-
E. FULLER TORREY
Pa/omaV.
-
—1 m Ô nS e7 0 |— m r- -< m
7 3
70 ZM M M «
z z 0 55 ,3 = 5 — i 2.
>!■O
Paloma
-
Şizofreni ve bipolar bozukluk gibi zihinsel hastalıklar alanında uzmanlaşmış
psikiyatrisi E. Fuller Torrey aynı zamanda Stanley Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü nde
yönetici müdürdür. Ağır zihinsel hastalara tedavi sunmayı amaçlayan bir kuruluş
olan Treatment Advocacy Center’ın kurucusudur. Uniformed Services University
ofthe Health Sciences’ta psikiyatri profesörü olan Torrey nin şimdiye dek yirmi
kitabı yayımlanmıştır. Teoloji, psikiyatri ve antropoloji alanlarında eğitim alan
Torrey güneydoğu Türkiye ve Göbeklitepe’ye ziyaretlerde bulunup araştırmalar
yapmış, bulgularını Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı: İlk İnsanlar ve
Dinlerin Kökeni kitabında ortaya koymuştur. Bethesda, M aryland’de yaşıyor.
-
Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı - İlk İnsanlar ve Dinlerin Kökeni
E. Fuller Torrey
© Paloma Yayınevi, 2017
Yayın hakları Paloma Yayınevine aittir. İzinsiz çoğaltılamaz.
Orijinal adı: Evolving Brains, Emerging Gods
Copyright © 2017 Columbia University Press. Kitabın bu Türkçe baskısı, ABD baskısından
eksiksiz Türkçeye çevrilmiş ve orijinal yayıncısı olan Columbia University Press’in izniyle
yayımlanmıştır. Telif hakları Akçalı Telif Haklan Ajansı aracılığıyla alınmıştır.
1. Baskı/Ekim 2018
ISBN: 978-605-9200-44-8
İngilizceden çeviren: Erkan Aktaş
Yayma hazırlayan: Banu Erol
Son okuma: Mutlu Hacıoğlu
Kapak ve iç sayfa tasarımı: Dilek Şişli
Baskı: Doğam Matbaacılık Basım Yayın Kağıt ve Matbaa Malz. Ltd Şti. Maltepe Mah.
Litros Yolu, Fatih San. Sit. No: 12-166-167 D: 168-169 Zeytinburnu-İstanbul.
Matbaa sertifika no: 33891.
Paloma Yayınevi— Paloma Medya Hizmederi San. ve Tic. Ltd. Şti.
Yayıncılık sertifika no: 23401
Hocapaşa Mah. Ankara Cad. No: 28 Ankara İşhanı Kat: 2
Büro: 14-15 Cağaloğlu / İstanbul • 0 (212) 514 27 20
[email protected] • www.palomayayinevi.com
mailto:[email protected]://www.palomayayinevi.com
-
B E Y N İN EVRİMİve
T A N R IL A R IN ORTAYA ÇIKIŞI
İLK İNSANLAR ve
DİNLERİN KÖKENİ
Çeviren: Erkan Aktaş
-
B A R B A R A İÇ İN ,
O L M A S A B U K İT A P Y A Z I L A M A Z D I ,
B İ R L İ K T E G E Ç İR D İĞ İM İZ
M U H T E Ş E M E L L İ Y I L İÇ İN
T E Ş E K K Ü R E D E R İM .
-
Ölümle dövüştüm. Bu, hayal edebileceğiniz en heyecansız kapışmadır. Elle
tutulamayan bir griliğin içinde, ayağınızın altında bir zem in olm adan,
etrafta koca bir hiçlikle, seyircisiz, gürültüsüz patırtısız, şöhretsiz, zafer
açlığı hissetmeden, yenilgi korkusu yaşam adan, kayıtsız bir şüpheciliğin
bunaltıcı havasında, kendi haklılığınıza çok da inanmaksızın, hasmınızm
haklılığına ise hiç inanç duymadan sürer gider.
—JO SEPH CO NRAD, HEART OF D ARKNESS (KARANLIĞ IN YÜREĞİ), 1903
Medeniyetler, ekonom ik sistemler, göçler, savaşlar ve barışlar gelip geçerler
am a ölüm m eselesi ısrarla kalır. Ve ölüm birbiri ardına gelen binlerce
kuşağın, sayısız kabilenin, ırkın ve ulusun, her çeşitten insan grubunun,
türünün ve sınıfının hepsini ortak bir insanlık içinde, şaşkın ve sıkıntılı,
birbirine bağlar.
- C O R L IS S LAMONT, THE ILLUSION OF IMMORTALITY, 1935
-
İÇİNDEKİLER
G İR İŞ : T A N R I L A R I N E V İ B E Y İ N 17
Evrimsel Kuram 19İnsan Beyni 22Kanıtların Niteliği 25Paralel Evrim 33
KISIM I: T A N R I L A R I N İM A L E D İL M E S İ
1 H O M O H A B İL İS : D A H A Z E K İ B E N L İ K 41
İlk Homininler 43Homo Habilis in Beyni 47Beynin Zekâ ile İlişkili Başlıca Bölgeleri 49Beyin Neden Büyüdü? 53
2 H O M O E R E C T U S : F A R K IN D A L IĞ I O L A N B E N L İ K 57
Özfarkındalık 60Homo Erectus'un Beyni 66Bir Sinir Hücresi Özfarkındalığa Sahip Olabilir mi? 69
3 A R K A İ K H O M O S A P İE N S ( N E A N D E R T A L L E R ) :E M P A T İ D U Y A N B E N L İ K 73
Zihin Kuramı 77Hayvanlar Zihin Kuramına Sahip midir? 80Zihin Kuramı Bozulduğunda 82Arkaik Homo Sapiens’in Beyni 84Zihin Kuramı ve Tanrılara İnanmak 88
-
4 E R K E N D Ö N E M H O M O S A P ÍE N S : İ Ç E B A K IŞ Ç I B E N L İ K
İlk Kıvılcımlar 92İçebakışçı Benlik 97İçebakışçı Benlik ve Dil 101İçebakışçı Benlik ve Tanrılar 105Erken Dönem H om o Sapiens in Beyni 107
5 M O D E R N H O M O S A P İE N S : D Ü N Y E V İ B E N L İ K 111
Ölülerin Gömülmesi ve Mezar Eşyaları 116Sanatın Ortaya Çıkışı 120Geleceğe Hâkim Olmak: Otobiyografik Belleğin Evrimi 130Dinî Düşüncenin Ortaya Çıkışı 1: Ölümün Anlamı 136Dinî Düşüncenin Ortaya Çıkışı 2: Rüyaların Anlamı 143Yeniden Ele Alınan İnsan Devrimi 147Modern Homo Sapiens in Beyni 152
KISIM II: T A N R I L A R I N O R T A Y A Ç IK IŞ I
6 A T A L A R IM IZ V E T A R IM : R U H A N İ B E N L İ K 159
“İnsan Eliyle İnşa Edilmiş İlk Kutsal Mekân” 160Atalara İbadet Edilmesi 164Bitkilerin ve Hayvanların Evcilleştirilmesi 166Çiftçilik ve Paralel Evrim 171Yaşayanlar ve Ölüler 173Kafatası Kültleri 176En Erken Tanrılar 182İlk Çiftçilerin Beyinleri 188
7 D E V L E T Y Ö N E T İ M L E R İ V E T A N R I L A R :
T A N R IC I B E N L İ K 193
Mezopotamya: Belgelenmiş İlk Tanrılar 194Diğer Eski Uygarlıklarda Bulunan Tanrılar 204Büyük Dinlerin Ortaya Çıkışı 226
-
8 T A N R IL A R IN K Ö K E N İN E D A İR D İĞ E R K U R A M L A R 23 3
Toplumsal Kuramlar 237Toplum Yanlısı Kuramlar 238Psikolojik ve Rahatlık Kuramları 241Kalıp Arayan Kuramlar 244Nörolojik Kuramlar 245Genetik Kuramlar 248Tanrılar Evrimin Ürünleri mi Yoksa Yan Ürünleri midir? 249
Ek A: Beynin Evrimi 256
Ek B: Manevi Bir Dünyanın ve Ölüler Âleminin Kanıtı Olarak Rüyalar 260
Teşekkür 270
Notlar 271
Dizin 303
-
ÖNSÖZ
Çocukluğumdan beri Tanrıyı, aslında herhangi bir tanrıyı arıyorum.
Kilisede rahip yardımcısı olarak cemaate hizmet ettim; bana Tanrının
kilisede olduğunu söylediler. Üniversitede ilahiyat okudum ve tanrıların
çeşitli tezahürlerini inceledim. Antropolojide yüksek lisans öğrencisiyken
birbirinden çok farklı kültürlerde şaşırtıcı derecede benzer tanrılar keş
fettim. Bir hekim ve psikiyatrisi olarak insan beynini araştırdım ve tan
rıların beynin içinde nerelere yerleşmiş olabileceğine merak saldım. On
yedinci yüzyılda beyni sistemli bir şekilde ilk inceleyen kişi İngiliz hekim
Thomas Willis bu tür çalışmaların “insanların zihnindeki gizli yerlerin
kilidini açtığını” vurgularken haklıydı. Ayrıca dünyada tanrılara adanmış
pek çok tapınağı ziyaret ettim ve hepsini saran esrarlı havayı içime çektim.
Özellikle içinde koro müziği yankılanırken uhrevi bir hâl alan Gotik ka
tedrallere bayılırım.1
Bu kitabı yazmaya, İngiltere’de, Avebury’de bu tapmaklardan birini ziyaret
ettiğim sırada karar verdim. Red Lion Pub in terasında otururken, yük
sekliği 40 metre olan 4.500 yıllık Silbury Tepesini, Avrupa’daki en yüksek
insan yapımı toprak tümseği görebiliyordum. Burası bir dizi dairesel bölme
içinde kemik ve ahşap aletler kullanılarak öylesine dikkate değer bir mi-
mari beceriyle inşa edilmiştir ki bugün bile erozyon belirtisi yok denecek
kadar azdır. Silbury Tepesinin inşası sırasında, Sakkara’daki Mısırlılar,
yüksekliği 60 metre olan basamaklı ilk piramidi inşa ediyorlardı; Peru’daki
Caral yerleşkesinde halk, 30 metre yükseklikte bir platform tümsek yap
-
maktaydı ve Chenzishan’daki Çinliler üstünde bir tapmak bulunan devasa
bir platform inşa ediyorlardı. Toprak tümsekler ve piramitler daha sonra
Endonezya, Sudan, Meksika, Guatemala, Honduras ve Amerika Birleşik
Devletleri (örneğin St. Louis yakınlarındaki Cahokia’daki Monk’s Tepesi)
de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde inşa edilecekti. Bunların
hepsi muhtemelen tanrılara ulaşmak ve onları onurlandırmak için inşa
edilmişti ki bu beynimizin evriminden kaynaklanan insani ihtiyaçlara
mantıklı birer yanıttı.
Bununla birlikte, günümüzde tanrılara ilişkin sahip olduğumuz ku
ramların eksik bilgilerin üzerine kurulduğunu unutmamak gerekir. İnsan
beyninin nasıl evrimleştiği ve nasıl işlediği hakkında öğreneceğimiz daha
çok şey var. Homo sapiens in evrimi ve dinî düşüncelerin gelişimi hakkın-
daki bilgi birikimimiz de bölük pörçük. En önemli arkeolojik buluntula
rın çoğu şans eseri keşfedilmiştir. Örneğin, Rusya’nın Sungir kentindeki
28.000 yıllık gömüler bir kuyudan kil çıkarırken bulundular. Benzer şekilde,
Bulgaristan’da Varna, Ürdün’de Ayn Gazal, Türkiye’de Nevali Çori, Çin’de
Wuhan ve Peru’da Garagay gibi yerlerdeki olağanüstü buluntular inşaat
projeleri sırasında tesadüfen ortaya çıkarken, Türkiye’deki Göbekli Tepe
ve İskoçya’daki Brodgar Burnu çiftçiler tarafından tarla sürerken bulun
du. Keşfedilmeyi bekleyen muhtemelen daha yüzlerce benzer yer vardır.
Bu yerler bize Homo sapiens'in evrimi ve tanrıların ortaya çıkışıyla ilgili
ek ayrıntılar sağlayacaktır. Dolayısıyla, anlatacaklarımız şu an bilindikleri
hâliyle gerçeklere dayanan geçici bilgilerdir.
İnsan evrimini tanımlarken genellikle jeolojik ve arkeolojik dönemlere
ait terimleri kullanmaktan kaçındım, bunun yerine yıl olarak günümüzden
ne kadar önce olduğunu belirten sürekli bir ölçü kullandım. Kesin tarih
ler gerektiğinde, MÖ (Milattan Önce) ve MS (Milattan Sonra) kısaltma
larını kullandım. Okurlara kolaylık olması için, kadim yerleri belirtirken
şimdiki coğrafi isimleri kullandım. Modern terminolojiye uygun olarak,
insanlar da dahil olmak üzere bütün büyük maymunları ifade etmek için
hominid (insansı) ve Homo sapiens ile büyük maymunlardan yaklaşık altı
milyon yıl önce ayrılan tüm atalarımızı da içeren insan türünü ise hominin
-
(insanımsı) terimleri ile ifade ettim. Okurlara yardımcı olmak amacıyla,
detaylı beyin bilgilerini atlamak isteyenler için bu kısımları net bir şekilde
işaretlenmiş bölümlere yerleştirdim ve referansları paragrafların sonunda
bir araya getirdim.2
Tanrılar ve din terimleri sorunlu, zira bu ifadeler farklı biliminsanla-
rı tarafından oldukça çeşitli biçimlerde kullanılmaktalar. Bazıları atalar,
hayvan ve doğa ruhları gibi doğaüstü güçleri olan herhangi bir şeyin tanrı
olduğunu ileri sürmekte. Ben tanrıları ölümsüz olan ve insanların yaşamı
ile doğa üzerinde bazı özel güçlere sahip olan erkek veya dişi ilahi varlık
ları belirtmek için daha sınırlı bir anlamda kullanıyorum. Bu tanım bile,
yeryüzü ile insanları yaratmış olsun olmasın, dünyaya ve insanlara dair
olaylarla ilgilensin ya da ilgilenmesin, çeşitli derecelerde her şeyi bilen
(omniscience), her şeye kadir (omnipotent) ve her yerde bulunan (omnipré
sence) çok sayıda tanrıyı kapsıyor. Bütün insanlık olaylarından tamamen
uzak duran tanrılara bazen yüksek tanrılar denir. Tanrı sözcüğünün ilk
harfi büyük yazıldığında Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın monoteistik
tanrısına atıfta bulunur. Din de maneviyat duygusundan bir dizi inanç ve
ritüele kadar her şeyi ifade etmek için kullanılan çok geniş ve muğlâk bir
terimdir. Bu kitap, dinin kesin bir tanımını vermeye çalışmaktan ziyade,
tanrıların ortaya çıkışının birçok tezahürü ile dinin gelişimine nasıl yol
açtığını gösterecektir. Din terimini “bireylerin ilahi olarak kabul edebile
cekleri ne varsa onlara ilişkin duygu, eylem ve deneyimlerini” ifade etmek
için kullanıyorum. Buradaki “ilahi” sözcüğü William James tarafından
tanımlandığı gibi “tanrısal” anlamında kullanılmıştır.3
Bize tanrıları ve kurumsal dinleri getiren Homo sapiens'in evrimsel yol
culuğu gerçekten olağanüstüdür. Beynimiz yalnızca evrilmekle kalmadı,
aynı zamanda evrim sürecini anlamamıza, bu süreçle ilgili yazılar yaz
mamıza ve hayatımız üzerindeki etkilerini düşünmemize olanak tanıyan
bir şekilde evrildi.
-
GİRİŞ
Tanrıların Evi Beyin
Çevremizde gördüğümüz bu m uazzam ve karm aşık evrendeki yerimizi
doğru bir şekilde değerlendirm ek için beyinlerimizi ayrıntısıyla
kavram am ız şarttır.
- FR A N C IS CRICK, WHAT M AD PURSUIT, 1988
Tanrılar nereden geldiler? Ve ne zaman geldiler? Bu sorular, elinizdeki ki
tabın yazılmasında itici güç oldular. Psikanalizin öncülerinden Carl Jung,
“Bizden önceki tüm nesiller öyle ya da böyle tanrılara inanıyordu,” diye be
lirtir. Peki, bu gerçekten böyle midir? Eski çağlarda yaşamış olan hominin-
lerin de tanrıları var mıydı? Aksine, din araştırmacısı Patrick McNamara,
tanrıların ve onlara eşlik eden dinlerin varlığının, modern Homo sapiens i
hominin atalarımızdan ayıran en belirgin özelliklerden biri olduğunu ileri
sürer, “örümcek için ağ, kunduz için su altındaki bent ve kuş için şakımak
neyse, insanlar için de tanrılar ve din odur.”1
Nereden ve ne zaman gelmiş olduklarından bağımsız şekilde, bir veya
daha fazla sayıda tanrıya inanmanın, derinden hissedilen insani bir ge
reksinim olduğu açıktır. Amerika Birleşik Devletlerinde 2012’de yapılan
bir ankette, halkın yüzde 91’i Tanrı veya “Evrensel Bir Ruh’a inandıklarını
belirtmiştir; dörtte üçü böyle bir tanrının varlığından “kesinlikle emin”
olduklarını söylemiştir. Bu inanç, Jean-Jacques Rousseau nun insanları “sı
radan hayatlarını bir şekilde daha ötesine bağlamaya özlem duyan teotrofik
(dine yatkın) canlılar” olarak tanımlayışını destekler. Nitekim ilahi olana
-
duyduğumuz arzu o denli güçlüdür ki seçkin bir biliminsanı ve dindar
bir Hıristiyan olan Francis Collins, “Tanrıya duyulan evrensel özlemin”
kendisinin amacı olan İlahi bir Yaratıcının varlığının kanıtı olduğunu ile
ri sürer. Yaklaşık üç bin yıl kadar önce, Homeros da benzer şekilde “tüm
insanların tanrılara ihtiyaç duyduğunu” belirtmiştir.2
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, tek bir Tanrı olduğu öğretisine da
yanır ancak çoğu dinde pek çok tanrı olduğuna inanılır. Aslında tanrılar
çok çeşitlidir; Dünyanın değişik yerlerinde Ahura Mazda, Biema, Çivezi,
Dakgipa, Enuunap, Fundongthing, Büyük Ruh, Hokşi Tagob, İjvala, Yehova,
Kah-shu-goon-yah, Lata, Mbori, Nkai, Osunduv, Pab Dummat, Kuetzalkotl,
Ra, Sengalang Burong, Tirava, Ugatame ve Vodu’dan Virakoça, Xi-He,
Yurupari ve Zeus’a kadar pek çok tanrıya inanılır. On altıncı yüzyıl Fransız
deneme yazarı Michel de Montaigne, insanın tanrı yapma eğilimine dik
kat çekerek şöyle yazmıştı: “İnsanoğlu kesinlikle zırdelidir. Bir solucan bile
yapamazken düzinelerce tanrı yaratır.”3
Tanrılar her yerdedir, yeryüzünde, göklerde ve yerin altındadır. Bazı
tanrılar Athena ile Atina’da olduğu gibi belirli yerlerle, bazıları ise Poseidon
ile deniz gibi doğa güçleriyle veya Afrodit ile aşk gibi insani özelliklerle iliş-
kilendirilmiştir. Tek tanrılı dinlerde tüm insani eylemlerden genellikle tek
bir tanrı sorumludur; çok tanrılı dinlerde ise olağanüstü bir ilahi uzman
laşma düzeyi olabilir. Örneğin antik Roma’da, üç farklı tanrı (Vervecator,
Reparator ve Imporcitor), tarlaların sürüldüğü üç zamanla ilişkilendiril-
miştir; bunlardan başka tohumları ekmek (Insitor), toprağı gübrelemek
(Sterculinius), tarladaki yaban otlarını ayıklamak (Sarritor), tahılları hasat
etmek (Messor) ve depolamak (Conditor) ile ilişkili tanrılar da bulunur.
Herhalde ilahi uzmanlaşmanın en uç noktasına “çaldıkları malları satar
ken hırsızlara yardım eden özel bir tanrıya sahip olan Tonga adasındaki
Polinezyalılar erişmişlerdir. İnsanlık tarihi boyunca sürekli yeni tanrılar
ortaya çıkmış, eski tanrılar ise ölüp gitmiştir. Şu an yaşayan tanrılar ibadet
yerlerinde bulunurken, ölü olanların pek çoğu sanat eseri olarak sergilen
dikleri müzelerde arz-ı endam etmektedirler.4
-
EVRİMSEL KURAM
Tanrıların nereden geldiği sorusu göz önüne alındığında, bu kitap onların
insan beyninden geldiğini iddia edecek. Ne zaman geldikleri konusunda
ise tanrıların beynin beş özel bilişsel alanda gelişim göstermesini takiben
ortaya çıktıklarını ileri süreceğiz. Beynin kaydettiği bu gelişimler, tanrıları
tasavvur edebilmek için gerekliydi. Homo habilis iken, homininier yaklaşık
2 milyon yıl önce beyin büyüklüğü ve genel zekâ düzeyinde önemli bir artış
yaşadılar (1. Bölüm). Homo erectus iken, yaklaşık 1,8 milyon yıl öncesinden
başlayarak bir özfarkındalık kazandılar (2. Bölüm). Arkaik Homo sapiens
olarak ise yaklaşık 200.000 yıl öncesinden başlayarak diğerlerinin düşün
celerinin farkında olmayı başardılar ki bu genel olarak bir “zihin kuramı”na
sahip olmak şeklinde ifade edilir (3. Bölüm). Erken dönem Homo sapiens
iken, yaklaşık 100.000 yıl öncesinden başlayarak, kendi zihinlerinden ge
çenleri derinlemesine düşünebilmelerini sağlayan içebakışçı bir beceri
geliştirdiler. Böylece, sadece başkalarının ne düşündükleri hakkında de
ğil, başkalarının onlarla ilgili düşünceleri ve bu düşüncelere gösterdikleri
tepkiler hakkında da düşünebilmekteydiler (4. Bölüm).
Son olarak, modern Homo sapiens olarak, yaklaşık 40.000 yıl önce baş
layan ve yaygın olarak kendimizi geçmişte ve gelecekte düşünebilme bece
risini yani “otobiyografik bellek” diye adlandırılan bir özelliği geliştirdik.
Böylece geleceği öngörebiliyor ve daha ustalıkla planlayabiliyorduk. Bu
sayede hominin tarihinde ilk defa, ölümün kişisel varlığımızın son bul
ması olduğunu tamamıyla anlayabildik. Ve ilk kez, ölen atalarımızın var
olmayı sürdürebilecekleri yerler dahil ölüme alternatif seçenekleri gözü
müzün önüne getirebildik (5. Bölüm).
Belli bir bilişsel becerinin hominin evrimindeki belirli bir aşama ile
ilişkili olduğunu iddia etmek, şüphesiz bu becerinin sadece o vakitte ge
liştiği anlamına gelmez. Bütün bilişsel beceriler, tüm hominin evriminin
bir parçası olarak evrilmiştir ve muhtemelen evrilmeye devam etmektedir.
Belirli bir bilişsel beceriyi hominin evriminin belirli bir aşamasıyla ilişki-
lendirmek, basitçe evrimin o aşamasında homininlerin yeni bir davranış
sergiledikleri ve bizim bunun farkında olduğumuz anlamına gelir ve bu
-
davranışın söz konusu bilişsel becerinin hominin davranışlarını etkileye
bilecek bir noktaya doğru olgunlaştığını gösterir. Örneğin, dekoratif kolye
yapmak için kullanıldığı anlaşılan kabuklar ilk kez yaklaşık 100.000 yıl
önce ortaya çıkmıştır. Bu, homininlerin diğerlerinin kendileri hakkında
ne düşündüğünü düşünme şeklindeki bilişsel becerilerinin davranışla
rını etkileyecek bir noktaya kadar olgunlaştığını akla getirmektedir. Bu
bilişsel becerinin öncülleri, 100.000 yıl önce var olmuş olabilir ve bahse
dilen beceri 50.000 yıl sonrasında daha da gelişmiş olabilir ancak burada
dekorasyon olarak kullanılan kabukların bilişsel evrimin bir belirteci
olduğunu kabul etmekteyiz.
Otobiyografik belleğin ve diğer bilişsel becerilerin kazanılması, yaklaşık
12.000 yıl öncesinden başlayarak tarım devrimine yol açmıştır. Bu gelişme
insanları ilk kez köy ve kasabalarda yerleşmek üzere bir araya getirmiş ve
çarpıcı bir nüfus artışına neden olmuştur.
Bir yerde yaşamak, ölülerin de yaşayanların yanına gömülmesine olanak
tanıdı; sonuç olarak, atalara ibadet giderek önem kazandı ve daha karma
şık bir hâl aldı. Nüfus arttıkça, kaçınılmaz olarak ataların hiyerarşileri de
ortaya çıktı. Bir noktada, muhtemelen 10.000 ila 7.000 yıl önce, atalarımı
zın çok önemli birkaç tanesi görünmez bir çizgiyi aştı ve kavramsal olarak
tanrılar hâline geldi (6. Bölüm).
Altı bin beş yüz yıl önce, ilk yazılı kayıtlar oluştuğunda, tanrıların
sayısı artmıştı. Başlangıçta, tanrıların sorumlulukları yaşamın kutsal
yönleri ve ölüm meselelerine odaklanmaktaydı. Bununla birlikte, siyasi
liderler kısa sürede tanrıların işe yaradığının farkına vardılar ve onlara
adaletin uygulanması ve savaş açma gibi giderek daha fazla seküler gö
revler verdiler, iki bin beş yüz yıl öncesine gelindiğinde, büyük dinler ve
uygarlıklar örgütlenirken, din ve siyaset de birbirlerini destekliyordu (7.
Bölüm). Son bölümde, tanrılarla ilgili olarak ortaya konan beyin evrimi
kuramının yararı öne sürülen diğer kuramlarla karşılaştırılacak (8. Bölüm).
Herhangi bir kuramın faydası, bilinen gerçekleri açıklayabilme yeteneği
ile değerlendirilmelidir.
-
------ngg«o------
Bu kitapta ileri sürülen tanrılara ilişkin evrim kuramı özgün değildir, daha
ziyade evrim kuramının babası Charles Darwin tarafından ileri sürülen
bir kuramın güncellenmiş bir hâlidir. Gençliğinde Darwin geleneksel
Hıristiyan inancına sahip biriydi, hatta papaz olmayı bile düşünmüştü.
Daha sonraları anımsadığına göre, Beagle daki beş yıllık yolculuğu sıra
sında “incil’den alıntılar yaptığı için gemideki mürettebattan bazılarının
alaylarına maruz kalmıştı”. Darwin İngiltere’ye dönüp, doğal seçilim ku
ramını geliştirmeye başladığında dinî inancın da beynin evriminin bir so
nucu olabileceğini düşünmeye başladı. Kişisel notlarını tuttuğu defterine
“din ile ilgili olarak epey düşündüğünü” yazmış ve kendine has kısa ve öz
yazı tarzı ile “düşüncelerin (daha doğrusu arzuların) kalıtsal olmalarından
ötürü beynin bir tür salgısı olabileceklerini” ileri sürmüştü. Bu doğruysa,
diye devam etmişti, “[tanrı inancının] beynin kalıtsal yapısından, düzenle
nişinin tanrı sevgisine yol açan etkisinden başka bir şey olduğunu düşün
mek zordur”. Bu nedenle, Darwin’e göre düşüncelerin, arzuların ve “tanrı
sevgisinin” tümü beyin organizasyonumuzun ürünleriydi.5
O dönemde yalnızca yirmi dokuz yaşında olan Darwin, bu düşünce
leri halka açıklamaya henüz hazır değildi. Ortaya koyduğu doğal seçilim
kuramlarının, insanın Tanrının suretinden yaratıldığına dair Hıristiyan
inancı ile keskin bir farklılık gösterdiğini biliyordu; dinî kurumlan ve çok
dindar biri olan karısını rahatsız etmekten çekinmesi, doğal seçilimle il
gili kuramlarını yirmi yıl daha yayınlamamasının önemli bir nedeniydi.
Darwinln doğal seçilim hakkındaki görüşlerinin dünyanın çeşitli yer
lerine yaptığı yolculuklar sırasında karşılaştığı hayvanları gözlemlemesiy
le biçimlenmiş olması gibi, tanrılar konusundaki görüşleri de karşılaştığı
insanlar tarafından şekillenmişti. Güney Amerika’da, Yeni Zelanda’da,
Avustralya’da, Tasmanya’da ve Atlantik ile Pasifik Okyanuslarındaki sa
yısız adada yerlilerle yüz yüze gelmiş ve onların birçok tanrısı olmasından
etkilenmişti. İnsanın Türeyişi adlı kitabında “her yeri kuşatan manevi
varlıklara olan inancın evrensel gibi göründüğünü” ve “manevi varlıklara
-
duyulan bu inancın kolayca bir veya daha fazla sayıda tanrının varlığına
dair bir inanca dönüşebileceğini” belirtmişti. Beyin gelişimi kuramlarının
habercisi olarak Darwin, bu inançların ancak “insanın akıl yürütme gü
cünde kaydadeğer bir ilerleme sağlandıktan sonra ve hayal, merak ve hayret
etme yeteneklerinde ise bundan da fazla bir gelişme görülmesiyle birlikte”
oluştuğunu eklemişti. Darwin, insanlardaki “dinî bağlılık duygusunu” “bir
köpeğin sahibine olan derin sevgisine” benzetmiş ve bir yazarın “köpek
sahibini bir tanrı gibi görür” sözüne atıfta bulunmuştur.6
Daha sonraki yıllarda, oluşturduğu kuramlar Darwin’i Tanrıya
karşı tam bir inançsızlığa götürdü. Otobiyografisinde şunları yazmıştı:
“İnançsızlık bana çok yavaş bir şekilde, süzülerek geldi ama sonunda tam
olarak yerleşti. Bu öylesine yavaş bir hızda gerçekleşti ki hiçbir gerginlik
hissetmedim, o zamandan beri de vardığım sonucun doğruluğundan bir
an bile olsun şüpheye düşmedim.” Dünyadaki bunca kötülüğün gerçek
leşmesi sorunu pek çok insanda olduğu gibi Darwin’de de inanç kaybına
katkıda bulunmuştu. En sevdiği kızının on yaşındayken muhtemelen tü
berküloz nedeniyle ölmesi onu çok üzmüştü. Darwin, sözüm ona gücü her
şeye yeten ve her şeyi bilen bir Tanrının “milyonlarca tür hayvanın nere
deyse sonsuza kadar acı çekmesine” nasıl izin verebildiğini de sorguladı.
Bir arkadaşına şunları yazmıştı: “Etrafımızda tasarıma ve iyiliğe, ihsana
dair bir kanıtı başkalarının gördüğü gibi açık bir şekilde göremiyorum
ben. Bence dünyada çok fazla sefalet ve acı var.” En nihayetinde Darwin,
yaratılış sürecinde de bir tanrısal varlık algılayamaz oldu; ona göre “orga
nik varlıkların çeşitliliğinde ve doğal seçilim eyleminde rüzgârın esme
biçiminden daha fazla tasarım yoktu.”7
İNSAN BEYNİ
Tanrıların ortaya çıkışı ile bir evrim kuramını değerlendirmek için, insan
beyni hakkında bazı şeyleri anlamak gerekir. Bu bölümde insan beyni ile
ilgili temel bilgiler kısaca özetlenecek ve notlar ve ekler bölümlerinde daha
fazla ayrıntı verilecektir. Beyin, yaklaşık 100 milyar nöron ve bir trilyon
-
glia hücresinden oluşan harika bir organdır. Beyninizdeki hücreleri ba
ğışlayacak olsanız dünyadaki her insana kendinizden 16 nöron ve 160 glia
hücresi verebilirdiniz. Beyinde her bir nöron en az 500 nörona bağlanarak
toplam uzunluğu 160.000 kilometre olan sinir liflerini oluşturur; uç uca
eklendiklerinde, bu sinir lifleri dünyayı 4 kez dolanabilir. Sinir lifleri açık
renkli bir madde olan miyelin ile kaplıdır. Rengi açık olduğu için, sinir lifi
bağlantı yolları “beyaz madde” olarak adlandırılır. Nöronlar, glia hücreleri
ve bağlanma yollan hep birlikte son derece karmaşık beyin ağları oluştu
rarak evrendeki en karmaşık yapı olan insan beynini meydana getirirler.
İngiliz nörolog Macdonald Critchley bunu “beyindeki ilahi ziyafet sofrası
... tarifi zor muhteşem yemeklerin bugün bile gizemini koruyan soslarla
birlikte sunulduğu bir şölen” olarak betimlemiştir.8
ŞEK İL O.l Beynin dört lobu.
İnsan beyni topografik olarak her biri dört ana lob içeren iki yarım
küreye ayrılır: frontal, temporal, parietal ve oksipital loblar (Şekil 0.1).
Beyin ayrıca mikroskop altında görülen hücrelerin organizasyonuna
dayalı olarak da 52 ayrı bölüme ayrılmıştır. Beyin alanlarını ilk kez 1909
yılında Alman anatomici Korbinian Brodmann bölümlere ayırmıştır. Bu
gruplama yıllar içinde defalarca değiştirilmiş olsa da beyin bölgeleri hâlâ
Brodmann alanları olarak adlandırılmaktadır ve genellikle BA harfleri ve
-
bir numara ile kısaltma şeklinde ifade edilir (örneğin BA 4). Beyin işlev
lerinin gerçekleştiği yerler ile ilgilenen okurlar için bu kitapta Brodmann
numaralandırma sistemi kullanılacaktır. Şekil 0.2 Brodmann alanlarını
göstermektedir.9
Beyin görüntüleme çalışmaları ve postmortem (ölüm sonrası) yapılan
beyin araştırmaları, Ek A’da ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı gibi insan beyin
bölgelerinin hangilerinin önce, hangilerinin ise daha yakın zamanda ev
rikliğini göstermektedir. En son gelişen beyin bölgeleri Alman araştırmacı
Paul Emil Flechsig tarafından adlandırıldığı şekliyle genellikle “terminal
alanlar” olarak belirtilir. Asıl önemli olan, en son dönemde gelişen bu be
yin alanlarının bizi benzersiz bir şekilde insan kılan bilişsel becerilerin
çoğuyla ilişkili olmasıdır. Beyin görüntüleme çalışmaları beyin alanları
nı birbirine bağlayan beyaz madde yollarının evrilme sırasını da belirle
miştir. En son evrilen dört beyaz madde yolu, bu kitapta tartışılan bilişsel
becerilerle ilişkili olan ve en son evrim geçiren beyin bölgelerini birbirine
bağlar. Sonraki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatılacağı üzere, beynin ev
rimi hakkında bilinenler ile belirli bilişsel becerilerin kazanılmasıyla ilgili
olarak bilinenler birbirleriyle çok iyi uyuşmaktadır.
Beynin çeşitli bölgelerini birbirine bağlayan liflerin bizi benzersiz
bir şekilde insan kılmadaki önemi, beyinde tek bir “tanrı bölgesinin”
olmadığını da ileri sürmektedir. İnsandaki yüksek bilişsel işlevlerin
neredeyse tümü gibi, tanrılarla ilgili düşünceler de birden fazla beyin
alanından oluşan bir ağ ın ürünüdür. Bu tür ağlar, “çok sayıda hesapla
ma seçeneklerinin belirli bilişsel süreçlerle ilişkilendirilmesini sağlayan
‘bağlantı örgüleri’” olarak tanımlanmıştır. Bu ağlar “modüller” veya
“bilişsel alanlar” olarak da adlandırılırlar. Böylece, geleneksel olarak iki
beyin alanında (Broca ve Wernicke bölgelerinde) yer aldığı düşünülen
dilin bile günümüzde en az beş farklı alanı daha içeren bir ağın parçası
olduğu anlaşılmıştır. Bu nedenle, “beyinde tanrı bölgesi” yoktur ancak
tanrı ve dinî inançlarla ilgili düşünceleri kontrol eden bir ağ bulunur.
Bu kutsallık ağı, bizi benzersiz bir şekilde insan yapan bilişsel becerileri
kontrol eden ağın ta kendisidir.10
-
Dış yan görünüm
K A N IT L A R IN N İTEL İĞ İ
Bu kitabın öne sürdüğü evrim kuramı, beynin nasıl evrildiğinin anlaşıl
masına bağlı olduğu için, bildiklerimizi nasıl bildiğimizi sormak mantık
lı bir yaklaşım olacaktır. Bu konuda elde edilen kanıtların niteliği nedir?
Homininlerde beynin evrimi ile ilgili elde edilen bilgiler beş ana araştırma
alanından gelir: hominin kafatasları üzerinde yapılan çalışmalar; tarih
öncesi insan yapımı nesneler üzerinde yapılan çalışmalar; insanlara ve
-
primatlara ait beyinlerin postmortem (ölüm sonrası) incelenmesi; canlı
insan ve primatların beyin görüntülemesi araştırmaları ve çocuk gelişimi
ile ilgili yapılan çalışmalar.
Hominin kafatasları, insan beyninin evrimi hakkında önemli bir bilgi
kaynağı olmuştur. Elbette beynin kendisini doğrudan incelemeyi tercih
ederdik ancak ölüm gerçekleştikten sonra bozulan ilk organlardan birisi
beyindir. Çevre ısısı yüksekse ölümden sonra saatler içinde beyin sıvıla-
şır. Bu nedenle incelemek için eski homininlerin beyinlerini bulmamız
imkânsız. Homo habilis, Homo erectus, Homo neanderthalensis ve erken
Homo sapiens in beyinlerini yan yana koyup doğrudan modern Homo sa-
piens ile karşılaştırmamız ve sonra her birini ayrıntılı bir şekilde inceleye-
bilmemiz mümkün olsaydı ne denli çok şey öğreneceğimizi bir düşünün.
Ne yazık ki böyle bir imkâna sahip değiliz. Bununla birlikte, içlerinde
o beyinleri taşıyan kafataslarına ulaşabiliyoruz. Hamlet’in kilise avlusunda
elinde “zavallı Yorik’in” kafatasıyla durması gibi, kafataslarım taşıdıkları
beyinlerin geçmişte ürettikleri davranışları tahmin etmede kullanabiliriz.
Gelişmekte olan beyin anne karnındaki bebekte ve süt çocukluğu dönemin
de büyüdükçe, kafatasının esnek kemikleri beynin şeklini almaya başlar.
Kafatasları bu nedenle volkanik kül içinde taşlaşmış kadim ayak izlerine
benzerler; inceleyecek ayaklar yok olup gitmiş olsa da ayakların şeklini
ve hatta bazen ayak parmaklarının ayrıntılarını gösteren izlere sahibiz.
İyi korunmuş kafatasları bize önemli veriler sağlayabilir. Beyin hacmi
nin hesaplanması nispeten kolaydır. Beynin genel şekli de açıkça ortadadır;
örneğin iki yarımkürenin hominin evriminin erken dönemlerindeki gibi
(daha sonraları bu simetri kaybolmuştur) simetrik olup olmadığı kafatasın
dan anlaşılabilir. Kafatasının şeklini inceleyerek, frontal, parietal, temporal
ve oksipital alanların göreli boyutu ve buna bağlı olarak da önemi hakkın
da da bilgiye dayalı tahminler yapabiliriz. İlk homininlerin beyinlerinde,
oksipital bölge belirgindi ancak sonraki dönemlere ait beyinlerde diğer
alanlar daha gelişmiş hâle geldi. Kafatasının iç yüzeyinde büyük arter ve
venlere (atardamalara ve toplardamarlara) ait oluklar bulunur. Kafatasının
tabanında ise beyinciğin ve frontal lobların alt tarafının neden olduğu iç
-
bükey izler yer alır. Özellikle iyi korunmuş kafataslarında, beyin kıvrım
larının (girusların) bıraktığı izler bile görülebilir. Genel olarak, kafatasını
incelemek, doğrudan beyni incelemeye göre açık ara ikinci tercih olsa da
atalarımızın davranışlarına ilişkin diğer kanıtlarla birleştiğinde çok önemli
ve yararlı bilgiler verebilir.
İlk homininlerin bilişsel yetenekleri ve davranışlarına, dolayısıyla bey
nin evrimine ilişkin ikinci önemli ipucu eski zamanlara ait insan yapımı
nesnelerdir. İki milyon yıl önce Homo habilis tarafından yapılmış olan
daha gelişmiş aletler, öncekilere göre genel olarak daha yüksek bir zekânın
ve gelişmiş bir bilişsel işlevin varlığını düşündürür. Daha önce de belir
tildiği gibi, yaklaşık 100.000 yıl önce erken Homo sapiens'm kullandığı ve
kişisel süslenme eşyası olarak tasarladığı deniz kabuklarının bulunması,
başkalarının onlarla ilgili düşüncelerini düşünme becerisini edindikle
rini ortaya koymaktadır. Yaklaşık 27.000 yıl önce modern Homo sapiens
tarafından ölülerle beraber gömülmüş olan yiyecek, alet, silah, mücevher
ve diğer eşyaların bulunması, ölüm sonrası olası bir yaşam hakkında dü
şünme becerisini kazanmış olduklarını akla getirir.
KAFATASLARININ VE İNSAN YAPIMI NESNELERİN
TARİHLENDİRİLMESİ
Tarih öncesi kafatasları ve insan yapımı nesneler insanın evrimini anla
mada yararlıdırlar ancak bu fayda tarihlendirilme makul bir doğruluk
payıyla yapılabildiği sürece geçerlidir. Yaklaşık 40.000 yıl öncesine kadar
olan dönemde radyo-karbon ile yapılan tarih saptaması yaygın olarak
kullanılagelmiştir. Karbon tüm canlılarda bulunur ve karbon-14 izotopu
tahmin edilebilir bir hızda bozunmaya uğrar. Saç, kemik, odun, odun kö
mürü veya diğer organik madde örneklerinde kalan karbon-14 miktarını
ölçerek yaklaşık yüzde 10’luk bir hata payıyla olası bir tarihi hesaplamak
mümkündür. Bu nedenle, 30.000 yıl öncesine tarihlenen radyokarbon-
lu bir gömüt, muhtemelen 27.000 ila 33.000 yıl önce yapılmış demektir.
Atmosferdeki karbon-14 miktarının güneş aktivitelerine ve dünyanın
-
manyetik alanına bağlı olarak zamanla değişmiş olması radyokarbon
tarihlemesine bir sınırlama getirir, bu nedenle böyle bir hata kaynağını
düzeltmek için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Bu tür sınırlamalardan
ötürü, günümüzde radyoaktif toryum ve uranyum alternatif bir tarih-
leme yöntemi olarak giderek daha fazla kullanılmaya başlanmıştır.
Kırk bin yıl öncesinden de eski yıllara gidildikçe tarihleme sonuç
larının kesinliği çok daha azalır. Potasyumun radyoaktif argona bo-
zunmasını ölçen bir sistem (potasyum argon tarihlemesi), radyoaktif
hasar nedeniyle elektronların birikimini ölçen bir sistem (elektron spin
rezonans tarihlemesi) ve DNA mutasyonlarına dayanan bir sistem de
dahil olmak üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Her üç sistem de çok
geniş hata payına sahip olup, tarihlenen buluntu ne kadar eski ise ya
nılma olasılığı da o kadar büyüktür. Örneğin, şempanzelerin atalarının
ilk homininlerden ayrılması gibi türlerin ne zaman ayrıldığını tahmin
etmek için DNA mutasyonları kullanılmaktadır. Yakın zamanlarda,
DNA mutasyonlarının önceden varsayılana göre daha yavaş gerçekleştiği
keşfedildi. Bu nedenle, 4-7 milyon yıl önce meydana geldiği düşünülen
şempanze-hominin ayrılması, aslında 8-10 milyon yıl önce gerçekleşmiş
olabilir. Erken Homo sapiens in yaklaşık 60.000 yıl öncesine tarihlenen
Afrika dışına göçü, 120.000 yıl önce gerçekleşmiş olabilir. Bu nedenle,
bu kitapta tartışılan 40.000 yıl öncesine ait tüm tarihlerin geniş yanılma
payı taşıdığı göz önünde bulundurulmalıdır.
J. Hellstrom, “Absolute Dating of Cave Art,” Science 336 (2012): 1387-1388; A. Gib
bon, “Turning Back the Clock: Slowing the Pace of Prehistory,” Science 338 (2012):
189-191.
Beynin evrimi hakkında üçüncü bir araştırma kaynağı, insanların ve
primatların beyinlerinin ölüm sonrası incelemesidir. Genellikle, Homo
sapiens in evrimi sırasında erken evrilmiş olan beyin bölgelerinin bir bi
reyin gelişiminde de erken olgunlaştığı kabul edilir. Benzer şekilde, daha
geç evrilen bölgeler de daha sonra olgunlaşır. Bu olguyla ilgili bir çalışmada
-
özetlendiği gibi “beyin kabuğunda (korteks) filogenetik olarak daha eski
olan bölgeler daha yeni korteks bölgelerine göre daha erken olgunlaşır”.
Örneğin, kolların, dudakların ve dilin hareketi gibi belirli kas işlevleriyle
ilişkili beyin alanları, en erken evrilen alanlar arasında olup, olgunlaşma
ları da en erken gerçekleşenler arasındadır ki bu da yeni doğan bir bebe
ğin annesinin memesini kavrayarak süt emebilmesini mümkün kılar11
Beyin alanlarının göreceli olgunlaşmasını değerlendiren üç yöntem Ek
A’da özetlenmiştir.
İnsanlardaki ölüm sonrası beyin incelemeleri evrim sürecinde daha
yakın zamanlarda gelişen beyin bölgeleri hakkında bilgi sağlamanın yanı
sıra, insan beyninin şempanze ve diğer primatların beyinleriyle karşılaş
tırılmasında da yararlı olabilir. Bu tür karşılaştırmalar hominin beyin
bölgelerinden hangilerinin evrim boyunca büyüdüğünü, hangilerinin
küçüldüğünü, çeşitli beyin alanlarının bağlantı derecesini, homininlere
özgü sıradışı hücre tiplerinin bulunup bulunmadığını, hücrelerin anatomik
yerleşimlerini ve nörotransmitter veya proteinler gibi moleküller arasında
kimyasal farklılıkların olup olmadığını ortaya çıkarır.
Beyindeki belirli bölgelerin büyüklüğü ile ilgili olarak beynin gelişi
minde belli bir bölgenin büyüklüğünün o bölgenin sunduğu işlevin önemi
ile ilişkili olduğu varsayılır. Bu ilke şu şekilde özetlenmiştir: “Belli bir işlevi
kontrol eden sinir dokusu kitlesi, bu işlev yerine getirilirken işlenen bilgi
miktarı ile paralellik gösterir.” Örneğin, sesle yönünü bulan yarasa büyük
bir işitme korteksine sahiptir; görme duyusunun önemli olduğu maymun
da geniş bir görsel korteks, koku duyusuna bağlı olan sıçanda ise büyük bir
koku korteksi bulunur. Sakladığı tohumların bulunduğu yeri hatırlamak
için hafızaya ihtiyaç duyan çöl faresi oldukça gelişmiş bir hafıza alanına
(hipokampus) sahiptir. Bu nedenle, insandaki belirli beyin bölgelerinin
büyüklüğünün şempanzeninkiyle karşılaştırmalı olarak incelenmesi, in
san beyninde hangi bölgelerin en önemli olduğunu ve hangilerinin daha
yakın zamanda evrildiğini belirlemeye yardımcı olabilir.12
Hominin kafataslarının, insan yapımı nesnelerin ve ölüm sonrası insan
beyninin incelenmesinin yanı sıra, beynin nasıl evrim geçirdiğini anlamaya
-
yönelik dördüncü yaklaşım, yakın zamanda geliştirilen görüntüleme tek
nikleri ile canlı beynin incelenmesidir. Bu tür teknikler, manyetik rezonans
görüntülemeyi (MRI), bunun fonksiyonel bileşenini (fMRI) ve özellikle
beyin bölgeleri arasındaki bağlantıları değerlendirmede yararlı olan di-
füzyon tensör görüntülemeyi (DTI) içerir. Canlı insan ve şempanzelerde
yapılan MRI incelemeleri, bu iki tür arasındaki yapısal beyin farklılıkla
rını ortaya çıkarmış olup, postmortem çalışmaları tamamlar niteliktedir.
Çocuklardaki MRI çalışmaları da hangi beyin bölgelerinin erken, hangi
lerinin daha geç olgunlaştığını değerlendirmek amacıyla kullanılmakta
dır. Bu araştırmaların sonuçları oldukça tutarlı olup, “filogenetik olarak
eski beyin bölgelerinin daha yeni olanlara göre daha erken olgunlaştığını”
göstermektedir. Postmortem incelemeler ile MRI çalışmalarının birlikte
kullanılması hominin beyinlerinin evrimi sırasında hangi bölgelerin en
son geliştiğini gösterir.13
Fonksiyonel MRI (fMRI) incelemesi belirli beyin işlevlerinin beynin
belirli bölgeleri veya ağları ile ilişkisini saptamak için de kullanılabilir.
Örneğin, bir kişiden başka birinin ne düşündüğünü düşünmesi istenerek
bu sırada fMRI ile hangi beyin bölgelerinin harekete geçirildiği görün
tülenebilir. Daha sonra başka bir kişi hakkında düşünme süreci beynin
belirli alanlarının aktivitesiyle ilişkilendirilir. Hominin beyinlerinin ev
rimi sırasında hangi beyin bölgelerinin daha yakın bir zamanda geliştiğini
bildiğimiz için, fMRI çalışmaları, nispeten daha yeni gelişmiş bu beyin
bölgelerinin işlevleri hakkında bize bilgi verir.
Yakın zamanlarda kullanıma giren difüzyon tensörü görüntüleme
(DTI) tekniği canlılarda beynin beyaz madde bağlantı yollarım ilk kez
görüntüleyebilmemizi sağlamıştır. Beyinde bugüne kadar 15’in üzerinde
farklı bağlantı yolu tespit edilmiştir. Çocuklar ve genç yetişkinler üzerin
de yapılan DTI incelemeleri ile her yolun farklı yaşlardaki olgunlaşma
derecesini değerlendirmek mümkündür. Bazı bağlantı yolları doğumdan
kısa bir süre sonra olgunlaşır. Örneğin, iki beyin yarımküresini birbirine
bağlayan büyük bir yol olan korpus kallozum böyledir. Bu bağlantı yolu
aynı zamanda zekâ ile ilişkilendirilmiş olup, ölümünden sonra Albert
-
Einstein ın beyninin incelenmesi sırasında çok büyük olduğu görülmüştür.
Doğumdan kısa bir süre sonra olgunlaşan bir diğer beyaz madde yolu da
prefrontal beyin bölgesini beynin arka kısmındaki oksipital lob ve görsel
kortekse bağlayan inferior longitudinal fasikulustur (alt boylamsal sinir
demeti). Buna karşın, dört beyaz madde bağlantı yolu en son olgunlaşanlar
arasında olup, bunlar modern Homo sapiens in insan hâline gelmesinde çok
önemli rol oynayan beyin bölümlerini birbirine bağlar. Bu dört bağlantı
yolu superior longitudinal fasikulus (üst boylamsal sinir demeti), arkuat
fasikulus (kavisli sinir demeti), unsinat fasikulus (çengelsi sinir demeti) ve
cingulum’dur (singulum). Tüm bu sinir demetleri Şekil 0.3’te gösterilmiş
olup sonraki bölümlerde ele alınacaktır.14
İnsan beyninin evrimini incelemek için yararlanılan beşinci ve en
önemli kaynak, çocukların bilişsel gelişimidir. Uzun yıllar boyunca, in
san fetuslarının fiziksel gelişiminin türlerin evrimsel gelişimini yansıttığı
düşünülmüştür. Bu nedenle, insan fetuslarının, memelilerin atası olan eski
omurgalıların kuyruk ve solungaç yarıklarını andıran bir kuyruk ve yutak
ceplerine sahip olduğu söylenmiştir. Bu gözlemlere dayanarak, biyoloji
öğrencilerine kuşaklar boyunca “ontogenez [fiziksel gelişim] filogenezi
[evrimsel gelişimi] tekrarlar” diye öğretilmiştir.
Bu katı ilke, Harvard Üniversitesi nden biyolog Stephen Jay Gould ve
diğerleri tarafından çürütülmüştür. Bireylerin fiziksel gelişimi, türlerin
evrimsel gelişimini tam olarak tekrar etmez. Bununla birlikte, bu iki
süreç arasında belirgin paralellik vardır ve bu durum özellikle insanda
ki bilişsel gelişim için de doğru gibi gözükmektedir. Yaşamını memeli
beyinlerini araştırmaya adamış olan İngiliz sinir bilimcisi Nobel ödül
lü Sir John Eccles, “bebeğin bilinçliliğinden çocuğun özbilinçliliğine
doğru ilerleyen gelişimin, hominidlerde ortaya çıkan özbilincin evrimi
için iyi bir model oluşturduğu” görüşündedir. Çocuk gelişim uzmanı
Jean Piaget de “çocuklardaki düşünce gelişiminin türümüzdeki bilinç
gelişiminin evrimiyle yakından paralellik gösterdiğini” belirtir. Daha
yakın zamanlarda, Güneybatı Louisiana Üniversitesinden şempanze ile
insanın bilişsel süreçlerini karşılaştırmada uzmanlaşmış psikolog Daniel
-
Povinelli, “[insanın] psikolojik kapasitelerine ait ontogenezin karşılaştı
rılması, zihinsel durumun özniteliğiyle ilgili belirli özelliklerin evrilme
sıralamasının yeniden belirlenmesinde evrimsel psikologlara yardımcı
olacaktır,” der. Bu konuyla ilgili bir sempozyumda “insanlardaki bilişsel
gelişim sekansının, atalara ilişkin formlarındaki evriminin sekansıyla
kabaca paralellik gösterdiği” sonucuna varılmıştır. Dolayısıyla, çocukla
rın bilişsel gelişimi Homo sapiens dahil homininlerin bilişsel gelişiminin
evrimsel olarak tam bir tanımlamasının yapılmasına yardım eden bir
ipucu olarak kullanılabilir.15
Çengelsi sinir demeti
Kavisli sinir demeti
Üst boylamsal
Singulum
ŞEKİL 0.3 Bizi insan yapan beceriler açısından önemli olan beyaz madde bağlantı yollan.
-
İnsan beyninin evrimiyle ilgili çok şey öğrenilmiş olsa da bu konuda
bilmemiz gereken daha pek çok şey var. Bu alanda yapılan yeni bir değer
lendirmede belirtildiği gibi, “özellikle diğer organ sistemleri hakkındaki
bilgilerimizle karşılaştırıldığında, beynin yapısı ile işleyişi arasındaki iliş
kiyi anlama düzeyimiz henüz çok gerilerdedir”. Ana hatlar makul düzeyde
net olsa da beynin evriminin ince ayrıntıları hâlen çözümlenme aşama
sında. Beyin görüntüleme teknikleri giderek geliştiği için önümüzdeki
on yıl içinde bu konuda daha fazla yol katedileceğini umabiliriz. Böylece,
belirli beyin ağlarının işleyişi ve beyaz madde bağlantı yollarının evrimi
hakkında çok daha fazla bilgiye sahip olacağız ve bu da bizim tanrıların
ortaya çıkışını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.16
PARALEL EVRİM
Bu kitabın tartıştığı konunun altını çizen bir başka önemli kavram daha
var. Nöronların, glia hücrelerinin ve beyin bağlantılarının milyonlarca
yılda evrildiği söylendiğinde, bu aslında ne anlama gelir? Genler, hücre
bölünmesindeki hatalar, radyasyon, virüsler ve bazı kimyasal maddeler gibi
birçok etken nedeniyle değişime uğrayabilen DNA uzantılarıdır. Beynin
evrimi, beyinle ilişkili bir genin moleküler yapısının organizmaya bazı
üreme avantajları sağlayan bir değişikliğe uğramasıyla oluşur. Örneğin, 5.
Bölüm’de anlatılacağı üzere, Homo sapiens “otobiyografik bellek” olarak
adlandırılan yeteneği geliştirdiğinde, geleceği o sırada yaşayan diğer homi-
ninlere göre çok daha ustaca planlayabiliyordu. Değişikliğe uğramış olan
bazı genler organizma için dezavantaj oluşturur ve bu genler daha sonra
yok olur gider. Değişmiş olan bazı genler ise birtakım üreme avantajları
sağlar, bu genlerin sonraki nesillere geçmesi daha olasıdır. Dolayısıyla
mecazi olarak evrim, genlerin hayatta öne geçme girişimidir. Darwin bu
süreci doğal seçilim (seleksiyon) olarak adlandırmıştır:
Metaforik olarak, doğal seçilimin, tüm dünyada, en küçük değişimleri
sürekli olarak incelemeye aldığını söylemek mümkündür; kötü olanlar
-
elenir, iyi olanlar tümüyle korunarak biriktirilir. Doğal seçilim sessizce
ve hissettirmeden iş görür, fırsatlar elverdiğince, organik ve inorganik
yaşam koşulları ile ilişkili olarak, organik varlıkların her birinin gelişip
ilerlemesi için çalışır. Sürecin bu yavaş değişimlerinin hiçbirini gözle gö
remeyiz, ta ki takvimler asırların geçip gittiğini bize işaret edene kadar.
Beyinlerimiz, doğanın 200 milyon yıl boyunca yaptığı bu tür deneme ve
yanılmaların yeniden biçimlendirilmiş ürünleridir. Bu nedenle beyin
lerimizin akıllı olmayan tasarıma ait bugün bize hiç mantıklı gelmeyen,
ancak atalarımız olan bazı memelilerin bir brontosaurusa meze olmasını
engellemek üzere gelişmiş olan pek çok özellik içerdiğini keşfetmek şaşır
tıcı gelmeyecektir.17
Bu kitapta ileri sürülen kuramla ilgili olarak evrimin önemli bir yönü
de paralel evrimin varlığıdır. Bu, ortak bir genetik kökene sahip olan or
ganizmaların binlerce, hatta milyonlarca yıl boyunca birbirlerinden ayrıl
mış olmalarına rağmen evrimlerine benzer bir çizgide devam etmeleriyle
gerçekleşir. Birbirinden coğrafi olarak ayrılmış organizmalar, iklim ya da
besin kaynağı gibi benzer dış seçilimlerin baskısına maruz kaldıkları ya
da gelişimsel olasılıkların sayısını sınırlayan ortak anatomik yapılar gibi
iç kısıtlamalara sahip oldukları için benzer şekilde gelişirler. Paralel evrim,
“biyolojik organizasyonun aynı ‘çözüme’ ulaşmak için tekrarlayan bir eği
lim göstermesi” olarak tanımlanır. Paralel evrim sonucu oluşan ürünler
hem kafa karıştırıcı hem de merak uyandırıcıdır. Harvard tarihçisi Daniel
Smail bunları “Postlitik (taş devri sonrası) insan toplumunun en gizemli
özelliklerinden biri” olarak nitelendirir ve ekler: “Başta tarım olmak üze
re, yazı, çanak çömlek yapımı, papazlık sınıfı, mumyalama, astronomi,
küpe, madeni para basımı ve kutsal bekaret farklı kıtalar üzerinde, bir
birinden bağımsız bir şekilde icat edilmiştir... İnsan uygarlıklarının çeşit
liliğini överiz ancak en şaşırtıcı olan şey aslında benzerlikleridir.” Bu tür
* Jura döneminin sonunda, günümüzden 140 milyon yılı aşkın süre önce yaşamış olobur
dev boyutlu bir dinozor türü. — ç. n.
” Bekaret bozulmadan çocuk sahibi olma. — ç. n.
-
fenomenler, süregelen beyin evriminin bir ürünü olarak anlaşıldıklarında
kavranabilir hâle gelir.18
PARALEL EVRİM ÖRNEKLERİ
Paralel evrime dair en sık verilen örnek, Avustralya’daki memelilerin
evrimidir. Yüz milyon yıldan daha uzun zaman önce, kıtalar birbirlerin
den ayrılıp uzaklaştıklarında Avustralya diğer kıtalardan izole edilmiş
bir hâle geldi. Bununla birlikte, Avustralya memelileri ile diğer kıtalar
daki memelilerin ataları, kıtalar ayrışmadan önce ortaktı, dolayısıyla
bu atalardan türeyenlerin bazıları belirgin derecede benzer bir çizgide
evrilmeye devam ettiler. Bu paralel evrim örnekleri arasında Avustralya
kalın kuyruklu keseli fare ile Avrupa köstebeği, Avustralya uçan kusku
su ile Kuzey Amerika uçan sincabı ve Tasmanya keseli kurdu ile Kuzey
Amerika gri kurdu yer alır. Elbette, genetik mutasyonlar ve iklim, besin
kaynağı, yırtıcılar gibi çeşitli dış seçilim baskıları ve diğer faktörler ne
deniyle farklı çizgide evrim geçiren başka memeliler de vardır.
Avustralya’daki keseli memelilerin beyinleri ile diğer kıtalarda yaşa
yan plasentalı memelilerin beyinlerini karşılaştıran araştırmalar paralel
evrimin anatomik temellerini ortaya koymuştur. Görme, işitme ve du
yusal uyaranları yöneten beyin bölgelerinin her iki tür memelide önemli
ölçüde benzer olduğu ileri sürülmüştür. Bir çalışmada araştırmacılar şu
sonuca varmıştır: “Keseliler kendileriyle benzer yaşam alanlarını işgal
eden plasentalı memelilerde gözlemlenenlere çarpıcı şekilde yakın olan
morfolojik, davranışsal ve kortikal uzmanlaşma gösteren bir yelpaze
içinde evrilirler ve bu durum evrim geçiren sinir sistemlerini etkileyen
ve benzer çevresel zorluklara karşı tekrarlayıcı çözümler üretilmesine
neden olan kısıtlamaların bulunduğunu gösterir.”
Beyin gelişiminde görülen paralel evrimin bir başka örneği, 30 mil
yon yıldır birbirinden ayrı evrilmiş olan Eski Dünya ile Yeni Dünya
maymunlarının beyinlerini karşılaştıran bir çalışmada ortaya çıkmıştır.
Cebus (kapuçin maymunu) adı verilen bir Yeni Dünya maymun türü,
-
“başparmak ve işaret parmağının, küçük nesneleri tutmak veya hedefe
yönelik alet kullanımını sağlamak amacıyla birbirlerine temas ettirildi
ği” hassas kavramayı başarabilir. Bir Eski Dünya maymunu olan makak
da hassas kavrama becerisini kullanır. Her iki maymunun beyinleri
incelendiğinde, el kullanımını yöneten parietal lob kısmında dikkate
değer anatomik benzerlikler saptanmıştır. Araştırmacılar, “iskelet, kas
ve sinir ile ilgili evrimsel değişikliklerin paralel ilerlediği ve bu nedenle
vücut ve beyin özellikleri arasında bağlantı bulunduğu” sonucuna var
mışlardır... Bu araştırmacılara göre “Kapuçin maymunlarında ve benzer
el becerilerine sahip olan uzak akrabaları makak maymunlarında bu
[anatomik] alanların benzerliği, primatlarda ortaya çıkabilecek kortikal
düzenlemelerin kısıtlı olduğunu ortaya koymaktadır ve ortaya çıkan bu
kortikal düzenlemeler de kortikal alanların sınırlarını ve topografik
yapılarını biçimlendiren yüksek oranda korunmuş gelişimsel meka
nizmaların sonucudur.”
J. Karlen ve L. Krubitzer, “The Functional and Anatomical Organization of Marsu
pial Neocortex: Evidence for Parallel Evolution Across Mammals”, Progress in Neu
robiology 82 (2007), s. 122-141; J. Padberg, J. G. Franca, D. F. Cooke ve ark., “Parallel Evolution of Cortical Areas Involved in Skilled Hand Use”, Journal o f Neuroscience
27(2007), s. 10106-10115.
Beynin gelişiminin paralel evrimi, bu kitapta anlatılan büyük ölçüde
benzer gelişimsel yolların birçoğunu açıklayabilir. Örneğin, kendimizi
geçmişe ve geleceğe tam olarak yerleştirebilmemize (otobiyografik bellek)
yardımcı olan beyindeki ilk genetik değişiklikler, Homosapiens Afrika’yı
terk etmeden önce gerçekleşmiş gibi görünüyor. Beynin bu gelişme süreci
zaten sürmekte olduğu için Homo sapierıs Portekiz, Pakistan, Peru veya
Papua Yeni Gine’ye gitmiş olsa da geçen binlerce yılda bilişsel olarak benzer
çizgide evrilmeye devam etti. Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesinin ar
dından artan nüfus baskısı gibi benzer seçilim baskılarıyla karşılaşan farklı
grupların varlığı nedeniyle, apayrı coğrafi bölgelerde yaşayan grupların
-
benzer sonuçlara ulaşmış olması bizi şaşırtmamalı. Bu benzer sonuçlara
örnek olarak şunlar gösterilebilir:
Yaklaşık 40 .000 yıl önce, görsel sanatların ilk örnekleri günümüz
de İspanya ve Endonezya olarak adlandırdığımız yerlerde mağara
duvarlarında, resimler ve Almanya’da yontulmuş fildişi heykeller
olarak ortaya çıktı.
• On bir bin ila 7.000 yıl önce, bitkiler ve hayvanlar güneybatı Asya,
Çin, Papua Yeni Gine, Peru ve muhtemelen O rta Amerika’da birbi
rinden bağımsız olarak evcilleştirildi.
Yaklaşık 9.000 yıl önce atalara ibadet hem güneybatı Asya’da hem
de Çin’de yaygınlaştı.
• Altı bin beş yüz ila 5.000 yıl önce, göksel tanrılar güneybatı Asya,
Çin ve muhtemelen Peru’da birbirinden bağımsız ortaya çıktı.
Psikolog Mark Leary ve Nicole Buttermore da benzer şekilde “kavramsal-
öz becerisi için gerekli olan nörolojik alt yapının H. sapiens Afrika’dan
uzaklaşmaya başlamadan önce de mevcut olduğunu” öne sürmüşlerdir.
“Bu durum, Afrika’dan ayrılmadan önce oluşan bilişsel değişimlerin ev
rimsel bir ivme kazandığı bir paralel evrim vakasını yansıtıyor olabilir.”19
Böylece, insan beyninin bilişsel evrimi, tanrıların ve uygarlıkların ortaya
çıkışını mümkün kıldı. Bu da insana ait olağanüstü bir gelişme dönemi
nin başlangıç noktası olacaktı. Sadece 6.000 yıl içinde, beyin araştırmacısı
Marcel Mesulam’ın sözleriyle “kağnıdan Voyager’a, Sfenks’ten Rodin’in
“Öpücüğüne” ve (Odysseus aracılığıyla) Gılgamış’tan İlahi Komedyaya
kadar” gidecektik. Bu gerçekten olağanüstü bir yolculuktur. Fakat bunla
rın hepsinin nasıl gerçekleştiğini tam olarak anlamak için en baştan, beş
büyük bilişsel ilerlemenin ilkiyle başlamak zorundayız.20
-
TANRILARIN İMAL EDİLMESİ
-
1
HOMO HABİLİS
Daha Zeki Benlik
Uygarlık ve insanlık evriminin büyük anlatılarında dinsel inançların
tarihine genellikle önem li bir yer verilmez, oysa insan hâlini an lam a
-ruhun gıdasını a ram a- dürtüsü yiyecek arayışı ve üreme başarısı
kad ar muhteşem olabilir.
— MIKE PARKER PEARSO N ,THE ARCHEOLOGY O F DEATH A N D BURIAL, 1999
Tanrılar, yaklaşık iki milyon yıl süren bir hamilelik sonrasında doğdu.
Hominin beyinlerinin yapısal ve işlevsel olarak, primat benzeri beyinler
olmaktan çıkıp modern Homo sapiens’in bilişsel kabiliyetlerine sahip olan
beyinler hâline gelmesi bu denli uzun sürdü. Tanrıların evrimsel bir kö
keni olduğu gerçek kabul edildiğinde, homininlerde yaklaşık 40.000 yıl
öncesine kadar bir tanrı kavramı oluşmayacak, ayrıca tanrıların kendile
ri de muhtemelen yaklaşık 10.000 yıl öncesine kadar tam olarak görünür
olmayacaklardı. İnsan beyni ve dolayısıyla kendisinin farkında olan insan
dünyası, bahsettiğimiz süreden önce tanrılar için hazır olmayacaktı.
Elbette memeli beyinleri o zamandan önce de 200 milyon yıldır ev
rim geçirmekteydi. Var oldukları ilk 140 milyon yıl boyunca, memeliler
önemsiz, “dinozorlara ait bir dünyanın kıyısında köşesinde yaşayan minik
canlılar”dı. Bu çağlarda evrim, tüm memelilerde merkezi sinir sisteminin
-
temel çatkısını oluşturan üç parçalı beyin (ön beyin-orta beyin ve arka be
yin) gelişimini deneyimliyordu.1
Yaklaşık 65 milyon yıl önce bir göktaşı, yeryüzüne çarpıp, dinozor
ları ve başka pek çok canlıyı öldüren bir felakete neden oldu. Memeliler
sadece bu felaketi atlatmakla kalmayıp, Jura dönemine ait yırtıcıların bu
lunmadığı bir dünyada gelişip serpilme olanağına kavuştular. Stephen Jay
Gould’un belirttiği gibi: “Kozmik bir felaket dinozorları kurban etmeseydi
belki de yaşadığımız gezegende bilinçlilik hâli evrilmeyecekti. Büyük ve
akıl yürüten memeliler olarak varlığımızı kelimenin tam anlamıyla şanslı
yıldızlarımıza borçluyuz.” Gould şöyle devam eder: “Kökenimize bakı
lırsa Homo sapiens ‘bir tür kozmik kaza, evrimin Noel ağacında bulunan
basit bir süs’ gibidir.”2
Dinozorların yok olmasıyla memeliler hızla çeşitlenip büyüyerek dün
yanın yeni hâkimleri oldular. Memeli ön beyinleri, orta beyin ve arka beyin
ile karşılaştırıldığında orantısız şekilde büyüdü ve nihayetinde kafatasın
daki boşluğun büyük bölümünü işgal etti. Ön beyin büyüdükçe dört lob
(frontal, temporal, parietal ve oksipital), bazal gangliyonlar, hipokampus,
amigdala, talamus ve hipotalamus olarak farklılaştı. En önemlisi, beyin
neokorteks adı verilen ve beynin dört lobunu örten 33 cm’lik bir pizzaya
benzetilen ince bir tabaka geliştirdi. Georg Striedter’in Principles ofBrain
Evolution kitabına göre: “Neokorteks memeli beyinlerinin en önemli yeni
liğiydi, çünkü önceki hayvanların korteksinde bulunan üç katman varken
onda altı nöron katmanı vardı.” Nöronlar diğer nöronlara hem yatay hem
de dikey olarak üç boyutlu olarak bağlandığı için, ek üç katman nöron
bağlantılarını katlanarak artırdı ve böylece çok daha karmaşık bilgi ve
düşüncenin işlenmesini mümkün kıldı.3
İlk primatlar memelilerin uğradığı çeşitlenmenin bir parçası olarak
yaklaşık 60 milyon yıl önce ortaya çıktı. Hızla çoğaldılar ve 235’i hâlen var
lığını sürdüren yüzlerce memeli türü oluşturdular. Yaklaşık 30 milyon yıl
önce, Yeni Dünya maymunları olarak bilinen bir grup (örneğin, kapuçin
maymunları ve marmosetler) kendi ayrı evrim yoluna girdiler ve 25 milyon
yıl önce Eski Dünya maymunları (örneğin, babunlar ve makaklar) da aynı
-
şeyi yaptılar. Bize en yakın grup olan kuyruksuz büyük maymunlar, yak
laşık 18 milyon yıl önce ayrılmaya başlayarak önce orangutan, sonra goril
ile kendi evrimsel yollarına girdiler. Nihayet, yaklaşık altı milyon yıl önce,
homininler en yakın hominid atalarımız olan şempanzelerden ayrıldılar.
Homininlerin bizim bildiğimiz şempanzelerden evrimleşmediğinin
altını çizmek gerekir. Hem homininler hem de şempanzeler yaklaşık altı
milyon yıl önce yaşamış olan ortak bir atadan evrilmiştir. Araya giren
zaman boyunca hem homininler hem de şempanzeler evrilmeye devam
etti. Örneğin, şempanzeler arasında bir grup yaklaşık iki milyon yıl önce
Batı Afrika’da coğrafik olarak izole oldular ve bu grup pigme ya da cüce
şempanzeler olarak da bilinen bonobolara evrildi. Altı milyon yıl boyunca,
evrilen şempanze çizgisi, evrilen hominin çizgisiyle benzer evrimsel bas
kılara maruz kaldığı için, paralel evrim ilkelerini göz önüne aldığımızda
şempanzelerin homininlerinkine benzer bilişsel beceriler geliştirecekleri
ni görmek bizim için şaşırtıcı olmayacaktır. İkinci Bölüm’de tartışılacağı
üzere, benlik bilinci, bu türden paralel gelişmenin bir örneğidir.
İLK HOMİNİNLER
Bir türün ayrı türlere bölünüp evrilmesi genellikle yavaş gerçekleşen, aşa
malı bir süreçtir. Bu nedenle 2001’de Çad’da bulunan ve en az altı milyon
yıllık bir fosil olduğu düşünülen Sahelanthropus tchadensis, bazıları tara
fından ilk iki ayaklı hominin olarak sınıflandırılmış, bir kısım araştır
macılar tarafından ise şempanze olarak kabul edilmiştir. Bu fosilin beyin
hacmi 400 cm3’ten az olup, modern şempanzenin beyin hacmine eşittir.4
Sahelarıthropus tchadensis i sonraki dört milyon yılda Ardıpithecus
kadabba , Ardipithecus ramidus ve Australopithecus-anamensis, afarensis,
africanus, garhi, boisei, robustus, aethiopicus ve 2010 yılında keşfedilen fo
sillere göre sediba olarak sınıflandırılan birkaç tür daha takip etti. Hangi
homininin hangisinden türediği konusunda epey bir tartışma olsa da bu
belirlemeleri kesin olarak netleştirmek için elimizde henüz yeterli sayıda
örnek yok. Erken hominin fosilleri üzerinde yapılan çalışmaların hâlâ
-
“bilimin birçok kolunun başlangıcı olan çıraklık aşamasında” olduğu
söylenmektedir.5
Bununla birlikte, bu ilk homininlerin beyinlerinin hacminin yak
laşık 400-475 cm3 olduğu net olarak biliniyor. Yani beyinleri şempan-
zelerinkinden birazcık daha büyüktü ve davranışları oldukça benzerdi.
Günlerini meyve, kabuklu yemiş, kök ve yumru aramakla geçiriyorlardı,
avcılardan saklanmak ve uyumak için de ağaçlara geri çekiliyorlardı. Kimi
araştırmacılar, bazı Australopithecus türlerinin taş aletler kullandıkla
rını iddia etseler de diğer araştırmacılar buna şüpheyle yaklaşmışlardır.
Australopithecus’un en ünlü örnekleri, 1974 yılında Etiyopya’da fosilleri
bulunan “Lucy” ve Tanzanya’da volkanik küle gömülü olan üç çift ayak
izidir. Australopithecus’u bazen romantikleştirdiğimiz doğrudur; bizden
çok farklı olmadığını sık sık dile getiririz ancak bu tür dik yürümek dışın
da aslında bizden çok farklıydı. Beyinlerinin gelişimi ilkel düzeyde olduğu
için kendileri hakkında düşünemiyorlar, başarılarından dolayı böbürle
nemiyorlar, diğer Australopithecus’lar hakkında dedikodu yapamıyorlar,
öldükten sonra ne olacağı konusunda endişe duymuyorlar ve tanrılara
tapmıyorlardı. Dolayısıyla, genellikle Australopithecus bireylerin “(diğer
Afrika maymunları birbirlerinden nasıl farklı ise) diğer Afrika maymun
larından farklılık gösterdiklerine ama bedensel olarak olmasa bile zihinsel
olarak hâlâ maymun” olduklarına inanılmaktadır6
Homo habilis yaklaşık iki milyon yıl önce evrilirken ilk homininlerin dün
yası hem beyin büyüklüğü hem de davranışlar açısından oldukça ilginç bir
hâl aldı. Homo habilis'in Homo türünün (Homo rudolfensis, Homo ergaster
ve yakın zamanda keşfedilen Homo naldi gibi) diğer erken üyeleriyle olan
kesin ilişkisi henüz netleşmemiş olsa da genellikle primat atalarından ay
rılan ilk hominin olduğu kabul edilir. Homo kabilis in fosilleri Etiyopya’da,
Kenya’nın kuzeyinde ve özellikle de Louis ve Mary Leakey’nin üne kavuş
turduğu Tanzanya’daki Olduvai Gorge’da keşfedildi.
-
Homo kabilis in 2,3 ila 1,4 milyon yıl önce yaşamış olduğu düşünülmek
tedir ancak Etiyopya’daki son buluntular 2,8 milyon yıl öncesinde de var
olmuş olabileceğini öne sürmektedir. Ortalama beyin hacminin yaklaşık
630 cm3 olduğu, yani Australopithecus’un beyninden üçte bir oranında
daha büyük yer kapladığı tahmin edilmektedir.
Homo habilis Australopithecus’tan daha büyük bir beyne sahip olduğu
için ondan daha akıllıydı, bu zekâyı kaba taş aletler yaparak göstermişti.
Bu aletler çoğunlukla kaya parçalarının kırılarak keskin taş kenarları elde
edilmesiyle yapılıyordu. Çok daha eskilere, 3,3 milyon yıl öncesine tarih-
lenmiş ilkel taş aletler bulunmuş olsa da Homo habilis tarafından yapılan
lar daha gelişmişti. Bunlar, Homo habilis fosilleri ile birlikte bol miktarda
bulunmuştur. Kaba olmasına rağmen, bu tür aletler ölü hayvanların deri
ve tendonlarını kesmekte işe yaradıkları için etin soyulmasında kullanıla
biliyordu. Taş aletler aynı zamanda hayvanların uzun kemiklerini kırmak
ve bu kemiklerin içinden zengin bir protein kaynağı olan kemik iliğini çı
karmak için de kullanılmış olabilir. Taş aletlerle birlikte bulunan hayvan
kemikleri, bu aletlerin bahsedilen amaç için kullanıldığını akla getirmek
tedir. Kemikler ayrıca Homo habilis’in daha önceki hominin türlerinin
aksine muhtemelen bir et yiyici olduğunu da ileri sürüyor. Homo habilis'ın
hayvan avladığına dair bir kanıt bulunmamıştır, bu nedenle muhtemelen
diğer hayvanlar tarafından öldürülen ya da yaşlılık veya hastalıktan dolayı
ölmüş hayvanların leşlerini yiyorlardı.
Alet kullanımı tabii ki sadece homininlere özgü değildir. Böcekleri
deliklerden çıkarmak için yaprakları dikkatlice sıyrılmış çubuklar kulla
nan kargalar ile devekuşu yumurtalarını kırmak için üstlerine yukarıdan
taş bırakan Mısır akbabaları gibi birçok kuşun alet kullandığı gözlemlen
miştir. Deniz samurları, salyangoz ve yengeçlerin kabuğunu kırmak için
taş kullanır. Maymunların yılanları öldürmek için sopa, istiridye kabuk
larını kırmak için ise kaya parçalarını kullandıkları gözlenmiştir. Ayrıca
şempanzelerin, ince ağaç dallarının yapraklarını soyduktan sonra termit
yuvalarına sokarak termit yakaladıkları ve sert kabuklu yemişleri kırıp
yemek için taş kullandıkları iyi bilinmektedir.
-
Homo habilis tarafından kullanılan taş aletleri farklı kılan şey karma
şıklığıdır. Cambridge Üniversitesinden arkeolog Steven Mithen’e göre:
“Olduvai Gorge sit alanlarında bulunan ufak yassı parçaları koparabilmek
için, [taş] yumruların üzerindeki dik açıları fark edebilmek, taş üzerindeki
vuruş platformu adı verilen yerleri seçebilmek ve yumruya doğru yerden,
doğru yönde, doğru miktarda kuvvetle vurmak için iyi bir el-göz koordi
nasyonu uygulamak gereklidir.”7
Şempanze ve bonobolara, Homo habilisİn yaptığına benzer taş aletler
yapmayı öğretmek için çeşitli girişimlerde bulunulmaktadır. Özellikle
zeki bir bonobo, yemekle ödüllendirildiğinde başarıyla taş alet yapmıştır
ancak bu aletler Homo habilis’in yaptıklarından çok daha basit ve ilkeldir.
Mithen’e göre, bonobo “dik açı oluşturma... veya alet yapımı sırasında uy
gulanan kuvvet miktarını kontrol etme kavramını hiç geliştirmemiştir”.
Mithen Homo habilis 'm modern şempanzelerinkinden daha üstün bilişsel
beceriler geliştirmiş olduğunu iddia etmiştir, ona göre “Homo habilis’in
zihninde sezgisel bir fizik bilgisi mevcuttu, belki de teknik bir zekâya bile
sahip olmuş olabilirdi". Bu tür bilişsel üstünlük, Homo habilis’in bir çubu
ğu keskinleştirmek için ince bir taş parçası kullanmasında olduğu gibi bir
alet üretmek için başka bir alet kullandığına dair kanıtlarla desteklenir, bu
davranışı şempanzeler sergilememektedir.8
Homo habilis’in zekâsına ilişkin diğer bir kanıt, alet olarak kullan
mak amacıyla işe yarar belirli türlerde taş elde etmek için kilometrelerce
yol katetmeleridir. Ayrıca taş aletlerini yeni yerlere taşımaları planlama
yaptıklarının ve gelecekteki kullanım için öngörüde bulunduklarının
kanıtıdır. Central Connecticut Eyalet Üniversitesinden arkeolog Kenneth
Feder, bu tür davranışların “yüksek düzeyde bir planlama ve zekâ” gös
tergesi olduğunu belirtmiştir. Gelecekte kullanılmak üzere aletlerin bu
şekilde planlanması ve saklanması, bazen şempanzelerde de görülür.
Örneğin, İsveç hayvanat bahçesindeki yetişkin bir erkek şempanze,
hayvanat bahçesi açılmadan önce düzenli olarak taş toplayıp bunları
saklıyor ve sonra da kafesini çevreleyen hendeğin üzerinden ziyaretçi
lere fırlatıyordu.9
-
Homo habilis gerçekten neye benziyordu? Bu türün bireyleri ileri dü
zeyde fiziksel becerilere ve bir miktar planlama becerisine sahiplerdi ve
hominin atalarından daha zekiydiler. Bununla birlikte, daha zeki olma
larına rağmen, özfarkındalığa ya da sonraki homininleri farklı kılacak ve
tanrıların ortaya çıkmasına yol açacak diğer yüksek bilişsel işlevlere sa
hip olduğuna dair bir kanıt bulunmamaktadır. İngiliz psikolog Nicholas
Humphrey, Homo kabilis in neye benzediğinin varsayıma dayalı bir tas
virini şu şekilde yapmıştır:
Bir zamanlar insanların atası olan, bilinçten yoksun hayvanlar vardı.
Ancak bu, bahsedilen hayvanların beyninin olmadığı anlamına gelmiyor.
Kuşkusuz, bu atalar iç kontrol mekanizmaları birçok bakımdan bizimki
lerle aynı olan, algı yeteneğine sahip, zeki ve karmaşık bir şekilde dürtüsel
yaratıklardı. Fakat sahip oldukları mekanizmanın farkına varmış değillerdi,
üstelik bunun varlığı hakkında da hiçbir fikirleri yoktu. Akıllı beyinlere
sahiptiler ancak zihinleri boştu. Zekâları duyu organlarından gelen bil
giyi algılıyor ve işliyordu ama zihinleri eşlik eden herhangi bir duyunun
bilinçli bir şekilde farkına varmaktan yoksundu. Söz gelimi, zihinleri eşlik
eden herhangi bir duygunun bilincinde olmaksızın, beyinleri açlık ya da
korku ile harekete geçiyordu, beyinleri istemli eylemlerde bulunurken zi
hinleri buna eşlik eden iradenin farkına varmıyordu... Ve böylece, bu atalar
davranışlarına dair içgörüden habersiz yaşamlarını sürdürmekteydiler.10
“Zeki beyin, ancak boş zihin” ifadesi Homo habilis’in özünü tam olarak
yakalamış gibi görünüyor.
HOMO H A BİLİS ’İN BEYNİ
Homo habilis neden öncüllerinden daha zekiydi? Bunun oldukça basit bir
açıklaması, Homo habilisİn beyninin yüzde 50yi aşan bir oranda daha büyük
olmasıdır. İlk homininlerin ve şempanzelerin ortak atalarından ayrılmala
rından bu yana dört milyon yıl geçmiş olmasına rağmen, bu süre zarfında
-
hominin beyinleri şempanze beyinlerine göre çok da fazla büyümemiştir.
Aniden, iki milyon yıl önce, hominin beyinleri çok daha hızlı bir şekilde
büyümeye başlamış, sonunda Homo sapiens'in “bizim boyutlarımızdaki bir
memeli için tuhaf şekilde büyük” olarak nitelendirilen, oldukça hacimli bir
beyne sahip olmasına yol açacak bir büyüme modeli oluşturmuştur. İnsan
beyni bizimle aynı büyüklükte olan bir maymun için beklenenden 3,5 kat
daha büyüktür. Homo habilis kafataslarına ilişkin özgün araştırmaların
çoğunu gerçekleştiren ve türün adını koyan Güney Afrikalı paleoantropo-
log Philip Tobias, “İnsanlığın en önemli özelliklerinden biri olan beynin
önemli ölçüde orantısız büyümesi H. habilis ile başlamıştır,” diye belirtir.
Benzer şekilde, California Üniversitesinden evrimci biyolog Michael Rose,
“İnsan beyninin son 2 milyon yıl içinde hızla büyümesi fosil kayıtlarında
bilinen en hızlı ve kalıcı morfolojik gelişmelerden biridir,” diye iddia eder.11
Genel bir kural olarak, beyin sözkonusu olduğunda büyüklük
avantaj sağlar. Örneğin, Tobias Homo habilis’in artan beyin hacminin
Australopithecus beynine göre fazladan bir milyar nöronla sonuçlandığını
tahmin etmiştir. Fakat büyüklük her şey değildir, zira son derece zeki ve
başarılı insanların beyinleri boyut bakımından büyük oranda değişiklik
gösterebilir. Örneğin İngiliz hicivci Jonathan Swift ile Rus romancı Ivan
Turgenev’in beyinleri 2.000 gramın üzerinde bir ağırlığa sahipken, Fransız
romancı Anatole France’ın beyni sadece 1.000 gram ağırlığındaydı. Üçüncü
Bölüm’de anlatılacağı üzere, Neandertallerin beyni modern Homo sapiens’ın
beyni kadar, hatta çoğu zaman onunkinden daha büyüktü. Ayrıca Ek A’da
kaydedildiği gibi, fillerin beyinleri insanların beyninden dört kat, balina-
larınki ise beş kat daha büyüktür. Bununla birlikte, eğer beyin büyüklüğü
vücut büyüklüğüne orantılanırsa insan beyni bilinen en büyük beyinler
arasındadır. Örneğin, şempanzeler insanlarla yaklaşık olarak aynı ağırlığa
sahip olsa da, beyinleri insan beyninin üçte birinden daha küçüktür. Bu,
şempanze ve insanlarda benzer büyüklükte olan kalp, akciğerler, karaci
ğer ve böbrekler gibi diğer organlarla çelişir. Bundan dolayı büyük beyin,
insanları diğer primatlardan ayıran ayırt edici bir özellik olmakla birlik
te, insanları benzersiz yapan şey tek başına beyin büyüklüğü değildir.12
-
İnsan beyninin benzersizliği daha çok beyinde genişleyen özel alanlar
ve bu alanlar arasındaki bağlantıların yoğunluğunda yatar. Tobias’a göre,
Homo habilis kafatasları “beyne ait madde miktarındaki artışın... esas ola
rak frontal ve parietal loblarda daha çok, temporal ve oksipital loblarda ise
daha az” olduğunu akla getirmektedir. Özellikle frontal lobda “yanal bö
lümlerin belirgin biçimde yeniden şekillenmiş olduğu” görülür ve parietal
lobda hem yukarı parietal lobül hem de aşağı parietal lobül “özellikle iyi
gelişmiştir”. Tobias, Homo habilis in beyniyle “hominidlerin evrimi yeni
bir düzenleme seviyesine ulaşmıştır” sonucuna varır.13
Böylece, iki gerçeğin net bir şekilde ortaya konduğu görünüyor. Birincisi
Homo habilis öncüllerine göre daha zekiydi, İkincisi beyni frontal ve pari
etal bölgelerde orantısız bir şekilde büyümüştü. Bu iki olgunun nedensel
olarak bağlantılı olabileceğini varsaymak akla yatkındır ancak bunu des
tekleyecek herhangi bir veriye sahip miyiz?
Aslında sahibiz. Son yıllarda, insan beyninde zekâ bileşenlerinin yerleri
ni belirlemeye yönelik çok sayıda beyin görüntüleme çalışması yapılmıştır.
Bu türden 37 çalışmanın bir özeti, zekânın frontal ve parietal bölgelerdeki
alanları ve bu bölgeler arasındaki bağlantıları içeren bir ağda yerleşik oldu
ğu konusunda “çarpıcı bir fikir birliği” olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla,
çağdaş Homo sapiens'e ait beyninde zekânın yerleşimini araştıran beyin
görüntüleme çalışmalarının sonuçları, Homo habilis’in daha zeki hâle gel
diği dönem olan iki milyon yıl önce orantısız bir şekilde büyüyen beyin
alanlarıyla örtüşmektedir.14
BEYNİN ZEKÂ İLE İLİŞKİLİ BAŞLICA BÖLGELERİ
Zekânın incelendiği beyin görüntüleme çalışmaları sırasında etkin hâle
gelen belirli beyin alanları, bekleneceği üzere, kullanılan teste bağlı olarak
biraz farklılık gösterir. Örneğin, pek çok çalışmada, sözlü anlama, algısal
düzenleme, işlem hızı ve anlık sorunları çözmek için gereken ve kısa süreli
bellek olarak tanımlanan çalışma belleğinin (işleyen bellek) ölçüldüğü bir
test olan Wechsler Yetişkin Zekâ Ölçeği (WAIS) kullanılmaktadır. Bu zekâ
-
testi sırasında etkinleşen beyin alanları arasında şunlar bulunur: frontal
kutup (BA 10), yan prefrontal korteks (BA 9 ve 46) ve ön singulat (BA 24
ve 32). Alt parietal lob (BA 39 ve 40) da WAIS sırasında etkin hâle gelir.
İnsanlar satranç oynarken beyinlerindeki kan akışının ölçülmesi gibi diğer
zekâ testleri yapıldığında, bir başka frontal alan (premotor korteks, BA 6)
ile bir başka parietal alan (üst parietal, BA 7) ön plana çıkar (şekil 1.1). Bu
araştırmaların yazarları, “Elde edilen bulgular nöroanatomik açıdan bü
yük ölçüde tutarlıdır ve bize göre bu durumda özel bir frontal-posterior
[parietal] ağı tanımlamaktadır,” sonucuna varmışlardır.15
Ön singulat (BA 24, 32)
Alt parietal
(BA 39,40)
Üst parietal (BA 7)
Frontal kutup (BA 10)
prefrontal korteks
(BA 9,46)
Frontalpremotor
ŞEK İL 1.1 Homo habilis: daha zeki bir benlik.
-
Zekâ ile ilişkili olduğu açıkça görülen bu beyin alanları hakkında ne
ler biliyoruz?
Birincisi, bu alanların neredeyse tümü Flechsig’in “uç (terminal)
bölgeleri’nin bir parçasıdır ve bundan dolayı evrimsel olarak daha yakın
bir geçmişte geliştikleri düşünülmektedir. Aslında, Flechsig frontal kutup
(BA 10) ve yan prefrontal korteks (BA 9 ve 46) en son evrilen beyin alanları
olarak sınıflandırılmıştır. İkincisi, en çok genişleyen beyin bölgelerinin
çoğu, bağlantı alanları olarak bilinir; bu gibi alanlar basit kas veya duyu
işlevinden ziyade, diğer beyin bölgelerinden gelen girdilerin değerlendiril
mesi ve uygun yanıtların koordinasyonu gibi karmaşık beyin işlevlerinde
rol oynarlar. Örneğin, Homo habilis elini bir kayanın arkasına koyduğunda
bir tıslama sesi duyar ve eliyle kaygan bir yaratığı hissederse beynindeki
bağlantı alanları bu duyusal girdileri bütünleştirecek ve elini ânında geri
çekmesini emredecektir. En son gelişen ve Homo sapiens’in kendine özgü
bilişsel becerilerini oluşturan bölgeler ana beyin alanları değil, beynin
bağlantı alanlarıdır. Bu ilke, Emory Üniversitesinde nörobilimci ve pri-
matolog olan ve primat ile insan beynini kapsamlı bir şekilde karşılaştıran
Todd Preuss tarafından açıkça gösterilmiştir. Preuss “ana beyin alanları
insan evriminde aşağı yukarı maymunlardakine benzer büyüklüklerini
korudukları hâlde, bağlantı korteksi muazzam bir genişleme gösterdi” so
nucuna varmıştır. Örneğin, Preuss insandaki ana motor veya görsel kor-
teksin büyüklüğünü primat beyinlerinde bunlara karşılık gelen alanlarla
karşılaştırdığında, insan beynindeki alanların beklenenden daha büyük
olmadığını gördü. Öte yandan Preuss, insan beynindeki bağlantı alanla
rının büyüklüğünü primat beyinlerinde bunlara karşılık gelen alanlarla
karşılaştırdığında, insanlarda bu bölgelerin beklenenden birkaç kat daha
büyük olduğunu saptadı.16
Başka çalışmalar da frontal ve parietal lobların belirli kısımlarının zekâ
için önemli olduğunu destekler niteliktedir. Örneğin, frontal kutbun (BA
10) “atalarımızla karşılaştırıldığında, insan beynindeki diğer tüm kısım
lardan daha genişlediği” ileri sürülmüştür. Beynin bu bölümü bilgi işle
me, çalışma belleği (işleyen bellek), sosyal biliş, duyguların işlenmesi ve
-
gelecekteki eylemlerin planlanması gibi konularda önemli bir rol oynar.
İnsanların ve büyük maymunların frontal kutuplarındaki nöronlar arası
boşlukları karşılaştıran yakın tarihli bir çalışmada, insanlarda nöronlar
arası bağlantıların daha fazla olduğu bildirilmiştir. İnsandaki frontal kut
bun göreli önemi, şempanzelerde benzer beyin alanından dört kat daha
fazla nöron içerdiği gerçeği ile de örtüşür. Frontal premotor korteks (BA 6),
kuralların soyutlanması ve çağırımsal öğrenme gibi görevlerle etkin hâle
geçmeyi de içeren birçok işleve sahiptir. Yan prefrontal korteks (BA 9 ve
46) 4. ve 6. Bölümler’de tartışılacağı gibi, planlama ve mantıksal çıkarım
gibi uygulayıcı işlevlerde önemli bir rol oynamaktadır.17
Precuneus olarak da bilinen üst parietal bölge (BA 7), çok çeşitli biliş
sel, duyusal ve görsel işlevlere sahiptir. Hem üst hem de alt (BA 39 ve 40)
parietal bölgeler zekâ açısından önemli rol oynarlar ve tümdengelimli akıl
yürütme gibi başka entelektüel işlevlerle de bağlantılıdırlar. Bu nedenle, ölü
münden sonra Albert Einstein’ın beyni incelendiğinde, alt parietal alanının
“diğer örneklerden yüzde 15 daha büyük olduğunun saptanması” büyük
olasılıkla tesadüf değildir. Burası, görsel imgelemi matematiksel düşünce
ve diğer bilişsel becerilerle bütünleştiren bir alandır. Bir önceki bölümde,
Einstein’ın beynin iki yarıküresini birbirine bağlayan korpus kallozumu-
nun da daha büyük olduğuna değinilmişti. Üstelik Einstein’ın beyninde
korpus kallozumun en çok büyümüş olan kısmı, her iki yarıkürenin alt
parietal alanlarını birbirine bağlayan bölümdü. Bu yüzden, alt parietal
alanın ve onun bağlantı liflerinin daha geniş oluşu, Einstein’ın entelektüel