Download - Çağdaş Yol Eylül 1988 Sayı 5
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
L9
Stalin'den Brejnev'e Sovyetler üzerine
düşünceler
Geçmişi tekrar etme 'çözüm' mü
Sosyalistler savaş konusuna nasıl yaklaşmalı?
Pravda Muhabiri Stephanov'la
Perestroika ve Glasnost üzerine
röportaj
İdeolojik-Fiili Öncülük tezinin
eleştirisi
Kırk Haramiler'in Yazarı M . Sönmez:
'Saptamaların kökten değişmesi gerekir"
Reddettiğimiz miras ve sosyalist hareketimizin tarihi kökleri
Toplumun gelişiminde eğitim vekadrolaşmanın önemi
Oblomov ve Oblomovluğumuz
Sendikalara Genel Bakış
Çağdaş Yol
SİYASİ DERGİDüşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz
İçindekiler:
SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:
Süleyman Kılıç YAZIŞMA ADRESİ:
Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı Daire: 26
Laleli/İSTANBUL DİZGİ:
Alfa Ajans BASKI:
Dünya Süper Veb Ofset A.Ş.Fİ ATI: 1500 TL.
YURTDIŞI Fİ ATI: 5 DM. GENEL DAĞITIM: Hür Dağıtım
ÖNKAPAK RESİM:
Hidalgo, Morales ve Zapata Meksika’daki ilç büyük ayaklanmanın önderleriydi. Kövlü devrinuni yansıtan tablo bıı üç önderi
mumtMÜk
Başyazı .....................................................................................................3Stalin üzerine düşünceler................................................................... 6Pravda Muh. Stephanov’la Perestroiyka ve Glasnost üzerine röportaj ....... 12Reddettiğimiz miras ve sosyalist hareketimizin tarihi kökleri .22İdeolojik-fiili öncülük tezinin eleştirisi .......................................... 26Sosyalistler savaş konusuna nasıl yaklaşm alı............................30Kırk Haremilerin yazarı M. Sönmez’le röportaj...........................36Geçmişi tekrar etmek “Çözüm”m ü ................................................42Toplumun gelişiminde eğitim ve kadrolaşmanın önemi ........... 46Oblomov ve Oblomovluğumuz................................................. ;.50Sendikalara genel b a k ış ................................................................... 56
■ X
BAŞY
AZI
<Kriz kapıyı aralayıp içeri girmiştir. Bugün hem ekonomik, hem de politik arenada girilen kriz sarmalının bo
ğumları birer birer kurbanlarını almaktadır. Parababaları boğumun yapıyı da kurban etmesinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Bugün, düne göre farklı koşullarda oluşan krizi kökleriyle kavramak gerekiyor. Konunun serimini öncelikle Cumhuriyet tarihinin başlıca ekonomik göstergeleriyle yapıp, bunu siyasi olgu ve gelişmelerle tamamlamaya çalışacağız. Krizin boyutu ve karmaşıklığı bizi böylesi bir irdelemeye yöneltiyor.
* 1 — Ekonomik serim-Türkiye ekonomisine Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte bir yaklaşımda bulunduğumuzda, burada anahtar göstergelerden biri ekonominin büyüme hızı ve bunun sektörler arası dağılımıdır. İstatistikler 1924-29 yıllarında Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın (GSYİH) ortalama olarak yıllık yüzde 11,1950-59 yıllarında yüzde 7,1 arttığını gösteriyor. Hasılanın artış hızı daha sonraki 10 yıllık süreçlerde yavaşlıyor; 1960-79’da yüzde 5,6 ve 1980-87 yıllarında yüzde 4,7.
Sanayideki büyüme temposu da buna paralellik gösteriyor. 1960-74 döneminde ortalama yüzde 8-9 büyüyen imalat-sanayi-sektörü 1974-79 yıllarında yüzde 4,7’lik bir büyüme kaydetti. 1980-84 yıllarında ise esasen 1980’lerde sıfırlanan büyümenin arkasından gelindiği için yüzde 5,5’e ancak çıkabildi.
Tarım sektörüne gelince; bu sektördeki büyüme grafiğinin daha çarpıcı olarak başaşağı olduğunu gözlüyoruz. 1924-29 yıllarında yüzde 16,1930-59 yıllarında ortalama yıllık yüzde 6,6 olan büyüme hı?ı sonraki yıllarda yarı yarıya düşüş kaybetti. 1970-79 yıllarında ortalama yüzde 3,8 ve 1980-87 yıllarında yüzde 3’lük büyüme.
Bu üç parametre-gösterge Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin 200-400 yıllık geçmişi bulunan diğer kapitalist ekonomilere göre zamanından önce yaşlanmaya ve tükenmeye başladığını gösteriyor. Tükenişi daha yakından görebilmek için biraz sabır göstererek diğer verilere de bakmamız gerekecek:
Enflasyon - Günümüzde Türkiye ekonomisinin, sınıf dengelerini sarsıcı etki yaratan bu olgunun karşısında hızla eriyip yok olmaya başladığını söyleyebiliriz. Enflasyonun geçmişi, tohumun topraktan ilk filiz vermesine benziyor. Sonraki yıllar ise büyüyüp vahşileşen ve giderek sistemi kemirip yok etmeye başlayan bir ‘sistemo- bur’a. 1950-60 yıllarında enflasyon ortalama yıllık olarak yüzde 10’u geçmedi. 1961-1970 arasında yüzde 5’e kadar geriledi. 1971-80 döneminde ise ani bir sıçramayla ortalama yıllık yüzde 30’a çıktığını görüyoruz. 1981-87 yılları ise enflasyonun artık önlenemez kronik bir hastalık haline geldiğinin yıllarıdır. Bu dönemde enflasyon ortalama yüzde 38’e fırlamıştır. Ara dönemler incelendiğinde 1973-76’da yüzde 19 olan enflasyonun 1977-79’da ortalama yüzde 50’ye çıktığını, yine aynı paralellikte 1981-83’te ortalama yüzde 33’lük enflasyonun 1984-87 yıllarında yüzde 42’ye yükseldiğini anlıyoruz.
İşsizlik -1973-79 dönemlerinde yüzde 13’lik işsizlik oranı 1980’e gelindiğinde yaşanan bunalımın doruk noktasında yüzde 15’e fırladı. 1981-87’de ise yüzde 16’ya tırmandı. Bu yıl yüzde 18-20’lere çıkması bekleniyor.
İhracat - Özal hükümetinin bu kadar övüne övüne bitiremediği ihracat ise iki rakamla özetlenebilir. 1975’te Türkiye’nin dünya toplam ihracatı içindeki payı yüzde 0,18 iken, 13 yıl sonra bu ancak yüzde 0,50’lere çıkabilmiştir. Ne mucize! Ne çağ atlama!..
Saydığımız bu göstergeler Türkiye ekonomisinde, ilk belirtilerini 1950Terde gösteren kanserin, sonraki yıllarda hızla
vücudun her yanına yayıldığını ve hastalıklı bedenin kurtuluşunun olanaksızlığını
Saydığımız bu göstergeler Türkiye ekonomisinde, ilk belirtilerini 1950’lerde gösteren kanserin, sonraki yıllarda hızla vücudun her yanına yayıldığını ve hastalıklı bedenin kurtuluşunun olanaksızlığını sergiliyor. Olanaksızlıkları anlamamız gerekiyor;
Finans - Kapital 1950’lere kadar içeride yoğun ekonomik-politik baskılar ve ‘bastırmalarla’ sermaye birikimini hatırı sayılır bir düzeye çıkarmış sonraki yıllarda ise bunu iç pazarın yoğun sömürüsüne dayalı, tekellerin egemenliğinin hüküm sürdüğü, banka-sanayi ilişkisinin daha da katmerleştiği bir ‘ekonomik rayın’ üstüne oturtmuştur. Genişlemeci eğilimlerle 1970’lerin ortalarına kadar gelinmiştir. Finans-kapitalin hızla tüm sektörlere ve Anadolu’nun en ücra köşesine bile nüfuz ettiği bu yıllar esasen tatlı kârların elde edildiği ve bugünlerde “geçmiş zaman olur ki” gibisinden maziyi miad ettiren yıllardır.
Sermayedarlar çaplarını 1970’lerin ortalarına kadar genişletirken, bu, sonraki yıllarda duraklama eğilimine girmiştir. İşte burada, sorunun ana halkasını yakalayabiliriz. Her kapitalist ekonomide olduğu gibi bizde de sermaye için esas kural daha fazla artı-değer üretecek mekanizmaları sağlamaktır. Ama özellikle 1980’lerde ve günümüzde finans-kapitali çılgına çeviren olay da budur: Bu mekanizmalar iyice yıpranmış ve giderek ayakba- ğı haline gelmiştir. Çünkü sermaye daha fazla sömürü için daha fazla yoğunlaşmak ve daha büyük sermayeyle yola çıkmak zorundadır. Bugün ise bu en az 5 yıllık ufukta bile görünmüyor. Bunu açalım. Sermayenin yeni yatırımlarla teknik yenilemeye gitmesi iki nedenden dolayı olanaksızdır:
Birincisi, bugün istatistikler sanayinin yılın ikinci üç ayında yüzde 1,6 büyüdüğünü, stokların yüzde 6’lara çıktığını ve son 10-15 yılın geçen yıl ulaşılan en yüksek kapasitesinde de geriye saymanın başladığını gösteri-
sergiliyor:
3
yor. Böylece 4 şubat kararları sermayenin kalesinde ilk gedikleri açmaya başlamıştır. Şimdi bu gedikler öylesine büyümeye başlamıştır ki, işçi sınıfının örgütlü ve devrimci gücü de işin içine girdiğinde kalenin düşme tehlikesi belirtmektedir.
İkincisi, böylesi bir teknik yenilenme trilyonlarca liralık bir operasyon demektir. Bugün, finans-kapital yatırım yapmaktan ölümden korkar gibi korkmaktadır. Yapılan hesaplamalar finans-kapitalin gelişen krizle bir ayağını da her an hazır tetikte dışarıda tuttuğunu gösteriyor ki yine dört ayağı üstüne düşebilsin! 1976-1987 yıllarında yurt dışına çeşitli para oyunlarıyla —hayali ihracat, ithalat vb.^- yaklaşık 15 milyar dolar (Bugünkü değeriyle 24 trilyon lira) sermaye ihraç edildi. Özellikle 1979-80’li yıllar ve 1987’lerde kaçışın hızlandığı ifade ediliyor. Demek ki, kâr rotasında ilerleyen finans-kapital gemisinin pusulası bu kez Avrupa para denizini gösteriyor!.. Spekülatif oyunlarla havadan trilyonları vurmak varken, bizim asalak parababalarımızın ‘taş atıp kollarını yormaları’ beklenir mil..
Finans-Kapitalin SANAYNDEKİ AÇMAZI budur!..Tarım sektöründe de 1950-60’lı yıllarda başlatılan makineleşme atılımıyla kırsal alandaki potansiyel kaynak
lar harekete geçirilerek talan edilirken, bu konuda da 70’lerin ortalarından itibaren damarlar tıkanmaya baş- lamıştır. Finans-kapital burada meşhur GAP projesiyle "makus talihini yenmeye” çalışmaktadır. Oysa nafile! Çünkü daha şimdiden bu proje ‘devletin kasası tam takır olduğundan’ beş yıl kadar rötar yapmıştır. Yıllar önce bitirilmesi düşünülen, GAP’ın bir parçası olan Urfa Tüneli bir kaç beş yıl daha tüketecektir.
GAP’ın sınıf hareketinde yaratacağı ‘katalizör-hızlandırıcı’ etkisi de işin çabasıdır. Kırsal alanda yeni bir talanın sayfası açılmaya çalışılıyor. Ama bugün ne Türkiye 1950’lerin Türkiyesi, ne de Dünya!..
Finans-Kapitalin TARIMDAKİ AÇMAZI budur!..İhracatta da umutlar ‘hayal olup da ihraç edilmiştir’. Bu yolla milyarlarca dolar elde edildiği ‘bahis konusu’
ediliyorsa da bunun da sonuna yaklaşılmıştır. Bunun başlıca nedenlerinden biri sermayenin geri teknikle çalışması ve bu yüzden tüm teşviklere rağmen diğer kurlarla sofrada güçlü bir şekilde hırlaşıp pay alamamasıdır. İkincisi, Uluslararası Finans-Kapitalin IMF, Dünya Bankası kanallarıyla empoze etmeye çalıştığı modelle çelişmesidir:
O halde, DYP ve SHP’nin, ekonomi temelinde var olan gerçeklikler göz önüne alındığında
ve verdikleri fetvalar da değerlendirildiğinde bir alternatif değil, 12 Eylül ve 24 Ocak’ın
“devamcıları” oldukları anlaşılmaktadır;Uluslararası finans-kapital bir yandan bizim gibi ülkelerin, borçlarını sadık bir şekilde günü gününe ödeme
sini istemektedir, öte yandan gümrük duvarlarını yükselterek, kotalar koyarak bu istemine yine kendi çelişkisiyle en büyük darbeyi vurmaktadır. Yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’nin dünya toplam ihracatından aldığı payın 1975’de yüzde 0,18 iken, bunun 1987’de yüzde 0,50’yi ancak yakalayabildiğim belirtmiştik.Yani 13 yılda ancak 0,32 puanlık bir artış. Bir de öteki ülkelere bakalım: Güney Kore’nin dünya ihracatından aldığı pay yüzde 2,5’ları geçiyor, küçücük Hong Kong’un payı yüzde 2’ye varıyor, Singapur gibi bir ülkenin bile payı yüzde 1,2’ye çıkıyor. Oysa Türkiye daha sıfırı yarılayabilmiştir. Öyleyse içeride ‘ihracat beş kat arttı’ iddialarını dünya pazarı yalanlamaktadır. Bir de, doların değerinde her gün yapılan mini devalüasyonlarla esasen sürekli kan kaybettiğimiz göz önüne alındığında ihracatın da ‘ucan halı’ misali çare olamadığını görüyoruz. Öyle ki, yılbaşından bu yana doların değerindeki artış yüzde 50’lere yaklaşmasına karşılık ihracat teklemeye başlamıştır. Çünkü içeride enflasyon sarmalına giren parababaları tüm para oyunları ve teşviklere rağmen diğer pazarlardaki şanslarının birer birer kaybetmekte, kapılar birer birer yüzlerine kapanmaktadır.
Finans-Kapital’in İHRACATTÂKİ AÇMAZI budur!Tüm bu parametreler bir araya getirildiğini artık ekonominin uzun dönemli bir resmini çekebileceğimizi söy
leyebiliriz.Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye ekonomisinin devresel olarak krize girme nöbetleri saptanmıştır. Bu araş
tırmaya göre Türkiye ekonomisinin dip —bunalımın had safhaya vardığı dönem— ve zirve —gönenç anlamındaki dönem— yılları ve dönemleri belirlenmiştir. Burada yapılan en önemli saptama ‘dip noktalar arasındaki’ aralığın giderek kapandığıdır. 1950-60 yıllarının kapsandığı dönemde dip noktalar arasındaki yıl aralığı 4’tür. 1960-70 yıllarında bu 3,9 yıla gerilemiştir. 1970-80’lerde ise dip dalgaların arka arkaya yükseldiğini görüyoruz: Aralık 3 yıla kadar gerilemiştir.
Demek ki, kriz nöbetleri daha sık olarak finans-kapitali ‘ziyaret etmeye’ başlamıştır. Hayra alamet değil!..Siyasi serim - Bu konuda ilk söylenebilecek şey 1960’lı yılların ortalarına kadar büyük ölçüde ‘kedersiz geçen’
yılların bundan sonra tersine döndüğüdür. 60’lı yılların sonları ile 70’li yıllar ortalarından itibaren kabaran sınıf mücadelesi dalgası binlerce deneyimi biriktirmiştir. 80’li yıllar sonrası öne çıkacak olan ve mücadele hattını örebilecek birikimler açığa çıkmıştır.
8 yıldır politik alanda gidilen kurumlaşmalar da deforme olmaya başlamıştır. 1980 öncesinden çok iyi ders alan parababaları bu kez her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunun bilinciyle tek partinin hüküm sürdüğü bir süreç yaratmaya çalıştı. Ama yine evdeki hesap çarşıya uymadı.
1970-80 yıllarında Türkiye’de tam 11 hükümet değişikliği yaşandı. Özellikle 70’lerin ortalarından itibaren sistem iyice aşınmaya başlarken, koalisyonlar siyasetin vazgeçilmez ara çözümleri oldu. 80’de Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi bu konuda da köklü bir tavır değişikliğine gidilmesini ‘emrediyordu’. Vehbi Koç, ‘uzun yıllardır ABD’de uygulanagelen iki partili bir sistemin oturtulması’ hayali içindeydi. Hayali gerçek kılmak için anayasanın dışında diğer yasalarla da bu yeni sistem tahkim ettirilmiştir. Ama tüm bunlara rağmen, 80 öncesinin ‘hastalıkları’ yine başka biçimlerde ortaya çıkmakta ve yine parababalann keyfini kaçırmaktadır.
Hastalık bu kez koalisyonlar veya sık sık hükümet değişiklikleriyle olmamaktadır gerçi ama bu kez gündemde parababalarımızın yeni icadı! Referandum sahnededir. Daha 1 yıl önce Bay Demirel ve Ecevit’i ‘hürriyetle’ azad etmek için sandığa gidilmişti, şimdi de yerel seçimlerin erkene alınması için. 1983'den beri 5’in üstünde seçim atmosferi yaşanmış ve bu sonunda ekonomik hesapları da alt-ust etmiştir.
Kriz kapıyı aralayıp içeri girmiştin Bugün ekonomik, hem de politik arenada girilen kriz sarmalının boğumları, birer birer kurbanlarını almaktadır. Parababaları boğumun yapıyı da kurban etmesinin [ önüne geçmeye çalışmaktadırlar.
Referandum, koalisyonlar gibi istikrarsızlığın artık bir başka adı olmuştur. Finans-Kapital’in azgın babası Sabancı ‘Hastalıklar tünelinden geçiyoruz, kantarın topunu iyi ayarlamak lazım, yoksa bunun bedelini 50 milyon ağır “öder” derken kendisini bunun dışında tutmaktadır. Bunalım derinleştikçe bankalar kubbesinde domuz topu haline gelen finans-kapitalizm de sular altında kaldığında şaşılmasın!..
Siyasi gelişmeler Türkiye’de ‘bir teknoloji devrimi hızıyla’ başdöndürmektedir. Dünün Özalcı parababaları buğun Demirel’e methiyeler dizmekten geri kalmamakta ona iyiden iyiye göz kırpmaktadır. Finas-Kapitalin ocağı TÜSİAD’da yapılan dirsek temasları, kapalı toplantılar Demirel’in de aldığı icazetin ardından iyiden iyiye düşünülmeye başladığını düşündürüyor. Değneğin diğer ucunda sosyal-demokratlarımız vardır.
Her iki ucun ‘ne yapabileceklerini önce kendi ağızlarından dinleyelim. Bay Demirel’in esasen Finans- Kapitalin yedek atı olması yüzünden ekonomik-politika konusunda gündeme getireceği yeni bir şey yoktur. Zaten kendisi Özal ile arasındaki farkı şu cümleyle açıklanmaktadır: “ Beethoven’in 7. senfonisini —Yani 24 Ocak bestesini kastediyor— Wew York Flarmoni Orkestrası ayrı, Dinar Belediye Bando Takımı çalar. “ Burada, Demi- rel’in faşizmin daha estetik bir yüzle uygulanması yönündeki ısrarını anlıyoruz. Oysa bugünkü ortamın sertliği estetik de olsa bütün kanı, işkencesi, zulmü ile 12 Eylül’ün arkadaki yüzünü gizleyemez. Bay Demirel, burada bir başka demagojiye kaçıp ‘devletten’ dem vurmaktadır. Çünkü finans-kapitalin stratejik hattı için önerebileceği başka bir ‘reçete yoktur’.
Finans - Kapital’in DEMİREL AÇMAZI budur!Değneğin diğer ucundaki bayların da pek fazla şanslarının olmadığını yine kendi ifadelerinden anlıyoruz.
Referandum öncesi yaptıkları söyleşilerde Bay İnönü ve onun yeni silahşörü Deniz Baykal Özal’ın halen izlediği ‘her gün yapılan mini devalüasyonlar, ihracata öncelik’ gibi ekonomik politikalarına aynı yaklaşım içinde olduklarını açıklamaktadır. Bir diğer açıklamalarında, CHP’nin yıllardır savunduğu ‘bağımsızlık’ ilkesini de Finans- Kapitalin yüzü suyu hürmetine terk eylemişlerdir.
O halde, DYP ve SHP’nin ekonomi temelinde var olan gerçeklikler göz önüne alındığında ve verdikleri fetvalarda değerlendirildiğinde bir alternatif değil, 12 Eylül ve 24 Ocak’ın ‘devamcıları’ oldukları anlaşılmaktadır.
Hastalık bu kez koalisyonlar veya sık sık hükümet değişiklikleriyle olmamaktadır gerçi ama bu kez gündemde parababalarının yeni
icadı! Referandum sahnededir. Daha 1 yıl önce Bay Demirel ve Bay Ecevit’i ihürriyetle’ azad etmek için sandığa gidilmişti, şimdi de
yerel seçimlerin erkene alınması için.
Finans-Kapitalin her iki devamcıya da daha sıcak bir gözle bakmaya başlamasının işaretleri giderek ‘kabak haline gelen lastiğe’ yedek bulundurma ihtiyacındandır. Ne olursa olsun, sonuçta 24 Ocak senfonisi onların yaşayabilmeleri için kimi zaman yavaşlayan, kimi zaman da hızlanan bir tempoda çalınacaktır. Orkestra şefinin görevi itaat, besteye sadık kalmak ve onu seslendirmektir.
Siyasi arenada yaşanan olayların bir başka tarafı da esasen bestenin devamlı çalınmasını zorunlu kılmaktadır. 1970’lerin ortalarına kadar baş ağrıtmayan Doğu sorunu da artık tüm canlılığıyla gündemdedir. Daha şimdiden ekonomik mekanizmanın ve sistemin kanının önemli bir miktarını bu sorun emmeye başlamaktadır. Ekonominin başlayan militarizasyonu da kocaman bir açmazdır. Çünkü, bu da finans-kapital için uzun bir soluk alınabilmesine bağlıdır. Bu ise bugün olanaksız görünmektedir. Somut koşullar bu ufku da açmamaktadır.
Sermaye kalesinin hem ekonomi hem de siyaset arenasında bozguna uğramasına yol açacak gelecekteki beklenen gelişmeleri de sıraladığımızda tabloyu yavaş yavaş tamamlayabiliriz:
4 Şubat kararlarının 1991’lere kadar yürürlükte olacağının belirtildiği bir dönemde, uluslararası finans-kapitalden art arda uyarılar gelmeye başlamıştır. Başta IMF ve OECD dünyaya örnek gösterilen Türkiye ekonomisinin kırmızı alarm verdiğini raporlarıyla sergilemektedirler. Sermaye çevrelerinde ‘daha önceki kararlara fatiha okutturacak yeni kararların ve paketlerin açılacağına’ ilişkin başlayan söylentilerle bu uyarılar bir araya getirildiğinde referandum sonrasında finans-kapitalin hem ekonomik, hem de siyasi cephede yani bir saldırıya hazırlandığı izlenimi doğurmaktadır.
Ülke içinde başlayan krizi hızlandırıcı iki çok önemli etken daha mevcuttur: Bunları sıralamak gereklidir. Birincisi, bugün artık 50 milyar doları aşan dış borçların finans-kapitalin önüne dayanacağı ‘borç erteletme operasyonudur’. Borç erteletme parababalarının kaderidir. Ama bunu şimdi, uluslararası finans-kapital nezdinde itibarlarını yitirmemek ve değirmenin aşırma suyla; borçlarla dönmesini sağlamak için ağızlarına bile almaktan korkmaktadırlar. Bunun yapılması, bu kez bugün 50 milyar doları aşan yarın hızla 60 milyar dolara doğru tırmanan dış borçların bugün olmasa, en geç bir-iki yıl içinde bu kez çok daha kronikleşerek kapıyı çalması gündeme getirecektir. Ya bugün, ya yarın veya ertesi gün. Ecelden kaçmanın faydası yoktur!.. Her iki durumda da borç erteletme damarlardaki tıkanıklıkları arttıracak, bu kez kalpten beyne kanın pompalanamama tehlikesi apaçık belirecektir.
İkinci etken ise sonbaharda başlayacak yaprak dökümüdür. 1982-83’lerde başlayan ve bu yılın başlarında hafifçe başını doğrultan iflas dalgası ortalığa toz attıracaktır. Faizlerle artık nefes alamayan özellikle küçükten de çıkın, orta ölçekli sanayiler, firmalar finans-kapitalin avucunun içine düşmeye başlayacaktır. Bunun yanında, tampon sınırdaki orta kitlelerin de enflasyon, işsizlik, parasızlık üçgeninde giderek mülksüzleşmeye başlamaları da söz konusudur. Bir bankerlik faciası gibi, bir konutzede faciasının ortaya çıkması için tüm şartlar hızla olgunlaşmaktadır. Her iki olay da kitlelerdeki ekonomik ve politik kopuşmaları ve tepkilemeleri gündeme getirecektir.
Örgütlü proieterya sosyalistleri işte bu momentte, politik istikrarsızlık ortamının giderek nesnel bir olgun meyve haline gelmeye başladığı momentte, geçmişten bu kez farklı koşullarda, farklı ve yüksek dövüş gücüyle gündemi belirleme, geiişmeteri kendi kanallanndan yürütmeye başlamak göreviyle karşı karşıyadır. Artık finans-kapitaliçin geri dönülmez bir yolda ilerlendiğinin her geçen gün kesinleştiği bir dönemde bu görev on binlerce prole- terya sosyalistinin omuzlarındadır.
5
STALIN'DEN GORBACOV'A
MEHMET YILMAZER
Gorbaçov’un başlattığı yeniden yapılanma süreci ilerliyor. Gerek dünyada, gerekse Sovyetler’de pek çok tartışmaya yol açan bu gelişim aynı zamanda kendinden önceki dönemlerin kritiğini de gündeme getirmeden edemedi. Bu ise özellikle Stalin döneminin tartışılması demekti. Sovyet insanı, bugüne kadar yakalayamadığı fırsatı elde edince yılların birikimi, bazen çekimser olarak da olsa, ortaya saçılmaya başladı. Bugün Sovyetler’de yeniden yapılanmanın hergün aldığı yeni biçim kadar Stalin dönemi de tartışma konusu. Yeni düşünceler elli yıl öncesinin olaylarını yargılayarak ürüyor. Türkiye devrimcileri için olayın anlamı, tarihte kalan olaylann yeniden değerlendirilmesi olurken, Sovyet insanı için kendi tarihi, yeni bir atılış için sıçrama tahtası anlamına geliyor. Onun, bütün örtülü yanlan açılmalı, bütün “tabular kınlmalıdır. Glasnost insanları böyle düşünüyor.
Yeniden yapılanma neden, kendinden önceki dönemleri gündeme getirdi? Çünkü, perestıoyka genel karakteri bakımından öncesinin zıttı özellikleri taşıyor. Ve bugüne kadar katılaşmış pek çok kalıbı kırarak gelişiyor. Eğer olaya skolastik bir mantıkla bakılırsa artık değiştirilen ve inkâr edilen dünün değerleri top yekûn “yanlış” olarak ilan edilebilir. Hele yaşanan değişim oldukça derin birikimlerden sonra patlak verince böyle bir tehlike daha da artmaktadır.
“Stalin ve SSCB tarihi üzerine tutku köpürüyor ve daha uzun süre köpürmeye devam edecek. Tartışmada daima iki taraf - olacak: Stalin’den nefret edenler ve bütün yürekleriyle ona dürüstlükle “hizmet eden- ler” ( l )
Bir kimya mühendisi, Sovyetler’de bir gazeteye yolladığı mektupta böyle diyor. Ve bugün akıp giden tartışmada gerçekten bu iki zıt kutup çoktan şekillenmiştir. Uçlardan birisi Stalin döneminin topyekün inkânna vanrken, diğeri ise bütünüyle benimsenmesi gerektiğini savunuyor. Bu savruk düşünceler, yıllann birikiminden sonra hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Bunlar, glasnost selinin deli akıntılarıdır. Zaman, ama hepsinden önemlisi Parti’nin doğru yol göstericiliği, savrulan akıntılan esas nehir yatağında toplayabilir.
Stalin dönemiyle ilgili, böylesine birbirine zıt düşüncelerin şekillenmesinin altında hiç şüphesiz ki objektif bir temel olmalıdır. Hatta bu maadi temel bugüne kadar sarkmamış olsa, tepkiler belki de böylesine ayn noktalara sıçramayabilirdi. O nedenle Gor- baçov’la başlayan yeniden yapılanma hareketi, geçmişe göz atmadan yeterince açıklanamaz.
STALİN DÖNEMİStalin 29 yıl Sovyet iktidannın birinci is
mi olarak kaldı. Ancak “Stalin dönemi” olarak top ateşine tutulan dönem ise 1934lerle başlar. 1934 öncesinde genellikle Stalin’den “olumlu” olarak söz edilir. Sonrasında ise “kişi tapıncı”yla aşırılaşan “kötülüklerinden...
Bu yargının gerçeklik payını irdelemeli- yiz. Sovyetler’de dönemler lider isimlerine aşınca bağlı görünüyor. StaKn’in liderliğin- ]
debise iki farklı dönemden söz etmek mümkün. Ve gerçekte Stalin döneminden bugüne dek gelen hastalıklar 1934 Sonrasının yapılanmasında yatar. Bu birbirinin kaçınılmazca devamı olan fakat birbirinden oldukça farklı özellikler gösteren 1934 öncesi ve sonrasının temel karakterlerini irdelemeye çalışalım.
Lenin’in kısa ömrü sosyalizmin kuruluşunda “savaş komünizmfnden NEPe dönüşe yetebildi. 28 Şubat 1921 Kronştat ayaklanması, ‘savaş komünizmine bir tepki oldu. Ve NEPe dönüş başladı. NEP en başta kıra “ticaret özgürlüğü” demekti. Geçici bir geri çekilmeydi.
Yine aynı yıllarda uluslararası planda çok önemli bir değişim, Avrupa’da bir proleter devrimi olasılığının gittikçe tükenmesiyle yaşandı. Böylece SBKPnin gündemine “tek ülkede sosyalizm” sorunu bütün şiddetiyle geldi. Bugünden olaya bakıldığında, her şey otağanüstü basit görünüyor. Ancak o günlerin cehennemcil ortamında sorun hiç de apaçık değildi. “Tek ülkede sosyalizm” sorunu Lenin’in 1915 Yılında “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine’ makalesinde ele aldığı gibi teorik bir sorun olmaktan çıkmış, tamamıyla pratik bir var olma savaşına dönüşmüştür.
Leniriin ölümünden sonra bu konuda en az Stalin yalpaladı. Başta Troçki, ardından Zinovyev tek ülkede sosyalizmin “zaferini” imkânsız gördüler. Bu paniğin politikaya yansıması ise kendini Troçkistlerin “aşın sanayileşme” parolasında ortaya koydu.
1923-27 yıllan arasında Parti saflanndaki en yaygın ideolojik mücadele konusu “tek ülkede sosyalizm sorunu” ve NEP idi. “Troç- kist muhalefet” 1923’lerde Avrupa’da bir devrim ihtimalinin o dönem için sona ermesi gerçekliğinden hareketle, Sovyetler- de sosyalizmin kuruluşunda geçici bir adım olarak uygulanan NEP’e şiddetle karşv çıkmaya başladılar.
Ekonomi konularında Troçkistlerin sözcüsü durumunda olan E. Preobrazhensky 1925’lerde şöyle diyordu:
“Başlangıçta NEP kelimesi türetildi ve aynı anda üç anlamda kullanıldı: a) Yeni ekonomi politika, b) Karma meta sosyalist sistemimiz, c) Ekonomimizde burjuva prensibi. Şimdi “yeni ekonomi politika” yerine sosyalist birikim politikası, sosyalist birikim dönemi demek daha doğru ve uygun olurdu.” (2)
E. Preobrazhensky, “sosyalizmde ilkel birikim” tezinin savunucusudur. Geri ülkede sosyalizmin kurulması sorunu böyle bir problemi sosyalist devletin önüne getirmiştir. Peki bu nasıl yapılacaktır?
“Küçük burjuva ekonomisinin (köylülük dahil) kaynaklarına dokunmaksızın, sosyalist ekonominin kendi başına ilerleyebileceği düşüncesi hiç şüphesiz her durumda karşı devrimci bir ütopyadır. Sosyalist devletin bu noktadaki görevi, kapitalistlerden aldığından daha azını küçük burjuva üreticilerden almak değil, fakat ülkenin sanayileşmesi ve tarımın yoğunlaştırılması temelinde, bütün ekonominin (küçük üretim dahil) rasyonel-
leştirilmesiyle küçük üreticiye sağlanacak, halen daha geniş olan gelirlerinden daha fazla almayı içerir (3).
Bu tez, 1921’lerde başlatılan NEP’i bütünüyle dışlamaktadır. NEP, geri üretim temelinde kaçınılmaz bir şekilde, köylülerden “daha fazla almayı” değil, köylüye verilebilen sanayi ürünü oranında almayı temel politika edinmişti. “Savaş Komünizmi” uygulamasından bu noktada aynlıyordu. O ysa Troçkistlerin tezleri bu yönüyle “savaş ko- münizmi”nin sürdürülmesi anlamına geliyordu.
Yazar, aynı “ilkel sosyalist birikim tezi1 ’nde, “sosyalist formlar tarafından sosyalizm öncesi formlann sömürülmesfnden söz eder. Ancak bu teze Buharin’in haklı itiraz- lan karşısında kendini şöyle savunmadan edemez:
“Makalemde sosyalist formlarla sosyalizm öncesi formlann sömürülmesinden söz ettim, fakat hiçbir yerde ve hiçbir zaman proletaryanın köylülüğü sömürmesinden söz etmedim. Bundan bilinçli olarak kaçındım, çünkü sosyalizm tarafından küçük üretimin sömürülmesi hiç de zorunlu olarak proletarya tarafından küçük üreticilerin sömürülmesi anlamına gelmez.” (4)
Bilindiği gibi geri tanm ilişkilerinde küçük üreticinin artı-değeri sermaye birikimine yol açamayacak denli azdır. 1925 Rusya’sı koşullarında Troçkistlerin bu tezleri köylülüğe henüz gerekli tanm aletlerini vermeden onlan yıkıma uğratmak anlamına geliyordu. Bu, proletarya iktidannın çökmesi olurdu. Bu tezler X IV Kongrede (1925) reddedildi. Kongre sonrası gizli yayınla propagandayı sürdürmeye çalışan Troçkist muhalefet 1927 sonunda partiden ihraç edildiler. XV. Kongre (1927) öncesi Parti’de yürütülen açık tartışmada 724.000 üye MK tezlerini, 4000 üye Troçkist muhalefetin tezlerini destekledi.
Yukanda açıklandığı gibi Sovyetler’de sosyalizmin kuruluşunda ilk önemli dönüş noktası NEP’in ilanıyla başlamıştır. Sanayii elinde tutan proletarya devletinin henüz geniş köylü yığmlannı yeni tanm tekniği ve gerekli tüketim maddeleriyle besleyemediği bir dönemde, tanm ürünlerine belli ölçülerde serbest ticaret hakkı veren NEP, böylece proletarya iktidanna sanayii hızla kurmak için bir nefes alma imkânı veriyordu. Ancak böyle bir geçici geriye çekiliş, yani kırda ve iç ticarette kapitalizmin gelişmesine belli ölçülerde özgürlük tanınması, tek ülkede sosyalizmin kurulma imkânını görem eyen leri pan iğe uğrattı. “Aşırı sanayileşme” ve “köylüden daha fazla alınması” çığlıklannı attılar. Oysa 1921 Kronştand ayaklanması geri köylü yığınla- nndaki hoşnutsuzluğu açığa vuran en kesin kanıttı. XIV. Parti Kongresi bu görüşleri resmen yenilgiye uğrattı.
Sosyalizmin kuruluşunda diğer önemli dönüş 1929 yıllannda başlar. NEPin ilk dönemi kapanmak üzeredir. Kırda kulaklara karşı mücadele başlar. Tam bu momentte, Parti’den Buharin liderliğinde “sağ muhalefet" patlak verir. Her dönüm nok-
tası Partide kaçınılmaz biçimde savrulmalara yol açmıştır.
Bu dönüşün özü ve nedenleri nelerdi?
Buharin’e verdiği cevapta Stalin şöyle diyor:
“Oysa şimdi yeni bir gelişme evresi, eski dönemden, yeniden onanm döneminden, farklı bir döneme geçiyoruz. Yeni bir kuruluş döneminden, tüm ulusal ekonominin sosyalizm temeli üzerinde “ yeni baştan kurulması döneminden geçiyoruz.” (5) Bu ne demektir? Kapitalizmden devralman üretim araçlannm “yeniden onanmfndan, sanayiin “yeni baştan kurulması”na geçiştir. Böylece kapitalizmin halen var olan ar- üklannm hayat alanlan iyice daraltılmış oluyordu.
Öte yandan, NEFin ilk döneminde kırda kulak güçlenmiştir. Malını pazara sür- meyip, spekülasyon yapabilecek kadar palazlanmıştır. Stalin bir örnek aktarır:
“Örneğin, Kazakistan’da meydana gelen olay gibi olayları biliyor mu? Ajitasyoncu- lanmızdan biri, ülkenin azığının sağlanması uğruna, buğday ekicilerini buğdaylarını teslim etmeye ikna etmek için iki saat boyunca konuşmuştu; bir kulak, piposu ağzında öne çıktı, ilerledi ve yanıt verdi ona: ‘Hele şöyle biraz danset bakalım delikanlım, belki de o zaman iki pud buğday veririm sana’... Gidinde ikna edin bakalım bu adamlan!” (6)
Şehirde, sosyalist sanayiin temellerinin güçlenmesi, kırda buna bağlı olarak kooperatif hareketinin hızlanması, artık palazlanan kulaklann tasfiyesi momentine vanl- dığına işaret ediyordu.
Oysa aynı dönemde Buharin’in tezlerinde yükselen mücadelenin karakteri farklı bir şekilde tespit edilir:
“Kendi ‘iş’lerine izin vermekle şehir burjuvazisiyle (Nepman) sınıf mücadelesini ter- ketmediğimiz gibi, aynı şekilde, kırdaki benzer politika ile de sınıf mücadelesinin ter- kedildiği anlamı çıkmaz. Yalnızca onun biçimini değiştiriyoruz. Kır tüccarlarının dükkânlarına doğrudan zor ve güçle karşı çıkmamalı, fakat kendi iyi kooperatif dükkân- lanmızla karşı çıkmalıyız. Köy tefecilerine karşı... kendi kredi sistemimizle karşı koymalıyız... Bunlar kırlardaki sömürücü unsurlarla mücadelede öne çıkartmamız gereken silahlardır.” (7)
1927-28’de patlak veren kulaklann “buğday grevi”ne rağmen Buharin sınıf mücadelesinde karakter değişimini görememiştir. Buharin, daima “adım adım” bir değişimle Nepmanlann ve Kulaklann elenmesini, güçsüzleştirilmesini savunmuştur. O ysa, emperyalizm denizinin ortasında bir adacık konumunda olan Sovyetler için zaman kaybı en öldürücü etkendi. Aynca, Kulaklann direnişi, yani spekülasyonu artık yeni bir momentin gelip çattığını açıkça ilan ediyordu.
“Biz, 1921’de NEPi kurduğumuz zaman, onun sivri ucunu savaş komünizmine, her ne olursa olsun, tüm ticaret özgürlüğünü dıştalayan bir rejime ve bir eşya düzenine karşı yöneltmiştik. NEPin belli bir ticaret özgürlüğü anlamına geldiğini düşünüyorduk ve düşünüyoruz. Buharin, sorunun bu yönünü aldı. Çok iyi. Am a Buharin, sorunun bu yönünün NEP’in tümü olduğunu varsaymakla yanılıyor. NEPin bir de öteki yönü olduğunu unutuyor. Gerçekten de, NEP eksiksiz tüm bir ticaret özgürlüğü, pazar üzerinde özgür bir fiyat oyunu demek değildir. NEP, bazı belli sınırlar içinde, bazı belli çerçeveler içinde, pazar üzerindeki düzenleyici rolü devletin elinde olmak üzere, ticaret özgürlüğü demektir. Bu da NEP’in ikinci yönüdür.” (8)
NEP’in ilk 6-7 yılından sonra kulakların
başlattığı “pazar üzerinde özgür bir fiyat oyunu* Buharimn tezleri ile aşılamazdı. Buharin, NEPle birlikte, henüz sosyalizmin en kritik kuruluş günlerinde, sınıf mücadelesi araçlannı neredeyse bütünüyle ekonomik bir yanşa indirgemiştir. Oysa, o günlerde siyasi zordan vazgeçmek, genç Sovyet ik- tidan için mümkün değildi.
“Sağ muhafelet”, yani Buharin, Rykov ve Tomsky’de somutlaşan bu politika XV. Kongre sonrası 1929’da Partiden tasfiye edilmiştir Ardından gelen XVI. Kongre (1930) “tüm cepheler boyunca sosyalizmin top yekûn saldırı kongresi olarak” (9) tarihe geçmiştir. Bu saldırının düzenli tümenleri 1928-1932 yıllannı kapsayan ilk beş yıllık plan uygulamasıdır.
1934’te XVII. Kongre raporunda Stalin gelişmeleri değerlendirirken şu tesbitleri yapar: “Bundan, kapitalist ekonominin artık SSCB ’de tasfiye edilmiş olduğu ve kırsal alanda bireysel köylüler kesiminin ikincil plandaki mevzilere çekilmiş bulunduğu sonucu çıkıyor.” (10)
1934’ler Sovyetler’de kapitalizmin geri dönülmezce yenildiği, sosyalizmin maddi temelinin sağlamlaştığı yıllardır. İlk Beş Yıllık Planla büyük bir coşku ve halk insiyatifiy- le, şehir ve kırlann çehresi çok büyük ölçülerde değiştirilmiştir. XVII. Kongre’den “zafer kongresi” diye söz edilir. Bu zaferin anlamı açıktır, sosyalizm, yürütülen ekonomi politikayla geniş halk yığınlarının görülmemiş girişimiyle artık perçinlen m iştir. Öte yandan, bu kongrede Kamanev, Zinovyev ve Buharin’de Partiye dönmüş, Kongre’de yürütülen politikayı destekleyen konuşmalar yapmışlardır. Maddi gelişim, Parti saflarında daha önce yaşanan ideolojik mücadelenin sola ve sağa yalpalayan yönlerini imkânsız hale getirmiştir. Ortada sosyalizmin kuruluşunun tartışılmaz kanıtları durmaktadır.
Böylece 1934 Şubat’mda XVII. Kongre ile Stalin döneminin ilk bölümü kapanmış olur.
SERGEİ K İROV ’UN KATLİYLE BAŞLAYAN “BÜ YÜ K TASFİYE”
DÖNEMİ
1934’teki XVII. “Zafer” Kongresi’nden sonra, aynı yılın sonunda, Partide Stalin1 den sonra gelen, MK Sekreteri Sergei Ki- rov, “partinin sevgili çocuğu”, Leningrad1 daki Parti odasında, yine Parti üyesi bir pro- vakatör tarafından vurulur. Olaya ilk kendiliğinden tepki, Sovyetler’in her bölgesinde yapılan “intikam” mitingleridir. Bütün ülkede politik hava birden değişir.
Kirov olayının karakterini belirleyebilmek için, önceki gelişmelere bakmak gerekli. En belirgin olanları sıralarsak olayın nasıl karakter değiştirdiği ortaya çıkacaktır.
1928’in başlarında Şahti ve Donets kömür madenleri bölgesinde eski burjuva uzmanlardan oluşan büyük bir sabotaj grubu ortaya çıkartılır. Bunlara bağlı olarak daha yaygın bir örgütlenme “Sanayi Partisi” 2 bin civannda üyesiyle kendini ele verir. Üyeler genellikle kalifiye teknik uzmanlardır. Bu olay, sosyalizmin teknik geriliğine karşı burjuva artıkların kendi teknik silahlarıyla sosyalizmin kuruluşuna karşı bir direnişti. Sosyalizm hızlı adım attıkça ve geniş teknik kadro yarattıkça bu silah geçerliliğini yitirdi. Y ine 1930’larda Sosyalist Devrimcilerin tabanına dayanan bir yeraltı örgütlenmesi “Emekçi Köylü Partisi” deşifre edilir. Hızla çözülen bu örgütlenme önemli politik sonuçlar doğurmaz. Bu dönemde ortaya çıkartılan diğer bir örgütlü yapı “Birleşik Menşevik Bürosu”dur.
Bu sabotaj salgınları bazı ölüm cezaları ve iki bin kişinin Partiden ihracıyla durgunlaşmış görünür. (11)
Çok açık ki bu yıllar, bizzat Sovyetler’de
kapitalizmin güçlü kahntılanna karşı savaş yıllandır. Ve budönem 1934 XVII. Kongresi ile noktalanmış görünür. Kapitalizmin artıklannın ve Parti içindeki muhalif akım- lann umutlannın tükendiği dönem yine bu dönemdir. Bu iki açıdan böyledir. Yürütülen Beş Yıllık Plan seferberliği ile sosyalizmin maddi temelleri geri dönülmez bir şekilde sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda, Parti içinde yürütülen ideolojik mücadele ile sapkın eğilimler kesin bir yenilgiye uğratılmıştır. Bu yenilgi, sanayii atılımı ve tanındaki kolektifleştirme ile taçlandırılınca, sosyalizme karşıt eğilimlerin umutlannın tükenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
Sergei Kirov’un oldukça iyi korunmasına rağmen bizzat Parti binasında katledilmesi ve provakatörün parti üyesi olması bütün Sovyetler’de ve özellikle Parti saflarında şok etkisi yaratmıştır. En kaba bakışla ilk tespit edilebilen gerçeklik, sosyalizm düş- manlannın Partiyi bizzat Parti içinden vurmayı denemeleridir. Kirov olayı ne o gün ne de bugün yeterince aydmlanmamıştır. Kirov’un ismi Leningrad Parti örgütünde, Troçki’yle aynı safta yer alan ve Kirov’dan önce Leningrad Parti örgütünde sorumlu durumundaki Zinovyev ve taraftarlarına karşı yürüttüğü güçlü ve tutarlı mücadelede öne çıkmıştır. Bu parti bölgesindeki “sol sapma”, Kirov’un öncülüğünde yenilmiştir. Fakat Kirov bunun bedelini parti için çok büyük önem taşıyan yaşamı ile ödemiştir. Suikast olayına Leningrad Çeka’smdan* bazı isimler de karışmış fakat olay yeterince aydınlanamamıştır.
Bu dönemin, yani 1934’te başlayan 1937’de durulmaya başlayan “büyük tasfiye” döneminin siyasi değerlendirmesine geçmeden, o yıllarda yaşanan olaylan ana hatlanyla özetlemek gerekli.
Kirov olayından hemen sonra, Politbü- ro’nun ilk aldığı karar, sonraki gelişimlerin kaderini belirlemiştir.
“ (1) Soruşturma yapmakla görevli kurumlar, terörist eylemleri hazırlamak ya da yürütmekle suçlananların durumları hak- kındaki çalışmalarına hız verecektir.
“ (2) Yargı organları, bu kategoriye giren suçlularca yapılan pişmanlık başvurulan nedeniyle ölüm cezası kararlannın uygulanmasını geciktirmeyecektir, çünkü SSCB Merkez Yürütme Komitesi Presidyumu böyle başvurularının dikkate alınmasını mümkün görmemektedir.
“(3) NKVD (Çeka bn.) görevlileri, yukarıda sözü edilen tipteki suçlular hakkında- ki ölüm cezası kararlarını, karar alındıktan sonra derhal uygulayacaktır.” (12)
Böylece, olayların soruşturulması ve ce- zalann infazı yetkisi, Çeka’ya verilmiştir. Üstelik kararların büyük bir süratle uygulanması kaydıyla. Bu karar, lik bakışta son derece doğal ve yerinde görünür. Proletarya iktidannda her türlü yıkıcı girişime karşı örgütlenmiş olan Olağanüstü Komite: Çeka, şimdi de benzer bir görevi yürütecektir. Ancak tam bu noktada, önceki faaliyetlerin karakterinden bambaşka karakterde bir olguyla yüzyüze gelinir. Kirov’u vuran da partilidir. Böylece soruşturmanın mızrak ucu kaçınılmaz bir şekilde parti içine yönelmiştir. Olayların süratli akışı içinde, Sovyet ik- tidannm eg temel direği Parti, yalnızca devlet organlarından birisi olan Çeka’nın gözetimi altına girer. Bu olgu Sovyet yaşamında ve özellikle parti yaşamında olağanüstü alt üstlüklere neden olur.
Olayların akışını basamak basamak izleyelim.
Kirov olayından hemen bir yıl önce 1933’de XVII. Kongre öncesi, periyodik “partiyi arındırma” çalışmalarından birisi başlatıldı. Bu, devrim sonrası koşullarından birisiydi. Daha önceleri 1920, 192İ, 1924,
1925 ve en son 1929-1930’da uygulanmıştı. 1933’teki uygulama ise, parti üyeliğinde aşın şişme üzerine karara bağlandı. 1930-1933 arası Partiye 600.000 yeni üye katılmıştı. “Parti, 1930-33 yılları arasındaki koşullarda böylesine büyük bir katılma akımının, üye sayısının anormal ve istenmez bir artışı olduğunu sezmemezlik edemezdi. Parti saflanna sadece dürüst ve esirgenmez kimselerin değil, ama rastlantı sonucu gelmemiş üyelerin de parti bayrağını kişisel bir erekle kullanmak isteyen ikbal av- cılannın da girdiklerini biliyordu.” (13)(*) Çeka kuruluşundan sonra birkaç isim değiştirmiştir. Önce NKVD sonra KGB olmuştur. Biz yazımızda ondan en bilinen ismiyle, Çeka olarak söz edeceğiz.
1933’te başlatılan Parti’de tasfiye çalışması, Kirov’un vurulmasından sonra, kaçınılmaz bir şekilde yepyeni özellikler kazana- mıştır. Üstelik “temizlik” çalışmasının içine kaçınılmaz bir şekilde Çeka’da aşınca girmiştir. 1935’te üye kaydı durdurulmuş, 1936’da Partililerin “silah taşıma hakkı” kal- dınlmıştır.
Ve 1936 Temmuz’unda Parti örgütlerine yollanan “gizli mektup”la 1934’ten beri sürdürülen Kirov soruşturmasının ilk sonuçlan bildirilmiştir, Mektup sanıkların “iti- raflannda alıntılarla doludur. Sonuç ise şudur: Troçki’yle bağlantılı olarak, 1932’den beri Kamanev ve Zinovyev’in öncülüğünden parti liderini hedef olan suikast eylemlerinin planlamasını yapan bir yeraltı örgütlenmesinin varlığı ortaya çıkanlmıştır. (14)
Bu mektubun muhtevasının parti moral yaşamında korkunç bir güvensizlik yaratacağı açıktır. 1934 Kongresi’nde Parti’ye bağ- lılıklannı vurgulayan isimler, şimdi partinin gözünde parti liderliğinin yok edilmesini hedefleyen bir yeraltı çetesinin üyeleri durumundadır. 1936-7 yılı ünlü “Moskova Mahkemeleri” ile geçer. Partiden başlayıp, Ordu’da bazı üst rütbeli görevlileri de içine alan mahkemeler, ölüm cezalan ile sonuçlanır.
1937 Mart Genişletilmiş MK toplantısında Stalin olayları en genel hatlanyla şöyle değerlendirir.
“Kendini beğenmişlik, kayıtsızlık ve politik uyanıklığın körleşmesi biçiminde kendini açığa vuran, ekonomik başanlann yansıması, yalnızca, partiyi inşa etme ve Partimizin bütünüyle genişletilmiş politik çalışmasıyla ekonomik başanlar birleştirildiğinde, ancak o zaman, ortadan kaldırabileceği, açıklığa kavuşturulmalıdır.
“Günümüz Troçkistlerine karşı mücadelede artık eski metodlann, tartışma metod- lannm değil, tersine yeni metodlann, köklerinin kazınması ve ezme yönteminin ge rekli olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır.
“Partili yoldaşların günümüz bozguncu- lan ve Şahti döneminin bozgunculan arasındaki farkı açıkça kavramaları, Şahti dönemi bozgunculuğunun, insanlanmızın teknik bilgisizliğinden yararlanarak, onlan teknik alanda aldatırken, parti üye kartı taşıyan bugünkü bozguncuların, insanlarımızın politik kayıtsızlığından yararlanarak, parti üyeleri olarak görünmelerinin sağladığı güveni kötüye kullanarak bizleri aldattıklarının açıkça kavranması gereklidir.” (15)
Burada değinilmesi gereken en önemli nokta, 1934’ten sonraki yaşanan “tasfiye” günlerinde artık parti üye kartının üzerine de kuvvetli şüphe gölgesinin düşmesidir. Ve soruşturma öyle gelişmiştir ki Parti içinde Troçki, Kamanev, Zinovyev ve Buharin1 in görüşleri ve konumları tek ve aynı kavrama: “halk düşmanı” kavramına indirgenmiştir. Ve elbette bu yargı, dönem dönem bu görüşlere yakınlık duyan pek çok Partiliyi de içine alır hale gelmiştir.
Partideki tasfiyenin ortaya çıkarttığı diğer
gerçeklere değinelim. Ştalin’in yukanda sözünü ettiğimiz değerlendirmeyi yaptığı MK toplantısından sonra yayınlanan 21 Nisan 1937 tarihli Pravda’da şunlar yer alır.
“MK, Troçkistlerin saptırma eylemlerinin açık hale gelmesinden sonra, bunlann deşifre edilmesi ve maskelerinin düşürülmesi işinde sanayi ve ulaşımdaki organlann bir kısmının pasif kalması olgusunu kabul edilemez görmektedir. Troçkistlerin maskeleri, genellikle NKVD (Çeka) organlan ve tek tek parti üyeleri gönüllüler tarafından düşürülmektedir.” (16)
Pasif kalan organlara yapılan bu uyandan bir yıl sonra MK tam aksi yönde bir uyarı yapmak zorunda kalır. Ocak 1938 MK Karan Partideki tasfiyenin nasıl bir noktaya geldiğini gözler önüne seren en önemli belgedir. Biraz uzunda olsa bazı bölümlerini aktaralım:
“Kubyişev bölgesinin pek çok biriminde Komünistlerin büyük bir kısmı halk düşmanı olarak partiden ihraç edildi. Fakat NKVD (Çeka) organlan ihraç edilen kişilerin tutuklanması için bir neden bulamadı... Bunlardan 43’ü Kubyişev MK Kontrol Komitesi Yürütme Kurulu’na gelerek ya tutuklanmalarını ya da üstlerindeki utanç verici lekenin kaldınlmasını talep ettiler.
“Pek çok Parti organı ihraç edilen kişilerle ilgili olarak hoşgörülemez bir keyfilikle davrandılar. Sovyet iktidarına ve partiye karşı düşmanca eylemleri nedeniyle değil sosyal kökenlerini gizleme ve pasif tutumlann- dan dolayı otomatik olarak işlerinden kovuldular. evlerinden atıldılar.
“Böylece, bu parti organlannm liderleri, partinin Bolşevik uyanıklık konusundaki sırasında ihraç edilenlerin başvurulannın incelenmesine biçimcil bürokratik yaklaşım- lanyla, parti düşmanlannm elinde oyuncak oldular...
“Bunlar Parti üyelerinin kaderiyle ilgili suç derecesinde bir dikkatsizlikle açıklanabilir...
“Rostov bölgesinde 2500’den fazla itiraz başvurusu incelenmedi; Krasnodar’da 2000; Smolensk’te 2300; Voronez’de 1200...”
Partideki tasfiye sırasında “halk düşmanı” suçlaması artık pekçok dürüst partiliye de sıçrayabilen çamur lekesi haline gelmiş, partiyi arındırmak için yapılan uygulama partinin temellerini sarsmaya başlamıştır. “Halk düşmanı” kavramı belirsizleşmiş, Parti saflannda samimi unsurlan da vuran bir silaha dönüşmüştür. Bu gerçekliği gören Parti, MK Kararının son bölümünde Partide yeni tip bir “düşman”a karşı uyan yapmayı gerekli görmüştür. Karar şöyle devam eder:
“Bu kılık değiştirmiş düşman -en azılı hain- genellikle uyanıklık konusunda herkesten daha çok bağırır, mümkün olan en fazla sayıda insanı deşifre etmek için acele eder ve böylece Parti önünde kendi suçla- nnı örter, gerçek halk düşmanlannm maskesini indirmede parti organlannm dikkatini saptınr.
“Bu kılık değiştirmiş düşman -iğrenç iki yüzlü- her yolla Parti organlannda aşın şüpheci bir atmosfer yaratmak için didinip durur, bu yaratılan hava içinde, birisi tarafından haksızca suçlanmış bir komünisti savunmak için konuşan her Parti üyesini derhal uyanıklık eksikliği ile ve halk düşman- lanyla bağlan olmakla suçlar” (17)
Bu karardan çıkartılabilecek en kaba sonuçları şöyle sıralayabiliriz:
Partiden ihraçlar, suç derecesinde biçimcil bürokratik keyfilikle yapılmıştır.
Partiden atılanlar “halk düşmanı” damgasını yedikleri için, ya Çeka tarafından tutuklanmak ya da almlanndaki şerefsiz bir lekeyle yaşamak zorunda kaldılar.
Atılmalara karşı yapılan pek çok itiraz aynı bürokratik keyfilikle incelenmeden oyalandı.
Hepsinden önemlisi, Partiden tasfiye konusunda, “kılık değiştirmiş düşmanlar, herkesten daha aktif davranıp, Parti organlannda korkunç bir şüphe ortamı yaratabildiler.
Bütün bunlar bir Parti yaşamında tamir edilmesi oldukça güç moral bozulmalara yol açar.
Olaylann anlatımını noktalamadan, tasfiyelerin iki önemli sonucuna değinelim.
1934’teki Zafer Kongresi’nden (XVII) 1939’daki XVII Kongre’ye kadar geçen tasfiye döneminde, XVII. Kongre’ye katılan 1966 delegenin 1108’i yine XVII. Kongrede seçilen 139 MK ve yedek üyesinin 98’i ölümle cezalandırmıştır. Bu rakamlar Parti tabanı bir yana tasfiyelerin Parti tepesinde de hangi boyutlara vardığını açıklamaya ye- terlidir.
Yine, aynı dönemde bütün bu tasfiyelerde zirvede rol oynayan Çeka başkan- lan Yagoda, Yezhov ve en son Beria, aynı halk düşmanı suçlamasından kurtulamamışlardır. İlk ikisi Stalin döneminde tasfiye edilmiş, Beria ise Stalin’in ölümünden hemen sonra kurşuna dizilmiştir.
Bütün bu sonuçlan değenlendiren XVIII. Kongre (1939), “periodik yığınsal temizlik” uygulamışının, terkedilmesi konusunda tüzük değişikliği kabul etmiştir. Tüzük değişikliğinin gerekçesi şöyle formüle edilmiştir.
“Parti tüzüğü, MK kararlaştırdığında periodik parti temizliğine imkân sağlar. Deney, aşağıdaki nedenlerden dolayı, bundan böyle yığınsal parti temizliğinden kaçınmak gerektiğini göstermiştir:
“a. Kapitalist unsurlann canlandığı, N E P in demoralize ettiği kişilerin parti saflanna sızmasını engellemek için, NEP başlangıcında uygulanmaya konulan yığınsal parti temizliği metodu, kapitalist unsurlann tasfiye edildiği bugünkü koşullarda geçerliliğini yitirmiştir. Daha da ötesi, topyekün temizlik uygulamasının parti üyelerine tek tek yaklaşım -tek doğru yaklaşım- imkânını dışladığı ve bunun yerine, “tek bir standart uygulamayı” üyelere aynmsız tekdüze yaklaşımı geçirmektedir. Bu nedenle, kendi tarz- lannı partiye aktaran düşman unsurlar, temizliği dürüst parti çahşanlannı tahrik etmek ve hırpalamak için kullandığından, topyekün annma, partiden pek çok temelsiz ihraca sebep oldu...
“b. Topyekün annma uygulaması, kendi yöntemlerini partiye sızdırabilen, iki yüzlülük ve sahtekârlıkla düşman çehrelerini gizleyen bu unsurlara karşı kısmen etkisiz oldu. Bu konuda amacına ulaşamadı...
Bu nedenlerle dönemsel topyekün annma terkedilmelidir...” (18)
Bu kongre karanyla, 1934’te başlatılan, özellikle Parti içindeki “halk düşmanlan”na karşı mücadelede kullanılan, “topyekün annma” uygulamasının, bizzat Partiyi yaraladığı belli ölçülerde de olsa kabul edilmektedir.
“Büyük tasfiye” döneminin olaylannın en genel özetinden sonra, konunun politik irdelenmesine geçelim. Neden olaylar bu boyutlara vardı, Parti’de “aşırı şüphe atmosferi” nasıl doğdu? Böyle bir dönemi yaşamak, Sovyetler’in kaçınılmaz kaderi miydi? Ve Stalin özellikle böyle bir dönemin yaşanmış olmasından hareketle, Sovyet insanının “nefretini” kazanmayı hak etmiş midir?
STALlN DÖNEMİNİN ELEŞTİRİSİ
Stalin kendi döneminde eleştirilemedi. Ölümünden ancak üç yıl sonra hedef tahtasına getirebildi. Ve hâlâ desteksiz atışlarla hırpalanıyor.
Stalin’e ilk önemli eleştiri Kruşçev’in XX. Kongre’de (1956) yaptığı “gizli” konuşma ile başladı. Kongre sonrası MK’nın aldığı “Kişi
Tapmcı ve Sonuçlarının Giderilmesi Üzerine” başlıklı kararla resmileşti. Bu karar Stalin döneminin oldukça iyi bir değerlendirilmesini içerir. Kapitalist kuşatmanın ve ülke içinde yürütülen kuruluş çalışma- lannın “çelik bir disiplini, devamlı artan bir uyanıklığı ve liderliğin en keskin merkezileşmesini talep ettiğini” fakat bunun “demokratik yapının gelişimine” kaçınılmaz olumsuz etkileri olduğunu tespit eden karar, şöyle devam eder:
“Uzun bir dönem, Parti Merkez Komitesi Genel Sekreterliği görevinde bulunan Stalin, diğer liderlerle birlikte Lenin’in emirlerini gerçekleştirmek için aktif olarak mücadele etti. Kendini Marksizm, Leninizme adadı, bir teorisyen ve iyi bir örgütçü olarak Troçkistlere sağ-kanat oportünistlerine, burjuva milliyetçilerine ve kapitalist kuşatmanın entrikalarına karşı parti mücadelesine öncülük etti. Bu politik ve ideolojik mücadele Stalin’e büyük bir otorite popülerlik kazandırdı. Bununla birlikte, bütün büyük zaferler hatalı olarak onun ismine bağlanmaya başlandı. Parti ve Sovyet ülkesinin başarıları ve ona yapılan övgüler Stalin’in başını döndürdü. Böyle bir atmosferde Stalin’e kişi tapıncı kerte kerte şekillenmeye başladı.” (19)
1. Stalin’e yöneltilen önemli eleştirilerden ilki “kişi tap ın a ” yla ilgilidir. Kararda, Stalin’in böyle bir konuma gelerek, eleştirilerin üstüne çıktı, Parti yaşamının kurallarını “keyfi” olarak çiğnediği belirtilir. Buna örnek olarak 1934-39 arası “büyük tasfiye” dönemi ve ondan sonrası gösterilir. 1939’dan sonra 13 yıl Parti Kongresi toplanmamıştır. Gerçi bunun beş yılı savaşla geçmiştir. Ancak savaş 1945’te bitmesine rağmen XIX. Kongre 195Zde toplanabilmiştir. Yine bu yıllarda Geniş MK toplan- tılan da yapılmamış, Parti, Pblitborü ya da bazen Politbüronun daha dar komisyonları tarafından yöneltilmiştir.
Akla ilk gelen soru, Stalin’in bu konumuna neden daha önce doğru zeminde bir tepkinin ortaya çıkamadığı olur. Buna bağlı olarak, “bir kişi” nasıl Parti ve Devlet yaşamının tümüne egemen olabilmiştir?
Kararda şöyle denir?“Neden, bu insanlann o zaman Stalin’e
karşı açık bir konum almadıklan ve onu liderlikten uzaklaştırmadıklan sorulabilir? Dönemin koşullannda bu yapılamadı... Ona karşı herhangi bir eylem, o koşullarda halk tarafından anlaşılmayacaktı. Kişisel cesaret eksikliği konu değildir... Daha da ötesi, böyle bir konum o günkü koşullarda sosyalist kuruluş amacına karşı bir tutum olarak, kapitalist kuşatma altında olağanüstü derecede tehlikeli olacak olan bütün devletin ve Partinin birliğine karşı bir saldın olarak kabul edilecektir (20)
Demek 1940’lara gelindiğinde “Partinin, Devletin birliği ve sosyalizmin kuruluş amacı”, “Stalin’in kişiliğiyle etle tırnakmışçasına bütünleşmiştir. Parti bu olguyu sonralan “kişi tapmcı” olarak lanetledi. SBKP bu konuda yeterince haklı mıdır?
Stalin’in, Lenin ölçüsünde mütevazi, sıradan olamadığı tartışmayı gerektirmeyecek ölçüde açıktır. Ancak “bir kişfnin, yalnızca kendi “keyfiliğiyle”, üstelik Bolşevik Partisi’nde böyle bir konuma gelmesi kolaylıkla kabul edilebilecek bir tez gibi görünmüyor.
Parti ve elbetteki Stalin, gerek sağ ve sol sapkınlara karşı ideolojik mücadeleyle ve gerekse bu mücadeleyi, sosyalizmin ilk, sağlam maddi temellerinin atılmasıyla taçlandırarak Sovyet insanının gözünde haklı olarak yücelmiştir. Ancak bu noktada geri bir ülkede sosyalizmin kuruluşunun ödenecek bedellerine gelinir. Parti ve Sovyet proletaryasının en iyi kadrolannın bir bölümü
iç savaşta yitirilmiştir. Devrimi yürüten Pet- rograd proletaryası devrime kan vere vere, devrim sonrası mücadele için zayıf düşmüştür. (Petrograd örgütünün uzun zaman, Troçkiye yalpalayan Zinovyev’in liderliğinde kalması tesadüf olmasa gerek) Ve ilk beş yıllık plan döneminde proletaryanın sayısı 11 milyondan 22 milyona çıkmış, yani 11 milyon mujik, proletaryanın saflanna katılmıştır. Bu, köylü ruh halinin biraz da partiye taşınması demektir. Bu nedenle, Stalin kendini yüceltmeden önce XVII. “Zafer Kongresi” Stalin’i yüceltmiştir. Stalin bir yana yaşıyan her MK üyesinin ismi bir fabrikaya, bir kolhoza ad olarak verilir. Hatta her bölge komitesi liderlerinin ismi, bölge rad- yolanndan, fabrikalara kadar pek çok kuruluşa isim babalığı yapar. Bu yüceltme o günlerde göz ebatmaz. Ancak 1934’te kopan “tasfiye” fırtınasıyla, liderlerle birlikte fabrikalann adlan da değişmek zorunda kalınca anormallik ilk olarak göze çarpar. Değişmez olarak Stalinkalır. O da ölümünden sonra aynı akıbete uğramadan edemez.
Lenin, Partide ve devletteki en küçük keyfiliğe karşı yorulmaz bir mücadele vermiştir. 1918 Martında maaşının birden 500 rubleden 800 rubleye çakanldığını öğrenince, bunun açıklamasını istemiş, 1917 Kasımında çıkartılan ücretlerle ilgili yasanın bu keyfi ihlalini, kanunsuz ücret artışını protesto ederek, Halk Komiserleri Büro Müdürü Buryeviç’i sert bir şekilde uyarmıştır.(21) 1918’in mahşer ortamında böylesine bir detaya karşı bile tepkisini göstermekten geri durmayan Lenin’in öğrencileri, sonraki yıllarda aynı titizlikte davranamadılar.
Stalin yalnızca “bir kişi” olarak Partinin ve Sovyet iktidarının böylesine üstüne çıkamazdı. 1934’lere kadar partiyi saran “başan sarhoşluğu”, yansı henüz köylülükten kopmuş Sovyet proletaryasının bu ortamında kendine sosyal bir temel bulmuş ve hemen hemen bütün parti içinde yaygın bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu noktada liderlere, sıradan yığınlardan çok daha fazla sorumluluk düştüğü açıktır. Ancak olayı Stalin’le ve onun en dar “çevresiyle” sınırlamak, Partideki genel ruh halini göz ardı etmek oluyordu. SBKP, MK Kararı 1956’da bu hataya düşmüş görünüyor. Stalin’in “kişi tapıncı” öne çıkartılarak, hedef haline getirildi. Ancak sorun çözümlenemedi. Nitekim, Kruşçefin yerini Brejnev’un almasıyla bu sosyal gerçekliğin köklerinin hiç de yabana atılır olmadığı ortaya çıkmıştır.
Kirov’un ölümüyle tam bir kargaşaya dönüşen partiden tasfiyeler yalnızca Stalin’in “kişiliğiyle” açıklanamaz. Tasfiyelerin keyfiliğe dönüşmesi, namuslu pek çok partiliyi ve Sovyet insanını yaralaması, “başan sarhoşluğuyla” inmelenmiş, bu anlamda, yalnızca bu anlamda, yığınlardan ayırtlan* mış, geniş Parti önder kadrosunun kollek' tif bir hatasıdır.
Özetle, eğer Sovyet insanı kendi tarihindeki bu dönemin eleştirisini Stalin’in kişiliğinde sınırlarsa, hastalığın yalnızca en sivri ucunu hedeflemiş, onun sosyal köklerini gözardı etmiş olur.
II. Stalin’e yöneltilen ikind önemli eleştiri konusu onun aşınya kaçan baskıclıığı ve bunun teorik kökleri üzerinedir. Kruşçev XX. Kongre’deki “gizli” konuşmasında konuyu şöyle sunar:
“ö te yandan, Stalin, devrimin muzaffer olduğu, Sovyet devletinin güçlendiği, sömürücü sınıflann tasfiye edildiği ve ulusal ekonominin bütün alanlardan sosyalist ilişkilerin sağlamca kökleştiği, partinin politik olarak sağlamlaştığı, nicelik ve ideolojik olarak kendini gösterdiğini bir momentte yaygın sindirme ve aşırı metodlar uyguladı.”(22)
Sorun böyle konulduğunda “aşınlıklar” ve
“kötülükler” Stalin’in kişiliğine indirgenmiş oluyor. Ancak yine de şu soru kafalara takılmadan edemiyor. Parti de ve ülkede durumun bu kadar iyi olduğu momentte Stalin böyle bir uygulamaya neden gerek gördü ve bütün bu uygulamalan nasıl yapabildi? Ülkede durum gerçekten, Kruşçev1 in tespit ettiği gibidir. 1934’lerde Sovyetler, sosyalizmin kuruluşu yolunda başanlı bir dönemi tamamlamıştır. Fakat bu tespit sorunu çözmek yerine karmaşıklaştmyor. Çünkü 1934’ler sonrasının olaylan öncesinin başanlan üzerine kabus gibi çökmüştür.
Kruşçev, Kirov’un vurulmasının Partide yarattığı etkiyi yeterince dikkate olmaz. Evet olay ardından gelen uygulamalarla kendi boyutlarından öteye vardırılmıştır. Ancak bütün bunlann bile “bir kişiye” indirgenmesi, olaya sınıf bakışını karartmaktan başka bir sonuç doğuramazdı. Bu nedenle olsa ge rek, Kongre’den sonra MK karannda soruna daha teorik bir yaklaşım getirilmiştir:
“Sovyetler Birliği’nin sosyalizme doğru gidişiyle sınıf mücadelesinin gittikçe artan bir keskinlik kazanacağını iddia eden Stalin’in hatalı formülasyonu, sosyalizmin kuruluş amacına, Parti ve devlet içinde demokrasinin gelişmesine büyük zarar verdi. “Kim kimi yenecek” sorununun çözülmekte olduğu, sosyalizmin, temellerinin inşası için ısrarlı bir sınıf mücadelesinin verildiği dönemde, yalnızca sürecin belli bir aşamasında doğru olan bu formülasyon, sömürücü sınıfların ve onların ekonomik temelinin tasfiye edildiği, ülkemizde sosyalizmin zafer kazandığı bir momentte, 1937’de öne sürüldü. Pratikte, bu hatalı teorik formülasyon, sosyalist kanunlann en kaba ihlali ve yığınlara baskı için temel oldu.” (23)
Stalin, bu teorik formülasyonu ilk olarak 1937’de öne sürmemiştir. Özellikle Buha- rin’in, Nepman ve Kulaklann ekonomik bir yanşla eritilebileceği tezine karşı 1928’de ileri sürmüştür. Ancak, aynı tezi Stalin bir kere daha 1937’de MK toplantısında vurgulamıştır. (24).
Kirov olayının ortaya koyduğu en önemli gerçeklik nedir? O güne kadar parti dışındaki eski siyasi kalıntilann sabotajlanna karşı mücadele etmek bir ölçüde kolaydı. Hiç değilse “düşmanın” siyasi zemini apayny- dı. Ancak Kirov olayıyla, yaşam şansı daraltılan, yok olmakta olan diğer sınıflann ıtepkinin parti içinden bir saldırıyla yeni bir biçime girdiği gün ışığına çıkıyordu. Y ine aynı saldınyla artık parti içindeki Stalin’in deyimiyle “eski mücadele metodlannın” “tartışma metodunun” bittiği ilan edilmiş oluyordu. Ancak sorun, gerçekten hangi unsurların “eski” mücadele metodunu” terkettiğinin soğukkanlı tesbitine gelip dayanıyordu.
Stalin, 1956 MK kararında belirtildiği gibi, “sosyalizmin kuruluşu ileri adım attıkça sınıf mücadelesinin gittikçe keskinleşeceği” biçimindeki formülasyonunu 1937’de yeniden ileri sürmekle hata mı yapmıştır? Ya da aynı formülasyonu tüm liderliği boyunca savunmuş mudur?
önce ikinci soruyu ceaplandıralım. XVIII Kongre (1939) ile Partide o güne kadar uygulana gelen “topyekün arınma” yöntemi “kapitalist unsurlann tasfiye edildiği” gerekçesiyle terkedilmiştir. Dolayısıyla, Stalin 1928’lerde Buharin’e karşı ileri sürdüğü tezinin, 1939*da ömrünü doldurduğunu biliyordu.
1937’lerde, daha doğru söylemek istenirse, 1934’te Kirov olayıyla başlayan ve resmen 1939 Kongresi ile kapanan dönemde Stalin’in sınıf mücadelesi tezi geçerlili
ğini koruyor muydu? Yani olaylara uyuyor muydu? Buna evet demek durumundayız. Kirov’un katli bunun en önemli kanıtı o lmuştur. Bu olaya parti en keskin tepkiyi göstermeden edemezdi. Ancak bu tepki öyle noktalara varmıştır ki, Partinin kendini savunma çabası, bizzat Parti yaşamında etkisini uzun yıllar gösterecek olan yaralar açmıştır. Konumuz açısından, yani Stalin’e yöneltilen onun “hatalı” sınıf mücadelesi tezi bakımından, bu yıllarda yapılan yanlış nedir?
Stalin, Kirov olayıyla birlikte Troçkistle- re ve bütün eski parti içi sapmalara karşı eski mücadele biçimlerinin ömrünün dolduğunu ilan eder. Bu bir ölçüde doğrudur. Ancak bu noktadan kalkarak ve yalnızca sağlıksız Çeka soruşturmalarına dayanarak, bütün eski sapmalar bir potada toplanmış, hatta onların “Alman ve Japon casus şebekeleri” ile bağlantılı olduklan iddia edilerek “halk düşmanı” kavramı yaratılmıştır. Ve parti yaşamındaki her nüans, her farklı tepki bu kavramın içine dahil edilmiştir. Parti merkezinden Parti tabanına doğru güçlü bir şekilde yayılan bu mücadele tarzı, parti saflarında mücadele ufkunu aşırı ölçüde daraltmışür. Bir dönem Zinovyev’in, Bu- harin’in hatta Troçki’nin görüşlerine yalpalamış Parti saflarındaki sıradan insanlara karşı tavrın dozuyla, “Moskova Mahkemelerinin” dozu arasında pek fark yoktur. Hatta bu sapmalardan hiçbirisiyle bağlantılı olmayan ancak Parti yaşamının günlük gidişindeki aksamalara karşı tepkilerde hep aynı “halk düşmanı” suçlamasından kurtulamamıştır. Elimizde olayların tüm boyutlarıyla ilgili rakamlar yok. Ancak XVII Zafer Kongresi’nin 1966 delegesinden 1108’inin ve yine o kongrede seçilen 139 MK ve yedek üyesinin 98’inin “halk düşmanı” olarak ilan edilmesi bu dönemdeki Parti içi temizliğin nasıl tehlikeli bir muhtevaya büründüğünü göstermeye yeter.
Sınıf mücadelesi teorisi açısından dönemin olaylarını değerlendirirsek, bu dönem teorinin, pratiğin zoruyla, basit kalıplara indirgendiği bir dönemdir. Parti içi açık mücadele günleri zengin teorik deneyler bırakmıştır. 1934’lere gelindiğinde bu mücadele durulmuş görünür. Bunun en açık göstergesini Stalin’in teorik çalışmalarında görebiliriz. 1934-39 arası beş yılda Parti içi olaylarla ilgili Stalin’in yalnızca 40 sayfa hacminde 1937 MK toplantısında yaptığı konuşma vardır. Bu dönemde çeşitli konulardaki tüm yazıları ise toplam 175 sayfadır. Yıl başına yalnızca 35 Sayfa eder. Demek bu yıllarda kargaşalı pratik, teorik beslenmeyi iyice zayıflatmıştır.
Eğer; 1934 öncesi parti içi mücadelede sapmalann teorik analizi yeterince yapılmıştır, Kirov olayı ise yeni bir analiz yapmayı gerektirmeyecek denli açık bir ihanettir, denirse, olaylar aşınca basitleştirilmiş olur. 1934’te doruğa çıkan “zafer sarhoşluğu”, kazanılan ideolojik ve pratik zaferlerin hem parti tabanında sindirilmesini, hem de girilen yeni dönemde Parti lider kadrosunun ideolojik titizliğini körleştirmiştir. Bunun en büyük bedeli ise her hoşnutsuz Sovyet insanının “halk düşmanı” suçlamasına uğraması olmuştur.
Bu noktada emperyalist kuşatmanın etkilerinden söz etmek gerekli. Avrupa’da faşizm 1925’lerden sonra adım adım yükselir. 1935’te Afrika’nın kuzeyinin İtalya ve A lmanya tarafından işgaliyle savaşın ilk kıvılcımları parlamış olup. Bu durum gerek Par- ti’de gerekse Sovyet insanında izi hâlâ silinmemiş olan savunma psikolojisi yaratmıştır. Bunun hangi noktalara vardığını Mareşal Jikov’un bir mektubundan aktaralım:
“Savaştan önce Savunma Halk Komiserliği ve Genel Kurmay defalarca Stalin, mo-
lotov ve Voroşilov’dan Yüksek Komutanlığın örgütlenmesiyle ilgili plan taslaklannın ve Yüksek Komutanlık Genel Karargahı için kumanda noktalarının kurulması sorununun; Cephe ve iç bölgeler için komutanlıklar örgütlenmesi sorununun yeniden gözden geçirilmesini istedi, fakat bize her seferinde ‘bekleyin’ dendi. Voroşilov düşman gizli servislerinin öğrenebileceği korkusuyla savaş için herhangi bir plan yapılmasına genelde karşıydı, bu saçmalıktan onu vazgeçirmek imkansızdı.” (26)
O korkunç zor günleri bugün yargılamak kolay, biliyoruz. Ancak bizlerde benzeri zor günlere hazırlandığımız için, tarihin acı olay- lanndan ders çıkartmak zorundayız. Savunma mekanizmalan, savunulacak yapıyı atıl hale getirirse bu kabul edilemez. Partide 1934’ten itibaren yükselerek, böyle bir mekanizma şekillenmiştir. Bu ise hem teorik hassaslığı azaltmış, hem de taktik esnekliği dondurmuştur. Bugün Sovyet basınında eleştirilen “ideolojik dogmatizm” bu koşullarda şekillenmiştir. Ve neredeyse, Po- litbüronun tutumuna karşı her nüans, aynı güçte tepkiyle karşılık görmüştür.
III. Stalin dönemine yöneltilen üçüncü eleştiri Çeka’nın o günlerdeki konumuyla ilgilidir. 1956 MK kararında şöyle denir:
“Devlet güvenlik organlan için ayrıcalıklı bir pozisyon yaratılması, özellikle bu koşullarda oldu. Devrimin kazançlannmsavu- nulmasmda ülke ve halka tartışılmaz hatmederinden dolayı bu organlarda büyük birkendine güven yerleşmişti... Partinin ve hükümetin onlar üzerindeki kontrolü derece derece Stalin’in kişisel kontroluyla yer değiştirdikçe ve yargının normal işleyişi yerini sık sık onun tek yanlı kişisel kararlarına terkedince durum değişti.” (27)
Çeka’ya verilen soruşturma ve derhal infaz yetkisi, Kirov olayının sınırlan içinde kalmadı, daha önce başlamış olan Partiyi ann- dırma çalışmasını da kapsadı. Parti tarihinde ilk kez ortaya çıkan bu durum Parti yaşamının kendi iç legalitesini olağanüstü ölçülerde bozmuştur. O güne kadar Parti dö- netiminde olan bu organ, Partiyi denetler hale gelmiştir. Bu koşullarda, Parti merkezinin yaptığı “bolşevik uyanıklık” çağnlan ise fayda vermemiştir. Bu dönemde Parti içinde doğan “aşırı şüphe atmosferi”, Partideki zararlı unsurlara karşı yürütülen siyasi mücadelenin polisiye sorgulamalarla olağanüstü iç içe girmesinden doğmuştur. Bütün bu gelişmelerin sonucu, Parti içi demokrasinin inmelenmesi olmuştur.
Çeka’nm hazırladığı “şüpheli” listelerinin Partiden atılması ve Partiden atılanlann Çeka’nm soruşturmasına uğraması, beş yıl süren ve kendini hızlandıran bu karşılıklı-akım, Parti için yaşamın normlarını aşırı derecede hırpalamıştır. Bolşevik Partisi, hangi gerekçeyle olursa olsun kendi içinde ayrı bir gizli yapı tanımaz. Ancak Çeka, yürüttüğü faaliyette, Parti içinde böyle bir konuma geldi. Bu, parti yaşamının Leninist prensiplerinin en büyük ihlali oldu. Sözde, parti arındırılacaktı. Ancak Partinin yaşamına “aşırı şüphe” kabus gibi çöktü. Parti içinde düşman unsurlar sinikleştikçe, buna bağlı olarak Parti içi demokrasi de silikleşti. Böyle bir gelişim o günün koşullannda hiç de kaçınılmaz değildi.
Bu gelişim hiç şüphesiz ki sosyalist bir ülkede iktidar partisi olmanın yarattığı bir sonuçtur. Parti, hükümet Sovyet organlan ve Çeka’nm görev alanlarının iç içeliği, Parti önderliğindeki en küçük yanılgı ve kayıtsızlığının sonuçlarını birkaç kat arttıran kompleks durumlar yaratabiliyor. Çeka’nın parti işlerinin içine girmesi ise, Sovyet parti tarihinde en affedilmez hata olmuştur.
Partiye sürekli şüpheli listesi veren Stalin döneminin bütün Çeka şefleri Yezhov,
Yagoca ve Beria’nın her üçünün de “halk düşmanı” olarak cezalandırılmaları; yalnızca bu olay Parti annmasmda yapılan hatanın pratikteki en somut kanıtıdır. Ve ünlü Moskova Mahkemelerinde, pek çok “eski bolşeviği” “halk düşmanı” olarak, “eski bir Menşevik” olan Vişinski’nin yargılaması tarihin istihzası (alayı) olsa gerek!
KRUŞÇEV DÖNEMİ
Kruşçev dönemi, Stalin döneminden sonra ekonomi ve siyasette çok hızlı bir dönüş çabası oldu. O güne kadar şekillenmiş normların hemen her alanda hızla değiştirilmesine başlandı. Ve zaten bu dönemin ömrünün kısalığı onun sistemsiz hızından gelir. 1956’da hızlanan girişimler 1964’te sönüşe geçer. Kruşçef sessiz sedasız görevden alınır. Ve bu dönem kananır.
Onun kısa ömrünün nedenlerini ve ge nel özelliğini irdelemeye çalışalım.
Konum uz açısından, “ Stalin ’den Gorbaçev’e” Sovyet siyasi ve ideolojik sistemindeki evrimleşme önde duruyor. O nedenle ekonomi temeline yalnızca ana hatlarıyla değinmek durumundayız.
Kruşçef döneminin en önemli siyasi eylemi “destalinizasyon”dur. Yukanda bazı bölümlerini aktardığımız Stalin’in “kişi tapın- cı”yla ilgili MK Kararı, aslında Kruşçefin XX. Kongredeki “gizli” konuşmasından daha gerçekçidir. Kruşçef, Stalin dönemine tam zıddı yönden bir tepki oldu. Ancak bu tepki yeterince sağlam temeller bulamayınca neredeyse kendiliğinden çözüldü. Daha doğrusu sık sık tekrarladığı keskin dönüşlerle tutarsızlaştı, itibar yitirdi.
Tarihin paradoksu:Nasıl, Stalin’in kabalığından dolayı MK genel sekreterliğinden alınmasıyla ilgili Lenin’in ünlü “Kongre’ye Mektup”u, ölümünden sonra XIII. Kongrede yalnızca delegelerin bir kısmına okunup, açık olarak yaymlanmadıysa, Kruşçef de Stalin’i XX. Kongre salonunda kalan “gizli” bir konuşmayla eleştirmiştir. Demek Partinin sıkıntılarını aşmada henüz yöntem bakımından bir fark yoktur. Parti saflarında açık ve yoğun bir tartışmayla çözümlenmesi gereken bir sorun-geçmiş dönem, Stalin döneminin değerlendirilmesi Kongre delegelerince yapılan bir konuşma ve MK kararıyla sınırlı kalır. Oysa söz konusu dönemi her Partili şu ya da bu ölçüde kendi pratiğiyle yaşamıştır. Partinin tümünü aktif olarak böyle bir değerlendirme tartışmasına çekmek için ortada bir engel yoktur. Ancak bu görünüşte böyledir. 1934’lerden itibaren şekillenen Partideki her tepkinin “şüpheyle” karşılanmasının yarattığı, Parti yaşamındaki donukluk Stalin’in ölümüyle buharlaşıp yok olamazdı. Ve bu objektif “engel” Kruşçefin yöntemiyle aşılmış olmayıp tersine beslenmiş oluyordu.
Bu konuda Kruşçefin hatası, Stalin eleştirisine Lenin’in ünlü “ Kongreye Mektup’- ’u ile başlamasıdır. Konuşmanın başında bu mektup metni yer alır ve böylece Stalin’e vuruş Lenin’in icazetiyle yapılmış olur. Önemsiz görülebilecek bu gerçeklik, tam tersine siyasette zaaf belirtisidir. Stalin en başta kendi pratiğiyle eleştirilmeliydi. “Kutşallaşan” Stalin’e “ daha kutsal” olan Lenin’e sığınarak vurmak, özünde eleştiri silahını cesurca kullanamamak anlamına geliyordu.
Kruşçefin üçüncü ve esas önemli hatası olayı neredeyse Stalin’in kişiliğiyle sınırlamasıdır. Parti yönetiminin kişileşmesi, tabanın insiyatifinin giderek zayıflaması gerçekliği Stalin’in kişiliği ile yeterince açıkla- namazdı. Kruşçef konuşmasında “Stalin’ in aşın şüpheci” kişiliğini vurgular. “Kişi ta- pıncı” nın olumsuz sonuçlannı açıklar. A n cak olayın, bütün Partiyi saran objektif temelleri yeterince öne çıkartılmaz. Kruşçef döneminde uygulanmaya çalışan bütün re-
formlara karşı direnen Malenkov, Kagono- viç ve Molotof un Partiden tasfiyesi de olaya çözüm getirmez. Hatta “kişi tapıncının” zararlarıyla mücadele adına Mareşal Jukov ordudaki görevinden alınır. Gerekçe: ordudaki “ aşın otoritesi” ve “tartışılmaz kişi- Üğfdir.
Daha önce açıkladığımız gibi Stalin olayı “bir kişi” sorunu gibi görünse de gerçekte öyle olmaktan çok uzaktı. Cılız Sovyet iktidannm dışanda emperyalizmin kuşatmasına, içeride burjuva arüklanna karşı yürüttüğü korkunç mücadelede ister istemez bir avuç lider kadrosu “tartışılmaz” bir otorite kazanmıştır. Bu bütün yapılan hatalara rağmen bileğinin hakkına kazanılmış bir otoriteydi. Ancak “ otorite” geniş yığın in- siyatifini inmelendtrdikçe bizzat kendine karşı tepki biriktirmeden edemez. O nedenle, Stalin döneminin hatalarını düzeltmek, Stalin’in kişiliği ile uğraşmakla olamazdı. Hatta, yanlış yargılamalardan doğan sonuçlan kaldırmak, kişilere yeniden “ itibar” iade etmek, hatayı düzeltme anlamında son tahlilde bir hiçtir. İn melenen, Parti saf- lanndaki ve geniş yığınlardaki insiyatifi ustalıkla yeniden canlandırmak tek gerçek çözüm olabilirdi. Kruşçef döneminde bu adım atılamamıştır.
Stalin döneminin günahlan, Kruşçef in hırçın çıkışlannda kendi zıttını yaratmadan edemedi. Partinin ve Sovyet insanının bir otuz yılda edindiği yapılanma tarzı bu çıkışa uyum göstermedi. Nitekim ardından “durgunluk dönemi” olarak isimlendirilen Brejnev yıllan yaşandı. Durgun yıllann gerçek kökleri 1935-50 arasında şekillenen, yetkilerin aşın merkezileşmesinde yatsa da, Kruşçef döneminin, bu yapılanmayı sistemsiz bir şekilde değiştirme çabası da konak atlamayı geciktiren diğer önemli bir neden olmuştur.
“Yönetim kurumlannm sürekli sistemsizce yeniden örgütlenmesi (bakanlıklar, ulusal ekenomi konseyi, devlet planlama komitesi, çeşitli komite ve komisyonlar, Parti aparatının gereksiz bölünmesini kaldırıp sanayi ve tanm komitelerinin kurulması) esas reform düşüncesini gözden düşürdü. Ulusal ekonomi konseylerinin uygulamaya konulması, Lenin döneminde varolan ekonomik örgütlenmeye bir dönüş olarak ilan edildi. Gerçekte bunlar, yaygın (ek- stansiv) ekonomik büyümenin son kaynak- lannı tüketmenin eşiğine dayanan eski, yukardan buyurucu sistemin sektörel plandan bölgesel planda yeniden inşasına bir geçişten başka bir şey değildi.
“ Ekonomiyi zorlamayla organize etme g iriş ir in i aeri tepti. Üç dört yıl içinde tü- ketim m aiilrind; hoüut ysraL^cağı, daha
sonra bir ölçüde vergilerin kaldiriıâCağl V. hizmetlerin ücretsiz olacağı vadedildi. O ysa, yeniden yiyecek sıkıntısı vardı. 1962’de et ve süt ürünleri fiyatları yükseldi ve sonrada tahıl ithali başladı.” (28)
II. Dünya Savaşının bitimiyle değiştirilmeye başlanması gereken politik ve ekonomik yürütümdeki aşın merkeziyetçilik ancak, Kruşçef le başlayabildi. Fakat uygulamada bu oirisim yalnızca yukarıdan yeni yeni “komisyonlar ve komiteler” yaratmaktan öteye gidemedi. Merkezi planlamadan bölgelere daha fazla insiyatif verilmesi yoluna girilirken bütün bunlar eski ruhla ve mantıkla yapıldı.
Aynı yazar Kruşçef döneminden şu temel dersi çıkartır: “ En basmakalıp kanılardan birisi: politik bilinç eksikliğinden dolayı halkın değişime hazır olmadığı şeklindedir. Bu doğrudur, fakat gerçekliğin bütünü böyle değildir, çünkü tıpkı suya girmeksizin yüzme öğrenilemeyeceği gibi, demokratik süreçlerin dışında kalarak demokrasi için hazırlık okulundan geçmek imkânsızdır. Açıklık, özgürce konuşma ve bilgilen
me gibi demokratik yaşamın böyle temel unsurları pratikte yoktu. Bir kera daha düşüncelerin yeknesaklığı genel düşüncesizliğe dönüştü.” (29)
Böylece şu gerçeklik açıkça ortaya çıkıyor. Kruşçef dönemindeki “reformlar” doğru noktalara dokunsaaa eski mantık ve yöntemlerle pratiğe geçirilince işlemez hale gelmiş, düzensiz uygulamalara dönüşmüştür. Tüm partinin ve geniş yığınların yaratıcı insiyatifi harekete geçirilmeyip, zirvede yeni “komisyonlarla” yetinince değişim çabası kendi kendini inkâra varmıştır.
Oysa, öte yandan değişim uğruna en uç paralolar atılabilmiştir. Bunlann en tipiği XXII. Kongrede (1961) kabul edilen III. Parti Programıdır. Şöyle denir:
“Gelecek on yılda (1961-70) Sovyetler Birliği Komünizmin teknik ve maddi temelini yaratacak, en zengin kapitalist ülke ABD1 yi kişi başına üretimde geçecek, halkın yaşama, kültür ve teknik standartları sürekli gelişecek; herkes daha iyi koşullarda yaşayacak; Bütün kollektifler ve devlet çiftlikleri yüksek seviyede üretken ve kârlı girişimler haline gelecek; Sovyet halkının kaliteli ev talebi esasda karşılanacak; güç fizikse! çalışma ortadan kalkacak; SSCB en kısa çalışma gününe sahip olacaktır.
“Tüm halkın maddi ve kültürel değerlerinde bolluk sağlanacak, komünizmin teknik ve maddi temeli ikinci on yılda (1971-80) tamamlanmış olacak; Sovyet halkı ihtiyaçlara göre dağıtım prensibinin uygulanabileceği aşamaya çok yaklaşacak ve halk mülkiyeti biçimi-mülkiyetin diğer biçimi derece derece gerçekleşecektir. Böylece, komünist toplum SSCB’de esasta inşa edilecektir. Komünist toplumun kuruluşu, ardışık dönemde tümüyle tamamlanacaktır. (30)
Bunlann gerçekleşemediğini söylemeye gerek yok. önem li olan 1961’de hangi nedenlerle böyle bir noktaya sıçranmıştır, onu tesbit edebilmeliyiz. Kruşçev dönemi ilk olarak, emperyalizmin gücünü küçümsemiş- tir. Dünya kapitalizminin sosyalizmin ilerleyişini önüne çıkartabileceği engelleri hafife almıştır, ikinci olarak, savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin prestijinin yarattığı sarhoşluk, talepleri uç noktalara sıçratmıştır. Üçüncü ve en önemlisi 1934 sonrası yılların Sovyet ülkesinin öncüsü, Parti’de yarattığı bozulmaların kökleri yeteri derinlikte kavranamamıştır. Stalin’in bazı hatalannın eleştirisi yeterli görülmüş, inmelenen parti içi legalite yeteri titizlikle onarılamamıştır. Sonuçta bütün bu parolalar gerçeklik olmak yerine parlak vaatlere dönüşmüştür.
Öte yandan, programdaki teorik bir ha- da değinmek zorundayız. Komünist
toplumun SaSiSgs ^ “ ekl en. bî? a mad‘ di ve kültürel bolluğa dayanır. A ylii an"da bu bollukla birlikte devlette sönüşe geçer. Oysa dünyada güçlü bir şekilde kapitalizm var oldukça sosyalist ülkelerde devlet sönümlenemez. Çünkü, ulusal planda sınıf savaşının bitişi, uluslararası planda sınıf savaşının bittiği anlamına gelemez. Ve bu savaş bitmedikçe ya da dünyamızdaki alanı bir daha geri dönemeyecek şekilde daraltılmadıkça devlet bir mücadeie silâhı olarak var olacaktır. Bu ise bir ülkede komünist toplumun bütünüyle hayata geçmesinin önünde önemli bir engeldir. Programda 1980’lerde komünist topluma ulaşılacağının varsayılması aslında aynı yıllarda kapitalizmin dünyada artık hiçbir belirleyici gücünün kalmayacağının da zımmen kabulü demektir. Gerçi o günlerde Kruşçev kapitalist dünyaya “sizi gömeceğiz” diye haykırmıştı, ancak bunun hayata geçmesi söylendiği ölçüde kolay olamıyor.
Başka bir açıdan bakılınca, programda en güçlü kapitalist ülkeyi maddi, teknik öl
çülerde geçerek, komünizme gidişin yolu çizilir. Evet sosyalizm, kapitalizmi bütün alanlarda geçebilmelidir. En yüksek teknik yaratıcılığı çağımızda sosyalizm temsil edebilmelidir. Ve bu hedefe varılması aslında zor da değildir. Gelecek on yıllar bunun sınanması olacak. Ancak yalnızca bu yolla yine komünist topluma vanlamaz. kapitalizmin elindeki en güçlü silahının alınmasıyla, onun topyekün çöküşü hiç de eş zamanlı olmayabilir. Dünya seviyesinde üretim araçlanndaki özel mülkiyet iyice daraltılmadıkça, komünizme geçişin önü açılamaz. Bu ise ancak kapitalist ülke devrim- leriyle mümkündür. Özetle, sosyalizme bir tek ülkede geçiş mümkün olmuştur. Ancak komünist toplumun yaratılması, dünya ölçüsünde güçler dengesinin kesin bir şekilde sosyalizmin lehine dönüşüyle mümkündür. „
Bu teorik ufkun yitirilmesinin en tehlikeli sonucu, hiç şüphesizki sosyalist ülkelerin dünyadaki devrimci mücadele sürecinden kopuşmalan olabilir. Komintem’in dağıtılmasıyla aslında böyle bir sürece girilmiştir. Ardından “kapitalist olmayan yol” tezleri ve özellikle kapitalist anayurtlarda “banşçıl geçiş imkânı” üzerine bayağı teoriler bu ko- puşmanın teorik sinyallleridir. En son Gor- baçov’la başlayan “yeni düşünce” ve Sov- ı>et Bilim Akademesi’nin “uygarlık krizi” tezleri gidişin olumlu yönde olmadığını gösteriyor.
BREJNEV DONEMİBrejnev dönemi şimdiki Sovyet basının
da “durgunluk” dönemi olarak değerlendiriliyor. Gerçekten, Brejnev, Kruşçev’i “iradesi” ve “sübjektif olarak eleştirirken, kendisi Stalin döneminin bir karikatürünü yaratmaktan öteye gidememiştir. Hangi anlamda?
Stalin döneminde özellikle, emperyalist kuşatmanın yeni saldırıya tırmandığı 1935’lerden sonra, ekonomik yönetim ve politikada yetki ve yürütüm, kaçınılmaz bir şekilde Sovyet tarihindeki en merkezi noktasına çıkmıştır. Bu koşulların zorunlu bir sonucuydu. Elbetteki böyle bir yapılanmanın olumsuz birikimleri de olacaktı. Fakat 1948’den sonraki yıllarda emperyalist kuşatma geri çekilmiş, içeride burjuva artıklan etkilerini yitirmiş durumdadır. Bu objektif değişim parti politikasına yansımadan edemezdi. Yeni girilen döneme uygun politikalar üretmede Kruşçev dönemi bir adım atmış olsa da bu adım eski dönemin ve yeni koşulların yeterince kavranmayışmdan dolayı karşı uca sıçrayan tutarsızlıklardan öteye gidememiştir. Brejnev dönemi ise, değişen koşullara yeterince hızlı ayak uyduramamış, Stalin döneminin politikalan- nı yeni koşullarda biraz daha reforme ederek uygulamakla yetinmiştir.
Ekonomide, bölgesel insiyatifleri dikkate ’ •m «"**1 merkezi yürütüm, büyüyen bü-
-v~’ - it i lm iş ; üretimin kalitesirokrası yum ağıy ıa^*- ^ - -.ısrılmış; yerine üretimin niceliği ön piaHi y***- yaygın (ekstansif) üretim metodu uygulandıgi için yeni yatırımlara rağmen üretkenlik artışı çok yavaş olmuş, daha sonra gerilemeye başlamıştır.
S iyasette, geçmiş dönemin kritiği uyutulmuş, doğmatizm teoride baş köşeye oturmuştur. Bu dönelT yayınlanan teorik literatürün ne yazık ki büyük bit* böiüuîl! klasiklerin bayağılaştırılan tekrarlanmasından öteye gidememiştir. Teoride doğma- tizmin esas kökleri, 1934’de başlayan “büyük temizlik” günlerinde yatar. Her türlü nüansın “ halk düşmanı Troçkist- Zinovyevist-Buharinist bloka” bağlanması, Parti içi teorik zenginleşmeyi kısırlaştırmıştır. O günlerin mirasını, Brejnev dönemi sessiz sedasız devralmıştır. Bu noktada ne iradi bir tercih, ne de keyfi bir istek söz konusudur. Kruşçev dönemi bu yapılanma-
dan yeni tarzlara geçişin hiç de kolay birkaç yılık sıçramayla olamayacağını gösterdi. Demek ki, sorunun kökleri toprağın oldukça derinlerine uzanmıştır.
“Yoldaşlar... Bolşevik Komünist Partisi ve rusya işçi sınıfı geçmişte, legalite ve parle- mantarizm tarafından şımartılmadı.” (31) Bütün Rusya Yürütme Komitesi Başkanı Kalinin’in Komünist Fn+5rnaSy0nai II. Kongresindeki bu sözleri bir gerçekliğin en şapıa ifadesidir. Rusya Proletaryasının devrim öncesi “özgür” günleri hemen hemen birkaç yılla sınırlıdır. Bu koşullar Rusya Proletaryasına Avrupa proletaryasıyla kıyaslanmayacak ölçülerde disiplin, fedakarlık, kararlılık, koşulların değişimine hızla uyum yeteneği kazandırmıştır. Burjuva demokrasisinin iki yüzlülüğüyle zehirlenen, parlamenter oyunlarla ^şımaran” Avrupa proletaryasının önemli bir ■bölümü, gevşeklik, kararsızlık, koşullann çarpıa değişimi karşısında demoralize olma gibi za-aflarla inmelenmiştir.
Burjuva iktidannı yıkarken Rusya proletaryasının tartışılmaz üstünlükleri, sosyalizmin kuruluşunda ve gerçek sosyalist demokrasinin hayata geçirilmesinde zaaflar yaratmadan edemedi. Burjuna demokrasisi okulunun eğitiminden geçmeden, sosyalizmi inşa ile yüz yüze gelen Sovyet proletaryası, o günlerden kalan eksiklerini de sosyalizmin kuruluş koşullannda tamamlamak gibi zorlu bir görevle yüz yüze geldi. Öte yandan, ilk sosyalist ülkenin ayakta kalabilme mücadelesinin, olağanüstü zor koşullarında bu eğitimin de imkân ve alanları önemli ölçüde sınırlanmıştı. Bu objektif koşullara, partinin önemli hataları da eklenince, gelişimin sancıları iyice artmıştır.
İşte Brejnev dönemi artık aşılması gere- ken köklü geleneklere pasif bir durgunlukla tabi olmaktan öteye gitmemiştir. Bu noktada Partinin öncülüğü değil, olaylann kendiliğinden, alışılmış tarzda akışına tabi olması, yani ardçılığı söz konusudur. Bu ardçılık yıllarının bir yirmi yıl sürmesi olayın köklerinin ne ölçüde derinlerde olduğunu göstermeye yetenidir. Gerçi partide kıpırdanma 1975’lerde başlamış olsa bile, kıpırdanmaların sıçramaya varışı bile bir on yıl almıştır.
Gorbaçov’la başlayan “açıklık” ortamında, sıradan Glasnostçular durgunluğu kırma adına kılıcın ucunu hemen Stalin dc nemine Stalin’in kişiliğine yöneltmişlerdir. Yılların suskunluğundan bu önemli çıkış akımının böyle körlükleri herhalde daha sağlam bakış açılarına varacaktır.
Stalin döneminin bugün Sovyetler’deki moda deyimiyle “yukardan buyurma yöntemi” objektif zorunluluklar açısından önemli ölçüde haklılıklar taşımaktaydı. Oysa Stalin sonrası dönemde koşullar çarpıa bir şekilde değiştiğinden dolayı aynı uygul*rv'~lar için ortada hakL birdenle hı>~" . ..euen yoktur. O ne-
^^aun savaş açılan bürokratizmin yaygın temeli, natta bürokrasi ürününün yarattığı çürümeler Brejnev döneminin mirasıdır. Ve kılcın sivri ucu bu döneme batı- rılmazsa enerjiler boşa harcanabilir. G O RBAÇO V DÖNEMİ VE YENİDEN
Y A P ILA N M A
Andropov başkanlığında sıçrama noktasına dayanan ekonomide ve politikadaki değişim sancısı, Gorbaçov’la birlikte artık yaşayan canlı bir süreç olmuştur.
Eğer parti içinde sancılann yükselme noktasının başlangıcına gitmek istenirse 1975lere vaniır. Ö dönem şanolar özellikle ekonomik temelde kendini dayatmıştır. Ekonomideki durgunluk artık itiraz edilemez bir şekilde bilimsel teknik devlimin tüm üretim alanlarına çok daha radikal bir hızla yayılmasını gündeme getirmişti. 1975’lerden özellikle 1980’den sonra Sovyet basınında bu konuda tartışmalar yoğun
laşmıştır. Ancak doyurucu pratik adım atı- lamamıştır.
Çünkü “yeni çalışma yöntemleri büro köşelerinden yönetilmiştir.” (32)
Ancak Gorbaçov’la reformlar XXVII. Kongre’de ilk defa ekonomik sorunlann yanında parti yaşamı, ideolojik sorunlar, genel politik sistem alanına yayılmış, yani sorun bütün yönleriyle öne çıkartılmıştır. Yaşanan üç yılda ortaya çıkan, ekonomik sancılarla başlayan değişimde, politik yeniden yapılanma hızla bütün sorunlann önüne geçmesidir. Hiç şüphesiz ki olaylardaki bu hiyerarşi -sıralanma-tesadüf değildir. Yeniden yapılanmanın tek garantisi tüm Sovyet insanının yaratıcı insiyatifinin köklü bir Şekilde canlanmasında yatıyor. Bu konuda her türlü “korku”dan uzak durulmalıdır. Ve sonuç olarak “glasnost-açıklık” yeniden yapılanmanın sürükleyici halkası olmuştur.
Elbette bu Glasnost rüzgârında pek çok birikim ortaya saçılacaktı. Yazının başında belirttiğimiz gibi en uç düşünceler tartışma platformuna çıkacaktı. Fakat bütün bu olanlarda sağlıksız bir temel yoktur.
Örneğin bir Sovyet yazan Perestroyka1 yı ‘üçüncü NEP” olarak değerlendiriyor. Le- nin döneminde başlatılan NEP’i ise şöyle tarifliyor: “Lenin’in Perestroyka programına gelince, onun sosyo-ekonomik muhtevası (kooperatif planı, Partinin ve devletin demokratikleştirilmesi ulusal sorun, “politik sistemimizde değişiklikler") önce bayağılaştırıldı ve sonra da Stalin ve yandaşlan tarafından ortadan kaldırıldı.” (33)
Yazar, NEP dönemine bugünün koşullarından bakınca böyle çarpık sonuçlar çıkarmadan edemiyor. Bu, Partinin genel tesbitleriyle ve en son Gorbaçov’un 70. Yıl konuşmasındaki görüşlerle çelişmektedir. NEP, yalnızca “savaş komünizminin sıkı uygulamalardan, az çok normal uygulamalara bir dönüş değil, aynı zamanda hız almak içn bir geri çekilmeydi. Bunun mantık sonucu NEP’in kendi içinde sosyalist güçlerin ileri bir atağını da barındırmasıdır. Yazar bunu NEP’in kabalaştırılması ve ortadan kaldınlması olarak görüyor. Bugünün yeniden yapılanmasında bir geri çekilme yoktur. Tam tersine uzun yıllar kireçlenen yapının kırılıp, devrimci bir yolla ileri sıçramasıdır gündemde olan.
Öte yandan daha da beteri “Stalinizm, Maoizm, Pol Potizm ve benzerlerini sosyalizme dış düşmanların topundan daha fazla zarar verdiği” teshiridir. (34) Pol Pot ile Stalin ve Mao’nun aynı kefeye konması, hatta Stalin ile Mao’nun aynılaştırılması tam bir ahmaklıktır. Ancak Glasnost yazarları iplerinden boşalınca böyle aptalca tes- bitlere varabiliyorlar.
Bü'Un hm İM da" uç|an çlkar.
tabı ir- oOVyetler’de hâlâ böyle tezlerin ileri sürülebilmesi, sosyalizm açısından bir tehlike işareti midir?
İlk olarak görüşlerdeki bütün bu dallanıp budaklanma 1934’lerde filizlenen sonra da sistemleşen teorik dogmatizmin kırılışının en doğal sonucudur. Sosyalizmin sağlam temellerinin atıldığı, gelişme yolunda en belirgin teorik SSpkîuIikiann yenildiği bir dönemde (1934’de) düşman unsurların parti içinden başlattıkları kanlı saldırı (Kirov’un katli), uluslararası planda emperyalizmin sosyalizme karşı topyekün bir ta- aruza hazırlanma koşullarıyla birleşince, partideki teorik mücadele ufku olağanüstü daralmış, bir tek noktada “emperyalizm ve onun ajanları” parolasında odaklaşmıştır. Bu mantık savaş sonrası yıllara da güçlü te şekilde miras kalmıştır, özellikle Brejnev yıllan teorik dogmatizmi dayanılmaz noktalara vardırmıştır. Bu duvarların şimdi yıkılması kaçınılmaz bir şekilde, yıllardır
1 biriken ve tortulaşan «uyun çamuru ve çö- • püyle akışını gündeme getirmiştir. Ancak
bunda sosyalizm açısından bir “tehlike” yoktur. Yeter ki bütün sağlıksız birikimler ortaya çıkabilsin, Partinin ve Sovyet insanının canlı teorik, pratik mücadelesiyle sağlam kanallarda gür bir akıntıya dönüştürebilsin.
İkinci olarak, eğer bugün Sovyet basınında eski hatalarla ilgili pervasız çığlıklar duyulabiliyorsa, bu sosyalizmin dünya ölçüsündeki savunma konumundan ve onun yarattığı sınırlılıklardan yeni bir döneme girişinin işaretleridir.
“Bizim tarafımızdan gönderilen öğrencilerin de katıldığı bir Parti okulunda. Beş Yıllık Plan dönemindeki kazanımlar için Rusya işçileri tarafından yapılmış “fedakarlıklar^ övenlere karşı, aylar süren keskin bir tartışma oldu. Fedekarlıklardan söz edilmesinin doğru olmadığı kabul.edildi; aksi tak- I dirde Batı’daki işçiler ne düşünecekti? Oy- ; sa ki ilk Beş Yıllık Plan boyunca yaşam ko- ( şulları aşırı ölçüde kötü olduğu için fedakarlıklar yapılmıştı ve sosyalizmin inşası için aşırı çaba ve fedakarlık gerektiği anlatıldığında işçi sınıfı korkmaz; tam tersine, bu öncünün sınıf ruhunu canlandırır ve yüksel- l tir. Bu küçük bir örnektir fakat prensipte hatalı bir yönelimi gösteriyor...” (35)
Sovyetler’de, 1950’lerde bir Parti okulun- | daki bu tartışma “küçük” bir olaydır. Ancak yaşanan deneyler, sorunun boyutlannm ne ölçüde derin ve büyük olduğunu göstermiştir.
Rusya proletaryası bütün geriliklerine rağmen yeni bir çağ açtı. Dolayısıyla, özellikle yaşam koşulları vb. konularda çok daha ileride olan Batı proletaryasının da dünya ölçüsünde öncüsü konumuna yükseldi. Rusya’da sosyalizmin maddi temellerinin var olmadığını savunan Kautsky’ler aristokrat işçi kesiminin sözcüleriydiler. Batı işçi sınıfına sömürge talanlanndan düşen paydan -ya da batı finans-kapıtalinin sofra artıklarından - vazgeçemedikleri için burjuva kuyrukçuluğunu teorikleştirdiler. Bu ■ proletaryaya açık bir ihanetti. Batı’da devrim, geniş sömürge talanı imkânlarının, proletarya tarafından cesaretle bir kenara itilmesi demekti. Bu ise, çok geçici ve sınırlı da olsa, Batı işçi sınıfının yaşam koşullannda bir düşüş demekti. Aristokrat işçilerin bilinci bu “korku”yla körleşmişti.
Sovyet dostlar, yukanda sözü edilen tartışmayla, Batı işçi sınıfını “korkutmadan” devrime hazırlayacaklarını umsalar da, bu tavırlarıyla Kautsky’lerin korkularını canlı tutmaktan öteye bir şey yapmış olmuyorlardı.
Bu “küçük” tartışmadaki öz, Sovyet ya- | şamına hatta sosyalist ülkeler yaşam ^- l hangi kılıklarda yerleş«. örtülmesi
aoartılması: Sosyalist ülke sınırları dışına başarılı istatistiklerin, birlik söylevlerinin çıkması, ama sıkmtılann sınır du- j varlannm içine hapsedilmesi akıp giden yıllarda Partilerin temel davranış tarzı haline geldi. Böylece, sosyalizm dünya ölüçüsün- de kolay yoldan çekim merkezi olacaktı. Gerçekçiliğin insafsızlığından ürkmeyelim.Bu davranış tarzının küçük burjuvazinin parlaklığa tutkusundan başka bir şey olma
dığını görmek zor olmaz. Sovyet ülkesi ve diğer sosyalist ülkeler devrim günlerinde küçük burjuva deniziydiler. Saflara, özellikle devrim sonrası işçi sınıfı saflanna milyonlarca köylü ve esnaf davranışı taşındı. Demek onlann muazzam etkisini, bilinçli bir azınlık konumunda olan Parti kadroları yeterince göğüsleyemediler.
Sosyalizmin artık bu tarz savunulmasına ne gerek vardır ne de imkân... Macaristan, Çekoslovakya, polonya olayları, Sovyetler! deki üretici güçlerdeki gerilik ve halk msi- yatifinin inmelenmesi, bütün bunlar çuvalı delen mızrak ucu oldular, örtülemez boyutlara vardılar. Fakat öte yandan, sosyalizmin dünyadaki gücü artık tartışılamaz bir
gerçeklik olmuştur. Sosyalizmin kaba, yani en temel alanlarda savunulması döneminden artık onun bütün iç bağlantılarıyla cesaretle daha yükseltilmesi dönemine geçilmektedir.
Üçüncü olarak, Sovyetler’de artık birbirine karşıt sınıflar çoktan beri yoktur. Çı- karlan belli ölçülerde uyumlandınlmış, işçiler, köylüler ve aydınlar vardır. Gelişim süreçlerinden farklı şekillerde etkilenen bu kesimlerden farklı tepkilerin ortaya çıkmaması mümkün değildir. Bu tepkilerin bürokratik tembellik yıllannda örtülmesi en genel geçer yaşam tarzı olmuştur. Karşıt sınıflann ortadan kalkması, karşıt ve çelişkili düşüncelerin ortadan kalkmasını getirmez. Sosyalizmin gelişimi, yeni basamaklan tırmanışı nasıl etki ve tepkisiz, kendiliğinden olabilir? Bu tepkilerin özgür döğüşü sosyalizme güç kaybettirmez, tersine onu sağlamlaştım.
Netice olarak, bugüne kadar ki hatala- nn sonucu dumura uğrayan halk insiyatifi ve girişkenliği, Perestroyka’yla bir bakıma yeniden doğuş sancısı içinde. Bu yeniden doğuşun şimdilerde yaşanan dağınık tepkileri, hatalann kaçınılmaz bedelidir. Tehlike bu tepkilerin, sapkın uçlarda yığılıp, kemikleşmesinden doğar. Eğer parti, Brejnev dönemindeki aracılığım, şimdi yeniden öncülüğe sıçratabilirse tehlikelerde yükselmeden sönümlenebilir. .
O nedenle yazımızı sonuçlandırmadan, Gorbaçov’la başlayan değişimin bugün yayıldığı yeni alanları değerlendirmeliyiz.
Bunlar başlıca iki noktada toplanıyor:Parti devlet ilişkisi ve parti yaşamının de
mokratikleştirilmesi.Parti-devlet ilişkisinde Gorbaçov, Kon
ferans konuşmasında şu ana prensibi vurgular: “Esas prensip aşağıdaki gibi formüle edilebilir: Ekonomi, devlet ve sosyal yaşamla ilgili bir tek sorun bile, Sovyetler’den geçmeksizin karara bağlanamaz. Partinin ekonomik, sosyal ve etnik politikası her şeyden önce halk yönetiminin organlan olarak Halk Vekilleri Sovyetler’i eliyle uygulanmalıdır.” (36)
Sovyet kanunlannda bunun tersine bir bağlayıcılık yoktur. Ancak akan günlük pratikte parti organlan Sovyetler’in üstünde birer vasi durumuna gelmiştir. Parti kararları bu organlarda döğüştürülerek yaygınlaştırm ak yerine kararlann daha alınmasıyla birlikte, Sovyetler’in bu kararlan kabulü bürokratik bir formaliteye dönüşmüştür.
“Lenin, her komünistin halkın politik önderi olduğunu söylerdi. Emekli Parti üyelerinin hikâyelerinden biliyorum, devrimden sonraki ilk yıllarda durum gerçekten böyleydi. “Bolşevik” kelimesi asla resmi bir konumu belirtmezdi... Bizim, herhangi resmi bir konumu olmaksızın prestij kazanmış insanlara ihtiyacımız var.” (37) Bir partili işçisinin bu tesbiti, hem Sovyetler’de Parti üyelerinin mevcut konumlarını, hem de olması gerekeni iyi anlatıyor.
Sovyetler’in etkinliğinin arttmlması yolunda diğer nokta, seçimlerde aday sınırlandırılmağının kaldırılması konusundadır.
“Sovyetler’in teşkil4edilmesi sırasında sınırsız aday gösterme hakkı ve geniş, serbest tartışma hakkı garanti edilmelidir.” (38) Bugüne kadar seçimlerde aday gösterme hakkı komsomol, kooperatifler, iş kollek- tifleri gibi çeşitli halk örgütlenmeleriyle sınırlıydı. Şimdi bütün sınırlar kaldırmaktadır. Böylece kişisel girişimin önü açılmaktadır.
Diğer önemli nokta, Sovyet Vekillerini “geri çağırma hakkının” Gorbaçov’un konuşmasında vurgulanmaadnr. Bu hak, devrimin ilk gününden beri yürüdüktedir. Ancak “son yirmi yılda 8000 vekil geri ç a ğ ır mıştır.” (39) 51000 Sovyet’in bulunduğu ve bunlara 2.2 milyon üyenin seçildiği düşünülürse, geri çağırma hakkmın pratikte hiç
iyi işlemediği ortaya çıkar. “Son yirmi yıl” 1960-80 arasıdır. Bu yıllarda Sovyetler’de işlerin iyi gitmediği bugün artık yeterince açığa çıkmıştır. Bürokratik urlaşmanm en temel haklan nasıl kâğıtlarda ölü bir formü- lasyona dönüştürdüğünün en çarpıcı örneği, “geri çağırma hakkı”nın yoka çevrilmesidir.
PaT devlet ilişkilerinde en önemli sorun, devlet organlarının PaTye pasif uyumunun aşılmasıdır. Devlet kurumlannda ve her alandaki parti birimleri, kararları bu alanlarda yaymak ve geniş yığınlan bu yönde kazanmak için canlı bir mücadele yürüt- melidir. Uzun yıllann pratiğinde parti bütün bu organlann üstünde “haksız bir vasilik” yapmıştır. Bu anlayış, bürokratizme karşı mücadelede en önemli halkadır. Böylece, devlet organlan ve diğer halk örgütlenmeleri arasında bir siyasi kopuşma tehlikesi ortaya çıkamaz mı? Bu yolda ilk teminat Sovyet Anayasasıdır. Her yöneliş, o anayasanın sınırlannda kalmak zorundadır. Diğer teminat, partinin öncülük yeteneği ve halkın insiyatifidir. Bu konulardaki “korkulann” bürokratik buyuruculukla aşılması ise mümkün değildir.
Parti yaşamının demokratikleştirilmesine gelince, bu konuda da tüzükcül engellerden çok fiili alışkanlıkların kınlması sorunuyla yüz yüze gelinir. Konferans, Parti kademelerindeki en fazla görev süresini on yılla (iki kongre dönemi) sınırlandırmıştır. Oysa Parti kademelerindeki, görevini yürütemeyenlerin alaşağı edilmesini engelleyen bir tüzük maddesi yoktur. Fakat Parti yaşamındaki canlılık inmelenince böyle yeni kurallara başvurulması demek ki kaçınılmaz oluyor.
Özetle, Gorbaçov reformlanndaki her şey, yığın insiyatifinin canlandırmasından geçiyor. O nedenle, kararlann tek tek irdelenmesi yazımızın smırlannı aşar, ancak her kararda sorun gelip yığın insiyatifine dayanıyor. Artık Ferestroyka’nın “ikinci dönemi” (Gorbaçov) başlamıştır. Yani değişimlerin teorik çerçevesinin çizilmesinden, pratik uygulama dönemine geçilmiştir. Bu pratik gidişi her devrimci titizlikle izlemeli ve irde- lemelidir.
SO N U ÇPerestroyka’yla sosyalizm bir döneme gi
riyor. Bu “dönem” sosyalizmin kuramsal aşamalanndan birisi değil, tamamiyle Sovyetler’de sosyalizmin gelişinin özel bir aşamasıdır. Herhangi bir ülkede tekrarlanması ne bir kader ne de bir kaçınılmazlıktır. Ancak bu büyük deney her devrimci örgütlenme için zengin bir yol göstericidir.
Çalışan yığmlann topyekün insiyatifi temeline dayanan sosyalizm, bürokratik yozlaşmalarla kendi canlı özüne yabancılaşabilmiş^. Şimdilerde bu çember kınlıyor.
Böyle bir adım atılırken neden Stalin döneminin tartışma gündemine geldiği çok açıktır. Sovyet insanına Stalin döneminin bütünüyle savunulması, bürokratik urlaş- manm ebedileştirilmesi olarak görünüyor. Zorunlu olarak şekillenen aşın merkezileşmenin ardından gelen dönemlerde aşılamaması, tersine bürokratik yozlaşmaya dönüşmesi ister istemez Stalin dönemini otopsi masasına yatmyor. fakat öte yandan Stalin döneminin topyekün inkan, sosyalizm için açık bir tehlikedir. Sovyetler’de yaşanan günleri “üçüncü NEP* olarak görmek, 1929larda Stalin’in kararlı tavnyla kulaklara karşı açılan mücadeleyi “NEPı bozmak” olarak değerlendirmek hatta Buharinln ku- laklann adım adım, “ekonomik bir savaşla” aşılması tezlerinin daha doğru olduğunu savunmak, sosyalizmden liberal yozlaşmaya yelken açmak demektir. 1929larda Sovyet iktidannm önünde, burjuva artıklarının yumuşak bir gidişte tasfiyesi için fazla
zaman yoktu. Bu günün nesli, “Glasnost” ortamında eğer eskiyi yeterince titiz değerlendirmeden, böyle ahmakça görüşlere re saparsa, bu Sovyet sosyalizmi için gerçek tehlike olur. O günlerde, gerek ülke içinde kapitalizmin kahntılanna ve gerekse emperyalist kuşatmaya karşı var olmak ya da yok olmak mücadelesi verildi. Oysa bugün “uygarlık krizi” adına daha uzun yıllar kapitalizmle birlikte yaşamanın teorileri yapılıyor. “Uluslararası yumuşama”, dünyadaki keskin sınıf karşıtlıklarını kimi kafalarda bulanıklaştınyor. Tam bu noktada, Stalin döneminin bütün kazanımlannın açıkça teslim edilmesi büyük önem taşır. “Büyük Tasfiye” döneminin hatalannı, bütün Stalin dönemine yaymak, buradan hareketle özellikle Stalin’in kişiliği ile uğraşmak, bugünün rahat ortamında Glasnost aydınla- nnın liberal gevezelikleri olmaktan öteye bir anlam taşımaz. Sosyalizmin, 1934’lerden itibaren biraz da dogmatikçe savunulma telaşı, bizzat sosyalizmin bazı namuslu, dürüst savaşçılannm “tasfiye” edilmesine neden olduğu artık tarihi bir gerçekliktir. Ancak bu acı gerçeklikten hareketle, liberalce diz dövmeler işimiz olmamalı.
Yazımızı “yeni düşünce”yle ilgili bir notla sonuçlandıralım. Sovyetlerideki uygulamalar, genel özüyle olumlu özellikler taşıyor. Yıllardır geciken adımlar atılıyor. Ancak bunlann, uluslararasıa mücadeleye yansıması ve uluslararası sınıf mücadelesine bakışlar aynı seviyede olumluklar taşımıyor. Tam tersine oldukça önemli sapmalar “yeni” kılıklarda derinleşiyor. Ve bu sapma- lann kaynağı Kruşçev ve Brejnev döneminden mirastır. O günlerin iç politikada olumsuz yanlan onarılmaya çalışılırken, uluslararası planda aynı adımlar neden atılamı- yor? Bu konuyu da gelecek sayımızda irdeleyeceğiz.
KAYNAKLAR1. M oscow News, N o 18. 19882. E.Preobrazhensky, The N ew Economics, s.
1293. ’ ” ay. s. 894. * ” ay. s. 2295. Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 2836. Stalin, ay. s. 3277. N.I.Bukharin, Selected Writings, s. 2548. Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 2969. B.N. Ponomaryov, History o f Th e Com m u
nist Party o f the Soviet Union10. Stalin, leninizmin Sorunlan, s. 54211. A . Medvedev, Let History Judge12. " ” ay.13. Stalin, Leninizmin Sorunlan s. 71814. H. McNeal, Resolutions and Decisions o f the
Communist Party o f the Soviet Union, Ciltni
15. Stalin, Werke, Band 1416. H. McNeal. ay.17. ay.18. ay.19. T. H. Rigby, Khruschevs “Secret Speech’ and
other Documents20. ay.21. Lenin, Cilt 3522. T.H. Rigby ay.23. ”24. Stalin, Werke, Band 1425. T.H. Rigby ay.26. M oscow News, N o: 19 198827. T.H. Rigby, ay.28. Y.Levada, W hy Reform Didn’t W ork Then,
M oscow News, N o: 18 198829. Y .Levada ay.30. H .M cNeal, Cilt (31. Th e Second Congress o f The Communist
International, Minutes, Cilt 132. Gorbaçov, X IX . Konferans konuşması33. Y.Karyakin, M oscow News, N o 23, 198834.35. Palmira Toiiatti, Interview with N uovi A rgo-
meti, 195636. Gorbaçov, XIX . Konferans konuşmasından
‘ 37. A Sukhanov, M oscow News, N o 12, 198838. Gorbaçov X IX . Konferans Konuşması.39. STP, 1982
SON ŞANSIMIZ!Çağdaş Yol bu sayısında Pravda’nın Türkiye muhabiri Andrey Stephanov’un Sovyetler Birliği'nde uygulanmaya
başlanan Glasnost ve Perestroyka politikaları ve en son parti konferansına ilişkin görüşlerine yer veriyor. Kendisi bir Doğubilimci ve Arap-İslam tarihi konusunda uzman. Stephanov’un görüşleri kendisinin de belirttiği gibi, “ Şu anda SBKP içinde yer alan son derece canlı tartışma ortamı içindeki -ki bu dönemi Lenin’in dönemine benzetiyor-görüşlerden biridir. Kendisi ile bir çok konuda anlaşamadığımız röportajın seyrinden anlaşılacaktır. Burada her gün burjuva basından Sovyetler’e ilişkin tekyanlı bilgilenme içindeyken bunun etkisini olabildiğince azaltabilmek için karşı tarafın da görüşlerine yer vermek oldukça gerekli. Çağımızda bir kaç dev basın tekelinin gözüyle olayları izlediğimizi hatırladığımızda ve röportajı sabırlı bir şekilde okuduğumuzda; esasen Sovyetler’de olup bitenler konusunda Türkiye’de tekyanlı, önyargılı, yanlış bir bilgilenme içinde olunduğu ortaya çıkıyor.
Bugünkü tartışma Lenin’in
dönemindeki tartışma ortamına
benziyor. Daha önceki yıllar bir
‘mezarlığa’ benziyordu.
Bugünlerde bir türlü çoğulculuk var. Bu
sosyalist özgürlüğün
temelidir.
Ç.Y. — Görüşmemize şöyle bir soru ile başlamak istiyoruz. Sovyetler Birliği’nde yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan sorunlar 1970’ten itibaren hızla birikmeye başladı. Bunun karşılığında bizim görebildiğimiz kadan ile 1975’lerde de birtakım çözüm arayışian parti içinde tartışmalar ve sancılar doğurdu. Birtakım önlem ler alınmaya çalışıldı. Fakat Gorbaçov’un da değindiği gibi genellikle bu önlem ler başansız oldu. A n cak Andropov’Ia birlikte bir reform çabasına rastlıyoruz. Andropov dönemindeki reform çabalan da daha çok ekonomi alanındaki düzenlemelerle sınırlı olarak görünüyor. Ne yazık ki Andropov’un ömrü pek yetmedi ve onun başlatmaya çalıştığı reformları çok daha kapsamlı bir biçimde Gor- baçov başlatmak durumunda kaldı. Bu noktada Gorbaçov ekonomik konulardaki köklü düzenlemelerin yanında siyasal alanda ve toplumun politik örgütlenmesi alanında da yeni yönelişler ortaya koymaya başladı. Ve ekonomik anlamdaki önlem lerle bunlar bütünleştirilerek reform çalışmaları bugün daha da derinleştirilmeye yö- nelindi. Bu noktada ilk olarak sormak istediğimiz şey, 1975’lerde bunlar parti içinde tartışılmaya, sorunlara çözüm üretilmeye çalışılmasına rağmen, neden önlem ler alınmakta gecikildi. Arada şöyle böjyie 15-20 yıla yakın bir g e cikme söz konusu. Önce bunun nedenlerini açıklayabilir misiniz?
— Böyle bir soruyu son derece basit bir şekilde veya bir iki açıklamaya dayandırarak cevaplamak kolay değil. Söze başlamak gerekirse, diyebilirim ki, perestroika (yeniden yapılanma), glasnost (açıklık) ve toplumumuzun demokratikleştirilmesi, tüm bunlar şans eseri olmadı. Partimiz, ülkemiz, devletimiz ve sosylalizm için bu, kaçınılmaz bir süreçtir. Sadece bir kişinin kafasında oluşmamış, pratikte son derece donatılmış ve geliştirilmiştir. Aslında perestroika Lenin tarafından inşa edilen sosyalist yapılanmanın esas yoluna geri dönüş anlamına gelir. Sorunuzu belli bir sıra içinde cevaplamak gerekirse, Stalinizm ve Stalin sonrası dönem den de bahsetmem g e rekiyor. Ancak size, Sovyet yayınlannda yer alan tarafınızdan da iyi bilinen konulardan bir kez da-
ha bahsetmekte yarar görüyorum.Rusya imparatorluğu işgücü ve sermaye ba
kımından son derece geri bir ülkeydi. Bazı en düstriyel merkezler tıpkı Amerika Birleşik Dev- letleri’nde olduğu gibi başı çekebiliyordu. Ancak bu endüstriyel merkezler çoğunluğu köylü olan ya da köylülüğün hâkim olduğu geri bir ülkede adacıklar gibiydi.
Ç.Y. — Yemi kapitalist, ilk kapitalist biçimlenmeler ve 1. Dünya Savaşı’nın bir bileşimiydi söz konusu?
— Evet bu bileşenler 1917’deki Şubat devri- minin patlak vermesine neden oldu.
Ç.Y. — Bu hareketin boyutlarına bakıldığında sosyalist bir devrim olamayacağı söyleniyordu.
— Böylesine geri bir ülkede sosyalizmi ger- çekleştiremezsiniz deniyordu.
Ç.Y. — Kültürel düzeyden mi?..— Kültürel düzeyin yanı sıra proleteryanın ve
rimliliğinin toplum içinde çok büyük bir yere sahip olmaması...
Ç.Y. — Köylülük oranının yüksekliği.— Evet köylülük ve diğer nedenler...Ç.Y. — Bu noktada Marks’ın teorisine daya
nılarak kapitalist üretim biçiminin hâkim olm adığı bir ülkede sosyalist devrim gerçekleştirilemez deniyor.
— Kapitalizmin gelişiminin kaçınılmaz sonucu, kapitalizmin ileriye doğru attığı adımlar sosyalist devrimdir.
Ç.Y. — Bunun Troçki’nin teorisi ile aynı teori olduğundan bahsedebilir miyiz?
— Hayır, hayır... Parti iktidan ele geçirdi. Bol- şevikler iktidarı ele geçirdilerv e bu iktidarı kendi ellerinde muhafaza ettiler. Diyelim ki devrim tesadüfen oldu ve Marksizme tamamen uygun değildi. Burjuva propagandacılan bu bakış açısıyla menşeviklerin tezlerini tekrarlıyorlar. Ancak bolşevikler olarak bilenen bir grup devrimci böylesine büyük bir ülkede iktidarı nasıl e lde edebiliyorlar, karşı devrimcileri nasıl yeniyorlar? Kendi ordulan ile kapitalizmin yıkımına uğramış Rusya’yı yeniden kurmak için devrime karşı verilen mücadeleyi ülke geneline yaydılar. Bolşevik- lerin tüm bunlan yaparken ellerindeki gizli anahtar Rusya’daki halkın çoğunluğunun isteklerine cevap veren temel şeyleri hedeflemeleriydi. Temel amaçlar iki ana başlıkta toplanıyordu. Paylaşımcı emperyalist savaşın sona erdirilmesi, ba- nşın sağlanması ve tüm topraklann ulusallaştın- lıp devletin mülkiyetine geçirildiğinin ilanı. S o nuçta topraklar köylüler arasında dağıtıldı. Köylüler bolşeviklerin iktidannı destekliyorlardı. Pro- leteryanm desteğinden bahsetmiyorum, çünkü proleteryanın partisi iktidardaydı ve proleterya, partisini son derece güçlü bir şekilde destekliyordu.
Ç.Y. — Peki diğer sınıf ve katmanlann durum- lan ne yöndeydi?
— Rusya’daki sınıflar nelerdi?.. Rusya kapitalistleri son derece zayıftılar ve devrime karşı savaştılar. Hükümet mekanizması devrime karşıydı. Ordu ve ordu içinde özellikle rütbeli askerler devrime karşı savaştılar. Kilise karşı devrimciydi ve Türkistan, Orta Asya ve Kafkasya’da yaşayan- Müslümanlar devrime karşıydılar, yani din kurumlan karşı devrimci olarak hareket ettiler.
Ç.Y. — Devrimden önce?..— Hayır her iki sınıf da -proletarya ve köylüler- I
devrimi destekledi, devrimden önce ya da sonra da nitelemek doğru olmaz. İç savaş devrim süresince bu iki sınıfın desteğiyle t kazanıldı. Devrimimizi dış kaynaklı karşı devrimcilere karşı savunduk. Ancak devrimden sonra böylesine geri kalmış bir ülkede sos- I yalist toplumu gerçekten inşa edebilme ve ya- 1 ratma sorunu ile yüzyüzeydik. İşte tam bu sırada çok önemli tartışmalar başladı. Devrime ka- ı tılanlardan bazılan; Troçki gibi. Batı Avrupa’da sosyalist devrimi gerçekleştirmek için Batı kapitalizmine karşı kutsal devrimci savaşın sürdürülmesi gerektiğini önerdiler. Devrimimiz evrensel birliği, evrensel ateşi tutuşturan bir kıvılcımdı ve evrensel ateş evrensel sosyalist devrim anlamına geliyordu. Gelişmiş Batı ülkelerindeki proleter- yanın zaferinden sonra bu ülkelerin devrimci pro- leteryası bize yardım edecek, her iki yerde de sosyalizmi gerçekleştirmemizi sağlayacaktı. Çünkü Batı Avrupa ülkelerinde iktidar güçleri proleter- yanm ve onun partisinin eline geçerse tüm Bat Avrupa’da sosyalizm güvence altına alınmış olacaktı. İç savaşta sağlanan haşandan (zaferden) sonra Lenin sosyalizmin iki yansı iki bileşeni olduğuna işaret etti. Sosyalizmin ilk yansını yüksek gelişmişlik düzeyine sahip üretim güçleri ve göstermelik bir aygıt olmaktan çıkanlmış hükümet mekanizmasından oluşan maddi temeldi. Hükümet mekanizması ülkedeki üretimin gelişimini düzenleyici bir aygıt olmak durumundaydı. * Üretimin gelişiminden kastettiğim şey bankacılık sisteminin, son derece gelişmiş bir sanayinin ve tanmın yapılandınlması. Tüm bunlar sosyalizmin ilk yansını oluşturuyordu. Lenin’e göre sosyalizmin maddi koşulan Almanya’da mevcuttu. Fakat maalesef Almanya’da proleteryanın elinde sosyalist iktidar mevcut değildi. Lenin’in Sovyet Rusya’da göz önünde bulundurduğu ikinci güç, sosyalizmin ikinci yansı proleteryanın ellerinde bulunan politik güçlerdi. Ancak biz sosyalizmin maddi koşullanna sahip değildik. S o nuç olarak bir grup genelde kapitalizme karşı bir devrimci savaşımı öneriyordu. Troçki’nin bakış ) açısıyla hareket eden diğer bir grup menşevik, t devrimci savaşıma devam etmenin belki gereksiz olduğunu ancak aynı nedenlerden Sovyet Rusya’da sosyalizmin kurulmasının imkânsız o lduğunu söylediler. Lenin bu gruplarla tartışmalarını sürdürdü ve onlara Marksizmi kaba bir şekilde kavrayamayacaklannı ve kavramamalan gerektiğini söyledi. Devrimin gerçekleştiğini şu anda da politik gücün ellerimizde olduğunu belirtti. İktidan geri bir ülkede ele almıştık. Bu iktidarla ne yapacaktık? Neden kurban edecektik! Kültürel düzey, üretici güçlerin yeterli seviyeye yükselmesi için bunun gelişimini sağlamak gibi sosyalist yapılanmanın ön şartlarını inşaa etmeye çalışmak bizim için daha iyi olmaz mıydı? Kapitalizmin Rusya’da yapmadığını biz gerçekleştiremez miydik? Politik güç bizim ellerimizdeydi. Lenin, sorduğu bu sorulan olumlu bir şekilde cevaplayarak yapabileceğimizi söyledi. Bu dönem den sonra; savaş komünizmi ve iç savaş zaferi diye adlandınlan bu dönem den sonra Lenin sosyalizm üzerindeki görüşlerimizi destekleyen önemli ̂değişiklikler gerçekleştirdi. Aslında ekim devri- ı
minden önce sosyalizm kavramında bazı defor- masyonlar mevcuttu ve sosyalist devrim ülkede doğrudan bir zafer kazandıktan ve bütün devrim ülkede yürürlüğe girdikten sonra komünizm vakit geçirmeden halka anlatılmalıydı. Kolayca anlaşılabilecekti ve çünkü milyonlarca insan sos- . yalizme inanıyorlardı. Sosyalizm onlar için bir çeşit yan dinsel inançla sosyalizme bağlıydılar. Zulüm ve terörle geçen yıllar onlan bir an önce sosyalizme varmak konusunda son derece istekli yapıyordu. Bu şartlar onlann mümkün olan en'kısa sürede sosyalizme varmalannı sağlıyordu. Leniri in yeni ekonomik politika doğrultusunda öngörülen ve donatılması gereken değişiklikler nelerdi? Sloganlar yerine sosyalizmi tanıtarak kapitalizmle savaşmak ve acilen bütün problemleri çözmek için idari yöntemler kullanmak. Bütün karar verme süreçlerinin, halkın ve ekonominin yönetimi için son derece merkezileşmiş güçlü bir Kademenin oluşturulması gerekiyordu. Lenin, esası denetimli pazar ekonomisi olan sosyalist ekonomi düşüncesini tanıttı. Lenin geri koşullara sahip köylülüğün hâkim olduğu bir ülkede sosyalizmi inşaa etme görevinin oldukça güç olduğunu ileri sürdü. Fakat yapılabilen, elde edilebilen bir görev. Sosyalizme barışçıl ve doğal yollardan geçiş, tam bir sosyalizme geçiş yalnızca politik iktidan elde tutmakla mümkün değildir. Sosyalizm ekonomik yapıya dayanmaktadır. Proleterya ve köylülük arasındaki ilişkileri normal bir düzende tutmak ve desteklemek, aynı zamanda aralannda sağlıklı bir iktisadi ilişki kurmak gerekiyordu. Bu ilişkileri düzenlemenin de en iyi yolu denetimli (kontrollü) bir sosyalist pazardan g e çiyordu. Bunun anlamı köylülerin ürettiği ürünlerden elde edilen artı değer onlardan savaş döneminde olduğu gibi zorla alınmayacaktı. D evlete bir bölümü vergi yoluyla verilecekti. Fazla ürünün geri kalanını köylüler isteklerine göre kullanacaklardı. Onlar da pazara sundular. Yeni ekonomik politika aynı zamanda ekonomide uygulanan yönetim ve idari mekanizmalarının da değişmesi anlamını taşıyordu. Bu politika gerçekten mucizeler yarattı. Lenin ekonominin yükselişini ayakta tutanın ve kontrol edenin prole- teryanm kendi elleri olduğunu öne sürdü. Küçük burjuvalara ve pazar elemanlarına ülkemizde büyük bir pay verilmişti. Ağır sanayinin, büyüyen sanayinin, büyük yatırımların, bankacılık sisteminin, kredi ve gümrük sisteminin ve devlet aygıtlannın yani tüm ekonomik sistemin denetimi ve desteği proleteryanın ellerindeydi. Demin de belirttiğim gibi bu yeni ekonomi, tahrip edilmiş ülkede mucizeler yarattı. Ülke, em peryalist savaştan, devrimde ve iç savaştan sonra son derece hızlı bir şekilde yenilendi. Temel tarımsal ürünler 1940 yılından önce emperyalist- savaştan önceki düzeyine erişti. İlerleme başa- nlmış, ülkedeki herkes için geçerli olan ekmek ve yiyecek kıtlığı geride kalmıştı. Tarımsal ürünler ihraç edilmeye başlandı. Elde edilen gelirle makina ve sanayi için gerekli ithalat gereksinimi karşılanmaktaydı. Ülkede sosyalist sanayinin temeli yaratılmaya başlandı. Lenin’e göre (NEP (New Economic Polticy - Yeni Ekonomik Politika) politikası küçüküreticilerin ustalar ve belli başlı köylüler gibi, kooperatiflerinin gelişimini de kucaklamaktaydı. Çünkü devlete vergilerini öd edikten sonra üretimlerinin geri kalanını pazarda satışa çıkarıyorlardı. NEP politikası kooperatiflerin gelişimi için gözden geçirildi. Çünkü Lenin’in tanımına göre sosyalizm oldukça yüksek kültürlü kooperatifleşme sistemidir.
Ç.Y. — Burada Leniriin sosyalizmi yüksek kültürlü bir kooperatifleşme sistemi olarak tanımlaması var. Burada kooperatifçilerden kastettiğiniz şey bu sürece katılan kişiler herhalde...
— Evet kooperatifçiler bir çeşit kooperatife katılan kişiler anlamına geliyor. Lenin’in isteği kooperatifler sayesinde çalışan sınıfın bir bölümünü oluşturan köylüleri kooperatif sistemine, kültürel çalışmalara çekmekti. Kooperatifler sayesinde her gün daha fazla köylü sosyalizmin ruhuyla eğitilerek yavaş yavaş birer küçük burjuva olmaktan çıkanlıp sosyalizmin inşaasma bilinçli bir şekilde katılan kişiler haline getirilecektir. Evet Lenin’in sosyalizmin inşaası için gerekli gördüğü planlardan bahsedebiliyoruz. Fakat Lenin, olası tüm şeyleri birden öngöremezdi ve yapılacaktan tıpkı alfabede olduğu gibi Adan Z ye plantayamazdı. Lenin bize izlememiz greeken ana yolu gösterdi ve Lenin’e göre izlememiz gereken yol sanayileşmeydi. Çünkü bir köylü ülkesinde sosyalizm başantacaksa bunun yolu sanayi temelini kurmaktan geçiyordu. Sanayileşme büyük sanayilere gereksinim duyuyordu ve bun-
lann oluşturulması için yapılacak yatırımlar için para gerekiyordu. Bazılan gerekli paranın köylülerden elde edilmesi gerektiği düşüncesini destekledi. Bu düşünce Troçki’nin bakış açısını yansıtıyordu ve aynı düşünce daha sonra Stalin tarafından da paylaşıldı.
Ç.Y. — Bir kez daha tekrarlayabilir misiniz, çünkü bu saptama bizim için çok önemli.
— Sanayinin gelişimi için para gerekiyordu ve bu para köylüler sıkıştırılarak alınacak, para elde edilirken ekonomik yöntemler değil despo- tik yollardan, yani güç kullanılarak zorla alınacaktı. Bu Troçki’nin bakış açısıydı. Stalin Troçki’nin bakış açısına karşı olmasına rağmen 1920-1929 döneminden sonra 1930’larda bu yöntemi köylüler üzerinde uyguladı. Stalin bu dönem de Troçki’nin önerilerini benimsedi.
Ç.Y. — Burada çok önemli bir nokta var. Siz birikimden bahsettiniz. Sanayileşme için para gerekiyordu. Troçki bir dönem bu paranın köyül- lerden sağlanmasını önermiş, ancak o zamanlar kabul edilmemişti. Fakat Stalin’in 1930’lardaki uygulamasıyla bu öneriler kabul edildi dediniz.
— Evet söylemek istediğim buydu. Lenin sosyalist birikimin son derece dikkatidir şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini, kent ve kır, sanayi ve tanm arasındaki normal ticari ilişkiler yoluyla gerçekleştirilmesini önermişti. Akıllıca yürütülen bir iç ekonomik politika ve dış ticarette Devlet tekeli ve hükümet mekanizmasının idareli kullanımı ile ekonominin son derece ekonomik ve etkili bir hale getirilebileceğini belirtiyordu.
Ç.Y. — Hükümet mekanizmasının idareli kullanımı ile bürokrasiden bahsediyorsunuz herhalde.
— Bürokrasiyi önleyebilme ve çahşır hale g e tirme, son derece ucuz ve etkili bir hükümet m ekanizması; bu yolla büyük miktarlrda para tasarruf edilebilecekti. Bürokrasi temizlenip değişiklik yapılacak bu sayede devlet mekanizması ve devlet organlan gelişecekti. Lenin’in ikinci düşüncesi kollektivizasyonu sağlamaktır. Bu, gerçekte kooperatifleşme anlamını taşımakta. Ancak burada vurgulanan kollektivizasyon değil kooperatifleşmedir. Var otan kooperatiflerin gelişimini tanıtmak, devletin kooperatifleşmeye sağladığı katkı ya da kooperatifleşmede oynadığı rolle mümkündür. Devlet kooperatiflere ucuz kredi verir. Onları tohum, gübre ve basit makinelerle desteklemektedir. Basit makineler diyorum, çünkü o zaman traktörlere bile sahip değildik. K oop eratifleşme konuşunda yapılan planlar çok önem liydi. Çünkü küçük üreticileri sosyalizmin bilinçli bir şekilde inşaa etm sürecine katılan insanlar haline çevirmek bilinçli organizasyonlar, yani g e nelde kooperatifleşme sürecine katmakta mümkün olacaktı. Ancak bu plan hiçbir güç kullanımı ve zorlama olmaksızın ancak kesinlikle güce başvurmaksızın uygulanmalı ve insanlar kesinlikle mevcut örnekler ve ekonomik anlamdaki kararlılıkla ikna edilmeliydiler.
Ç.Y. — Burada da gücün sadece tek bir faktör olmaması gerektiğini söylüyorsunuz. Şöyle bir parantez açabilir miyiz, hem zorlamanın hem de kooperasyon yolunun kullanılması mı gerekiyordu?
— Kooperatiflere katılmanın kârlılığı son d erece açık ve ortada olan bir durumdu. Çünkü sıradan bir köylü kendi kendisine ürününü şehre nasıl götürecekti. Bu, kooperatif sayesinde gerçekleşecek bir olaydı. Ucuz kredi sağlamanın en kolay yolu neydi? Kooperatifler. Köylü için basit anlamdaki makinalan örneğin sulama sistemi, kürek, bel ve diğer tarım aletleri gibi, elde etmek hangi kanalla, daha tasarrufçu olacaktı? Kooperatif sistemiyle. Bu yüzden herhangi bir zorlama mevcut değildi. Zor yoluyla kooperatifleşme gerçekleştirilebilirdi, ama o dönemde buna başvurulmadı. Ekonomik anlamdaki kârlılık oranı köylüyü Moskova’dan emir almaksızın ister istemez kooperatiflere katılmaya yöneltiyordu. “K ooperatiflere katılabilirsiniz ve öyle de yapacaksınız zaten. Bu bir ekonomik zorunluluk”. Leniri in sosyalizmin inşaası planında kalıcı otan üçüncü düşüncesi de kültürel devrimdi. Kültürel devrim tüm nüfusun eğitimi anlamına gelmiyor, yani onlara yalnızca okuması ve. yazmasını öğretmekle sınırlanmıyordu. Sovyet halkına çağdaş makina- lan kullanmasını öğretmeyi kapsıyordu. Çağdaş muhasebeciliği örneğin işlemlerin nasıl yapılacağını, kaç para ödenip kaç para kazanılacağını ö ğretmek anlamına geliyordu. Muhasebe öğrenimi insanların tasarrufçu bir zihniyet kazanmasına neden oluyordu. Kesinlikle insanların genel
kültür seviyesini yükseltiyordu. Eğitimsizliğin tavsiyesi, çeşitli kültür biçimlerinin tanıtımı insanla- nn kültürel yaşantıdan daha fazla pay almatan- nı sağlıyordu. Lenin tarafından önümüze sunulanı ehber, izlememiz gereken yol bunlardan oluşuyordu. Lenin’in isteği, son arzusu önümüzde-, ki yolda yer atan bu yöntemleri pratikte somutlaştırmaktı. Lenin’in planını uygulamak için önümüzde pek çok atan mevcuttu ve Lenin NEP döneminin 30-40 yıl içinde tamamlanacağını düşünüyordu.
Ligaçev ve Yelisin eski sistemle hareket etmek istemiyorlar: Yeltsin ve aynı zamanda
Ligaçev şiddetli b ir değişimden yana. Gorbaçov’un yaklaşımı Lenin gibi. Eğer bu
tartışma Stalin’in yönetim i altında yapılsaydı, belki de biri ölebilirdi.
Önümüzdeki temel kılavuz yeni ekonomik politikaydı ve bu rehberle bazı somut katkılar ve değişiklikler yapmak olasıydı. Fakat dediğim gibi bu dönemin 40 yıl sonra sona ereceğini düşünüyordu. Lenin’in ölümünden sonra planlarda g e nel politikada bazı değişiklikler meydana geldi. Çünkü bir yanda yeni Sovyet devletinin bürokratikleşmesi kendiliğinden önlenemez bir gelişim kaydediyordu. Çünkü ekonomik etkenler yeterince güçlü değildi. Böylesine büyük bir ülkeyi yönetmek için elinizde son derece güçlü devlet aygıtlan ve devlet mekanizması olması gerekiyordu. Savaş komünizmi dönem ine benzer birtakım yollarla bazı kişiler emretme adeti edindiler. “Ben emirleri veririm ve diğerleri bunları çeşitli alanlarda uygularlar” Emir verme alışkanlığını edindiler ve insanların bu emirlere hiç düşünmeden bağımlı olmasını sağladılar. Böylece bürakratikleşmenin gelişimi kaçınılmaz oldu. Güçlü bir devlet aygıtı yaratmak için bütün gü- çün bir yerde toplanması gerektiğine karar ve rildi. Bürokratikleşmenin kaçınılmazlığı ve devlet mekanizmasının durumu gerekli gücün ve yoğun politik gücün Stalin’in elinde toplanmasına yol açtı. 1929’a kadar Leniriin rehberliğine sadık kaldı. Çünkü Lenin, planlı sosyalist inşaya geçişte NEP durumunda bunun; devrim ve iç savaştan geçmiş, halkı sosyalist inşanın, devrimin nedenlerine adamış Bolşeviklerin ince bir tabakasında yattığını söylemişti. Öyleyse, onun ana garantisi bu Bolşeviklerdi. Daha sonraları Stalin tarafından uzaklaştınlan Buharin, Troçki, Rikov, Kamanev, Zinovyev, Ritakov sosyalizmin düşmanları oldular.
Am a 1929’lara kadar Leniriin planı yürüdü. Ana değişiklikler 1929’dan sonra başladı; Lenin’in planından ana sapmalar. Çünkü Stalin kollektivizasyon programına yüklendi. Lenin demokratikleşmeyi sosyalizmin doğal bir geleceği olarak görüyordu. Sadece savaş komünizmi dönem inde demokrasinin sınırlandırılmasından söz ed ebiliriz. Bundan sonra, sınırlandırmalar kaldınlma- lıydı ve genelde tüm insanlar için garanti edilmeliydi. Böylece tüm olumsuz çizgiler toplumun demokratikleşmesiyle kaldırılmalıydı. Leninist ölçüler olmadan, diyalektik olmayan kişiliği ile Stalin kooperatifleşme planını kollektivizasyon planı yapmaya çalıştı ve ülkeve sosyal ilişkileri sokmaya da çalıştı. Tarım sektörünü baskı altına aldı; en kısa sürede sosyalizme geçilmesi için. Bu yüzden NEP politikasını sona erdirdi, zorla kollektivizasyonu em poze etm eye başladı. Bu süreçte, Stalin Lenin’in doğrultusunu terketti. Leniri in planı bir kenara bırakıldı.
Ç.Y. — Stalin neden böylesi bir dönüşüme gereksinim duydu, koşulları nelerdi? 1929’a kadar plan uygulanıyor, ama daha sonra size göre bir sapma var. Acaba bu dönüşüm objektif koşullardan mı kaynaklanıyordu? Yoksa partiden mi, yoksa bürokratikleşmeden mi?
— Bir yandan büyüyen bürokratikleşme vardı. Ve bürokratik mekanizma çoğunlukta ekonomik yöntemler yerine, idari yöntemleri seçiyordu. Diğer tarafta Staliriin kişiliğinin nitelikleri ve güce dayanması, ve Marksizme sosyalist inşa teorilerine diyalektik olmayan vulgar yaklaşımı vardı. Parti içindeki mücadeleyi gerginleştirdi, çünkü Leniriin yolundakiler Staliriden kurtulmak istiyorlardı; onu genel sekreterlikten almak istiyorlardı.
Ç.Y. — Lenin mi istemişti bunu?— Evet. Lenin’in son isteğiydi. O, Stalin’in, ar
kasından uzaklaştırılmasını tavsiye etmişti.Ç.Y. — Siz, Stalin’in kişiliğinde diyalektik o l
mayan bir şeyler buluyorsunuz? Kişiliği sizce çelişkili miydi, yoksa diyalektik olmayan mıydı?
— Diyalektik olmayan yaklaşımından bahsedebiliriz. Çünkü Lenin NEP programıyla yürüyen uygulamanın devlet mekanizmasını maksi- malize ettiğini, bunun en ucuz ve yeterli hale getirmek gerektiğini anlatmıştı. Stalin’in görüşüne göreyse devlet mekanizması sosyalist inşanın temel gücüydü.
Ç.Y. — 1929a kadar neden böyle bir uygulamaya gitmedi. Sizin yaklaşımınız acaba, o d ö nem e kadar gücü eline alamadığı için mi şeklinde?
— Tabii ki. Çünkü Lenin’in etkisi çok güçlüy- dü. Lenin İ924 ’te öldü. Sonraki 5 yılda Lenin1 in etkisi çok güçlüydü. Ç ok açık olarak muhalefet yapamadı. A m a 5 yıl sonra Lenin’in sosyalist inşa konusundaki görüşlerinden sapmaya başladı.
Ana mesele Perestroykayı kişisel bir meseie haline getirmek, her Sovyet vatandaşını yakın
kişiselliğe getirebilmektir.
Ç.Y. — Son zamanlarda Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli basın - yayın kuruluşlannda Stalin’e ilişkin yazılar çıkıyor, yeri gelmişken bunu soralım?
— Sovyetler Birliği’ndeki bazı gazetelerde onun kişiliğinde biraz dengesizlik olduğu yazıldı. Bunu söyleyem eyeceğim , ama 1940 ve ç o ğunlukla 50’lerde biraz paranoyak olduğunu söyleyebilirim. Basınımızda günlerdir böyle bir tartışma var. Bazı durumlarda mentalite (zihinsel) olarak rahatsız olduğu yönünde... N e önem liydi? Biliyorsunuz nüfusun büyük bölümü geriydi. A m a sosyalizme uyanmıştı ve eğitim, kültür vermek yerine, Stalin sosyalizmin kavramlarını radyo konuşmalarında basit, vulgar bir şekilde tanıtıyordu. Vulgarize etmişti, ama köylüler ve işçiler tarafından anlaşılıyordu, çünkü çok vulgar, basit bir şekilde anlatıyordu. Tarımın kollek- tivizasyonuna yüklendi ve bu zorla yapılıyordu. Bunun sonucunda köylüler ürünlerini devlete satmamaya başladılar ve sosyalizmin düşmanı oldular. ‘Düşman oldukları için bunların sınıf olarak ortadan kaldınlması gerekiyordu.’ Stalin’in politikası kollektivizasyonu ve kulakların tasfiyesini uygulamaya koydu. Bu, sosyalist gücün kulaklar üzerindeki yakıcı, sıcak bir problemi değildi. Ekonomik politikada bir değişimdi. Çünkü Stalin, köylülere yüksek vergiler getirerek daha fazla para almaya, bunları sanayiye yatırmaya ve sanayi ürünleri fiyatlarını yükseltmeye çalıştı. Bunun için köylülere devlete ürün fazlalarını satmak artık kârlı gelmiyordu, çünkü daha az para alıyorlardı ve ürünlerini satmayı reddettiler. Sermaye birikimini oluşturabilmek için diğer yöntemler yerine, genel bir kollektivizasyo- na gidelim karannı verdi. Sovyet ekonomisi için bir katostrofi, felaket oldu. Çünkü 1929dan sonra tarımsal üretim hissedilir şekilde düştü. Binlerce kulak öldürüldü, zulme uğradı, Sibirya’ya sürgün gönderildi. Stalin’in kollektivizasyon kampanyası bütün olarak felaketti. Buharin, Troç- ki, Tomsky, Kamanyev, Zinovyev Stalin’e muhalefet ettiler. Ve bu durumda o, onları tasfiye etm eye karar verdi. Hepsi halkın düşmanı olarak suçlandılar. Stalin bu sırada Lenin’in parti içindeki savunucularının yerine, kendisine bağlı kilit adamları geçirdi; Parti politikasının ilkelerini parçaladı; Partiyi Lenin’iri Komünist Partisi’nden, kendi kişisel ilgisinin partisi haline dönüştürdü. Bu bir karşı-devrimci darbe yönelimiydi. Anlaş- mayanlar, parti dışına atıldılar, Sibirya’ya sürgün edildiler...
Ç.Y. — Stalin’in . yerde Troçki’nin aslında bir yede savunduğunu...
— Tabii, Stalin Troçki’ye muhalefet ediyordu ve Troçki’nin karşısında Lenin’in ilkelerini savundu. Bir süre savundu. Böylece Troçki politik olarak yenilgiye uğradı, ülkeden uzaklaştın İdi. Am a sonradan Troçki’nin politikasını benimsedi, uyguladı.
Ç.Y. — Bireysel isteklerinden mi?— Hayır, bunu endüstrileşmenin biricik yolu
olarak gördüğü için. Bu sosyalizmin, sosyalizmin inşasının zaferi olarak propaganda edildi. Ve ola
ğan insanlar zorla katılımda bulundu. Bunlar Le- ninist olmayan yoldan yapıldı.
Ç.Y. — Stalin’in yolu mu?— Evet, Stalin’in endüstrileşme yolu. Çünkü
yanlış bir yoldu. Çünkü ordu, tarımdan, kırsal kesimden gelenlerden oluşuyordu. Çünkü sanayi karşısında tarım sektörünü soymak politikası Stalin tarafından götürüldü, uygulandı.
Ç.Y. — Çeşitli yaklaşımlarda bulundunuz; endüstrileşme yöntemi Leninist değildi. 1930-401 lara kadarki olayları Stalin’in kişiliğine bağlamak yanlış değil mi? Bu diyalektik olarak da yanlış görünüyor. Çünkü olayları sadece Stalin’in kişiliğinde ele almak biraz burjuva ideolojisine benziyor. Çünkü bu ideoloji olaylan hep kişilere bağlıyor, yargılıyor. Yani Stalin’in kişiliğinde değil olayın tümü?
— Bir taraftan dedik... Bir tarafta devlet m ekanizmasının kaçınılmaz bürokratikleşmesi vardı. Diğer tarafta yeni gelişen devrimciler, problemlerle karşılaşınca hâlâ savaş komünizminin yöntemlerini tercih ediyorlardı. Ö te yanda köylüler, işçiler Marksizm - Leninizmle aşina olm amıştı ve sosyalist inşanın katılımı için uyandırıl- mamıştı. Onlar daha çok Stalin’in Marks’ı, Le- nin’i çevirme yolunu, onun vulgarize formunu kabullenmişlerdi. Çünkü bu kültür eksikliği yü- zündendi. Leniriin sosyalizmin inşasındaki başarıda en büyük garantimizin ince bir gup olan Bolşeviklerin olduğu düşüncesi vardı. Çünkü sübjektif faktör bu durumda büyük bir rol oynadı. Sübjektif faktör bu durumda özel bir önem kazandı, ama Stalin bunu tasfiye etti. Bu ince tabaka-grup olan Bolşevikleri tasfiye etti. Sosyalist inşadaki başarının garantisi olan bolşevikleri.
Ç.Y. — 1929’larda 1950’ii dönemi alırken, bu dönem içinde yapılan hatalan, yanlışlığı kime ne ölçüde mal ediyorsunuz? Belirleyici olan nedir? Stalin’in kişiliği mi, geri bir ülkede yapılan devrimin getirdikleri mi?
— Sorunlan karıştırmamalıyız. Endüstrileşmeye büyük bir ihtiyaç vardı. A m a kimin pahasına, kim bunun fiyatını ödeyecekti, endüstrileşme için gereken para nereden alınacaktı? Ekonomik yöntemlerle mi, idari yöntemlerle mi? Veya Stalin’in kollektivizasyonda yaptığı gibi kaba güçle mi? Kimse bugün bile endüstrileşmenin gerekliliği için kuşku duymuyor. Stalin bu hızlı endüstrileşmeyi düşmanlar tarafından kuşatıldık, faşizm yükseliyorduyla haklı çıkardı. Her şey doğruydu, ama kollektivizasyonda kullanılan kaba gücü faşizmin varlığıyla haklı çıkarmak yeterli değildi. Tabii, objektif koşullar hızlı bir endüstrileşme isteğini, gerekliliğini doğuruyordu. Hiç kimse hızlılığına karşı çıkmıyor. Am a nasıl yapılacaktı? Fiyatı kim ödeyecekti? Stalin sadece bu objektif gereksinmeden yola çıktı. Endüstrileşme- liyiz, o halde her şey iyidir dedi.
Ç.Y. — O dönem yapılan hatalar, objektif koşullar ve diğerlerinin sentezleşmiş bir hali değil midir? Sessiz hoşgörülülüğü kaldınyorsunuz. Sizce Stalin affedilemez mi?
— Affedenleyiz. Çünkü, Stalin’in politikasına gerçek bir alternatif vardı. Endüstrileşmenin kendisine değil! Bu bir gereklilikti. Bunu uygulamada birçok farklılıklar olmalıydı. Bu bakış açısı Buharin tarafından savunuluyordu. Sermaye birikimi yöntemine muhalefet ediyordu. O farklı bir yoldan bunu destekliyordu...
Ç.Y. — Gorbaçov Stalin’i değerlendirdiğinde kollektivizasyonun gerekli olduğunu söylüyor ve bunun sürecinde ortaya çıkan hatalara rağmen Stalin’in Leninizmin ideolojik özünü korduğu değerlendirmesini yapıyor. Biz iyimser olarak bakıyoruz ve bu değerlendirmeyi düzgün bir eleştiri olarak görüyoruz...
— Biliyorsunuz bunlar Sovyet basınında yer alıyor. Ben daha çok A fanesyev’e yakınım. Biz Stalin dönemini nasıl değerlendireceğiz? Bu küçük bir sapma mıydı? Bir yoldan girersiniz, bir yan yola girersiniz, yeniden ana yola dönersiniz... Küçük bir sapma mıydı?.. Bir hata olarak adlandırabilir miyiz, yoksa bir çeşit karşı-devrimci darbe miydi?
Ç.Y. — Stalin’in tutumunu karşı-devrimci olarak mı görüyorsunuz?
— Eğer, küçük bir sapma olsaydı, bunu kolaylıkla telafi edebilirdik ve hoşgörebilirdik! Stalin yanlıştı ama Lenin’in ilkelerine döndük’ derdik. Am a 35 yıl geçti Stalin’in ölümünden sonra ve biz hâlâ Staliriin devlet mekanizmasıyla Sta- linci düşünme tarzıyla karşılaşıyoruz. O zaman küçük bir sapma değildir. Eğer bir sapma olarak değerlendireceksek, çok büyük bir sapmadır bu Lenin’in yolundan. Bir karşı-devrimci darbe
diyemeyeceğim. Çünkü, Mao gibileri Sovyetler’i sosyalist olmadıklanna dair suçluyorlar... Afanes- yev makalesinde yazıyor: Neyi vurguluyor? Lenin’in istediği gibi bir sosyalizm değildir.
Ç.Y. — Am a kışla sosyalizmi diyor.— Bir çeşit kışla sosyalizmi. Bu konuda onunla
aynı görüşteyim. Maoculann Sovyetler’de sosyalizm olup olmadığı görüşlerine gelince: Ben her zaman onlara, eğer bir sosyalizm olmasaydı Alman faşizmine karşı savaşta galip gelemezdik. Eğer bu bir sosyalizm değilse, perestroykayı nasıl açıklayacaksınız derim. Stalin sosyalist sistemin tüm şeklini bozmuştur. Bu bozulma birçok alanda olmuştur: Ekonomik politikada, köylülükle ilişkiler, demokratik hak ve özgürlükler, sosyalist demokrasi... Parti Stalin’in çizgisine göre yeniden yapılandırılmıştı. Bu Lenin’in parti politikasındaki ilkelerinin bozulmasıydı. Örneğin entelektüellere karşı olan politikayı ele alınız. Böylece Stalin’de hata olarak, sapma olarak adlan- dınlan bunlar tüm sistemi, Sovyet sistemini kapsadı, sadece bazı nokta ve alanları değil.
Ç.Y. — Büyük bir sapma var dediniz...— Büyük sapmanın yanında, her zaman sağ
lıklı bir eğilim olmuştur. Ve bu eğilim...Ç.Y. — Bunu nasıl açıklıyorsunuz?— Çünkü Lenin’in çalışmaları yayınlanmıştı.
Marksizm - Leninizm Stalin tarafından bozulmuştu, ama yaşıyordu. Çünkü insanlar o büyük savaşta anavatanlan ve sosyalizm için savaştılar. İnsanların akıllannda yaşadı.
Ç.Y. — Ve bu sağlıklı eğilimle perestroikaya gelindi?.. Perestroika ve Glasnost’un çözmeye çalıştığı problemler Stalin döneminin mirası mı? İkincisi siz Lenin’in istediği gibi bir sosyalizm olmadığını, yine de sosyalizm olduğunu söylediniz. Tüm bunlarla Stalin’i nereye koyacağız? Diyeceğiz ki Stalin Leninizmin ideolojik özünü korumuştur. Burada Gorbaçov’la çelişiyorsunuz...
— Sovyet basınında ateşli bir tartışma var. Ben kişisel olarak çok Anti-Stalinistim. Kişisel olarak. Tamamen Anti-Stalinistim. Almanya ile olan savaşta çok fazla kurban vermemizi Stalin’e borçluyuz. Stalin’e olası alternatif vardı ve sadece bir değildi. Buharin Staliriin parlak bir alternatifi olabilirdi. Kirov; Staliriin adamı tarafından öldürüldü. Stalin’e parlak, akıllı bir alternatif olabilirdi. O ikinci alternatifti.
Ç.Y. — Parti içinde mi?— Daha çok demokratik, daha çok Leninist...Ç.Y. — Stalirii bir karşı-devrimci olarak nite-
leyibilir misiniz?— Karşı devrimcilik, devrim öncesi koşullan
restore etmektir. Bu açıdan karşı devrimcidir diyem eyeceğim .
Ç.Y. — Peki, neydi?— Anti Leninistti.Ç.Y. — Anti Leninist miydi?— Hatta anti Marksistti. Milyonlarca insana zu
lüm edildi. Sovyet entelektüelleri, partinin bilim adamlan tasfiye edildi. Çünkü Stalin’le aynı görüşte değillerdi. Anlaşamıyorlardı. Stalin’le anlaşamıyorsanız, halkın düşmanı durumuna g e lirdiniz. Problem buydu...
Ç.Y. Gorbaçov’un Stalirie yaklaşımı ise eleştirilecek yanlann eleştirilmesi, esas anlamda yap- tıklannı ise doğru bulması... Siz farklı yaklaşıyorsunuz..
— Bu soru tartışmalıdır. Bu Sovyet basınında tartışılıyor. Siz Gorbaçov’un çalışmasının Stalin’in çalışmasına benzediğini mi söylemek istiyorsunuz?.. Stalin (bu yanlış, bu doğrudur demiştir ve onlar yanlış ve doğru olmuştur, herkes için her zaman için.
Ç.Y. — Sizin görüşleriniz Gorbaçov’unkiyle çelişiyor... Şunu öğrenmek istiyoruz Partide çok canlı bir tartışma ortamı mı var?..
— Biliyorsunuz Perestroika çok hızlı gelişiyor. İki yıl önce söyleyemediğimiz şeyleri şimdi söyleyebiliyoruz.
Ç.Y. — Nedir bu söyleyebildikleriniz şeyler?— İki - üç yıl önce bazı tavizler vardı, çünkü
Staliriin mekanizmasının durumu çok güçlüydü. Yan kapımda bir emekli vardı. Ona göre siz bir şey yapmıyordunuz, ona göre Stalin bir tanny- dı: Bütünsel bilinçde bozulma vardı. İki-üç yıl önce Buharirii bile, Buharirii savunmak bile bir cesaret işiydi. Bu bir gök gürültüsünün şimşeğiydi. Sadece üç yıl önce Buharin halkın düşmanıydı, şimdi ise bir Bolşevik. O gerçekten uygulamada Staliriin bir alternatifiydi ve çalışmaları Sovyetler Birilği’nde yayımlanmaya başladı. Böylece Parti’nin 70. yıldönümüyle ilgili şunu söyleyebiliriz: Bizim tarihimizi değerlendirmemizdeki son sözler, final sözleri değildir bunlar.
Ç.Y. — Dediğinizden Sovyetler’de büyük bir tartışma olduğunu çıkanyoruz.
— Evet...Ç.Y. — Bu tartışmalarda bir yandan Ligaçev
ve bazı parti görevlilerinin -Partide güçlü olduğu da söyleniyor- oluslararası politikaya sınıf uzlaşmaz, çatışmalannı taşımak yönünde. Stalin dönemine yaklaşımlarda farklı yaklaşımlar, kanatlar mı var?..
— Parti içinde farklı görüşler var!Ç .Y — Bu tartışma ortamı Lenin dönemine
benziyor galiba...— işte nokta budur. Daha önceki yıllar bir
‘mezarlığa’ benziyordu. Brejnev dönem i de dahil olmak üzere... Bugünlerde bir çeşit çoğulculuk var. Bu sosyalist özgürlüğün temelidir. Herkes kendi kişisel görüşlerini açıklayabilmektedir.
Ç.Y. — Ç ok güzel... Perestroika yaklaşımında, diğer konulara yaklaşımda, partide sanki bir kanatlaşmaya, bir bloklaşmaya gidiliyor gibi g ö rünüyor?..
— Bir yanda sağlıklı bir olay, fenomen var. Küçük burjuva ülkelerde, burjuva ülkelerde görüşler savaşırlar. Politik kültürde yüksek dereceye varmış bir toplumda görüşlerin aynlması, çoğulculuğun olması sonucunda bunlar birbirlerini vurmazlar, atmazlar... Bu olağan, normal bir fe nomendir. Diğer sorulan alınız... Ben size Lenin’in kararlan benimseme yolunu hatırlatmak isterim. Lenin’in bir deha olarak kararlan kendi başına aldığı ve her zaman doğru olduğu yönünde bir vulgarizasyon var. Problem Lenin’in kararlan benimseme yolundadır. Lenin her zaman görüşlerin çoğulculuğunu selamlamıştır. Farklı bakış açılanna dikkatlice bakardı. Kaışısmdakilerin, muhaliflerinin görüşlerini görürdü.
Ç.Y. — Karşıdakilerin görüşlerini alıp, onlan daha sonra sentezleştirir miydi?..
— Evet, sentezleştirirdi, sentez yapardı. Örneğin tanm programını oluştururken! Lenin top- raklann ulusallaştınlmasını önermişti.' Ve bugünkü kollektif çiftliklerin bir an önce kurulmasını istemişti. Sosyalist - Devrimcilerin - köylünün gücünü savunuyordu- bunlann görüşüne göre toprakların ulusallaştırmasının ardından bu topraklar köylünün ihtiyacına göre dağıtılmalıydı. Lenin Sosyalist - Devrimcilerin bu yaklaşımını benimsedi, çünkü onlann kendi temsil ettikleri sınıfın sorunlannı daha iyi yansıttığına inanıyordu...
Ç.Y. — Lenin, burada acaba sınıflann güçler dengesini gözönüne alarak mı bu karara vardı veya Lenin karşıdakilerin görüşlerini alırdı, bunu sentezleştirdi?
— Hayır, mekanik bir sentezle değil. Yaklaşımında; birincisi son derece diyalektikti. İkincisi her zaman sınıf çizgisindeydi...
Ç.Y. — Sınıf çizgisindeyi biraz açar mısınız?..— Sınıf çizgisinde, konumunda olmak demek
ne anlama geliyor? S ol kanat partilerde sık olarak çarpışmalar olur ve her biri ‘Ben sınıf çizgi- sindeyim, ben sınıfın konumundayım” der. Ne dem ek bu? H er görüşün, sosyal olaylann çıkar- lann ve sosyal sınıflann, determine ettiği kültür fenomen, olaylann arkasını görmek, bazı sosyal sınıflann çıkarlannı görmektir. Kişisel bir karan benimsediğinde ve ‘Artık bu doğrudur’ dediğinde bunu hiçbir zaman zorla em poze etmeye kalkışmadı, hiçbir zaman, bir defa bile. Bunun yerine iknayla, Rus tarihinden bilirsiniz, Kamanev ve Z inovyev silahlı ayaklanma karannı benimsemediler. Lenin Merkez Komite’nin çoğunluğunu bu karar için ikna etti. Şunu yapın demedi! Çünkü ben Leninlm, ben böyle istiyorum’ diye... Brest Litovsk’da, barış anlaşmasında Merkez Komitesi üç kez Lenin’e muhalif olarak oy attı. Am a otoritesi büyüktü, hiçbir zaman bunu zorla uygulamadı. Bu demektir ki biz şimdi Lenin’in düşünceleri benimseme yöntemine dönüyoruz... Ve pratikte uygulama yöntemlerinde demokratik ve ikna yöntemlerine. Kruşçev’in 20. Parti Kong- resi’nde Stalin dönem inde işlenen suçlan açığa çıkaran konuşması var. Ekonomik ve politik alanda reforma gitme girişimleri var. Ve her önceki girişim başansızlığa uğruyor. Stalin’in dönemi eğer küçük bir sapma olsaydı, neden bu reformlar başansızlığa uğruyordu? önem lidir, çünkü Stalin sadece kendisini miras bırakmadı, devlet ve parti mekanizmasını da miras olarak bıraktı. Bu parti ve devlet mekanizması Lenin’in değil; Lenin’e göre değil Stalin’e göre işliyordu. Şimdiye kadar da çalıştı...
Ç.Y. — Genel olarak konu Stalin üzerinde yoğunlaştı. Sizin söylediklerinizin bir bölümüne katılırken tekrar Gorbaçov’a dönmek istiyoruz. Gorbaçov’un yaklaşımı tutarlı ve gerçekçi gelmişti, ileri sürdüğünüz görüşler, A fanesyev’in görüşleriyle paralellik gösteriyor. Bu Stalin’e yapılan
eleştirilerin daha uç noktaya götürülmesi oluyor...
— Öyle söyleyebiliriz.Ç.Y. — öğrenm ek istediğimiz, bu yaklaşım
parti içinde ne derece yaygın ve etkilidir... izlediğimiz kadanyla partide ve Sovyet toplumuna yayılmış durumda bir anti-Stalinist kampanya varmış gibi görünüyor.. Stalin ne derece hatalı, aşırılıklara kaçmış olursa olsun, biz problem lerin özellikle Brejnev dönem inde yoğunluk kazandığını, ondan gelen mekanizmaların değiştirilmediğini ve esas olarak dolayısıyla sonraki dönem için en büyük sorumluluğun Brejnev d ö nemindeki parti yönetim inde olduğunu söyleyem ez miyiz? Buradan yola çıkarsak bürokrat- laşma Brejnev dönem inde bir çürüme noktasına ulaşmış, bütün problemler birikmiş, üretimin esas aksaması, gerilemesi bu dönem de olmaya başlamıştır.
— Brejnev Stalin’in bir parçası oldu.Ç.Y. — Mafyalaşma olduğu, yer yer bazı top
rak ağalannın bazı bölgelerde olduğunu duyuyoruz. Dolayısıyla Brejnev Stalin dönemindeki aşın uygulamalannı daha da ileriye vardınp, onlan koruyarak, daha kaba bir uygulamaya d ö nüştürmüş, yaygınlaştırmıştır, iyice. Bu noktada eleştirinin hedefini neden Stalin’e değil de Brejnev dönem ine yöneltmedik?
— Çünkü problemlerimizin, bozulmalann, bürokratik sistemin, -Gorbaçov’un makine olarak nitelediği- kökleri Stalin dönemindedir. Çünkü Kruşçev tarafından girişilen reformlar Stalin m ekanizmasının bir parçasıydı. Toplu zulümlerin so- rumlusuydu, onun elleri kan içindeydi. Çünkü eğer yapmasaydı kendisi cezalandırılacaktı. Am a onun büyük bağışı sistemin parçası olmasına rağmen, onun ilk kez dönem e ilişkin soruyu yük- seltmesiydi. tik reform girişimleri Kruşçev tarafından yapıldı. En büyük girişimi buydu. Biz onu kişiliğe karşı birinci olarak, STalin dönemine karşı çarpışan ilk insan olarak görüyoruz. Am a reformlarda ve Stalinizmle savaşımında, ekonom ik re- formlan uygulamaya koyma girişimlerinde, o bunlan Stalin döneminden miras kalan parti ve devlet mekanizmalanna havale etti. Ve bu yüzden, bu devlet ve parti mekanizmasıyla başan- sız oldu. Çünkü mekanizma eskiydi, mekanizma Stalin’den kalmaydı. Staünsiz bir Stalinist m ekanizma vardı. Bu yüzden başansız oldu. Bundan sonra bürokraside bir bir patlama oldu. Kruşçev uzaklaştmldı. Çünkü o Stalin’e benzer birçok hata yaptı. Çünkü Stalin bu sistemin bir parçasıydı. Daha sonra Brejnev döneminin ilk yıllarında bir reform girişiminde daha bulunuldu...
Ç.Y. — Kosigin reformlan...— Am a aynı devlet mekanizmasıyla, aynı m e
kanizmayla ve başansız olundu. Ve şimdi d iyoruz ki Gorbaçov’un yönetimi altında bu birim son- şansımızdtr. O, ekonomik yapılanma demokratikleşme olmadan yapılamaz, aynı devlet ve parti mekanizmalanyla yapılamaz diyor. Demokratikleşme olmadan reformlar başarısız olur eliyor. D emokratikleşme; Perestroika ve Glasnost’un tamamlayıcı bir parçası. Demokratikleşmenin başlangıç noktası açıklıktır. Samimi olarak tüm so- runlannızı konuşmazsanız, demokratik olamazsınız. Şimdi biz ekonomide, parti yaşamında demokratik yaşamda Leniriin dönem ine dönm eye çalışıyoruz.
Ç.Y. — Kruşçev ve Brejnev’i devlet ve parti mekanizmalanyla reforma girmekle suçladınız...
— Bir durgunluk dönem i vardı. Objektif o larak geriliğimiz için yüksek bir fatura ödedik. Sosyalizmin tecrit edildiği, geri bir ülkede sosyalizmi kurmanın zorluklarıydı. Objektif olarak... Ama daha çok pozitif daha çok anlaşılabilecek Marksist - Leninist alternatifler olabilirdi.
Ç.Y. — Objektif olarak sosyalizmin kurulduğunu ve bunun doğru olduğunu söyleyebiliyor musunuz?..
— Ben Afanesyev’in mantığını tercih ed iyorum. Sosyalist olduğumuzun kanıtı Sovyetler* de perestroikanın geçerliliğidir. Eğer yine başa- nsız olunursa, kim ümit verici bir durumdan söz edebilir. Eğer bir 5-10 yılda demokraside, yiyecek - giyeckte, demokratik bilinçte politik olaylarda, nüfusun çoğunluğunun katılımının olduğu bir ülke durumunda olursak o zaman tamam. Eğer olamazsak...
Ç.Y. — Sosyalizm başarısızlığa mı uğrar?..— Göreceğiz. Bu bizim son şansımız. Şöyle
bir resim çekmek istiyorum. Sovyetler her şey pürüzsüz gitmiyor. Çok yoğun bir mücadele var. Eski sistemle, eski yöntemlerle, Brejnev ve Stalin dönemine benzer şekilde davrananlarla Lenin’e dönmek isteyenler arasında...
Ç.Y. — Kim bunlar...
—■ iki kutup var. Bir tarafta L igaçev ve Yeksin var. Görüşleri en iyi şekilde açıklayanlar...
Ç.Y. — Ligaçev ve Yeksin eski sistemle mi hareket etmek istiyorlar?
— Hayır tam tersi. Yeksin şiddetli bir değişimden yana ve Ligaçev. Gorbaçov’un yaklaşımı Lenin gibi. Eğer bu tartışma Stalin’in yönetimi akında yapılsaydı, belki de biri ölebilirdi. Şimdi herkes ulusal çapta görüşlerini açıkça tartışma durumunda. Çünkü insanlann hepsi televizyondan, gazetelerden onlann görüşlerini okuyorlar.
18 milyon bürokrat işini kaybedecektir. Bazdan emekliye ayrılacak, bazıları da diğer
sektörlere yerleştirilecek. Emir verme —şunu yap, bunu yap— stilinden yeni yönteme, yani
demokratik tartışma, ikna yöntemi ve kollektif düşünceye doğru.
Ç.Y. — Bu partide bir kanatlaşmaya yol açmaz mı?
— Hayır, hayır düşüncelerin aynlması her zaman vardır. Farklı düşünceler olacaktır. Am a bunlar demokratik yollardan sürdürülmeli ve tartışılmalı. Tasfiyeyle, öldürmeyle değil demokratik yollarla. Afanesyev Pravda’da görüşünü açıklıyor. Gerçek tartışmada kim kazanacak, kim daha çok iyi tartışma üretecek, kim ikna edecek...
Ç.Y. — Demokratik yollardan bir çatışma...— Kesinlikle. Hatta Yeltsin bir yazısında ‘L i
gaçev ile perestroikanın stratejik hedeflerinde farklı görüşümüz yok’ dedi. Bir politik karşıtı olduğundan değil, ama farklı taktiklerle ilgili. S o mut problemlerle ilgili olur.
Ç.Y. — O zaman parti içinde taktik ve stratejik tutumlara ilişkin farklı görüşler mi var? Biz genellikle burjuva basından olaylan izlediğimiz için tek taraflı oarak bilgileniyoruz. Burjuva basının yansıtmalanndan öyle bir tablo ortaya çıkıyor ki: Bir tarafta Gorbaçov perestroyka ve diğer uygulamalar içinde, diğer taraftan L igaçev ve Yeltsin ayrı ayn yerlerden bunu çekiştiriyorlar...
— Doğru olduğunu söyleyemeyiz. Bu basitleştirmektir. Burjuva basını tabii ki durum Ligaçev sağda, Yeltsin solda ve Gorbaçov da ortada diye gösterecek. Problem bu değil. Problem şu: Bürokratizasyondan bahsettimiz zaman, bürokrasi perestroykanm önünde en büyük engeldir. Niçin? Yeni ekonomik sistem ekonomik reformlar altında ve partideki reformla 18 milyon bürokrat işini kaybedecektir.
Ç.Y. — Nereye yerleştirilecek bunlar?..— Bu bir problemdir. 18 milyon insan bir güç
tür... Tabii ki bunlar direnecek Kesinlikle bunlar demokratik yollardan yapılacak. Bazılan em ekliye ayrılacak, bazılan diğer alanlara, sektörlere aktanlacak. Tabii, biz bir sosyalist ülkeyiz. Onla- n işsiz bırakmayacağız. Am a bu kolay değil. Emir verme - şunu yap, bunu yap- sitilinden yeni yönteme geçme, yeni ikna yöntemi, demokratik tartışma, kollektif düşünceyi oluşturmaya... Bu onlar için kolay olmuyor. Değişik bir olay. Bir yandan birçok insan devlet görevlisi olarak idari işler yapıyor. Bü birinci düşmanımız. Karşı tarafta, toplumun pasifliği var. Bu bürokratik sistemin karşı tarafında, insanlar kaygısız, ne olacağı konusunda sorumluluk duymuyorlar, kaygılı değiller. Yabancılığa düşüyorlar, ‘Ben sürecin bir parçasıyım, gördüğüm ve düşündüğüm şey o torite için hiçbir önem taşımıyor, benim görüşümü her zaman görmezlikten gelmişlerdir. Eİen kaderimin sahibi değilim, bu çok komplike makinenin bin parçasayım, ben hiçbir şeyi değişti- remem; öyleyse birçok parti liderinin, yüzünü eskittim, Stalin, Kruşçev, Brejnev hepsi yanlıştı, hepsi suçluydu, o zaman ben hiçbir şeye inanmam” işte bu da karşı taraftaki görüşür. Siz kötü bürokratlan değiştirebilirsiniz. A m a birkaç yıl sonra onun kötü olamayacağını nasıl garanti edebilirsiniz?
Ç.Y. — Garanti toplumun kesindedir...— Evet, garanti toplumun aktif demokratik,
katılımıdır. Parti yöntemleri üzerindeki kontroldür. Açıklık, basınımızdaki açıklık, Sovyet top- lumunu uyandırmak ilgilendirmek, harekete g e çirmekte büyük bir role sahiptir! Bu sizin kişisel bedeliniz. Eğer siz daha iyi yapmazsınız hiçbir kimse yapmayacaktır’ deniliyor. Partinin ve devletin kararlarına katılmasının, bu sizin kişisel me-
Brejnev Stalin’in bir parçası oldu.
Kruşçev, reformları Stalin döneminden miras kalan devlet
ve parti mekanizmasına havale etti. Bu
yüzden başarısız oldu. Çünkü
mekanizma eskiydi. Bir Stalinist
mekanizma vardı.
selenizdir deniliyor. A m a mesele Perestroykayı kişisel bir mesele haline getirmek, her ‘Sovyet vatandaşına yakın kişiselliğe getirebilmektir.’
Ç.Y. — Sovyet toplumu uyanıyor diyebilir miyiz ve reformlann ne gibi sonuçlar verdiğini ö ğ renebilir miyiz?..
— Güzel bir soru. 3 yıllık dönem de ana sonuç insanlann zihinleri, mentaliteleridir. İnsanların zihinleri değişti. Öyleyse bu perestroykanm insanlann bilinçlerini uyandırmadaki esas ilk koşullandır.
Ç.Y. — Yani insanlann bilinçlerinden bir-dönüşüm var, peki ekonomi ve diğer alanlarda...
— Her şey özgürce tartışılıyor. Bazı zorluklar var. A m a basındaki açıklıktan bir adım geri atılmayacak. Çünkü eğer siz tekel oluşturursanız, bu her zaman durgunluğa yol açar, o eğilimi taşır. Eğer siz tartışmayı kesmişseniz her şey bu kadardır. Bırakın görüşler çarpışsın, bırakın insanlar görsünler, bırakalım insanlar yargılansınlar, bırakalım insanlar, düşünceleri üzerinde bir şekle girsinler... Gelişme çok büyük. Şimdiye kadar bir şeyi tartışmayan insanlar, şimdi her şeyi tartışıyorlar. İşçiler ve tüm insanlar. Reformlara entel- lektüeller tarafından çok büyük bir destek var. Parti görevlileri var ki bunlar perestroykayı destekliyorlar: Parti’nin yüksek organlanndan kendilerine öyle olması gerektiği anlatıldığı için de-
§il-Ç.Y. — Emirlerle değil, daha çok kendi katı-
lımlanyla tartışıyorlar...— Yalnızca tartışma değil, katlim da var. Çün
kü duyarlı hale geldiler, sorumluluk duyuyorlar. Ekonomik alanda: problem çok büyük ve reform daha yeni başladı. Büyük ekonomik reform; Lenin’in ilkelerine düşüncede dönülüyor, ama farklı koşullarda. G ene başka tarafa çekilebilir. Oyalayıcı, metotlardan ekonomik metotlara doğru değişim, tabii fiyatlar üzerine dayanan, kendi kendini finanse etme, kendisinin karar verme özgürlüğü. Sosyalist piyasa ekonomisinin tüm ko- laylıklanndan yararlanmak. Çünkü bazılan bunun kapitalizme dönüş olduğunu söylüyor. Hayır değil, hayır değil! Üretilenler devletin malıdır, topraklar devletin malıdır, mülkiyetindedir. Tüm endüstriyel girişimler devlet mülkiyetindedir.Bun- lar koüektiflere ve kooperatiflere kiralanıyor. Banka sistemi devletin elindedir... Devlet ekonom iyi dağıtım emirleriyle, idare etmez, hükmetmez, ama fiyatlarla, kredilerle, vergilerle, gümrüklerle...
Ç.Y. — Emir-komutadan giderek nereye, hangi düzene gidiyoruz?
— Emir sisteminden sosyalist piyasa ekono- misene geçiş var. Bu kendi içinde çok zor. Çünkü ekonomik yaşamdaki her şeyi değiştirmek zorundayız. Öyleyse kendi içinde çok zor. Büyük bir direniş var. Kimlerden? Bakanlardan, bürokratlardan, ‘Hatta işçilerden, neden? Çünkü bu yola alışmışlar. Fabrika olarak bir şey yapmıyorlar, ayda 200 ruble alıyorlar örneğin, şimdi çalışmakla 500-600 700 ruble alabilir. Am a biliyorsunuz, bunun için zihinde bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu anlama geliyor. Hiçbir şey yapmamak ve 200 ruble almak veya çalışmak ve 500-600 veya 700 ruble almak. Sovyetlerde, uzlaşmaz sınıf çatışması, sınıf çelişkisi yok. Sosyal gruplar var. Bir kısmı parti görevlileri, bir kısmı işletme yöneticileri... Bunlar bir sosyal grup oluyorlar. Lenin’in sınıflara bakışı: Birincisi üretime karşı durum, dağıtımdan alınan pay ve roller ve
dağıtımdan ne kadar pay alınmalıdır. Bunların tümü üretim karşısında aynı durumdadırlar. Şu anda sosyal gruplar ile genel anlamdaki toplum arasında bir çatışma var. Am a bu çatışma demokratik yollardan çözülecektir. Bürokratlara ‘Çekilin işimize bakalım’ diyoruz, ama çekilmiyorlar, direniyorlar. Çünkü çekilmek istemiyorlar. Bunda bir çatışma var. Politik bir çatışma var. Perestroykaya engel olanlar, önüne geçenler gitmelidirler...
Ç.Y. — A m a bu demokratik yollardan oluşacaktır?...
— Demokratik bir toplumda bakış açılannın ayrı olması, görüşlerin aynlması doğladır. Am a bu geçiş sürecinde Perestroykaya büyük direniş olduğu bu süreçte insanları emekliye sevketmek gibi sonuç alıcı bazı tedbirlere başvurmak olanaklıdır. Bu demokratik bir yoldur. Am a, tamamen haklı kılıcak, haklı çıkancı bir yoldur.
Ç.Y. — Direnenler demokratik yollardan çe kilecektir?..
— Başka bir bakış açısından... Bu perestroy- kanın sonuç alıcı bir noktasıdır. Çünkü açıklıkla, halkın bilincinde bir uyanma, toplumun bilincinde Am a bazı elle tutulur somut sonuçlar da olmalı. Ekonomik sonuçlar... Ve işte problem de bu. Radikal olanlar yaşam tarzını yükseltmek için şiddetli tedbirlerde ısrar ediyor, bu engelleri ortadan kaldırmak için daha sonuç abcı olmakta ısrar edenler var...
Ç.Y. — Yehsin’i mi kastediyorsunuz?...— Diyebiliriz. Bu engelleri daha sonuç alıcı
yollarla uzaklaştırmak. Şimdi 19. Parti Konferansına geliyoruz. Eşsiz bir olaydı. Hatta, burada Gorbaçov ‘Nisanda iyi, olumlu kararlar almamıza rağmen, bunlan uygulamada başarısız olundu’ dedi. Şubatta da iyi kararlar alındı. Am a bunların uygulanması... Bu Gorbaçov’un söyledikleri şeyler... Bu karârlar güzeldi... Politik liderliğin g ö rüşü çok olumluydu, iyiydi. Am a bu kararların uygulanabilmesini engelleyen bazı şeyler vardı. Lenin’den bu yana ilk kez böyle bir parti konferansı oldu. Herkes görüşlerini söyledi. Delegelerin seçiminin perestroykaya tam uygun olarak yapıldığını söyleyemem, çünkü bu daha çok g e leneksel yollardan yapıldı, Brejnev döneminde yapıldığı gibi. Am a demokratikleşme dalgasının içindekiler de mevcuttu. Konferans tüm topluma televize edildi. Tüm görüşler gazetelerde yayımlandı. Böylece insanlar: Kim neyi istiyor, neyin üzerinde duruyoruz öğrenebilme fırsatını, ola- nığını elde ettiler. Samimi konuşmak gerekirse, konferanstaki görüşlerin başından sonuna kadar izlediyseniz, buradan iki ayrı çizginin bakış açısının olduğunu görürsünüz. Biri çoğunlukla parti görevlilerince temsil edildi...
Ç.Y. — Kim bunlar, isim verebiliyor muyuz?..— Bu bakış açısından en iyi konuşmacı Liga-
çev’di. Perestroyka konusunda ‘Politik sistemin reformu dışında her şey iyi gidiyor... Parti d o kunulmazdır.’ Bu, birinci bakış açısıydı, ikinci bakış açısında politik reform için daha radikal reform, hızlı hareketli destekleyenler...
Ç.Y. — Yeltsin mi?..— Yaklaşık olarak. Bir organizasyon, bir ör
güt olduğunu söyleyemeyiz. Bir eğilim vardiye- biliriz. Gorbaçov tarafından hiç beklenmeyen öneriler yapıldı. Politik sistemin yeniden yapıland ırm asına ilişkin olarak. Bu önerilerdeki esas şey: Partinin demokratikleştirilmesi, 2’şer 5 yıllık çalışma süresinin getirilmesi., karan da vardı. Am a o ‘Bütün iktidar Sovyetlerle olayına dönmemizi vurguladı. Sovyet sistemi, insanlann isteklerinin, uygulamalarının, açıklamalannm en ideal sistemi olarak görüldüğü için. Am a bu res- tora edilmeli. Böylece Sovyetler toplumun güçlü temsilcileridirler. Ve tüm problemlerin hakkında karar verecekler ve bundan da sorumlu olacaklardır. Bu, partinin rolünün değişmesi dem ektir, çünkü önceden parti her şeyden sorumluydu. Ekonomiden, politikaya, eğit-mden yaşamın her alanına. Şimdi bir ekonorrk reform var. Bu- reformun kuralları, ekonomik kurallan var ki bunlar işleyecek ve yeni bir ekonomik mekanizma olacak. Öyleyse, partinin ju yeni ekonomik mekanizmaya onun fonksi> jnuna müdahale etmesi için bir ihtiyaç yoktur. Sonra Parti güçlüy- dü, iktidardı. Şimdi iktidar Sovyetler’e! diyoruz. Parti hangi rolü ve nasıl oynayacak?
Ç.Y. — Burda iktidar partiden sovyetlere mi veriliyor demek istiyorsunuz?..
— Kesinlikle. Partinin bu durumda rolü ne olacak? Partinin görevi esas olarak insanlara halka demokrasiyi öğretmek, olacak. İnsanlan perestroyka için harekete geçirmek olacak, çok adaylı seçimlerde parti aday gösterebilecek, sendika
lar ve diğerleri kendi adaylannı seçecekler. Böylece parti siyaset vekilliğinde, bakanlıklarda, kolektiflerde, işletmelerde komünist çalışmasını bu yolla yapacak, direkt bir yolla değil.
Parti temel ideolojik güç olacak. Ulusal politikanın esas rehberi olarak değişik yöntemlerle çalışacak. Parti seçimlerde adaylar gösterecek ve bu kesinlikle parti aygıtının sınırlandınlması anlamına gelecek.
Ç.Y. — Parti mekanizması kmlacak, bitecek mi dem ek istiyorsunuz?
— Hayır azaltılacak. Parti aygıtı profesyonel parti çalışanları yaratma konusunda eşit davranacak. Partinin rolü, yol gösterici, harekete g e çirici bir rolü olursa çok büyük bir toplum yaratabilir. Çünkü bu oldukça uzun bir yol ve partinin inisiyatifinde. Liderlik, perestroyka, yapılanma ve glasnost partinin insiyatifinde, parti bu konularda her zaman başı çekecektir. Bu olay G orbaçov ve partinin inisiyatifinde başlamış bulunmaktadır. Gorbaçov, bölgeleri ve cumhuriyetler için ilginç bir öneride bulundu. Bölgedeki parti sekreteri ile bölgenin liderini birleştirme ve aynı anda seçme önerisi. İlk bakışta Gorbaçov’un bu önerisinde bir eksiklik var gibi görünüyordu. Sov- yetler’deki parti organlannın ayrılacak bölünecek şeklinde bir yanlış anlaşılma söz konusuydu. Bu öneri ilk bakışta geri dönüş gibi algılanıyordu. Gorbaçov’un önerisi birleşme anlamına geliyordu. Bölgedeki birinci parti sekreteri aynı zamanda Sovyet başkanı olacaktı. Bunun kesinlikle bir çelişki olduğunu söyleyelim. Büyük bir olasılıkla gelecekte başka bir sistem olacak ve bu uygulama ya daöneri o sisteme geçiş sürecinde kabul edilecek bir uygulamadır. Bu şu anlama gelecek; Gorbaçov hem genel sekreter hem de Sovyetler’in başkanı olabilecektir. Yani Sovyetler BirÜği’ndeki her Bölgede genel sekreter, yerel sovyetlerin de başkanı olarak seçilecektir. Bu uygulamada gerçek güç, iktidar parti komitelerinin elinde olacak. Ö yleyse iktidar nasıl lokal sovyetlere verilebilir? Belirlenen şey sadece Sovyetler’in başkanmın aynı zamanda genel sekreter olabilmesidir. Somut durumda, somut şartlarda iktidarı nasıl verebiliriz, yani somut koşullarda bu nasıl yapılabilir. Burada belirleyici olan şey, genel sekreterin yerel sovyet başkanlığına adaylığını koymasıdır.
Ç.Y. — O zaman şöyle bir şey gerçekleşmeyecek mi? Parti sekreteri Sovyetler üzerinde egemen bir rol oynayacak, yönetken ve inisiyatif sahibi olacaktır, öyleyse Sovyetler’e iktidar nasıl verilecek. Bu biraz çelişkili görünmüyor mu?
— Bu adamın önem i şurada, öncelikle iktidarın bir kısmı Sovyete verilecek, yani gerçek anlamda bir yetki burada söz konusu olan. Birinci parti sekreteri bir bölgede, bir parti sekreteri olarak parti üyeleri, yani devlet tarafından seçilmek yerine, sovyetin başkanı olarak halk tarafından seçilecek. Bu oldukça önemli bir konu. Neden, çünkü parti üyeleri değil de halkın çoğunluğu aday olan kişinin yerel sovyetin başkanı olmasına karşı ise bu kişi otomatik olarak yerel parti komitesindeki üyeliği yani birinci sekreter olma durumu düşecektir. Bu partinin halkın büyük bir çoğunluğunun denetimi altına sokulması anlamına gelmektedir. Perestroikaya karşı olan kişiler halkın memnuniyetsizliği de söz konusu o lduğunda kitleler tarafından yani demokratik bir yoldan görevden alınacaktır. Böylece partinin kendini yenilemesi güvence altına alınacaktır. Bir iki cümle daha eklemek istiyorum. Parti konferansı sonucu kararlaştırılan çözümler Gorbaçov1 un kişiliği ve perestroyka sayesinde uygulanmıştır. Yani parti konferansında alınan kararlar aslında Gorbaçov döneminin, sonuçlandır.
Ç.Y. — Bu konferans kararlannın bugünden yanna hemen uygulanmaya konulması söz konuş umu? Kitleler, Sovyet halkı buna ne kadar hazır? Yani Sovyet halkının çoğunluğu bu du- rumu' nasıl karşılıyor. Aynca, şu aşamada parti ve yönetim mekanizmalannm birbirinden aynl- ması, altını çiziyorum ‘şu aşamada’ bu mekanizmalar arasında bir uyumsuzluk ya da çatlaklıklar yaratabilir mi?
— Benim kanımca, birinci sekreter ile yerel sovyet başkanınm birleştirilmesi sürekli bir uygulama olmayacaktır. Sonsuza kadar sürmesi beklenmiyor. Geçiş sürecinde alınan geçici yani kısa vadeli önlemler diyebiliriz.
Ç.Y. — Bu geçiş süreci ne kadar sürebilir?— Beş yıl ya da daha fazla diyebilirim. Bunu
şimdiden kesin birşekilde belirlemek mümkün değil çünkü Sovyetler Birliği için bu döneme, bir süreç yani statik şartlara sahip olmayan, sürekli gelişen bir gelişim zincirini takip eden bir süreç olarak bakmak gerekir.
Ç.Y. — Yani siz parti sekreterliği ile başkanlık arasında bir çelişkinin olacağını öngörüyor ve bu çelişkinin geçici bir süre için mümkün olacağını söylüyorsunuz. Peki bu geçiş sürecinde çatlaklıklar olmayacak m? Bu çatlaklık partiyi yaralamaz mı ve bu karar erken bir karar değil midir?
— Hayır, bunun son derece olumlu olacağını düşünüyorum.
Ç.Y. — Biraz açabilir misiniz?— Lenin der ki, parti, liderlik parti üyeleri ta
rafından kontrol edilmelidir ve partinin kendisi de parti üyesi olmayan kitleler tarafından denet- lenmelidir. Bu, uygulamada var olan bir ilkedir. Böylece yerel parti sekreteri kendi bölgesinde seçim yoluyla kitleler tarafından denetlenecektir.
Ç.Y. — Yani memnun olanlar da olmayanlar da orada ortaya çıkacak.
— Söz konusu kişi, tek aday olmayacak, rekabet edeceği diğer adaylar olacaktır karşısında. Eğer çoğunluğu elde etmekte başan sağlayamı- yorsa, seçim kampanyası düzenleyecek ve “Bunu yapacağım, şunu yapacağım vs. diyecek” şeklinde demokratik yollarla propagandasını yürütecektir. Eğer çoğunluğun oylannı kaybederse otomatik olarak halen bulunduğu partisekreterliği görevini kaybedecektir. Kitlelerin denetimi altında parti reformunu sağlamanın en kısa yolu bu şekilde mümkün olacaktır. Birisini yerinden alarak bir diğerini bu yere getirmiyoruz. Yukandan aşağı değil, aşağıdan yukanya çıkma şansını tanıyarak gerçekleştiriyoruz.
Ç.Y. — Tepeden gelen emirlerle değil yani. O zaman bu uygulamayla kitlelerin inisiyatifi aıt- bnlmaya çalışılıyor diyebiliriz. Kompozisyonu kurduğumuz kadan ile demokratik yollardan bir değişim gerekiyor. Bu demokratik yollardan değişimi sağlamak için parti yukandan kendi inisiyatifini koymak, yani bürokratlan yukandan değiştirmek yerine kitlelerin inisiyatifini öne çıkarıyor. Ç ok adaylı seçimlerde kitleler parti sekreterinin uygulamalanndan memnun değilse, parti sekreterinin inisiyatifi otomatik olarak düşüyor ve böylelikle bürokratlar en kısa yoldan devreden çıkarılmış oluyor.
— Bundan sonraki seçimler martta olacak ve seçimler bu yeni uygulamalar temelinde yapılacak. Bu olacak ve yürürlüğe girecektir. Parti sekreterlerine yönelik yeniden seçim döneminin kampanyaları bu sonbaharda başlıyor. Değişiklikler şimdiden uygulanmaya başlandı. Son d erece demokratik yollardan olacak bu seçim, gizli oy esasına dayanılarak yapılacak.
Ç.Y. — Tekrar geriye dönerek size iki soru yöneltmek istiyorum Bay Stefanov. Birincisi dediniz ki “Ben bir anti-Stalinistim” Parti içinde Sta- Iin’i tutanlar da var mı? İkincisi bunlar dediğiniz gibi politik düşüncelerin çatışmaları. Bunun henüz bir Kanatlaşmaya yol açmayacağını söylüyorsunuz. Çünkü ikna yoluyla demokratik yollardan halledilecek. İkinci olarak dediniz ki sosyalist piyasa ekonomisi uygulanacak, Lenin d ö neminde olduğu gibi. Bunu biraz açar mısınız? Çünkü şu çok önemli, siz dediniz ki, Lenin 1920’lerde, 30’larda şunu yapmaya çalışıyordu! Esas politik güç ve bütün ana sektörler proletaryanın elindeydi. Onun altındaki şeyleri yönlendirerek sosyalizme tam anlamıyla geçmek istiyordu. Lenin’in döneminde yapılan olay ya da Lenin’in talebi. Şimdi sosyalist piyasa ekonom isini nasıl oturtacağız, bu çok önemli çünkü sizin de dediğiniz gibi kapitalizme kayılıyor diye bir endişe var.
— Sosyalist pazar ekonomisi size de söylediğim gibi temeldir. Biz neden pazar diyoruz. Çünkü girişimler pazarda satmak için mal üretiyorlar.
Ç.Y. — Fakat kapitalist bir pazar değil.— Hayır, hayır, neden kapitalist birpazar de
ğil açıklayayım. Çünkü bütün üretim araçlan devlete aittir. Bunlara sahip olmak ekonomiyi kontrol eden araçlara yani finansal sisteme de sahip o lmayı beraberinde getirir. Ekonomiyi kontrol etmek için gerekli olan en önemli şey finansal sistemdir. Bu da devlet bankasının elindedir. Örnek vermek gerekirse, bir kooperatifiniz olduğunu düşünün. Sosyalist mülkiyet kullanılıyor, toprak, ev, vs. gibi. Bazı basit aletler üretim birimleri satın alıyorlar ve pazara üretim yapmak için ilk adımı atıyorlar, ilk bakışta özel bir girişim gibi görünüyor. Fakat sahiplik ve kullanma hakkı arasındaki farkı koymak gerekiyor. Mülkiyet devlete aittir ve siz bunu kollektif olarak kullanmaktasınız. Böylece siz bir çeşit girişimci olmaktasınız. Fakat devlet sizin hakkınızdaki yaptıklannı- za dair tüm bilgilere sahiptir, çünkü kredinizi banka yoluyla elde ediyorsunuz. Banka devletin he
sap organı olarak çalışmakta. Banka ülkenin finansal durumu hakkındaki tüm bilgilere de sahiptir.
Ç.Y. — Onlan vergilendiriyor musunuz?— Kesinlikle, kârlarına göre vergilendiriliyor
lar.Ç.Y. — Sanınm, yüzde 60-70 oranında bir
vergilendirme söz konusu.— Elde edilen kâra göre değişir. Ç ok kâr el
de edenden çok vergi alınır. Örneğin, kredi istiyorlar çünkü hiçbir girişimci kredisiz çalışamaz. Banka rezerv kayıtlanna bakarak kazançlannın ne kadannı ödeyeceklerini saptar. “Size iyi koşullarda kredi vereceğiz” der. Faaliyetlerinin tümünün kontrolü devletin elindedir. Kooperatifleri denetlemek için vergilendirme, kredi sistemi ve gümrük politikalan gibi araçlar devletin kontrolündedir. Hatta kooperatifler iyi bir üretim gerçekleştirdiklerinde ihracat bile yapabilirler. Fakat ihracatı da devlet bankası kanalıyla yapabilirler. Eğer bu kooperatifin genel görünümü hakkında bilgi almak istersek, banka biigisaya- nndaki ekrandan görebileceğiz. Böylece girişimleri kodladığınızda finansal durumlannı görebiliriz. Evet, şuraıs kesin, bazı insanlar daha fazla para kazanacaklardır. Fakat bu parayı kanuni yollardan elde edeceklerdir. Banka soymayacak, parayı bazı kanun dışı hizmetler karşılığı elde etmeyeceklerdir. Son derece kanuni ve açık yollardan gelir elde edecekler. Hizmet verecek veya ürettikleri malları satacaklar.
Ç.Y. — Yani siz, karaborsacılığın ve yasa dışı işlerin hepsinin yasallığa çıkacağını ve devletin herşeyden haberdar olacağını söylüyorsunuz.
— Kesinlikle öyle, kara ekonomi ya da ikinci bir piyasada olmayacaktır.
Ç.Y. — Peki işçi çalıştırabilecekler mi?— Tabii ki; yalnızca sosyalizm tarafından g e
tirilen kurallara bağlı olarak. Eğer üretici güçleri kiralıyor yani yanınızda işçi çalıştınyorsanız, belli miktarda ücret ve saptanmış çalışma saatlerini garanti etmek zorundasınız ve bunlar da zaten devletin kontrolü altındadır.
Ç.Y. — Peki, kapitalist sistemde olduğu gibi, em ek piyasasının piyasaya çıkması sonucu işçilerin işlerinden çıkıp diğer bir işyerine gitmeleri bir mobilizasyona yol açmayacak mı, bu biraz tehlikeli değil mi?
— örneğin bu reformların uygulandığı sırada bir işletmenin beş yüz işçi ve yüz kadar da idari işlerde çalışan toplam altı yüz işçisi var. işletme idari işçilerden seksenini ve üretimde çalışan işçilerden ise iki yüzünü işten çıkanyor. Çünkü onlara daha fazla ihtiyacı yok. Üretimde ve rimli olamıyorlar. Bu kişiler sosyalist bir ülkede- ler ve devlet bu kişilere eski işlerinden daha az ücret almaksızın yeni iş bulmak ya da hiç bir ödeme şartı koymadan devletin de ihtiyacı olan iş kollarında seçimi kişilere bırakarak mesleki eğitim verme sorumluluğunu üzerine almıştır. Eğitim süresi boyunca tüm masraflar devlet tarafından karşılanır. Şimdilerde Yugoslavya’da, Çin Halk Cumhuriyetinde olduğu gibi, biz işsizliği önlemeye çalışacağız. Bu sosyalizmi inkânn ya da tahribin en temel yollarından biridir.
— Dediniz ki örneğin devlet sektöründe 800 işçi çalışıyor ve gereksinim 600 kişi ise bunun 200’ü çıkanlacak. Bu 200 işçi yeniden eğitilecek ve hizmet sektörüne aktanlacak. Üç dört yıl içinde bu şekilde 15 milyon insanın bu tür bir akışı sağlanmış olacak deniliyor. Siz hizmet sektöründe şöyle bir uygulama başlattınız, ö z e l işletmelerde sadece aile üyeleri çalışabiliyorlardı. Şimdi yeni sisteme göre bir kişi yanında 10 ya da 20 kişi çalıştırabilecek. Uygulama bu mu olacak?
— Evet.Ç.Y. — Hangi sektörlerde?— Kooperatif sektörlerde, tarım sektöründe.
Kooperatifler aile üyelerinden oluşuyor. Bazı topraklar bunlara kiralanıyor. Açıkladığım gibi bu ikinci bir devrim olacak. Size neden ikinci bir devrime eşit bir gelişme ve yükseliş olduğunu açıkladım. Toplumumuzun gelişimi açısından bu süreç kaçınılmazdır. Lenin tarafından belirlenen, Lenin tarafından çizilen sosyalizmin esas yoluna geri dönüştür, anlamına gelmektedir. Lenin’in sosyalizm hakkında söylediklerini hatırlayalım. “Sosyalizm son derece yüksek kültür düzeyine sahip kooperatifler sistemidir.” Lenin’in sosyalizm hakkında söyledikleriyle uygulamalar arasında bir ça-
. tışma yoktur.Ç.Y. — Kooperatifler işçi çalıştıracaklar?.. Le
nin zamanında işçi çalıştırabiliyorlar mıydı?— Neden olmasın?Ç.Y. — Yani kooperatif işçiye ücret ödüyor öy
le mi?
— Evet, çünkü bu bir devlet sistemidir ve devletin kontrolü altındadır. Hiç kimseyi sömürmek üzere yanınızda çalıştıramazsınız. Ona belirli bir miktarda para vereceksiniz, işçi çalıştırma konusunda devletin koyduğu kurallara uymak zorundasınız, bizim için çalışıyorsunuz.
Ç.Y. — Devletin fabrikasında ya da kooperatiflerde çalışıyorsanız, arada bir fark olmayacak. Sadece bir transformasyon olacak.
— Sosyal güvenlik açısından ve refah açısından hiçbir değişiklik olmayacak. Hastalık bakımı ve tatil ücretsiz olacak. Çalışanlar hastalanıp işten aynldıklannda paralan ödenecek. Herkes için aynı uygulamalar geçerli olacak; arada bir farklılık olmayacak. Ancak kooperatiflerde bazı belirgin farklılıklar olabilir. Belki kooperatiflerde çalışanlar devlet işletmelerinde çalışanlardan daha fazla kazanacaklar.
Sovyetlerle uzlaşmaz sınıf çatışması, sınıf çelişkisi yok. Şu anda sosyal gruplar ile
genel anlamda toplum arasında bir çatışma vardır. Bu, demokratik yollardan çözülecektir.
Ç.Y. — Ücret olarak daha fazla alabilecekler diyorsunuz.
— Belki de geçiş süreci boyunca bu farklılıklar olacak. Am a sonuçta ücretler yükseltilip eşitlenecek.
Ç.Y. — O zaman bu kapitalist anlamda işçi çalıştırma da olmayacak değil mi? İşçi, sosyalist anlamda A işletmesinden çıkmış B işletmesine gitmiş mi olacak?
— Hayır, hayır.Ç.Y. — Kooperatifte bir iki kişinin değil, bir
kaç ailenin denetiminde olacak.— Kooperatifler belli bir temele göre çalışa
caklar. Öncelikle devlet, banka ve sendika kontrolüne tabi olacaklar ve tabii ki yerel sovyetin de kontrolü söz konusu olacak.
Ç.Y. — Bütün bunlara rağmen bu uygulamalar acaba girişimciler arasında birtakım gerici kıpırdanmalara yol açmaz mı? Yol açarsa da nasıl engellenebilir? Ya da diğer bir deyişle partiye kafa tutmaya başlayabilirler mi?
— Düşünün, çok para kazanan biri var, bu parayla ne yapacak? Arazi, kendisine ait bir apartman dairesi ya da büyük bir toprak parçası alabilir mi? Üretim aletlerini satın alabilir mi? H ayır, sadece sınırlandınlmış bir şekilde üretim aracı satın alabilir. Örneğin bazı basit aletler hızar vs. gibi. Fakat işletme binalan, arazi, üretim kapasitesi alamayacak.
Ç.Y. — Traktör alabilecek mi?— Belki alabilecek.Ç.Y. — Fakat bu gerici eğilimler doğurmaz mı?— Başka, bu kişi parasıyla neler yapabilir?
Harcayabilir, ne için, seyahat eder. Türkiye’ye gelebilir ve Antalya’da bir ay kalabilir. N e yapabilir, araba alabilir. Ev alabilir ancak başkasına ki- ralayamaz. Piyano alabilir. Yani ne istiyorsa alabilir.
Ç.Y. — Ellerinde ideolojik bir güç olmayacak, servet olacak.
— Sermaye olmayacak. Sermaye olarak yatırıldığında bu başkalarını sömürmek için kullanılır. Buradaki ana nokta, yüksek ücret olacak, çok para kazanabilecek ancak sermaye olarak kullanamayacak.
Ç.Y. — Artı değer olmayacak.— Sömürü aracı olarak kullanılmayacak.Ç. Y. — Yani sermaye olmayacak servet ola
cak diyorsunuz.— Para evet sadece para; işletilmeyen ve ça
lışmayan.Ç.Y. — İşçi sömürülmeyecek, artı değer ol
mayacak diyorsunuz.
— Olmayacak.Ç.Y. — Diyelim ki, bu para sahipleri partiye
ya da devlete ya da yerli Sovyete kafa tutmaya başladılar. Bu bir gerici eğilim doğurdu. Sovyet o zaman ne yapacak, bunu siyasi anlamda nasıl kontrol edecek?
— Bu korkulacak bir şey değil. Çünkü açık bir şekilde hareket edecekler. Kârlan banka tarafından bilinecek. Bunu gizleyemeyecek. Bunun aksi olabilir. Bugünlerde Mafya Sovyetleri de bazı devlet görevlilerini satın alabilir. Örneklerini bakılsın, ya da Özbekistan’da görebiliyoruz. Çünkü gizli bir şekilde yapılıyor, kimse bil-
Lenin’in planını uygulamak için önümüzde pek çok alan mevcuttu ve Lenin NEP döneminin 30-40 yıl içindetamamlanacağınıdüşünüyordu.
r
miyor. Perestroyka ve yeni ekonomik sistem altında tamamıyla açık olacak.
Ç.Y. — Hareket ederse bile bu politik ekonomik tedbirlerle kesilir diyorsunuz. Örneğin banka kredileri verilmeyebilir. j
— Böyle bir olayda bu kişi ihanet etmiş sayı- lir ve devletin yasaları uygulanır.
Ç.Y. — Kiraladığı toprak elinden alınabilir.— Kesinlikle.Ç.Y. — Kontrol tamamen üstünde olduğu için
hiçbir şey yapamaz.— Kesinlikle.Ç.Y. — Bu olaya deryada damla diyebilir mi
yiz. Bir de bunu yanı sıra bunun tarım içerisindeki payı ne olacak? Sovyetler’de Kooperatiflerin tanm içindeki rolü yüzde kaç olacak, tahmininiz nedir?
Partinin görevi esas olarak insanlara demokrasiyi öğretmek olacak. İnsanları
Perestroyka için harekete geçirmek olacak. Toplumda esas ideolojik güç olacak.
— Bilmiyorum çünkü kollektif çiftliklerimiz var ve bunlar yeni ekonomik temel doğrultusunda faaliyetlerini sürdürmeye devam edecekler.
Ç.Y. — O zaman üçüncü bir şey olarak kol- hoz ve sovhozun yanı sıra bir de kollektif çiftlik.
— Hayır, bunlar kalacak, fakat kooperatifler tanm sektöründe değil hizmet sektörlerinde olacak. Fakat tanmda, kolhoz üretici güçler tarafından kiralama sistemine uyularak kullanılacak. Bazı çiftlikler ve üretim alanlan üretici güçlere kiralanacak. Bu kollektif çiftlik ve kooperatiflerin çalışması için geçerli olacak. Ancak kooperatifler kollektif çiftliklerin yerini almayacak.
Ç.Y. — Diyelim ki, 100 metre karelik bir alanı işleyen bir kolhoz var. Bu kolhozun içinde 10 aile yer alıyor. Bu on aileden üç aile başka bir şey ekmek isterse ne olacak?
— Çiftlik belli bir toprak parçası üzerinde kurulu olacak. Bölümü gönüllüce yapılacak. Eğer isterlerse kendi topraklanymışçasına üzerinde çalışabilirler. Yaklaşımlar oldukça farklı. Sadece üretim alanı olduğunu düşünecek.
Ç.Y. — Üretim artacak mı?— Kesinlikle, çünkü kendi istekleri doğrultu
sunda yapılıyor. Yazabileceğiniz bir diğer konu da şu. Yönetim im iz bütün üretimi kollektif çiftliklerde bu bahsi geçen grupların yapması düşüncelerini pratikte somutlamaya çalışıyor. İsteğe bağlı geçişleri bilemiyorum. Eğer istiyorsanız, diliyorsanız, iyi bir ekibiniz varsa ya da birbiri ile iyi anlaşan bir grup arkadaşsanız burada tam bir karşılıklı anlayış söz konusudur ve bir elin parmaklan gibi çalışabilirsiniz. Eğer böyleyse, traktör hatta iki traktör, bazı girdileri, tohum vs. gibi satın alabilir, yaklaşık olarak 10 hektarlık bir alanda ürün almaya başlarsınız. Kollektif çiftlikte o lduğu gibi.
Ç.Y. — Yemi herşey kollektif çiftliğin içinde oluyor dışında olmuyor.
— Evet.Ç.Y. — Bu çok önemli.— Fakat isteğe bağlı olarak, yani gönüllü bir
zem inde yapılması gerekir. Bazı parti organ lan kollektif çiftliklerin yüzde 701nin yeni sistemle ça- lıştıklannı bazılan da yüzde 80’nin yeni sistemle çalıştıklann' söylüyorlar. Böylece bütün yönetim sistemi kesin sonuçlar elde edebiliyor. Miktar yani nicelik önemli değil. Çünkü gönüllülük temelinde gerçekleştirilmesi gerekir. Parti organlan tüm kollektif çiftliklerde zorlayıcı tedbirler alabilirler. Üretici grupları destekleyerek tüm kollektif çiftliklerin çalışmasını üretici gruplann çalışma zeminine yani yeni ekonomik zemine oturtabilirler. Bu insanlann istekli olup olmayışına ve böyle bir uygulama altında çalışmaya hazır olup olmama- lanna bağlıdır. Eğer gerçekleşeceğine inanmıyorlarsa pilot alanlarda çalışma yolunu da deneyebilirler.
Ç.Y. — Bu o zaman kollektif çiftliklerde üretim gruplannın inisiyatiflerinin de öne çıkması oluyor değil mi?
— Kesinlikle doğru.Ç.Y. — Bu inisiyatifli öne çıkma, toparlarsak
kollektif çiftlik içinde istenildiği zaman toprak ki- ralayabilme olarak somutlanıyor. Diyelim ki aileler anlaşıyorlar ve bu anlaşma içinde de belli bir ürünü üretiyorlar. Toprak yine kiralama an
lamında devlete ait fakat üretim araçlarını satın alabilirler. Çünkü banka kredi imkânı sağlıyor.
— Büyük bir olasılıkla bazı küçük traktörleri satın alabilirler. Büyük araç alacaklannı sanmıyorum, çünkü bu onlar için de ekonomik bir olay değil. Onlar için en iyisi araçları belli bir dönem
için kullanmaktır. Satn almak son derece pahalı olacaktır. Traktöre belki her zaman ihtiyaç duyulacak. A m a büyük traktörü yalnızca toprağı sürmek için kullanacaksa ve daha sonra ihtiyacı olmayacaksa neden satın alsın. Satın alma yerine bu tür aletleri kiralayabilir.
Ç.Y. — Bu bir anlamda kollektif çiftliklerindeki işçilerin toprağı kendi inisiyatifleri doğrultusunda üretimde kullanmalan oluyor. Bu özel sektörde olmuyor o zaman değil mi?
— Hayır, kollektif çiftlik.Ç.Y. — Peki hizmet sektöründe aile üyesi dı
şında işçi çalıştırabilecekler mi?— Sadece aile üzerinde temellenen lokanta
lar olmayabilir, kollektif yani kooperatif şeklinde çalışan lokantalarda olabilir.
Ç.Y. — Kooperatif lokantalar olabilir ve bunlar işçi çalıştırabilirler.
— Evet evet. Bina kiralarlar, kredi alıp üretime ya da üretimin organizasyonuna başlarlar. Fakat söz konusu bir lokanta ise çoklu bir devlet kontrolü altındadır. Çünkü, sağbk servisi, yerel sovyet, banka ve sendika tarafından kontrol edilecektir.
Ç.Y. — Dış politikaya geçm eden önce iki kısa sorumuz var. Partide devlet kademelerinde yöneticilerin görevleri, yetkileri beşer yıllık d ö nemle yani on yılla sınırlandınlıyor. Bu karann ne gibi bir düşünceyle alındığı açık. Bürokrasinin kınlmasını amaçlıyor. Ancak bu şöyle bir sonç yaratmaz mı? Yetişmiş çok yetenekli liderlerin bu olumluluklanndan yeterince faydalanamama gibi bir sonuç yaratmaz mı? Örneğin keşke Lenin gibi liderler yetişse de ülkeyi 10 yıl değil 50 yıl y ö netse. Böyle düşünmemiz de mümkün değil mi?
— Söylediklerinizde doğruluk payı var. A n cak bizim için bugünkü durum çok önemli. Hükümet görevlilerinin görev sürelerini 10 yılla sınırlamak son derece demokratik bir uygulama. Hizmet süresi bittikten sonra bu kişiler yüksek mevkilerinden alınmalı. Gorbaçov diyelim ki son derece başanlı ve çalışmasını, mücadelesini ve savaşımını sürdürüyor. Peki perestroyka ne için gerçekleştiriliyor? Eğer Gorbaçov 10 yıllık süresi boyunca başarılı olamazsa kim düzeltecek ya da uygulamaya çalıştığı politikayı kim kabul edecek. Bu durumu nasıl kolaylaştıracağız. Biz m aden, orman bakımından olduğu kadar insan bakımından da oldukça zengin bir ülkeyiz.
Ç.Y. — Yani insanlara olanak tanınmalı diyorsunuz.
— Eğer öyle olmazsa yeniden bir kişinin özelinde insana körü körüne tapmaya gidebiliriz. Büyük bir olasılıkla Gorbaçov’u ilk beş yılında son derece demokrat ve perestroykanm hazırlayıcısı bir insan olarak görürüz. İkinci beş yıllık döneminde Gorbaçov bizim için neredeyse büyük bir insandır. Üçüncü beş yılında Gorbaçov’u gök- yüzündeki güneş gibi görm eye başlarız.
Ç.Y. — ikinci soruma geliyorum. Şimdi alınan bir karara göre SSCB ’nin bilimsel teknik devrimde geri kaldığı alanlarda yüzde 51 hissesinin devlete ait olması kaydıyla yabancı sermaye ile ortak yatınmlara gitmesi düşünülüyor. Bu neyi amaçlıyor? İkincisi somut olarak hangi alanlarda ortaklığa gidilebilecek. Ondan sonra işletmeler kendi bağımsız girişimleri ile ortaklıklara girebi-
yük bir tekel gibi hareket etmektedir. Bildiğiniz gibi bilimsel potansiyel açısından Batı’nın o kadar gerisinde değiliz. Bizim istediğimiz ekonomik temeli gerçekleştirmektir. Son derece parlak düşüncelerimiz var fakat ekonomik kapasite, düşünceleri pratiği uygulama bakımından teknolojik açıdan Bab’nın biraz gerisindeyiz. Bu yüzden öncelikle yeni ekonomik sistemimizi oturtmalıyız. Üretmi geliştirmek için kârlı işletmeler gerçek- leştirmeliyiz. En yeni ve en m odem bilgileri bilim enstitülerinden elde edip onlan üretmeye başlamalıyız. Bu ekonominin daha verimli olmasını sağlayacaktır.
Ç.Y. — Yani bu bir yerde Batı’dan teknoloji transferi olmayacak mı?
— Hayır ben Sovyet sisteminden bahsediyorum. Bu olağanüstü bir teşvik anlamına gelmekte. Ülkemizdeki bilimsel ve teknolojik devrim kendi araçlarımız ve kendi gücümüzle kendi kapasitemizle gerçekleşecek ve bu gelişmeler süreci hızlandıracaktır. Çünkü son derece gelişmiş bilimsel enstitülere sahibiz. Fakat düşünceyi pratiğe uygulamak için «ırada geçen süre uzun. Yakın bir gelecekte bu kısalacaktır. Böyle ikinci olarak söylenebilecek şey, ihtiyacımız olanı Batidan satın almamızdır. Bütün plan ve süreç için bu gereklidir. Bu yüzden ortak yatırımlara gidiyoruz. Ortak girişimlere.
Ç.Y. — Bunu yapmaktaki asıl amaç nedir?— M odem teknolojiyi elde etmek. Bütün üre
tim sahalarını yabancılara açabiliriz. Ancak askeri ve savunma sektörü bu alanlann tamamen dışındadır ve bu alanlann yabancılara açılması yasaklanmıştır. Hizmet sektöründe turizm, bazı sanayiler ya da ulaşım sektöründe işbirliği yapılabilir.
Ç.Y. — Yani savunma dışı alanlarda işbirliği yapılabilir diyorsunuz.
— Evet, rekabete açık sanayi girişimleri tem elinde. Devlet kontrolü devlet bankası tarafından yapılacak. Bir yerde sanki ayn işletmeler gibi davranacaklar. Yabana yatınmiar. firmalar ya da şirketlerle rekabet edecekler. Örneğin ulaşıtrma sektöründe Türkiye ile ortak bir yatınma gidilebilir. Gem i inşaası konusunda ortak bir yahnm gerçekleştirilebilir. Bazı yatırımlann turizm sektöründe olması normal bir şeydir.
Ç.Y. — Fakat Sovyet işçisi bu ortaklık altında sömürülmeyecek mi? Bu, şuna benziyor, Batf dan kredi alıyorsunuz ama ona faiz ödem ek zorundasınız.
— Hayır. Kapitalistler iyiliksever değildirler, karşılıksız bir işbirliğine girmezler, istedikleri kârdır ve biz de kâr istiyoruz. Böylece bu bir yerde kâ- nn paylaşılması anlamına gelir. Sizin ilgilendiğiniz bir diğer konu üçüncü dünya ülkelerinin sömürülmesi olasılığıydı. Evet sömürü olacak ama bir teknoloji transferi de gerçekleşecek.
Ç.Y. — Dediniz ki, yabancı sermayeli kuruluşlarla iş yaptığımız zaman bir ölçüde sömürü olacaktır.
— N e sömürüsü, eğer biz kân paylaşıyorsak buna nasıl sömürü deriz. Teorik olarak doğru. Batılı işçiler son derece acımasız bir şekilde sermaye tarafından sömürülüyor, devlet tarafından hiç sömürülmeyen Sovyet işçisine göre beş kat daha fazla kazanıyorlar. Bu nasıl açıklanabilir?
Ç.Y. — Çin’de şöyle bir uygulama var. Çin’de serbest bölgeler var. Bu serbest bölgeler aracılığıyla Çin teknoloji transfer etmek istiyor. Bu serbest bölgelerde Çinli işçiler çalışıyor. Fakat ya-
Siz kötü bürokratları değiştirebilirsiniz.Ama birkaç yıl sonra onun kötü
olamayacağını nasıl garanti edebilirsiniz?
lecekler mi? Eğer gideceklerse merkezi planlama ile bunun bağı nasıl kurulacak? Ortaklıklar kaçar yıllık süreyle gerçekleşecek, ücretler ve kâr oranlan nasıl belirlenecek? Ve burada özellikle bütün bunların yanında bu aynı yabancı sermaye şirketleri ile üçüncü dünya ülkelerinde ortak yatınma gidilmesinin amacı ne? Bunu özellikle soruyorum. Bu konu Türkiye’de özellikle kafa bu- landıncı bir malzeme olarak kullanılıyor.
— Aslında Lenin derki, “Biz dünya ekonomi arenasında büyük bir tekel gibi davranıyoruz” Sovyetler Birliği dünya ekonomi arenasında bü-
bancı sermaye normal olarak Çinli işçiyi sömürüyor, kâr ediyor, artı değer elde ediyor. Şimdi Sovyetlerde bu mu olacak?
— Büyük bir olasılıkla bizde de serbest bölgeler açılacak. Neden olmasın? Çinli işçiler için üzülmeyin çünkü devlet işletmelerinde serbest bölgede aldıktan ücretin en az üç dört katı daha azını alıyorlar. Örneğin Almanya’da çalışan Türk işçilerini ele alalım. Batı Almanya’da sömürülmüyorlar mı? Kesinlikle evet. Ancak Türkiye’de kazanabileceği paranın 10 katını orada kazanıyor.
Ç.Y. — Belki orada çalışan Sovyet işçisi içeri-
de çalışan Sovyet işçisine göre daha fazla ücret alacak ama burada yine bir sömürü olacak değil mi?
— Kanımca sömürüyü yanlış anlıyorsunuz.Ç.Y. — Artı değer üretiliyor. Bunun yüzde
51’ini siz alıyorsunuz. Yüzde 49u ise diyelim ki bir Batılı kapitalist ülkeye veriliyor.
— Gerçekte burada tartışılması gereken sömürünün olup olmadığı değil elde edilen kânn oranıdır. Eğer kânn bir bölümü çalışanlara geri dönüyorsa, kânn bir kısmı harcanıyor diğer kısmı ise üretimin büyütülmesi için kullanılıyorsa, kârın bir kısmı devlete gidiyorsa ve bununla yeni stadyumlar, evler ve yollalr yapılıyorsa; bu kânn nasıl dağıtılacağı sorunudur. Batık ekonomilerde çalışanlann kesin bir sömürüsü vardır. Üretim yapmalanna rağmen üretime sahip değildirler. Kapitalist tek başına paralannı tüketime harcayamazlar. Paralannı sanayi merkezlerine yatırmak zorundadırlar. Fakat gelecekte çıkarsız işletmeleri düşünebilir miyiz? Hatta Sovyet Ekonomisi için bile. Olabilir ama çok uzun bir süre sonra. Bu sosyalizmin rüyası ya da sosyalizmin yann hemen gerçekleştireceği bir rüya olarak düşünülmemeli. Bu komünizmle gerçekleşebilir. Bugün değil ama yanndan sonrası için mümkün.
Ç.Y. — Teorik olarak artı değer, ya da sömürü gibi görünüyor fakat burada üretilen değerler yeni yatınmlara stadyum yapımına vs. dönüşüyor. Burada yine sanki bir fabrikada olduğu gibi üretilen değerin bir kısmı onlara veriliyor.
— Gerçekte böyle. Eğer sosyalist ülkedeki büyük bir işletmeyle kapitalist bir ülkedeki büyük bir işletmeyi karşılaştırırsanız teknolojik olarak hemen hemen aynı olduğunu görürsünüz. Burada olan ki asıl konu emirleri kimin verdiği, kimin yatırımcı olduğu.
Ç.Y. — Emirleri kim veriyor, çıkarlar kimin. Yüzde SITik oranda Sovyetlerde olacak diyorsunuz.
— Bir noktada bir araya gelebilmenin olası belirtileri var mıdır? Sanınm bir noktada bir arada bulunma teorisi konusunda bilginiz vardır. Kapitalizm ve sosyalizmin bir araya gelmesi yeni bir sistemde bir araya gelmek. Diyorlar ki Sovyet- ler Birliğinde olanlar kapitalizmin restorasyonudur. Böylece Sovyetler Birliği bir arada bulunmanın bir aşamasındadır. Bazı noktalarda sosyalizm kapitalizmle bir ¿ırada bulunabilir. G e lecekte kapitalizm ile belli noktalarda karşılaşabiliriz. Diyoruz ki, uluslararası bir bağımlılık için-
öneriler var. Şöyle söyleyelim Toplumsal Bilimler Akademisi’nin dünya politikası ve SB K P ’nin Uluslararası Faaliyetler Kürsüsü’nce hazırlanan günümüz politikasında toplumsal ilerleme adlı tezler. Siz de okumuşsunuzdur. Şimdi burada şu savunuluyor Bay Stefanov...
— Dediniz ki, sınıf mücadelesi olmayacaktır. Aynı düşüncede değilim. Bu oldukça ilginç bir soru. Çünkü biliyorsunuz, Stalin ve Brejnev döneminde uluslararası sınıf mücadelesi içindeki sınıf mücadelesinden bahsedildiği zaman sınıf mücadelesi gerekçesiyle pek çok hoş olmayan girişim haklı çıkanldı. Örneğin Çekoslovakya ve diğer örnekler. Hatta Afganistan için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Biz dünya emperyalizmine karşı sınıf mücadelesi bakımından kendimizi haklı çıkardık. Bu slogan altında pek çok hata yaptık.
Ç.Y. — M ao Zedung’un sloganı.— Hayır, Mao Zedung’un sloganı değil biz
Sovyetler Birliği’nden bahsediyoruz. Dış ilişkilerde farklılıklar gösterdik. Bazen biz anlayış sürecini zorla kabul ettirdik. Bu herkes tarafından bilinen ve genelde kabul edilen bir şey. Yeni dö nemde Lenin’in dediği gibi, insanlığın genel anlamdaki çıkar lan kimi zaman sınıf çıkarlannın üstüne çıkmıştır. Bazı uzak ihtimallerden bahsediyoruz. Örneğin nükleer savaşın çıkmasının imkânsız olacağını biliyoruz. Bu global bir bakış açısının sonucudur. Çünkü orada kazananlann ya da kaybedenlerin olmayacağını, insanlığın tamamen zarar göreceğinin farkındayız. Bu yüzden banş içinde bir yaşayıştan bahsediyoruz. Bu Lenin’in düşüncesi. Biz birlikte yaşayacağız ama hangi biçimde? Hangi şekillerde, provakasyon- la mı, propaganda savaşıyla mı, gizli servis ça- lışmalanyla mı, neyle? Veya bu mücadele alanını gizli operasyonlardan yerel savaşlardan demokrasi ve ekonomik rekabet alanına mı transfer etmeye çalışmalıyız? Veya biz bu mücadelede — savaş sonucu— değil de ama insan hakla- n için demokrasi için mi savaşmabyız. Artık dünya arenasında sınıf mücadelesi savaşının olm adığını söyleyenler dış politikamızdaki hatalardan ve ideolojik yanlışlardan da sorumlu olanlardır. Aynı kişilerdir. Aynı insanlar bilirsiniz; bir sarkaç gibidir. Bir aşın uçtan öteki uca gidiyorlar. Aynı insanlar şimdi dünya arenasında ‘sınıf m ücadelesi yoktur’ diyorlar. Bu bir objektif şey midir: Acaba isterlerse kabul edebiürler mi veya ed emezler mi? Bu var, bu sübjektif ama sınıf çatışmasının biçimi tamamen farklı olacaktır.
Amerikan emperyalizminin dünyanın herhangi bir yerinde yeni maceralara kalkışmayacağını
kim garanti edebilir? Amerikan emperyalizmin saldırgan gücü kamuoyu tarafından felce uğratılacaktır. Ama bu,
yardıma ihtiyacı olanlara —her türlü yardım— yardım etmeyeceğiz anlamına gelmiyor.
deyiz. Aramızdaki bağlar biz geliştikçe güçleniyor. önem b olan bir arada bulunmak olabilir ama kimin koşullannda? Kim finans kapitalin denetimi altında olacak. Sermayenin hakim olduğu yerde demokratik yollardan seçilmiş kişiler değil; tıpkı krallar gibi yöneticiler yani efendiler vardır. Önları kimse seçmez ya da demokratik yol- Lardan gelmemişlerdir. Ya da bizim perestroyka ile birbkte düşlediğimiz insanlann demokratik katılımı ile son derece sıkı bir şekilde kontrol edilen bir sistem. Gelecekte kapitalizm ile sosyalizm a-asındaki esas savaşım demokrasi konusunda olacak. Dünya çapında demokrasi problemleri ve halkın kontrolü tem el alan olacak. Ve ekonomik olarak da sosyalizmin kapitalizmden daha etkin olduğunu ispat etmebyiz. Askeri anlamda Batıyla aynı düzeydeyiz ve sosyalizmin kendi başına yaşayabileceğini gösterdik. Şimdi ise sosyalizmin daha demokratik bir sistem olduğunu ispatlamalıyız. Daha etkili şeyler yapabilir ve insanlara kapitalist ülkelerden daha fazla şey verebiliriz.
Ç.Y. — Şimdi burada, ‘sosyalizmin tek başına yaşayabileceğini gösterdik. Artık daha demokratik ve daha etkin olduğunu ve daha çok şey verebileceğini ispatlayacağız1 diyoruz. Şimdi ise şöyle bir konuya geçm ek istiyorum. 1988’in 7 N o ’lu Komünist dergisinde Sovyet Bilimler Akademisi’nin bazı tezleri yayınlandı. Bu tezlerde bazı
Ç.Y. — Neler olacaktır?— İdeolojik mücadele; kendi demokrasimizin
Amerikan demokrasisinden daha iyi olduğunu kanıtlayacağız. Ekonomik sistemimizin; sosyalist ekonomik sistemimizin kapitalizmden daha iyi çalışacağını, işleyeceğini, onlara daha çok eşitlik sağlayabileceğimizi söylüyoruz. Öyleyse bu sınıf mücadelesinin bir biçimi midir? Evet, neden o lmasın? Biz insanlann kafalarını değiştirmek için mücadele edeceğiz. Bu bir mücadele biçimidir. A m a önceden kullanıldığı gibi vulgar bir şekilde anlaşılmamak. Çünkü Bab’da Sovyet nüfusunun hızlı büyümesinden korkuyorlar, Sovyet militarist büyümesinden “Sovyetler geliyorlar, Sovyetler bize komünizmi em poze etmeye çalışıyorlar”. Stalin ve Brejnev dönemindeki suçlan, ölümleri göstererek “Bu tür bir sosyalizmi istiyor musunuz?” diye bu tür bir komünizmi mi istiyorsunuz diye soruyorlar. Hayır, hayır biliyorsunuz komünist hareket geçmiş 10 yılda kayıplannın kurbanı oldu. Hatta dünya komünist hareketinde bir krizden söz edebiliriz.
Ç.Y. - N e gibi?— Çünkü komünist partiler üyelerini kaybet
tiler. Konumlarını kaybettiler. Çağdaş dünyanın sorunlanna bir yanıt bulamadılar. Bu dünya arenasındaki sınıf mücadelesinin eski fikirleri, kav- ramlannın bir yansıması değil mi? Evet öyle. Çünkü bir çok kimse Stalin’in tapınma sistemin-
den sonra Çekoslovakya’dan sonra hatta A fga nistan’dan sonra komünist partilerini terk etmiştir. Am a eğer biz bu eğilimi değiştirmeliyiz diyorsak, sosyalizme ikinci bir yaşam vermeliyiz diyorsak sosyalist düşünceye genişletilmiş ikinci bir yaşam vermeliyiz diyorsak ve bunu eski yollarla değil yeni yollarla: Açıklığımızda, demokrasimizde, insan haklan için savaşmamızda, yaşam standartlınızı yükselterek, Peki bu sınıf mücadelesinin bir biçimi, bir türü değil mi? A m a yine de sınıf mücadelesi. Diğer bir nokta ise, sınıf mücadelesi yanlış anlaşıldı. Karşıtlar ¿ırasındaki mücadelede karşıtlar birbirini yok etmiyorlar. Kendisine karşı mücadele sürdürülen taraf süreç içinde varlığını sürdürüyor ve gelişim süreci içinde ortadan kaldırılıyor. Eğer biz karşı devrime karşıysak, karşı devrimin ihracına karşıysak devrim ihraç etmeye çalışmayacağız. Amerikan em peryalizminin dünyanın herhangi bir yerinde yeni maceralara kalkışmayacağını kim garanti edebilir? Fakat bizim politikamıza göre, yeni düşünce p o litikamıza göre, dünya sorunlannın çözümüne yeni yaklaşımlar getirme politikasına göre, Am erikan emperyalizminin saldırgan gücü kamuoyu tarafından felce uğratılacak, engellenecektir. Elleri bağlanacaktır. Fakat bu, yardıma ihtiyacı olanlara yardım — her türlü yardım!— etmeyeceğiz anlamına gelmez. Gelecekte her ülke ya A m erikan emperyalizminin girişimlerinin dışında kalacak, ya da dünya ilişkilerinin inşaasına, yeni düşünceye ve perestroyka’ya karşı olacak. Eğer kendi isteklerinin karşısında bir güç görürlerse bu güce karşı çıkmayı deneyecekler. Yönetim ler üzerine hayal kurmuyoruz.
Ç.Y. — Dediniz ki, biz sınıf savaşımını reddetmiyoruz fakat sınıf savaşından yeni biçimler almak zorundadır. Bu demokrasi anlamında olabilir. Daha çok demokrasiyi verebildiğimizi, daha çok mutlu edebildiğimizi göstermek, insanlara daha çok olanaklar sağladığımızı göstermek gerekir...
— Benim için bundan 5 ya da 7 yıl öncesine kadar Sovyetler Birliği’nde istismar edilen insan haklarını savunmak güçtü. Bugün bunu rahatlıkla yapabiliyorum çünkü ülkemin kayıtlanndan utanmıyorum.
Ç.Y. — Biz biraz şüpheliyiz yani kafamızda bazı çelişkiler var. Komünist dergisinde şöyle deniyor. ‘Artık sınıf savaşlan ya da kurtuluş savaşları dünyanın genel dengesi ya da genel savaşım içerisinde özel bir önem e sahip olmuştur.’ İkincisi ‘emperyalizm bir yüksek aşamaya geçm e olanağına daha sahiptir, bilimsel teknik devrim ile.’ Üç, ‘ne emperyalizm ne de sosyalizm kendi bilimsel dünya görüşünü uluslararası ilişkilere, diyelim ki ülkelerde devrim oluyorsa, bunlara taşırmamalı’ Dört, ‘bunun yanı sıra biz artık üçüncü dünya ülkelerine savaşım yerine kendi ülkelerinde ulusal uzlaşma yolunu izlemelerini öneriyoruz”, şunu öğrenmek istiyoruz. Sovyetier Birliği örneğin bir taktik düzeyde, banşı dünyada belki kendisine nefes alma olanağı tanıması için öne sürerken.
— Hayır taktiksel değil, tamamen stratejiktir. Ve biz bu politikanın ulusal savaşından ve devrim savaşımlarını yürüten ülkelere verilecek askeri yardımdan daha etkili olacağına inanıyoruz.
Ç.Y. — Diyorsunuz ki, silahla yardım etmek yerine böyle bir stratejik dilde barışı savunmak onlara daha çok yardım eder.
— Bizim düşüncemize göre, banş ve demok-
1929lara kadar Leninln plânı yürüdü. Ama değişiklikler bu yıldan sonra başladı: Leninln planından ana sapmalar; çünkü Stalinkollektivizasyonprogramınayüklendi.
20
rasi için savaşmak sonuç olarak sosyalizm için savaşmaya dönüşür. Sosyalizme ulaşmanın en kısa ve kolay yolu banş ve demokrasidir.
Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinde örneğin Türkiye’de ya da başka bir ülkede bir devrim süreci yaşanıyor ya da bir ulusal kurtuluş süreci yaşanıyor ya da demokratik halk devrimi oluyor. Bu demokratik halk devrimi süreci içerisinde, di-
yelim silahlı mücadele veriliyor çünkü çatışması o noktaya gelmiş, artık bir iç savaş başlamış, silahlı mücadele veriliyor; Sovyetler Birliği şunu mu diyecek “Bu sizin kendi iç probleminizdir. Kendi kendinize halledin, biz size yardım ed emeyiz. Örneğin silahlı yardım, parasal ya da insan yardımı veremeyiz.” Acaba Sovyetler Birliği dünya devrim sürecinden kendisini kopanyor mu?
— Lenin, Sovyet Rusya’nın değişik ülkelerdeki devrimci partilere veya komünist partilere vereceği destek konusunda son derece titiz davranıyordu. Moral desteği, politik destek, entellektüel destek ve maddi destek konusunda olağanüstü dikkatli davranıyordu. Bu soru oldukça kendine özgü çünkü devrim şartlarını yaşamış bir ülkedeki süreci silip atabilir. Eğer devrim yeterince doğruysa devrimin temel noktası, kendisini dıştan gelecek karşı devrimci saldırılara karşı korumaktır. Dünya politikası içerisinde Amerikan emperyalizmi buraya karışma hakkını kendinde görmektedir. Çünkü yapılan devrimde Moskova’nın parmağı vardır. Afganistan, Salvador belki de Türkiye’de... Amerikan emperyalizminin gayreti engellenecektir! Eğer devrimin karşı devrim tehditi ya da içişlerine karışma ya da bir provokasyon tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu anlarsak, desteğe ihtiyaç varsa desteğimizi veririz! Örneğin Nikaragua’ya destek oluyoruz. Savaşın devamı konusunda da ısrar ediyoruz. Bunun yanı sıra Orta Amerika’da barışçıl bir çözümün bulunması konusunda da Nikaragua sorunu etrafında uğraşıyoruz. Örneğin Güney A frika’ya karşı savaşanlara her anlamda politik, askeri, parasal tüm desteğimizi vermiş durumdayız.
Ç.Y. — Devam edecek mi?— Evet, sürdürülecek. Angola için Güney A f
rika, Amerika, Angola ve Küba arasında akla yakın çözümler söz konusu. Aynı zamanda da A fganistan için. Siz bizim devrimci hareketlere yardım etmekten ve desteklemekten vazgeçebileceğimiz korkusunu taşıyorsunuz. Maddi, politik ve askeri destek, ihtiyaç olduğu sürece sağlanacaktır. Afganistan’da bu gerekmiyordu, Afganistan’ın iç sorunuydu ve kendi sorunlarını çözebileceklerdi.
Ç.Y. — Siz üçüncü dünya ülkelerinde meydana gelebilecek devrimci yükselişlerde gerektiği zaman silahlı ya da diğer anlamlarda yardım yapılabileceğini, emperyalizmin bazı ataklan o lduğu zaman örneğin üçüncü dünya ülkelerindeki devrimci gelişmeye her türlü desteğin verileceğinden bahsediyorsunuz. Dergideki yazılara muhalif olduğunuzu, yani Komünist’te çıkan görüşleri benimsemediğinizi, dünya çapında sosyalist sistem ile emperyalist sistem arasındaki çelişkinin hâlâ ana çelişki olduğunu fakat, bu ana çelişkinin belki biçiminin değiştiğini belirttiniz...
— Lenin insanlık çıkarlannm üstün olduğu g ö rüşünü savaş konusundaki yanlış anlamalan önlemek için söylemişti. Am a sadece termo-nükleer bir savaşı önlemek için bunu öne sürüyorlar. Bu devletlerüstü bir şey. Bu konuda onlarla aynı şeyi düşünmüyorum.
Ç.Y. — Bir de şu gerçeklik var. ‘Çeşitli ülkelerde meydana gelen savaşımlarda çeşitli silahlı mücadele yöntemleri kullanılabilir mi’ diye sorduk kullanılabilir dediniz. O ülkenin sorunudur, şimdi de insanlar istiyorlarsa öyle savaşırlar. Bu o ülkenin koşullarına bağlıdır...
— Çelişkinin keskinliğine bağlı bir olay. Batı Avrupa ülkeleri için demokrasi ve banş için mücadelenin sosyalizme daha kısa yoldan bir gidiş olacağını söyleyebiliyoruz. Fakat üçüncü dünya ülkeleri için bunu söyleyemeyiz. Çünkü çelişkiler çok eskin. Uzlaşmaz çelişkiler olduğu için ba- nşçı mücadele bu ülkelerde sosyalizme hizmet
edem ez. Bu o ülkelerdeki somut şartlara bağlı bir olaydır. Bizim uluslararası banş için müade- lemiz, emperyalizmi, onun militarist, faşist gücünü felce uğratacaktır. Bu ülkelerdeki kamuoyu ve Sovyetlerin konumu çok güçlü bir durum yaratıyor. Bu araçlar emperyalist saldırganlığa felç vurabilir.
Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkeleri için özellikle
banş mücadelesi ikinci planda, birinci planda ise uzlaşmaz karşıtlann sonucunda doğan keskin sınıf çatışmalarıdır. Sizin dediğinizden bu mu çıkıyor? Yani banş için de mücadele olacaktır ama bu...
— Sınıf mücadelesinin bir parçası olacaktır. Am a sınıf mücadelesi Stalin ve Brejnev dönemi için belirgindir, açıktır. Sınıf savaşımı, dem okrasi için, insan hakları için, ekonominin etkinliği için, ekonom ik alanlarda rekabet edebilmek için... Burada bir çelişki göremiyorum...
Ç.Y. — Banş için mücadele ön plana çıkabiliyor. Bu tamam. Bizim gibi geri ülke devrimcilerinin dünya barışına yapabileceği katkı kendi ülkelerinde iktidarı ele geçirmek değil midir? Böyle özetleyemez miyiz görüşünüzü?
— Neden olmasın?Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinin devrimci
leri olarak bizim çelişkilerimiz son derece keskindir. Örneğin halkın finans-kapitalle olan çelişkisi devrimcilerin silahlı mücadelesiyle giderilebilir, faşizm ancak böyle ezip geçilebilir denilebilir mi? Banş için mücadele biim gibi ülkelerde ikinci veya daha geri plandadır. Yani, silahlı m ücadele ve sınıf savaşımları üçüncü dünya ülkelerinin önündeki birincil biçimde değil midir? Örneğin Angola, Filistin...
— Bunları somut durumlarla yargılayabiliriz.Ç.Y. — Tüm veriler emperyalizmin bunalımı
nın daha da müzminleşeceğini, gösteriyor. Bu noktada emperyalizmin bunalımı özellikle geri ülkelerde devrimci kabanşların zeminini hazırlıyor. Ortaya yeni mücadele biçimleri ve araçlarını çı- kanyor. Bu noktada, sosyalist ülkeler ve Sovyetler Birliği bir taraftan emperyalist ülkelere barış doğrultusunda baskı yaptıktan gibi öbür tarafta bu emperyalistler arası çelişkileri emperyalizmin bunalımını derinleştirici yönde adımlar atıp geri ülkelerdeki bu kabarışı hızlandırma bu kabarışın hızla devrime varması için ülkelerin devrimci partilerini desteklemek, bu ülkelerin sosyalizme hızla ilerleyebilmesi için elinden gelen herşeyi seferber etmesi gerekmiyor mu?
— Örneğin, Afganistan devrimini ele alalım. Bir iç darbeydi. Devrim olabilirdi ama bazı koşullardan başansız olundu. Neden? Çünkü toplumsal bir destekten yoksunluk vardı. Problem, siz toplumsal destek olmadan bir devrim yapamazsınız. Eğer siz toplumsal desteği bu şekilde harekete geçirebiliyorsanız, parlamenter demokrasi aracılığıyla geçirebiliyorsanız veya başka sekilerde, bu size bağlıdır. Am a tümü toplumsal bir desteğe sahip olmalı, yoksa başarısız olunur. Silahlı mücadele veya diğer yollar. Bu çok önem
li değil. Mücadele bir çok yoldan verilebilir. Örneğin Avrupa’da silahsızlanma konusunda belli şeyler yapılabilir.
Ç.Y. — Üçüncü dünya ülkelerinde?
— Bu tamamen somut koşullara bağlıdır.— Şimdi uluslararası problemler yoğunlaşıyor.
Bunun karşılığında sosyalist ülkelerin kendilerini yenilemeleri konusunda yeni yeni problemlerle karşı karşıya dünya sosyalist hareketi. Şimdi bütün bunlar karşısında acaba dünya komünist hareketinin partilerinin ortak hareket programını oluşturmak gibi bir görev sosyalist ülkelerin önünde bulunmuyor mu? Bu konuda Sovyet yetkililerinden herhangi bir görüş gelmiyor pek. Daha çok kardeş parti ve içişlerine kanşmama gibi ilkesel bir yaklaşım söz konusu şimdi bunu anlamakla beraber ve az çok katılmakla beraber şöyle düşünüyoruz: Bugün sosyalist ülkelerde geçmişte ve bugün biriken problemler belli ö lçülerde komünist partilerin öncü partilerin yeterince işbirliği yapmaması, birbirlerine yeterince deney tecrübe aktaramamasv gelişen süreçte yeterince ortak mücadelelerin gt liştirilememesi gibi problemler var. Meselenin bir yanı da buradan kaynaklanıyor. Geçmiş olaylan araştırdığımızda. Bu noktada salt kardeş parti içişlerine karışmama gibi bir yaklaşımla problemleri ne ö lçüde çözebilir yani gerek üçüncü dünya ülkelerinde mücadelelerin koordine edilip yönlendi- rebilmesi gerekse sosyalist ülkelerin ortak davranışının sağlanabilmesi ve topyekün bir anti emperyalist banş cephesinin oluşturulması açısından bile olsa yeni tip Enternasyonelist örgütlenmeler ihtiyaç _yok mu? Sovyetler Birliği K omünist Partisi ne düşünüyor bu konuda?
— Öncelikle, biz diğer ülkelerin partilerinin içişlerine kanşmıyoruz. ikinci şey, sosyalistlerle, komünistlerle, sosyal demokratlarla, Hıristiyan demokratlar, muhafazakârlarla, herkesle diyalog oluşturmayı ümit ediyoruz. Şu anda liderliğimizin yaptığı budur. Açıklık politikası, bugün Gor- baçov’a ABD ’de Reagan’m üstünde bir popülerlik sağlamıştır. Bu çok daha gerçek oldu. Sermaye bugün uluslararası bir güçtür. Marx’m zamanm- kinden de öte. Çünkü biz uluslararası finans- kapitalden söz ediyoruz. Tabii, biz buna karşı gelebilmek için dünya çapında uluslararası ilerici güçlerin bir koordinasyonuna gitmeliyiz. Bu bir ihtiyaçtır. Bu nasıl yapılacaktır? Partilerin veya hareketlerin kontaklarıyla mı? İlişkileriyle mi? Yeni bir tür Enternasyoneli yeniden kurabilmek için bir ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Am a, bunu karşılıklı ilişkiler, yazışmalar temelinde yapabiliriz. Örneğin Batı Avrupa komünist partileri kendi güçlerini koordine ediyorlar, Avrupa Parlamen- tosu’nda aktiviteleriyîe ilgileniyorlar. Bölgesel sorunlarda daha çok anlaşabiliyorlar. Dünya çapında, bir dünya konferansının olabileceği olasılığını çıkaramıyorum ama esas şey komünist hareketteki yeni dönemdir. Perestroika sosyalizmin uluslararası imajını değiştirerek uluslararası alanda komünist ve sosyalist, işçi hareketlerine bir yardımımızdır. Örneğin, çağdaş kapitalizmin çok derin bilimsel bir analizi sorunu var. Bunlar değişik komünist partilerin güçleri, yardımlaşmaları olmadan çözülemez. Çünkü bu analizin dışında, çağdaş gerçekliklere doğru yanıt veremeyiz. Bir organizasyona gereksinim yok ama partilerin deneyimlerini birbirlerine aktarmaları, görüşmeleri olmalıdır.
Ç.Y. — Dünya devrimci sürecini yönlendirici bir mekanizmaya bir gereksinim yok? Dediğinizden bu çıkıyor?
— Evet. Sosyalizmin yeni imajı, komünist partilerin yeni mücadele yolları bunlar bir gerekliliktir. Partilerin işbirlikleri gerekliliktir.
Ç.Y. — Bunun biçimi nasıl olacaktır?— Parti ilişkileriyle, çeşitli düzeylerde teorik ba
zı konferanslara katılabiliriz, sosyalist ülkelerin aralannda işbirliği oluşturabiliriz. Ama bu gelecekte,
Eğer biz buna ikinci bir devrim diyorsak, gerçekleştiğinde komünizme bir parça daha
yaklaşmış olacağız.
Ülkemizdeki bilimsel ve teknolojik devrim kendi araçlarımız ve kendi gücümüzle
kendi kapasitemizle gerçekleşecek ve bu gelişmeler süreci hızlandıracaktır. Çünkü son derece gelişmiş bilimsel enstitülere
sahibiz. Fakat düşünceyi pratiğe uygulamak için arada geçen süre uzun.
Yakın bir gelecekte bu kısalacaktır.
konferanslar vb. olmayacaktır anlamına gelmi-. yor. Am a bu hareketin kendi ihtiyacından d o ğacak olan şeyler olacaktır. Eğer sosyalist, komünist partiler arasında esaslı bir işbirliği gereksinimi olduğunda bu demokratik yollardan, konferanslar, çeşitli işbirfikleriylebu oluşturabilecek. Bu bizim em poze edeceğim iz bir şey olmamak.
Ç.Y. — Sosyalist ülkelerin birtakım problemleri var. Kalkınma çeşitli seviyelerde. Şöyle bir genellendirme yapamaz mıyız?
— Burada Demokratik Almanya, Macaristan1 da, Çekoslovakya daha gelişkin. Kişi başına düşen milli gelirleri daha fazla. Bizde askeri konulardaki üretim daha fazla. Çünkü sosyalist birliğin geneli için sorumluyuz.
Ç.Y. — Sosyalist ülkelerdeki problemlerin çö zülmesi ve sistem içinde dengeli kalkınma için, tek tek ülkelerin merkezi planlanmalarına işlerlik kazandırabileceği gibi, sistem bazında planlamalara gidilmesi düşünülebilir mi veya düşünülmesi gerekmez mi? Enternasyonal ölçüde hareket edecek liderlerin komünistlerin, işçilerin sistem bazında harekete geçirilmesi gerekmez mi?
— Şu anda sosyalist ülkelerin entegrasyonundan memnun olduğumuzu söyleyemem. Böylece yeni işbirliği biçimleri geliştirmeliyiz. Ama bu gönüllülük temelinde olmalı. Şu ülke bunu yapsın, bu ülke bu olsun şeklinde olmamalı. Bu karşılıklı yarar çerçevesinde olmalı. Reform, sosyalist ülkeler arasında ekonomik bir işbirliğini de kuracaktır.
Ç.Y. — Parti ve ideolojik alanda işbirliğine de gidilmeli değil mi?
— Kesinlikle, tüm alanlarda. Bizim reformlan empoze etmemiz gibi bir şey olamaz ama. Çünkü herkesin dönem i farklı. Bu aramızdaki ilişkilerimizi de bozmaz. Hatta onlar bizi dışandan daha iyi gözlemleyebilirler.
Ç.Y. — Avrupa komünist partileri ITÜ 'lerden sonra bir çöküntüye girdi. Ispanya Komünist Partisi tamamen çöktü, İtalya eski desteğini yitirdi. Bu gelişim varken, SBKFnin tavnnı bilem iyoruz. En son konferans da bir kaç cümleyle ilkesel bir açıklama yapıldı...
— Brejnev dönem inde biz Avrupa komünizmini eleştirdik. A m a bugün onlarla aynı görüşte değilim. Avrupa komünizminden ne anlaşılma-
münizme bir adım atmış olunacak mı?— Eğer biz buna ikinci bir devrim diyorsak;
Gerçekleştiğinde komünizme bir parça daha yaklaşacağız. Am a spekülatif projeler içinde değiliz. A m a bir aşama olabilir.
Ç.Y. — Ulusal hareketler konusunda...— Ulusal problemler Stalin ve Brejnev döne
minden devraldığımız problemlerdir. Tüm uluslara daha çok self-determinasyon vermeli miyiz? Çünkü bir federal devletim iz var, ama bazı g e lişmeler var. Ulusal bir göç var, paradoksal durumlar var. Karadağ olayı örneğin. Problem; burada 1920lerden önce Sovyetler iktidan almadan önce karşılıklı geleneksel bir düşmanlık var. Am a-Sovyetlerin iktidara gelmesiyle, Ermeni Cumhuriyeti ve Azerbeycan Cumhuriyeti oluştu. Karabağ hiçbir zaman Ermenistan’ın bir parçası olmadı. Azerbaycan ve Ermenistan’da bazı politik hatalar vardı. Karabağ’da insanların yaşam düzeyleri değil, yönetim düzeyleri yeterince yüksek değildi, otonomi olarak. Bizde üç tür otonomi var. Biz otonominin düzeyini yükseltmeliyiz. Am a iki ulusun, “bu toprak parçası benimdir’ diğerinin ‘benimdir’ dediği bir durumda işte bu çok duyarlı bir konudur. Azerbaycan, Karabağ için bizimdir, Ermenistan bizimdir diyor. Karabağ Azerbaycan’da kalacak ve hükümetin kendisi, buranın otonomi yapısını yükseltecek. Bölgede 400 milyon rublelik (yaklaşık 800 milyar liralık) bir yatınma gidilecek. Bu basit bir sorun değildir. Bir çok Sovyet Cumhuriyeti’nde diğer uluslardan insanlar yaşıyor. Örnek verecek olursak, Letvia’nm başkenti Riga’da nüfusun yüzde 60’ı Rus’tur. Bu Ermenilerin görüşüne, mantığına göre buradaki insanlar, Riga, Rusya Cum- huriyeti’ne dahil edilmelidir demeleri gerekir. A p talca bir mantık. Azerbaycan ve Ermenistan’daki yerel yöneticiler Perestroikadan korkuyorlar. Konumlannı, ulusal sorunlann arkasına gizleyerek korumaya çalışıyorlar. Bazı ulusal problemler var.
Ç.Y. — Bu olayın arkasında A B D ’nin, kışkırtmanın olduğu söyleniyor. Örneğin geçenlerde Ermenistan’da olaylann başını çektiği belirtilen biri sınır dışı edildi. Dışandan müdahale var mı?
— Bir gerçek var. Ermenilerin büyük bölümü dünyanın diğer bölgelerinde yaşıyor.
Stalin’in kişiliğine ilişkin bir kampanya yok Sovyetler’de. Partinin yaptığı hatalara
ilişkin bir kampanya. Biz, neden bunlar oldu? Bunları tartışmak istiyoruz, bunların bir daha olmaması için, bunların olmasını
önlem ek için. Şu anda Merkez Komitesi’nin görevlendirdiği b ir komisyon
var. Bu yıllara ilişkin tüm bilgileri çıkaracak ve tüm hikâyeyi yayınlayacak.
lı? Bunların kendi gelecekleri var. Çünkü sosyalizm farklı yollardan gelişecektir, Sovyetler’de olduğu gibi değil.
Ç.Y. — Am a Avrupa komünizmiyle de değil?— A m a neden değil? Onlar Sovyetler Birli-
ği’nden, Çekoslovakya’dan farkh bir şekilde sosyalizme geçebilecekler, kendi yollanndan. Ö yleyse, bu doğal bir şey, karşılannda değilim. Başka bir şey: Avrupalı komünistler bizim yolumuzu, So ,,yetler’deki sosyalizmi eleştirdiler. Bugünlerde, biz bu eleştirileri kabul edebiliriz çünkü onlardan daha çok kendimizi eleştiriyoruz.
Ç.Y. — Banş içinde geçiş tezi ve halkın mülkiyeti tezi var. Bu tezlerin durum nedir?
— Siz istediğiniz gibi adlandırabilirsiniz.Ç.Y. — Barışçıl geçiş genelleştirilmiyor sanı
rız?— Y in e tekrar diyorum, bunlar ülkelerin so
mut koşullanna bağlıdır. Brejnev dönem inde söylenenleri hatırlayınız. Bunlar *kötü zevklerdi’. Teorik mirası yeniden ele alıyoruz. Bir çok tezimizi yeniden ele alıyoruz, gözden geçiriyoruz...
Ç.Y. — Halkın mülkiyeti tezi de geçiriliyor mu?— Şimdi kimse bunu hatırlamıyor. Am a, bu
kadar yıldan sonra halkın devletidir. Sovyetler çalıştıktan sonra, Jd Çalışacaklar halkın devletidir. Bu artık teorik bir mesele değildir.
Ç.Y. — Perestroika gerçekleştikten sonra, ko-
Ç.Y. — Burada bir kışkırtma var mı?— Ermeniler için öğelerden biri ama ana öğe
değil. Ana faktör değil. Burada üç problem var. Birincisi Ermeni kültürünün geliştirilmediği, televizyon programlarını yeterince izleyemedikleri şeklinde, bu ulusal haklan. İkincisi dışandan propaganda var. Üçüncüsü ise ana faktördür. Bir çeşit Perestroikaya karşı direniş. Bu cumhuriyetlerde parti sekreterliklerinde büyük değişiklikler oldu, Perestroika buralarda uygulamaya girdi. Amerikalılann bu olayda beklentileri var. “Sov- yetler çözülüyor” gibi sözleri var, bu kesinlikle doğru değil, 120 ulus yaşıyor bizde. Am a ulusal sorunlara daha çok saygı göstermeliyiz, partinin bir bölümü kendini bu ulusal sorunlara adayacak, bazı anayasal garantiler zorunlu kılınacak... Perestroika süreci içinde tüm sorunlar daha çok demokratik yollardan çözümlenecek.
Ç.Y. — Komünist dergisinde yer alan tezleri parti içinde savunanlar kimler?
— Bu probleme ilişkin bir tartışma var. Bazı- lan bu görüşü paylaşıyor, bazıları paylaşmıyor.
Ç.Y. — Gorbaçov bu görüşü benimsiyor mu?— Kişisel görüşünü bilmiyorum.Ç.Y. — Ligaçev ve diğerleri?— Ligaçev’in bunun karşısında olduğunu duy
dum.
Ç.Y. — Yakovev ve Şevardnadze bu görüşü benimsiyor mu?
— Evet benimsiyorlar. A m a enstitülerde çalışanlar buranın kategorilerinden hareket ediyorlar, düşünüyorlar. Şevardnadze uluslararası arenada Sovyetlerin imajını değiştirmeyi, bir diplomatik servisin başı olduğu için daha çok vurguluyor. Bundan sonra bütün komünist partiler, iç ve dış meseleleri özgürce tartışmalılar. Bundan sonra her şey özgürce tartışılacak. Çünkü bunun dışında duyarlı bir karara vanlamaz.
Siz bizim devrimci hareketlere yardım etmekten ve desteklemekten
vazgeçebileceğimiz korkusunu taşıyorsunuz. Maddi, politik ve askeri
destek, ihtiyaç olduğu sürece sağlanacaktır.
Ç.Y. — Y in e Stalin olayına dönsek, partinin içinde Stalinciler var mı? Yelisin, Ligaçev?
— Bunu söylemek çok zor. Ben saf bir Stali- nistim diyen birini bulmak çok zor. Stalin’i eleştirebilirsiniz ama bir yandan da devlet mekanizması, parti mekanizması iyiydi dersiniz.
Ç.Y. — Kişiliğine yaklaşırken, tam destekliyorum denilem iyor mu?
— Tabii, hiç kimse Stalin bir melekti diyemiyor. Zalimliği olağanüstüydü. Devrim öncesinde beraber olduğu bir çok yoldaşını emirlerle vurdurdu. Bunu psikolojik olarak açıklayamam, bunu anlamıyorum.
Ç.Y. — Soljenitsin Glasnosfta aştnya kaçmak değil mi? Pastemak’ı anladık. O bir olguydu. Sovyetler Birliği’nde yerini alıyor. Soljenitsin için ne demeli?
— Uzun bir süre Sakharov’u mahkûm ettik. Ona C IA ajanı denildi. A m a şimdi görüyoruz, o perestroikayı, perestroikadan önce savunuyor- muş. Bizimle aynı düşünüyor. Soljenitsin’in yazdıkları doğruydu. Bazı çalışmalan bu yıl değil de gelecek yıllarda yayınlanabilir.
Ç.Y. — Stalin olayı bitiyor mu?— Stalin’in kişiliğine ilişkin bir kampanya yok
Sovyetler’de. Partinin yaptığı hatalara ilişkin bir kampanya. Biz, neden bunlar oldu? 'ounlan tartışmak istiyoruz, bunlann bir daha olmaması için, bunlann olmasını önlem ek için. Şu anda M erkez Komitesi’nin görevlendirdiği bir komisyon var. Bu yıllara ilişkin tüm bilgileri çıkaracak ve tüm hikâyeyi yayınlayacak.
Ç.Y. — Bu arada bazı ara sorulara geçmek istiyoruz son olarak, işletmelerin kendi kendini finanse etme sistemi ne kadar yürürlükte? İkincisi bazı temel gıda maddeleri ve hizmetlerde süb- vansiyonlann kaldınlacağı söyleniyor. Bu konudaki gelişmeler nelerdir ve çalışanlann durumu nasıl ayarlanacak?
— Kendi kendini finanse etme gelecek yıl tüm işletmelerde uygulanacak. Sübvansiyon olayı ise ya referandum, ya da bir konferans ile tartışılacak ve karara bağlanacak ama çalışanlann durumu da mutlaka iyileştirme yapılacak. Çin ve Yugoslavya’da olduğu gibi bir enflasyon olmayacak. Bu iki ülkede yeterli devlet kontrolü o lmadığı için enflasyon ortaya çıktı. Çin’in bugün yaptıklan NEP ’e benziyor.
Ç.Y. — Yugoslavya ve Polonya konusunda söyleyebileceklerimiz.
— H er iki ülke de sının aştılar. Yani borçlanmada. Bir çok problemle karşı karşıyalar ama sa- nınm üstesinden gelecekler...
Ç.Y. — Sovyetler ile Çin arasındaki ilişkiler...— Bizim ilişkileri yeniden kurmak konusun
da bir engelimiz yok. Belki Gorbaçov gelecek yıl Çin’e gidebilir.
Ç.Y. — Sosyalist ülkeler arasındaki entegrasyondan söz edebilir miyiz...
— Bu ülkelerdeki sorunlan önlemenin yollarından biri de hatta tek yolu da sosyalist entegrasyondur. Bunun için adımlar atılmalıdır. Sosyalist ülkelerin kalkınmasını sosyalist bir en tegrasyon sağlar.
Ç.Y. — Son olarak, Arnavutluk konusunda sözleriniz.
— Sadece kendilerinin sosyalist olduğunu söylüyorlar. Olabilir., ne diyebilirim.
Sermaye birikimini oluşturabilmek için diğer yöntemler yerine, genel bir kollektivizasyon gidelim kararını verdi. Sovyet ekonomisi için bir felaket oldu.
REDDETTİĞİMİZ MİRAS VE SOSYALİST HAREKETİMİZİN TARİHİ KÖKLERİ
Giriş ya da önsözSosyalist hareketimiz, 12 Eylül dönemi
nin ilk şokunu bir süredir üzerinden atmaya çalışarak yeniden şekilleniyor. Eylüliz- min ilk yıllan gericileşen sosyalistlerimizin, adeta inkâr fırtınası estirdiği yıllar olmuştu. Onlar dememiş miydi; şöyle şöyle yapmayın diye? İşte onlann sözünü dinlemeyenlerin içine düştüğü durum meydandaydı. Ardından, vurun abalıya misali, 12 Eylül öncesinin soi siyasetlerine kesinlikle ideolojik temeli olmayan bir suçlama kampanyası yürütüldü. İş bu noktada da durdurulamazdı. 12 Eylül öncesinin sosyalist hareketlerinin kökleri 196CHı yıllann sonuna kadar uzanıyordu. Bu dönemin önderleri de çarmıha gerilerek üzerlerine olmadık çamurlar atıldı. Nasılsa atlan çamurlan temizleyecek kimseler de ortalıkta görünmüyordu. O halde meydan boştu. Zaten atlan çamurlar bir gün temizlense de izi kalırdı. Veya yeni kuşakların kafası bulandmlıp, eskinin siyaset ve önderliklerine ön yargılı hale gelmeleri sağlanabilirdi. Gerici sosyalistlerin eleşttrileri, 12 Eylül yönetiminin mahkemelerinde, basının da kullanılan suçlama edebiyatyla çakışıyormuş, olsun ne çıkardı. Bir yandan Eylülizmin fiili ve ideolojik saldınları, bir yandan da gerici solculann iftira ve inkârcılığı sosyalist ortamı bir kaosa çevirdi ya. Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi eskinin Aydmlıkçıları, Birikimci vb.leri en çok da, zaten böylesi havalan severlerdi. Boy boy dergilerle, sosyalist parti kurma vb. toplantilanyla, yılgınlaşan sosyalist ortama ve yeni kuşak devrimcilere tuzaklar döşendi. Tuzağa düşenlere herkesin kötü olduğu, yanlışlan yüzünden bu duruma düşüldüğü söyleniyor ve sen kaç ben kurtarayım demek isteniyordu. Sosyalist ve devrimci mücadeleden buralara kaçanlar, kurtuldu mu? Yoksa ideolojik çürümenin ve yozlaşmanın içine mi sürüklendiler? Şüphesiz bu sorulann yanıtım, zerrece devrimci yanlan kalmamışsa, bu durumu yaşayanlann vermesi gerekiyor. Sosyalist saflarda başından bu yana solculuk adına, oportünizm ve tasfiyecilikten başka rol icra etmeyen gerici sosyalist çevrelerin, 12 Eylülle birlikte yüzlerine gülen talih, ne yazık ki son birkaç yıldır kendilerine yüz çevirmiş bulunuyor, işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin 1983’lerden sonra eyleminin sağlam ve emin adımlar atarak yükselmeye başlaması, biraz ağız değiştirmeye çalışsalar da onları çiğneyip geçiyor ve yine bir kenara, sosyalist hareketin çöp sepetine kaldınp atıyor. Geçmişin C IA sosyalizmi, 12 Eylül öncesinin ihbarcılığı, günümüzün 12 Eylül solculuğu yeni bir iflası kaçınılmaz olarak yaşıyor.
İçine girdiğimiz dönemde aşılmakta olan bu “sosyalizmin” tarihine de, kesinlikle kendi belgelerine dayanarak çahşmalanmızm ile- riki aşamaiannda bir açıklık getirmeye çalışıyoruz. Onlar sosyalist hareketinin tarihini karmakanşık hale getirip, bir inkâr fırtınasıyla yok etmek istiyorlarsa, bizim onlann kendi tarihleri de dahil, bu inkâr ve iftira fırtınasına göğüs gerip tarihimizi aydınlık ve berrak bir hale getirmeye çalışmak boynumuzun borcu oluyor.
Sosyalist hareketimizin tarihine bir diğer yalnız yaklaşma da geçiş döneminin, sözde veya eylemde radikal solculuğundan geliyor. Sözde radikal solculuğu, Y. Küçük ve çevresi temsil ediyor. Tarihin birinci yılını kendisiyle başlatma — yeni milatçılık— bu çevrenin temel özelliği. Güya radikal güçlere olumlu bir yaklaşım içinde olunduğu izlenimi veriliyor. Am a biraz “Tezlerini inceleyince “Balkanlarda eşsiz örneksiz” ve her şeyi “kendisinde menkul” görme tutumuna girdikleri görülüyor. Bu eğilimde tarihi karmakanşık ediyor ve “tezlerini de çarpıtıyor. Y. Küçük ve çevresinin tipik özelliği muazzam boyutta kendisine sevdalanmış aydınlar olmalandır. Fek de o kadar sevdalanacak yanlannın olmadığının kendilerine gösterilmesi lazım. Bu işe de, dergimizin geçen sayılannda başlandı. Devam edeceğini umuyoruz ve biz bu çevrenin sosyalist hareketimizin geçmişinde kalıcı sayılabilecek bir izini bulamadığımızdan sosyalist hareketin tarihine yönelik araştırmamız içinde kendilerini ele almıyoruz.
Sosyalist hareketimizin, geçiş döneminin, asıl radikalizmi THKP-C’nin günümüzdü sürdürücülüğünü yapmaya çalışan eğilimler oluyor. Son 20 yılın sosyalist politik ortamına belli ölçülerde damgasını vuran bu eğilimleri sadece, direnişçilik ve radikalizm açısından ele almak ve bu anlamda bu eğilime olmadık misyonlar yüklemek bize doğru gelmiyor. Birincisi, sosyafist hareketimiz salt, direnişçilik ve radikalizm açısından bile son 20 yıla sığdınlamaz. İkincisi, THKP-C eğilimleri sadece radikalizm ve direnişçiliği değil, bir sosyal sınıf veya bu sınıf içindeki, zümrelerin sosyalist eğilimini temsil ediyorlar. Sosyalist hareketimizin yakın tarihini yazarken THKP-C ve sürdürücüsü eğilimlerin doğuş, şekilleniş koşullan kadar, sosyal sınıf temellerinîdiTörtaya koymaya çalışmak zorunlu. Sosyalistipıycadele de bizler için kesinlikle gerekli olan sınır çizgilerinin bulanıklaştırılması değil, alabildiğine netleş- tirilmesidir. Çalışmamızın sosyalist hareketimizin yakın tarihini ele aldığımız bölümlerinde bunu yapmaya çalışacağız. Duygulara seslenerek bir yerlere varmaya çalışmak, proletarya sosyalizmi iddiasında oian-
HÜSEYİN KORKMAZ
lann içine düşebilecekleri durum olmasa gerektir. Güçlü devrimci duygular, ancak proletarya sosyalizmi zemininde uyandm- labilirse bizi devrimci gelişmelerin yoluna sokabilir.
Sosyalist hareketin tarihinin 70-80 yıllık “tasfiyecflik veya “oportünizm” olarak nitelenmesini de doğru bulmuyoruz. Pro- leteryanın var olduğu bir ülkede onun öz eğilimi proletarya sosyalizminin, başlangıçta zayıfta olsa var olduğuna ve günümüze bin- bir zorlukla da olsa taşmabildiğine inanıyoruz. Elbette sosyalist hareketimizin tarihini böyle görmek isteyenlere de bir şey diyemeyiz. Onlar bu günkü “TKP”nin pratiğine bakıp, geçmişi de pratiğin tarihi kökleri olarak görüyorlarsa, ancak durumun sanıldığı gibi olmadığını söyleyebiliriz kendilerine. Biz bugünkü “TKP” ve onun tasfiye, çözülme ve mültecilikten ibaret olan tarihini reddedilmesi gereken miras olarak görüyoruz. Ama 80 yıllık sosyalist mücadele tarihimizi ve bu tarihin içinde doğup gelişen proleter sosyalist eğilimimizin muazzam teorik mirasına ve günümüze taşınıp politik bir güç haline getirilişine olumlu ve geleceği temsil eden bir gelişme olarak bakıyoruz. Hatta bugünkü pratik gücümüz, teorik mirasımızın çok gerisindedir dersek ancak gerçeği itiraf etmiş oluruz. Mirasa bütünüyle sahip çıkmak ve yaşama geçirmek işte günün görevi ve boynumuzun borcu bu oluyor.
Türkiye sosyalist hareketinin tarihi kökleri 1900’lü yılların başlanna kadar uzanıyor. Yani yaklaşık olarak 80 yıllık bir mücadele tarihimiz var. Bu tarihin henüz tüm dönemleri aydınlığa kavuşmamış da olsa, çeşitli dönemleriyle ilgili yayınlanan belgeler, inceleme ve araştırmalar önemli bir bilgi birikimi sağlamış durumda. Bu bilgi birikiminin sosyalistlerce etüt edilmesi, böylece kendi tarihi köklerinin ortaya konulması gerekiyor. Belki bu çabalar sonucu tarihimiz yine tamamıyla aydınlığa kavuşmaktan uzak kalacak. Am a sosyalist hareketimizin tarihinde belli dersler çıkarabilmesine, bunlardan hız ve kuvvet alabilmesine yardımcı olabilmek de mümkün. Köksüz ağaç misali, her patlayan fırtınada yıkılıp sağa, sola savrulmak kimseye bir yarar sağlamıyor. Sosyalist hareketin iki de bir katastrofa değil, sağlam tarihi köklere dayalı istikrarlı gelişme ve bu gelişmenin ortaya çıkan her yeni döneme rağmen sürekliliğinin sağlanmasına ihtiyacı var. Bizce, aksi tutuma giren her sosyalist objektif olarak oportünizmi ve tasfiyeciliği yaşıyor demektir.
Yaşanan geçmişi olumlu ve olumsuz yönleriyle atlamak bizim harcımız değil... Proleterya sosyalistleri bu konuda uyanık
l
i
J
olmak zorunda... Küçük burjuvazinin temsilciliğini yapmaya çalışan sosyalistlerin, tarihinin birinci yılını kendileriyle başlatmaya kalkması, son 20-25 yılın trajedik bir çocukluk hastalığı. Mücadele bizimle başla-
j madı. Bizden önce de vardı. Bizden sonrada olacak. Proleterya var olduğu sürece
Ionun sosyalist mücadelesini sürdürecek sözcüleri güneşin altındaki yerini alacaklardır. Tabii bu mücadelede bir yığın yanılgı ve hatalarda olabilir. Ama yanılgılı ve hatalı sürdürülmüş de olsa o mücadelenin ürünleri olduğumuzu, düşünüyorum o halde varım diyorsak bunu izinde yürüdüklerimize borçlu olduğumuzu hiçbir zaman unutmayacağız. Her şeyden önce riyakâr olmamak gerekiyor. Tarihimizde her türlü olumsuzluğa rağmen, sabırlı, kahırlı, proleter sosyalist bir yaşam ve mücadeleyi ve bu mücadelenin en zorlu sınavlarından alnının akıyla çıkmış sürdürücülerini... Kendini devrime adamış kişilikleri... Yüz binlerce sayfayı bulan, tarih ekonomi, politika, strateji, taktik, ulusal ve uluslararası durumla ilgili bilimsel çalışmalan yok saymaktan da bugüne kadar bir yarar sağlanmış değil. Tek sözle tarihe adaletli yaklaşmak. Veya tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmak gerekiyor. İşte bu çalışmamızda, elden geldiğince, sosyalizmdeki, bütün amatörlük, gençlik ve yenilgimize rağmen tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmaktan başka bir iddia söz konusu değildir.
OsmanlI toplumunda burjuva devrimciliği, ilk işçi hareketleri ve sosyalist hareketin durumu
Türkiye’de sosyalist hareketinin başlangıç döneminin, tarihini incelerken hiç şüphesiz onu sosyalizmin uluslararası boyuttaki bu dönem tarihinden kopuk ele almamak gerekir. Çünkü başlangıcının Osmanlı
, imparatorluğu, günümüzün Türkiye Cumhuriyeti yer küremiz üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan ülkeleridir. Ve yine bu ülkelerde de dünyanın öteki ülkelerinde olduğu gibi, sınıflar ayrışması, sınıf mücade-
\ leleri, sosyalist örgütlenmeler yaşanmıştır.Yalnız Osmanlı dönemi ve ardından gelen, cumhuriyet dönemlerinin şüphesiz dünyanın öteki ülkelerine benzer yanları olduğu kadar, kendine özgü orijinal yanlan da vardır. Türkiye sosyalist hareketinin tarihini ele alırken, onun uluslararası sosyalist hareketin doğrudan etkisi altında kalarak şekillen-
* diğini görüyoruz.Türkiye’nin, Osmanlı döneminde batıda
kapitalizmin toplumları geliştiren, aydınlatan etkilerine oldukça kapalı bir konumu yaşaması elbetteki uluslararası sosyalizmin doğuşundaki etkilerinin halkımız üzerinde sınırlı olmasını getirmiştir. Batıda kapitalizm doğup, kimi ülkeler de sosyal devrimleri gerçekleştirerek toplumlann yaşamında köklü alt üstlükler meydana getirirken, yine bu ülkelerde ilk sosyalist ideolojiler doğarken Osmanlı toplumu, sınırlarının oldukça ötesinde meydana gelen bu gelişmelerin, öz dinamiklerinden ve etkilerinden uzak, feodalizmin ortaçağının kış uykusunda uyur vaziyettedir. Osmanlı toplum düzeninin dayandığı, toprak ekonomisi, topraklar üzerinde tefeci-bezirgân hakimiyetinin gelişmesiyle, kangrenleşmiştir. Dere- beyleşen üst sınıflar ve tefeci bezirgânlık, değil kapitalizmi geliştirmek, kalp para basarak, ordu ve memurlann maaşını, onla- nn ikide bir kazan kaldınp kelle almalan koşullarında, güçbela ödeyebilmenin ötesinde bir ekonomik girişkenlik gösterebilecek
durumda değildir. Osmanlı toplum yapısından bu haliyle, proletaryanın uluslararası sosyalist ideolojinin, doğuş döneminin etkilerine, güçlü karşılık vermesini beklemek ölü gözünden yaş ummaya benzemektedir.
Osmanlı aydınlannın, batak durgunluğuna rağmen, sosyalizmin doğuş döneminin etkilerini sınırlı bir biçimde de olsa Osmanlı toplumunun bünyesine taşıdığını, henüz çok cılız bir durumda olan işçi hareketine bu etkileri egemen kılmaya çalıştığını gö rüyoruz. Y ine kapitalizmin Batı’da gelişimi karşısında imparatorluğun güneşin karşısındaki kar misali eridiğini gören aristokrat kökenli ve burjuva eğilimli aydınların, Batı kapitalizmini hedefleyen Jön Türkler akımını oluşturduklannı ve hürriyet çığlıkları at- tıklannı biliyoruz. Jön Türklük, sosyal devrim yapacak güçte olmayan, pısınk, korkak ve cılız Osmanlı burjuvalarının, sosyal devrimci misyonunun bir kesim aydınca yüklenilmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Jön Türklüğün ilericiliği veya gericiliğini şüphesiz sözcülüğünü yapmaya çalıştığı Osmanlı burjuvazisinin eğilimleri deter- mine etmektedir. Jön Türklük, Osmanlı despotizmine tepki, Batı kapitalizminin ülkeye taşınması özlemiyle ilerici gibi görünüyor. Ama dayandığı sosyal sınıfın, Os- manlı burjuvazisinin, komprodor burjuvazi olması nedeniyle gerici bir karakteride vardır. Jön Türklerin dayandıkları bu sınıf tarafından belirlenen ideolojik ufku, Batı kapitalizminin üst yapı kurumlarmın ülkeye taşınmasını istemekten öteye gidem emiştir. Onlar Batı kapitalizminin ana yurt- lannda sürgündeyken bile, bu ülkelerde gelişen proletarya ideolojisine oldukça yaban-
müne karşı Osmanlı aydınlarının (asker ve sivil) bir başkaldın hareketi olmuştur. Sivil aydmlann düşüncede başkaldınsını Resneli Niyazi önderliğinde dağa çıkıp meşrutiyetin ilanını dayatan askerlerin eylemi tamamlamıştır. İçinde gerçekleştiği ülkenin alabildiğine geri ve çağ dışı koşullarına göre burjuva anlamda tam bir devrim olmasa da 1908’in bu yolda atılmış bir adım ve daha sonra atılacak adımlann da başlangıcı saymak gerekmektedir. Geçmişte önemli bir kesiminin, Osmanlı egemenliğinde yaşadığı Ortadoğu toplumlannda da, günümüze kadar uzanan burjuva devrimi süreçlerinde, benzer adımların birbirini takip etmesi dikkati çekmektedir. Ortadoğu sahasındaki feodal karanlığın yırtılması ve burjuva toplu- munu kurmaya yönelik adımlar, Batı kapitalizminin ilk doğduğu ve geliştiği yerlerdeki gibi olmamaktadır. Doğu toplumları- nın hemen tamamında ve özellikle de Ortadoğu’nun, sınıflı kent toplumlanna tarihte ilk geçilen yer olması 7000 yıldır tefeci- bezirgân ilişkilerin ve sermayenin aşırı irileşmesi, buraları, kapitalist sosyal devrimi başarabilecek öz dinamiklerinden yoksun hale getirmiştir. Hiçbir biçimde kollektif üretim yapılmasına olanak tanımayan tefeci- bezirgân sermaye, üretmenlerin birbirinden kopuk ve kendi başına üretim yapmaları koşullarından faydalanarak, iki arada, kâr ve faiz vurgunuyla alabildiğine irileşmekte ve toplumu tüm nefes borulanna kadar ele geçirip kontrol altına alabilecek bir güce bu sayede ulaşmaktadır. Tefeci bezirgân sermayenin bu kadar gelişmediği Batı toplum- larında, kapitalizmin gelişmesinde Ve m odern burjuva sınıfının ve proleteryanm doğuşunda, ön sermaye olarak olumlu bir rol
Biz bugünkü “TKP” ve onun tasfiye, çözülm e ve mültecilikten ibaret olan
tarihini reddedilm esi gereken miras olarak görüyoruz. Ama 80 yıllık sosyalist
m ücadele tarihimizi ve bu tarihin içinde doğup gelişen proleter sosyalist
eğilim im izin muazzam teorik mirasına ve günüm üze taşınıp politik b ir güç haline
getirilişine olum lu ve geleceği temsil eden b ir gelişm e olarak bakıyoruz.
cı kalmışlardır. Gericileşen (emperyalizmin aşamasına girmiş) kapitalizmder ötesine geçememişlerdir. Veya geçebilenleri çok az olmuştur.
Jön Türk akımının, kapitalist metropol lerden ülkeye taşıdığı değerler, düzenin değişebileceğine dair düşünce ve yeni anlayışlar, başlangıçta sivil aydınlarla sınırlıyken giderek askerler arasında da yayılmaya başlamıştır. Kapitalizmin kendi öz dinamikleriyle gelişimine kapalı ve Osmanlı burjuva devrimine önderlik edebilecek Osmanlı burjuvazisinin zayıf ve pısınk konumu, Jön Türkleri toplumu, kapitalist anlamda da olsa yenilemeye çalışan önemli bir güç ve etkinlik haline getirmiştir. Bu nedenle II. Ab- dülhamit 1876 ve 1908’de iki defa meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı toplumunda gerçekleşen bu değişikliklerde, sivil aydınlar daha çok düşünce planında düzeni eleştirirken, askerlerin bu düşüncelerle bütünleşmiş, genç ve dinamik kesimi davranışa geçerek düzen üzerinde fiili baskı uygulamak suretiyle meşrutiyetin ilanına^ yol açan olayları geliştirmişlerdir. 1908’de II. meşrutiyetin ilanı, Çarlık Rus- yası’ndaki 1905-1907 halk ayaklanmalarının dolaylı etkisi altında II. Abdülhamit zul-
oynayan tefeci-bezirgân sermeye, Osmanlı ve Ortadoğu toplumlannda yukarıda değindiğimiz aşın gelişmesi nedeniyle, alabildiğine statükocu ve gerici bir rol oynayıp, girişimci kapitalizmin ve devrimci bir burjuva sınıfının doğuşu üzerinde boğucu bir etkide bulunmuştur. İşte bu nedenle Osmanlılıkta ve Ortadoğu toplumlannda burjuva devrimleri, bir burjuva sınıfı önderliğinde, halkın diğer sınıf ve tabakalannın katılımıyla değil, daha çok Bati kapitalizminden ve çağdaş düşüncelerden etkilenmiş sivil ve asker aydmlann yukandan ordu darbeleri biçiminde gerçekleşmektedir. Elbetteki böylesi burjuva devrimlerinin, halklar üzerinde, toplumu tümüyle temellerinden sarsan, köklü dönüşümler sağlayan ve halk hareketi biçiminde gerçekleşen burjuva devrimleri gibi etkileri olmamaktadır. Üstten darbe veya etki özlenen düzenin sosyal temeli zayıf olduğundan dolayı, ekonomi temelini elinde tutan, çağ dışı egemen sınıflarca kısa sürede nötralize edilebilmektedir. Hatta bununla da sınırlı kalmayıp bu hareketlerin, kısa sürede yozlaşıp, halk üzerinde en acımasız diktatörlükler uygulayan, kendi dayandığı burjuva sınıfının zayıflığı veya komprodor karakterinden dolayı da, 23
hızla bir emperyalist kliğin uydusu haline gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Jön Türk hareketinin de, I. Dünya Savaşı öncesinde Mahmut Şevket Paşa’nm öldürülmesiyle birlikte, İttihat ve Terakki diktatörlüğüne, ardından da Alman emperyalizminin uydu ve ajanlığına doğru soysuzlaşması bu tespitimizi doğrulayan iyi bir örnek olmaktadır.
İşte Osmanlı toplumunda Jön Türklük veya burjuva devrimciliğinden söz edince, çağdaşlaşma isteyen, ama çağ açısından, tüm ilerici barutunu yitirmiş burjuvazinin yapamadığı devrimini onun adına ve onun için yapmaya çalışan, aristokrat kökenli Os- manlı asker-sivil-aydınlannm ideoloji ve eylemi akla gelmelidir. Osmanlı sivil-aydını, Batı’nın burjuva devrimcisi aydınlan gibi hem düşüncede, hem de eylemde devrimciliği birleştiren bir tutuma girmeyip, istip- tadı sadece düşünce planında eleştirmektedir. Osmanlı asker (aydın) gençliği ise Batıdaki orduların ve subayların, çoğunlukla her türlü devrimin karşısında, eski rejimi savunma konumunun tersine, sivil-aydınların düzene karşı oluşturduğu fikir ve ideolojilerden etkilenip istipdadı, gerektiğinde dağa çıkıp meşrutiyeti ilana zorlayabilmektedir. Batıda burjuvazinin devrimciliği, emperyalist soygunculuk ve haydutluğa soysuzlaşırken, bizdeki Jön Türkler (burjuva devrimciliği) kapitalizmin gelişimi karşısında yaya kaldığından, emperyalist çapul maceralarından bir parça da yağlı kemik bize düşebilir umuduyla halkı emperyalizmin savaş mezbahasına süren bir işbirlikçiliğe ve ajanlığa soysuzlaşabilmektedir.
Osmanlı toplumunda burjuva devrimcisi aydının temel karakteri ve özellikleri bu olurken kısa ve öz bir biçimde de olsa Os- manlı işçi ve sosyalist hareketinin durumunu ele almaya çalışalım.
Daha 1845 yılında kabul edilen polis nizamnamesinde “işini gücünü terk eden işçi ve işçi cemiyetlerine” karşı sert tedbirlerin uygulanacağının yazıyor olması bu tarihten önceki yıllarda ilk işçi eylemlerinin ve örgütlenmesinin, Osmanlı toplumunda —kesin biçimlerinin ne olduğunu bilmememize rağmen— varlığını ortaya koymaktadır. Keza 1863 tarihli maden işletmelerinde de işçilerin işyerini terk etmelerini yasaklayan yönetmenliklerin bulunuşu, buralann da işçi eylemlerine sahne olduğunu kanaatini doğurmaktadır.
1871 yılında kurulan “Amele Perver Cemiyeti’nin” Osmanlı Imparatorluğu’nda kurulan ilk işçi örgütü olduğu araştırmacı- larca kabul edilmektedir. Bir yıl sonra Os- manlı işçi hareketi tarihinde belgelerle saptanan ilk grev gerçekleşir. 500 kadar tersane işçisi sadrazama dilekçe vererek ücretlerinin arttınlmasını isterler. Türk olan ve olmayan tüm işçiler bu eylemde sınıf dayanışma ve kardeşliğinin iyi bir örneğini sergileyip, birliklerini koruyarak grevin başarıyla sonuçlanmasını sağlarlar.
İstanbul’da silah fabrikasında çalışan bir grup işçi, 1895 yılında “Osmanlı Amele Cemiyetimi kurarlar Komünist Manifestodaki düşünceleri savunan bu dernek bir yıl sonra kapatılır ve yöneticileri 7-8 yıl hapis ve sürgün cezalarına çarptırılır.
11. Abdülhamid’in oluşturduğu istibdat (baskı) rejimi, işçilerin bu ilk mücadele ve örgütlenmelerini daha başından, şiddetle, karşı önlemler geliştirerek ezmiştir. Osmanlı Amele Cemiyeti’nin, kapatılmasından sonra 1908 yılında ikinci meşrutiyetin ilanına kadar, Osmanlı İmparatorluğu içinde birtakım “işçi komiteleri” biçimindeki örgütlenmeler dışında hiçbir işçi örgütlenmesi kalmamıştır.
Şüphesiz Osmanlı İmparatorluğumda işçi sınıfının varlığının, mücadele ve örgütlenmelerinin tarihini, eski Osmanlı arşivlerini
araştıranlar daha geri tarihlere kadar götürebileceklerdir. İmparatorluk topraklanndacami, köprü, hamam, muazzam büyüklükte surların yapımı ve onanmı, liman inşaatları, gemi yapımcılığı vb. çalışma sahala- nnm varlığı düşünülürse buralarda epeyce kalabalık bir işçi kitlesinin çalıştığını ve çalışma koşullannın kölelikten beter olduğu bu alanlarda da işçilerin tepkilerini dile g e tirmemiş, ortaçağa has lonca tipi örgütlenmeler düzeyinde de olsa örgütlenmemiş ol- duklannı düşünmemiz söz konusu değildir. Ne var ki Osmanlı işçi hareketleri tarihi üzerine araştırma yapanlann ikinci meşrutiyetin ilanına kadar belirttikleri, işçi sınıfının mücadele ve örgütlenmeleri “Amele Perver Cemiyeti” 1872 tersane işçilerinin grevi, 1895 “Osmanlı Am ele Cemiyetfnin kuruluşu olmaktadır.
İkinci meşrutiyetin ilanından hemen sonraki yıllarda, Rumeli’den, İstanbul’a kadar yayılan alanlar üzerinde yaygın grevler meydana gelmiştir. Bu grevler ağır çalışma koşullanna; ücretlerin düşüklüğüne, yabancı sermayeye duyulan tepkilerden dolayı patlamıştır.
1908’den sonraki ilk grev Osmanlı İmparator luğu’nun, Avrupa kesminde, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’a yakın bölgelerdeki demiryolu işçileri arasında patlâk verir. Daha sonra bazı maden ocaklannda, İstanbul ve Ankara’daki tütün işletmelerinde grevler meydana gelir. Ve bütün bu grevlerdeki ortak talep ücretlerin arttmlma- sı, çok kötü çalışma koşullannın düzeltilme- siydi. Grevlerin amacı, hükümete ve yabancı şirketlere bu taleplerin kabul ettiril- mesiydi. Yalnızca 30 gün içinde 30 grev gerçekleştirilmiştir.
Rumeli demiryollanndaki grevler, bir süre sonra Anadolu’daki demir yollarına da yayıldı. 18 Ağustos 1908’de Aydın demir- yolundaki işçiler ve düşük maaşlı memurlar da greve gittiler. Yine o dönemde Zonguldak Kömür Havzası’ndaki, maden ocaklarında çalışan işçilerin büyük çoğunluğu grevdeydi. Liman işçilerinin grevi nedeniyle gemiler limanlarda boş duruyordu. Kömür taşmamıyordu. Kömür taşıma işlerinin durdurulması için işçiler 15 lokomotifi bozarlar. Zonguldak Kömür Havzası’nda, Ereğli kömür ocaklarını işleten Fransız şirketi ve öteki yabancı şirketler Osmanlı hükümetine başvurarak, grevleri bastırması için asker göndermesini isterler. Hükümet işçi sınıfının eylemlerini kırmak ve yabancı şirketlerin çıkarlarını korumak için askerleri işçilerin üstüne gönderir.
Aydın demiryolu hattmdaki grevciler de bir lokomotifi durdurup raydan çıkarlar. İzmir Alsancak istasyonundaki depolar yakılır. Jandarmalarla işçiler arasında çatışmalar olur. 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bir çığ gibi büyüyen ve militanlaşan bu grevlerin büyük çoğunluğu ne yazık ki başarılı sonuçlara ulaşamaz. Başarısızlıkta, yönetimin en sert yöntemlere başvurmasının yanı sıra, işçilerin örgütsüz ve kendiliğinden bir mücadeleye atılmalarının büyük rolü vardır. Grevlere önderlik edip, yönetebilecek bir sosyalist harekette Osman- lı İmparatorluğu içinde mevcut değildir. Tüm bu faktörlerin etkisiyle Osmanlı yönetimi, emperyalist şirketlerin çıkarlarını korumak için şiddet yoluyla grevleri ezmiş ve başa- nya ulaşmalarını engellemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu içine ilk sosyalist fikirlerin girişinde ise 1864 yılında K. Marks ve F. Engelsin çabalanyla kurulan I. EntemasyonaTin ve 1871 yılında gerçekleştirilen Paris komününün büyük rolü vardır. Bu olaylar dönemin Osmanlı basınında yer almıştır. Avrupa’da burjuva devrimi
sonrası gelişen işçi sınıfının ideolojisi ve pratik mücadelesi yurtdışmdaki Osmanlı ay- dınlannm bazılarını etkilemiş onlar da bu mücadeleleri gerek basın yoluyla, gerekse farklı yollardan topluma aktarmaya çalışmışlardır. Osmanlı Am ele Cemiyeti’nin, 1895’te komünist manifestodaki düşünceleri savunan bir dernek olarak kurulması, gücü ve yaşama süresi ne olursa olsun, sosyalist hareketin başlangıç adımı olarak oldukça öneme haiz kabul edilmesi gereken bir gelişmedir. Osmanlı İmparatorluğumun siyasal düzeni, ülkenin geri ve feodal yapısı, ağır dini faktör ve proleteryanın büyük sanayi merkezlerinde değil, küçük işletmelerde az sayıda dağınık ve örgütsüz oluşu şüphesiz o sosyalist hareketinin hızlı bir biçimde gelişmesini olumsuz yönde etkileyen faktörler olsa gerekir.
1905-1907 Rus devrimi, yenilgiye uğramış da olsa, Çarlık Rusyası’ndaki halklar üzerinde olduğu kadar Osmanlı İmparator- luğu’nun topraklan içinde yaşayan uluslar ve ezilen halklar üzerinde de büyük uyandırıcı etkiye sahip olmuştur. Bulgaristan Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin, Bulgar işçi . | hareketinin, Makedonya-Edirne Devrim Komitesi’nin yaydığı düşünceler Osmanlı toplumundaki işçi hareketinde ve sosyalist hareketinde bir canlanma yaratmıştır. O dönemde Türk olmayan halkın çoğunlukta olduğu bazı şehirlerde işçi komiteleri kurulmuştur. Örneğin tütün işleme merkezi İs- keçe’de ayrı ayrı Bulgar, Yunan, Türk işçi komiteleri kurulur. İşverenler işçi sınıfının bu tarz örgütlenmesinin zaaflarını kullanarak işçilerin birliğini sürekli baltalayarak birbirlerine kışkırtırlar. Fakat işverenlerin bu oyunları işçilerce boşa çıkarılır. İşçi komiteleri birleşerek, bir yıl sonra, ücretlerin artınlması, çalışma sürelerinin azaltılması için greve başvururlar ve grevi başanyla so- nuçlandınrlar. 1908 II. Meşrutiyetin ilanından sonra ise pek çok şehirde ve kasabada yerden mantar bitercesine sayısız işçi komitesi kurulur. Dört dilde işçi gazetesi çıkarılır.
Selanik işçileri farklı siyasi eğilimleri bünyesinde toplanan Selanik İşçi Kulübü’nü kurarlar. İşçi kulübü Balkan Savaşı’na kadar faaliyetlerini sürdürür. İşçi kulübünün örgütlenmesiyle 1909 yılında 1 MAYIS işçi bayramı, Selanik’te büyük bir coşku ve kitle gücüyle kutlanır. Bu işçi örgütünün gelişmesini Bulgaristan geniş sosyalist partisi sağlar. Örgüt, reformist düşünceleri savunmaktadır. Bünyesi içinde anarşistlerden burjuva reformistlere kadar çeşitli eğilimler bulunmaktadır.
Sosyalist kulüp ve derneklerin, işçi sınıfının sendikal hareketinin gelişmesine büyük katkıları olmuştur. Bu örgütlenmele- , rin çabasıyla İstanbul'da faaliyet yürüten 16 sendika tek bir sendika çatısı altında birleşmiştir. 1908 hareketinden hemen sonra işçi ve sosyalist hareketin yöneticileri ikinci enternasyonalle ilişkiye geçerler. II. Enternasyonalin yürütme organı olan Uluslararası Sosyalist Büronun 1908 yılında Brüksel1 de düzenlediği toplantıya katılırlar.
II. Meşrutiyetin ilanının ardından yaşanan bu süreçler Osmanlı toplumunda küçük de olsa bir sosyalist aydın çevrenin doğmasını sağlamıştır. 1910 yılının eylül ayında Os- manlı toplumunda ilk sosyalist parti, bu sosyalistlerce Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulur. Osmanlı Sosyalist Fırkası, sosyalist hareketimizin parti anlamında başlangıç adımıdır. Bu nedenle üzerinde de durulmaya değer bir önem taşır. Ancak Os- manlı Sosyalist Fırkası’nı oluşturan yöneticiler bilimsel sosyalizmden oldukça uzak bir durumdadırlar. Ve parti II. EnternasyoneF de ortaya çıkan opotünizmin Osmanlı toplumunda temsilcisi durumundadır. Parti yö-
ileticileri, milliyetçi görüşlerin etkisi altındadırlar ve parti yayınlannda din ile sosyalizm ve oportünistler çoğunluktadır. Bizzat parti başkanı Hüseyin Hilmi’nin kendisi iflah olmaz bir küçük burjuva sosyalistidir. Hüseyin Hilmi sosyalist hareketin tarihi içinde ilk sosyalist partiyi kuran ve sosyalizmin OsmanlI toplumunda yayılmasına hizmet- eden bir kişilik olarak önemli bir yer tutarken, oportünist görüşlerinden dolayı da, işçi sınıfının ve sosyalist hareketin, bilimsel sosyalizm ilkeleri temelinde birleşmesinin ve bu temelde gelişmesinin önünde büyük bir engel de olmuştur. H. Hilmi ve yandaşlan, Osmanlı işçi sınıfının ve sosyalistlerinin, gerçek devrimci bir sınıf partisinde birleşmesine de karşı çıkmışlardır.
Osmanlı Sosyalist Fırkası, “İştirak”, “Sosyalist”, “Serbest İzmir” isimli gazeteler çıkarmıştır. Gazetelerde, sosyalizmin propagan-
i dası yapılır. Osmanlı toplumunun sosyoekonomik sorunlarıyla, Jön Türk hareketinin özü ve II. Meşrutiyet’in niteliğiyle ilgili oldukça doğru tespit ve değerlendirmeler yapılır. Tramvay ve demiryolu işçilerine birleşmeleri çağnsı yapılır. Osmanlı Sosyalist Fırkası İttihat ve Terakki diktatörlüğüne şiddetle karşı çıkar ve bu politik hattıyla işçi sınıfının bilinçlenmesinde de olumlu bir rol oynar.
Partinin yurtdışı bürosu Paris’te açılmıştır. Osmanlı Sosyalist Fırkası, uluslararası sosyalist hareket ve ikinci enternasyonalle bağlantı içinde çalışmaktadır. Bizzat H. Hilmi’nin kendisi Fransız sosyalist partisiyle yakın ilişki içindedir. Hatta parti programı Fransız sosyalist partisinin programının faydalanılarak hazırlanmıştır, parti takındığı politik tutumuyla ve programıyla kendisine bir hayli işçiler ve aydınlardan taraftarlar da toplamıştır. Partinin örgütlü olduğu şehirlerdeki yerel yöneticiler hükümete başvurarak partinin kapatılmasını isterler. Hükümet partiyi, tüm şubeleriyle, kulüpleriyle birlikte kapatır. Partinin yöneticileri sürgüne gönderilir. Sürgüne gönderilenler arasında H. Hilmi ve Mustafa Suphi de vardır. Bu dönemde Mustafa Suphi henüz bilimsel sosyalist dünya görüşünden oldukça uzak bir durumda bulunmaktadır. H. Hilmi ve bazı parti yöneticileri sürgün dönüşü, ittihat terakki partisinin diktatörlüğüne karşı bağımsız sosyalist tutumu sürdürecekleri yerde İngiliz emperyalizmi yanlısı İtilaf ve Hürriyet Fırkası’na' giderek onlarla birlikte ittihat Terakki Partisi’ni yönetimden düşürmeye çalışırlar.
Partinin yurtdışı bürosunun kurucusu ve başkanı Dr. Refik Nevzat’tır. Dr. Refik Nevzat yurtdışı bürosu için ayn bir program hazırlar. Bu program, ikinci enternasyonalin oportünist sosyal-demokrat partilerinin programlannın aynısıdır. İçerdeki parti programından belediyeler sorunu ele alışıyla ayrılır. II. Enternasyonal parti programlarından ise sömürgeler sorunuyla ilgili yaklaşımı açısından bir ayrılık taşır. Fakat bu tutumu alabilen Dr. Refik Nevzat’ı tam bir enternasyonalist olarak görebilmemiz de mümkün değildir. O, Osmanlı İmpa- ratorluğu’nun çıkarlan söz konusu olduğunda azgın bir şoven tutuma girmekten çekinmez.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında OsmanlI toplumundaki işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket acımasız bir biçimde bastınl- mıştır. Savaşın sonlarına doğru, mütareke yıllannda, siyasal iktidann devrilmiş ve yeni bir hükümetin kurulmuş olması, Meclisi Mebusan’ın feshi gibi olaylar yeni bir siyasi hava doğurmuştur. Kısmi özgürlüklerinde tanındığı bu ortamda, sürgündeki aydınların dönmesiyle yeni işçi ve sosyalist partiler kurulur. Ancak bu partilerin işçi ve sosyalizm, sadece adlannda vardır. Özce bu
partiler, sosyalizmden çok uzak bir konumda bulunurlar. Bu partilerden 20 ŞUBAT 1919 tarihinde kurulan Türkiye Sosyalist Fırkası yine Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulmuştur. Parti programı Osmanlı sosyalist fırkası programının biraz değişikliğe uğramış şeklidir. Parti üçü İstanbul’da biri de Eskişehir’de dört şube açar. İstanbul örgütlerindeki üyelerin çoğunu tramvay ve demiryolu işçileri oluşturur. Parti, “İdrak” isimli bir gazete yayınlar.
Hüseyin Hilmi, parti kongrelerinden birinde bir tüzük hükmüyle kendini daimi parti başkanı haline getirir. Bundan sonraki pratiği ise dağınık işçi ve sosyalist hareketin tüm birleşme çabalarını baltalamaktır. Onun bu bozguncu ve oportünist politikasına tabandan bir grup üye tepki duyarak partiden ayrılırlar. 1920 yılında kurulmuş olan “Am ele Ftrkası”na girerler. Ancak Am ele Fırkası’nın da işçi sınıfının çıkarları ve politikasıyla, sınıfın bizzat kendisiyle de hiçbir bağı yoktur. Parti yöneticilerinin büyük çoğunluğu eski subay ve yüksek devlet memurlarından oluşmaktadır. Sınıf işbirliği teorisini savunan bu partide işçi sınıfı içinde hiçbir yer edinemeden siyaset sahnesinden silinip gitmiştir.
Aynı dönemde bir de Türkiye Sosyal- Demokrat Partisi kurulur. Partinin programı, Belçika Sosyal-Demokrat Partisi’nin programı esas alınarak Dr. Haşan Rıza tarafından hazırlanmıştır. Sağcı bir sosyal- demokrat partidir. Parti ikinci enternasyonale de üye olur ne var ki işçi sınıfı içinde hiçbir gelişme gösteremez ve 1920 yılında dağılır.
Sosyalist hareketimizin tarihinde buraya kadar ele alınıp incelemeye çalıştığımız “Sosyalist” parti ve dernekler pek bir miras bırakmadan tarih sahnesinden silinmişlerdir. Daha doğrusu bu partilerden kalan teorik-ideolojik miras ve örgütsel pratiklerinin deneyleri, oportünüst ve sosyal şoven politikaları nedeniyle J. Dünya Savaşı sırasında çöken II. Entemasyonel oportünizminin, Osmanlı toplum yapısına aktanlma- smdan başka birşey değildir. Bu partilerin sosyalist düşünceyi bulanık bir biçimde de olsa toplumda yaymak, özellikle Osmanlı Sosyalist Fırkası’nm, ittihat Terakki diktatörlüğüne karşı mücadelesiyle işçi sınıfında demokrasi bilincinin uyanmasına hizmet etmek gibi bir olumluluktan varken, devrimci bir işçi ve sosyalist partinin örgütlenebilmesinin önünü tıkamak ve bu faaliyetleri sabote etmek gibi olumsuz bir rolleri de olmuştur. Sosyalist hareketimizin teorik- ideolojik ve pratik deney anlamında bu partilerden alabileceği tarihi miras bulunmamaktadır. Ve bu partiler tarihimizin reddedilmesi asla temel alınmaması gereken mirası olmak durumdadırlar.
Türkiye Sosyalist Fırkası’nın örgütlenmediği tarihlerde İkanbuFda 20 Eylül 1919 günü “Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası” kurulmuştur. Partinin genel sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’dür. Ayrıca partinin Almanya’da kuruluşunu destekleyen bir grup aydın, bir sayı “Kurtuluş” isimli bir dergi çıkanrlar. Parti, İstanbul proleteryası içinde örgütlenmesini bir ara durdurarak, üyelerini yeni başlayan ulusal kurtuluş mücadelesine katılmak üzere Anadolu’ya gönderir. Parti İstanbul’da yeniden beş sayı Kurtuluş ismindeki dergiyi çıkarmıştır.
Türkiye işçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın İstanbul’da kalan, Anadolu’ya gitmeyen üyeleri; 16 Mart 1920’de İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri üzerine faaliyetlerine son vermek zorunda kalmıştır.
Partinin en önemli faaliyetlerinden biri İstanbul’daki solcu kuruluşlarda bir cephe kurmaya çalışmak olmuş ama bunda başarılı olamamıştır.
Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın mücadele pratiğinden çok kısa sürmesi nedeniyle alınabilecek fazlaca miras olmamakla birlikte esasta, üyelerinin bir bölümünü Anadolu’da halkın başlattığı gerilla savaşına göndermesi ve aynca da IstanbuF daki üyelerinin anti-emperyalist ikinci bir cephe açma girişimleri başarısızlığa uğramış olsa da olumlu girişimlerdir.
Elbette Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fır- kası’nın ve onun Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’nün eleştirilebilecek görüşleri çok fazladır. Özellikle Kemalizme bakış açısıyla ve ulusal sorunda daha sonraları takındığı tavırlanyla Dr. Şefik Hüsnü burjuvazinin kuyruğuna takılmıştır. Tüm bu hatalar uzun süre “Resmi” anlamda Türkiye sosyalist hareketinin önderi olarak bilinen bir insan için affedilmez hatalardır. Ve kesin reddettiğimiz görüşlerdir. Ne var ki. T.İ.Ç.S.Fnm aşağıdaki biçimde {daha sonraları Dr. H. KıvılcımIı’nm bölümlendirdi- ği) sıralanan 15 maddelik programı bir işçi sınıfı partisi açısından “Asgari programının” temel yapı taşlannı daha 1920’!i yıllarda ortaya koymaktadır. Bu anlamda Osmanlı döneminden sosyalist hareketimize olumlu bir miras olarak kaldığına inandığımız bu program belgesini okurlarımıza aktararak yazımızın bu bölümünü tamamlıyoruz.
“Şimdiden, heyetimiz, İşçi-Çiftçi Partisi nin şimdiki durum (hali hazır) için A S G A Rİ PRO G RAM olarak kabul ettiği esasları ve parolalan (şiarlan) özetle perçinleyip sîzlere sunmayı uygun bulmuştur.”
A. Döğüş Parolaları:1 — Milli Egemenlik ve Temsil: Resmi
müdahaleden ve her türlü etkilerden hür Orantılı Seçim (Temsil Nispi) ile olacak.
2 — Seçimde yaşı 18 olan kadın erkek gizli oy kullanır.
3 — “Aşar” ve “Temettü” vergileri yerine: Varlıkla orantılı gelir vergisi alınır. Yılda 500 lira (o günkü) kazanç, vergiden bağışık tutulacak.
4 — Yabancı sermayenin Reji ve Tekeli yerine: Millileştirme yapılır.
5 — Günde 8 saat çalışmayı sınırlandıran iş kanunu.
6 — Gece işine iki saat gündelik.7 — Kadın ve çocuk işçilere özel ko
rumalar.8 — 14 yaşından küçük işçilere, yarı
iş ve yan öğrenimi gündelik ödenerek sağlanacak.
9 — İşçilere hür grev hakkı.10 — Halka serbest gösteriler yapma
hakkı.11 — Memurlara: Siyasi hak ve memur
azil ve tayinlerinin otonomluğu (muhtıra- lığı)
12 — Yetim, dul ve sakat maaşları asgari geçim endeksi ile orantılı olur.
B. Örgüt Biçimleri:1 — Dış ticaret devletleştirilecek (dev
let örgütüne girecek).2 — Sanayi, ticaret ve ulaştırma da
Ekonomi Bakanlığı’nın kontroluna alınacak.
3 — Tarım ticaret ve sanayi kooperatifleri örgütlenecek.
4 — işçilerin sendika ve kooperatif birlikleri kurulacak.
5 — Köylülerin sendikallan ve kooperatif birlikleri kurulacak.
6 — Memurların sendikalan ve birlikleri kurulacak.
7 — ‘Askerlik: Kısa süreli bir işçi-köyiü okulu olacak.
(Dr. H. Kıvılcımlı-Halk Savaşının Planları. Sayfa 233-234)
(DEVAM EDECEK)
İŞÇİ ÇALIŞMASINA YAKLAŞfM
İDEOLOJİK ÖNCÜLÜK- FİİLİ ÖNCÜLÜK TEZİNİN ELEŞTİRİSİ
Konuk Yazar: OSMAN DEVREZ
Eğer Doğudaki gelişmeleri bir yana bırakırsak, bugün emperyalizmi ve Türkiye1 deki egemen sınıfları düşündüren iki hareket öne çıkmıştır. İşçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketi. Diğer tabaka ve sınıflar elbette bugünkü gibi kalmayacaklardır. Ama sürecin gelişimi, özellikle işçi sınıfının toplumsal muhalefetteki ağırlığının ve öneminin daha da artacağını gösteriyor.
Fakat toplumsal muhalefet örgütsüzdür ve kendiliğindendir. Toplumsal muhalefetin zayıflıklarının özünde, işçi sınıfı partisinin yokluğu yatmaktadır. İşçi sınıfı çağımızın en bilimsel ve en devrimci teorisiyle bütünleştirilememiştir. Henüz ortada işçi sınıfı temeline oturmuş, işçi sınıfı hareketiyle öğrenci gençlik, köylülük, küçük burjuva tabakalar ve Doğu’daki mücadele arasında eşgüdüm kurabilecek bir devrimci örgüt yoktur.
Tüm yaşanılalar, işçi sınıfı hareketine dayanmadan, bu temele oturmadan Türkiye1 de kalıcı ve ciddi bir örgütlenme yapılamayacağını göstermektedir. Ve bugün Türkiye solunda (reformisti, halkçısı, sosyalisti dahil) bu gerçeği görmeyen hiç kimse kalmamıştır. Artık en köylücü örgütler, bile, şanlı işçi sınıfından ve onun içinde çalışma yapmanın zorunluluğundan dem vurmaya başladılar. Palas pandıras halleriyle yükselen işçi sınıfı hareketine yetişmeye çalışıyorlar.
Toprak işleyen ailelerin yaklaşık % 90'inin kendi toprağına sahip olduğu sürecin, çoğunluğu küçük burjuva olan bu
işletmelerin mülksüzleşmesi doğrultusunda işlediği paranın egemenliğinin her yerde hissedildiği ücretli emek
kullanımının hemen her bölgede bir kural haline geldiği bu ülkede; köylü hareketinin genellikle taban fiyatlarına, zamlara,
faizlere karşı mücadele olarak biçimlendiği bizim ülkemize 1985 verilerine göre nüfusun yarısından çoğunun şehirlerde
yaşadığı Türkiye’de; tarımda feodal ilişkiler yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği (!)ni kanıtlayın!
Diğer yanda ise reformist siyaset kibarları, bir yandan seviyeli (!) siyaset yapmayı sürdürürken, öte yandan işçiler arasında sahip olduklan yarı-siyasal düzen ilişkilerini korumaya ve geliştirmeye çalışıyorlar. Devrimci örgütlerin ağır darbeler yemelerini, ideolojik zaaflarını ve işçi sınıfı hareketinin yükselmesini fırsat bilerek konumlarını güçlendirmeye uğraşıyorlar.
Şimdi sorun şudur: İşçi sınıfına nasıl ve
hangi siyasi görüşlerle gidilmelidir, geçmiş deneyimlerden çıkarmamız gereken dersler nelerdir?
Şimdi kısaca reformizmin ve halkçı siyasetlerin işçi çalışmaları üzerinde kısaca d u r a l ı m .
Reformizmin işçi çalışması
Reformizm işçi sınıfı hakkında halkçı ön- yargılan taşımamakla ayırt edilir. Reformizmin belli başb çalışma alanının işçi sınıfı içinde burjuvaziden sonra en etkin güç olagelmiştir. Bugün de bu durum geçerlidir.
Reformizmin işçi çalışması bugüne kadar, ekonomik çerçeveyi, sendikal sınırlan aşamamıştır. Reformizm teorisinde kendini ekonomik mücadele ile sınırlamaz. Bu mü- cadelinm siyasi mücadeleye bağımlı olması gerektiğini, işçilere sosyalist bilinci götürmenin zorunluluğunu bilir. Bunlann teorisini de yapar. Fakat işçi çalışmasından elde ettiği sonuç, bir kaç sendika ya da fabrikada, ekonomik mücadele temelinde örgütlenmiş, siyasi alana bir türlü sıçrayama- yan belli işçi çevreleridir. Bu neden böyle olmuştur?
Bunun esas nedeni, reformizmin toplumsal süreci, sınıflar mücadelesinin genel gelişimini anlamadaki yanlışlıklarıdır. Kısacası siyasi körlüktür. Reformizm devrimciliğin tersine, mevcut sorunlann çözümünün bir devrimi zorunlu kıldığını, bu nedenle
kitlenin en küçük kıpırdanışmı dahi devrim için örgütlemek ve bu yola kanalize etmeye çalışmak gerektiğini anlamaz.
Reformizm işçi sınıfının mücadelesine devrim açısından bakmaz. Reformizmin genel çizgisi, işçi sınıfını devrimin öncüsü bir güç olarak örgütlemek yerine, bu sınıf içinde özellikle sendikal mevziler kazanarak burjuvaziyle daha uygun pazarlık yapabilecek bir konuma erişmektir. Gerçi devrime açıktan açığa karşı çıkmazlar. Ama onlara göre devrim “bu günden yanna” olacak bir iş değildir. Epey uzaktadır. Bu nedenle güncel sorunların çözümü için devrim istemini, devrimci sloganları ön plana çıkarmaya, hareketin örgütlenmesinde bunu başa almaya gerek yoktur. Üstelik ona göre böyle bir şey demokratik mücadeleye zarar verir, egemen sınıfların oyununa gelmek olur.
Reformistlerin bir çoğu programlarına hemen hemen tüm devrimci istemleri koyarlar. Bunları isterler. Ama bu istemlerin devrimle gerçekleşebileceğini ve şimdiden öne çıkarılmaları gerektiğini anlamazlar. Sonuçta da bu istemler programlannm süsü olarak kalırlar.
Reformizmin bu deneyiminden çıkan sonuç şudur:
Asgari devrimci demokratik istemler yerine, burjuvazi eliyle yapalıbilecek aldatmaca reformlara razı olan, güncel mücadeleyi devrim istemini ön plana çıkararak, devrim içi örgütlemeyen bir anlayışın işçi sınıfı çalışması, sendikalizmden başka sonuç vermez.
Halkçı siyasetlerin işçi çalışması
Özellikle 1970’li yılların sonlannda devrimci örgütlerde işçi sınıfı hareketine doğru bir eğilim gözlenir. Ama bu eğilim, bu örgütlerin işçi sınıfı hakkmdaki düşüncelerini değiştirmiş olmalarının, yapılan yeni teorik tespitlerin ürün değildir. İşçi sınıfı hakkında önyargılan ve yanlış görüşler hâlâ devam etmektedir. Değişiklik pratiğin gelişi- mindedir. Bu yıllarda öğrenci gençlik, gecekondular, şehir ve kırlardaki küçük burjuvalar yılgınlık ve bıkkınlık emareleri göstermeye ve yavaş yavaş geri çekilmeye başlamışlardır. Buna karşılık işçi sınıfının kendiliğinden eylemleri sürekli yükselmeye devam etmektedir. Bu gelişim karşısında, kendiliğinden hareketin önüne geçme yeteneğinden yoksun, hareket nereye çekerse oraya sürüklenen devrimci örgütler, işçi ler zayıftır, fiili önder olamazlar, önce gidip kırlardaki köylülüğü örgütlemek gerekir” vs. türünden teorileriyle birlikte kendilerini işçi sınıfı hareketinin göbeğinde buluverdiler. Cunta devrimci örgütleri böylesi bir garip durumda yakaladı. Teorilerinde avaz avaz işçilere söylemedikleri lafı bırakmayan halkçılar, cuntanın bastırdığı bir anda, işçi sınıfına doğru koştururken yakalandılar. Bu çelişkili durumlarından dolayı işçilere, “kalkın direnelim!” diyecek bir yüzü kendilerinde bulamadılar. Tıpkı reformist sendikaalar gibi davrandılar. Etkin olduklan işyerlerindeki ve sendikalardaki işçilere bir tek direniş çağ- nsı bile yapamadılar.
Yani devrimciler işçi sınıfına, işçi hareketiyle bütünleşmiş bir parti oluşturmak, bu hareketle diğer devrimci kesimler arasında koordinasyon ve ittifakı sağlamak, devrimci demokratik hareketi teorik ve pratik olarak bu sınıfsal temele oturtmak gibi kaygılarla gitmemişlerdi. Bu sınıfı diğerlerinin yanında sıradan demokrat ve anti-faşist bir kitle olarak görüyorlardı. Sonuçta bunların işçi çalışması da öz olarak reformizminkinden farklı bir sonuç vermedi.
Devrimci örgütlerin sivil faşistlerle mücadele içinde boğulduklan, teoride esas alınan devrimci bir hedeflerin tali plana düştükleri ve mücadelenin kitlelerin gözünde
bir sağ sol çatışması biçimini aldığı, bugün ciddi olan herkes tarafından kabul edilmektedir. Bunun böyle olması kaçınılmaz değildi.
Devrimci demokratik mücadelede başlangıçta işçiler ön planda değildiler. Öğren- cier ve küçük burjuvalar ön plandaydılar. Nitelikleri gereği işçi sınıfı önderliği olmadan bu kesimler, devrimci istemler için tutarlı ve kararlı bir mücadele yürütemezler. Sırf bu nedenden dolayı sivil faşist saldırı- Iann artması ve yaygınlaşmasıyla birlikte bu kesimler, esas hedefleri bir yana bırakıp kendi can güvenliklerinin, sokakta serbestçe dolaşma ve rahatça çalışma hürriyetlerinin sağlanmasına razı olur duruma düştüler. Karşılarına'doğrudan doğruya devletin yerine sivil faşistlerin çıkması, devlete karşı mücadelenin kolayca ikinci plana atılmasına neden oldu. Devrimci örgütler de hemen kendilerini buna uydurdular. Tüm çalışmalar faşist saldırılara karşı direnmeye, halkın direnme eğilimlerini örgütlemeye, sivil faşistlerin etkinliğini kırmaya indirgendi. Bunlar elbette yapılmalıydı. Ama sadece bunlarla yetinilmemek, esas hedef ve mücadele eden kitleler içindeki sınıfsal farklılıklar bir kenara bırakılmamalıydı.
Devrimci demokratik mücadele içinde yer alan sınıflar arasında sadece işçi sınıfı, bu tür körlüklere düşmeyecek nesnel koşullara sahiptir. Fabrikadaki işçilerin, kendiliğinden ve doğal olarak doğrudan hedefleri burjuvazinin kendisidir. Burjuvazi tarafından doğrudan sömürülür. Durumunda en küçük bir düzelmeyi onunla mücadele ederek sağlayabilir. Üstelik en küçük işçi kıpır- danışı karşısında, sadece o fabrikanın patronunu değil, işveren sendikalan ve TÛSl- AD gibi kuruluşları, hukukuyla, hükümetiyle, polisiyle birlikte tüm bir devleti, bulur. Hiçbir başka göstermelik hedef bunla- n onun gözünden gizleyemez. Örneğin sivil faşist saldmlar bir işçiye, bir küçük burjuvaziye göründüğü gibi, düzenden burjuvazi ve devletten bağımsız çapulcu katliamları olarak görünmez. Bir işçi bunlann emperyalizmin ve burjuvalann masaları olduklarını, devrimi oyalamakla görevlendirildiklerini görmeden edemez. Bu sınıfsal konumu nedeniyle, güncel mücadeleye kendini kaptırıp gitmeyecek, siyasi hedefleri hep gözünde tutarak davranabilecek tek sınıf işçi sınıfdır. Onun bu nesnel durumundan kaynaklanan özellikleri, bir de bilincine yansıdığında, burjuva ve küçük burjuva yansımaları söküp attığında, hareketi sosyalistlerin bilimsel ve örgütsel çabalany- la, ajitasyon ve propaganda faaliyetleriyle birleştiğinde, hiçbir ikincil güç (sivil faşist caniler gibi) devrim mücadelesini oyalayamaz, geciktirmez.
Aynca, sivil faşistlerle kördöğüşüne tutuşan ve sadece can güvenliğinin sağlanmasına razı olmaya eğilimli devrimci kesimleri bu aymazlıktan kurtarabilecek tek güç de işçi sınıfıdır. Böylesi durumlarda, bu sınıfın siyasi hedefler ve genel devrimci istemler için ileri atılışı, tüm devrimci kitleleri sarsar, akıllarını başlarına getirir, onları devrim için •mücadeleye isteklendirir, cesaretlendirir, bilinçlendirir.
Reformizmin işçi çalışmasını eleştirirken, mevcut sürecin bilimsel-devrimci bir kav- ranılışı olmadan doğru bir işçi çalışmasının yapılamayacağını söyledik. Bunun tersinin de doğru olduğunu halkçı anlayış gösterdi. Yani, işçi sınıfı hareketini, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkiyi kalkış noktası olarak almayan ve siyasi örgütü bu sınıf temeline dayandırmayan bir anlayış, duruma müdahalede ne kadar devrimci olursa olsun, sınıflar körlüğe, olayların peşinden sürüklenmeye mahkûmdur.
Halkçılığın işçi çalışmasının muhtemel geleceği hakkında da genel olarak şunları söylenebilir:
Türkiye’deki toplumsal-ekonomik sistem ve sınıflar, proleter devrimci hareketimizin geçmişi, Doğu’daki mücadele hakkında mevcut görüşleriyle, 70’li yılların devrimci örgütlerinin yapacağı işçi çalışması, samimiyetsizlik olmadan, dürüstçe yürüyemez. Çalışmaya bu küçük (’) kusur, ikiyüzlülük eşlik etmek zorundadır. Bu kusur yüzünden bu siyasetlerin işçi sınıfı içinde mevzi kazanmak için atacaklar her adım, aynı zamanda, örgüt içi yeni ayrılıkların da adımı olacaktır. Çünkü, bir yanda işçi sınıfı, köylülük ve bizdeki sistem hakkında savunulan görüşle yapılmaya çalışılan işler arasındaki çelişkinin farkına varan her kişi bir ayrılığın başını çekmeye çalışacaktır. Söylemeye gerek yok ki, tabanı küçük burjuva yığınlardan oluşan ve varlığını teorik sağlamlığından çok günlük pratik başarılara bağlamış bir örgütlenmede bu tür Unsurlar bol bol ortaya çıkacaktır. Yani en küçük sorunlardan ayrılıklar yaratmak bu tür ya- pılanmalann kaçınılmaz doğal eğilimidir. Çelişik durumdaki gelişme bu eğilimi daha da canlandıracaktır.
işçi sınıf hareketine ve bilimsel sosyalizme karşı vaziyeti kurtarma, durumu idare etme tavrı, bu yarı-gönüllü tavır, bu yapılanmaları sonunda hem Marksizm- Leninizmden hem de işçi sınıfından kopuşa götürecektir. Doğru çizgide tutunama- yanların “Yeşilci” mi, TBKFli, mi, “Ero Komünist” mi olanacaklarını süreç gösterecek.
İdeolojik öncülük-fiili öncülük
Özellikle 1980’e kadar, devrimci örgütler, genel toplumsal muhalefetin devrimci temelde örgütlenmesinde olumlu rol oynadılar. Hareketin militanlaşmasında, düzen sınırlannın dışına taşırılmasında, tek kurtuluşu yolunun zora dayalı devrim olduğunu gösterilmesinde küçümsenmeyecek başarılar elde ettiler. Fakat 1980 yenilgisi ve daha sonra yaşanılan yıllar, sadece devrim ve silahlı mücadele demenin bu istemleri gerçekleştirmeye yetmediğini göstermiş bulunuyor. Toplumsal muhalefet işçi sınıfı hareketi temeline oturtulamadığı, sosyalist hareket anti-marksist önyargılardan temizlene- mediği sürece devrim yolunda ileri adımlar atmak mümkün değildir.
Dün ve bugün Türkiye sosyalist hareketinin devrimci kanadının en büyük eksikliklerinden biri, işçi sınıfına gitme ve onu sosyalist bir güç olarak (demokratik mücadelede yer alması gereken sıradan anti- faşist bir sınıf olarak değil) örgütlenme konusundaki yarıgönüllük ve boşvermedir. Hareketimizin kadroları,bugün de işçi sınıfına gitme, onun hareketiyle bağ kurma, bu sınıfı sendikacılıktan, reformizmden kurtarma, konularında çok zorlanmaktadırlar. Burada sorun sadece, tecrübesizlik, deneyim eksikliği vs. gibi pratik şeyler değildir. En başta şimdiye kadar taşınılan halkçı önyargılar hakkında tam bir görüş netliği sağlanmalıdır. Böylece ne için ve ne istediğini bilerek işçi sınıfına gidebilmenin sübjektif şartlan oluşturulmalıdır.
Yazının geri kalan kısmında, şu sıralar işçi sınıfına koşturmaya çalışan halkçılığın, işçi sınıfı hakkındaki temil tezi üzerinde duracağız. Bu tez bizim gibi ülkelerde işçi sınıfının devrime önderliğinin fiili değil, ideolojik önderlik olduğu tezidir. Ve bu görüş işçi sınıfı hareketinin ve devrimci toplumsal muhalefetin gelişimi üzerinde büyük tahribatlara neden olmuştur.
★ ★ ★Bildiğimiz kadarıyla bu tez Türkiye so
lunda ilk defa M. Çayan tarafından ifade edilmiştir. M. Çayan görüşünü şöyle açıklıyordu;
“Bundan dolayı (kırlar temel savaş alanı ve köylülük temel güç olduğu için. Bn.) bu tip ülkelerin proleter siyasi kitle partisi, şehirlerin temel alındığı, Sovyetik ayaklanmayla devrimin zafere ulaşacağı ülkelerin proletarya partilerindeki gibi aynı zamanda proletaryanın fiziki öncü müfrezesi değildir. Bu ülkelerdeki proleter siyasi kitle partileri, ideolojik ve politik kuruluşlardır. Bu ülkelerdeki halk savaşını proleter siyasi kitle partisi, (savaş örgütü) proletaryanın ideolojik ve politik bir kuruluşu olarak yönlendirilirse, devrim zafere erişebilir, işte bizim kastettiğimiz ideolojik öncülük budur.
İdeolojik öncülük proletarya partisinde fakir köylülerin sayıca ağır basması ve bu partinin proletaryanın öncü müfrezesi olarak halk savaşını yönlendirmesidir." (Bütün Yazılar, s. 223-224)
Sadece “bu ülkelerdeki” işçi sınıfı partileri değil, bütün ülkelerdeki proletarya partileri politik kuruluşlardır. Başka türlü olamaz. İkincisi, gene her ülkede devrimci muhalefeti “proletaryanın ideobjik ve politik, kuruluşu, yönlendirirse, devrim zafere erişebilir. “bunlarda bilinen genel doğrulara göre hiçbir yenilik yoktur. Yenilikler şunlar: - M. Çayaria göre gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrimlerde proletaryanın önderliği ile, emperyalizmin sömürgesi olan ülkelerdeki proletaryanın devrimlere önderliği arasında, nitelik olarak fark vardır. îlkinde hem fiili hem de ideolojik olarak önderdir. İkincisinde ise fiili değil, ideolojik önderdir. Yani ilkinde proletarya sınıf olarak ileri atılır, ayrı bir sınıf olarak siyasi örgütlenmesini yapar. İkincisinde ise yerinde oturur, saflarını köylülerle doldurmuş olan partisi, onun adına, deyim yerindeyse işçi sınıfına vekaleten harekete önderlik eder. -
Buna gerekçe olarak da şunlar söylenir:“Açıktır ki, sınıfların güdümü ve ön
derliğin niteliği, tayin edici mücadele alanı olarak, şehirler veya kırlan temel alma düşüncesinden g e lm ek te d ir (Aç. M. Çayan, age. s. 202)
Bu ülkelerde (bizde de) işçi sınıfı nicelik ve nitelik olarak zayıftır. Emperyalizmin ve egemen sınıflann şehirlerdeki denetimi çok güçlüdür. Kırlarda ise bu denetim zayıftır. Ayrıca geniş bir devrimci köylü kesimi vardır. Bu nedenlerden dolayı temel çarpışma alanı kırlar, temel güç köylülük olduğu için, işçiler devrime, köylülerin doluştuğu partileri aracılığıyla ideolojik ve politik önderlik sağlamalıdırlar. j
Bu tezler epeydir açıktan açığa savunu- lamıyordu. Ama unutulmamışlardı da. Nitekim yığın hareketindeki canlanmayla birlikte yeniden “Yeni Çözüm” yazarlannca piyasaya sürülmeye başlanmışlardır. Hem de daha geri bir düzeyde savunularak. M. Çayan bu tezini, sömürge, yan-sömürge, yeni- sömürge ülkelerin ayırt edici bir özelliği olarak ileri sürüyordu. “Yeni Çözüm” yazarları ise, bunu tüm ülkeler ve devrimler İçin geçerli, “değiştirilemez evrensel ilke” olarak sunuyorlar. Böylece Marks’ın ve Lenin’in kendi dönemleri için, işçi sınıfı ve bunun devrimdeki rolü hakkında söylediklerini de düzeltmiş, şimdiye kadar farkına varılmamış bu hatayı ortadan kaldırarak marksiz- mi derinleştirmiş (!) oluyorlar. “Yeni Çö- züm”de şunlar var:
“Üç devrimin (Rus, Çin, Küba devrim- leri kastediliyor, bm.) değiştirilemez evrensel ilkeleri nelerdir?” diye soruyor ve yanıtında şunları da yazıyor: “Proletaryanın öncülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Proletaryanın Üç Büyük Zaferi
İşçi sınıfı hareketini, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkiyi kalkış noktası olarak almayan ve siyasi örgütü bu sınıf temeline dayandırmayan bir anlayış, duruma müdahale ne kadar devrimci olursa olsun, sınıfsal körlüğe, olayların peşinden sürüklenmeye mahkûmdur.
ve Emesto Che* “Yeni Çözüm* sayısı 8 Ekim- Kasım 1987)
Bu tezler, ilk ifade edildikleri dönemde marksist çevreler tarafından, örneğin MDD önderleri tarafından paylaşılmıyordu. Daha o dönemde eleştirilmişlerdi. Fakat eleştiri sahiplerinin 1971 cuntasına karşı gereken tavrı koyamamaları, 70’li yılların mücadelesine eleştirenlerin değil de, eleştirilenlerin yolunda yürüyünlerin damgalarını vurmuş olmalan, sonuçta, bu tezlerinin günümüze kadar yaşabilmelerine neden olmuştur.
Tezlerin eleştirisine geçmeden, bu tezlerin öngörülerinin pratikte nasıl gerçekleştirdiklerini ana hatlarıyla bir çizelim.
¿Devrimci, mücadele kırlardan şehirlere doğru değil de, şehirlerden kırlara doğru gelişmiştir. Kırlık bölge (!) Doğu kesimindeki mücadele, Türkiye solundan bağımsız bir çizgi tutturmuştur.
Yoksul köylülerin çoğunluğu oluşturduğu bir proletarya partisi kurulamamıştır. Temel gücü köylülerden oluşan halk savaşma, çoğunluğu yoksul köylülerden oluşan proletarya partisinin ideolojik önderliği tezi, pratikte, sivil faşistlere karşı temelini öğrenci ve gençlik kesiminin oluşturduğu, günlük mücadelenin peşinden sürüklenen, ne işçi sınıfı hareketiyle, ne köylülükle, ne de Doğu1 daki hareketle sıhhatli bağlar kurma yeteneğinden yoksun, ilkel ve sekter örgütlenmeler olarak gerçekleşmiştir. —
Bu arada işçi sınıfı, hareketinin kendili- ğindenliğine, siyasi örgütsüzlüğüne rağmen, sınıflar mücadelesinde ön plana çıkmış ve zaman zaman demokratik mücadeleye damgasını vurmaya başlamıştır. Öyle ki, işçi sınıfının zayıflığını, fiili mücadele yeteneğinin köylülüğe göre geri olduğunu, temel teorik tespitleri haline getirmiş olan halkçı örgütler bile bu sınıfa koşturmak zorunda kalmışlardır. Temel mücadele alanı olarak gördükleri kırlarda değil de, merkezi otoritenin çok güçlü, denetimin çok sıkı olduğu (bunlar kendi tespitleridir) şehirlerde serpilip gelişebilmişlerdir. Ama hiçbiri de tüm bu tersliklerin muhasebesini yapma cesaretini gösterememiştir. Kısmi pratik başarıların ardına sığınılarak, teorideki zaaflar gizlenilmeyi çalışılmıştır.
Şimdi tekrar yukarıdaki tezlere dönebiliriz.
Soruna yaklaşımdaki yöntem yanlışlığı
Ülkemizin emperyalizmin yeni sömürgesi olduğu tespitinden, Çin ve Küba ile benzerliklerinden hareketle, Türkiye’nin ekonomik ve sınıfsal yapısının, sınıflar mücadelesinin gerçekte nasıl geliştiğinin bilimsel bir bilgilenmesine sahip olmadan, devrim stratejisi çizmeye kalkışmak, madem ki Çin’de Küba’da böyle olmuş, bizde de böyle olmalı yargısına varmak idealizmdir.
Tarihin kaydçttiği hiçbir marksist ve hiçbir devrimcide böylesi bir anlayış yoktur.
Türkiye’nin üretim ilişkileri temelinde bir tahliline sahip olmadan, devrimci deneyimlere dayanarak strateji çizmeye uğraşmak düpedüz şablonculuktur. Toplumbilimden, toplumbilimi bir bilim haline getiren materyalist yöntemden sapmadır.. Sosyalistler, yaşadıkları ülkenin somut koşullarının somut tahlilinden yola çıkarlar. Bu tahlil üretim ilişkileri temel ve protetar- ya burjuvazi karşıtlığı kalkış noktası alınarak yapılabilir. (j$)
Örneğin, bizdeki sınıfları mücadelesine ve sınıfların devrimdeki yerlerinin ne olacağına ilişkin soruna, “bizim gibi ülkelerde şehirler mi temel kırlar mı?” diye sorarak başlanmaz. Sorun bizdeki sınıfların, onların bu sistem içindeki yerlerinin ve sürecin
genel gelişim doğrusunun tahliliyle çözülebilir. Yani Marks’ın, Lenin’in kullandığı yöntem kullanılarak buna doğru cevap verilebilir.
İşçi sınıfı neden öncü sınıftır?
İşçi sınıfının ideolojik önderliği tezini, daha açık olarak şöyle ifade edebiliriz: İşçi sınıfı önderdir, ama bizdeki işçi sınıfının devrime önderliği, Marks ve Lenin’in öne sürdükleri türden bir önderlik değildir. Marks ve Lenin’in öne sürdükleri önderlik tezleri, o dönemler için geçerlidir, bize uymazlar. İddia özünde budur.:
Öyleyse şunlar üzerinde durmalıyız: Marks ve Lenin, işçi sınıfının devrime önderliğinin zorunluluğunu, bu sınıfın önderliği olmadan demokratik devrimin sonuna kadar götürülemeyeceği sosyalizmin kurulamayacağı tezlerini ileri sürerlerken hangi olgulardan, işçi sınıfının hangi özelliklerinden hareket etmişlerdir? Bu hareket noktaları, bu özellikler bugün bizdeki toplumsal ekonomik sistemde ve bizdeki işçi sınıfında da var mıdır? Yoksa ustaların hareket ettiği nesnel öncüllerin hiçbiri bizde yok mudur?
Önce şunlan belirtelim: “Sınıfların güdümü ve önderliğin niteliği, tayin edici mücadele alanı olarak, şehirleri veya kırları temel alma düşüncesinden” (M. Çayan) kaynaklanmaz. Marksizmin kurucuları, işçi sınıfının devrime siyasi önderliğinin nesnel zorunluluklarını gösterirken, hiçbir şekilde tezlerini, şehirlerin mi yoksa kırların mı temel olduğunu düşüncesine dayandırma- mışlardır. Aynı şekilde onlar, işçi sınıfının öncülüğü ve bu öncülüğün niteliği üzerine görüşlerini, bu sınıfın sayısal (niceliğine) bakarak ileri sürmemişlerdir. .____ _
İşçi sınıfının önderliği düşüncesinin kaynakları şöyle özetlenebilir: Bu özellikle başka hiçbir yerden değil, kapitalizmin doğasından ileri gelir. Kapitalizm, işgücünün de- bir meta haline geldiği, meta üretiminin en gelişmiş biçimine verilen isimdir. Kapitalizm girdiği her yerde nüfusu bir yanda proletarya öte yanda burjuvazi oluşacak şekilde parçalar, işçi sınıfının sayısı sürekli artar. Aynı zamanda da belli sanayi merkezlerinde birikir, yoğunlaşır. Tüm bunlar kapitalizmin emeği toplumsallaştırması sürecinin doğal ve kaçınılmaz ürünleridir. Sanayi merkezlerindeki işçi sınıfının mülkiyetle tüm bağlan kopar. Ekonomik olarak sadece ücretle bu düzene bağlıdır. Ücret ise kendisi için yarı aç yarı tok yaşamasını sağlayan (tabi işsiz değilse ve ücretlerin artması için mücadele ediyorsa), esasta ise kendini ezen siyasi, kültürel, ideolojik ve ekonomik tüm baskı koşullarının devamını sağlayan bir araçtır. Devlet memurlarının, cuntacı generallerin, milletvekillerinin, işkenceci polislerin, patronların değişik konulardaki akıl hocaları profesörlerin vs. paraları hep işçilerin sırtından vergi ve kâr diye yapılan talandan karşılanır. Yani işçi aldığı ücretle sadece kendi açlığını bastırmaz, ayrıca, bu ücret karşılığı yarattığının tümüne patronlann el koyduğu değerle sırtındaki tüm bir baskı mekanizmasını da yaşatır. Aldığı ücretle kendi işgücünü yeniden üretmeye çalışırken, diğer yandan patronla girdiği alım satım ilişkisini ve bunun sonuçlarını da üretmiş dur. Kısacası bu düzenden hiçbir çıkarı olmayan, onunla uzlaşamayacak olan tek sınıf işçi sınıfıdır.
Kapitalizmin gelişimi kaçınılmaz olarak işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımını d oğurur. Bu savaşın içinde işçiler, örgütlenme ve birlikte mücadele etme bilincini kendiliğinden kazanırlar. Toplumun en uyanık, en bilinçli sınıfı haline gelirler.
Bu nesnel gelişmeler aydınların düşün
cesine yansımadan edemez. Ve proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin farkına varan, bunu iktisadi temelde açıklayarak varacağı yeri önceden görebilen aydılar, tarihi sorumluluklarını yerine getirmek için işçi sınıfı saflarında yerlerini alırlar. Bilimsel sosyalizmi bu sınıfa götürmekle, bu sınıfın bilinç ve örgütlenme düzeyini yükseltmekle yükümlenirler. Bu sistemden çıkış yolunu onlara gösterir ve birlikte mücadele ederler.
işte bu tür nesnel ve öznel koşullara sahip tek sınıf işçi sınıfı olduğu için, toplumsal muhalefetin, devrimci mücadelenin başına bu sınıf geçtiğinde, bu mücadelenin kararlılığından, güvenilir bir önder güce sahip olduğundan söz edilebilir, işçi sınıfının önderliği düşüncesi bu nesnel ve öznel özelliklerden kaynaklanır. Söylemeye gerek yok ki, bu özellikler sadece emperyalizm öncesine özgü şeyler değildirler. Sadece Avrupa'ya özgü şeyler de değildirler.Bunlar kapitalizmin geiştiği her yerde, bu sistem tarafından yaratılan kaçınılmaz özelliklerdir.
Nicelik ve nitelik izayıflık sorunu
Bizim ülkemizde işçi sınıfının devrimde sınıf hareketi olarak önder olamayacağı tezine getirilen en önemli kanıtlardan biri, bu sınıfın nicelik ve nitelik olarak zayıf olduğudur.
Gerçi görüş sahipleri bu tezi de diğer birçoklan gibi sadece iddia ederler. Sadece iddia etmenin kanıtlamak için yeterli olduğunu düşünürler. Bizdeki işçi sınıfının işçi sınıfından nitelik olarak daha güçlü olduğunu kanıtlamaya, nesnel verilerden hareketle girişmemişlerdir. Ama burada konumuz sorunun pratik yanı değil. Teorik olarak bu görüşün anti-marksistliği.
İşçi sınıfı, gelişen, bizzat kapitalizm tarafından örgütlendirilip, bilinçlendirilen tek sınıf olarak, sosyalizm için, sömürünün tümüyle kaldırılması için mücadele edebilecek biricik güç olarak, demokratik devrimi sonuna kadar götürebilir. Bu nedenle devrimci demokratik mücadelenin en tutarlı, geri döndürülemez savaşçısı odur. Bu sınıfın siyasi önderliğindeki devrimci demokratik mücadelenin kararlılığından söz edilebilir.
işçi sınıfı sayısının azlığına ya da çokluğuna dayanarak değil, kapitalizm ve bizdeki sistem içindeki iksitadi konuma, diğer sınıflardan bu bakımlardan farklılıklarına dayanarak öncü güç olabilir, işçi sınıfının toplumsal muhalefet üzerindeki etkisi onun sayısal gücünün kat kat üstündedir Bu etki sayıyla ölçülemez.
İşçi sınıfı demokratik devrime siyasi öncülüğü nasıl sağlar?
Mevcut devrimci demokratik istemleri, yani ancak devrimle gerçekleştirilebilecek demokratik istemleri asgari programı haline getirerek, bunlar uğruna savaşımı başa alarak ve sınıf olarak sadece kendi ekonomik-demokratik istemleri i Cin çieğil, siyasi alanda bu istemler için bizzat savaşarak.
Şurası açıktır ki, işçi sınıfı hareketi ekonomik-demokratik bir hareket olarak kendi dar çerçevesinde kalmaya devam ettiği, devrim ve sosyalizm doğrultusunda bir siyasi hareket olarak partileşemediği, örgüt- lenemediği sürece, bu siyasi görevini yerine getiremez. Böylesi bir dönüşümü sağlayamadığı müddetçe, tüm toplumsal muhalefet üzerindeki, sayısının kat kat üzerinde olan etkisini gösteremez. Ve de proletaryanın partisini, sınıf hareketinden ayn sadece ideolojik bir yapılanma olarak gören, işçi sınıfı hareketini yukandaki tarzda örgütlemeye karşı çıkan bir anlayış, bu hareketi
ömür boyunca ekonomik-demokratik bir hareket olmaya bilerek mahkûm ediyor demektir. Bu hareketi bilerek burjuvazinin ve reformizmin etkinliğine terk ediyor demektir.
Son olarak işçi sınıfının siyasi öncülüğünün onun niceliği ile ilgisi konusunda tarihten bir örnek verelim. Komünist Manifesto 1848 devriminden hemen önce yazılmıştı. Hiç kimse bu belgede, işçi sınıfının tarihi rolünü fiili değil ideolojik önderlikle yerine getirebileceğinin iddia edildiğini aklından geçirmez. Ama o dönemde Almanya’da işçi sınıfı sayı olarak çok zayıftı. Nüfusun büyük bir kesimi kırlarda yaşıyordu. Feodalizm alt ve üst yapıda tasfiye edilmemişti. (Bırakalım 1848’leri, 1875’te bile Marks “Almanya’daki çalışan halkın çoğunluğu proleterlerden değil köylülerden oluşur.” -Gotha ve Erfurt programı- diye yazıyordu). 1848 devriminde Almanya’da küçük burjuvalar daha öndeydiler. İnşallah “Yeni Çözüm” Komünist Manifestodaki yaklaşım yönetiminin, getirilen ilkelerin sadece Avrupa ülkeleri için geçerli olduğunu, bizim gibi kapitalist ülkeler için geçerli olmadığını iddia etmez. _
Sosyalistlerle sınıf arasındaki ilişki, parti sorunu
“Proletaryanın öncülük fonksiyonlarını yerine getirmesi için fiili öncülük şart değildir. Proletarya partisi aracılığı ile ideolojik öncülük yaparak da bu fonksiyonunu yerine getirebilir, esas olan da budur.” (Yeni Çözüm, ags. s. 36)
-Bu anlayış neresinden bakılırsa bakılsın, proletaryasız proletarya partisi (!) anlayışıdır. Bu anlayışa göre proletarya partisi kurmak yani sosyalist bir hareket oluşturmak için, işçi sınıfı hareketiyle bütünleşmiş olmak gerekmez. Profesyonel devrimcileri bir araya getirirsin, yapılan eylemlere de; pro- tetaryanın iradesi bunlar, dersin olur biter.
Nitekim proletarya partisi Yeni Çözüm tarafından şöyle tanımlıyor: “Proletarya partisi sınıflar mücadelesinin üç cephesinde de mücadeleyi yürüten, diyalektik materyalizmin temelleri üzerine kurulan bir partidir.” (agd. s. 36) Bu tanımda küçük (!) bir nokta unutulmuş! Proletarya partisinin bilim- sel sosyalizmle işçi sınıfı hareketinin -birleşmesi olduğu. Yazar bu kadarla da kalmıyor, bir de bu tanımının marksizmin “değiştirilemez ve evresel ilkelerinden (Y. Çözüm) biri olduğunu iddia ediyor. Ne yazık ki böyle bir evrensel saçmalık marksizm- de yoktur. Parti konusunda evrensel ilkeler elbette vardır, ama bunlann ne olduklarını Y. Çözüm yazannm kırık dökük bilgilerinden değil, de, ustaların kendilerinden öğrenmek daha akıllıcı bir yoldur. Lenin şunları yazmıştı:
“Sosyal-Demokrasi (partiyi kastediyor, bn) işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin bir bileşimidir. Görevi, işçi sınıfı hareketine ayrı ayrı aşamalarında pasif bir şekilde hizmet etmek değil, aksine bir bütün olarak hareketin çıkarlannı temsil etmek, bu harekete en temel hedefini ve politik gö revlerini göstermek ve onun politik ve ideolojik bağımsızlığını korumaktadır. İşçi sınıfı hareketi, Sosyal-Demokrasi’den tecrit edildiği takdirde küçülerek ve kaçınılmaz bir şekilde burjuvalaşacaktır. Sadece ekonomik mücadeleyi yürütürse, işçi sınıfı politik bağımsızlığını yitirecek diğer partilerin kuyruğu haline gelir ve büyük ilkeye ihanet eder; işçi sınıflarının kurtuluşu işçi sınıflarının kendileri tarafından kazanılmalı- dır. “ (Marks)” (Çeviriyi imla bozukluklarına dokunmadan aynen aktardık. Abç. “Hareketimizin Acil Görevleri-1902, “Kitle İçin
de Parti Çalışması” kitabı, “Ser Yayınlan” s.10, 11)
Şimdi Y. Çözüm yazarına kendi “değiştirilemez” ilkesi ile Lenin’in Marks’tan aktardığı “büyük ilkeye ihanet” arasındaki bağ üzerinde düşünmesini öneriyoruz. Marksizmin kurucularına göre, işçi sınıfının kurtuluşu ancak bu sınıfın kendi eseri olabilir. Onun vekaletini almış birilerinin değil, işçi sınıfı bunu başarabilmek için ekonomik mücadeleyle yetinmemeli, bilimsel sosyaz- limle bütünleşmelidir. Ve bu büyük ilkeyi öne sürürlerken onlar, bunun sadee Avrupa’daki işçi sınıfı için geçerli olduğunu iddia etmeyi (çünkü o dönemde de işçi sınıfı sadece Avrupa’da değil, dünyanın her yanında bulunmaktaydı) akıllarından geçir-' memişlerdir. Şimdi Y. Çözüm yazarı kendi “değiştirilmez evrensel” ilkesinin (proletaryanın fiili olarak siyasi bir güç haline örgütlenmeden de, kendisini parti ilan etmiş bir örgüt aracılığıyla kurtulabileceği ilkesinin), nasıl olup da ustalar tarafından değiştirildiği, hatta bu iddia için “ihanet” kelimesinin neden seçildiği üzerinde biraz düşünsün.
Proletarya partisi, işçi sınıfı hareketiyle bilimsel sosyalizmin birliğidir. Lenin’in bütün eserlerinde bu böyle tanımlanır. Kapitalizmin, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin var olduğu her koşul için de evrensel bir ilkedir. Emperyalizm çağında da hiçbir marksist, artık partinin bu tanımının yetersiz ve geçersiz olduğunu iddia etmemiştir.
Partinin böyle tanımlanması, partinin diğer devrimci sınıf ve katmanlarla ilişki kurmasına, bunlann hareketleriyle işçi sınıfı hareketi arasında koordinasyon sağlamasına engel değildir. Tersine sadece böylesi bir parti, kendini öğrenci gençliğin, küçük burjuva tabakaların halkçı eğilimlerinden ve sekterliklerinden koruyabilir. Devrime çekilen milyonlarca insanın enerjisini çar çur edilmekten, cuntalı saldırılar karşısında çaresiz ve eli kolu bağlı kalmaktan ancak böyle bir parti kurtarabilir.
Sosyalistlerin görevi, proletaryanın tarihi görevlerine vekalet etmek, bu sınıfın tarihi rolünü onun adına oynamaya çalışmak değildir. İşçi sınıfı ekonomik mücadelesine devam etsin, ama siyasi mücadeleyi bize bıraksın, bu işe fiili olarak karışmasın tezinin saçmalığını görmek için şöyle bir örnek üzerinde düşünelim:
Sendikalar işçi sınıfının ekonomik - demokratik mücadele örgütleridir. Bu mücadeleye önderlik ederler, onu yönetirler. Şimdi buradan hareketle bir sendika lideri kalksa ve işçilere şunları söylese: -İşçiler, ekonomik-demokratik mücadeleyi sadece biz sendikacılar yürüteceğiz. Sîzlerin bu mücadele içinde fiili olarak yer almamız, bu haklara sahip çıkıp bunlar uğruna savaşmanız gerekmez. Profesyonel sendikacılardan oluşan örgütünüz “aracılığıyla” (Y. Çözüm) bu işleri halletmek dururken bir de siz karışmayın.
Acaba Y. Çözüm yazarı böyle bir sendika lideri hakkında ne düşünürdü? Elbette Şevket Yılmaz hakkında ne düşünüyorsa onu. Peki ekonomik mücadele hakkında böyle düşünen bir sendikacıyla, siyasi mücadele ve sınıfsal önderlik konusunda işçilere ;siz zayıfsınız bu işin altından kalkamazsınız, bu nedenle siyasi önderliği bizim gibi proleter devrimcilere bırakın diyen bir siyasi önderin tavrı arasında söz olarak ne fark var?
★ ★ ★Eleştirdiğimiz tezlerin savunuuları, Çin,
Küba ve Vietnam devrimlerini ve komünist yartilerin emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı halkın savaşının başını çekmelerini reformistlere karşı savunurken, son derece haklı olarak, onların somut koşulları göz önünde bulundurmadıklannı, madem Rus
ya’da böyle oldu bizde de böyle olmalı diye düşündüklerini ve marksizmin yöneti- men değil de lafızlarına sanldıklanm söylerken Ve devrimi başanya götüren komünist partilerin somut koşulları bu tür sözd emarksistlerden daha iyi değerlendirdiklerini ileri sürerler. Tüm bunlar çok doğru şeylerdir. Yeni Çözüm yazannm şu yazdıklarına da hiçbir itiraz yapılamaz:
“Marksist-Leninistler lafızlar yerine, Marksizmin özünü alarak içinde yaşadıkları tarihsel sürecin nesnel koşullarını diyalektik- materyalist bir bakış açısı ile analiz ederler.” (abd. s. 29)
Madem ki öyle, biz de Yeni Çözüm’ü, ileri sürdüğü tezleri “yaşadı (ğımız) tarihsel sürecin nesnel koşullarıyla kanıtlamaya çağırıyoruz. Çünkü şimdiye kadar bunu yapmamışlardır. Türkiye’nin söz konusu koşul- lanna ilişkin olarak Y. Çözüm’ün elinde bulunan bütün malzeme, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine ait en genel belirlemelerden ibarettir. Öyleyse:
Bize Türkiye’de çalışan nüfus içinde, şehir ve kırdaki saptadığınız işçi sayısını verin. Bu sayısının nicelik olarak zayıf olduğunu, önderlik için yetersiz olduğunu kanıtlayın.
Hiç değilse son on yıllık sınıflar müca- • delesinin bir dökümünü yapın. Bunlar içinde Türkiye çapında etkili olan işçi, köylü, gençlik vs. eylemlerini sayın. Şehirlerdeki- lerle kırlardakini karşılaştırın. Şehirlerin ve buralarda da işçi ve öğrenci gençlik eylemlerinin ağır bastığını göreceksiniz. Öğrenci gençlik hakkında fiili öncülük, ideolojik öncülük türünden teoriler olmadığına göre, geriye işçiler kalıyor. İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden bir hareket olmaktan kurtulamadığı da bir gerçek olduğuna göre; işçi sınıfının siyasi olarak örütlenememesinin ve toplumsal muhalefetin başına geçem em esinin, sonuçta da tüm devrimci hareketin cunta karşısında zayıf ve bitkin düşmesinin, nedeninin, bunun suçunun, sosyalistlere, yukarıdaki türden tezleri hadis bilenlere değil de, işçi sınıfının nitelik olarak zayıflığına ait olduğunu kanıtlayın.
Bizlere devrimin temel gücü olacağını iddia ettiğiniz köylülüğün sınıfsal bir sunumunu verin. Çünkü artık devrimci hareket, bizim köylülüğümüzün Çin ve Küba’dakiyle benzer ve ortak yanlarının bulunduğu tespitiyle yetinecek durumda değil. Teorik düzey olarak böylesi bir seviyeyi çok aşmış bulunuyor. Toprak işleyen ailelerin yaklaşık yüzde 90’ının kendi toprağına sahip olduğu, sürecin, çoğunluğu küçük burjuva olan bu işletmelerin mülksüzleşmesi doğrultusunda işlediği, paranın egemenliğinin her yerde hissedildiği, ücretli emek kullanımının hemen her bölgede bir kural haline geldiği bu ülkede, köylü hareketinin genellikle taban fiyatlarına, zamlara, faizlere karşı mücadele olarak biçimlendiği bizim ülkemizde, 1985 verierine göre nüfusun yansından çoğunun şehirlerde yaşadığı Türkiye’de; “tanmda feodal ilişkiler yanında kapitalist ilişkilerinuç verdiği (!)”ni (M. Çayan ages. s. 97) kanıtlayın! Tarımdaki kapitalizmin Çin’den hatta 1900’lerin Rusya’sından geri ya da aynı düzeyde olduğunu kanıtlamayı bir deneyin.
Hele bunları bir deneyin, bizdeki toplumsal-ekonomik sistemi diyalektik- materyalist yöntemle yani üretim ilişkileri temelinde ve proletarya burjuvazi karşıtlığını kalkış noktası alarak bir açıklamaya çalışın. Tezlerinizin ne derece “değiştirilemez” ve “evrensel” olduklarını o zaman görelim.
(X ) Bu konu üzerinde, “Sosyalist Hareket ve Halkçılık- O. Devrez, isimli çalışmada aynntıyla durulmuştur. Çalışma yakında yayımlanacaktır.
Lenin şunları yazmıştır: Sosyal-Demokrasi (partiyi kastediyor bn.) İşçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birleşimidir. Görevi, işçi sınıfını hareketine ayrı ayı aşamalarında pasif bir şekilde hizmet etmek değil, aksine bir bütün olarak hareketin çıkarlarır temsil etmek, bu hareketi en temel hedefini ve politik görevlerini göstermek ve onun politi ve ideolojik bağımsızlığın korumaktır. İşçi sınıflarını kurtuluşu, işçi sınıflarının kendileri tarafından kazanılmalıdır.
SOSYALİSTLER SAVAS KONUSUNA NASIL 'YAKLAŞMALI?
*
Ahmet AYDEMİk
Türkiye sosyalistleri, 12 EylüFün ardından açtıkları yeni dönemde, geçmişin yasak veya tabu sayılan pek çok sorununu ilerici kamuoyunda sürdürülen tartışmalann gündemine sokabiliyor. Bizler de, bir grup Çağdaş Yol dergisi okuru ve çizgisini benimseyeni olarak, böyle bir sorunu, halkımızın mücadelesinde tartışılmasının, ele alınmasının adeta yasak tabu sayıldığı savaş, strateji- taktik, halk savaşı gibi konuları başta dergimizin okurlan olmak üzere, ilerici-devrimci kamuoyuyla tartışmak istiyoruz.
Hiç şüphesiz sosyalistler, geçmişte ve günümüzde de çeşitli uluslarası deneyimlerin incelenmesi temelinde konuya yaklaşmakta görüşler ileri sürmektedirler. Yalnız baştan belirtmekte yarar var. Bizim bu konuya yaklaşımımız, yukanda belirtilen bir biçimde olmayacaktır. Öncelikle savaş, strateji-taktik, halk savaşı gibi kavramların genel özelliklerini ve yasalannı ele alıp, ardından da ülkemiz özgülünde bu genel özellik ve yasaların işlerlik derecesini incelemeye çalışacağız. Elbet«- te bizlerde düşüncelerimizi, kendi hayal dünyamızda üreterek, konuyu tartışmaya açmıyoruz. Uluslararası deneyimlere dayanıyoruz. Yalnız sorunu işleme yöntemimiz farklı olacak. Bir tek veya bir kaç ülkenin deneyimlerini ele alıp incelemekten çok tüm deneyimleri insanlığın tarihsel süreçleri içinde inceleyip bunlardan dersler çıkaran, biraz da yeni düşünceler ileri sürebilen bir çalışma ortaya çıkarmak amacındayız.
Köleci, feodal topluluklarla, barbar ilkel komürıal topluluklar girdikleri savaşları neden kazanabiliyorlar? Bilindiği gibi
kapitalizm öncesi üretici güçlerin, başta da tekniğin gelişimi çok yavaştır.
Savaşlarda ise teknik ve savaşa giren halkların içinde yaşadıkları sosyal düzenin
şekillendirdiği insan unsurunun zaferin kazanılmasındaki rolü tayin edici
olmaktadır.
Bu araştırma ve incelemeyi, herhangi bir sosyalist çevreyi eleştirmek için değil, konuyla ilgili kendi özgül görüşlerimizi ortaya koymak için yapıyoruz. Yani kimilerinin yaptığı gibi oportünist, revizyonist olarak nitelenen çevrenin ailevilerini kışkırtıp bundan da kendimizin devrimci olduğuna dair bir paye çıkarr.v k amacında değiliz. Elbetteki sübjektif, önyaıgıiı ve basitliğe düşmeyen her eleştiriyi dikkate almak bu eleştiriler, hangi sosyalist çevreden gelirse gelsin tartışmak bir sosyalistin boynunun borcudur.
Savaş en baştan belirtmemizde yarar var, sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplumlarda, sınıf çatışmalannın ve özellikle de bu çatışmaların çözümsüz hale geldiği kriz anla- nnda savaşlar gündeme gelmiştir. Bu açıdan savaşı, sınıf çıkar ve çatışmalarının banşçıl biçimde çözümlenmesinin imkânsız olduğu durumlarda, çelişkileri zor yoluyla çözmenin bir aracı, yöntemi olarak tanımlayabiliriz. Buradan hareketle de, sınıf çıkarlannın yoğunlaşmış ifadesi politika olduğuna göre, savaşı; politikanın başka araçlarla (Şiddet araçlanyla) sürdürülmesi olarak da tanımlamak mümkündür, kaldı ki en fazla kullanılan tanım da budur.
“Kadim tarihte sınıf kavgalan çetinleşti mi on lar için savaşlar açıldı. Bu savaşlar, sosyal iç kavgalara'çözüm getirmek şöyle dursun, ardlann- dan bildiğimiz TA R İH C İL DEVRİM LERİ getirdiler. Yani savaşlarla zayıflayan medeniyetleri barbarlar gelip kolayca yıktılar.
“Modern tarihte aynı şey görüldü. 1914-1918 savaşı Avrupa kapitalizminin içinde biriken ve büyüyen sınıf mücadelelerini geriye atmak için yapıldı. Her emperyalist devlet kendi anavatanında dizginleyemediği sosyal ihtilaflann getirebileceği sosyal devrimi önlemek için, gözüne kestirdiği devletlere savaş açtı. Birinci cihan harbinden sonra çarlığın devrilmesiyle dünyanın beşte biri sosyalist devrime kavuştu. Alman İmpa- ratorlu’ğunun savaş sonucu yıkılması, Orta A vrupa’da isyanlara ihtilallere kapı açtı. (Devrim nedir. S. 19 Dr. H. K.)
Burada kadim tarih olarak nitelenen, kapitalizmden önceki, ilkel sosyalizme kadar uzanan yaklaşık 7000 yıllık dönemdir. Bu dönemin üretim, ekonomi temeli esas itibariyle basit yeniden üretim olmakla beraber, pek çok toplum biçimleri yaşanmıştır. Çok mekanik ele almamak kay- dıyla bu toplum biçimlerinin belli başlıları, kölecilik ve feodalizmdir. Gene ilkel sosyalist, kalan, kabile, aşiret ve topluluklar hem yukanda değin-, diğimiz toplum biçimleriyle yan yana hem de bunlarla çatışma halinde bin bir değişikliğe uğrayarak ve çeşitli şekillerde bu toplum biçimlerine doğru dönüşümler yaşayarak var olmuştur. Bu toplum biçimerini, Morgan, F. Engels ve Dr. H. Kıvılcımlı barbar toplumlar olarak niteliyorlar. Tarihte, barbar toplumların, köleci veya fe odal olarak nitelenen kapitalizm öncesi sınıflı toplum biçimleriyle yürüttüğü binlerce savaş bulunmaktadır. Bu savaşların analizinden önce ilkel sosyalizmin ortaya çıkmadığı 7000 yıl öncesinin çatışmalarına da değinmekte yarar var.
İnsan, basit, taş, sopa, labut vb. gibi ilk üretim araçlarını kullanarak, doğadaki hazır nesneleri devşirmeye yöneldikten sonra, maymunun en gelişmiş örneklerinden insanlaşmaya doğru bir evrim yaşamıştır. İnsanların bu ilk ataları, iki ayak üzerinde dikilmeye ve ön ayaklarını, çeşitli araçlarda alarak kullanmaya başladıktan sonra, beyin üzerinde baskı yapan omuz ve boyun kaslannın, beyinin gelişimi üzerinde olumsuz etki yapan basıncından kurtulmuşlardır. Böylece bir yandan beynin gelişimi diğer yandan, ön bacak-
lannda taş, sopa vb. araçların kullanımıyla gelişmesi söz konusu olmuştur. Y ine iki bacak üzerinde denge sağlama ve süratli hareket etme zo- runluğu arkabacaklann gelişimini sağlan nş ve gü- nümüzJeki insan modeli ortaya çıkmıştır. Tabii bu maymundan, insana nitel dönüşmeye varan insanlaşma binlerce yıl sürmüştür. Bu süreç, maymunun insanlaşmasında, belli türlerinde yok olmasıyla sonuçlanan, sıçramak, uzun bir nicel birikimin nitelik sıçramasına varması biçiminde yaşanmıştır. İşte insankğın bu ilk dönemine vahşet çağı adı verilmektedir. İnsanlığın bu çağın sonlanna doğru ilk büyük keşfi; ateşin keşfiyle, ısınma ve yiyeceklerin pişirilmesi, yine fazla ürünlerin depolanabilmesi için toprağın pişirilerek çanak, çömlek yapabilmesidir.
Vahşet çağında da insan toplulukları arasında bazı çatışmalar bulunmaktadır. Yalnız bu çatışmaları savaş olarak nitelemek mümkün değildir. Bu çatışmalara doğadaki zorunlu tüketim nesnelerinin yanı sıra insanın da bir tüketim nesnesi olarak ele alınması ve ona yönelmesi kaynaklık etmektedir. Vahşet çağının çatışmalanna bu anlamda savaş değil yamyamlık denilmektedir.
İlkel sosyalizm (Barbarlık) dönemindeki çatış- malan da savaş tanımlaması içinde ele alamıyoruz. Henüz para, yazı, devlet ve sınıfların ortaya çıkmadığı bu toplumlarda yaşanan çatışmalar, tüketim nesneleri, av, otlak, tanm vb. alanların dengeli olmayan doğal, kendiliğinden dağılımı yüzünden olmaktadır. Her ne kadar bu anlamda çatışmaların bir ekonomi temeli varsa da ister ezen ve ezilen sınıfların çatışması anlamında, isterse egemen sınıfların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinden kaynaklanan bir çatışması anlamında bir savaştan bahsetmek mümkün değildir. Av alanları, otlak ve meralar, evcil hayvan sürülerinin bazı klan veya kabileler elinde çokluğu, bazı kabilelerde az ve o kabilelerin kıtlık içinde olması, tarihte barbar toplumlar arasında çok kanlı çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Fakat burada savaştan çok bir grup insanın yaşayabilmek için tüketim nesnelerine yö nelimi vardır. Barbar toplumlarda, özel mülkiyet, sınıflar ve sınıfların çıkarlarının ifadesi anlamında siyasetten bahsetmek mümkün değildir. Orada kabile, klan ve aşiretler içinde belli bir işbölümü bulunsa da, hatta bu işbölümleri daha sonraları sınıflaşmada rol de oynasa bir ilkel ko- münal toplumun özgün yapısı sınıfsızlıktır. Ezen ve ezilen sınıflar söz konusu değildir. Egemen sınıfların baskı aygıtı anlamında bir devlet ve bu devletin, ordu ve cezaevleri sistemi yoktur. Topluluğun her ferdi silahlı ve tüm üyeler eşit haklara sahiptir. Kabile, klan veya aşiret başkanı, hiçbir özel mülke ve imtiyaza sahip olmadığı gibi, pek çok toplulukta, ilkel biçimde yapılsa da, ancak seçimle işbaşına gelebilmektedir. Karar alma, yaşama ve doğayla mücadelede tam bir kol- lektivizim söz konusudur. İşte bu nitelik taşıyan topluluklarda, çeşitli zorunlu nedenlerle (açlık- kıtlık-yok olmama) birbiriyle çatışmanın ne bir sınıfsal temeli, ne de sınıf çıkarlarının ifadesi poli-
tikanın şiddet araçlarıyla sürdürülmesi anlamında savaştan bahsedebiliriz. Bu toplumlar arası çatışmalara Zaruri çatışmalar demek belki de en d obru tanımlama olmaktadır.
İlkel komünal topluluklarda, yalnız pek bir ekonomi temele veya zaruri nedenlere dayanmıyor gibi görünen farklı nedenlerden kaynaklanan çatışmalar da vardır. Bu çatışma türü günümüzde kan davası ismini alan bir çatışma nedeni veya çeşitidir. Hatta günümüzden aşiret veya aileler arası sürdürülen kan davalannı binlerce yıl ön cesinin bu ilkel komünal topluluklannın geleneklerinin günümüze kadar taşınması olarak nitelenmek de mümkündür. İlkel komünal (Barbar) bir topluluğun bir veya bir kaç üyesi benzeri başka bir topluluk tarafından öldürüldüğünde, o topluluk klan-kan bağlanyla kendilerine bağlı bu üyelerinin öldürülmesi karşısında sessiz kalmamakta, mutlaka bu eylemi gerçekleştiren karşıt klan, kabile veya aşirete yönelik aynı türde m isillemede bulunmaktadır. Bu durum iki ilkel sosyalist topluluğun görülmemiş boyutlarda kanlı bir boğuşma içine girmesine neden olmaktadır. Bu çatışma rakiplerden birisinin diğerini imha etm esine kadar sürmektedir. Yenik düşen barbar topluluğun arta kalan çocuk, kadın, yaralı vb. diğer üyeleri ise, galip gelen topluluğun bünyesinde eritilmekte, aynı ilkel toplumun eşit üyeleri haline getirilmektedir. Dikkat edilirse ilkel komünal toplumun bu türde ve boyuttaki çatışması da bir savaş nitelemesi veya kavramı içine girmiyor. Ortada bir kan davası vardır. Ve bu kan davasının getirdiği dehşetli bir çatışma söz konusudur.
Sınıflı toplumlar ortaya çıktıktan sonra bu sınıfların çıkarlarını korumak için, egem en sınıf- iann, devlet ve ordulannın çıkarttığı savaşlar; her ne kadar o devletlerin geçmiş yenilgilerinin intikamını almak, sınır sorunları, şan, şeref, dinin korunması vb. görüngülere büründürülürse de gerçek nedenleri bunlar değildir. Egemen sınıflar, kitleleri savaş mezbahasına sürebilmek ve savaşın gerçek nedenlerini kavramalarını engelleye bilmek için, böylesi, kitlelerin ilk ve ilkel duygu- lanna hitap etmektedirler. Aslında savaşlarla amaçladıklan, ya ticaret yollannı ele geçirmek, tıkalı olan ticaret yollannı açmak, ya ilk ve hammadde kaynaklannı zaptetmek, kendilerinden zayıf gördükleri başka toplumların zenginliklerini talan etmek, ya da ve daha çokta kendi e g e men olduklan ülkelerdeki pek çok nedenin birleşmesiyle ortaya çıkan krizlerin devrime dönüşmesini engellemektedir.
Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlann başlangıcından günümüze kadar 15.000’i aşkın savaş yapılmıştır. Bu savaşlara katılanlar çoğunlukla sınıflı ve özel mülkiyet düzenine geçmiş toplumlar olmakla birlikte tarihte, barbar diye nitelenen ilkel sosyalist topluluklann da bu sınıflı toplum- larla savaşa girdiğini, hatta çoğunlukla bu savaşlardan galip çıktıklarını görmekteyiz. Bu durumun nedeni ayn bir araştırma konusu olmakla birlikte, kısaca da olsa izahını yapmak gerekiyor.
Köleci, feodal topluluklarla, barbar ilkel komünal topluluklar girdikleri savaşları neden kazanabiliyorlar? Bilindiği gibi kapitalizm öncesi üretici güçlerin, başta da tekniğin gelişimi çok yavaştır. Savaşlarda ise teknik ve savaşa giren halkların içinde yaşadıklan sosyal düzenin şekillendirdiği insan unsurunun zaferin kazanılmasındaki rolü tayin edici olmaktadır. Bu aşamanın sınıflı toplumlann da savaş tekniği ok, yay, kılıç-kalkan, gürz, mancınık vb. dir. En gelişkin sınıflı toplum- larda dahi henüz bunu aşabilen bir teknikten bahsetmek mümkün değildir. Bu dönem de Çin’de barut icat edilmiş olsa da, henüz savaş tekniğinrn- de kullanılacak kadar geliştirilmemiş veya savaş tekniği içine katılmamıştır. Sınıflı toplumların bu teknik düzeyini, barbar toplumlann öğrenebilmesi o toplumlarla çeşitli değişim ilişkileri içinde o lduklarından veya sınıflı toplumlann, barbar toplumlar içinde kurduklan kolonilerden temin edebilmeleri pek zor olmamıştır. Böylece barbar toplumlar gerek mübadele, gerek kendi üretmeleriyle en girişkin sınıflı toplumun savaş tekniğine sahip olmuşlardır. Ancak bu tekniği geliştirmeleri de söz konusu olmamıştır.
Burada ancak savaş tekniğinin eşitliğinden bahsedilebilir. Savaş tekniği eşit olduğuna göre, barbarların sınıflı toplumlarla giriştikleri savaşları kazanmalanna neden olan başka bir etkenin bulunması gerekiyor. Bu etken, barbar insanı içinde yaşayıp şekillendiren sosyal düzendir desek pek yanılmış olmayız. Sınıflı toplumlar, alabildiğine ezen ve ezilenler temelinde parçalanmış ve iç çatışmalarla birbirine düşmüş, entrikaların ve zulmün pençelerinde debelenir bir du
rumu yaşarken, ilkel sosyalist barbar toplumlar ilkel de olsa sosyalizmin, eşitlik, kan temelinde de olsa örgütlülük ve birliğini yaşamaktadırlar. Böyıesi dj zeminde insan unsuru savaşta olumlu roller oynayabilecek, yiğitlik, dürüstlük, kardeşlik, kollektif aksiyon gibi özellikleri temsil etmekte, topyekün bir halk olarak, sınıflı t o p lu m u n düzenli ordulanna saldırmakta, tarihsel açıdan ileriyi temsil eden bu toplumun ordularını yenmekte, ço ğunlukla o toplumun ve ülkenin ezilen halkının içten desteğiyle zafere ulaşmaktadırlar. Barbar toplumlar, böyle bir sonuca ulaştıktan sonra fethettikleri ülkenin gelenekleriyle kendi gelenek ve göreneklerini kaynaştırmakta, fakat daha son- ralan, zaptettikleri bu ülke ve toplumun geleneğini, dinini, hatta kültürünü, sınıflara ayrışma, para; yazı, devlet kurma gibi sınıflı toplumun tüm özelliklerini almaktadırlar. Bunun nedeni kendilerinin temsil ettiği toplumsal düzenden, fethettikleri sınıflı toplum düzeninin tarihsel açıdan daha ileriyi temsil etmesidir. Böylece tarihte en çok sözü edilen galiplerin mağlubiyeti durumu ortaya çıkmakta, tarihin ileriye doğru akışı durmadığı gibi, barbarlann da tarihin bu yörüngesi içine çekilişi söz konusu olmaktadır. Savaş anlamında zafer kazanan barbarlar, böylece yendikleri sınıflı medeniyet toplumunun din, ideoloji, kültür, devlet vb. kurumlan karşısında yenik düşmekte, onların din ve ideolojisyle, devlet aygıtıyla yeniden örgütlenmekte, yıktıklan devlet ve düzeni rönesansa uğratıp, barbar aşısı yapsalar da süreç içinde yeniden o devlet ve düzeni diriltmektedirler. Bu savaş ve sonuçlan ayni zamanda ilkel komünal toplumlann bu şekliyle sınıflı topluma geçişlerinin bir biçimde olmaktadır. İlkel sosyalist (barbar) toplumdan sınıflı topluma bu biçimde geçenler daha çok ortabarbarhk aşamasındaki ilkel sosyalist (barbar) topluımardır. Bu toplumlann üretim temeli Çoban ekonomisi düzeyinde olup, henüz yerleşiklik aşamasına geçememişlerdir. Yani göçer toplumlardır.
Tarihte Osmanlılar diye anılan toplumun çekirdeğini, orta barbarlık aşamasındaki kayı boyu (aşireti) oluşturmaktadır. Osman Bey’in başkanlığında 400 atlı göçer kabile biçiminde H o rasan’dan Anadolu ’ya geçen Osmanlı Kayı boyu yukarıda özet bir biçimde anlatmaya çalıştığımız etkenlerin rolüyle ve daha çok da, Selçuklu, Bizans derebey (Feodalite) parçalanmışlığı ve her derebeyliğin iç çelişkilerle alabildiğine zayıfladığı koşullarda süratle Anadulu’yu fethedilmiştir. Bu arada, Anadolu ’da gelişen fetihler zincirine İstanbul’un fethi bir anlamda eklenen son halka olmuştur. Osmanlılar buradan batıya ve doğuya yeni fetih savaşları geliştirmiş de olsalar fethettikleri, Bizans’ın kendilerini fethetmesiyle bir dönüşüme uğramışlardır. Esas itibariyle Os- manlı toplumunun yerleşik devlet düzeninin, merkezi feodal bir karakter kazanmasının İstanbul'un fethiyle kesinlik kazandığını söyleyebiliriz. İstanbul'un fethi aynı zamanda buradaki kültür hâzinelerinin batıya aktanlmasına neden olmuştur. Ve batıda rönesans (yenileşme) çağını başlatmıştır.
Batı Avrupa, bundan sonraki süreçte muazzam bir ilerleme ve kapitalizmin doğmasıyla birlikte görülmemiş bir boyutta gelişme içine girerken, Osmanlı toplum düzeni, tefeci-bezirgân ilişkileri ve merkezi feodal yapıyı güçlendirerek bu gelişime kendini kapamış, süreç içinde de önce duraklama ardından da çöküş dönemine girmiştir. Dış görünüşte Bizans’ı fetheden Osmanlılar, özünde ise o gün için kendilerinden tarihsel olarak daha ileriyi temsil eden Bizans’a ruhları ve beyinleriyle teslim olmak zorunda kalmışlardır. Onlar Bizans’ın çöküşüne son bir kılıç darbesi vururken aynı zamanda kendilerinin de çöküş ve dağılış sürecini başlatmış oldular. Osmanlılar böylece fedolitenin zirvesine ulaşırken, batı ise kapitalist toplum düzenine geçişin, bu anlamda g e lişmenin öngünlerinde bulunuyordu. Kapitalizm doğup geliştikten sonra ise feodalizmin kapitalizm karşısındaki durumu, güneşin yakıcı ısısı karşısında kar ve buz tepeciklerinin durumundan farksızdı.
Antika tarihte, savaşlar, sınıflar toplumdan sınıflı topluma geçiş sadece yukarıda anlatmaya çalıştığımız biçimde gerçekleşmemekte binbir çeşitlilik taşımaktadır. Orta barbarlık aşamasındaki toplumların, sınıflı medeniyet toplumlarıyla yaptıkları savaşlar yoluyla sınıflı topluma geçişleri bunların sadece bir çeşidi olmaktadır. Savaş anlamında, köleci ve feodal devletlerin kendi aralarında, egem en sınıflar arası çelişkilerden kaynaklanan, daha çok köle ve art ürüne sahip o lmayı hedefleyen binlerce savaşı yaşanmıştır. Yine
ekonomik temeli ziraat olan, yerleşik kent yaşamına geçmiş, ama henüz sınıf, para, yazı ve devletin doğmadığı, özel mülkiyetin ortaya çıkmadığı barbarlığın üst aşamasındaki toplumlarla, öteki sınıflı toplumlar arasında yapılan savaşlarda, çoğunlukla yukarı barbarlık aşamasındaki toplumlar kazanmaktadır. Yalnız bu savaşların sonucunda, yukan barbar toplumların gelişim düzeyi, sınıflı kent toplumlarında pek yeri olmadığından, burada fethedilen medeniyetin rönesansa uğratılması söz konusu olmamakta, yukan barbar toplum, yeni bir medeniyet-sınıflı toplum kurabilmektedir. İslam, Hint, Çin, Mısır vb. medeniyetler böylesi toplumlar arasında çıkmış savaşlann sonucunda kurulmuş orijinal m edeniyetlerdir.
Sınıflı toplumlar, alabildiğine ezen ve ezilenler tem elinde parçalanmış ve iç
çatışmalarla birbirine düşmüş, entrikaların ve zulm ün pençelerinde debelenir bir
durumu yaşarken, ilkel sosyalist barbar toplum lar ilkel de olsa sosyalizmin,
eşitlik, kan tem elinde de olsa örgütlülük ve birliğini yaşamaktadırlar.
Kapitalizmin önce İngiltere, ardından tüm kıta Avrupa’sında yayılması anlamına gelen devrimci savaşlar 16-17 yy.’dan itibaren insanlığın gündemine girmiştir. 1789 Fransa’sında, Büyük ya da Ulu devrim olarak nitelenen iç savaş ve Napoleoriun kıta Avrupa’sına kapitalizmi yaymak için giriştiği savaşlar dönem i itibariyle feodalizmi tasviyeye yöne len ilerici savaşlardır. 1830-1848 yıllarında emekçilerin Batı Avrupa1 da geliştirdiği savaşlar devrimci-ilerici bir öz taşımaktadır. Proletaryanın büyük öğretmeni F. Engels elde silah bu savaşlara katılmıştır. Y ine Amerika’da, kuzey-güney savaşı ismini alan Amerikan iç savaşı, dönemin, feodalizmi, kölelik, kalıntılannı tasfiyeyi hedefleyen ilerici savaşıdır. Savaş sonucu toprak reformu yapılmış kölecilik kalıntıları ve feodalizm tasfiye edilmiştir. Proletaryanın devrimci iktidannın ilk örneği o lması itibariyle 1871 Paris komünü ve Fransız burjuvazisiyle - proletarya arasında bu tarihte süren savaş, bu dönemin, ezilen sınıflann, devrimci savaşı ve iktidarı olması açısından büyük tarihsel önem e sahiptir.
Osmanlı despotizmine karşı, işgal edilmiş alanlardaki, başta Balkanlardaki halklarca, 19. yüzyıl boyunca gerçekleştirilen ayaklanmalar bu halkların ulusal kimliklerini kazanmalarını sağlayan haklı ve ilerici başkaldın savaşlarıdır. G ene Çarlık Rusya’sındaki halklarca aynı tarihsel süreçte Çar despotizmine karşı haklı ve meşru pek çok savaş geliştirilmiştir.
19. yy ’İm sonlarından itibaren, kapitalizmin, emperyalizm aşamasına vardığı dönem deki savaşlar; emperyalist paylaşım savaşlan ismiyle tarihe geçmiştir. Çoğunlukla emperyalist devletler arasında ideoloji ve politikada pek bir aynlık olmasa da aynı sosyal sınıf temeline dayanan egemen sınıf veya zümreler arası savaşlar yaşanmıştır. Y ine bu dönem de kapitalist-emperyalist devletler, dünyamızın geniş bir alanını kaplayan gelişme düzeyi düşük Asya, Afrika ve Latin Amerika halklanna yönelik sömürge savaşlarını geliştirmişlerdir. Bu savaşlarda halklar kapitalist sömürgeciliğe karşı direnmişler, ama toplumsal yapının çok geri ve eldeki olanaklann çok kıt olması nedeniyle ülkelerinin kapitalizmin sömürgeleri haline gelmesini engelleyememişlerdir. Sonuçta yeraltı, yerüstü, insan vb. tüm d eğerleri emperyalizmin sömürü ve talanına maruz kalmıştır. Emperyalist-kapitalist devletler bu savaşlan, geri hatta vahşi diye niteledikleri halklara medeniyeti götürme adı altında sürdürdüler. Elbetteki gerçek neden bu değildir. Kapitalizmin bu savaşlardaki gerçek amacı halkları sömürmek ve bu sömürüye karşı başkaldınlannı ezmektir. Böylece metropollerdeki sanayii daha kârlı bir biçimde işletmektir. Ucuz hammadde ve iş gücü ise sömürgelerde fazlasiyle mevcuttur. Özetle sömürge savaşlan, kapitalizmin daha çok
kâr hırsının geri halklara silahta, savaşla dayatılmağıdır.
Kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve özellikle Batı A vrupa’da, Alman emperyalizminin başlangıçta kapitalizme geç geçmesi yüzünden daha sonralarda ulaştığı gelişkinlik düzeyine uygun olmayan sömürge azlığı, yani sömürgeleri yeniden paylaşmak isteği içine düştüğü ekonomik krizler, aynı sosyal düzen, rejim içinde olan öteki kapitalist- cmperyalist ülkelerle Almanya’yı savaşa girmeye zorlamıştır. Emperyalist kapitalizmin insanlığı sürüklediği, o güne kadarki insanlık tarihi.boyunca karşılaşılmayan boyuttaki en kanlı boğuşması olan I. Emperyalist Evren savaşı bu nedenlerle ortaya çıkmıştır.
“Mesela Ingiltere ve Almanya aynı rejime bağ-
Savaşta en muazzam fedakârlıklar cepheye sürüklenen alt tabaka halka düşer. Onlar dövüşürler, onlar ölürler, sakatlanırlar. Geride çoluk çocuklarını, varlarını yoklarını tarlalarını dükkânlarını yok pahasına üst sınıflara kaptırırlar. Alt sınıflar yoksulluğa boğulur. Üst sınıflar
birden bire m eşhur HARP ZENGİNİ kesilirler."
Iıdırlar. Her iki tarafta da aynı F İNANS- KAPİTALİZM herşeye üstündür. İki tarafın ağızlarına bakılsa, onlar birtakım sosyal idealler uğruna savaştıklannı ilan ederler. 1914-1918 Birinci Cihan Savaşı da İngilizler ve Fransızlar “demokrasi" adına müstebit Alman militarizmini yıkmak için dövüştükleini söylediler. Oysa, Hürriyetçi geçinen bu istibdat düşmanı em peryalistlerin en büyük ayrılıklı asker kuvvetleri Çar idi hepsi de Çar ordularıyla kendi azgın militarizmlerini kaynaştırarak boğuştular. Almanlar ise, hakarete uğrayan Avusturya İmparatorluğunu İngiliz, Fransız emperyalizminin kışkırtmalarına karşı korumaktan söz açtılar. Esas dava, her iki taraf emperyalistlerinin zamanla, kuvvet dengeleri değiştiği için dünyayı yeniden sömürgeler ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşmak istemelerinden ileri geldi." (Ay)
Egemen sınıflann, savaşın içine sürüklediği kitlelere, savaşın gerçek nedenini açıklamayacağını daha önce söylemiştik. I. Dünya Savaşı’nm da nedeni emperyalistlerin “dünyayı yeniden sömürgeler ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşmak, istem e leri” o lm asına rağm en kapitalist- emperyalist devletler kitleleri savaş mezbahasına sürebilmek için sahte nedenler, ortaya atmışlardır, hatta bu dönemin sosyalistlerinin önemli bir bölümünü, kendi demogojilerinin savunucusu haline getirebilmişlerdir. II. Enternasyonal partileri “Anayurdun savunulması” adı altında burjuva parlamentolarında savaş kredileri lehinde oy kullanarak sosyal-şöven bir tutuma girmişler ve uluslararası proletarya davasına ihanet etmişlerdir. Halbuki aynı dönem de bolşeviklerin ve onların önderi Lenin’in bu savaş karşısındaki durumu açık ve nettir. Bolşevikler bu savaşta, savaşa katılan ülkelerin işçi ve emekçilerinin, taraf olamayacağını, bu savaşın emperyalistlerarası çıkar çelişkilerinden kaynaklanan haksız bir savaş olduğunu vurgulamışlardır. Ardından savaşa katılan tüm ülkelerin işçi ve emekçilerinin silahla- nnı kendi sömürücü burjuvalanna çevirmeleri gerektiğini, kitlelere açlık, yokluk ve ölüm getirecek bu savaştan, buna neden olan emperyalist burjuvazinin iktidarına son verilerek kurtuluna- bileceğini açıklamışlardır. Bolşeviklerin haksız emperyalist savaşa bu biçimde yaklaşmaları, savaş karşıtı propagandaları, ardından da devrimci iç savaşı geliştirebilmeleri, insanlık için adeta yeni bir çağın, sosyalizm çağının açılmasını getirmiştir. Bolşevikler, Çarlık Rusyası’nın devrimden kurtulmak için kendini savaşın kollarına atmasını, öteki ikinci Enternasyonal partilerden farklı o larak devrimci savaşın geliştirebileceği bir olanağa dönüştürebilmıştir. II. Enternasyonal partileri, başta da Alman Sosyal Demokrat Partisi, nicel güç ve deneyim olarak, Bolşeviklerden o ldukça gelişkin bir partiyken savaş karşısında devrimci bir tutum takmamadığı için, savaşın kızgın
ortamında adeta erimiştir. Savaşın sonlannda Spartakistler Almanya'da bir ayaklanma gerçekleşirse de bu ayaklanma başarıya ulaşamamıştır. Bu başansızlıkta, A lman sosyalistlerinin başlangıçta, Alman emekçi halkının savaş mezbahasına sürülmesine neden olan sosyal-şöven tutumlarının rolü büyüktür “Savaş onu icat eden ve yaptıranlardan pek az fedakârlık ve kurban ister. Daha doğrusu savaş onu yaptıranların fe dakârlığını ve kurban gitmelerini önlemek için yapılır. Savaş yaptıranlar, olsa olsa daha kârlı bul- duklan bir işe sermaye yatırdıkları gibi, zafere kadar savaş masraflarını, savaş rizikolannı göze alırlar. Her zaman ve her yerde savaşa sebep olanlar, savaşı kazançlı buldukları için savaş isteyen sınıflardır”
“Mesela modern savaşlar cihan pazarlarını ve servet kaynaklarım çeşitli kapitalist ülkeler arasında yeniden paylaşmak için yapılır. Bununla birlikte, savaş, sırasında fedakârlığı yapanlar aslında kapitalistler değildirler. Tam tersine, kapitalistler savaşın getirdiği kıtlık yüzünden stok mallarını bol bol sürümlerler. Büyük kitlelere ve herkes can kaygusuna düştüğü için, müthiş yükselen hayat pahalılığı önünde boyun eğer. Kapitalistler o sayede eskisine nazaran beş on misli fazla kâr toplarlar. Ayrıca hatır gönül, rüşvet iltimasla kendilerini ve oğullarını kayırtırlar, savaş ateşine atılmaktan tatlı canlarını kurtarmanın yolunu bulurlar. Savaşta en muazzam fedakârlıklar cepheye sürüklenen alt tabaka halka düşer. Onlar dövüşürler, onlar ölürler, sakatlanırlar. G eride çoluk çocuklarını, varlarını yoklarını tarla- lannı dükkânlannı yok pahasına üst sınıflara kaptırırlar. Alt sınıflar yoksulluğa boğulur. Üst sınıflar birden bire meşhur H A R P ZENGİNİ kesilirler.” (ay. s. 15)
Savaş ile kitleler arasındaki ilişki bu kadar netken, sosyalistler nasıl oluyor da bu denli büyük tarihsel hatalar işleyebiliyorlar? Hbette bu hata veya proletaryaya ihanetin derin tarihsel, sosyo ekonomik nedenleri vardır. En baştan da sömürge çapullarından sağlanan muazzam kârlardan, pay ayrılarak işçi sınıfı içinde ayrıcalıklı bir zümre, işçi aristokrasisinin yaratılması ve bu zümrenin sosyalist geçinerek proletarya hareketinin önderliğini ele geçirmesi, proletarya davasına karşı işlenen bu tarihsel ihanetin temelini oluşturmaktadır.
Tarihte, egem en sınıfların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinden dolayı çıkardıktan tüm haksız savaşların diğer bir yüzü de içteki krizi dışa aktarmaktır. Böyle olmakla birlikte, savaşa karşı takınılacak devrimci bir tutum, savaşın Bolşevik Devrim örneğinde görüldüğü gibi, devrimin obe- jektif koşulu olarak işlemesini de mümkün kılıyor. Kapitalizm öncesi ve sonrası egem en sınıfların çıkardığı tüm haksız savaşlarda kitle alt bilincinde, kendiliğinden, savaşa neden olan yö neticilere ve egemen sınıflara karşı muazzam nef-
Hiç şüphesiz ki savaşlar tarihi içinde, sonuçlan bakımından insanlık acısından en yıkıcı o lanı II. Dünya Savaşı’dır. I. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan ve çok kısa süren barış ve refah döneminden sonra emperyalizm 1930’lu yılların başından itibaren büyük bir krize girdi. Bu yıllarda, Sovyetlerde, Sosyalizm eski rejim kalıntılarına son bir darbe de indirerek gelişip, sağlamlaşırken, kapitalist emperyalist dünyada işletmeler kapanıyor, iflaslar birbirini kovalıyor ve işsizlik-yoksulluk görülmemiş boyutlara varıyordu. Emperyalist dünya bu krizden ve gelişen sosyalizmden kurtulabilmenin tek yolunu yeni bir dünya savaşı çıkarmakta görüyordu. Ve bu savaş çılgınlığına insanlığı sürükleyebilecek Alman Finans-Kapitali, öz ideolojisi nazizmi ve önderi Hitler’i bulunmakta gecikmedi. Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış olması ve I. Dünya Savaşından Alman emperyalizminin istediğini elde edem em iş olması, onu, öteki emperyalist ülkelerle ve sosyalizmle bir hesaplaşma içine girmeye zorluyordu.
“1939 İkinci Cihan Harbinde İngilizler Alman faşizmini, Almanlar iki yüzlü demokrasilerin dünyayı sömüren plütokratlarını yeryüzünden kaldırmak için dövüştüklerine yemin ettiler. Gerçekte işler bambaşka idi. Alman faşizmini altan alta besleyip büyüten finans kapitali; Amerikan kel- log planları Almanya’da yetiştirdi. Alman faşizmini ilk defa silahlandıran İngiliz kapitalizmi ve siyaseti oldu. Faşizm yeryüzüne Alman Plütok- rasisinin en berbat tekelci soygununu yaymak ve dünyayı zaptedip insanlığı binyıl Nazi kölesi haline getirmek planıyla saldırıya geçti. Esas dava I. Cihan Savaşı’yla paylaşılmamış kozları II. C ihan Savaşı ile yeniden paylaşmaktı.” (ay. s. 13)
II. Dünya Savaşı başlangıçta güya demokrat geçinen İngiltere, Amerika gibi emperyalist devletlerle, faşist Almanya arasında patlamıştır. Ama savaşın süresi uzadıkça esas hedefin sosyalizm olduğu d* ortaya çıkmıştır. Hitler faşizmi, başta, Fransız finans kapitaliyle açık öteki em peryalist ülkelerle ise dolaylı ve gizli pek çok anlaşmayla esas savaş gücünü Sovyetler Birliği üzerine sevketmiştir. Bu yüzden savaşın nihai sonucu Sovyetler’deki cephede alınmıştır. Sovyet halkının tarihte eşi görülmemiş boyuttaki kahramanlık ve direnişi, savaş başlangıcında işlenen hataları telafi edebilmiş ve zaferi sosyalizm kazanmıştır. Bu dönem de sosyalizm içinde Troç- kizm 1. Dünya Savaşı’nda II. Enternasyonal oportünistlerinin oynadığı role benzer bir rolü tersten oynamak istemişse de bundan başarılı olamamıştır. Günümüzde Sovyetlerde o dönem yaşananlarla ilgili yoğun bir tartışma sürdürülüyor. Hiç şüphesiz Lenin’inde belirtiği gibi Stalin’in “kaba ve hoyrat kimi uygulamalarının” bu d ö nemde de yaşanmış olması mümkündür. Ne var ki Stalin’in, işlenen hataların boyutu ne olursa olsun, sosyalist anavatanın savunulması, savaşı
Nitekim 1. Dünya Savaşı, savaşa katılan tüm ülkelerin em ekçi halklarının
bilincinde böylesl tarihsel kopuşmalara zemin hazırlamıştır. K itleler bu savaşların, haksız b ir savaş olduğunu sezebilm işler ve sonuçlarının kendileri acısından ne
büyük yıkımlar getirdiğini görmüşlerdir.
ret ve tepkiler birikir. Egemen sınıfların çıkartığı bu savaşlar, hatta denebilir ki, savaşın nedenleri iyi aydınlatılabilir, emekçi kitlelerin bilinç altı tepkilerini bilince çıkartmaları sağlanabilirse, emekçi kitlelere egemen sınıflann devleti arasında tarihsel kopuşmalar yaratılabilir. Nitekim 1. Dünya Savaşı, savaşa katılan tüm ülkelerin emekçi halklarının bilincinde böylesi tarihsel kopuşmalara zemin hazırlamıştır. Kitleler bu savaşların, haksız bir savaş olduğunu sezebilmişler ve sonuçlarının kendileri acısından ne büyük yıkımlar getirdiğini görmüşlerdir.
zafere ulaştırmak için gösterdiği kararlılık ve sağlamlığın zaferin kazanılmasında payı büyüktür. Bu anlamda Sosyalizmle, faşizm arasında bocalayan hatta İspanya iç savaşında, Halk Cephesi hükümetinin önde gelen önderlerini uçak saldırıları sırasındaki karartmalardan faydalanarak öldüren Troçkistlerle, Stalinizmin tarihin o kesitinde oynadıkları rolü mukayese bile etmek mümkün değildir.
Sovyetler, Batı cephesinde Faşist Hitler ordularını bozguna uğrattıktan sonra Doğu C ephesinde Japon militarizmine ağır darbeler indire-
"YENİ CO ZUM "U DÜRÜST DAVRANMAYA DAVET EDİYORUZ
Basın özgürlüğü sorunu, son ayların en önemli sorunu haline geldi. Bir çok bakımdan özgürlüklerin kısıtlandığı, insan haklarına saygı duyulmayan işkencenin bir uygulama haline getirildiği bir ortamda doğru bir mücadele rotasını belirlemek son derece önem arzediyor.
Basının önemli bir görevinin genel özgürlükler ve insan hakları meselesine doğru bir yaklaşım getirmek ve toplumu bu konuda aydınlatmak olduğu açık bir durumdur. Ancak basının bu görevini yerine getirmesi için, herşey- den önce özgürlüğünü kazanma mücadelesi vermesi gerektiği de bir o kadar açık. Tabii ki, basının sadece kendisine yönelik uygulamalarla, kendisini sınırlaması gerektiği ve genel özgürlükler sorununa da ciddi olarak yaklaşması gerektiği önemli bir husustur.
Bu durumda, genel özgürlükler ve basın özgürlüğü için verilen mücadeleyi biribirinden ayırmak mümkün değildir. Zaten birisini tek başına sağlamak da olanaklı değildir. Bu her iki husus etle tırnak gibi birbirine sıkısıkıya bağlı olan hususlardır.
Bu açıdan biz sürekli olarak özgürlük ve insan haklarını, onurlu yaşamı koruma mücadelesinden yana olduk. Elimizden geldiği kadar da bunun savaşımını verdik, bundan sonra da ve receğiz. Kısa da olsa pratik yaşamımız bu konuda bir kanıttır.
Son aylar içerisinde yoğunlaşan “Sosyalist Basın Susturulamaz” kampanyası çerçevesindeki gelişmeleri değerlendiren Yeni Çözüm dergisi, eskiden çok bildiğimiz ve hiçbir zaman tasvip etmediğimiz yaklaşımları yeniden canlandırma hastalığına tutulmaya başlamıştır. Aslında, bu sorun sadece Yeni Çözümle ait de olmayıp, genelde bir çok dergiyi de içine alan hastalık boyutuna ulaştı.
Bugünkü mevcut koşullar içerisinde kendisini sosyalist olarak adlandıran bir çok dergi yayın hayatında bulunuyor. Ve bütün bu dergilerinde kendilerine ait şu veya bu görüşleri var. Kendisince doğru bulduğu konularda yazıyor ve bu konuda bir uğraş veriyorlar. Buraya kadar kimsenin kimseye d iyeceği bir şey yok. Ancak, iş burada kalmayıp, daha farklı boyutlara dönüştüğünde, ortalığı bulandırmak isteyenler
çıktığında bunlara karşı sessiz kalınmayacağını da herkes biliyor. Bizce dürüstlük her şeyden önemlidir. Bunu herkesten bekleyen bir tutumun sahibi de değiliz. Am a en azından dürüst davranmalannı beklediğimiz, umduğumuz bazılarından, bu konuda gerçekleri hiçbir kariyerist tutuma girmeden yazmalannı isteme hakkını da kendimizde görüyoruz. Bu husus sosyalist basının dayanışmasını geliştirmek ve birliğini daha da ileri götürmek için önem arzediyor.
Eğer bugün bizler ayrı dergiler olarak varlığımızı sürdürüyorsak, mevcut dergilerden farklı düşündüğümüz yönlerin olmasındandır. Biz inandığımız ve kanıtlanmış olan gerçekleri topluma maletmek için uğraş veriyoruz. Bunun da en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de her türlü faydacı yaklaşımdan arınmış, halkın çıkarlarını temel alan ve doğruları savunan bir yapıda hareket ediyoruz. Bunun için de basit ve solun ezeli hastalığı olan “horoz dövüşü” misali karşılıklı olarak birbirini gagalamalardan ısrarla uzak durduk ve bundan sonra da uzak duracağız.
İşte Yeni Çözüm ’ün yapmak istediği de bizi bu noktaya çekmektir. Bir hareketi, eylemi doğru bulmamız için İllâki bizim içinde oİmamız gerekir, diye bir sakat mantığımız yoktur. Biz yapılanların tarihselliğine ve güncelde halkımızın çıkarına uyup uymadığına bakar ve öyle yargıda bulunuruz. D oğru tutumun kendisi de budur. Marksizm Leninizm’de bunu böyle öngörür. Ve bu, bilimsel olarak da kanıtlanmış bir doğrudur.
İşte, solun ezeli yarası bir kez daha burada kanamaya başlıyor. Kendisini pir-i pak, diğer herkesi ise o meşhur sıfatları ile söylersek “oportinist, revizyonist” görüyor. Belki bu yakıştır- malan en başta kendileri için doğrudur. Çünkü olguların özüne inmemek, g ö rüntülerle uğraşmakla, oportünizmin daniskasını uyguladıklarını düşünmüş olmaları gerekir.
Yen i Ç özüm , “Sosyalist basın susturulamaz” kampanyası ile ilgili olarak bir özel sayı çıkarmış ve bu sayıda Toplumsal Diriliş ve Çağdaş YoFu eleştiri konusu yapmış. Bizim tavrımızın doğruluğu bilindiğinden bu konuda
fazlaca bir şey söylemeyeceğiz. Y ine de arzu ederdik ki özel sayı tüm sosyalist basın üzerindeki uygulamalara değinmiş olsaydı.
Dikkat çekmek istediğimiz bir husus var ki, bu çok önemlidir. Özel sayının büyük bölümü, Yeni Çözüm’ü aklamaya, diğer dergileri karalamaya ayrılmış. Aynı şeyleri Emeğin Bayrağı ve Yeni Demokrasi dergileri de yaptı. Hepsi de kendilerini aklıyor, diğerlerini karalıyor, eylem sürecince aralannda geçen olayları sıralıyorlar. Eleştiriler hep “Biz şunu yaptık, onlar şunu yaptı” mantığı üzerine kurulmuş ve çok bildiğimiz solun didişmeci, kariyerist, faydacı dili tam anlamıyla sayfalara yerleşmiş durumda. Bu tür eleştiriler 12 Eylül ön cesinde de çok yapıldı ve sol bundan zarar gördü. Devrimci mücadelenin ideolojik, politik bakımdan çok önemli sorunları dururken, bu tür basitliklerle uğraşmak, ancak sahiplerine zarar ve rir. Hele ısrar edip bu konuyu aşmak istememe kabul edilmez.
Biz böylesi tehlikeli bir gidişi sezinlediğimiz için, bu horoz dövüşü misali birbirini gagalamalara son verilmesini ve gerçek anlamda dürüst bir tutumun takınılmasını istiyoruz. Bu tür yöntem ler, eski yaraları depreştirecek ve bu kez kangrene çevirecektir. Am a, eleştirilerin yapılmasına ve bu eleştirilerin gerçek olmasına karşı değiliz. Eleştiriler yürütülen çabalara güç verir nitelikte olmalı.
Bugün sosyalist basının önünde bu tür basit kavgalardan daha önemli sorunlar mevcuttur. Eğer yazılacaksa bu konuda yazılmalıdır. Eleştirilerin muhtevası ise kariyerist, dar örgüt çıkarlannı aşmayan bir muhtevadan çok ideolojik, politik yönlerde olmalıdır. Ancak bu temelde, devrimci basın görevini gerçekleştirir.
Biz, bu tür olumsuz ortama girm eyeceğim iz gibi, elimizden geldiği kadar dürüst davrananları da buradan çekm eye çalışacağız. Bunun için tüm sosyalist basını basitliklerden uzaklaşmaya, esas görevlere sahip çıkmaya ça- ğmyoruz.
ÇAĞDAŞ YOL TOPLUMSAL DİRİLİŞ
36
ı m ■ \ - ■ i m i m i i t t i v s i ı ı ı j u i . u ı r OOY III IO İT -
SAPTAMALARINKÖKTENDEĞİŞTİRİLMESİGEREKİYOR
Dilerseniz önce kitabınızın ana öğelerini, bu konuda yakaladığınız ana noktaları irdeleyelim.
M. S. — Benim çalışmam aşağı yukarı 4-5 yıllık bir araştırmanın ürünü. Bu tür çalışmalarda yazarın veya araştırmacının en önemli sorunu veri toplamak. Özellikle holdinglere ilişkin verileri derleyebilmek kolay değil. Yani bu konuda, yazılı kaynak kuruluşlarına açık bir durum söz konusu değil. Bütün veriler ağırlıklı olarak holdinglerin kendi kaynaklanndan, kendi kaynak raporlarından, birtakım görüşmelerden sağlandı. Dolayısıyla, bu verilerin üzerine inşa edildi. Şimdi o kitap iki ana bölümden oluşuyor. Birincisi Türkiye’de büyük sermaye gruplarının ortaya çıkışları ve bir anlamda Türkiye’de sermaye birikimi sürecinin kısa bir tarihçesi bunlar. Türkiye’de sermaye, özel sermaye birikimi nasıl oluşuyor, ondan sonra bunların bugün vardıkları boyutlar nelerdir, bunlann oluşumunda devletin rolü ne oldu, devlet sermaye birikimi sürecine ne tür katkılar, teşviklerde bulundu bunun yanı sıra, bu kuruluşların bugünkü Türkiye ekonomisi içerisindeki yerlerinin boyutları, tek ve sektörel düzeydeki hakimiyetleri, artı son yıllarda görülen dışa açılma, dış bağlantılar kurma süreci gibi bölümler var.
Ayrıca kitapta Türkiye’deki sermaye gruplarının dış bağlantıları ve yabancı sermaye ile olan ilişkileri ele almıyor. Bu şekilde bir anatomik çalışma kitabın birinci bölümü. İkinci bölümde tek tek Türkiye ekonomisindeki hakim gruplann anatomisini ortaya koymak, bunların tek tek oluşumlar kendi birikim süreçleri ele almıyor. Bir
birlerinden farklılıktan mümkün olduğu kadarıyla ortaya konulmaya çalışılıyor. Böyle bir; ikinci bölümde tek tek gruplar üzerinde anatomik çalışmayı içeriyor.
Ç. Y. — Yani Koç’un, Sabancı’nın yaşam hikâyeleri biçiminde.
M. S. — Evet yani burada özellikle bu tür gruplann analitik incelemesinin şöyle bir yararı var: Yani Türkiye’de sınıf mücadelesi sadece emek ile sermaye arasında olmuyor. Sermaye arasında da ciddi çatışmalar oluyor. Bunlar neyin kavgasını yapıyorlar? Ve nelerle uğraşıyorlar, nerelerde aynşıyor- lar, aynşma gerekçeleri neler? Bu konulara ışık tutabilmek amacıyla bunların anatomik çalışmalarını vermek gerekiyor. Her grup hangi sektörde, nerelerde çıkarlan çatışıyor, ne tür örgütleniyorlar, ondan sonra buradaki iktidar kavgası nasıl oluyor? Bu da kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor.
Ç. Y. — Evet, şimdi ben burada İstanbul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Atilla Bağ- rıaçık’m Türkiye pazar hakimiyeti’ adlı bir çalışmasından bahsetmek istiyorum. Türkiye’de tekellerin, monopollerin, bazı piyasada oligopollerin egemen olduğu, bu çalışmada ortaya konuyor. Öyle ki birçok üründe bir firma yüzde 100’Iük kapasiteyle tek söz sahibi durumunda. Bu çalışma sizin çalışmanızla bir ölçüde bütünleşiyor. Şimdi burada siz Koç, Sabancı ve Çukurova Grubunu analiz ederken şöyle bir vurgu var: Özellikle 1930’lu yıllarda sermaye birikimin gelişme stili, gelişme tarzında müteahhitlik gibi, bankacılık gibi ticaret gibi; esas anlamda finans, üretken olmayan alanlarda öne çıktığını bu alanlarda birikimin elde edildiğini getiriyorsunuz. Hatta orada ‘Çok tatlı kârlı alanlar vardı, o alanlara kayıldı’ demişsiniz. Şimdi burada biz özellikle şu tespite gidebilir miyiz? Türkiye! de özellikle Kurtuluş Savaşı’nda sınıfların kendi iç kesimlerini incelediğimizde burada vurguncu ve asalak karakterde bir sermaye yapılanması olduğunu ve bunun da esasen Türkiye’nin taa bugününe kadar damgasını vuran bir süreç yarattığını söyleyebilir miyiz?
M. S. — Şimdi tabii, olay biraz o dönemdeki sermayenin yapabilirliği ve gücüyle ilgili bir hadise. Şimdi o dönemlerde, bugünün Koç’u, Sabancı’sı, Çukurova’sı genellikle oluşum safhasındadır ve yapabildikleri daha çok devletin açmış olduğu sahalarda boy göstermek. Yani, işte savaştan çıkmış bir Türkiye’yi, yeni kurulan bir başkent, ondan sonra burada geçerli olan birtakım iş alanları var. Müteahhitlik gibi. Müteahhitlik başlangıçta fcızla sermaye istemeyen sadece biraz organizasyon gerektiriyor. Bu alanlan yaratıyorlar ve buradan ilk birikimlerini sağlıyorlar. Bir kısmı; Çukurova’da olduğu gibi Cumhuriyet öncesi dönemde fa
aliyet gösteren azınlıklann elindeki birtakım işletmeleri devralıyorlar. Yine, bu devlet himayesiyle oluyor. Buradan da birikime başlıyorlar. Bir kısmı buradan ticaretle iştigal ediyorlar. Yani Sabancı Grubunda olduğu gibi kamu ticaretiyle uğraşmayan, müteahhitliğe devam eden yavaş yavaş sanayiciliğe kayan bir alan. Dolayısıyla başlangıçta genellikle sermaye gerektirmeyen alanları doğallıkla tercih ediyorlar. Zaten yapabilecekleri onlar.
Ç- Y. — Bir de daha çok kârlı alanlar bu alanlar olduğu için...
M. S. — Kârlılık açısını. Bence bir kârlılık tercihi değli, yapabilirlik açısı. Çünkü her dönemde sanıyorum sanayiin kârlılık oranı daha yüksek olmuştur, yani o dönemde tabii yani sanayi yatırım yapılabilecek, yapabilecek durumları olsa herhalde bu kârları sağlarlardı. Ama biraz da kârlılıktan ziyade yapabilirlikleriyle ilgili bir hadise...
Ç. Y. — Yine burada bir parantez açarsak. 30‘lardan sonra gümrüklerin yükseltilmesiyle, dünya koşullarının baskısından biraz daha kurtulabilmek, söz konusu. Bununla sanayi yatırımlarının 30’lardan sonra hızla büyümesine tanık oluyoruz.
M. S. — Yalnız 30’larla 50’ler arasında bunlar hâlâ sanayiye girmiyorlar. Onu görmek lazım. O dönemde iç piyasanın sağladığı olanak mümkün olduğu kadar devlet tarafından kullanılıyor. Yani 1930-50’lerde bugünün gruplannın dişe dokunur, hatta sanayi girişimleri yok. Ö dönemde henüz sanayiye girmiyorlar bir kere sanayi o anlamda cazip değil, onların birikimleri de sanayiye girmeye müsait değil. Tersine, o dönemde birikim devlette olduğu için, devletin buna gücü yettiği için Sümerbank Etibank aracılığıyla devlet sanayiye soyunuyor. Aslında büyük teşvikler veriyor bunlann sanayiye girmeleri için. Ama elde birikim yok bir kere. Artı ülkenin altyapısı, diğer fin ansal organizasyonu falan bunların sanayiye girmelerine elverişli değil. Dolayısıyla daha marjinal sektörleri tercih ediyorlar. Müteahhitliği olsun, tüccarlığı olsun; ithalatçılığı vs... olsun, bunları tercih edip birikimlerini buradan sağlamaya başlıyorlar. Bu ne zaman dönüşüyordu? 1950’lerde...
Ç. Y. — Evet, orada 1930’lardan itibaren başlayan sermaye birikimin bir sıçraması var.
M. S. — Evet artık, 1950’lerde tabii Türkiye kendi konumu, itibariyle uluslararası konumu itibariyle bir değişim geçiriyor. Artı uluslararası sermayenin kendi içinde bir değişimi var. II. Dünya Savaşı sonrası gelişen sanayileşme politikalan, uluslararası iş po- litikalan. Bu, Türkiye gibi ülkelerde özel kesimin yönelebileceği bir sanayiin teşvikini gündeme getiriyor. Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşların özellikle Türkiye’de o güne
kadar tüccar mahiyetinde olan kesimleri sanayileştirme gibi girişimleri söz konusu. Bu noktadan itibaren işte Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın kurulması ve bu bankanın Türkiye’de o döneme kadar tüccarlık yapmış ve bir sermaye birikimine ulaşmış kesimlerin sanayiyi yapma, onlann ekonomi içimdeki alanlannı genişletme ve tabii mümkün olduğu kadanyla yabancı sermaye ile işbirliği yapmayı geliştirir. Yoksa, sanayiye geçiş esas olarak 50’ler sonrası denilebilir.
Ç. Y. — Peki, 1930 ile 50 arası sermaye birikimini biz Türkiye’nin esas kapitalist gelişim çizgisinde, iç dinamiklerin burada belirleyici bir anlamında ele alınabileceğini söylüyoruz. Yani o dönemdeki sermaye birikiminin belli bir sonucundadır ki ileride sanayiye sıçrama yapılabilmiştir. Aynca bu dönemlerde özel sektörün de dahil olduğu pek çok yeni işletme kuruluyor. İstatistikler bunu gösteriyor.
M. S. — Elbette, yeni muhakkak 1930’larla 1950’li yıllara kadar bir sermaye birikimi süreci var. Buna yalnız devlet kapitalizmi öncülük ediyor bu dönemde.
Ç. Y. — Onun koltuk değneği altında.M. S. — Evet, lokomotifliğini devlet sek
törünün yaptığı bir kapitalist sermaye birikimi süreci, kapitalistleşme süreci var. Bu süreç sonrası 1950’li yıllardan sonra sanayiye geçen özel sektörün, bugünkü holdinglerin de bu kapitalistleşme süreci içinde belli bir birikime ulaştıklannı söylemek mümkün.
Ç. Y. — İlk birikim 1930-50’li yıllardan sonra ve 50’lerde. Akbank kuruluyor, Yapı ve Kredi Bankası kuruluyor. Bunlar hep bu sermaye birikimin aktığı kanallar.
M. S. — Tabii, belli bir noktaya ulaştıktan sonra bir sıçrama teşkil ediliyor, bankalar kuruluyor, sanayiye yavaş yavaş geçişler başlıyor.
Ç. Y. — O döneme ilişkin bir vurgu daha yapabilir miyiz? Şimdi bugünden gördüğümüz kadanyla, bir anahtar olarak düşünsek bile bugünü sanayi ile bankalar arasında o dönem klasik olarak ne sanayi ne de bankalar fonksiyonlannı yerine getiriyorlar. Örneğin İş Bankası’nın 24’den itibaren giderek sanayii finanse eder duruma gelmesi ve direkt onunla organik ilişkiye geçmesi olayı var. Bu ki, sizin dediğiniz gibi kapitalist anonim bir yapı. Örneğin son dönemde belirlenen rakamlar İş Bankası’nm sanayi kuruluşlanna ortaklık anlamında yaklaşık 210 milyar lirayla Türk bankacılık sistemi içinde birinci sırada yer aldığını gösteriyor. Burada Etibank, Sümerbank’m yanı sıra, Akbank, Yapı ve Kredi Bankası, Pa- mukbank gibi bankalann da sivrilerek sanayi kuruluşlanyla ortak olmaya başladık- lannı ve sadece bu bankalann tüm bankacılık sisteminin sanayi kuruluşlanna ortaklıkta yüzde 80lere varan bir pay aldıklannı görüyoruz. Buradan, sanayi ile bankacılık arasındaki organik ilişkinin temelinin yine 1930’lu dönemlerde atıldığını söyleyebilir miyiz? Tabii, orad^ bilerek bir teşvik var. Özellikle Batılı ülkelerdeki gelişinşfçok iyi bilindiği için organik ilişki o dönemler müdahale sonucunda da direkt kurulabiliyor.
M. S. — Tabii orada Iş Bankası, enteresan bir kuruluş. İş Bankası’nı oluştururken sadece amaçları, bankacılık yapması değil, aynı zamanda toplanan mevduatla sanayiye yönelmesidir, hatta İş Bankası’na çeşitli imtiyazlar, tekeller de verildi. Bir şişe cam sektöründe tamamen bu kuruluşun yatırım yapılmasına izin verildi. Zaman zaman kömür işletmelerinin devredilmesi, şeker sanayinin kurulması. İş Bankası’na doğrudan bir teşvik veriliyor, amaç orada hem bankacılık yapmak ama daha çok da topladığı mevduatla bir sanayileşme gerçekleş
tirmesi. orada bilinçli bir tercih var. 1950’lerden sonra kurulan bankalardan da aslında bunun yolu hiçbir zaman tıkanmıyor. Yani onda da bankalann çeşitli biçimlerde sanayiyle işbirliği yapmalan söz konusu. 1950lerden sonra Akbank olsun, Pa- mukbank olsun sanayiyle kontaklan, yahut bankaların sanayi alanına girmelerine herhangi bir engel konulmuyor. Yani bu biraz teşvik de etmiyor belki, ama açık bırakıyor. Burada asolan sermaye birikimi olayı. Yani burada herhangi, bir sakınca da görülmüyor. Daha sonra, 1970’lerden sonra banka ile sanayinin çok iç içe geçmesi belli şikâyetlere neden oluyor. Çünkü neden? Bankalar genelde topladıktan mevduatı kendi şirketlerine kullandınnca, diğer ban- kasız gruplar bundan rahatsız olmaya başlıyorlar. Bu tabii belli sorunlar yaratıyor.
Ç. Y. — Özellikle Murtaza Çelikel gibileri.
M. S. — Evet, ama getirilen bazı uygulamaları kolaylıkla aşabiliyorlar, çeşitli mekanizmalar bularak, yani hâlâ topladıkları kaynaklann önemli bir kısmını kendi iştiraklerine, yavru kuruluşlarına kullandırmak imkânını bulmaktalar. Şimdi bu dünyada da aslında böyle. Bunun önünde de herhangi bir kısıtlama düşünülmüyor. Dünyada da sermaye birikimin gelişimine bu birikimin hızlanması için genellikle bu olmuş bir doğal gelişim içinde. Daha sonra belli sınırlamalar getirilmiş ama bu sınırlamala- nn da çok şey olduklannı sanmıyorum. Yani sanayi sermayesiyle mali sermayenin kaynaşmışlığı dünya çapında da söz konusu...
Ç. Y. — Sizin yönetiminizdeki dergiyi izliyoruz. Kitabınızda da var. Günümüze geldiğimizde bir Sabancı’nın bir Koç’un ve diğerlerinin yurtdışında bile yatmmlara yöneldiğini görüyoruz. En son çok önemli bir girişimle Çukurova Grubu Avrupa’nın en büyük boru fabrikasını alma girişiminde bulundu. Burada, birçok uluslararası kuruluş- lan ekarte ederek tam fabrikayı alacaktı ki sendikal konulardaki yaklaşımı nedeniyle diye belirtiliyor, fabrikaya sahip olamadı. Bunu satın aldı diye sayabiliriz yine de. Derginizin geçen sayısında 1976-1987 yılları arasında yaklaşık 15 milyar dolar (24 trilyon liralık) bir sermaye kaçışı olduğunu sergiliyorsunuz. Başka örnekler de var. Türkiye örneğin Afrika ülkelerine borç para verirken, bunlara Türk müteahhitlerine ihale verme şartı getiriyor, bunu baskı unsuru olarak kullanıyor. Ya da örneğin Irak’a 3,8 milyar dolarlık kredili ihracat yapıyor, kredi açıyor. Bir başka örnek de Brezilya’dan verilebilir. Geçenlerde 120 milyar dolarlık borcunun 60 milyar dolannı erteletirken, Angola’nın kendisine olan 70 milyon dolarlık borcunu erteledi, üstelik 400 milyon dolarlık bir baraj ihalesi için kredi açtı. Burada şöyle bir oluşum mu var. Bizim gibi ülkeler Türkiye, Meksika, Arjantin, Brezilya gibi ülkeler artık dünyada bir homojenliğin özellikle üçüncü dünya ülkelerinde olmadığını gösteriyor. Gelişmiş kapitalist ülkeler olarak adlandınlan ülkeler ile bizim gibi ülkeler arasında belli bir farklılığa karşın, bizimle Afrika’nın bir çok ülkesi ve hatta bir çok Asya ülkesiyle fark var, uçurum var. Bir kopuşma var. Bir de bir taraftar, bir sermaye ihracı var. Tabii burada bir de buzdağı var, Aysberg var. İyi belirtiyorsunuz ki istatistikleri iyi bilemiyoruz. Bu 15 milyar dolar da büyük olasılıkla çeşitli spekülatif alanlara, ya da sabit sermaye yatmmlanna, örneğin hisse senedi alımlanna gidiyor. Burada acaba bu sermaye ihracı olayı özellikle diğer ülkeler için de geçerli olduğunu g ö rüyoruz; bizim gibi ülkelerin sermaye ihracının bir biçimi midir?
M. S. — Tabii, bunun resim adı serma
ye ihracıdır. Resmi kayıtlarda da sermaye ihracı olarak geçiyor. Bir kısmı hükümetten izin alarak adıyla sanıyla dışanda bir şirket kuruyorlar, bir kısmı para kaçırarak dışarıda şirket kuruyorlar. Yani adına sermaye ihracı denilebilir ama, buradan nereye varıldığı önemli, yani şimdi sermaye ihracı kavramını nereye oturttuğumuza bağlı. Burada sermaye ihracı yapan bir ülke midir Türkiye? Evet, peki boyutu nedir? Boyutu gelişmiş kapitalist bir ülkenin boyutuyla kıyaslanabilecek dikkate değer bir sermaye ihracımıdır? Hayır.
Ç. Y. — Burada şöyle bir parantez açabilir miyiz. Şimdi özellikle Lenin’in emperyalizmi tahlilinde vurguladığı bir nokta var. Şimdi, bir kapitalizmin dünya çapında dengesiz bir gelişimi söz konusudur, eşitsiz gelişimi sektörler arasında da, bölgeler arasında da. Bir de şöyle bir olgu var. Lenirh in bir vurgusu var belirtmek istiyorum “Mali oligarşiler mevcut sermayeleri ve güçleri oranında dünyayı sömürürler”. Yani üstü-
1930-50’lerde lokom otifliğini devlet sektörünün yaptığı b ir kapitalist sermaye,
birikim i, kapitalistleşme süreci var: Bu süreç sonrası 19501i yıllardan sonra sanayiye geçen
özel sektörün, bugünkü holdinglerin de bu kapitalistleşme süreci içinde belli b ir
birikim e ulaştıklarını söylemek mümkün.
ne yine basıyorum: Mevcut sermayeleri ve güçlerin oranında. Yani burada dünya çapında bir paylaşım söz konusu. Ve Lenin1 in emperyalizmi tahlilinde ele aldığı dört temel kriter var. Biri tekellerdir, ki emperyalizmin maddi zeminidir. İkincisi sermayenin ihracı, üçüncüsü uluslararası kapitalist birliklerin kurulması ve dördüncüsü dünyanın paylaşılması. Şimdi buradan hareket ettiğimizde öncelikle Türkiye’de tekellerin maddi olgu olduğunu, hatta şimdilerde değil çok önceleri olduğu ortaya çıkıyor. Bir de burada sermaye ihracı var çeşitli yollarla... Dediğiniz gibi bu belki ABD, Fransa ile karşılaştırdığınızda bu küçük kalabilir. Sizin kitabınızın adı Kırk Haramiler. Bizim Kırk Haramilerimizle ABD ’nin, İngiltere’nin Kırk Haramileri arasında bir karşılaştırma yapmak yanlış bir karşılaştırma, bir analoji- yanlış bir benzerlik kurmak olmuyor mu?
M. S. — Elbette yanlış. Elbette yanlış. Zaten Lenin’in sözünü ettiğiniz alıntısı ve diğer şeyleri bütün gelişmiş kapitalist ülkelerin yapısı incelenerek türetilmiş kavramlar ve bunlar üzerinde, emperyalizmi anlatıyor. Yani aynı kategoriye Türkiye’ye sokmak mümkün değil, benim görüşüme göre. Türkiye’de tekeller var, Fransa’da var, Türkiye’de sermaye ihracı var, Fransa’da da var. Buradan çıkarak Türkiye emperyalistleşti demek bence yanlış.
Ç. Y. — Bu soruyu şöyle açabilir miyiz? Banka-sanayi sermayesinin direkt, organik ilişkisinden bahsettik. Bunun, siz bizzat teşvik edildiğini söylediniz 24’lerde, yine 50’lerde aynı sürece geçildi. Burada yine hatırı sayılır, kendi çapında, hani Türkçe- de bir deyim var “Eti neyse budu o” örneği bir sermaye ihracı var. Belki dediğiniz gibi Ingiltere’nin, ABD ’nin yaptığı kadar değil. Yine sizin derginizde yer alan bir araştırmada, finans uzmanlanndan Tuncay Artun kendi deneyimlerine dayanarak —Ki kendisi banka genel müdürlüğü ve diğer bir 37
çok alanda çalışmıştır— bir iddiası var: Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin büyük bölümünün esasen Türk kökenli olduğunu belirtiyor. Burada bir sermaye kaçışı var ve dolaşımı var. Kaçış belki istikrarsızlıktan var, — doğal karakteri gereği— belki başka açılardan. Am a sonuçta sermaye en itici gücü olan kârlılık açısından kaçıyor, diğer ülkelerde kâr bulabilmek için kaçıyor. Yani yastık altına atılmıyor, değerlendiriliyor. Buradan baktığımızda, tabloyu tamamlamak amacıyla söylüyorum Türkiye1 de var olan olgular, Lenin’in emperyalizmde tahlil ettiği koşullarla bütünleşiyor, yani üst üste düşüyor. Bunu Lenin, finans- kapital olarak, mali-sermaye olarak adlan- dınyor, daha sonra onu mali oligarşi deyimiyle tamamlıyor, ekliyor. Acaba biz, bizde ve bizim gibi ülkelerde böyle bir saptamaya gidebilir miyiz? Biz gidebiliriz diyoruz. Finans-kapital artık elle tutulur bir olgu Türkiye’de. Nasıl ki artık tekeller yok demlemiyorsa, inkâr edilemiyorsa, banka-sanayi sermayesinin iç içe geçmişliği inkâr edilemiyorsa, o zaman bu da bir olgu değil midir?
M. S. — Olgu olarak doğru da, yalnız olgular birbirine benziyor diye ülkeleri aynı kategoriye sokmak bana doğru gelmiyor. Ama olay sadece nicel bir gelişmişlik sının değil. Lenin’in oradaki soyutlama düzeyleri başka bir amaca dönük, orada bir emperyalizm tahlili yapıyor, dolayısıyla birtakım politik sonuçlara da vanyor. Ama bütün ana malzemesi gelişmiş kapitalist ülkelerin o andaki konumları. Şimdi, benzer olgular Türkiye’de olgu düzeyinde var diye bir kıyaslama yapmak bana doğru gelmiyor. Çünkü yani bunlar zaten, Türkiye gibi ülkeler, elbetteki yerlerinde saymıyorlar, belli bir gelişme gösteriyorlar ama önemli olan gösterdikleri bu gelişme ile esas emperyalist ülkeler arasındaki açık ne kadar daralıyor mu, kapanıyor mu nicel ve nitel bir değişim geçiriyor mu, geçirmiyor mu? Şimdi, nitel bir değişim bana göre yok. Yani Lenin’in döneminde emperyalizm ilişkileri ne ölçüde geçerliydiyse, aradaki fark ve bağımlı ilişkisi ne ölçüde geçerliyse bugün için de geçerlidir.
İş Bankası’nı oluştururken sadece amaçları, bankacılık yapması değil, aynı zamanda
toplanan mevduatla sanayiye yönelmesidir; hatta İş Bankası’na çeşitli imtiyazlar tekeller
de verildi.
Ç. Y. — Onu biraz açar mısınız?M. S. — Elbette. Türkiye gibi ülkeler o
zaman hammadde kaynağı. Madenlerin ve tânm ürünlerinin satın alındığı, bunun karşılığında mamul mallann satıldığı ülkeler daha sonra değişim geçiriyor. Bu ülkeler bir sanayileşme gerçekleştiriyorlar. Uluslararası işbölümü değişim geçiriyor. Metropollerde başka sektörler ana dinamik oluyor, şu aşamada bilgisayar, daha önce demirçelikti. onlar için kârlı olmayan sanayiler Türkiye gibi ülkelere kaydınlıyor. Ama buradaki bağımlılık ilişkisi, aradaki az gelişmişlik açısı nitel bir değişiklik geçirmiyor. Esas olarak Türkiye gibi ülkeler bu ülkelerin hegemon-
38 yası altında, uluslararası işbölümünün na-ı
sil olacağına yine bu ülkeler karar veriyorlar hatta Türkiye gibi ülkelerde politik yapının ne olacağına yine belli ölçülerde bu ülkeler karar veriyorlar, bu ülkelerin yönlendirdikleri kuruluşlar karar veriyorlar. Bunları kaba olarak anlatıyorum. Her ülkenin kendine göre göreli bir bağımsızlığı var. Am a bunlara rağmen bağımlılık ilişkisi ana ölçüde değişmiyor. Şimdi Türkiye gibi ülkelerde sanayi sermayesiyle mali sermayenin kaynaşmış olması, isterseniz adına mali sermaye deyin, ama sonuçta nereye vardığınız önemli, olgular birbirine benziyor diye...
de bir bağımlılık içindeyiz. Yani diyaliktik anlamda zenginlik içinde anlamaya çalışmalıyız. 1940’lardan sonra dünya çapında kapitalistleşme anlamında bir yayılma var. 1 Buradan, bir çok ülkenin ‘kırk haramisinin’ doğduğunu görüyoruz. Bugün bir Saban - cı’ya baktığımızda Sabancı sadece sanayici değil, aynı zamanda bankacı, ihracatçı, İthalatçı ve Türkiye’nin en büyük kapitalist çiftliğinin sahibidir de. Yani on parmağın- I da on hüner. Yani bunlar, Lenin’in emperyalizm adlı çalışmasında bahsettiği yapılanmanın hemen hemen aynıdır ve aynı ka- ı nallardan beslenmektedir. Öyle ki bunla-
Kavramlar üstünde anlaşılmayabilinir de, birisi finans oligarşisi, diğeri bilmem ne... Ama olgular düzeyinde çok çatışan yanlar olduğunu görmüyorum. Bugün artık kimse
milli burjuvaziden bahsetmiyor... iBunlar komprador burjuvazi cinsindendir’ diyenler
de pek kalmadı.
Ç. Y. — Ama mali-sermaye, finans- kapital diyeceğiz.
M. S. — Söyleyin, ama bu olgulara bakarak bir emperyalizm kategorisi içine sokmak Türkiye’yi veyahut çok nitel bir değişime gittiğini söylemek doğru gelmiyor.
Ç. Y. — Türkiye’nin aslında siyasi anlamdaki bazı gelişmelerle de bu olayı bütünleştirdiğini söylüyoruz. Örneğin Doğu, Kıbrıs, Musul olayı. Burada ekonomik yapıdaki bir gelişmeyle birlikte siyasi anlamdaki yapılaşmanın iç içe geçmişliği söz konusu. Evet, soru şurada: Türkiye gibi ülkeler dünya pazarından ne ölçüde pay alabilirler ve dünya pazanndaki yönlendiricilikleri ne olabilir? Türkiye 1930’larda hammadde deposu olarak görülürken, şu anda gelinen nokta olarak demir-çelik, belki bir noktadan sonra otomobil, yıllardır tekstil, beyaz eşya vb. gibi sektörlerde yoğunlaşma ve bir bakıma söz sahibi olmaya başlamış. Bu aynı zamanda, diğer kapitalist ekonomilerdeki bu sektörlerin çökmesi pahasına oluyor. Yani ABD ’nin, Avrupa’nın bu alandan çekip gitmesi, bizim bu alanlan doldurmamız söz konusu ki burada bu ülkelerdeki sektör temsilcileri, tekeller oldukça direnmektedir, yani öylesine bahşedilmiş bir şey söz konusu değildir. Nitelik denildiğinde gelişmiş kapitalist ülkeler olarak adlandınlan ülkeler arasında da zaman zaman önce ge çen belli ülkeler oluyor, geride kalanlar o lduğu gibi. Örneğin, son zamanlarda yapılan araştırmalar Japonlann teknolojik ya- tınm ve edinmede ABD ’nin bir hayli ilerisine geçmeye başladıklaını gösteriyor. Örneğin 1950’lerde Japonlar otomobili 240 saat, ABD 140 saatte üretirken, şimdi tam tersi olmaktadır. Bağımlılık olayına gelince, burada dünya çapında çarpıcı bir gelişme var. Biliyorsunuz dünya ölçüsünde bil- gisayann, yani bilimsel teknik devrimin kendisi olan bilgiyasann, kendisi olan chiplerin, ünitelerin üretimi bir, Silikon vadisi denilen ABD ’nin Kaliforniya eyaleti, diğeri ise Japonya’da olmak üzere iki yerde yapılıyor. Yani Avrupalılar bile bu konuda onlarca yıl geridedirler ve bu ülkelerin chiplerine muhtaçtırlar. Burada bu ülkelerin bağımlılığını görüyoruz. Belki biz Avrupahlann Japon- lar’a ve ABD ’ye olan bağımlılığının ötesin-
nn da kendi aralannda elendiklerini- Örneğin 1982lerde Transtürk Holding gibi birçok kuruluşun batma noktasına gelmesi buna örnektir-göstermektedir. Burada egemenlikte bir daralma görüyoruz. Egemenler hem ekonomi hem de siyasette egemendirler. Örneğin, Koç, Eczacıbaşı ve diğer bir kaç finans-kapital üyesinin toplanıp Mehmet Yazar’m kurduğu partinin kapatılmasını kendileriyle konuşmalan ve onun bugün A N A F lı bir bakan haline gelmesi siyasetteki zirve etkinliğinden biridir. Biz bu güçlere ne ad vereceğiz. Siz genel ve muğlak: büyük sermaye, tekelci sermaye gibi tanımlar kullanıyorsunuz. Bu siyasi bir saptama anlamında önem taşıyor. Bizce Türkiye’de artık finans-kapital tartışılmak ve sonuçta kabul edilmelidir.
M. S. — Ben bir soru sorayım. Politik olarak bu saptamalardan nereye vanyorsu- nuz?
Ç. Y. — 1980’lerden sonra finans- kapitalde giderek bir daralma ve irileşme görüyoruz. Yani bunalım dönemi irilişme- ye getirmiştir. Sermaye grup sözcülerinin açıklamalanna göre Türkiye milli gelirinin —ki 60 trilyon lira civarındadır— 15 grup tarafından kontrol edilen bölümü yüzde 60’a ulaşmaktadır. Yani Türkiye’de bir mali- oligarşi var. Yakalayacağımız halka finans- kapitaldir. Dolayısıyla siyasi saptamalarda buradan yükseliyor.
M. S. — İyi de böyle bir şey söylemek için niye illa da bir emperyalizm kalıbını...
Ç. Y. — Yok bu kalıba girmiyoruz.M. S. — Niye mali-oligarşi var sermaye
ihracı vara giriyorsunuz?Ç. Y. — Türkiye’nin uzun yıllardır kapi
talistleşme süreci farklı algılandı ve tanımlandı. Yan feodal, yarı kapitalist denmiş, komprador burjuvazi denmiş vb... Oysa siz de belirtiyorsunuz esas yakalayacağımız halka 1930-50’lerdedir. Biz bu yıllara gittiğimizde Türkiye’nin belirleyicilik anlamında iç dinamikleriyle geliştiğini belirttiğimiz gibi bunu sonuçta finans-kapitale oturtuyoruz. Bu söylenmediğinde de taktik ve sınıf çizgilerinde belirsizlikler ortaya çıkacaktır. Örneğin, komprador burjuvazi dendiğinde otomatik olarak bir de milli burjuvazi" do-
' ğuyor...
M. S. — Anlıyorum.Ç. Y. — Bir de bilirsiniz Türkiye’de oli
garşi tespiti vardır. Bir taraftan blok olarak tekelciler, öte yanda toprak sahipleri, öte yanda tefeci-bezirgânlar vardır. Oysa bize göre bunlar blok halinde değildir; sentez- leşmişlerdir.
M. S. — Fakat blok içindeki kesimlerin egemenliklerinin yok olduğu söylenemez.
Ç. Y. — Olay şöyle: Bloktan çok burada bir sentezleşme var. Banka-sanayi sermayesinin organik ilişkisi, tekellerin egemenliği temelinde bir sentezleşme vardır. Tek tek sektörlerdeki tekellerden söz etmiyorum. Burada Iş Bankası, Koç, Sabancı yani finans-kapital var. Bunların kendi iç çatışmalar da yok değil. En azından faşizm konusunda bile görüş aynlıklan olabilir. Biri şu yöntemlerle devam edelim, ötekisi başka yöntemle devam edelim diyebiliyor. Bu çatışmaların yanında, finans-kapitalde de bir eliminasyon olduğunu söylemeyi ihmal etmiyoruz.
M. S. — Anlıyorum, hayır ben Türkiye1 de bunun dışında çok farklı bir algılama, sonuç olduğunu sanmıyorum. Belki kavramlar üzerinde birleşmiyor olabilirsiniz, Türkiye’de adına siz finans-oligarşisi diyorsunuz, kimisi tekelci sermaye der, kimisi büyük patronlar der. Kavramlar da belki hiç önemli değil, önemli olan oradaki olgudur. Giderek bir kaç ailenin söz sahibi olduğu, Türkiye’de bırakın sosyalistleri, sosyalde- mokratların bile üzerinde hem fikir olduk- lan bir olgu. Bunların yanı sıra kırsal kesimde büyük toprak sahiplerinin, tefeci tüccar kesimlerinin yine belli bir egemenliklerinin olduğu...
Ç. Y. — Bunlar ama.M. S. — Öbür kesime göre daha az bir
düzeyde egemenlikleri olduğu.Ç. Y. — Finans-kapitafin kırlardaki ayak
ları olduğu.M. S. — Düzeyinde söylenebilir. Bu za
ten Türkiye’de genel kabul gören bir şey. Benim anlayamadığım burada yeni olarak ne söylendi. Şimdi burada çok özgün, orijinal bir şeyi yakalayamıyorum, tespiti ya- kalayamıyorum.
M. S. — Bilmiyorum yani, tabii oradan nereye varıyorsunuz da kavramlar üstünde anlaşılmayabilinir de, birisi finans oligarşisi der, diğeri bilmem ne der. Ama olgular düzeyinde çok çatışan yanlar olduğunu görmüyorum. Bugün artık kimse milli burjuvaziden bahsetmiyor, bir dönemler vardı. Yahut komprador burjuvazinin egemenliği, bunlar ‘komprador cinsindendirler’ diyenler de pek kalmadı, yok yani. Bir kavram farklılığı dolayısıyla farklı teori ve onun siyasi uzantılannın düzeyinde bir tartışma olduğunu sanmıyorum.
Dolayısıyla bana çok yeni şeyler olarak gelmiyor Yalnız t . nim kişisel itirazım: sermaye ihracını abartmamak lazım, bunlar 1925’de de vardı. İş Bankası gidip Kahire1 de büro kuruyordu. Şimdi, gidip orada büro kurmakta Lenin’in dediği anlamda sermaye ihraç etmiyor.
Ç. Y. — Ama bizzat siz yine Türkiye’nin sabit sermaye yatırımı olarak da sermaye ihraç ettiğini saptıyorsunuz.
M. S. — Ama çok cüzi, onlar hiçbir zaman kaale alınacak düzeyde değil. Saban- cı’nın gidip İsviçre’de fabrika satın alması vfe- ya diğer örneker: Bunlar Türkiye toplam yatırımının içinde acaba ne kadardır? Devede k aile s ılmaz. Yani sırf bunlara bakarak rkiye b^rmaye ihraç ediyor demek anic. ı gelmiyor bana. Yani burada bir eğili ’..elki va ama sırf bunlara bakarak Türk> ' serrr e ihraç eden bir ülke oldu den çok aoğru değil.
Ç. Y — Türkive’de sermaye ihracında gelinen nokta nedir diyoruz? Saptamalar bizce hatırı sayılır bir sermaye ihracı olduğunu gösteriyor. Şimdi olgu şurada yatmaktadır. Diyalektik anlamda gelinen nokta, buraya doğru gidişin başladığını gösteriyor. Bir Güney Kore örneğine bakarsak, çarpışacak düzeyde bir sermaye birikimine ulaştıklarını gözlüyoruz. Diğer ülkelere de bakabiliriz: Brezilya, Meksika, Arjantin. Bu ülkelerdeki kapitalizm bizde olduğu gibi sürekli küçümsendi. Kapitalizm buralarda hiçbir zaman iç dinamikleriyle büyümedi, gelişmedi dendi. Ö rneğin Türkiye ’ye 1950’lerden sonra emperyalizm girmiş ve
Ortada yaşanmış bir 10 yıl alt-üst olmuş bir Türkiye varken bunu incelem eden; biz nerede kalmıştık anlamında 1980Terde
duruluyorsa —ki ben g e n e l eğ ilim bu olduğu kanısındayım— yaşanmış 10 yılı göremiyorlarsa o zaman yazık diyoruz.
Ç. Y. — Orijinal tespit bizce şu: Bilmiyorum. Doktor Hikmet Kıvılcımlıyı okudunuz mu? Onun 193(yiarda saptamasıdır bu. Türkiye’de finans-kapital olayını o dönemdeki Türkiye’de kapitalizmin gelişimi’ çalışmasında saptamıştı. Türkiye’de kapitalizmin gelişim çizgi ve karakterinin otortulması anlamında bir saptamadır. Finans-kapital kavramı belki orijinal değil çünkü çok doğal bu Hil- ferding’in kullandığı bir kavramdır! Türkiye’de finans-kapitalin kendisi bir oligarşiden, komprador burjuvazi analizinden son derece ayrılmaktadır. Bu Türkiye için yeni bir olay değil, çünkü Doktor bunu 1930’larda gelişimin karakteri yönünde bunu saptamıştır! Esas olarak bunu vurguluyorum.
kapitalizm bu yıllardan sonra inşa edilmiştir denildi. Tezler bu olunca...
M. S. — Am a bu pek yanlış değil. Türkiye’deki kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle, ana dinamik olarak iç dinamiğiyle ge liştiğini söylemek o kadar kolay değil. Yani 1950’lerden sonraki gelişmedir aslolan.
Ç. Y. — Ama biz 1930-50 dönemlerine bakıyoruz ve burada inşaatın temeli atılmış ve bina bunun üstüne yükselmiştir diyoruz.
M. S. — Bunun üzerine değil. Türkiye1 de sanayiinin esas gelişimi 1950’ler sonrasıdır. Gelişim de esas dıştan kaynaklanan bir gelişmedir. Yani dış dinamiklerin belirleyiciliğinde bir gelişimdir.
Ç. Y. — Am a o dönem kurulan Sınai
Kalkınma Bankası bile Sabancı, Koç, Ec- zacıbaşı tarafından kuruluyor. 1930-501 lerde biriktirilen sermayeyle bir çıkış yapılması söz konusudur. Aradaki nüans şu olabilir. Türkiye 1950’lere kadar büyük çapta içine büzülü yaşadıktan sonra dışı açılmıştır. Burada belki kalkıp entegrasyondan bile bahsedilebilir ama burada bir başarı yoktur çünkü 55-56’lardan sonra yeniden bir içine kapanma vardır. Yani, sizin derginizde yer alan bir araştırmaya göre yurtdışından gelen yabancı sermayenin büyük bölümü esasen Türk sermayesi. Bunlar da şunu gösteriyor ki: Mali-oligarşimiz diğer mali-
Bir kısmı; Çukurova'da olduğu gibi Cumhuriyet öncesi dönem de faaliyet gösteren azınlıkların elindeki birtakım
işletm eleri devralıyorlar. Yine, bu devlet himayesiyle oluyor. Buradan da birikime
başlıyorlar. Bir kısmı buradan ticaretle iştigal ediyorlar. Yani Sabancı Grubunda
olduğu gibi kamu ticaretiyle uğraşmayan, müteahhitliğe devam eden yavaş yavaş
sanayiciliğe kayan bir alan
oligarşiler; uluslararası finans-kapitalle ilişki karakteri anlamında belki yönlendiricilik anlamında, dünya çapındaki esasen krediler sisteminin oluşturulması ve borç batağına saplandırılması anlamında Türkiye o konum içinde olabilir. Ama öteki anlamda baktığımızda, 1950-60 ve hatta 1980’li yıllara kadar baktığımızda Türkiye’deki yabancı sermayeli kuruluşların ekonomideki payı yüzde 10-15’dir, ki bunun yüzde 55’i görünüşte Türk sermayesidir, sizin dergideki (Ekonomi Panoroma) araştırmaya göreyse büyük bölümü Türk sermayesidir. Bir taraftan da sermaye kaçışı var; Türkiye’den,Brezilya’dan vb.. Siz kalkıp Batalı ülkeler düzeyinde bir sermaye ihracı yoktur diyorsunuz ama burada ülkeleri aynı kefeye koymak yanlış oluyor. Çünkü farklı gelişim çizgileri sergiliyorlar.
M. S. — Ama yine de bunun adını koymak lazım yani. Doğru, şimdi kalkıp Afrika’nın az gelişmiş, pey geri kalmış bir ülkesiyle T\H:iye’yi aynı kategoriye sokmak ne kad? ■ "-¿ru değilse, Fransa veya ABD ’yle aynı kategoriye sokmak da doğru değil. Az gelişmişler kategorisi içinde de bir sıralama, kopuşma olduğu doğru. Bir G. Kore; Brezilya, Türkiye, Suriye, Irak’tan farklıdır.
Ç. Y. — Hatırı sayılır bir sanayileri var.M. S. — Var ama bu farklılığı görmek
lazım. Ne öbürleriyle aynı kefeye koymak, ne de bunlarla o anlamda olgusal düzeyde bir farklılaşma söz konusu.
Ç. Y. — Ama biz Türkiye ve benzeri ülkeleri ortaya koyarsak bunlan, çırada ve derede bırakmış oluruz. Yani diyoruz ki Türkiye ne az gelişmiş bir ülkedir, ne de bir İngiltere’dir. Güçlük burada ortaya çıkıyor.Türkiye, eğrisi büğrüsüyle bir gelişme kaydediyor. Burada bir tanımlama güçlüğü var!Türkiye’yi oraya benzetmiyoruz, buraya benzetemiyoruz, o zaman Türkiye ortada kalıyor. Öncelikle böylesi benzerlikler kurmak çok sağlıklı değil ve İkincisi adını koyamadığımız için bu kavram düzeyinden siyasi olaya çıkıyor.
M. S. — Kavramlaştırmak tabii önemli de, esas olarak somut durumun somut tahlili diye bir anahtar var. Oradan çıkarak ilişkileri saptamak ve belli şablonlar içine oturtmadan çok, somut durumun somut tahlilini yapıp, belli şeyleri söylemek daha doğ- 39
bilirsiniz de. Demeyince ne oluyor veya deyince ne oluyor? Esas olarak somut durumun somut tahlilini yapıp oradan bir şeylere varabiliyor musunuz? Aslolan odur. Yoksa orda kavramlar düzeyinde fetişleş- tirme, bir şablona oturtma çok yarar sağlamaz.
Ç. Y. — Burada Türkiye sınıflar yapısını, sınıflann analizini yaparken bu saptamaya gitmemiz gerekiyor. Yoksa her şey yine ortada kalacaktır. Türkiye’de gelişen kapitalizm bu noktaya ulaşmıştır. Türkiye kapitalizminin gelişme çizgisine damgasını vuran karakter budur.
1950’terden sonra kurulan bankalardan da aslında bunun yolu h içbir zaman tıkanmıyor. Yani onda da bankaların çeşitli b içim lerde sanayiyle işbirliği
yapmaları söz konusu. 1950’terden sonra Akbank olsun, Pamukbank olsun
sanayiyle kontakları, yahut bankaların sanayi alanına girm elerine herhangi bir
engel konulmuyor.
M. S. — Ama yani şimdi Türkiye’deki, bu kıytınk diyeceğim sermaye ihracına bakarak, Türkiye artık sermaye ihraç eden ülke oldu denilecek durumuna gelmedi.
Ç. Y. — Ama, 15 milyar dolarlık sermaye ihracı kıytınk mıdır?! Sizce kıytınk olmayan sermaye ihracı miktan ne kadardır? 100 milyar dolar mı?! Trilyon dolar mı?!
M. S. — Sermaye ihracının tanımı başka. Lenin’de sermaye ihracı başka bir olaydır.
Ç. Y. — Ama Lenin’in tahlilinde sermaye ihracı şöyle de olabiliyor: Esas anlamda karakter kredilerdir, asalak karakteri itibariyle krediler aracılığı ile doğrudan sermaye ihracı yapılmaktadır.
M. S. — Ama yani, Türkiye’deki sermaye ihracını öyle krediler yapısı da yok ki, bu kaçan sadece servet düzeyinde, üstelik sermaye de değil...
Ç. Y. — Ama bakın buradaki servet kelimesi çok önemli. Tekrar Marx’ın tanımlamasına döneceğiz veya bunu değiştirmeye kalkacağız! Çünkü servet paradır. Eğer bir yerde para parayı emiyorsa, para paraya ekleniyorsa —ve tabii bu sonuçta artı değerden geliyordur— buna sermaye diyeceğiz. Bu tanımda da bir fetişleştirme yok! Biz şunu dersek o zaman: 15 milyar dolar gidiyor, eğer oradan 15 milyar dolar olarak geri dönüyorsa bu doğrudan şudur, bu paralar bir köşede saklanmıştır sadece. Oysa bu olmuyor. 15 milyar dolar çığ gibi büyüyor. Yani yurtüişına gidiyor, oradan geliyor, katlanarak geliyor. Tekrar çıkıyor. Biz burada —buz dağının altında nekadarlık bölümü var bilemiyoruz— bu paranın bir çok yatmmlarda, hisse senedi alımında veya gayri menkul alımında kullanıldığını söyleyebiliriz. Türkiye’de istatistiklerin öyle çok iyi bilinmediği düşünülürse, en iyimser olarak bile baksak bu miktarın kıytınktan çok, hatırı sayılır önemli bir miktar ve olay ol-
M. S. — Yalnız, Lenin’deki sermaye ihracı, ya kredi olarak ya karşılığında faiz olarak geri geliyor, ya da sabit sermaye olarak gidiyor ve onun karşılığı sermaye servet olarak gidiyor, orada gayrimenkule dö
nüşüyor, bankalarda yatıyor, geliyor veya gelmiyor. 15 milyar dolar diye bir tahmin: Bunun, Lenin’deki sermaye ihracıyla o karşılaştırmasını yapmak anlamlı gelmiyor. Le- nin sermaye ihracından bahsederek o ülkedeki sermaye birikimin varmış olduğu düzeyden itibaren bu ülkeleri bağımlılaştır- ma, bu ülkeleri hegemonyası altına alma dolayı var. Şimdi Türkiye kime hükmediyor acaba?
Ç. Y. — Bizce siyasi ve ekonomik olarak belli yerlere hükmediyor. Doğu, Kıbrıs, Ortadoğu’da belli ülkelerde olan ilişkilerde. Am a yine üstüne basıyoruz: Kendi çapında.
M. S. — Zorlama bir benzetme gibi oluyor.
Ç. Y. — Yok, yok zorlama olmuyor. Yani bizce bir ülkenin dünya çapındaki etki alınım, geçerli alır isek, o zaman giderek bir dönemin güneş batmaz imparatorluğu İngiltere’nin etki alanının azaldığını söyleyip farklı bir noktaya geldiğini de söyleyebiliriz! Yani burada sermaye kaçıyor diyoruz, servet değil! Burada itici güç, kapitalistin esas karakteri olan itici güç olan kârdır. Y ine kâr, yine kâr, yine kâr. Dışanya gidiyor, kârla geliyor, yani artı-değerden bir pay alıyor. Belki, kâr, belki faiz veya belki de rant. Ama sonuçta artı-değerin üç parçasından birini alıyor. Ama şimdi biz cebimize 15 milyar dolan Avrupa’da alışverişe çıksak ve sermaye kaçışı da bunun için olsa o zaman amenna. Ama burada 15 milyar dolar sürekli katlanıyor. Neyle? Aksi durumda Sabancı ve Koç’lar akılsız kapitalistler ve pa- ralannı nerelere yatıracaklannı bilmiyorlar. Bize göre orada yatırım da var, — ne kadar olduğunu bilemiyoruz— orada gayrimenkul alımı, hisse senedi alımı da var. Yani sömürüden bir pay alınıyor.
M. S. — Bu Türkiye kapitalizminin ne kadar belirleyici unsuru ki? Ne kadar hakim? Lenin’in tahlil ettiği ülkelerde sermaye ihracı belirgin. Bu ülkelerin başat unsur- lanndan biri...
vurgulamamızı gereKeri karaktefşü olmalı: Kapitalizmin gelişimi ve bunun doğal akışı içinde tekellerin egemenliği ve sanayi- banka organik ilişkilerinin içi içine girmesiyle sermayede bir fazlalık oluşuyor. Bunun sonucunda sermaye kâr elde edebilmek için bu kez diğer ülkelere göç ediyor. Yani kârla katlanamadığı zaman sermaye dışanya ihraç edilmek ihtiyacı duyuyor. Bizde de kâr bulamayan sermaye, dışarıya kaçarak oralarda değerlenerek, ya içeriye giriyor, ya da orada kalıyor. Ama sonuçta itici güç yine kâr oluyor, her iki kesim için de.
M. S. — İşte bu ne kadar belirleyici bir unsur Türkiye için?
Ç. Y. — Şu anki rakamlar bunun hatırı sayılır düzeyde varolduğunu gösteriyor. Bir de bunun altını eşeleyebilsek. Acaba, Koç! un, Sabancı, Çukurova’nın dışandaki yatı- nmlannın ne kadannı biliyoruz. Gizli kalan binlerce, ‘kara delik’ var. Bunlan tek tek keşfetmemiz gerekiyor. Ama ipuçlan bize anlamlı geliyor.
M. S. — İşte orada Türkiye’nin karakteristiğini ne kadar değiştiren bir hadise ki?
Ç. Y. — Bizce tabloyu tamamlamak lazım. Karakteristiği değiştirmek anlamında bunu söyleyebiliriz.
M. S. — Anlıyorum, araştırmakta yarar var. Fakat kişisel kanım bunlann biraz abartılmış olduğu düzeyinde.
Ç. Y. — Sizin keşfettiğiniz rakamlar?M. S. — Yok yani ben o rakamlara ba
karak Türkiye’de bu olgunun belirleyici, Türkiye kapitalizminin karakteristiğini değiştirecek düzeyde olgular olduğuna inanmıyorum. Bu şuna benziyor. Türkiye’de bayağı proletarya var, ücretle çalışıyor, geride feodalite bir başka adla kölecilik tarzı, egemen olan başat olan hangisi, önemli olan o.
Ç. Y. — Baskın olan ne? Eğer şunu de- seydik biz: Türkiye’de tekellerin, tekelci sermayenin, banka-sanayi sermayesinin sen- tezleşmesi üzerine, bankalar kubbesi altında birleşmiş sermayelerin üzerinden, yani bu yapılanmanın bir sonucu olarak sermaye ihracı değil de, olağan bir şekilde bir kapitalistin yurtdışma para kaçırdığını söyle- seydik, belki dediğiniz gibi sadece bir sermaye ihracıydı bu. Ama sermaye ihracının gerekliliği vardır, bu bir sonuçtur. Altında esas anlamda mali sermayenin gelişimi var.
Daha sonra, 1970’lerden sonra banka ile sanayinin çok iç içe geçm esi belli
şikâyetlere neden oluyor. Çünkü neden? Bankalar genelde topladıkları mevduatı kendi şirketlerine kullandırınca, diğer
bankasız gruplar bundan rahatsız olmaya başlıyorlar. Bu tabii belli sorunlar
yaratıyor.
Ç. Y. — Buna karşılık şu örneği verebiliriz. Gelişmiş kapitalist ekonomilerin çok iyi ihracatçı olmaları gerektiği sanılır. Oysa baktığımızda en gelişmiş ABD, F. Alman ekonomileri bile içeride ürettiklerinin ancak yüzde 20-30’unu ihraç ediyorlar. Esasen sermaye yurtdışından çok buradaki anlamıyla yurt içinde bir dönüşüm, dolaşım yapıyor. Yani sabit sermaye anlamında.
Burada bir neden ve sonuç ilişkisi var. Yani tekelci sermaye oluştuktan sonra, banka- sanayi sermayesi sentezleştikten sonra ve finans-kapital gündeme gelirken sermaye' ihracı söz konusu oluyor.
M. S. — Olgular benzemekle birlikte sadece oraya bakarak.
Ç. Y. — Üstüne basıyorum, onun üzerine, neden-sonuç ilişkisi olarak yükseliyor.
M. S. — Yine de ona sermaye ihracı demek doğru değil. Bildiğimiz anlamda sermaye ihracı. Belki o olay., başka yerlerde de şahit oldum: Bunlardan bir kısmını ihracatçı, irtibat bürosu olarak kuruyor. Üretken sermaye düzeyinde tek tük. Buraya bakıyorsunuz. Yatırımların ağırlıklı olarak Türkiye’de yapıldığını görüyorsunuz. Siyasi düzeyde bağımlı, kararlan, kader çizgisi dışarıda belirlenen bir ülke.
Ç. Y. — Biz ona da katılmıyoruz. Daha
laşınz veya anlaşmayız. O başka şey. Aynı görüşleri paylaşmıyoruz.
Ç. Y. — Kitabı okurken sizin ‘envanter çalışması yaptı’ cümlesini hatırlıyorum. Bir bilim adamı olarak bu kadar çok şey ara araştırdıktan sonra bir şeyleri de söylemenin sorumluluğu da var gibi geldi?
M. S. — Bir araştırmanın her şeyi verme yükümlülüğü yoktur. Kimisi sadece envanteri yapar. Politik boyut çok daha değişik, bir amaçtır. Bu çok da kolay değil
Işçi hareketini yeniden mikroskop altına alm ak lazım. Bu 10 yıl onları nasıl
etkiledi? Kırsal kesim, sermaye kesimi nasıl etkilendi? Bunların hepsini
mikroskop altına alıp incelem ek lazım.
önce saydığımız meselelerde —Kıbns..— çıkışların bize özgü olduğu görülür. Doğu olayını ele alalım: Burada siyasi ve ekonomik bir yapılaşmaya gidilirken, ABD ve İngiltere’nin herhangi bir şekilde devrede olmadığını görüyoruz. Biz tabloyu bunlarla tamamlıyoruz. Yoksa sadece mali-oligarşi vardır deyip kalmıyoruz..
M. S. — Anlıyorum... Tabii, bu da bir görüştür, bir şey söyleyemem. Ben sadece ortaya attığım birtakım bulguların biraz bence.. abartılıyor. Hak etmediği yere konuluyor. Türkiye açısından başat değil.
Ç. Y. — Ama bakın, Lenin’i emperyalizmi tahlil ettiği dönemde ABD ve İngiltere ve diğer ülkelerde sermaye ihracı ne kadar başattı. Bir örneği günümüzden vereyim. Japonya’nın milli geliri 100 milyar doların çok üzerindedir. Oysa Japonya’nın yurtdışındaki sabit sermaye yatmmları 1987 rakamlarında bile 10 milyar dolan ancak bulmuştur. Şimdi bu durumda bir başatlık var mı ve Japonya’ya ne diyeceğiz?! Burada önemli olan çıkış noktasıdır. Lenin o yıllardaki emperyalizm tahlilini yaparken esas anlamda emperyalizmin maddi altyapısını, zeminini tekellerden oluştuğunu söylemiştir. Bizce olgunun kendisi bu- dur. Bu bir klişe de değildir. Çünkü Lenin emperyalizmi tekellerin, tekelci sermaye ve banka-sanayi iç içe geçmişliğinin üstünde yükseltiyor. Türkiye’ye bakıyoruz, tekeller vardır. Yapılan araştırmalar Türkiye’de tekelleşmenin boyutlarının ABD ’yi bile geçtiği belirtiliyor. Örneğin Türkiye’de bir çok üründe bir firma pazann yüzde 70-80 hatta yüzde lOO’ünü belirleyebiliyor, elinde bulunduruyor. Böyle bir ülke için ne diyeceğiz. Bizce bu saydıklarımız tablonun birer parçası. Siz ise burada örneğin sermaye ihracını tek başına alıp diğerlerini geride, görünmeyen bir yerde bırakıyorsunuz. Oysa Lenin’in emperyalizm tahlili sadece bir faktörle sınırlı değildir. Burada dört faktör vardır ve bizce bizde dört faktör de ve bunun sonucunda oluşan tablo da vardır. Lenin orada başatlıktan çok, dört faktörün iç içe girmişliğinin sentezini sergiliyor. Yani diya- liktik bir bütünlük içinde alıyor. Oysa siz burada diyalektik dışı davranarak bir parçayı öne çıkanyorsunuz, bütünü bozuyorsunuz.
M. S. — Genel bütünlük içinde de aynı kategori içinde de aynı kategori içinde almak çok doğru gelmiyor. Ama burada an-
dir. Benim açımdan Türkiye’de birçok şey tartışmalı. Türkiye özellikle 1980’lerden sonra çok önemli değişiklikler geçirdi: Hem ekonomik hem de politik anlamda. Bunların irdelenmeye ihtiyacı var. Türkiye’de politik şeyler için şablonlardan kaçınıp biraz daha şüpheci biraz daha değişimi anlamaya çalışan, oradan hareketle birtakım önermelere varan yaklaşım esas sorumluluk isteyen bir hadisedir.
Ç. Y. — Bir çok önemli şeyde değişiklikler oldu? Nedir bunlar?
M. S. — Siyasi anlamda Türkiye’de araştırmaya çok ihtiyacı olan şeyler var. Türkiye bir alt-üst dönemi geçirdi.
Ç. Y. — Kitabınızdaki büyük sermaye, tekelci sermaye gibi kavramlar insanlarda bir belirsizlik, kafalannda bir muğlaklık yaratıyor. Genel olarak tüm aydınlar için kavramlar önemlidir. Çünkü eğer Lenin finans- kapital veya emperyalizm demeseydi, ne diyecekti? Bu anlamda kavramlar önemlidir. Ekonomik ve siyasi anlamda saptamalara gidilmesi gerektiğini söylüyorsunuz herhalde.
M. S. — İrdelemelerin yeterince yapıldığına inanmıyorum. Bunu açıkça söylüyorum. Biz yine işin kolayına kaçıyoruz. Kendi bildiğimizi tekrar etmekte yarar gö rüyoruz. Biraz işin kolayına kaçıp biz eskiden ne diyorduk, şimdi durum ne oldu deyip olgulan onun içine yerleştirmek gibi bir eğilim var. Halbuki yaşanan son 10 yılda çok büyük bir alt-üstlük geçirildi. Bunu anlamak lazım. Buna göre politik stratejiyi çizmek lazım.
Ç. Y. — Size göre 10 yıl önce yapılan saptamalar şüphe götürür mü?
M. S. — Değil, onlar da birikimdir elbette. Onun üzerine bu değişimi de göz önüne almak gerekiyor.
Ç. Y. — Yapılan ekonomik siyasi sapta- malann köklü bir değişikliğe mi ihtiyacı var?
M. S. — Onu anlamak lazım. Yani ortada yaşanmış bir 10 yıl alt üst olmuş bir Türkiye varken bunun incelemeden, biz nerede kalmıştık anlamında 80’lerde duru- luyorsa ki ben genel eğilimin bu olduğu kanısındayım, yaşanmış 10 yılı göremiyorlarsa o zaman yazık diyoruz. 1980lere kadar ulaşılan senteze bu 10 yılı eklemek lazım.
Ç. Y. — Yapısal anlamda köklü bir değ- şiiklik oldu mu peki bu 10 yılda?
M. S. — Anlamak lazım, bakmak lazım.
Ben ipuçlannı hissediyorum. İşçi hareketini yeniden mikroskop altına almak lazım. Bu 10 yıl onlan nasıl etkiledi? Kırsal kesim, sermaye kesimi nasıl etkilendi? Bunların hepsini mikroskop altına alıp incelemek lazım.
Ç. Y. — Bunların eskiden yapılan ekonomik siyasi saptamaları kökten değiştirici şeyler olup olmayacağını, öğrenmek isterdim..
M. S. — Olması gerekir, 10 yılda hiçbir şey değişmemiş demektir bu. Değişmedi r. i acaba?
Ç. Y. — Saptamalarda bir değişikliğe gitmek lazım?
M. S. — Yaşanmış bir 10 yılda önemli alt-üst oluşlar olduysa bunları dikkate almadan biz nasıl hiçbir şey değişmedi, bizim 1980’lerde söylediğimiz şeyler doğruydu diyebiliriz. Değişimi anlamak, gayet cesaretlice yakalaşarak değişimleri anlamak belki bir senteze, perspektife sahip olmak gerekir.
Ç. Y. — Saptamaları o anlamda değiştirmek gerekiyor.
M. S. — Reddetmek anlamında değil. Son 10 yılda çok önemli bir malzeme var. Çok çarpıcı, dinamik bir 10 yıl.
Ç. Y. — Son 10 yıldan gereken dersi almalıyız yani?
M. S. — Elbette.Ç. Y. — Son 10 yılda katedilen yolu gör
meden olmaz yani?M. S. — Olmaz, çünkü Türkiye 10 yıl
önceki Türkiye değil.
Yaşanmış bir 10 yılda önem li alt-üst oluşlar olduysa bunları dikkate almadan
b'ız nasıl h içbir şey değişmedi, bizim 1980’lerde söylediğimiz şeyler doğruydu
diyebiliriz. Değişim i anlamak, gayet cesaretlice yakalaşarak değişimleri
anlamak belki b ir senteze, perspektife sahip olmak gerekir.
Ç. Y. — Türkiye’de şehirleşme olayının çok öne çıktığını ve şehirlerin de öne çıktığını görüyoruz.
M. S. — Şehirleşmeyi tutun, kırların bile kendi içindeki farkılılığını görmek gerekir. İşçi sınıfının kendi içindeki farklılığı gör-
■ mek lazım. Öğrenci hareketini ha keza.Ç. Y. — Kapitalistleşme Türkiye’de işçi
sınıfını önder konumuna yükseltmiyor mu?Bizce önder güç işçi sınıfıdır.
M. S. — İncelemek lazım. Eskiden belki bir işçi aristokrasisi vardı. Şimdi belki bu yok, bunu inceledik mi?
Ç. Y. — 10 yıllık büyük dönüşüm var dediniz. Bu bile artık Türkiye’de işçi sınıfı-
• nın önder konumunu açığa çıkarmıyor mu?M. S. — Şehirleşme yükseliyor, kırdan
kente göçüş bayağı yoğun. Ama işçi sınıfında nitel durumunda ne var, ona bakmak lazım, nicelik önemli elbette.
Ç. Y. — Örgütlenmede son 10 yılda yeniden darbeleri rezerv koyarak söylüyorum.Burada sübjektif konumun güçlülüğünden çok biz objektif olarak işçi sınıfının önderlik gücünden bahsediyoruz.
M. S. — Bunları araştırmak lazım. Sezgisel düzeyde bir şey söylemek pek doğrugelmiyor. 41
GEÇMİŞİ t e k r a rETMEK 'ÇÖZÜM MÜ?
*
Konuk Yazar: H. ARLIER
12 Eylül darbesi ve sonrası yaşananlar Türkiye devrimci hareketinde birçok gerçeği su yüzüne çıkarmıştır. Askeri darbe karşısında tüm örgütler dökülmüşlerdir. Apaçık bir gerçektir bu; tartışma götürecek tarafı kalmamıştır. Bir tek Kürt hareketi bunun dışında tutulmalıdır. Bu hareket darbe sonrası toparlanmasını başarmış ve kendi eylem programını yürürlüğe koyarak kısa bir zamanda Türkiye’nin politik atmosferini belirleyen bir konuma yükselmiştir.
12 Eylül öncesi silahlı propaganda, öncü savaşı, kırlardan şehirlere halk savaşı vb. iddialarla, türlü vaadlerle ortaya çıkan irili ufaklı devrimci hareketler vaadlerini tutamadılar. Birçoğu yakın geçmişi aynen tekrar etme samimi çabasıyla onun ancak karikatürleri olabildiler. Kendi dönemlerindeki politik gelişmeler üzerinde son derece etkisiz polisiye olaylar yaratabildiler. Siyasi bir parti haline gelemeden, hatta siyasi bir örgüt dahi olamadan sansasyonel eylem peşinde polisiye olgular olarak donup, taşlaştılar.
Kimileri de düpedüz sahtekârlık yapıyordu. 1971 çıkışının önderlerinin özellikle Mahir Çayan’ın, ileri sürdüğü tezlere gerçekte inanmadıkları halde öyle görünmeye, geçmişe kayıtsız-şartsız sadakatin şampiyonluğunu kimseye kaptırmamaya çalıştılar. O çıkışlann önderlerini ahir zaman peygamberleri yaptılar. Kendi pratikleri ile savunuyor göründükleri teori arasındaki çelişki sı- nttıkça durumu kurtarmak için geçmişe daha çok ibadet ettiler. Binbir yeminle “öncü savaşı” vereceklerini, er-geç silahlı propagandayı temel alacaklarını, ama önce bir “partileşmek” gerektiğini ve bir de tüm legal yolların tıkanmasını beklediklerini vb. söylüyorlardı.
Olup biten Aziz Nesinin ' Hazine” öyküsündeki gibiydi. Yani adamların aslında öncü savaşına hazırlandıkları, halk savaşı planları yaptıkları
yoktu. Kendilerine çalışma alanı olarak şehirleri ve orada da yüksek öğrenim
gençliğini seçmişler, onu temel almışlardı. Bütün cafcaflı gerilla edebiyatına rağmen ne şehirde, ne kırda askeri bir örgütlenmeleri
yoktu.
Olup biten Aziz Nesin’in “Hazine” öyküsündeki gibiydi (1). Yani adamların aslında öncü savaşına hazırlandıklan, halk savaşı planları filan yaptıkları yoktu. Kendi-
42 lerine çalışma alanı olarak şehirleri ve ora
da da yüksek öğrenim gençliğini seçmişler, onu temel almışlardı. Bütün cafcaflı gerilla edebiyatına rağmen ne şehirde, ne kırda askeri bir örgütlenmeleri yoktu. Bırakalım askeri örgütlenmeyi, örgüt işinin kendisini bile ciddiye almıyorlardı. Yasal bir dergi, öğrenci gençlik dernekleri ve yasal demokratik kilte örgütleri aracılığıyla siyaset yürütmeye çalışıyorlardı. Yakın geçmişi her türlü bilimsel eleştirinin dışında tutarak ona tapınmanın şampiyonluğunu yapmayı tek çözüm görüyorlardı. Çünkü, yerine koyacak bir şeyleri yoktu. Kendilerine güvene- medikleri için devrim şehitlerinin ardına gizleniyorlar. Onların devamcısı pozlarında parsa toplamaya çalışıyorlardı. Proleter devrimci hareketimizin Deniz’ler ve Mahir1 ler öncesi geçmişini ise tamamen karaya büyüyorlardı. Bu durum hem dar grupçu çıkarları açısından gerekliydi, hem de tarih bilinci yoksunluklarına pek uygun düşüyordu.
“Vietnam’da, Kamboçya’da, Laos’da..”, “50 yıllık revizyonist gelenek’ edebiyatı, gerilla romantizmi her türlü ciddi çabanın yerine geçiyordu. Öğrenci gençlik nasıl olsa bu kadarıyla etkilenebiliyordu. Artık onların gürültüsüyle halkı da etkileyebilirlerdi, herhalde.
Bu işin en utanmazcasını ve teslim edelim ki, en ustacasını Devrimci Yol yapmıştır. Bu nedenle parsayı en çok o toplamış, en geniş kitleyi en başarılı bir şekilde o al- databilmiştir.
12 Eylül darbesine doğru ve darbe sonrası vaadlerin gerçekleştirilmesi gelip çattığında artık yapacak bir şey kalmamıştı, iflas ortadaydı! yıllar boş övünmelerle, duygusal ajitasyonla, incir çekirdiğini doldurmayan ideolojik tartışmalarla geçirilmişti. Tabii iflas bayrağı çekildi. Bir çoğu açıkça “biz örgüt değildik, ne yazık ki (!) örgütlenemedik” dediler.
Halkın Kurtuluşu ve Kurtuluş sibi örgütlenmeler teslimiyeti daha erken ilan edenlerdendi. Zaten öteden beri 12 Mart yılgınlığının izlerini taşıyorlardı. 12 Eylül darbesi karşısında, “TKP”cilerin 12 Mart darbesine karşı tutumlannı örnek aldılar. Cunta herkesi temizleyinceye kadar sinip kendilerini koruyacak ve rakiplerinden kurtulacak, her şey hallolup da askerler gidince ortaya çıkıp cesetlerle dolu “meydanlan zaptedecek- Lerdi.” Kurtuluş hareketi, bu teslim oluşunu “işçi sınıfı saflarına ricat” olarak adlandırdı. Kaçmamışlardı, sadece “ricat” etmişlerdi, hem de işçi sınıfı saflanna (!) Bu sınıfın safları öteden beri esas olarak reformistlerle dolu olduğu için, işçi sınıfı hareketi sendikacılıkla bir tutulduğu için böyle işi kılıfına uydurdukları kanısmdaydılar.
Halbuki o alan çoktan tutulmuştu. Ken
dileri de tuzla buz olup siyasi cesetler haline geldiler.
12 Eylül darbesine karşı direniş göstermeyenler, teslimiyetlerini gizleyebilmek için türlü yollara başvurmuşlardır. Bunlardan biri “işçi sınıfı saflarına ricat” yutturmacasıy- dı. Bir diğer yol da reel sosyalizm tartışmalarıdır. Faşizme karşı devrimci direnişi göze alamayıp, burjuvaziden demokrasi bekleyenler yılgın bakışlarını reel - sosyalizmin sorunlarına çevirip bu yoldan geçmişte zaten “şöyle-böyle” taşıdıkları sosyalist inançlarını burjuva demokrat normlarla değiştirmeye başladılar. “DemireFin demokratlığı” “sivil toplum”, “çok partili sosyalizm” vb. tartışmalan bu dönüşümün kılıflarıdır. Bir zamanların keskin Stalin’cileri bugün birer Trotskist, Kruşçefçi, Gorbaçovcu, Avrupa Komünist ve giderek de burjuva demokratı oluyorlar. Bu konumlanyla hepsi de re- formizmin saflarında buluşuyor ve oligarşinin demokrasi oyununa destek oluyorlar.
Oyunu bozan tek ciddi faktör Kürt hareketi olmuştur. Direniş bayrağını onlar yükselttiler. 1980 öncesinin keskin devrimcileri, her iki ulusun birden mücadelesini örgütlenme iddiasındakiler ve keskin gerillacılar, teslimiyetleri ve çaresizlikleri iyice ortaya çıkacak korkusuyla, bu hareketin devrimci çıkış yapmasına engel olmak için uğursuz bir kampanya başlattılar, her türlü yolu denediler. Hareket bir kez başladıktan sonra onu küçük düşürmek, tecrid etmek için ellerinden geleni artlanna koymadılar. Bu çabada olanlar sadece sivil toplumcular, yönelimciler, ortodoks Dev-Yolcu’lar, Kurtuluşçularla sınırlı değildi. Partizan’ı, Dev- Sol’u vb.’de şu veya bu şekilde bu tutum içindeydiler. Dolayısıyla 12 Eylül sonrası teslimiyetçiliğin bir yüzü de anti-PKK’cılık olmuştur.
12 Eylül ile birlikte devrimci hareket meydanlarda çarpışarak yenilmemiştir. Ciddi bir direniş ortaya koyamadan yenildik. Bu acı bir gerçektir. Ve bu kolay başarısından iyice umutlanan oligarşi işi sonuna vardırmaya karar vermiş; zindanlara doldurulmuş devrimcileri teslim almaya, tövbe ettirmeye ve böylece “bu işin kökünü kazımaya” çalışmıştır.
İşte zindan direnişleri oligarşinin bu dayatmasına karşı cevaptır. Dışarıda hareketin bastırıldığı koşullarda devrimciler işkencede, idam sehpasında, zindanlarda kah- ramanlıklanyla insanlık onurlannı korudular ve hareketin şerefini kurtardılar.
Zindanlarda, işkencelerde, idam sehpasındaki hayranlık verici kahramanlıkların anlamı budur. Bu direnişler devrimci hareketin ayakları üzerinde doğrulmasında, mücadeleyi yükseltmemizde manevi bir dayanak, bir esin kaynağıdır.
Sadece Diyarbakır zindanlarındaki direniş, devrimci bir örgütün iktidar uğruna mücadelesinin bir parçası olabilmiştir. Diğerlerinin böyle bir şansı yoktu. Diyarbakır direnişinin manevi gücü devrimci atılı- mıyla birleştirebilecek bir örgüt vardı dışarıda. Diyarbakır direnişi, zaten ileri atılma hazırlığındaki bir örgüt için moral kaynağı olmuştur. Peki Metris direnişi, öteki cezaevi direnişleri için durum böyle midir?
Şüphesiz hayır! Türkiye’nin diğer alanlarında zindanlardaki direnişi devrimci atı- lımıyla birleştirebilecek bir örgüt yoktu. Zindanların dışında yenilgi ve dağınıklık vardı. En iddialılan cezaevi direnişlerinin dışarıda propagandasını yapan, dayanışma grupları şeklindeki güçlerdi. Faaliyetlerinin asıl ağırlığını, içeğirini cezaevlerindeki mücadeleye dışandan destek, sempati kazanmak oluşturuyordu. Bugün her kim 1980 darbesi sonrası dışarıda politik iktidar mücadelesini yürüttüğünü iddia ediyorsa o, ya siyasi mücadelenin içeriğini son derece dar anlayan bir kara cahildir, yoksa gözbo- yayıcıdır, sahtekârdır. Kürtlerden başka politik iktidar mücadelesi yürüten bir güç yoktu, hâlâ da yoktur!
Bugün kim zindan direnişçilerini, poliste onurunu koruyabilmiş örnekleri, “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyerek devrimci inançlan uğruna kahramanca ölüme giden yiğit örneklerimizi 12 Eylül karşısında uğradığımız ağır yenilgiyi gizlemek, görevlerimizi yerine getirebildiğimiz şeklinde halkı aldatmak için kullanmaya kalkarsa onu bir gözboyayıcı, bir sahtekâr ilan etmek, teşhir etmek görevimizdir.
Daha açık söyleyelim: Necdet Adalı’yı ele alalım. 12 Eylül sonrası ilk asılan devrimcidir. Ölümü yiğitçe karşılamıştır. Bir Kur- tuluşçu olarak ölmüştür. Erdal Eren’den Halkın Kurtuluş’çusu olarak ölüme gitmiştir. Yine onlar gibi coşku dolu devrimci kahraman Mustafa Özenç Dev-YoFcu olarak ölmüş, Dev-Yol’u savunmuştu. Şimdi onla- nn kahramanlıklan Kurtuluş’un, HK’nın Dev-Yolun yetersizliklerini, bu harekatin önderlerinin teslimiyetini gizleyebilir mi?
Mustafa Hayrullahoğlu’na sahip olması revizyonist - reformist “T K P y i aklayabilir mi?
M. Fatih Öktülmüş gibi örnek bir devrimciyi yetiştirmiş olması TİİKB’in yetersizliklerini, etkisizliğini gizleyebilir mi?
MLSPB önderlerinin Metris’in Metris olmasına ön ayak olduklan bilinir. Diğer birçokları gibi bu hareket de bağnndan kahramanlar çıkardı, şehitler verdi. Sadece bunlara dayanarak MLSPB’nin sınıf mücadelesinde görevlerini yerine getirebildiğini iddia etmek ilkellik olmaz mı? Yani bu mücadelenin kapsamını son derece daraltmak olmaz mı?
Kahramanlığa ve kahramanlara saygılıyız. Ama kahramanlara sahip olmak bir başına örgüt olmak, siyasi mücadeleyi yürütmek için yetmiyor. Örneğin 12 Eylül sonrası Akyazı’daki çatışmada iki arkadaşını kaybettikten sonra yaralı olarak ele geçen devrimcilerden Ömer Yazgan, Mehmet Kanbur, Erdoğan Yazgan ve Ramazan Yu- kangöz sorgudaki tavırları, zindandaki ya- şantılan ile örnek devrimci idiler. Devrimci marşlar söyleyerek ölüme, gittiler. Ancak o dönemin kendiliğindenci gruplann birinin üyeleri idiler ve bunu kendileri de böyle ifade ediyorlardı.
Demek ki Türkiye halklan kendi kendine bile kahramanlar, çıkarabiliyorlar. Bırakılım yukandaki örnekleri Evrenlerin, Özaf lann, NATO’nun, AETnin yağcılannın siyasal arkadaşlan arasında bile, hem de sorumlu düzeydekileri arasında, işkencede onurlarını koruyabilmiş örnekler bulmak mümkün. Bu neyi gösterir? Bu, ne kadar
verimli toprakta mücadele ettiğimizi gösterir. Bu devrimciliğinin hatta ilerici olmanın bile, başlı başına can bedeli olduğunu gösterir. Bu sosyalistlerin iktidar mücadelesi vermede oligarşiye karşı olanlannın ge nişliğini gösterir. Bugün soyut insan haklan Batı’da burjuvanın işçileri ve halkı aldatmada kullandıkları önemli bir anti- komünizm silahı olarak istismar edilebiyor-
smıflandırmanın asıl önemi 1974 sonrası devrimci liderlerin gereklikleridir.
Bunlar 1971 direnişlerine tapınmayı moda yaptılar. O hareketlerin önderleri, her dedikleri doğru, allahm kelamını taşıyan peygamberler oluyordu. Yaşasalar akıllan- nm ucundan geçiremezlerdi bunu. Ama karşıdakilerin kendi söyleyecekleri bir şev yoktu. Kendi kendilerini de ileri süremedi-
Sadece Diyarbakır zindanlarındaki direniş, devrimci bir örgütün iktidar uğruna mücadelesinin bir parçası olabilmiştir. Diğerlerinin böyle bir şansı yoktu. Diyarbakır direnişi, zaten ileri atılma hazırlığındaki bir örgüt için moral kaynağı olmuştur. Peki Metris direnişi, öteki cezaevi direnişleri için durum böyle midir? Şüphesiz hayır.
ken, Türkiye’de burjuvaziye karşı mücadele yürütmede önemli bir dayanaktır. Bu yüzden bizde kahraman yetiştirmek devj rimci bir hareket olmanın bir ön koşuludur ama kendisi değildir.
Zindanlarda, işkencede idam sehpasında onurunu koruyabilmiş olmak Türk Marksistlerinin siyasal mücadele yürütmede yetersizliklerini, utanç verici 12 Eylül yenilgisini ve bugünkü dağınıklığımızı gizleyebilir mi? Duygusal ajitasyonrla, devrim şehitlerini anma yolunda adını reklam etme ucuzluğuyla önder olunabilir mi? (2)
Bu kanıda olanlar, ne yazık ki az değil. En heveslisi de Yeni Çözüm görünüyor. Bu dergi kendi hatalan, eksiklikleri karşısında samimiyetsizliğin, ilkelliğe tapınmanın, miras yediciliğin, dar grupçuluğun şampiyonluğunu yapıyor. Hangi sayısını alırsanız alın bu şmtır.
Biz burada Metris ölüm orucu şehitlerinin kapak yapıldığı Temmuz’88 sayısındaki
“...Eğer ülkemizde halkla bütünleşmiş, sa- rimci hareketin tarihinden söz edilecekse, Türkiye solunda göz boyacılığının boyutlan üzerinde fikir edinmek isteyenlere bu yazıyı şiddetle tavsiye ederiz.
Artık kabak tadı vermeye başlamış duygusal ajitasyon yüklü olan bu yazıda diğer yazılardaki olumsuz çizgilerin hemen hepsi var. Adet olduğu üzere burada da Nikaragua, Küba edebiyatıyla cafcavlı bir giriş yapılıyor. Amaç 70 sonrası ilkel pratikleriyle muzaffer devrimler arasında paraleller kurmak. Artık harc-ı alem olmuş bu laflan ge çip Türkiye’ye geliyoruz. Şöyle denmiş:
“...Eğer ülkemizde halkla bütünleşmi, sağındaki güçlerden kopmuş, özverili dev- remci hareketin tarihinden söz edilecekse, bu tarih son 20 yıllık tarihtir.”
80 öncesii devrimci hareketlerde görülen aynı darkafalılık, aynı tarih bilinci yoksunluğu! Hareketimizin THKP-C, THKO öncesi ile sonrası birbirinden koparılıyor, THKP, TH KO öncesi dönem saf bir burjuva kuyrukçuluğu, “özveri noksanlığı” olarak niteleniyor, sonrası pratik de allanıp pullanıp “sahipleniliyor.”
1974 sonrası toplumsal muhalefetin hızla yükselişi içinde sosyalist hareketin tabanı, etki alanı genişlerken kadroların bilinç seviyesi düştü. Öyle ki, teori 1970’lerin başındaki haliyle donduruldu, hatta daha da yüzeyselleştirilerek devrimci-demokratizme, anti-faşistliğe kadar geriletildi. Bu arada tarih bilinci de silinmeye çalışıldı. 1971 devrimci çıkışları milat yapıldı. Artık devrimci hareketimizin tarihi “milat öncesi” ve “sonrası” diye sınıflandınlıyor. Burada kuşkusuz bu çıkışlann çok önemli tarihsel anlamanın, parlaklıklarının da rolü var. Ama
ler, çünkü kendilerine inançlan yoktu. Artık bilimsel araştırmanın, bilimsel öğretinin yerini ezberlenmiş kalıplar, duygusal ajitasyon aldı. Devrimci önderler tabu ilan edildiler. Geçmişe eleştirel bakışın yerini onun son dönemlerine kölece tapınmaya, daha öncesinin ise körce karalanmasına bıraktı. Bu tavır belki dinden aktarma alışkanlıktı. Önderlerin cahilliğine ve teorik tembelliklerine çok uygun düşüyordu.
Yeni Çözüm, hareketin TH K P öncesi geçmişini özveri noksanlığıyla suçlarken Mahir Çayan ile çelişki halinde olduğunun farkında mıdır, bilmiyoruz. Şöyle yazıyor Mahir Çayan:
“Türkiye’deki Marksist hareket şerefli bir mücadele tarihine sahiptir. CH P ve DP yönetimlerinin karanlık yıllarında, siyasi irti- canm en azgın olduğu yıllarda, Türkiye’deki proleter devrimciler yiğitçe ve mertçe mü- cadeler vermişlerdir. Türkiye proleter devrimci hareketi içinde siyasi irticaya karşı baş eğmez bir mücadele içinde olan arka- daşlanmız, daima biz genç proleter devrimciler için örnek olmuşlar ve büyük değer taşımışlardır. Ama bu geçmişteki mücadelelerin hatalannı eleştirmeyeceğimiz anlamına gelmez. Bugün ve yarın için doğru olan politika, dünün eleştirisinden çıkar.
Biz, Türkiye’deki Marksist hareketin tarihine sonuna kadar saygılıyız. Ve Onun bir devamı olarak kendimizi görmekteyiz” (3).
Görüldüğü gibi Mahir Çayan, Yeni Ç ö züm yazarının aksine, kendinden önceki proleter devrimci harekete saygılıdır. On- daki özveriden esinlendiklerini açıkça ifade ediyor, ve Yeni Çözüm’se geçmişe körce tapınır ya da onu hayasızca karalarken Mahir Çayan red-i mirasta bulunmadan ama eleştirel olmayı benimsiyor. Yeni Ç ö züm hareketin geçmişi hakkında “keskin Mahirci” görünmeyi başaramıyor.
“Kendi sağından kopma” meselesine gelince Türk marksistlerinin bunu hiçbir zaman tam başarabildikleri söylenemez. Eğer “kendi sağındaki güçlerden kopma”yla Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin, burjuva devlete karşı silahlı mücadele yürütmüş olmaları gerektiği kastediliyorsa bu açıkça saçmalık olur. Devrimci şiddetin koşulları 1960’lı yılların sonlanna doğru ge lişmiştir. Daha öncesi bu koşullar yoktu. Her dönemin kendine ait sorunlan ve mücadele biçimleri vardı.
Kendi sağından kopma ile Kemalizm- den bağımsızlaşma kastediliyorsa bu konuda Deniz’ler, Mahir’ler, M. Suphiler’den ve Ş. Hüsnü’lerden daha ileri de değillerdir. Deniz’ler, Mahir’ler oligarşinin mahkemelerinde bir yandan da Mustafa Kemal’in o günlerde yaşasaydı sosyalist olacağını ve 43
kendilerinin yaptıklannı yapacağını savunmuşlardı. Türk Marksistleri Kemalizmi doğru değerlendirememişlerdir.
1971 çıkışlannın hareketimizin devlet ve devrim konusundaki görüşlerine belirgin bir netleşme getirdikleri, mücadelede öncüllerine göre daha atak, daha kararlı bir tutum gösterdikleri doğrudur. Ancak bunlar yeterli değildir. Kemajizmden tam kopuş sağlanamamıştır. Üstelik harekette olumlu katkıları yanında olumsuzluklarda taşımışlardır. Proleter devrimci hareketimizin sınıf özünü bulanıklaştıran, işçi sınıfının fiili hareketini ihmal eden, sözde “ideolojik öncülük” tezi bir sapmadır ve 1971 devrimci çıkışının önderleri bu sapma içine girmişlerdir.
Ne yazık ki (!) Yeni Çözü m’ün bütün bu göz boyamalarının inandırıcı bir tarafı yoktur.
Televizyondaki “icratın içinden” programını çağrıştırıyor. Evet, '80 sonrası ciddi bir direniş oldu. Ama onu ‘devrimci sol güçler” yapmadı. Kim yaptı, kim götürüyor; bu biliniyor. Biliniyor
da söylemesi bir çocuğunun işine gelmiyor.
Denizler, Mahir’ler, Cihanlar gökten zembille inmediler. Mustafa Suhpi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin hareketinin devamı olan MDD hareketinden çıktılar. Her dönem devrimcileri kendi' koşullan göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidirler. M. Suphi’lerin, S. Hüsnü’lerin hareketi bir çırpıda karalanıp geçilemez.
Hareketin halkla bütünleşmişliği gerçekten de 65 sonrasının ürünüdür. Ama bundan kendine erdem ve 20 yıl öncesinin önderlerine” halktan kopuk” suçlaması çıkaracak yolda laflar etmek için Yeni Çözüm kadar akıllı olmak gerekir. Buradan olsa olsa, daha önceki devrimcilerin ne çetin koşullarda ve ne fedakârlıklar pahasına mücadele yürütmek zorunda kaldıktan çıkarılabilir. Bu, büyük yetenek ve özveriyi gösteren bir olayıdır. Gerçekten de son 20 yıl öncesi hareketimizde önderlik etmiş Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, gibi devrimciler eğitim düzeyleri yüksek, bilgili, fedakâr ve oldukça nitelikli kişilerdir.
Hareketin 1960 yılların sonlarına doğru geniş kitlelerle buluşması hem koşulların hem de geçmişin sosyalist birikiminin ürünüdür. Burada Türkiye’ye Marksizmi getirenlerin, ömürlerini işçi sınıfı davasına adamış devrimcilerin, Marksist klasikleri dilimize kazandırarak Türkiye’nin çağımızın devrimci öğretisinin en çok okunduğu ülkelerden biri haline gelmesine ön ayak olanların, T lP reformizmine ve SBKP bürokratlığına karşı hareketimizin bağımsızlığını savunanların katkılarını geçemeyiz. 1971 devrimci çıkışları bu katkılar üzerinde gelmiştir.
Peki 1974 sonrası bizler ne yaptık? Devrimci teoriyi bizden öncekilerden ileriye götürdük mü? Devrimcilik moda iken, yüz- binler sokaklarda yürüyorken, ortalığın kan-barut koktuğu koşullarda mücadeleye sağlam, sürekli bir örgüt kazandırabildik mi? Halk yığınlarının ülkemiz tarihinde eşi g ö rülmedik boyutlarda kendiliğinden yükselen mücadelesini devrimci bir alt üst oluşa götürebildik mi?
Kesinlikle hayır! Olan biten asıl olarak miras uğruna mücadeledir, miras yediciliktir. Eğer herkesi kendi koşullan içinde değerlendirecek olursak bizim 1974 sonrası çok kötü bir sınav verdiğimiz söylenmelidir. 19701i yıllarda THKP-C, THKO, TİKKO çı-
kışlanna övgüler düzen, onlann devamcı- sı olduklan iddiasındakilerden bugün hangisi o çıkışlarla boy ölçüşebilir?
Yeni Çözüm dergisi bize son 20 yıldır sağındaki güçlerden kopmuş yığınlarla bütünleşmiş özverili devrimci hareketten söz ediyor. THKP-C TH KO çok kısa ömürlü oldukları için bu son 20 yılın asıl olgusu da kendisi oluyor elbette. Büyük bir utanmazlık içinde olan biten her olumlu gelişmeyi üstleniyor. İşte size uzun ve “heyecanlı” bir alıntı.
“1975’lere gelindiğinde, 1971’de toprağa ekilen direniş, mücadele tohumları sökülmeyecek biçimde kök salarak filiz vermiş ve bu filizler güçlenerek yayılmıştı.
Türkiye devrim tarihi artık 30 Mart’ın 6 Mayıs’ın mücadele mesajlanyla yazılıyordu. Onbinlerce emekçi, işçi, köylü ve genç “O N LAR ”ın yolunda yürüyordu. Onbinlerce emekçi faşizmin halkı teslim alma, faşist demogoji altına sokma politikasına karşı direniyor, kentlerin, mahalle, köy, kasaba, işyeri ve öğrenim kurumlannm faşistlerce işgal edilmesine karşı dişe diş bir savaş vererek faşist işgalleri kırıyor ve iktidar yolunun bu çatışmalardan geçeceği bilinciyle hareket ediyordu.
R eform istler ise “ provokasyona gelmeme” adına mücadele arenasını terk ederken, faşizme karşı savaşan devrimcileri suçluyordu.1
Grevler, yürüyüşler, boykotlar birbirini kovalıyor ve faşizmin tüm katliamlarına karşı, 30 Mart, 6 Mayıs mücadele manifes- tolannın yolunda yüzbinler Tek Yol Devrim’ diye haykırarak yürüyordu.”
Yukarıda söylenenler genel olarak doğrudur. Ama bunlar sadece kendiliğinden yığın hareketinin dinamiğinin ne denli güçlü olduğunu gösterir. PDAsı, TÎP, TSİP, ‘TK P ’si dışında tüm devrcimler, irili ufaklı onlarca devrimci grup bu devrimci mücadelenin içindeydiler.
Yeni Çözüm ise utanmazca bu direnişleri tek başına üstleniyor.
“75-80 devrimci mücadele tarihinin manifestosunu yazanlar [ne laflar] sınıf mücadelesinin her alanında halkın örgütlü gücüyle devrimci şiddeti birleştiriyordu. Artık 30 Mart’ta ekilen tohum 75’te filizlenmiş 79lara gelindiğinde bu filizler dal budak salmıştır.”
örgüt (ki bu partiye denk düşer) kazandı- rabildiler mi? Harekete doğru taktikler önerip uygulayabildiler mi? Yığmlann anti-faşist mücadelesini işçi sınıfının sosyalizm uğruna mücadelesi ile birleştirerek hareketi sınıf temeline oturtabildiler mi?
Nerede... Ne örgüt kurmak, ne de hareketi sınıf temeline oturtma çabası vardır. Bu hareketler kendiliğindenci kabarmanın sarhoşluğu içindeydiler. Faşizme karşı mücadelenin lafta devrim mücadelesi tem elinde sürdürülmesi gerektiği ifade ediliyordu. Pratikte ise tam bir kör döğüşü almış yürümüştü. Mücadelenin ne örgüt boyutu, ne sınıfı boyutu ne de taktikleri ciddiye almıyordu. Böyle olunca kendiliğinden hareket gitgide soyut bir sağ sol çatışması gö rünümünde yüzeyselleşti. Devrimciler de sosyalist siyasi bilinci taşımaktan uzak “emekçi halk” edebiyatıyla yetinen sıradan anti-faşistler haline geliyordu. Faşist cinayet ve katliamlar karşısında yığınlann talepleri soyut can güvenliğine kadar geriletildi. Olayın M HP’lilerle solcular arasındaki çatışma görünümü alması ise, devletin asıl vurucu gücü ordu, hiçbir ciddi direnişle karşılaşmaksam ve darbe yapacağını göstere göstere, hakem pozlannda geldi, iktidara yerleşti. Mevcut siyasi hareketler, geçmişin mirası uğruna, kalabalıktan adam kapma uğruna, eylem yanştırma uğruna 75-80 döneminin o olanaklarını çar-çur etmişlerdi.
“Her alanda halkın örgütlü gücü ile devrimci şiddeti birleştirdik” iddiası utanmazca bir yalandır. Devrimci potansiyelin büyük bir bölümü Dev-Yol’un etkisindey- di. Yığmlann büyük bir bölümü Dev-YoFun sloganlanyla, onun bayrağı altında yürüyor, mücadele ediyordu. “Devrimci Sol” güçlerin öyle abartılacak bir etkinlikleri olduğu söylenemez. 12 Eylül geldiğinde ise bu hareketin (Dev-Yol) ne derece kof olduğu ortaya çıkmıştır. Önderleri örgüt oluşturama- dıklannı, dergiden ve kuru kalabalıktan ibaret olduklannı, oligarşinin mahkemeleri huzurunda kendi ağızlanyla ifade ettiler. O çatışmalar için aktif bir yer tutmuş HK ve Kurtuluş gibi hareketler DY’dan daha iyi çıkmadılar.
Yeni Çözüm göz boyamaya devam ediyor:
“12 Eylül’e geldiğinde devrim seli akmasına karşın henüz yatağına tam oturmamış,
Harıl harıl manifestolar yazıyorlar! 1975’ten beri “partileşme süreci” yaşanıyor, “öncü savaşı”,
i(halk savaşı” yapılacak. Sonuç SIFIR!..
“75-80 devrimci mücadele tarihinin manifestosunu yazanlar” herhalde tasfiyeci Dev-YoFcular olacak. Çünkü 1975’te Devrimci Gençlik dergisi onların eliyle çıkarıldı. 1977’de Devrimci Yol manifestosunu (yani bildirgeyi) onlar yazdı. Bu tarihte Yeni Çözüm dergisinin “Devrimci Sol güçleride DY önderlerinin hık deyicisiydiler. Taa ki 1978’lere kadar. Devrimci Gençlik dergisini 30 Martlarda ekilen tohumun filizi olarak görmek, THKP-C ile Devrimci Yol çizgisini özdeşleştirmektir. Çünkü Devrimci Gençlik dergisi ile Dev-Yol dergileri birbirlerinin devamıdırlar. Halbuki DY sözde THKP-C’ci, gerçekte ise tasfiyeci idi. 12 Eylül darbesi sonrası gelişmelerle bu iyice ortaya çıkmıştır. Yazıda sözü edilen 75’te kök salan filizlerin 79’lara gelindiğinde “dal budak salması” da o tarihlerde hareket içindeki bölünmelerin artmasına uyar, başka şeye değil!
Burada devrimciler ne derece kendiliğinden yükselen dev dalganın bilinçli unsur- lan olabilmişlerdir? Ona ciddi ve sürekli bir
önündeki tüm engelleri aşabilecek öznel ve nesnel koşullardan yoksundu. İşte bu koşullarda devrimin kısa bir süre sonra yatağına oturup engellenemez haline gelmesinden korkan karanlığın sahipleri, karanlık güçlerinin tümünü harekete geçirerek devrim selinin önüne aşılmaz bir engel oluşturmak istediler.”
Ne laflar (!)Akıyor devrim seli ama “henüz yatağı
na tam oturmamış” önündeki tüm engelleri henüz aşabilecek durumda değildi. Ama işleri iyi gidiyor. Biraz zaman! Biraz daha bekleselerdi ‘devrimci sol güçler’ onu yatağına oturtacaklardı. Neyleyelim! Ah o “karanlığın sahipleri!” Erken davranıyorlar.
“12 EylüFü tezgâhladılar.Yüzlerce devrimci katledildi. Yüzbinler
işkenceden geçirilip, tutsak edildi. “Batırdık, çökerttik, yok ettikler’ dediler. 60 yıllık paslanmış daktilolan başında oturanlar yeniden ‘anarşizm, terörizm’ edbiyatını yazmaya koyuldular.”
Peki nasıl oldu da “halkın örgütlü gücüyle
birleşmiş devrimci şiddet” 12 Eylül karşısında fos çıktı? Yüzbinler tutsak edilmişlerdi. Tek bir direniş sesi çıkmadı. Bu neden ve nasıl oldu? Belki de çok şey yapıldı, ama biz duymadık.
o “60 yıllık paslanmış daktiloları başındaki” zevksiz herifler kim? Eğer bugünkü ‘T K P kastediliyorsa onun ömrü 20 seneyi bulmaz. Burada M. Suphiler’in, Ş. Hüsnüler’in TKP’siyle, bir grup döküntünün yurt dışında oluşturduklari ‘T K P özdeşleştiriliyorsa açıkça iftira ediliyor. Örneğin Mihri Belli, M. Suphiler’in ve S. Hüsnüler’in hareketini temsil etme durumundadır ve o 1971 çıkışları için bakalım neler demiş:
“Devrim şehitlerimizle aramızda bazı gö rüş ayrılıkları bizim bunların kahramanlıkları karşısında duymamız gereken derin hayranlık duygusuna engel olmamalıdır”
“... Gencecik devrimcilerin göz kırpmadan ölüme görüş germeleri nedendir? Bu, dedikleri gibi, iki devrimci kitap okuyup şartlanmış halkından kopuk aydının, yapabileceği iş midir? Hayır! Halkından güç almayan kitap kumkuması aydınlar ölüme yürümezler. Genç devrimcilerimizin fedakârlığı Türkiye emekçilerinin başı dik, insanca yaşantı özleminin dışa vuruşudur. Onlar yanardağın göklere saçılan kıvılcımlarıdır”
Yukandaki sözler 1972 söylenmiştir. Yani Kızıldere katliamının hemen ardından!
Aynı Mihri Belli 1975-80 döneminde faşistlere karşı direnişi meşru gördüğünü açıkça ifade etmiştir. Ve 71 direnişinin savunucusu pozlarında birçokları 1980 sonrası Kürt direnişine sövmede birbirleriyle yarı- şırlerken M. Belli, hareketin 50 yıllık geçmişi adına, bu direnişi açıkça desteklemiştir. (5)
Yeni Çözüm DY, Kurtuluş, HK liderlerinden öteden beri çiğnedikleri, hatta bugün Taner’in bile çiğnemeye devam ettiği aynı sakızı çiğniyor. Bilmeden konuşuyor; kara çalıyor.
Bildiri dağıtmak, yığınlar üzerindeki etkisi son derece cılız, sürekliliği olmayan giderek sönen ve her seferinde polisin başarılı operasyonlarıyla sonuçlanıp devrimcilere prestij kaybettiren tek tük eylemler, açıkça, “sınıf mücadelesinin her alanda cuntaya karşı savaşımın” yerine konuyor. “Bu mücadelede en aktif haliyle belirli bir süre (...) sürdü” dendiğine göre, bu işin azami sınırı da belli.. Siyasal mücadelenin kapsamının boyutlarının sınıflandırılması böyle olur! İlkellik budur işte!
“Devrimci sol güçler sınıf mücadelesinin bütün alanlarında cuntaya karşı mücadeleyi en aktif bir şekilde sürdürüyorlar ama bu yine de 12 Eylül’ün karanlığını aydınlatmaya yetmiyor.” “Karanlığın sahipleri karanlık güçlerinin tümünü harekete geçirdikleri” için bizler de bu yaman mücadeleyi öğrenmekten mahrum kalıyoruz. 12 Eylül sonrası yönetime karşı mücadele eden tek güç olarak PKK’yı duymuştuk, duymaktayız. Karanlık güçlere kızgınlığından olacak (!) Yeni Çözüm yazarı bu konuda tek laf etmemiş (!) Onlar gazetelerinde, radyo televizyonda “devrimci sol güçlerin” şehirde ve kırda, hayatın her alanında en aktif mücadelelerini mi karartıyor; öyleyse o da PKK’nın kini karartacak: Hakkında tek bir laf bile yok!
Ne yazık ki (!) Yeni Çözüm’ün bütün bu göz boyamalarının inandırıcı bir tarafı yoktur. Televizyondaki “İcraatın İçinden” programını çağrıştırıyor. Evet, 80 sonrası ciddi bir direniş oldu. Ama onu “devrimci sol güçler” yapmadı. Kim yaptı, kim götürüyor; bu biliniyor. Biliniyor da söylemesi birçoğunun işine gelmiyor. Şu her iki halkın mücadelesini birden yürütme iddiasının palavra olduğunu gizlemek için! Belki de Yeni Çözüm Türkiye’nin doğusunu sınıf mücadelesinin bir alanı olarak görmüyor artık. Yoksa bahsederdi (!) Çünkü bunlar 1975’ten beri her alanda mücadele ediyor (!)
Yığınların büyük bölümü Dev-Yol’ıın sloganlarıyla onun bayrağı altında yürüyor,;
mücadele ediyordu. 12 Eylül geldiğinde ise bu hareketin (Dev-Yol) ne derece kof olduğu
ortaya çıkmıştır. Önderleri, örgüt oluşturmadıklarını, dergiden ve kuru
kalabalıktan ibaret olduklarını, oligarşinin mahkemeleri huzurunda kendi ağızlarıyla ifade
ettiler.
Şimdi Yeni Çözüm’ün “Devrimci Sol Güçleri” 12 Eylül’e karşı ne yapmışlar, onu görelim:
“Devrimciler 12 Eylül faşizmin vahşeti ve reformizmin salvolanna karşı [bu “salvo” la- fıda çok askeri (!), bayağı da etkiliyor insanı] ‘AM ERİKANCI FAŞİST CUNTA 45 MİLYON H ALKI YENEM EYECEK’ diyerek sınıfı mücadelesinin her alanında cuntaya karşı savaştılar. İşkenceciler, halk düşmanlarını hedeflediler. Onlann mekanlarına yönelip somut siyasi hedef gösterdiler. Faşizmin gerçek yüzünü gösteren propaganda ve teşhir faaliyetlerine giriştiler. Bu mücadele en aktif haliyle belirli bir süre (?) yurt içinde ve dışında sürdü. Ne yazık ki Devrimci Sol güçlerin bu özverili çabası 12 Eylül karanlığını aydınlatmaya yetmedi. [ Ne yazık (!)] Mücadelelerini kentte ve kırda inanç ve cesaretle sürdürmelerine karşı önemli darbeler yiyip güç kaybettiler. Ve mücadelelerini daha alt bir seviyede sürdürmek zorunda kaldılar” (altını ben çizdim).
Harıl harıl manifestolar yazıyorlar!1975’ten beri “partileşme süreci” yaşanı
yor, “önce savaş”, “halk savaşı” yapılacak.Sonuç, SIFIR!Artık sınıf mücadelesinin her alanında si
yasal mücadele yürütebilmek için parti kurmak gerektiğine de inanılmaz olmuş. “Keskin Mahirciler” burada da tökezliyor. Mahir, proleterya partisinin olmadığı koşullarda birinci görevin onu oluşturmak olduğunu savunur. O sene geçti, 20 seneye yaklaşılıyor, “Devrimci Sol güçler” partileşemedi. Gerekte yok artık buna (!) Nasıl olsa onlar böylece de hayatın bütün alanlarında mücadele verebiliyorlar. Hem adamların manifesto yazmaktan başlannı kaşıyacak vakitler yok, biz de gelmiş burada partileşmeden vs. bahsediyoruz (!)
Yazı açlık direnişleriyle bitiyor. İsteyen okur. Metris Cezaevi’ndeki ölüm orucu üzerine bu abartılmış yaklaşımları dergide diğer yazılan, çizilenle ve bu siyasi çevrenin tavırlarıyla birleştirdiğimizde, “Bu adamlar daha Haziran ölüm orucunun arifesindey-
ken de böyle istismarcı mı düşünüyorlardı?” demekten kendimizi alamıyoruz.
Konuya ilişkin son cümleleri aktarıyoruz.“30 Mart, 6 Mayıs, 75-80 mücadele ma
nifestoları ve Haziran ÖO manifestosu (bu ‘manefesto’ lafını ne çok seviyor yazar. Derginin başından sonuna kadar hep ‘manifesto’!) artık şu veya bu grubun değil, halkın Türkiye devriminin mücadele ve direniş simgeleri ve mirasıdır.
1971 devrimci çıkışları milat yapıldı. Artık devrimci hareketimizin tarihi “Milat öncesi” ve “sonrası” diye sınıflandırılıyor. ...Denizler, Mahirler, Cihanlar gökten zembille inmediler. Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü’lerin hareketinin devamı olan MDD hareketinden çıktılar. ...Gerçekten de son 20 yıl öncesi hareketimize önderlik etmiş Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi devrimciler eğitim düzeyleri yüksek, bilgili, fedakâr, oldukça nitelikli kişilerdir.
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!Mücadelemize Işık Tutacak ve Direnç
olarak Yaşayacaklar!”Evet. Ama eğer onları rekabetçi bir man
tıkla abartarak sömürmezsek! Eğer onları kendi yetersizliğimizi, cüceliğimizi, 12 Eylül rejimi karşısındaki çuvallayışımızı gizlemek için kullanmazsak! Eğer hata ve eksiklerimizin üzerine cesurca gidersek, bu temelde daha tutarlı ve daha kararlı bir devrimci hareket yaratabilirsek!
Yeni Çözüm ise devrimci güçlere geçmişi yeni baştan yaşatmak istiyor.
Proleter devrimci hareketimizin geçmişine karşı aynı tarih bilinci yoksunluğu, miras peşinde koşma, kendi hata ve eksiklikleri karşısında aynı samimiyetsizlik, işçi sınıfına karşı sözde “ideolojik öncülüğü” benimseyen aynı halkçı tutum, gençlikten asıl olarak öğrenciyi an lama veçabalarınm merkezine yüksek öğrenim gençliğini alma, Kürt meselesinde artık açıkça, şovenizme kaçmaya başlayan aynı hatalı tutum ve yaklaşımlar ister istemez akla “hakiki Dev- Yolculuk mu?” sorusunu getiriyor.
Son yıllardaki mücadele çizgilerine baktığımızda sözde savundukları teorileriyle pratikleri arasındaki uçurumun iyice arttığını ve Dev-Yol’un, kendi evrimi sonucu, bıraktığı boşluğa yerleşmeye çalıştıklarını görüyoruz, Bunların öteden beri bütün çabası “hakiki Dev-Yol’culuk muydu yoksa?
Aynı yolculuğa yeni baştan mı?Geçimişi tekrar etmek “Çözüm” müdür?
Peki, bunun “Yeni”liği neresinde?
(1) “Hazînedeki Paslı Teneke”, Aziz Nesin, “Memleketin Birinde” İçinde. Adam Yayınları, 9. Basım.
(2) 12 Evlül sonrası böyleleri de türedi. Devrimci alçak gönüllülük geleneği iyice aşındırıldı. Direniş şehitten için basın ilanlarının altına, hiç gereği yokken, bazı siyasal hareketlerin liderleri adlarını yazıyor. isim yapmak için! Kendini hatırlatmak için! Hatta duygu sömürücülüğünde daha da ileri giden bazı siyasal liderler annelerinin, ablalannın ölümleri üzerine kendi resimlerini yayınlatıyorlar. Devrimcilik böyle ucuzlatılıyor!
(3) M. Çayan “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup.” Bütün Yazılar içinde s. 198-199.(4) “Özeleştiri” Aktaran R. N. İleri, M. Belli Olayı,Cilt IH. s. 892 ve 1056.
(5) Örgütlenelim Ama Sosyalizmin Adını Kirletmeyelim”, M. Belli, Toplumsal Kurtuluş s. 5 45
TOPLUMLARINGELİŞİMİNDEEĞİTİM VE KADROLAŞMANINÖNEMİ A H M E T A Y D E M İR
Sosyalist çalışmada eğitimin rolüne geçen yazımızda değinmiştik. Bu yazımızda eğitim ve kadrolaşmanın insanlığın gelişim süreçlerindeki yeri ve önemini ele alıp incelemeye çalışacağız.
Bilindiği gibi tarihteki çeşitli toplum biçimlerinden günümüzdeki kapitalist ve sosyalist toplumlara kadar uzanan tarihsel dönemlerde, toplumların yönetim kademelerini oluşturan, belli bir bilgi birikimine ulaşmış, deneyim sahibi, düşünce, tavır ve davranışlarıyla o toplum biçimlerini en iyi bir biçimde temsil edebilen insanların, insanlığın yaşamı ve gelişimi üzerinde büyük etkileri vardır. Böylesi bir insan maddesine ulaşmak ise ancak o toplumun geçmişten o an içinde bulunduğu evreye kadar edindiği deneyimlerin, çağdaş deneyimler ve bilgilerle bir bütünlük içinde belli ölçüler dikkat^ alınarak toplumdan seçilmiş insanlara aktarılması, bu aktarmadan istenen düşünce, davranış gücünün o kişilerde sağlanıncaya kadar sürdürülmesiyle ancak
Daha ilk sınıflı toplumların doğması ve gelişmesiyle, yönetim , tarih, dil, kültür, askerlik, güzel sanatlar, din, felsefe ve
eğitm enliğin de bir eğitim sürecine tabi tutularak ele alındığını görüyoruz. Böylece ilk
sınıflı toplumlardan, günüm üzdeki sınıflı kapitalist ve sınıfsız sosyalist topluma kadar
değişm ez bir durum ortaya çıkmış oluyor; bu da içinde yaşanılan düzenin ideolojisine göre
belli b ir bölük insanın eğitilm esi ve bu insanların adeta toplumun çekirdeğini teşkil edecek şekilde parti, devlet aygıtı ve üretim
faaliyeti içinde örgütlendirilerek kadrolaştırılmasıdır.
mümkün olmaktadır. Çağdaş toplumlar- da eğitim sadece teorik bir bilgilendirmey-
46 le de sınırlı değildir. Artık yönetim
bilimlerinden üretim alanına kadar eğitimler pratikle iç içe yapılmaktadır. Hatta böylesi bir eğitimin dahi sonuçlannın ne olduğu çeşitli sınav ve testlerle ölçüldüğü gibi eğitim süresinin bitiminden sonra bir de staj adı verilen pratik uygulama dönemi yaşanmaktadır. Hiç şüphesiz bu staj dönemleri belli bir eğitim almış kişinin, nasıl bir uygulamaya yöneldiğini, içinde yaşadığı toplum biçiminin ihtiyaçlanna ideoloji, din, kültür, üretim vb. özelliklerine uygun davranıp davranmadığını açığa çıkarmaktadır. Ancak bu staj döneminde de iyi not alabilenler ondan sonra, toplumsal yapı içindeki belli görevlerine ister üretim isterse yönetim kademelerinde olsun getirilmektedir.
İnsanlığın ilk çağlannda, toplumun o ana kadar edindiği deney ve bilgi birikimini en iyi temsil edebilen ve kendilerine “ ulu” denilen kişiler toplumları yönetirdi. İlkel sosyalizm döneminde bu ulu kişilerin rolü toplumun ilkel sosyalizm anlamında da olsa geleneklerini sürdürmesini sağlamaktan ibaretti. İlkel insanın çok yönlü yetersizlikleri bu ulu denen kişilerce giderilmeye çalışılır. Bu durumlan onlara ayrıca dinsel bir hüviyet te verirdi.Toplum çeşitli ayin ve törenleri canlı ve cansız sembol veya putlara yönelik düzenlerken, esasta bu sembollerin mucidi ve koruyucusu ve toplumun önderi durumundaki “ ulu” ya tapınmaktan başka birşey yapmış olmuyordu. “ Ulu” kişiler öldüğünde dahi onlann ruhlannm toplum içinde yaşadığı, toplumu koruduğu ve yönettiği inancı çok köklüydü. Bu sayede toplumun birliği korunur, dağılması engellenir, yeni bir ulu seçilerek buna süreklilik sağlanırdı.
İlkel sosyalizmin (barbarlığın) üst aşamasında “ ulu” lann, toplum adına öteki top- lumlarla değişim i (mal mübadelesi anlamında) organize eden tam kararlarla elbirliği halinde toplumda ortaya çıkan artı ürünün bir kısmını, yürüttükleri işlerin,' üretimden kopuk ve yozlaştıncı etkisinden dolayı kendilerinin özel mülkü haline getirmeleriyle ilk sınıflı topluma geçişe uygun bir zemin ortaya çıkmış, rüşeym halinde ilk sınıfsal aynşma gerçekleşmiştir. Tapınağın ulu kişisi ve tamkara (bezirgan) yürüttükleri faaliyetlerde kendilerine yardıma olan
lara da bu zenginlikten belli bir pay ayırarak, aynca toplumun idaresiyle ve ticaretle ilgili bilgileri de ilkel işaretler biçiminde yazarak, daha sonraları değişimde kolaylık sağlayan paranın da icadıyla, sınıflı topluma geçişin tüm koşullarını olgunlaştırmış oldular. Bu aşamada yapılması gereken son bir operasyon vardı. O da adeta doğal ve otomatik bir biçimde yapıldı. Ulu kişi tamkara ve bu iki egemen zümreye bağlı işbirlikçiler haricindeki tüm toplum silahsızlandınldı. Buna karşı koyanlar öldürüldü. Bu insanlık tarihinin daha önceki dönüşümleriyle mukayese edilmeyecek yepyeni bir durum ve sosyal devrimdir. Bir avuç asalak zümre toplumun ekonomi temelinde ortaya çıkan değişikliklere uygun, üst yapıda da değişiklikler gerçekleştiriyordu. Devletin doğması azınlığın elinde bir bir tahakküm aracı haline gelmesi de böylece mümkün oluyordu. Bu ilkel devletin; egemenlerini koruyacak, ilkel bir ordusu (silahlı adamlar), cezaevleri, silahsızlandırılan ve bu anlamda köleleştirilen eski kandaş toplum üyelerinin yönetilmesini sağlayacak tüm kurum ve kuruluşlarıyla doğması söz konusuydu. Eskiden toplumun ortak mülkü olanlar şimdi özel mülk olmuş ve bunlara el sürmek suç haline gelmiştir.
İnsanlığın sınıflı toplum öncesi dönemi, günümüzde ne kadar arkeoloji, tarih vb. bilimlerde sağlanan gelişmelerle aydınlatılmış da olsa, hâlâ karanlık ve aydınlanmamış yönleri çok fazladır. Bu dönemde bilgi, deneyim edinmenin, yani eğitimin en önemli aracı dil- konuşmadır. Bu durum kuşaktan kuşağa belli bilgi ve deneyimlerin konuşma, davranışlar ve taklit yoluyla aktarılmasını sağlamıştır. Sınıflı toplumlarla birlikte yazının ortaya çıkması, bu yazı ve yazma becerisinin bir evrim yaşaması, toplumla- rın eğitiminde yeni ve çok önemli bir olanağın doğması anlamına geliyordu. Böylece ilkel topluluklarda konuşma ve taklit, gelenek - görenek biçiminde yaklaşılan eğitim, sınıflı toplumda egemen sınıflara ve onların düzenlerine hizmet edecek, zekâca ileri ve pek çok özellik bakımından seçilmiş insanlann, yazılı belge ve bilgileri temelinde eğrilebilmesini mümkün kılıyordu.
Daha ilk sınıflı toplumlann doğması ve gelişmesiyle birlikte, yönetim, tarih, dil, kültür, askerlik, güzel sanatlar, din, felsefe ve eğitmenliğin de bir eğitim sürecine tabi tutularak ele alındığını görüyoruz. Ancak bu eğitimlerden geçenlere egemen sınıflarca güvenildiği gibi, yine bu kişilere toplum nez- dinde bir itibar sağlanabiliyordu. Böylece ilk sınıflı toplumlardan, günümüzdeki sınıflı kapitalist ve sınıfsız sosyalist topluma kadar değişmez bir durum ortaya çıkmış oluyor; bu da içinde yaşanılan düzenin ideolojisine göre belli bir bölük insanın eğitilmesi ve bu insanların adeta toplumun çekirdeğini teşkil edecek şekilde, parti, devlet aygıtı ve üretim faaliyeti içinde örgütlendirilerek kad- rolaştırılmasıdır. Elbetteki köleci toplumun egemen sınıflarının sağlayacağı eğitim ve kadrolaşma bu düzene en iyi hizmet edebilecek toplumsal kesimden insan seçme ve köleciliğin ideolojisine uygun eğitim, örgütlenme ve kadrolaşma olacaktır. Keza bu durum feodal toplumda, kapitalist toplumda, hatta sosyalist toplumda da bir bakıma böyledir. Tabii sosyalist toplumun eğitim ve kadrolaşma haréketi, geçmiş sınıflı toplum- larla şekilce benzerlik taşımakla beraber, özce, nitelikçe bir farklılık taşımaktadır.
Gelmiş, geçmiş tüm toplumsal dönüşüm ve devrimler; toplumun ekonomi temelinde ortaya çıkan değişikliklerin, insan beynine yansıyarak önce kendini fikirler düzeyinde ifade ettirmesi, bu fikirler doğrultusunda bir kadrolaşmanın sağlanması ve bu kadroların ortaya çıkan bu yeni fikir ve düşünceleri, tarihin tek yapıcısı halk kitlelerine götürerek maddi bir güce dönüştürmesiyle mümkün olmuştur. Her toplumsal dönüşüm ve devrimde görüngüler ne olursa olsun hemen hemen şu veya bu düzeyde ortak ve değişmez olan böylesi bir yan vardır. Kapitalizm öncesi toplum biçimlerinde de odukça değişik şekillerde ortaya çıkan tarihsel ve sosyal devrimlerde de böyle bir durum söz konusudur. Yani toplumun üretici güçlerindeki gelişmeye bağlı yeni bir üretim biçimi öncelikle rüşeym halinde de olsa toplumun ekonomi temelinde doğmakta, bu değişiklikle, eski üretim biçimi arasında bir çelişki ve çatışma gündeme gelmekte, eski toplumun savunucularıyla, eskiyi eleştiren çeşitli fikir akımları ortaya çıkmaktadır. Bu yeni düşünce veya akım önce bir şefler topluluğu, hizip vb. kendi kadrolaşmasını yaratmaktadır. Ya halk kitlelerinin doğal önderi olan, ya da daha sonralar içine girdiği davanın büyüklüğüne uygun bir gelişme göstererek önderleşenler, yaşanan dönüşüm ve devrimde motor işlevi görmektedir.
Barbarlık dönemiyle ilgili olduğu gibi, kapitalizm öncesi toplumlar tarihinin de karanlık kalan pek çok yönü vardır. Özellikle sınıflı kent medeniyetlerinin barbar akınla- rıyla yakılıp yıkılması bu toplumların gelişim ve sosyal devrim momentleriyle ilgili bilgilerin belgelerin çok sınırlı bir biçimde günümüze ulaşmasına neden olmuştur. Bir de tarihin oldukça eski dönemlerine ait altın değerindeki bu belgelerin çeşitli ülkelerde dağınık bir biçimde bulunuşu, tarih konusundaki pek çok araştırma ve incelemede insanlığın bu çağıyla ilgili verebileceğimiz bilgi ve örnekleri sınırlandırmaktadır. Ne var ki tarihten verilecek birkaç örnekle de konu biraz aydınlatılabilir. İslamiyetin Arap Yarımadasında doğuşu ve gelişimini bu çerçevede ele alıp incelemek sanınm fazlaca sakıncalı olmaz ve eğitimin kapitalizm öncesi toplumların gelişimi ve dönüşümünde oynadığı rol ile ilgili bizlere bir fikir verebilir. Keza ortaçağda Hıristiyanlığın bu yönde oynadığı role de kısaca değinmek yararlı olabilir.
Bilindiği gibi Hz. Muhammedln içinde
doğduğu Arap Yarımadası barbarlığın üst aşamasında ve bezirgan ekonominin oldukça geliştiği bir toplumsal yapıya sahiptir. Hatta bizzat Hz. Muhammed’in kendisi Hz. Hatice ile evlendikten sonra kervan sahibi olmuş ve bir dönem bezirganlık yapmıştır. İşte bu toplumsal yapı Hz. Muhammed’in düşüncelerini belirleyen sosyal çevredir. Toplumda, bezirganlar ve bunlann bir kısmının da aynı zamanda Kabe’deki “put- ’ları da korumakla görevli olan din uluları anlamında egemen sınıf haline yükselişlerinin yanı sıra, dağınık bireysel mülkiyet, kervanlarda çalışan yoksul birhalk, hatta köleciliğin ilk biçimleri ortaya çıkmıştır. Bezirgan ekonominin temelinde arz ve talep kanunu büyük rol oynamakta, bu kanuna uygun yapılmayan bezirganlık (kervancılık) her an iflasla karşılaşmaktadır. Bezirganla
rı böylesi bir duruma düşmekten, yani iflaslardan Kâbe’deki binlerce put da koruyamamaktadır. Bu nedenle Arap toplu- munda öncelikle barbarlım üst aşamasından sınıflı Müslüman topluma geçiş, putların toplümun yeni durumunu izah etmede bulundukları yetersizlikten dolayı, bu çok tanrılı (putlara) dine karşı tek tanrılı İslamiyet dininin üretilmesi biçiminde gelişmiştir. Hz. Muhammed’i, toplumu derin ekonomi temelinden etkileyip yöneten gözle görülmez, elle tutulmaz arz ve talep ka
nunu, onun bu konunu ne yerde ne gökte, ama her yerde ve her şeye kaadir mutlak A L L A H düşüncesi biçiminde formüle etmesine neden olmuştur. Daha sonraları ayetler biçiminde oluşturulan çeşitli düşünceler, sınıflı kent toplumuna geçişin eşiğinde bulunan bir bayii bozulmuş barbarlığın üst aşamasındaki toplumsal yapıdaki çelişki ve kargaşaya bir çekidüzen vermek iste
menin yanı sıra ticaret için yeni kurallar getirmektedir. Bu açıdan Islamiyete bezirgan (tüccar) ekonomi temelinin üst yapı kurumlaşması demek de mümkündür. Ne var ki İslamlığın ilk doğuş günlerinde, henüz Arap toplumlannda ilkel sosyalizm gelenekleri diri olduğundan ve İslam dininin doğuş m omentinde kurumlaşmış Mekke tefeci - bezirganlarının bu akıma karşı çıkmaları nedeniyle, tüm yoksul halk kesimlerinin İslamiyet saflannda yer alması iyilik, doğruluk, adalet ve mutluluk getirici bir rol de oynadı. Bu durum Müslüman halkların zihninde, gelenek göreneklerinde, yüz yıllardır silinmeyen neredeyse o günlere özleme dönüşen bir biçimde hâlâ yaşayabiliyor. Ne var ki İslamiyet kısa bir süre sonra Mekke tefeci - bezirganlarının da Müslümanlaşma- larıyla, onların eline geçmiş, gerçek sosyal sınıf zeminine oturmuştur. Burada elbette İslamiyetin doğuş ve gelişimini tahlil etmek, pek çok yeni düşünce ve yorum ileri sürmek de mümkündür. Yalnız bunlar ayn ça- lışmalann konusu olup, ele aldığımız eğitim sorununa pek katkı sağlamaz, hatta konunun dağılmasına neden olabilir.
Özetle; Hz. Muhammet toplumun ekonomi temelinde ortaya çıkan değişikliklere uygun bir düşünce sistemi geliştiriyor. Konumuz açısından bundan sonrası daha fazla önem taşımaktadır. Bu geliştirdiği fikir ve düşünceyi öncelikle en yakın ve güvendiği çevreden dışa doğru çeşitli eğitim toplantıları düzenleyerek yayıyor. Bu çalışmalar sonucu mümin adı verilen yeni düşünce sistemini kişiliğine sindirmiş ve davranışlarıyla da bunu başarıyla uygulayan ilk kadrolarını oluşturuyor. Bu mümin ismini
1 alan kadroların temel özelliği kendilerini bütünüyle İslamiyete adamış, bu yolda şeha- deti seve seve kucaklayacak niteliğine ulaşmış kişiler olmalandır. Artık burada yapılması gereken yeni insan lann yoğun eğitim çalışmalar içine alınarak (ayet okuma - na
maz kılma biçiminde) müminleştirilmesi ve kadrolaştınlması olurken, diğer bir yandan da eski toplum ve din biçimini muhafaza etmek isteyenlerle küçük çaplı çatışmalar içine giriliyor. Bu aşamada eskinin sürmesinden yana olanlar, müminler üzerinde korkunç boyutlara varan sindirme, işkence ve katliamlar gerçekleştiriyorlar. Fakat mühninler bu uygulamalara karşı direnerek yaşamaya hakları olduğunu ve geleceği temsil ettiklerini kanıtlamış oluyorlar. Böylece îslamın doğuş yeri olan Mekke, artık sağlanabilecek gelişmelerin büyük oranda sağladığı, eğer orada kalmakta ısrar edilirse, başta Hz. Muhammed’in kendisi olmak üzere tüm müminlerin imha olmayla karşı karşıya kalabilecekleri yer haline geliyor.
I. ve II. Enternasyonel pratiği, dünyanın pek çok ülkesinde insanların eğitilip ülkelerinde
çalışma yapacak düzeyde yetkinleştirilmesinin önem li b ir aracı oldu.
Böylece proleterya sosyalizmi dünyanın çeşitli ülkelerine yayılabildi.
OradanMedine’ye hicret ediliyor. Medine hem İslamm yayılması ve kadrolaşması hem de yeni İslam düşüncesi temelinde yaşamın organize edildiği bir yer haline getiriliyor. Ardından Bedir Savaşı, savaşı sürdürme ve İslamiyeti yayabilmek için gereken teknik olanak ve güce ulaşmak bakımından. İslamiyetin ilk kamulaştırma eylemi oluyor. İslamiyet daha sonraki yaşanan süreçte bilindiği gibi, güçlü bir hazırlık ve kadrolaşma (mümin) temeline dayandığı, içinde bulunduğu bölgenin ekonomik - sosyal gelişimine uygun fikirleri Kuran ve hadislerde üretebildiği ve bu fikirlerin toplum içinde yayılmasını engelleyen eski toplum ve din biçimiminin sürmesi için şiddet uygulayanlara karşı kutsal cihad anlamında savaşı geliştirebildiğinden, tüm Ortadoğu bölgesine, hatta Uzakdoğu’ya doğru bir yayılma göstermiştir.
Her fikir akımında olduğu gibi İslamiyetin gelişmesiyle birlikte davaya katılmayı özde değil, sözde ve biçimsel yapan pek çok sahte Müslüman kadro tipi de ortaya çıkmıştır. Bunlar Kuran ve hadisleri ezbere bilmekte fakat, yaşama geçirme ve uygulamada ise çarpık ve çıkarcı bir durum içine düşmektedirler. Hatta Müslümanlar içinde bugün dahi bu ayrımı yapabilmek mümkündür. Pek çok insan temiz duygularla İslamiyete yaklaşırken, pek çok Müslüman geçinen kişi ise dini insanları kandırmada kolaylık sağlayan bir araç olarak görmektedir. Toplumdaki hâkim finans - kapital ve tefeci-bezirgan sömürücü sınıflan yaşamlarının Müslümanlıkla alakası yokken, sırf halkı kandırmak ve afyonlamak için dindar geçinmekte, onların saf ve temiz duy- gulannı da iş güçlerini sömürdükleri gibi sömürmektedirler.
Avrupa kıtasında ise feodalizmin ortaçağı denen dönemde din eğitimi ve kadrolaşması muazzam boyutlara varmıştır. Kilise din derebeylerinin elinde kendi feodal dü- — zenlerini yaşatma ve ayakta tutmanın en- büyük okulu ve eğitim kurumlan ağı haline geliyor. Kilise toplumun yönetilmesinden, çeşitli, haksız savaşlara sürülmesine kadar, tarihin ileriye dönen çarkını geriye döndürmeye çalışmak temelinde de olsa,Avrupa kıtasında çok büyük etkinlik ve nüfuza sahip oluyor. Papazlar, rahip, rahibe ve keşişler feodal üretim tarzının ve hiyerarşisinin ideolojik kurumlaşması ve devlet kadrolaşmasının temelini ve yönlendi- 47
ricJBginı oluşturuyorlar keler, dinsel topluluk ve halklar üzerine haçh seferleri biçiminde milyonluk ordular seferber edebiliyor. Yine bu ortaçağ karanlığını yaşayan toplumlann bağnnda ortaya çıkan insanlığı geleceğin aydınlık günlerine ulaştırmak isteyen büyük kişilik ve bilim adamlannın dahi yaşamlanna son verebiliyor. Tüm bunlarda, Avrupa’da ortaçağda, kilisenin bir ideoloji’ ve eğitim kurumu olarak toplumda sağladığı gerici kadrolaşmanın rolünü ortaya koyuyor. Bu dönem çok acılı da olsa insanlık tarhinde ge çici olmak zorunda kalmıştır. Çünkü hiçbir din, eğitim, güç, kadrolar ve ideoloji insanlığın gelişim yasalanna uygun değilse tarihsel olarak aşılmaktan kendini kurtara-
Osmanlı toplumunun merkezi feodal ya-
Boylece başka ül- gulamaya başlamıştır. Çeşitli bilim, fikir, sanat ve edebiyat adamlan başlangıçta korkunç baskılara uğramak, hatta bazılan ya- şamlannı yitirmek pahasına da olsa, feo dal ortaçağ karanlığına savaş açtılar. Kapitalist üretim biçimi henüz hâkim olmayan bir tarzda da olsa korperasyon, manifak- tür ve fabrikaya doğru bir evrim yaşarken, başta bu işletmelerin sahipleri (burjuvalar) ve çalışanlar (ilk proleterler) olmak üzere insanın doğanın kanunlarını keşfettiğinde ona hükmedebileceğini sezdiler. Ortaçağın köylü veya esnafının, tanrının insafına sığınan üretim biçimi ilk defa tanrının insafından kurtulmuş ve makina denen aletlere hükmeden insanın becerisi ve ustalığının kontroluna geçmiş oluyordu. İşte feo dal dönemin sonlanndan itibaren başlayıp, burjuva devrimleriyle doruğuna çıkan in-
1917 EKİM DEVRİMİ her şeyden önce Marksizmin, Rusya koşullarına yaratıcım bir
biçimde uygulanması, oluşturulan LENİNİST ideoloji temelinde güçlü bir kadrolaşmanın
(profesyonel devrimciler örgütü) sağlanmasının ürünüdür. Ekim Devrimi ve Ekim DevrimVnden sonra gerçekleşen tüm ulusal toplumsal kurtuluş ve devrimlerin,
ortaya çıkardığı temel gerçek, objektif şartlarda ortaya çıkan olgunlaşmayı, devrimi geliştirme doğrultusunda işleyebilecek bir
kadrolar örgütünü (Partiyi) güçlü bir biçimde inşa etmenin zorunlu ve vazgeçilmez,
ertelenmez bir görev olduğudur
pıya ulaşmasının ardından medreselerdeki (din okullan) dini eğitim ve kadrolaşma, toplumun ileriye doğru gelişimi önünde büyük bir engel haline geliyor. Hatta bu, Batı Avrupa’nın kapitalizm aşamasına varmış toplumlanndan esinlenerek, kurulan ilk kapitalist işletmelerin yakılıp yıkılmasına kadar varabiliyor. Avrupa’da yeşeren ve gelişen ilerici ve aydınlık pek çok fikir akımına sanat, edebiyat, kültür vb. değerleri topluma taşımak isteyen kişilere ise Osmanlı toplumunun bünyesi içinde yaşama olanağı verilmiyor. Onların kaderi sürgün ve cezaevinde yaşamak halinde dönüştürülüyor. Bunda, şeriat ve din eğitimi kurallan ve medrese kültürü dışındaki herşeye gavur icadı olarak bakan Osmanlı toplumunun o karanlık ortaçağının kadrolaşması büyük oranda etken olmuştur. Osmanlı toplumunun bu döneminden günümüze kadar süren geri kalmış ülke alın yazımızda, Batıda kapitalizmin gelişiminin zıddına, ekonomi temelinde tefeci - bezirgan ve komprodor- luğun egemenliğinin geliştirilmesi olduğu kadar, üst yapıda da merkezi feodal devlet ve kurumlaşmasının güçlendirilmesinin rolü çok büyüktür. Elbetteki burada olaylar, toplumun ekonomi temelindeki, gerici asalak tefeci - bezirgan, komprador sermayenin hakimiyetinin, kişilerin hatta sultanların istemlerinden bağımsızcasına üst yapıda, devlet, ideoloji, din, eğitim, kültür vb.’de ifadesini bulmasından başka bir şey değildir. Ekonomi temeli asalak ve gerici - çağdışı sermayenin tekelinde olunca devlet ve sultanlar kendi varhklannı sürdürebilmek için din afyonuyla kitleleri uyuşturup, alıklaştırmak ve bu işi yapabilecek medrese (okul) sistemine ve buralardan çıkmış kadrolara dayanmak zorundadırlar.
Kapitalist üretim biçiminin, feodalizmin bağnnda doğmaya başlamasıyladır ki insanlık ortaçağ gericiliğini ve karanlığın! sor
san lık tarihinin o güne kadar şahit olmadığı en büyük aydınlanma hareketi bu ekonomik ve sosyal zeminden kaynağını almıştır. Bu dönemde yeni felsefe, kültür, ideoloji ve sanat akımlan adeta feodalizmin tüm kurum ve kuruluşlanna her koldan saldm- ya geçmiştir.
Kapitalizmin sağladığı aydınlanma ortamında insanlık adeta bir bakıma unutulmuş eski kültür hazinelenne yönelmiş, başta eski Yunan felsefesi olmak üzere, antik çağdaki toplumlann geçiş ve gelişme moment- lmerinde ürettiği felsefe, kültür ve ideolojiler, yeni üretilen fikirlerle birlikte ortaçağ karanlığını yırtmada bir silah haline getirilmiştir. Yeni felsefe, ideoloji, kültür ve sanat akımlan, genç ve devrimci burjuva sınıfının önderliğinde çeşitli akım, grup, hizip ve partiler biçiminde örgütlenmeye başlamıştır. Bu aşamada burjuvazi özellikle yerel yönetim ve belediyelerde örgütlenerek buraları feodalizme karşı direnişin merkezleri haline getirmiştir. Oluşturduğu akım ve partiler içine başta proletarya olmak üzere din ve dünya derebeğliğinin topraksız bıraktığı ve sertliğin kıskacı ve zulmü altında yaşayan köylülüğü de çekebilmiştir. Bu emekçi kesimler, burjuvazi tarafından, top- raklann, feodallerin elinden alınıp kendilerine dağıtılacağı, daha iyi çalışma koşullan, hürriyet, adalet, eşitlik sağlanacağı vaatleriyle örgütlendirilip, burjuva devrimle- rinin vurucu gücü haline getirilmişlerdir. Burjuvazi kendi ideolojisi doğrultusunda sağladığı bu bilinçlendirme, eğitme, kadro- laştınp örgütleme çalışmalannm yanı sıra eski feodal toplumun egemen sınıflan arasındaki çelişkileri de ustaca kullanmıştır. Başlangıçta feodal parçalanmışlığa karşı ulusal birliği sağlamak için krallıkla uzlaşmış yine din ve dünya derebeğlerinin ve asillerin arakamdaki çelişkileri derinleştirici ilişki ve ittifaklara girmiş, bu çelişkileri us
taca kullanarak kendi sosyal devriminde taktik alanda da büyük bir maharet sergilemiştir. Burjuvazi tüm bu yetenekleriyle, eskinin karanlık ve kokuşmuş feodal despotizmini böylece dağıtıp, yerle bir edebilmiş. Siyasal iktidarı onların elinde alarak kendi iktidarını kurmuştur. Bundan sonra geçmiş çağın egemen sınıflan başta olmak üzere, eskinin tüm kurum ve kuruluşlannı kendi ekonomi temeli ve dünya görüşüne göre bir dönüşüme uğratmıştır. Burjuvazinin, burjuva devrimindeki diğer bir özelliği de kendi hâkim sınıf ideolojisini aşan proleter ve köylü yığınlanna karşı eski feodal toplumun artığı egemen sınıflarla uzlaşmak ve emekçilerin bu mücadelelerini şiddet kullanarak bastırmak olmuştur.
Ortaçağın o mistik ve ruhani ortamı burjuva üretim biçiminin tarih sahnesine çıkmaya başlamasıyla, dağılma içine girmiştir. Sonuna kadar maddeci ve insanın beceri ve kontrolundan başka bir güç tanımı- yan kapitalist üretim biçimi maddeci (materyalist) dünya görüşünün doğrusunda ve gelişmesinde en büyük ilham kaynağı olmuştur. Yine ekonomi politik bir bilim olarak bu yeni üretim biçiminin kanunlannı araştırma temelince doğmuş, burjuva dev- rimlerinin sağladığı özgürlükler ve coşku ortamında, sanatta ve edebiyatta dev boyutta klasikleşmiş yapıtlar ortaya çıkmıştır. Bur- > juvazi kendi devriminin ardından, emekçi sınıf ve tabakalara yönelik gericiliği ve terörü her ne kadar arttırmışsa da yeni ortaya çıkan üretim ve yönetim tarzı tarihsel olarak insanlığı çok büyük bir ilerleme ve gelişme içine soktu. Burjuva devriminin aydınlık ortamında yeni kapitalist toplumun eğitimi ve kadrolaşma düzeyi kendinden önceki toplum biçimleriyle kıyaslanmaya- cakbir boyuta vardı. Yönetimde ilk dönem, cılız ve güçsüz olma nedeniyle krallıkla uz- laşık bir gidiş varsa da ardından bilinen seçimli demokratik cumhuriyete doğru bir evrim yaşandı. Ekonomi alanında, geniş yeniden üretim demek olan kapitalizm, üretim alanında bir sonraki günü bir öncekini aşarken, bilimde, teknikte yeni keşif ve icadlan kışkırtan teşvik eden bir rol de oynuyordu. İnsanlığın bu dönemi denebilir ki neredeyse her gün yeni bir keşif veya icadın yapılmasına sahne olmaktaydı. Bu durum, yönetimde, bilimde, teknikte, üretimde uzmanlaşacak çok sayıda insanın eğitimini ve kadrolaştınlmasını zorunlu kılıyordu. Keza toplumun yaşamını ilgilendiren tüm alanlardan, askerliğe kadar toplum adeta yeni baştan ele alınıp, kapitalist üretim tarzının ve üretici güçlerinin gelişimine, ihtiyaçlarına uygun bir eğitim sürecine tabi tutuldu. Cehalete savaş açıldı. Okuma yazma, teknik bilgi ve beceri edinme bireyin yeni topluma uyum sağlayabilmesinin, ayakta kalıp yaşayabilmesinin ana unsur-
lan haline geldi. Gazetecilik, telefon radyo vb. bilimsel teknik gelişmeler, mecburi öğrenim, okul sistemleriyle birlikte toplumun büyük bir kesimini burjuva ideolojisinin eğitimi ve yönlendirmesi altına soktu. Ulaşımda ve haberleşmedeki gelişmeler insanlar için yer küremizi küçülttü. Bilinmezlikleri ortadan kaldırdı. Tüm bunlar yeni, aydınlık düşünce ve gelişmelere açık bir insan tipini ortaya çıkardı. Toplumun adeta karanlıklar denizinden aydınlığa çıkması biçimindeki bir durum güzel sanatlann tüm dalla- nnda, felsefede, kültür, ideoloji depolitika- da pek çok ileri düşüncenin yeşermesine uygun bir ortam yaratıyordu. Y ine burjuvazi, kapitalizmin Kıta Avrupası’ndan dünyanın her tarafına doğru yayılması önünde büyük bir engel teşkil eden feodal des- potik yönetimlere karşı, yetiştirdiği büyük askeri komutanlar önderliğinde yüzbinlik ordular kurup bunları en son teknikle do-
natıp üstlerine yürütüp onların, gelişmelerin önünde engel olma durumlarını ortadan kaldırdı. Kapitalizmi Avrupa’da kökleştirip oradan yeni dünya (Amerika) ve Asya kıtasına doğru yaymayı başardı.
Kapitalizmin, insanlığın ileriye doğru gelişiminde oynadığı rol kendinden önceki toplum biçimleriyle kıyaslanmayacak bir boyuttadır. Ne var ki kapitalizmin bu rolü kesintisiz bir biçimde sürdürmesinde söz konusu değildir. Çünkü bu yönetim tarzı da geçmiş üretim ve toplum biçimlerinde olduğu gibi sömürücü, egemen bir azınlığın iktidan olmak durumundadır. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçiler, devrimlerin ve toplumsal gelişmenin tek yapıcıları olmalanna rağmen geçmiş sömürü
sistemlerinde olduğu gibi kapitalizmde de paylarına düşen ancak yaşamalarını sürdürmelerine yetecek boyutta bir ücrettir. Onlar çalışmışlar savaşmışlar ve yeni bir toplumun ortaya çıkmasında en büyük motor güç olmuşlar, ama siyasi iktidar ve üretim faaliyetini tekeline alan burjuvazi olmuştur. Burjuvazi de kendi devrimini yapıp siyasal iktidarı zaptettikten sonra ilerici devrimci barutunu yitirmiştir. Devrime katmak için kitlelere verdiği vaatlerin tümünü unutmuştur. Kitleler burjuvaziye bunları hatırlatma temelinde sokağa dökülünce de burjuvazinin oluşturduğu ordu güçlerinin süngü ve kurşununu karşılannda buldular. Sömürücü sınıflar, tarihte de görüldüğü gibi henüz siyasi iktidan ele geçirmedikleri aşamada ve kendi iktidarlannı gerçekleştirmek için geliştirdikleri sosyal devrim momentlerinde ilerici bir rol oynarken, iktidara sahip olmalarının ardından gericileşmekte, hatta üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline gelebilmektedirler. Bu durum kapitalizm için de söz konusudur kapitalizmde ü re tip —ortka ve işletmelerde ve tüm toplumsal yapıyı saran genel görünümüyle kolektif yapılan bir üretim biçimi olurken bu kolektif üretim biçimine uygun olmayan bir tarzda burjuvazi tüm üretimin sonuçlarına özel mülkü olarak sahip çıkmaktadır. Yani onlar üretimin kendisinden çok sonuçlanna sahip çıkmayla ilgileniyorlar ve bu durumları onların üretim içinde etkin rol alan insanın ve tekniğin gelişimine kayıtsız hatta engelleyen bir konuma girmelerine neden olabiliyor. Bilimde ve teknolojideki yeni gelişmeleri hemen üretim alanına aktarmak, üretimde çalışan işçi sınıfının tüm ekonomik ve sosyal haklarını vererek onun gelişimini sağlamak, kapitalistin sadece ve daha çok kâr anlayışıyla çelişmektedir. Burada kapitalistten, elbetteki üretimde ortaya çıkan kolektif üretim biçimine uygun, kolektif bir üretim tarzı ve mülkiyeti getirmesi, bilim ve teknikteki gelişmeleri süratle üretim alanında uygulaması işçi sınıfının insanca yaşamasını sağlayacak tüm haklan tanıması beklenemez. Ne var ki başta aydınlar olmak özere, toplumun ekonomi temelinde ortaya çıkmış oıan bu çelişkilerin dile getirilmemesi, bu adaletsizliğin giderebilecek düşünce ve fikirler üre- tilmemesi de söz konusu olamaz. Nitekim
kapitalizmin egemen üretim biçimi haline gelişinin ardından, kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanan, bir yanda lüks ve sefahat içinde yaşayan bir burjuvazi öbür yanda açlık, yoksulluk, işkazaları v esalgm hastalıklardan binlercesi ölen bir proletarya görüntüsünün ortaya çıkması, pek çök aydının proletaryanın kurtuluşunu sağlamak için düşünce sistemleri üretmesine neden olmuştur. Bu dönem de proletarya adına üretilen düşünce sistemlerine, ütopik sosyalizm adı verilmektedir. Ütopik sosyalizm, henüz kapitalizmin gelişiminin çok ileri olmadığı ve proletaryanın da olgunluk düzeyinin çok düşük olduğu dönemin sosyalizmidir. Hatta bu sosyalizme ön sosyalizm demek de mümkündür.
İşçi sınıfının bilimsel sosyalist dünya gö rüşü ise ancak daha sonraki proletaryanın gelişme ve olgunlaşma sürecinde ortaya çıkmıştır. İngiltere kapitalizmin ilk beşiği olarak, kapitalizmin ekonomi - politik biliminde önemli gelişmeler sağlamış durumdaydı.
Fransa büyük Fransız devrisinin okulundan geçmiş, devrimciliğin ardından sosyalist düşüncelerin gelişim düzeyinin yüksek olduğu bir ülkeydi. Almanya ise felsefe alanında Hegel ve Feubach’m geliştirdiği felsefe akımlarıyla, felsefede büyük bir gelişmenin ortaya çıkışına sahne olmuştu. İşte proletaryanın bilimsel sosyalizmini kuran ve geliştiren K. Marks ve F. Engels böyle bir dönemde, geliştirdikleri yeni düşünceye da- yanaklık eden bu üç akımın, İngiliz ekonomi-politiği, Fransız sosyalizmi ve A lman felsefesinin eleştirisiyle ve bu temel üzerinde proletaryanın sosval»«* ¿ ¿ nya görüşünü inşa ettiler £ Marks ve F. E ngeli ın yasa^r 've mücadeleleri incelendiğinde çok iyi görülecektir ki onlar bir yandan içinde yaşanılan kapitalist toplumun başta ekonomi temelini ve çelişkilerini olmak üzere, felsefe, politika, ideoloji, devlet, hukuk, kültür, askerlik vb. tümalanlannı eleştirip, proletaryanın dünya görüşünü bu biçimde inşa ederken, düşünceyi yaşama geçirmede ve yaymada büyük bir rol oynayacak kadroların eğitilip örgütlendirilmesine çok önem verdiler. 1. ve II. Enternasyonal pratiği, dünyanın pek çok ülkesinde insanların eğitilip ülkelerinde çalışma yapacak düzeyde yetkinleştirilmesinin önemli bir aracı oldu. Böylece proletarya sosyalizmi dünyanın çeşitli ülkelerine yayılabildi. Ve oralarda örgütlü hale gelmesi sağlanabildi. Bu
aşamada, ideoloji, politika ve örgütlenmede, evrensel boyutta sağlanan bu gelişmeye rağmen henüz uluslararası proletaryanın burjuvaziden siyasi iktidan alabilecek olgunluk, bilinç, ve örgütlenme düzeyi söz konusu değildi. Ne var ki objektif ve sübjektif koşulların henüz yeterince olgunlaşmamasına rağmen, bu dönemde sosyalizm; Fransız proletaryasının büyük kahramanlık ve ataakhğıyla 1871’de Paris Komünü içinde iktidan aJabilmiştir. Bu ilk iktidar deneyimi Paris proletaryasının kendi eğitimi ve yetersizliğinden dolayı kısa sürede yıkılmışsa da uluslararası işçi sınıfı hareketi
için büyük bir deneyim olmuştur. Uluslararası proletaryanın bu ilk başkaldın ve devrimin de ortaya çıkan hatalardan güçlü dersler çıkarılabilmesi, daha sonra Çarlık Rusya’sında Bolşeviklerin iktidan almasında ve iktidarı muhafaza edebilmesinde, 1905-1907’de yenik düşen Rus devrim deneyiminin dersleriyle birlikte güçlü bir temel teşkil etmiştir.
Bolşeviklerin Çarlık Rusyasında gerçekleştirdiği devrimin evrensel boyutları ve insanlığın gelişiminde oynadığı rol başlı başına ayrı araştırmaların konusu olabilir. İşlemeye çalıştığımız konu açısından şunu vurgulamak kesinlikle gerekli hatta zorunludur. 1917 EKİM DEVRİMİ her şeyden önce Marksizmin, Rusya koşullarına yaratıcı bir biçimde uygulanması, oluşturulan LENİNİST ideoloji temelinde güçlü bir kadrolaşmanın (Profesyonel devrimci'er örgütünün) sağlanmasının ürünüdür. Elbette sorunu salt böylesi bir sübjektif etkenle sınırlı göstermek yanlış gibi görünse de daha sonraları Avrupa’nın öteki ülkelerinde, Çarlık Rusyasındakine benzer objektif koşulların (kriz, savaş vb.) olmasına rağmen devrimin zafere ulaşamamasının nedenini, bu sübjektif etkenin eğitim ve kadrolaşmanın devrimin örgütlenmesinin yetersiz veya yanlış bir boyutta yapılmasından başka neyle izah edebiliriz?
Ekim devrimi ve ekim devriminden sonra gerçekleşen tüm ulusal toplumsal kurtuluş ve devrimlerin ortaya çıkard'ğ-, genel gerçek, objektif şartlarda Ortaya çıkan olgunlaşmayı, devrimi geliştirme doğrultusunda işleyebilecek bir kadrolar örgütünü (partiyi) güçlü bir biçimde inşa etmenin zorunlu ve vazgeçilmez, ertelenmez bir gö rev olduğudur. Devrimciler bu temel görevlerini başardığında devrim engel tanımazken, yetersiz, eksik ve yanlış yapıldığı yerlerde devrimler yenilgiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu eksik ve yetersizliğe rağmen bazı sürpriz koşullardan faydalanılarak iktidar olunan ülkelerde ise sosyalizmin inşası ve geliştirilmesi çok sancılı süreçler izlemektedir. Sosyalizmin başını ağırtan, Yugoslavya, Macaristan, Çekoslovakya Polonya ve Afganistan’da usananları, böylesi sürprizle rd e faydalanarak iktidan ele geçirmenin eksikliğini iktidar olmanın avantajlarını iyi kullanarak, ekonomik, sosyal ve ideolojik sorunların çözümünde başarılı olabilecek, eğitim ve kadrolaşmanın yeterince yapılmamış olması açısından da eleştirmek mümkündür.
Günümüzde sosyalist sistemde biriken pek çuk sorunun köklerinde dahi, ideolojik, politik yetkinleşmenin, problemleri biriktirmeden çözebilecek öngörü ve yeteneğe sahip kadrolaşmayı sistemin ihtiyaç duyduğu boyutta üretememesinde görmek pek abartma olmasa gerektir. Elbette biriken sorunlar, problemler kendi çözümleyicilerini de tarih sahnesine çıkarmaktadır. Sosyalizmin yenileşme ve açıklık olarak ifade ettiği günümüzdeki politikalan tüm sosyalist sistemde olduğu kadar, kapitalist ülke proleterlerinde de neredeyse uluslararası bir boyuta varan bir aydınlanma ve işlenen hatalar temelinde bir eğitim halini almıştır. Bu aşamada sosyalizm eskide ayak direyen “tutucu” kadroları aşabildiği, yenileşme ve açıklık politikasına uygun güçlü bir eğitim ve kadrolaşmayı sağlayabildiği oranda zorlukların üstesinden gelebilecektir.
Türkiye proleter sosyalist hareketi, içine girilen yeni dönemde kendini yenileyip, eğitip güçlü bir kadrolaşma sağlayarak toplumsal devrimimize önderlik edecek, geçmişinde bu konuda yaşadığı eksikliği aşacak, tarihin kendisinden beklediği rolü oynayacaktır.
(SÜRECEK)
Günümüzde sosyalist sistemde biriken pek çok sorunun köklerinde dahi ideolojik,
politik yetkinleşmenin, problem leri biriktirm eden çözebilecek öngörü ve
yeteneğe sahip kadrolaşmayı sistemin ihtiyaç duyduğu boyutta üretem em esinde görm ek
pek abartma olmasa gerektin
OBLOMOV ve OBLOMOVLUĞUMUZ... (2)
Kemal SARUHAN
Gerçek anlamda Oblomovluk, düşünce (ile eylem arasındaki diyalektik bağın parçalanmasından doğar. Köle ve seri em eğinin sömürüsü üstüne dayalı toplumlarda egemen ahlak maddi üretimin hertürlüsü- nü küçümseyerek, soylu birey için çalışmayı içe dönük bir zihinsel faaliyete indirgemiştir. Düşünceyi eyleme dönüştürecek maddi araçlar bireyin elinden alınmış, ya da gözerdi edilmiş olduğundan, fikirler somut bir gerçeklik halini alamaz, salt zihinsel birer tasanm olarak kalırlar. Maddi eylemden kopan ve pratiğin devirıûillci gücünden yoksun kalan bilinç, kendiliğinden soyut kurgu alanına yönelir; kendi üzerine kapanır. Orada artık gerçek fikirler halini alan tasarımlarla, imgelemden türeyen kuruntu ve hayaller birbirine karışır. Mantık, düş- gücünün içinde erir, gerçek olanla hayali olan arasındaki farkı giderek tanıyamaz hale gelir. Oblomov’un rüyası, onun gerçek tasanmlarıdır.
Bu koşullar altında birey, gerçek hareketi, ancak zihninde tasarlayabilir, onu içsel bir harekfcİZ dönüştürür. Oblomov, bu anlamda bir harekete yabancı değildir. Gerçekleşmeyen düşünceleri güçSÜZİeşmiŞ- anlamlarını yitirmişlerdir, ama düşgücii $iıî2i* sız bir enerjiyle sürekli hareket halindedir.
Gerçekte de, insanlarla iletişim kurabilme yeteneğini kaybetmiş, ya da belki hiç elde
edememiş b iri olarak Oblomov, başkalarının gözünde b ir ölüden, veya daha doğrusu b ir
bitkiden farksızdır.
Gerçek yaşamındaki kısırlıkla iç dünyasının şaşırtıcı zenginliği arasındaki karşıtlık, sürekli birbirini dengeler. Dış dünyaya karşı son derece ilgisiz ve duyarsız kalan Oblomov, kendi içine döndüğünde aşırı ölçüde duygulu ve hassas birisi olup çıkar. O, her zaman kendi iç dünyasında yaşar ve ancak orada mutlu olabilir. Onun sevdiği insanlar, gerçek insanlar değil, kendi zihninde tasarladığı insanlardır.
Bazı durumlarda, dış dünyadan gelen kimi uyarımlar, örneğin bir tek çarkı -casta diva- Oblomov’un ruhunun derinliklerinden gelen bir coşkuyu, yakıcı bir hayat alevini su yüzüne çıkartır. Tam özlenen gerçekleşiyor derken, bir de bakarsınız, şarkı bitmiş, Oblomov gene eski uyuşuk halini almıştır. Gerçek hayatla arasındaki bağın gücü, ancak bu kadardır. Aslında onun esas özlemi, dış dünyaya karşı mutlak bir kayıtsızlıkla tam bir içe kapanışa ulaşmak-
5 0 tır. Bilim dilinde bu duruma bitkisel hayat
denir. Gerçekte de insanlarla iletişim kurabilme yeteneğini kaybetmiş, ya da belki hiç elde edememiş biri olarak Oblomov, başkalannm gözünde bir ölüden veya daha doğrusu bir bitkiden farksızdır.
Düşünce ve eylem arasındaki bağın parçalanması, düşünceyi kendi içine kapatıp güçsüzleştirdiği gibi, eylemin kendisini de başıbozuk ve amaçsız hale getirerek, soysuzlaştırır. Birey, artık kendi eylemleri üzerindeki denetimini yitirmiştir. Bilinç olarak kendisiyle, başka insanlarla ilişkileri içindeki pratik bir varlık olarak kendisi arasında derin bir karşıtlık ilişkisi kurulur. Bilinç, bu trajik çatışmanın uçurumlanna yuvarlanarak parçalanır. Birey, kendi varlığında kendi gerçekliğini yakalayamaz hale gelir. Kendi içinde hem-kendisini, hem de kendine yabancı bir gücün varlığını hisseder. Aynı anda hem Fausftur, hem Mefisto; güçlü romantik duyguları bu çatışma içinde boy verir.
Sıradan aristokrat bu çatışmayı bayağı bir hazcılığa yönelerek kendinden uzaklaştınr. Bu yaşama küçümsemeyle bakan romantik bireyse, insan olarak kendini gerçekleştirebilmenin imkânsızlığı içinde kavrulup gider. Kendi kendisiyle uyumu, ya toplumdan paklaşarak kendi içine kapanmakta arar, ya da öilİrriCİe. Toplum açısından ortaya çıkan pratik sonuçta .'kişinin birbirinden pek farkı yoktur.
Oblomovluğun asıl belirtisi iradesizliktir. irade, isteyebilme ve yapabilme gücü demektir -ki düşünce ve eylemin uyumlu birliği üzerinde çiçeklenir- Oblomov, bir şeyi ne gerçek anlamda, “var gücüyle” isteyebilir, ne de isteklerini gerçekleştirebilme gücünü bulur kendinde. Bu yüzden gerçeklikten hep bir korku içinde yaşar, onunla karşı karşıya gelmekten kaçınır. “Hayallerinin gerçeklikle yüzyüze geldiği ürkütücü anlar” da gerçekliğe egemen olmak, onu kendi amaçlanna göre değiştirmeye çalışmak yerine, gerçeklik alanının dışına kaçar. Bu bakımdan Oblomovluk, gerçekliğe edilgen bir boyun eğiştir, teslimiyettir. Afna egemen gerçekliğe uyarak boyun eğmez o, gerçekliğin bütün karşıt görünümlerini reddederek boyun eğer, dramatik bir teslimiyete yönelir. “Madem ki yaşamı yönlendiren kurallar budur, ben de yaşama katılmam” der, Oblomovcu. Ama ukalaca üste çıkmaya çalışarak, ama sinik bir kabul- lenişle, tavırsızlığın tavrını takınır. Bundan böyle Oblomovluk, hareketsizliğin hareketi, tembelliğin enerjisidir. Onunla hiçbir yere varılamaz!
★★ ★
G onçarov Oblom ovluğun karşıtını Stoltz’da arar, onun belirtilerini Stoltz’un ya
şama anlayışıyla karşıtlığı içinde ortaya koymaya çalışır. Stoltz, Oblomov’un tersine, çalışkan, enerjik, kendine güvenen biridir. Bu niteliklerini Alman asıllı babasından almıştır. Rusya’da gelişen yeni, burjuva yaşamın temsilcisidir o; Alman işadamlığınm Rus derebeyliği içine attığı koldur.
Alman burjuvazisi, kutsal Roma’yı cehenneme çevirmiş Neron tipi antika zalimliğin üzerine kılıç üşürürken kendilerini yakan Cermen fatilerinin küllerinden doğmuştu. Köklü derebey geleneklerinin yıkıntıları arasında korkak ve pısırık bir hayalet gibi dolaşırken, 1848 devriminde proletaryanın yaktığı ateşi çalarak “Cermenomanyak” bir iştihayla dünya pa- zannı fethe çıktı. Stoltz, onun Rus derebeyliğiyle çiftleşmesinden doğan melez çocuğudur.
Burjuvazinin derebeylikle uzlaşarak gelişmesinden kaynaklanan melezliği ve güçsüzlüğü, kapitalizmin Rus topraklannda derinliğine kök salmasını engellemiş, iğreti kılıklara bürünmesine yol açmıştır. O yüzden, Rus toplumunu feodal ataletten kurtaracak, sarsıcı bir güçle, GogoFden beri Rus aydınlarının bekledikleri “ileri” sözcüğünü haykıracak enerjiyi kendinde bulamazdı. Tersine, onun getirdiği yenilik, toplumsal ataleti çıplak bir olgu olarak bilinç alanına getirmekle kalır. Toplumsal bilinci uyarıp yeni umutlar, idealler yaratır, ama bu umut- İari g^rÇSklSŞtırebilecek araçlan yaratamaz,
ya da olanİan inSSnİSö1"* s!)erinden alır. Kendi yarattığı idealleri, yine kendi ğSTÇeK- liği içinde boğar.Burjuvazi, Rus toplumu- na beklenen kurtuluşu getirmemiş, ülkeyi dar, uzun ve sancılı bir gelişim yoluna sokmuştur. Onun yarattığı birey tipolojisi, çarpık ve yüzeyseldir.
Bu gerçeklik, Gonçarqv’un romanını estetik kuruluşu açısından da etkilemiştir. Bir tip olarak Oblomov’un çiziminde bulduğumuz gerçekçi derinliği, aynı başanyla Ştoltz’un çiziminde göremeyiz. Okuyucuyu etkileyen, kendine çeken Oblomov’un çizgileridir, Ştcltz’iînkiler değil. Onun çizgileri daha silik ve belirsizdir. Romanın gözümüzde canlandırdığı tablo içinde, Ohlo- mov’un canlı renkleri yanında gölgede kalmış, soluk lekelerdir Ştoltz’unkiler. Birincisinin uyandırdığı estetik tadın yanında İkincisi pek sönük kalır.
Ştoltz’un başanlı bir işadamı olduğunu biliriz, ama onun ne iş yaptığını söylemez bize Gonçarov. Sık sık iş gezilerine çıktığını öğreniriz de nereye gittiğinden, kimlerle gö rüştüğünden, ne gibi iş bağlantılan kurduğundan roman boyunca hep habersiz kalırız. Çiftlik sahibi olduğunu öğrenmemiz, Ştoltz’un işinin gerçek yapısı ve boyutları hakkında açık ve somut fikirler edinmemize
yetmez. Oysa, Oblomov’un tablosunda eksik olan hiçbir şey yoktur.
Bir tip olarak Ştoltz’un canlandınhşındaki yüzeysellik, çoğuncası onun kendi nesnel gerçekliği içinde taşıdığı yüzeysellikten kaynaklanır. Pratik bir hesap adamıdır o, insanlarla ilişkilerinde dengeli ve ölçülü olmayı yeğler. Mantığı duygularından her zaman üstün gelir. Duygulannı yönlendiren pragmatik nitelikteki mantığı olmuştur hep, birinciler İkincisinin önüne geçmez, geçemez. Oblomov’daki derin duygu ve içsel duyarlığı Ştoltz’da bulamayız. Bu durumu Ştoltz’a hayli soğuk bir ciddiyetle, aşırı bir- yapaylık havası verir. Ona sıcaklık kazandıran azıcık bir şey varsa, o da annesinden aldığı Rus kültürünün etkisinden doğmuştur.
Oblomov’un çevresindeki bütün insanları tanımamıza rağmen, Ştoltz’un kimlerle düşüp kalktığını öğrenemiyoruz. Ancak Oblomov’la aralarında geçen konuşmalardan, Ştoltz’un, dostluklarıyla iş bağlantıla- n hayli içiçe geçmiş, çalışmayı bildiği kadar eğlenmekten de hoşlanan, zeki ve kültürlü bir beyfendi olduğunu tahmin edebiliriz. 19. yüzyıl beyefendileri, kibar, salonların vazgeçilmez simalarıdırlar. Kibar bir beyefendi olarak Ştoltz, hem -Rus romanlarından tanıdığımız- salon adamlarına benzer, hem onlardan farklıdır. (Ayrı dönemlerin, ayrı ülkelerin, ayrı insanları olsalar da, bizim şu ünlü Eczacıbaşılarımızın, son yıllarda popülariteleri pek yükselmiş bazı “genç işadamları ve bankacılarımızın Ştoltz’a eğ- ginükleri hiç de az olmasa gerek.) Ştoltz1 un tanıdığı ve ilişki kurduğu insanlar, Oblomov’un nefret ettiği tiplerdir.
Ştoltz’un karakteri hakkında, Oblomov’la tartıştığı yaşam anlayışından ve Olga’yla yaşadığı evlilik hayatından daha tam bilgiler edinebilmemiz mümkün. Ancak, burada bizi asıl ilgilendiren şey, iki somut olay aracılığıyla bütünlüğünü kavrayabileceğimiz bu karakterin, genel olarak Oblomovlukla ve onun çeşitli türden görünümleriyle olan bağıntısı, sosyal - nedensel arka-planıdır.
★★ ★
Ştoltz’a göre, “hayatın amacı iştir”; çalışma, onun hayatının “içi, dışı, her şeyidir” Yaşamda başka bir amacının olmadığını
söyler. Ama, hangi koşullar altında ve hangi nitelikte bir çalışma? Açıktır ki, onun için önemli ve belirleyici olan, işin kapitalist niteliğidir. Çünkü, o bir burjuvadır.
Bir burjuvaya göre iş, belirli bir miktarda kâr getiren bir şeydir; para kazanma aracıdır. Kapitalist, başlangıçta hangi manevi durumda bulunursa bulunsun, sermaye olarak paranın sürekli büyüme ve genişleme eğilimi (sermaye için durmak, ölüm demektir), yaşantısını tümüyle egemenliği altına alır. İşiyle hayatı özdeşleşir. Çalışarak yaşamak yerine, çalışmak için yaşamaya zorlanır. Para kazanmak, hayatının yegâne amacı, giderek kendisi haline gelir. Araçlar amacın yerini alır, amaç, yani yaşamanın kendisi, çalışma için bir araca indirgenir. Hayatın bütün insani içeriği sönüp
gider, birey kişiliğini yitirir, hayvanileşir.Burjuva iş, kapitalist piyasa kanunlannın
işleyişi içinde somutluk kazanır. Bu koşullar altında, bireyin işiyle özdeşleşmiş yaşamı, paranın anlık hareketleriyle, piyasa fi- yatlannm geçici iniş-çıkışlanyla dalgalanan bir gölge halini almıştır. Paraya sahipolan insan değildir, aksine, para insana sahiptir artık. Çalışma, bireyin insani yeteneklerini, kendi özgün kişiliğini yeniden-ürettiği yaratıcı eylemi olmaktan çıkmış, beyinsiz işgüzarlığa dönüşmüştür.
Ve aslında, kapitalistin işi, gerçek anlamda üretken bir faaliyette bulunmak da değildir. Onun işi, üretim araçlarının sahipliğidir. Başkaları onun üretim araçlarıyla, onun için üretimoe bulunurlar. Kapitalist, yalnızca, piyasan ^ ihtiyaçlarını gözönüne alarak, üretimin anlık koşullarını düzenlemeye çalışır. Maddesel etkinliği bundan ibarettir. (Ancak, sermayenin merkezcil yoğunluğu güçlendikçe, üretici güçler büyüyüp sosyalleştikçe, bu etkinlik de toplumsal açıdan tümüyle gereksizleşir. Bu noktada iş, topluma karşı hayvanca birey hırslarının kaynağını oluşturmaktadır.)
Kapitalist, üretim araçlan çoğaldıkça, dolayısıyla üretimin kapasitesi genişledikçe, işine daha çok bağımlı hale gelir. İşinden başka hiçbir cr>yle uğ- şamaz, hiç kimseyle il- gilenemv durun a düşer. Ama, sahip olduğu sei ayenin genişliği ölçüsünde, böyle bir çalışmanın zor nluluğundan da sıyrılabilir. Pa. ın getirdiği satın alma gücü, yönetim v ¿letmv. görevlerini kendi adına başkalarının üstlenmesini sağlayacak olanaklar ycu atmıştır. Bu süreç, sermayenin faiz ve kira gelirlerine yönelen hazır yiyici eğilimlerinin güçlenmesiyle bütünleşir. Kapitalist için çalışma, yaşamsal bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır artık, gerçek toplumsal- insani özünü yitirmiş, ya hayvani hırsın yeniden-üretimi, ya da sıradan bir hobi haline dönüşmüştür.
Bu dt'rumda, bir burjuva için hayat, tümüyle “boş vakitlerden oluşmuş, upuzun bir zaman dilimidir. Tıpkı, Oblomov’un hayatı gibi. Elindeki para miktarı ölçüsünde genişleyen maddi araçlarla bu zamanı istediği gibi değerlendirebilir. İster sırtüstü yatıp uyuklar, isterse kendini sanatsal, bilimsel vb. yüksek manevi uğraşlara verir. Bu-
nun tek ölçüsü, yaşama karşı duyduğu içsel zorunluluktur. (*)
Ancak, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyetin yoğunlaştığı bir toplumsal ortamda, yaşam ile çalışma arasındaki insani bağ temelinden zedelenmiştir. Burjuva için yaşam, hiçbir üretici eylemde bulunmadan rahat rahat akıp geçmektedir. Birey, çalışmanın dışsal zorunluluklarından kopmuştur. O yüzden, yaratıcı eyleme karşı gerçek bir içsel zorunluluk duyabilmekten de uzak kalır. Parayla her şeye sahip olabilme olanağı, -işindeki başarı ve enerjisine rağmen, gerçek insani eylem ve düşünce açısından- onu tembelliğe alıştırmıştır. “Her an, her şeye sahip olabilirim. O halde ben, bütün bu varlık ve nesnelerin, bütün bu insanların ve onların eylemlerinin
üzerinde bulunuyorum. Bunlann hepsi benim için vardır.” Bu düşünce, insanı, bütün değer ve yetileri maddi-parasal kalıplar içinde ölçmeye iter. “Müzikle yakından ilgilenmeme, müzik yapmama ne gerek var. Nasıl olsa onu belirli bir miktar parayla satın alabilirim.” Bireye her türlü olanağı yaratan para, böylece bütün manevi olanaklann önünü kapatmış olur. Her şeye her an sahip olabilme kudreti, davranışlannda hoyratlık ve dengesizliğe yol açar. Parayla mümkün olan bütün seçenekler, çok kısa sürede tükenir; yaşam, koca bir tatminsizlik ve can sıkıntısı halini alır. Birey, paranın yarattığı sıkıntıyı, paranın sağladığı araçlarla gidermeye çalışır, kendini oradan oraya atar. Para, ona amaçsızlık getirmiş, iradesini elinden çekip almıştır. Kendi iradesiyle davranamaz, paranın iradesi yöneltir artık onu. Burjuvanın bütün hayatını kaplayan bu boşluk ve edilgenlik duygusu, onu bayağı hazcılığa iter. Yiyip, içip, eğlenerek cansı kmtısı ve dertlerini unutmaya, kendi kendisinden kurtulmaya çalışır. Hiçbir şeyde karar kılamaz, hiçbir davranışında denge oluşturamaz hale gelir, içtenliğini kaybetmiş, yapaylaşmış, ruhsuzlaşmıştır.
Bütün bunların Oblomövluktan ne aynını var? Burjuva yaşam tarzı, öyle kaba ve tiksinç bir Oblomovlaşma yaratıyor ki bizim yatağından hiç çıkmayan, tembeı ama duygulu İlya İlyiç’imiz, bunların yanında zemzemle yıkanmışçasına temiz ve insancıl görünür. Okuyucunun gözünde Oblomov’u (Oblomovluğu değil) sevimli kılan da, işte tam da bu farklılıktır.
Ancak, bütün bunlar kadarı, Oblomov- luğun yalnızca sömürücü sınıflar cephesinde görülebilen yüzüdür. Ya onların doğrudan doğruya -veya ekonomik siyasal iktidar araçlan- yoluyla soyup soğana çevirdikleri gerçek çalışkan kitleler arasındaki durum nedir?
★★ ★
Kapitalist toplumda, işçi için çalışma, kö- leleştirici bir zorunluluktur, işgücünü belirli bir ücret karşılığında satmak zorunda oluşu, kendi emeği ve emeğinin ürünleri üzerindeki denetimini daha baştan yok etmiş, ömrünün çalışma saatleri içinde geçen bölümünü sermayenin kullanımına sunmak zorunda bırakmıştır. Çalışmayı kendi yaşamının Bir parçası olarak algılayamaz. Onun için yaşam, iş çıkışından sonra başlar. Çalışma, kuru ekmek, mercimek, işportadan alınan ucuz giysi ve birkaç rutubetli gecekondu odası için katlanmak zorunda olduğu bir bedeldir. Emeği, insani yeteneklerinin dışavurumu olarak ortaya çıkmaz, tersine, kendi üzerindeki egemenliği arttıran yabancı bir güç haline gelmiştir. Onun gö zünde emek, yaşam için gerekli olan kıt geçim maddelerini ifade eder.
İşçi, kendine ait yaşamı olarak algıladığı “boş vakiflerini de kendisi için yararlı ve üretken biçimde değerlendirebilme olanağından uzaktır. Zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamayan ücreti, kendisine ait zamanı değerlendirebilecek araçları satın almasına yetmez. Bu zamanları çoğunlukla evde ya da kahvede pinekleyerek, televizyon seyrederek, uyuklayarak veya “pişpirik” oynayarak geçirir. Maddi olanaksızlıkları manevi olanaksızlıklara dönüşmüş, kişisel iradesi ezilmiş, unufak edilmiştir. Yaşamdan beklentileri çabucak sönüp gider, amaçsız, isteksiz, edilgen ve uyuşuk birisi haline ge lir. Yaşamaktan duyduğu tatminsizlikle, kararsız, duıgesiz, korkak, öfkeli ve bitkin birisi olup çıkar. Hayata ve insanlara güvenini yitirerek içine kapanır. Yaşantısı gitgide daha da kısırlaşır, Oblomovlaşır.
Emeklilik, bu koşullar içinde çalışmaktan bunalmış, yorulmuş bireyin tek gerçek ide-
Oblom ovluğun asıl belirtisi iradesizliktir.İrade, işleyebilm e ve yapabilm e gücü
demektir, k i düşünce ve eylemin uyumlu b irliğ i üzerinde çiçeklenir. Obiomov, b ir şeyi ne gerçek anlamda ‘var gücüyle’ isteyebilir ne de isteklerini gerçekleştirebilm e gücünü
bulur kendinde.
51
52
ali halini alır, çalışmadan yaşanacak günler özlenir. Çalışmanın kapitalistniteliği, işçiyi çalışmanın kendisinden soğutmuştur. Yaşam, işçi için her halükârda çalışmanın dışında başlar. Ancak, uzun yıllarboyu yaşama gücü tüketilip posası çıkartılanbiri, “çalışmaksan özgür kaldığında da ne için, ne kadar ve nasıl yaşayacaktır? Büyük bir- boşluk duygusu ve can sıkıntısıyla kendini kahve köşelerine atar. Torunlanyla oyalanır, dine sanlır. Ama bir kez olanlar olmuş, bütün yaşamı Oblomovluk denilen şu iğrenç hastalıktan kötürüm kalmıştır.
Yoğun baskı ve sömürü koşuları altında işçi, sınıf bilinci ve dayanışmasından uzak kaldıkça, birey olarak imkânsızlığını ortadan kaldıramaz. O, gerçek bireyliğine, iradesine, sınıfının toplu irade ve dayanışmasına katılarak kavuşabilir. Dövüşmeden, mücadele etmeden etkin birey olamaz. Aksine, var olan insani özelliklerini de yitirir.
Bir memur içinse çalışma, sonu gelmez, anlamsız bir kırtasiyeciliktir. Bütün günleri o yazıyı bu kâğıda geçirmek, bu kâğıdı şu dosyaya eklemek gibi yaratıcılıktan uzak işlerle geçer. İş olmazsa, masa başında uyuklar, örgü örer, gazete okur. Amirindenişit- tiği azarın öfkesini dostlanndan, yakınlarından, iş takipçilerinden çıkanr. Bitmez tükenmez mertebeler silsilesi içinde gitgide şinikleşir. Önceleri paydos zilini beklerken, yaşlılığa doğru emekliliği gözlemeye başlar. Emekli olur olmaz da kravatı ve fötr şapkasıyla, bütünemekçi dostlan gibi kahve köşelerine koşar.
Kahveler; köy kahveleri, mahalle kahveleri, emekli kahveleri; şehir kulüpleri, okey salonları, bezik salonları, bilardo salonları; birahaneler, meyhaneler, kerhaneler, hepsi birer Oblomovluk yuvası değil midir? Oralarda yediden yetmişe sabahçılar, akşamcılar, biracılar, nargileciler, tavlacılar, okey- ciler, çapkınlar, zamparalar, sabahlardan akşamlara pinekleyip, “sinekler gibi aşağı yukarı” amaçsızca koşuşturmazlar mı?
Kapitalizm, Oblomovluğu yok etmiyor. Toplumsal yaşamı anlamsızlaştmp, idealleri yok ederek, işsizlik ve sefaleti katmerleştirip insanları yaşamaktan bezdirerek, bireyleri amaçsız, duygusuz, zavtellı köleler haline getirerek daha da tehlikeli hale sokuyor.
Çalışmanın insani doğası, ancak üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altında yeniden kurulabilir. Aralanndaki bütün maddi çıkar çelişmeleri ortadan kaldmlmış, ortaklaşa çalışma ve yaşama zemininde bir araya getirilmiş uyumlu bireyler topluluğu, bir mal olmaktan çıkarılmış kendi emeklerine ve emeklerinin ürünlerine toplumsal olarak sahiptirler. Çalışma artık, bireyin yaşama gücünü azar azar yok eden, yeteneklerini körelten ağır bir yük olmaktan çıkmış, düşünce ve yeteneklerini özgürce gefiştirebildiği, ruhsal ve bedensel dinamizmini yeniden ürettiği verimli ve zevkli bir eylem halini almıştır. Birey, üretim faaliyetinden edindiği yaratıcı enerji ve deneyi, geniş boş zamanlarında, yüksek manevi uğraşlarla değerlendirerek, kişiliğini daha da geliştirebilir. Ortak toplumsal hayata aktifçe katılarak, bağımsız- özgür varlığını gerçekleştirebilir. İnsan, kendi özüne kavuşmuş, hayatın kendisi insani bir iş ve üretim halini almıştır.
★★ ★
Kuşkusuz, Ştoltz’un görüşlerinin böyle bir yaşam idealiyle hiç ilişkisi yoktur. Aristokrat ahlakına karşı tarihsel bakımdan ileri bir adım sayılabilecek anlayışının ne gibi toplumsal sonuçlar yaratabileceğinden de ta- hıamen habersizdir. (O günün Rusya’sında pek haberdar olması beklenemezdi zaten.) Toplumsal ataleti hiçbir zaman köklü biçimde ortadan kaldırabilme şansını taşıyama
yan Ştoltz’cu anlayış, Oblomov’u yatağından çıkartabilmeyi becerememiş, ama Ştoltz’un yaşamında gitgide daha çok Ob- lomov’a benzeme eğilimini güçlendirmiştir.
Ne idüğü belirsiz, soyut bir iş kavramını idealize eden Ştolz, Olga ile evlendikten sonra işlerinin peşinde eskisi gibi koşturmayı bırakmış, çiftliğinde karısı ve çocuklarıyla sakin bir hayat sürdürmeye başlamıştır. Ştoltz, Olga ile çiftlikte geçirdiği günlerde özlediği mutluluğu bulduğu inancındadır. Kitap okumak, müzik dinlemek, gezmek, hoş ve yararlı küçük günlük uğraşlarla eğ lenmek. Oblomov’un idealindeki mutluluk da buna pek yabancı değildir.
İki örnekte de mutluluk, salt bireysel nitelikler taşır. Toplumsal mutluluğun dışında aranmışlardır ve ancak orada bulunabilirler. Tek farklan, Oblomov’un idealindeki mutluluğun içsel hareketin dışında gerçek harekete yabancı oluşudur. Oysa, Ştoltz! un yaşamında da hareket, besleyici köklerini oluşturan asıl güçten, toplumsal üretim temelinden koparak, can sıkıcı bir rutine dönüşmüş, coşkusunu yitirmiştir. Ştoltz’cu hareket de eninde sonunda dinginliğe eğilimlidir. Böylece, romanın sonunda, her ne kadar içsel nitelikleri hiçbir zaman bir araya gelmemiş karşıtlıklar oluştursa da Ob- lomov ve Ştoltz arasında dışsal bir benzer
lik kurulurveon un içdünyasmdaki yansımalarını da belli belirsiz ortaya koymayabaşlar.
Aradan yıllar geçmiştir. Olga ve Ştoltz: un çifliklerinde sürdürdükleri sakin ve huzurlu hayat, hiç bozulmadan yoluna devam etmiş, bir gün gelip Oblomov’a benzemek düşüncesinin yarattığı ürpertiyle bir an olsun kendini bezginliğe kaptırmadan yaşayan Olga, hayatı kitaplardan öğrendiği heyecanlı genç kızlık çağlarından sıyrılıp, olgun bir kadın haline gelmiştir. Ancak, evliliklerinin ilk heyecanlı dönemlerinin geride kaldığı, kocasıyla yaşadığı mutlu hayatın her an bildik, alışıldık sınırlar içinde akmaya başladığı günlerde, Olga’nm içinde nedenini bilemediği sıkıntı ve kaygılar baş- gösterir. “Mutluluk onu doyurmuş gibi bir boşluk hisseder, bezginlik duyar, hayatından yepyeni, taptaze bir şeyler bekleyerek geleceğe bakar.”
Toplumsal yaşamın güçlü akıntılannın et- • kileyemeyeceği sakin ve güvenli aile atmosferinde kurduklan bireysel mutlulukları, artık en yüksek doygunluk noktasına erişmiş, taşkın yaşama isteğiyle dolu Olga, amaç ve ideallerinin eriyip gittiğini korkuyla hissetmeye başlamıştır. O zaman kendine sık sık şu soruyu sormaktan kaçınamaz:
Nedir bu hal? Başka? Hiç! Yol daha öteye gidemez. Nasıl gidebilir? O haldebenim hayatımın dönemi tamamlandı mı? Hepsi... Hepsi bu kadar mı?”
Birey, kendini yenileyebilme gücünden bir kez yoksun kalmaya görsün, en güçlü tutkular kendini y_, bitirir, mutlu günler nedensiz bir sıkıntı kaynağına dönüşür, umutlar dumanlı geleceğin belirsizliği içinde kaybolur gider. Kişioğlu, yenilenme gücünü ancak toplumdan alır, ortak idealler uğruna yürütülen güçlü toplumsal eylemden.
Fakat Olga, bu gerçeği kendi zihninde çözümleyemez henüz. Kaygılarının nedenini aşın mutluluğun yarattığı körlüğe bağlar. Yaşadığı hayat, artık onu doyurmaktan uzaktır ya, gelecek için neler isteyebilece
ğini de kestiremez.„“Bazan her şeyin birden değişmesinden,
bitmesinden korkuyorum; niçin bilmiyorum. Bazan aklıma şu saçma düşünce geliyor: Artık daha ne olabilir? Bu mutluluk... Bütün bu hayat nedir? Sevinçler, kederler... tabiat... bütün bunlardan başka bir şeyler istiyorum. Hiçbir şey hoşuma gitmez oluyor...”
Ştoltz’a böyle içini döker Olga. Kocasının soğukkanlı ciddiyeti, mutlu içhuzuru karşısında, kaygılarını birer saçma kuruntu sayar, budalalığına verir. Yaşadıklan hayatı insanoğlu için en son ideal sayan, başka türlü bir hayat düşünemeyen Ştoltz ise Olga’nm gerçek ruh halini anlayabilmekten epeyce uzak kalır. Yaşamın anlamı üzerine derin düşünceler yerine, fatalist mantık yapısını en çıplak biçimde gözler önüne seren teskin edici cevaplara yönelir.
“Hayır, senin içine çöken kasvet, bezginlik, benim düşündüğüm şeyse, daha çok bir güç belirtisidir. Canlı, hareketli bir ruh bazan hayatın sınırlarını aşar, tatmin edilemez olur; bu yüzden umutsuzluğa düşer, bir an için hayata küser; bu hal hayatın sırlarını arayan ruhun sıkıntısıdır...”
“Ah! Prometheus’un ateşini insan böyle ödüyor işte! Bu sıkıntıya katlanmakla kalmayacak, onu seveceksin; içinde doğan
kuşkulara, sorulara saygı göstereceksin. Bunlar hayatın taşan, fazla gelen kuvvetleridir; en çok da mutluluğun en son sını- nna vardığı, bayağı isteklerin sona erdiği zaman ortaya çıkarlar; sıradan bir hayat içinde doğmazlar. İhtiyaç ve dert içindeki insanlar onlarla baş edemezler. Halk yığın yığın şüphe bulutlarını, anlamak çabasının verdiği sıkıntıyı bilmez. Fakat zamanında cevap arayanlar için bu sorular biryük değil, tersine bir nimettir.”
Hayatı olduğu gibi kabul etmek, boyun eğmek. İşte, Ştoltz’un yaşam felsefesinin vardığı en son sınır! Aristokratik ahlâk idealine karşı hareket ve çalışmayı öne süren burjuva düşünüşü, kendi yaşam idealinin gerçeklikle çatıştığı noktada boyun eğm eye ve eylemsizliğe yönelir. Mücadele yok, koşulları yeniden düzenlemeye çalışmak yok!
Oblomov, işine gelmediği anda gerçeklikten kaçardı Arz-talep kanunlarının işleyişine bağlı bir edilgen hareketi ülküleştiren burjuva Ştoltz da geldiği en son noktada gerçeklikten kaçma eğilimi içindedir.
Ştoltz, Oblomov’u yatağından çıkaramadığı gibi, Olga’nın kaygılarına doyurucu cevaplar bulmakta da yeteneksiz kalmıştır. Ondaki yaşam anlayışının .Oblomovluğa karşı gerçek bir seçenek oluşturmadığı çok açıktır. Roman boyunca bir tek Olga, Ob- lomovluktan kopuşun pratik ama bilinçsiz, böyle olduğu ölçüde de sancılı ipuçlarını verir bize. Bu bakımdan, Dobrolyubov, el yordamıyla da olsa, yeni, taze hayat damadan arayan kendi kuşağına Olga’nm daha yakın göründüğünü belirtirken son derece haklıdır.
Oblomovluğun karşıtını Ştoltz’da arayan Gonçarov, gerçekçi seziş gücüyle, çarpık burjuva anlayışın zayıflığını hissetmiş, ama gerçek çıkış yollarını temellendirmekte yetersiz kalmıştır. Bunun iki önemli nedeninden söz edebiliriz:
İlk olarak, Oblomov romanı, ezilen köylü
Oblom ov,, işine gelm ediği anda gerçeklikten kaçardı. Arz-talep kanunlarının işleyişine
bağlı b ir edilgen hareketi ülküleştiren burjuva Şto/z da, geld iğ i en son noktada
gerçeklikten kaçma eğilim i içindedir.
V
halkı ve namuslu aydınları Rusya’da yepyeni biryaşamm kuruluşuna yönlendirebilecek yetenekteki tek toplumsal gücün, devrimci proletaryanın henüz sahneye çıkamadığı erken bir dönemde yazılmıştır. O yüzdendir ki, taze ve diri mantığına rağmen Dobrolyubov bile devrimci alternatifini böyle somut ve açık bir tarihsel temele oturtmakta yetersiz görünür.
İkinci olaraksa, liberal ideolojinin Gon- çarov’un bilincinde ve gerçekçi yönteminde yarattığı sınırlılıktır. Bu iki nedenin birlikte yarattığı kaçınılmaz etki, yazarı, alternatif güçlerin filizlenişini yeterince açık biçimde görüp irdelemekten alıkoymuştur. Olga’nın kaygılarını onun soyut karakter özelliğine, yani “taşkın ruh halfne bağlamış olması da bundandır.
Ancak, haksızlık etmeyelim. Gerçekçi seziş gücü, hikâyenin son deminde, bize asıl ipucunu hissettirmekten de geri kalmaz. O ipucu, dolaylı olarak Zahar’dadır. Oblo- mov’un hazin ölümünden sonra sokaklara düşen, dilenci Zahar Trofim iç’te.
★★ ★
“ Hayatın taşan, fazla gelen kuvvetleri” neyi ifade eder? İnsan enerjisinin kalıplaşmış toplum kurallarının kabına sığamayı- şını. Birey üzerinde önce sıkıntı ve tedirginlik yaratan bu durum, onu giderek yeni arayışlara ve çözümlere yöneltir. “ Fazla gelen kuvvetler”, “ yepyeni, taptaze” hayat damarlarının keşfinde itici gücü oluştururlar.
Burjuva aydını açısından “taşan kuvvet”, “ bayağı isteklerin sona erdiği zaman” ortaya çıkar; bu doğru. Modern çağın yarattığı çoğu maddi olanak ellerinin altındadır. Ama, sahip olduğu refah düzeyi, paranın egemenliğine dayalı toplumsal ilişkilerin kendisine sağladığı bu avantaj, gene aynı koşulların yarattığı manevi yoksullaşmayla tepişir durur. Burjuva aydınının kapitalist toplum ilişkileriyle çatışması burada başlar işte.
-roman kapsamında düşünürsek- eski yaşama alternatif güçlerin ilk cılız filizlenişini belirler.
Alternatif ve Zahar. Bu iki sözcüğün yan yana getirilişi, belki okuyucununzihnini tırmalayabilir. Ama bizi ilgilendiren, zavallı, Zaharcığın köleleşmiş kişiliği değil, burda, Zahar’ ların sokaklara terkecülişiyle başgös- teren olgudur. ,
Mujik, -ister serf ya da köle haline getirilmiş niteliğiyle, isterse kendi hesabına çalışan özgür küçük çiftçi olarak? pre-kapitalist mülkiyet ilişkilerine dayalı bir doğal ekonominin, ya da daha tam bir söyleyişle, kapalı köy ekonomisinin gerçek üretken gücünü oluşturur.
Basit yeniden-üretim koşullarının egemen olduğu, küçük aile işletmeleri ya da büyük- feodal malikâneler biçiminde paylaşılmış mülklerin tek bir güçlü pazar etrafında kenetlenmekten henüz uzak bulunduğu bir toplumsal ortamda, mülk edinilmiş bir toprak parçası, birbirlerinden geniş uzay parçalarıyla ayrılmış farklı dünyalara benzer. Salt tüketim esaslarına dayalı basit yeniden- üretim koşullan, özel mülkiyet ilişkilerinin egemenliğiyle birleşince, teknik üretici güçlerinin gelişimi yavaşlar, coğrafya kısırlaşır, gelenekler körleşir, kollektif aksiyon güçleri dağınıklığa uğrar. Kan kardeşleri komününe hayat veren gelenek, sınıflı topluma geçildiğinde, çoğu kez geleceğe yürüyüşü engelleyen tutucu davranış kalıplarına dönüşmüştür. Keşiflerin yayılışındaki hız kesilmiş, toplumsal zekâ dumura uğratılmış, aralarındaki bütünlük bozulup, İkinciler birincilerin aleyhine güçlendirilerek, deneysel yeteneğin yerini alışkanlık, keşif ve icadın yerini gelenek, aklın yerini inanç, zekânın yerini hafıza almıştır. Tutuculuk devrimciliği yok etmiş, atalet ağır basıp dinamizmi köreltmiştir. işte, Ilya Ilyiç ’ in de (ezen Oblo- mov), uşağı Zahar’ ın da (ezilen Oblom ov) içinden çıktıkları tarih gerçeği budur.
Eski çağın küçük üretmeni, kendi üretim
Devrimciler, bütün enerjileriyle toplumu sarsıp uyarmadan, örselenmiş güçleri uyur
gezer hallerinden kurtarıp b ilin ç li eyleme yöneltmeden, toplum sal çözülm eyi zıttına
dönüştürüp yeni ve daha güçlü bir toparlanışı gerçekleştirebilm ek pek
mümkün olmayacak. Hareketimizin yeni Oblomovlara değil, gerçek öncülere
ihtiyacı var... Sana iyi uykular Oblomov Merhaba hayat ve merhaba mücadele.
Ancak', bu hayatı dönüştürecek güç kimdedir? Ştoltz’un kolayca üzerinden atlayıp geçtiği “ihtiyaç ve dert içindeki insanlarda. Onlar havada kuş, suda balık kadar çokturlar. İtildikleri sefalet ve bilgisizlik ortamında “yığın yığın şüphe bulutlarını, anlamak çabasının verdiği sıkıntıyı” pek o ka-» dar duymamış olabilirler. Ama, bir kez uyanıp da, “en basit ihtiyaçlanmızı bile karşılayamayan, bize sınırsız dertlerden başka hiçbir şey veremeyen bu hayat yaşamaya değer mi” diye sormaya görsünler, eski hayat temelinden sarsılır, şüphe bulutları dağılır gider. Hele bir de “ ihtiyaç ve dert içindeki insanlar” ın taşan muazzam gücüyle “ zamanında cevap arayanlar” ın bilgi birikimini bir araya toplarsanız, seyreyleyin gümbürtüyü, eski hayat yıkılır, yepyeni bir hayat doğar yerine.
Olga’nın zihnini meşgul eden sorularla, hınzır köle Zahar’m sokaklara düşüşü,
araçları üzerinde babadan oğula devralınan üretim yöntemleriyle çalışıp, kendi mülkü üzerinde babadan kalma alışkanlık ve geleneklerle yaşayarak, hep kendi bireysel gücüne ve imkânlarına dayanıp kendi yağıyla kavrularak geçinir gider. Kendi mülkünün biricik efendisi, kalıtsal gelenek ve alışkanlığın sadık kölesi olarak kaldığı sürece kendini güven içinde hisseder. Yenilik hep zararlıdır, dönüştürücü hareket her zaman tehlikeli. Her şey Tanrının çizdiği alışıldık düzeni içinde sakin ve güvenli akmaya devam ediyorsa keyifler keyif; yok eğer, bu küçük dünya düzeni aksamaya başlamış, hele efendi-köylüyü tacı-tahtı mülkünden koparmaya yüz tutmuşsa, işte o an insanlığın kıyameti başlar. Kader ağlarını örmüş, ölüm kapıya gelip dayanmıştır. Böylece, filisten küçükburjuva mantığı, en insancıl güvenlik duygusunu tutuculuğa, en yüce düzen tutkusunu statükoculuğa kardırıp soysuz
laştırır. Bütün bunların hepsi, birer Oblo- movcu karakter belirtisidir.
Eski çağda küçük mülklerin kıyameti tefeciden gelirdi. Modern çağda ise ipotek baskısına eklenen büyük sanayiin ezici rekabeti, küçük mülklerin topyekün yıkılışını daha da hızlandırdı. Basit yeniden-üretim
Bir tek proletarya, sahte peygamberlerin iç yüzünü haykırıp, topluma kendine
güven duyguları aşılayarak, küçük mülk sahiplerinin türlü hayaller ve avuntular içinde yüzlerce yıldır uyuyan güçlerini harekete geçirebilir. Bir tek, devrimci
eylemle yenilebilir Oblomovluk.
koşullan tükendi. Bireysel tüketim için üretimin yerini, sayıları, kimlikleri belirsiz üreticiler ve tüketicileri her dakika, her saniye karşı karşıya getiren geniş ölçekli kapitalist piyasa için üretim aldı. Küçük mülkleri birbirinden ayıran çitler gürültüyle yıkılmaya, el emeği ustalığına dayanan dükkâncık- ların önemi kaybolmaya başladı. Beklenmedik piyasa hareketleri, küçük mülkiyetin güven atmosferini temelinden sarsarak, gelenekleri çözülüşe uğrattı; eski alışkanlık ve değer yargılarında birbiri ardından gelen muazzam yıkımlar yarattı.
Bütün maddi ve manevi dayanaklarını yitiren küçük mülk sahipliği, tannsal göklerin karşı konulmaz gazabı olarak kavradığı bu beklenmedik yıkılış karşısında, umutsuz bir bocalayışla geçmişe sanlmayıp ne yapsın? Bu çaresiz durumda küçük üretmen koyu nostalji bulutlarıyla kundaklanmış bezirgan dinlerin mistik avuntularına sığınıp, geçmişin avuçlarında kalan son kı- nntılanna bağnazca sanlarak “kurtancf M esih’i bekler.
Ve egemen sınıf tanrılan, beklenen kurtarıcıyı göz alıcı sırmalar, apoletler içinde yeryüzüne indirince, vecd ile yerlere kapanarak, bozuk paralara döndürülmüş bütün o şanlı onur, namus duygularını kandırıcı “mal güvenliği” vaazlanna kurban edip avunmaya çalışır. Bir türlü hakim olamadığı dağılmış, örselenmiş güçlerini üç kâğıtçılara, zorbalara teslim eder. Ta ki yeni ve daha köklü bir yıkılışın hayal kırıklıklarıyla sarsılıp ayılıncaya değin. Bir tek proletarya, sahte peygamberlerin iç yüzünü haykırıp, topluma kendine güven duygulan aşılayarak, küçük mülk sahiplerinin türlü hayaller ve avuntular içinde yüzlerce yıldır uyuyan güçlerini harekete geçirebilir. Bir tek, devrimci eylemle yenilebilir Oblomovluk.
Her ne kadar, aynı manevi ortaçağ havasını solusa da daha baştan nefes darlığına uğratılmış, yerlere esir edilmiş serf, m odem çağa bu sancılı geçişte biraz daha farklı bir gelişim gösterir. Kölece çalışmanın boğucu etkisini, fırsat bulsa kendini komün üyeliğine yükselterek dindirir. Bu olmazsa, efendinin kendi kölece varlığını sürdürebilmesi için sağladığı birtakım koşullara sığınmaktan başka bir şansı kalmaz. İsyan etse ezilir, kaçsa o da bir kurtuluş yolu değil. Malı mülkü olmadığı için başka bir efendinin emri altına düşmek, ya da açlıktan ölüp gitmek arasında bir tercih yapmaktan başkahiçbir çıkış yolunun bulunmadığını bilir. İs- 53
yanını bastınp efendisinin verdiğiyle yetinmeyi, yüzüne bir tokat inince öbür yanağını çevirmeyi, efendisi velinimete yaltaklanmayı zamanla alışkanlık edinir. Ya efendini sayarsın, ya açlıktan ölürsün. Ne yapsın zavallı köle?
Antika toprak ve para beyliğinin yarattığı toplum acılannı dindirecek tek ilaç, dinin verdiği avuntudur. Efendi saltanatı, dinin buyruklarıyla pekiştirilmişse bir de boyun eğip katlanmaktan başka elden ne gelir? Bu dünyada çalış, katlan, bedelini öbür dünyada alırsın. Bu dünya, yalan dünyadır. Madem tann, insanoğlunu yeryüzüne sınamak için yollamış ve herkese dünya nimetlerinden bir pay vermiş, o halde boyun eğ payına, yakınıp günaha girme. Tann seni kölelik eziyetiyle sınamaya karar vermiş, çalış, başar sınavını. Mal mı dersin, yalan dünyanın malı, can çıkarken fayda etmez. Çalış, katlan, cennete gir. Orada çalışmak yok artık, yorulmak yok, ezilmek yok. Yatağından altın akan ırmakların kıyısında, yaz kış yemyeşil duran ağaçların altında, yumuşacık çimenlerin ve hurilerin üstünde yiyip için azarak geçen sonsuz bir uyuşukluk. Bir tanrısal Oblomovka. İşte, bezirgan sömürüsünün ezilmiş, hırpalanmış, köleleştirilmiş insanlığa sunduğu tek ideal: Bir gün gelip çalışmadan yaşamak. Ama önce çalış ve boyun eğ.
Maddi kölelik, bezirgân inanç köleliğiyle birleştirilince, ortaya dört başı mamur bir Oblomovluk tablosu çıkar.
Efendisinin kaprislerine mahkûm edilmiş serf, efendisinin yıkımıyla yıkılmaya mahkûm olur. Hayatta tek tutanağı, efendisine bağlılığıdır. Kapitalizm, efendi ve serf arasındaki bu bağı çözülüşe uğratır. Ama o da büyük feodal mülkleri çözüp parçalamakla, serfi kurtuluşa ulaştırmış olmaz. Tersine, feodal mülklerle birlikte serfin de bütün güven duygusunu yok eder, onu kocaman bir boşluğa düşürür, sokaklara ter- keder.
Ne kafasını sokacak bir yeri kalır serfin, ne kursağına girecek bir yudum ekmeği. Özgürdür, ama açtır. Emeğinden başka sahip olduğu hiçbir şeyi yoktur artık. Proleterleşmiş, sanayi ordularının yedek neferi haline dönüşmüştür. Bütün maddi güvencelerini yitirmiştir. Ama, bu ona bir tek büyük şeyi kazandırır: Ortak sınıf gücünün sağladığı güveni. Bu güven, ona kişiliğini ele geçirme olanağını verir.
kurtuluş, pek kolay gerçekleşmez, öy lesine içimize işlemiş, arsız bir hastalıktır ki bu, sınıflı toplum alışkanlıklannı kökünden yok etmeden, Oblomovluktan kesin kurtuluş da mümkün olamaz. Oblomov öleli 150 yıl oluyor. Ama o, hâlâ sinsi bir hayalet gibi aramızda dolaşmaktadır. Ondan kurtulabilmemiz için, tıpkı Lenin’in söylediği gibi, daha onu çok dövmemiz, hırpalamamız, yıkamamız, temizlememiz gerekecektir.
mücadeleye girişen aydınlar kuşağı ise, yeni yaşamın gerçek güçlerini bu büyük yığın içinde bulabilecek ve yığınla sosyalist teori arasındaki bağlan kurup güçlendirmek gibi vazgeçilemez bir toplumsal görevi üstleneceklerdir. Geleceğin yeni insanı, işçi sınıfı ve devrimci aydınlar arasındaki bu güçlü sentezleşmenin odağından fışkıracaktır. Bu sarsıcı doğum sürecinin, özellikle Gor- ki’nin eserlerinde sanatsal yaratıcılığın ya-
Oblomovluğun karşıtını Ştoltz’da arayan Gonçarov, gerçekçi seziş gücüyle, çarpık
burjuva anlayışın zayıflığını hissetmiş, am a gerçek çıkış yollarını
tem ellendirm ekte yetersiz kalmıştır.
İşte, Zahartn sokaklara düşüşü, burada kısaca anmakla yetindiğimiz tarih sürecini aydınlatır. Zahar, köleliğe alışmıştır, efen- disiz yapamaz. Köle ruhunu hep efendisi İlya İlyiç’in anılanyla avutup, yeni efendiler araç. Ama ne efendi eski efendidir artık, ne de köle eski köle.
Böylece kendini sokakta bulmuş olan Zahar, dilencilikle geçim yoluna başvurmak zorunda kalır. Fakat, ömrü boyunca yaltaklanmaya alışmış olduğu için dilencilik ona pek de güç gelmeyecektir. Artık o, eski alışkanlıklarını yeni konumunda sürdüren, kapitalizmin yarattığı büyük toplumsal tortulaşmanın, lümpen proletaryanın, ya da çok ünlü deyimiyle ayaktakımmın güçsüz, değersiz, zavallı bir üyesidir.
Oblomovluk, onun doğuştan içine girdiği ve aslında hiç farkında olmadan hep içinde yaşadığı kaçınılmaz bir alınyazısı olmuştur. Bu yüzden alınyazısının boyunduruğu altında ruhsal güçleri tümüyle kötürümleşmiş olan Zahar’dan gelecek için küçük de olsa bir umut ışığı çıkartabilmemiz mümkün değil.
Ama yeni sosyal süreçlerin sokaklara ter- kettiği yüz binlerce zahar ve onların çocukları, işte onlar, çok daha zor koşullar altında yaşayacak olsalar da büyük mücadeleci güçleriyle geçmişin kâbuslarından adım adım sıynlmaya yönelerek, toplumun ge-
Oblomovluğun çıkış yolu, gene Oblomovluğun içinden doğmuştur. Ama böyle olduğu içindir k İ bu hastalıktan
tümüyle kurtuluş, p ek kolay gerçekleşmez. Öylesine İçim ize işlemiş, arsız b ir hastalıktır k i bu, sınıflı toplum alışkanlıklarını kökünden yok etm eden,
Oblomovluktan kesin kurtuluş da mümkün olamaz. Oblomov öleli 150 yıl
oluyor. Ama o, hâlâ sinsi b ir hayalet g ib i aramızda dolaşmaktadır. Ondan '
kurtulabilmemiz için, tıpkı Len in ’in söylediği gibi, daha onu çok dövmemiz, hırpalamamız, yıkamamız, tem izlememiz
gerekecektir.
Oblomovluğun çıkış yolu, gene Oblomovluğun içinden doğmuştur. Ama böyle olduğu içindir ki bu hastalıktan tümüyle
leceğe dönük, aydınlık yüzünü oluşturacaklardır. Olga’nın.zihninde başgösteren kaygıları somut poltika arayışlarına yönelterek
lın ve dupduru betimlemesine kavuştuğunu görürüz.
★★ ★
Son olarak, Oblomovluğun tek başına bir aydın hastalığı zolduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruya tümüyle olumlu bir cevap veremeyeceğiz. Çünkü, yazımızın bütünlüğünden kolayca çıkartılabileceği gibi Oblomovluk, toplumsal yaşamı gayn-insa- nileştiren ve kişisel iradelerini ellerinden alarak bireyleri ahlâksal açıdan zavallılaşmış köleler haline getiren, insanı kendi öz varlığına yabancılaştıran koşullann ürünü olarak ortaya çıkmıştır, Bu bakımdan Oblomovluk, sınıflı toplum gelişiminin yarattığı genelleştirilmiş bir birey tipolojisini ifade eder. Farklı ulusal ve sınıfal koşullandırmalar altında, tek tek bireylerin yaşamında değişik eğitim ve yetişme tarzlarının verdiği özel renklere kavuşarak farkıl görünümler kazanmış olması okuyucuyu yanıtlamama- lıdır.
Kapitalizm, bütün toplumsal ienomen- leri basit bireysel ekonomik çıkarlara indir- gememekle, üzerindeki her türlü gizleyici örtüleri aralayarak, sömürüye dayalı insan ilişkilerini en çıplak var oluşlanyla kavranabilecek kertede yalınlaştırdı. İnsan iradesini körelten toplumsal ataletin bir kurgusal bireyin kimliğinde tipikleştirilerek bilince çıkartılmasını, yoğunlaşmış toplum çelişmelerinin aldığı bu yalın görünümde aramamız gerekir. Yoksa Oblomovluk, feodal ilişkilerin kapitalist gelişim karşısında güneş igören kar misali eriyip çözülmesinden türeyen bir bireysel durum değil, bu sürecin bütün çarpıcı özellikleriyle gün ışığına çıkardığı bir “insanlık halfdir.
Klasik Rus edebiyatının dünya edebiyat hâzinesine armağan ettiği Oblomov tipleri, 19. yüzyılın ortalannda yaşamış Rus aydın kuşağının ortalama özelliklerini yansıtırlar. Bu durum, daha çok, o zamanki aydın kuşağının yaşadığı, toplumsal gelişmenin ana süreçlerine bağımlı çatışma ve bunalımların tipikleştirilmeye son derece elverişli trajik yapısından kaynaklanır.
Diğer yandan, İlya İlyiç, öbür Oblomov kardeşlerinde de az-çok görülebildiği gibi, toplumsal nedenlerini açıklayabilme becerisine sahip olmasa da başka insanlarla ilişkileri içinde kendi durumunun özelliklerini kavrayabilme yeteneğine sahiptir. Bu da onun az-çok kültürlü, aydın yapısından ileri gelir. Oblomovluğun bir aydın hastalığı olarak görünümü, yalntzca tembelliğin bu “oto- didaktik bilinç” yönüyle ilintili olarak kalmaktadır. Ancak yazara basit bir olaylar dizisinden verimli bir kurgu ve seçilmiş olgular örüntüsü yaratabilme olanağını sağlayan bu yön, aynı gamanda hikâyeye „trajik bir derinlik de kazandırmaktadır. Âynı olanağı,
Oblomov’un babasından, üç kâğıtçı Taran- tiyev’den ve hatta Zahar’dan çıkartamazdı- mz. Yığının ruh halinde kaba bir tembellik biçiminde ve diğer sıradan, günlük görüntüleriyle yansıyan Oblomovluk, öznelliğin daha çok geliştiği aydınlar arasında daha tipik, daha çarpıcı, daha trajik ve aydının toplumsal bilinç üzerindeki etkisine paralel olarak daha tehlikeli yönler taşır. Öznel yönün gelişimi, eğitim ve kültür seviyesinin ürünüdür.
Eğitim, teknoloji ve insan gücünün yarattığı ya da yaratabileceği muazzam yaşama olanaklannı insan bilincine yükseltip, bireylere benimseterek, ortak insanlık ideallerini devindirir, toplumsal ihtiyaçlan genişletir. Olgulann zaman içindeki gelişimlerinin kavranması, insana yaşam konusunda da geniş bir tarihsel perspektif sunar, istekleri ve azmi kamçılar.
Ancak kapitalizm, modem teknoloji temeli ve onun sağladığı eğitim olanaklan yoluyla, yeni toplumsal ihtiyaçlar yaratıp vardan ihtiyaçlan geliştirirken, ihtiyaçlann tatmin araçlannı da giderek insanların ellerinden almaktadır. İstersiniz, ama yapabilme olanağınız yoktur. İnsan psikolojisini kötürümleştiren gerçeklikle ideal arasındaki bu çatışma, bireyleri isteklerini gerçekleştirmek için mücadele etmeye, bunun için de giderek toplumu değiştirmeye doğru harekete geçmeye iter. En berbat koşullarda bile yaşama isteğini diri tutan, ideallerin gücüdür.
İdeal, toplumsal üretici güçlerdeki gelişine eğiliminden güç alır. Üretici güçlerdeki gelişme eğilimini köstekleyen kapitalist üretim ilişkileri ise taşlaşıp dondukça, idealler üzerinde şiddetli bir basınç yaratırlar. Ortak idealleri gerçekleştirmek için üretici güçleri ele geçirmekten başka bir çözüm yolu kalmaz. Bu durumda kapitalizm, bütün egemenlik araçlannı harekete geçirerek, idealleri yok etmeye sindirmeye, etkisizleştirmeye çalışır, insanlardaki yaşama isteği ve mücadele gücünü bastırarak idealleri yok eder, idealleri yok ederek toplumsal yaşamı çürütür, inmelendirir.
ideallerinizi yitirdiğiniz mi, yaşama gücünüzü de yitirdiniz demektir. Elinizdeki araçları hangi amaçla, neden ve nasıl kullanacağınızı bilemezsiniz, sizin için artık hiçbir değer ifade etmez olurlar. Hiçbir şey isteyemez, hiçbir şey yapamaz hale gelirsiniz.
isteklerinizi gerçekleştirebilme olanağınız elinizden alınmışsa, kendi güçlerinizi kav- rayabilme, gücünüzü denetleyebilme ve harekete geçirebilme olanağınız da kaybolur.
istekleriniz yaşama gücünüzle birlikte boğ- luru, söner gider. İradeniz zayıflar. Yapabileceklerinizi de gerçekleştiremez olan ik- tidarsızlaşırsınız.
“Var, ama ne yapabilirim?” “Yok ki, olamaz ki ne isteyebilirim”
Her ikisi de aynı madalyonun iki ayn yüzüdür. Bu madalyonu boynunuzdan çıkaramadığınız, kopartıp atamadığınız taktirde. kendi kendin izle barışıklığınız ortadan
kalkar. Sadece kendinize düşman olmakla kalmazsınız, insanlan küçümser ve toplumdan uzaklaşırsınız. Kendi benliğinize hâkim olamayınca, insanlarla iletişim kurabilme yeteneğiniz de kaybolur gider. Tembel, ruhsuz, hırçın, bencil, ödlek birisi haline ge
lirsiniz. Her şeyi size sağladığı anlık pratik yararlarıyla ölçmeye başlar, uzak ülküler uğruna çaba göstermenin gereğini gözden kaçınrsmız. Çabalannızm karşılığını alamamanız, ya da çabalannıza hakkı olan değerin verilmeyişi, çabanızı sizin gözünüzde de değersiz kılar.
Her işe soyunup hiçbirini sonuçlandırmadan yüzüstü bırakan, başkalarını küçümseyip gerçekte başkalanndan hiç de farklı yaşamayan, belirli toplum ilişkilerinin insanlar arasında yarattığı yozlaşma eğilimine tepkiyle bütün insanlara düşman kesilen, fındık kabuğunu doldurmayacak sorunlarla uğraşıp büyük işler başardığını iddia eden, küçük dağları ben yarattım der- cesine kendini dünyanın merkezine oturtan, kendi gözünde yitirdiği değeri başka- lannı karalamakla kazanmaya çalışan, en büyük, en gösterişli eylemleri önerip, her zaman en geriden giden, hep kendi durumunun olumsuzluklanndan yakınıp hiçbir ciddi çaba göstermeyen, davranış güçsüzlüğünü parlak sözler ve formüllerle gizlemeye gayret eden, yararsız, gereksiz, asalak birileri olursunuz.
Bu türden Oblomovca davranışlarla toplumun her kesiminde ama en çok aydınlanınız arasında karşılaşmıyor muyuz?
Pek uzağa gitmemize gerek yok. işte Kemal Gökhan’ın Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan çizgi bantları. Her bantta, her karede Oblomov kendini teşhir ediyor.
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Oblomov sosyalistlerimiz arasındadır. İşte G elenek yazarlan. Tıpkı Dobrolyubov’un ağaç üzerindeki öncüleri gibi, çıkmışlar sosyalizmin yüksek teorik mirası üzerine, mayhoş teori yemişlerini tıkınıp kabuklarını aşağı- dakilerin üzerine fırlatarak öncülük buyuruyorlar. Onlar ağacın tepesinde oturup sosyalist devrim hülyalan kurarken, aşağıda işçiler ve tepeden burun kıvırarak bak-
tıkİan devrimci - demokratlar, binbir güçlük içinde yolları açmaya çalışıyor. Öncü baylânmızmsa, inip işe koyulmaya hiç mi hiç niyetleri yok. Gelenek dergisi sayfala- nndan Oblomov’un şu bildik horultusu yükseliyor.
Fazla uzağa gitmeye hiç gerek yok. Kendini biraz dikkatle gözden geçiren her okuyucu, içindeki Oblomov’u yakalayıp gün ışığına çıkartabilecektir. Köklü bezirgan gelenekleri üzerine kurulmuş, çarpık kapitalist yapının boğduğu, bunalttığı, durgunlaştırdığı toplum yaşamımız, işçisinden aydınına, köylüsünden memuruna, gencinden yaşlısına, her kesimden her insanı yakalayıp inmeledirebilen Oblomovluk virüsünün bulaşıcı tehditleri altındadır. 12 Eylül, yığınlar arasındaki devrimci mayalanışı bastırıp, idealleri gözden düşürmeye çalışarak, bu virüsün çok daha hızlı üreyip bütün toplum hücrelerini çürütmeye yöneldiği son derece tehlikeli bir septik ortam yarattı, irade güçlerinin köreltilip insanlann bu denli zaval- lılaştınldığı, kişiliklerin ezilip yalama haline getirildiği, toplumun tümden soluksuz bırakılarak tepeden tırnağa çürümeye itildiği böylesi bir çözülme ve dağılış ortamında, Oblomovluk, direncini yiteren her bünyeyi felce uğratacak sinsi bir kuvvete erişmiştir.
Devrimciler, bütün enerjileriyle toplumu sarsıp uyarmadan, örselenmiş güçleri uyurgezer hallerinden kurtarıp bilinçli eyleme yöneltmeden, toplumsal çözülmeyi zıttına dönüştürüp yeni ve daha güçlü bir toparlanışı gerçekleştirebilmek pek mümkün olmayacak. Hareketimizin yeni Oblomovla- ra değil, gerçek öncülere ihtiyacı var. Ve birey olarak bizler, Oblomovluğun içimizdeki sinsi etkilerinden kurtulmadan, kendimizi her an yenileyip enerjimizi tazelemeden güçlü devrimciler olunamayacağını bilmeliyiz.
Sana iyi uykular Oblomov. Merhaba hayat ve merhaba mücadele!
{*) Dickens’in yaşlı Ebenizer Sucruch’u Noel eğlencelerini bile hor görebilecek kadar kendini “işine adamış” aç gözlü bir işadamıydı. İlk sermaye birikimi çağlarında yaygın olan tipoloji daha çok budur. Kapitalist için yaşamda tek gerçek ilke, çalışma ve tasarruftur, gerisi boş laf. Oysa, günümüzde sermayenin hükmedici gücünün artışıyla, onun sahibine sağladığı muazzam boş vakit arasındaki zıtlık, kapitalist için paranın yönetimini bir “ateşten gömlek” haline getirebiliyor. Narin Bey, bu gömleği kızlarına ve damatlanna giydirmeyi başarınca, “kırkından sonra” azıp hovardalığa başladı. Ama, işini ne oğullarına, ne de kardeşlerine devredebilme cesaretini ve olanağını bulamayan Gorki’nin büyük oğul Pi- yotr Artamonov’u, her an sahip olabileceği, ama bir türlü gerçekleşmeyen potansiyel boş vakitlerini düşünüp, çılgına dönmemiş miydi? Bunlar, burjuva yaşamı dipsiz- liğe sürükleyen anaforların karşıt bileşimlerini yansıtır.
İk i örnekte de mutluluk, salt bireysel nitelikler taşır. Toplumsal mutluluğun dışında aranmışlardır ve ancak orada
bulunabilirler. Tek farkları, Oblomov’un idealindeki mutluluğun içsel hareketin
dışında gerçek harekete yabancı oluşudur. Oysa, Ştoltz’un yaşamında da
hareket, besleyici köklerini oluşturan asıl güçten, toplumsal üretim tem elinden
koparak, can sıkıcı b ir rutine dönüşmüş, coşkusunu yitirmiştir.
Tutuculuk devrimciliği yok etmiş, atalet ağır basıp dinam izm i köreltmiştir. İşte, İlya llyiç’in de (ezen Oblomov), uşağı Zahar’ın
da (ezilen Oblomov) içinden çıktıkları tarih gerçeği budur.
S5
SENDİKALARAGENEL BAKIŞ
*
Sendikaların TemeliBunu ortaya koyabilmek için, sendikaların na
sıl doğduğunu, hangi temele dayandığını kavramak gerekir.
“Sendikalar ve grevlerin gerçek önemleri kendi aralanndaki rekabete son vermek için işçilerin giriştiği ilk çabalar arasında olmalarında yatar. Burjuvazinin işçiler üzerindeki hakimiyetinin bütünüyle işçilerin kendi aralanndaki rekabete, yani dayanışma yokluğuna dayandığı gerçeğinin kavranması sendikalann temelini oluşturur.” (Engels).
Demek ki sendikaların doğuşu, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son verme, kapitalistlere karşı dayanışma zorunluluğunu bilince çıkarmaları ile bağlantılıdır. İşte sendikaların temelini bu birlik olgusu oluşturur. Kapitalizmin ilk yıllarındaki deneyler, işçi sınıfını çok kısa zamanda sendikal birliğe vardırmıştır. Ve bir kere sendikalar oluştu mu, bunlar hemen “çifte amaç taşırlar, işçiler arasındaki rekabete son vermek, ve bu sayede kapitalistle toptan rekabet etm ek.” Kapitalistlere karşı toptan rekabet etmenin başlıca yönü ilk zamanlarda "yalnızca ücretlerin korunması” içindir. Fakat mücadele gelişip, kapitalistlerin işçilere karşı birleşmesi ve topyekün davranması daha da sistemleştikçe işçiler için birliğin korunması ücretlerin korunmasından öne geçer ve daha gerekli hale gelir. Çünkü gerek ücretlerin korunması, gerekse yükseltilmesi ve başka mücadele yollarının ilk şartı bu birliği koruyup sağlamlaştırmaktan geçmektedir.
Her hareket yeni doğarken, olgunluk çağma varıncaya kadar, az çok sekterdir. Acem i ve uyumsuz tavırlar göze batar. Sendikal m ücadelenin tarihinde de bu sekterlikler vardır. İşçiler ilk grev kırıcılarını genellikle ölümle cezalandırmışlardır. İşyerleri tahrip edilmiştir. Fakat işçi sınıfı hareketi geliştikçe ve deneyler biriktikçe, hareket normal rayına oturmuştur.
“Amaçlarına ulaşmak için sendikalar şu yolu izlerler; bir ya da daha çok işveren sendikanın istediği ücreti ödem eyi reddederse, bir işçi tem silcisi grubu işverene ricaya gider. Ya da bir dilekçe gönderilir. Bu tür yöntemler küçük krallığı içinde işverenin sahip olduğu mutlak gücün işçilerce de anlaşıldığını gösterir. Bu yöntemlerle hiçbir şey elde edilemezse sendika üyelerine işi bırakıp evlerine gitmelerini söyler.”
Öyleyse MARKS, sendikaları, feodaliteyi yıkan belediye örgütlenmelerine
benzeterek, kapitalizmin yıkılmasında onlara nasıl bir rol verdiğini açıklamış
oluyor: Öte yandan, burjuvazi, belediye örgütlenmeleri deneyinin bizzat yaşamış
ve uyguglamış bir sınıf olarak, sendikaların siyasi niteliğe bürünmesine
karşı bütün olanakları ile seferber olmuştur.
Bu yöntem işçi hareketinin sekteriikten kurtulduğu dönemlerin hareketidir. Ve şimdiki toplu sözleşme sisteminin ilk ilkel şeklidir. V e bizdeki ilk 1872 Kasımpaşa Tersane işçileri grevi de benzer gelişmeler sonunda ilan edilmiştir. Ücretle- rini alamayan işçiler önce Bahriye Nazınna, son-
5 6 ra Sadrazama temsilcileri ile dilekçe göndermiş
ler, netice alamayınca durumlannı basın yolu ile geniş kitlelere duyurmuşlar ve ardından da greve gitmişlerdir. Ve bu grev başarı ile sonuçlanmış, alınamayan ücretler işçilere ödenmiştir.
Yukandaki alıntıda Engels’in çok derin bir tahlili vardır.
“Bu tür yöntemler (yani önce dilekçe, görüşme, teklif, olmazsa sonra grev) işverenin sahip ol^U&u-Jnutlak gücün işçilerce” anlaşıldığının işaretidir, denir. Hareketin sekter dönem inde işçiler, kapitalizm kayasına çarptıklannın farkında değillerdi. İşte, işçi sınıfının sağlam bir sendikal örgütlenmeye başlaması ile, karşısındaki kapitalistin gücünü kavraması aynı dönemin olgulandır. Düşmanın gücü, mahiyeti kavrandıkça örgütlenme de buna göre düzenlenmiştir. Zaman ve deneyler işçi sınıfına bu gerçekliği kavratmıştır. Bu bir aşamadır. İşçi sınıfının bölük börçük, sekter çıkışlarla gücünün dağıtılması, böylece boşa harcanması değil de; en toplu ve düzenli bir şekilde kapitalizme yöneltilmesi aşamasıdır. Düşmanı yenmenin veya problemi çözmenin ilk ve vazgeçilmez şartı; onu tanımak, kavramaktır.
“İşçilerin birleşmesini yasaklayan hükümleri yürürlükten kaldıran bu kanun... imtiyazlılann bu reformu, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışmayı HU KU KEN TA N IYA R A K BURJUVAZİY İ EGEMEN SINIF STATÜSÜNE YÜKSELTTİ.”
Dem ek ki hakim sınıflar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çatışmayı (hukuken) tanıyarak burjuvaziyi egem en sınıf statüsüne yükseltiyor. Ve böylece modern sınıf savaşı karşılıklı taraflarca tanınmış ve resmen başlatılmış oluyordu. Bu nedenle, bir ülkede sendikaların resmen varlığının kabulü, o ülkede artık sınıf savaşının gizlenemez, üstü örtülemez hale geldiğini ve bundan dolayı da karşılıklı taraf|arca kabul edilişinin işaretidir. İşte burada sendikaların varlık ve gelişmesiyle ilgili ikinci konağa gelmiş olduk.
Sendikalar ve Siyaset“Ekonomik koşullar ilk önce ülkedeki halk kit
lelerini işçi durumuna getirmişti. Sermayenin birleşmesi bu kitleler için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yüzden bu ki'fîeler bugün bile sermayeye karşı bir sınıftır, ancak henüz kendisi için sınıf değildir. Birkaç cümleyle değindiğimiz mücadele içerisinde, bu kitleler birleşir ve kendisi için sınıf olma durumuna ulaşır. Artık savunduğu çıkarlar sınıf çıkarlarıdır. Ancak sınıfın sınıfa karşı mücadelesi siyasi bir mücadeledir.”
“Gerçek bir iç savaş olan bu mücadele yaklaşan bir savaşın gerekli tüm unsurlarını birleştirip geliştirir. Bir kere bu noktaya ulaştığında birlik siyasi niteliğe kavuşur.” (abç)
İşte, gerek işçi sınıfının kapitalistlerin gücünü tanıması ve kavraması ile daha güçlü birlikler kurma ve sistemli mücadele etmesi ve gerekse kapitalistlerin işçi örgütlerini tanıması; “yaklaşan bir savaşın gerekli tüm unsurları(nı) birleş(tirip) g e liştirir)”. Böylece sınıfın sınıfa karşı mücadelesi başlar ve bu mücadele de siyasi bir mücadeledir. İşte tam burada bu birlikler siyasi niteliğe kavuşurlar.
Lenin Marks’m bu tahlilinin ardından şunları söyler; “Burada, onlarca yıl içirı, proletarya güçlerinin “gelecekteki bir meydan savaşına” hazırlanmasının uzun bir dönem i için, sendikal hareketin ve ekonomik mücadelenin taktiği ve programına sahibiz. “Onlarca yıl için’ geçerli olan “taktik ve program” nedir? Sendikalann kendiliğinden vardıktan siyaseti, sosyalist siyasete yükseltmektir.
“Çok kere iktisadi mücadele kendiliğinden bir siyasi niteliğe bürünür, yani, “devrimci bastlin-
aydınların” müdahalesi olmadan (...) A m a sosyal demokratlann görevi, ekonomik bir temel üzerinde siyasi ajitasyonla sona ermiş olmaz; on- lann görevi, sendikacı politikasını, sosyal demokrat siyasi mücadeleye çevirmektir; iktisadi mücadelenin işçilerin kafalarına yerleştirdiği siyasi bilinç kıvılcımlanndan yararlanarak işçileri sosyalist siyasi bilinç düzeyine yükseltmektir.” (Lenin)
Bu konuda son olarak M A R K S ’m bir benzetmesini aktaralım;
“Demek ki, sendikaların ilk hedefi, günlük ihtiyaçlara sermayenin ardı arkası kesilmez saldırılarını engelleme yollarıyla, kısacası ücret ve işgünü uzunluğu sorunlarıyla sınırlı kalmıştır...
“Sendikalar, buna karşılık kendileri de farkına varmadan ortaçağ belediyeleri ve komünlerinin orta sınıfa sağladığı cinsten örgütlenme merkezleri oluşturmuşlardır”
Burada sendikaların “siyasi n ite liğe kavuşmaları” bir benzetme ile son derece çarpıcı bir biçimde açıklanıyor. Feodallere karşı örgütlenen burjuvazi bunu belediyeler biçiminde örgütlenerek hem ekonomik, hem politik merkezler oluşturarak yapmıştır. Belediyeler bu özellikleriyle bütün halkı temsil eder görünmüşler ve feodallere karşı mücadele merkezleri olmuşlardır. ve M ARK S sendikalarında işçiler için benzer bir örgütlenme sağladığını açıklayarak, sendikaların siyasi yönünü en çarpıcı bir örnekleme ile anlatmış oluyor.
Öyleyse M ARKS, sendikalan, feodaliteyi yıkan belediye örgütlenmelerine benzeterek, kapitalizmin yıkılmasında onlara nasıl bir rol verdiğini açıklamış oluyor.
Öte yandan, burjuvazi, belediye örgütlenmeleri deneyinin bizzat yaşamış ve uygulamış bir sınıf olarak, sendikaların siyasi niteliğe bürünmesine karşı bütün olanakları ile seferber olmuştur. Nasıl ki sosyalistler bu kendiliğinden varılan siyaseti, sosyalist siyasete yükseltmek için uğraşacaklarsa, burjuvazi de tersine davranarak siyaset dışı tutmağa çalışacaktır.
İlk aşama, yani, işçilerin ücretlerini korumaları vb. mücadele kapitalistlerin bir bakıma kabullendikleri bir mücadele aşamasıdır. Fakat birliklerin siyasi niteliğe kavuşma “tehlikesi” kapitalistler için tahammül edilemez bir gelişmedir. Ve bu noktada kapitalistler için genellikle iki yol ortaya çıkar. Fakat her iki yolun da tek amacı işçi birliklerini siyasi mücadeleden uzaklaştırmak, ekonomik mücadele içinde kısırlaştırmak.
Birincisi sömürge talanları ile işçi sınıfının bir bölüğü doyurulur ve bunlar işçi sınıfının çıkarlarına hakim kılır. Ve tek amaç “daha fazla ücret” indirgenir. Ve kapitalizm sendikalan bu alanda tutabilirse, onun için bu dev işçi birlikleri birer cüce olarak kalacaktır.
İkincisi; İşçi sınıfının sömürge talanlarından beslemek durumu o kapitalist ülkede yoksa siyaset sendikalara kanunla yasak edilir. Ve aynı zamanda sendikalar genellikle devlet güdümüne alınır. Böylece sendikalar hakim sınıf polkasının peşine takılır”
“Sınıf Sendikacılığı” veya Ücret Sisteminin Kaldırılması:
“Bu parola şu malûm Birleşme Kanunlarının 1824’te kaldırılmasından sonra gelişen sendika hareketleri sırasında oldukça işe yaradı. Ingiliz işçilerinin Avrupa işçi sınıfının başında yürüdüğü anlı şanlı Chartist hareket döneminde ise daha da yararlıydı. N e var ki zaman geçiyor 50 yıl
hatta 30 yıl önce arzulanan, gerekli olan bir sürü şey, bugün eskimiş geçersiz duruma geliyor." İşçilerin sendika kurma, birleşme hakkının olmadığı, yani burjuvazinin baskısına, hatta keyfi davranışına karşı hiçbir silahı olmadığı bir dönem den birleşme hakkını elde ettiği bir dönem e girdiğinde elbette ilk talep “adil bir işgünü karşılığı adil bir ücret” olacaktır. Aşın çalıştırma, uzun iş- gününe karşılık ölümlük bir ücreti daha “adil” hale getirme çabası doğaldır ve gereklidir de. İşçiler sendikal birlik kurma hakkına kavuşur kavuşmaz ücretlerinin korunması mücadelesine de zaten başlamışlardır.
Aynı şekilde Chartizm de henüz “küçük burjuvaziden kesinlikle aynlmamış” bir hareket olarak genel oy hakkı gibi demokratik bir talebi savunurken, diğer yandan aynı zamanda “10 saat yasasına karşı" da mücadele vermektedir. Ve bü- tüp bu dönem lerde işçi sınıfı henüz “iyi bir ev, iyi yiyecek ve giyecek, refah ve kısa iş saatlerinden öteye bir talep getirmemektedir.? Fakat, işçi sınıfının mücadele tarihine; 1848
Manifestosu ile onun politik taleplerinin belirlen- dirilmesi, kapitalizmin kaçınılmaz olarak işçi sınıfının mücadelesi ile yıkılacağını, işçi sınıfının kurtuluşunun sosyalizm olduğunun bilimsel olarak ispatı, bundan sonra Enternasyonal İşçiler Demeği deneyleri, son olarak da Paris Kom ünü deneyinden sonra artık işçi sınıfının talepleri kaçınılmaz olarak yeni biçimlere bürünmüştür. Böylece, henüz işçi sendikalannın yeni yeni filizlendiği ve işçi sınıfı hareketinin bir Chartist hareket olduğu, yani imtiyazlılara karşı küçük burjuvazi ve radikal burjuva ile beraber davrandığı, özetle; kapitalist düzen içindeki mücadelenin bütün niteliğiyle ortaya çıkmadığı veya tam o sırada geçerli olan bu parola; daha sonra 1880’de yani sınıf mücadelesinin bütün hatlanyla belirginleştiği ve kapitalizmin kaçınılmaz sonu olarak sosyalizmin bilimsel olarak ispatlandığı dönem de artık eskimiştir. V e Engels yeni parolayı şöyle ilan eder:
“Çalışma araçlan — ham madde, fabrikalar, makine— çalışan halkın kendisinin olmalıdır." Aynı parolayı M ARK S da şöyle ifade eder:
“Sendikalar (...) Aynı zamanda mevcut düzenin değiştirilmesine ve örgütlü güçlerini, em ekçi sınıfın kesin kurtuluşu, yani ücretliüğin kesin olarak kaldınlması için kaldıraç gibi kullanmaya çalışacaktan yerde, düzenin soııuçlanna karşı yer yer küçük çatışmalarla verilen bir mücadele ile yetindikleri anda da hedeflerini büsbütün yitirirler.”
O halde kapitalizmin ilk dönemlerindeki sendikal mücadele ücret yasasına karşı değildi, hatta “bu yasayı doğru uygulat”mak içindi. Demek ki ilk dönemlerinde ücret yasasının doğru uygulanmasını sağlamak için mücadele veren sendikalar, artık “ücretliliğin kesin olarak kaldtnlmasf için mücadele vermelidirler. Aksi halde düzenin sonuçlan ile uğraşan, sebebine ve hastalığın köküne hiç dokunmayan bir kısır mücadele başlayacaktır.
işte “sınıf sendikalıcığı” sınıf mücadelesi gerektirir. Bu da işçi sınıfının, kapitalistlere karşı bir mücadele ise o zaman kapitalizmin sonuçlanna değil, köklerine inerek mücadele etmek gerekecektir.
içindeki kolu durumuna gelirler, ya da kapitalizmin sonuçlan ile değil, kendisi ile mücadele verilecektir. “Ücret köleliğine karşı” savaş verilecek, böylece düzenin değişmesinin vazgeçilmez kaldıraçtan olunacaktır. Bu da işçi sınıfının kendisi için sınıf olmasıdır.
II) SENDİKA jLE PARTİ İLİŞKİLERİNDE GENEL PRENSİPLERİMİZ NELER OLMALIDIR?Sendika ve Parti
Bu konuda partilerin sendikalarla ilişkileri konusunda iki uç tavır vardır. Birisi, sendika ile partiyi tamamen ayn tutar, diğeri ise sendika ile partiyi aynı tutar. Her iki anlayış da parti ve sendika ilişkileri bakımından sakat sonuçlar doğurur. -
Sendikalar ile partilerin herhangi bir bağlantı kurmasına genellikle burjuva partileri karşı çıkmışlardır. Tarihte bunun yüzlerce örneği bulunabilir. Kendi tarihimizden bir örnek alacak olursak 1947’deki Sendikalar Kanunu’nda sendika- lann siyaset yapması yasaklanmışta-. Ve Türk-İş’in ünlü “partiler üstü” politikası da buna bir örnektir.
Burjuvazi sendikalann politikadan uzak olmasını, bunun için de partiler ile herhangi bir bağ kurmamasını ısrarla savunur. Çünkü işçi sınıfının politika sahnesinde yer aldığı takdirde kaçınılmaz olarak sosyalizmi benimseyeceğini binlerce deneyinden dolayı bilmektedir. Sendikalan siyasetten uzak tutmak kendiliğinden sendikaları sosyalizmden uzak tutmak, dolayısıyla burjuvaziye yakın tutmak demektir. Böylece sendikalar ile politika arasına, yani partiler arasına bir duvar örmek ve duvann arkasında kendi politikasını yürütmek isteyen burjuvazidir.
Bir de sendika ile partiyi aynı görm e sakatlığına düşülür. Bu burjuva sosyalizmi eğilimlerinin özelliklerindendir. Burjuvazi işçi sınıfına p o litikayı yasak edemezse, bu sefer içine burjuva sosyalizmi kolunu uzatır. Önce sendikalar ile partiyi devamlı ayırmağa çalışan burjuvazi bunu beceremezse öbür uca sıçrar parti ile sendikayı üst üste koyar. Böylece burjuva sosyalizmi sendika- lizmle kenetlenir. Kendi politikasını sendika mücadelesi seviyesine indirir. Hatta dünyada öyle örnekler vardır ki, parti ile sendikalar örgüt o larak da hemen hemen aynıdır. İngiliz İşçi Partisi buna örnektir. Aynca kendi tarihimizden bilhassa ilk dönemleri ile T İP de bu olguya iyi bir örnek olabilir.
Burjuva sosyalizmi partiyi sendika seviyesine indirince, siyasetçe sendikalizm ilkelliği içinde kalınır.
ö te yandan küçük burjuva sosyalizmlerinin en tipiği Anarkosendikalizmdir. Bu da partiyi inkâr ettiğinden, sendikayı parti gibi görür ve ona bu misyonu yüklemek ister. Sendikalarla “devrim” yapma bunların yoludur.
Proletarya sosyalizmi ise, parti ve sendikayı ne aynı, ne de tamamen ayn tutar. Proletarya partisi sendikalan hiçbir zaman siyaset dışında gör-
Öyleyse Marksistler sendikalarda çalışırken, b ir yandan sendikalann temeli
olan işçi simimin birliğini bozmadan davranır, öte yandan sendikalara siyasi
ayrılığı sokarlar. Bu iki durum çelişmekte midir? Evet, fakat bu, canlı hayatın
yarattığı ön çelişkidir.
özetlersek: Sendikalann temelini işçilerin kendi aralanndaki rekabete son vererek topyekün kapitalistlerle rekabet edebilmek için birlik olma- lan teşkil eder. Ve birlikler bir kez oluştuktan sonra da buralar proletaryanın örgütlenme merkezleri olurlar. Ve gelişen mücadele, bu örgütlenm e m erkezlerini sınıf savaşının araçları, “kaldtraçlan” durumuna getirir.
işte bu noktaya vanldığında da iki yol belirir. Ya bu birlikler kapitalizmin sonuçlan ile uğraşacak, kısır ücret mücadelesi içinde “hedeflerini yitireceklerdir." Ki böylece burjuvazinin işçi sınıfı
mez. Çünkü en başta siyasetle insan ayrılmaz bütündür. Bunu ancak insanlan köleleştirmek isteyen burjuvazi yapar, ö t e yandan halkın en uyanık, siyasete en yakın kesimi de işçi sınıfıdır. Kim ne kadar çaba gösterse de işçi sınıfı ile siyaseti birbirinden koparamaz. O halde sendikalar ile proletarya partileri arasında sıkı bağlar nasıl kurulacaktır.
Sendikalann PartizanlığıBu konuda genel prensip olarak şu söylenir.
“Sendikalar, sosyal demokrat örgütün ‘denetim ve yönetimi altında’ çalışmalıdırlar. Sosyal d emokratlar arasında bu konuda iki görüş olamaz.”
Bu nasıl olacaktır? Yani hangi çalışma biçimleri ile ve hangi yolla gerçekleştirilecektir? Bu konuya ilerde değineceğiz, şimdi bu prensibin kendi anlamını çözelim.
Sendikalann partizanlığı nedir? Başta siyaset yapmalan demektir. Ardından bu siyasi yönü işçi sınıfı partisinin yönü ve politikası ile çakıştırmak demektir. Lenin’in yukanda açıkladığı prensip bunu en açık biçimde ifade etmektedir. Buna g ö re “sendikalar partinin denetim ve yönetimi altında çalışmalıdır.” O halde sendika ile parti arasında çok sıkı bağ olmalıdır. Ve ancak böyle bir bağ sayesinde sendika, işçi sınıfı partisi politikasında yönlendirilebilir.
Bir de sendika ile partiyi aynı görme sakatlığına düşülür. Bu burjuva sosyalizmi eğilimlerinin özelliklerindendir. Burjuvazi
işçi sınıfına politikayı yasak edemezse, bu sefer içine burjuva sosyalizmi kolunu
uzatır. Önce sendikalar ile partiyi devamlı ayırmağa çalışan burjuvazi bunu
beceremezse öbür uca sıçrar parti ile sendikayı üst üste koyar. Böylece burjuva
sosyalizmi sendikalizmle kenetlenir.
Lenin, “sendika hareketinin sosyal demokrat nitelikte olmasını sağlamayı” vazgeçilmez aörev saymaktadır. Ve bu prensip Marks-Engels’in sendikalara yüklediği “ücret sisteminin kaldınlması’ için mücadele görevinin kaçınılmaz sonucudur.
Yazının birinci bölümünde sendikalann siyasi niteliklerine değinirken biraz soyut anlatımla, bu gerçekleşmenin hayattaki oluşumu somutta konulmamıştır. İşte sendikalann siyasi niteliğinin bahsedildiği yerde partinin yönlendirme görevi başlamaktadır.
işin burasında da çok önemli bir noktaya g e linir. Ve bu konudaki tartışmalann mazisi taa Marks ve Hamnam’a kadar uzanır. Bu konuda partizanlığın alternatifi, sendikalann tarafsızlığı tezidir.
Sendikalann tarafsızlığı tezine genellikle bir yoldan vanlmaktadır. Tartışmalarda genellikle herkes sendikalann siyasetin içinde olmasına taraftardı. Fakat sendikalar karşısında birden fazla işçi partisi varsa durum ne olacaktır? Buna Plekha- nov şu cevabı veriyor: “Rusya’da 11 devrimci örgüt vardır; Sendikalar hangisine yanaşsınlar?Rusya’da sendikalara politik aynlıklan sokmak zararlı olur.” Böylece hareket noktası sosyalist eğilimlerin birden fazla olması tezinden kalkılarak — elbette bu eğilimlerden henüz biri diğerine göre ülke çapında aşınca farklı etken olmayabilir. Ve zaten bu durum işi güçleştirmektedir d e— bun- lann sendikalardaki “çekişmelerinin” sendikalara zarar vereceği sonucuna vanlır. Netice ise, bu sosyalist eğilimlerden sendikalan uzak tutmak yani tarafsızlaştırmak olur. O halde bir ülkede birden fazla sosyalist partinin olması ve henüz bunların hiçbirinin ülkede siyasi hayatta fazla etkili olmayışı Marksistleri sendikalann partizanlığını savunmaktan ve politik görüşlerini sendikalara sokmaktan ve onun yaygınlaşması için çalışmaktan alakoyamaz.
Lenin Plekhanov’un bu tezine şiddetle karşı çıkar:
“O zaman Plekhanov, sendikalara politik ay- nhklan sokmanın zararlı olacağını söylemişti...Evet Plekhanov bu aptalca şeyi söylemişti... Biz böyle bir aynlığa (hatta monarşisi kafalı işçilerle olan aynlığa bile), grev vs.’nin birliğini bozacak zemini hazırladıktan için karşı olduğumuzu her zaman ilan edeceğiz, fakat her zaman genel olarak işçi saflanna ve özel olarak tüm işçi sendikalarına “bu aynlığı sokacağız.”
öyleyse Marksistler sendikalarda çakşırken, bir yandan sendikalann temeli olan işçi sınıfının birliğini bozmadan davranır, öte yandan sendikalara siyasi aynlığı sokarlar. Bu iki durum çelişmekte midir? Evet, fakat bu, canlı hayatın yarattığı bir çelişkidir, ö z e , parti ile sınıfın aynı ol- 57
1
madiği ve partinin tek başına devrim yapamayacağı gerçeğine dayanır. Parti kendini işçi sınıfının kitlesinden ve onun müttefiklerinden koparmaz, tersine ortak çıkarlar doğrultusunda on- İBnen koordineli biçimde davrandırır.
Özel olarak sendikalarda ise, burjuvazi siyasetin sendikaya girmesini “bölücülük” olarak g ö rür. Bu “bölücülük” çığlığı işçi yığınlarının burjuvazinin etki alanından çıktığının itirafıdır. (Mark- sistler işçi kitlelerinde, özel olarak sendikalarda görüşlerini yayarlar, fakat bu işçi kitlesini bölmez, ters|n® 9 eniş işçi kitlelerini politik liderlerinin ön cülüğünde kendi çıkartan doğrultusunda davranışa geçirir. Am a işte burjuva politikacısı buna dayanamaz. Ve bu durumda ilk yapılan iş Mark- sistlerin sendikalardan tasfiyesidir. Çünkü onlar
- *ŞÇi yığınlannı burjuva demagojisinden uyandırmaktadır.)
özetle: İşçi partilerinin birden fazla olmaları sendikaların tarafsızlığını gerektirmez. Proletarya sosyalizmi bir tek olduğuna göre, sendikalar proletarya sosyalizmine taraf olmalıdır. Peki, bu nasıl gerçekleşecektir? Lenin Plekhanov’a verdiği cevabın devamında şöyle diyor:
“Her yerde ve her zaman sendikalann; işçilerin partisiyle bağdaşmasını desteklemeliyiz, fakat, belli bir ülkede, belli bir ulus arasında hangi partinin gerçekten sosyalist olduğu ve işçi sınıfının partisi olduğu sorunu özel bir sorundur ve uluslararası kongrelerin kararlan ile değil, ulusal partiler arasındaki mücadelenin sonucu ile çözümlenir.”
Dem ek sendikalann, gerçek sosyalist olan işçi partisiyle “bağdaşması” “ulusal partiler arasındaki mücadele” ile olacaktır. Başka hiçbir imtiyazlı yol yoktur.
Neticede sendikalann işçi partilerinden bağımsızlığı tezi iki sonuca yol açar:
1) Sendikalarda çeşitli sosyalist eğilimlerin mücadele yolunu tıkar, ortadan kaldınr, dolayısıy- la ,
2) Sendikalarda meydan — ekonomizm,e sen- dikalizme, burjuva politikacılığına— boş kalır.
Sonuç: Sendikaların tarafsızlığı tezi, genel Marksist bir pıensibi, gündelik politika uğruna reddetmek, yani reel politikacılık olur.
Diğer taraftan bir de sendikalann örgütsel bağımsızlığı konusu vardır.
Örgütsel bağımsızlık bazen sendika tarafsızlığına giden yolda oportünistlere bir gerekçe olabilmektedir. Bu konuda Leninist anlayış şudur: Enternasyonalin Stutgart Kongresi bu konuda şu kararı almıştır.
“3) İki örgütün her birinin de (parti ve sendika) kendi yapılanyla belirlenmiş ve içinde bağımsız davranmalan gereken alanlan vardır.
Am a aynı zamanda, durmadan genişleyen bir alan da vardır”
Demek küçük burjuva, burjuva sosyalistlerin sendikalardaki tasfiyeci,
“etiketçi” tavrı, onların, gelgeç, “işçi sınıfı içinde yolunu yitirmiş “konuklar” olmalarındandır. Ancak, yarın yok
olacağını gören ve sezen birisi böyle sekter, tasfiyeci b ir tutuma girebilir. Bir
bakıma, gelecekte kendi ölü-
Bu karan sendikalann partiden bağımsızlığı biçiminde yorumlayan sosyalist devrimcilere Lenin şu cevabı verir:
Hâlâ, sendikaların “kendi yapılanyla belirlenmiş alanlar” içindeki “bağımsızlıkları ile, sendikaların partizan olmaları sorununu, ya da onla nn politik alanda ve sosyalist devrimin görevleri ile ilgili alanlarda partiye yakın ilişkide bulunmalarını karıştıran soytarılan görm eğe devam ed iyoruz!”
O halde parti-sendika ilişkisinde bağlantı noktalan daha çok “politik alanda ve sosyalist devrimin görevleri ile ilgili alanlardadır. Ve “bağımsızlıkları” ise “kendi yapılan ile belirlenmiş alanlardadır.
Başta, sendika ve parti birbirinin aynı, biri diğerinin organ hiyerarşisine bağımlı örgütler d e ğildir. Bu anlamda örgütler birbirinden bağımsızdır. Ve yine sendikalar “kendi yapılanyla belirlenmiş alanlarda* yani, kendi iş kolunda ve bu-
ç b radaki pratik çalışmalarında bacım adır. Bununaksini iddia etmek parti ile sendikalar özdeşleş
tirmek olur. Bu konuda Lenin’in aktarması ile A lman sosyal demokratlannın başından geçen bir deney iyi bir öm ek olacaktır: Bir partili grubun da içinde bulunduğu bir sendika 1901’de Ham burg’da grev kinciliği yapınca, sendikalar birliği bu durumu Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne bildirip bu üyelerin cezalandınlmasını istiyor. Parti merkezi bu konuda şu kararlan almıştır:
1 Grev kırıcılığını kendi açılarından onursuz-
olduğuna inanırlar ve bu nedenle, olaylan zorlamaz, sendika lan dürtüklemez, onlan etiketlem ez bölmezler.”
Dem ek küçük burjuva, burjuva sosyalistlerin sendikalardaki tasfiyeci, “etiketçi” tavn, onların, gelgeç, “işçi sınıfı içinde yolunu yitirmiş “konuklar” olmalanndandır. Ancak, yarın yok olacağını gören veya sezen birisi böyle sekter, tasfiyeci bir tutuma girebilir. Bir bakıma, gelecekte kendi ölü-
Başta, sendika ve parti birbirinin aynı, biri diğerinin organ hiyerarşisine bağımlı
örgütler değildir. Bu anlamda örgütler birbirinden bağımsızdır. Ve yine sendikalar
“kendi yapılarıyla belirlenmiş alanlarda” yani, kendi iş kolunda ve buradaki pratik çalışmalarında bağımsızdır. Bunun aksini
iddia etm ek parti ile sendikaları özdeşleştirmek olur.
luk ilan” ederek,2) Fakat aynı zamanda, partinin çıkarlarını
sendikalann çıkarlanyla özdeşleştirmek.”3) Her bir sendikanın bireysel eylemlerinden
partiyi sorumlu tutmak” gibi hatalı talepleri de parti reddetmiştir.
Sendikalarda Çalışma Prensipleri
Sendikalann partizanlığını prensipte benimseyince, bunun nasıl gerçekleştirileceği kendiliğinden önümüze çıkar. Sendikalann partizan olma- lan bütün sendika üyelerinin kendilerini parti üyesi ilan etmeleri ile sağlanamayacağına göre, bunun nasıl gerçekleştirileceği önemli bir sorundur. Her sendika üyesinin kendini parti üyesi ilan etmesi tam bir saçmalıktır.
Bu, “bir yandan sendika hareketinin boyutlarını daraltmak böylece de işçilerin dayanışmasını zayıflatmak.
Diğer yandan da partinin kapılarını belirsizliğe ve kararsızlığa açmak” olacaktır.
Öyleyse nasıl çalışılacaktır?Pravdacılar (...) Narodnik ve tasfiyecilerin kü
çük burjuva yöntemlerine katılmak isteme (zler) ve tek bir sendika içinde çoğunluk tavnna bağlı kalırken, bir yandan da Marksist düşüncenin etki kazanması için döğüşürler)” (Lenin).
Narodnik ve tasfiyecilerin küçük burjuva tavrı nedir?
Demiryolcular Sendikasında çoğunluğu sağlayan Narodnikler bu sendikaya hemen “bir etiket yapıştırdılar” sendikayı kendi “platform larını benimsemeye zonadılar. Sosyal demokratları ve parti dışı işçileri kovdular ve onları aynı işkolunda başka bir sendika kurmaya zorladılar.”
Bizde çoğunluk sağlamadan “etiket yapıştırmalar” göz önüne getirilirse, sendika çalışmalarının ne halde olduğu, nasıl küçükburjuva karakterlerin istilasına uğradığı hemen ortaya çıka- cakty. Bu anlatılanlardan şunlar çıkanlabilir:
Sendikaların politik alanda ve sosyalist devrimin görevleri ile ilgili alanlarda partiyle yakın ilişkide bulunmasının” hiçbir zaman zorla, dayatma ile, küçük burjuva entrikalar ile olamayacağını, tersine “işçilerin çoğunluk tavnna bağlı kalırken” bir yandan da “Marksist düşüncenin etki kazanması” ile sağlanabileceğini kesinlikle söyleyebiliriz. Aksi sendika hareketini bölmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Elbette Mark- sistlerin sendika çalışmasında ilk hareket noktası tek sendika değil devrimci mücadelenin çıkartandır. Eğer mücadelenin çıkar lan bölünmede ise bunu uygulamak kaçınılmaz olur. A m a Narodnik tipi bir sendika faaliyetinin devrimin çıkarları ile ilgisi olamaz ve sendikalardan başka eği- limlerin zorla tasfiyesi (veya entrika ile) bilinçli bir bölücülüktür ve hiçbir şekilde savunulamaz. Bu davranışlann kökünde yatan nedir? Lenin şöyle devam ediyor:
“Marksistler böyle davranmazlar. Onlar işçi sınıfı hareketi içinde yolunu yitirmiş konuklar değillerdir. Bütün sendikalann, er ya da geç Mark- stzme dayanan kendi görüşlerini benimseyeceklerini bilirler. Geleceğin kendi düşüncelerine ait
münü getirecek olan eğilimleri (proletarya sosyalistlerini) sendikalardan tasfiye etmek, yaşama içgüdüsünün doğal çılgmlıklanndandır. Am a tarihi olarak ömrünü doldurmuş olan bu eğilim lerin, neticede, bu son yaşama gayretleri, bir yatalağın sağındaki, solundaki eşyalan yıkarak yürüme çabasından başka bir şeye benzemiyor. İşte proletarya sosyalistleri sendikalarda (ve her yerde) çalışırlarken bu gerçekliği çok iyi bilirler. Gelecek kesinlikle onianndır. Am a o geleceğin kendi kendine avuçlannın içine gelm eyeceğini de bilirler. Bu nedenle sendikalar içinde çalışırlarken bir yandan: 1) "İşçi çoğunluğunun” tavnna bağlı kalırken" öte yandan. 2) "Marksist düşüncenin etki kazanması için döğüşürler."
Dün bu şekilde formüle edilen prensipler bugün Sovyetlerde nasıldır? Bu konu üzerine bir küçük örnek, konuyu daha iyi açıklığa kavuşturacaktır.
“Sendikalar, Sovyet toplumunun öncü ve yö netici gücü olan SSC B Komünist Partisi’nin yö netimi altında çalışırlar”
“Parti örgütleri, sendikalann herhangi bir pratik etkinliğine karışmazlar. Gerekirse sendikaya yardım da ederler.”
“Parti, sendika örgütlerinin etkinliğinde önderlik görevini ve etkisini, sendikalannın komünist üyelerinin aracılığı ile yerine getirirler. Uygulamada bu nasıl olur? Sendikal yaşantının bütün sorunlan, yaygın bir soruşturma sonunda ve ço ğunluğun isteğine uyarak, tamamen dem okratik ilkelere uygun şekilde saptanır. Sendikalarda, partili olan her üyeye karşılık sekiz partisiz sendika üyesi vardır. Bunun anlamı şudur: Sendika kurullannda, partisiz sendika üyelerinin ezici çoğunluğu kabul etmediği takdirde, komünistlerin fikri de kabul edilmez.” (A. Verbine)
O halde sendikaların partizanlığı prensibinin hayatta gerçekleşmesi; partinin sendikalara emri ile gerçekleşemez. Ancak:
Prensip planında: 1) Genelde Marksist düşüncenin etki kazanması için döğüşmek, 2) Sendikal sorunlann — işçilerin bilinç düzeyi bir veri olarak alınıp devrimci mücadelenin çıkarlanna en uygun biçimde tesbit edilip çözümü için mücadele etmek, 3) İşçi çoğunluğunun tavnna bağlı kalmak. Şu anlamda ki: olaylan zorla, dayatma ile çözm ek değil, işçi soğunluğuna kavratmak.
Pratik olarak ise: 1) “Sendika örgütleri içinde parti gruplan oluşturmak ve” 2) “Yerel parti or- ganlannın klavuzluğunda buralarda çalışmak.”
Partizanlığın İlanı“Sendikalann partizanlığı sosyal demokrat pro
paganda ve sendikalar içinde örgütsel çalışma aracılığıyla sağlanmalıdır. Bu partizan ilanı, ancak, sendika üyelerinin önemfi bir çoğunluğunun sosyal demokrat görüşlere sımsıkı bağlanması durumunda uygun olabilir.”
Dem ek partizanlığın ilanı, Narodnik ve tasfiyecilerin yaptığı gibi zorlama, “etiketleme”, partisiz işçileri ve diğer eğilimleri sendikadan atarak otamaz. Ancak, sendika üyelerinin “önem li bir çoğunluğunun sosyal demokrat görüşlere sımsıkı bağlanması durumunda uygun” olur.
1000 yılı aşkın zamandır bu acılar yaşanıyor. Daha dün Halepçe’de 5000 insanın üstünde; bebeler; analarına kurtulma içgüdüsüyle sarılan bebeler, kadınlar ve erkekler; yıllardır başı dik savaşan kadınlar ve erkekler değil
miydi ki öldürüldüler ‘BOMBA-İ KİMYA’yla? Daha bugün on binlerce yine bebe, kadın, erkek, ihtiyar değil mi ki Faşist Saddam rejiminin topyekün jenosidinin-soykırımının altında gözlerini bir sabah bir kez daha açamayan. Tarih bu kez dramatik olarak tekrar ediyor; Irak’da, İran’da. Dün; 1975’lerde umutlarını iki sömürgeci güce: Irak ve İran’ın kendi çelişkilerinden yararlandığını sanıp’ çatlaklara bağlayanlar
Şah ve Saddam’ın masabaşı anlaşmasıyla yüz binlerce insanın geleceğiyle oynadılar. Affedilmez hatalar işlediler. Dün İran’ın destek verdiği bugün ise yeni güçler dengesinde bu kez 13 yıl sonra Halepçe’de ardından Kuzey Irak’ın tüm bölgelerinde, bağımsızlık değil otonomi oyununun oyuncuları Barzani ve Talabani yine kurdun pençesine düşmediler mi? Savaşın gelişimini sezinlemelerine karşın hâlâ 13 yılın, binlerce günün dersini alamayanlar yüz binlerce insanın kalleşçe ‘Bomba-i Kimya’yla yok edilmesinden sorumlu değil mi? İran-lrak arasındaki çelişkilerden, ‘gel-git’lerden yararlanmayı kafalarına koyanlar yarın tarihin önünde bugünlerin hesabını nasıl vereceklerdir? Onlar, eriyip giderken, Türkiye’ye sığınan bebeler, kadınlar, erkekler savaşın dehşetinden henüz kurtulamamışlar. Ama bir Sevre kadın ver ki, bir ara savaşın verdiği acıyı ve korkuyu anlatırken, kocası sorulduğunda başını dikleştirip “O savaşıyor” diyor. Halepçe’de, Süleymani- ye’de on binlerin yaşamına son verenler, tarihin sayfalarını kanla yazmakta ısrar edenler yargı gününü her an enselerinde hissetmelidir!