fecr-i Âfâk dergisi 3. sayı
DESCRIPTION
Facebook sayfamızdan güncel olarak bizi takip edebilirsiniz.... https://www.facebook.com/fecriafakTRANSCRIPT
“Zor bir yolda yürümek mecburiyetinde olan insanlar,
yolda yürümeye başlamadan önce, gönüllerinde ve
zihinlerinde yürümek ve yol almak zorundadırlar. Evvela, Bu yolu ben nasıl aşarım?
korkusundan kurtularak yola çıktıklarında görürler ki, yol zor da olsa bir müddet sonra
aşılmış yürünmüş ve hedeflenen yere gidilmiştir. İşte o
zaman, insanların yüreklerinde, aslında yolun zannedildiği kadar zahmetli
olmadığına ve bütün sıkıntılı yolların aşılabileceğine dair
bir iman doğar.”
EDİTÖR’DEN
Yolun yüceliğini bilerek ‘‘Âfâk’’ olarak çıkmıştık yola. Bir de sarp yokuşlarda ilerlemenin zorluğunu bi-lerek... Yalnız bu yolda bildiğimiz tek bir şey vardı: aşkına düştükleri kadardı insanların yolları… Duamız ise hep aynıydı: Allah’ım! edebiyatımızı, şiirimizi, aşkımızı yoluna çıkar. Allah’ım! Yüzünü batıya dönmüş olan insanlara arkasında neler unuttuklarını hatırlat! Duygularımızı, eylemlerimizi, ideallerimizi bu minval üzerine kıl!
İstanbul'da çıkmakta olan başka bir dergi ile ya-şadığımız karışıklıktan dolayı dergimizin ismini değiş-tirmek durumunda kaldık. Önümüzdeki süreçte de, mazi-den aldığımız heyecanla aydınlık istikbalimizi düşleye-rek ‘‘Fecr-i Âfâk’ olarak devam etme kararı aldık yo-lumuza… Yine aynı heyecan, aşk ve azimle… Mevlana’nın o müthiş ifadesiyle; pergelimizin bir ucu medeniyetimi-zin kadim değerlerindeydi, şimdi ise diğer ucu fecrde, aydınlık geleceğimizde…
Karanlığın en zifiri olduğu an, gün ışığına en yakın olduğu olması boşuna değildir. İçinde bulunduğu-muz yüzyılda da bu zifiri karanlığın izlerini görmek fazlasıyla mümkün. İsim değişikliğine giderken ‘‘fecr’’ tamlamasını seçmemiz biraz da bunun içindir. Dileğimiz o’dur ki; her bir satırımız her bir cümlemiz, gecenin bu zifiri karanlığına bir darbe indirsin ansızın! Bir bıçak gibi saplansın karanlığın tam ortasına! Bir muştu olsun genç adamlara! Bir heyecan olsun taze yüreklere! İnanıyoruz: geceye inat bir gün şafak sökecek. Ümitva-rız; öğrencilerin cep harçlıklarıyla hâlâ dergiler çı-kıyor…
Ve şimdi sözü üstat Sezai Karakoç’a teslim ederek, diğer sayımızda buluşmak ümidiyle, ufuk çizgisinden selam ederiz:
İnancın fecri doğsun Ağsın sabah yıldızı gibi ufkumuza Batı ve Doğu bütün anlamıyla Geçmiş ve gelecek bütün anlamıyla Açılsın önümüze bir kitap gibi Yeşeren ağaçlar eğilsin üstümüze Damarlarımız canlansın eski ruhun dirimiyle Alev duman ve kan içinde Bir şafak yapısı belirsin önde Şeyh Galibin gibi Yükselsin önümüzde yeni bir fecrin devleti Çağırdığım işte bu FECİR DEVLETİ İnsanlığın yeni bir kader dönüşümünde Mercan kitap ve doğurgan bir yaradan Zamanın an an tanık olduğu Bütün gerçekliğiyle sûrelerden Gelecek yeni bir, bir insan ruhu Yüzü hep dönük fecir devletine Gönlünde hep cennetten bir site İpek örtülerin hışırtısı Gün yüzlü insanların gezintisi Dillerinde ipekten yumuşak Kılıçtan keskin âyetler Gezinirler fecir yapısının ufkunda
[KIŞ] ٥٣٤١ | SAYI:3
I.
Bize ne oldu bak!
Yürümekteyim yüreğime basa basa...
serseri bir bulutun kudurganlığına inat,
aheste aheste ve kararlı...
Çılgınlığım bugüne özgü değil,
güvercine sor dilersen...
O en eski evde
sırrımı fısıldamıştım usulca
Ve uçup gitmişti...
Yedi kez etrafında dönüp evin, ne çare!
Hatırlayan yok ki..
Ama ben hala tutukluyum gönüllü,
elimde tutuyorum sımsıkı,
canımdan da yakınım...
II.
Güvercin, ah o güvercin...
O en eski evde sırrımı yüklendi ve uçup gitti elim-
den
Firarda aklım o gün bugündür...
III.
Derler ki erlik
hatıraların nabzında gergef gibi dokunur,
oysa ben gözlerinde okudum
öfkenin ve sevdanın en ercesini...
Sahili yumruklayan özgür dalgalar gibi
ruhum savruluyor dört nala...
Çokça yanılgı bıraktım ardımda
Çokça yenilgi yaşadım
Hoyrat bir çingenenin gamzelerine kazılı
puslu parolasıdır eylemcinin
güvercin kanadında bir yudumcuk özgürlük,
Güvercinim
Ah!
Ne kavgaydı o kutsanmış eylem,
en eski evde sonlanırken başlayan
bir daha bir daha sonsuza dek...
Gel ey tatlı belam!
Baş koydum bil ki
adanmışım adam gibi..
Öfkem tükenmişliğe
Ve illa ki
Unutmak teslim olmaktır kahpece
IV.
Adam gibi biri haykırıyordu tanıdık
“¬-vazgeçecek değilim asla
biz ne belalara baş belası olmuşuz be hey!
Baş eğdirmişiz baş kesenlere
İlla ki baş eğmemişiz biline...”
Sordum, delirdi dediler
Kaçıp giden kaybedendir, korkandır
biraz da umudunu, aşkını ve güvercinini...
Ama benim de aklım firarda
Kim bilir,
hangi gün hangi saat kaçıncı peronda
Adam gibi biri çıldırmıştı
V.
En eski eve gittim
Sen yoktun, güvercin de...
Asıldım eşiğine katıla katıla
Kulun olayım kölen olayım ben ben olayım
Güvercinim dönsün artık geri
Ey sırların sırrı
...
Bize ne oldu bak!
Ömer Vehbi Hatipoğlu
I
Ötesine bakınır ufkun… Bakacak dermanı kalmaz bengileyin
Surlar omuz verir maziye… Rücu eder aslı muzaffer tarihin
Kırılır zincirleri Ayasofya’nın… Gül kokar kutsal emanetin
Altın laleler açar her sinede… Batıl zail olur bengileyin
II
Bu topraklar… Bağrından Fatih’leri çıkardığı vakit serhatlerin
Sahipsiz kalmaz Kudüs ve Şam… Selahaddin’leri varsa bu ümmetin
Muştusu olsun ak güvercinler gür hisli gür imanlı beyinlerin
Bitti mi sanırsın… Koca çınar rüyası ceddimiz Osman Gazi’nin
III
Deryalarla kavuştuğu çizgide… Gök kubbe çatlasın bengileyin
Şerefle bekliyor o rüzgâr… Topkapı’da bayrağını son ümmetin
Ufukların fecrine doğar güneş… Âb-ı hayat olup dirilişin
Gölgesinde tek hakikat çağlasın… Haykırsın Hû deyip bengileyin
Enes Karademir
Bengileyin
Eylül Deniz
Bilinmez Suskunluk
Siz beni tanımazsınız efendim
Zat-ı âlinizin yüreğe dokunuşunu bilmesiniz
Sönük bir heyecan taşıyarak gönülde,
Çığlıkları tarumar ederiz.
Hamuşluğumuz bedenlerin makbere yakınlığındandır.
Türküler ayettir geçmişimize,
Âtimize güneş rahmettir.
Tebessümünüz mahlukata merhamet,
Gözleriniz toprağa dikili fidan.
Şemailiniz değince kelimelere
Dilde lâl ömürde sükût peyda olur.
Sabrımız yürekte umuttur efendim,
Hayaliniz akıllarda kunut.
Kızılırmak Hamza Kaplan
Kulaklarım çınlıyor, geceyle gelen sesle Gülümsedim bir anlık, umutsuz bir hevesle Kızılırmak karşımda bilinmeze akıyor Bir lahzacık ötede sanki beni yakıyor Yalnız benim kimsesiz, birde sen Kızılırmak Akıyoruz habersiz ölüme yumak yumak Yolcusuyuz ötenin, bilmem kaç nefes kaldı Engin gibi suyuna, kimbilir kimler daldı Kıvrılırken yolların selamsızca geriye Bir emir gelir gökten sedasızca beriye Sürgündeyiz ikimiz, senin sevdalın yağmur Benim ki kara toprak, hayatlarımız mağrur Dinliyoruz sesini, geçerken onca saat Haykır o gür sesinle, kahpe hayata inat
Sen haykırdıkça duysun, sevinsin tüm yetimler Yeryüzünü kaplasın, gözyaşıyla hatimler
Senin doğduğun yerden, doğsun kainata nur
Hayat denen karanlık, dur bakalım artık dur
Fatihin kabzasında gizli koskoca tarih Ağlaşırken insanlık, Kızılırmak müsterih
Sahiplerin sahibi, tüm yolların sonu ''O''
Geçen saatler onun, tüm yılların sonu ''O''
Sanki ölüm yaklaşır, ayak sesleri tak tak Ne ben ondan korkarım ne de sen Kızılırmak
Ne varsa yalnız onun; ahenk, renk, siyah ve ak
Allah diyerek akar, Allah'a Kızılırmak
Hızır İrfan Önder
Ölüm Yok Bize Ahmet Yılmaz TUNCER
Yokuz İşte
Bir beyaz yol gitmek istediğimiz
Çıkmak istediğimiz
Gri akşamların ötesinden
Balçık deniz gömü gibi
Ömrümüzün sularında
Taşlarda kalan izler misali
Uzatsam ellerimi
Ya da uzatsam gözlerimi
Biliyorum akşam erken iniyor şehre
Karanlık
Ve karanlık dolu sokaklarda
Yürümek yalnızlıkla el ele
Dinlemek o yok oluşa giden sesi
Ve çıkabilmek için girmek gerekir
O yarışa biliyorum
Sonunda sen
Sonunda ben
Yokuz işte
derin acı izleri var insanlığın
yaşam b/eşiğinde süreğen hüzün
niçin çabuk kirlenir anılar
neden boynu büküktür yılların
ölümün kıyısındadır yalnızlık
hep kuşku var gecenin kalbinde
kurşun sıkılır kardeşliğimize
sevgiye kurşun işler mi hiç
umudu azık etmeliyiz artık
güneş doğmadan ölüm yok bize
Mustafa Esen
Modern Zaman Müslümanı
O siyah başörtüyü takınca müslüman O uzun pardösüyü giyince ehl-i takva Çember sakalların da vardır senin
Lakin titretmez yüreğini Bağdat semalarındaki amerikan uçakları
Mübarek gün ve geceleri de ihmal etmezsin bilirim
Bol şükürlü dualarla ve kaza namazlarıyla İhya edersin geceyi
Ahlakımız isyandır bizim
Eylemlerimiz harekete ayarlı, düşlerimiz dirilişe Ayaklarımız Anadolu`da, gözlerimiz Asya, Afrika ve Kafkasya`da
Ve Balkanlar ve Mağrip Kalbimizde o ağrı, dilimizde o şarkı
Şarkın büyük komutanı Selahattin Eyyubi, Bilal ve Musab ve Metin Yüksel ve Şeyh Ahmet Yasin
Ve “yine dağların sevdası düştü yüreğime anne”
- ibrâhim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine ye-
nilerini koyan kim?
Asaf Halet Çelebi
putların gölgesinde toplanan kalabalık
utancını yüzyılın sırtlandı
aldırmadı
terkettiğinde yeryüzünü
çığlık çığlığa
harften ve şiirden yaratılan melekler
vurdu insan klonlanmış
vurdu insan yarı hayvan
vurdu insan esfel-i safilin
esfel-i safilin kıyısına
yardım et bana morpheus
öyle bir matrixin içindeyim ki
Uyanış Bünyamin Gürel
bu ışıklar
bu sahte gülüşler tiksinti veriyor sade.
bu yürüyen merdiven beni göğe çıkarmayacak biliyorum
bu şımartan kibirli şehir
bu öpülesi dudaklar
bu ten
ele geçirecek beni.
yardım et bana morpheus
aldatılmak istemiyorum
çocukken bilyelerim vardı
bir şeyler mırıldanan adamlar, sessiz
gözleri uzaklara dalan şairler
şimdi öyle bir oturuş ki koltuklarda
öyle firavun
bir nemrut çöreklenmiş tüm bakışlara
kalpler hissiz
umursuz
ve plastik çiçekler.
küçük çıkarlara satılan kimlikler
her yerde karşıma çıkan sahte peygamberler
cilalı sözler, Nietczshe’ler ve daha neler…
benlik, o en büyük tağut
ve tabiat
hissiz
şuursuz
kör ve sağır mabut.
ben diyorum ki ibrahim
-o eşsiz kavrayış
ki yüzakı insanlığın-
ve taşa, oduna
ve yıldıza, puta
ve onun maddesine tapan insanlık
ey insanlık
ben diyorum ki
kıralım putlarımızı yeniden
ey özgürlük istiyoruz diye bağırırken yırtılan han-çere
ey maddeperest zavallı insanlık
ben diyorum ki
kıralım putlarımızı yeniden
ey hiçliğin oratoryasındaki
en yorgun solist
bir türlü döl tutmayan kalbini aşılayan
sen ey şaşkın
hey adamım, comon baby!
hadi birleştirelim güçlerimizi
oluşsun voltran
nietczshe abi bir süpermen yaratsın
yine yeni üstün insan
ne çok üzülmüştüm felç kaldığında
ey süpermen aldattın bizi
sen bizim üstün insanımızdın oysa.
baca temizleyicisi
ey freud, adamım benim
kirlendi rüyalarımız büsbütün
kan ter içinde uyanıyoruz kim bu hayvan
kan ter içinde uyanıyoruz kim bu insan
sırrımızı ayan ettin
bize nasıl ayıp ettiğini hiç bilemezsin.
ey sahtekarların atası darwin
adını duyunca bir dawkins geliyor aklıma
bir de harun yahya
benim de bir çift lafım var sana:
sen ve maymundan türeyen şakirtlerin
canına okudunuz bilimin ve erdemin.
ey comte, ey modern putperestlerin putu
attı seni ve şakirtlerini tarihin kara deliğine çoktan
termodinamiğin ikinci kanunu
nerede senin ezeli ve ebedi evrenin ey marks göre-miyorum
içimdeki sonsuzluk aşkını açıklamıyor proleteryan
katil stalin, lenin ve mao
özgür kıldınız insanları evet öldürerek
anladık geç de olsa afyon yutmaktır marks okumak
bir eli yağda bir eli balda insanlığa eşitlik nutukları atmak.
ey fikret, sislerin şairi bize vaat ettiğin ışık bu muydu?
bu muydu aydınlık geleceği insanlığın ey promet-heus
bir lahza i taahhur
evet sen ey komitacı,
ve ona alkış tutan sen ey şair!
hey morpheus duyuyor musun ?
yardım et
nefes alamıyorum.
şahte cennetinden deccal’in
kurtar beni!
Yürüyorum Burak Tekiner
Yürüyorum gök medrese, ulu camii, camiin eğik minaresi, nasıldı o derginin kapağı aklıma düşüyor:
Pisa kulesinin eğikliğine atfen: ‘‘pisa kulesi bile secdeye vardı papa daha namaza başlayacak!’’ hala
aklıma düşüyor! Öyle işte… Ulu camii bir gün başımıza düşecek biliyorum… Bizimkiler değil belki ama Papa
namaza başlamak isteyecek. İyi günler ilerde anneanne…
Yürüyorum ruhsuz caddeler, İstasyonun hiç sığamadığımız kalabalık sokakları, ama istasyonun kalaba-
lıklığına inat Ulu camiin geniş saflarını doldurmak… Keşke saflarımızda hep böyle sık olsa diye içliyo-
rum! Yürüyorum, üniversiteli genç çiftler -el ele anlıyorum bu şehirden değiller…- ardından bu kalaba-
lığın doluştuğu mekanlar: mc donalds, caf caflı vitrinler, mado! Ye ve git diyor kalabalığa Fast food,
ama hızlı bir şekilde ye ve git! Onlar da harfiyen uyuyor bu emre… Gece geç saatlerde yolunuz buraya dü-
şerse bu mekanların önünde biriken çöp yığınına bir göz atın derim. İyi günler ilerde anne anne…
Yürüyorum ruhum daralmış tüm bu düşüncelerle… bir kitapçının vitrininde AŞKAR’ı görüyorum. ‘‘ Eve
dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!’’ Diyor! Öyle yaparak hızlı adımlarla yürüyorum Buruciyeye, ardından
Çifte Minereliye. O daralmış ruhum yerine geniş bir ferahlığa bırakıyor. Sanki bir inşirah ferahlığı.
Sanki bir yerlerden Aşkarın üstlendiği rolü düşün diyor Hüseyin abi… Aşkarın üstlendiği rol… Adiyat su-
resi… Başka bir şey borçlu değiliz diyen Aliya düşüyor. Aliya’nın askerlerinin aleykum selam deyişi…
aleykum selam aliya! Sana tüm dillerde aleykum selam demek isterdim
Ve şimdi Aliya gibi yürüyorum. Başının üstünden geçen bombalara aldırmadan ‘‘ Yürüyorum çünkü yürü-
mek için sebeplerim var…’’ diyen Aliya gibi…
Ömür, sırtını dayadığın bir kapı. Gelmiş geçmiş ve yaşanılmışlıklarla dolu bir hayat. Gözlerin en güzelini gördüğü, kalplerin enlerini hissettiği bir yaşam. Hiçlikler değil, benliklerle dolu uzun mu uzun bir geçmiş. Sırlarla, anılarla dolu mu desek yoksa keder, gam ile dolu mu? Yazıyorum evet yazarken bir ömrü küçücük bir kâğıda sığdırıyorum. Acaba neler yaşamış diye düşünür müsün? Ömür uzun ama zaman kısa. Kısa sürmüş bir ömür denmez. Bu ömre neler sığdırdığına bakar uzunluğu, kısalığı… Kendi denizini oluşturmalı insan. İçinde kendini bulabilecek bir derya. Sırtını dayaya bileceği bir ka-pı, konuşabileceği bir insan. Asırlar öncesinden kalmış kitaplar ve o kokular. Eski yıpranmış, sararmış yapraklar, elleri yazmaktan nasır tutmuş koca insanlar olsun, onarla yer ver denizinde. Ömründe kitap yoksa neyler insan? Sırdaş edinmeli kitabı kendine… Gergef gergef olmuşsan sığınmalısın bir limana. Güvenmiyorsan kendine, işte o zaman okumalısın ki-tabı. Arkaya dönüp bakmamalısın korkuyorsan. Hedefte koy demiyorum sana, bütün güzelliklere yer vermeli-sin ömründe. Güzelliklerle dolu olmalı bir önceki sayfalar, okudukça tebessüm ettirmeli insana. Öyle bir sırdaşın olsun ki yazdıkça bıkmasın,okudukça anlasın. Rengarenk bir ömür. Hiç tanımadığın ton-lar adlarını bile duymamışsın. Su gibi ömrün olsun, duru… Sesinde rahatlık , huzur… Su olmadan olmaz ya , su gibi olasın azizim. Olmasın sensiz. Gönlünü sormuyorum bile. O yarayı açtıkça devasını bulama-yız. En güzel dertdir yüreğe konan aşk. Beklide ömrün en güzel zamanları anlat denildiğinde akla gelen , dile düşen payesine alan aşktır. Şarklılar vardır aramızda. Şarklılar, yani Allah’a inananlar ve aşkla’nanlar. Onlardan öğrendik biz sevmeyi, sevdayı. Gizli gizli uzaktan sevmeleri, yârden yâr’eden ayrı, gözü kapalı… Aynı şarklılar gibi. Dilimizde hep eskilerden bir parça, arkada gramofonda çalan bir tını. Türküler, masa başında dert ile yazılır, bundandır türküye olan düşkünlüğümüz. Aradığımızı hep o nağmelerde buluruz. Bundandır kendimizi şarklılara yakıştırmamız. Kaleme aldığımız, kâğıda döktüğümüz, satır satır nakşedilen bu yaşanmışlıklar yüreği şarklı olanlaradır. Şair’inde dediği gibi ;’’ Biz şarklılar Yani Allah’a inananlar ve Ona aşk’la’nanlar,biz sevmelerde birinciyiz…’’
Şeyda Bulgurcu
Ömür İçinde
Siper ve Güneş Sefa Toprak
Bizim birlikte şehit düşenlerden boşalan yer-
leri Anadolu’dan yeni gelenlerle takviye ediyorlar-
dı. Güneşin bizi yakıp kavurduğu bir öğlen vaktiy-
di. Aylardır yağmur yüzü görmemiş toprak içindeki
siperimizde gözlerimizi denizdeki güneş parıltısına
doğru kısmış bekliyorduk. Tüfeğimin tetiğindeki
parmağım iki gündür seğirmekteydi. Geceleri uykusuz
kaldığım için günün bu saatleri oldumu gözlerim
kapanmak istedikçe sinirlerim gerilir, başıma ağrı-
lar girer ve hiç bilmediğim bir nedenle parmak uç-
larım üşürdü. Hâlbuki tenim güneşten kavrulmuş hal-
deydi. Ayaklarımın uyuşukluğundan usanmıştım. Her-
kes gibi sipere girip dizlerimi kırıp etrafı gözet-
lemeye başladıktan sonra çok değil bir çeyrek saat-
te kan hemen diz kapaklarımdan aşağıya doğru topla-
narak dayanılmaz bir acıya sebep oluyordu. Ama hiç
kimseye dert yanamazdım. Bunları ve geceleri neden
uyuyamadığımı kimselere anlatamazdım. Belki de an-
latmış olsam dinleyenleri, içinde bulunduğum halim-
le biraz olsun güldürebilirdim. Adım kim bilir neye
çıkardı. Anlatmak mı? Aklımdan bile geçiremezdim
böyle bir şeyi. Hem ne diyecektim ki, ayaklarıma
bir şeyler oluyor dediğimde. Ayaklarım hala var
olduğuna atılan bir top mermisine veya bir kurşuna
kaptırmadığıma göre daha ötesinde neyin hesabını
yapabilirdim ki burada. Geceleri uyuyamıyor ol-
mam... Hâlbuki nasıl da yorgun düşerek bekliyorum
bu siperde.
İşte yine başladı soğuk soğuk terlemeler. Bel-
ki de beni düşman askerine bırakmadan bu terlemeler
öldürür. Acaba yine şehit olur muyum? Ahh… Ayağım,
ayağım nasıl da geriliyor. Bu acı nasıl bir şey.
Cepheden sıhhiyeye taşıdığım gencin sırtından çı-
kartılan mermi de acaba böyle bir acı mı veriyordu
ona. Sanmam. O benim kadar acı hissetmiyordur. Onun
acısı, onu dayanamaz kılarak bayıltmıştı ve bu bay-
gınlık onu uyutarak rahatlattı. Ama benim bu sancım
beni henüz bayıltacak derecede şiddetli değil. Onun
için bu acıya uyanık olarak dayanmam gerekiyor. Bir
elimle tüfeği siperden dışarıda tutarken bir elimle
de ayaklarımda toplanan kanı dağıtmaya çalışıyor-
dum. O ara yanımda tanımadığım bir çocuk gördüm.
Yeni gelenlerden biri olmalıydı. Teni nasıl da be-
yazdı. Acaba ilk geldiğim gün benimki de mi böyley-
di? Kaç ay oldu ayna görmeyeli. Ara sıra sakaların
taşıdığı su küplerinin başında durur, küpün içinde-
ki suyun dalgalanışında tanıyamadığım yüzüme bakar-
dım. Nasıl da değişmişim? Ama bunu da hiç kimseye
söyleyemedim. Yüzümü değiştiren, ne bir süngü yara-
sıydı, ne de fırlayan bir şarapnel parçası. Sakal-
larımın uzaması ve yanmış yüzümün beni değiştirmiş
olması ne ifade ederdi ki? Yaşıyorum işte. Ayağım
da sağlam, yüzüm de, ama bu ağrı bir türlü kesilmek
bilmiyor. Bir kez ayağa kalksam belki biraz rahat-
latır beni, ama siperden çıkma emri verildi. Hem
bunca insan dayanıyor da neden ben sızlanıp duruyo-
rum. Biraz daha sabretmek lazım. Saçlarım da keven
otları gibi sem sert olmuş. Ne güzel saçların var
senin derlerdi. Köyde evlenecekler arasında saçları
en güzel olan bendim, akşamdan kille yıkayıp yattın
mı, sabahında biraz limon çalardım geriye yatırarak
tarardım. Hemi parlardı hemi de yattığı gibi kalır-
dı. Şimdi dokunmaya korkuyorum saçlarıma. Ama çok
şükür saçlarım var değil mi? Ya gavurun attığı top-
la yanan siper içinde yansaydı saçlarım. Şu çocuk,
konuşsam mı acaba? Hem şu zalım ağrıyı biraz olsun
unutmuş olurum. Aramız çok uzak biraz yaklaşsam iyi
olur, hem konuştuğumuzu da hiç kimse duymamalı.
Yahya Çavuşun kulağına gitti mi, iş fena yatı-
rır falakaya acımaz. Ezine’nin normal adamı sert
olur ki çavuşunun ağırlığını sen düşün. İyi de ben
bu kan torbasına dönmüş ayakla nasıl yanaşırım ona,
hem iyice şişmiş baldırlarım. İyisi mi sesleneyim
de o yanaşsın bana doğru. Yüzümü ona doğru dönüp,
fısıltıyla seslendim. ‚çocuk, hey çocuk‛ hiçbir
değişiklik olmadı çocukta. Duymuştu da umursamıyor
muydu yoksa? Yok, canım duymadı zahir. Başımdaki şu
fesi atayım da baksın buraya diye düşündüm. Fesimi
hafifçe başımdan kaldırıp siper içinden ona doğru
savuşturdum. Zıkkımı gördün mü? Yetiştiremedik yahu
tüf gitti fes. Nasıl etsek de alsak geri. Yahu ço-
cuk dondun mu baksana bu tarafa. Şimdi fessiz de
kaldık iyi mi? Güneş tepemi pişiriyor. Aman yarabbi
anamın anlattığı mahşer burası mı? Yine başladı
soğuk sular akmaya, şimdi çok geçmeden bir de tit-
reme başlar ki sorma gitsin. Gören korkuyor diye-
cek. Titreyen elim tüfeği de oynatıyor bıraksam mı
tüfeği. Elime biraz toprak alayım var gücümle yum-
ruk yapıp, sıktıkça sıkayım. Geçer geçer bu sarsın-
tılar, fesi alsak iyi olur şimdi kaybolursa tövbe
daha bulamam. Kalır mısın dıb dızlak. Güneş ne va-
kit gider ola, ölüm terimidir nedir bunlar. Bu ço-
cuk niye hiç kıpırdamıyor. Böyle hareketsiz kalmayı
nasıl beceriyor. Şaştım. Bu ayak beni öldürecek, ne
yapsam da şurdan çıksam. Yoksa bu ayağın hali hal
değil. Rahat borusu da çalmak bilmedi. Zaman mı
geçmiyor ben mi ömrümü tükettim nedir? Şu çocukla
bir konuşsam acımı biraz unuturum belki. Herkes
nasılda suskun, insanlar sustu hadi onları anladık
da buraların hiç mi kuşu ötmez? Şu yamaçtaki orman-
dan bir ayı çıkıp gelse, nerede? Buradaki insanlar
gibi hayvanlar da pusmuş. Hah işte sonunda çocuk
biraz kımıldadı. Çakır gözlüye benziyor. Daha ilk
günden dudakları susuzluktan patladı. Benim de öyle
olmuştu. Şimdi sızım sızım sızlar. Bu iyi, en azın-
dan bu acı onu sağa sola hareket ettirir, benim
tarafa baktığını kollar ben de işaret ederim, elim-
le gel işareti yaparım biraz yaklaştırırım onu.
İşte elinin tersiyle alnını sildi. Tamam, işte o da
hareketlenmeye başladı. Onun da ayağı uyuşmuş belli
ki, olduğu yerde kımıldanıyor. Dizlerinin altındaki
kuru toprağın ezilme sesini duydum. İçim rahatladı,
demek ki sadece ayağı uyuşan ben değilmi-
şim. Acaba şu diğer yanımda-
kinin de mi öyle? Ama
onun hareketlendiğini
hiç görmedim. Saatlerce
olduğu gibi nasıl kalabi-
liyor. Şaştım. Biraz olsun
rahatım şimdi, demek yanım-
daki çocuğunda ayağı uyuş-
muş, belki de az sonra o da
dayanılmaz bir acıyla sağa
sola bakınıp konuşacak biri
arar. Hah be oğlum işte ben
buradayım. Bak be bu tarafa.
Fes de yok, beynim fokurdamaya başladı.
Elimi alnıma götürmeye korkuyorum. Aman Allah’ım
yanıyorum. Bu ne ateş elim mi yanıyor yoksa beynim-
den vuruldum da kafamdan aşağıya kan mı süzülüyor.
Hararetlendim. Gözlerim içine tuz basılmış gibi
yanıyor.
Kararıyor her taraf. Güneş hala tepemde mi,
zaman hiç mi geçmiyor? Oda ne kim var orda? Düşman
değil mi o? Adamlar geliyor. Kaç taneler? Adamlar
geliyor… Kumandan nerdesin, hani nerdensiniz kuman-
dan? Gâvuru görmüyonuz mu? Hepsi kalkmış koşarak
geliyor. Niye ateş emri gelmiyor? Yaklaşmalarını
bekliyor herhalde. İyi de bunlar koşa koşa bana
doğru geliyor. Hepsi de benim üzerime geliyor. Ku-
mandann… Kumandannn! Kalbim nasıl da çarpıyor fır-
layacak gibi. Damarlarımdaki kanın çalkalanışını
duyuyorum, sanki taşıp beynimden dökülecek. Kafam
kafam nasıl ağrıyor. Kafam zonkluyor. Nefes alamı-
yorum. Kumandana bağırmalıyım. Bağırmalıyım. Herkes
öldü de ben mi kaldım yoksa. Yanımdaki çocuk, hah
işte çocuğa bağırayım. Çocuk çocuuk heyy! Sesim
sesim çıkmıyor. Sesime ne oldu. Biri boğazımı tut-
muş. Boğazımı sıkıyor. Gözlerini kan bürümüş, pis
pis sırıtıyor. Beni boğuyorlar, kumandan nerdesin?
Çocuk çocuk yardım et. Gözlerim yuvalarından çıkı-
yor. Dilim sarktı. Boğuyorlar beni. Ölüyorum. Çocuk
çocuk, çooc…uk.
Tüfeğim, tüfeğim… Sesim çıkmıyor. Bari ateş
edeyim mermi sesini duyan olur. Yoksa öldürecek bu
adam beni. Tüfeğim yok! Tüfeğimi almışlar. Ölüyo-
rum. Nefesim kesildi… Çocuk beni niye görmüyor. O
da mı öldü yok- sa. Keşke tüfeğimi bırakmasay-
dım. Ellerim, ellerim vardı
benim. Ben de onun boğazına
sarılayım yoksa boğacak be-
ni. Ellerim ellerim nerde?
Aman Allah’ım ellerimi
kesmişler ellerim yerde
duruyor. Kollarımdan kan-
lar damlıyor. Kanım bü-
tün siperi dolduracak-
mış gibi akıyor. Çocuk
beni niye görmüyor.
Kanım yerdeki fesimi
önüne katmış çocuğun diz-
lerini ıslatıyor.
Yazımın başlığı Karacaoğlan’dan. Karacaoğ-lan’ın bu mısraını seçmemin sebebi ise, Nurdan Gür-bilek’in kitabının hem adıyla hem de içeriğiyle paralellik göstermesi. Benim anladığım kadarıyla, Gürbilek’e bu kitabı yazdıran veya yazmasına yar-dımcı olan şey Harold Bloom’un Etkilenme Endişesi adlı poetik çalışması. ‘Benden Önce Bir Başka-sı’ndan öğrenene kadar ne Bloom’dan ne de Etkilenme Endişesi’nden haberdardım. Bir kitap sayesinde baş-ka bir kitaptan haberdar olmak da ayrı bir mesele, sanırım Farsçada buna serendipty deniliyordu, yani bir güzelliği ararken başka bir güzelliğe ulaşmak. Bloom diyorduk. Bloom, Etkilenme Endişesi’nde Ay-dınlanma sonrası şiirinden yola çıkarak, şairler arasındaki halef selef –mesela Marlowe Shakespeare- ilişkisini inceliyor ama bu inceleme klasik manada yapılan bir inceleme değil. Freudyen bir ifade kul-lanırsam halef ve selef arasındaki ilişkiyi ödipal bir zeminde inceliyor. Yani şairin edebi ebeveynine duyduğu yakınlık ile kendi kendisinin ebeveyni olma isteği arasındaki bölünme ve telaşın ürünü bu etki-lenme endişesi. Bütün büyük şairler de bu endişeyi ekarte ederek, kendi olmayı başaran isimler, daha doğrusu onları büyük olmaya sevk eden kuvvet bu endişenin ta kendisi. Şimdi buradan ‘Benden Önce Bir Başkası’na geçebiliriz.
Gürbilek, bu etkilenme endişesini şairler üze-rinden değil de romancılar ve nesir yazarları üze-rinden incelemeye çalışmış. Kitap, Kafka’nın Böceği adlı bölümle başlıyor ve Dostoyevski – Kafka ara-sındaki ilişkinin içine girmeye çalışıyor. Kaf-ka’nın birçok bakımdan Dostoyevski’nin ardılı oldu-ğu varsayımı üzerine inşa edilmiş bu bölüm. Hatta Kafka’yı tanıyan tanımayan herkesin bildiği Gregor Samsa’nın ilk izlerine Dostoyevski’de çok sarih bir biçimde gözlemleyebileceğimizi söylüyor. Fakat bir farkla, Kafka’da bu böcek doğrudan, kanlı canlı, hayattaki bir böcektir. Dostoyevski’de ise bir me-cazdan öteye gidemez, ancak ‘yeraltı adamı’ kendini bir böcek gibi hisseder o kadar veya en fazla Ras-kolnikov odasında bir örümcek gibi yaşadığına ina-nır. Adorno’ya göre de bu böyledir. Adorno, Kaf-ka’yı okurken doğrudan bir okuma yapmamızı ister. Gürbilek’in dikkat çeken ve daha önce hiç akıl ede-mediğim bir görüşü de şu, Dostoyevski’nin romanla-rında her ne kadar ezilmişler ve aşağılanmışlar, yeraltına hapsedilmiş zavallılar, toplumsal şölenin dışına itilmiş biçareler da olsa bu kahramanlar eninde sonunda toplumla kesişmenin bir yolunu arar-lar ve toplumun içine girmeyi dert ederler. Suç ve Ceza’nın iğreti sonunu hatırlayacak olursak, Ras-kolnikov eğer ilahi mesajın buyruğuna girerse o da topluma kabul edilecektir.
Bir bakıma Dostoyevski, tüm roman boyunca kur-caladığı yasa, vicdan, kanun gibi çetrefilli bir alanı iptal ederek romanı hidayet öyküsüne çevir-miştir. Fakat Dönüşüm’de durum tamamen farklı, Sam-sa sonunda çöpü boylayacaktır, son hakikaten bir sona varır. Yani Kafka tamamen yok olmayı, mükemmel bir şekilde böcekleşerek yasanın ve toplumun göre-
meyeceği kuytuluk-lara saklanmayı isterken, Dosto-yevski’de irtifa kaybetmiş şekilde de olsa bir görünür olma çabası var-dır. ‘Benden Önce Bir Başkası’nın ikinci bölümünde ise Kafka – Oğuz Atay incelemesi var. Her iki yaza-rın da ‘Babama Mek-tup’ adlı metinleri aracılığıyla yapı-lıyor bu inceleme. Bu bölümde ‘metinlerarasılık’ kavramına değinili-yor. Julia Kriste-va’nın 60’ların sonlarında ortaya attığı bu ufuk açıcı kavrama göre yapıtı yoktan var eden bir yazar imgesi yok. Edebiyat metinleri doğarken kendilerin-den önce üretilmiş metinlerle konuşarak, onlara cevap vererek, onların ipliğiyle kendi kumaşını dokuyarak ortaya çıkıyor. Mesela Dostoyevski’yi düşünmeden Oğuz Atay’ı tam manasıyla anlamak ger-çekten mümkün mü?
Kitabın üçüncü bölümünde, Dostoyevski ve Ahmet Hamdi Tanpınar arasındaki ilişki incelenmiş. Bu inceleme yapılırken yazının merkezine Tanpınar’ın ‘Günlükler’i ve Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Not-lar’ı koyulmuş. Fakat bölüm boyunca incelenen Tan-pınar’ın hayal kırıklıkları, gecikmişliği, korkunç mukayeseleri, büyük tıkanması, sükut suikasti yazı-nın sonunda alelade bir bağlamayla ‘Yeraltından Notlar’a iliştirilmiş. Dördüncü bölümde ise Ahmet Hamdi Tanpınar – Walter Benjamin arasındaki ilişki incelenmiş. Bu bölümde benim kafama takılan bazı şeyler oldu, öncelikle bu bölüm daha en baştan ki-tabın adıyla çelişmiş. Çünkü Tanpınar ve Benjamin çağdaş yazarlar. Yani birisinin bir diğerinden önce olma ihtimali yok, kaldı ki Gürbilek’in de söyledi-ği gibi birbirlerini okuma ihtimalleri de sıfıra yakın. Bu bölümde Gürbilek, Tanpınar ve Benjamin arasında harika benzerlikler silsilesi kurmuş olsa da, bir öncül – ardıl ilişkisi bulunmuyor. Bu açı-dan amiyane tabirle defolu bir yazı olmuş bence. Yazı kendi düzeneği içinde insanı hayrete düşürecek kadar benzer paradigmalar üretse de kitabın bağla-mıyla birlikte düşününce iş değişiyor. Bir de Tan-pınar edebiyatçı tarafıyla tebarüz eden bir isim-ken, Benjamin daha çok düşünür, fikir adamı, filo-zof tarafıyla tanınmış bir isim. Buradan bakarsak da bir ayrılma ortaya çıkıyor. Fakat Tanpınar ve Benjamin’in arasındaki ‘rüya’, ‘geçmiş’, ‘ilerlemeci tarihe karşı alınmış cephe’, ‘son ba-kış’, ‘kurtarma projesi’, ‘iç âlem’ gibi birçok ortak imge yazıya güç veriyor. Metni tek başına
Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken Ahmet Salih Şahin
İnceleme
düşünürsek mükemmel bir metin var karşımızda fakat kitaplar bir bütünlük arz ettiği için ve bir bütünü oluşturma gayretiyle yola çıktığı için kitaptır. Ve kendi teziyle çelişmemesi gerekir. Beşinci bölümde de aynı sıkıntı söz konusu, yazı Peyami Safa’nın üstüne o kadar yoğunlaşmış ve Safa üzerinden o ka-dar iyi iş çıkarılmış ki bu metine eksik olarak ge-ri dönüyor.
Peyami Safa’dan önce bir başkası kimmiş bu so-runuz cevapsız kalıyor. Aynı Tanpınar – Benjamin bölümünde olduğu gibi metin kendi içinde güç göste-risi yaparken genel bağlamla ve yazının önsözünde anlattığı ikili denemeler vaadiyle o kadar uzak ka-lıyor ki. Hiç olmazsa Tanpınar – Benjamin bölümünde ikili denemeler kısmı fazlasıyla tatmin edici bo-yuttaydı, bu bölümde o da yok. Gürbilek’in böyle bir derdi var mıydı bilemem ama, metin Peyami Sa-fa’nın milliyetçi tarafını öyle bir bakış açışıyla yakalamış ki, Safa’yı alaşağı ediyor. Safa’nın çe-lişkiler yumağını üşenmeden çözüyor. Kitabın hem en sevdiğim hem de en çok lezzet aldığım bölümü altın-cı bölümdü. Edward Said’in, Cemil Meriç’in ve Peya-mi Safa’nın arasında kurulan çapraz ‘Şark’ okumala-
rı gerçekten zihin açıcı bir metin olmuş. Said’in Meriç ve Türk düşüncesi üzerindeki etkisi, Safa’nın yoz Şark kıyaslamaları, doğunun ve batının erilliği – dişiliği mevzusu, şarkiyatçılık garbiyatçılık tartışmaları gibi birçok konuya derinlikli bir şe-kilde nüfuz edilmiş. Bence en doyurucu bölüm bu bö-lüm olmuş. Son bölümde ise Walter Benjamin ve Orhan Koçak var. Orhan Koçak’ın eleştirmenliği ve düşün-cesi üzerinde Benjamin etkisi araştırılmış bu bö-lümde. Koçak’ın müthiş diyalektik yeteneği ve ede-biyatımıza getirdiği hakiki eleştirmenlik yönünün Batı düşüncesinden, Frankfurt okulundan ayrılmaz yerleri yakalanmış. Koçak’ın, tikeli bağlamdan ko-partmayan ama aynı zamanda onun içinde eritip yok etmeyen kıvrak zekâsı, ‘ben’e ulaşmak için mutlaka başkalarından geçilmesi gerektiğini gösteren hakka-niyetli tavrı söz konusu edilmiş. Ayrıca bu bölümde -tamamen şahsi fikrim- Nurdan Gürbilek’in üzerinde-ki Orhan Koçak etkisini de görmek mümkün. Yazımızı Walter Benjamin’in sözleriyle bitirelim, ‚Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Kültür ürününü kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır barbarlıktan. ‛
Aşkını senden önce tanıdım, yoksa ardından
gitmezdim....Sen aradan çekildiğinden beri ben
onunla gideriyorum yalnızlığımı. S/onsuzluk gibi
bir şey, hayatın en anı derin yeri. Seni yok say-
dım, bu hayatta aşkınla avunuyorum.. Kısa çaresiz
ama huzur gibi bir şey dağ kokusu kekik tadı biraz
da damakta kalan acı... Seninle olmak ne kadar
ölümse aşkınla olmak o kadar hayat veriyor... Suku-
tuna tutunan kelimelerim bakışlarından düşüyor ye-
re, bakışların uçurum, bakışların ayna oluyorlar
ağıtlarıma ve yeryüzüne dağılmış paramparça kelime-
ler kalıyor. Bakışların, bakışların davetçisidir
bütün kışların. Vaziyet planlarında adını arıyorum,
uzak ülkelere meyletmiş bir ölümcül sukut buluyo-
rum. Seni çağırmayacağım artık, çünkü her çağrıda
yağmurun elleri üşüyor. Seni göğsümde ihanet etme-
yeceğine yeminli bir taş parçası diye taşıyorum.
Bütün morgları aradım senden geriye kalan bir ces
(ar)et var mı diye, mum(ya)lar elimde kaldı… Bütün
yağmurlar sensiz yağıyor artık, ve hiçbir yağmur
senli yağmaz, giderken yanına alıp gittinya bulut-
larımı.. Bu ölümü bana lutfeder misiniz diye elini
uzattığından beri müzik beynimde çınlıyor… Kapında
bekleyen yalnızlığım “kim” o sorusuna hep hiç
(kimse) diye cevap veriyor ve sen en çok bu cevabı
seviyordun… Sorularıma sukut ile verdiğin cevaplar
vardı. Sukut ikrardan gelir diyerek kabul ettim,
eğer inkardan gelseydi bir ölüm bile olsa karşılık
vermeliydin…
Kal desem de gideceksin biliyorum, git bir
yaz yağmuru gibi şiirlerimi ıslatmadan git, ama bil
ki mısralarım dört mevsim o güzel yakanı bırakmaya-
cak… Ve senden önce ölmeliyim ben, çünkü en iyi
şair ölü şairdir... Sen beni hiç sevmedin ki Bera-
ber yürünecek yağmurları sevdin İstanbul da ıslan-
mayı sevdin ceketime sarılıp Ceketimin astarında
hüzün kokusu Göğsüme başını yaslamayı sevdin Sessiz
bir yaz akşamında Bir bulut olmayı sevdin gözbebek-
lerimde Bir yağmur gibi yağıp gitmeyi sevdin.. Kim-
se gibi, (hiç) kimse gibi…. Ve sen ölümlerden ölüm
beğendirdiğin sevgilileri değil Ölümsüz düşleri
sevdin Sen ölümün resmini yapan ressama poz verip
Hayatın çerçevesine sığınan bir tebessüm gibi kal-
dın… Şimdi beni duraksız bu yolda indirdiğin otobü-
sü Otobanlarda haramiler bekliyor… Gel demeyeceğim
sana gitmelere kurmuşken bütün saatleri. Eyersiz
atlara binip gidiyorsun, gitmeye o kadar hazırsın
ki saçların atların yelelerinden önce savruluyor …
Sana artık gel demeyeceğim, rüzgarlara tutunmuşken
ve unutmuşken ardından sürüklenen sarı yaprakları…
Seninle giden gökyüzümü ve bulutları kimse kendime
getiremez. Bundan sonraki şiirler nama yazılacak-
tır… Bundan sonraki şiirler yağmura yazılacaktır…
Bilal Tırnakçı
Nama Yazılı Şiirler…
Vedalar; gözüyle sevenler içindir,
Çünkü gönülden sevenler ayrılmaz…
Hz. Mevlana
Benim Sokaklarım
Memduh Turan
Benim sokaklarımda sürgün misali yürüyorum,
sessiz ve çaresiz… Fani aklımın gölgesinden ubudi-
yete intikal etmek için. Emektar kaldırımlar taşı-
yor ağır cesedimi, gayri ihtiyari. İki eski dost
eşlik ediyor, kefensiz tabutuma. Artık ahbaplar da
susmuş. Burası ‘sükut sokağı’ mı? Neden bilinmez,
lal olmuş bütün diller. Sadece hicranlı gözyaşla-
rımla hasbihal ediyoruz. Onlara elveda der gibi.
Çınlıyor kulağımda hala İslam’ın sesi. Dedemin ye-
gane mirası bana, bu
besteler. Beynimin
derinliklerinde tüm
saatler kırılmış.
İtiraf ediyorum: Ben
bir katilim. Zamanı
idam sehpasına arma-
ğan diye sundum. Ma-
ziye karıştı o kor-
kunç tik taklar.
Böylece ömrümün fai-
de faslı da bitti.
Düşüncelerimin çiz-
diği yolda yürüyo-
rum. Takatimin son
damlasıyla… Benim
sokaklarımda ben
meçhule yürüyorum.
Aşinayım bu so-
ğuk kaldırımlara
ikimizin özü de
‘toprak’. O mekan-
sızların sefil san-
cısı, ben vuslat
zincirinin ebedi kurbanı. Fani hayatın peşinde gi-
diyoruz aheste aheste. Lakin başım dönüyor. Boğulu-
yorum, bu sokağın yeis girdaplarında. Maskeler ar-
dına gizlenmiş yüzler korkutuyor beni. Titriyorum.
Ta hücrelerime kadar yüzlerce, binlerce yabancı
göz; siyahıyla, elasıyla, yeşiliyle, mavisiyle.
Hepsinin kesiştiği noktada bir gurbet geçiyor. Peki
bunca gurbet kime? Kime çıkıyor bu uzun gurbet so-
kakları? Zihnimde korkunç bir kahkaha tufanı esiyor
ve dalga dalga yayılıyor tüm beşeriyete:
‘Efendiler, unutmayın ki bütün ruhlar Mahkeme-i
Kübra’ya, bütün yollar kabristana çıkar’.
Kim bu insan müsveddeleri? Yabancısıyım bu garip
çehrelerin, bu sükunetin. Bu mezarlıkta kendi cese-
dimi arıyorum, Fatiha okumak için. Cenaze, evet
cenaze bu insanlar. His yok, hareket yok, acı yok,
leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana, sen böyle
değildin! Ah!.. nerede benim alnında secde izle-
riyle dedem? Ya beyaz örtüsüyle babaannem! nerede?
Geri verin bana benim sokaklarımı. Olmaksızın İs-
lam’ın sadası, neyleyim soğuk kaldırımları. Alın
alın bu haram sokakları benden, sizin olsun. Zira
bu sokaklar benim değil.
Ufukta, mersiye rüzgarları esiyor. Benim sema-
larımda garbın bulutları alem yapıyor. Katran yük-
lü, simsiyah bulutlar. Gök gürültüsü uzaklardan
haberini taşıyor sokaklarıma. Anlaşıldı, yine çir-
kef çamuruyla bulanacak
bu yollar. Silinecek
kokusu İslam’ın. Önce
davetsiz misafirin göl-
gesi kucaklıyor bizleri:
ardından kaldırım taşla-
rına bir buse konduru-
yor, hafifçe. Derken
şimşekler bomba yağdırı-
yor, bulutlar mermi.
Sevap sokaklarıma alev-
ler çiseleniyor. Hırçın
lavlar püskürüyor yüre-
ğimin kraterlerinden. ‘
Ya Rab! Bir gün benim
sokaklarıma da nur dam-
lar mı? Semadan üzerimi-
ze iman şimşekleri çakar
mı bir gün?’ Heyhat! Ah
u zar vaktini isyanlar
çeyrek geçiyor.
Gidiyorum inkisar-ı
hayallerimle. Hayır!
Gitmek değil bu benimki-
si, kaçıyorum. Her adımda inkar, her adımda ihanet.
Ben bu haram sokakların yok dilencisiyim. Sevdala-
rımı, benliğimi, ‘benim sokaklarım’ı dileniyorum,
beyhude yere. Yıllardır bu kaldırımlarda volta at-
maktan yoruldum. Ben mi yabanım benim sokaklarım mı
yaban bana, bilemiyorum.
Düşüncelerim beynimde köşe kapmaca oynuyor. Sobele-
nen yine ben oldum kadere. Bu, son dönemeci ömrü-
mün. Bir daha doğmamak üzere hülyalarımın da güneşi
battı. Akşam oluyor. Kapanıyor tüm perdeler birer
birer. Davetliyim bugün o, Baki olana. Örtün üstüme
babaannemin misk ü amber kokan yorganını. Örtün ki
görmeyeyim ihanetini günahkar sokaklarımın! Örtün
ki, duymayayım ayak seslerini medeniyetsiz kişile-
rin. Şükürler olsun ‘benim sokaklarım’ da ben ke-
fensizler misali ebediyete yürüyorum…
*Atatürk caddesi
Ayşegül Genç
Aşk… Ayn, Şın, GAF! شق
ع
Bu ‚alım gücü‛ beni irkiltiyor. Modern aşk
toplulukları beni çıldırtıyor. Sıdkım sıyrılıyor.
Derin acılarla kavruluyorum. Öyle acılar ki bunlar
eski müfredattan kalmış okuma fişleri gibi… Sürekli
heceler yer değiştirip karşıma çıkıyor. Kimi gör-
sem, ne tarafa dönsem hep o meşhur tümsek. Çarpınca
ne rot kalıyor ne balans. İnsanları önce kötekle
sonra nasihatle toparlamak istiyorum. Lakin ne eli-
mi kaldırmaya ne de söz söylemeye mecalim var. Et-
raf bir öpücükle prens olmaya talip zevat ile dolu.
Vallahi o bahtsız prenses hangi birinizi öpecek,
hanginizin elinden tutup mutlu sona slow motion
koşturacak anlamış değilim. Hangi birinizi tutup
sarsalım; ‚ablacım orası çıkmaz sokak, annecim bu-
rası dipsiz kuyu‛.
Fikirler insanın beyninde amuda kalktı mı gözü
döner, midesi ekşir kişinin bilirim. İyi bilirim.
Lakin fikrinizin ince gülünden gına geldi onu da
şuracıkta belirteyim. Açtığım her internet sayfa-
sında, okuduğum her statüs mesajında, mektupların
kenarında, smslerde, kitap kapaklarında, takvim
yapraklarında içinde ‚aşk‛ sözcüğü geçmeyen bir
cümle yok. Tamam, aşk kutsal, aşk iyi, aşk cici.
Lakin tavan alçak, taban pütürlü, duvarlar ıslak…
Aşkı duvarına asmayı düşündüğünüz eviniz çökmek
üzere. Kalbiniz siyah noktalar yüzünden tekkelerin
isli kazanlarına dönmüş.
Kaç kere söyleyelim bilmiyorum ki; âşık dediğin
içlidir, âşık dediğin gizlidir! Hakiki âşıksan pod-
yumda yürür gibi dolaşmazsın! Dışın virane gibi
görünür ama içindeki köşkün en yüksek burcunda kim
oturur kimseye söylemezsin! Derdi de şifayı da
ayırt etmek aklına gelmez. Bu yüzden seni dertsiz
sanırlar. İstemediğin için isteklerin bilinmez.
Şikâyet etmediğin için sızıların duyulmaz. Kendi
yüzünü unutmuşsundur. Kuzu melese, yıldız kaysa,
yağmur yağsa, hep O gelir aklına. Herkes hayattan
el çektiğini sanır. Oysa sen hayatı avucunda topla-
mışsındır. Hakiki âşıksan eline bir boru, bir dü-
dük, bir obua alıp cümleye ilan etmezsin aşkını.
İfşa etmezsin!
Ah efendim insan kan yerine böyle kelime kus-
maya başladı mı bilin ki sorun feci, dertler kavi-
dir. Beni böyle köpüklü deniz gibi coşturan, asi
başımı mermer bloklara vurduran o elim o fena olayı
anlatayım da rahatlayayım…
Otobüsteydim. Elim cebimde tespih tanelerini kova-
lıyordu. Kafamın içinde kırk tilki vardı ve kırkı
da tepişmekte kararlıydı. Üzerime ‘hâsılattan mem-
nun çiftçi’ huzuru çökmüştü. Oysa işler yarım, ey-
lemler aksaktı. Yanımda dikilen üç kız ucuz mumlar
gibi eriyip büzülüyor, şımarıyor, şekilden şekle
giriyordu. Sanırsınız ki otobüste bir Mikalengelo
vardı ve elindeki keski ve çekiçle kızları yontu-
yordu. Bense inadına hareketsiz, inadına ciddi orda
öylece dikiliyordum. Bir yandan da sünneti yerine
getirmek adına ‚estağfirullah el azim‛ tespihatını
tamamlamaya çalışıyordum. Cebimdeki tespih şıkırtı-
sı otobüsteki uğultu içinde kaybolup gidiyordu.
Kızlar bir ara derin mevzulara dalınca gayrı ihti-
yari kulak kabarttım. Aşk diyorlardı. Aşkın tanımı-
nı yeniden yapıyor ve ‚Aşk Tanımları Çöplüğü‛ne bir
atık daha ilave ediyorlardı. Birinin facebook aşkı
ve kütüphane aşkı varmış. Diğeri okuldaki aşkını
bırakıp marketteki aşkı ile idare ediyormuş. Bir
diğeri mahalle aşkıyla ten uyuşmazlığı yaşamış da
aşka tövbe etmiş ama şu yan koltukta oturan çocuk
da fena değilmişmiş. Aşk ne güzel şeymişmiş. Kızla-
rı dinlemedim efendim ne münasebet, dinlemek bir
çaba işidir, konsantrasyon ister. Ben çabalamadım.
Lakin kızlar ses ayarları ile biraz olsun oynamadı-
lar. Mahrem saymadılar konuyu, dikenli bir tel gibi
dikkatimi kendilerine bağladılar. Hatta bir ara
onları duymamak adına tespihatı hafif seslice icra
ettim. Dudaklarım kımıldadıkça kulaklarım işlevini
yitirir gibi oldu ama ne yazar. O meşhur muhabbet
tam ortada, öyle sansürsüz, edepsiz devam etti git-
ti. Onlar konuştukça ben tespihi hızlandırdım. Ses-
leri beynime hücum ettikçe ben dua yorganımı başıma
çektim. Uğultuları arttıkça dudaklarım hareketlen-
di: ‚estağfirullah, estağfirullah‛… Ama ne yazar
kulaklarıma sanki urgan atmışlardı sürekli de ken-
dilerine çekiyor-
lardı.
Kâbus gibiy-
di. Ya tespihin
ipi kopacaktı ya
benim ipim! Tespi-
hin boncukları
ısındı, parmakla-
rım aşındı, duda-
ğım kabardı lakin
kızların ne aşk
muhabbeti bitti ne
gülüşmeleri. Yollar kaygan bir ip gibiydi. Tutun-
dukça kayıyordu ve biz menzile bir türlü ulaşamı-
yorduk. Kafamı yakamın içine çekmiş hafif sesle
tespihata devam ediyordum ki kızlarla göz göze gel-
dim. İkişerden altı göz… Toplasam da çıkarsam da
bölsem de altı iri ‚kızgın‛ göz bana bakıyordu. İyi
de ben ağzımı açmadım, tek kelime etmedim, kızdığı-
mı belli etmedim, aşkı ayaklarının altına alıp pas-
pas ettiler çıtım çıkmadı. Öyleyse sorun neydi.
Otobüs yavaşlayıp durakta durunca kızlar yüzümde o
meşhum bakışlarını gezdirerek tek tek inmeye başla-
dılar. Üçüncü kız son basmağı inerken dönüp son kez
yüzüme baktı ve ‚hıh‛ dedi ‚tövbe estağfirullah-
mış‛… İşte o an tespih çekerken oynayan dudaklarım-
dan kelimeleri bir filolog gibi ölçüp biçtiklerini
anladım. Kendim için, kendi hata ve kusurlarım için
af dilerken bir anda yanlış anlaşılmıştım. Yaşlı
bir nine gibi söylendiğimi, onlara laf vurduğumu
sanmışlardı…
O gün o sıkıntı ile bahtsız bir bedevi gibi
dolandım durdum. Çok üzüldüm. Ne aşkı savunabilmiş-
tim ne kendimi. Ne aşkı alıp layık olduğu yere kal-
dırabilmiştim ne de o kem gözleri savuşturabilmiş-
tim. İşin güzel tarafı Aşk ile ben ilk kez yan ya-
naydık. Haksızlılığa uğramışlar safındaydık. Aşk
orada ne kadar kaldı bilmiyorum ama ben hemen pılı-
mı pırtımı topladım ayrıldım o saftan. Ne bu ya
dedim kendi kendime. Estağfirullah tabi. Cümlesine;
estağfirullah.
Topuna; estağfi-
rullah.. Her gör-
düğü boşluğa, du-
vara, sıraya, wc
kapısına aşk ya-
zan, aşktan ölüyo-
rum modunda nara
atan ama bir arpa
boyu yol almayan
insanların her
birine; estağfi-
rullah.
Şu olayı yaşamasam sabredecek, aşkın insanlar
tarafından tasarrufuna müdahil olmayacaktım. Lakin
ısrar etmeyin, içimden geçen ‚âşık dediğin öyle
olmaz‛ haykırışını daha fazla bastıramayacağım.
Parisli ressam Duez sokaklara her gün ‚aşk‛ yazar-
mış. Onun akşama kadar yazdığını çöpçüler sabaha
kadar silermiş. İşte ben de o Parisli çöpçüler gi-
biyim şu an. Sanal ya da gerçek fark etmez, üzerin-
de ‚aşk‛ yazan her duvarı silmek, aşkı sakız gibi
çiğneyen her bünyeyi süpürmek istiyorum! Çekin el-
lerinizi süpürgemden billahi duramam artık!
Yeşilin Anavatanı
Sabahın erken saatlerinde sözleştiğimiz üze-
re aracı almıştık, yanımıza yastık ve yorgan alma-
dan çıkmamamız gerektiği aklımızın bir köşesindey-
di. Her ne kadar arabada konaklama fikri çılgınca
gelmiş olsa da. Öğrenci olunca bazen ekonomik çö-
zümler arıyorsun, bu da öylesi bir çıkış yolu bizim
için. Ve; üç arkadaş Tokat ve Amasya üzerinden Sam-
sun’a doğru yola koyulmuştuk. Müzik olmazsa olma-
zımız. Müziğin tınısı ve yoldaki seyrimiz oldukça
yavaş. Tokat’a girince doğruca Ali Paşa Camii’nde
gidiyor, tarihi ilk orada soluyoruz. Ardından uğra-
dığımız Ulu Cami’de hocası önünde diz çökmüş hafız-
lık yapan öğrencileri görünce gelecek adına biraz
daha ümit var oluyoruz. Malum zaman kısıtlı ve yol
uzun. Görülecek yerler ise oldukça fazla. Tokat’tan
Amasya’ya doğru ilerlerken yol üzerinde bulunun
Ballıca Mağarası’na uğruyoruz. Mağara anayola 10 km
uzaklıkta. Burası bana çocukluğumu geçirdiğim köyün
yolunu hatırlatıyor. Oldukça keskin virajlar ve iki
arabanın zor geçeceği daracık bir yol. Mağara yak-
laşık olarak yirmi yıl öncesinde keşfedilmiş ve
sonrasında turizme kazandırılmış. Yaklaşık 700 met-
re içeriye giriyor ve mağaradan çıkarken yorulduğu-
muzu hissediyoruz.
Amasya’da bizi yoğun bir trafik karşılıyor.
Zor da olsa araç park edecek bir yer buluyoruz.
Kral mezarları dağın yamacından bize bakıyor sanki.
Eğilerek geçtiğimiz bahçe kapısının ardından II.
Beyazid Camii bizi bütün ihtişamı ile karşılıyor.
Karadeniz ikliminin etkisini zaten Tokat’tan itiba-
ren hissetmiştik. Burada daha da belirginleşiyor.
İç Anadolu’nun çıplak dağları yerini yeşil elbiseye
bırakıyor. Yolculuğumuz oldukça hızlı ilerliyor ve
Samsun’a doğru tekrar hareket ediyoruz.
Samsun’a ikindi vaktine ancak varıyor, ka-
panma ihtimalini de düşünerek ilk olarak Bandırma
Vapuru’na gidiyoruz. Biz dönemine göre oldukça eski
ve küçük bir vapur ile karşılaşmayı beklerken gayet
büyük ve teçhizatlı bir vapur bizi karşılıyor. Bu
durum karşısında resmi tarih yalanlarının bir kıs-
mını daha vapurun birkaç metre uzağındaki denize
bırakıyoruz. Samsun, oldukça büyük ve modern (!)
bir kent. Taş yığınları arasında camileri bulmak
oldukça zor. Etrafı dolaşırken bir taraftan da göz
ucuyla tabelaları takip ediyoruz. Kahverengi üzeri-
ne yazılmış olan Büyük Cami yazısının bulunduğu yön
tabelası bizi Samsun’un en eski camilerinden birine
ulaştırıyor. Ancak caminin ismini oldukça garipsi-
yoruz. Sivas, Diyarbakır, Erzurum, Kayseri gibi
şehirlerinde ulu camilere aşina olmuş bir millet
için “Büyük Cami” adlandırması ne kadar da yabancı
geliyor. Akşam namazının ardından teleferikle Sam-
sun’un ‚Amisos Tepesi‛ne çıkıyoruz. Son olarak gü-
zel bir Samsun akşamında sahilde bir tur attıktan
sonra araçla Rize’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz.
Yol güzergâhına bakarken Vakfıkebir’den ge-
çeceğimizi fark ediyoruz. Aklımıza büyük dava adamı
Adnan Demirtürk geliyor. Vakfıkebir’den onun kabri-
ni ziyaret etmeden geçmememiz gerektiğine kanaat
getiriyoruz. Sabah namazına iki saat kala Vakfıke-
bir’deyiz. Namaza kadar istirahat ediyor; sonrasın-
da, kabrin yerini danıştığımız, yeni kepenk açan
Vakfıkebirli amca, o güzel Trabzon ağzı ile yolu
tarif ediyor. Ve kabir ziyaretinde dualarımızı ya-
parken, bu büyük dava adamının ancak videolarında
izleme fırsatı bulduğumuz sesini duyar gibi oluyo-
ruz. Mezarı üzerinde bir şiir; “Biz gelmedik kavga
için, bizim işimiz sevgi için, Hakkın evi gönüller-
dir, gönüller yapmaya geldik.” İşe gitmekte olan
kardeşi bizi samimi bir şekilde kucaklıyor, ve ha-
yır duasını alarak Vakfıkebir’den ayrılıyoruz. Sa-
bah’ın erken saatlerinde Rize’deyiz. Yazımıza adını
verdiğimiz ‚Yeşilin Anavatanı‛ işte tam da burası.
Göz alabildiğince uzanan çay bahçeleri ve ağaçlar
insana huzur veriyor. Botanik Bahçesi ve kalede
Rize’nin o güzel çayını yudumlarken; bir tarafta
dağların yamacını süsleyen çeşit çeşit bitkileri,
diğer tarafta Karadeniz’i seyre dalıyoruz. Bu yeşil
bahçeler ve insana huzur veren doğa sanki cennetten
sunulmuş hediyeler gibi insana huzur veriyor. Rize;
çay denilince akla gelen ilk yer ve doğa güzelliği-
nin insanına yansıdığı mekan…
Geldiğimiz istikamete doğru ilerliyoruz.
Sonraki durağımız Uzungöl. Yolu oldukça yavaş kat
ediyoruz, zira hayatta bu güzellikleri görme fırsa-
tımız ilk ve son olabilir. Türkiye’de en fazla ha-
fızın yetiştiği ilçelerden biri olan Of’a varıyo-
ruz. Yol kenarlarındaki Kur’an kursları dikkatimizi
çekiyor. Karadeniz’in manevi koruyucuları buralar-
dan yetişiyor olsa gerek. Bir süre daha ilerledik-
ten sonra Uzungöl’deyiz. Kara bulutlar üzerimizde
bizlere bakıyor ve her an başımıza yağmur taneleri-
ni bırakacakmış gibiler. Bu güzel gölün giriş kıs-
mına yapılmış olan cami bu mekâna âdeta bir nazar
boncuğu havası katmış. Gölün etrafını sarmış olan
restoran ve motellerin ahşap olması mekânda geçiri-
len vakti daha da keyifli kılıyor. Zira bu ahşap
yapılar şehirlerdeki beton yığınlarına nazaran do-
ğanın bir parçası olmuş gibiler. Yağmurun her an
başlama riskine karşı başımızı sokacak bir yer ara-
ma telaşına düşüyoruz. Uykusuzluk dayanılmaz bir
hal alıyor ve rahat bir uyku çekerek etrafı yeşil
dağlarla çevrili bu gölün sabahına kalkma arzusu
bizi bir motel odasına götürüyor. Sivas’tan çıkışı-
Abdürrahim Güner
Gezi Yazısı
mızın ikinci günü akşamı kaldığımız Uzungöl’den
bizlere çekindiğimiz fotoğraflar kalıyor ve Sümela
Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz.
Bir saatin geçkin bir süre seyahat ettikten
sonra Sümela Manastırı’na varıyoruz. Aracımızı park
ettikten sonra, manastıra ulaşmak için; iki yüz
metrelik bir merdiveni tırmanmak zorundayız. Kara-
deniz’in çoşkun akan derelerinden birisi hemen al-
tımızda. Su sesi eşliğinde merdivenleri çıkarken
üstümüzde uzanan devasa ağaçların gölgesi; zaten
soğuk olan havayı sanki biraz daha soğutuyor. Ma-
nastıra giriyoruz ancak dışarıdan oldukça büyük
görünen bu yapının sadece birkaç odacığını gezme
imkanı buluyoruz. Dışarıdan asıl görünen kısımların
öğrencilerin kalmış olduğu mekânlar olduğunu ve
oralara giriş izninin olmadığını öğreniyoruz. Ol-
dukça geniş ve gezilecek bölümleri fazla olan bir
mekanla karşılaşmayı bekleyen bizler için bu durum
tam bir hayal kırıklığı oluyor. Manastırda bulunan
kilise bölümünü gezdikten sonra bir gezi kafilesi-
nin bu tarafa doğru geldiğini görüyoruz. İncil’e
oldukça hakim olan bir rehberin kilise duvarında
yer alan resimlere yaptığı yorumlara kulak kabart-
tıktan sonra, mekandan ayrılarak Trabzon’un merke-
zine gitmek üzere yola koyuluyoruz.
Trabzon’da çok güzel bir hava ile karşılaşı-
yoruz. İlk olarak şehre yukarıdan bakabileceğimiz
bir seyir mekânı bulmak istiyoruz. Bunun için de;
taş döşeli yollardan Boztepe’ye doğru çıkıyoruz.
Boztepe’de Son Osmanlı Mebusan Meclisi ve I. TBMM
dönemi milletvekillerinden Ali Şükrü Bey’in kabri
başında dua ediyoruz. Ali Şükrü Bey Lozan’da izle-
nilen siyaset ve halifeliğin kaldırılması hususunda
Mustafa Kemal’e yaptığı sert muhalefet ile tanınır-
mış. Ancak bu muhalefeti onu canından etmiş ve bir
suikast sonucu öldürülmüş. Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilk siyasi suikasti olarak 1923’te kayıtlara geç-
miş. Şehir merkezine iniyoruz, aracımızı park
ettikten sonra Trabzon’un çarşısını dolaşıyoruz.
Tabi Karadeniz’e gelip balık yemeden gitmek olmaz.
Hemen bir balık lokantası bulup karnımızı doyuruyo-
ruz. Biraz daha etrafı dolaştıktan sonra aracı alı-
yor, Ayasofya Camii’ne doğru yola koyuluyoruz. Yol
tariflerini navigasyon cihazındaki abladan alıyo-
ruz. Trabzon’u bilenler Ayasofya’ya cami dememizi
garipsemiş olabilirler, zira Ayasofya iki ay önce-
sinde müze iken camiye çevrilmiş. Öğlen namazından
sonra duamız; “Ya Rabbi bizlere İstanbul Ayasof-
ya’ya da ayakkabısız girebilmeyi nasip eyle.” Ora-
dan hareket ediyor, tekrar merkeze geçiyoruz. Kanu-
ni Sultan Süleyman’ın doğduğu evi dolaşıyor; cihan
padişahına hayır dualarımızı gönderiyoruz. Trab-
zon’daki kiliseden çevirme camilerin çoğunu gezi-
yor, böyle bir camide akşam namazımızı edâ ettikten
sonra dönüş yoluna koyuluyoruz.
Karadeniz’in o güzel doğası ve yeşillikler
Zigana geçidinden sonra kendisini yer yer bozkıra
ve çıplak kayalık dağlara bırakıyor. O akşamı dönüş
yolunda ertesi güne bağlıyoruz ve geç saatlerde
Sivas’a ulaşıyoruz.
Her köşesi cennetten bir numune olan bu gü-
zel vatanda yaşamaktan dolayı Allah’a ne kadar şük-
retsek az olur. Bu yazı ile sizlere bir nebze olsun
oraları tanıtma şerefine nail olduysak ne mutlu
bizlere…
Kumanda
Televizyonda Nebahat Eser
Üç buçuk yaşındaki yeğenimin parka gitme iste-
ğini reddedince oda kapısını suratıma hızla çarptı
ve içeriden bana şöyle seslendi;
- Git, git buradan, yalnız bırak beni.
Biraz durakladım, kapıya doğru yöneldim ve itiraf
etmek gerekirse ne yapacağımı bilemedim.. Beni dumu-
ra uğratan bu masum isyan değil, ailemde rastlamadı-
ğım bu tavırdı... Bu çocuk kime benzedi demedim bi-
le, bu cümleler hangimizin, bu tavır hangi örnek
modelin dedim? Annesi mi, babası mı, halası, dedesi
mi? Sanırım hiçbirimiz, peki kim?
Bir çikolatayla uzlaştık ama hâlâ soruyordum
kendime; peki kim? Birkaç gün sonra onu bir çizgi
film izlerken gördüm, sessizce odaya girdim ve izle-
diği filmi onunla izlemeye başladım... Ezik bir
karakter, iki kurnaz karakter daha ki bunlar çizgi
filmin esas ve popüler kahramanları, planlar ve kur-
nazca diyaloglar.
Çok enteresan, yeğenimin kullandığı dil ve takındığı
tavır izlediği çizgi filmin popüler kahramanıyla
birebir örtüşüyordu. İçimizde dolaşan hayalet örnek
modeli bulmuştum.
Modern dünya televizyon aracılığıyla insana
bireyi ve can sıkıntısını hediye etti, bu bir ger-
çek.. O kadar kolaylaştı ki yaşama pratiği ve öyle
uzaklaştık ki yemek, içmek, giyinmek, ısınmak vb.
gibi yaşamsal faaliyetlerin emek isteyen kısmından;
ne buğday ekiyor, ne kumaş dikiyor, ne odun kırıyo-
ruz... Her şey birkaç fatura yada bir kaç saatlik
alışveriş kolaylığında.. Arda kalan zamanda modern
dünyanın, orijinal bir merkez olan şahsiyetten, ben-
zerlerinden farklı olma cesaretini gösteremeyen uy-
sal ve uyumlu bireylere evrilmiş sadık kölelerini
bağladığı o prangada, yani can sıkıntısı eyleminde
ya AVMlere saldırıyoruz ya da televizyon dizileri-
ne...
Peki modern dünyanın ve kapitalizmin beslenme saati
olan bu can sıkıntısı seanslarımız televizyon eşli-
ğinde ne kadar masum? Ebeveynlerinin üç buçuk yılda
çocuğuna yapamadığını televizyon denen hayalet örnek
model nasıl oluyor da bir yılda fazlasıyla yapıyor?
Algı ve tolerans eşiğimiz dışarıdan aldığımız içsel-
leştirilmiş örneklerle oluşur, şöyle özetlemek gere-
kirse önce tepeye tırmanmadan dağa çıkmaya cesaret
edemeyiz. Peki dışarı(mız)da kim var bir araya gel-
diğimiz bir kaç saatlik zaman dilimlerinde hipnoza
uğramışçasına televizyona odaklanmış, konuşmayan,
susan, hareket etmeyen aile bireylerinden başka?
Televizyonun modern insana yaşattığı işte bu kalaba-
lık yalnızlık içerisinde sahte tepe tırmanışlarından
sonraki bu dağa tırmanabilirsin yetisi.
Sadece yeğenim değil koca koca insanlar olarak
biz bile dizilerde, haber programlarında, akşam
showlarında içselleştirdiğimiz örneklerin bize lutf
ettiği algı ve tolerans eşiklerinden anlamlandırıyor
ve tanımlıyoruz hayatı. Gelenekleri, kültürü ve tec-
rübeleri bir tarafa bırakın atasözlerimiz ve yöresel
kıssalarımız bile bilincimizin işe yaramayan klişe-
ler çöplüğünde unutuldu bile bu sanal kabul edilebi-
lirlik yüklemelerinde. Neden modern diyaloglar ara-
sında hep bir uçurum var, neden kültürümüzün ve ge-
leneğimizin asla kabul edemeyeceği hallerin içinde
hiç eğreti değiliz ve neden fıtratımızda olmayan
eğilimleri ne kendimizde ne de bir başkasında kolay-
lıkla tolere edebilecek kadar " anlayışlı ve açığız
". Neden sorgulamıyor ve reddetmiyoruz da kuru bir
sünger gibi, bize ait olmayan, geçmişimizden getir-
mediğimiz, geleceğimizde tasarlamadığımız oluşların
ve duruşların teorik kodlarını pratik hayatımıza
kana kana çekiyoruz.
Yoksa biz her şeyi televizyondan mı öğrendik?
Maalesef öyle ve maalesef bilinçaltımız işgal altın-
da. En masum gözüken reklam filmleri dahi bizi yön-
lendirebiliyor. Hiçbir şey yapmıyorsak bile en azın-
dan bir kaç dakikalık cafcaflı bir fragmanla ailecek
bol kanlı bir Amerikan filminde bulabiliyoruz kendi-
mizi hafta sonu. Oysa birbirimize söylemeyi ertele-
diğimiz o kadar çok şey var ki.
Artık aynı sıkıntıları, aynı sorunların replik-
lerini, aynı haklı endişeleri taşıdığımız, aynı ma-
hallede yaşadığımız insanları dinlemeye vaktimiz
yok. Yorgunuz, işten geldik, kumandayı alıp birkaç
saat bizim mahallemizden hiç geçmemiş, bizimle aynı
sıkıntıları hiç yaşamamış belki bizimle aynı kültü-
rü, dili paylaşmayan bir senaristin ve kurgu ekibi-
nin yarattığı sahte kişiliklerin, sahte sorun çözme,
sahte müdahale etme, sahte ifade etme biçimlerinde
kendi anlam ve algı dünyamızın evrilişini oynuyoruz
finale doğru.
Ve final;
- Git, git buradan, yalnız bırak beni!
Ecdadın Dili,
Evladın Bilmediği
Osmanlıca
Okçu Bey ve Ekibi 2023 Serisi
12 Kasım 2022 – İstanbul
Yağmurların sağanak halinde yağdığı bir günün
ertesinde, sokaklarda derin bir sakinlik vardı.
Rüzgar nemli yerleri sert esintileriyle kurutur-
ken, ağaçların yaprakları özgürlüğe kavuşmuşçasına
dört bir yana savruluyordu. Siyah ceketli, köse
ayakkabılı orta yaşlarda bir adam sokağın başında
görüldü. Bu Akın'dan başkası değildi. Aklındaki dü-
şünceler onu içinden çıkamadığı bunalımlara yiti-
yordu. Okçu Bey, 9 yıl önce Mısır’daki özel görevi
sırasında büyük patlamadan sonra izi bulunamayarak
sırra kadem bastı. Şehid olduğu
bildirildi. İlerleyen süreçte
Yeniçeri Yeraltı Birimi lağve-
dildi ve yerine Yahya Bey ismin-
de Yakut Bey’in özel yetiştirdi-
ği istihbaratçı teşkilatta yeni-
den yapılandırmaya gitti. Okçu
Bey’in ekibi tasfiye edildi.
Akın’da emekli parasıyla çay
bahçesi açmıştı. Diğer arkadaş-
ları ise farklı iş kollarında
yaşam mücadelesi veriyorlardı.
Göğsünde bir sızı hissetti ani-
den. Aklında eski günlere ait
hatıralardan başka bir şeyi yok-
tu. Devamlı Okçu Bey'i ve diğer
arkadaşlarını düşünüyordu.
Elindeki tesbihi cebine koydu
sonra çay bahçesine girdi, arabasının anahtarını
aldı. Dolaptaki ıtır kokusu esansını da cebine koy-
du. Cuma namazını Eyüp'te kılmak ve Okçu Bey'in va-
siyeti üzerine hazırlanmış mezarını ziyaret etmek
için Eyüp Mezarlığına yol almaya başladı. Çok üzün-
tülüydü. Ne zaman bu mezarlığa gitse gözyaşları
seller olup akardı. Yine ağlamaya başladı sessiz
bir şekilde...
12 Ağustos 2013 - Teşkilat
Okçu Bey, boş zamanlarında hobi olarak, Teşki-
lat binasının bahçesinde bir insan gibi kıymet ver-
diği gülleri ve laleleri yetiştiriyordu.
Yaz kendini iyiden iyiye göstermişti. Ağaçlar yeşi-
le boyanmış, renk renk çiçekler bahçeyi güzelleş-
tirmişti. Cemati, hızlı adımlarla Okçu Bey'in yanı-
na geldi. Selam verdikten sonra Yakut Bey'in ziya-
rete geleceğini iletti. "Yakut Bey, buraya geldiği-
ne göre önemli bir mevzu var. Mısır meselesi hak-
kında olmalı. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel
eyler" dedi Okçu Bey.
Yakut Bey, zeval vakti Okçu Bey'i ziyarete geldi.
Konu Mısır'da ki darbe ve Baltacı Çetesi hakkınday-
dı.
Uzun bir görüşme oldu. Toplantıya ekibin bütün
elemanları katıldı. Yakut Bey, "Yiğitlerim, Baltacı
Çetesi darbecilere çalışan illegal bir yapılanma-
dır. Önünüzdeki dosyalarda yapılanmalarıyla ilgili
ulaştığımız istihbarat raporları mevcut. Sizden is-
tediğim şey bu fotoğraftaki kişiyi yani darbecile-
rin muhatap aldıkları kişiyi ele geçirmenizdir. Ve
bu üç noktadaki merkezleri imha etmemiz gerekmekte.
Bu şekilde Baltacı Çetesini dağıtmak mümkün olabi-
lir. Biz interaktif olarak Darbeci
Sisi’nin Baltacıların hesaplarına
para yatırmasını engelleyeceğiz.
Elimizden geldiği kadar meşru hükü-
metin yanında olacağız. Oraya gitti-
ğinizde sizi elemanlarımız karşıla-
yacak. Orada ihtiyacınız olan tüm
ekipmanlara ulaşabilirsiniz. Buradan
sadece gümüş çantalarınızı almanız
yeterli."
Ekip, İki gün sonra binbir me-
şakkatle Mısır'a ulaştı. İstihbarat
ajanlarından üç kişi onları karşıla-
dı. Bu ajanlar Türk konsolosluğuna
bağlı kimliklerle dolaştıklarından,
sorgulanamıyor ve dikkat çekmiyor-
lardı. Elçinin evine gittiklerinde
ev bomboştu. Dış İşleri Bakanlığı,
elçiyi Ankara'ya çağırmıştı. Rabia Meydanı'na 4
saat mesafede bir yerdi burası. Bu ağır görevde
Tophaneli Bedri'de ekibe dahil olmuş, sayıları on
kişi olmuştu.
Tozkoparanlar İş Başında
Tozkoparanlar Takımı, Teşkilatın Almanya’daki
Teknoloji dâhileri birimidir. Sabahın ilk ışıkla-
rında Yakut Bey kriptolu bir mesajıyla toplanırlar.
Yakut Bey şifrelenmiş ağ üzerinden video konferans
görüşmesiyle olan biteni anlatır. Hesap numaraları
ve lazım olacak diğer dökümanlar şifreli ağ üzerin-
de gönderilir. Görev onlara göre çok zor değildir;
‚Sisi’nin darbede kullandığı basın-yayın kuruluşla-
rının, kişilerin, örgütlerin ve daha önemlisi Bal-
tacı Çetesinin banka hesaplarına giden para akışını
kesmek.‛
Üç saat sonra tüm hesaplar kırılmıştı. Fakat
transfer edilen bu hatırı sayılır miktarda paranın
bu akış içerisinde bir yere aktarılması gerekiyor-
du. Yakut Bey video konferansla tekrar bağlantı
kurdu.
Takımın kaptanı İbrahim, ‚Efendim, tüm hesaplar kı-
Büyük Hedefe Doğru…
“Bir Velîye Bende Olmak”
E. K.
rıldı. İşlemdeki parayı nereye aktaralım? Hilal-i
ahmer?‛
Yakut Bey biraz düşündükten sonra ‚Bu şerefsizlere
bu para Yahudi para babalarından geliyor. Bu para-
nın hakkı Filistinli mazlumlarındır. Filistin’e
yardım yapan tüm kuruluşların hesabına eşit şekilde
parayı transfer edin!‛ dedi. İbrahim, ‚Tamam efen-
dim.‛
R4bia Meydanı
Okçu Bey ve ekibi 4 saat süren bir yolculuğun
ardından Rabia Meydanına geldiler. ‚Bu muazzam ka-
labalık karşısında darbeci zihniyet hala ayaktaysa
bu taşın arkasından ancak Yahudi oyunu çıkar. İs-
rail güçlü bir Mısır’ı kendi politikaları için el-
bet istemeyecektir. Filistin yalnız bırakıldığı
gibi İslam ülkerleri birlik sağlayamadığı için an-
cak Büyük İsrail Projesi ilerleme sağlayacaktır.‛
Okçu Bey meydandaki stratejik noktaları tesbit et-
meye çalışırken, Kamil gümüş çanta üzerinden uydu
teknolojisiyle meydanda hangi bölgelerde silahlı
milis güç var tesbit etmeye çalışıyordu. Niyazi
ağzına bir misvak aldı ve dişleri arasında çiğneme-
ye başladı. Akın tesbih çekiyor; Murat, Cemati ve
Bedri meydandaki platformdaki darbe karşıtı göste-
rileri izliyorlardı. Ezan okunduğunda namazlar kı-
lınıyor, dua zamanı ‚amin‛ deniliyordu. Gecenin
ilerleyen saatlerinde Kamil, gümüş çantasındaki
silahlı milis tesbit cihazında bir oran artışı fark
etti. Derhal Okçu Bey’i çağırdı ve durumu izah et-
ti. Okçu Bey kanalizasyondan geçirerek meydandaki
bir Türk oteline sakladığı silahlardan ekibine da-
ğıttı, Cemati’yi, Murat’ı ve Bedri’yi uzun menzilli
sniper silahlarıyla çapraz olarak yüksek binalara
yerleşmelerini söyledi. Akın ve Niyazi meydanın
arka sokaklarına açılan yerlerinde olabilecek her
türlü saldırıya karşı konuşlanmışlardı.
Niyazi güney taraftaki askeri kordonun daral-
maya başladığını fark etti. Askerle birlikte sivil
kıyafetli Baltacı Çetelerin saldırı için hazırlan-
dıklarını gördü. Okçu Bey’e özel telsizden bildir-
di.
Okçu Bey, olayın ciddileşmeye başladığını ve namaz
vakti saldırabileceklerine dair öngörüde bulundu.
Sabah namazı kılındığı sıralarda ara sokaklardan
silah sesleri gelmeye başladı. Askerler ve Baltacı
Çetesi önüne gelen herkesi kurşun yağmuruna tutu-
yorlardı. Halk ne yapacağını bilemez şekilde kaçı-
şıyor, meydan kan gölüne dönüyordu. Müslüman Kar-
deşler hareketinden 2 bin kişi ölmüş, binlercesi de
yaralanmışlardı. Okçu Bey ve ekibi binlerce kişinin
arasında kalarak fazla bir yararlılık gösterememiş
ve başarısız olmuşlardı.
Saatler Sonra
Ekip kısa sürede toplanmış, meydanda içler
acısı duruma yardım etmek üzere ayrılmışlardı. Has-
taneler ihtiyaca cevap vermekte güçlük çekiyordu.
Yaralıların birçoğu şehadet getirerek son nefesle-
rini verdiler.
Dünyadan tepkiler ve kınamalar geliyordu. Fakat
Batılı devletler üç maymunu oynuyorlardı. En mert
açıklamayı Türkiye yapmıştı. Dışişleri Bakanlı-
ğı'ndan yapılan açıklamada, "İnsanların toplu ola-
rak hedef alındığı bu saldırı, Mısır'da son derece
vahim gelişmelere yol açabilecek bir olay olarak
görülmektedir. Saldırı, ifade özgürlüğü ve barışçıl
gösteri hürriyeti gibi temel evrensel değerlerin
çiğnenmesinin yanı sıra şiddeti körükleyecek bir
provokasyon niteliği de taşımaktadır" denildi.
Baltacılar Çetesi
Yakut Bey’in verdiği 3 noktaya operasyon için
düğmeye basıldı. Çünkü bu kancık saldırı bardağı
taşıran son damlaydı. Ekip üç araçla yola çıktı.
Baltacıların bulunduğu mahalleye vardıklarında on-
lardanmış gibi izlenim verdiler. Fakat içeri gir-
dikten sonra kolluklar yabancı olduklarını fark
etti. Ateş açmak isteseler de, Bedri susturuculu
silahıyla işi bitirdi. Mahalle çete mahallesi oldu-
ğu anlaşılıyordu. Verilen koordinatlar lüks bir
restorana çıkıyordu. Harabe mahallelerin tam orta-
sında, 20 katlı bir iş merkezi ve rezidans vardı.
Binanın resmi göürünen tarafında bir restoran var-
dı. Restorana müşteri gibi girdiler. Yemek yiyip
Türk kahvesi içtiler. Okçu Bey üzerinde dikkat çe-
kici bir balta figürü olan bu mekana aradıkları
kişinin sahip olduğunu biliyordu. Garsona patronuy-
la görüşmek istediğini söyledi ve cebine bahşiş
sıkıştırdı. Garson, kırmızı Türk Lira’larını görün-
ce duvarın arkasındaki kapıyı işaret etti. Okçu Bey
ve Bedri patronla tanışmak gayesinde davranarak
patronun yanına gittiler. Okçu Bey, turist edasın-
daki samimiyetle yemeklerinin muhteşem olduğunu
söyledi. Onlara Türk kahvesi tüccarı olduğunu, ka-
zançlı ticaret yapabileceklerini fakat bir soru
sormak istediğini söyledi. Cebinden bir resim çı-
kardı. Ve kim olduğunu sordu. Patron sağ elindeki
puroyu, resmi görünce korkudan ceketinin üzerine
düşürdü. O sırada gizli bir telaşla masanın altın-
daki kırmızı düğmeye bastı. Acı bir siren sesinin
ardından elinde balta olan kişiler koridordan koşa-
rak gelmeye başlamıştı. Okçu Bey yakasındaki tel-
sizden Akın’a haber verdi. Patron çekmeceden silah
çıkarmaya çalıştı fakat Bedri erken davranarak si-
lahı ele geçirdi. Odanın kapısı sert şekilde açıldı
ve melun suretli kişiler saldırmaya başladı. Okçu
bey ceketindeki demir ok uçlarını baltalı kişilere
seri şekilde fırlatıyordu. Ekibin diğer üyeleri
arkadan yetişerek eli silah ve baltalı kişileri
etkisiz hale getirdiler.
‚Şimdi söyle bakalım patron, bu adam nerede?‛
‚Sizi kim gönderdi?‛
‚Kavalalı Mehmet Ali Paşa!‛ diyerek bir tokat sa-
vurdu Bedri.
‚Tamam… Tamam sertleşmeyelim beyler. Aradığınız
kişi bu binanın en üst katındaki rezidansta.‛
O sırada yakınlardan helikopter sesi duyuldu. Anla-
şılan çete lideri kaçıyordu. Akın, bina çevresinin
çete elemanlarıyla sarıldığını söyledi.
Devamı gelecek sayıda…
(Yeşil Edebiyat terminolojisi tam olarak
durumu ifade etmese de bahsedeceğimiz durumu açık-
layan en muvafık tabir de bu olsa gerek.)
Sosyal medya üzerinde dini semboller üze-
rinden nefsani aşkları ifade eden yazılar, şiirler
işin ucunu ziyadesiyle kaçırmaya devam ediyor. İlk
bakışta komik gibi görünse de bu zaman içerisinde
veya dikkat edildiğinde ibadetlerin kullanılarak
haram olan ilişkilerin meşrulaştırılma çabası fark
edilecektir.
Genellikle ‘’ey yar’’ diye başlayan bu ede-
biyat dine karşı bir ön yargısı olan kesimlerin
bundan daha da uzaklaştırıldığı görülüyor. Diğer
yandan ise bir şeyin ne kadar çok ağza alınması
onun sırrını, heybetini giderir düsturunca bu iba-
detleri ve dini terimleri basitleştirmeye doğru
varmaktadır. İşin riya boyutunu da göz ardı etmemek
gerekir. Karşı cinse duyduğu muhabbeti dini termi-
noloji üzerinden edebiyat yaparak ifade edip yayan
kişiler ve buna rağbet edenler işin haram boyutunu
örtme çabasına girmiş olurlar farkında olarak veya
olmayarak; bu ise kişinin ihlasına uzun vadede za-
rar veren bir şeydir.
Bu bahsettiğimiz edebiyat ile ilgili olarak
bilgisi olmayan arkadaşlar için örnekler:
''Bak şimdiden anlaşalım/Sahura kaldırıyorsun/
orucunu tutuyorsun/Pazar günleri kahvaltı hazır
diyorsun, Cuma Namazını hiç kaçırmıyorsun, Eve geç
kalmak yok ,He bir de balayına umreye giderim işine
geliyorsa evet paşam''
‘’Seccademi serip arkamda durmayacaksan dokunma
kalbime ey yar’’
‘’Bir erkeğin en tatlı anı, abdest aldıktan sonra
çorabını giymesidir.’’ ‘’Teravihe giden erkek tat-
lılığı.’’
‘’ Delikanlı genç kızın gözlerinin içine baktı ve
arkamda namaz kılar mısın dedi’’
" Seccademde namaza durmanı istiyorum...
Birlikte namaz kılmaktır hayalim yarim...
Namazından sonra dua ettiği biri olmak...
İşte Arkanda Namaz Kılmak
istiyorum...
Bana Namaz Kıldır."
Bu yeşil edebiyata gördüğümüz yerde iyiliği emre-
dip, kötülükten men etme düsturunca müdahale edil-
melidir. Vesselam.
Yeşil Edebiyat Günay Turak
Korku Sirki
Nazım Eseryel
Ego için yenilik, ardında bilinmezler saklayan bir korku perdesidir. Devrim fikriyse tek başına toplumsal egonun ödünü patlatmaya yeter. Bu göz önüne alındığında, korku erklerinin tarih boyunca değişime birer refleks olarak geliştiği varsayıla-bilir. En kuvvetli korku erkleri, sosyal ve ahlak-sal yapıyı düzenleyen baba ve din korkusudur. Tüm yasalar bu iki kuvvetin menfaatlerini muhafaza ede-cek şekilde tayin edilmiştir. Ahlaksal hudutlar bu bencil istifadeye göre çizilmiş; düşünceler kalıp-lara dökülerek zihin katledilmiş; sorgusuz bir it-aat için despot bir hipnoz uygulanmaya çalışılmış-tır.
‘Değişmezlik’ için soru sormak kadar zehirli-hudut yıkıcı bir içki yoktur. Bu yüzden hor görül-müştür. Yeni fikirlerden birer hastalıkmış gibi uzak durulmuş, en ufak fikirsel direniş ve her tür-lü başkaldırı toplumsal ‘hoşgörü’ ile yerilmiş hat-ta öğütülmüştür. İnsan için yıkılmaz hatta gelişti-rilemez surların ve kuralların bulunması, birincil insani vasıf olan düşünme gücünü köreltmeye bir se-beptir. Konumuz insani vasıflar değil ahlak ve sos-yal hayat erkleri olduğundan burada, birinci vasfın ihlali ile kaybedilecek insaniyete değil sahip olu-nacak ahlaka değineceğiz. Düşünce gücünün vicdanın bir kefesi olduğunu anımsatarak, kefelerinden biri
kusurlu olan bir terazinin adaletini öğrenmek iste-rim? Böyle bir adaletin tayin ettiği yasaların hak-kaniyetini anlamak-ki anlayamamak daha doğal ola-caktır- oldukça güçleşecektir.
Velev hala tam olarak köreltilmemiş birkaç zi-hinde ufak soru çıtırtıları olsa da toplumsal uğul-tuda duyulmayacak, ya da düşünebilen ender zihinler çıkacak olsa; asilik, çılgınlık, anarşistlik hatta ihanet atfedilerek sindirilmeye çalışılacaktır. Bir rüya görseydik: Korku erklerinin değil insani de-ğerlerin gözetiminde, hür bir vicdana sahip bir toplum. Böyle bir toplumdaki birey, korku ya da ödüller yerine insan olmak için yaşayabilirdi. An-cak korku ve ödül düzeninden kaçarken idealar ile cenneti vaat edecek değiliz. Mükemmelliği vaat ede-meyiz ancak ‘inanmak yerine bildiğimiz’ hayalleri-mizi paylaşabiliriz.
Genel ahlak yasalarında çarpıklığını idrak edemediğimiz-daha çok görmezden geldiğimiz- ana hu-sus, ‘saygı’ ya sevginin değil korkunun kaynak edilmiş olmasıdır. Bu meşrepte, tüm edep kuralları-nın samimiyetinde ki şüphe, ‘ahlaklılık’ kavramını gösteriş seviyesinde tutacaktır.
Kapkara bir sevdaya bulananları… Leyla ve Mecnun’un
kemiklerini sızlatırcasına, Romeo’dan Juliet’e ba-
karcasına, Fuzuli’yi bir fuzuli gibi atarcasına,
yol ortasında ölü bir ruh bulurcasına bir hikaye
bu. Çok uzak değil sana aslında. Her an göz önünde
yanı başında beklide içinde bu dibi tutmuş, yanık
kokulu eski bir hikaye…
Her gözünü açan en safisini kendisi sanır bu
hikayeyi yaşayan. İlk heyecandır bunun adı bir ba-
kış, gülüş ya da ne bileyim içi anlamdan beri bir
dokunuş… Yitirilmiş her ne varsa sanki bu hikayeyi
yaşayan hayatlarda toplanmış. Bir hikaye anlataca-
ğım sana… Her seferinde son
olacak denilen bir maymun
iştahı ile sofraya yaklaşan
afacan bir çocuğun saldı-
rışlarıdır. Elindekini unu-
tup bir başkasına bakması-
dır bu çirkinleşmiş ruhun
fiilleri. Kırmızının üzeri-
ni kapkara bir renge boya-
maktır elindeki boyayı kı-
rarcasına. Elindeki kıymet-
liyi sekiz katlı bir cenne-
tin tepesinden yere fırlat-
maktır bunun adı. Var olanı
en aşağıya düşürmek, bir
yokluğa itmektir. Allah’a
meydan okuyan bir ateşin en
aşikar bir şekilde asra
damgasını vuran bir lekesi-
dir. En kutsalı bile küçültmeye yetecek kadar ruhun
alçalması, gözün kararmasıdır. Bineğin olan atı
sırtına almak kadar acizlik olan, ateş gibi yakan
ve kendi yanar iken dumanından karşı dağları ağla-
tan bir karadır bu. Hayanın bunlardan kaçarcasına
kendini Kaf Dağı’nın kapkara dibine saklamasıdır.
Ar’ın iki ateşin arasında aradan sıyrılıp ateşten
kaçıp ortada koymasıdır ruhu. Bilmemeğe verilen bir
kudretin, merhamete hala layık olan tutulacak bir
kolu varsa; oradan neye uğradığını bilmeden şaşkın
şaşkın işaretlerin diline baka kalmaktır. Ardından
hikayeyi, yaşananı hiç gibi bir kenara atmaktır.
Ötelerde verdiği sözlerden habersiz olan ruhu-
na bile o kadar yabancılaşıp, yaban kalan insan…
Sahteciliği sahicilik diye benimseyip bencilleşenin
hikayesi. Bile bile yalana sarılmanın, adına da
‚inanmıyorum‛ demenin hikayesi. Pembesi kırmızısı
kaybolan hülyaların habercisi…
Herkesin üzerine libas diye giydiği belki de
giyinmek hissettiği kan kırmızısına bulanmış bir
beyazın hikayesi.
Şairlerin diline pelesenk olmuş ve artık kutsala
inanan kalemlere kesif çığlıklar düşürmüş bir moda-
nın hikayesi… Bu yanık kokusu, ta asırlardan gelen
aşkın taşkın hikayesi…
Kim inkar edebilir ki kendini Leyla, Mecnun
saymadığını. Kim inkar edebilir ki beyazın artık
karaya yüz tuttuğunu. Kan damıtıyor şimdi aşk ve
kan içiyor şimdi Mecnun. Düşüncesizce dokunanlara
inat, sevdiği kişiye her dokunuşunda onu her merak
edişinde büyük bir kırgınlık ve incinirlik barındı-
ran sevgililerin hikayesi
var birde…
Din bir aşk bilincidir, diye
yaşayan iki denizin hikaye-
si. Verimli topraklarda bu-
lamadığım hikayeyi çorak
çöllerde bulduğum iki deni-
zin hikayesi… ‚(iki denizin)
aralarında birbirlerinin
haklarına riayetsizliği en-
gelleyici ince bir berzah
vardır.‛ Rahman Suresi, 20.
Ayet.
İki deniz… Aynı mekanda
yetişmiş ve iki derin ve be-
reketli ve bekleyici… Hem
kavuşmaları için birbirine
salıveriliyorlar… Hem de
birbirlerine o kadar akıp
karıştıkları halde, her nasılsa birbirlerini iptal
etmeden var olmaya devam ediyorlar.
Aynı efendinin koruyuculuğunda kutlu bir sevda
ile bekleyiş ve hasret kalmış… Sevdaların üstünde
bir sevda… Tüm sevmeği var olmanın insan olmanın
temeli kılan bir dinin, bunca yıpranmış sevgisi…
Bir çığlık düşüyor kan kırmızısı asra Fatma’nın
babasının ardından yaktığı bir ağıt yakıyor aşk, bu
asırda.
Kimliksiz bir sevginin kirlenmiş sokaklarında tek
temiz kalan iki deniz oluyor. İki deniz veriyor
dersi çatlayan dimağlara.
Bir hikaye bu asırlar aşmış da gelmiş, hiç yıpran-
mamış çiçeği burnunda tüm yaşları ağlatmış bir hi-
kaye. Fıtratın mecbur olduğu, aradığı bir hikaye…
Aşkın hikayesini yazmak yürek istiyor, deniz olmak
istiyor, deniz olmak istiyor…
Bir Hikaye Anlatacağım Ukbanur Okur
Gül İle Bülbül
Gül gül dedi bülbül güle gül gülmedi gitti
Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitti
Lâ Edrî
Burak Yazıcı
Bir gül açtı gözlerimin önünde. Bir bülbül kondu kulaklarıma ve bir serenad başladı kulaklarımdan
gözüme. ‚ Ey andelîb-i dîvâne, sus! Yeter artık!‛ dedim. ‚Susarsam bülbül demezler adıma.‛ dedi. ‚Ey
gonca gül, duy! Yeter artık!‛ dedim. ‚Duyarsam gül demezler adıma.‛ dedi.
Onlara gül ile bülbül olmak düştü, bize kul olmak. Bize karma karışık bir sarmaşık düştü, onlara açık
seçik bir aşk. Bizim dilimizden ‚mecnun‛ düştü Kays’a, onların dilinden üç harf: ‚Ayn, şın ve kâf.‛
Bir ‚Ahh!‛ yükseldi ezelden Kâlû-belâya, âşûrâdan Kerbelâ’ya. Bir rahmet indi semâdan arza, seyyâreden
yıldıza. Sonra gülden de başka, başka bir gül bedr gibi doğdu Veda Tepelerinden ve şükre durdu bülbül-
ler gülün o kutlu davetinden. Birden bir serenad başladı Yesrib bülbüllerinden, Medine gülüne:
“Ente şemsun, ente bedrun,
Ente nûrun âlâ nûr,
Ente misbe hussüreyya,
Ya Habîbi, Ya Rasul.”
Güllerin en vefalısı selamladı Yesrib’in bülbüllerini. Sonra saldı Kasva’yı cihâna ve O da çöktü bir
âşiyâna. Selam o Mihmân’a da Mihmândâr’a da…
Birden bir âh u zâr duydu kulaklarım ve dinledim andelîbin figânını. Sonra bir baktım ki bülbülün
kanı gül-i beyzâyı, gül-i hamrâya döndürmüş. O an sanki sahrâlardaki tüm nazenin marallar, çeşm-i
giryân ile gülzâra doğru bakıp ortak oluyordu bülbülün mâtemine. Sanki bu mâteme Azeri şâir Şehriyar’da
ortak olmuş, şu mısraları düşürmüştü gönlünden:
“Ah geceler yatmamışam, men sene laylay demişem
Sen yatalı men gözüme, ulduzları say demişem
Herkes sene ulduz diyer, özüm sene ay demişem
Senden sonra hayata men, şirindise zay demişem
Her gözelden bir gül alıp, sen gözele pay demişem”
Bir ara geldi aklıma Mecnun ve Leylâ, sonra Yûsuf ile Züleyha. Düşündüm, kim gül kim bülbül diye.
Sonra bedrin arslanları geldi gözüme, yedi kandilli süreyyâ ile. Bir daha düşündüm, düşündüm ve yine
düşündüm. Musa (a.s.) geldi bu sefer yed-i beyzâ ile. Sonra Şam ile Bosna ve yine sonra Bağdat ile Bu-
hara. Meğer gül de hayal, bülbül de hayal imiş. Gerçek olan ise gül Kaf Dağı, bülbül Zümrüdü Anka imiş.
Kelimelerin cümlesi gecelerden mübârek iki gece yarısı kalemimden dökülürken, dilimden de türkülerden
bir türkü döküldü:
“Ne feryad edersin divane bülbül
Senin bu feryadın gülşene kalsın
Bu dünyada eremezsen murada
Huzur-u mahşere divana kalsın”
Selam gülü gül bilip bülbülü bülbül bilene,
gülü de bülbülü de işitip kulak verene…
HÜSRAN
Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım?
Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryâdımı artık boğarak, na’şını, tuttum,
Bin parça edip şiirime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vadiyi enînim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler Safahât’imdeki hüsran bile sessiz!
Mehmet Akif Ersoy
İmtiyaz Sahibi Enes KARADEMİR
Yazı İşleri Samet TEMİR
Yayın Türü
Yerel Süreli
İletişim Adresimiz
Fecr-i Âfâk Dergisi 3 ayda bir yayımlanır. Yayımlanmayan yazılar
iade edilmez. Yazılardan kaynaklanan hukuki sorum-
luluk yazara aittir. Ederi: 1 TL’dir
Editör Burak TEKİNER
Yazı Kurulu Abdürrahim GÜNER Ahmet Salih ŞAHİN
Günay Turak
Web Adresimiz
www.fecriafakdergisi.com
www.afakdergisi.org
facebook.com/fecriafak
twitter.com/fecriafak