilim
insanlarının verdiği cevaplar, sor-
gulayıcı çocuklarına cevap vere-
meyen ama aynı zamanda sorgu-
layıcılıklarını da yitirmelerinden
korkan ebeveynlere ve eğitimci-
lere yol gösterici olabilir. Cevap-
ların sadeliği, anlaşılırlığı, çocuk-
ların küçük yaşamlarına, eşyala-
rına, ilişkilerine indirgenerek ve-
rilen örnekler, tarihi kişiliklerin
renklendirilmesi, çocukların ve-
rilen yanıtları mantıklı bulmasını
sağlıyor. Aynı zamanda onları
doğru yönlendirmeleri de mü-
him. İnsan beyninin yeryüzünde-
ki en güçlü şey olduğunu anlatır-
ken, aynı zamanda bu beynin as-
lında küçücük hayvanlardaki ye-
teneklere sahip olmadığını da an-
latıyorlar. “Neden hayvanlar bizim
gibi konuşamaz?” diye soran bir
çocuğa ünlü dilbilimci ve filozof
Noam Chomsky yanıt verirken, bi-
zim de hayvanların yapabildiği
pek çok şeyi yapamadığımıza vur-
gu yapıyor. Mesela arıların bi-
zim taklit bile edemeyeceğimiz bir
dansla, arkadaşlarına bir çiçeğin
ne kadar uzakta olduğunu anla-
tabildiklerinden bahsediyor. Do-
layısıyla çocuğu “Neden hayvan-
lar bizim gibi konuşamaz?” yeri-
ne “Neden hayvanlarla aynı dili
konuşmuyoruz?” sorusunu sor-
maya yönlendiriyor.
Ve işte kitabın kapağındaki
ineği de meşhur eden meşhur
soru: “Bir inek bir yıl boyunca
osurmayıp biriktirdiği gazı bir ke-
rede osursaydı uzaya fırlar mıy-
dı?”
Eğlenceli okumalar diliyoruz.
�REM HALIÇ[email protected]
Sorduklar� sorulardan baz�lar� ya�ama, evrene, insanl��a dair hepimizin akl�na gelmi�, üzerindedü�ündü�ümüz sorular olsa da, baz�lar� hakikaten ‘iyi ki �u an Profesör bilmemkimin yerinde de�ilim’
diye �ükretti�imiz sorular: “Su neden �slakt�r?”
İlk soru: Mu ni?İlk soru: Mu ni?
Varolmayan �övalye
“Varolmayan Şövalye”nin kahramanı Agilulfo,
çok yiğit ve soylu bir şövalye olmakla beraber, bir
tek kusuru vardır: Varolmamaktadır. Daha doğrusu
parlak, gösterişli bir zırhtan ibarettir, ama ne ya-
zık ki zırhın içi boştur. Soğuk bir zırha bürünmüş,
korkusuz, idealleri olan, ama bir boşluktan ve bir
bilinç varlığından başka bir şey olmayan Agilulfo
ile karşı karşıyayızdır. Onun karşı kahramanı ise be-
densel varlığa sahip, ama akıldan yoksun Gurdu-
lù'dur. Biri bedensel varlıktan, diğeri bilinçten yok-
sun bu iki kahraman aslında varolan ile varolma-
yanın çatışmasıdır.
“Varolmayan Şövalye”, Italo Calvino'nun “İki-
ye Bölünen Vikont” ve “Ağaca Tüneyen Ba-
ron”dan sonra Atalarımız üçlemesinin son halka-
sı olarak yayımladığı kitaptır.
Kozmik
Liam her açıdan normal bir çocuktu, yalnızca
boyu biraz uzundu. İlk kez karşılaşanlar onu ye-
tişkin biri sanıyordu. Bu sayede istediği yerler-
de dolaşabiliyor, lunaparkta çocuklara yasak
oyunlara katılabiliyor, okulundaki görevlileri öğ-
retmen olduğuna ikna edebiliyordu. Hatta bir ke-
resinde satıcının biri ona araba satmaya bile ça-
lışmıştı.
Neyse ki anne babası çok anlayışlı ve sevgi
dolu insanlardı ve başı her sıkıştığında Liam'ı kur-
tarıyorlardı. İyi de, acaba Liam rotasından çık-
mış bir roketle uzayın derinliklerine doğru yol
alırken, onu kim kurtaracaktı?
Liam'ın maceralarını okurken kahkahaları-
nızı tutamayacaksınız!
Frank Cottrell Boyce, ��Bankas� Kültür Yay�nlar�,
Çev: Özlem GayretliSevim, 345 s.
Italo CalvinoYap� Kredi Yay�nlar�
Çev: Neyyire Gül I��k, 152 s.
Küçük İnsanlardanBüyük Sorular HayliMühim İnsanlardan
Basit Cevaplar, Kolektif
Domingo Yayınevi,300 s.
Okan Gökay Emgengil, Asya Şafak Ya-
yınları’ndan çıkan, “Türkiye Devrimi’nin
Yol Haritası ve Avrasya Rotası” kitabının
ardından, ilk kitabın tamamlayıcısı niteli-
ğiyle “Barbarlıktan Uygarlığa Politika ve
Devrim” başlıklı oylumlu kitabını çıkardı.
Emgengil, bu kitabında tarihsel bir pers-
pektif sunuyor. Devrim, uygarlık, barbar-
lık, politika, siyasal erk, Batı ve Doğu gibi,
siyaset/sosyoloji/felsefe/tarih kavramları-
nın tarih sürecinde uygulana gelen yönle-
rini, örnekleriyle saptıyor.
Emgengil’in yapıtının, belki de en
önemli noktası; tarihselliğin günümüze
yansımalarını, çarpıtılmış kavramların
neoliberalliğin bakışıyla içinin boşaltıl-
masını, ulusal ve uluslararası çarpıcı ör-
nekleriyle örmesi.
Emgengil’in yaptığı şu sorgulama, ki-
tabın temel ereğini de ortaya koyan nite-
liktedir: “…ortaya çıkan uygarlık nasıl
bir uygarlıktır? Uygarlıkların beşiği olarak
kabul edilen Avrupa uygarlığı, emperya-
list dönemde Doğu ile yüzleşmesinde ger-
çek kimliğini bulmuştur. ‘Biz’ ve ‘öteki’ ay-
rımı, Avrupa ve Doğu arasında, Avrupa ta-
rafından çizilen bir değerler sistemini ya-
ratmış: Onlara göre Batı, uygarlığın ve de-
mokrasinin beşiğidir; Doğu barbardır,
despottur, geridir. Aztek ve İnka uygar-
lıklarını talan eden; Amerikalı ve Afrika-
lı yerlileri yok eden; Doğu’nun değerleri-
ni çalan; Vietnam, Kamboçya ve Ceza-
yir’de katliamlar yapan;
‘demokrasi’ havarisi kı-
lığında Irak’a girip, ka-
dınlara tecavüz eden,
Libya ve Afganistan’da
sivilleri öldüren Batı ne
derece ‘uygar’ sayılır?
Acaba, toplumlar uygar-
lıktan, tekrar barbarlık
aşamasına mı dönmek-
tedirler? Yoksa ‘demok-
rasi’, ‘insan hakları’ ve
‘devlet’ kavramları, uy-
gar/barbar toplumların bi-
rer maskesi midir? Bize
anlatılanların tersine, Batı
uygarlığı, Batılı barbarlar-
la, Doğu medeniyetinin
çatışmasından mı doğ-
muştur?” (s.20)
ANAYASATARTI�MALARINA I�IKTUTUYOR
Günümüz anayasa, siyasal istikrar
gibi tartışmalara da ışık tutan çalışma-
sından Emgengil; siyasal iktidarın meş-
ruiyetini aldığı anayasayı ve toplumun,
ülkenin ‘kurucu iradesi’ne karşı, işleyen
sermaye müdahalesini açığa çıkart-
maktadır: “Siyasal iktidarın kaynağında
‘eşitsizlik’ yatmaktadır. Bu kaynak, ta-
rihsel süreç içinde, tanrı, kral
veya halk olabildiği gibi, bir
başka güç de olabilir. Günü-
müzdeyse, iktidarı belirleyen
güç ‘sermaye’dir. Sermayenin
el değiştirmesi, gelecek ikti-
darı belirler ve yeni iktidar ser-
maye grubuyla birlikte başa
geçer ya da iktidara geldikten
sonra kendi sermaye grubunu
oluşturur… Siyasal iktidar
için, eşitlik ilişkisi değil, hi-
yerarşik bir ilişki söz konu-
sudur. (s.63) Ülkenin kuruluş
aşamasında, ülkenin anaya-
sasını temelden yapan güç,
‘kurucu irade’dir. Devrim
anayasalarıyla kurulan ül-
kelerde de, toplumsal uz-
laşma beklenmez, ‘kurucu
irade’ devrimci anayasaların yapıcısıdır.
Bolivarcı Venezüella Anayasası, Çin
Anayasası, Küba Anayasası ve Türki-
ye’nin 1921/1924 Anayasaları; emper-
yalizme karşı tam bağımsızlık hedefiyle
yapılmış, devrim anayasalarıdır… Gü-
nümüzdeki anayasa tasarılarıysa; liberal
anayasacılık esaslarına göre hazırlan-
mıştır. Böylelikle ‘en fazla demokrasi için
en az devlet’ yani ‘devlet yalnızca öz-
gürlükleri koruyarak, küresel sermaye-
nin emrinde ideolojisiz bir anayasa dü-
zenlemelidir” felsefesine dayanmakta-
dır. (Ss.66-69) Dolayısıyla ‘neoliberal ya-
pılanma’nın, sermayenin kayıtsız ve
şartsız egemenliğini gerçekleştirmek
amacıyla, sipariş üzerine yapılan felse-
feler eşliğinde hayata geçirildiğini vur-
gulamaktadır. (Ss.150-152)”
FA��STLE�EN DEVLET:POL�S BA� AKTÖR
Tarih, devleti faşistleştiren birçok si-
yasal erki hafızasına kazımıştır. Em-
gengil, eğer bir ülke faşizme evriliyorsa,
bunun en önemli karinesi ülkedeki “po-
lis gücü”nün siyasallaşmasıdır, demek-
tedir. Diğer pek çok faşizm teorilerinde
de ortaya konulduğu gibi, polis siyasal er-
kin gücü haline dönüşürse, bilinir ki fa-
şizm güç toplamaya başlamıştır. Tıpkı,
günümüz koşullarında, Türkiye’de po-
lisin siyasallaşarak siyasal erkin copu ol-
duğu gibi “Devlet aygıtındaki faşistleş-
me süreci, devlet aygıtı kollarının yeni-
den düzenlenmesiyle gerçekleşir. Bu
kol ne ordudur, ne de idari bürokrasidir.
Bu kol siyasi polistir.” (s.184) Devletin
faşistleşme süreciyse, şöyle işler: “Büyük
ekonomik krizler ve artan yoksulluk
ortamında dallanıp budaklanır. İktida-
ra hukuk kuralları içinde, parlamenter
devlet biçimiyle gelir. Güvenlik ve is-
tihbarat örgütünü yeniden kurar. Kitle
iletişim araçlarını satın alarak kendi
medyasını oluşturur. Sermayenin el de-
ğiştirmesiyle kendi sermayesini yaratır.
Anayasal kurumlar kutuplaştırılarak
devlet içinde istikrarsızlık sağlanır. Yü-
rütmenin ve idarenin artan baskısıyla her
türlü muhalefet susturulur. Halk, kor-
kutulur/yalnızlaştırılır. Devlet teslim alı-
nır: Faşizm!” (s.197)
Emgengil kitabında; siyasal ideolo-
jiler ve devrimlere geniş yer ayırmış
İngiliz, Amerikan, Fransız, Rus, Türk,
Çin, Küba, Bolivarcı devrimler üzerin-
de durmuştur. Kitabın son bölümün-
deyse; uluslararası ilişkiler alanında
jeopolitik, strateji, diplomasi kavram-
larının, NATO’ya, Batı’nın barbar poli-
tikasına nasıl bulaştığını ve bölgesel it-
tifaklarla bu çapraşık ilişkileri nasıl aşa-
cağımızı ortaya koymuştur.
KAAN TURHAN
22 �UBAT 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
“�nsan haklar� ve devlet kavramlar�, uygar/barbar toplumlar�n birer maskesi mi? Bat� uygarl���, Bat�l�barbarlarla, Do�u medeniyetinin çat��mas�ndan m� do�du?”
Yeni sömürününbileşenleri
Barbarlıktan Uygarlığa Politika
ve Devrim, OkanGökay Emgengil,Berfin Yayınları,
452 s.
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Soldan sa�a1. Resimdeki yazar - Yunanmitolojisinde ocak tanr�ças�2. Bir dilek �art eki - Din, yasa, töre,vb. bak�m�ndan i�lenmesinde,yap�lmas�nda sak�nca olmayan,yap�l�p i�lenmesine izin verilen - Biri�te yard�mc� olarak çal��an erkek3. Antiseptik ve dezenfektanözellikleri olan bir element - 250y�ldan fazla Türk egemenli�indeya�am�� 1828'de Frans�zegemenli�ine geçmi� Venedik �ehri -
Neodim'in simgesi4. Hz.Muhammed'i övmek amac�ylayaz�lan kaside - Zeybek - Cennettebulundu�una inan�lan, köküyukar�da, dallar� a�a��da büyük bira�aç türü 5. Gözlem - Negatif, menfi6. Türk liras� (k�sa) - Hasret b�rakma -Ordu (k�sa) - Tantal'�n simgesi7. Kimononun üstüne tak�lan, biçimive boyutu cinsiyete, ya�a, mevkiye vebölgeye göre de�i�en, bir dü�ümlebirle�tirilen geni� ipek ku�ak - Bir
hayret ünlemi - Milimetre (k�sa) -��lemelerde kullan�lan, gümü�görünümünde parlak s�rma ya dametal tel iplik8. Kudret, iktidar - En k�sa zamanparças�, lahza9. �sim - “... Gündüz Kutbay” (neyüstad�) - Boyun e�en - “Arka” kar��t�10. Bir tak�n�n as�l süslemeye tak�lanmücevher, madalyon vb. bölümü -Bas� say�s�11. �sviçre'de bir nehir - Divanedebiyat�nda gazelin son beyti - Ak�l
12. Köy evi - En iyi, en yüce yer -Tav�r, davran��-Birbirinin ayn� olan,birbirini tamamlayan iki �eyden herbiri13. Notada duraklama i�areti - “e�ri”kar��t� - gezegenimizin uydusu -Dolayl� anlat�m14. Baya��, s�radan - Türkü,�ark� -Rütbesiz asker - Metal üzerine kaz�daya da ah�ap tornas�nda kullan�lançelik kalem15. Resimdeki yazar�n bir eseriYukar�dan a�a��ya1. Yapa�� k�r�nt�s� - Bir i�i yapmayahaz�r2. At ayakl��� - Bir cismin �����yans�tma gücü - Esasi3. Yabanc� bir a��rl�k ölçüsü birimi -�ridyum'un simgesi - Ad, ün - Tavlada“iki” say�s�4. Yap�lan i�ler, uygulamalar - Hayalikarate - Devlet �statistik Enstitüsü(k�sa)5. Bir haber ajans� - “O�uz ...” (yazar)- Kalabal��a kar�� söz söyleyenlerinüzerine ç�kt�klar� yüksekçe yer6. Dünya zevklerini ho�gören,dünyaya önem vermeyen, kalender -
�çinde yatak,yorgan vs. ta��nan büyük torba -Yiyecek, besin, g�da7. Üye - Osmiyum'un simgesi -Mendelevyum'un simgesi - Bir nota8. Bir çocu�un her türlü durum vedavran��lar�ndan sorumlu olan kimse- “... Güler” (foto�rafç�)9. Ceylan yavrusu - Tavlada “bir”say�s�10. Eskiden saray ve konaklardakad�nlara ayr�lan bölüm - Resimdekiyazar�n bir eseri - Bir cetvel türü -Rutenyum'un simgesi11. Bir tembih sözü - Kat���ks�z - Yar�mat bir tür yaz� ka��d�12. Tellerine bir çift küçük tokmaklavurularak çal�nan çalg� - Japonya'dabuda rahibesi - ��lemler13. Tak�m (k�sa) - ��e yatk�n,becerikli - Kalay'�n simgesi - Ba�l�caiçece�imiz - Mesafe14. Niyobyum'un simgesi - Boru sesi- Ço�unlukla ku� tutmak içinkullan�lan yap��kan ve c�v�k birmadde - Doktor (k�sa)15. Resimdeki yazar�n bir eseri - I��n
22 �UBAT 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, na-mazında niyazında başörtülü bir komşuhanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlununçayını, akşamları iki kap yemeğini hazır-laya hazırlaya akşamı ediyordu. Aradabir yüreğinin kenarında bir kesiklik, birter, bir yumuşaklık hissediyordu, o kadar.
1 “Güzel. Yani, anlayacağın, kafamızı bozarsan, yapmaya-cağımız kötülük yoktur sana. İstersek ortadan kaldırırızseni. Hem de bu odada, bu odada, şimdi. Leşini de bir çu-kura atarız. Çıkarırız en üst kata, açarız camı, bırakıveri-riz hooop güm. Gidersin. Yedinci kattan aşağı uçmak, ha,ne dersin? Çıkarma bunu aklından. ‘Kendini camdan attı,’deriz ailene de. Anladın mı?”
2 İçinden doğru sevdim senibakışlarından doğru sevdim de
ağzındaki ıslaklığın buğusundansesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de
beni sevdiğin gibi sevdim senikar bırakılmış karanlığından...
3
a)
b)
c)
d)
e)
Semaver - Sait Faik Abasıyanık
Eskici ve Oğulları - Orhan Kemal
Eşeğin Gölgesi - Haldun Taner
Koltuk - Aziz Nesin
O / Hakkari'de Bir Mevsim - Ferit Edgü
Dalgalar – Demir Özlü
Bıyık Söylencesi – Tahsin Yücel
Yedinci Gün – İhsan Oktay Anar
Yaralısın – Erdal Öz
Parasız Yatılı – Füruzan
a)
b)
c)
d)
e)
a)
b)
c)
d)
e)
Nâzım Hikmet
Cemal Süreya
Nilgün Marmara
Ece Ayhan
Edip Cansever
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(d) 3-(e)
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ