fecr-i Âfâk dergisi 3. sayı

24
“Zor bir yolda yürümek mecburiyetinde olan insanlar, yolda yürümeye başlamadan önce, gönüllerinde ve zihinlerinde yürümek ve yol almak zorundadırlar. Evvela, Bu yolu ben nasıl aşarım? korkusundan kurtularak yola çıktıklarında görürler ki, yol zor da olsa bir müddet sonra aşılmış yürünmüş ve hedeflenen yere gidilmiştir. İşte o zaman, insanların yüreklerinde, aslında yolun zannedildiği kadar zahmetli olmadığına ve bütün sıkıntılı yolların aşılabileceğine dair bir iman doğar.” EDİTÖR’DEN Yolun yüceliğini bilerek ‘‘Âfâk’’ olarak çıkmıştık yola. Bir de sarp yokuşlarda ilerlemenin zorluğunu bi- lerek... Yalnız bu yolda bildiğimiz tek bir şey vardı: aşkına düştükleri kadardı insanların yolları… Duamız ise hep aynıydı: Allah’ım! edebiyatımızı, şiirimizi, aşkımızı yoluna çıkar. Allah’ım! Yüzünü batıya dönmüş olan insanlara arkasında neler unuttuklarını hatırlat! Duygularımızı, eylemlerimizi, ideallerimizi bu minval üzerine kıl! İstanbul'da çıkmakta olan başka bir dergi ile ya- şadığımız karışıklıktan dolayı dergimizin ismini değiş- tirmek durumunda kaldık. Önümüzdeki süreçte de, mazi- den aldığımız heyecanla aydınlık istikbalimizi düşleye- rek ‘‘Fecr-i Âfâk’ olarak devam etme kararı aldık yo- lumuza… Yine aynı heyecan, aşk ve azimle… Mevlana’nın o müthiş ifadesiyle; pergelimizin bir ucu medeniyetimi- zin kadim değerlerindeydi, şimdi ise diğer ucu fecrde, aydınlık geleceğimizde… Karanlığın en zifiri olduğu an, gün ışığına en yakın olduğu olması boşuna değildir. İçinde bulunduğu- muz yüzyılda da bu zifiri karanlığın izlerini görmek fazlasıyla mümkün. İsim değişikliğine giderken ‘‘fecr’’ tamlamasını seçmemiz biraz da bunun içindir. Dileğimiz o’dur ki; her bir satırımız her bir cümlemiz, gecenin bu zifiri karanlığına bir darbe indirsin ansızın! Bir bıçak gibi saplansın karanlığın tam ortasına! Bir muştu olsun genç adamlara! Bir heyecan olsun taze yüreklere! İnanıyoruz: geceye inat bir gün şafak sökecek. Ümitva- rız; öğrencilerin cep harçlıklarıyla hâlâ dergiler çı- kıyor… Ve şimdi sözü üstat Sezai Karakoç’a teslim ederek, diğer sayımızda buluşmak ümidiyle, ufuk çizgisinden selam ederiz: İnancın fecri doğsun Ağsın sabah yıldızı gibi ufkumuza Batı ve Doğu bütün anlamıyla Geçmiş ve gelecek bütün anlamıyla Açılsın önümüze bir kitap gibi Yeşeren ağaçlar eğilsin üstümüze Damarlarımız canlansın eski ruhun dirimiyle Alev duman ve kan içinde Bir şafak yapısı belirsin önde Şeyh Galibin gibi Yükselsin önümüzde yeni bir fecrin devleti Çağırdığım işte bu FECİR DEVLETİ İnsanlığın yeni bir kader dönüşümünde Mercan kitap ve doğurgan bir yaradan Zamanın an an tanık olduğu Bütün gerçekliğiyle sûrelerden Gelecek yeni bir, bir insan ruhu Yüzü hep dönük fecir devletine Gönlünde hep cennetten bir site İpek örtülerin hışırtısı Gün yüzlü insanların gezintisi Dillerinde ipekten yumuşak Kılıçtan keskin âyetler Gezinirler fecir yapısının ufkunda [KIŞ] ٥٣٤١ | SAYI:3

Upload: fecri-afak-dergisi

Post on 25-Mar-2016

261 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

Facebook sayfamızdan güncel olarak bizi takip edebilirsiniz.... https://www.facebook.com/fecriafak

TRANSCRIPT

Page 1: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

“Zor bir yolda yürümek mecburiyetinde olan insanlar,

yolda yürümeye başlamadan önce, gönüllerinde ve

zihinlerinde yürümek ve yol almak zorundadırlar. Evvela, Bu yolu ben nasıl aşarım?

korkusundan kurtularak yola çıktıklarında görürler ki, yol zor da olsa bir müddet sonra

aşılmış yürünmüş ve hedeflenen yere gidilmiştir. İşte o

zaman, insanların yüreklerinde, aslında yolun zannedildiği kadar zahmetli

olmadığına ve bütün sıkıntılı yolların aşılabileceğine dair

bir iman doğar.”

EDİTÖR’DEN

Yolun yüceliğini bilerek ‘‘Âfâk’’ olarak çıkmıştık yola. Bir de sarp yokuşlarda ilerlemenin zorluğunu bi-lerek... Yalnız bu yolda bildiğimiz tek bir şey vardı: aşkına düştükleri kadardı insanların yolları… Duamız ise hep aynıydı: Allah’ım! edebiyatımızı, şiirimizi, aşkımızı yoluna çıkar. Allah’ım! Yüzünü batıya dönmüş olan insanlara arkasında neler unuttuklarını hatırlat! Duygularımızı, eylemlerimizi, ideallerimizi bu minval üzerine kıl!

İstanbul'da çıkmakta olan başka bir dergi ile ya-şadığımız karışıklıktan dolayı dergimizin ismini değiş-tirmek durumunda kaldık. Önümüzdeki süreçte de, mazi-den aldığımız heyecanla aydınlık istikbalimizi düşleye-rek ‘‘Fecr-i Âfâk’ olarak devam etme kararı aldık yo-lumuza… Yine aynı heyecan, aşk ve azimle… Mevlana’nın o müthiş ifadesiyle; pergelimizin bir ucu medeniyetimi-zin kadim değerlerindeydi, şimdi ise diğer ucu fecrde, aydınlık geleceğimizde…

Karanlığın en zifiri olduğu an, gün ışığına en yakın olduğu olması boşuna değildir. İçinde bulunduğu-muz yüzyılda da bu zifiri karanlığın izlerini görmek fazlasıyla mümkün. İsim değişikliğine giderken ‘‘fecr’’ tamlamasını seçmemiz biraz da bunun içindir. Dileğimiz o’dur ki; her bir satırımız her bir cümlemiz, gecenin bu zifiri karanlığına bir darbe indirsin ansızın! Bir bıçak gibi saplansın karanlığın tam ortasına! Bir muştu olsun genç adamlara! Bir heyecan olsun taze yüreklere! İnanıyoruz: geceye inat bir gün şafak sökecek. Ümitva-rız; öğrencilerin cep harçlıklarıyla hâlâ dergiler çı-kıyor…

Ve şimdi sözü üstat Sezai Karakoç’a teslim ederek, diğer sayımızda buluşmak ümidiyle, ufuk çizgisinden selam ederiz:

İnancın fecri doğsun Ağsın sabah yıldızı gibi ufkumuza Batı ve Doğu bütün anlamıyla Geçmiş ve gelecek bütün anlamıyla Açılsın önümüze bir kitap gibi Yeşeren ağaçlar eğilsin üstümüze Damarlarımız canlansın eski ruhun dirimiyle Alev duman ve kan içinde Bir şafak yapısı belirsin önde Şeyh Galibin gibi Yükselsin önümüzde yeni bir fecrin devleti Çağırdığım işte bu FECİR DEVLETİ İnsanlığın yeni bir kader dönüşümünde Mercan kitap ve doğurgan bir yaradan Zamanın an an tanık olduğu Bütün gerçekliğiyle sûrelerden Gelecek yeni bir, bir insan ruhu Yüzü hep dönük fecir devletine Gönlünde hep cennetten bir site İpek örtülerin hışırtısı Gün yüzlü insanların gezintisi Dillerinde ipekten yumuşak Kılıçtan keskin âyetler Gezinirler fecir yapısının ufkunda

[KIŞ] ٥٣٤١ | SAYI:3

Page 2: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

I.

Bize ne oldu bak!

Yürümekteyim yüreğime basa basa...

serseri bir bulutun kudurganlığına inat,

aheste aheste ve kararlı...

Çılgınlığım bugüne özgü değil,

güvercine sor dilersen...

O en eski evde

sırrımı fısıldamıştım usulca

Ve uçup gitmişti...

Yedi kez etrafında dönüp evin, ne çare!

Hatırlayan yok ki..

Ama ben hala tutukluyum gönüllü,

elimde tutuyorum sımsıkı,

canımdan da yakınım...

II.

Güvercin, ah o güvercin...

O en eski evde sırrımı yüklendi ve uçup gitti elim-

den

Firarda aklım o gün bugündür...

III.

Derler ki erlik

hatıraların nabzında gergef gibi dokunur,

oysa ben gözlerinde okudum

öfkenin ve sevdanın en ercesini...

Sahili yumruklayan özgür dalgalar gibi

ruhum savruluyor dört nala...

Çokça yanılgı bıraktım ardımda

Çokça yenilgi yaşadım

Hoyrat bir çingenenin gamzelerine kazılı

puslu parolasıdır eylemcinin

güvercin kanadında bir yudumcuk özgürlük,

Güvercinim

Ah!

Ne kavgaydı o kutsanmış eylem,

en eski evde sonlanırken başlayan

bir daha bir daha sonsuza dek...

Gel ey tatlı belam!

Baş koydum bil ki

adanmışım adam gibi..

Öfkem tükenmişliğe

Ve illa ki

Unutmak teslim olmaktır kahpece

IV.

Adam gibi biri haykırıyordu tanıdık

“¬-vazgeçecek değilim asla

biz ne belalara baş belası olmuşuz be hey!

Baş eğdirmişiz baş kesenlere

İlla ki baş eğmemişiz biline...”

Sordum, delirdi dediler

Kaçıp giden kaybedendir, korkandır

biraz da umudunu, aşkını ve güvercinini...

Ama benim de aklım firarda

Kim bilir,

hangi gün hangi saat kaçıncı peronda

Adam gibi biri çıldırmıştı

V.

En eski eve gittim

Sen yoktun, güvercin de...

Asıldım eşiğine katıla katıla

Kulun olayım kölen olayım ben ben olayım

Güvercinim dönsün artık geri

Ey sırların sırrı

...

Bize ne oldu bak!

Ömer Vehbi Hatipoğlu

Page 3: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

I

Ötesine bakınır ufkun… Bakacak dermanı kalmaz bengileyin

Surlar omuz verir maziye… Rücu eder aslı muzaffer tarihin

Kırılır zincirleri Ayasofya’nın… Gül kokar kutsal emanetin

Altın laleler açar her sinede… Batıl zail olur bengileyin

II

Bu topraklar… Bağrından Fatih’leri çıkardığı vakit serhatlerin

Sahipsiz kalmaz Kudüs ve Şam… Selahaddin’leri varsa bu ümmetin

Muştusu olsun ak güvercinler gür hisli gür imanlı beyinlerin

Bitti mi sanırsın… Koca çınar rüyası ceddimiz Osman Gazi’nin

III

Deryalarla kavuştuğu çizgide… Gök kubbe çatlasın bengileyin

Şerefle bekliyor o rüzgâr… Topkapı’da bayrağını son ümmetin

Ufukların fecrine doğar güneş… Âb-ı hayat olup dirilişin

Gölgesinde tek hakikat çağlasın… Haykırsın Hû deyip bengileyin

Enes Karademir

Bengileyin

Eylül Deniz

Bilinmez Suskunluk

Siz beni tanımazsınız efendim

Zat-ı âlinizin yüreğe dokunuşunu bilmesiniz

Sönük bir heyecan taşıyarak gönülde,

Çığlıkları tarumar ederiz.

Hamuşluğumuz bedenlerin makbere yakınlığındandır.

Türküler ayettir geçmişimize,

Âtimize güneş rahmettir.

Tebessümünüz mahlukata merhamet,

Gözleriniz toprağa dikili fidan.

Şemailiniz değince kelimelere

Dilde lâl ömürde sükût peyda olur.

Sabrımız yürekte umuttur efendim,

Hayaliniz akıllarda kunut.

Page 4: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Kızılırmak Hamza Kaplan

Kulaklarım çınlıyor, geceyle gelen sesle Gülümsedim bir anlık, umutsuz bir hevesle Kızılırmak karşımda bilinmeze akıyor Bir lahzacık ötede sanki beni yakıyor Yalnız benim kimsesiz, birde sen Kızılırmak Akıyoruz habersiz ölüme yumak yumak Yolcusuyuz ötenin, bilmem kaç nefes kaldı Engin gibi suyuna, kimbilir kimler daldı Kıvrılırken yolların selamsızca geriye Bir emir gelir gökten sedasızca beriye Sürgündeyiz ikimiz, senin sevdalın yağmur Benim ki kara toprak, hayatlarımız mağrur Dinliyoruz sesini, geçerken onca saat Haykır o gür sesinle, kahpe hayata inat

Sen haykırdıkça duysun, sevinsin tüm yetimler Yeryüzünü kaplasın, gözyaşıyla hatimler

Senin doğduğun yerden, doğsun kainata nur

Hayat denen karanlık, dur bakalım artık dur

Fatihin kabzasında gizli koskoca tarih Ağlaşırken insanlık, Kızılırmak müsterih

Sahiplerin sahibi, tüm yolların sonu ''O''

Geçen saatler onun, tüm yılların sonu ''O''

Sanki ölüm yaklaşır, ayak sesleri tak tak Ne ben ondan korkarım ne de sen Kızılırmak

Ne varsa yalnız onun; ahenk, renk, siyah ve ak

Allah diyerek akar, Allah'a Kızılırmak

Hızır İrfan Önder

Ölüm Yok Bize Ahmet Yılmaz TUNCER

Yokuz İşte

Bir beyaz yol gitmek istediğimiz

Çıkmak istediğimiz

Gri akşamların ötesinden

Balçık deniz gömü gibi

Ömrümüzün sularında

Taşlarda kalan izler misali

Uzatsam ellerimi

Ya da uzatsam gözlerimi

Biliyorum akşam erken iniyor şehre

Karanlık

Ve karanlık dolu sokaklarda

Yürümek yalnızlıkla el ele

Dinlemek o yok oluşa giden sesi

Ve çıkabilmek için girmek gerekir

O yarışa biliyorum

Sonunda sen

Sonunda ben

Yokuz işte

derin acı izleri var insanlığın

yaşam b/eşiğinde süreğen hüzün

niçin çabuk kirlenir anılar

neden boynu büküktür yılların

ölümün kıyısındadır yalnızlık

hep kuşku var gecenin kalbinde

kurşun sıkılır kardeşliğimize

sevgiye kurşun işler mi hiç

umudu azık etmeliyiz artık

güneş doğmadan ölüm yok bize

Page 5: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Mustafa Esen

Modern Zaman Müslümanı

O siyah başörtüyü takınca müslüman O uzun pardösüyü giyince ehl-i takva Çember sakalların da vardır senin

Lakin titretmez yüreğini Bağdat semalarındaki amerikan uçakları

Mübarek gün ve geceleri de ihmal etmezsin bilirim

Bol şükürlü dualarla ve kaza namazlarıyla İhya edersin geceyi

Ahlakımız isyandır bizim

Eylemlerimiz harekete ayarlı, düşlerimiz dirilişe Ayaklarımız Anadolu`da, gözlerimiz Asya, Afrika ve Kafkasya`da

Ve Balkanlar ve Mağrip Kalbimizde o ağrı, dilimizde o şarkı

Şarkın büyük komutanı Selahattin Eyyubi, Bilal ve Musab ve Metin Yüksel ve Şeyh Ahmet Yasin

Ve “yine dağların sevdası düştü yüreğime anne”

- ibrâhim

içimdeki putları devir

elindeki baltayla

kırılan putların yerine ye-

nilerini koyan kim?

Asaf Halet Çelebi

putların gölgesinde toplanan kalabalık

utancını yüzyılın sırtlandı

aldırmadı

terkettiğinde yeryüzünü

çığlık çığlığa

harften ve şiirden yaratılan melekler

vurdu insan klonlanmış

vurdu insan yarı hayvan

vurdu insan esfel-i safilin

esfel-i safilin kıyısına

yardım et bana morpheus

öyle bir matrixin içindeyim ki

Uyanış Bünyamin Gürel

bu ışıklar

bu sahte gülüşler tiksinti veriyor sade.

bu yürüyen merdiven beni göğe çıkarmayacak biliyorum

bu şımartan kibirli şehir

bu öpülesi dudaklar

bu ten

ele geçirecek beni.

yardım et bana morpheus

aldatılmak istemiyorum

çocukken bilyelerim vardı

bir şeyler mırıldanan adamlar, sessiz

gözleri uzaklara dalan şairler

şimdi öyle bir oturuş ki koltuklarda

öyle firavun

bir nemrut çöreklenmiş tüm bakışlara

kalpler hissiz

umursuz

ve plastik çiçekler.

küçük çıkarlara satılan kimlikler

her yerde karşıma çıkan sahte peygamberler

Page 6: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

cilalı sözler, Nietczshe’ler ve daha neler…

benlik, o en büyük tağut

ve tabiat

hissiz

şuursuz

kör ve sağır mabut.

ben diyorum ki ibrahim

-o eşsiz kavrayış

ki yüzakı insanlığın-

ve taşa, oduna

ve yıldıza, puta

ve onun maddesine tapan insanlık

ey insanlık

ben diyorum ki

kıralım putlarımızı yeniden

ey özgürlük istiyoruz diye bağırırken yırtılan han-çere

ey maddeperest zavallı insanlık

ben diyorum ki

kıralım putlarımızı yeniden

ey hiçliğin oratoryasındaki

en yorgun solist

bir türlü döl tutmayan kalbini aşılayan

sen ey şaşkın

hey adamım, comon baby!

hadi birleştirelim güçlerimizi

oluşsun voltran

nietczshe abi bir süpermen yaratsın

yine yeni üstün insan

ne çok üzülmüştüm felç kaldığında

ey süpermen aldattın bizi

sen bizim üstün insanımızdın oysa.

baca temizleyicisi

ey freud, adamım benim

kirlendi rüyalarımız büsbütün

kan ter içinde uyanıyoruz kim bu hayvan

kan ter içinde uyanıyoruz kim bu insan

sırrımızı ayan ettin

bize nasıl ayıp ettiğini hiç bilemezsin.

ey sahtekarların atası darwin

adını duyunca bir dawkins geliyor aklıma

bir de harun yahya

benim de bir çift lafım var sana:

sen ve maymundan türeyen şakirtlerin

canına okudunuz bilimin ve erdemin.

ey comte, ey modern putperestlerin putu

attı seni ve şakirtlerini tarihin kara deliğine çoktan

termodinamiğin ikinci kanunu

nerede senin ezeli ve ebedi evrenin ey marks göre-miyorum

içimdeki sonsuzluk aşkını açıklamıyor proleteryan

katil stalin, lenin ve mao

özgür kıldınız insanları evet öldürerek

anladık geç de olsa afyon yutmaktır marks okumak

bir eli yağda bir eli balda insanlığa eşitlik nutukları atmak.

ey fikret, sislerin şairi bize vaat ettiğin ışık bu muydu?

bu muydu aydınlık geleceği insanlığın ey promet-heus

bir lahza i taahhur

evet sen ey komitacı,

ve ona alkış tutan sen ey şair!

hey morpheus duyuyor musun ?

yardım et

nefes alamıyorum.

şahte cennetinden deccal’in

kurtar beni!

Page 7: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Yürüyorum Burak Tekiner

Yürüyorum gök medrese, ulu camii, camiin eğik minaresi, nasıldı o derginin kapağı aklıma düşüyor:

Pisa kulesinin eğikliğine atfen: ‘‘pisa kulesi bile secdeye vardı papa daha namaza başlayacak!’’ hala

aklıma düşüyor! Öyle işte… Ulu camii bir gün başımıza düşecek biliyorum… Bizimkiler değil belki ama Papa

namaza başlamak isteyecek. İyi günler ilerde anneanne…

Yürüyorum ruhsuz caddeler, İstasyonun hiç sığamadığımız kalabalık sokakları, ama istasyonun kalaba-

lıklığına inat Ulu camiin geniş saflarını doldurmak… Keşke saflarımızda hep böyle sık olsa diye içliyo-

rum! Yürüyorum, üniversiteli genç çiftler -el ele anlıyorum bu şehirden değiller…- ardından bu kalaba-

lığın doluştuğu mekanlar: mc donalds, caf caflı vitrinler, mado! Ye ve git diyor kalabalığa Fast food,

ama hızlı bir şekilde ye ve git! Onlar da harfiyen uyuyor bu emre… Gece geç saatlerde yolunuz buraya dü-

şerse bu mekanların önünde biriken çöp yığınına bir göz atın derim. İyi günler ilerde anne anne…

Yürüyorum ruhum daralmış tüm bu düşüncelerle… bir kitapçının vitrininde AŞKAR’ı görüyorum. ‘‘ Eve

dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!’’ Diyor! Öyle yaparak hızlı adımlarla yürüyorum Buruciyeye, ardından

Çifte Minereliye. O daralmış ruhum yerine geniş bir ferahlığa bırakıyor. Sanki bir inşirah ferahlığı.

Sanki bir yerlerden Aşkarın üstlendiği rolü düşün diyor Hüseyin abi… Aşkarın üstlendiği rol… Adiyat su-

resi… Başka bir şey borçlu değiliz diyen Aliya düşüyor. Aliya’nın askerlerinin aleykum selam deyişi…

aleykum selam aliya! Sana tüm dillerde aleykum selam demek isterdim

Ve şimdi Aliya gibi yürüyorum. Başının üstünden geçen bombalara aldırmadan ‘‘ Yürüyorum çünkü yürü-

mek için sebeplerim var…’’ diyen Aliya gibi…

Ömür, sırtını dayadığın bir kapı. Gelmiş geçmiş ve yaşanılmışlıklarla dolu bir hayat. Gözlerin en güzelini gördüğü, kalplerin enlerini hissettiği bir yaşam. Hiçlikler değil, benliklerle dolu uzun mu uzun bir geçmiş. Sırlarla, anılarla dolu mu desek yoksa keder, gam ile dolu mu? Yazıyorum evet yazarken bir ömrü küçücük bir kâğıda sığdırıyorum. Acaba neler yaşamış diye düşünür müsün? Ömür uzun ama zaman kısa. Kısa sürmüş bir ömür denmez. Bu ömre neler sığdırdığına bakar uzunluğu, kısalığı… Kendi denizini oluşturmalı insan. İçinde kendini bulabilecek bir derya. Sırtını dayaya bileceği bir ka-pı, konuşabileceği bir insan. Asırlar öncesinden kalmış kitaplar ve o kokular. Eski yıpranmış, sararmış yapraklar, elleri yazmaktan nasır tutmuş koca insanlar olsun, onarla yer ver denizinde. Ömründe kitap yoksa neyler insan? Sırdaş edinmeli kitabı kendine… Gergef gergef olmuşsan sığınmalısın bir limana. Güvenmiyorsan kendine, işte o zaman okumalısın ki-tabı. Arkaya dönüp bakmamalısın korkuyorsan. Hedefte koy demiyorum sana, bütün güzelliklere yer vermeli-sin ömründe. Güzelliklerle dolu olmalı bir önceki sayfalar, okudukça tebessüm ettirmeli insana. Öyle bir sırdaşın olsun ki yazdıkça bıkmasın,okudukça anlasın. Rengarenk bir ömür. Hiç tanımadığın ton-lar adlarını bile duymamışsın. Su gibi ömrün olsun, duru… Sesinde rahatlık , huzur… Su olmadan olmaz ya , su gibi olasın azizim. Olmasın sensiz. Gönlünü sormuyorum bile. O yarayı açtıkça devasını bulama-yız. En güzel dertdir yüreğe konan aşk. Beklide ömrün en güzel zamanları anlat denildiğinde akla gelen , dile düşen payesine alan aşktır. Şarklılar vardır aramızda. Şarklılar, yani Allah’a inananlar ve aşkla’nanlar. Onlardan öğrendik biz sevmeyi, sevdayı. Gizli gizli uzaktan sevmeleri, yârden yâr’eden ayrı, gözü kapalı… Aynı şarklılar gibi. Dilimizde hep eskilerden bir parça, arkada gramofonda çalan bir tını. Türküler, masa başında dert ile yazılır, bundandır türküye olan düşkünlüğümüz. Aradığımızı hep o nağmelerde buluruz. Bundandır kendimizi şarklılara yakıştırmamız. Kaleme aldığımız, kâğıda döktüğümüz, satır satır nakşedilen bu yaşanmışlıklar yüreği şarklı olanlaradır. Şair’inde dediği gibi ;’’ Biz şarklılar Yani Allah’a inananlar ve Ona aşk’la’nanlar,biz sevmelerde birinciyiz…’’

Şeyda Bulgurcu

Ömür İçinde

Page 8: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Siper ve Güneş Sefa Toprak

Bizim birlikte şehit düşenlerden boşalan yer-

leri Anadolu’dan yeni gelenlerle takviye ediyorlar-

dı. Güneşin bizi yakıp kavurduğu bir öğlen vaktiy-

di. Aylardır yağmur yüzü görmemiş toprak içindeki

siperimizde gözlerimizi denizdeki güneş parıltısına

doğru kısmış bekliyorduk. Tüfeğimin tetiğindeki

parmağım iki gündür seğirmekteydi. Geceleri uykusuz

kaldığım için günün bu saatleri oldumu gözlerim

kapanmak istedikçe sinirlerim gerilir, başıma ağrı-

lar girer ve hiç bilmediğim bir nedenle parmak uç-

larım üşürdü. Hâlbuki tenim güneşten kavrulmuş hal-

deydi. Ayaklarımın uyuşukluğundan usanmıştım. Her-

kes gibi sipere girip dizlerimi kırıp etrafı gözet-

lemeye başladıktan sonra çok değil bir çeyrek saat-

te kan hemen diz kapaklarımdan aşağıya doğru topla-

narak dayanılmaz bir acıya sebep oluyordu. Ama hiç

kimseye dert yanamazdım. Bunları ve geceleri neden

uyuyamadığımı kimselere anlatamazdım. Belki de an-

latmış olsam dinleyenleri, içinde bulunduğum halim-

le biraz olsun güldürebilirdim. Adım kim bilir neye

çıkardı. Anlatmak mı? Aklımdan bile geçiremezdim

böyle bir şeyi. Hem ne diyecektim ki, ayaklarıma

bir şeyler oluyor dediğimde. Ayaklarım hala var

olduğuna atılan bir top mermisine veya bir kurşuna

kaptırmadığıma göre daha ötesinde neyin hesabını

yapabilirdim ki burada. Geceleri uyuyamıyor ol-

mam... Hâlbuki nasıl da yorgun düşerek bekliyorum

bu siperde.

İşte yine başladı soğuk soğuk terlemeler. Bel-

ki de beni düşman askerine bırakmadan bu terlemeler

öldürür. Acaba yine şehit olur muyum? Ahh… Ayağım,

ayağım nasıl da geriliyor. Bu acı nasıl bir şey.

Cepheden sıhhiyeye taşıdığım gencin sırtından çı-

kartılan mermi de acaba böyle bir acı mı veriyordu

ona. Sanmam. O benim kadar acı hissetmiyordur. Onun

acısı, onu dayanamaz kılarak bayıltmıştı ve bu bay-

gınlık onu uyutarak rahatlattı. Ama benim bu sancım

beni henüz bayıltacak derecede şiddetli değil. Onun

için bu acıya uyanık olarak dayanmam gerekiyor. Bir

elimle tüfeği siperden dışarıda tutarken bir elimle

de ayaklarımda toplanan kanı dağıtmaya çalışıyor-

dum. O ara yanımda tanımadığım bir çocuk gördüm.

Yeni gelenlerden biri olmalıydı. Teni nasıl da be-

yazdı. Acaba ilk geldiğim gün benimki de mi böyley-

di? Kaç ay oldu ayna görmeyeli. Ara sıra sakaların

taşıdığı su küplerinin başında durur, küpün içinde-

ki suyun dalgalanışında tanıyamadığım yüzüme bakar-

dım. Nasıl da değişmişim? Ama bunu da hiç kimseye

söyleyemedim. Yüzümü değiştiren, ne bir süngü yara-

sıydı, ne de fırlayan bir şarapnel parçası. Sakal-

larımın uzaması ve yanmış yüzümün beni değiştirmiş

olması ne ifade ederdi ki? Yaşıyorum işte. Ayağım

da sağlam, yüzüm de, ama bu ağrı bir türlü kesilmek

bilmiyor. Bir kez ayağa kalksam belki biraz rahat-

latır beni, ama siperden çıkma emri verildi. Hem

bunca insan dayanıyor da neden ben sızlanıp duruyo-

rum. Biraz daha sabretmek lazım. Saçlarım da keven

otları gibi sem sert olmuş. Ne güzel saçların var

senin derlerdi. Köyde evlenecekler arasında saçları

en güzel olan bendim, akşamdan kille yıkayıp yattın

mı, sabahında biraz limon çalardım geriye yatırarak

tarardım. Hemi parlardı hemi de yattığı gibi kalır-

dı. Şimdi dokunmaya korkuyorum saçlarıma. Ama çok

şükür saçlarım var değil mi? Ya gavurun attığı top-

la yanan siper içinde yansaydı saçlarım. Şu çocuk,

konuşsam mı acaba? Hem şu zalım ağrıyı biraz olsun

unutmuş olurum. Aramız çok uzak biraz yaklaşsam iyi

olur, hem konuştuğumuzu da hiç kimse duymamalı.

Yahya Çavuşun kulağına gitti mi, iş fena yatı-

rır falakaya acımaz. Ezine’nin normal adamı sert

olur ki çavuşunun ağırlığını sen düşün. İyi de ben

bu kan torbasına dönmüş ayakla nasıl yanaşırım ona,

hem iyice şişmiş baldırlarım. İyisi mi sesleneyim

de o yanaşsın bana doğru. Yüzümü ona doğru dönüp,

fısıltıyla seslendim. ‚çocuk, hey çocuk‛ hiçbir

değişiklik olmadı çocukta. Duymuştu da umursamıyor

muydu yoksa? Yok, canım duymadı zahir. Başımdaki şu

fesi atayım da baksın buraya diye düşündüm. Fesimi

hafifçe başımdan kaldırıp siper içinden ona doğru

savuşturdum. Zıkkımı gördün mü? Yetiştiremedik yahu

Page 9: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

tüf gitti fes. Nasıl etsek de alsak geri. Yahu ço-

cuk dondun mu baksana bu tarafa. Şimdi fessiz de

kaldık iyi mi? Güneş tepemi pişiriyor. Aman yarabbi

anamın anlattığı mahşer burası mı? Yine başladı

soğuk sular akmaya, şimdi çok geçmeden bir de tit-

reme başlar ki sorma gitsin. Gören korkuyor diye-

cek. Titreyen elim tüfeği de oynatıyor bıraksam mı

tüfeği. Elime biraz toprak alayım var gücümle yum-

ruk yapıp, sıktıkça sıkayım. Geçer geçer bu sarsın-

tılar, fesi alsak iyi olur şimdi kaybolursa tövbe

daha bulamam. Kalır mısın dıb dızlak. Güneş ne va-

kit gider ola, ölüm terimidir nedir bunlar. Bu ço-

cuk niye hiç kıpırdamıyor. Böyle hareketsiz kalmayı

nasıl beceriyor. Şaştım. Bu ayak beni öldürecek, ne

yapsam da şurdan çıksam. Yoksa bu ayağın hali hal

değil. Rahat borusu da çalmak bilmedi. Zaman mı

geçmiyor ben mi ömrümü tükettim nedir? Şu çocukla

bir konuşsam acımı biraz unuturum belki. Herkes

nasılda suskun, insanlar sustu hadi onları anladık

da buraların hiç mi kuşu ötmez? Şu yamaçtaki orman-

dan bir ayı çıkıp gelse, nerede? Buradaki insanlar

gibi hayvanlar da pusmuş. Hah işte sonunda çocuk

biraz kımıldadı. Çakır gözlüye benziyor. Daha ilk

günden dudakları susuzluktan patladı. Benim de öyle

olmuştu. Şimdi sızım sızım sızlar. Bu iyi, en azın-

dan bu acı onu sağa sola hareket ettirir, benim

tarafa baktığını kollar ben de işaret ederim, elim-

le gel işareti yaparım biraz yaklaştırırım onu.

İşte elinin tersiyle alnını sildi. Tamam, işte o da

hareketlenmeye başladı. Onun da ayağı uyuşmuş belli

ki, olduğu yerde kımıldanıyor. Dizlerinin altındaki

kuru toprağın ezilme sesini duydum. İçim rahatladı,

demek ki sadece ayağı uyuşan ben değilmi-

şim. Acaba şu diğer yanımda-

kinin de mi öyle? Ama

onun hareketlendiğini

hiç görmedim. Saatlerce

olduğu gibi nasıl kalabi-

liyor. Şaştım. Biraz olsun

rahatım şimdi, demek yanım-

daki çocuğunda ayağı uyuş-

muş, belki de az sonra o da

dayanılmaz bir acıyla sağa

sola bakınıp konuşacak biri

arar. Hah be oğlum işte ben

buradayım. Bak be bu tarafa.

Fes de yok, beynim fokurdamaya başladı.

Elimi alnıma götürmeye korkuyorum. Aman Allah’ım

yanıyorum. Bu ne ateş elim mi yanıyor yoksa beynim-

den vuruldum da kafamdan aşağıya kan mı süzülüyor.

Hararetlendim. Gözlerim içine tuz basılmış gibi

yanıyor.

Kararıyor her taraf. Güneş hala tepemde mi,

zaman hiç mi geçmiyor? Oda ne kim var orda? Düşman

değil mi o? Adamlar geliyor. Kaç taneler? Adamlar

geliyor… Kumandan nerdesin, hani nerdensiniz kuman-

dan? Gâvuru görmüyonuz mu? Hepsi kalkmış koşarak

geliyor. Niye ateş emri gelmiyor? Yaklaşmalarını

bekliyor herhalde. İyi de bunlar koşa koşa bana

doğru geliyor. Hepsi de benim üzerime geliyor. Ku-

mandann… Kumandannn! Kalbim nasıl da çarpıyor fır-

layacak gibi. Damarlarımdaki kanın çalkalanışını

duyuyorum, sanki taşıp beynimden dökülecek. Kafam

kafam nasıl ağrıyor. Kafam zonkluyor. Nefes alamı-

yorum. Kumandana bağırmalıyım. Bağırmalıyım. Herkes

öldü de ben mi kaldım yoksa. Yanımdaki çocuk, hah

işte çocuğa bağırayım. Çocuk çocuuk heyy! Sesim

sesim çıkmıyor. Sesime ne oldu. Biri boğazımı tut-

muş. Boğazımı sıkıyor. Gözlerini kan bürümüş, pis

pis sırıtıyor. Beni boğuyorlar, kumandan nerdesin?

Çocuk çocuk yardım et. Gözlerim yuvalarından çıkı-

yor. Dilim sarktı. Boğuyorlar beni. Ölüyorum. Çocuk

çocuk, çooc…uk.

Tüfeğim, tüfeğim… Sesim çıkmıyor. Bari ateş

edeyim mermi sesini duyan olur. Yoksa öldürecek bu

adam beni. Tüfeğim yok! Tüfeğimi almışlar. Ölüyo-

rum. Nefesim kesildi… Çocuk beni niye görmüyor. O

da mı öldü yok- sa. Keşke tüfeğimi bırakmasay-

dım. Ellerim, ellerim vardı

benim. Ben de onun boğazına

sarılayım yoksa boğacak be-

ni. Ellerim ellerim nerde?

Aman Allah’ım ellerimi

kesmişler ellerim yerde

duruyor. Kollarımdan kan-

lar damlıyor. Kanım bü-

tün siperi dolduracak-

mış gibi akıyor. Çocuk

beni niye görmüyor.

Kanım yerdeki fesimi

önüne katmış çocuğun diz-

lerini ıslatıyor.

Page 10: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Yazımın başlığı Karacaoğlan’dan. Karacaoğ-lan’ın bu mısraını seçmemin sebebi ise, Nurdan Gür-bilek’in kitabının hem adıyla hem de içeriğiyle paralellik göstermesi. Benim anladığım kadarıyla, Gürbilek’e bu kitabı yazdıran veya yazmasına yar-dımcı olan şey Harold Bloom’un Etkilenme Endişesi adlı poetik çalışması. ‘Benden Önce Bir Başka-sı’ndan öğrenene kadar ne Bloom’dan ne de Etkilenme Endişesi’nden haberdardım. Bir kitap sayesinde baş-ka bir kitaptan haberdar olmak da ayrı bir mesele, sanırım Farsçada buna serendipty deniliyordu, yani bir güzelliği ararken başka bir güzelliğe ulaşmak. Bloom diyorduk. Bloom, Etkilenme Endişesi’nde Ay-dınlanma sonrası şiirinden yola çıkarak, şairler arasındaki halef selef –mesela Marlowe Shakespeare- ilişkisini inceliyor ama bu inceleme klasik manada yapılan bir inceleme değil. Freudyen bir ifade kul-lanırsam halef ve selef arasındaki ilişkiyi ödipal bir zeminde inceliyor. Yani şairin edebi ebeveynine duyduğu yakınlık ile kendi kendisinin ebeveyni olma isteği arasındaki bölünme ve telaşın ürünü bu etki-lenme endişesi. Bütün büyük şairler de bu endişeyi ekarte ederek, kendi olmayı başaran isimler, daha doğrusu onları büyük olmaya sevk eden kuvvet bu endişenin ta kendisi. Şimdi buradan ‘Benden Önce Bir Başkası’na geçebiliriz.

Gürbilek, bu etkilenme endişesini şairler üze-rinden değil de romancılar ve nesir yazarları üze-rinden incelemeye çalışmış. Kitap, Kafka’nın Böceği adlı bölümle başlıyor ve Dostoyevski – Kafka ara-sındaki ilişkinin içine girmeye çalışıyor. Kaf-ka’nın birçok bakımdan Dostoyevski’nin ardılı oldu-ğu varsayımı üzerine inşa edilmiş bu bölüm. Hatta Kafka’yı tanıyan tanımayan herkesin bildiği Gregor Samsa’nın ilk izlerine Dostoyevski’de çok sarih bir biçimde gözlemleyebileceğimizi söylüyor. Fakat bir farkla, Kafka’da bu böcek doğrudan, kanlı canlı, hayattaki bir böcektir. Dostoyevski’de ise bir me-cazdan öteye gidemez, ancak ‘yeraltı adamı’ kendini bir böcek gibi hisseder o kadar veya en fazla Ras-kolnikov odasında bir örümcek gibi yaşadığına ina-nır. Adorno’ya göre de bu böyledir. Adorno, Kaf-ka’yı okurken doğrudan bir okuma yapmamızı ister. Gürbilek’in dikkat çeken ve daha önce hiç akıl ede-mediğim bir görüşü de şu, Dostoyevski’nin romanla-rında her ne kadar ezilmişler ve aşağılanmışlar, yeraltına hapsedilmiş zavallılar, toplumsal şölenin dışına itilmiş biçareler da olsa bu kahramanlar eninde sonunda toplumla kesişmenin bir yolunu arar-lar ve toplumun içine girmeyi dert ederler. Suç ve Ceza’nın iğreti sonunu hatırlayacak olursak, Ras-kolnikov eğer ilahi mesajın buyruğuna girerse o da topluma kabul edilecektir.

Bir bakıma Dostoyevski, tüm roman boyunca kur-caladığı yasa, vicdan, kanun gibi çetrefilli bir alanı iptal ederek romanı hidayet öyküsüne çevir-miştir. Fakat Dönüşüm’de durum tamamen farklı, Sam-sa sonunda çöpü boylayacaktır, son hakikaten bir sona varır. Yani Kafka tamamen yok olmayı, mükemmel bir şekilde böcekleşerek yasanın ve toplumun göre-

meyeceği kuytuluk-lara saklanmayı isterken, Dosto-yevski’de irtifa kaybetmiş şekilde de olsa bir görünür olma çabası var-dır. ‘Benden Önce Bir Başkası’nın ikinci bölümünde ise Kafka – Oğuz Atay incelemesi var. Her iki yaza-rın da ‘Babama Mek-tup’ adlı metinleri aracılığıyla yapı-lıyor bu inceleme. Bu bölümde ‘metinlerarasılık’ kavramına değinili-yor. Julia Kriste-va’nın 60’ların sonlarında ortaya attığı bu ufuk açıcı kavrama göre yapıtı yoktan var eden bir yazar imgesi yok. Edebiyat metinleri doğarken kendilerin-den önce üretilmiş metinlerle konuşarak, onlara cevap vererek, onların ipliğiyle kendi kumaşını dokuyarak ortaya çıkıyor. Mesela Dostoyevski’yi düşünmeden Oğuz Atay’ı tam manasıyla anlamak ger-çekten mümkün mü?

Kitabın üçüncü bölümünde, Dostoyevski ve Ahmet Hamdi Tanpınar arasındaki ilişki incelenmiş. Bu inceleme yapılırken yazının merkezine Tanpınar’ın ‘Günlükler’i ve Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Not-lar’ı koyulmuş. Fakat bölüm boyunca incelenen Tan-pınar’ın hayal kırıklıkları, gecikmişliği, korkunç mukayeseleri, büyük tıkanması, sükut suikasti yazı-nın sonunda alelade bir bağlamayla ‘Yeraltından Notlar’a iliştirilmiş. Dördüncü bölümde ise Ahmet Hamdi Tanpınar – Walter Benjamin arasındaki ilişki incelenmiş. Bu bölümde benim kafama takılan bazı şeyler oldu, öncelikle bu bölüm daha en baştan ki-tabın adıyla çelişmiş. Çünkü Tanpınar ve Benjamin çağdaş yazarlar. Yani birisinin bir diğerinden önce olma ihtimali yok, kaldı ki Gürbilek’in de söyledi-ği gibi birbirlerini okuma ihtimalleri de sıfıra yakın. Bu bölümde Gürbilek, Tanpınar ve Benjamin arasında harika benzerlikler silsilesi kurmuş olsa da, bir öncül – ardıl ilişkisi bulunmuyor. Bu açı-dan amiyane tabirle defolu bir yazı olmuş bence. Yazı kendi düzeneği içinde insanı hayrete düşürecek kadar benzer paradigmalar üretse de kitabın bağla-mıyla birlikte düşününce iş değişiyor. Bir de Tan-pınar edebiyatçı tarafıyla tebarüz eden bir isim-ken, Benjamin daha çok düşünür, fikir adamı, filo-zof tarafıyla tanınmış bir isim. Buradan bakarsak da bir ayrılma ortaya çıkıyor. Fakat Tanpınar ve Benjamin’in arasındaki ‘rüya’, ‘geçmiş’, ‘ilerlemeci tarihe karşı alınmış cephe’, ‘son ba-kış’, ‘kurtarma projesi’, ‘iç âlem’ gibi birçok ortak imge yazıya güç veriyor. Metni tek başına

Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken Ahmet Salih Şahin

İnceleme

Page 11: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

düşünürsek mükemmel bir metin var karşımızda fakat kitaplar bir bütünlük arz ettiği için ve bir bütünü oluşturma gayretiyle yola çıktığı için kitaptır. Ve kendi teziyle çelişmemesi gerekir. Beşinci bölümde de aynı sıkıntı söz konusu, yazı Peyami Safa’nın üstüne o kadar yoğunlaşmış ve Safa üzerinden o ka-dar iyi iş çıkarılmış ki bu metine eksik olarak ge-ri dönüyor.

Peyami Safa’dan önce bir başkası kimmiş bu so-runuz cevapsız kalıyor. Aynı Tanpınar – Benjamin bölümünde olduğu gibi metin kendi içinde güç göste-risi yaparken genel bağlamla ve yazının önsözünde anlattığı ikili denemeler vaadiyle o kadar uzak ka-lıyor ki. Hiç olmazsa Tanpınar – Benjamin bölümünde ikili denemeler kısmı fazlasıyla tatmin edici bo-yuttaydı, bu bölümde o da yok. Gürbilek’in böyle bir derdi var mıydı bilemem ama, metin Peyami Sa-fa’nın milliyetçi tarafını öyle bir bakış açışıyla yakalamış ki, Safa’yı alaşağı ediyor. Safa’nın çe-lişkiler yumağını üşenmeden çözüyor. Kitabın hem en sevdiğim hem de en çok lezzet aldığım bölümü altın-cı bölümdü. Edward Said’in, Cemil Meriç’in ve Peya-mi Safa’nın arasında kurulan çapraz ‘Şark’ okumala-

rı gerçekten zihin açıcı bir metin olmuş. Said’in Meriç ve Türk düşüncesi üzerindeki etkisi, Safa’nın yoz Şark kıyaslamaları, doğunun ve batının erilliği – dişiliği mevzusu, şarkiyatçılık garbiyatçılık tartışmaları gibi birçok konuya derinlikli bir şe-kilde nüfuz edilmiş. Bence en doyurucu bölüm bu bö-lüm olmuş. Son bölümde ise Walter Benjamin ve Orhan Koçak var. Orhan Koçak’ın eleştirmenliği ve düşün-cesi üzerinde Benjamin etkisi araştırılmış bu bö-lümde. Koçak’ın müthiş diyalektik yeteneği ve ede-biyatımıza getirdiği hakiki eleştirmenlik yönünün Batı düşüncesinden, Frankfurt okulundan ayrılmaz yerleri yakalanmış. Koçak’ın, tikeli bağlamdan ko-partmayan ama aynı zamanda onun içinde eritip yok etmeyen kıvrak zekâsı, ‘ben’e ulaşmak için mutlaka başkalarından geçilmesi gerektiğini gösteren hakka-niyetli tavrı söz konusu edilmiş. Ayrıca bu bölümde -tamamen şahsi fikrim- Nurdan Gürbilek’in üzerinde-ki Orhan Koçak etkisini de görmek mümkün. Yazımızı Walter Benjamin’in sözleriyle bitirelim, ‚Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Kültür ürününü kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır barbarlıktan. ‛

Aşkını senden önce tanıdım, yoksa ardından

gitmezdim....Sen aradan çekildiğinden beri ben

onunla gideriyorum yalnızlığımı. S/onsuzluk gibi

bir şey, hayatın en anı derin yeri. Seni yok say-

dım, bu hayatta aşkınla avunuyorum.. Kısa çaresiz

ama huzur gibi bir şey dağ kokusu kekik tadı biraz

da damakta kalan acı... Seninle olmak ne kadar

ölümse aşkınla olmak o kadar hayat veriyor... Suku-

tuna tutunan kelimelerim bakışlarından düşüyor ye-

re, bakışların uçurum, bakışların ayna oluyorlar

ağıtlarıma ve yeryüzüne dağılmış paramparça kelime-

ler kalıyor. Bakışların, bakışların davetçisidir

bütün kışların. Vaziyet planlarında adını arıyorum,

uzak ülkelere meyletmiş bir ölümcül sukut buluyo-

rum. Seni çağırmayacağım artık, çünkü her çağrıda

yağmurun elleri üşüyor. Seni göğsümde ihanet etme-

yeceğine yeminli bir taş parçası diye taşıyorum.

Bütün morgları aradım senden geriye kalan bir ces

(ar)et var mı diye, mum(ya)lar elimde kaldı… Bütün

yağmurlar sensiz yağıyor artık, ve hiçbir yağmur

senli yağmaz, giderken yanına alıp gittinya bulut-

larımı.. Bu ölümü bana lutfeder misiniz diye elini

uzattığından beri müzik beynimde çınlıyor… Kapında

bekleyen yalnızlığım “kim” o sorusuna hep hiç

(kimse) diye cevap veriyor ve sen en çok bu cevabı

seviyordun… Sorularıma sukut ile verdiğin cevaplar

vardı. Sukut ikrardan gelir diyerek kabul ettim,

eğer inkardan gelseydi bir ölüm bile olsa karşılık

vermeliydin…

Kal desem de gideceksin biliyorum, git bir

yaz yağmuru gibi şiirlerimi ıslatmadan git, ama bil

ki mısralarım dört mevsim o güzel yakanı bırakmaya-

cak… Ve senden önce ölmeliyim ben, çünkü en iyi

şair ölü şairdir... Sen beni hiç sevmedin ki Bera-

ber yürünecek yağmurları sevdin İstanbul da ıslan-

mayı sevdin ceketime sarılıp Ceketimin astarında

hüzün kokusu Göğsüme başını yaslamayı sevdin Sessiz

bir yaz akşamında Bir bulut olmayı sevdin gözbebek-

lerimde Bir yağmur gibi yağıp gitmeyi sevdin.. Kim-

se gibi, (hiç) kimse gibi…. Ve sen ölümlerden ölüm

beğendirdiğin sevgilileri değil Ölümsüz düşleri

sevdin Sen ölümün resmini yapan ressama poz verip

Hayatın çerçevesine sığınan bir tebessüm gibi kal-

dın… Şimdi beni duraksız bu yolda indirdiğin otobü-

sü Otobanlarda haramiler bekliyor… Gel demeyeceğim

sana gitmelere kurmuşken bütün saatleri. Eyersiz

atlara binip gidiyorsun, gitmeye o kadar hazırsın

ki saçların atların yelelerinden önce savruluyor …

Sana artık gel demeyeceğim, rüzgarlara tutunmuşken

ve unutmuşken ardından sürüklenen sarı yaprakları…

Seninle giden gökyüzümü ve bulutları kimse kendime

getiremez. Bundan sonraki şiirler nama yazılacak-

tır… Bundan sonraki şiirler yağmura yazılacaktır…

Bilal Tırnakçı

Nama Yazılı Şiirler…

Vedalar; gözüyle sevenler içindir,

Çünkü gönülden sevenler ayrılmaz…

Hz. Mevlana

Page 12: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Benim Sokaklarım

Memduh Turan

Benim sokaklarımda sürgün misali yürüyorum,

sessiz ve çaresiz… Fani aklımın gölgesinden ubudi-

yete intikal etmek için. Emektar kaldırımlar taşı-

yor ağır cesedimi, gayri ihtiyari. İki eski dost

eşlik ediyor, kefensiz tabutuma. Artık ahbaplar da

susmuş. Burası ‘sükut sokağı’ mı? Neden bilinmez,

lal olmuş bütün diller. Sadece hicranlı gözyaşla-

rımla hasbihal ediyoruz. Onlara elveda der gibi.

Çınlıyor kulağımda hala İslam’ın sesi. Dedemin ye-

gane mirası bana, bu

besteler. Beynimin

derinliklerinde tüm

saatler kırılmış.

İtiraf ediyorum: Ben

bir katilim. Zamanı

idam sehpasına arma-

ğan diye sundum. Ma-

ziye karıştı o kor-

kunç tik taklar.

Böylece ömrümün fai-

de faslı da bitti.

Düşüncelerimin çiz-

diği yolda yürüyo-

rum. Takatimin son

damlasıyla… Benim

sokaklarımda ben

meçhule yürüyorum.

Aşinayım bu so-

ğuk kaldırımlara

ikimizin özü de

‘toprak’. O mekan-

sızların sefil san-

cısı, ben vuslat

zincirinin ebedi kurbanı. Fani hayatın peşinde gi-

diyoruz aheste aheste. Lakin başım dönüyor. Boğulu-

yorum, bu sokağın yeis girdaplarında. Maskeler ar-

dına gizlenmiş yüzler korkutuyor beni. Titriyorum.

Ta hücrelerime kadar yüzlerce, binlerce yabancı

göz; siyahıyla, elasıyla, yeşiliyle, mavisiyle.

Hepsinin kesiştiği noktada bir gurbet geçiyor. Peki

bunca gurbet kime? Kime çıkıyor bu uzun gurbet so-

kakları? Zihnimde korkunç bir kahkaha tufanı esiyor

ve dalga dalga yayılıyor tüm beşeriyete:

‘Efendiler, unutmayın ki bütün ruhlar Mahkeme-i

Kübra’ya, bütün yollar kabristana çıkar’.

Kim bu insan müsveddeleri? Yabancısıyım bu garip

çehrelerin, bu sükunetin. Bu mezarlıkta kendi cese-

dimi arıyorum, Fatiha okumak için. Cenaze, evet

cenaze bu insanlar. His yok, hareket yok, acı yok,

leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana, sen böyle

değildin! Ah!.. nerede benim alnında secde izle-

riyle dedem? Ya beyaz örtüsüyle babaannem! nerede?

Geri verin bana benim sokaklarımı. Olmaksızın İs-

lam’ın sadası, neyleyim soğuk kaldırımları. Alın

alın bu haram sokakları benden, sizin olsun. Zira

bu sokaklar benim değil.

Ufukta, mersiye rüzgarları esiyor. Benim sema-

larımda garbın bulutları alem yapıyor. Katran yük-

lü, simsiyah bulutlar. Gök gürültüsü uzaklardan

haberini taşıyor sokaklarıma. Anlaşıldı, yine çir-

kef çamuruyla bulanacak

bu yollar. Silinecek

kokusu İslam’ın. Önce

davetsiz misafirin göl-

gesi kucaklıyor bizleri:

ardından kaldırım taşla-

rına bir buse konduru-

yor, hafifçe. Derken

şimşekler bomba yağdırı-

yor, bulutlar mermi.

Sevap sokaklarıma alev-

ler çiseleniyor. Hırçın

lavlar püskürüyor yüre-

ğimin kraterlerinden. ‘

Ya Rab! Bir gün benim

sokaklarıma da nur dam-

lar mı? Semadan üzerimi-

ze iman şimşekleri çakar

mı bir gün?’ Heyhat! Ah

u zar vaktini isyanlar

çeyrek geçiyor.

Gidiyorum inkisar-ı

hayallerimle. Hayır!

Gitmek değil bu benimki-

si, kaçıyorum. Her adımda inkar, her adımda ihanet.

Ben bu haram sokakların yok dilencisiyim. Sevdala-

rımı, benliğimi, ‘benim sokaklarım’ı dileniyorum,

beyhude yere. Yıllardır bu kaldırımlarda volta at-

maktan yoruldum. Ben mi yabanım benim sokaklarım mı

yaban bana, bilemiyorum.

Düşüncelerim beynimde köşe kapmaca oynuyor. Sobele-

nen yine ben oldum kadere. Bu, son dönemeci ömrü-

mün. Bir daha doğmamak üzere hülyalarımın da güneşi

battı. Akşam oluyor. Kapanıyor tüm perdeler birer

birer. Davetliyim bugün o, Baki olana. Örtün üstüme

babaannemin misk ü amber kokan yorganını. Örtün ki

görmeyeyim ihanetini günahkar sokaklarımın! Örtün

ki, duymayayım ayak seslerini medeniyetsiz kişile-

rin. Şükürler olsun ‘benim sokaklarım’ da ben ke-

fensizler misali ebediyete yürüyorum…

*Atatürk caddesi

Page 13: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Ayşegül Genç

Aşk… Ayn, Şın, GAF! شق

ع

Bu ‚alım gücü‛ beni irkiltiyor. Modern aşk

toplulukları beni çıldırtıyor. Sıdkım sıyrılıyor.

Derin acılarla kavruluyorum. Öyle acılar ki bunlar

eski müfredattan kalmış okuma fişleri gibi… Sürekli

heceler yer değiştirip karşıma çıkıyor. Kimi gör-

sem, ne tarafa dönsem hep o meşhur tümsek. Çarpınca

ne rot kalıyor ne balans. İnsanları önce kötekle

sonra nasihatle toparlamak istiyorum. Lakin ne eli-

mi kaldırmaya ne de söz söylemeye mecalim var. Et-

raf bir öpücükle prens olmaya talip zevat ile dolu.

Vallahi o bahtsız prenses hangi birinizi öpecek,

hanginizin elinden tutup mutlu sona slow motion

koşturacak anlamış değilim. Hangi birinizi tutup

sarsalım; ‚ablacım orası çıkmaz sokak, annecim bu-

rası dipsiz kuyu‛.

Fikirler insanın beyninde amuda kalktı mı gözü

döner, midesi ekşir kişinin bilirim. İyi bilirim.

Lakin fikrinizin ince gülünden gına geldi onu da

şuracıkta belirteyim. Açtığım her internet sayfa-

sında, okuduğum her statüs mesajında, mektupların

kenarında, smslerde, kitap kapaklarında, takvim

yapraklarında içinde ‚aşk‛ sözcüğü geçmeyen bir

cümle yok. Tamam, aşk kutsal, aşk iyi, aşk cici.

Lakin tavan alçak, taban pütürlü, duvarlar ıslak…

Aşkı duvarına asmayı düşündüğünüz eviniz çökmek

üzere. Kalbiniz siyah noktalar yüzünden tekkelerin

isli kazanlarına dönmüş.

Kaç kere söyleyelim bilmiyorum ki; âşık dediğin

içlidir, âşık dediğin gizlidir! Hakiki âşıksan pod-

yumda yürür gibi dolaşmazsın! Dışın virane gibi

görünür ama içindeki köşkün en yüksek burcunda kim

oturur kimseye söylemezsin! Derdi de şifayı da

ayırt etmek aklına gelmez. Bu yüzden seni dertsiz

sanırlar. İstemediğin için isteklerin bilinmez.

Şikâyet etmediğin için sızıların duyulmaz. Kendi

yüzünü unutmuşsundur. Kuzu melese, yıldız kaysa,

yağmur yağsa, hep O gelir aklına. Herkes hayattan

el çektiğini sanır. Oysa sen hayatı avucunda topla-

mışsındır. Hakiki âşıksan eline bir boru, bir dü-

dük, bir obua alıp cümleye ilan etmezsin aşkını.

İfşa etmezsin!

Ah efendim insan kan yerine böyle kelime kus-

maya başladı mı bilin ki sorun feci, dertler kavi-

dir. Beni böyle köpüklü deniz gibi coşturan, asi

başımı mermer bloklara vurduran o elim o fena olayı

anlatayım da rahatlayayım…

Otobüsteydim. Elim cebimde tespih tanelerini kova-

lıyordu. Kafamın içinde kırk tilki vardı ve kırkı

da tepişmekte kararlıydı. Üzerime ‘hâsılattan mem-

nun çiftçi’ huzuru çökmüştü. Oysa işler yarım, ey-

lemler aksaktı. Yanımda dikilen üç kız ucuz mumlar

gibi eriyip büzülüyor, şımarıyor, şekilden şekle

giriyordu. Sanırsınız ki otobüste bir Mikalengelo

vardı ve elindeki keski ve çekiçle kızları yontu-

yordu. Bense inadına hareketsiz, inadına ciddi orda

öylece dikiliyordum. Bir yandan da sünneti yerine

getirmek adına ‚estağfirullah el azim‛ tespihatını

tamamlamaya çalışıyordum. Cebimdeki tespih şıkırtı-

sı otobüsteki uğultu içinde kaybolup gidiyordu.

Kızlar bir ara derin mevzulara dalınca gayrı ihti-

yari kulak kabarttım. Aşk diyorlardı. Aşkın tanımı-

nı yeniden yapıyor ve ‚Aşk Tanımları Çöplüğü‛ne bir

atık daha ilave ediyorlardı. Birinin facebook aşkı

ve kütüphane aşkı varmış. Diğeri okuldaki aşkını

bırakıp marketteki aşkı ile idare ediyormuş. Bir

diğeri mahalle aşkıyla ten uyuşmazlığı yaşamış da

aşka tövbe etmiş ama şu yan koltukta oturan çocuk

da fena değilmişmiş. Aşk ne güzel şeymişmiş. Kızla-

Page 14: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

rı dinlemedim efendim ne münasebet, dinlemek bir

çaba işidir, konsantrasyon ister. Ben çabalamadım.

Lakin kızlar ses ayarları ile biraz olsun oynamadı-

lar. Mahrem saymadılar konuyu, dikenli bir tel gibi

dikkatimi kendilerine bağladılar. Hatta bir ara

onları duymamak adına tespihatı hafif seslice icra

ettim. Dudaklarım kımıldadıkça kulaklarım işlevini

yitirir gibi oldu ama ne yazar. O meşhur muhabbet

tam ortada, öyle sansürsüz, edepsiz devam etti git-

ti. Onlar konuştukça ben tespihi hızlandırdım. Ses-

leri beynime hücum ettikçe ben dua yorganımı başıma

çektim. Uğultuları arttıkça dudaklarım hareketlen-

di: ‚estağfirullah, estağfirullah‛… Ama ne yazar

kulaklarıma sanki urgan atmışlardı sürekli de ken-

dilerine çekiyor-

lardı.

Kâbus gibiy-

di. Ya tespihin

ipi kopacaktı ya

benim ipim! Tespi-

hin boncukları

ısındı, parmakla-

rım aşındı, duda-

ğım kabardı lakin

kızların ne aşk

muhabbeti bitti ne

gülüşmeleri. Yollar kaygan bir ip gibiydi. Tutun-

dukça kayıyordu ve biz menzile bir türlü ulaşamı-

yorduk. Kafamı yakamın içine çekmiş hafif sesle

tespihata devam ediyordum ki kızlarla göz göze gel-

dim. İkişerden altı göz… Toplasam da çıkarsam da

bölsem de altı iri ‚kızgın‛ göz bana bakıyordu. İyi

de ben ağzımı açmadım, tek kelime etmedim, kızdığı-

mı belli etmedim, aşkı ayaklarının altına alıp pas-

pas ettiler çıtım çıkmadı. Öyleyse sorun neydi.

Otobüs yavaşlayıp durakta durunca kızlar yüzümde o

meşhum bakışlarını gezdirerek tek tek inmeye başla-

dılar. Üçüncü kız son basmağı inerken dönüp son kez

yüzüme baktı ve ‚hıh‛ dedi ‚tövbe estağfirullah-

mış‛… İşte o an tespih çekerken oynayan dudaklarım-

dan kelimeleri bir filolog gibi ölçüp biçtiklerini

anladım. Kendim için, kendi hata ve kusurlarım için

af dilerken bir anda yanlış anlaşılmıştım. Yaşlı

bir nine gibi söylendiğimi, onlara laf vurduğumu

sanmışlardı…

O gün o sıkıntı ile bahtsız bir bedevi gibi

dolandım durdum. Çok üzüldüm. Ne aşkı savunabilmiş-

tim ne kendimi. Ne aşkı alıp layık olduğu yere kal-

dırabilmiştim ne de o kem gözleri savuşturabilmiş-

tim. İşin güzel tarafı Aşk ile ben ilk kez yan ya-

naydık. Haksızlılığa uğramışlar safındaydık. Aşk

orada ne kadar kaldı bilmiyorum ama ben hemen pılı-

mı pırtımı topladım ayrıldım o saftan. Ne bu ya

dedim kendi kendime. Estağfirullah tabi. Cümlesine;

estağfirullah.

Topuna; estağfi-

rullah.. Her gör-

düğü boşluğa, du-

vara, sıraya, wc

kapısına aşk ya-

zan, aşktan ölüyo-

rum modunda nara

atan ama bir arpa

boyu yol almayan

insanların her

birine; estağfi-

rullah.

Şu olayı yaşamasam sabredecek, aşkın insanlar

tarafından tasarrufuna müdahil olmayacaktım. Lakin

ısrar etmeyin, içimden geçen ‚âşık dediğin öyle

olmaz‛ haykırışını daha fazla bastıramayacağım.

Parisli ressam Duez sokaklara her gün ‚aşk‛ yazar-

mış. Onun akşama kadar yazdığını çöpçüler sabaha

kadar silermiş. İşte ben de o Parisli çöpçüler gi-

biyim şu an. Sanal ya da gerçek fark etmez, üzerin-

de ‚aşk‛ yazan her duvarı silmek, aşkı sakız gibi

çiğneyen her bünyeyi süpürmek istiyorum! Çekin el-

lerinizi süpürgemden billahi duramam artık!

Page 15: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Yeşilin Anavatanı

Sabahın erken saatlerinde sözleştiğimiz üze-

re aracı almıştık, yanımıza yastık ve yorgan alma-

dan çıkmamamız gerektiği aklımızın bir köşesindey-

di. Her ne kadar arabada konaklama fikri çılgınca

gelmiş olsa da. Öğrenci olunca bazen ekonomik çö-

zümler arıyorsun, bu da öylesi bir çıkış yolu bizim

için. Ve; üç arkadaş Tokat ve Amasya üzerinden Sam-

sun’a doğru yola koyulmuştuk. Müzik olmazsa olma-

zımız. Müziğin tınısı ve yoldaki seyrimiz oldukça

yavaş. Tokat’a girince doğruca Ali Paşa Camii’nde

gidiyor, tarihi ilk orada soluyoruz. Ardından uğra-

dığımız Ulu Cami’de hocası önünde diz çökmüş hafız-

lık yapan öğrencileri görünce gelecek adına biraz

daha ümit var oluyoruz. Malum zaman kısıtlı ve yol

uzun. Görülecek yerler ise oldukça fazla. Tokat’tan

Amasya’ya doğru ilerlerken yol üzerinde bulunun

Ballıca Mağarası’na uğruyoruz. Mağara anayola 10 km

uzaklıkta. Burası bana çocukluğumu geçirdiğim köyün

yolunu hatırlatıyor. Oldukça keskin virajlar ve iki

arabanın zor geçeceği daracık bir yol. Mağara yak-

laşık olarak yirmi yıl öncesinde keşfedilmiş ve

sonrasında turizme kazandırılmış. Yaklaşık 700 met-

re içeriye giriyor ve mağaradan çıkarken yorulduğu-

muzu hissediyoruz.

Amasya’da bizi yoğun bir trafik karşılıyor.

Zor da olsa araç park edecek bir yer buluyoruz.

Kral mezarları dağın yamacından bize bakıyor sanki.

Eğilerek geçtiğimiz bahçe kapısının ardından II.

Beyazid Camii bizi bütün ihtişamı ile karşılıyor.

Karadeniz ikliminin etkisini zaten Tokat’tan itiba-

ren hissetmiştik. Burada daha da belirginleşiyor.

İç Anadolu’nun çıplak dağları yerini yeşil elbiseye

bırakıyor. Yolculuğumuz oldukça hızlı ilerliyor ve

Samsun’a doğru tekrar hareket ediyoruz.

Samsun’a ikindi vaktine ancak varıyor, ka-

panma ihtimalini de düşünerek ilk olarak Bandırma

Vapuru’na gidiyoruz. Biz dönemine göre oldukça eski

ve küçük bir vapur ile karşılaşmayı beklerken gayet

büyük ve teçhizatlı bir vapur bizi karşılıyor. Bu

durum karşısında resmi tarih yalanlarının bir kıs-

mını daha vapurun birkaç metre uzağındaki denize

bırakıyoruz. Samsun, oldukça büyük ve modern (!)

bir kent. Taş yığınları arasında camileri bulmak

oldukça zor. Etrafı dolaşırken bir taraftan da göz

ucuyla tabelaları takip ediyoruz. Kahverengi üzeri-

ne yazılmış olan Büyük Cami yazısının bulunduğu yön

tabelası bizi Samsun’un en eski camilerinden birine

ulaştırıyor. Ancak caminin ismini oldukça garipsi-

yoruz. Sivas, Diyarbakır, Erzurum, Kayseri gibi

şehirlerinde ulu camilere aşina olmuş bir millet

için “Büyük Cami” adlandırması ne kadar da yabancı

geliyor. Akşam namazının ardından teleferikle Sam-

sun’un ‚Amisos Tepesi‛ne çıkıyoruz. Son olarak gü-

zel bir Samsun akşamında sahilde bir tur attıktan

sonra araçla Rize’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz.

Yol güzergâhına bakarken Vakfıkebir’den ge-

çeceğimizi fark ediyoruz. Aklımıza büyük dava adamı

Adnan Demirtürk geliyor. Vakfıkebir’den onun kabri-

ni ziyaret etmeden geçmememiz gerektiğine kanaat

getiriyoruz. Sabah namazına iki saat kala Vakfıke-

bir’deyiz. Namaza kadar istirahat ediyor; sonrasın-

da, kabrin yerini danıştığımız, yeni kepenk açan

Vakfıkebirli amca, o güzel Trabzon ağzı ile yolu

tarif ediyor. Ve kabir ziyaretinde dualarımızı ya-

parken, bu büyük dava adamının ancak videolarında

izleme fırsatı bulduğumuz sesini duyar gibi oluyo-

ruz. Mezarı üzerinde bir şiir; “Biz gelmedik kavga

için, bizim işimiz sevgi için, Hakkın evi gönüller-

dir, gönüller yapmaya geldik.” İşe gitmekte olan

kardeşi bizi samimi bir şekilde kucaklıyor, ve ha-

yır duasını alarak Vakfıkebir’den ayrılıyoruz. Sa-

bah’ın erken saatlerinde Rize’deyiz. Yazımıza adını

verdiğimiz ‚Yeşilin Anavatanı‛ işte tam da burası.

Göz alabildiğince uzanan çay bahçeleri ve ağaçlar

insana huzur veriyor. Botanik Bahçesi ve kalede

Rize’nin o güzel çayını yudumlarken; bir tarafta

dağların yamacını süsleyen çeşit çeşit bitkileri,

diğer tarafta Karadeniz’i seyre dalıyoruz. Bu yeşil

bahçeler ve insana huzur veren doğa sanki cennetten

sunulmuş hediyeler gibi insana huzur veriyor. Rize;

çay denilince akla gelen ilk yer ve doğa güzelliği-

nin insanına yansıdığı mekan…

Geldiğimiz istikamete doğru ilerliyoruz.

Sonraki durağımız Uzungöl. Yolu oldukça yavaş kat

ediyoruz, zira hayatta bu güzellikleri görme fırsa-

tımız ilk ve son olabilir. Türkiye’de en fazla ha-

fızın yetiştiği ilçelerden biri olan Of’a varıyo-

ruz. Yol kenarlarındaki Kur’an kursları dikkatimizi

çekiyor. Karadeniz’in manevi koruyucuları buralar-

dan yetişiyor olsa gerek. Bir süre daha ilerledik-

ten sonra Uzungöl’deyiz. Kara bulutlar üzerimizde

bizlere bakıyor ve her an başımıza yağmur taneleri-

ni bırakacakmış gibiler. Bu güzel gölün giriş kıs-

mına yapılmış olan cami bu mekâna âdeta bir nazar

boncuğu havası katmış. Gölün etrafını sarmış olan

restoran ve motellerin ahşap olması mekânda geçiri-

len vakti daha da keyifli kılıyor. Zira bu ahşap

yapılar şehirlerdeki beton yığınlarına nazaran do-

ğanın bir parçası olmuş gibiler. Yağmurun her an

başlama riskine karşı başımızı sokacak bir yer ara-

ma telaşına düşüyoruz. Uykusuzluk dayanılmaz bir

hal alıyor ve rahat bir uyku çekerek etrafı yeşil

dağlarla çevrili bu gölün sabahına kalkma arzusu

bizi bir motel odasına götürüyor. Sivas’tan çıkışı-

Abdürrahim Güner

Gezi Yazısı

Page 16: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

mızın ikinci günü akşamı kaldığımız Uzungöl’den

bizlere çekindiğimiz fotoğraflar kalıyor ve Sümela

Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz.

Bir saatin geçkin bir süre seyahat ettikten

sonra Sümela Manastırı’na varıyoruz. Aracımızı park

ettikten sonra, manastıra ulaşmak için; iki yüz

metrelik bir merdiveni tırmanmak zorundayız. Kara-

deniz’in çoşkun akan derelerinden birisi hemen al-

tımızda. Su sesi eşliğinde merdivenleri çıkarken

üstümüzde uzanan devasa ağaçların gölgesi; zaten

soğuk olan havayı sanki biraz daha soğutuyor. Ma-

nastıra giriyoruz ancak dışarıdan oldukça büyük

görünen bu yapının sadece birkaç odacığını gezme

imkanı buluyoruz. Dışarıdan asıl görünen kısımların

öğrencilerin kalmış olduğu mekânlar olduğunu ve

oralara giriş izninin olmadığını öğreniyoruz. Ol-

dukça geniş ve gezilecek bölümleri fazla olan bir

mekanla karşılaşmayı bekleyen bizler için bu durum

tam bir hayal kırıklığı oluyor. Manastırda bulunan

kilise bölümünü gezdikten sonra bir gezi kafilesi-

nin bu tarafa doğru geldiğini görüyoruz. İncil’e

oldukça hakim olan bir rehberin kilise duvarında

yer alan resimlere yaptığı yorumlara kulak kabart-

tıktan sonra, mekandan ayrılarak Trabzon’un merke-

zine gitmek üzere yola koyuluyoruz.

Trabzon’da çok güzel bir hava ile karşılaşı-

yoruz. İlk olarak şehre yukarıdan bakabileceğimiz

bir seyir mekânı bulmak istiyoruz. Bunun için de;

taş döşeli yollardan Boztepe’ye doğru çıkıyoruz.

Boztepe’de Son Osmanlı Mebusan Meclisi ve I. TBMM

dönemi milletvekillerinden Ali Şükrü Bey’in kabri

başında dua ediyoruz. Ali Şükrü Bey Lozan’da izle-

nilen siyaset ve halifeliğin kaldırılması hususunda

Mustafa Kemal’e yaptığı sert muhalefet ile tanınır-

mış. Ancak bu muhalefeti onu canından etmiş ve bir

suikast sonucu öldürülmüş. Türkiye Cumhuriyeti’nin

ilk siyasi suikasti olarak 1923’te kayıtlara geç-

miş. Şehir merkezine iniyoruz, aracımızı park

ettikten sonra Trabzon’un çarşısını dolaşıyoruz.

Tabi Karadeniz’e gelip balık yemeden gitmek olmaz.

Hemen bir balık lokantası bulup karnımızı doyuruyo-

ruz. Biraz daha etrafı dolaştıktan sonra aracı alı-

yor, Ayasofya Camii’ne doğru yola koyuluyoruz. Yol

tariflerini navigasyon cihazındaki abladan alıyo-

ruz. Trabzon’u bilenler Ayasofya’ya cami dememizi

garipsemiş olabilirler, zira Ayasofya iki ay önce-

sinde müze iken camiye çevrilmiş. Öğlen namazından

sonra duamız; “Ya Rabbi bizlere İstanbul Ayasof-

ya’ya da ayakkabısız girebilmeyi nasip eyle.” Ora-

dan hareket ediyor, tekrar merkeze geçiyoruz. Kanu-

ni Sultan Süleyman’ın doğduğu evi dolaşıyor; cihan

padişahına hayır dualarımızı gönderiyoruz. Trab-

zon’daki kiliseden çevirme camilerin çoğunu gezi-

yor, böyle bir camide akşam namazımızı edâ ettikten

sonra dönüş yoluna koyuluyoruz.

Karadeniz’in o güzel doğası ve yeşillikler

Zigana geçidinden sonra kendisini yer yer bozkıra

ve çıplak kayalık dağlara bırakıyor. O akşamı dönüş

yolunda ertesi güne bağlıyoruz ve geç saatlerde

Sivas’a ulaşıyoruz.

Her köşesi cennetten bir numune olan bu gü-

zel vatanda yaşamaktan dolayı Allah’a ne kadar şük-

retsek az olur. Bu yazı ile sizlere bir nebze olsun

oraları tanıtma şerefine nail olduysak ne mutlu

bizlere…

Page 17: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Kumanda

Televizyonda Nebahat Eser

Üç buçuk yaşındaki yeğenimin parka gitme iste-

ğini reddedince oda kapısını suratıma hızla çarptı

ve içeriden bana şöyle seslendi;

- Git, git buradan, yalnız bırak beni.

Biraz durakladım, kapıya doğru yöneldim ve itiraf

etmek gerekirse ne yapacağımı bilemedim.. Beni dumu-

ra uğratan bu masum isyan değil, ailemde rastlamadı-

ğım bu tavırdı... Bu çocuk kime benzedi demedim bi-

le, bu cümleler hangimizin, bu tavır hangi örnek

modelin dedim? Annesi mi, babası mı, halası, dedesi

mi? Sanırım hiçbirimiz, peki kim?

Bir çikolatayla uzlaştık ama hâlâ soruyordum

kendime; peki kim? Birkaç gün sonra onu bir çizgi

film izlerken gördüm, sessizce odaya girdim ve izle-

diği filmi onunla izlemeye başladım... Ezik bir

karakter, iki kurnaz karakter daha ki bunlar çizgi

filmin esas ve popüler kahramanları, planlar ve kur-

nazca diyaloglar.

Çok enteresan, yeğenimin kullandığı dil ve takındığı

tavır izlediği çizgi filmin popüler kahramanıyla

birebir örtüşüyordu. İçimizde dolaşan hayalet örnek

modeli bulmuştum.

Modern dünya televizyon aracılığıyla insana

bireyi ve can sıkıntısını hediye etti, bu bir ger-

çek.. O kadar kolaylaştı ki yaşama pratiği ve öyle

uzaklaştık ki yemek, içmek, giyinmek, ısınmak vb.

gibi yaşamsal faaliyetlerin emek isteyen kısmından;

ne buğday ekiyor, ne kumaş dikiyor, ne odun kırıyo-

ruz... Her şey birkaç fatura yada bir kaç saatlik

alışveriş kolaylığında.. Arda kalan zamanda modern

dünyanın, orijinal bir merkez olan şahsiyetten, ben-

zerlerinden farklı olma cesaretini gösteremeyen uy-

sal ve uyumlu bireylere evrilmiş sadık kölelerini

bağladığı o prangada, yani can sıkıntısı eyleminde

ya AVMlere saldırıyoruz ya da televizyon dizileri-

ne...

Peki modern dünyanın ve kapitalizmin beslenme saati

olan bu can sıkıntısı seanslarımız televizyon eşli-

ğinde ne kadar masum? Ebeveynlerinin üç buçuk yılda

çocuğuna yapamadığını televizyon denen hayalet örnek

model nasıl oluyor da bir yılda fazlasıyla yapıyor?

Algı ve tolerans eşiğimiz dışarıdan aldığımız içsel-

leştirilmiş örneklerle oluşur, şöyle özetlemek gere-

kirse önce tepeye tırmanmadan dağa çıkmaya cesaret

edemeyiz. Peki dışarı(mız)da kim var bir araya gel-

diğimiz bir kaç saatlik zaman dilimlerinde hipnoza

uğramışçasına televizyona odaklanmış, konuşmayan,

susan, hareket etmeyen aile bireylerinden başka?

Televizyonun modern insana yaşattığı işte bu kalaba-

lık yalnızlık içerisinde sahte tepe tırmanışlarından

sonraki bu dağa tırmanabilirsin yetisi.

Sadece yeğenim değil koca koca insanlar olarak

biz bile dizilerde, haber programlarında, akşam

showlarında içselleştirdiğimiz örneklerin bize lutf

ettiği algı ve tolerans eşiklerinden anlamlandırıyor

ve tanımlıyoruz hayatı. Gelenekleri, kültürü ve tec-

rübeleri bir tarafa bırakın atasözlerimiz ve yöresel

kıssalarımız bile bilincimizin işe yaramayan klişe-

ler çöplüğünde unutuldu bile bu sanal kabul edilebi-

lirlik yüklemelerinde. Neden modern diyaloglar ara-

sında hep bir uçurum var, neden kültürümüzün ve ge-

leneğimizin asla kabul edemeyeceği hallerin içinde

hiç eğreti değiliz ve neden fıtratımızda olmayan

eğilimleri ne kendimizde ne de bir başkasında kolay-

lıkla tolere edebilecek kadar " anlayışlı ve açığız

". Neden sorgulamıyor ve reddetmiyoruz da kuru bir

sünger gibi, bize ait olmayan, geçmişimizden getir-

mediğimiz, geleceğimizde tasarlamadığımız oluşların

ve duruşların teorik kodlarını pratik hayatımıza

kana kana çekiyoruz.

Yoksa biz her şeyi televizyondan mı öğrendik?

Maalesef öyle ve maalesef bilinçaltımız işgal altın-

da. En masum gözüken reklam filmleri dahi bizi yön-

lendirebiliyor. Hiçbir şey yapmıyorsak bile en azın-

dan bir kaç dakikalık cafcaflı bir fragmanla ailecek

bol kanlı bir Amerikan filminde bulabiliyoruz kendi-

mizi hafta sonu. Oysa birbirimize söylemeyi ertele-

diğimiz o kadar çok şey var ki.

Artık aynı sıkıntıları, aynı sorunların replik-

lerini, aynı haklı endişeleri taşıdığımız, aynı ma-

hallede yaşadığımız insanları dinlemeye vaktimiz

yok. Yorgunuz, işten geldik, kumandayı alıp birkaç

saat bizim mahallemizden hiç geçmemiş, bizimle aynı

sıkıntıları hiç yaşamamış belki bizimle aynı kültü-

rü, dili paylaşmayan bir senaristin ve kurgu ekibi-

nin yarattığı sahte kişiliklerin, sahte sorun çözme,

sahte müdahale etme, sahte ifade etme biçimlerinde

kendi anlam ve algı dünyamızın evrilişini oynuyoruz

finale doğru.

Ve final;

- Git, git buradan, yalnız bırak beni!

Page 18: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Ecdadın Dili,

Evladın Bilmediği

Osmanlıca

Page 19: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Okçu Bey ve Ekibi 2023 Serisi

12 Kasım 2022 – İstanbul

Yağmurların sağanak halinde yağdığı bir günün

ertesinde, sokaklarda derin bir sakinlik vardı.

Rüzgar nemli yerleri sert esintileriyle kurutur-

ken, ağaçların yaprakları özgürlüğe kavuşmuşçasına

dört bir yana savruluyordu. Siyah ceketli, köse

ayakkabılı orta yaşlarda bir adam sokağın başında

görüldü. Bu Akın'dan başkası değildi. Aklındaki dü-

şünceler onu içinden çıkamadığı bunalımlara yiti-

yordu. Okçu Bey, 9 yıl önce Mısır’daki özel görevi

sırasında büyük patlamadan sonra izi bulunamayarak

sırra kadem bastı. Şehid olduğu

bildirildi. İlerleyen süreçte

Yeniçeri Yeraltı Birimi lağve-

dildi ve yerine Yahya Bey ismin-

de Yakut Bey’in özel yetiştirdi-

ği istihbaratçı teşkilatta yeni-

den yapılandırmaya gitti. Okçu

Bey’in ekibi tasfiye edildi.

Akın’da emekli parasıyla çay

bahçesi açmıştı. Diğer arkadaş-

ları ise farklı iş kollarında

yaşam mücadelesi veriyorlardı.

Göğsünde bir sızı hissetti ani-

den. Aklında eski günlere ait

hatıralardan başka bir şeyi yok-

tu. Devamlı Okçu Bey'i ve diğer

arkadaşlarını düşünüyordu.

Elindeki tesbihi cebine koydu

sonra çay bahçesine girdi, arabasının anahtarını

aldı. Dolaptaki ıtır kokusu esansını da cebine koy-

du. Cuma namazını Eyüp'te kılmak ve Okçu Bey'in va-

siyeti üzerine hazırlanmış mezarını ziyaret etmek

için Eyüp Mezarlığına yol almaya başladı. Çok üzün-

tülüydü. Ne zaman bu mezarlığa gitse gözyaşları

seller olup akardı. Yine ağlamaya başladı sessiz

bir şekilde...

12 Ağustos 2013 - Teşkilat

Okçu Bey, boş zamanlarında hobi olarak, Teşki-

lat binasının bahçesinde bir insan gibi kıymet ver-

diği gülleri ve laleleri yetiştiriyordu.

Yaz kendini iyiden iyiye göstermişti. Ağaçlar yeşi-

le boyanmış, renk renk çiçekler bahçeyi güzelleş-

tirmişti. Cemati, hızlı adımlarla Okçu Bey'in yanı-

na geldi. Selam verdikten sonra Yakut Bey'in ziya-

rete geleceğini iletti. "Yakut Bey, buraya geldiği-

ne göre önemli bir mevzu var. Mısır meselesi hak-

kında olmalı. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel

eyler" dedi Okçu Bey.

Yakut Bey, zeval vakti Okçu Bey'i ziyarete geldi.

Konu Mısır'da ki darbe ve Baltacı Çetesi hakkınday-

dı.

Uzun bir görüşme oldu. Toplantıya ekibin bütün

elemanları katıldı. Yakut Bey, "Yiğitlerim, Baltacı

Çetesi darbecilere çalışan illegal bir yapılanma-

dır. Önünüzdeki dosyalarda yapılanmalarıyla ilgili

ulaştığımız istihbarat raporları mevcut. Sizden is-

tediğim şey bu fotoğraftaki kişiyi yani darbecile-

rin muhatap aldıkları kişiyi ele geçirmenizdir. Ve

bu üç noktadaki merkezleri imha etmemiz gerekmekte.

Bu şekilde Baltacı Çetesini dağıtmak mümkün olabi-

lir. Biz interaktif olarak Darbeci

Sisi’nin Baltacıların hesaplarına

para yatırmasını engelleyeceğiz.

Elimizden geldiği kadar meşru hükü-

metin yanında olacağız. Oraya gitti-

ğinizde sizi elemanlarımız karşıla-

yacak. Orada ihtiyacınız olan tüm

ekipmanlara ulaşabilirsiniz. Buradan

sadece gümüş çantalarınızı almanız

yeterli."

Ekip, İki gün sonra binbir me-

şakkatle Mısır'a ulaştı. İstihbarat

ajanlarından üç kişi onları karşıla-

dı. Bu ajanlar Türk konsolosluğuna

bağlı kimliklerle dolaştıklarından,

sorgulanamıyor ve dikkat çekmiyor-

lardı. Elçinin evine gittiklerinde

ev bomboştu. Dış İşleri Bakanlığı,

elçiyi Ankara'ya çağırmıştı. Rabia Meydanı'na 4

saat mesafede bir yerdi burası. Bu ağır görevde

Tophaneli Bedri'de ekibe dahil olmuş, sayıları on

kişi olmuştu.

Tozkoparanlar İş Başında

Tozkoparanlar Takımı, Teşkilatın Almanya’daki

Teknoloji dâhileri birimidir. Sabahın ilk ışıkla-

rında Yakut Bey kriptolu bir mesajıyla toplanırlar.

Yakut Bey şifrelenmiş ağ üzerinden video konferans

görüşmesiyle olan biteni anlatır. Hesap numaraları

ve lazım olacak diğer dökümanlar şifreli ağ üzerin-

de gönderilir. Görev onlara göre çok zor değildir;

‚Sisi’nin darbede kullandığı basın-yayın kuruluşla-

rının, kişilerin, örgütlerin ve daha önemlisi Bal-

tacı Çetesinin banka hesaplarına giden para akışını

kesmek.‛

Üç saat sonra tüm hesaplar kırılmıştı. Fakat

transfer edilen bu hatırı sayılır miktarda paranın

bu akış içerisinde bir yere aktarılması gerekiyor-

du. Yakut Bey video konferansla tekrar bağlantı

kurdu.

Takımın kaptanı İbrahim, ‚Efendim, tüm hesaplar kı-

Büyük Hedefe Doğru…

“Bir Velîye Bende Olmak”

E. K.

Page 20: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

rıldı. İşlemdeki parayı nereye aktaralım? Hilal-i

ahmer?‛

Yakut Bey biraz düşündükten sonra ‚Bu şerefsizlere

bu para Yahudi para babalarından geliyor. Bu para-

nın hakkı Filistinli mazlumlarındır. Filistin’e

yardım yapan tüm kuruluşların hesabına eşit şekilde

parayı transfer edin!‛ dedi. İbrahim, ‚Tamam efen-

dim.‛

R4bia Meydanı

Okçu Bey ve ekibi 4 saat süren bir yolculuğun

ardından Rabia Meydanına geldiler. ‚Bu muazzam ka-

labalık karşısında darbeci zihniyet hala ayaktaysa

bu taşın arkasından ancak Yahudi oyunu çıkar. İs-

rail güçlü bir Mısır’ı kendi politikaları için el-

bet istemeyecektir. Filistin yalnız bırakıldığı

gibi İslam ülkerleri birlik sağlayamadığı için an-

cak Büyük İsrail Projesi ilerleme sağlayacaktır.‛

Okçu Bey meydandaki stratejik noktaları tesbit et-

meye çalışırken, Kamil gümüş çanta üzerinden uydu

teknolojisiyle meydanda hangi bölgelerde silahlı

milis güç var tesbit etmeye çalışıyordu. Niyazi

ağzına bir misvak aldı ve dişleri arasında çiğneme-

ye başladı. Akın tesbih çekiyor; Murat, Cemati ve

Bedri meydandaki platformdaki darbe karşıtı göste-

rileri izliyorlardı. Ezan okunduğunda namazlar kı-

lınıyor, dua zamanı ‚amin‛ deniliyordu. Gecenin

ilerleyen saatlerinde Kamil, gümüş çantasındaki

silahlı milis tesbit cihazında bir oran artışı fark

etti. Derhal Okçu Bey’i çağırdı ve durumu izah et-

ti. Okçu Bey kanalizasyondan geçirerek meydandaki

bir Türk oteline sakladığı silahlardan ekibine da-

ğıttı, Cemati’yi, Murat’ı ve Bedri’yi uzun menzilli

sniper silahlarıyla çapraz olarak yüksek binalara

yerleşmelerini söyledi. Akın ve Niyazi meydanın

arka sokaklarına açılan yerlerinde olabilecek her

türlü saldırıya karşı konuşlanmışlardı.

Niyazi güney taraftaki askeri kordonun daral-

maya başladığını fark etti. Askerle birlikte sivil

kıyafetli Baltacı Çetelerin saldırı için hazırlan-

dıklarını gördü. Okçu Bey’e özel telsizden bildir-

di.

Okçu Bey, olayın ciddileşmeye başladığını ve namaz

vakti saldırabileceklerine dair öngörüde bulundu.

Sabah namazı kılındığı sıralarda ara sokaklardan

silah sesleri gelmeye başladı. Askerler ve Baltacı

Çetesi önüne gelen herkesi kurşun yağmuruna tutu-

yorlardı. Halk ne yapacağını bilemez şekilde kaçı-

şıyor, meydan kan gölüne dönüyordu. Müslüman Kar-

deşler hareketinden 2 bin kişi ölmüş, binlercesi de

yaralanmışlardı. Okçu Bey ve ekibi binlerce kişinin

arasında kalarak fazla bir yararlılık gösterememiş

ve başarısız olmuşlardı.

Saatler Sonra

Ekip kısa sürede toplanmış, meydanda içler

acısı duruma yardım etmek üzere ayrılmışlardı. Has-

taneler ihtiyaca cevap vermekte güçlük çekiyordu.

Yaralıların birçoğu şehadet getirerek son nefesle-

rini verdiler.

Dünyadan tepkiler ve kınamalar geliyordu. Fakat

Batılı devletler üç maymunu oynuyorlardı. En mert

açıklamayı Türkiye yapmıştı. Dışişleri Bakanlı-

ğı'ndan yapılan açıklamada, "İnsanların toplu ola-

rak hedef alındığı bu saldırı, Mısır'da son derece

vahim gelişmelere yol açabilecek bir olay olarak

görülmektedir. Saldırı, ifade özgürlüğü ve barışçıl

gösteri hürriyeti gibi temel evrensel değerlerin

çiğnenmesinin yanı sıra şiddeti körükleyecek bir

provokasyon niteliği de taşımaktadır" denildi.

Baltacılar Çetesi

Yakut Bey’in verdiği 3 noktaya operasyon için

düğmeye basıldı. Çünkü bu kancık saldırı bardağı

taşıran son damlaydı. Ekip üç araçla yola çıktı.

Baltacıların bulunduğu mahalleye vardıklarında on-

lardanmış gibi izlenim verdiler. Fakat içeri gir-

dikten sonra kolluklar yabancı olduklarını fark

etti. Ateş açmak isteseler de, Bedri susturuculu

silahıyla işi bitirdi. Mahalle çete mahallesi oldu-

ğu anlaşılıyordu. Verilen koordinatlar lüks bir

restorana çıkıyordu. Harabe mahallelerin tam orta-

sında, 20 katlı bir iş merkezi ve rezidans vardı.

Binanın resmi göürünen tarafında bir restoran var-

dı. Restorana müşteri gibi girdiler. Yemek yiyip

Türk kahvesi içtiler. Okçu Bey üzerinde dikkat çe-

kici bir balta figürü olan bu mekana aradıkları

kişinin sahip olduğunu biliyordu. Garsona patronuy-

la görüşmek istediğini söyledi ve cebine bahşiş

sıkıştırdı. Garson, kırmızı Türk Lira’larını görün-

ce duvarın arkasındaki kapıyı işaret etti. Okçu Bey

ve Bedri patronla tanışmak gayesinde davranarak

patronun yanına gittiler. Okçu Bey, turist edasın-

daki samimiyetle yemeklerinin muhteşem olduğunu

söyledi. Onlara Türk kahvesi tüccarı olduğunu, ka-

zançlı ticaret yapabileceklerini fakat bir soru

sormak istediğini söyledi. Cebinden bir resim çı-

kardı. Ve kim olduğunu sordu. Patron sağ elindeki

puroyu, resmi görünce korkudan ceketinin üzerine

düşürdü. O sırada gizli bir telaşla masanın altın-

daki kırmızı düğmeye bastı. Acı bir siren sesinin

ardından elinde balta olan kişiler koridordan koşa-

rak gelmeye başlamıştı. Okçu Bey yakasındaki tel-

sizden Akın’a haber verdi. Patron çekmeceden silah

çıkarmaya çalıştı fakat Bedri erken davranarak si-

lahı ele geçirdi. Odanın kapısı sert şekilde açıldı

ve melun suretli kişiler saldırmaya başladı. Okçu

bey ceketindeki demir ok uçlarını baltalı kişilere

seri şekilde fırlatıyordu. Ekibin diğer üyeleri

arkadan yetişerek eli silah ve baltalı kişileri

etkisiz hale getirdiler.

‚Şimdi söyle bakalım patron, bu adam nerede?‛

‚Sizi kim gönderdi?‛

‚Kavalalı Mehmet Ali Paşa!‛ diyerek bir tokat sa-

vurdu Bedri.

‚Tamam… Tamam sertleşmeyelim beyler. Aradığınız

kişi bu binanın en üst katındaki rezidansta.‛

O sırada yakınlardan helikopter sesi duyuldu. Anla-

şılan çete lideri kaçıyordu. Akın, bina çevresinin

çete elemanlarıyla sarıldığını söyledi.

Devamı gelecek sayıda…

Page 21: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

(Yeşil Edebiyat terminolojisi tam olarak

durumu ifade etmese de bahsedeceğimiz durumu açık-

layan en muvafık tabir de bu olsa gerek.)

Sosyal medya üzerinde dini semboller üze-

rinden nefsani aşkları ifade eden yazılar, şiirler

işin ucunu ziyadesiyle kaçırmaya devam ediyor. İlk

bakışta komik gibi görünse de bu zaman içerisinde

veya dikkat edildiğinde ibadetlerin kullanılarak

haram olan ilişkilerin meşrulaştırılma çabası fark

edilecektir.

Genellikle ‘’ey yar’’ diye başlayan bu ede-

biyat dine karşı bir ön yargısı olan kesimlerin

bundan daha da uzaklaştırıldığı görülüyor. Diğer

yandan ise bir şeyin ne kadar çok ağza alınması

onun sırrını, heybetini giderir düsturunca bu iba-

detleri ve dini terimleri basitleştirmeye doğru

varmaktadır. İşin riya boyutunu da göz ardı etmemek

gerekir. Karşı cinse duyduğu muhabbeti dini termi-

noloji üzerinden edebiyat yaparak ifade edip yayan

kişiler ve buna rağbet edenler işin haram boyutunu

örtme çabasına girmiş olurlar farkında olarak veya

olmayarak; bu ise kişinin ihlasına uzun vadede za-

rar veren bir şeydir.

Bu bahsettiğimiz edebiyat ile ilgili olarak

bilgisi olmayan arkadaşlar için örnekler:

''Bak şimdiden anlaşalım/Sahura kaldırıyorsun/

orucunu tutuyorsun/Pazar günleri kahvaltı hazır

diyorsun, Cuma Namazını hiç kaçırmıyorsun, Eve geç

kalmak yok ,He bir de balayına umreye giderim işine

geliyorsa evet paşam''

‘’Seccademi serip arkamda durmayacaksan dokunma

kalbime ey yar’’

‘’Bir erkeğin en tatlı anı, abdest aldıktan sonra

çorabını giymesidir.’’ ‘’Teravihe giden erkek tat-

lılığı.’’

‘’ Delikanlı genç kızın gözlerinin içine baktı ve

arkamda namaz kılar mısın dedi’’

" Seccademde namaza durmanı istiyorum...

Birlikte namaz kılmaktır hayalim yarim...

Namazından sonra dua ettiği biri olmak...

İşte Arkanda Namaz Kılmak

istiyorum...

Bana Namaz Kıldır."

Bu yeşil edebiyata gördüğümüz yerde iyiliği emre-

dip, kötülükten men etme düsturunca müdahale edil-

melidir. Vesselam.

Yeşil Edebiyat Günay Turak

Korku Sirki

Nazım Eseryel

Ego için yenilik, ardında bilinmezler saklayan bir korku perdesidir. Devrim fikriyse tek başına toplumsal egonun ödünü patlatmaya yeter. Bu göz önüne alındığında, korku erklerinin tarih boyunca değişime birer refleks olarak geliştiği varsayıla-bilir. En kuvvetli korku erkleri, sosyal ve ahlak-sal yapıyı düzenleyen baba ve din korkusudur. Tüm yasalar bu iki kuvvetin menfaatlerini muhafaza ede-cek şekilde tayin edilmiştir. Ahlaksal hudutlar bu bencil istifadeye göre çizilmiş; düşünceler kalıp-lara dökülerek zihin katledilmiş; sorgusuz bir it-aat için despot bir hipnoz uygulanmaya çalışılmış-tır.

‘Değişmezlik’ için soru sormak kadar zehirli-hudut yıkıcı bir içki yoktur. Bu yüzden hor görül-müştür. Yeni fikirlerden birer hastalıkmış gibi uzak durulmuş, en ufak fikirsel direniş ve her tür-lü başkaldırı toplumsal ‘hoşgörü’ ile yerilmiş hat-ta öğütülmüştür. İnsan için yıkılmaz hatta gelişti-rilemez surların ve kuralların bulunması, birincil insani vasıf olan düşünme gücünü köreltmeye bir se-beptir. Konumuz insani vasıflar değil ahlak ve sos-yal hayat erkleri olduğundan burada, birinci vasfın ihlali ile kaybedilecek insaniyete değil sahip olu-nacak ahlaka değineceğiz. Düşünce gücünün vicdanın bir kefesi olduğunu anımsatarak, kefelerinden biri

kusurlu olan bir terazinin adaletini öğrenmek iste-rim? Böyle bir adaletin tayin ettiği yasaların hak-kaniyetini anlamak-ki anlayamamak daha doğal ola-caktır- oldukça güçleşecektir.

Velev hala tam olarak köreltilmemiş birkaç zi-hinde ufak soru çıtırtıları olsa da toplumsal uğul-tuda duyulmayacak, ya da düşünebilen ender zihinler çıkacak olsa; asilik, çılgınlık, anarşistlik hatta ihanet atfedilerek sindirilmeye çalışılacaktır. Bir rüya görseydik: Korku erklerinin değil insani de-ğerlerin gözetiminde, hür bir vicdana sahip bir toplum. Böyle bir toplumdaki birey, korku ya da ödüller yerine insan olmak için yaşayabilirdi. An-cak korku ve ödül düzeninden kaçarken idealar ile cenneti vaat edecek değiliz. Mükemmelliği vaat ede-meyiz ancak ‘inanmak yerine bildiğimiz’ hayalleri-mizi paylaşabiliriz.

Genel ahlak yasalarında çarpıklığını idrak edemediğimiz-daha çok görmezden geldiğimiz- ana hu-sus, ‘saygı’ ya sevginin değil korkunun kaynak edilmiş olmasıdır. Bu meşrepte, tüm edep kuralları-nın samimiyetinde ki şüphe, ‘ahlaklılık’ kavramını gösteriş seviyesinde tutacaktır.

Page 22: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Kapkara bir sevdaya bulananları… Leyla ve Mecnun’un

kemiklerini sızlatırcasına, Romeo’dan Juliet’e ba-

karcasına, Fuzuli’yi bir fuzuli gibi atarcasına,

yol ortasında ölü bir ruh bulurcasına bir hikaye

bu. Çok uzak değil sana aslında. Her an göz önünde

yanı başında beklide içinde bu dibi tutmuş, yanık

kokulu eski bir hikaye…

Her gözünü açan en safisini kendisi sanır bu

hikayeyi yaşayan. İlk heyecandır bunun adı bir ba-

kış, gülüş ya da ne bileyim içi anlamdan beri bir

dokunuş… Yitirilmiş her ne varsa sanki bu hikayeyi

yaşayan hayatlarda toplanmış. Bir hikaye anlataca-

ğım sana… Her seferinde son

olacak denilen bir maymun

iştahı ile sofraya yaklaşan

afacan bir çocuğun saldı-

rışlarıdır. Elindekini unu-

tup bir başkasına bakması-

dır bu çirkinleşmiş ruhun

fiilleri. Kırmızının üzeri-

ni kapkara bir renge boya-

maktır elindeki boyayı kı-

rarcasına. Elindeki kıymet-

liyi sekiz katlı bir cenne-

tin tepesinden yere fırlat-

maktır bunun adı. Var olanı

en aşağıya düşürmek, bir

yokluğa itmektir. Allah’a

meydan okuyan bir ateşin en

aşikar bir şekilde asra

damgasını vuran bir lekesi-

dir. En kutsalı bile küçültmeye yetecek kadar ruhun

alçalması, gözün kararmasıdır. Bineğin olan atı

sırtına almak kadar acizlik olan, ateş gibi yakan

ve kendi yanar iken dumanından karşı dağları ağla-

tan bir karadır bu. Hayanın bunlardan kaçarcasına

kendini Kaf Dağı’nın kapkara dibine saklamasıdır.

Ar’ın iki ateşin arasında aradan sıyrılıp ateşten

kaçıp ortada koymasıdır ruhu. Bilmemeğe verilen bir

kudretin, merhamete hala layık olan tutulacak bir

kolu varsa; oradan neye uğradığını bilmeden şaşkın

şaşkın işaretlerin diline baka kalmaktır. Ardından

hikayeyi, yaşananı hiç gibi bir kenara atmaktır.

Ötelerde verdiği sözlerden habersiz olan ruhu-

na bile o kadar yabancılaşıp, yaban kalan insan…

Sahteciliği sahicilik diye benimseyip bencilleşenin

hikayesi. Bile bile yalana sarılmanın, adına da

‚inanmıyorum‛ demenin hikayesi. Pembesi kırmızısı

kaybolan hülyaların habercisi…

Herkesin üzerine libas diye giydiği belki de

giyinmek hissettiği kan kırmızısına bulanmış bir

beyazın hikayesi.

Şairlerin diline pelesenk olmuş ve artık kutsala

inanan kalemlere kesif çığlıklar düşürmüş bir moda-

nın hikayesi… Bu yanık kokusu, ta asırlardan gelen

aşkın taşkın hikayesi…

Kim inkar edebilir ki kendini Leyla, Mecnun

saymadığını. Kim inkar edebilir ki beyazın artık

karaya yüz tuttuğunu. Kan damıtıyor şimdi aşk ve

kan içiyor şimdi Mecnun. Düşüncesizce dokunanlara

inat, sevdiği kişiye her dokunuşunda onu her merak

edişinde büyük bir kırgınlık ve incinirlik barındı-

ran sevgililerin hikayesi

var birde…

Din bir aşk bilincidir, diye

yaşayan iki denizin hikaye-

si. Verimli topraklarda bu-

lamadığım hikayeyi çorak

çöllerde bulduğum iki deni-

zin hikayesi… ‚(iki denizin)

aralarında birbirlerinin

haklarına riayetsizliği en-

gelleyici ince bir berzah

vardır.‛ Rahman Suresi, 20.

Ayet.

İki deniz… Aynı mekanda

yetişmiş ve iki derin ve be-

reketli ve bekleyici… Hem

kavuşmaları için birbirine

salıveriliyorlar… Hem de

birbirlerine o kadar akıp

karıştıkları halde, her nasılsa birbirlerini iptal

etmeden var olmaya devam ediyorlar.

Aynı efendinin koruyuculuğunda kutlu bir sevda

ile bekleyiş ve hasret kalmış… Sevdaların üstünde

bir sevda… Tüm sevmeği var olmanın insan olmanın

temeli kılan bir dinin, bunca yıpranmış sevgisi…

Bir çığlık düşüyor kan kırmızısı asra Fatma’nın

babasının ardından yaktığı bir ağıt yakıyor aşk, bu

asırda.

Kimliksiz bir sevginin kirlenmiş sokaklarında tek

temiz kalan iki deniz oluyor. İki deniz veriyor

dersi çatlayan dimağlara.

Bir hikaye bu asırlar aşmış da gelmiş, hiç yıpran-

mamış çiçeği burnunda tüm yaşları ağlatmış bir hi-

kaye. Fıtratın mecbur olduğu, aradığı bir hikaye…

Aşkın hikayesini yazmak yürek istiyor, deniz olmak

istiyor, deniz olmak istiyor…

Bir Hikaye Anlatacağım Ukbanur Okur

Page 23: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

Gül İle Bülbül

Gül gül dedi bülbül güle gül gülmedi gitti

Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitti

Lâ Edrî

Burak Yazıcı

Bir gül açtı gözlerimin önünde. Bir bülbül kondu kulaklarıma ve bir serenad başladı kulaklarımdan

gözüme. ‚ Ey andelîb-i dîvâne, sus! Yeter artık!‛ dedim. ‚Susarsam bülbül demezler adıma.‛ dedi. ‚Ey

gonca gül, duy! Yeter artık!‛ dedim. ‚Duyarsam gül demezler adıma.‛ dedi.

Onlara gül ile bülbül olmak düştü, bize kul olmak. Bize karma karışık bir sarmaşık düştü, onlara açık

seçik bir aşk. Bizim dilimizden ‚mecnun‛ düştü Kays’a, onların dilinden üç harf: ‚Ayn, şın ve kâf.‛

Bir ‚Ahh!‛ yükseldi ezelden Kâlû-belâya, âşûrâdan Kerbelâ’ya. Bir rahmet indi semâdan arza, seyyâreden

yıldıza. Sonra gülden de başka, başka bir gül bedr gibi doğdu Veda Tepelerinden ve şükre durdu bülbül-

ler gülün o kutlu davetinden. Birden bir serenad başladı Yesrib bülbüllerinden, Medine gülüne:

“Ente şemsun, ente bedrun,

Ente nûrun âlâ nûr,

Ente misbe hussüreyya,

Ya Habîbi, Ya Rasul.”

Güllerin en vefalısı selamladı Yesrib’in bülbüllerini. Sonra saldı Kasva’yı cihâna ve O da çöktü bir

âşiyâna. Selam o Mihmân’a da Mihmândâr’a da…

Birden bir âh u zâr duydu kulaklarım ve dinledim andelîbin figânını. Sonra bir baktım ki bülbülün

kanı gül-i beyzâyı, gül-i hamrâya döndürmüş. O an sanki sahrâlardaki tüm nazenin marallar, çeşm-i

giryân ile gülzâra doğru bakıp ortak oluyordu bülbülün mâtemine. Sanki bu mâteme Azeri şâir Şehriyar’da

ortak olmuş, şu mısraları düşürmüştü gönlünden:

“Ah geceler yatmamışam, men sene laylay demişem

Sen yatalı men gözüme, ulduzları say demişem

Herkes sene ulduz diyer, özüm sene ay demişem

Senden sonra hayata men, şirindise zay demişem

Her gözelden bir gül alıp, sen gözele pay demişem”

Bir ara geldi aklıma Mecnun ve Leylâ, sonra Yûsuf ile Züleyha. Düşündüm, kim gül kim bülbül diye.

Sonra bedrin arslanları geldi gözüme, yedi kandilli süreyyâ ile. Bir daha düşündüm, düşündüm ve yine

düşündüm. Musa (a.s.) geldi bu sefer yed-i beyzâ ile. Sonra Şam ile Bosna ve yine sonra Bağdat ile Bu-

hara. Meğer gül de hayal, bülbül de hayal imiş. Gerçek olan ise gül Kaf Dağı, bülbül Zümrüdü Anka imiş.

Kelimelerin cümlesi gecelerden mübârek iki gece yarısı kalemimden dökülürken, dilimden de türkülerden

bir türkü döküldü:

“Ne feryad edersin divane bülbül

Senin bu feryadın gülşene kalsın

Bu dünyada eremezsen murada

Huzur-u mahşere divana kalsın”

Selam gülü gül bilip bülbülü bülbül bilene,

gülü de bülbülü de işitip kulak verene…

Page 24: Fecr-i Âfâk Dergisi 3. Sayı

HÜSRAN

Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,

İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.

Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,

Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım?

Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?

Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;

Feryâdımı artık boğarak, na’şını, tuttum,

Bin parça edip şiirime gömdüm de bıraktım.

Seller gibi vadiyi enînim saracakken,

Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.

Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;

İnler Safahât’imdeki hüsran bile sessiz!

Mehmet Akif Ersoy

İmtiyaz Sahibi Enes KARADEMİR

Yazı İşleri Samet TEMİR

Yayın Türü

Yerel Süreli

İletişim Adresimiz

[email protected]

Fecr-i Âfâk Dergisi 3 ayda bir yayımlanır. Yayımlanmayan yazılar

iade edilmez. Yazılardan kaynaklanan hukuki sorum-

luluk yazara aittir. Ederi: 1 TL’dir

Editör Burak TEKİNER

Yazı Kurulu Abdürrahim GÜNER Ahmet Salih ŞAHİN

Günay Turak

Web Adresimiz

www.fecriafakdergisi.com

www.afakdergisi.org

facebook.com/fecriafak

twitter.com/fecriafak