Çağdaş yol ağustos 1989 sayı 8

68
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz AYPAKKAVA Eleştirisi Türkiyede val Demokrasi . Ödeyen Ülke Polonya ;adın Kurultayı Dncü Eleştirisi Bunalım, Finans-Kapital ve VI. Plan Çağ Atlayan Türkiye Devlet ve Uluslararası Şirketler Merkezi Dernek 12 Eylül’ün Sendikalara Etkileri

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

265 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

Page 1: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

AYPAKKAVAEleştirisi

Türkiyede val Demokrasi

. Ödeyen Ülke Polonya

;adın Kurultayı

Dncü Eleştirisi

Bunalım, Finans-Kapital ve VI. Plan

Çağ Atlayan Türkiye

Devlet veUluslararası Şirketler

Merkezi Dernek

12 Eylül’ün Sendikalara Etkileri

Page 2: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

Çağdaş YOL AYLIK SİYÂSİ DERGİ

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

İçindekiler

Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü:

Süleyman KILIÇ Yazışma Adresi:

Jöntürk Cad. Nikah Dairesi Karşısı Şamdancı İşhanı Daire: 26

Laleli/İSTANBUL Dizgi:

AKABE Baskı:

ÇİFTEL MATBAASI Fiyatı:

2500 TL. Yurt Dışı Fiyatı:

5 DM - 5 SF Genel Dağıtım!

ETKİN DAĞITIM Ön Kapak Resim:

Emre ZEYTİNOĞLU Asansördeki Maden İşçisi

Merhaba.................................................................İ.KAYPAKKAYA Eleştirisi.....................................Türkiyede Sosyal Demokrasi...............................Yeni Öncü Eleştirisi..............................................Bedel Ödeyen Ülke Polonya................................Bunalım, Finans-Kapital ve VI. Plan...................1. Kadın Kurultayı.................................................Çağ Atlayan Türkiye.............................................Devlet ve Uluslararası Şirketler............................Merkezi Dernek....................................................Feminist Hareket..................................................12 Eylül’ün Sendikalara Etkileri...........................Reddettiğimiz Miras ve Sosyalist hareketin tarihi

fa

Page 3: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

Merhaba,

Çağdaş Yol, bugüne kadar sosyalist dergiler içinde tutturduğu çizgisiyle bir ekol oldu: Türkiye dev­rimcilerinin gündemindeki liim politik, ekonomik, sosyal, kültürel vb..konularda düzeyli analiz, yorum ve saptamalarla genel özel taktik ve stratejik alanlardaki proleter sosyalist bakış açısını dile getirdi.

Bu sayı ve bundan sonraki sayılarda da bu çizgi devam ettirilecek. Derginin iki ayda bir çıkarılması­nın önündeki tüm pürüzlerin giderilmesi pcriyodıkliğin sağlanması açısından çok önemli.

Dizginsiz enflasyonisl baskı altında en çok sıkıntıyı çeken sosyalist dergiler olduğundandır ki, “bo­yutlar küçülmeye başladı”. 7. sayı çıkan lirken vanlan karar gereği Çağdaş Yol tüm içerik ve biçimini koru­yarak gördüğünüz gibi küçüldüBu kısa notlardan sonra 8. sayının içeriğine geçebiliriz: M. Yjlmazcr İbra­him Kaypakkaya ve ardıllannm 1970 ile 1980 sonrası sınıf hareketine bakış açısını,aym zamanda bir başka yazısıylaYcni Öncü dergisi bazında THKP-C'nin aynı dönemlerde geçirdiği evrimi ve günümüzde geldiği konağı irdeliyor.Son zamanlann en güncel konularından Polonya'da bugüne nasıl gcIindi?Ayşc Tanse- ver'in yazısında bu, açıklıkla yer alıyor. Ekonomi politiğin giderek hızlanan bir değişim içine girdiği bu günlerde Sosyal Demokrasi tartışma gündeminde. Onun sınıf temeli ve Cumhuriyet tarihi boyunca geçir­diği evrim Kemal Saruhan’ın yazısında dctaylanyla anlatılıyor.Türkiye çağ alladı mı? Finans kapitalinin bu uydumıa efsanesi Ali Kemal ve Mehmet Çağlayan'ın yazılannda analiz edilirken vanlan sonucun özel­likle finans kapital açısından moral çöküntüsüne yol açıcı olduğu anlaşılıyor. Kadın hareketinde feminiz­min geldiği son konak ve Türkiye'de ilk kez gerçekleşen 1. Kadın Kurullay'ında feministler ve sosyalistle­rin aynmı Gökçe Dcmjr'in yazı konusu. Kurultaydaki ayrım en açık sonuç oldu. “Mor ölesi kızıl ışınlar" bunu iyi ifade ediyor. Öğrenci hareketinde Merkezi Demek tartışması Mustafa Sinan Mert arkadaşın yazı­sından okunabilir.Rcddelliğimiz Miras dizisinin bu bölümünde “Yol” analiz edilirken Türkiye sosyalist hareketindeki yeri de yerli yerine oturuyor. 12 Eylül'ün sendikal hareket üzerinde yarattığı etkiler ise Ah met Aydemir'in yazısında yer alıyor. Deniz Ongon'un yazısı ise sanırız önemli yankılar yaratacak,

Evet, yine güçlü bir içerikle Ekim ayı başında 8. sayıda buluşmak dileğiyle.

Çağdaş YOL

... ... . | Çağdaş YOL./3

Page 4: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

İ. KAYPAKKAYA VEDEMOKRATİK DEVRİM SORUNUNA BAKIŞ

GİRİŞ12 Eylül sınıf savaşında önemli bir dönüm noktası oldu Öy­

le bir dönüm noktası ki, pek çok siyasi eğilimi yada partiyi ta­nınmaz hale getirebildi, onları derin ideolojik, siyasi ve örgüt­sel kriz içine itti, önemli dönüm noktalarında, özelllikle güçler dengesinde karşı devrimin kesin üstünlük kurduğu momentler­de böyle siyasi- örgütsel krizler yaşamak bir bakıma kaçınıl­mazdır.Hızla değişen koşullara ayak uydurma mücadelesi, o günle kadar gelen yapılar içinde ister istemez çok güçlü geri­limler ve kopuşmalar yaratır. Ancak 12 Eylül'le öyle kaoslar yaşandı ki, siyasi eğilimlerin böylesinc derin ve köklü buhran­lar yaşaması ayrı bir ilgiyi ve çözümlemeyi gerekli kıldı.

Böyle güçlü anaforla sarsılan, eski ideolojik ve siyasi te­mellerinden oldukça köklü biçimde kopuşan önlemli bir siyasi eğilim D. Yol oldu. Hala siyasi anlamda bir buhran yaşıyor, ne­redeyse eski siyasi temellerini tümüyle inkar yoluna çıkan bu siyasi eğilim henüz bu evrimini noktalamamışlar. Hemen he­men aynı derecede güçlü siyasi ve örgütsel krize giren bir diğer eğilim eski Partizan dergisi çevresi ya da daha resmi adıyla TKP/ML'dir. Bu siyasette 12 Eylül'dcn bu yana önemli kopuş­malar yaşamış, ancak bütün bu gelişmelere rağmen bir durulma olmamıştır. En son İÜ. Konferansda bu gidişe bir son vereme­miştir. Setóz yıiün siiien Varürşılidiada odak -noktası tc bis tiidii çözülemeyen sorunlar nelerdir? Ya da sorunu bir başka yönden

ele alırsak, 12 Eylül sonrası sürekli siyasi çatlama üreten kay­nak nedir? Bu sorunun cevabının siyasetin şu yada bu taktik ya­nılgısında yattığmı sanmak konuyu cesaretle ele alamamakla eş anlamlıdır.

Amacımız açısından, sorunun neredeyse tanınmaz hale ge­len aşın saçaklanan detaylarına girmeden daha genel ve temel noktalarından hareketle bir yargıya varmak daha uygun görü­nüyor.

Konuya doğrudan girersek çıkış noktası olarak ele alman I. Kaypakkaya'nın görüşlerinin Türkiye gerçeklerine ne ölçüde uyduğu ve kendinden sonraki yaklaşık onbeş yıllık pratik içinde nasıl sınandığı ele almdığmda, yaşanan krizin en azından bazı temel kaynaklarına varılmış olur.

İbrahim KAYPAKKAYA

Mehmet YILMAZER

İLK ŞEKİLLENİŞ: AK AYDINLIK ZEMİNİNDEN KOPUŞMA

l.Kaypakkaya'nın Ak Aydınlık yada "Şafak Rcvizyoniz- mi'nden kopuşması kesinlikle devrimci bir adımdır. MDD ha­reketinin AK Aydınlık olarak ikiye bölünmesinde AK Aydınlık genel çizgisiyle daha gerici bir konumdaydı. Sınıf bakış açısını reddeden, işçi- köylü ittifakını değil, işçi ve köylülerin bir parti­de birlik olmasını savunan AK Aydınlık (PDA), Kemalizmi de bu "milli cephe'nin bayrağı yaparak gerici yüzünü iyice açığa vurmuştu: "Biz niçin menfaatlerimizi temsil etmeyen partilere bölünelim ve niçin millet olarak bölük pörçük olalım? İki köy­lünün veya iki işçinin aralarında hangi menfaat ayrılığı var ki ayrı ayrı partilere bölünüyorlar ? Bizim partimiz MİLLİ KUR­TULUŞ CEPHESİ' dir . Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal'dir. Bizim partimizin üyeleri, Amerikan sümürücüle- riyle ortaklık etmeyen büyük MİLLETTİR. "(lşçiKöylü,s.7)

İ. Kaypakkaya'nın tahlili iki bakımdan hatalıdır, ilki ,odönem MDD hareketine ege­men olan, bütün olaylara “emperyalizmin işgali "açısından bakma, dolayısıyla sınıf zıtlıklarını da “milli ve gayri milli (işbirlikçi) sınıflar ” temeline indirgeme temeel mantı­ğından kapam am ış olmasıdır

12 Mart kapıyı çaldığnda D. Perinçek liderliğindeki PDA çizgisi başlıca üç karekterislik görüşüyle özellenebilir:a)- Sınıfsız bakış açısı ve Kemalizmi bayraklaştırması, b) Önü­müzdeki devrimi başlıca "toprak devrimi " olarak görmesi, c) Dünya Sosyalizmini," emperyalist" görerek ABD emperyaliz­miyle eş tutulması (Sosyal emperyalizm tezi) I. Kaypakkava kopuşurken teorik planda esas olarak PDA'nın Kemalizm talih­leriyle kopuşmuş, diğer iki temel görüşü kuvvetle savunma :■ sürdürmüştür. Elbette ki o günleri dikkate aldığımızda konuş­manın yanlızca bir tek konu- üzerinde olmayıp, pek çok pr«A davranışa yansıdığı bir gerçektir.

Olayların pratik akışında 15-16 Haziran işçi c'.a;. 1=-. : --­bir yere sahiptir. Hcrçüz Mayıs 1970'dc 15-16 Hazirandan cc :e 1. Kaypakkaya şu teshilleri yapar: "Hareketimizi bir köy lü hare­keti olarak görmek de başka bir hatadır. Biz işçi sınıfı de .es in ­leriyiz. Nihai amacımız, her türlü sömürünün kalkması ve smf- sız toplumun kuruluşudur. Köylülük, bu uğurda verilen m dclede işçi sınıfının müttefik olarak kazanacağı bir sosyal g_ç tür." "Eğer işçi sınıfının hegemonyası kendi kendimizi tamun konusu değilse onun hegcmonyasmı gerçekleştirmek için en te­mel görevimizi proleter devrimci mücadele ile işçi sınıfı hare­kelini bütünleme görevimizi yerine getirelim." (I. Kaypakkaya. PD Aydınlık, Mayıs 1970) Bu yazılarda, demokratik devrimoe işçi sınıfının konumu gerçeklere yakın olarak konabilmişim Fakat 15-16 Haziran olayları yaşandıktan sonra vanlan sonuç­lar bambaşkada-. Çıkartılan olumlu derslerin yanında yapılan şu tesbit I. Kaypakkaya'nın daha sonraki yönelişinin temeli ol­muştur. "15-16 Haziran direnişinin bastırılması devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşmayacağım, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çe­kilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğunu, gösterdi

Çağdaş YOL/4

Page 5: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

PDA kliğinin belirsiz bir gelecekte, şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indirdi" (l.K. Seçme Yazılar. 274) Bolşcvikler, 1905'i bir "prova" olarak ka­bul ettiler ve sınıfın daha iyi örgütlenmesi için bütün güçleriyle yüklendiler. Türkiye koşullarında 15-16 Haziran olaylarından "işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğu" sonucu nasıl çıkarılabilir? 1970'dcn bu yana yaşanan yıllarda, "kırlık bölgelere çekilme" başanlabilmiş midir? Hazırlıksız, hemen hemen kendiliğinden patlak veren 15-16 Haziran yenilgisinden 1. Kaypakkaya gibi bir sonuç çıkarmak oldukça zordur. Ançak o günler dikkate alındığında ve o dönemin genel bilinç seviyesi hatırlandığında neden böyle bir ders çıkartıldığı daha kolay kavranabilir. TİP karşısında güçlenen MDD hareketinin en temel teshillerinden birisi, Türkiye'nin "cmpcıyalisl işgal alımda olduğu yönündey­di. "Emperyalist işgal" ve özellikle "şehirlerin güçlü kontrolü" 15-16 Haziran ların tekrarlanmasını imkansız hale getirebilir­di. MDD harekelinin genel bilinç seviyesi ya da temel hareket noktası olan "emperyalizme karşı savaş" parolası, MDD içinde­ki bölünmelerle bazı değişimlere uğrasa da esas zemin değiş­memiştir. Aynı yıllarda, Türkiye devrimci harekeli üzerinde,, genç Çin devriminin ne derece güçlü bir etkisi olduğunu da dü­şünürsek, 15-16 Haziran olaylarından 1. Kaypakkaya gibi so­nuçlar çıkartmak çok şaşırtıcı olmazdı. Genel bir sonuç çıkart­mak gerekirse, 15-16 Haziran olayları o dönemin devrimci ha­reketinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Olaylar, sınıf gerçekliğini yani sınıfın o dönem tartışma konusu olan "varlığı­nı" gözler önüne senniş, ancak yenilgi, sıkıyönetim ve çok geç­meden 12 Mart'ın gelip dayanması, devrimcilerin önemli bir bölümünü sınıflan kopartan bir sonuç yaratmıştır. İşçi sınıfı ha­reketinin inişe geçmesi, işçi kelimesini dilinden düşürmeyen TİP'in teslimiyetçi tutumu, PDA'nm legalizm umutlan ve mü­cadelenin radikalleşmesi karşısındaki ürkekliği devrimcilerin önemli bir bölümünü "kırlara" yöneltmiştir. Ancak yaşanan de­neyler bu yönelişi gerek teorik ve gerekse pratik bakımdım ye­terince sınamıştır. Son 12 Eylül faşizmi ise,bu smavlann en zor­lusu oldu. 1. Kaypakkaya 'ımn o dönem ileri sürdüğü temel tez­leri, yaşanan deneyleri de dikkate alarak yeniden irdelemek ba­zı sancılı noktalara açıklık getirecektir.

İkinci hata doğrudan Kurtuluş Şavaşı- nın sınıf temeliyle ilgilidir. Eğer Kurtuluş Savaşı emperyalist güçlerin bir kesimine karşı savaştan öteye, aynı zamanda Os­manlılıktan burjuva düzenine geçiş ise bu noktada sınıflar konumunda da bir alt üst­lük olmalıdır.

1 ' --------- ' -------------- '

KEMALİZM YA DA İLK BURJUVA DEVRİMİNİN SINIF TEMELİ

12 Mart öncesi devrimci hareket içinde Kcmalizme yak­laşım özel bir önem taşıyordu. Yeni bir kurtuluş savaşma çık­maya hazırlanan, o koşullarda genellikle gençlik kökenli dev­rimci hareket, ilk kurtuluş savaşının değerlendirmesini yap­maktan kaçınamazdı. Gericiliği alılacak sağlam bir adım, geç­mişin doğru değerlendirilmesini gercktiriyordu/Uzun tartışma yıllarından sonra Kurtuluş Savaşının sınıf temeline MDD hare­keti içinde başlıca iki yaklaşım şekillendi. AL Aydınlık Kema- lizmi "küçük burjuva milliyetçiliği" olarak değerlendirirken Ak Aydınlık (PDA) "milli burjuvazinin" eğilimi olarak gördü. An­cak çözümleme böyle yapılınca ortaya açıklanması gereken bir sorun çıkıyordu. Ülkeyi ilk emperyalist işgalden bu "milli" sı­nıflar kurlarmış ise, yeniden emperyalizme peşkeş çeken kim-

.................................... ........... .................. .......... 1

lerdi ve bu nasıl oldu? Bu soruyu t. Kaypakkaya kendine şöyle soruyor. "Geri ülkelerde komprador olmayan burjuvazi, milli, burjuvazi, bilindiği gibi sınırlı da olsa, devrimci bir nitelik taşır. Devrimci olmayan sınıf, emperyalizmle menfaat birliği halinde olan komprador burjuvazidir. " (Seçme yazılar, s.l 18) Bu man­tıktan hareketle, Kurtuluş Savaşının sınıf temeli şöyle açıklanır. "Biz önceleri, Kurtuluş Savaşına milli karakterdeki orta burju­vazinin önderlik ettiği görüşündeydik. Fakat Stalin yoldaşı ve Şnurov yoldaşı daha dikkatli olarak inceleyince bu görüşün yanlış olduğunu gördük. Milli karekterdeki orta burjuvazi, Kur­tuluş Savaşının önderi değildir ama, Kurtuluş Savaşında önemli bir rolü vardır. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri içinde ör­gütlenenler, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük bur- juvanaları, toprak ağalan, tefeciler, kasabaların eşraf takımı ve milli karekterdeki orta burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı na önder­lik eden sınıflar, işte bu sınıflardır. (Î.K.Seçme Yazılar, s.l 19) 1.Kaypakkaya bu konuda PDA çizgisinin Kcmalizmi yücelten tavrına karşı devrimci bir tepki göstermiştir. Ancak PDA'nın her gün hızla burjuva milliyetçiliğine kayan görüşlerini çürüt­me çabası doğru bir zemine oturamamıştır. l.Kaypakkaya'nın lalılili iki bakımdan hatalıdır. İlki, o dönem MDD harcklinc ege­men olan, bütün olaylara "emperyalizmin işgali" açısından bak­ma, dolayısıyla sınıf zıtlıklardım da "milli ve gayrı milli (işbir­likçi) sınıflar" temeline indirgeme temel mantığından kopama- mış olmasıdır. Geri ülkelerde, milli burjuvazinin sınırlı devrim­ciliği", somut Türkiye koşullarında incelenmek yerine, gerçek­lerimizden öteye soyutlamalara gidilmiştir. Sivas Kongresinde "manda" ya da "bağımsızlık" tartışması ve hiç de ezici olmayan, cılız bir çoğunlukla bağımsızlık görüşünün kazanması "milli burjuvazinin sınırlı devrimciliği"ndcn başka nedir? Ve bu "mil­li burjuvazinin" sıkıştığında bir emperyalist güçle işbirliğine girmesi hiç de imkansız değildir. Tam tersine sınıfın karekteri gereğidir. I.Kaypakkaya, bu yaklaşımı ile "milli burjuvaziyi" somut gerçeklikteki durumundan öteye abartmış ona fazlaca devrimci misyon yüklemiş olur.

İkinci hala, doğrudan Kurtuluş Savaşının smtf temeliyle ilgilidir. Eğer Kurtuluş Savaşı emperyalist güçlerin bir kesimi­ne karşı savaştan öteye, aynı zamanda Osmanlılıktan, burjuva düzenine geçiş ise bu noktada sınıflar komunda da bir alt üstlük olmalıdır. Dıiyun-u Umuniye'yc teslim olan Osmanlılıkta ege­men zümre. Batı tekelci burjuvazisinin Osmanlı limanlarındaki temsilcisi komprador burjuvazidir. Kurtuluş Savaşı bu burjuva­ziyi tasfiye etmiştir. Ancak Kurtuluş Savaşının yaptığının hepsi budur. "Anadolu burjuvazisi" tasfiye ettiği komprador burjuva­zinin kanallarına kendisi yerleşmiştir. O dönem Kurtuluş Sava­şını güden Anadolu burjuvazisine biraz daha yakından bakınca, en başta lefeci-bezirgan sermaye (eşraf, ayan), toprak ağaları ve çok az sayıda modem denebilecek işleUııc sahibi, kapitalist ol­duğu görülür. Cumhuriyet Türkiye'sinde ise bu burjuvazi dev­let zoruyla sermaye birikimini çeşitli yollarla hızlandırmış te­kelci Finans- Kapitali yaratmıştır. Oysa 1. Kaypakkaya gerek Kurtuluş Savaşı ve gerek sonrasında "hakim sınıflar (kompra­dor büyük burjuvazi ve toprak ağaları) arasında iki siyasi kam­pın" varlığından ve mücadelesinden söz eder. "Birinci kamp, emperyalizmle işbirliğini gittikçe geliştiren ve palazlanan yeni Türk burjuvazisi, ittihat ve Terakkici komprador burjuvazinin bir kesimi, ağaların büyük toprak sahiplerinin, toptancı tücca­rın, tefecilerin bir kısmı memurların ve aydınların eh üst ve imti­yazlı tabakasından oluşurdu. "İkinci kamp ise, tamamen tasfiye edilemeyen eski koprador büyük burjuvazinin ağaların, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin ve vurguncu tüccarların başka bir kesimi, saray mcmsupları, din adamları, eski ulema sınıfı ar­lıklarından meydana geliyordu." (l.K.s. 142) CHP Serbest Fır­ka, dalıa sonra CHP, DP ve AP çekişmeleri hep bu mantık teme-

m;-jj Çağdaş YOL/5

Page 6: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

linde açıklanır. Ancak "komprador burjuvazi vc toprak ağala­rımın neden "iki kampa" bölündüğü, çıkarlarının hangi nokta­larda çatıştığı açıklanmaz. Kemalizmin, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında çeşitli emperyalist ülkelerle bağ kurması için onun mutlaka "komprador burjuvazi" olması gerekmez. Tıpkı Sov­yetlerle ilişki kurması için hiç değilse samimi burjuva demokra­tı olması gerekmediği gibi. Kurtuluş Savaşım güden burjuvazi basbayağı "milli"dir. "Misak-ı Milli" onun parolasıydı. İç paza­rını örerken "yerli malı" haftalarıyla daha ilkokullarda çocukla­rın beynine "milli" tüketimi yerleştirmeye çalışan oydu. Bu ger­çeklikler yerine, emperyalizmle işbirliğiylc kirlenmemiş 'milli burjuvazi' aramak, ya da böyle bir işbirliğini milli burjuvaziye yakıştıramamak en f ■ yanılgılara kapı açabiliyor. Kurtuluş savaşıyla, tasfiye olmuş limanlarda eğreti komprador burjuva­ziyi hâlâ eğemen saymak, ülkenin bütün ekonomik vc siyasi kan damarlarına sinmiş gerçek egemen burjuvaziyi görmemek, hafife almak olur.

SINIF YAPISI: "BAŞÇELİŞKİ"Ancak 1. Kaypakkaya'nın "baş çelişki" tesbiti Türkiye'de

burjuvazinin yapısı ve gelişme özelliklerini bir bakıma ikinci plana itmektedir. Çünkü "Bugün ülkemizde, feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişme, diğer çelişmelerin gelişmesin ta­yin vc onlar üzerinde tesir icra elliği'için yönetici vc belirleyici rolü oynadığı için baş çelişmcdir."(Seçmc yazılar,s.402) Bu ne­denle önümüzdeki devrim: "Toprak devrimidir" Ne 1970'ler Türkiye'sinde ne de bugün bu tesbitin gerçeklik olmadığı açık­tır. Bu tcsbil ancak bir köylü devrimcisinin özlemi olabilir. l.Kaypakkaya "proletarya ve burjuvazinin" mücadelesini de "baş çelişkinin çözülmesinden sonraya kadar erteliyor. "Prole­tarya burjuvazi çelişmesinin netleşmesi, keskinleşmesi vc ol­gunlaşması, feodalizmin halk yığınları tarafından bütün kökle­riyle silinip süpürülmesine bağlıdır, "(ay.s.403) Bu ifade dil sürçmesi sanılmamalıdır. Mantığın kaçınılmaz varış noktası budur. "Feodalizmin bütün kökleriyle silinip süpürülmcsiyle proletarya ve burjuvazi çelişmesi olgunlaşacaktır. Emperya­lizmin karakterini kaba kavrayış ülkemizde eğemen üretim bi­çimini görenıcyiş böyle yanılgılara kapı açmakladır. "Emper­yalizm böyle ülkelerde ("yarı-sümürge, yarı-feodal" bn) varlı­ğını vc hakimiyetini esas olarak feodalizme dayanarak devanı ettirmektedir. "Feodalizmin adım adım temizlenmesi, yani feo­dalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin adım adım çözül­mesi emperyalizmi önemli bir dayanağından yoksun bıra- kır."(ay.s.404) Gerçeklen bırakır mı? "Yarı- sömürge yarı-feo- dal ülke" kalıplarım bir kenara bırakalım, bizde emperyalizm, egemenliğini "esas olarak feodalizme dayanarak sürdürmüyor.

, Şehirde ve kırda üretim tekelini elinde tutan Finans-Kapitale kenetlenerek egemenliğini sürdürüyor, ö le yandan, feoeda- lizm çözüldükçe, emperyalizm "bir dayanağından yoksun" kal­mıyor, lanı tersine egemenliğini yeni borç anlaşmalarıyla per­çinliyor. Böyle bir "baş çelişme" teshilini yaşanan pratik doğru­lamış mıdır? Başka biçimde sorarsak, öncesini bir kenara bıra- kaluıı, 1960 sonrasi Türkiye'de Demokratik Devrim için müca­delede "zinciri sürükleyen halka": "feodalizm ve halk arasmda-

’ ki çelişme" mi olmuştur? Kesinlikle hayır! 1.Kaypakkaya'nın samimi takipçilerinin bieki de en fazla tartışıp gözden geçinnek zorunda olduğu konu budur. Devrimde sınıf saflaşması bir kez gerçeklerden uzak lesbiı edilmiş ise, pratikte sık sık boçalamak, ikide bir "özeleştiri" yapmak kaçınılmaz olur. "Baş çclişkf'nin "feodalizm ile halk yığınları arasında olduğunu" ileriye sünnek ne anlama gelir?

t Türkiye'de ekonomik yapı bakımından, kapitalizmin ge­lişim seviyesini çokgen' kabul etmek, feodal ilişkileri ise oldu­ğundan öteye abartmak anlamına gelir. Öte yandan mücadele­

ye, gelişen üretim biçimi vc güçlenen sınıflar açısından değil; daralan ya da yeni kılıklara girerek değişen eski üretim biçimi ve zayıflayan sınıflar açısından bakmak demektir. O günlerin koşullarında böyle bir belirlemeyi haklı çıkartacak hiçbir ob­jektif koşul yoktur. Yani Türkiye 12 Marl'tan 12 Eylül e elbette ki evrimleşti, değişti, ancak bu değişim temel sınıflar yapışım alt üst etmemiştir. O nedenle I. Kaypakkaya'nın "baş çelişki" belirlemesini yalnızca günümüz koşullarından iıurektele biraz eğip bükmek çözüm olamaz. Tasnifin yapıldığı yıllarda ger­çekliği yansıtıp yansıtmadığı açıklanabilmelidir. Ve bu Türki­ye'nin ekonomik yapısı ve sınıf temelleri açısında yapılabilme­lidir. Yoksa bir 15-16 Haziran yenilgisi şehirlerden kırlara yö­neliş için kanıt olabiliryorsa, 12 Mart'tan bugüne kırlarda yaşa­nan yenilgiler de tersi yönde pekala kanıl oluşturabilir. Müca­deledeki her pratik adım büyük değer taşır. 1969 toprak işgalleri 15-16 Haziran İşçi olayları daha sonraki yıllardaki Çoıunl, Fatsa olayları, yada Tııriş Giillepc direnişi hele 1977,1 Mayıs katlia­mı bizlere çok şey öğretmelidir. Ancak bu pratik olaylar, sağ­lam birteorik yaklaşım ışığımla yerli yerine oturabilir. Yoksa prağmatik yaklaşımlarla bir laktik u ç l a n dinci mo savrulmak alın yazısı olur.

..1960 sonrası Türkiye'de Demokratik Devrim için mücadelede “zinciri sürükle­yen halka”:feodalizm ve halk arasındaki çe­lişme mi olmuştur?Kesinlikle hayır! I. Kay­pakkaya 'nın samimi takipçilerinin belki ae en fazla tartışıp gözden geçirmek zorunda olduğu konu budur._____________________

Eğer devrimi sürükleyecek halka, "feodalizm ve lıalk yı­ğınları arasındaki çelişki" ise, yaşadığımız yıllar toyunca köy­lülükle toprak ağaları ya da onların yandaşlan arasındaki müca­dele, devrimci ortamın gündemini belirleyecek ağırlıkta olması gerekirdi. Oysa görmek isteyen her göz, kolaylıkla devrimci akışta sürükleyici halkanın başla işçi sınıfı olmak üzere halk yığınlarıyla bir avuç Finans-Kapital arasındaki mücadele oldu­ğunu görebilir. Ülkedeki her politik olayın özünde bu çelişki yatmakladır. Ve kaçınılmaz bir şekilde bu mücadelenin güçlü hesaplaşmaları genellikle büyük şehirlerde olmaktadır. Türki­ye'nin bu objektif gerçekliklerine rağmen neden 1970'lerdo böy­le bir "baş çelişki" belirlemesi yapılmıştır? Ya da başka türlü so­rarsak, "köylü bölgelerdeki faaliyet(in)csas, şehirlerdeki faali­yetin) tali" (ay.s.302) alınması nasıl bir temele dayandırılmak­ladır? "Özetlersek; şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisini tayin eden şey, devrimle karşı devrim arasındaki kuvvet ilişki­lerinin köylerde şehirlere nisbetle daha fazla devrimin lehine olmasıdır... Feodalizmin mevcudiyeti, genel olarak köylü nüfu­sunun fazla olması ve bir bütün olarak köylü kitlesinin devrimci olması sonucunu doğurur. Bu durum köylük bölgelerdeki kuı- vet dengesini, devrimin (demokratik devrimin) lehine olarak etkiler. Ayrıca feodalizmin varlığı, sanayinin ve dolayısıyla işçi sınıfının nisbelen zayıf olmasına yol açacağı için şehirde kuv­vet ilişkisini devrimin aleyhine olarak etkiler. (Seçme Yazı- lar.s.397) Öle yandan " yarı- sömürge, yarı-feodal ülkelerde 'şehirlerin kırlardan kuşatılması" stratejisi, sadece feodalizmin mevcudiyetinden ve köylülerin nüfusun çoğunluğunu teşkil et­mesinden değil, aynı zamanda empcryezlizmin yarı işgalinden de ileri gelmektedir, (ay.s.395) I.Kaypakkaya'nın yazılarında Türkiye'de kapitalizmin durumu ve bu üretim biçimi içinde feo­dalizmin konumuyla ilgili detaylı bir belirleme yoktur. Daha önceleri Aydınlık Dergisi sayfalarında yapılan polemik vc araştırmalardan hareketle olsa gerek Türkiye'de ’feodalizm" varsayılıyor. Ve buradan hareketle "genel olarak köylü nüfusu­nun faz1: olması ve bir bütün olarak köylü kitlesinin devrimci olması" sonucuna varılıyor. Diğer ülkelerle ilgili tahlillerin,

Çağdaş YOL/6 E

Page 7: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

lişin objektif anlamı köylü devrimciliğidir. Köylülüğün çıkaıla-Türkişe'ye zahmetsizce aktarılması, 1968'lerdc çok sık tekrar­lanan bir yanılgıydı. Türkiye'de 1960'larda "bir bütün olarak köylülük” devrimci miydi- Yada içinde bulunduğu maddi ko­şullar köylülüğün "bir bütün olarak davranmasını sağlıyor muydu? Kırlarda sınıf farklılaşmasının biraz derinliğine inilin­ce böyle bir şeyin imkansız olduğu hemen görülebilirdi. Ancak l.Ka\pakkaya, feodalizme karşı köylü yığınım "bütününü dev­rimci olarak varsayıyor. Dalla da öteye giderek: kuvvet ilişkisi­nin köylerde şehirlere nisbelle daha fazla devrimin lehine" ol­duğunu ilaıı ediyor. Güç dengesinin kırlarda "daha fazla deviri- min lehine" olduğunu kanıtlayan elde ne vardır? Güçlü köylü hareketleri mi? Yada en azından köylülük içinde güçlenen bir örgütlenme mi? Hayır? Feodalizmin mevcudiyetinin yanında "avm zamanda emperyalizmin yan işgalinin varlığı, kırlardan mücadeleyi zorunlu hale getiren nedenler olarak ileri sürülüyor. Demek Feodalizmin ve "emperyalizminyan işgalinin varlığı, "kırlardan şehirlerin kuşatılması" stratejisini tayin etmektedir. Ancak kendi gerçekliklerimize baktığımızda, her iki gerekçe de yeterince sağlam değildir. "Feodalizm", bütün köylülüğü dev­

rimci mücadeleye itecek denli güçlü değildir. Özellikle 1950'lerlc birlikte kır burjuvalığına evrimleşmektedir. l.Kay- pakkaya bu.sürcci küçümsemektedir. "Yarı işgal" bize M. Ça- van'ın "gizli işgaf'ini çağrıştırıyor. Genel olarak "emperyaliz­min işgali" üzerine politik lesbit ve ajitasyon, 1968'lcrde TİP karşısındaki MDD hareketinin en karakteristik yanıydı. Genç­liğin yada küçük burjuvazinin devrimci enerjisi en başta emper­yalizme karşı yönelmişti. Gerek o günler dünyadaki gelişmeler, Çin, Küba, Vietnam Dcvrimlcrinin etkileri, gerekse bizde Amerikan emperyalizminin üsleri ve deniz filosuyla göze batar hale gelmesi, emperyalizmin ülkemizdeki konumunu belirler­ken önemli yanılgılara yol açtı. Devrimcilerin, emperyalizmin Türkiye'deki konumunu biraz da zorlamalarla Çin, Küba yada Victncm'a benzetme çabaları, "işgal" teorilerine yol açü. "Gizli işgal" yada "yarı-işgal" teorileri böyledir. Küçükburjuva dev­

rimciliği sanki ülkesinde emperyalist bir "işgal" görmek isli­yordu. Yada tersinden söylersek, güçlü bir şekilde ulusal duy­gularla yüklü olan 68'lerin devrimciliği, Türkiye'deki durumu çok doğal ki kendi ufkundan ancak böyle görebiliyordu. "Stra­tejinin" dayandırıdığı "yarı-Sömürgelik" yada "yan-.işgal" gö­rüşü Türkiye'nin içinde bulunduğu özgül koşulların irdelennıc- sinden çıkarılmayıp kaba benzetme ve genellemelerden varılan bir sonuçtur.

Ayrıca objektif gerçekliklerin açık zorlamasıyla kullanı­lan "yarı-işgal" kavramı, aslında devrimci yüreklerde yalan " iş­gal" varsayımının dışa vuruşundan başka bir şey değildir. O ne­denle 1968-70'lerin MDD kökenli"strateji"lerindc sınıf saflaş-' masından çok, "emperyalist işgaf'e karşı askeri saflaşmalar te­oride öne çıkmıştır. l.Kaypakkaya'nm "yarı-işgal" kavramı ile "kesinlisiz-devrinı"deki "gizli işgafulusal kurtuluşçu küçük burjuva devrimciliğinin gerçek sınıf yapılanmasının yerine ge­çirdiği bir ve aynı kavramlardır. .Türkiye'nin yeni sömürge ko­şullan yeLerince kavranamamıştır. Yeni sömürgecilik, geri bir ülkede emperyalizmin varlığını bîr bakıma görünmez hale geti­rebiliyor. Klasik sömürgeciliğin kaçınılmaz çöküşü karşısında _ dünya ölçüsünde işletilen yeni sömürgecilik tuzağına Türki­ye'de çoktan düşmüştür. "Yarı-işgal" ya da "gizli işgal" tcsbitlc- ri bu önemli gerçekliği alladığı için, bizdeki eğemen sınıfların gerçek konumunu da lam kavrayamamıştır.

I Açık gerçekliklere rağmen, "feodalizm ve halk yığınları arasındaki çelişkiyi baş çelişki ilan etmek yada gelecek devrim aşamasını neredreyse " toprak devrimi'ne indirgemek ne anla­ma gelir? önümüzde ki devrim adımına, genel sınıflar konu­mundan değil, özel olarak kırların koşullarından yaklaşmak anlamına gelir. Niyet yada dilek ne olursa olsun böyle bir yönc-

rını savunma çabasıdır. Köylülük "toprak devrimi" yapamaz mı? Hiç şüphesiz ki yapabilir. Ancak köylünün devrim ufuku, bir toprlak devriminden sonra bile, kendiliğinden sosyalizme varamaz. Hatta işçi smıfmm güçlü bir önderliğine olmadığında köylü devrimi kaçınılmaz bir şekilde kapitalizme varır. Tam bu noktada ünlü "sosyal, emperyalizm" tezine değinmek gerekir. l.Kaypakkaya ve ardıllarının koyu sosyalizm düşmanlığının kaynağı, "toprak dcvrimi'ylc sınırlı köylii devrimciliğinde ya­tar. Sosyalizmi (Çin dahil) yeryüzünden silmek, "kapiıilizme geri dönüşü, neredeyse bir kader haline getirmek, rastgele dev- ranışlar sayılamaz. Üçüncü dünya ülkelerindeki bazı devrimle- rin ispatladığı gibi "emperyalizme ve feodalizmc"karşı öfkeli düşmanlık, kendiliğinden kapitalizme de düşmanlık anlamına gelmiyor. Tam tersine bazen kapitalizmle dostluk sonucuna varıyor. 1. Kaypakkaya'mn tezlerinin iki temel özelliği dikkate alındığında, kapitalizmle arasındaki sınır çizgilerinin yeterince açık olmadığı görülebilir. İlki "toprak devrimidir. "Yada bizde "proletarya-burjuvaz.i çelişmesinin netleşmesi, keskinleşmesi ve olgunlaşması" nın "feodalizmin halk yığınları tarafından bü­tün kökleriyle silinip süpürülmesine bağlı" (Seçme Yapıt- lar.s.403) kılınması "küçük" bir yanılgı değildir, özünde prole­taryanın mücadelesine karşı bir kayıtsızlık çoktan netleşmiş olan çelişmede proletaryayı egemen ideolojilerin etkisine ter- ketmek gibi köklü sapmalar taşır. İkincisi, "sosyal emperya­lizm" lesbiliyle pratikte yürütülen sosyalist ülkelere düşmanlık- dır. "Kapitalizme geri dönüşü" bir "polilbiiro darbesi" ölçüsün­de basitleştirmek, sosyalizmde hiçbir sağlam dayanak noktası bırakmamaktadır..Dünya sosyalizm deney ve sonuçlarını bir kaç kalem darbesiyle kapitalizmin hanesine aktarmak, sosyaliz­me giden soncılı yolda daha başlan açığa vurulan bir dayanak - sızlık olsa gerektir. Yada ufuk, feodalizmin tasfiyesi ile sınırlı, dayanılan sınıf köylülük olunca, proletaryanın pratik kazanım- lanna karşı aşırı aldırmazlık, kolay inkar pek de şaşırtıcı de­ğildir.

I. Kaypukkaya; Diyarbakır zindanlarında direndi, öldürüldü, 'fakıpçile- ri 15 yıl boyunca onu temel lesbilleerinden sap parti politikasını ‘Sağ Oportüniz­me' bağlıyorlar, İH. Konferansa inanmak mümkün değil.

SİYASİ ÇİZGİNİN İ. KAYPAKKAYA

SONRASI EVRİMİUzun bir tarilıi süreç anlatmak niyetinde değiliz. Son 12

Eylül yenilgisinden bakıldığında, siyaset içinde I. Kaypakka

| Çağdaş YOL/7

Page 8: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

...» I

Açık gerçekliklere rağmen feodalizm ve halk yığınları arasındaki çelişkiyi baş çeliş­ki ilan etmek ya da geleceK devrim aşaması­nı neredeyse “toprak devrimine” indirge­mek ne anlama gelir?..Niyet ya da dilek ne olursa olsun böyle bir yönelişin objektif an- iamı köylü devrimciliğidir.yanın bazı temel teshilleri tartışma konusu olmuştur ve bu tar­tışma henüz sonuçlanmış değildir. Aslında Kaypakkaya'nm te­mel teshilleri ilk kez şimdi tartışma konusu edilmiyor. Benzer bir süreç 12 Mart sonrası da yaşanmıştır. 1987’de yapılan 111. Konferans, kendinden önceki süreçle "sağ sapmalara"düşüklü- ğü ve ]. Kaypakkaya’nm görüşlerinin revize edildiği iddiasın­dadır. "Bazı yoldaşlar da yenilginin 'stratejik' olduğunu ileri sürüyorlar. Bu yoldaşlarda büyük bir yanılgı içindeler. Partimiz yenilgiyi taktik süreçle almıştır. Yenilgi partinin temel görüşle­rinden kaynaklanmamıştır. Aksine yanlış taktik politikalar ne­deniyle yenilgi alınmıştır. "(111.Konferans Kararları Işığında Sağ Oportünizmin Partimizdeki Tahrifatları Üzerine,s.46) Böylece 111. Konferans sözde I. Kaypakkaya'nm bütün teshille­rine sahip çıkmakladır. Kendinden önceki dönemi "silahlı mü­cadeleyi esas almamakla" suçlar. Önceki MK'ıım, "I.K yoldaşın eserlerinde silahlı mücadele biçimleri esastır tespiti varken... Belli bir dönem süreci içinde silahlı mücadele'biçimleri ön planda iken veya esas iken devrimci durumdaki gerilemeye bağlı olarak belli bir dönemde barışçıl mücadele biçimlerinin esas olup olmayacağı noktasında da açık bir lesbit yoktur, "eleş­tirisini" "sağ oportünizm" olarak malıkun eden 111. Konferans öfkeyle şöyle karşılık verir: "Ülkemizin, iktisadi ve toplumsal yapısında önemli yada tayin edici bir değişiklik olmamıştır. Ül­kemiz hala yarı-sömürgc yarı feodaldir. Devrimci durum sürek­lidir. Faşizm süreklidir. O halde değişen ne? 12 Mart yada 12 Eylül AFC'lerinin gelmesi mi? "O halde l.Kaypakkaya'da ol­mayan "ncl"lik nedir acaba? (111. Konferans...s.66) l.Kaypakka- ya'nın "silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir." "ilkesi" 15 yıldır uygulanmakla mıdır, yoksa çiğnenmiş inidir? III. Konferans çiğnendiğini iddia ediyor. "Böylecc partimizin kuruluşundan bu güne kadar geçen 13 yıl. içinde sadece iki yıl silalıli mücadele 13 yıl ise barışçıl mücadele... "Vc devam edi­lir, "Yaşasın [laik Savaşı’deıııek yetmiyor... 15 yıldır bir türlü "esas" luıle gelemeyen "silahlı mücadele"... Vc biiliin bunların nedeni: partiye egemen olan "sağ" oportünizm" 111. Konferansa inanmak mümkün değil. Bir "günah lekesi" bulup kesmek vc günahlardan kurtulmak antika bir gelenek. Ancak sorunu çöze- bilsc mesele yok. "Teke" kesildiğiyle kalıyor. Mantıklar aynı kaldıkça benzer hataların tekrarlanması kaçınılmaz olur.

15 yıl,İ. Kaypakkaya 'nın temel tespitlerin­den sapan bir parti politikası, 15 yıldır baş­latılmayan “Halk savaşı” ,15 yıldır bir türlü “esas” hale gelemeyen “silahlı mücadele”.. Ve bütün bunların nedeni : partiye egemen olan “sağ oportünizm”.!!!, konferansa inan­mak mümkün değil.. .___________________Öte yandan III. Konferans a karşı olduğunu ilan eden "Devrim­

ci Partizan" şu yeni teshilleri ilan etmiştir. "Parti çizgimizin bu bölgede, feodalizmle-gcniş halk killeri arasındaki çelişmeyi başçelişme olarak değerlendirme ve toprak sorununu devrimin özü ilan eden yaklaşımı doğru değildir... Komprador burjuvazi- toprak beyleri vc fepdal attıkları ik geniş halk yığııılın arasında­ki çelişme baş çelişmedir. Bu gelişme demokratik halk devrimi ile çözülecektir. "Bugün Türkiye kesiminde büyük sanayi mer­kezleri esas çalışma alanlardır. "Bugün Tüıkiye alanında müca­

delenin kansız biçimleri vc bunun içinde de kitie mücadeleleri esas alınması gereken yöntemlerdir. Mücadelenin silahlı bi­çimleri bugün buna tabii olarak ele alınmalıdır. " (Devrimci- Demckrat Kamuoyuna, Nisan 89) Bu teshillerle İli. Konfcrasın ıcsbitleri çok açık ki birbirine zıttır. Kaypakkaya'nm "baş çeliş­me" teshilinin lerkcdilmesi aslında, Kaypakkaya'nm politik ze­mininden kopuşmakla cş anlamlıdır. Köylü devrimciliğinden kopuşma yolunda bir adımdır. Tüıkiye gerçekliğine baktığı­mızda l. Kaypakkaya'nm cn önemli tesbitlerinin (sınıf saflaş­ması) hatalı olduğunu görmek zor değildir. Yeler ki olaya pro­letaryanın ¿emeninden bakılabilsm. Ancak TKP/ML İli. Kon­feransı hâlâ "köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki fa­aliyet talidir" diyebiliyor. Ve bunu iki nedene dayandmyorsa "Birincisi; demokratik halk devriminin özünde topıak devrimi olması, İkincisi de; devrim cephesinin nı:,İtelen şehirlere göre köylük bölgelerde daha güçlü olmasıdır. Bu iki şart bir arada DllD'ye kadar köylük bölgelerin stratejik olarak esas olmasını yonınin kılar." (III. Konferans.S3/7)_____________________

Gerek 12 Mart ve gerekse 12 Eylül “ kır­lardan şehirlere” stratejisini yeterince sına­dı.Proletaryanın örgütlü eylemliğiyle öncü olmadığı hiç bir mücadele, Türkiye koşulla­rında kazanmaya yetenekli değiidir.

Bunlardan bir tek sonuç çıkar, TKP/ML devrime prole­taryanın sınıf çıkarları açısından yakluşmayıp, kırlarda "feodal artıkların" baskısı altındaki köylülüğün çıkarları açsından yak­laşıyor demektir. Bu açıklığa kavuştuktan sonra "strateji" yada "baş çelişme" tartışmaları gereksiz, olur. Ancak bu noktada da sorun "toprak devrimine" varış yollarında çatallanır. TKP/ML, 15 yıldır neden halk savaşını başlalamadığını, neden silahlı mücadeleyi pratikte bir türlü "esas" kılamayıp, ancak bunun üzerine çiltler dolusu mürekkep tükettiğini, iyice kritik etmelidir. 111. Konferans bu konuda kimi ajitasyon ve skolastik bir tekrardan öteye gidememiştir, paralarlar, pratikte gerçek­leştirilemez, ancak ajitasyon zoruyla ayakta tutulmaya çalışılır­sa, 12 Eylül gibi dönemlerde büyük çöküşler yaşamak kaçınıl­maz olur. Buna rağmen bugüne kadar tam gerçekleştirilememiş ve yanılgıya götürmüş görüşlere sahip çıkabilmiştir. Bunun bir tek nedeni yükselen Kürt ulusal mücadelesinin pratiğidir. An­cak mücadele alanı stratejisi ve amacı bakımından bambaşka özellikler taşıyan, bu mücadele ile Türkiye devrimini karıştır­mak ve aynılaştımıak, Çin yada Vietnam'ile ilgili daha öııee ya­pılan hataların bir başka yönden tekrarından öteye bir anlama sahip değildir.

Bunlardan bir tek sonuç çıkar, TKP/ML devrime proleteryanın sınıf çıkarları açısın­dan yaklaşmayıp, kırlarda "Feodal artıkla­rın" baskısı altındaki köylülüğün çıkarları açısından bakıyor demektir. Bu açıklığa ka­vuştuktan sonra 'strateji' ya da 'başçeiişme' tartışmaları gereksiz olur.

SONUÇ

Gerek 12 Mart ve gerekse 12 Eylül "kırlardan şehirlere" stratejisini yeterince sınadı. Proletaryanın örgütlü eylemliliğiy­le üııeü olmadığı hiçbir mücadele, Türkiye koşullarında kazan­maya yetenekli değildir. Amaç “toprak devrimi" de olsa, bizzat bu devrimin başarılması da, yalnızca köylülüğün "halk savaşı" ile başarılamaz. Bizde köylülük, proletaryadan bağımsı/, böyle bir yeteneğe sahip değildir. Eğer pratikten öğreneceksek, Tür­kiye devriminin kalbinin proletaryanın yığılı olduğu merkez­lerde attığını görmek özel bir yetenek geıektirmiyor.

Çağdaş YOL/8 ■ ’i'.vi

Page 9: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

TÜRKİYE'DE SOSYAL DEMOKRASİS

Kemal SARUHAN

Baba İnönü'den oğul İnönü'ye.Sosyal Demokrasi yeniden Jlnans-kapilal politikacılığına evrimleyiyor.

. Sosyal demokrasi kavramı, Türkiye'nin politika yaşa­mına 60'lı yılların ikinci yarısında "Ortanın Solu" sloganıyla girmiştir. Zamanında CHP içinde bile "Moskova yolu" olarak gösterilip komünizmle bir tutulan "Ortanın Solu" sü/.Unü ilk te­laffuz edenlerin başında ömrü boyunca cgerııeıı politikanın ■■ azgeçilmez simalarından biri olarak kalmış İsmet İnönü gelir. S a l demokrat akını, CHP 18 kurultayında Bülent Ecevitin genel sekreterliğe getirilmesiyle partiye sonraki politik rengini kazandırmış, böylece CHP’niıı ideolajik görünümünde az-çok köklü bir değişim gerçekleşmiştir. 1967'dcn itibaren Turhan F-v zioğlu, Ferit Melen, Orhan öztrak gibi finans kapital güdü­mündeki, geleneksel devletçi kadroların tasfiyyesiylc başlayan süreç Kemal Satır ve Nihal Erim'in ekorle edilmesiyle yoğun­! »şmış partinin yeni politik konumu üzerine İnönü ve Eccvit arasında başgösteren çekişme, ismet Paşanın 1973'tc partiden ayrılmasıyla sona ermiştir. İnönü ve çevresindeki eski kodrola- r.r. "Ortanın Solu na yükledikleri statükocu anlam,73'len beri __ Jen Ecevit'iıı liderliğin benimsemiş CHP'nin "Demokratik Sof parolasına yöneltti. O günün çekişmeleri içinde bu kavram, sos> al demokrasiye eski kadroların statükocu yorumundan ayı­rır. bir ideolojik belirlemeye dönüşmüştür. 1976'da kabul edilen parti proğramımn temelini de "Demokratik Sol" kavramı oluş­turur. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 4 Mart 1967 tarilıli Sosyalist gaze­tesinde yayınlanan bir yazısında "Ortanın Solu" parolasıyla do- ğ_n \ eni akımın sınıf içeriğini şu sözlerle belirler. "Ortanın so- !_ CHP içindeki Finans-Kapilalisl azınlığa karşı Küçük burju­va . e Hürburjuva hoşnutsuzluğundan kaynak almış devletçi Ktptkulu zümrelerinin isyon bayrağıdır. Bu ciddi -bir durumu­. - >1 Kıvılcımlı, CHP içinde gelen tepkinin iki başlı sosyal i_ —i-g a oturduğunu belirtiyor; küçük üretmenler ve burada hür burjuvalar olarak adlandırılan tekeldışı burjuvazi. Günün .... >-harında bu iki ara sosyal gücün tepkileri. Devlet Sınıfları__ r.e ü.:ıi sürdüren eski devletçi kadroların öncülüğünde yürü-•—bit üştür

Türkiye'de sosyal demokrasinin doğuş evresinde göz­. —.er. bu orjinal durum, 60'lı yıllaran hareketli ortamında. _ büvük toplumsal kopuşmaların ve sınıfsal güç denge­

. .. uiddi kaymaların ürünüydü. Ancak, devletçi zümrele- -Lüğü, halkı Osmanlı toprak siteminin güdülen köylüsü

ren ve ama doğrultusunda bütün politik hedeflerini .. Lc..r. beka'sınayöneltmiş gelenekçi kavrayışıyla, loplum- . : . kaymalarını dar statüko kalıpları içine sığdırmaya zorla­

maktadır. Bu bakımdan,CHP tabanında 50lerden beri birikerek kaynamaya dönüşmüş sosyal sınıf tepkileri, kitlesel dinamikle­re karşı önyargılı ve güvensiz gelenekçi kodrolarm politik teke- ciliği dolayısıyla devletçi güdümlendirmenin sınırlayıcı etkile­ri alımda kalarak karmaşık bir çalışmalar platformuna yayılmış halde bulunur.

Doğuş süreçinde taşıdığı bu özellikler açısından bizdeki sosyal demokrat harekeli, Batının Marksizm kökenli partiler­den köklü bir ayrılık taşır. Avrupa'da II.Entermasyoncl'e bağlı, gcncL özellikleri itibariyle devrimci sosyal demokrat partiler, 19. yüzyıl sonu ve 20 yüzyılın başında geçirdikleri büyük dönü­şümle Marksizmcden hızla uzaklaşarak, aristokrat işçilerin kaygan zümre çıkarlarım benimseyen ideolojik anlamıyla re­formcu sosyal burjuva partileri haline gelmişlerdi. Tekelci dev­let kapitalizmini söyasal ve ideolojik mckanizmcllarına uyum sağlayarak evrimleşelen Avrupa sosyal demokrasisi, 2. Savaş sonrası süreçte finas- kapital cğemenligiyle "sol" dan yeni bir bütünleşme yaşadı. Bu yüzden, Batılı Sosyal demokrat partile­rin evrimi, işçi sınıfı ideolojisinden finas-kapilal politikacılığı­na doğru aşamalı bir tarihsel gerilemeyi ifade eder. 60’lı yılların sınıfsal kopuşmalarının etkisiyle Fmans-kapital ağlarından sıy­rılmaya yönelen CHP'nin yaşadığı kabuk değişimi ise, orta ta­bakalar ve küçük burjuvaziye doğru gerçekleşen daha ileri bir politik zemine geçişi, Tekeldışı duıjuvazinin rcfarmcu özelikle­ri ile küçük burjuva tabakaların burjuvalaşmaya yönelik ütopik özlemleri, sosyal demokrasinin pragmalik yapısından kaynak­lanan ideolojik şekilsizliğinde kendi kaygan-elastiki bünyeleri­ne uygun teorik bir ifade aracına kavuştular. Sosyal demokrasi­nin sınıfsal derinlikten yoksun amorL kavranılan, Batı'da prolc- toryayı ideolojik olarak güdümleyen finas kapiLal anlayışına uygun bir içerik kazanırken, bizde orta tabakalar ve ütopik bur­juva etkileri altındaki küçük üretmenlerin tekeller karşısındaki hoşnutsuzluğunu dile getiren politik ifade araçlarına dönüştü­ler. O nedenle, sınıf mücadelesinin gerçekliklerine uygun düş­meyen ütopik özelikleri ile daha baştan realizasyon olanaklarını yitirmiş olmasına rağmen,1973 CHP Seçim Bildirgesi (Ak Günlere) ve 1976 programının talepler büıiinlüğiü, çoğu Batılı sosyal demokrat partinin programından oldukça solda, radikal bir görünüm taşır. Kıvılcımlı nın,CHP bünyesindeki dönüşü­mün ilk belirtilerini bile ciddiyetle karşılamasının nedeni de bu- dur.

| Çağdaş YOL/9

Page 10: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

EZDr. Hikmet, tarihsel kökeni dolayısıyla düzenin kurum­

sal yapışma derinlemesine nüfuz elmiş bir partinin tabanından yükselen bağımsızlaşma talebini ciddiye almakta çok haklıydı. Yukarıda bir pasajım aktardığımız makalesinde "Ortanın Solu” ve küçük üretmenlerin sosyal talepleri arasındaki ilişkiye dik­kat çekiyor, kopuş sancılarının CHP'ni şiddetli ve keskin bir dö­nüşümle bir küçük burjuva partisi haline getirmesi diliyordu. Kıvılcımlı'nm buradaki tavrı, tek yanlı, platonik bir sempatiden ya da iyicil safça bir abartmadan olduca uzaktır.. Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerimiz yazısında Genel Sekreter Eccvit'i sı­nıf gerçekliklerimizi kavramayamak ve küçük üretmenlerin an- ti-tekelci eğilimlerini ütopik devletçilik tekerlemelerine boğa­rak bulandırmakla suçlar. Yeni politik akımın, genel toplumsa] isteklerle tutarlı bir bütünleşme arzulanıyorsa, küçük üretmen yığınlarına dayanmasını öğütler. Kırk yıllık finans-kapilal ege­menliğinin avutucu "karma ckonamı" heyülası içine sığdırıl­maya zorlanan her tepki, sosyal kuruntu ve hayallerin açmazları içinde eriyip tükenmeye mahkumdur.

Bu durumda "Ortanın Solu nun yığınları "kafadan gayri müsellah" hale getirmekten öteye gidemeyeceği belirtilir. "Or­tanın Solu"- gözlerini sınıf gerçekliklerine açmalı, "ülopizmc bayılmamak, sosyalizme ayılmah"dır. Yazı, küçük üretmenle­rin biricik ve en samimi dostunun işçi sınıfı olduğunu vurgula­yarak, "İkinci Kurtuluş Savaşı ( o günün popüler deyimiyle dile getirilmiş işçi sınıfı önçülüğündc demokratik devrim) çağrısıy­la sona erer “Kıvılcımlı'nm yazıdaki amacı, her zaman yaptığı gibi nesnel kopuşmaları proletaryanın devrimci çıkarları açı­sından politik bir müdahalede bulunmaktır. Ancak, fınans-ka- pital ve pre-kapitalist sermaye eğemenliğine karşı yükselen her sosyal tepkiyi proletaryanın laktik yönlendiriciliği altında eği­terek pratik ittifaklara yöneltmek isteği, devrimci güçlerin "derleniş" olanaklarını harekete geçiremediği "anarşi" (karga­şa, dağınıklık) ortamında pratik müdahalelerle bülimleşlirilc- mediğinden nesnel süreçler üzerinde istenen somut etkiyi yara­tamaz, kabuk değiştiren CHP , bir küçük burjuva partisi olarak değil, küçük burjuvazinin ütopik rcfomıisl eğilimlerini yedeği­ne olan bir tckeldışı burjuva eğilim olarak şekillenir Finans-ka- pitalden bu kopuşun daha ileri bir konuma yükselememesi han­gi nedenlere bağlıdır? En başla proletarya hareketinin yeterli si­yasal bağımsızlaşmaya erişememesine, Bu neden, sosyal ko- puşmaları yönlendirecek güçlü bir poleter devrimci hareketin inşasını zaafa uğrattığı gibi, böyle bir önçülükten yoksunluk, proletaryanın devrimci siyasi eğilimini de güçleştirmiştir. An­cak proletarya hareketinin güçlü siyasal etkileri, küçük üret­menlerin sosyal tepkilerini uyararak bağımsızlışnıaya yönelte­bilirdi. Küçük üreticilerin ütopik burjuvalaşıııa özlemleri, sos­yal bunalımların yıkıcı sonuçları ve proletaryanın devrimci uyanları karşısında köklü bir çözülüşe uğramadan düzenden gerçek bir siyasal bağımsızlaşmayı ummak hayli olanaksız ola­caktır. Bu durumda özlem ve hoşnutsuzluk arasında yalpalayan küçük burjuvazi, rcfomıisl burjuvasızliğinin politik avuluculu- ğuna kapılmaktan kendisini alamaz. Tckeldışı burjuvazi de kendi hayal etlikleri "mütevazi" geleceği gören küçük burjuva­ların ütopik özlemleri,bir bakıma onun siyasal programında belli ifade araçlarını bularak kışkırtılır. Diğer yöndan, Devlet Sınıflarının vesayetinde finans- kapital egemenliği yaratarak onun siyasal aparatıyla bütünleşmiş olan CHP'nin geleneksel devletçiliği ile, tıpkı onlar gibi devleti sınıflarüslü bir kunım- laşma olarak kavrayan ve tekelleri devlet denetimi altına alarak sınırlandırmaya heves duyan yaban burjuvazinin ütopik dev­letçiliği pratikte hep üst üste düşmüş, tabandan gelen sosyal tepkinin ilerleyişini frenleyici bir etki yaratmış. Devlet kapita­lizmi tekeller çağının gerçeğidir. Bizde finans-kapitali yaratan da devletçilik olmuştu. Devletçilik hayallerinden sıyrılmadım

finans-kapitaldcn gerçek bir siyasal bağımsızlaşma da mümkün olamazdı. Kaldı ki tekeller egemenliğinden duyduğu hoşnut­suzlukla ondan kopuşmaya girişen tckeldışı burjuvazi, işçi sını­fı ve aydın gençliğin radikalleşen kitlesel eyleminden ürküntü duyarak finans-kapitaldcn kesin biçimde yolların ayırmaya ce­saret edemezdi. Eccvit, "Ortanın Solunu "yoksulluk çeken in­sanlarda birikecek isyan duygularını " "yıkıcı bir sel haline ge­tirecek" "aşırı sol akımlar"a karşı "en sağlam duvar, en etkili set" olarak tanımlarken, (2) kendi solundaki güçlere karşı tavrı­nı belirliyor, finans-kapitalin güzünde açık bir meşruiyet arayı­şını dile getiriyordu, Böylecc, parti tabanından gelen tepki, da­ha baştan devrim korkusu ile sınırlandırılarak piç edilme yolu­na sokulmuştur.

.Türkiye'de sosyal demakrasi, finans kapi­tal politikacılığına doğru .evrimleşen yeni bir sü­rece girmiş bulunuyor. Önümüzdeki dönemde -Demırel'den önce veya sonra-bir SHP iktidar’ yönünde beliren güçlü olasılık sosyal demok­rasi karşısındaki proletarya taktiğim bu bakım­dan daha da güncelleştiren bir rol oynuyor

:• ::: ..... '.................................. • • "• f i i a : i: ' \

DEVLET SINIFLARI ve CHPCHP'nin 60'lı yılların sonlarındaki dönüşümünü açıkla­

yabilmek için onun tarihsel kökeni üzerinde biraz dunnakta ya­rar var. "Devlclcilik"döneminin "tek partisi" CHP, cılız Anado­lu burjuvazisi adına Kurtuluş Savaşımını, yürüten Devlet Sınf- larının öncülüğünde kuruldu. Devlet sınıflarının dayandıkları burjuva smıf örgütleri, Kongreler safhasında toparlanan Ana­dolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri olmuştur. CHP, Cumlıuriycı'in ilanından sonra Miidcfaa-i Hukukun açık bir si­yasal parti kimliği kazanmasından doğdu. Devlet Sınıfları, Os­manlI Dirlikçi toprak düzeninin yarattığı devletçi geleneğinin temsilcileridir. OsmanlInın "Sünuf-u Devlet" adlandırışına ba­karak onlan bir sosyal sınıf saymak yanlış olur. Onlar, yönelen­ler ve yönetilenler arasındaki zorunlu toplumsal işbölümünün yarattığı karmaşık siyasal hiyerarşi içinde işlev kazanan yöneti­ci zümrelerdir. Ne toprak mülkiyetiyle doğrudan ilgileri, ne de toprağın işlenmesinde doğrudan birollcri bulunmaz. Toprak dağılımı ve üretimin düzenlenişiyle görevli tepeden tırnağa sa­vaşçı komüna şefleri durumundadırlar. Toprağın sosyal mülki­yeli üzerinde devinen göçebe komün geleneklerinin karmaşık medenileştirici etkiler altında yeni tarz biçemlenişlerinden güç almışlardır. Osmanlı'da devlet, sosyal sınıflar ortaya çıkmadan ünce, "maddi hayatın yeniden üretimi'm düzenleyen toplum güdüçüsü bir savaşçılar örgülü olarak göçebe komün gelenek­lerinden doğdu. ("Askerdi demokrasi") Sosyal sınıflaşma. Devlet Zümrelerinin hiyerarşik yapının üst katlannda yer alan unsurlardan başlayarak soysuzlaşıp dcrebcylcrinc dönüşümü ile devletin içinden çıkmış ve sonuna dek devletin kanatlan al­tında gelişmiştir. Bu yüzden, ilk dönemde toplum adına, daha sonraki dönemlerdeyse derebeyleri ve en sonu kapitalistler adı­na devleti yönelenler Devler Sınıfları olmuştur. Onların kendi­leri sosyal davranışları bakımından sınıflardan bağımsızmış gi­bi görünseler bile, politik eylemleri sınıflar doğrultusunda ge­lişmiş, devrimci bir burjuva sınıfın bulunmadığı Türkiye'de burjuva dervrimini de onlar gerçekleştirmiştir. Bizde hatta top­lum kendi ekonomik dinamikleriyle modem bir burjuva sınıf yaratamayışı kapitalizmin de devletin vesayeti alımda kurul­masına yol açtı. 20 yüzyılın kapitalizmi finans- kapitalizmdi. Sermayenin asalak evrensel karakteri, Türkiye kapitalizmi açı­sından da belirleyici oldu. Antika sermayedarlığın en irilişır.:? unsurları, sınırhkapitalisl sermaye ile iş Bankası ve diğer devri, bankalarının kasalarında scntezleşlirilerek, asalak bir finani-

Çağdaş YOL/10 g I

Page 11: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

ikapital zümresi yaratıldı.

Devletçi Zümrelerin kalburüstü kesimleri, yukarıdan aşağıya fînans-kapital yaratma girişimlerine öncülük ederek, doğrudan bu oluşumun içinde yer aldılar. Finans- kapitali yara­tıp besleyen Devlet Sınıflan, ona dayanarak 1950 yılma dek ge­ne onun adma iktidan yürütmeyi sürdürdrüler, işte CHP, Devlet Sınıflarının koruyucu yönlendirmesi altında yürütülen fînans- kapital egemenliğinin "tek parti"si oldu. Devlet Sınıflan, "çağ­daş katipatilizm" özlemleriyle bir modem sermayeder sınıfı ye­tiştirme yoluna çıktıklarında, dayanmak zorunda kaldıkları güç, 17. yüzyıldan beri üretime pençelerin atarak Anadolu haki­nin kanını emen antika para beyliği ve büyük arazi sahipliğin­den başkası değildi. Olamazdı da. Burjuva smıfı gökten indiri­lemeyeceğine göre varolan sınıflar burjuvalaştırılacaktı.

Devlet Sınıflan, bir yandan teteci-bezirgan sermayeye dayanıp onu banka-şirket tapınağına çekerek burjuvalaştırma çabalan güderken, öbür yandan tefeci-bezirganlığın gerici eği­limlerini de sürekli denetim altına almaya çalışmak zorunda kaldılar. Bu dumm, tek parti yönetiminde aşın genişlemiş bir " memurin" ordusunun bütün siyasal yaşamı donuklaştırmasına yolaçtı. "Bir sınıftan almadan bir başka sınıfa veremezsi- niz"den Marx Devleti kuran ve onunla bütünleşen CHP de, bur­juva sınıf yaratmaya yönelik resmi sermaye birikim politikala­rıyla halktan çalman değerleri finans-kapitale aktardı. Bu acı­masız soygun polikitalanna karşı örgütsüz ve dağınık bıraktınl- mış halkın tepkileriyse, "devletçilik" kakofonileryile uyutulup bastmldı. Bu politikalar, halkm gözünde CHP'nin aşın ölçüde yıpranmasına neden olmuş, partinin proletarya ve köylülükle arası açılmıştır. Diğer yandan, kendisinin palazlandırdığı fi­nans- kapitalin kır gericiliğiyle ittifakmı geliştirerek denetim­den uzaklaştndığı "aşırılık" lanna tepkili Devlet Sınıfları ile onların bürokratik vesayetine karşı direnen finans- kapital ara­sındaki sürtüşme, tek parti iktidarının aşınmasını hızlandırdı. "Dörtlü Takrir" ile CHPiçindeki politik kanallarım genişleten finans-kapital özeğilimi, 1946'da mönüden alınan icazetle CHP'nden koparak DP'ni örgütlemeye girişti. Ve "çok partili demokrasiye geçiş "in ilk şaibeli seçimlerinden sonra DP, 1950 yılında sağladığı büyük oy çoğunluğuna dayanarak hükümeti oluşturdu. Türkiye'de bir moden finans- kapital zümresinin ya­ratılmasına ön ayak olan CHP, çelişkili politik bünyesi itibariy­le bizde kapitalizmin gelişim özelliklerinin damgası taşımıştır. Milli mücadeleyi yönlendirerek devleti kuran ve 1950 yılma dek sürdürdüğü iktidan boyunca siyasal kuramlarla bütünleşen bu partinin politik tutumu, hiç kuşkusuz Devlet Sınıflarının gele­nekçi anlayışlarıyla yoğrulmuştur. Ancak, "politika sınıflann işidir" ve Devlet Zümreleri, gerçek politika yapmaya giriştikle­ri her momentte mutlak olarak belirli bir sınıfa dayanma zorun­luluğuyla karşı karşıya kalırlar. Bizde bir model burjuva smıf yaratma özlemleriyle yola çıkan devletçi kadrolar, nesnel ger­çekliğin şaşmaz iradesine karşı koyamayarak bir asalak finans- kapital zümresi yarattılar. Sermayenin bize özgü gelişim dina­mikleriyle kendi zihinlerindeki gelenekçi kalıplar arasındaki çelişki.

Devlet Sınıfların hem finans-kapitale dayanmaya,hem de onu gelenekçi kavrayışın kalıpları içine sğıdırmaya zorladı, önce finans- kapitali yetiştirdeler, sonra da büyük şehirlerde sağladığı ekonomik tahakkümü bütün Türkiye kırlarına yaya­rak biricik siyasal egemenliğini pekiştirmeye girişen fınans- kapitalin güdümüne girmek, ya da onun tarafından beri kenara itilmek gibi kaçınılmaz bir sonuçla yüz yüze geldiler. Devlet Sı­nıflan, teorik soyutlama düzeyinde üretici güçlerin gelenek ka­tegorisine giren bir tarihsel kalıntıdır. Srnıf mücadelesinin can­lı gerçeklikleri içinde gelenek- görenek kalmtılan, ancak sınıf­

lar doğrultusunda hareket edebildikleri ölçüde somut aksiyor olanakları kazanabilirer.

Tarihin akışıyla bir zıtlaşma içine girdiği anlardaysa ge­lenek yaşayan kuşakların beyhinde tortulâşmış "geçmiş çağla- nn hayeleüeri" (Marx) olmaktan öte bir anlam taşıyamaz. Bu bakımdan, fînans-kapital doğrultusundaki güdücü eylemiyle CHP, Devlet Sınıflarının vesayetinde bir finans- kapital partisi ya da daha uygun bir deyimlendirme ile ifade etmek gerekirse, bir devletçi finans-kapital partisi olarak kaldı. Devletçilik fide­liğinde palazlanıp semiren finans-kapital 1940'ların ortalarına gelindiğinde, bütün Türkiye kılarını kendi pazar hakimiyeti al­tında birleştirmeye, ülke üzerinde dolaysız siyasal egemenliği­ni oluşturmaya yetenekli hale gelmiştir. Bu noktada, Devlet Sı­nıflarından bağımsızlaşan finas-kapital, içte DP iktidarının "herşeyden önce ziraat" parolasıyla hızla kırlara açılıp, tefeci- bezirgan sermayeyi acenta ve bayiilik ağlan içine çekerek kendi egemenlik mekanizmalanna bağlarken, dışta uluslararası fi­nans, katipitalle Türkiye'yi yıpratıcı bağımlılık koşullan içine iten bir bütünleşmeye doğru yöneldi. On yılda bütün Türkiye kırlannın altı üstüne getirildi. Küçük üreticilik hızlı bir mülk- süzleştirme sürecine sokuldu. Hazine topraklarının ve devlet kaynaklarının yağması, büyük şirketlere yönelik teşvik ve süb- vansiyonlann beslediği toprak, para ve meta spekülasyonunun artmasına, yüksek oranlı dış borç birikimine, hesapsız dış tica­ret vurgunuyla bütçe açıklarının büyümesine, emisyon hacmi­nin şişmesiyle tırmanan enflasyondan dolayı zaten tekelci fiyat­ların baskısı altında bullunan iç piyasanın donukluğa uğraması­na yol açtı. Ülke topraklan ordunun denetiminden uzaklaştınl- mış emperyalist üsleri ve silah depolan haline getirildi. Emper- yalişt sermaye ve teteci bezirganlıkla bütünleşmesi, "altıok"lu kemalişt efsanenin kendi içinden doğan kaçınılmaz inkarım ya­rattı. Sonuç, sımf çelişmelerinin derinleştirilmesi ve ülke eko­nomisinin kökü bir kriz sürüklenmesi oldu. DP hükümeti eliyle uygulanan yeni finans kapital politikalan eliyle uygulanan, 1958 bunalımının patlak verişiyle tıkmıklığa girdi. Bu durumda sosyal sımf güdücüsü iktidar hepliğinden, küçük bir azınlık ege­menliğinin kapıkulu hiçliğine itilen Devlet Sınıfları ile finans- kapital arasındaki sürtüşme, İnönü'nün Manisa'da taşa tutulma­sı, Mecliste CHPhakkında kurdurulan "tahkikat komisyo- nu"yla gittikçe şiddetlene bir politik zıtlaşmaya dönüştü. Dev­let Sınıfları, tefeci- bezirganlığın kaypak ve sinsi gericiliğine karşı sürekli bir kuşku ve güvensizlik duymuştu. (Onların gö­zünde finans- kapital egemenliği, hiç olmazsa sanayi ve mo­dernleşmeyle mazeretlidir.)

Finans- kapitalin devlet ve sayetinden sıyrılıp tefeci-be- zirganlıkla ittifakmı pekiştirmesi. Devlet Sınıfları arasındaki hoşnutsuzluğun da asıl kaynaklarım oluşturdu. "Kanun daire­sinden çıkmış tekeller soygunu, smıf çelişkilerini arttırıp 600 yıllık "hamiyetli devlet baba"nm "itibar-ı şahanelerinde zayıf­lamaya yol açtıkça politik kaygıları yükselen Devletçi Zümre­lerin vasilik damarları kabardı. "Milli birliğin" parçalanmasın­dan, devlet otoritesinin zedelenmesinden ve srnıf çelişmelerinin "sosyal patlamalar"a dönüşmesinden ürken gelenekçi CHP, fi­nans- kapital "aşmlık"larmm "devletçi nizam" içinde yumuşa­tılmasından yanaydı. Bu yüzden ismet Paşa, 27 Mayıs'a doğra sertleşen üslubuyla finans-kapitali "kanun yolu"na çağırdı dur­du. Yoksa, finans- kapitali yaratıp besleyen bir partinin, onun zümre egemenliğinin köklerine yönelik bir itirazı bulunamazdı, ismet Paşa'nm tavrı, aile bütünlüğünün zayıflamasından şika­yetçi yaşlı "ataerkil baba"Inın "hayırsız büyük öğul'u "nush ile" yola getirmek kabilinden öfkeli yakınmalarına benzemekle kal­dı. CHP ile DP arasında sınıfsal yapılan bakımından bir farklıl- lık bulunmaz. Biri finans-kapitalin kızağa çekilmiş devletçi "hayalet" partisi, diğeri finans Kapital tefeci- bezirgan ittifaja-

TTTj Çağdaş YOL/11

Page 12: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

!1nm siyasal temsilcisidir. Aralarındaki farklılık son tahlilde fi- nans-kapilal egemenliğinin hangi yöntemlerlcr yürütüleceğine ilişkin bir politik ayrılığa indirgenebilir. Bu politik faklılık, bu­nalımın başkısı alımda düzen-içi bir kutuplaşmaya dönüşmüş­tür. Nitekim, 46'dan DP kuruluşuydu CHP'ndcn desteğini çe­ken finans-kapital, Bayar. Menderes politikalarının açmazı kar­şısında "baba evi'nin kapısını usulca tıklatmaktan çekinmez. 27 Mayıs gecesi alt-üst olan siyasal dengelerin gene finans-kapital yörüngesine oturtulmasında, Devlet Sınıfları geleneğinden çıkmış öfkeli subaylann finans-kapitalle uzlaştırılmasında İnö­nü ve CHP başrolü oynar. "Ataerkil baba" rejimin selameti uğ­rana "hayırsız büyük oğulu düştüğü "zor durum”dan kurtarma­ya girişir. 27 Mayıs'm bir iktidar kaosuna dönüşmesi, "sürekli genişleyebilecek bir belirsiz proğram"ı zorlayan, finans- kapi­tali uzun süre ordu denetimi altında tutmayı amaçlayan "radi- kaller'in tasfiyesiyle belirli ölçüde engellenir 61'de Kayseri ce- zaevindeki Celal Bayar'm da desteği alınarak kurulan CHP-AP kaolisyonu ile 27 Mayıs finans-kapital rotasına sokulur. 27 Ma­yisin piç edilmesine karşı ayaklanan "sergüzeştçi" subayların "etkisiz" hale getirilmesi ve ordu içindeki kaynaşmanın bastırı­lıp yatıştırılmasıyla "tren selamet rayına oturlulmuş'olur.

27 Mayıs Anayasası kapitalizmin sancılı gelişimi sonucu oluşan yeni sınıf dengelerine uygun olarak "rejimin çerçevisi'ni genişletmiştir. Yıldızı tekrar parlyan ismet Paşa, artık huzura kavuşacağmı düşünmektedir. Ama işler hiç de sanıldığı gibi yü­rümez. Finans-kapilalin yollarını açanlar, onun tarafından ikici kez kenara itilirler. 1965 seçimlerinde oy çoğunluğuyla oluştu­rulan AP, Menderes'in uygulayamadığı "istikrar tedbirleri ni yürürlüğe sokan 27 Mayıs'm sağladığı sermaye birikim olanak­ları üzerinde montaj sanayine sıçramış olan finans-kapilalin dizginsiz soygun politikalarım güçlendirir. 'Kıratın Şahlanışı' ile yeni bir Menderes havası estirilir. Ancak, finans-kapilali bu­nalım batağından çıkartan 27 Mayıs harekeli, yarattığı yeni ya­sal çerçeve ile sosyal mücadelenin politik kanallarım da az-çok genişletici olanaklar sağladı. 50'ler boyunca bastırılan tepkiler, "nisbi özgürlük" ortamında su yüzüne çıkarak kitleselleşti.

.TİP'in bulanık öncülüğü altında sosyalizme yönelen proletarya ve gençlik mücadelesi, AP eliyle uygulardan finans-kapital po­litikaları karşısında TİP'in dc aşarak gittikçe daha radikal bir ni­telik kazanmaya başladı. Bu durumda genişleyen tekeller soy­gunu altında orta tabakalar ve küçük üretmenlerin birikmiş hoş­nutsuzlukları, proletarya ve gençliği soran mücadeleci ruh ha­linden ektilcnerek,.cğemen zümrelerden bağımsızlaşma yolu­na doğru girmiştir. Söyleyenen değil, söyletene bak derler. Reci politikacı ismet Paşaya da sosyal demokrasi telaffuz ettiren el­ken, CHP tabanım kaynatan bu sosyal istekten başkası değildir. 50'lı yıllarda uygulanan finans-kapital politikaları, kırda köylü­lüğün hızla çözülüp mülksüzleştirilmesinc ülkenin yeni sömür­gecilik ağlarına sokulup üretken sermeya birikimi kanallarının tıkanmasına yol açmıştır. Bu sonuçlara karşı biriken yığın tep­kisi devletçi şartlandırmanın kabuğunu yırlamadığından günün tek muhalefet parsinin, "konun dairesi nde çıkmış finans- kapi­tal soygununa karşı Devlet Sınıflarının kaygılarını kaynatan CHP'nin yörüngesine aktı. Kendi politik iç kanamalarından ba­şım alıp yığınlar denizine açılamayan ve bu yoldaki her girişimi "tek parti istibdatı'nca geriye püskürtülen TKP. 1951 tevkifa- tıyla tasfiyeye uğratılmıştı CHP tabanında biriken küçük üret­men ve vahşi burjuva eğilimleri, aynı arsız politika "Kırat" eti­ketiyle karşısına dikildiğinde, proleıarya ve aydm gençlik eyle­minden cesaret alarak partiyi yeni bir kaynama momentine sok- muşkur. Devlet Sınıflarının sosyal demokrasi telâffuzu, bir yandan sosyalizmi sivrilten sınıf mücadelesine karşı etkili bir politika barajı örmek, öbür yandan birkez dalla kanun ve gele­nekçi teamül yolundan fırlamış finans kapital uygulamalarım,

komünizmle ürkütülüp devletçi ütopiyle heveslendirilerek gü­düm altına alınmış kitle ağırlığıyla dengelemek amacıyla bu noktada ortaya çıkmıştır.

ismet Paşanın muradı, tekeldışı burjuva ve küçük üret­men tepkilerini proletarya ve devrimci gençlik mücadelesinden tecrit ederek, 27 Mayıs'tan kurtardığı finans-kapitali yeniden vesayet alıma sokacak devletçi statüko kalıpları içine sığdır­maktı. Olmadı olamazdı: Sosyal sınıf kopuşmaları, sınıf ve ta­bakaların kendi çıkarları adına doğrudan siyaset sahnesine çı­kış kaçınılmazlıklarının birikişiydi. Finans-kapitali, Dcvclct Sınıflarını aşarak siyasal iktidarı pençesine almıştı. Yoksul köylülüğün toprak işgallerine, küçük üretmenleri taban fiyat protestolarına iten sınıflar savaşımn şiddeti, bunalımı devletçi statürko içinde çözmeye girişen gelenekçi kadroların orta taba­ka ve küçük burjuva tepkilerini finans-kapitalle uzlaştırma ça­balarını ektisiz kıldı. Tabandan yükselen bağımsızlaşma isteği, eski kadroların politiktekelçiliğini az-çok aşarak biçimlendi. Ne yardan,ne serden geçemeyen ismet Paşa,ömrünün son de­minde hiçbir toplum bölüğüne sonuna dek yaranamadım yal­nızlaşmaya itildi, ismet Paşanın yaşlı bir politikaçı için oldukça hazin sayılabilecek tükenişi,sınflar savaşımn olgunlaşma süre­cinde gelenek kalıntılarının kaçınılmaz çözülüşünü ifade eder. "Politika sosyal sınıfların işidir: Toplumsal güçlerin politikayı doğrudan doğruya kendi ellerine almaya girişliği bir momentte, Devlet Sınıflarının güdüçü rolleri, mayalandığı koşullar artık yitirmiş, erimiş ve tükenmiş demektir. İsmail Cem'in 12Mart karçısmda CHPluıumunu değerlendiren bir yazısında yer almış şu sözleri, bulanık sivil toplumcu m an lığ ma rağmen bir gerçek­liğe dikkat çekiyor. İnönü, nihayet, tarihsel yeri bakımından Osmanlı bürokrasisinin belki son örneğidir, bir zamanlar kesin kontrolünde tuttuğu bir bürokrasinin artık elinden tümüyle çık­ması olgusuyla karşı karşıyadır, (12 Mart bürokrasisi artık, açıkça sermayeyle işbirliklcrine girebilen ve İnönü'nün tanıdığı bürokrat modelini hayli geride bırakmış bir "yeni" bürokrasidir, sınıf ayrımları keskinleşmiş bir sınıfın bürokrasisidir. (3) Vuru­cu güç geleneği, sınıf çelişmelerinin derinleştiği 1960 vc sonra­sı ortamda kesin ve keskin sınırlıma ayrılan iki farklı kanala bö­lünerek sonuç alıcı etki gücünü yitirmeye başlamıştır. Birinci kanal, devletin üst kademelerinde aldıkları etkin yönetici rolleri itibariyle finans-kapilalin egemenlik mekanizmalarına nüfuz cüniş vc onun basil bürokratları haline dönüşmüş unsurlarla ta­nımlanabilir. İkinci kanal, halk cephesine eğilimlidir.

Burada iki yönlü bir çözülme gözlenir. Birinci yönde, proletarya, ile ittifaktan uzak duran, en ünlü isimleri başarısız cunta girişmelerinden sonra burjuva liberalizminin balağında. çürümeye başlamış, yardan ve serden geçemeyen uıısurlardir. İkinci yönde, proletarya ile ittifak eğilimlerinden sosyal dev­rimciliğe sıçrayan aydmgençlik unsurları yer tutar. Fethi Gür­can vc Telat Turhanlar bu eğilimin ön-tiplcrini oluşturur. De­nizler, Mahirler ise, çözülüş sürecinin olgunlaşmış momentini, Burada belirleyici özellik sosyal devrimciliktir. Tarih, gelene­ği, geçmişten akan diriliğin canlı bir moıivasyanuna-ama yalnız ınotîvasyonuna-indirgcmiştir. CHP'nde 12 Mart'ın netleştirdi­ği yol ayrımı, Devlet Sınıfları geleneğinin sınıf savaşmm canlı­lığı içinde çözülüşüne örnek oluşturur: Bir yanda "Ordu+ CHP= iktidar sloganıyla lıarckt eden finans-kapital güdümün­deki azınlık. Diğer yanda faşizmi onaylamayan parti çoğunlu­ğu. Nihat Erim ve Kemal Satır, tasfiyeye uğrayan finas-kapilal eğiliminin en bilinen adlarıdır. Nihal Erim, 12 Mart hükümeti­nin başbakanı sıfatıyla faşizmin sorumluluğunu üstlenir, 12 Marfı soğuk karşılayanlar içinde "İnönü'nün tavrı, meseleden kapalı kapılar ardında ve siyasal ustalıklarla çözümlemeye alış­mış satranç ustası bir insanın, bürokratik geleneklerle yoğrul­muş, şiddetli çıkışlar yerine zaman içine yayılan yumuşak dar-

Çağdaş YOL/12 ™ ~ 1

Page 13: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

1belerle olayları istediği yöne sokan bir siyasetçinin lcvrıdır.(4) 12 Marl'ta İnönü, dengeci ve uzlaşmacadır. Finans-kapitaldcn bağımsızlaşma eğiliminin liderliğini üstlenen "toprak işleye­nin, su kullanamn"popüler sloganıyla az-çok radikal görünen Genci Sekreter Ecevil ise, kurulacak Erim hükümetine olumlu bakan İnönü'ye karşı, 12 Maı l'ı Yunan faşist cunta hareketine benzetir. O gün için küçük üretmenlerin taleplerini de dillendi­rerek yükselen ıckcldışı burjuvaların sözcüsü Eccvil, darbenin kendisine karşı yapıldığını iddia ederek genel sekreterlikten çe­kilmek gibi politik şovlarına rağmen, faşizme karşı az.-çok tu­tarlı bir tavır takınır.

SOSYAL YAPI ORTAMINDA TEKELDIŞI BURJUVAZİNİN KONUMU

Tekel-dışı burjuvazi 20. yüzyılda finans- kapitalin oluşu­mu, ve mali oligarşinin kuruluş yolu egemenlik alanını dışına itilerek halk yığınları arasına püskürtülmüş burjuva tabakaları ifade eder. Egemen olmayan burjuva kesimleridirler. Şehirde ve kırda yaygın inatçılıklarla geçinen orta mülk sahipleri ve tüc­carlar da Balıkların "orta sın ıf adını verdikleri bu kategori için­de yer alırlar. Adı üstünde kapitalisttirler, işçi sınıfından arlı- değer çalarlar. Ancak işçi sınıfından çaldıkları artı-değeriıı te­kelci piyasanın meJ-cezirlorinc göre değişen oranlarda önemli bölümünü kredi-faiz oyunları, dış ticaret vurgunu, fiyat makas­ları vs. yoluyla lepede banka ve büyük şirketlere kaptırırlar. Fa­kat fmaııs-kapitale bağımlılıkları ekonominin yalnızca meta dolaşımı ve bölüşüm süreçlerinde gerçekleşmez, üretimde tut­tukları konumları itibariyle de fiııans-kapilal pençelerine asılı bulunurlar. Kapitalist üretimin en kârlı ve stratejik alanları ban­ka ve büyük şirketlerin denetimi altındadır. Tekel dışı burjuva­lar, finans-kapitalce dayatılan iş bölümünün zorunlu sonucu olarak meta üretimi ve dolaşımının yan alanlarına dağılmışlar­dır. Çoğu, büyük tekelci işletmeler için parça yada fason üreti­mi yapan küçük yada orta büyüklükte işletme sahipleridir. O yüzden, tekeller hapşırmaya başladığında kronik nezleden ya­laklara serilirler. Ekonominin istikrarlı büyüıfıc dönemlerinde tekeller soygununun sofra arlıklarından çöplenen orta tabaka­lar için, bunalım ve istikrarsızlık anları kuzeyden gelen radyas­yon ve komünist gribinden çok daha amansız ölümcül etkiler yaratır. Faşizm azgınlığına tutan finans-kapilal birikmiş serma­ye ve mülklerine pençesini "attıkça köşe başlarında kuyruk tit­reten vahşi ve çaresiz kör muhalefet köpeciklcrine dönüşürler. Tekcldışı burjuvazinin politik tulumu halkımızın "iki cami ara­sında binama/." deyimine tıpatıp uygun düşer. Finans-kapital ve prolelerya arasında sağa-sola yalpalayan tutumlarıyla, halk sınıf ve tabakalarının en kaypak, tutarsız, unsurlarını bunlar oluştururlar. Bir yandan ucu sosyalizme varır endişesiyle işçi sınıfı ve halk çoğunluğunun devrimci girişimlerinden ürkerler, öbür yandan emperyalist sömürü ve faşizmden duydukları kuy­ruk acısı yüzünden tekellere karsı da hoşnutsuz ve mesafeli ta­vırlar takınabilirler. Ancak, onların faşizme ve emperyalizme karşı takındıkları muhalif tavırlar, proleteryaııın anli-faşizm, anti-cmpcryalizm anlayışı arasında Çin selleri bulunur. Bilim­sel sosyalizm her olguyu sınıf temelleri açısından ele almayı şart koşar. Faşizmin de, emperyalist sömürünün de maddi teme­lini finans-kapilal oluşturuyor. Bu bakımdan anti-faşist, anli- empcryalist mücadele tutarlı temelini anti-lekelcilikte bulur. Anli-tekelcilik, günümüzdle proleıeryanm asgari program (de­mokratik devrim) anlayışının en köklü yanını oluşturur ve işçi sınıfıyla radikal küçük burjuvazi arasındaki ittifakın özü, tekel­ler ve onunla banka-şirket ağları içinde kaynaşmış pre-kapita- list sermaye ile büyük toprak mülkiyetinin tası iyesine dayanır. Proletaryanın anti-kapilalist programı, tekeller ve derebeyi ar­lıklarının tasfiyesi üzerine kuruludur. Demokratik devrimde fi­

i____________________________________nans-kapilal için çalan çanlar, devrimin sosyalizme verilen sü­reçlerinde bütün burjuvazi için çalmaya başlar. Bu nedenle, uluslararası devrim deneylerinden bizler kadar ders çıkartan te- keldışı burjuvazi finans-kapitalin tasfiyesinde kendi ölüm ha­bercisini görür. Onlar tekelciliğe değil kendi gelişme ve tekel­leşme yollarım tıkadığı için varolan tekellerin haksız rekabeti­ne karşıdırlar. Programlarının anonim hedefi tekellerin smırlan- dırılmasıdır. Ona ister "insanca hakça bir düzen" isterse "de­mokratik ycnilcnme"adı verilsin, Ickcldışı burjuvazinin azami programını motive eden ideolojik tasarım, kapitalizmin şerbet rekabet çağma yönelik nostaljik bir ütopyadan ibaret kalır. Te- keldışı burjuvazi, finas-kapilali nasıl sınırlandıracak?

Klasik halkoyu ve parlamento usulleriyle, burada artık devletin sınıf karakteri en demokratik yasaların bile uygulanı­şında güçler dengesinin bclirlcycei rolü üzerinden allanarak te­kelleri yasa ve devlet gücünün denetimi altına olmak gibi j»litik illüzyonlar reformist avunma ve avutmalar peşi sıra sökün eder. Tekclerin sınırlandırılması belirli koşullar altında mümkün ola­maz mı? işçi sınıfı ve küçük burjuvazinin yani ulusun buy iik ço­ğunluğunun demokratik güçlerini birleştirip harekele geçirerek evet. Fakat devrimci barotunu 1848 ayaklanmalarında tüketen burjuvazi böyle geniş bir halk cephesinin öncülüğüne soyun­makla her zaman cesaretsiz davranır. Acaba gerçek demokrasi özlemiyle harekele geçen killer, sosyal demokrasiyi ciddi ye alıp daha ileri taleplere doğru yönelmezler mi? 12 Mart sonrası Türkiye'de de az-çok yaşanan böyle bir durumda tekeldışı bur­juvazi halk hareketi üzerinde yansıyan kendi gölgesinden bile dehşete kapılır. Şili'de Halk Cephesi. Portekiz'de Karanfilli Devrim deneylerini yaşayan proletarya, tekelleri dizginleycn- leyen her türden demokratik reformun, sınıf çatışmasını şiddet­lendirerek, daha yüksek devrimci görevleri dayattığını öğren­miştir. Mücadele, devrimci iktidar basamağına sıçratılmadan kazanılan her ileri mevliden gerçekge püskürtüleceğim kavra­yan işçi sınıfı, radikal küçük burjuvaziyle ittifakını pekiştirerek gerçek devrimini savaş alanına doğru ilerleyecektir. Prolelerya ve halk yığınları önünde daha geniş ve ileri perspektifler açan, kille harekelinin imkan ve araçlarını genişleten böyle bir çatış­mada Ickcldışı burjuvazinin sonuna dek yer alması bclilenemez. Tam tersine, onlar, Şili'de, Portekiz'de ve birkaç yıldır Arjan­tin'de yaşandığı gibi tekeller egemenliği karşısında istikrarlı yükselen halk harekelini dizginlemek sınıf mücadelesini daha ileri boyutlara sıçratan demokratik kazananları ortadan kaldır­mak için tekellerle işbirliğine girişmeyi tercih edecektir.

Demek ki, tekeldışı burjuvazinin politik tavrı, fînans-ka- pital ve prolelerya arasındaki çalışmanın aldığı biçcmlcre göre değişir. Ve çoğu kez onun muhalefet programı uygulanma ola­nakları bulunmayım bir ütopik vaatler yığını olarak kalır. Tekel- dışı ,burjuva ancak büçiik- burjuvazi tabakalar arasında iilopik- rcfornıisl hayallerin ağır baslığı prolelerya hareketi içinde ista­tistik zümre eğilimlerinin belirleyici olduğu bir ortamda, kitle­sel hayalleri yedeğine alarak bağımsa tavrını koruyabilir. Ama bu, şu veya bu uzunlukta geçici bir dönem için böyledir. So­nuçla, orta tabakalar 30'lu ve 40'lı yıllarda Avrupa'da (Fransa İs­panya, Bulgaristan) görüldüğü gibi, yokoluş tehditleri altında tutarsa bir müttefik olarak halk cephesi saflarına sürüklenerek, yada prolclcryanın bağımsız somut tavrını yükseltmeye başla­dığı küçük burjuva, yığınları içinde proletaryayla ittifak eğilim­lerinin güçlendiği bir ortamda tekellerle uzlaşmayı tercih ede­cektir. Sınıf mücadelesi ve ekonomik yapının kritik imlamda le- keldışı burjuvazi kendini aşağı tükiirsen sakal yukarı liikürsen bıyık kabilinden zorlu bir ikilemin açmazı içinde bulur. Ya te­kellerle birlikle ve onların güdümü altında, büyüme umutları ve iflas tedirginliği arasında sancılı gcl-gillcrle tutunmaya çalış­mak, ya da, işçi sınıfı ve köylülüğün devrim iktidarı altında ka­

... 1 Çağdaş YOL'13

Page 14: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

Içınılmaz bir yokoluşa doğru ilelerken ortak mükiyete karşı kü­çük mülkiyet direncini kışkırtarak geri dönüşü prova kasyonla- nm başarıya ulaştırma umudu. Kırk katır mı, kırk satır mı? Pro­letarya satırı altına yatmaktansa fınans-kapital katırına bağlı kalmak tekeldışı burjuvazinin dalma hayırla sayısa pesektir. Ne de olsa ikisi de aynı beygir soyundan gelirler. Artık tek umut kü­çük burjuvazinin eşşekçe kararsızlaklanna kalmıştır. O yüzden demokratik devrimde proletaryanın tavn, küçük burjuvazi müt- tefıginin kararlılığım güçlendirerek tekeldışı burjuvaziyi tcrcit etmek tarafsızlaştırmak olmalıdır.

12 MARTTAN SONRA CHP12 Mart öncesinde kendini yenileyen ve faşizmle uzlaş­

mayan CHP bunun ödülünü 14 Ekim seçimlerinde büyük bir kitle desteğini kazanarak aldı. 'Anahtar partisi' MSP'den birkaç bakaran katılımıyla parti içinde doğruluğu çok tartışılan bir ko­alisyon hükümeti oluşturuldu. Ecevit'i 'umut' haline getiren şey, ne şair mavisi gömleği, ne de karakaşı, kör gözüdür. Bunun asıl nedenini 12 martın yarattığı kitlesel hoşnutsuzlukta aramak gerekiyor. Ecevit 'bu düzen değişmeli' sloganıyla kitlelerin dü­zen değişikliği özlemlerine hitap etmiş, 1974 Af yasasıyla fa­şizmin toplum vicdanında açtığı yarayı gidermeye yönelmiştir. Bunda, kitleler arasında genel bilinç düzeyinin henüz sosyal de­mokrasi ufkunu aşamamış olması ise belirliyici rolü oynamış­tır. Tekeller ve tekelci bezirganlıktan hoşnutsuz yığınların el yordamıyla değişim arayışları henüz denenmemiş bir parti ola­rak sosyal demokrasinin ciddiye alınmasına ve 1975'ten sonra derinleşen kriz ortamında CHP'den beklentilerin artarak yo­ğunlaşmasına yol açmıştır. Finans-kapitale rağmen işbaşma ge­len, bu yüzden MSP ile içeriden kuşatılmaya çalışılan CHP hü­kümeti, program vaatleri ve gördüğü kitlesel destek nedeniyle, Kuzey Kıbrıs'ın işgaline karşın para babalarını tedirginliğe dü­şürdü. Toprağı işleyene, suyu kullanana vermeyi vadeden te­kellerin ekonomik etkinlerim sınırlandırmayı ve devletin eko­nomideki rolünü güçlendirmeyi isteyen CHP, bütün ütopik pro­jelerine rağmen, kitlelerin taleplerinden cesaret olarak uygula­maya girişebilirmiydi? Sosyal demokratların vatlerini ciddiye olan kitlelerimse buradan daha ileri taleplere doğru yönelme eğilimine girecekleri açıktı. 27 Mayıs'm getirdiği sınırlı haklan çok geniş bulan ve 12 Mart'la bol gelen elbiseyi daraltmaya giri­şen fınans-kapital, petrol fiyatlarındaki yükselişin şokuyla eko­nomik istikrarsızlık güçlenir, kitle tepkileri yeniden yükselişe geçerken geçmişin de gözlendiği üzere en basit demokratik öz­lemlere bile tahamülünü yitirmeye başlamıştı. Finans-kapilal, sosyal demokratların kendisine rağmen iktidan yürütmesine izin veremezdi. Böylece MSP koalisyondan çekilerek CHP hü­kümeti düşürüldü. Ardından MC hükümetleri ve faşist saldın- larrn devlet desteğiyle tırmandınldığı yeni kriz ve baskı dönemi geldi.

Faşizmin yeniden yükselişine karşı olumlu tavır alan Ecevit iki MC hükümeti arasında yapılan seçimlerde (1977) ge­ne en fazla oyu toplayıp bir azınlık hükümeti oluşturdu. Ama Meclisten güven oyu alamadığı için bir ay içinde çekilmek zo­runda kaldı. CHP'nin ikide bir iktidardan püskürtülüşü, faşizm ve sömürüden bezmiş halk yığınlarının sosyal demokrasi yö­nündeki umutlarını körüklemiştir. Sosyal demokratların günü­müzle kıyaslandığında şaşırtıcı ölçüde keskin görünen siyasal retorijide kitle tepkilerini o günkü biçimlenişine az çok uygun bir özellik taşıyordu. Ancak faşizmin tırmanışına karşı işçi sını­fı ve devrimci gençlik hareketinin daha üst seviyede yeniden yükselişe geçtiği 1975-77' dönemi sosyal demokrasiyi iki ateş arasında bırakarak günümüzde de hâlâ içinden sıyrılamadığı ve bu koşullarda sıyrılması da mümkün gözükmeyen bir politik açmaza doğru sürükledi Ekonomik bunalımın yıpratıcı etkile­

riyle sarsılan tekeldışı burjuvazi, yukarıdan gelen yoğun faşist terör ile aşağıdan yükselen işçi smıfı ve gençlik mücadelesinin devrimci baskısı arasında karasız bir bocalamaya düşmekten kaçmam azdı.

Artık karşılıklı açık siyasal zor araçlarının kullanımını da kaçınılmaz kılarak keskinleşen smıf mücadelesi, siyasal güçleri ekonomik bunalım karşısında net çözümler üreterek saflaşma­ya doğru zorluyordu. Halk güçlerine 'ya faşizm, ya devrim' iki­lemini dayatmaya başlayan sınıf mücadelesi, tekeldışı burjuva­ziyi ürküten. Kahredici bir zorunluluk halini almıştı. Yaygınla­şan grev ve direnişler, tekellerin ekonomik baskısı altında zora düşmüş küçük ve orta işletmeler açısından öldürücü etkiler ya­ratır. Büyük tekelci işletmeler, çok uzun süren grev ve direniş­lere karşı aylarca dayanabilme şansına sahiptirler.** Halta üre­tim kapasitesini düştüğü bunalım dönemlerinde tekelleri çoğu kez tath kararlar getiren fiyat vurgunluğuna yöneltir. Zor du­rumdaki küçük ve orta işletmeleri içinse iş bırakma eylemleri, iflas çanlarının gürültüsünü dokuz köyden duyulur hale getirir. O yüzden sanayileşmenin gelişme yerine siyasal programların­da işçilerin satmalına güçlerini yükselterek meta arzını geniş­letme amacını savunan tekeldışı burjuvalar sendikal direniş karşısında çoğu kez tekellerden daha vahşi ve tahammülsüz davranırlar. Hele bir de sendikal direniş, politik taleplerle bü­tünleşmeye başlamışsa. Sosyal demokrasinin amacı, en başta bu pratik.temel üzerinde yükseldi. Öte yandan, devlet desteğin­deki faşist milislerle devrimci güçler arasındaki silahlı çatışma ortamının genişlemesi, klasik parlamento yöntemlerini ideali­ze eden sosyal demokrasinin ilkelerini sarsarak, bağnazlaşma- ya yol açan bir rol oynamıştır. Üstelik parti tabanında küçük üretici ve gençlik kesimlerinin devrimci hareketten etkilenme­leri, ilçe ve gençlik örgütlerinin devrimci güçlerle yerel işbirlik­leri içine girmeleri tepedeki burjuva cğilinimi iyiden iyiye te­dirginliğe uğratarak, tasfiye politikalarını gündeme getirdi. Fi- nans-kapital, sosyal demokrasinin ikircikli ruh halini gözden kaçırmazdı. Öncelikle işçilere ve devrimcilere yöneltilmiş fa­şist katılma politikası, önde gelen demokrat aydınlan ve doğru­dan CHP üyelerini hedef alanı içine alarak genişletildi. Zama­nın içişleri Bakanının deyimiyle "Öldürülenler normal CHP'li- ler değil anormal CHP'ilerdi" Sosyal demokrasi üzerindeki bu yassıltma politikası amacına kolayca ulaştı. Finans-kapital ve halk harekatı arasında bocalayan tekeldışı burjuvazi, çareyi te­kellerle uzlaşmakta aradı. Sosyal demokrasinin işçi hareketi ve devrimden duyduğu korku, finans-kapitalden duyduğu hoş- mutsuzluğa ağır bastı.

1978'de APve diğer küçük partilerden transfer edilen 11 milletvekili ile gizli bir CHP.AP koalisyon oluşturan Ecevit, fı- nans-kapitalle uzlaşarak haklı hareketini yatıştırma politikası­na yöneldi. Daha önce başarısız kalan toplumsal anlaşma kam­panyasıyla (Halil Tunç Başkanlığındaki Türk-Iş, ilerlemeci Disk Yönetimi ve CHP arasında kotarılmıştı.) işçi hareketine sinsice saldırmayı planlayan Ecevit, K. Maraş olaylarının ar­dından finans kapitalin o çok arzuladığı sıkıyönetim uygulama­sını başlattı. İsmail Cem finans kapitalin CHP hükümetiyle amaçladığı hedefi açıklıyor: " Ekonominin ve sermayenin ihti­yaç duyduğu bütün sevimsiz önlemleri hükümete aldırtmak böylece CHP'yi onu destekleyen KIT'lerin gözünde zor durum­da bırakmak, daha sonra da ekonomik sorunları ve dehşet tırma nişim da gerekçe göstererek hükümeti düşürmek "(5)

Doğru söze ne denir? CHP'nin 12 mart çıkışındaki hükü­met deneyiyle 1978'deki hükümet amacı arasında 'finans kapi­tale rağmen' ve 'finans kapitalle uzlaşarak' deyimleri arasmdai. fark ölçüsünde keskin bir zikzak bulunur,

Çağdaş YOM 4 B M

Page 15: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

CHP hükümeti "kendine iki temel görev seçtiğini açıkla­yarak işbaşına gelmiştir:

"1-Cangüvenliğini gerçekleştirmek 2-Dış siyasal ilişkileri düzeltmek ve ekonominin dış kaynaklarını harekete geçir­m ek"^)

TürkçeskDevrimci hareketin halktan tecrit ve IMF reçete­lerinin kullanılışı.CHP finans kapitalin partileri yıpranınca,onu bunalımdan çıkartma sorumluluğunu üstüne almıştır.

Tekeldışı burjuvazi açısından bunalımdan çılaşm iki yolu olabilirdi.Finans kapitalle beraber veya finans kapitalsiz.Biri sosyal demokrasiyi sosyal faşizme kaydınr(ki 1978 ve onu izle­yen iki yıllık dönemde CHP 12 Eylül zemininin örülmesine iste­yerek ya da istemeyerek katkıda bulunmuştur.),öbürüyse de­mokratik devrim cephesinde yer almaya götürür.

12 Eylül'e doğru tekeldışı burjuvazi,işçi hareketi ve devrim tehdidinin yükselişi karşısında finans kapitalsiz yapamıyacağı- m anladı.Bu,tekellerin sınırlandırılmasına dayalı programatik taleplerin çok fazla gerisine düşmek demektir.Sosyal demokra­si,finans kapitalin istikrarzpolitikalannı uygulayarak işçi sınnfi ve halk hareketinin sönümlcndirilmesi zemininde bu ortaklık­tan tekeldışı burjuvazi için bir çıkış yolu yaratma serabına kapıl­mıştır.

Ancak,bu seçimin bir de öbür yüzü vardır ki o da küçük burjuvaziden kesin bir koppuşmayı göze almak anlamına ge- lir.Teslimiyetçi bir ruh hali içindetckellerle açık bir uzlaşmaya girerek küçük üreticiliği yönlendirmek mümkün olamazdı.Ni- tekim,1969 sonrasmııi "toprak işleyenin,su kullananın" gibi kü­çük üretmenlerin taleplerini dillendiren zloganları 1977'lerde tümüyle unutulmuştur.Kaldı ki .küçük üretmen yığınlarının dü­zene karşı protestoları yayılırken,tekeldışı burjuvazi finans ka­pitalle arasındaki mesafeyi derinleştirip çatışmayı göze alma­dan küçük burjuvazinin radikalleşmeye yönelen taleplerini de omuzlayamazdı.

Tekellerle uzlaşması sosyal demokrasinin bütün gerici iç­yüzünü ortaya sererek,ona umut bağlayan yığınlarda derin bir hayal kırıklığı yarattı.llk anda CHP'den vaadlerini gerçekleştir­mesini bekleyerek kısmen durulan kitle hareketi,umutlar boşa çıkınca yaygm toplumsal hayal kırıklığın ortamında düzcndışı arayışlara yöneldi.Devrimci mayalanma kitleler arasında hızla yayıldı.1979 Senato seçimlerinde CHP'nin önemli ölçüde oy kaybma uğraması sosyal demokrasiden umudunu kesen kitlele­rin sosyalizme yönelmeye başladığına dair en belirgin işaretler­den sayılabilirdi.

Bütün bu gelişmelerin doğurduğu iki önemli sonuç olmuş­tur .Birincisi,CHP'nin içinde bir çatlamanın baş göstermesi­dir .Tekellerle uzlaşma politikası küçük burjuvazinin taleplerin­den ve kitlesel protestolarından az çok etkilenen sol kanatla,tes- limiyetçi merkez yöneıimi(Baykal-Topuz ekibi önce bu sırada kendini göstermişti.)arasmdaki çelişmeler büyümüştür.An- cak,burjuva sosyalizminin onmaz kuyrukçuluğu.küçükburjuva devrimciliğinin günü birlik mücadele anlayışı yüzünden dev­rimci hareket CHP içindeki bu çatlamadan kendi lehine yarar­lanmayı başaramamış,sol kanadı CHP'den kopartarak halk ha­reketine kazanmak mümkün olmamıştır.

İkinci ve asıl önemli sonuçsa,Devrimci Yol'un güçlenerek halk hareketinin pratik öncülüğüne yükselmcsidir.Ekonomik krizin yıkıcı etkileri altında,radikal tepkilere yönelen küçük üreticilik sosyal demokrasiden kopuşarak daha ziyade Devrim­ci Yol çevresinde yığılmaya başlamıştır.Dev-Yol öncülüğünde gerçekleşen tütün,fındık,çay,pancar mitingleri bunun en tipik göstergcleriydi.Fatsa ve Çorum barikatları da yoksul köylülü­ğün 1969'daki toprak işgali eylemlerinden sonra kırda yaşanan en devrimci ve 12 Mart öncesinden daha yaygm etkilere ulaşan direnişler olmuştur.

Falsa ve Çorum barikatlarının Tariş-Gültepe direnişiyle eş zamanlı patlaması hiç bir şekilde rastlantı olarak nitelendirile- mez.Tekcldışı burjuvazi küçük üreticilikten kopuşarak finans kapitale teslim olurken,küçük üreticilik proletarya ile ittifak ze­minine sıçramıştır .Bu sancılı gelişmenin politik düzeydeki en önemli ürünü Devrimci Yol'un "Devrimciler Ne için Savaşı- yor'başlıklı program taslağında şekillenen küçük burjuvazi de­mokrasisi anlayışıdır.

Küçükburjuva demokrasisinin program düzeyine yüksel­tilmesinde Devrimci Yol'un attığı ilk adım 12 Eylülle gelen libe­ralizm dalgasında boğuldu.Kendi küçük burjuva zaaflarının al­tında ezilen Dev-Yol eski zemininden çark ederek liberal küçük burjuva aydm karakteri ağır basan mirasyedi topluluklarına bö­lündü.

Gelecek üzerine spekülasyonlar üretmek bizim işimiz de­ğil.Ancak.toplumsal mücadelenin yeniden yükselişine bağlı olarak Dev-Yol'un eski zemininden yola çıkan bir küçük burju­va partisinin oluşumu da tümden olanak dışı sayılamaz.Bugün Devrimci Yol mirasına bağlılık iddiasmda bulunan arkadaşların bu olanağı araştırmaları en samimi dileğimizdir.Kendi iddiala­rıyla tutarlı davranış göstermek eğiliminde bulunuyorlarsa yap­maları gereken şey de budur.

12 EYLÜL VE SOSYAL DEMOKRASİ

12 Eylül halk hareketi ve ekonomik bunalımın baskısıyla kuduran finans kapitalin Anayasa,Parlamento,siyasi partiler gi­bi yumurta küfelerini sırtından atışıydı.Kendi politikacılarını bile feda etmekten çekinmeyen parababalan zafer arabalarına bağladıkları sosyal demokrasiye vefa borcu duyabilirlermiydi? Uzlaşmanın ödülü,paürtinin kapatılması ve mal varlığının Hâ­zineye devredilmesi oldu.CHP'nin devrimden korumaya çalış­tığı "demokrasi"faşizm tarafından rafa kaldırıldı.

12 Eylülden önce teslimiyet cephesinin başmı çeken Ece­vit yılgınlığa kapılarak panik içinde pratik politikadan çekil- di.Eski mesleği olan gazeteci-şairliğe geri döndü.1981 yılında çıkardığı Arayış dergisinin sütunlarından yemlen devrimci ha­rekete şimşekler yağdırdı.Faşizmin sorumluluğunu,"terör orta­mı "yaratarak orduyu davet eden (l)devrimci harekete yükleyip finans kapitali aklamaya,kendi kişiliksiz uzlaşma zeminini sa­vunmaya çalıştı.

"Can ve mal güvenliği"derdine düşmüş tekeldışı burjuva­lar "anarşi-terörü" ezmeye giriştiği ölçüde 12 Eylülü destekledi­ler. Ama ne zamanki 12 Eylülün işçi eylemini bastırıp devrimci halk hareketini tasfiye etmekle yetinmeyeceği ortaya çıktı;24 ocak kararlarının mantıksal sonuçlan kendini göstermeye,kü­çük ve orta işletmeler kapılarına kilit asmaya,orta tasarruf sahi­bi parasım banka ve bankerlere kaptırmaya başladı;işteo zaman sosyal demokrasi mızmız bir muhalefet gösterisine girişmek zorunda kaldı.

Necdet Calp'in başkanlığındaki Halkçı Parti CHP potansi­yelini tekellerin ideolojik ağlan içinde eritmeyi amaçlayan sos­yal demokrat görünümlü bir finans kapital partisiydi.Finans ka­pitalin 83'de zorlandığı demokrasicilik oyunu istenmeyen so­nuçlar doğurup faşizmin yapay müdahalelerle politik ortamı ye­niden düzenleme çabalan suya düşünce.Halkçı Partinin sosyal faşizm deneyi de çöküntüye uğradı.Ancak,12 Eylül'ün dayattığı politik çerçevedeki ilk gedikler tekeldışı burjuvaların mızmız­lanmalarıyla açılmadı;finans kapitalin tabansız istikran kendi­liğinden delindi.Sosyal demokrasi,ancak bu delikten kafasını ihtiyatla uzatabildiği ölçüde sesini çıkartabildi.

Bu nedenle finans kapitalin HP başarısızlığı sosyal de­mokrasinin hanesine çizilmiş bir olumluk işareti sayıla- maz.Tcrsine,kapatılan CHP 'nin bugünkü ardılları sosyal de­mokrasinin 1969-1977 döneminde izlediği politik çizginin çok daha gerisine savrulmuş durumdadırlar.Onların 12 Eylül sonra­sındaki çıkış noktalarım,1978'deki teslimiyetçi uzlaşma tutum­ları oluşturmaktadır ve bugünkü halleriyle "Ortanın solun- da"değil,burjuva siyasal yelpazesininjncrkez-sol partileri du­rumda bulunuyorlar.

Eski CHP'nin,tekeldışı burjuvalar ve küçük üretmenler ol­mak üzere iki sosyal ayağı bulunuyordu.Bugünü sosyal demok­rat partilerin en önemli farklan parti içinde eskiden de zayıf kal­mış olan küçük burjuva sosyal ayağını tümden kesip atmış ol- malarıdır.12 Mart ve somasında orta tabakaların kendi politik zemininde tekellerle mücadele eden sosyal demokrasi kimi sos­yal demokratlara "sapma"olarak görünen 78 sonrasının tekel­lerle uzlaşma politikasını ana karakter olarak benimsemiş.12 Eylülle açılan yeni dönem açısından konuşursak,tekellerin gü­dümünde politika yürütmeyi daha baştan kabullenmiş durum-

m ¡Çağdaş YOL/15

Page 16: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

\

d ad ır.Tckcldışı burjuvazi yi ,kend i celladına boynunu uzatmaya zorlayan teslimiyetçi içgüdü işçi sınıfı harekeli ve devrim kor­kusu sınıflar savaşının günlük dalgalanmalarıyla birikerek güç­lenen radikalleşme eğiliminden duydukları ürküntüdür.Yoksa finans kapital sosyal demokrasiye tecavüz etmedi.Sosyal de­mokrasi,kişiliğini dostunun ayakları altına sermekte,marazi heyecanlar keşfeden sapık aşüfte rolüne kendi arzusuyla soyun­du..

Bu durum,günlük siyasal retorikleri arasındaki önemsiz farkılıklar dışında,aynı zemini paylaşan SHP ve DSP 'nin prog­ramlarında da her günkü politik tutumlarında da açıkça gözle­nebilir. -

Ekonomideki devlet denetimini güçlendirmeyi,doğal kaynaklar,stratejik sanayi kolları ve savunma sanayiin dış poli­tikayı etkileyebilecek dallarında ağır sanayi ve ekonomiyi yön­lendirmede de büyük önem taşıyan ara mallan ve yalının malla­rı sanayiin de devletin etkinliğini savunan bu alanlardaki özel yatırımların sınırlandırılmasını arnaçlayan;dcvlctin özel ser­mayeyle ortak lık kurmasını reddederek daha önce kurulan or­taklıklardı bir program içinde sona erdirilmesini kamu hizmet­leriyle ilgili altyapı projelerini devletin kendisinin yapmasını piyasanın halk yararına düzenlenmesi için devletin düzenleme satışları yapılmasını isteyen,iç ve dış ticarette aracılık aşamala­rını gereksiz gören 76 CHP programının tersine SHP progra­mında özelliştinııclerc karşı çıkılmasına rağmen devletçilik an­layışında dalıa sınırlı bir tanımlama göze çarpmaktadır.Halla si­vil toplumcu DSP devletçilik ilkesini tümüyle programındım çıkarmıştır.CHP programındaki "büyük anapara çevrelerinin- bankacılığı kendi egemenlikleri veya denetimleri altında bu­lundurmaları önlenecektir." şeklindeki nispeten açık ifade SHP programında "Holdinglerin sahip oldukları bankaları kendi çı­karları doğrultusunda yönlendirmelerine son verileceği" gibi çok daha geri ifade biçimleri bcnimscnmişlir.DSP ise özel ban­kaların birer kamu kuruluşu gibi çalışmalarını sağlamaktan ya­na olduğunu ifade cdiyor.Tckelci işletmelerin ve bankaların kendi çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermelerini nasıl en­gelleyebilirsiniz?Hele hele onların kamu kuruluşu gibi çalış­malarını nasıl sağlayabilirsiniz?Bu mantıkta sırıtan aptalca ha­yaller bir yana,bütün bu saçmalıkları tekellerin gölgesine sığı­narak nasıl gerçekleştireceğini ifade etmekten sosyal demokra­si sürekli kaçınmakladır.Her iki partinin programında taleple­rin sık sık "çelişik","yetersiz","belirsiz","muğlak" ifadelerle geçiştirildiğini bizzat sosyal demokrasi leorisyenlerin kendile­ri belirımcklcdir(7)"Toprak işleyenin.." parolasına ve orta köy­lülüğün taleplerine denk düşen ütopik köy-kcnl projelerinden ise hiç söz edilmemektedir.

CHP programında tekellerin devlet denetimi altına alarak sınırlandırılması devletin sınıfsal karakterini gözardı eden üto­pik mantığına rağmen,ana eksen olarak bcnimseniyordu.Prole- tarya açısından önemli olan mülkiyelin devlete ait olması değil­dir.Asıl önemlisi devlet mülkiyetinin hangi sınıfların çıkarları doğrultusunda kullanılacağıdır.Devlcl mülkiyetinin kullanımı­nı belirleyen bütün faktörse devletin kimin elinde bulunduğu sonınuna gelip dayamr.O yüzden,her devletçi uygulama mülki­yelin toplumsallaşlırılmasıanlamına gelmez.

Aksine kapitalist devletçiliğin nasıl azgın finas kapital sö­mürüsü yarattığını,devlet kapitalizminin mali sermaye ege­menliğinden ayrılamayacağım Türkiye'de yaşayan,Avrupa'da­ki gelişi az çok tanıyan her bilinçli işçi çok iyi bilir.

CHP programının bu temel zayıflığı onun pratikte finans kapitalden bağmışız bir çizgide tutunmasını engcllcmiştir.Fa- kat bu ütopik kavrayış bütün pratik zaafına rağmen,teorik plan­da tckcldışı burjuvazinin bağımsız zeminini oluşturur .Teorik amaç ve pratik tutum arasındaki çelişme zaten onun alınyazısı- dır.

CHP devlet sınıflarının vesayetçi geleneğinden,onunla esinlenmiş,motive olmuş tckcldışı burjuvazinin ütopik devlet­çiliğine doğru evrimleşmişti.Şinıdi,sosyal demokrasi tekeller güdümü alımda politika yürütmeyi ana karakter olarak benim­seyen tavrıyla devletçi geleneğinden kopma yoluna girnıiş- lir.Sivil toplum teorilerinin kazandığı popülarite ,SHP ve en çok DSP programında gözlenen İsveç taklitçiliği bunun göster-

........ .................................................................Tlgesidir.

Ancak tckcldışı burjuvazinin teslimiyetçi tavrına uygun düşen sivil toplum stratejilerinin bizde nasıl bir "yeni tür devlet­çilik" olarak kavranılmaktan öteye geçemediğini M.Yılmazer Devrimci Demokrasinin Programı (Çağdaş Yol Sayı 2) yazısın­da göstermişti. Aradaki fark,piyasa unsurlarının teoride kazan­dığı ağırlıktan ileri gelir .Burjuva iktisadı zaten,bir serbest piya­sa idealizasyonudur dcnecek.Bu doğru .Hatta,tckcldışı burjuva­zinin serbest rekabet özlemleri açısından çok daha doğru. Ama günümüzde kapitalist piyasa üzerindeki tekelci baskı,tckcldışı burjuvaziyi devletçilik, idealizasyonuna itmektedir .Bu neden­le,devletçi anlayıştan gerileme ve piyasa ekonomisinin teoride kazandığı önem finans kapitale açık bir teorik meşruiyet kazan­dırılması finans kapitalsiz yapılamıyacağımn kesin ilamdır.Si- vil toplumcu "alternatif" planlı devlet müdahalesiyle serbest pi­yasa dinamiklerinin sentezi olarak sunuluyor .Bunun günümüz­de kazandığı anlam,tekelci devlet kapitalizmi kabulümüz­dür,finans kapitale rağmen değil onunla uzlaşarak politika sö­zünden öteye gitmez .Biz sizin üstünlüğünüzü tanıyoruz ama siz de bizi biraz gözetin,efendim !

İsmail Cem sosyal demokrasiyi,sermayenin(Siz finans kapital anlaym)"akılcı ve iyiniyetli muhalabı"olarak tanımlıyor .(8)Ondandır,"akılcı"ve "ihtiyatlı" SHP'nin oldukça iyiniyetli gösterileri.l Mayıslardaki gerici tavır,Kürt sorununun bayağı reformist dile getirilişine bile vahşi bir öfkeyle saldırış,cczacv-' lerindeki açlık grevlerine tepki,direnen öğrencilerin polise tes­lim edilmesi,Sol kanada yönelik tasfiyeci operasyon ,Bolu- Taksim toplantılarında finans kapitali "Biz sosyal demokratlar­dan boşuna korkuyormuşuz yahu " dedirten bağlılık yeminle­ri,Cumhurbaşkanı seçimine yönelik ANAP'la işbirliği eğilimi aslan terbiyecileri önünde diz çöküp boyun büken Baykal ekibi­nin parti içine döndüğünde despotik fırsatçılığı.

Finans kapitalin sosyal demokrasi üzerindeki ehlileştirme politikalarının sadık maşası Deniz Baykal yemin billah cdi- yor:"Bakın biz artık çok uslu olduk.Eh,arlık siz de bizim şu al­ternatif olmayan alternatifimizi lamsanız” Baykal'a görc,"alıer- nalif'sorununda kilit noktası,enflasyonla mücadele.Finans ka­pital ekonomisinin koşullan içinde bunun ancak halka kemerle­ri daha da sıktırıp işçi hareketine saldırmakla mümkün olabile­ceğini görüyor olmalı ki şunları söylüyor:

"Sadece enflasyonu denetim altına almanın önemini anla­mak ve kavramak yelmiyor,onun ancak ciddi bir bedel ödeye­rek düzeltilebileceğini de unutmamak gerekiyord.Birinci nokta geleceğe yönelik siyasi kararlılıksa,İkincisi bunun ötesinde si­yasi bir bedeli göze almakla ilgilidir. "(9)

SHP bedeli finans kapitale mi ödettirecek ? Bunu düşün­mek fazla saflık olurdu.Bedeli ödeyecek olanlar belli.Ancak bunalım faturasını işçi sınıfı ve halka ödettinnenin SHP açısın­dan da bir bedeli olmalıdır. O bedel SHP'nin sınıfsal kimliğin­deki değişim sancısıdır.Bugün SHP'yi tckcldışı burjuvazinin öz eğilimi olarak tanımlama olanağı kalmamtştır.Sosyal demokrat partilerin günümüzdeki karakteri,tckcldışı burjuvazinin finans kapitalle uzlaşma eğilimlerine sözcülük clmeleridir.Şimdi De­niz. Baykal liderliğinde SHP finans kapital politikalarının söz­cülüğüne doğru giden bir yola girmiş görünüyor.En azındır Baykal ve ekibi bu yolda "siyasi kararlılık larını"belirtiyor- lar."Demokratik Yenilenme"programıyla yakın gelecekle le- galleşmeyi bekleyen TBKP ise sosyal demokrat partilerin sağ- kayışından,doğan özeğilim boşluğunu doldurmaya pratik ola­rak adaylığını koymuş bulunuyor.

SHP'nin bir finas kapital partisi haline dönüşümü öyle ko­lay olur mu ? Olmayacağı belli.Açık güreşmekten kaçan Ba\ - kal'ın sinsi opcrasyonlarıbunu göstcriyor.Hcr dönüşüm büyük kopmaları göze alarak gerçckleşebilir.Altematif yaratamıvışa yol açan iktidarsızlığı yüzünden ele avuca gelmez hiziplerin ka­çınılmaz sürtüşmelerine boğulan SHP'nin finans kapital ve halk güçleri arasındaki çatışmanın yükselişine paralel olarak çatla­ma ve bölünmelerle yüzyiizc gelmekten kaçınamayacağı sü_\ . nebilir.Parti içi sürtüşmeler bu gidişin şimdilik sonu belirsiz fi­! izlenişini andırıyor.Fiııans kapital ve halk cephesi arasmu. açık bir tavır belirleme zorunluluğu şimdiki çatlakları derinleş­tirerek bölünmelerin zeminini olgunlaştıracaktır.

Çağdaş YOL/16 [ ~ -■ ----- 3

Page 17: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

Sosyal demokrasi karşısında devrimci proletarya bölücü ol­mak zorundadır.Sosyal demokrasinin çatlaklarına kamayı so­karak derinleştirmek ve bölünmeyi hızlandırmak kadar bölün­menin politik zeminini belirlemeye çalışmak da devrimci takti­ğin özüne ilişkindir.Bunun tek yolu da sosyal demokrasi ve her türden refonnculuğıın yığınlar arasında yaygın ve etkili deşif- rasyonudur.SHP zemininden kopuş olumluluğunun TBKP ze­mininde çürümesini engellemenin yolu da budur.Ancak prole­taryanın müdahaleci taktiği yığınlar arasında reformist hayalle­ri kışkırtan iki ana odağm;Sosyal demokrasi ve TBKP 'nin yı­ğınlardan tecridi üzerine kurulursa bir anlam taşır. Yoksa parti- içi hiziplerin sonu gelmez,sürtüşmelerine kapılıp kalarak asıl perspektifleri yitirmek gibi tehlikeli bir abartmaya düşmekten kaçınmak mümkün olmayabilir.

SHP'DE SOL KANADIN YAPISI

Pinti içinde hatırı sayılır bir çokluğa sahip olan sol kanat,ge­nellikle kitlesel tepkilere sempati duyan unsurlardan oluşsa da son derece tutarsız,belkemiksizbir yığılmadan oluşuyor.Bazı nüanslarda birbirinden ayrılan çeşitli eğilimler,(Ve tabii kimi hot-zotçıı kariyerist kişilikler de buna dahil) Baykalcı merkezin gerici pragmatizmine karşı birleşmiş görünüyorlar.Sol kanadın ortak davranış platformu,şimdilik budur.Yoksa parti programı­na ve ekonomik yaklaşımlara karşı şimdiye kadar itiraz eden ol- madı.Bu da sol kanat unsurlarının program zemininde parti yö­netiminden ayrı düşünmediklerini gösteriyor.Bunlar kitlesel tepkilerden az-çok etkilenen ve demokratik talepler konusunda somut pratik tavır arzusunda bulunuyorlar diyebiliriz.Çoğu es­ki devrimci hareketlerden kopup gelen unsurlar olarak kitle ör­gütlerine yakırlıkİ arıyla biliniyor.

Sol kanat içinde üç ana kategori gözlcmleniyortSivil top­lumcu aydınlar ,suskun "işçi liderleri",Kürt milletvekilleri.Si­vil, toplumcu aydınların zemini,Baykal'dan pek farklı değil­dir. Aynı eğilimi Baykal kurnazca pragmalik politika yöntemle­riyle yürütüyor.Sivil toplumcularsa Batı tipi sosyal demokrat partilere öykünüp sosyal demokrasinin ilkelerine kitabi bir bağ­lılık göstcriyorlar.Şark tipi politika yöntemleri ideolojik pren­sipleri üstün tutan aydınlara pek yakın gelmiyor.Aslmda bakı­lırsa,bunlar sivil toplumcu DSP'yc daha yakın görüniiyor- lar.Ama Eceviı'in hırçın despotizmi bu buluşmayı ta başından engelledi.

Sendikacı milletvekillerinin genel özellikleri suskunlukları- dır.Tiksindirici ürkeklikleri,zamanında onların peşinden yürü­müş ortalama işçilerde bile öfke uyandırıyor.Ancak sosyal kö­kenleri ve geçmişteki eğilimleri gözöntinc alınırsa bunların TBKP'ye daha yatkın olduğu söylenebilir.

Kürt milletvekilleri ise SHP'ye egemen olan havayla kıyas- landığmdaradikal bir eğilime sahipmiş gibi görünüyorlar.Bazı- ları "SHP'içindeki devrimci-demokratlar"deıııektc.Bu tespite katılmıyoruz.Devrimci demokratların yeri demokratik devrim mücadelesidir.Kendileri de öyle olduklarıma inanıyorlar­sa, SHP'de işleri ne ?

Onların gözden kaçan asıl karakterleri Doğu'da yükselen ulusal mücadeleden cesaret alan Kürt milli burjuva eğilimini temsil etmeleridir.Ulusal hareketin devrimci önderliğine karşı­dırlar.Doğudaki baskı ve asimilasyon politikasına karşı çıkı- yor;dil,kültür özgüllüğünü istiyor,Doğunun kalkındırılmasını savunuyorhır.SHP içindeki varlıkları KürL milli burjuvalarının reformist taleplerini SHP iktidarında gerçekleştirme umutları­nı yansıtıyor.Ancak Kürt sorununun bugünkü boyutları sosyal demokrasinin sırtında,onu finans kapital.güdümüne zorlayan bir demokrasi kamburu oluşlurmaktadır.Bu yüzden genel ola­rak Kriit milletvekilleri SHP'den çok burjuva Kürt sollarına yat­kın görünüyorlar.Zatcn onlar da SHP'yi bir çalışma alanı olarak

benimseyip sosyal demokratların iktidarmı tercih edilir bir rum olarak görmüyorlar mı ?

Sonuç olarak gelecekte kimi sol kanat unsurları TBKP,Burjuva Kürt sollan ve liberalleşerek devrimci çizgit kopan bazı eğilimlerle (Kuttuluş,Dev-Yol bölükleri gibi) a zeminde buluşmaları pek muhtemelgörünüyor.

SONUÇTürkiye'de sosyal demokrasi finans kapital politikacılığ

doğru evrimleşen yeni bir sürece girmiş bulunuyor.Önümüz ki dönemde -Demirci'den önce veya sonra-bir SHP iktidarı; nünde beliren güçlü olasılık,sosyal demokrasi karşısında!-: ; lotarya taktiğini bu baknndan dalıa da güncelleştiren biı ■ ■■ nuyor.Finans kapital SHP'yi-şimdilik ikisi de yeterin- - görünmese de-kitle hareketi üzerine yumuşak bir iniş i e txı lımın seyrine göre gelişecek AT manevraları için yedek bir i dar atı olarak hazır tutma amacını güdüyor.Gcçen yılkı Bay operasyonları,finans kapitalin SHP'yi iktidar hazırlığı yönüı ehlileştirme planlarının bir parçasıydı.Fizik Profesörlüğüm gelme sakin görünümü altında kurnaz babanın oğlu rolünü nayan Erdal Bcy'in de Baykal'ı kayıran dengeci yaklaşımı operasyon başarıya ulaşmışgöriinüyor.

Şimdi sosyal demokrasi her ne kadar kitleleri ikna ve tatı edici yeteneklerini yitinniş görünse de,işçi sınıfı ve halk yıj ları arasında sınıf savaşımını daha yüksek mücadele gücü rektiren görevlerine karşı cesaretsiz kalış şeklinde somutla yılgınlık izleri,sosyal demokrasinin geçici bir parlaklığa kas masına neden olabilir.Sosyal demokrasinin geçici içyüzı sergileme görevinin taşıdığı önem,bu yüzden kitlesel lıoşı suzlukları pratik eylemlere dönüştürerek harekete geçinne ğrnlarm moral güçlerini ve cesaretini yükseltmek doğrultus daki pratik devrimci önderlikten ayrı düşünülemez.

■ Proletarya sosyalizminin her gün başta işçi sınıfı olmak t re her toplum kesimine haykırması gereken gerçeklik şııdt

Refonnizm ve sosyal demokrasi çare olamaz.Halk yığml nın gerçek kurtuluşu kendi devrimci demokratik güçlerinde lıyor.

DİPNOTLAR: ^1-Dr.Hikmcl Kıvılcımlı..Ortanın Solu ve Küçük Ürctmcı

rimiz.2-B.Eceviı ..Ortanın Solu3-lsnıail Cem..Siyaset yaz rı4 -lsm ail C cm ..a ,g .e .5 -lsm ail C cm ..a .g .c .6 -Isu Cem..a.g.e.7-Şahin Alpay-Seyfcttin Gürsel..SHP-DSP/Nf de Birleşiyorlar,nerede ayrılıyorlar ?8-lsmail Cem..Engcllcı Çözümlcr9-Ekonomik Panorama..23 ekim 1988

^ Ç a ğ d a ş YOI

Page 18: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

(Yeni Öncü Eleştirisi)

EYLÜL DERSLERİ : " SOSYAL DEMOKRASİ"s _____ ■ ■ ■ ■ __ V

ya da LİBERALİZMİN SINIK BAYRAĞIMehmet YILMAZER

Yeni Öncü sayfalarında en çok tar­tışılan konu "sosyalist demokrasi" olma­sına rağmen, bu siyasi çevrenin en önemli sorunu yada gerçek gündemi sosyalist demokrasi değildir. "Bilimsellik", "ço­ğulculuk" gib| parolalarla yola çıkan Ye­ni Öncü, sayfalarında yürüttüğü tartışma­larla bugün dağılma noktasma gelmiş gö­rünüyor. Ya da birbiriylc uzlaşmaz görü­nen görüşlerin "ortak"' platformu olmuş­tur. Bu çok sesli çoğulculuk nereye kadar gider bilemeyiz. Eğer Yeni öncü aydınca bir tanışma platformu olmaktan öteye bir iddia taşımasaydı böyle " çok sesli"liğin bir sakıncası olmayabilirdi. Ancak Yeni Öncü siyasi mücadele verme iddiasında­dır, hatta "partileşme süreci"nde olduğu­nu söylemektedir. O zaman farklı sesle­rin derinliği aşın önem kazanır. Bir siya­si parti temel bir ideolojik görüşe ve bun­dan çıkan bir programa dayanır. Çok ses­liliği bu program sınırlar ve kimi sesleri dışlar. Yeni öncü "cephe" kökenli bir si­yasettir. Ve cephe eğilimlerinin geçirdiği evrim, bu iki on yıllık mücadele dönemin­den çıkartılması gereken en önemli ders­lerden birisidir.

KISA GEÇMİŞ12 Mart çıkısında Yeni Öncü çev^

resindekiler eski Cephe deneyimi yada Kesintisiz Devrimin teorik temellerini yalnızca iki yönden eleştirdiler: Kema­lizm ve Öncü Savaşı' nın inkarı. Kema­lizm'le ilgili M. Çayan'm yanılgısına kı­saca değinilir ama hemen "sağındaki güç­lerden devrim bekleme anlayışından THKP-C'nın kopduğunu söyleyerek, teo­rideki "sağ" filizler telaşla örtülür, "öncü Savaşı" ise, "hareketin kendine özgü olan en önemli yanlışı" olarak görülür. Böyle- ce yalnızca sonuçla uğraşılmış olur, öncü Savaşı Kesintisiz Devrim’deki temel tez­lerin kaçınılmaz bir mantık sonucuydu. Yalnızca en sivri sonucu clişlimıck, cesa­retle siyasetin temel görüşlerini kritik edememek, o dönem bu çevreyi ister isle­mez kararsız bir konuma itmiştir. Ayrıca eğer Kesintisiz Devrim'm şckilcniş zemi­ni irdelenirse, onun ve elbetleki Öncü Sa- vaşı'nın TİP'nin ve AK Aydınlığın pasi- fıst, tiksinti veren oturganlığma bir tepki olduğu hemen görülebilir. Öncü Savaşı, 12 Mart yaklaşırken burjuva sosyalizmi­nin teslimiyetçi tutumuna karşı devrimci

bir öfkeyi temsil etmiştir. Elbette kendini yakan bir öfke.

12 Eylül'e yaklaşıldığın­da yığınlardan umut kesil­miş, Ordunun Ocak 1980'de- ki "mektubuna"karşılık "ge­nel direniş" yapılması çağrı­sına karşı çıkılarak "işçilerin eğtimi" taktik olarak öneril­miştir. 1980 1 Mayıs'ında DISK'in ¿zemininde kalınmış, son DİSK K ongresinde "devrimci m uhalefetin ko­nuşmasına karşı çıkılmış, Baştürklere doğru yalpa ya­pılmıştır.

12 Mart çıkışında teorik temelin devrimci bir kritiğini yapmak yerine yal­nızca bir sonucu (öncü Savaşı) öne çıkar­tıp bununla yetinmek burjuva sosyaliz­mine karşı duyulan öfke ve devrim ci tekpki barajım kaldırıp atmak oluyordu. Hiç şüphesiz ki yalnızca öfke ve tepki yet­mez, bu bilinçle bilimsel tahlille teınel- lendirilmelidir. Ancak o dönem bu yapıl­mamıştır.

12 Mart sonrası yeniden şekillenir­ken bu çevre başlıca üç tutum benimse- di.llki, "Marksizmin genel doğrularının öğrenilmesi" hedefiydi. 'Teorik eğilime" önem verilmeliydi. Bu amaçla 'Sosyalist eğitim dizisi' yayınlandı. Bunlara iyi ni­yetli çabalar olarak bakılabilir. Ancak önceki önemli yanılgıları "bilgisizliğe" bağlamak gibi bir tehlikeyi içinde taşı­yordu. Bilgi ve pratik deney, soyut olgu­lar değildi ve kişilerin bunları edinmesi bir sınıf eğilimine göre oluyordu. Bu önemli noktanın kavranılmadığının en somut belgesi deneylerden somut, sınır­ları çizilmiş teorik siyasi sonuçlar çıkar­mak yerine, "Marksizmin genel doğrula­rının öğrenilmesine sıçranılmasıydı. Pratiğin canlı ve yakıcı akışından kopuş, mücadeleyi yönetmede cesaretsizlik böyle başlar. İkincisi "Yığınlar içinde ça­lışma bir devrimcinin en önemli, en temel görevidir... Devrimci savaş bir avuç kah­ramanın savaşı değildir." Bu tutuma kim itiraz edebilir? Bu, 12 Mart acı deneyle­rinden çıkartılan olumlu bir ders değil mi­dir? Fakat söylenenler ne yazık ki açık gerçekliklerin yavanca tekrarı oluyordu. Sorun yığınlara nasıl, hangi parolalarla

gidileceğindeydi. Yeni " işçi sımfı hare­ketiyle sosyalist hareketin çakışamama- sı" tesbiti yapılıyordu. Ama smıfa yalnız- ça maksizmin genel doğrularıyla gidile­mezdi. Gidilse de, burjuvazi sosyalizmi­nin zemininden kopuşmak ondan farkı- laşmak mümkün olamazdı. Üçüncü tu­tum, "grupçuluğa" karşıdır. "En şiddetli bir biçimde başkalarını grupçulukla... suçlayanların kendileri küçük bir tekke­nin şeyhi olma muradına erdiler" Grupla­rın hangi zcminlcrede şekilendiğini kev- ramak yerine, onlara karşı öfkeli çıkışlar çözüm üretemezdi.

■ Her üç ders de ilk bakıldığında hiç de yanlış değildir. Ancak bunların altında bir sağlam temel, eski siyasi zeminin dev­rimci bir inkârı olmayınca hersi kararsız­lığı beslemek gibi bir sonuç doğurmuştur.

12 Eylüle yaklaşıldığında yığın­lardan umut kesilmiş. Ordunun Ocak 180'deki "mektubuna" karşılık "genel di­reniş" yapılması çağrısına karşı çıkılarak, "işçilerin eğitimi" laktik olarak öneril­miştir. 1980, 1 Mayıs'ında DİSK'in zemi­ninde kalınmış, son DİSK Kongresinde "devrimci muhalcfct"in kopuşmasına karşı çıkılmış, Baslüfek'lere doğru yalpa yapılmıştır. O günler de bir yazımızda "teslimiyet ccphesinc"doğru bu kayışı lesbit etmiş, açıkça eleştirmiştik. Bu.çev­re dalıa 12 Eylül gelmeden duraksıyor, çö­zülüyordu. Marksist eğitim yığın içinde çalışmak; grupçuluğu aşmak, parolalarıy­la yürüyen bu çevre 12 Eylül'le nasıl bir yol katclmişlir?

12 EYLÜL SONRASI: LİBERALİZME YELKEN AÇIŞ

Bu üç sorun: 13 yıl sonra biigün de Yeni Öncünün gündemindedir. Gündem aynı kaldığına göre değişen başka şeyler olmalıdır. Olaylar akıyor. Şeyler değişi­yor. Yeni Öncünün aynı gibi görünen pa­rolalarının özü nasıl değişmiştir, göz ata­lım.

TEMEL KONUM: "ARAYIŞ" "Açıkça ifade edilsin veya edilmesin, bu­gün bir arayış içerisindeyiz... Bugün yo­

Çağdaş YOL/181 1

Page 19: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

ğun bir ideolojik mücadeleden geçmek, yeniden saflaşmak zorundayız," (Y. ö n ­cü, S. 13 E.Taciscr.) Yeni Öncü sayfala­rında önemli konularda farklı görüşler di­le getiriliyor. Bu nedenle yazar isimlerini özellikle belirteceğiz. Ancak 'çelişki ve fuklılıklarıyla nereye akıyor?' ilgilendiği­miz sorun bu.

12 Mart sonrası "M ark- sizmin eğitimiyle" başlayan yolculuk, 12 Eylül hendeği­ne yuvarlanınca "Marksız- min teorik problemlerinin" tartışılmasına sıçrıyor ve he­nüz ou konuda ^'açık ya da örtük",bir "oluşum" yoktur. Yeni Öncü sayfalarından "Marksizmin teorik problem- lerinin"ana başlıklarını çı­kartmaya çalıştığımızda, ön sırada Sosyalist Demokra­si" problemi duruyor. Ardın­dan "kadın sorunu" nun gel­diğini söyleyebiliriz. Oysa bu konularda Marksizm-Le- ninizmin teorik sıkıntısı yok­tur. Ancak pratik sorunları vardır.

Yeni öncü, önüne yıllarca önce "teorik eğitimi" bir taktik olarak koyma­sına rağmen, tıfıla "arayış" içindedir. Ve "ideolojik mücadele söz konusu ise, fark­lı "ideolojiler"var demektir. Evet, 12 Marı'tan beri Kesinlisiz Devrimin leorik temelleri güden güne yitirilmiştir. 12 Ey­lül bu süreçte bir sıçrama yarattı. Yitiri­len teori, küçük burjuva radikalizminin leorisiydi. Yerine proletarya sosyalizmi konamazsa, bu çıkış noktasından genel­likle iki ana yöne yolculuk etmek kaçınıl­maz oluyor: Burjuva liberalizmi ya da kü­çük burjuva seklerliği..

Bu arayışı bir başka yazar şöyle formüle ediyor: "Daha özlü konuşurken yimıi yıllık Utrilı içinde yer tutmuş tüm fe­nomenler,Eylül ile birlikte yerleşik ko­numlarından sıyrılmıştır, özelde ve ge­nelde teoride siyasetle, pratikte ö/.cesi Marksizmin ilgi alanı içinde herşey olu­şum halindedir. Ve üst noktaya (parti) sıç­ramanın sancısını taşımaktadır." (Y.Ön- cü,s.l4 S. Oğulcan)

Eylül fırtınası Y. öncü sahillerine çok şiddetli vurmuş olmalıdır. Çünkü "eylül'le birlikte" "Marksizmin ilgi alam içinde herşey oluşum" haline girmiştir. Demek Eylül öncesi oluşan "herşey" yer­le bir olmuştur.

Yazar bunu E. Kürkçü'ye verdiği cevapta daha da belirginleştiriyor. "Yeni Öncü yazarları... Marksizmin teorik problemleri çevresindeki tartışmayı sona

erdirdikleri uygun çözümlere ulaştırdık­ları ve çözümlerin Y. öncü çevresinde özümlendiği yargısını açık yada örtük olarak paylaşmış, Marksizmin Türki­ye'deki gelişmesinde bir tarihsel evreyi tamamladığını ilan etmiş oluyorlar, "di­yen E. Kürkçüye yazar itiraz eder. "Yeni Öncü çevresinde açık veya örtük böyle bir yargı yok. Yukarıda da değindiğimiz gibi partileşme kavramı teoride, pratikle, içte ve dışta bir yeniden oluşumu imler" (a.y.S.Ogulcan)

Ve o momentte yakla­şan faşizme karşı işçi sınıfını genel bir direni: ? hazırla­mak yerine "işçiler politik olarak geridir, eğitilmelidir" taktiğim (!) öne sürenler na­sıl sınıf ile birlişebildi?

12 Mart sonrası "Marksizmin eği- limi"yle başlıyan yolculuk, 12 Eylül hen­değine yuvarlanınca 'Marksizmin teorik problemlerinin tartışılmasına sıçrıyor ve henüz bu konuda "açık ya da örtük" bir "oluşum" yoktur. Yeni Öncü sayfaların­dan "Marksizmin leorik problemlerinin ana başlıklarını çıkartmaya çalıştığımız­da, ön sırada "sosyalist demokrasi" prob­lemi duruyor. Ardından 'kadın soru­nunun geldiğin söyleyebiliriz. Oysa bu konularda Marksizm-Lcninizmin teorik sıkıntısı yoktur. Ancak pratik sorunları vardır.

Sosyalist ülkelerdeki sorunlar, 12 Eylül sürecine rasılamasaydı Yeni öncü neyi tartışacaktı? Bu sözde teorik sorun, hem Yeni Öncü nün gerçek sorunlarını örtmek için bir paravan lıemdc kaçmak is­lediği yönün teorik günahlarına göz alıcı birörlü olmuştur. Açıklayacağız.

Biz "donmuş kafalı dogmatikler" olarak, sözde "Marksizmin (bu) teorik problemlerini" çözmeden, Türkiye'nin sınıfsal yapı tahlilinin çözümlenebilece­ğini ve buna bağlı olarak devrimin prog­ram hedeflerinin belirlenebileceğini, bu temelde Parti ve Parti laktiklerinin kuru­labileceğini iddia ediyoruz. Yeni öncü yazarlarının sevdiği bir söz var, "yürür­ken düşünmeye devam etmek" Yürürken düşünmeyi öğrenmişler buna şüphe yok. Ancak ileriye değil geriye yürüyorlar. Marksizmin -Leninizmin gerek kendi içinden çıkmış ve gerekse dışındaki yan­lış eğilimlerle yürüttüğü savaşla kılıç ar­lıklarının yığıldığı mezarlığa yürüyorlar.

YAŞANAN SÜREÇ: "PARTİ­LEŞME." "Önüne partileşme süreci ko­yan (ne yazik ki planı değil) bir kollektif için kendini yenileme..." (Y. Öncü,s.l4 S. Ogulcaıı)

Yazar bu cümlecikte açıkça "parti­leşme süreci"nden yakınıyor. Gerçekten bilmeyen bir süreç. "Plan" olsa, İliç değil­se somut bir gidiş ve bir varış noktası ola­caktır. Ancak yıllardır, bu "süreç" yaşjanıp duruyor.

ö te yandan şöyle bir inanç dile ge­tirilir. 'Tarafları olduğum akını da içinde olmak üzere, hiç bir sosyalist çevre veya grubun kendi iç dinamikleri ve evrimiyle ülkedeki sosyalist mücadelenin gerekle­rini karşılayacak bir nitelik düzeye ulaşa­bileceğini düşünmüyorum. (Y.Öncü.s.l 1 E.Taciscr) Gerekli 'nitelik düzey' e ulaş­mak için "Marksistleriıı birliği" (ay) çö­zümlenmelidir. "Süreç" ve "Birlik" Yeni öncü'nünyürüyüşünü karekterizeeden iki kavramdır.

Ancak böyle bir gidiş sonsuza uza­nan bir çizgi görünümünü alınca karşıt tepkileri yaranımdan edememiştir. A. Ura] örgüt sorununu "enternasyonal ala­na" çekerken. Yeni Öncünün gündemine "devrim anlayışı", "tek ülkede sosya­lizm" vb. konuları yığıyor. (Y'.Öncii,s.14 A.Ural) Tam karşısında ise şu görüş yer alıyor. "Yeni Öncü çevresi ideolojik çiz­gisini değiştirmedi. "Bu ideolojik çizgi ye yakın bir faaliyet yürüten grup ve çev­reler de yok ortaklıkla. Buna rağmen ıs­rarla başkaları ile birlik savunuluyor ve ortak bir dergi öneriliyor. Kendine güve­nenler bazen bu yolda yalnız kalmayı da göze almalıdır.

'Tek ülkede sosyalizm teorisi dün­ya devrimi perspektifiyle çelişmemekte­dir. A.Ural yanlış olan, gündemimizde olmayan bir sorunla bizi uğraştırmak is­temektedir." (Y.öneü.s.l4,M. Ceylan)

"Herşeyin yeniden oluşum içinde" olduğu, adı dillere düşmüş "partileşme sürecinin kendi mantığı böyle karşıtlıkla­rı yaratmak zorundadır. Dipsiz bir süreç, "arayış” için tartışma, kaçınılmazca yeni tartışmaları gündeme getirecektir. "Sos­yalist demokrasi" üzerine kopartılan gü­rültülerin ardından neden "tek ülkede sosyalizm" sorunu gündeme gelmesin!

M. Ceylan, A. Ural "gündemimiz de olmayan bir sorunla bizi uğraşlır- ınak"istiyor suçlamasını yaptığında, faz­la haklı sayıbnaz. Madem ki Y. öncü çev­resinin "açık yada örtülü" kesinleşmiş görüşleri yoktur, o zaman devasa ideoloji denizinde daha çok boğuşulacak, batılıp çıkılacaktır.

Ancak bu boğuşmadaki pusulasız gidiş M. Ceylanı ürkütmüş olsa gerek.

Sözü uzatmayalım, TI1KP-C 12 Mart girişinde ilan edilmiştir. Böylece hem parti hem de cephe kurulmuş oluyor-

l j Çağdaş YOL/19

Page 20: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

EIŞşSss ...........

Sovyetler’de en son yapılan çok adaylı seçimler ve Çin'deki son olaylardan bir yürüyüş resmi. “Yeni OncunünMarksizmin teorik problemlerinin" ana başlıklarım çıkartmaya çalıştığımızda, ön sırada "Sosyalist Demokrasi" proplemi duruyor. Oysa bu konularda Marksiım-Leninizmin teorik sıkıntısı

du.Hayat bu adımı doğrulamadı. Ancak bu sefer cephe eğilimleri sonu gelmez bir partileşme sürecine çıktılar. On beş yılı aşkın bu "süreç" akıyor. Ve henüz ufukta bir durak noktası görünmüyor.

Öte yandan bu süreç iyi niyetli bir güç biriktirme, kadroları yetkinleştirme süreci değil, daha çok ideolojik erozyon (rüzgar, fırtına ve selle eriyip kaybolma) sürecidir, işle Y. Öncü'nün ayağımn al­andaki birazcık olsun kalmış toprak da akıp gitmeye başlayınca M. Ceylan gibi­ler tepki göstermeden edemiyolar. "Parti­leşme süreci" bize göre sorunların (prog­ram, taktik, tüzük) gerçekten samimiyet­le çözüleceği bir "süreç" değil, tam tersi­ne gerçek sorunların üzerine gitme ve çözme yeteneğinde olmayışının yarattığı sonuçtu. Bu yeteneksizliği örtmek için zorunlu olarak yaratılmış kaygan bir pati­kadır. Gerçek partileşmeye giden aydın­latılmış bir yol değil, her türlü burjuva, küçükburjuva ideolojik saçmalıklarının yumuklaştığı bir anafordur.

GERÇEK SORUN : "İŞÇİ HA­REKETİ İLE BİRLEŞEMEME” VE

SORUNUNÖRTÜLÜŞÜ : "SOSYA­LİST DEMOKRASİ"

"Şimdiye de işçi sınıfı içinde çalış­ma ve örgütlenmeye ilişkin pek çok şey söylendi, hatta belki de herşey söylendi! Ancak buğün gelinen nokta kimsenin inkâr edemeyeceği açıklıkta ortada duru­yor. Sosyalizmle işçi hareketinin birleş- memesi bir yana, işçi sınıfı içinde ciddi mevzilere sahip olunduğunu kimse idda edemez. On kusur yıl önce ortaya konulan hedefler bugün hale hemen hemen aynı biçimde ortada duruyorsa bu noktada oturup bir düşünmek ve tartışmak gereği­ni kim yadsıyabilir? (Y. Öncü,s. 14 C. Morali)

Y. Öncü sayfalarında 12 Eylül ye­nilgisinin nedeni olarak "sosyalizmle işçi hareketinin birleşememesi" gösterilir. Ve bu konu oldukça sık tekrarlanır. Biz yal­nızca bir örnek seçtik. Ancak neden sos­yalizmle işçi hareketi bir türlü birleşeme- miştir, buna doyurucu cevap verilemez. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi hâlâ "bu noktada oturup bir düşünmek ve tartışmak gereği" vardır. Ancak izleye­bildiğimiz kadarıyla Y. Öncü, önüne koyduğu bu soruna ciddi olarak yaklaş­mak yerine devamlı "birleşememe"den yakınmaktadır. Bir bakıma sorunun çö­zümü yakınmasıyla sonuçlanmıştır diye­biliriz. Durumu abartmıyoruz. Ba soruna her el atan Y. Öncü yazan yakınmayla öteye gitmemiştir. Demek ki sorun hala çözülememeştir.

Diğer önemli bir nokta, 12 Eylül

yoktur. Ancak, pratik sorunları vardır.

öncesi, 1979’ da bu sorun yani "işçi hare­ketiyle birleşme" sorunu hareket içinde önemli bir tartışma noktası olmuştur. 12 Eylül'ü içinde de süren bu tartışmanın ilk sonucu bir kanadın Troçkizme kayması oldu. Ancak sorun hala Y. Öncü'nün gün­demindedir. Fakat çözüm için eski pratiği kritik edici yaklaşımlar gerekirken sız­lanmalardan öteye ortada fazla birşey yoktur.

Dergi sayfalarından öğrendiğimiz kadarıyla önce 1979’da patlak veren bu tartışmanın anlamını açmaya çalışalım. Sonra da bu ünlü "sosyalizmle işçi hare­kelinin birleşememesi" sorununun Y.ön- cü açısından genel anlamnı çözümleme­ye çalışalım.

1979 yılı genel devrimci hareketin bir tıkanış ve yeni görevlere zorlanış yı­lıydı. Böyle bir dönemde hareket için- de"yalnız ve bütün gücümüzle" yada "esas gücümüzle sınıf içinde çalışmalı­yız." (Y. Öncü, s.14) tartışması patlak ve­riyor. Sonunda ortaya konuluşu bile orta­da bir hastalık olduğunu gösteriyor. Böy­le bir tartışma, 12 Mart içinde belli bir haklılık taşıyabilirdi. Ve olumlu bir anla­mı olabilirdi. Ancak 1979'da böyle bir tar­tışma tamamen aksi yönde olumsuz bir anlama sahip olabilir.

12 Mart'tan çıkıştan beş allı yıl son­ra en kritik bir momentte, küçükburjuva-, zinin yorgunluk ve paniğinin dışa vuru­şundan başka bir anlama sahip olamazdı. İşçi sınıfının "yorgun savaşçılara" ihtiya­cı yoktur. Bu panik ve yılgınlık havasıyla sınıfla hiçbir zaman birleşilemez, ona an­cak bayağı bir kuyruk olunabilirdi. Bu

çevrenin, 12 Eylül'den hemen önce iyice açıklık kazanan DİSK içi çalışmasının karakteri buna en güzel değildir. Ve o mo­mentte yaklaşan faşizme karşı işçi sınıfını genel bir direnişe hazırlamak yerine, "iş­çiler politik olarak geridir, eğitilmelidir." taktiğini (!) öne sürenler nasıl sınıf ile bir- leşebilirlcrdi? Bir sosyal-demokraı yada bir burjuva sosyalisti gibi... 1979 yılında­ki 'sınıfa gitme’ tartışması yenilgiyi sezen ve tükenen küçük burjuvazinin mücade­leden kaçışma, sınıfcıl bir kılıflı. O yıllar­da böyle smıfa doğru kaçan başkalarını dajıatırlıyoruz. Devrcmce Dcrlcniş bun­lardan birisidir. Hala ortalıkta görünmü­yorlar.

1979 tartışmaları, özce bir müca­dele yorgunluğu ve kaçışma dışa vuruşu olduğu için, "sosyalist hareketle işçi hare­ketinin birleşmesi" sorunu Y. Öncü açı­sından çözülemezdi, çözülememiştir.

Şimdi de bu "sınıfla birleşme" tar­tışmalarının Yeni Öncü açısından genel anlamını irdelemeye çalışalım.

Bir cümleyle özellersek, 12 Mart öncesi sınıfla birleşilememesinin nedini sahip olunan teorik temeldir; sonrasında ise olgu zıttına sıçramış ve neden: teori- sizlik olmuştur. Kesintisiz Devrim'in işçi sınıfının ideolojik öncülüğü" ve "kırları temel" alan tesbitlcryle sımfa gidilemez­di. Sonrasında ise, bu temel teorik tesbit ne köklü bir şekilde inkar edilmiş ne de benimsenmiştir. Bu, o dönem "Kurtuluş’ için çok tipik bir ikilem ve kötü bir alan | yazısıydı.

12 Eylül ve sonrasında ise teorik te- j

Çağdaş YOL/20 E.

Page 21: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

Sovyetlerde tarihinin ilk çok adaylı seçiminden bir görümü: Aday, kitleye konuşuyor.

mel netleşmek şöyle dursun tam bir kaosa dönüşmüştür "Marksizmin teorik sorun­larını' tartışanlar herşeyi yeniden kuran­lar sınıfa gidemezler. Ya da giderlerse, sı­nıfa genel taktik bir tutum sınırları çizili bir politika götürcmcyeccklerindcn, sını­fın gündelik taleplerinin ufkunda kalır, ekonomizmc batarlar, sınıfa yönelirken siyasi bilersizlik, en son tahlilde burjuva liberalizminin ağlarına takılma sonucu­na doğrur. Gerçekliği çıoplak gözle göre- biliyorsak, sınıf içinde hala sosyal-de­mokrat, burjuva sosyalist, dolayısıyla sendikalist hayaller güçlüdür, Smıf içine girmek demek en başta bunlarla boğuş­mak demektir. Ancak "Marksizmin her- şeyini" tartışanlar bunu nasıl yapabilir? Burjuva sosyalistlerinin sitemleşmiş tak­tiklerine tabi olarak ...

Hareketin bir yönü dip­siz, aydınca tartışmalarda, "çoğulcu "liberal burjuva bataklığına, diğer yönü par­lak sözlü Troçkizmin nüans­larına akabilir. Her ikisi de bir ve aynı fenomendir; ye­nilgi şokuyla devrim ufkunu ve umudunu yitirmiş aydın­ların, proletarya sosyalizmi­ne karşı mevziiendlkleri si­yasi sığınaklardır.

Yeni Öncü için teorik bulanıklık sınıfa yönelmeyi, sınıftan kopukluk ise teorik anaforu sürekli kışkırtan kısır çem­ber olmuştur. Bu çember bir tek noktasın­dan, net bir teorik bakışa, Türkiye devri­mi için açık bir program ve taktiğe sahip olunarak kırılabilir. Ancak o zaman işçi sınıfıyla mı yoksa bir başka sınıf yada ta­bakayla mı birleşileccği netlik kazana­caktır.

İşte bu görevden kaçısın 12 Eylül sonrası bulunan örtüsü "sosyalist demok­rasi" olmuştur. Y. Öncünün kanserleş­miş teorik sancılarına ve taktiksizliğinc bu konu gerçekten en uygun bir kılıf ol­muş, kopartılan gürültüyle esas görev bo­ğulmuş yine bitmez bir sürece terkedil­miştir.

"Sosyalist demokrasi" tartışması, 12 Eylül yenilgisinin yarattığı çöküşün kafalardaki yansıması olan bütün eski de­ğerleri sorguya çekme, her türlü "labu'yu kırma, marksizm dışı görüşleri nıark- sizm zemininde tartışma, düşünceyi "tc- kelcilik"ten kurtarıp kuş gibi özgürleştir­me isteğinin bir manivelası oldu. Mani­vela kıpırdadı, şeyler harekete geçli, biz­zat bu "demokrasi" kendi eski zeminini inkar eden çocuklarını yarattı.

Y. Öncünün gündemine "tek ül­kede sosyalizm" sorununu dayatan bir yazara diğeri "gündemimizde olmayan sorunlarla bizi oyalamak istiyorsun" di­yerek itiraz ediyor. Gündem ne idi? "Bili­

mi tekelcilikten kurtarmak", "sosyalist demokrasi", olaylara "sınıf indirgemeci yaklaşmamak", yada "herşeyi yeniden kurmak"... Bu gündeme hangi konu gir­mez ki!

Y. Öncü yazarlarından S. Ogulcan son sayılardan birisinde "gecikmiş muha­sebe" den söz ederek "geçmiş değerlen­dirmeyi gümden olarak öneriyor: "geç­mişi birikmiş sözlerinizi kalemlerin m enlzilinc düşürmenin zamanıdır" (Y.Öncüsü s.14. S. Oğulcan.)

Bu gündeminin, 1989'a kadar "ge- eçikmisi" yalnızca bu olay, pek çok şeyi açıklamıyor mu?

SONUÇYeni Öncü' ye göre "yirmi yıllık ta­

rih içinde yer tutmuş tüm fenomenler, Eylül ile birlikte yerleşik konumlarından sıyrılmıştır... herşey oluşum halindedir." Bu lesbitin yanma "sosyalist demokrasi" tartışmalarım ve "smıf ile birlcşmcmck- ten" yakınmaları koyduğumuzda "oluşu­mun" yönü kesinlik kazanır. Hareketin bir yönü dipsiz, aydınca tartışmalarda "çoğulcu" liberal burjuva bataklığına di­ğer yönü parlak sözlü Troçkizmin nüans­larına akabilir. Her ikisi de bir ve aynı fe­nomendir, yenilgi şokuyla devrim ufku­nu ve umudunu yitirmiş aydınların , pro­letarya sosyalizmine karşı mcvzilcndik- lcri siyasi sığınaklardır.(l)

| Çağdaş YOL/21

Page 22: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

BEDEL ODEYEN ULKE : POLANYA

Polonya'dan gelen son haberlerde Dayanışma Sendikasının devlet tarafın­dan tanındığını öğrendik. Parti, hükümet yetkilileri ve Dayamşma Sendikası yöne- cilerinin üç ay süren yuvarlak masa top­lantılarından sonra böyle bir anlaşmaya varıldı, iki taraf da bazı tavizler verdi. So­nuçta Polonya proletaryası ister devlet sendikası, ister Dayanışma isterse de yep­yeni başka bir sendika içinde örgütlene­bilecek. En başta bu sosyalizm açısmdan yepyeni bir gelişmedir. Bizzat bir işçi ik­tidarı işçileri temsil edemediğini, onların çıkarını savunamadığmın ilân etmekle­dir. Ancak bu yanlışlığını kabut ederek de yepyeni bir yöntemle düzeltmek istediği­ni göstermektedir. Olay zaman açısmdan ilginçtir. Dayamşma Sendikası bir on yıl­dır vardır. Yer alımda faaliyet göstermek­tir. 1980 krizinden sonra Parti, Dayanış­mayı doğuran yanlışlarını tesbit etliğini açıklamış ve bir dizi reformalara gitmiş­tir. Şimdi bu reformların meyvalarının toplanacağı; yani halkı Dayanışma arka­sına iten yanlışlardan andığının düşünü­lebileceği bir momentte Dayanışmanın yasallık kazanması düşündürüçüdür. Ya­ni artık Dayanışmanın tabanmın kalma­mış olacağı sanılabileccği bir anda daya­nışma tanınmaktadır. Bu ne demektir? Yuvarlak masa toplantısından sonra Jaru- zclski'ya kulak verelim. "Yuvarlak masa ve alman kararlar tutulabilecek tek yoldu. Aksi takdirde Dayanışmayı yemden can­landıracak hatta tabanını sağlamlaştıra­cak yeni grev dalgaları başlayabilirdi." (New Times, sayı 20, sayfa 31) Demek ki yeni bir grev dalgasından korkuluyor. Demek ki bir sekiz yıldır yürütülen kemer sıkma politikaları pek sonuç vermedi. Demek ki parti henüz halkın desteğini sağlayamadı. Demek ki ekonomi rayına oturmadı. Öyleyse Polonya'yı yeniden değerlendirmek gereklidir. Bir kaç yıldır Sosyalizm sistem olarak reform dönemi­ne girdi. Polanya'da bir dizi reformlar yo­luna çıkmıştır. Yaşanılan krizler ve re­formlar arasındaki bağlantılar nelerdir? Polonya’nın sübjektif özellikleri neler­dir. Bütün bunları bir daha gözden geçir­meliyiz.

KÖYLÜ ÜLKESİ POLANYAÜlkenin tarihten gelen ve onu di­

ğer sosyalist ülkelerden ayıran bazı özel­likleri vardır. Bu özellikler iyi değerlen­

dirilmeden algılanmaadın Polonya'nın bugünkü durumunu anlamak zorlaşır.

Polonya Devlet Başkam General Jaruzelski 14944‘ten buyana ilk kez dayamşma ve kilisenin Bir­leşik işçi Partısi'nin tek başına girdiği seçimlere gir­mesine hak tanıyan yasanın oylamasında 'Evet' an­lamında parmak kaldırıyor. Bakalım gelecek onları nasıl yargılayacak?

Dayamşma Sendikasının 1979'1 ar­daki teleplerindc tüm sosyalistleri hayret içinde bırakan şey proletarya içinde dini inançların güçlülüğü, idi. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bilindiği gibi din köylü­lüğün ideolojisidir. Ekonomik yaşamı ta­rıma dayalı insanların doğa koşulları ba­ğımlılığı ve bunun dini inançları besle­mesinde anlaşılmayacak bir şey yoktur. Ama hergün nodem insan beyninin ürün­leri ile yan yana olan onunla üretim yapan işçi sınıfının bu ideolojiye sarılması bazı şeylerin doğru gitmediğinin habercisidir. 1938’lere kadar işgal alımda kalmış bir ül­kedir Polanya.Bu nedenle sanayisi geri kalmıştır.

II. Dünya Savaşı sırasında da var olan fabrikalar yıkılmıştır. Bu nedenle geniş bir işçi kitlesi olmamıştır. Köylü ideolojisinin bir nedeni budur. Sosyalizm kurulduktan sonra işçileşenler de tam olarak dinden henüz kopamamıştır. Pro­letarya köylü ideolojisini bu nedenle tam olarak aşamamıştır, işgal altmda bir ülke­nin, işgal güçlerine karşı örgütlenmemesi düşünülemez. Poianya köylüsü bu örgüt- lülüğünlü kilise duvarları arasında kur­muştur. Şimdilerde Latin Amerika Ülke­lerinde gördüklerimize benzer. Kilise yoksul, ezilen halkın yanında yer alıyor.

Ayşe TANSEVER

Savaş yıllarında da halk kilise ile dayanış­masını sürdürmüştür. Yaralarına, acıları­na dinle çare bulmak bir gelenektir. Sos­yalizmde de Polonya proletaryası aradığı­nı bulumaymca yine dinine sarılmıştır. Gerçek yaşamda bulamadığı mutluluk için öbür dünyaya bel bağlaması biraz da kaçınılmazdır. Kilise halkın gelenek gö­reneklerini sürdürebildiği bir yerdir. Tan­rıya inanmayanlar bile bir gelenek olarak, sosyalliğini tatmin cdebilidiği bir yer ola­rak kiliseye gitmekten hoşlanır. Polon­ya'nın ikinci özelliği örgütlü muhalefet­tir. Uzun yıllar işgal altmda kalmanın be­delidir. PolonyalIlar iktidar olmayı yaşa­mamıştır. Hep iktidara karşı muhalefet et­meyi bunun için de örgütlenmeyi öğren­mek bir gelenektir. Sonuçta, din ideolojisi etrafında örgütlü bir muhalefet Poianya köylülüğünün yaygm bir özelliğidir, işçi sınıfı şimdi Dayanışma Sendikası arka­sında bu geleneğini sürdürmektedir. Ama bu kez muhalefet edilen bizzat kendi sını­fının iktidarıdır. Ya da görünen budur. Eğer ki işçi smıfı böyle bir yola çıkabili­yorsa, böyle bir ihtiyaç duyuyorsa o za­man gerçekle iktidardaki güçlerin halkla bütünleşmediğini söyleyebiliriz. Poianya Birleşik işçi Partisi (PBIP) halkın bu gele­neğiyle kaynaşamamıştır. Onları peşinde saflaşlıramamıştır. işçi smıfı sosyalist bi­lince, kendi sınıf bilncinc yüksclcmemcş- tir. Parti bu görevini yerine gctircmcmeş- tir. Öncü olamamıştır. Sonuçta işçi smıfı ne dindarlığını atabilmiş nede sosyaliz­me, Partisine güvencbilmiştir. Proletar­yanın ortak mülkiyet kavramı yoktur. Sosyalizme düşman olmasa, olmaması gerektiğini öğrense bile fabrikalar kendi­sinin değil, "onların"dır. Üretim arçları- nm sahibi kendisi değil, tepelerde duran­lardır. Poianya işçi Sınıfı üç kez partiyi uyarmaya çalışmıştır. İlki 1956'larda Sta- linci parti liderini görevden almış yerine Gomulko'yu getirmiştir.

13 yıl onu denedikten sonra yine is­tediği olmamıştır. Bu kez Gierck iktidar olur. 10 yıl sonra onun da sonu aynıdır. Artık partiye duyulan güven biter. Bu kez lider parti dışında Lcch Walesa'dır Parti içinde bir fraksiyon olan, tasfiyeler so­nunda merkez komitede kalabilen say ıh bir kaç kişiden biri olmasına karşın Jaru- zelski'yi istemez. Ona karşı pasif olarak direnilmişlir.

■ . y ı ' 'ıiÇağdaş YOL/22 ¡ ■ ; .

Page 23: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

t

PARTİ ÖZELLİĞİII. Dünya Savaşı sonrası sosyaliz­

me çıkan ülke partilerinin genel olarak örgütlenme ve bilnç açısından güçlü ol­madıkları savunulur. Bu partiler Bolşe- viklcr gibi çetin bir sınıf savaşı verme­mişlerdi. Smıf mücadelesinde Bolşevik- ler kadar pişmemişlerdir, iktidara bilek­leri hakkına gelmemişlerdir. Daha çok dünya güçler dengesinden yararlanmış­lardır. Bu nedenle iktidara geldiklerinde de sağa sola kaymalar olmuştur. Polonya Birleşik işçi Partisi nin başka bir eksikli­ği daha vardır. Yıllar süren işgal ve savaş­lar nedeniyle kentlerdeki aydınlar ve halk sürekli göç etmiştir. Kalanlar da yaralan­mış, ölmüştür. Sosyalizm kurulduktan sonra da dönmemişlerdir. Bu, parti açı­sından elbeteki büyük bir kayıptır. İşçi sı­nıfı ideolojisiyle yoğrulmuş, ona öncülük edebilecek pek aydm, işçi önder kalma­mıştır. Partinin tabanı köylülerle dolu­dur. Bu da partinin küçük-burjuva özellik kazanmasına yol açar. Bilindiği gibi kü- çük-burjuva, yalpalanmaları ile ünlüdür. Burjuvaziden yana bir rüzgar estiğinde ondan yana, işçi sınıfından yana bir hare­ket olduğunda da işçi sınıfına doğru kay­maya eğilimlidir. Ne küçük mülkiyetinin cenderesinden kendini kurtarabilir, nede işçi sınıfının mülksüzlüğünc razı olur. Sürekli zikzaklar çizer. Kararlı, tutarlı bir şekilde gidemez. SüreklPçelişkiler için­dedir. Jendisinc güven duymaz. Bugün savunduğunun lam tersini ertesi günü inanabilir, işçi sınıfı gibi tutarlı, kararlı, dirençli olamaz, çünkü küçük de olsa bir özel mülkü vardır, işte bu küçük-burjuva özellikler nedeniyle buğün Polonya, sos­yalizmin en yoksul ülkesidir. Öte yandan sosyalizmin buğün düzeltmeye çıktığı yanlışlıklar böylesi küçük-burjuvalıklar- larla birlcşince buğünkü sancılı, sorunlu Polonya ortaya çıkmıştır. 1980 yılında Polanya'nın içinde bulunduğu ekonomik krizi kapitalizmin 1930 Büyük Buhranı­na benzetenler, halta üretimdeki düşüsün daha da kötü olduğunu iddlia edenler az değildir. Parti öz eleştirisinde üç temel hala işlendiğini kabul eder. Birincisi sos­yalist ilkelerden sapmaktır. İkincisi, ob­jektif kuralları izlememektir. Üçüncü ha­ta, sosyalist sistemin olanaklarını ve planlı ekonomiyi iyi değerlendirememek ve ekonomik yasaları küçümsemektir. Bunlar Gicrck döneminin yani, 1969-80 yıllarının hatalarıdır. Eğer bir parti böyle- sinc yanlışlıklar yapabiliyorsa, sadece o dönemin liderliğini suçlamak biraz olay­ları derinlemesine kavramamaklır. Esas özellik, başından beri partinin içindeki küçük-burjuva ideolojisinin varlığıdır. Parti tarihine baktığımızda daha başlan zik zaklar olduğunu görmek mümkün­

dür.

İLK ZİKZAKLARSosyalist Polonya'nın ilk lideri

Bizzat Stalin tarafından görevden almır. halta Moskova'da ö İd örttürülür. O gün­lerde sosyalizm ilk defa bir sistem olmuş­tur. Bu iki açıdan önemlidir. Birincisi, emparyalizm ilk defa yenilmiştir. Artık dünyanın tek hakimi değildir. Ama ABD savaştan zarar görmemiş taptaze ayakta­dır. Yayılmak istemektedir. Her an Hit- lcr'in öcünü almak için bir bahane uydu- rabilir. Oysa Sovyetler zafere rağmen yı­kılmış ve ekonomik açıdın, insan gücü açısından böylesi bir savaşı kaldırabilme­si zordur. Bu nedenlerle, sisteme bağh ye­ni sosyalist ülkelerin güçlülüğü çok önemlidir. İçeride kapitalist özelliklere tanınacak en ufak imtiyazlar tüm sistem­de yıkıcı sonuçlar doğurabilecektir. Bü­tün bunların Sovyctleri ve Stalin'i hoşgö­rüsüz yaptığı söylenebilir, ilk Liderin ekonomi politikasında bu tür yanlışlıklar olabilir. İkinci önemli noktaya gelince, Bugün , Glasnasl ile olayları daha aydın­lık görmek mümkün. Sosyalizm bir sis­tem olurken, önünde yanlızca Sovyet de­neyi vardır, başka bir deney zenginliği yoktur. Marksisl-Lcninist ilkeler yirmi küsur yıl pratiğe geçirilmiş ve Sovyetler doğmuştur. Yeryüzünde bir bir Küba, hatta Macaristan yoktur. Sosyalizm renk- lcnmemiştir. Her ülkenin tarihten gelen koşullarına göre ayrı sosyalist uygula­maya, gidebileceği hoşgörüsü yoktur. Bunu sosyalizm nasıl yaşayacaktı? işle yaşanan bizce budur. Sosyalizmin en ufak farklı uygulanışının o günkü güçler dengesinde altiistlüklcr yaratabileceği korkusu vardır. İlk Polonya liderinin ikti­dardan alınışını yanlışı ve doğrusu ile bir içerikte değerlendirmek gerekir. Eğer alı­nan lider sağa kaçık idiyse, gelen lider de sola kaçıktır. Böylcce ilk zikzak çizile­cektir. Sola kaçkınlığı ayrıntılı olarak an­latmak istemiyoruz, çünkü Polonya Bro­şüründe işlenmiştir. (Bak, Polanya Olay­ları, Kıvılcım yayınları 1981) Kısaca şun­ları özetleyelim. Sosyalizmin kuruluşun­da yürüttüğü ekonomi politika ağır sana­yinin kurulmasıdır. Sanayi için gerekli olan birikim köylülüğe başla verilecek ödünlerle yapılır. Onlara işleyebilecek­leri kadar toprak verilip kentleri besleme­leri sağlanacaktır. İşçi sınıfı ilk sanayiyi kurduktun sonra kırların verimini arıttıra­cak olan tarım aletleri ve gübeyi sağlaya­caktır. Ama o zaman da köylülük koope­ratifler içinde küçük toprağından köy proleter statüsüne sıçrayacaktır. Mark- sı/.min temellerini koyduğu Lcninizmin geliştirdiği bu teori objektif gerçekliktir. Üretimin izleyeceği seyirdir. Her ülkenin gelişkinlik düzeyine görede çeşitli biçim­

lerde ve zaman dilimlerinde böyle blir sü­reç yaşanacaktır. Bu ekonomik yasalar zorlamaya da gelmez. Ya da zorlamanın belirli sınırlan vardır. Polonya kırlarında ilk zikzak bu konuda yaşanmıştır. Aşırı sol iktidar 1949-56 arası halkı zorla koo­peratiflere doldurur.

Sovyctlcrdc böyledir ya. 1949 yı­lında 243 olan kollekıif çiftlik sayısı 1951’dc 2707, 1956'da ise 9975'e çıkar, işçi smıfı köylülüğü kooperatiflere soka­cak kadar üretimi zenginleştirmiş midir? Hayır. Ortada bir zorlama vardır. Koope­ratiflere sokmanın nedeni nedir? Çünkü sosyalizm bilimi gidişin böyle olduğunu söyler. Peki sırf sosyalizmin çizdiği yasa bu diye toprakları kamu mülkü yapmak sosyalizmi kurmak mıdır? Elbette hayır. Sosyalizm, kendisinden önceki ekono­mik kargaşının alt edilmesi ekonominin akış yönünün bilincine varılması ve bu gi­dişin sancısız kılınmasıdır. Yoksa nasılca kamu mülkiyetine varılacak diyerek bu süreci aşın hızlandırmak olumsuzlukla­ra gebedir. Polanya"da ilk sancılar başlar. Tarımsal üretim düşünce maliyet artar. Kent halkı hem kıtlık hemde pahalılık içi­ne düşer, işçi sınıfının kendisine verebi­leceği ne alet edevat nede tüketim madde­si vardır. Neden fazla çalışsın! Neden iş­çi sınıfım doyursun! Onu mülkünden et- memişmidir? Köylü tembelleşir. Aynı aşırılığı, aceleciliği, ekonomik yasaları küçümsemeyi sanayide de görebiliriz. 1946'da %76 olan sosyelleşme, 1952 yı­landa %99'a çıkmıştır. Yani devlet sanayi üretiminin hemen hepsini kontrol etmek­tedir. Polanya hükümeti o kadar zengin­leşmiştir. ki hizmet sektöründeki kontrol bile 90'a çıkar. Yani öylebir güç düşüniin- ki 8 yıl gibi kısa bir sürede devlet halkın tüm ihtiyaçlarının hemen hemen hepsini karşılayabilecek, kontrol edebilecek, gü­ce varmıştır. Sosyalizmin daha sağlam te­meller üstüne oturduğu Bulgaristan'da bu iş adım adım yıllar almıştır. Böylesi bir merkeziyetçiliğin, böylesi bir aşırılığın bazı aksaklılara yol açması kaçınılmazdı. "1956'lara gelirken Polanya ekonomisi ilk kıyamet alametlerini vermektedir. Ağır sanayi ve tüm sanayinin besin kay­nağı elektrik ve yakıt yetersizdir. Yine ta­rımda verim zayıflığından sanayinin in­san üretici gücünün besin kaynağı da ye­tersizdir. Elektrik yokluğu sanayinin ge­lişmesine fren olurken, insan üretici gö­çünün besin kaynağı da yetersizdir. Elektrik telafi çabası, üretimi baltala­maktadır. "(Polonya Olayları, sayfa 21) Ağır sanayi biraz kurulmuş olsa bile bu­nun gereği olan cnrji ve yakıt sorunu çö­zülememiştir. Devlet bu kadar zamanda hangi işi birden yapsın? Poznanda halk ayaklanır. Gıda maddelerine yapılan

r ~ ] Çağdaş YOL/23

Page 24: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

zamma karşı işçiler haklı olarak diren­mektedirler. İşçiler Gomulko'yu Başkan istemektedirler. Gomulko bir dizi talep­lerde bulunmakladır, "....adli sisteme ba­ğımsızlık tanınması, kollektifleşme ve planlamanın yumuşatılması bürokratik merkeziyetçiliğin zayıflatılması ve işlet­me ve müdürlerine daha fazla sorumluluk tanınması isteniyordu, (ay. s.22) Bugün bu taleplerin hiçbiri bize yabancı gelmi­yor. Belki o günler bunlar karşı devrimci talep olarak değerlendirilibelirdi ama şimdi Gorbaçov rcfomları ile-göriiyoruz ki bunlar gerçekten gerekli. Adli sisteme bağımsızlık tanınması, bürokratik mer­keziyetçiliğin zayıflatılması Sovyerller- de Stalin uygulaması olarak biliniyor. 1936'da Kiro'nun öldürülmesi ile SB KP'de baş

layan bozuklukların, Partinin yan­lışlıklarının aynen Polonya'da yapıldığı­nı anlıyoruz. Slalin'cı lider lam bir kopya­cılık yapmıştır. Sosyalizme yeni geçmiş bir ülke halkı için bunun Sovyet düşman­lığı duygularını beslemesi kaçınılmaz­dır. Sovyet gemileri yakılır. Halkta milli­yetçilik duyguları yayılır. 1956 yılı Sov- yetlerde Stalin ölmüş, iktidara Kruşçev geçmiştir. Kruşçev'de partide ve ekono­mide bir reform gümdeme getirmiştir. Demokratikleşme, kişi tapıncma son ve­rilmesi vs. gibi Gomulko'nun taleplerine sosyalizm içinde hoşgörü ile bakılacak bir ortam yatmakladır. Yani Gomulko ik­tidara gelebilir ve reformlarım uygulaya­bilecektir. Ekonomik talepler de yabancı gelmiyor. Tanında kollektifleşme azal­malıdır. Merkezi planlama daha esnek ol­malı, özül üreticiye kentlerde de haklar verilmelidir. Müdürler ve fabrika yöneti­cilerinin girişimlerine olanak sağlanma­lıdır. Yani Partinin-her yerdeki kontrolü ve hakimiyeti azalmalıdır. Gorbaçov’da aym uygulamalardan yana olduğuna göre bunların başlan beri sosyalizmin genel sancıları olduğunu kabul etmek gerekir. Öte yandan Dupçek'tc geçenlerde yaptığı açıklamada aynı şcyclcri savunduğunu söyledi. Polonya aşırı uygulamaların so­nucu refom ihiliyacını ilk duyan ülkedir. Peki Gomulko iktidara geldiğine ve re­formlarım uyguladığına göre neden hala sosyalizmin en sancılı en sorunlu ülke­dir? Bu tür reformların geleceği yok mu? Yoksa uygulamada mı aksaklıklar var? öyleyse Gomulko'yu iyi izlimek gerekir. Reformların yanlış uygulanışının bedeli bugünkü Polonyadır.

TARIM POLİTİKASIGomulka iktidara gelir gelmez ko­

operatifleri dağılır! Sayılan aynı yıl için­de 9975'dcn 1534'c düşer. Sonuç beklen­diği gibi olur. Tarımsal verim artar. Tek-

rar özel mülkiyetlerine kavuşan köylüler tembellikten çıkıp çalışmaya başlarlar. Polonya tarım ürünleri ihraç eden bir ülke olur. Ama devlet büçesinden kırlara ayır- lan fon da çok azdır. Kırlan bundan sonra gelecek olan iktidarlar da unutacaklardır. Gierck ekonomi politikasını tarım ürün­leri ihracının üstüne kurar. Kırdan elde edilecek dövizlerle Batıdan montaj sana­yi almayı planlar. Hatta 1972’lerdcn iti­baren kırların veriminin düşmesine kar­şın, 1976'dan sonrada tahıl ithal etmek zo­runda kalınsa bile kırları desteklemeye­cektir. Kırlar sulama, tesisleri, kanallar­dan yoksun kalır. Döviz gelirleri eksilin­ce yedek parçasızlıktan traktörler ve bi­çer döverler vs. iş görmez hale gelir, ama Gieerek tüm bu göstergeleri görmezlik­ten gelir. Kırlarda özel mülkiyet vardır. Sosyalist devletin de amacı onları destek­lemek değildir. İlk akla gelen Gicrck'i kırda kooperatifleri arttırmamakla suçla­maktır. Ancak şimdi tarımda reform programına baktığımızda farklı bir yak­laşım görürüz.."... Varşova l-2hcklar top­rağa sahip olup anca kendilerini besleye­bilen, pazara hiç bir şey sunamayan 1 milyon çiftçiyi de desteklemeyi düşünü­yor. (Yıllardır PBİP'sı güçlü bir tarım po- liLİkası izlememekle, çok özel çiftlik ba­rındırmakla suçlandı. Ama en başarılı olan, ülkeyi düzenli bir şekilde yiyecekle besleyen yine bu çiftlikler olmuştur.) Ki­şi başına iki. buçuk kiloluk sucuk et karne­sinin kaldırılmasıyla büyük fiyat artışları bekleniyor. "(New Times, Sayı 11 1989) Görüldüğü gibi Polonya kırları 1 milyon 1-2 hektarlık toprağa sahip küçük köylü­lerle doludur. Yıllardır mirasla parçalana parçalana bu kadar küçülmüştür. Şimdiki iktidarda onları kooperatifler altına alma­yı düşünmüyor aksine daha çok toprak vcmıcyi planlıyor. Bizi kimse küçük özel çiftliklerin daha verimli olduğuna inandı­ramaz. Kırda verimin en yüksek olduğu kapitalist merkezlerde bile devasa büyük çiftlikler vardır. Oysa bugün sosyalizm her yerde küçük çiftçiye yeni yeni haklar tanıyor. Onları teşvik ediyor. Sovycıler Birliğinde kolhozlar parçalanmıyor ama köylüye toprak kiralama hakkı tartmıyor. Sosyalizm şimdiye kadar kırların verimi­ni artlıramadı şimdi küçük üreticiye bel bağlıyor. Oysa kırda verimin arttırılması­nın teorisi büyük toprakların devasa ma- kinalarla işlenmesi, gübrelenmesi değil mi? Öyleyse şimdi neden böyle ters bir adım alılıyor? Önümüzü aydınlatması açısından Leninizm neler şcylemcktcdir, bakalım. Lcnin'c göre sosyalizm kurulma aşamasında kırda özel mülkiyete bazı ta­vizler verir.

Kentlerde proletarya ağır sanayiyi kurmaya başlar. Ağır sanayi bir süre için

tüketim mallarına ayrılması gereken biri­kimleri yiyecektir. Yani tüketim malları­nın üretimi için gerekli olan demir-çelik sanayi, makina yapan fabrikalar, bunların gıdası enerji, alt yapı tesisleri kurulacak­tır. Bu bel kemik kumlana kadar proletar­ya sadece karın tokluğuna çalışmak

zorundadır. Ancak, bunlar yaptık­larından sonra, tüketim mallan üretimi ile birlikte kırlara biçer döverler, traktörler yollanmaya başlanınca kırlar da proleter­leşmek zorundadır. Onlar da koofcralifle- şecekler hem maddi açıdan karşılayama­yacakları, hemde küçük topraklar için ge­reksiz olan makinaları kollıozlannda kul­lanacaklardır. İşte o zaman verimlilik yükselecek tarımsal üretim artacaktır. Böylcce köylülük de modem bir smıf ola­cak proleterleşecek dir. O zaman kırlar­dan yığınla işgücü kentlere gelebilecek­tir. Böylecc yeni yeni sanayilerin, fabri­kaların kurulması ve refahın artması için ortam yaratılmış olacakın. Genelde sos­yalizm, konumuz Polonya'da bu süreç ak­sıyor. 1988 Polonyası ise gördüğümüz gi­bi özel mülkiyetle verimi arttırmaya bel bağlıyor. Yani Polonya sosyalizm yoluna yeni mi çıkıyor? 40 yıldır ne yanlışlıklar yapılmışın. Aksayan nedir? Sosyalim ne­den hala kendisini doyuramıyor? Neden yiyecek kuyruklun var? Gıda maddeleri­ne her zam yapılışında neden kentler aya­ğa kalkıyor? İkiden ekmek fiyatı 3. kalite hayvan yeminden ucuz? En başta PBİP, kırlardan elde ettiği birikimi sanayinin te­mellerini almada iyi değerlendirememiş­tir. ilk günlerdeki temelsiz kooperatifleş­me köylüyü ürkütmüş, kırdırmış, pasif di­renişe sürüklemiştir. Verim düşmüştür. Sanayi kumladaki yanlışlıklar, sanayiden bekleneni vermemiştir. Her gelen iktidar her şeye yeniden başlamıştır. Halk bir tür­lü sonuç almamıştır. Kırk yıldır halk so­luklanmak, yıllardır çalışmasının ürünle­rini toplamayı beklemektedir. Kırlar vere vere veremez olmuşlardır. Daha ne kadar ■bakımsız kalabilirlerki, Kentleri besle­menin sonucu bir hiçtir. Bir yandan des­teklenmemek bir yandan kentlerin kendi­lerine birşey sunamaması kırları da bez­dirmiştir. Kentlerin aşırı sanayileşmesi yanlız birikimin buralara kaydırılması an­lamına gelmez. Kent kırlardan işgüçü çal­mıştır. 1970'lerdcn başlayarak kentlere akın başlar . Kır nüfusu 4.4 milyondan 3.2 milyona düşer. (Crisis in East European Economy, St Martin’s Press. New York. 1982 s. 26) Kırlarda ekili alan düşmeye başlar. Tarımsal üretim düşer, lhtical aza­lır. Tahıl ithalatına 10 yıl içinde 4.3 milyar dolar ödenmek zorunda kalınır.İthalat ta­hıla kayınca yedek parça kıtlığı başlar. Traktör ve biçer döverler kullanılamaz lıalc gelirler, örneğin 1976 yılında trak-

Çağdaş YOL/241 1

Page 25: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

E-:-.:..:............................................ :.... :....

törlerin %20'si hurda olarak yatar. Gide­rek ile kırlar altüst olur. Köyün genç nüfu­su ve çobanlar kente fabrikalara koşarlar. Yaşlı köylünün sabanla tarla sürmesi zor­dur. Ayrıca tahıl boldur ve büyük bir ka­zanç getirmemektedir. Köylüler sebzeci­liğe başlarlar.

Çobanların gidişi hayvancılığa darbe vurur. Bu kez devlet çiftlikleri hay­van beslemek zorunda kalırlar. Ancak topraklar bu işe uygun değildir. Böyle bir durumda gerekli olan uygun bir fíat poli­tikası izlemektir Kırda kapitalist ilişkiler olduğuna göre bu durumda gerekli olan uygun bir fíat gerekir. Ama giderek böyle bir fíat politikası uygulayıp tarımı düzen­lemeyi düşünmez. Sonuç nedir? Tahıl ve hayvan ürünleri kıttır. Öyleyse fiatların yükselmesi gerekir. Ama neden Gomul- ka iktidar olmuştur? Aym şekilde neden Gomulka gitmiş ve yerine Gierek gelmiş­tir? Gıda maddelerine yapılan zam her ka­resinde halkı sokaklara dökülmüştür. Bu nedenle tahıl fiatlan maliyetin çok altın­dadır. Aradaki fark sübvansiyonla karşı­lanır. Yani maliyet ile satış fiatı arasında­ki fark devlet kasasından ödenir. 1971 yı­lında 19 milyar zloti olan şübvansiyon 1980 yılında 166 milyara çıkar. Herşey komikleşir. Ekmek fiatı 3. kalite hayvan yeminden ucuzdur ve buna rağmen zam yapılamamaktadır. Böylesi bir şübvansi- yonun anlamı olsa olsa taviz vermektir. Bir işçi smıfı iktidarı şübvansiyon yana­bilir. Sosyalizm kendisinden önceki sı­nıflan eritinceye kadar ve başka durum­larda gelir dağılımını böylece etkileyici yolllara başvurabilir. Ama Polanya'da şübvansiyonun anlamı yukarıda saydık­larımızın boyutlarını aşmıştır. Bunun an­lamı ekonomiyi düze çıkarmak değildir. Aksi işçi sınıfım arkadan vurmaktır. Yi­yecek maddelerinin ucuzluğu Partinin işçi sınıfından korkmasından kaynakla­nır. Korkunun sonucu da zam yapma­maktır. Başa geçen iktidarlar bir türlü kı­sır döngüden kurtulamamışlar, başa ger­çekten verdikleri sözü yerine getireme­mişlerdir. Eğer bir parti işçi sınıfından korkuyorsa taviz verecektir. Eğer ki kor­kuyorsa, işçi sınıfım temsil edemiyor, et­miyor demektir. Onun için onun adına ik­tidar olamıyordur. Gerçektede Polanya birleşik işçi Partisi halkla kaynaşmayı becerememiş, onunla sıkı bağlar kurama­mıştır. Yaptığı yanlışlar bir yanda işçileri kendinden uzaklaştırırken diğer yandan da bu uzaklık bir türlü doğru ekonomi-po- litika tutturamamaya yol açar. Progra­mıyla örgütlü, planlı, sağlamcı yapısı ye­rine küçük-burjuva uçkunluğu, sapkınlı­ğı kendini gösterir. Balı teknik ve parası ile kalkmayım deyip arabaların akü suyu­nu bile ithal ederek halkım aç bırakan bir

nr

parti olur. Polonya'da olan başka bir şey değildir.

SANAYİDE YAPILAN

YANLIŞLIKLARSosyalizmin planlı ve merkezi yö­

netiminde ekonominin çeşitli alanları arasındaki denge çok önemlidir. Polonya tarımında yapılan yanlışlıklar özünde sa­nayideki yanlışlıklardan kaynaklanır, iş­çi smıfı bir türlü sanayiye damgasını vu- ramamıştır. Yukarıda gördük. Stalinci ik­tidar kırlarda aşırı kooperatifleşmeye pa­ralel olarak kentlerde aşırı millileştirme­ler yapmıştır. Sanayide sosyalleşme %99'dur Ticaret, en ufak tüketim malları­na kadar devlet planlaması içindedir. Oy­sa bugün yani 1980'lerden beri sosyalizm kentlerde küçük üreticiyi teşvik etmekte­dir. Taksicilik, berberler, laokantacılık vb. özel sektöre devredilmektdir. Zanaat sahiplerinin ekonomiye katkısı ile tüke­tim mallan zenginliğine bel bağlanmıştır. Hatta, fabrikalar bile orada çalışan işçiye kiralanmakta, hisse senetleri ile satılmak­ta ve işçi ortak edilmektedir. Sonuçta bu- ğün sosyalizmin ekonomik durgunluk, hatta kapitalizmle karşılaştırıldığındaki geriliğinden kurtulmak için bulduğu ça­relere bakınca, o günlerde yapılanların neden yanlış olduğunu anlamak zor de­ğildir.. Sosyalizm yoluna çıkmış bir ülke hele Polonya gibi geri, saniyi yok dene­cek kadar az bir ülke, on yıl içinde, hangi güçüne dayanarak sanayisinin %90'ının millileştirebilir? Diyelim kapital mer­kezlerde bugün bir devrim oldu ve sosya­lizm kuruldu. Belki ancak bu gelişkin ül­kelerde böyle bir sosyalleşme yapılabilir. Yani ancak böyle gelişkin bir sanayiye sa­hip bir ülke, halkının yiyeceğinden, giye­ceğine mutfaktaki en küçük aletine, boş vakitlerinin değerlendirilmesine kadar gerekli her aleti yapabilir. Ama Polanya gibi çiçeği burnunda sosyalist bir ülke, halkının tüketim madde ihtiyacını karşı­layabilir mi? Bu uçkunluktur, hesapsız­lıktır, plansızlıktır. Ekonomik olayları küçümsemektir. Gomulka iktidara mer­keziyetçiliği azaltma vaadi ile gelir. Kır­lar dışında yapamaz. Bize göre yapamaz­dı da. Gorbaçov reformanlanna ve pra­tikteki uygulamalarına bakınca bu yargı­ya varmak zor değildir. Sanayiden, kent­lerden küçük üretici birkez kaldırıldı mı tekrar kurulması sosyalizmde sancılıdır. Özel mülkiyet bir kez kaldırıldıktan son­ra tekrar kurulması zor. Bu sorunun çözü­mü sosyalist sistemin ortak çabası ve or­tak gelişimiyle olur. Bu açıdan Gomul- ko'nun beceriksizliğinden çok genel sos­yalist ilkelere farklı bir bakışın o dönem­deki eksikliği olarak değerlendirilmeli­dir. Gomulko ekonominin enerji temelini

iyi kuramaz. Polonya topraklarının altı kömür deposudur. Ama bunlar çıkartılıp değerlendirilmez. Sovyetlerin doğal ga­zına bel bağlanır. Bu durumda iktidara gelen Gierck'in bu sorunu çözücü önlem­ler alması gerekir. Ama ne yazık ki aşırı kalkınma hırsı gözünü bu konuda kör ede­cektir.

BATIYA AÇILIMGierek ekonomi politikası halka

aşırı yüklenmektir. Polanya 1946'dan be­ri kalkınmak için kemer sıkmaktadır, iki kez artık sabrın taştığı uyarısı yapmıştır halk. Artık özverilerin meyvalan toplan­mak istenmektedir. Gierek halkın bu işle­ğine göz ardı edip yine aşırı bir 5 yıllık proğram hazırlar. Kalkınmada öncelik ağır sanayiden manüfaktüre kaydırılır. B ilindiği gibi kapitalist merkezler 1970'lerdenbcri yeni yapılanma, ekono­milerini yeni bilimsel bulgular üzerine oturtmaya çalışmaktadırlar, eski teknolo­jilerini atmak yerine 3. Dünya ülkelerine satmaya çalışmaktadırlar. Bu "iyi günler" den Gierek'ıe yararlanmayı düşünür. Ta­rım fazlası satılıp, iMF'den kredi bularak batıdan teknoloji alınacak, manüfaktür üretim yapılacaktır. Bir kaç yıl içinde sos­yalizmin elinde olmayan ama çık ihtiyaç duyulan tüketim mallarım pazarlayacak­tır. Polonya sosyalizm içinde böyle bir iş bölümü üstlenecektir. Plan güzeldir.

Batıya açılmak kolay değildir. Ül­ke koşullarım batının bir takım kuralları­na hazırlamak gerekir. Bizim gibi kapita­list merkezlere uydu ülkelerde bile açı­lımlar bir dizi düzenlemeleri, yasa deği- şiklikllerini getiriyor. Dünya Finans- ka­pitalinin sömürüsüne karşı durabilmek çok kolay bir iş değildir. Bir sosyalist ül­kenin açılımı ise daha farklı sorunlar do­ğurmaktadır. Proletaryasının işgüçünün değerini korumak kapitalizm ilişkisini İyi tanımak gerekir. Gierek bu konuda pek titiz davranmamıştır. Gierek'in en büyük hatası kapitalizmin koşullarının değiş­kenliğini görmemezlikten gelmektir. Pet­rol fiyatları artmaya başlar. Gierek bunu önemsemez. Planını tekrar düşeceği üze­rine yapar. Oysa petrol fiyatları bilindiği gibi düşmediği gibi müthiş arttı. Borç alan ülkelerin fazlalaşması sonucu faiz oranlan da yükseldi. Kapitalist merkez­lerde enflasyon arttı. Yani Polanya'mn ihraç ettği malların değeri de artar. Farkı karşılamak için daha çok yiyecek, daha çok kömür satılır. Polonya uluslararası ekonominin en kötü döneminde batıya açılmıştır. Yapılan planlar gerçckliştire- lemez. Pcrtroldaki kriz kimya endüstrisi­ni etkiler. Diğer yatırımlar tam da batının yeni yapılandığı sektörleridir. Metalürji ve makina yapımcılığı yepyeni kılıklara

Çağdaş YOL/2!i

Page 26: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

ügirmiştir. Dünya piyasasına girmesine rağmen onun dalgalanmalarına gerekli ti­tizliği göstermez. Planlarında uygun de­ğişmeleri yapmaz.

Kapitalizme çok güvenir. IMF 'nin kredilerine çok bel bağlar. Ekonomi kö­tüye gidip borçlar ödenmcyice IMF kre­dileri keser. Polonya kısa vadeli kredi bile alamaz hali gelir. Belki birkaç milyonluk yeni kredi gerçeklen döviz getirici ihracat imkanı açacaktır. iMF'nin bindiği dalı kesmesi Gierek'ıc şaşkınlık yaratır. Gie- rek kapitalizmin abecesini bile dikate al­mamıştır. Polonya dışarıya bağımlı bir kalkınma nodelinin kurbanı olur.______

1!. Dünya Savaşı sonrası sosyalizme çıkan ülke parti­lerinin genel olarak örgüt­lenme ve bilinç açısında güçlü olmadıkları savunu­lur. Bu partiler bolşevikler gibi çetin bir sınıf savaşı ver­memişlerdir. Sınıf mücade­lesinde bolşevikler kadar pişmemişlerdir. İktidara bi­lekleri hakkına gelmemişler­dir. Daha çok dünya güçler dengesinden yararlanmış­lardır. Bu nedenle iktidara

eldiklerinde de sağa sola aymalar olmuştur.

AŞIRILIKGicrck dönemi her yönüyle aşırılık

dönemidir. Çeşitli şekillerde kendini gös­terir. Aşırılıktır çünkü halk yılllırdır kal­kınmak için özveride bulunmaktadır. Gi- erek yeniden büyük bir hamleye girişir. Ulusal gelirin büyük bir bölümünü tüke­time değil, birikime yatırıma ayrır. So­luklanmamış halk yeniden koşturulur,"... 1961-70 ve 1971-80'ı karşılaştırırsak ta­rıma ayrılan fon % 16.5'dcn % 15.7'c; tü­ketime ayrılan yatırım (okullar, hasialıc- nclcr vb.) %28.3 den %23c düşer. Öte yandan endüstriyel yatırıma ayrılan pay ise %7.8'den %41'c çıkar. (Crisis İn thc East Eoropean Economy, sayfa 34) Aşırı­lıktır çünkü halkın gücü kadar ekonomi­nin alt yapı tesisleri de bu kadar yatırımı kaldırmaz. Enerji darboğazı başlar. Bu nedenle kömür çıkarımı hızlandırılır. Ama taşınması için olanaklar kıttır. Kara­yolları, demiryolları hınca hınç doludur. Kamyonlar ve vagonlar yetersizdir. Ay­rıca bunların diğer bir nedeni de yatırım­ların mekan seçiminde yapılan yanlışlık­lardır. inşaat sektörü bu kadar çok fabri­kanın inşaasının altından kalkamaz. Her yerde kapasiteler aşırı doludur. Ayrıca doğa koşullarındaki son kötülükler bu sı­kıntıların tuzu biberi olur. Yoğun kar, la-

şımacılığı aksatır. Demiryolu ve karayol­ları çalışamaz hale gelir. " 1975 yılında sosyalist sektörde tamamlanan yatırımla­rın %37'sinin üretime geçişi belirlenen zamanın üstünde oldu. 1980'dc bilenlerin %61'i planlanından daha uzun süre aldı, (inşaatta %84) 1980'dc ortalama üretime geçiş 5 aydı, yani 1975'e göre 3 kal fazla­dır. Endüstride ise 1976-80 arası bu dö­nem %21 artarak 47 aya çıktı.

Bilmeyen projelerle dondurulan kaynağın değeri 1980 yılında 821 milyar zlotidir. (1977 fiyatlarıyla) yani aynı yıl­daki toplam yatırımın 1.6 katıdır. Dondu­rulmuş kaynaklarda 60 milyar zlolilîk makina ve alet vardı ve çoğu batıdan alın­mış ama henüz üretime sokulmamıştı. Bütün bu projelere 100 milyar zloli ayrıl­mış, üretime geçmeleri için yan ekleri ile birlikle 1500 milyar zlotiyc çıkması bek­leniyordu. Bu projelerin bitimi 4-5 yıl olacaktı. Oysa sosyalist ülkelerde ortala­ma 1-2 yıldır, (ay.s.31-2) Alt yapı tesisle­rinin yelmemesi ile döviz ödenerek alı­nan makinalar devreye sokulamamış ve ölü olarak elde kalmış, faizleri birikmiş­tir. Sermaye birlürlü döndürülememiştir. "Katowice çelik işletmeleri 1974'dc 5 yıl­lık planın dışında başladı. Ekonomik ol­mamasına karşın Sovyet demir cevheri it­hal edilecekti. Maliyet %50 arttı. 1980 yı­lında 8.8 milyar zlotilik kullanılmayan alet edevatı vardı. Projenin 2.clabı iptal edildi. (41) Masscy-Fcrguson-Pcrkins Ursus traktör ve dizel motorları tesisleri. Yeni 1974'e başlandı. 1980'dc üretime geçeçekti ve yılda 75.000 traktör. 15000 motor üretecekti. Üretim maliyeti düşü­nülenin %100 üstüne çıkmasına karşın 2000 traktör üretilebildi. Her bir traktör için 4000 dolarlık ithalat gerekiyordu. (111) Gierck'in özel önem verdiği proje­lerden olan Jelczansk'daki Berlict oto­büs tesisleri. Frensiz işbirliği ve lisansı ile yapılacaktı. 1980'lcrdc 5000 üretilecek diye beklenirken 1000 taneyi bile bıılma- dı. Her bir otobüs için 6000 dolarlık itha­lat gerekir hale geldi. Polonya eski ortağı Macaristan lkarus'larına başvurdu.

Ayrıca Berlict otobüsleri Polonya iklim ve doğa koşulanına uygun değildi, (vı) Wlockawck'dcki PVC tesisleri, İn­giltere Petrocarbon Geliştirme şirketi ile ortaklaşa yapıldı. Lloyds Bankası finan­se elli. 1975'dc başlandı. Tesis bitirileme­di. (Buna benzer bir tesisi Macaristan 4 yılda inşa etmişti) ve gecikmeler zincirle­me sonuçlara yol açtı. Örneğin Japonla­rın inşa etliği buna bağlı yeni Plock tesis­lerinin ürettiği ürünler kullanılamadı." (ay.s.34-5) Bu tür örnekleri arttırmak mümkündür. Patent kalımında da bir yı­ğın yanlışlık yapılmıştır. "Alınan lisans­ların büyük bir çoğunlğu yanlıştı, (çoğu

ağır sanayide) 428 lisansın %20'si İliç kul­lanılmadı: %55'i sadece plan döneminde kullanıldı; %10'unun ise iç alternatiflere bakılarak gereksiz olduğu düşünülüyor, kullanılan lisansların yarısının da ithalat ağırlıklı olduğu söyleniyor, "(ay.s.34) Polonya yöneticileri hesapsız, plansız it­hal yapmışlardır. îngiltereden alırdan bir dizi gemi (Polonya tersaneler ülkesidir.) daha geri teknikli çıkmıştır.

Aşırılıklar tüm ekonomik göster­gelerde kendini gösterir. Büyüme hızı gi­derek düşer. Bütçe açıklar verir. Dış botç büyür ve 1979 da 20.5 milyar doları bulur. Enflasyon ikili rakamlara tırmanır. Buna karşın yiyecek gibi çoğu maddeye zam yapılamaz. Sübvansiyonlar artar, yok­luklar başlar.

Sanayi giderek daha çok dolarlık ithalat gerektirmektedir. Kıtlıklar art­makladır. Kıt olan mallarını yoksa dışarı ihraç edilecek yani döviz getirecekler mi ithal edilecektir. Bir yığın öncelikler liste­si hazırlanır. Bu noktada parti kadroları­nın çürümüşlüğü devreye girer, Herkes kendini kurtarma derdine düşer. Akılsız, rasyonal olmayan ithalat başlar. Aşırı de­polamalar görülür. "Tüketiciler gibi fir­malar da kıtığı çekilen metalarda aşırı de­polamalara gittiler, (örneğin 1979'da me­ta envansterleri %7 arttı. Yani endüstriyel üretimden 4 kat daha fazla) Envanter da­ğılımı kötü yapıldı. (1980 başında Planla­ma Komisyonu gizli depolamaları bul­mak için 25 işletmeyi konlrola başladı.) Öle yandan çoğu sektör envanteri üretim yapmaya yetmiyordu. Kağıt, çelik, bakır plastik mukavva, kömür herşeyde kıtlık başladı, (ay.s. 26) Artık ekonomi çığırın­dan çıkmıştı. Kıtlığı çekilenler listesi uza­dıkça uzuyordu. " 1979 Mart'ında İç Ti­caret Bakanlığı talebi karşılanamayan 280 ürün sıraladı ve ertesi yıl daha uzadı. Halk huzursuzluğu yanında, kıtlığın çe­şitli zararlı yan etkileri vardır. Parasal önemler etkinliğin yitirir. Ayırımcı bir sa­tış başlar ve elde edilebilecek herşeye sal­dırılır ve bu hem metalann etki dağılımına engel olur, hem de ziyana yol açar.

Sonuçta var olan metalar bile yok­lar listesine girer. 'Kara veya 'gri' pazaı yayılır ve yoklar daha yüksek fiyatlara "tanıdıklar" yolu ile, rüşvet ile alınıp satıl­maya başlar. Bu durumlarda el sanatları, bahçecilik, restoran gibi, inşaat ve araba tamirciliği gibi pazardan alınmış olan özel sektör devreye girer, "İkinci" yada "paralel" bir ekonomi gelişir. Yektiililer bu ekonomiye, göz yumarlar çünkü ger­çekte resmi ekonominin üstündeki yükü kaldırmakladırlar (ay.s. 25) Tüm bu he­sapsızlıkların, plansızlıkların sonucu ekonomi krize girer. 1981'dc ulusal gelir

Çağdaş YOL/261

Page 27: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

ev f

%15 düşer, yani allı yıl öncesinin düzeyi­ne iner, Tüketim malları üretimi %10 da­ha azalmıştır. Endüstriyel üretim dört yıl geri gitmiştir. Durum tarımda da aynıdır. Tahıl üretimi 1972'lerin düzeyindedir. Yani Polonya neredeyse bir on yıl geriye gitmiştir. Gierek'le yaşanan yıllarda hiç bir gelişme olmamış yerinde sayılmıştır. Yiyecek gibi çoğu temel ihtiyaçlar yoktur yada çok kıttır. Elcktriksizlik, hammad- desizlik nedeniyle fabrikalar birer beton ve makina yığını halindedirler. Her üç ta­ne işletmeden biri çalışmamakladır. Halk doğal olarak hoşnutsuzdur. Sokaklara dökülürler. Grevler toplanlılar, yürüyüş­ler başlar, işçiler Dayanışma Sendikası içinde örgütlenmeye başlarlar. Üye sayısı on milyona çıkar. 25 milyon köylü de kır Dayanışmasında örgütlenir. Polonya de­rin bir politik sosyo-ekonomik kriz için­dedir.

GÜVENSİZLİKGierek dönemi yolsuzlukların par­

ti yöneticilerinin daçalı arabalı zenginlik­lerini 1980'lerde burjuva basınında oku­duk. Parti ileri gelenlerinin bireysellikleri çürümüşlükleri, beccrisizliklcri, ihmalle­ri uzun uzun anlatıldı. ”1980 Mayıs'mda inşaat sektöründeki 84 işletmenin başkan ve başkan yardımcıları sorumlulukların­daki büyük ihmal yüzünden görevlerin­den alındı; devlet ve kollektif çiftlik yöne­ticisi 61 kişi de işinden oldu; 1980 Ağus- tos'undan beri de birçok yönetici ve me­mur görevlerinden el çektirilmiştir. T. Grobski yönetimindeki özel bir komis­yon 26.000 yanlış davranış devasını ince­ledi ve 12.000 tanesini daha açmaya dc-

ğer buldu. 1981 Temmuzunda 500 kişi­nin yasa dışı özel konut ve villa inşa ettir­diğini tespit etti... "(ay.s.35) Bu anlatılan­lar kapitalist ülkede değil, sosyalist bir ül­kededir Bir Komünist partinin bu kadar çürümesi, çürüyebilmesi nasıl açıklana­bilir? Nasıl bir parti kurulmuştur ki ülke bir uçurumun eşiğinde iken hatta uçuru­ma yuvarlanmışken partililer villalar in­şa edebiliyor, arabaları ile keyif sürebili­yorlar? Lcnin'in maşına yapılan ufak bir zamma nasıl karşı çıktığını bilmesi gere­ken bir sosyalist parti, nasıl onun ilkele­rinden bu denli uzaklaşabiliyor? Bu, işçi sınıfının partisi olamaz. Bu parti işçi sınıfı adına davranamaz. Şimdiki yeni milyo­ner, fakrikatör başbakan R. Kowski şöyle anlatıyor. "Benim neslim hapishaneye girmeyi istemezdi. Ama şimdi bunu iste­yen genç insanlar var. Sicillerine komü­nist Parti tarafından hapse atıldıkları geç­sin istiyorlar. "(New Times. Sayı 11. 1989) Partinin yetiştirdiği yeni nesil bu- dur. Gençliğin sosyalizm, komünizmle ilgisi yoktur. Bir parti nasıl kendisini bu kadar aşmdırabilmişlir? Yapılan yanlış­lıklan yanlız Gierek dönemine bağlamak yanlıştır. Eşkilcrden alman mirasın var­dığı nokta olarak değerlendirmek gere­kir. Adım adun bunun gelişip koyulaş­masını incelemeye çalışalım.

Stalin dönemi yanlız Sovyetlerde değil tüm sosyalist sistem içinde clişlirilı- yor. O günlerin yanlışları ortaya dökülü­yor. Saklananlar, üstü örlülenler boy boy anlatılıyor, basında işleniyor, lilk Polon­ya yöneticileri Moskovaya davet edilip orada öldürllürülüyorlar. Başa geçen yc-

ni lider tam bir Stalm kopyeciliği yapıyc Sosyalizm adma ama onunla ilgisi olm yan uygulamalar dönemi başlıyor. Sev len bir halk dansı kapitalizm ürünü old ğu gerekçesi ile yasaklanıyor. Bunun ha km tepkisini almasından başka bir yara yoktur. Tarih yeniden, çarpıtılarak yaz lir. Gerçekler işe gelindiği gibi yoruml nır. Bütün bunların halkı kızdırması kaç nılmazdır. Muhalefet çok kötü şekilt bastırılır. Sibiryaya sürgüne gönderile] lerin sayısı az değildir. Bir terör havası e lirilir. Bunları nasıl açıklamalıdır? Bize korkudur. Parti halktan koptukça ondt korkmaktadır. Kendisine güveni yoktu S talin döneminin en kötü yanları yeni kı rulan bu partinin içine girmiştir. Halk Pa ti’den koptukça onu saflara çekmenin yt lu verilecek bir takım ayrıcalıklarda bulı nur. Bizim anladığımız anlamda Lenini bir partiden çok ayrıcalıklar partisi olı şur. Parti üyesi olmak demek bir takır olanaklara sahip olmak demektir. Partiy bileğinin hakkına gerçekten iş yapacak!; girmez. Yakını olanlar sanki bal yalama için üye alınırlar. Polonya'da böyle ol muştur. Macaristan'da böyle olmuştur.

Sosyalizm işçi smıfı iktidarı oldu ğuna, olması gerektiğine göre bir şckild işçinin iktidarla kaynaşması gerekil Sovyetlerde bunun örneği işçi konsey terdir, işçi, fabrikalarda, kollekliflerd işçi konseylerine seçilecek ve işletmesir denetleyecektir.

Stalinci iktidar döneminde bu kon şeyler kurulamamıştır. Gomulko bunlaı kurmak vaad ile gelir. Ama 2 yıl sonra b: işten vazgeçilir. Parti onun denetimin razı olmaz. Kendisini onun üstünde gö rür. Gierek yine aynı parolalarla gelir. Iş çi Konseyleri seçilecek, onların yönetimi katılması sağlanacaktır. Ama Polon ya'nm en aşırı kalkınma dönemi 1975'lcr de seçimler gene ileri bir tarihe atılır. Hail ucuz ucuz yiyecek, işçiler yönetime ka rışmayacaktır. Parti onları yöncıeccktiı O, işçilerden daha iyi herşeyi bilebilir. Iş çiler koca devlet işinden ne anlasınlardır işçi konseyleri bir yana fabrika yönetici lerinin bile işletme konusunda karar ver me yekisi yokLur. Seçildikten sonra bil kendilerine güvenilmez. Çifte konlro edilirler, hem çeşitli hükümet kontrol me kanizmaları vardır hem de bölge parti yö ncticisi tarafından denetlenirler. Hükü metten gelen bir kota vardır. Fabrika bunı yerine getirmekle yükümlüdür. Diyelin bu durumda müdür bunu gerçckleştimu biçîmidamusunda serbesttir. Kendi bilg ve deneyini kullanma yetkisine sahiptir Ama gerçeklik bu olmaz. Bölge parti yet kilisi fabrika müdürünün yaptıklarım sü rekli denetler. Ve ona kendi işine geldiğ gibi direktifler vermede özgürdür. Genel-

v... ...... .......... - ....: 1 Çağdaş YOL/

Page 28: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

likle yukarıda anlatılan parti teşkilatı ya­pısı nedeniyle çürümüş partililer kendi çıkarlarını göz önünde tutarlar. Genellik­le sorumlu oldukları konuda yetkin değil­lerdir. Partililerin yetkileri vardır ama so­rumlulukları yoktur. Eğer ki önerdikleri şekilde davranılmazsa müdürü görevden aldırtırlar. Eğer istediklerinde başarılı olunmazsa taşıdıkları bir sorumluluk yoktur. Yine işinden olan müdürdür. Bu durumda müdürlerin sorumlulukları var­dır ama karar yetkileri yoktur. Sonuçta gi­rişimcilik olur ve ekonomi gerçekten işi bilen değil bilmeyenlerin elindedir. Ke­mikleşme başlar. Önemli olan becerikli­lik, yetenek değil kulluk edebilmektir. Sosyalizm iktidara geldiğinde elindeki en büyük zenginlik insan kaynağıdır. Kay­nağı değerlendirmek başlıca görevi ol­malıdır. Halkı kendi saflarına çekmek için yoğun bir propaganda olanağı vardır. Kapitalizmin yıllardır çarptırttığı ger­çekler bir bir anlatılmalıdır. Halk sosya­list bir eğitime tabi tutulmalıdır.

Oysa Polanya Birleşik İşçi Partisi bu olanaklarını değerlendirmeyi becere­mez. Sosyalist sistem içinde sosyal har­camaları en düşük olan ülkedir. Sosyal harcamalara çok az kaynak ayırılmıştır. Eğitim ve sağlık hizmetlerinin kalitesi çok düşüktür. Boş vakit olanakları, kültü­rel, sportif ve dinlenme, tatil yapma tesis ve imkanları çok dardır. Halk bu tür sos­yal olanaklardan pek yararlanamamıştır. Öte yandan bir iş yapmanın tatmini ve mutluğuda pek yaşanmamıştır. Bütün bu olumsuzlukları katlanmak için dine sarıl­ması, buğün bulamadığı mutluluğu yarın, öbür dünyada araması kaçınılmaz olmuş­tur.

SOSYALİST YENİLENME1980 yılından beri Polanya krizden

çıkmaya çalışıyor. İlk alman önlemler sosyalizmin kemer sıkması olarak değer­lendirilebilir. Yatırımlar kısılmıştır. Enf- layon aşağıya çekilmeye çalışılmıştır. Ücretlerdeki kaba eşitçilik giderilmeye çalışılmaktadır. Gerçekten çalışana, üre­time yaptığı katkıya göre bir ücret ödeme­nin adımlan atılmaktadır. Yiyecek mad­deleri gerçek fiatlarım bulurken diğer yandanda ücretlere yapılacak zamlar be­lirli ilkelere bağlanmaktadır. Bunların ekonomiyi bir düzlüğe çıkarttığı pek söy­lenemez. "Kamu oyuna araştırma merke­zinin açıklamalarına göre her dört Polan- yalıdan biri açlık çizgisinin altında yaşa­maktadır. Kıdemli Polonya gözlemcileri sekiz yıllık ekonomik reformun neden bir sonuç vermediğini ve neden açil çözüm­ler vadeden girişimlerin halkın huzursuz­luğunu ve hoşnutsuzluğunu arttırmaktan başka bir işe yaramadığını anlıyorlar."

(New Times sayı 11,1989 sayfa3) Görül­düğü gibi pek istenilen düzlüğe çıkılma- mıştır. Halk bir türlü mutlu edilmemekte­dir. Polonya sorunlarını çözmek açısın­dan daha derin önlemlere ihtiyaç duy­maktadır. Polonya'da henüz yaratacağı sonuçlar belli olmayan yeni reformları sosyo politik ve ekonomik olarak iki alan­da incelemek mümkündür.

a) Ekonomik Reformlar

Ekonomik reformun özü pazar ekonom isine geçiştir. Buna merkezi planlamanın gevşemesi de diyebiliriz. Devletin elindeki işletmeler yeni üç ilke ile yönetilecekler . Öz yönetim, öz kay­nak, bağımsızlık, her işletme ne yapaca­ğına kendisi karar verecek. Kapitalizmde olduğu gibi kar edemeyen işletme kapa­nacak, işçilerine maa ödemek için devlete el açmayacak.

Şimdiye kadar sosyalizm milli de­ğerleri ziyan etmemekle övünüyordu. Bir fabrikanın kapitalizmdeki gibi kapatıl­ması onun merkezi planmasımn üstünlü­ğü olarak değerlendiriliyordu. Böylece sosyalizm bu ilkesinden vazgeçiyor. YI1- lann deneyimi sosyalizmi şimdi bu nok­taya getirdi. Zarar eden işletmenin kapa­tılmaması daha fazla yük oluyor. Şimdiye kadarki merkezi planlama işletmeleri ve­rimsiz hantal hale getirdi. Şimdi bunlara bazı haklar verilerek bu hantallıkların­dan kurtulmaya çalışılıyor. Pazar ekono­misi koşullarında bir rekabet yaratarak ekonomiyi canlandırmak, özel girişime olanak tanımak.

İşletmelere verilen bağımsızlık grevlere, toplu sözleşmelere de yenilik kazandırıyor. Devlet işveren olmaktan büyük ölçüde çıkıyor. 'Devlet artık grev anlaşmalarıyla ilgilenmiyor. Bu fabrika yöneticisinin görevi oldu, işçi Konseyleri paralarım istedikleri gibi harcayabilerler. İsterlerse üretimi arttırırlar isterlese üc­retlere zam yaparlar, "(ay.s.3) işletmeler istedikleri zaman kredi de alabilirler. Bir yığın yeni banka kuruldu. Örneğin Sov- yetlerde çeşitli amaçlarla toplanmakta olan fonlardan birer banka kuruluyor. Böylece paralar boş durmayacak. Eko­nomiyi canlandırıcı işe yarayacak. Po­lonya'da da böyle devletten bağımsız bankalar var. Para bulmanın diğer bir yo­lu kapitalizmdeki gibi hisse senetleri çı­kartmak. Polonya bu konuda diğer sosya­list ülkelerden daha ileride. Örneğin Sov- yetlerde bir fabrikanın hissesine sahip olabilmek için orada en az on yıldır çalışı­yor olmak şartı var. Hisse senetleri miras olarak evlatlara geçebilecek. Polanyada hisse senedi alabilmek için orada çalışma koşulu yok.

Aynca isteyen istediği kadar alabi­lir. Şimdiye kadar özel bir işletmenin ya­nında çalıştırabileceği, yada kapitalizm koşullarında emeğini sömürebileceği sa­yı 50 ile belirlenmişti. Şimdi bu tavan kalktı, isteyen istediği kadar emek kirala­yabilecek. Oysa Sovyeller Birliğinde sa­dece aile fertleri çalıştırılabiliyor. Özel iş­letme açılabilecek alanlarda bir sımr var. Maden çıkarımı, silah üretimi, zehirli maddeler ve içki üretimi devletin tekelin­de kalacak. Özel sektör eczane açamaya- cak, kamu taşımacılığı yapamayacak. Bu yasa çıkar çıkmaz iki ay içinde 10.000 ki­şinin izin için müracat ettiği bildiriliyor. Şimdi özel sektöre büyük olanaklar tanı­nıyor. Yasa ile tam bir rekabet, yüksek ve­rimlilik ve karlılık ön plana geçiyor. Sos­yalist rekaebt kurulamadığına göre atıl­lıktan kurtulmak için kapitalist rekabel koşulları yaratılmaya çalışıyor. Sosyaliz­min çıkarının karlılık olduğu vurgulanı­yor.

"Şimdiki iktidarın en büyük amacı para kazanmaktır." diyor yeni başbakan yardımcısı I. Sekula. (ay)

"Yasa hükümetin ekonomik sorun­larla doğrudan ilgilenmesini en aza indiri­yor... Yine de hükümet vergilendirme, gelirler ve günlük vergileri gibi yetkileri sahip. Dünya deneyi göstermiştir ki bun­lar ekonomik konularda öncelik belirle­meye yetmektedir... Dış ticaret devletin tekelinde değildir artık. O, sadece strate­jik hammadde ithal konusuyla ilgilenir.. Diğerleri kazandıkları dolarları istedikle­ri gibi harcayabilen şirketlerce yapılacak­tır. (ay) Devlet merkezi planlamadan ve kontroldan büyük ölçüde vazgeçtiğine göre ne yapacaktır? Başbakan Yardımcısı devam ediyor. "Onlardan (özel sektör bn.) sosyal konularla, spor, kültür, mesle­ki 'eğitimle ilgilenmelerini istemiyo- ruz."(ay) Devlet eskisi gibi bedava sağlık ve eğitim olanaktan tanıyamayacak, sos­yal yardımlan kısacak. Sosyal konular yanında temel enerji yatınmlarını üstle­necek. Alt yapı tesislerini kuracak, geliş­tirecek. Dış politikadan sorumlu olacak. Açıkçası artık devlet bir yardım kurumu olmaktan çıkarılıp ülkenin kalkınmasına hizmet edecek.

b) Politik Reform: Çoğulculuk

Sosyalizmde tek parti olgusu Sov- yetler Birliğinin tarihinden gelen bir özel­liktir. Devrim öncesi yükselen sınıf savaşı var olan partileri yıpratmıştır. Devrim so­nunda tüm halkın özlemleri tek partide bütünleşmiştir. Ancak çoğu sosyalist ül­kede olaylar tek partiliğe doğru kaymıştır. Polanya'da yıllardır iktidar üç parti koa­lisyonu ile yürütülür. Bu anlamda "çoğul­culuk" Polonya için yeni bir gelişme de­

Çağdaş YQL/281 —- ................... .........

Page 29: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

ğildir. Koalisyonu Sosyalist Birleşik İşçi Partisi ile bütünleşen Birleşik Köylü Par­tisi ve Demokratik Parti oluştururlar. Öte yandan 1979'lardan beri varlığı yadsına- mayan Dayanışma Sendikası ve kırlarda­ki kolu Köylü Dayanışması vardır. Hangi Polanyalıya isterseniz sorun; Glas- nost'un ülkelerinde çoktan beri var oldu­ğunu söylerler. Ülkelerini diğer sosyalist ülkelerden örneğin bir Çekoslovakya'dan yada Bulgaristan'dan farklı bulurlar. Po­lonyalIlar bol bol konuşan, tartışmadan başka bir şey yapmayan, dilediklerini söyleyen insanlar olarak tanınırlar.

Peki böyle bir ülkede "çoğulculu­ğun" şimdi aldığı biçim nedir- Birleşik Köylü Partisi liderinin sözlerine kulak verelim, "Çok uzun süre destekleme rolü­nü üstlendik.(Iktidarm sürdürdüğü eko- nomi-politikalar kastediliyor, bn.) lider­lik eden tarafın programlarım körü körü­ne uyguladılar ve işte bu yüzden şimdi bu anaforda kaybolmak istemiyorlarsa yüz­mesini öğrenmek zorundalar. Partiler ye­ni çekici programlar ve eylem biçimleri çizmelidirler."(New Times sayı 20, sayfa 32) Şimdiye kadar koalisyon bir görüntü­den öteye geçememiştir. Partiler seçmen­lerinin özlemlerini dile getirememişler­dir. Görüldüğü gibi komünist partinin gölgesi altmda sözde varlıklarım sürdür­müşlerdir. Gerçek "çoğulculuk" şimdi başlamaktadır. Köylü Dayanışmanın böyle bir köylü partisinin varlığına rağ­men, varlığı olsa olsa, böyle açıklanabi­lir.

Birleşik Köylü Partisi şimdi prog­ramında özyönetim, demokrasi, parle- manterizm ve totaliterliğe ve aşırılığa karşı olmak savunulur. Bugün saflarında üçte ikisi köylü 500.000 üyesi vardır. Karne uygulamasına ve tekelciliğe karşı­dır. Tarım ürünlerinin serbest piyasada kendi değerlerini bulmasım savunur. Ya­ni kapitalist pazar koşullan yaratılmasını ister. Üyelerinin bir kısmı aynı zamanda Kır Dayanışmasına da kayıtlıdır. Daha küçük ortak Demokratik Parti "özel mül­kiyetin gelişimi ve mülkiyet biçiminde eşitlik fikrini savunur... Entellektücller, zanaatkarlar ve özel mülk sahiplerinin partisidir... Son yıllarda yığınla gencin katılması ile üyesi 145.000'c çıkmıştır. Ve bu gençler merkez komiteye girip yeni kan getirmişlerdir, "(ay) -

Yeni plarli başkanı Jcrzy Jozvvıak partisini şöyle anlatıyor. "Entellektücller sosyal görevlerini yerine getirmek için maddi olanaklara ihtiyaç duyarlar. Bir entellekLücl işçiden daha kötü koşullarda yaşamamalıdır, özel sektöründe destek­lenmesi gerekliğine inanıyoruz, özel tica­ret taşımacılık ve zanaatlar olmalıdır.

Sosyalist sektör ulusal ekonomiyi yön­lendirmeye devan edecektir. Ancak en küçük işletmelerin bile devletin eline ge­çip kontrolü altma girmesi bize göre yan­lıştır. Özel işletmeler çok verimlidirler. Aynı zamanda devlet onlarla ilgili bir dizi sorundan kurtulur ve kendi işinle daha iyi uğraşabilir. Marksizm-Leninizm için bir tehlike yoktur. Bugün özel sektör GSMH'nm anca %6'sım üretir, bence bu rakam %15-120’e çıkmalıdır. O zaman gerçek rekabet başlayacaktır ve reform başarılı olacaktır, "(ay.) Şimdilik hükü­metin başkanı bir fabrika sahibi milyar­der? Bu görevi üstlenirken bütün ilişkisi­ni kesmiş. Hükümette tarımla ilgili ba­kanlıklar. Birleşik Köylü Partisinin, Çev­re Koruma Bakanlığıda aynı partinin üyesinde. Demokratik Partiden bir tane bakan var. Seçimlerden sonra daha geniş tabanlı yeni bir hükümet kurulacak. Bir­leşik İşçi Partisi hükümetteki tekliğini kaybetmiştir daha da kaybedecek. Parti yöneticileri, ileri gelenleri ülke idaresin­deki, ekonomideki bir çok görevden de ayrılacaklar. "900.000 Polonya Birleşik İşçi Partisi (PBİP) üyesi ülke işinde, çeşit­li düzeylerde idareci olarak çalışıyor. Bu parti üyelerinin yarısı patron demektir. Bütün bu yıllar boyunca PBİP'i ülkenin tek parlronu oldu. Meslek edinmek iste­yen herkes bir üye kartı elde etmenin yo­luna bakıyordu. Şimdi bunların üçte biri görevlerini diğer partililere devredecek­ler. Yani artık rekabet olacak "(New Ti­mes sayı 1 lsayfa34 1989) Yeni yasa hü­kümetin PBlP ile olan ilişkilerini de de­ğiştiriyor. "Şimdiye kadar hükümet en ufak ayrınıtısına kadar Polit Büro karar­larını uyguladı, çünkü onun dediklerin­den çıkılmazdı. Artık Polit Büro her dört ayda bir ekonomik durumu değerlendire­cek ama ona ilişkin bir karar almayacak. O ekonomik kararların sosyal açısınla il­gilenecek." diye açıklıyor başbakan, (ay)

Polanya'da reforma kadar tek bir meclis vardı. Şimdi sayısı ikiye çıkırıl- dılr. Bir halk meclisi var. Buna SEJM de­niliyor. Diğeri senato. Bu seçimlerde ikti­dar ortaklarının %65'lık bir kontenjanı var.

Muhclefctin yada Dayanışmanı işe %35.Nc olursa olusun iktidar bu se­çimlerin böyle olması için Dayamşma ile anlaştı. Ancak 4yıl sonraki seçimlerde bu kontenjan kalkacak, işte o zaman herke­sin boyu ortaya çıkacak. Senato seçimle­rinin böyle bir kısıtlama, kontenjanı yok. Meclisin kabul ettiği yasaları engelle­mekten. başka büyük bir görevi de yok. Görüldüğü gibi PBlP'i bir çok eski hakla­rından, görevlerinden arındırılmıştır. Devletin ve ülkenin yönetiminde söz

hakkı aza indirilmiştir. 'Tarih ve geçmiş krizlerin mirasmı üstlendiğimizden bize duyulan güven sınırlıdır. Geçmişi eleşti­riyoruz ama bizi sıkıştırmaya devam edi­yor. ve bizden önceolanların sorumlulu­ğunu taşımaya zorlanıyoruz. Gerekli gör­düğümüz şekilde davranmak için elimiz kolumuz bağlı olmasaydı ülkeyi daha ile­ri götürürdük. Her yandan gelen direnç bizi biraz durmaya ve idare edici kararlar almaya zorluyor." diyor Parti başkam Ja­ruzelski. (New Times, sayı 20 1989. sayfa 31) PBlP şimdi eski yanlışlıkların bedeli­ni ödüyor. Hem de çok acı ödüyor. Peki parti konumunu koruyabilecek mi? Yine Jaruzelski'ye kulak verelim. "Bu süreçte eğerki Parti sosyal yenilenmeye öncülük edebilirse konumunu korur. Muhalefetin taleplerinin temelde sosyalist olması önemlidir. Dayanışma bazı açılardan par­tinin kendisinden daha sol bir harekettir. O sosyal adalet istiyor, kamuoyunda sos­yalizmin temel ilkeleri derinden yara al­dığı için böyle olabiliyor." (ay) Şimdi PBİP'sinin iktidarda kalabilmek için ya­salarla sağlanmış bir garantisi yoktur. Yıllardır yitirdiği güveni kazanabilirse iktidarda kalabilir. Bunun için çokta za­manı yoktur. Bunu herkes de bilmekledir.

SONUÇ

Polanya yarım yüzyıldır sosyalist bir ülkedir. Yürürlüğe geçen yeni reform­lara baktiğimizda ise bu zaman dilimi ya­şanmamış gibidir. Sosyo-Ekonomik, po­litik kararlar 1980'lcrde demokratik bir devrim yaşanmış izlemini vermektedir. Bunun nedeni özelde Polonya Birleşik iş­çi Partisinin genelde ise sosyalist siste­min yanlışlıklarından kaynaklanır. O ka­dar uzun süre ve o kadar derin hatalar ya­pılmıştır ki, Polonya'da yaşanmış sosya­list süreç adeta yaşanmamış hale gelmiş­tir. Elbette tarih iki kez yaşanmaz. Polon­ya şimdi geriye dönüp özel sektörü kur­maya çalışyor.

Sosyalizm kapitalist üretim ilişki­lerinin üstünde yükselecektir. Kapitaliz­min öğreteceği şeyler vardır. Onun ya- ratttığı zenginlik tek tek birreylerin ol­maktan çıkıp tüm halkın zengilği haline, gelecektir. Polonya en baştan zaten az olan bu zenginliği köklerini çabuk kazı­mıştır. Kendi güçünü abarta abarta bu hal­lere gelmiştir. Esas zenginliği olan halkı­nı ise tam zıttı bir şekilde küçültmüştür. Yapılan yanlışlıkların bedeli acıdır ama ödenmek zorundadır. Polonya derin hem sosyo-ekonomik hem de politik bir krize girebilir. Hiç şüphesiz dünya devrimci hareketi ve dünya halkları bundan zarar görecektir.

ı « M Çağdaş YOL/2S

Page 30: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

T im m m m m m m m m s r n

BUNALIM, FİNANS KAPİTALİN ÇIKMAZIVE VI. PLAN

Üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasında (manüfaktür, makinalı üre­tim veya otomasyon) ücretli emek-ser- maye toplumsal üretim ilişkisinin yeni­den üretim sürecindeki hâkim konumu kapitalist üretim tarzını tanımlar. Kapita­list üretim tarzının temel dinamiği; ser­maye birikimini yani artı değer yaratma, artı değeri dolaşım alanından üretim ola­nına döndürerek sürekli ve artan bir çev­rim oluşturmaktır. Birikimsiz kapitalizm yaşayamaz. Bunalım, sermaye birikimi­nin kesintiye uğramasını tanımlar. Ser­maye ya yeniden yapılanarak birikimin önündeki engelleri bir başka düzeyde or­taya çıkmak üzere otele (Öteler; çünkü birikimin sınırlan kapitalizme içseldir. kBunalımın aşılması bir sonraki dönem­de, sermayenin deha çok merkizelişmesi ancak üretimin giderek toplumsallaşması nedeniyle daha derin bir biçimde ortaya çıkmasına neden olur.) yada kapitalist üretim tarzının sonu gelir. Kuşkusuz bu salt ekonomik bir olgu değildir. Emeğin siyasal örgütlenişi, mücadele araç ve yöntemlerinin nesnel gereksinimlere uy­gunluğu, emek ve sermayenin örgütlü güç dengeleri bunalım arenasında son sö­zü söyleyenlerdir, içinde bulumduğumuz dönemde. VI Plan Pinans-Kapital ve Em­peryalizm açısından ne anlama geliyor? Hangi koşulların ürünü? Ne yapılamk is­teniyor? Bunalımla arasındaki bağıntı ne? Bu sorulara yanıt vermek için fınans kapitalin izlediği birikin stratejisinin de­ğiştirilmesini ifade eden, uğruna büyük yaygalralar koparılan 24 Ocak 1980 ön­cesi ve sonrası dönem orasındaki parkla­rı, 24 Ocak sonrası bunalımın aşılıp aşıl­madığını somut analize tabi tutmak ge­rekli.

24 OCAK ÖNCESİ ithal ikameci Birikim Süreci: 24

Ocak öncesi sermaye birikimi ithal ikâ­mesine dayanır. Bu birikim rejimi, ara ve yatırım mallarını ithal ederek, nihâitüke- tim malı üretme esasına bağlıdır. Serma­ye birikimi, nihai tüketim malı ülke içinde satılarak sağlanır. Bu nedenle tekeller; gümrük vergileri, ithalatta tüketim malı kotaları ve diğer korumacı önlemlerle uluslararası rekabete karşı kuş tüyü yas­tıklarda besiye çekilir. Bunun için devle­tin oyunun kurallarını belirlemişi, sanayi sermayesine destek olmak için kârlı ol­mayan olanlarda üretime el attıktan sonra ucuz girdileri tekellere-haldinglere dev-

retmisi zorunludur. Özel kesim, kamu ke­simine rağmen değil, onun sayesinde var­lığını sürdürür, palazlanır. Bu iki kesim arasında rekâbet değil, tamamlayıcılık ilişkisi mevcuttur, aynı tamamlayıcık ilişlkisi, uluslararası sermaye ile enteg­rasyonunda kendini aaçıklar. Uluslarara­sı tekellere rağmen değil, uluslararası iş bülümünde aldığı yere göre uyum içinde; yatırım mallarım ithal edereek, emek yo­ğun dayanıksız ve dayanıklı tüketim malı üretiminde sanayileşerek, ağırlıklı olarak ülke içinde fakat sınırlan ve gerekli ulus­lararası iş bölümünce belirlenmiş miktar­larda da ülke dışma satara, bağımsız değil dışa bağımlı bir birikim rejimidir. İlk sı­nırlayıcı söz konusudur, a) İç pazarın ka­pasitesi b) Döviz gereksieniminin karşı­lanma düzeyi

1960'ların sonlarına gelindiğinde döviz darboğazı etkili olunca. 1970 deva­lüasyonu yapılarak darboğaz aşılmaya çalışmıştır, 1968 yılında OECD döviz darboğazının aşılması için sanayi ürünle­ri ihracatının gerekliiğin vurguluyor. Sa­nayi girdi ve yatırımların dışa bağımlığı yüzünden büyüme döviz olanaklarına pa­ralel bir seyir izliyor. Kayanak eksikliği 1970'lerin ikinci yansında yoğun ybir bu­nalıma neden olmuştur. Yatınnlar ve ta­sarruflar orasındaki açık giderek böyü- müştür. Kamu gelirleri ve harcamaları arasındaki farkda giderek yükselmiş, Merkez Bankası açığı kapatmak için kre­dileri yükseltince, para arzı artmış ve enf­lasyon dizginlenemez boyutlara ulaşmış­tır. (Tablo :2 )

Bunalımın şiddetini ensesinde his­seden fînans-kapital, 12 Mart sonrasında ekonomik eğenemliğini pekiştirme yolu­na gitmiş, güttüğü ekonomi politikanın

Mehmet ÇAĞLAYAN

TABLO :2

YILLAR ENFLASYON ORANI%1975 10.11976 15.61977 24.11978 52.61979 63.91980 107.2

KAYNAK: TİCARET BAKANLIĞI, KONYEK- TÖR VE YAYIN MÜDÜRLÜĞÜ.

temel özelliklir sanayide işçi üretleri ve tanmda taban fiyatlarına saldırmak ol­

muştur. Tekel dışı burjuvaların tasfiyesi hızlanırken, birikim süreci geniş halk yı­ğınlarının azgın sömürüsüne dayalı ola­rak sürdürülmeye çalışılmaşıtır. (Tablo:3)

Ancak, geniş halk yığınlarının sü­rekli gelir kaybı, dinamiği iç talep olan it­hal ikameci birikim rejiminin paradoksal bir sürece sokmuştur. Iç kapisitenin daral­ması, yüksek oranlı eflasyon, döviz dar- boğzu, 1974‘ten itibaren dünya ekenomi- sinin bunalıma girmesi sonucu daralar kredi ve dış yardım olanaklara ile de birle- şince birikim rejimi iflasın eşiğine gel­miştir. Sonuç: Sıfırın altında bir büyüme, çok düşük oranlı bir kapasite kullanımı ve sermayenin üretim olannada spekülatif olana karışır. Ekonomik bunalım ile siya­sal bunalımın doğurduğu ortam, dünya sistemi ile olan ilişkiy ağı ve kapitalist üretim tarzını tehdit eder hale gelince te­keller koro halinde veryansın etmeye baş­ladılar. Suçlu bulundu. Bunalımın sorun­lusu ithal ikameci politikalar ve siyasal is­tikrarsızlıktı. Öneriler sıralanmaya baş­landı. İthalatta liberasyon: "Kaorumacı-

Türkiye'de ithal ikameci süreç (19601980)

İthal ikameci birikim rejimi 1960'iı yıllarda hızlı bir büyüme sağlamıştır, Tablo: 1

YILLAR GSMH BÜYÜME HIZI% YILLAR GSMH BÜYÜME H1ZI%1960 3.4 1971 10.21961 2.0 1972 7.41962 6.2 1973 5.41963 9.7 1974 7.41964 4.1 1975 8.01965 3.1 1976 3.91966 12.0 1977 3.91967 4.2 1978 2.91968 6.7 1979 -0.41969 5.4 1980 0.71970 5.8

KAYNAK: DİE. İSTATİSTİK YILLIKLARI

Çağdaş YOL730! ...

Page 31: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

l ıTABLO :3 lenmiş-kökeni mukayeseli üstünlük bur-

YILLAR

19581968197519761977197819791980

ÜCRET CARI FİYATLARLA

10.4428.2285.55

115.30 146.53 207.93294.31 426.96

GEÇİNMEENDEKSİ

100166442506645995

15523396

GERÇEKÜCRET

10.4417.0019.3622.7922.7220.901896

12.57

juva iktisat kuramına dayanan-alanlarda uzmanlaşarak ihracak yapmak, döviz darbyoğazmla çözüm getirmek, önemini kuybeden iç pazar yerine yeni dış talep kaynaklan bulmaktır. Dış pazara dönük üretim yapmak, ulslararası rekabette ter­cih nedeni olabilmek için maliyetlerin minimumu düzeye indirilmesini zorun- lukılar. Bu ancak büyük ölçekli firmala­rın üstesinden gelebileceği bir sorundur. Bu nedenle, ithal ikameci modelin mirasıKAYNAK:DİE ve SSK İSTATİSTİK YILLIKLARI

lık kaldırılsın verimsiz işletmeler ekono­miyi olumsuz etkiliyor." Bizim holdikı- gler uluslararsı fînans-kapitalle el ele re­kabet etmeyi öğreneclerdi. Aslında he­saplanan rekabet gücü olmayan işletme­lerin tasfiyesi ve küçük ölçekli sermaye­nin değersizleşmesi yoluyla sermayenin merkezileştirilmesiydi. îhracaktta teş­vik: Burada’da önerilen, 70'lerdcn sonra yeniden örgütlenen uluslararası işbölü­münün gereklerine uygun alanlarda uz­manlaşmaktı. Bu alanlar, bilimsel-tek- nik devrim sonucu emperyalizmin el çektiği gıda, dokuma, giyim sanayiydi. Devalüasyon: İhracatı arttırabilmcnin başlıca yolu, azgelişmiş ülkeler için para değerinin düşürülmesi olmuştur. Tekno­lojik yenilik, endüstriyel verimlilik ola­nakları kısıtlı oldğundan, azgelişmişler m am ullerini pazarlayabilm ek için L.Amerika ülkelerinde de görüldüğü gi­bi sık sık ve yüksek oranlı devalüasyona gitmişlerdir. Bunun diğer bir anlamı da ithal ikameci kesimlerden ihracaktıçı kesimlere değer aktarmaktı. Ücretlerin ve Taban Fiyatlarının Dondurulması: Öneriler arasında en gür sesli çalanan; sa­nayide ücretlerin, tarımda taban fiyatla­rının sınırlandırılması gerekliliğini dil­lendiren senfoniydi. Pinanas Kapital için ithal ikameci rejimde talep kaynağı olan kesimler, ihracata dönük birikim reji­minde maliyet kaynağı olacaktı, Bunun içinde bir kılıf bulundu. "Kalkman, geli­şen, sanayileşen Türkiye için herkes öz­veride bulunmalı" "Yarın ki güzel günler için dişinizi, sıkın, bekleyin" telkinlerin­le dolu senaryolar hazırlandı. Bütün bu öneriler, ne garip bir tesadüftirki ulusla­rarası finans kapitalin tavsiyeliriyle tam tamına çakışıyordu. OECD'nin 1978 Türkiye raporunda yer alan görüşlerle, Dünya Bankası danışmanı Balassa'nın 1979 yılında öne sürdüğü tavsiyeler şey­le özetlenebilir, a) esnek bir döviz kuru politikası; b) yerli ekonominin uluslara­rası rekabete açılması c) dokuma, giyim ve gıda başta olmak üzere, dayanıksız tü­ketim maları sanayilerinin teşviki ve ih­racata yönlendirilmesi ve kaynakların dayanaklı tüketim malları sanayilerin­

den buralara aktarılmasının sağlanması; d) Ücretlerin ve taban fiyatlarının sınır­landırılması ve tarımın vergilenmesi; e) idari ve müdahaleci

mekanizmaların giderilerek piyasa mekanizmasının egemen kılınması f) Yabancı sermayenin teşviki (H. Gülap; Gelişme Stratejileri ve Gelişme ideoloji- leri,s.56). 1980'dc önerilen politikaların; 1945'dcn 1960'lı yılların sonlarına kadar egemen iktisadi anlayışı temsil eden key- neşçiliğin; 1970'lcrin başında genişleme­nin yerini durgunluğa bırakışınlı engelle- yemesi sonucu yükselen monetarist poli­tikalarla özdeşliği de dikkat çekicidir. Uluslararsı finans-kapitalist kendi stra­tejik düzenlemelerine bağlı olarak azge- lişmişlerre de kendi politikasına tamam­layıcı özelik teşkil eden politikaları em­poze etmiştir.

TÜRKİYE'DE DIŞA AÇILMA (İHRACATA YÖNELİK BİRİKİM

REJİMİ) DÖNEMİ (24 Ocak 1980...)

Finans Kapitalin önde gelen sözcü­lerinin, OECD.İMF ve Dünya BAnkası önerilerinin ışığı altında kangrenleşen bulalımı aşma çabası; Türkiye ekonomi­sini, opcrasyonlera tâbi tutmak amacıyla 24 Ocak 1980'de amaliyat masasına ya­tırdı. Bir dizişok tedbirleriyle yoğun ba­kıma alman ekonomide ne gibi değişik­likler meydanı geldi? Yeni birikim rejimi bunaluna çözüm oldu mu? el989'da ne durumdayız? Temel göstergelere baka­rak incelemek gerekli: İncelemeyi, tekel tekeldışı sermaye, emekçi katmanlar ve ekonominin genel durumu üçlü semizin­de yapıcaz.

a) Sermayenin Bileşimi:İhracata yönelik sanayileşme, ser-

mayenini merkezileşmesini hızlandırır. Nedeni şudur: Gerek ihracakt ekonomisi nodelindc-ki Türkiye'nin konumu buna daha çok uymaktadır-gerck ihracata dö­nük sanayileşmeyi hedef alan model de amaç; tıkanan iç kapasite ve ödemeler dengesindeki açık nedeniyle oluşan dö­viz darboğazından kaynaklanan buna­lım, ulslararsı işbölümü tarafından lbelir-

olan; korumacılık önlemleri sayesinde ayakta kalabilmiş küçük ölçekli şirketle­rin tasfiyesi ve finans kapitale devredil­mesi gereklidir. Bu süreç türkiye'de nasıl yaşanmıştır? Yanıtlayalım: Finans Kapi­talin yeni işbölümünde uzmanlaşaracağı alanlar: Tekstil, Gıda Sanayi Konfeksi­yon, Cam, Seramik, Ambulaj, Metal par­ça yan sanayi, bazı elektronik parçalar, dayanıklı tüketim sanayi ve kısmen oto­motiv endüstrisiydi: Görüldüğü gibi bu alanlar emperyalizm tarafından eskimiş bulunan, az gelişmiş ülkelere devri öngö­rülmüş emek-yoğun üretim sürecini ge­rektiren alanlardır. Merkezilişmeyi sağ­lamak üzere alının ilk önlemlerden biri deflasyonist politikalardır. Kredi mali­yetlerini ve iç talebi kısan deflasyonist politikalar, birçok küçük işletme için ağır finansman sorunları oluşturmuştur. Bir diğer ldaraltıcı politika da ithalatın libe­ralleştirilmesi olmuştur, ithalat serbestici sonucu, ithalet edilen malların bunları daha yüksek maliyetlerle elde eden yerli küçük üreticileri piyasadan çekilmişler yani holdinglerin kasalarına eklemlen- mişledir. Bu süreç ağırlıklı olarak 1981­1983 arasında yaşannmakla beraber; Amaç daha az sayıda, fakat daha güçlü te­kellerle yani finanas kapitalin ejdurha- laşmasıyla yola devam etmektir. 100 Bü­yük firmanın ilgili sektörlerdeki Ön ser­maye payı artışı aşağıdaki tablodan izle­nebilir. (Tablo :4)

Dikkat edilecek olursa öz sermaye artışları uzmanlaşılan sektörlerde ger­çekleşmiştir. 100 büyük firmanın paya- nın azaldığı sektörler yeni birikim rejimi­nin dışında kalanlarıdr. 24 Ocak 1980 sonrası uygulanana ekonomi-politika küçük sermayelerin tasfiyesi ve serma­yenin merkezileşmesi yoluyla finanas kapitalin daha da devleşme olanaklarını yaratarak iştahım kabartmıştır. Bu orada 1989'a a kadar olan dönemde finans kapi­tal içinde çekişmeler olmakla birlikte,bu, uygulanana birikim rejiminden değil, pay kapma mücadelesinden kaynaklan­maktadır. Uygulanana ekonomi politika­ya muhalefe, asıl emkçi katmanlardan ve yeni rejime ayak uyduramayan tekel-dışı sermayeden gelmektedir.

Ü Z | Çağdaş YOL/31

Page 32: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

I . -V ; V

TABLO :4

Ö Z S E R M A Y E ( 1 9 7 9 - 1 9 8 6 )

SIRA SEKTÖR firma 100 BÜYÜK FİRM A N IN PAY I

sayısı 1979 i 986 S

1 Gıda iş Tüt. San, 15 9.4 15.22 Taş ve Top.Day.San 7 5.4 6.63 Otomotiv San 9 11.4 13.14 Dokuma ve Gİy.Eş. 19 . 18.8 20.85 D iğer Im.San. 1 0.4 0.56 M adeni Eşya Mak. 15 12.4 12.07 K ağıt Ür.Bas. 5 4.8 4.58 K im .Pet.Ür.ve Plast. 21 25.9 20.39 Ana m etal San. 8 11.2 7.0

KAYNAK: ISO, YAYIN NO : 1988-114, AĞUSTOS 1988

b) Ödemeler Dengesi, Dış Borçlar ve Yabacı Sermaye:

Yeni modelin en önemil hedeflerin­den biri, ihracatı arttırarak ödemeler den­gesinin içinde sentezliştiği fınnas kapita­le önemli derecede teşvikler sağlandı, ih­racatın yıllara göre ithalatı karşlama ora­nını tablu 5'den izleyelim.

TABLO :5YILLAR Ihr/lth% YILLAR lhı7lth%

1 9 8 0 3 6 .7 1 9 8 5 7 0 .119 8 1 5 2 .7 1 9 8 6 6 7 .2

1 9 8 2 6 4 .6 1 9 8 7 7 1 .91 9 8 3 6 2 .0 198 8 6 91 9 8 4 6 6 .3

KAYNAK: ITO, EKONOMİK RAPOR MAYIS 1988 (S.80)

ihracatın ithalatı karşılama oranı 1980- 1988 arasında yükselmiştir, ancak, sadece bir oransal karşılaştırma bu eko­nomik göstergenin diğer ekonomik gös­tergeler üzerindeki etkisini gösterme­mektedir. Yüzeyde görünenin ardında ne olup bitgini anlamak için süreci incelem- ke gerekil. Evet ihracat artmıştır. Ama hangi dengeler üzerinde lsorusuna yanıl vermek gerekiyor. Ihracakt yapan hol­ding ve lekllcrc sağlanana üksek oranlı teşviklerin üç önemli sonucu olmuştur. Bunlardan biri hayali ihracattır. Havadan sağlanın büyük meblağlar gözü açık ihra- catçılarımızın-ki bunlar finans-kapitalin ihracat-ithalal mümessili şirketlcdcr. ağ­zını sulanldırmış, naylon faturalarla mil­yarlarca TL'yi cebe indirmişlerdir. Bası­na yansıyanların dışında gerçekleşen ha­yali ihracakt tutarının ne olduğu belli de­

ğildir. Ancak remi yetkililerin ağzıyla bi­le toplam ihracat tutarının %5- 10 arası ol­duğu söylenmektedir. Vurgun düşküncü finans kapital, sömürü yöntemlerine bir yenisini daha eklemiştir. İkincisi; ihraca­tı arltırabilmenin zorunlu koşulu sürekli devalüasyonlar olmuştur. Devalüasyo­nun anlamı; satılan her birim malın daha ucuza gitmesi, ithal edilen her bir birimin daha pahalıya mal olması gerçeğinde kendini bulur. İhracatı destekleme ama­cıyla öne sürülen friedmancı esnek kurs i s t e m i tre n in , b i n i n c e , T L - k ı r ,a z a m a n d a

kendini son vağmda buldu. 1979'da resmi kur 1 ABD dolan= 47-10TL iken 31 Ara­lık 19188'de 1 ABD DOLARI= 1816-65 TL düzeyinde işlem gördü. Yani 9 yılda 38 kat değer kaybetti: Sürekli devalüas­yon, ithal edilen malların değerini de art­tırdığından, ülke içinldc maliyetlerin aşı­rı derece de yükselmesine neden olmuş, enflasyonu besleyen en önemli unsurlar­dın biri haline gelmiştir Üçüncü sonuç; yok pahasına satılan ihraç ürünlerinin maliyet, üretimde artış ve teknik ycnil- menme ile verimliğin yükseltilmesi so­nucu değil, arında taban girdilerinin, sa­nayide ücretlerin reel olarak sürekli düşü­rülmesi sayesinde uluslararsı meta akımı­na çıkabilecek düzeyde tutulabildiğin- den, gelir dağılam tehlike sinyalleri vere­cek kadar bozukmuştur. Az gelişmişliğin dışa bağımlılık ilişkisi içinde lamnımlan- dığı bili inen genel bir dorudur. İhracata dönük birikim rejiminde bu bağımlılık katmerleşir. Bir kez ara ve yatırım malları ülke içinde ürclilenmediğinden ithal edil­mesi zorunludur. Bulür mutaların ihra­catçısı emperyalizmdir; kâr oranlarının düşünden ve bilmsel-teknik devrim so­nucu kesfîttiği yeni sanayilere geçişinden

dolayı deverttiği bu eskimiş sektörlerin ürünlerinin alacısı konumundadır. Yani azgelişmişlerin uzmanlaşıtğı sanayilerin ya da sektörlerin talep kaynağı ağırlıkla emperyalizmdir. Ancak bu iki kamp ara­sında eşitsiz mübadeli söz konusudur. Bu değişim ilişkisinde fiyat makası ( dış tica­ret hadleri) azgelişmişlerin aleyhine açıl­maktadır. azgelişmişlerin aynı ithalatları­nı gerçckliştircbilmck için giderek daha çok ihracat yapmak zorundadır. Bu ger- çekliştirelemezse kapitalist üretim tarzı­nın yeniden üretimi' olanaksızdır. Bunu emperyalizm hiçim hiç istemez. Akis tak­dirde hem bir talep kaynağından, hem de kGrlı bulmadığı sektörlerin devri sonucu gıda, giyim ve hafif tüketim mallarını kendi üretmektense eşitsiz mübadele so­nucu dalıa ucuza elde etme avantajından olacaktır, işte tam bu noktadı, kredi siste­mi devreye girc7r, az gelişmişlere geniş buorçlanma olanakları tanınır. Böylcce hem uluslararsı işbölümüm korunmuş olur hem de az gelişmeşler üzerinde siya- sal-ekonomik egemenlik kuvvetlendiri­lir. 24 Ocak 1980'den beri Türkiye kapita­lizmi bu kıskacın her an daha da daralışını yaşıyor. 1980'dc 15 milyor dolar toplam dış borcu olan Türkiye, 1989'a gelince 41 milyar dolar dış borçla karşı karşıya. Peki dış borç artışı, üretim artışıyal paralel mbir oranı % 28,2 iken, lc988'dc %66,6'dır Bunun anlamı şudur: Emperya­lizm in uluslararası finans örgütleri IMF, OECD ve Dünya Bankası tarafından pompalanan krediler, bizim verguncu fi-n a n e k a p i t a l ta rafm .4 Îna . ü ro tk a n . a la n la rd a .

kullanılmamış, Türkiye ekonomisi tepe­den tırnağı bir borç batağına sokulmuştur. Üstelik toplam dış borçlar içinde 1988'dc kısa vadeli borçların oranı %23,5'a yük-

■ selmiş, ANKA tarafından ortalama kurlar ve müfus dikkate alınarak yapılan bir he­saplamaya göre 1988 yılanda kişi başına düşen yıllık borç ödeme tutarı 188.040 TL'dır (Cumhuriyet, 14 Haziran 1989- Ekon-say). açıkçası; emperjalizm ve fi­nans kapitalin elele yürüttüğü ekonomi politikanın faturası işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlara ödetilmektidir. Siz konusu modelin bel bağladığı umutlardan biri de yabancı sennaye yatırunlarıyadı. 1974 sonrası yeniden düzenlemeye tabi tutulan uluslararası işbölümünde Türkiye öngürülen sanayilerde uzmanlaşacak, bu­nu yaparken de ulslarası rekabet engelli koşusunda; hem maliyetleri düşürmek, pazar olanaklarını arttırmak hem de yatı­rım açığını kapatmak amacıyla yabancı sermayeden faydalanarak, emperyalizm dopingli finans kapital çıtaları devirme­den üzerinden atlayacaktı. Bu amaçla 24 ocak 1980'kdcn beri finans kapital vc po­litik temsilcileri, her fırsatta, yabancı ser­maye sözçiilcrine bando mızıkalı törenler

Çağdaş YOL/32 ¡¡¡ü

Page 33: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

W « » :düzenlediler. Vergi bağışıklıkları kserbet bölge düzenlemeleri, ucuz işgücü, kâr transferinde sınırlamaların kaldırılması ve çeşit çeşit sübvansiyonlar, babancı sermayenin hizmetine sonulan en önemli teşvik politikalarıdır. Ancak evdeki he­sap çarşıya uymadı. ( Tablo 6)

TABLO:6YILLAR YABANCI SER.TUT.

1980 971981 3381982 1671983 1031984 2711985 2351986 4741987 698

KAYNAK.İTO Ekonomik Raporf Mayıs 1988)S.112

Yukarıdaki rakkamlar izin verilen yabancı sermaye tutarlarını göstermekte­dir. Girmesi planlanan sermaye tutan bu­nun 5 Katıydı

TABLO :7 19888 Yılı (Haziran)Yabancı Ser­mayeli Kuruluşların Sektörlere Dağılımı

SEKTÖRLER TOP.YAB.SER.İçin d ek i payi

TARIM TOPLAMI 4.1MADENCİLİK 1.2

İMALAT SAN.TOPLAMI 53.3HİZMETLER TOPLAMI 41.3

TOPLAM 100.0

KAYNAK: ISO, 1989 Yılı Başında Türkiye Ekonomisi, Mart 1989.

Görüldüğü gibi,yabancı sermaye­nin yarıya yakını hiztmetler sektöründe yer almakta, ticaret ve bankacılık ağırlıklı bir faaliyet göstermektedir. Oysa yabancı sermayenin teşvikinde yer alan gerekçe; giriş yapacak sermayenin prodüktif sek­törlere yöneleceği; bu sayede uluslararası rekabete dayanıklı bir üretkenlik ve mo­dernizasyon gerçekleştirileceği beklemi­şiydi. Fiyaskonum açıklaması şurada ya­tar. Genel olarak, Sermayeyi harekete ge­çirin kâr güdüsüdür. Kâr oranlannm dü- şüşüşünden kaynaklanana, yeni sömür­geciliğin temel politikası olan sermaye ihracı, çeşitli alternatifler asamdan en çok artığı (kârı) sağlayan bölgelere kaydırılır. Türkiye'den çok daha önce bu modeli be­nimsemiş, dünya pazarında ihraç ürünle­riyle yer kapmış Brezilya, G.Kore.Tai- wan gibi diğer bazı 1 Amerika ve pasifık ülkeleri emperyalizm için daha çekicidir, ihraç ürünleri üreten tesisleri, hammad­dede kaynaklan ve dünya pazarı arasın­

daki bağlantıyı sağlayan ulaşım, haber­leşme ve diğer alt yapı hizmetlerini kur­muş, emek verimliliğini yükselterek ma­liyetleri düşürmüşlerdir. Belli bir üret­kenlik ve kârlılık düzeyine gelmeden ya­bancı sermayeden bumaliyetlere katıl­masını beklemek finans kapitalin hayal­ciliğidir. Yabancı sermaye birikim reji­mini bıçık kemiğe dayandığında faşizm sayesinde dönüştürebilen, faşist yöntem ve baskılarla işçi sınıfı ve emekçi katman­lar üzerinde her türlü sömürü yöntemini yoğunlaştırmış olan fınans-kapital işçi sı­nıfı ve emekçeilerin devrimci mücadelisi sonucu alaşağı edilmeye edaydır. Böyle bir ortamda sermeyesim tehlikeye atmak istemeyen emperyalizm,uzun vadeli üretken yatırımlardan uzak durmaktadır. Durum böyle olunca, oyunun gerektirdi­ği miktarda sermayeyi hem daha kârlı ol­duğundan hem de istediğinde bankacılık sistemi ile kolayca çekebileceği olanları ifade eden ticaret ve bankacılık sektörle­rini şırınga ederek, değer yaratmayan fa­kat fiyat ve kur sistemi gibi para oyunla­rıyla kâr edebileceği spekülatif alanlarda yoğunlaştırmaktadır.

c) Emekçilerin Cephesinden Fi­nans Kapital'in Uygulamaları:

9 yıldır uygulanan 24 Ocak politika­larının, finans kapitalin uygulamalarının en başarılı sonucu; üretim artışı değil, ih­racatta uluslararası pazarda teknik reka­bet gücü değil, yüksek oranlı enflasyonu aşağı çekmek değil, fakat işçi sınıfının demokratik, siyasal ve ekonomik kaza- nımlarmı hızla eritip, insanlık dışı yaşam koşullarına mahkûm etmek, sermaye- emek çelişkesini yoğunlaştırmak olmuş­tur. Bunu ikili bir taktik bileşimle elde et­miştir. Birincisi; 12 Eylül faşizminin hu­kuksal düzenlemelerini ifade eden, 1982 Anayasası, 2821 sayılı Sendikalar Yasası ve 2822 sayılı Toplu Iş Sözleşmesi ve Grev ve Lokavt Kanunu ile işçi sınıfının devrimci sendikaları kapatılmış, en doğal hakkı olan grev hakkı elinden alın­mış,Demekler Kanunu, Toplantı ve Gös­teri Yürüyüşü Kanunu ile de siyasal ta­leplerini dile getirme olanakları tümden yok edilmiş, hık dese başına çöreklene­cek, faşizmin doğrudan baskı aygıtım ifa­de eden polis; özel tim ve muhbirler ağı, polis selahiyetleri ve vazife kanunu ile sömürünün en kanlı biçimine yönelik dü­zenlemeler gerçekleştirilmiştir. İkincisi; teknik rekabet gücünü değil, en önemli maliyet unsuru olan işçi ücretleri ve taban girdi fiyatlarının reel olarak başaşağı dü­şürülmesi ile dünya pazarını çıkmayı he­defleyen ekonomik politikalar olmuştur. Gelir dağılımının hızla kâr, faiz ve rant le­hine bozulması bunun en büyük kanıtıdır.

Ücret ve maaşların payı %26,6'dan %15,80'e tarım ın payı %23,87'den %14,00'e düşmüştür. Bu mutlak yoksul­laşma nasıl gerçekleşmiştir? Bilindiği gi­bi kân (artı-değeri) arttırmanın iki yönte­mi vardır. Ya emeğin verimliliğini yük­selterek nisfi artı değer yada çalışılan iş­gününü uzatarak mutlak artı-değer yara­tarak- 12 Eylül sonrası gerek fazla mesai­ye ödenen ücret oram düşürülerek, gerek grev hakkı gaspedilerek artı değer yarat­manın en ilkel biçimi yani mutlak artı de­ğer yöntemi benimsenmiştir. 1980 sonra­sı tek bir yeni endüstri kurulmadığı gibi, mevcut sanayilerde modernizasyon çok kısıtlı bir oranda gerçeekleşmiştir. Söz konusu ihracatta ki artış, iç talebi oluştu­ran emekçi katmanların kendim yeniden üretmesi için gerekli olan ücret sürekli düşürülerek, yani sömürünün katmerlisi uygulanarak maliyetlerin kısılmasından, atıl kapasite oram düşürülerek, bu da yet­mediğinden yaratılan değerler- TL'yi içi boş bir para birimine dönüştürerek ulus­lararası finans kapitale peşkeş çekilmiş­tir. Hükümet desteğinden sendikalar TÜRK-ÎŞ'te san sendikacılık bayrağı al­tında toplanmaya zorlannken, bağımsız - devrimci sendikaların karışma yetki şart­ları ve. aidat masrafları dikilmiştir, işçi sendikaları işler sözleştirilmeye çalışılır­ken gerek özel, gerek gereksede kamu ke­siminde işveren sendikalan tek ses halin­de örgütlenmişlerdir. (TISK, TÜRK KA- MUSEN, KAMU IŞ, TUBlS)

Görev ¡Proletarya sosyalistlerinin bayrağı altında,İşçi sınıfının önderliğinde tüm emekçi kat­manların harakete geçirildiği finans kapitalin yerin dibine batırıldığı o tarihi güne en iyi şekilde hazır­lanmak

| Çağdaş YOLV33

Page 34: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

TABLO 8 : GELİR DAĞILIMI

YILLAR TARIMIN PAYI ÜCRET VE MAAŞ PAYI KAR,FAÎZ,RANT1980 23.87 26.66 49.471981 23.07 24.57 52.361982 21.87 26.62 53.55¡983 20.32 24.78 5Â69"1984 20.44 21.52 57.991985 19.08 18.84 62.081986 18.09 17.70 64.201987 17.06 17.00 64.041988 14.00 15.80 70.20

KAYNAKÇA : PROF Dr. SÜLEYMAN ÖZMUCURVN BİR ARAŞURMASI

Finanskapital ; halk yı­ğınlarının devrimci muhale­fetinin yükselişi sonucu ka­pitalist üretim tarzının top­lumsal yeniden üretimi tehli­keye girince 12 Eylül faşizmi ile bunalımı aşma girişimin­de bulundu, uluslararası iş bölümünde alınan yeni rol­ler sonucu emperyalizmin kredi sistemi ile akıttığı do­larlar sanayileşmeyi değil, ticarek ve spekülasyonu teşvik etmiştir. Sabit serma­ye yatırımları hızla düşmek­te, yapılanlar ise birikim rej- minin candamarı imalat sa­nayine değil: konut ulaştır­ma, turizm, bakancılık gibi üretken olmayan sektörlere kaydırılmalıdır.

Etkisizleştirilen bağımsız sendika­lar vc ücret sendikacılığı etrafında faali­yet gösteren TÜRK-IŞ toplu sözleşme masalarından arka arkaya kayıplar alarak ayrılmışlardır. Küçük tarım üreticilerinin de durumu benzer bir konumdadır. Finan kapital ve politik temsilcileri tarafından tek yanlı olarak belirlenen destekleme alım fiyatları kır proleterleri ile irlikte bu kesimi de mutlak yoksulluk sınırına it­miştir. Dolaylı olarak, tümden sosyal re­fah harcamaları için ayrılan pay sürekli azalmıştır. 1980'dc sağlık harcamalarının payı %6'lardan %2,9'a indirilmiştir. Ya­ni, ücrete dahil olmadığı halde, transfer yoluyla kendini yeniden üretme maliyeti­ni azaltan sosyal refah harcamaları da fi- nans kapitalin saldırısından nasibini al­mış, bu harcamalar, teşvikler ve fonlar yoluyla holdinglerin kasalarına aktarıl­mıştır. Emperyalistlerin, gerek işsiz sayı­sının fazla olmamasından gerek de bu ül-

kclcdcki işi sınıfının etkin sendikal örgüt­lere sahip olması nedeniyle pek yararla­namadıkları. fakat aazgclcşıniş ülkelerin finanas kapitallerinin ücret ayarlamaları­nı istedikleri gibi düzenleyebilmelerini sağlayan etkenlerden biri de yedek işçi or­dusudur. 12 Eylül sonrası tekelleşmeyi yoğunlaştırmaya yönelik politikalar bir yandan tekel dışı burjuvaları tasfiye eder­ken, bu yandan da bu işletmelerde çalışan proleter vc emekçileri işsizliğe sürükle­miştir. Kayıtlara geçmeyen fakat ekim vc hasat dönemleri dışında işsiz kalan kır proleterleri de yedek işçi ordusuna dahil edilmelidir. Üstelik, kırda çözülme nede­niyle kentlere akın eden kırsal kesim her yıl artmaktadır. Böylece finans kapital için çalışma yaşamında

gcrcçckleştirilcn düzenlemelerle çocuk oyuncağı haline gelen işçi çıkar­ma, yedek işçi ordusunun genişliğiyle de birlcşince ( ki bu oran hükümetin IMF'c bildirildiği resmi oran %22'nindc üzerin­dedir) finans ka pital ücretle üzerinde iste­diği gibi at oynatmaktadır. Bu sorunla mücadelenin de işçi sınıfının örgütlü bir­liğinden geçeceği açıktır.

İFLASIN İTİRAFI VI. PLANYukarıdaki dengelerle 1989'a giren

finanas kapital yoğunlaşan bunalım orta­mında ne yapacağını kara kara düşünür­ken, ANAP Hükümeti, Devlet Bakanı Tşm Çelebi sözcülüğünde VI. Beş Yıllık Kalkınma Planını açıkladı (11 Mayıs 1989).

Eııfilasyon Hedefleri:Toplam talebin genişmesi, üretim

artışı ile uyumlu olacak Kamu kesimi açıkları ve kamu harcamaları Kontrolü gerçccklcştirilecek Likidite genişlemesi, reel büyümenin finansmanı ile uyumlu olacak Özel kesimin kullandığı fonların maliyeti tasarrufu arttırmak amacıyla dü­

şürülecek.Böylece 1994 yılında enflasyon

%13,5'a indirilecek.Yabancı Sermaye Politikası He­

defleri:Yabancı seçmaye girişlerini arttır­

mak amacıyla özelleştirme ve serbest böl­ge uygulamalarına devam edilecek Ya­bancı sermayenin menkûl kıymetlere ya­tırımı teşvik edilecek. Patent haklarının korunması ile ilgili mevzuatta yabancı sermayeyi teşvik edeci yönde gerekli dü­zenlemeler yapılacak.

İmalât Sanayii Hedefleri:imalât sanayii, ekonomide hedefle­

nen büyümeyi (%7) sağlayan ana sektör olacak. İmalât sanayinde beklenen hedef­lere ulaşabilmek için verimliliği arttırıcı modernizasyon yatırımlarına gidilmesi ve yeni kapasitelerin oluşturulması özen­dirilecek. Rekabet gücü sağlanması için girdilerin dünya fiyatlarından sağlanma­sına imkân verilecek. Küçük ve orta öl­çekli sanayide teknoloji seviyesinin ge­liştirilmesi, verimliliğin arttırılması ve büyük sanayi ile entegrasyonun sağlan­ması özendirilecek.

Maliye Politikası Hedefleri:Tasarrufa önem verilecek, giderler

azaltılacak Yabancı sermayeyi teşvik edi­ci vergi politikaları seçilecek Dolaysız vergiler değişmeyecek, dolaylı vergiler arttırılacak Merkez Bankası'nda özel ke­sime ihracakt kredileri ile yatırım kredile­ri payı yükseltilecek. İktisadi etkinliğin arttırılması vc sermayenin tabana yayıl­ması amacıyla, KIT'lerin özelleştirilmesi programı na devam edilecek. Gelir dağılı­mını iyileştirici politikalara ağırlık verile­cek.

Planın açıklanmasından sonra ba­sında finans kapital, hükümet ve holding profesörleri arasmda ilginç bir tartışma başlıyor. TUSIAD vc ISO, planın yatı­rımları yönelünede yeterince açık olma­dığını, sağlanacak olanakların kesin bir şekilde belirlenmesi gereği üzerinde sız­lanıyorlar. DPT Müsteşarı Ali Tığrcl" Desteğimizi, vı. Bey Yıllık Kalkınma Planı hedefleri doğrultusunda özel lscktö- rün imalât sanayi yatırımları vc döviz ka­zandırıcı hizmetler yatırımları lehine kul­lanabiliriz." (31 Mayıs 89. Cumhuriyet) dedikten sonra daha'önce verilmiş teşvik belgelerinin de aynen geçerli olduğunu belirterek finans kapitale vurgun düzeni­nin devamı konusunda beş yıldızlı garan­tisini veriyor. Bu arada 17 Mayıs'ta İstan­bul'da Tüsiad Başkanı Bayner'lç görüşen Dünya Bankası Başkanı Conable, ulusla­rarası finanas kapitalle entegrasyonun en önemli düzenlemelerinden biri olan mali reformlar konusunda destek sözü veriyor. 31 Mayıs'ta uluslararası iş bölümünün be­lirlediği alanlında kullanılmak üzere lop-

Çağdaş YOL/34 [~~ j

Page 35: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

lam 604,5 milyon dolarlık üç yeni kredi daha açılıyor. Plan 23 Haziran günü TBMM'dcn geçiyor. Hcrşcydcn önce planlama; en lam demokrasi yoluyla yani halkm lam katılımı sonucu oluşum mer­kezi bir teşkilâtın uygulayabileceği, tüm girdilerinin ve faaliyetlerin dcncllcncbi- leceği-ki kapitalizmin anarşist üretim ya­pısı, buna elvermez-hcdcflerle strateji ve politikaların uygunluğunun sağlanabile­ceği sosyalizme yani toplumsal bir irade­ye özgüdür. Ancak plan adı altında kapi­talist ekonomilerde de, tümüyle hâkim sı- nf frnanas kapkital lehine merkezi düzen­lemeleri ifade eden stratejik belgelere rastlanmaktadır. Yapısı gereği planlama­ya dışsal olan kapitalizm de bunalım dö­nemlerinde kısmi düzenlemeleri dahi gerçecklcşlirmek daha da olanaksızlaşır. Önlenemez bir bunalımın gelişme eçre- sindc bulunan, Türkiye kapitalizmindlc, finanas kapitalin panik içinde istikrar ara­yışları çırpındıkça daha çok batağa gir­mesine neden olacaktır. Hedeflerin açık­ça birbirlcriylc çeliştiği burjuva basını ta­rafından bile hayali olduğu için pembe di­ye nitelindirilen bu plan iflasın açık tana- madır. Biz irdelemeyi, hedeflerin olanak­sızlığını vurgulamakla birlikte öngülen politikaların finans kapital, emperyalizm ve emekçi katmanlar açısından ne sonuç­lara yolaçacağı, amaçlananın ne olduğu üzerine ele alıyoruz. Üretim artışı yoluyla hem enflasyon dizginlenmek, hem ilıra- cakt arttırılmak, hem de dış borç ödemede kaynak yaratılmak isteniyor, .lokomotif sektör olarak da imalat sanayi seçilmiş. Bugün 1989'da, Türkiye ekonomisi 80'dcn çok daha derin bir bunalımın için­de, Bunalım dönemlerinde imalat sana­yine yatırım yapılmaz. Tam tersi var olan kapasitelede daraltılır. Nitekim 1984'ien beri imalat sanayinin sabit sermaye yatı­rımları içinde payı sürekli düşmüştür.

Tarım, Madencilik, İmalat, enerji gibi üretken sektörlere yatırım yapılmaz­sa, üretim artmaz. Para üretim devresin­den çıkmış, spekülatif alanda birikmiştir. Yatıranlar Turizm, Ulaştırma, Konut gibi hizmetler sektöründe yapılıyor. İnşaat sektöründeki son tıkanmayla birlikte sa­bit sermaye yatırımları tam bir felç duru­munda. Vurguncu finanas kapital kendini riske etmektense alım-satım (ticaret), bankacılık ve hizmetler sektöründe yo­ğunlaşarak kâr avcılığını sürdürüyor. Ni­tekim 150 Başkanı Nurullah Gezgin, İmalat sanayine yatırım yapmayacakları­nı şöyle teyid ediyor: "Sanayici bugün sa­nayici olmanın pişmanlığını yaşıyor. Ye­ni yatırım neden yapsın? Önünü göremi­yor. Bununla birlikte 89'un oluşumu önü­müzdeki 5 yılın oluşumunu etkileyecek­tir. 89'da ise belirleyici bir politika göre­

miyoruz. Mağdur edilen geniş halk kitle­leri mi korunacak, yoksa enflasyon mu aşağı çekilecek? Enflasyonu yukarı çe­ken tavırlar görüyoruz. Enflasyonun git­tikçe artışından kuşku duyuyoruz. Talep artışından söz ediliyor. Hangi sanayici 89'un istikrarsız ortamında yatırım yapa­rak talebi karşılayacak? Iş âlemi ve bü­rokraside 1984'lu yılların heyecanını gör­mek mümkün değil" (26 Mayıs 89, Cummhuriyct). Özel kesimin kullandığı fonların maliyeti düşürülecekmiş. Hangi özel kesim? Üretim artışına değil, vurgun temeline dayalı besleme finans kapital. Küçük ve ortacı ölçekli firmalar bu des­teklerden yararlanamayacaklarına göre, ya tasfiye olacaklar ya büyük sanayi ile enfegrasyon deyi adlandırılan işlemler tarafından finans kapital tarıfından yutu­lacaklar ya da 5-10'u birleşip tekelleşe­cekler. Kararlardan hemen sonra; hediye­lik eşya ve bakırcılık alanında imalat ve ilıracak yapan 4 orta ölçekte firma (Doyu­ran, Scl-Ka,Kayaoğlu ve aydın Bakırcılık San-vc Tic. A.Ş.) maliyet artışlarının kü­çük ve orta boy işletmeleri ayakla kala­maz hale getirdiğini, teşviklerden yarar­lanabilecek atılmaları yapabilmek için birleşmeye gittiklerini açıkladı. (2 Tem­muz 89, Cumhuriyet). Benzer durumda birçok firma da satış işlemleri için ticaret bakanlığına başvurdu. Bütçe açığı 1980'li yılllarm en üst seviyesine ulaşarak 4,11 trilyon TL'yc tırmanmıştır. Bütçe açığını kapatmak için ileri sürülen yöntem arlan oranlı dolaysız vergileri kullanmak değil (ki bu finanas kapitalin kârlarını vergile­mek olurdu) dolaylı vergileri yani tüke­tim ve satışlar üzerinden alanın vergileri kullanmak. Böylece vergilenmesi hesap­lanan kesim, gelirlerinin ancak %10'unu tüketime ayıran bir avuç parababası dı­şında, %95-100'ünü tüketime ayıran emekçi katmanlardır. Reel olarak geliri kuşa çevrilmiş işçi sınıfı, memurlar, kü­çük üretici ve toprak ağalan dışındaki ta­rım kesiminden finanas kapitale vergile­me yoluyla ek bir değer aktarımı daha sağlamaktır planlanan. İşçi ücretlerine yapılan zamlar 88-89'da, gerçekleşen reci kaybı dahi karşılamadığı gibi, hemen ar­kasından temel tüketim maddelerine ve KIT ürünlerine yapılan yüksek oranlı zamkasımn en dolaysız kanıtlarıdır. Ne varki geniş halk yığınlarının verecek eli de, kanı da kalmamıştır.

Dev rakkamlara ulaşan bütçe açığı­nın büyük kısmı Merkez Bankasından borçlanılarak kapatılacak, para arzı arta­caktır. Burjuva iktisat yazınının slogflas- yan diye tanımladığı "durgunluk ve enf­lasyonun biraradalığı," üretim gücünden yoksun finans kapitalin para oyunlarıyla şişirdiği enflasyon çevriminde saklıdır. Dışa açık birikim rejiminin "olmazsa ol­

maz" koşulu; tarım kesimi, küçük üretici­ler ve işçi sınıfının finans kapital tarafın­dan azgınca sömürolmesidir. Teknik re­kabet gücü olmayan finans kapitalin baş­ka çıkar yolu yoktur. Bütçeye akan gelir­lerin, teşvik sisteminin geliştirilmesi adı altmda fonlarla ve diğer sübvansiyonlar­la tekellere hediye edilmesinin anlamıda, gelir doğılımmı düzeltme safsatasının içi boşluğu da burada ortaya çıkar, işin bir di­ğer cephesi de tanm kesimi ile ilgilidir. Girdilerin dünya fiyatlarından sağlanma­sına imkân verilecek ibaresi, bilimsel tek­nik devrimle çalışan çok uluslu tarım hol­dinglerine karşı kurumasız ve daha yok- sek maliyetle çalıan tarım kesimine yöne­lik politikalarda, taban girdi fiyatlarının reci olarak daha da düşürüleceğini göste­riyor. Gelir dağılımı çıkmazı sermaye ke­siminin sözcüleri tarafından da avaz cvaz haykırılıyor. Ekonomik ve Sosyal Etüd- lcr Konferans Heyetinin düzenlediği bir panelde, yüksek rütbeli finans kapital profesörlerinden Erdoğan Alkin'i eleşti­ren yine aynı konumda olan Prof. Mcm- duh Yaşa: "Uçuruma gelmediğimizi söy­lüyorsunuz. Bölüşümün vahametini bir sabah 3:00'tc radyodan anlarız" şeklinde konuşuyor (14 Haziran 89, Cumhuriyet). Gölgesinden bile korkan finans kapitalin politik temsilcileri ve ellerindeki devlet mekanizması da sermaye profesörü Memdulı Yaşa'yı bile İstanbul DGH'ye gönderiyor. Yine I.Ü profcsörlerinldcn, son zamanlarda ANAP Hükümetine karşı çıkışlarıyla tanıman G. Kazgan, 150 Meclis toplantısında bunalımın şiddctinli kendi terminolojisiyle şöyle tanımlıyor; "Eğer Türkiye demokrasiyi yaşatmak is­tiyorsa, siyasi partilerin konsensüs kur­ması gerekecek. İsrail, nasıl bu yolla yüz­de 400'lerdc olan enflasyonu yüzde 10'la- ra çektisye, Türkiye'de bunu gcrçckleştir- mehdir. Türkiye'de eğer siyasi partiler bir aray gelip bu konsensüsü sağlayamazla- rasa süngülü gelir. Dışardaki angaje eder. Bunlar olmazsa kakafoni olur, demokrasi gider. "(30 Haziran 89, Cumhuriyet) De­mokrasi kavrayışının çarpıklığı bir yana ne diyor bizim saygı değer profesör. Siya­sal partiler biraraya gelip bir konsensuz kurmalıymışlar, eğer bu sağlanırsa enf- lasyon'da, gelir değilimi bozukluğu da düzelirmiş. Türkiye güllük gülistanlık olurmuş. Yoksa askeri- darbeler ve patla­ma olurmuş. Evet Türkiye devrimci bir patlamaya gebe, ama sizin anlayamadığı­nız şey şu: "Finans Kapitalin ekonomi politikasını belirleyen şey, niyetler değil, sermayenin mantığıdır. Emck-scrmayc arasındaki antagonisl çelişkiyi yoğunlaş- tmnaktan başka çıkar yolu yoktur. Gidişi belirleyecek olan da konsensüs' falan de­ğil, tarihi belirleyen yegâne güç olan sı­nıflar mücadelesinin alacağı konumdur.

i Çağdaş YOL/35

Page 36: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

p.............. ............................I'"',J'1....... ...... :..................... ............... 1TABLO : 9 (SABİT SERMAYE YATIRIMLARI)

SEKTÖRLER 1984 1985 1986 1987 1988TARIM 10.6 8.9 6.5 7.9 7.9

MADENCİLİK 5.4 5.6 4.4 2.8 2.2İMALAT 22.3 19.2 19.6 15.2 14.8ENERJİ 15.8 14.5 14.3 13.7 12.1

ULAŞTIRMA 21.6 26.4 23.8 23.1 21.5TURİZM 0.9 1.1 2.7 3.0 3.4KONUT 13.7 14.8 15.9 20.9 25.4EĞİTİM 2.1 2.2 2.2- 2.8 3.0SAĞLIK 0.9 0.8 1.0 1.0 1.1

DİĞER 6.8 6.6 9.6 10.3 8.6TOPLAM 100 100 100 100 100

KAYNAK :ESBO , 1989

Özelleştirme, yani tekelleştirme ve yabancılyaştırma programına devam edilmesi öngörülüyor. Özelleştirme 89 programına göre sırada TÜPRAŞ, PET- KÎM, SÜMERBANK ve ERDEMİR var.Tbraş'a ABD sermayeli Exxon, Pet- kim'c UnionCarbide, Mitsubishi, C. Itoh, Henkel.Hocçhst, Basf,Dow Chemicar ve Degussa Amoca gibi çok uluslu pelro kimya ve ticaret şirketleri talip. Sümür- bank ve Erdcmir'e de yerli ve yabancı holdinglerin talip olduğu ama satışa çı­karma işlemi resmileşmediği için isimle­rin kamuoyuna açıklanmadığı belirtili­yor. Verimlcştirme adı altında en verimli kitlenin hisseleri satışa çıkarılıyor. (Ör­neğin Erdemir cirosunun yüzde 42'si ora­nında karlılık, 88 Türkiye'sinin en karlı şirket) Teletaş'a % 39 payla ortak olan çok uluslu Alcater (Alcatcl'in ortakları ara­sında az gelişmişlerin hemen hepsine ah­tapot gibi sarkmış ITT'dc var.) ile % 18'lik bir hisse içinde prensipte anlaşılmış, top­lam % 57'lik hisse ile Alcalel, Teletaş'ın yönetimine sahip olacak. Böylece tele­komünikasyon alanında Türkiye'deki şir­ketler çok uluslu tekellerin eline geçmiş oluyor. (Cumhuriyet, 30 Haziran ’89)

Görüldüğü gibi bu hisselerin alıcısı- sermayenin tabanın yayılması diye ta­nımlanan -emekçiler değil, para babaları ve çok uluslu şirketlerdir. Amaç; tüm da­vetiyelere rağmen çalım satan yabancı sermayeyi yüksek karlı KIT hisseleriyle razı etmek, finans kapitala ek kaynak sağ­lamaktır. Ancak şyukarıda açıkladığımız nedenlerle, çckinccli davranan yabancı sermaye mevcut yatırımların düşüklüğü kendini riske atmadan içinde en karlı K İT hisselerini yutarak geride kalanlara rağbt göstermeyecek; döviz silkintisi sürecek­tir. Sonuç : Emperyalizmin ekonomik ve siyasal baskısının artışıdır. Dış Ticaret vergileri ve esnek kur sistemiyle ilgili he­

defler ihracak artışının aym mantığa( pa­ra değeri düşürülerek ihracat ürünlerini değerinin altmda satma) gösteriyor. Dış borçların 1994 30 milyar dolar düzeyine indirilmesi hesaplanıyor. Üretim artışını uluslararası rekabet gücünü sağlayama­yan döviz ihtiyacım çözümleyemeyen bir yapı birikim sürecini verili sistemde an­cak yeni kredi ve borçlar alarak sürdüre­bilir. Planda hesaplanan dış borç tutan, ön görülen sabit sermaye artış planı he­deflenen ihracak miktarı ve büyüme hızı­na bağlı olduğundan gerçekçi değildir.

Türkiye halklarına bu plan hiç bir- şey vaadetmiyor. Planın verdiği mesaj; uluslararası iş bölümünün belirtiği alan­larda uzmanlaşma ve entegrabyona em- peryalizsme artan bir şeklide bağımlılığa sağlanan yeni teşviklerle bunu gerçekleş- tingörülcn finans kapitalin emekçi kat­manların üzerindeki kanlı sömürüsüne tam yol devamdır.

SONUÇİthal ikameci birikim rejimi ile sı­

nırlarına ulaşan kapasite kullanım oranla­rının % 25 -30‘a yaklaştığı büyüme oranın negatif olduğu ödemeler dengesinde sü­rekli açımk vererek dış borçlarını ödeye­mez duruma gelen finans-kapital; halk yığınlarının devrimci muhalefetinin yük­selişi sonucu kapitalist üretim tarzının toplumsal yeniden üretimi tehlikeye gi­rince, 12 Eylül faşizmi ile bunalımı aşma girişiminde bulundu.

Uluslararası iş bölümünde alman yeni roller sonucu emperyalizmin kredi sistemi ile akıttığı dolarlar sanayileşmeyi değil, ticaret ve spkülasyonu teşvik et­miştir. Sabit sermaye yatırımları hızla düşmekte, yapılanlar ise birikim rejimi­nin car daman imalat sanayine değil kout ulaştırma, turizm, bankacılık gibi üretken olmayan sektörlere kaydırılmaktadır. Büyüme oranı düşmüş, işçi sınıfı üretim

emekçi katmanlar üzerinde uygulanan fa­şizm destekli her türlü sömürü yönetimi­ne karşı finans kapital, dünya pazarında rekabet edecek güçten yoksun durumun­dadır. TL'yi içi boş bir sembol durumuna getirmek kaydı ile yapılan ihracakttaki ar­tık çok sınırlı olmuş, dış borçları ödeye­cek manivela elde edilememiştir. Bütçe Cumhuriyet tarihinin en yüksek açıklarım vermeye başlamıştır. Uygulanan ekono­mik politika gereği tekel dışı kesimler hız­la erirken, banka ve sanayi sermayesinin içinde sentezleştiği finans kapital giderek azmanlaşmış, aynı oranda yalnızlaşmış- tır.

Sanayi üretiminin % 80-85'ini elin­de tutan yüz büyük sanayi firması içinde Koç, Sabancı ve Iş Bankası grubunun sa­tışlardaki payı % 36.06 olmuştur. Vergi öncesi kardaki payı % 43.6'ya ulaşmıştır. (Ekonomik panorama 9 Temmuz '89 S.30)

(Bu gün Türkiye emperyalizminin zayıf halkasıdır. Derinleşen ekonomik ve siyasal bunalım bunun en büyük gös­tergesidir. Birikim rejimini sürdürebil­mek için işçi sınıfı ve emekçi katmanlar üzerindeki artı değer mücadelesinin her türlü sömürü yönelimi ileş pekiştirmek bu kesimleri mutlak yoksulluk sınırına mahkuml eden finans kapital, bir yandan da ideolojik aygıtları ve militarizasyonu yoğunlaştırarak baskı aygıtları ile ola­naksız savaşa hazırlamaktadır.)

Bu gün Türkiye devrimci hareketi 1980 öncesinden çok daha kuvvetli bir moment yakalamasının eşiğinde nesnel koşullar ; Lcnin'in a-"tabanın” artık eskisi gibi yaşamak istememesi, zirvenin artık eskisi gibi yönetecek güçte olmaması b- Ezsmıflarmın yoksulluğunun ve çaresiz­liğinin her zamankinden daha ağırlaşması c- Durgun dönemlerde ses çıkarmadan

yağma edilmeye katlanan ama fırtınalı dönemlerde gerek bunalımın tümü gerek­se "zirve" nin kendisi tarafından bağımsız bir tarihsel eğilime doğru itiler kitlelerin aktifliğinin belirgin bir şekilde artması "şeklinde tanımladığı" (Devrim duru­mumu oluşturan günlere hızla yaklaş­maktadır.

GÖREV:Mücadeleyi revizc etmeye çalışan

burjuva sosyalistleri ve tüm radikalistlere rağmen sınıfsal körlük içinde bulunan kü­çük burjuva sosyalistlerinden ayrışan proletarya sosyalistlerinin bayrağı altmda işçi sınıfının önderliğinde tüm emekçi katmanların harekete geçirildiği bir daha çıkmamacasına finans kalıitalin yerin di­lline batırıldığı o tarihi güne en iyi şekilde hazırlanmaktır.

^ _____^^^^_¡ImJÇağdaş YOL/36 l: -

Page 37: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

"YARIN DEĞİL ŞİMDİ"1. KADIN KURULTAYI : ” MOR ÖTESİ KIZIL

Yer '.Beşiktaş Anıl Düğün Salonu Tarih : 19-20-21 Mayıs 1989 Gündem : Kadın sorununun somutlandığı alanları sorgulamak ve bunun sonucunda ortak talepler bildirgesini oluşturmak.Katılım : Yurt içi ve yurtdışmdan 2500 kadın katıldı. 70 tebliğ sunuldu. 150 kadm söz alarak tartışmalara katıldı.

Sonuç : Birinci görüş : "Kadm, kurtuluş mücadelesinde tarihsel, toplumsal, sınıf­sal, ulusal farklılıkları gözardı etmeden özgül kadın talepleri çerçevesinde özgül ve bağımsız kadm mücadelesinin gerek­liliğini vurguluyor. Feminist, sosyalist feminist ve bazı sosyalist kadınların çe­kildiği bu kurultaydaki tartışmaların ka­dm sorunlarını yeterince ifade edememe­sinin ve başka alanlara kaymasının, ku­rultayı amacından uzaklaştırdığını belir­tiyor. Bundan sonra toplanacak herhangi bir kadm platformunun ancak kadm so­runlarını somut ve özgül biçimler altında tartışmasının ve kadınlar yararına sonuç­lar üretebilmesinin anlamlı olacağmı be­lirtirken, gelecekte yapılacak ortak kadm etkinliklerinde bu ilkelerin gözetilmesi gerektiği üzerinde birleşiliyor.İkinci Görüş : Uzun bir aradan sonra ka­dm hareketi ve kadının özgürleşmesi ko­nularında farklı görüşlere sahip kadm gruplarım bir araya getiren kurultayın, bu farklılığı ve çeşitlliği yansıtması bakı­mından başarılı olduğunu ve kadının öz­gürleşme mücadelesinin sınıfsal , tarih­sel, toplumsal ve ulusal temellerinden so­yutlanmadan ele alınmasının gcrekliliğ ni vurgulayarak, kadm hareketi temelin­deki ilkeli güç ve eylem birliğine her za­

man hazır olduğunu ifade ediyor.12 Eylül 1980'dan bu yana hızla gelişen kadm hareketi, düzenlenen birinci kadm kurultayı ile tarihi bir gün yaşadı. İlk defa Türkiye'nin çeşitli kentlerinden ve yurt dışından gelen kadınlar üç günlük kurul­tay boyunca sınırlı sürelerle de olsa kadm ezilmişliğini çeşitli alanlarda sorgulayıp kadm kurtuluşu için örgütlenme perspek­tiflerini ve taleplerini dile getirdiler. An­cak, Kurultay'ın çeşitli görüşlerdeki ka­dm grupları ve örgütlerince organize edilmesi hem Kurultay'a kadar süren ha­zırlık çalışmalarında, hem de Kurultay sı­rasında ve sonrasındaki değerlendirme toplantılarında kadın sorununa farklı ba­kışı bir kez daha ayrımlaştırdı. Kurultay sırasmda iki gruptan söz ediliyordu. 'Fe­minist' kadınlar ve 'Sosyalist' kadınlar. Ancak bu ayrılığın köklerini kurultayın başlangıcında değil kurultayın hazırlık çalışmalarmda aramak gerekiyor. Uzun süren hazırlık çalışmalarında filizlenen ayrılık kurultay sonunda artık nel bir şe­kilde ortaya çıktı. Kurultayın genel bir de­ğerlendirmesini yapmadan önce hazırlık çalışmaları boyunca süren tartışmaları ve kurultay beklentilerini aktarmak kurulta­yın öncesi ve sonrasıyla kavranması açı­sından önemli olacaktır.Var olan kadın gruplan ve örgütlerini kapsayan kurultay hazırlık çalışması çağ- nsına bu grupların ve örgütlerin çoğun­dan olumlu cevap geldi.DEMKAD dışın­da hemen hemen tüm kadm insiyalifleri- nin temsilcilerinden oluşan hazırlık gru­bunda öncelikle kurultay programının netleştirilmesi hedcflcndirilmişti. Çeşitli program önerilerinin değerlendirilmesin­den sonra Kurultay programı kadm soru­nunun somutlandığı temel alanların sor­gulanması (Aile, eğilim, cinsellik, çalış­ma hayatı vb.) ve kadm kurtuluşu için ge­rekli özgürleşme ve örgütlenme perspek­tiflerinin sunulması şeklinde saptandı. Biçim olarak tebliğler verilmesi benim­sendi. Tebliğler üzerine salonun görüş belirtmesi için her oturumun sonuna bir tartışma bölümü konulması kararlaştırıl­dı. Tartışma bölümü alabildiğince çok kadının söz alıp görüş belirtmesi ve tanık­lıklar yapması açışımdan son derece önemliydi. Bu yüzden mümkün olduğun- caçok kadm tartışmalara katılımının sap­tanması gerekiyordu. Kurultay sonunda, kurultayı izleyen tüm kadınlardan gele­cek kadın kurtuluşuna yönelik taleplerin bir araya getirilerek bir 'Talepler B ildir -

Gökçe DEMİR

gesi' oluşturulması ve kamuoyuna sunul ması saptandı. Aynca, 1 nci Kadm Kurul tay'ı, kurltayı organize eden gurup ve ör gütlerin ortak hazırlacağı kapanış bildir gesi ile belirtilecekti. Genel hatlan itiba riyle sağlıklı bir program oluşturulmayı çalışılmıştı. Ancak, sorunlar ve tartışma­lar önemli sayılabilecek ayrmtılarda pat­laklık verdi. Deyim yerindeyse, şeytar ayrıntılarda ortaya çıktı. Kadm sorunu için bugünden hareket edilmcs gerektiği­ni vurgulayan ve sorunu erteleyici bir mantıktan kurtaran bir slogan benimsendi : 'Yarın Değil Şimdi' Ancak, kurultayda simge olarak kullanılacak renk, tebliğleri sunan kadınların bağlıyı bulundukları ya­pının adını kürsüde aktarıp aktarmaya­cakları ve erkeklere söz verilip verilme­yeceği gibi çeşitli konularda çıkan tartış­malara guruplar farklı çözüm önerileriyle yaklaşıyordu. Feminist kanadı oluşturan kadınlar 'mor' rengi benimsediklerini be­lirttiler. Ayrıca tebliğ sunan konuşmacı­ların kendi adlarına konuşma yapmasını, eğer örgütlü bir yapıdan geliyorsa bu ya­pının adını belirtmemesi gerektiği konu­sunda birlcşiyorlardı. Erkek konuşmacı konusunda ise tavır son derece netti, ke­sinlikle yer verilmemeliydi.

Aralarında Demokratik Kadm Demeği ( DKD ) , İnsanca Yaşamda Kadm Demeği ( tYKD ) , Emek Kadm Gurubu ve çeşitli bağımsız kadınların bulunduğu ve çalış­malar ve çalışmalar boyunca ortak tavır almayı benimseyen grubun temsilcileri bu sorunlara farklı yaklaşmaktaydılar. Kurultay, ayrılıkları netleşmiş ancak ilke­li bir birliktelik etrafında bir araya gelen kadm gruplarınca örgütleniyordu. Yapı­ların,adlarını kapının dışında bıraktığı so­yul bir birlikteliğin oluşturulduğu, şekil­siz bir 'bir araya geliş' değildi. Daha doğ­rusu böyle kavranmaması gerekiyor- du.Bu noktada feministlerin getirdiği öneriye karşı çıkan grup temsilcileri ko­nuşmacıların kendi bulundukları yapıları da belirterek tebliğlerini sunacaklarını söylediler. Demokratik bir katılımla oluş­turulan kurultay için saptanan rengin fe­minist harekelin simgesi sayılan bir renk olarak kararlaştırılması diğer grupların hiçe sayılması anlamına geliyordu. Bu nedenle feminist bir kurultay olmayan 1. Kadm Kurultayı nda başka bir renk kulla­nılmasını öneren grup temsilcileri, erkek konuşmacılar içinse olumlu bir çözüm üretilmesinden yana olduklarını ifade ct-

1 Çağdaş YOL/37

Page 38: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

' tiler. Uzun ve çoğu zaman da sancılı ge­çen tartışmalardan sonra kurultay rengi olarak mavi benimsendi. Kadın konuş­macılardan arta kalan zamanda, eğer sıra­da söz almak isteyen başka bir kadın ko­nuşmacı yoksa erkek konuşmacılara söz verilmesi kararlaştırıldı. Bu sonuçlarla aslında gizli saklı seyreden gerginlikler giderilmediği gibi feministlerin sosyalist kadınlara olan tepkileri giderek arttı. Özellikle DKD temsilcilerine karşı geli­şen olumsuz tavır her fırsatta dile getiril­di. Denilebilir ki, DKD'nin kadın sorunu konusunda söylenecek sözü olmayan, in­dirgemeci bir yapı olduğunu ispatlamak feminist arkadaşların baş görevi oldu. Böylece feministlerin kurultayı feminist bir kurultay şeklinde geçirme çabaları iyice ortaya çıkmış ve kurultayın başladı­ğı tarihe gelinmeden sesizcc ayrışma ya­şanmıştı. Kurultay tartışmaları farklı beklentileri de yansıtmaktaydı. Feminist grubu oluşturan feminist, sosyalist femi­nist, bazı İH D kadın komisyonunun bazı üyeleri ve Kadın kültürevi çevresinden bir grup kadm sadece kadın olmanın ge­tirdiği sorunların yansıtıldığı, sosyalizm kelimesinin geçmeyeceği, katılan örgüt­lerin ve grupların ayrılıklarının yansılıl- madığı mor renkli bir kurultay yaşamayı hayal ediyorlardı. Diğer yandan bazı sos­yalist kadın gruplan da kurultay sonunda ortak bir kadın örgütü kurmayı umuyor- du.Bu yapılanmadan kurultayda yakın­laşmış bağımsız ya da örgütlü bir çok ka­dın ycralanabilccckti. Öneriyi yapan gruplarca,varolan örgütlü- örgütsüz ya­pıların proğramları incelenerek birlikte­liklerin mümkün oluip olmayacağı şek­linde bir çalışma sistemi benimseniyon , kuruluşunda kendilerinin de yer alacağı ayrıntıların sonradan netleşeceği bir ya­pılanma isleniyordu. Herkesle birlikte ol­ma çabası bu grupları sürekli oradan ora­ya savuruyor, kurultay öncesi ve sonrası arada büyük çelişkiler çıkmasına rağmen 'aman arayı bozmayalım' kaygısı,ortalık­larda yalpalayan bu kadınları lavırsız, ikircikli ve kararsızlıklarla dolu çıkarcı bir yaklaşım içine sokuyordu. DKD'li ka­dınlar kurultaya hayalci değil somut yak­laşımların egemen olması düşüncesini savunuyorlardı. Ayrılıklardan korkma­mak, gerekliğinde bunları derinleştirmek gerekiyordu. Ortak kadın hareketini oluş­turmayı yönelik bir platform 1986'da ya­şanmıştı. Burada geç davranan ya da dav- ranamayan arkadaşlar için bir kez daha geçmişe dönmek sorumsuz ve bir o kadar da geri bir tavırdı. 1. Kadm Kurultayı ola­bildiğinde geniş kesimden kadınları bira- raya getirip kadın harekelini her yünüyle tartışmanın güzel bir zeminiydi bu ve bu zemin gereksiz yere zorlayıp yapaylaşlı- rılmamalıydı. Ortak taleplerin sapıanma-

Çağdaş vo l-38 E ........

sı, belki de örgütlenme perspektiflerinde olası bir biraraya geliş bundan sonra geli­şecek kadm hareketi açısından yeni bir süreci hazırlıyabilirdi. Ancak kurultayın hemen ardından ve ayrılıkları göz önünde bulundurmadan yapıların kendini dağıtıp bir araya geldiği birleşik bir kadm bir ör­gütlenmesi yaratmayı beklemek koskoca bir hayaldi.Kurullay başladığı ilk günden son güne kadar feminist kadınlara sosya­list kadınların karşı karşıya geldiği bir platform şeklinde seyretti. Ancak bu ayrı­lığı körükleyen feminist gruplarda yer alan kadınlardı.Tebliğlerde sosyalizm kelimesinin edilmeye başlanmasıyla,ola­yın sorumluğunu üstlenen komitede yc- ralan görevli ve 'tarafsız' davranması bek­lenen kişi 'rengimiz kayıyor arkadaşlar' diyordu. Evet, mor renk daha ilk dakika­lardan itibaren biraz kızıla dönmüştü. Fe­minist kadınlar 'Sosyalizm' sözcüğüne öyle tehammülsüzdüler ki, metinler ya­rım yamalak dinlendiği halde tek bir sos­yalizm kelimesi geçse bile indirgcmccili- ğe mahkum ediliyordu. Kurultay salonu­nu ağırlıkla feminist olmayan kadınların oluşturduğunun saplanmasıyla sonucu ilk oturumdan sonra oturum başkanları- nın değiştirilerek kurultay lehe çcviril- meye uğraşılıyordu. Feminist grupların temsilcileri komitede ağırlıkta olmaları­nın avantajını kullanıyordu. 12 Eylül'dcn bu yana ağır baskılarla susturulmaya, sin­dirilmeye çalışılan sosyalist perspektifli kadınlar şimdi de feminist kadınlarca susturulmaya ve kurultayın başarısızlığı­nın sorumlusu gösterilmeye çalışıyorlar­dı.

Feministlerin bütün karşı çabaları ve çırpın ışlarına rağmen 'Sosyalist bir kadın kurultayı' havasında geçen ilk kadın kurultayımız farklı görüşlerin (doğallıkla) yan­sıtıldığı bir kurultaydı.

Örgütlü yapıların kendi örgütlerinin ad­larını belirterek konuşmalarına başlama­sı yürütme komitesindeki feminist arka­daşların kızgınlığını artırıyor ve 'artık bir daha bunlarla iş yapmayız' cümlesiyle somutlanıyordu. Öyle ya, kurultayı femi­nist kadınlar kotarmış tüm kadm kitlesine açmış ancak sosyalist kadınlar tepeden incrccsinc bir şekilde gelip kurultayı, kendi kurultaylarına çevirmişlerdi. Peki, feministlerin mor renkli, rengin kayma­dığı bir kurultay düzenlemeleri feminist kurultay değil de başka bir kurultay yani gerçek kadm kurultayı mı olacaktı? Oturumların son gününde tansiyon son derece yüksclmişıi.Ayrıca salonda bek­lenmedik bir olumsuzluk yaşanıyordu. Oturum başkanlarından birinin bir anlık

boşluğundan yararlanan bir erkek konuş­macının kürsüde söz alması feministlerin yoğun tepkisi ile karşılandı. Önce 'Kadın­lar Vardır' şarkısmı söylemeye başlayan feministler daha sonra işi salonu terket- meye vardırdılar.Başmdan beri kurultay­da sosyalizm lafı edilerek erkek söylemi getirilmişti bir de erkek konuşmacıya söz verilmesi bardağı taşıran son damlaydı. Yürütme komitesinin hiçbir şekilde slo­gan ve şarkı söylenmeyecek şeklindeki kararma ilk karşı çıkanlar feministler,ba­şı çeken de komitede yer alan bir görevli oldu. Bu şarkıya tepki duyan salondaki bine yakın kadınm 'Kadın erkek ele ele özgür günlere' sloganım atması provaka- tif bir tavır olarak nitelenmişti. Şarkı söy­lemek provakatif değildi ama bir takım sosyalist kadınların bu sloganı atması provakatifti. Çıban başlan da bir takım kadm demeklerinin üyeleriydi.İlginçtir bugün düzende çıban başları olarak sos­yalistleri sergiliyor ve sansürlüyor.Arala- rmda kendisini sosyalist olarak da tanım­layan feminist kadınlann da bulunduğu bu grubun üyelerinin bu sansürcülerden bu noktada farkları ne olabilir di acaba, feminist olmaları mı? Salon, gelişen olaylardan bazı feministlerin kışkırtma­larına karşın kendi sağduyusuyla tavır geliştirmeye çalışıyordu. Aıtılan slogan­lar da bunun bir örneğiydi. Daha sonra bu gerginlikle devam eden kurultay bir baş­ka gerginlikle neredeyse bitme noktasma geldi. Gerekçe, olurum başkanı Jülide Gülizar'm son derece geri bir tavırla er­kek konuşmacı ile ilgili bir protestoyu okutmasıydı. Bu tavır, haklı olarak tüm salonca protesto edildi. Ancak, feminist bir grup kadın ve bazı sosyalist kadınlar salonu terkelliler. Salonun müdahale edip düzelttiği tutum bu arkadaşlarca her­halde yeterli görülmcmişti.Toplam 15-20 kadmm terkctıiği kurultay, birden bilme aşamasına getirilmeye çalışıldı. Yüzlerce kadın salonda oturuyor, konuşmaları bekliyordu. Ancak feminist bir kurultay geçmediği için neredeyse her an salonu tcrkctmcyc hazırlanan bir grup kadmm varlığı son derece abartılıyor yürütme ko­mitesinde bunalım çıkıyordu. Kendileri­ni kadm hareketinin Türkiye'deki doğal öncüsü sayan feminist kadınlar iddia et­tikleri bu misyona uygun olgunlukla dav­ranmıyorlardı ne yazık ki.Sonunda otu­rumlar bitirilip talepler bildirgesinin ya­zımı gerçekleştirildi.Tebliğler konusunda kısa bir değerlendir­me yapmak gerekirse; gerçekten alanı tartışan ve çözüm üreten tebliğlerin yanı- sıra sırf feministlere ya da sosyalistlere tepki olsun diye indirgemeci nitelikte ya da sosyalistelere feminizme çok ihtiyaç­ları olduğunu anlatır nitelikte konuşmalar yapıldı.Salondaki kadınların çoğu za­

— ------------- ------ -— ------------- ■— —

Page 39: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

T

ı __________

man konuşmacıları dinlemeden birbirini reddeden konuşmaları dahi aynı coşku ile alkışlandığı görüldü. Tebliğ süreleri kı­saydı ve iki güne çok önemli konulann sığdırılmaya çalışılıştı.Tartışma bölüm­lerinde daha çok kadının söz alma isteği gündeme geldiği için, tartışma bölümleri bazı konuşmacıların kısa sürede sadece bir kaç slogan atarak feministlere ya da sosyalisteler 'dersini verdiği' bir çatışma­ya döndü. Konuşmaların gerçekten dinle­nip dinlenmediği kuşkulu denebilirdi. Ancak konuşmalar arasından sıyrılıp ge­len bazı ilginç sözleri belirtmekte yarar var.Sanki fenministlerin inadma sosya­lizmden bahseden kadınlar karşısında, hem sosyalist hem de feminist olduğunu belirten Gülnur Savran 'sosyalistliğinden' utandığım söyledi. Kendi sosyalistliğini kıstas alıp bütün salonu utanç altında bı­rakmaya çalışan Gülnur Savran, aslında doğru bir noktaya işaret etti. Sosyalizm zahmetinden kurtulması hem sosyalist hareket hem de kendi açısından daha iyi olacaktır. Bu insanlar için sosyalistlik bir utançsa, sosyalist safların az ama sık ol­ması gerçek proleterya sosyalistlerinin lehine olacaktır. Aynca artık sosyalist fe­ministlerin sosyalizm kamburundan kur­tulup pür. feminist kimlikleri ile davran­maları kendileri açısından daha dürüstçe olacaktır.

Diğer bir konuşmacı,eski İKD Genel Sekreteri Yüksel Selek konuşmasında son derece liberal bir yaklaşımla femi­nistlerle iş birliği yapmağa hazır oldukla­rını ve oluşturulacak bir kadın örgülünün yelpazenin her kesiminden kadını bir ara­ya getirmek için uğraşması gerektiğini belirtti. Feministlerin salonu terkedip git­meleri Yüksel Seleke tarafından kadın hareketi açısından büyük bir kayıp olarak nitelendi. Avrupa'da eski İKD Genel Başkanı Bcria Ongcr'in feministlere bü­yük adımlarla yaklaştığı şu sıralarda bu konuşma bir çoğumuz için şaşırtıcı olma­dı. Eski İKD yeni bir paketle sunulmaya çalışılıyordu. 'Gel! Ne olursan ol, gene gel!' müjdesiyle ilkeli birlikteliklerin ha­valarda uçuştuğu yalnızca kitleselleşe­bilme kaygısının ve popülerliğin hakim olacağı yeni bir İKD yaratılmak isteni­yordu ve kürsüden bu istek utangaçeada olsa dile getirildi.

Sosyalizmi sihirli bir değnek yapan ancak sosyalizme giden yolda yanlış teo­riler üretip bunu kadın hareketine indir­geyen yapılanmalar ifade eden bir konuş­ma daha örnek olarak verilebilir. Kadın hareketine devrim stratejisi sunan bir der­gi temsilcisi 'feodal burjuvazinin' tasfiye edilerek bu görüşü benimseyen kişilerin önderliğinde bir kadın kurtuluşu hareke­tinin duyurusunu yaptı. Marksist litera­türde karşılığı olmayan bu sözleri sarf

eden arkadaşın gerçeklen indirgemeci- liklcn kurtulması için önce kafasındaki sınıflar karmaşasını ve demokratik kadın hareketinin niteliğini ve perspektifini çözmesi gerekiyor.

Feministlerin bütün karşı çabalan bu çırpınışlarına rağmen salonun kendili­ğinden eğilimi ve çeşitli gruplardan ka­dınların bugünkü mücadeleye öncülük edecek sosyalist perspektifi vurgulama­ları sonucu ilk kadm kurultayı sosyalist bir kadm kurultayı havasında geçti. Fark­lı görüşlerin yansıtılması ve kadın hare­ketini oluşturan grupların şu an içinde bu­lundukları durumun teorik ve pratik açı­dan tahlili bakımından önemli bir misyo­na sahip oldu. 3000'e yakın kadınm bir araya geldiği kurultay bu anlamıyla son derece olumlu. Ancak bu sonuçlar femi­nistlerce 'renk kayması' olarak nitelendi. Kurultaya kadar şekillenen ve kurultay sonunda netleşen ayrılık kapanış bildir­gesinde iki farklı görüşün yer almasıyla somutlandı. Böylccc feminist harekelin tahammülsüzlüğünü, tekelciliğini ortaya çıkaran ve bazı sosyalist grupların da halâ indirgemeci bir yaklaşıma sahip olduğu­nu ortaya çıkaran bir kurultay yaşadık. Feminist gurublarm. tekelci mantığı ve 'ben yaptım' iddiası kurultay sonrasında­ki değerlendirme toplantılarında da sürdü ve bundan sonra da sürecek. Kurultay şu­nu gösterdi ki, sosyalistlerin feministler­den öğrenecek birşeylcri yok. Aksine fe­minist arkadaşların sosyalistlerden öğre­necekler daha çok şey var.Feministlcrc kadın hareketinin gerçek öncülerinin kimler olduğunu ancak ve ancak sosya­lizm perspektifiyle yoğrulmuş ve örgütlü yapılarıyla yolalan demokratik kadın ha­rekeline pratikle ve teoride önderlik eden kadınlar öğreteceklerdir.

Feministlerin bütün karşı çabaları ve çırpınışlarına rağmen sosyalist bir kadm kurultayı havasında geçen ilk kadın ku­rultayımız farklı görüşlerin (doğallıkla) yansıtıldığı bir kurullaydı. İlk kez organi­ze edilmesi, pek çok kadm örgütü ve gru­bunu bir araya getirmesi bakımından olumluydu. Bu olumluluk feministlerce 'rengin kayması’ olarak nitelendirildi.

Evet, feminist hareketin sosyalistlere tahammülsüzlüğünü, tekelciliğini ortaya çıkaran bir kurultay yaşadık sosyalistle­rin feministlerden öğrenecekleri bir şey yok, ancak feministlerin sosyalist kadın­lardan ve sosyalizmden öğreneceği daha çok şey var. Görevlerimizden biri ama en önemlisi olarak görmediğimiz bu tavırı feminist arkadaşlara ancak ve ancak, ör­gütlü ve sosyalizm perspektifine sahip kadınlar ve bu kadınların örgütlü bir yapı­larını demokratik kadm hareketine pra­tikte ve teoride önderlik etmeleri öğrete­cektir.

Kurultaym afişlerinden birinde : 'Ya­rın Değil Şimdi' deniliyordu. Bizler, yarı­nı, bu günden örgütlü mücadelemizle ku­ralım!

l. Kadın Kurultayı'nda oluşan kadın platformu kapanış bildirgesinde yer alan önemli taleplerden bazıları* Ceza Kanunu'nda cins ayrımcılığı­nı körükleyen438,440,441,429,468,453,472,456 ve 462. maddelerini yeniden düzenlen­mesi. -♦Gayrı meşru-meşru çocuk ayrımı­nın ortadan kaldırılmasıÇCV*Medeni Kanun'da aile reisliği­ni erkeğe veren maddenin kaldırıl­ması♦Ceza hukukunda ırza geçme suçu fahişeye karşı işlenirse hafifletici se- beb sayılmaktadır. Bu, anayasaya aykırıdır. Bu madde kaldırılmalıdır.♦Evlilik sonrası soyadı değişikliği zo­runlu olmaktan çıkarılmalıdır.♦Kim tarafından olursa olsun kadı­na dayak atılmasının yasaklanması, dayak atmanın suç sayılması, dayak atanın cezalandırılması.♦ Kırsal kesim kadınlarının Bağ-Kur kapsamına alınması♦Kadının kendi bedeni üzerinde öz denetimi kabul edilmelidir.♦Hayat kadınları, eşcinseller ve tra- vestiier üzerinde polis baskısı ve şid­det uygulamasnın kalkması, bu kişi­lere çalışma mekanı ve karne veril­mesi, televizyonda aleyhlerine pro­paganda yapılmasının yasaklanması, farklı iş kollarında kendilerine ay­rım yapılmaması. >

♦Kadın- erkeğin evlenmeden birlikte yaşamasının meşru sayılması♦Aile içi hiyerarşi ve kadın erkek arasında geleneksel iş bölümünün reddi.♦Ucuz, yaygın ve sürekli hizmet ve­ren çamaşırhaneler, yemekhaneler ve kreşler kurulması.♦İş hayatında kadın lehine demokra­tik talepler (Sigorta ve sendikalaş­ma) için çalışılması .♦Kadınlara çalışma yaşamında uy­gulanan eşitsiz ücrete son verilmesi♦Kürt kadınlara dillerini özgürce kullanma hakkı verilmesi,çocukları­na istedikleri ismi koyma hakkı ve­rilmesi♦Kürt kadınlarına ayrı örgütlenme hakkı♦Kürt kadınlarının üzerindeki dev­let, güvenlik ve kolluk kuvvetlerince uygulanan baskıya son verilmesi.♦Kadının yükselmesi önündeki bü­tün engellerin teşhiri.

Ü Ü ^ İÇ a ğ d a ş YOL739

P

Page 40: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

ÇAG ATLAYAN TÜRKİYE !

Son 10 yılın muhasebesi finans kapitalin geldiği konağı açığa çıkarıyor: Mutlak artık-değcr artırma yollarının tıkandığı her alanda; enflasyon, ihracat, üretim, ulusal gelir paylaşı­mı,kârlar vb. çelişkilerin iyice balonu patlacak denli sivrildiği bir ortamda , kabuğunu kıramamış parababalanmızdan daha saldırgan olmalarım beklemek hamhayal değildir.

Finans kapital tıpkı 1980’lerde olduğu gibi giderek köşeye sıkışıyor. Yeniden hasta yatağa düşmek üzere.Hastayı ayağa kaldıracak yeni reçeteler yazılıyor. Uygulaması ise devrim ve karşı devrim güçlerinin yeniden zirveye doğru hesaplaşmasıyla belirginleşecek. 2000'li yıllara doğru Türkiye'de bunları hep beraber yaşayacağız.

1980'lcrdc gelindiğini finans kapital Cumhuriyet tarihi­nin en ağır bunalımıyla karşı karşıyaydı. Sınıf harekelinin de yükselmesiyle devrim ve karşı devrim güçlerinin zirvede kesin bir hesaplaşmaya gitmesi gerekiyordu. Bu hesaplaşmadan dev­rim güçleri ağır bir yenilgi aldı. Finans kapital karşı devrimle giderek olgunlaşan devrimci ulusal krizi kestirip atmak istiyor­du.

Yükselen smıf harekeli yüzünden bir türlü uygulamaya konulamayan ekonomik reçete nihayet 24 ocak kararlan adı al­tında 'Hasta Finans Kapitalizmi' hayata döndcrebilmek için ya­zıldı. Bu kararlar alınırken esas hedefsermaye bikirimi krizini aşmak ve bu krizi aşarken, Türk ekonomik yapısmı içe dönük olmaktan çıkarıp dışa dönük hale getinnekti. Bu iddia finans kapitalin uluslararası alanda daha fazla söz sahibi olmak istedi­ğini de dile getirirken, sanayinin genel,yapısında köklü değişik­liklere gidilmesini gerektiriyordu. 1980-89 yıllarında kaydedi­len ekonomik gelişmelere bakıp şu soruları yanıtlayabildiği- mizde sanayide köklü bir değişime gidilip gidilmediğini anla­yacak ve bunun geleceğe nasıl yansıyacağını tahmin edebilece­ğiz. Acaba finans kapital dokuz yıldır hüküm sürdüğü faşizm koşullarında kabuğunu kırabildi mi? Acaba artı değer mekaniz­malarda köklü yenilemelere gidebildi mi?

Öncelikle son dokuz yılda finans kapitalin sermaye biriki­mi krizini nasıl aşlığım görelim:

■ Finans kapital üç koldan krizi aşma yolunu tuuu. Birincisi işçi ve emekçi kesimlerden büyük çapta değer aktarılacaktı. İkincisi, küçük burjuvazi ve orta burjuvaziye denk düşen tekel dışı burjuvaziden 'bir emilme operasyonu' gerçekleştirileçekti. Üçüncüsü de, finans kapital kendi içindeki çürükleri ayıklaya- caktı. Bu üçünün sonucu ise sermayenin daha az sayıdaki fi­nans kapitalin elindeki merkezileşmesi olacaktı ki, bu da krizi aşmanın adıydı.

En basit bir olayla başlayalım : Türkiye'nin 500 büyük fir­masında 1982-1987 yıllan arasında yaratılan katma değer için­de ,yani işçi sınıfının yaratığı değer içinde aldığı paya bakarak 'sömürülme oranını' bulacağız. 1982'dc kamu ve özel sektör birlikte, genel olarak 500 büyük finnada işçi sınıfının sömürül­me derecesi yüzde 90'dı. Daha ayrıntıya gidecek olursak, kamu kesimi fabrikalarında işçinin sömürü oranı yüzde 46'yken, özel sektör fabrikalarında bu yüzde 136'ydı. 1987'ye geldiğimizde 500 büyük firmada genel olarak sömürülme oranının yüzde 191'e çıktığım görüyoruz. 1987'dc kamu kesiminde sömürülme oram yüzde 147'yc çıkarken, özel kesimde bu çok daha üstlere, yüzde 240'lara tırmandı.

Türkiye'de sağlıklı istatistikler elde etmenin güçlüğünü göze alarak , bu basit, mikro düzeydeki gerçeği daha genele ya­yarsak karşımıza kesin sonuçlar vermese de yaratılan ulusal gc-

Ali KEMALlirden alman paylar çıkıyor. Kâr-faiz- rant olarak hesaplanan kategorinin 1980'da yaratılan değerden aldığı pay her yüz lira­da 26.7 lira ve tarım kesiminin payı da her 100 lirada 23.9 lira­dır. 1988' geldiğimizde bu tablo korkunç bir noktaya geldi; Kâr-faiz-rant üçlüsünün aldığı pay 100 lirada 70 liraya çıkar­ken, maaş ve ücretlilerin payı 15.8 liraya ve tarımın payı da 100 lirada 14 liraya kadar geriledi. Dünyanın hiçbir ülkesinde gö­rülmeyen gelir dağılımındaki bu paylaşım sekiz yılda kâr-faiz- rant üçlüsüne yapılan 'gelir transferleri' hakkında bize kesin ol­masa da yaklaşık veriler sağlamaktadır.Hcr yıl Türkiye'de ya­ratılan değerleri dolar cinsinden ele alıp enflasyondan arındır­dığımızda bu üçlünün sekiz yılda diğer kesimden 41 trilyon 887 milyar liralık bir geliri transfer ettiği ortaya çıkmıştır. Evet, se- kizyılda 41.8 trilyon liralık gelir transferi! Bu krizi aşmanın bi­rinci koluydu.

Finans kapitalin krizi aşma yolundaki ikinci adımı küçük ve orta burjuvaziyi de iyice silkelemek oldu. Kastelli olayları. Konut kooperatifleri olayı, küçük burjuvaziyi iyice sıska hale getirirken, tekel dışı burjuvalarımız da yüksek faiz mengesinde eridikçe eridi. Yüksek faiz bu kesimden finans kapitalin 'banka kubbelerine' trilyonların akışını hızlandırdı.

Krizi aşmanın üçüncü yolu, finans kapitalin kendi 'iç he- saplaşmasıydı.' Her krizde olduğu gibi 1980 krizinden de fi­nans kapital daha da irileşerek çıktı. En bilinenleri sıralayalım: Anadolu Endüstri Holding, Izdaş Holding, Okumuş Holding, Erdoğan Demirörcn, Halit Narin, Ali Rısa Çarmıklı, Hazet Gu­rubu, Transtürk Holding, Santral Holding, Ercan Hol­ding, Mcnteşoğlu..Bunlardan bir bölümü iyice küçültülüp po­sası çıkarıldıktan sonra finans kapitalm çalısı dışına atılırken, kimisi de 'küçüle küçülc' bu süreci yaşamaya başladılar. Bunla­rın da yegane derdi yüksek faizdi.

Her üç koldan sağlanan trilyonların sermaye merkezileş­mesinde yarattıklarına baktıktan sonra genel ve özel olarak her zaman için tayin edici olan imalat sanayiinde yapısal değişikli­ğin gerçekleşip gerçekleşmediğini irdeleyeceğiz.

Sanayide sermayenin merkezileşmesi iki ana sonuç do­ğurdu. 1980'lcrdc yapılan araştırmalar toplam işletmelerin yüz­de 95'ini kapsayan küçük işletmelerin üretimdeki payının yüz­de 11,5 olduğunu gösteriyordu. Toplam işletmelerin yüzde 4,7'si gibi azınlığı ise üretimin yüzde 88.5'ğunu gerçekleştiri­yordu. Sayı olarak verecek olursak toplam 185.869 sanayi iş­letmesinin 177 bin 159ü küçük işletmelerdi ve bunlar sayıca kalabalık olmasına karşın'üretimdcn aldıkları pay ile bir hiçti­ler Fakat, 8710 sanayi işletmesi; yani kamu ve özel kesimden büyük firmalar ise 'her şey'diler. Bu yapı 1989'lara geldiğimiz­de tabi; finans kapitalin lehine değişiverdi!;

Büyük işletmeler arasmda da daha üst bir merkezileşme yaşandı.Bunu İstanbul Sanayi Odasmm ( ISO ) istatistiklerinde görmek mümkün: lSO'nun her yıl düzenlediği Türkiye'nin 500 büyük firması' araştırmasının 1982 yılı sonucuna göre 500 bü­yük firmanın toplam üretimdeki payı % 37.9'du. 1987 yılı araş­tırması ise bunun % 48.3'e yükseldiğini gösterdi. 1988'de bunun % 50‘yi aşması bekleniyor. Demek ki, 500 dev kuruluş-ki bu toplam işletmelerin % 0.2'sidir- sanayi anlamında Türkiye'nin yarısı demektir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz tekel dışı burjuvazinin ve fi­nans kapitalistlerin bir kısmının eliminasyonu özel sektör ku­ruluşları olarak tamamına yakım finans kapitalin dolaylı do­laysız kontrolünde olan kamu sektör kuruluşları olarak ise yine

Çağdaş YOL/40 I m

Page 41: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

_______finans kapitalin içiçe girdiği bu 500 büyük firmanın nasıl sana­yinin tepesine çöreklendiğini’ anlatmaktadır. Bu merkezileş­menin birinci ana sonucuydu.

Son on yılın muhasebesi finans kapita­lin geldiği konağı açığa çıkarıyor: Mutlak ar­tı k-değer arttırma yofıarının tıkandığı, tıkan­dığı her alanda: Enflasyon, ihracat, üretim, ulusal gelir paylaşımı, karlar vb..çelişkilerin iyice balonu patlatacak denli sivrildiği bir ortamda kabuğunu kıramamış para babala­rımızdan daha saldırgan olmalarını bekle­mek hamhayal değildir.

ikinci ana sonuç ise, sanayide kamu kesiminin küçülmesi­ne karşılık özel kesimin .büyümesidir. Bu da tabi ki büyük işlet­meler açısından ele alınabilir. 1980'de KIT'lerin yani kamu ke­simi dev kuruluşlarını imalat sanayindeki payı yüzde %35,8'dir. Özel dev kuruluşların payı ise yüzde 52,7'dir. Kamu­nun payı sekiz yılda yüzde 30,3'e gerilerken özel dev kuruluşla­rın payı ise yüzde 55,4'e çıkmıştır. Kamu kesiminin bu küçül­mesini birazdan değineceğimiz yatırımların değerlendirilme

Bankasının ortaklığı enflasyondan da arındırılan verilere göre 17 kat artmış ve 210 milyar liraya, Akbank'ın 15 kat artmış ve 80 milyar liraya çıkmıştır. Yapı ve Kredi Bankası,Pamukbank ve Ziraat Bankasının ortaklıkları ise sırasıyla 30 kat 34 kat ve 20 kat artmıştır. Ne demektir tüm bunlar?

Tüm bunlar, finans kapital tanrılarının sonu gelmeyen bi- riştahla yıllarca kurbanlarından emdiği kanla daha da şişmesi­dir.

YAPISAL DEĞİŞİKLİK Mİ?Buraya kadar yazdıklarımızı şimdi de yapıda değişikli­

ğin olup olmadığına bakarak tamamlayalım. Nedir yapısal de­ğişiklik? İhracata dayalı sanayileşme mi? Tanının genel ekono­mi içindeki öneminin azalması mı? Sanayide sektörler arasında bir alt üst oluş mu? Teknolojide yapılan sabit sermaye yatırım­larıyla önemli atılımda bulunmak mı? Yapısal değişiklik tüm bunları kapsar .Zaten tümü içiçe geçmiş zincirin halkalanndan başka birşey değildir. Ama zincirin baş halkası ne ise gerisi de öyle gelir.Burada zincirin baş halkaları sanayide sektörlerin ağırlıklan nın alt üst oluşla değişmesi ve bunun da sabit serma­ye yatırımlarıyla sağlanmasıdır. Şimdi önce 1980'den bu yana yapılan toplam sabit sermaye yatırımlarının gelişmesine baka­lım :

TABLO : 1,1980-87 yıllarında toplam sabit sermaye yatırımları ve sektörlere göre dağılımı (Milyar TL) AVii. SabİL sermaye yatırımları ve sektörlerin payları enflasyondan arındırılmış ve DİE rakamlarından derlenerek hazırlanmıştır.-

sinde de göreceğiz.Peki sanayideki bu genel değişmeleri daha özele indirge-

sek, karşımızda kimi görebiliriz? Tabii ki Koç'u, Sabancıyı, Iş Bankası'nı; Yeni Finans Kapital tanrılarını!

Koç'un şirket sayısı sekiz yılda 59'dan 91 şirkete , Saban­cı nm şirket sayısı ise 50'den 60'a çıkmıştır. Bu iştiraklerden ya­ni sanayi ortaklarından da görülebilir. Koç'un ortaklıkları 1980-1987 yıllarında gerçek anlamda enflasyondan arındırıl­mış olarak 11 kat artarak 2,7 milyar liradan 52 milyar liraya, Sa- bancı’nm ortaklıkları 25 kat artarak 1,8 milyar liradan 61 milyar liraya ve Iş Bankası kuruluşlarından Şişe Cam'ın ortaklıkları 12 kat artarak 2.6 milyar liradan 53 milyar liraya yükselmiştir. Koç'un 1988 cirosu 8.2 trilyon lira, Sabancı'nm 6.5 trilyon lira , Iş Bankası kuruluşlarından sadece Şişe cam'ın ise 2 trilyona yaklaşmıştır.

Bankalarm da sınai kuruluşlarla olan 'organik ilişkisine' göz atacak olursak daha üst düzeyde merkezileşmeyle finans kapitalin nasıl domuz topu haline geldiğini daha iyi anlayabili­riz.

1980'dc Iş Bankası'nın sınai kuruluşlardaki ortaklığı 8.5, Etibank'ın 8.9 milyar lira .Akbank'ın 3.4 milyar lira, Yapı ve Kredi Bankasının 2.8 milyar lira, Pamukbank'ın 2.6 milyar lira ve Ziraat Bankası'nın ortaklığı 1,6 milyar liraydı.1987 de bu altı bankanın ortaklıklarının daha da büyüdüğü ortaya çıkıyor.Iş

Tabloya göz attığımızda görüyoruz ki 1980'lcrdcn sonra toplam sabit sermaye yatırımlarında önemli sıçrama olmamış­tır. Bunun anlamı, artı-değerin fazlalaştınlmasına yönelik ola­rak teknolojik mekanizmaların yenilenmemesidir. Bilindiği gi­bi kapitalist, sermaye birikim krizini aşarken ; artı-değeri artır­ma problemini iki türlü yöntemle çözmeye çalışır: Birinci yön­tem, mutlak artı değeri artırmaktır. Bunun için işçinin çalışma saat ve süresini uzattığı gibi çalışma koşullarında değişikliğe gitmemek, her türlü ekonomik ve sosyal alanında işçi tarafın­dan elde edilen kazanından yok ederek işçinin artı değerden al­dığı payı azaltması gerekir. Bunun daha dolaylı yolu ise genel olarak sağlık, eğitim gibi alanlara aktarılan fonlann azalması buradaki fonlan parababalanna aktarmaktadır. Sonuçta, işçi­nin ürettiği artı değerden ödenen vergilerin sağlık, eğitim alan­larına akıtılması bu fona da parababalannın el koyması anlamı­na gelir.

İkinci yöntem ise, teknolojide yeniliğe giderek (ki bunu da sabit sermaye yatırıma giderek yapılabilir) nispi artı değeri ar­tırmaktadır. Yukanda aktardığımız tabloda görüldüğü gibi üretken olarak değerlendirilen imalat sanayiinin , genel sabit sermaye yatırımları içindeki payı oldukça düşüktür.1980-87 yıllan ortalamasına baktığımızda ( yıllar içindeki düşme ve yükselmeler hep birlikte ele alındığında) 1980-87 yıllannda toplam 9 trilyon 604 milyar liralık yatırıma gidilirken imalat sa-

ig ; l Çağdaş YOL/41

Page 42: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

inayiinde yapılan yatınm tuları yüzde 21.8 gibi düşük bir oran­da kataraktadır. 1987'dc konut yatırımı imalat sanayi ve yatırı­mını geçmiştir.

imalat sanayi bu dönemde 2.1 trilyon liralık yatırıma gidi­lirken üretken olmayan ve daha çok alt yapı hizmetleri katego­risine giren enerji sektörünün yatırımlar içindeki payı yüzde 15, ulaştırma sektörünün payı yüzde 19'dur. Konut sektörünün payı ise yüzdcl5.5'dir. tarım sektörüne yapılan yatırımlar ise yüzde 9 gibi daha düşük oranlarda kalmıştır.

Konuta, enerjiye ve ulaştırma alanlarında yapılan yatı­rımlar imalat sanayiin yaptığı yatırımların çok üstündedir. Yani artı değerin fazlalaştınlması problemi teknolojide bir atılıma gidilerek yani nisbi artı değerin artırılmasıyla sağlanmamıştır. Tam tersi, daha çok; mutlak artı değer artırma yöntemleri kulla­nılmıştır. Zaten faşizmin anlamı da bir yerde bu değil midir?

Peki, şimdi şu sorulabilir: Az da olsa imalat sanayiinde yapılan yatırımların anlamı nedir? Bunun anlamı,örneğin, fab­rikanın teknolojisi aynı kalmak üzere kapasitesini artırmak ve­ya yine fabrikadaki üretim teknolojisini kökten değiştirmek ye­rine aduıa modernizasyon denilen 'makinanm kıçı kırık bir kaç yerinin düzcllilmcsidir'

Bir kere, sadece milli gelirin bölüşümünden gördüğümüz gibi kâr,faiz,rant üçlüsüne aktarılan gelir sekiz yılda 41 trilyon lirayı aşmıştır. Oysa aynı yıllar içinde tüm sektörlerde yapılan sabit sermaye yatırımları bu transfer edilen gelirin yüzde 25'ini yani 9.6 trilyon lirayı ancak bulmaktadır. İkinci olarak, yapılan yatırımlarda üretken alanı gözönüne aldığımızda bu alana yapı­lan 2.1 trilyon liralık yatırımın yine bu tamsferinin-ancak yüz­de beşini kapsadığı anlaşılıyor. Kırkbir trilyon liranın üstünde­ki gelir transferinin (ki bu sadece ulusal gelir hcsaplamasındın çıkarılan kaba bir hesaptır; bu esas boyutlar bunun daha üstün­dedir- büyük bölümü finans kapitalin kendisine yapılırken, tril­yonların yatırıma dönüşmediği, çok önemli bir miktarda;30 trilyon liralık yatırımlara dönüşmeyen sermaye görünmekle­dir.

Sınai üretim payları karşılaştırmasında yaptığımız gibi yapılan yatırımlarda da kamu ve özel sektör ayrımlarına gittiği­mizde kamu kesiminin bilinçli bir tercihle yatırımsızlığa yön­lendirildiği özel sektörün ise bu boşluğa rağmen dikkat çekici bir atağa geçmediği görülüyor, işte rakamlar :

1980-88 yıllarında sabit sermaye yatırımlarının yüzde 44'ü özel sektör yüzde 56'sı ise kamu kesimince yapılmıştır. Ama bu veri görünümdedir ve yeterli değildir, imalat sanayiin­de yapılan yatırımların yüzde 57'si özel sektör, yüzde 43 u ise kamu kesimince gerçcklcştirilmişlir.Bir başka açıdan bakacak olursak, kamu kesimi toplam yatırımları içinde imalat sanayi yatırımlarına ortalama yüzde 15, özel sektör ise yüzde 31'lik pay ayırmıştır. Böylecc KIT'lerin nasıl geri teknolojilerin yu­vası birer demir yığınına dönen deve dönüşmeye başladığı bu­rada ortaya çıkıyor. KIT'lerin ancak PTT'si, TEK vb. lcri o da esas alarak altyapı yatırımlarına gitmiştir, özel sektörün genel yatırımları içinde imalat sanayine ve verdiği önem azdır. Çün­kü aym özel sektör, yatırımlarında, konut yatırımlarına yüzde 33,6 ve Ulaştırma yatırımlarına yüzde 16'lık bir pay vermiştir. Ne çağ atlama! Ulaştırma ve konut yatırımlarının bu derece şiş­kin olması özel sektörümüzün, özelde finans kapitalimizin na­sıl spekülatif alana yöneldiğini göstermekledir.

1987 sorunlarında başlayan yeni sermaye birikim krizi iş­te bu gerçeklikler gözönüne alınarak çözümlenebilir. O tarihin ardından ise zaten yatırımlar giderek sıfırlanmaya başlamıştır. TÜSlAD'm genç başkanı Cem Boyner T990'ı 2. Sanayileşme Dönemi' olarak görmektedir ama, ne yazık ki çağ atlama treni kaçırılmıştır. Bir daha ne zaman durağa uğrayacaktır, onu da önümüzdeki yıllar belirleyecektir.

Yatırımların diğer göstergelere nasıl yansıdığım Uç tablo

.................. j

vererek tamamlayacağız. Önce birincisi: Tablo 2 imalat sana­yii ürünlerinin mal guruplarına göre dağılımı

YILLA R 1 9 6 2 1 9 7 2 1 9 8 2 1 9 8 71

1Tük .M a l la r ı 6 2 . 2 4 6 .6 4 4 .1 4 0 .9A r a M a l la r 2 7 . 8 3 9 . 4 4 0 . 3 4 4 .7 1Y a t .M a l la r ı 10 .0 14 .0 15 .6 14 .4 1T O P LA MV.

1 0 0 .0 1 0 0 .0 1 0 0 .0 1 0 0 .0J

Tablo, 2 : İmalat sanayi ürürlerinin mal gruplarına göre dağılımı.KAY N AK: DPT

Yapısal dönüşümden bahsedilecekse o zaman üçüncü sı­radaki yatırım mallarının genel üretim içindeki payının giderek artması ve yüzde yirmilerin üstüne çıkması gerckir.1962-1987 genel döneminde bu malların aldığı pay ancak 4.4 puan artmış­ım Konumuz açısından 1980 sonrası dönemde ise bir gerileme olduğu görülmüktedir. Buradaki yatırım malları katagorisi ise bizim anladığımız anlamda değildir, örneğin yatırım mallarını incelediğimizde taşıt araçlarının, lıcr türlü medeni eşyanın da bu katagoriye girdiğini görüyoruz. Oysa esas anlamda üretim araçlarına denk düşen yatırım araçları, bunlun üreten makina- lardır ve bunlardan eser yoktur.Bunlar içinde clcktirikli maki- nalar , elektronik ürünler ve tarım makinalarmın toplam payı ise 1988'dc yüzde 5'dir.

Sinai üretimin yapısında köklü bir değişikliğin olmadığı­nı gösteren bir başka tablomuz büyük işletmelerin ne kadar kat­ma değer yarattıklarına ilişkindir:

^YILLAR1979198019811982198319841985

KAMU SEKTÖRÜ 62.0 62.654.7 58.5 63.268.8 66.9

ÖZEL SEKTÖR 6 1 .863.5 65.9 65.366.6

68.2 70.5

* \

Tablo 3 Büyük imalat sanayiinde katma değer (Girdi/Çıktı) oranlrı %Kaynak DİE

Finans kapital tıpkı 1980'lerde olduğu gibi giderek köşeye sıkışıyor. Yeniden has­ta yatağa düşmek üzere.Hastayı ayağa kal­dıracak yeni reçeteler yazılıyor. Uygulama­sı ise devrim ve karşı devrim güçlerinin ye­niden zirveye doğru hesaplaşmasıyla belir­ginleşecek.

Tabloyu anlayabilmek için bir basit örnek vermek gere­kir. Pamuğun ipliğe, ipliğin kumaşa , kumaşın pantolona dö­nüşmesi he giderek değerin katlanmasını emeğin toplumsallaş­masını anlatır. Bir işletmeye giren tüm girdilere işçi emek gü­cünü kalarak toplam değeri yükseltir. Örneğin 1985'dc özel sektörün dev kuruluşları 7 trilyon 301 liralık girdi klianırkcn, işçilerin yarattıkları 3 trilyon 52 milyar liralık değerle-toplam değer 10.3 trilyon liraya çıkmıştır. Burada girdiye göre çıkımın yüksek olması, yani daha çok değerle ürün elde edilmesi bir Öl­çüde yapısal dönüşümü veya daha yüksek teknoloji üretimi gösterebilir. Yukarıdaki tabloda 1979'a göre yükselmiştir. Ya­ni, 'katma değer' azalmıştır, işte size yapısal dönüşümün bir ör­neği daha! Şimdi de son tablomuza bir göz atalım :

jÇağdaş YOL/42 |

Page 43: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

'

i

:..... ...........i '—

: : ■-----------------— “---- ı.ır.ı.ı.ı.. --- -

r ^ K T Ö R L tN 1950 1960 1970 1980 1985

Gıda, içki ve tutun 42.0 40.4 27.5 26.0 34.4

Dokuma 19.6 17.6 15.1 16.7 108

Giyim 3.3 3.8 4.5 2.7 2.7

Ağaç Ürün ler i 3.0 3.4 3.3 1.9 1.8

Kağıt ve basım 2.5 2.7 3.1 2.7 2 .7 .

Deri ve lastik 1.4 1.4 3.0 19 1.3

Kimya ve petro l ürünler i 4.1 6.7 14.3 13.4 109

Taş ve toprak sanayi 4,1 4.0 5.2 5.7 4.1

Ana metal sanay-ı 3.8 5.3 5.1 7 2 8.0

Madeni eşya 7.3 6.8 6.7 4.3 4.5

Mak.ve Teçhizat (Elektırikl.ieke t i r iks iz taşı t a raç la r ı vd.) 8.1 7.9 12.3 17.5 18.8

(Taşıt araç la r ı) (5 . 1) ( 3 .8 ) (5 .0 ) (8 .6 ) (5 .8 )

T O P L A M

V.

100 .0 100 .0 100 .0 100 .0 100 .0

Tablo 4, İmalat sanayiinde alt sektörler olarak kalma değerin dağılımı (1968 sabit fiyatlarıyla) %

Tabloda da görüldüğü gibi alt sektörlerin imalat sanayi içindeki ağırlıkları 1980-85 yılları arasındaki önemli ölçüde de­ğişmemiştir. Sadece dokuma alt sektörünün payı azalırken, onun bıraktığı boşluğu da gıda, içki, tütün alt sektörü doldur­muştur. Dalıa önceki tablonun yorumunu yaparken belirttiği­miz gibi burada da yatırım mallan üretimine ilişkin verilerde elektrikli ve elektriksiz makina ve teçhizat ve benzeri de üze­rinde durulacak gelişmeler kaydedilmiştir.

Şimdi gelelim 'İhracat Masalı na. Burada hemen karşımı­za çıkan 'İhracatın önemli bölümü sanayi ürünlerinden oluşur’ saptamasını ele alalını. Yapılan istatistikler , tüketim malların­da her yüz üründen sadece 24'ünün, ara mallarda -kimya ürün­leri,demir çelik- lıcr yüz üründen 20'sinin ve yatının mallarında her yüz üründen sadece 17'sinin ihraç edildiğini ortaya konu­yor. İşte size ihracata dayalı sanayileşme. On yıllardır arkasında yüksek gümrük korumasıyla iç pazarı islediği gibi sömüren asalak finans kapitalistlerimizden, her baktıkça iştah kabartan iç pazarı bırakıp, uluslararası pazar deryasında ha deyince bo­ğulacak koşullarda ihracat yapacağı iyimserliğine giriliyor. Aç tavuk kendini darı anbarında görürmüş!

Zaten 1981 'dc ihracat içinde yüzde 48'lik paya sahip bulu­nan sanayi ürünlerinin 1987'dc payının yüzde 76.7'ye çıktığı anlaşılıyor. 1988 verilerine göre 8.9 milyar dolarlık sanayi ürünleri ihracatının yüzde 36'sı dokumacılık ürünlerinden, yüz­de 16'sı demir çelik ürünlerinden ve yüzde 8'i kimya iiriinlerin- dendir. 1989'lara kadar ihracı yapılan özellikle tüketime yöne­lik veya daha sonra başka üretimde kullanılmak üzere ara malı olarak ihraç edilen ürünlerin büyük bölümü 1980'lcr öncesinde kurulumuş fabrikalarda üretilmektedir. Yani son dokuz yılda fabrikaların baca sayısı artmamıştır. Aldatıcı olan da budur. Fi­nans kapitalistlerimizin kontrolünde olan dev firmalar sadece ve sadece kapasitelerini artırarak üretimlerini artırmışlardır, o kadar. Buna TL'nin uluslararası finans kapitalin de sömürüyü dakikleştirmek dayatmasının da etkisiyle günübirlik değerinin düşürülmesi, trilyonluk teşvikler ve hayali ihracat eklenmiştir. İhracatın yüzde 30'a yakınının hayali olduğu IMF tarafından bi­le hesaplanmaktadır. İşte size ilıracak şampiyonlarımız! 1989 başından bu yana teşviklerin azaltılmsımn ardından ihracatın başaşağı gitmesi, dün baş yukarı gitmesi gibidir. Olayın motoru trilyonluk teşvik TL'nin ucuzlatılmasıdır. Ve hayali ihracat­tır.

Son olarak tarımsal yapılardaki dönüşümlere de bakarak yapısal değişim manzarasını tamamlayalım.

Tarımda üç değişim yaşanmıştır: Birincisi tarımın ekono­mi içindeki payı yüzde 15'lerc kadar gerilemiştir. İkincisi kırsal alanda yaşayanların genel nüfus içindeki payı 198Ü'dc yüzde

56.5'kcn 1985 sayımına göre Cumhuriyet tarihinde ilk ol; yüzde 50'nin altma diişmüştür.Kırsal nüfusun payı yüzde 4 gerilerken , şehirlerin nüfusu yüzde 53'c yükselmiştir, lan istihdam içindeki payı da yüzde 62,5'dcn yüzde 53.9'a ge miştir. Ekonomi içindeki pay nüfus içindeki ve istihdam içi: ki konumu itibariyle kırların durumu Cumhuriyet tarihiyle limkte kaplumbağa hızıyla; arada bir sıçramalarla üretici gi ri mahveden mülksüzleştirme sürecinin devamını göstern tedir: Yıllardır tamamlanamamış ve daha on yıllarca tanıaı namayacak görünen mülksüzleşme süreci. Finans kapital on yıllardır kontrolünde tuttuğu ve iyice eski ve yeni ka yöntemlerle kanını emdiği milyonlarca kır topraksızını ,kıı çük burjuvasını, emekçisini alıp da başına bela mı edece Nasıl olsa yıllar içinde yavaş yavaş muradına crcbiliyordı

Eğer tarımda bir gelişme sağlansaydı, herhalde giibr ketimi 19S8cle 198l'c göre yüzde 21‘lik .traktör sayısmdak tış da yüzde 27'lik bir artışla sınırlı kalmazdı. Zirai ilaç liikt dc aynı dönemde gerilemezdi.

Tüm göstergeler yapısal değişimin olmadığına yönel Bunu yine en basit olarak Türkiye'nin üretim potansiyeli] dc görebiliriz. 1981'de yıllık ulusal geliri 58.4 milyar dolar Tiirkiyel988'de bunu yüzde 19.7'lik artışla 69.9 milyar dt çıkarabilmişim Aynı dönemde nüfus artışı toplam yi 18.9'dur. Yani, yaratılan değerler nüfus artışı çıkıldıktan s 0.8 artabilmiştir. Aynı zamanda ulusal gelirvc nüfus art tır.Bunun sonucu genel birr yaklaşım veren kişi başına d ulusal gelir 1981'de 1283 dolarken, 1988'dc 1292 dolara t bilmiştir. 8 yılda 9 dolarlık zenginlik!

Son yaklaşım, on yılın muhasebesi, finans kapitalin g ği konağı açığa çıkarıyor.Mutlak artık değer arlımla yolla tıkandığı, her alanda enflasyon , ihracat, üretim, ulusal paylaşımı vb. çelişkileri iyice balonu pallacak denli sivri bir ortamda, kabuğunu kıramamış parababalarımızdan ı saldırgan olmalarını beklemek herhalde hamhayal d; dir.Geçmiş aynası geleceğe ışık tutuyor,Parababalan tekra ni yakalayabilmek için, tüm partiler arasında , tüm konu bir ulusal consensus istiyor, islemekle kalmayıp bunu gcı leşlirmcyc çalışıyor.Ama evin çalısında tutuşan kalaslar, iv de başlayan çatlamalar evdeki hesabın çarşıya uymayışır geçen gün biraz dalıa olanaksız kılıyor.

Finans kapital tıpkı 1980'lerde olduğu gibi giderek kc sıkışıyor. Yeniden hasta yalağa düşmek üzere. Hastayı a kaldırılacak yeni reçeteler yazılıyor.Uygulaması ise devri karşı devrim güçlerinin yeniden zirveye doğru hesaplaşma belirginleşecek. 2000'lere doğru Türkiye'de bunları berabc şayacağız.

...... ..i 1 Çağdaş YC

Page 44: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

DEVLET VE ULUSLARARASIZor, yeni bir topluma gebe, her eski toplumun ebesidir. Zorun kendisi ekonomik bir güçtür.

( 1 . B Ö L Ü M )

ŞİRKETLER

K.Marx Deniz ONGUN

Türkiye, 12 Eylül 1980'le birlikte, 1923-1933 dönemi dışında hiç bir dö­nemle benzerliği kurulamayacak bir ikti­sat politikası uygulamaya başladı. Ço­cukların da bildiği gibi bu uygulamanın tasarımı IMF ve WB tarafından yapıldı. Programın özgün olarak görülecek bir yanı aranacaksa o, bu kararlılık ve istikrar paketleri adıyla anılan programların, ev­rensel kimi çizgiler taşımasıdır. Yazmın konusunu kamu hcrcamalarının düşürül­mesi başlığı altında önerilenler oluşturu­yor. Kamu harcamalarının düşürülmesi sanayileşmiş ülkeler, sanayileşmesini sürdüren ülkeleri ayırımsız olarak kapsa­yan iktisadi devlet teşabbüslerinin özel­leştirilmesi operasyonuyla birlikte ilerli­yor. Gerek üçüncü dünya ülkelerinin kal­kınmasında, gerekse emperyalist ülkele­rin II. Dünya Savaşıyla birlikte bunalım­larını başarıyla atlatmalarında ve 25 yıl­lık gönenç dönemi yaşamalarında birinci rol oynamış devletin iktisadi etkinlikleri, neden kısılmak, daha doğrusu ortadan kaldırılmak isleniyor, bunu irdelemek is­tiyorum. Kapitalizmin gelişme dinamik­lerini gözden geçirmek, devlet kavramını irdelemek zorunlu oluyor. Zor, iktisadi bir güçtür. Zorun örgülü olan devlet de dolayısıyla iktisadi bir güçtür. Problem, yaşadığunız dünyada, bu gücün nasıl bir evrimden geçtiğini göstermektir.

Kamu harcamalarının kısılması, başka bir anlatımla devletin iktisadi et­

kinliğinin azaltılması, Türkiye'de de can­lı olarak yaşanan bir süreç. Bu süreç özel­leştirme, vergi yükünün yani devlet gelir­lerinin nispi olarak düşürülmesi, kamu sabit sermaye yatırımlarının azaltılması, iç ve dış borçlanmanın yükselmesi temel uygulamalarıyla birlikte ilerliyor.

Bu güne de devlet kavramını ihmal ettiği, üzerinde çok konuşulan bir konu oldu. Temel sorun, serbest piyasada, fiya­tın değer yasasına uygun olarak oluştuğu, buna karşın devletin zorla piyasaya mü­dahale ederek değer yasasını ihlala ettiği biçimde konuldu. Yazı kapsamı içinde bu irdelenm eyecek olm akla beraber. Marx'in konuyu ile alışım göstermeye ça­lışacağım. Hcrşeyden önce, Marx'n kapi­talizmi incclidiği dönemde ve özellikle İngiltere'de fiyat, rekabet içerisinde belir­leniyordu. Değer yasasının ihlali. Kapita­lizmin tekelci aşamasının, ve sadece dev­letle değil, tekellerin müdahalesiyle ger­çekleşmiştir. Yine de Tablo 1. de görüle­ceği üzere, tekelci aşamayla birlikte dev­letin, kamu harcamalarının artışıyla gös­terilebilen iktisadi etkinlik artışı vardır. İpin ucu burada tutulabiliyor, tekeller devletle birlikte gelişiyorlar. Devletin ik­tisadi etkinliklerinin azaltılması talebinin tekellerle ilişkisi olmalıdır. Bu ilişkiyi göstermeye çalışıyorum.

Kapitalist üretim tarzında serma­ye, kapitalistin kapitalisti mülksüzlcştir- mesiyle ilerleyen bir süreç içinde merke­

zileşir. "Herhûngi verili bir sermaye da­lında, bütün bireysel sermayeler tek bir sermaye halinde kaynaşırlarsa sermaye son sınırına varmış olur. Verili bir top­lumda, bu sınıra, tüm toplumsal sennaye, ya tek kapitalistin ya da tek kapitalist şir­ketin elinde toplanmasıyla ulaşılır" Dü­şünme devam ettirilirse, tüm ulus ve ulus­lararası sermayeleri kapsayan toplumsal sermaye kavramı içinde dünya sermaye­si, tek kapitalisin yada tek kapitalist şirke­tin elinde toplanabilir, içinde yaşadığunız çağ böyle bir merkezileşmenin koşulları­nı oluşturuyor. "Kapitalist üretimin ve bi­rikimin gelişmesiyle orantılı olarak, mer­kezileşmenin iki güçlü aracı gelişir- reka­bet ve kredi." (2) Dünya toplumsal serma­yesi son derece şiddetli bir rekabetle gide­rek merkezileşmektedir. 1970'li ve 80'li yıllar uluslar üstü bir mali sermaye oluşu­munu yaratmış görünüyor. Dev banka konsorsiyumları, yatırım konglomerala­rının tüm finans gereksinmesini karşıla­yabilecek güçte olduğu gibi, bunların kaynaşması hızla ilerlemektedir.

Ulusal mali sermaye, devletin mer­kezi olarak güçlenmesi, iktisadi olarak yayılmasıyla birlikte yürüdü, şimdi ulus­lar üstü mali sermayenin kendi payanda­larını, kendi merkezi 'zor'unu uluslarüstü kendi siyasal örgülünü yaratma zorunlu­luğu var. uluslararası siyasi örgütlenme­lerin önemli boyutla olduğunu burada be­lirtilmesi gerek.

Üçüncü dünya ülkeleri açısından birlikte düşünülmesi gereken üç olgu var; üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte dün­ya pazarının, ülke pazarıyla bütünleşme­si, üçüncü dünya (ÜD) ülkesi kökenli uluslararası şirketlerinin ortaya çıkması ve eşitsiz gelişimin hızlanması sonucu olarak ülkeler arası farklılaşmanın arana­sı. Sonuç olarak Üçüncü Dünya ülkeleri­nin değil Üçüncü Dünya Şirketlerinin gi­derek etkinliğini arttırdığı bir dünyaya gi­rilmesi... Kapitalizmin merkezileşme ya­sası, merkezi bir gücün, para ekonomisi­nin olabildiği bir yerde makinalaşmayla birlikte kapitalizmi kurabileceğini göste­riyor. Üçüncü dünya ülkelerinin kapita­list üretim tarzına geçişi bu yolla oldu. Bu­gün, üretim tarzının gereği olarak, ÜD

r \

YIL FRANSA ALMANYA JAPONYA İSVEÇ İNGİLTERE ABD j920 15 10 11 6 10 8 i929 19 31 19 8 24 10 \960 35 32 18 31 32 27 l

985 52 47 37 65 48 37 |

V J t■kvzvi&'r’.'.vtw: ...... ..... ....TABLO : Sanayileşmiş ülkelerde GSMU ya da GSYİI1 içinde kamu harcama­larının p a y ı. Kaynak : Development Report 1922, World Bank, p: 44.

3 Çağdaş YOL/44

Page 45: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

SKvS? —

uluslararası şirketleri, clbeltcki devletle değil Uluslar Üstü Şirketlere (UŞ) tabi olacaklardır.

Kapitalizmin doğuş aşamasında devletin rolü ilk kez, kırsal nüfusun top­raklarından ve evlerinden atılması sıra­sında işlevsel oldu. Ardından, devlet, iş­günü uzunluğunu ve ücüretleri belirleyen yasalarla, sömürü oranını, büylccc mali­yetleri dolayısıyla fiyatları belirlemek için "zor" kullanmıştır. Kapitalin birinci cildinde Marx, "Yükselen burjuvazi, üc­retleri düzenlemek, daha doğrusu ücret­leri arlı-değer oluşumu için elverişli sı­nırlar içinde kalmasını zorlamak, işgünü­nü uzatmak, ve emekçinin kendisini nor­mal bir bağımlılık derecesinde korumak için devlet gücünü kullanılmasını ister ve kullanır. "(2) vurgusunu yapıyor. Burada devletin üretim maliyetini belirlemek yo­luyla fiyat oluşumunu dolaylı olarak be­lirlediği dikkat çekmelidir. Kapitalizmin gelişme dönemi boyunca devletin önemli bir görevi daha vardır; Devlet, işçi sınıfı­nın birleşmesini ve örgütlenmesini engel­leyen yasalar çıkarmak ve işçi sınıfının 'iş disiplini doğallıkla yaşamasını sağlamak için eğitim programı oluşturmak duru­mundadır.

Zor, aynı anlama gelmek üzere devlet, iktisadi bir katogoridir. Bu anla­şılmadıkça, kapitalizm anlaşılamaz. Zor kapitalizmin rekabetçi döneminde A. Sınilh'in 'görünmez el'idir. onun göreme­diği cl'dir. Devletin kapitalist üretim tar­zında üretim sürecine katılışı belirli dö­nemlerde incelendiği zaman çelişik bir karakter gözleniyor. Devlcllcştirmc- özelleştirme, vergilerin azaltılması ya da çoğaltılması, Tekellerin etkinliğini kısıt­layan yasalar öte yandan kimi tekellere kredi ve vergi ayrıcalıkları bu çelişkili uy­gulamalara örnek olarak verilebilir. Çe­lişki Görünüşü, devletin denetim alımda tuttuğu ve kapitalistin sahibi olduğu zen­ginliklerin antagonist karakterinden ileri geliyor.

Kapitalist üretim, Sermayenin ge­nişletilmesi sürecidir. Dolayısıyla kapita­list üretim öncelikle meta üretimidir. Me­ta üretimi beraberinde değer yasasını ge­tirir. Ancak değer yasasa kapitalist üreti­min aslı niteliği değildir. Değer yasası, kapitalizm öncesi küçük meta üretimine dayalı para ekonomisi içinde geçcrlidir. Kapitalizm asıl olarak artıdcğer üretimi­dir.

. Devletin değer yasasına müdahale edişi, kapitalist üretim tarzını belirlemez. Devlet, geniş araziler, göller, akarsular, ormanlar gibi üretim sürecine sokulma­mış, daha doğrusu üretici güçlerin gelişi­miyle birlikle bu gelişmenin ihtiyacı öl-

çüsündc üretime soktuğu muazzam bir kullanım değerini denetimi altında tutar­ken, kişileşmiş sermaye muazzam bir meta birikimini ve genişleme süreçindeki sermayeyi elinde tutar. Devletle kişileş­miş sermaye arasındaki bültin zıtlıklar, bu kullanım değeri birikiminin değişim değerine dönüştürlmck üzere kişileşmiş scmıaye>e aktarılması sırasında, işçi sı­nıfının diıeııci ve savaşı gibi üretim süreçi dışındaki faktörlcrce belirlenir. Devlet, Ür eıici güçlerin gelişmesi ölçüsünde, o güne kadar üretime sokulmamış, ham­madde, emek güçii gibi belirli bir kulla­nım değeri toplamını sermayeye aktarma aracıdır. Bu kullanım değeri birikimini ordu güçiiylc denetiminde tutar. Benzinli notorun bulunmasıyla birlikte, devlet arazisindeki petrolün nasıl dağıtılacağı herhalde çok sorun olmamıştır. Haın- medde aktarımı, tıpkı yeni teknolojinin uygulanılması gibi bu ayrıcalığa sahip olan kapitalistin kar oranı ortalama kâr oranının üzerine çıkararak, diğer kapita­listlerin karlarının bir kısmın cebine in­dirmesine yol açacaktır. Devlet, böylecc tekelleşmenin hızlanmasında doğrudan bir rol oynar.

Öteyandan vergi yoluyla karın bir kısınma el konulması, çelişkili görünüşü­nü, toplanan verginin dağıtımında göste­rir. Devletin asli işlevi olan idari ve gü­venlik harcamalarını bir yana bırakırsak, finans olanaklarından tekeller yarallanır. Emek de bu çerçevede ele alınabilir, eme­ğin değeri yoktur.

Kullanım değeri olarak emek, de­ğişim değeri kazanamadığı sürece başka deyişle pazarda alıcı bulamadığı sürece, devletin denetimi altında tutulabilir. İşten çıkarmaların yoğunlaşmasıyla birlikte hizmet sektörünün genişlemesini bu bi­çim de açıklamak mümkün. Burada dev­let yeniden iş giiçüne gerek duyulduğu za­man devredilmek üzere, belirli nitelikleri olan işçileri bünyesine alır. Diğer bir ör­nek, iktisadi devlet teşebbüslerinin ürün­lerinin üretim fiyatında, hatla vergi gelir­lerinden finanse edilerek üretim fiyatının altında satılmasıdır. Devlet genel bir an­latımla, denetimi altında tuttuğu kulla­nım değeri birikinini, üretici güçlerin ge­lişmesi oranırtında kapitalist üretime so­kmak ve kapitalist üretimin bunalıma gir­mesi durumunda, fabrikada biriken stok malların sadece kullanım değeri içermesi gibi, kullanılmayan üretici gücün belirli bir kısmını bünyesine almak yoluyla te­kelleşmeyi gerçekleştirme ve güçlendir­me işlevini görür.

Bu işleve görürken, hizmet ettiği sınıfın çıkarlarına uygun bir ideolojiyi önceki kültürden devralarak ya da iirete-

rek tüm eğitini kurumlan ve iletişim araç- lanyla topluma nıuletmck zorundadır. Bu hiç kolay bir iş değildir. Oldukça geniş bir profesörler, sanatçılar, ideoloğlar, kitlesi gerektirir. Belirtmeden geçemiyorum, devletin belirli bir yaşam biçimini, sanet- sal yetkinlikle zorunlu ideoloji önermele­rini topluma maletmekte son derece cıkili bir araç olarak sinamayı-buna dizi filim­ler de cklcnebilir-ömck verebilirim. Ka­pitalizm geliştiği ölçüde sınıfsal faklılış- ma, dünyaya kendi sınfsal konumundan bakan iyi eğilimli bir küçük burjuva kitle­sini ideoloji üretmekte özgür bırakır. Devletin ideolojik aygıtlarının etkinliği­nin olduğu gibi, bu ideoloji üretiminin sı­nıfsal sınırlarını devletin zor aygıtları çi­zecektir.

Arkası gelmeyen özel­leştirme tasarısı, Avrupayı beslemesi düşünülen ıtür- kiye'nin daha sıkı ezilmesi için ABD'nin yaşadığı buna­lımla beraber küçük Ameri­ka kökenli UŞ'lerın uzantısı­dır.

Politika giiç ilişkisidir. Politika ideolojik önermeler toplantı değildir, ve ideoloji de üretmez. Politika, belirli bir gücün harekete geçirilmesi ve yönetilme­si için teoriyi uygular. Politika, yaşayan idolojiyi kırar, kendi teorisinin önermele­rini idcojileşlirir. Devlete en ihtiyaç du­yulan dönemde politik iktisat doğuyor. Feodalizmin yıkılışı ile birlikte yükselen burjuvazininin iktisatçıları, devletle kim­lik kazanıyorlar. Yaptıkları çalışmaları adlandırırken'politik’ sözcüğünü kullanı­yorlar. William Petty kitabının ismini po­litik Aritmetik koyuyor. 17. vel8. yüzyıl Avrupası boyunca merkantilizm, devlet­çilik, devel eliyle imalat sektörünün güç­lendirilmesi dönemi olmuştur. Merkanti- lisl Colbert Mali ayrıcalık ve tekel hakla­rıyla donatılarak, sanayileşmeye çalış­mışlardır. Ingiletere henüz, dünyanın atölyesi değildir. Ama, eğer en büyük ti­caret merkezi olabilmek için, ticaretini ve gemiciliğini dünya ölçüsünde hakim kıl­mak isliyorsa; devlet dolaylı olarak bile olsa sanayi devriminin önçiisü olmak zo­rundadır. İngiliz burjuvazisi bunun farkı­na varmıştır. Oysa 18. Yüzyıl Ingilıeresi için durum farklıdır. Tek deniz gücü, tek sanayi gücü olarak o, barış içinde bir dün­yada, serbest ticaret koşulları içerisinde, kapitalist üretim tarzını neredeyse saf bir biçimde gerçekleştirdi. Devletin üretim etkinliği içindeki yeri çok arka planla kal­dı. 1960'lar kadar süren bu dönemi, Smith, Ricardo, Malılıuş-Say, Mil gibi iktisatçıların ortak ideolojisi olan Lais­sez-faire belirledi. Harcamaların düşük ve bütçenin denk olduğu bir kanın mali

Çağdaş YOL/45 [H

1

Page 46: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

r o ; .............ycsinin savundular. Sermaye üretime ya­tırılmalıydı, bunun için kamu borçlanma­sına kararlılıkla karşı çıktılar.Faiz oranlarının yükselmesine yol açan her türlü eflasyonist etkiden kurtulmak için, 1844 Banka ana Sözleşmesi ile bir­likte Banknot çıkarma yasası İngiltere bankasına verilidi tşçi sınıfı kapitalizmin tarihînin en şiddetli sömülüsüne uğrama­sına rağmen dünya rajmen doluma tabila- törlere dünya pazarınamal yetiştiremez hale geldiler.1870'li yıllar, Almanya, Amerika ve di­ğer Avrupa ülkeleriyle Japonya'nın güç- lenişi ile birlikte serbest rekabetçi döne­min sonu başladı. Uluslararası rekabet ilk olarak kendisini gümrük duvarlarıyla gösterdi. ABD gibi tümüyle ve Almanya gibi önemli öçüde geniş bir iç pazarı olan üllkelerin dışında, devletin ekonomiye nüdahalesi yükseldi. Dönemin karakteri­ni dünya çelik üretimindeki, değişmeler oldukça iyi veriyor. Dünya çelik üretimi- dc Ingiltere'nin payı 1850 yılında %70'i aşarken, 1913'de %10'un altına düştü ABD'de bu oranlar sırasıyla, %5 ve %40 olarak değişti.

Marx'ın çözümlemesi birbi- riyle bağlantılı iki yanlış de­ğerlendirmenin kökünü ka­zıyor. Birincisi devlet ken­dinden menkul bir organ de­ğildir, o her şeyden önce bir sınıfın diğer bir sınıfa baskı aracı olarak, belirli bir üretim tarzının varlığını sağlamak alır ve üretim tarzının değiş­mesiyle olduğu kadar, üre­tim ilişkilerindeki değişme­lere bağlı olarak sayısız bi­çim alır.

Serbest rekabetçi dönemin en önemli so­nucu tekelleşme ve tekellerin dış yatırım­lara girişmesi olmuştur. Burada mali te­kellerin oluşumunu irdeleyebilmek için, kapitalizmin tüm tarihi boyunca burjuva­ziyi önce güçlendirmiş ardından tekelci aşamaya geçişle son derece etikin bir rol oynamış, sermaye birikiminin ve teklleş- menin üçüncü boyutuna değinmek gerek­li oluyor. Bu, kamu borcudur. Kapitalin birici cildinden aktarıyorum,"Yıllık faiz ödemelerini karşılamak zorunda olan ka­mu borçları, kamu gelirlerinden sağlan­dığı sürece, modem vergi sistemi ulusal' borçlanmanın zorunlu bütün Icyicisi ol­du. Bu borçlar hükümetin olağan üstü harcamalarını, vergi ödeyicisine hisset­tirmeden karşılamasını olanaklı kılar, fa­kat sonunda vergiler arttırılmak zorunda kalınır; Öte yandan, ard arda yapılan borçların birikmesi yüzünden, yapılan vergi yükseltimi, hükümeti her zaman ye­

ni olan üstü harcamalar yapmaya zorlar. En zorunlu geçim araçlarının vergilendi­rilmesine dayanan (böylece geçim araç­larının maliyeti yükselir) kendiliğinden genişlemenin tohumunu içinde taşır"(2) Kamu borçunun ilk etkisi, işçi sınıfının köylülerin ve küçük işletmelerin soyul­masıdır. ikinci olarak kamu borçu devle­tin denelimendeki doğal kaynakların ak­tarılma aracıdır. Son olarak rantiye smıfı yaratır. Biri Ingillcredcn diğeri Türki­ye'den iki güzel ömek var Banknot basma yetkisine sahip olan Ingiltere Bankası, verdiği borcu bastığı banknotlarla geri alırken, devlet borçlu olmaya ve faizini ödemeye devam ediyordu. Marx’la de­vam ediyorum."... bankanın kendi bastığı kredi para kaçınılmaz olarak ülkenin tüm madeni birikimini yutan ve ticari kredile­rin çekim merkezi haline gelidi" (2) Gü­nümüzde pek çok merkez bankası ano­nim şirket olmalarına rağmen kamu kuru­luşudur. Merkez bankaları, para basma yetkisine faiz oldukları gibi ticari banka­ların topladıkları mevduatların herhangi bir biçimde geri çckilmclir durumda ver­meleri gereken karşılık oranını yasal ola­rak belirlerler. Ticari bankalar bu mikta­rın dışmda kalan para miktarım kredi ola­rak dağıtırlar. Bankaların ödeyemez du­rumda oldukları zorunlu karşılık oranı üstündeki miktar devletin garantisi altın­dadır. Devlet tahvil ve bonoları, yasal karşılık oron üstündeki miktar devletin garantisi altındadır.Devlet tahvil ve bonoları, yasal karşılık oranlan içinde tanımlanabilen, disponipl değerleri oluşturuyor. Ticari banka- lar,yasal karşılık oranı ölçülsünden kaydi para yaratabiliyorlar. Bu bakından konu­muz açısından iki farklı uygulama yanı sonucu veriyor. Türkiye örneğini N. Key- der’den aktarıyorum," 1984 yılında hükü­met, bütçe açığının finansmanında, bü­yük çapta iç borçlanma yoluna başvur­muş, vergiden muaf devlet tahvilleri üze­rinde rekabetçi düzeylerde faiz vermiştir. Devlet tahvillerine yatırımı karlı bulan bankalar, bu tahvillerin başlıca alıcıları olmuşlardır.Bu yıl da banka karlarının en önemli kay­nağının, devlet talıvilerinden kazanılan faiz olduğu söylcnilmekteydi."(3)Demir yolu ve oluslararsı rekabet, devleti ekonomiye daha çok soktu, ulislararsı rc- kabctli belirlenenen hızlı büyüme zorun- lulğu, büyük ölçekli yatırımları üstlene­cek güçte olmayan burjuvazi, yukarıda belirlilen nedenlerlerlc İngiltere dışında­ki Avrupa ülkelerinde devletin toplumsal sermaye içinde kapitalist bir girişimci olarak üretime katılmaya zorladı. 1830'yıllarla başlayan, ülkelerin demir yolu ağıyla döşenmesi süreci Almanya, Fransa, İtalya, Rusya ve diğer Avrupa ül­

kelerinde devletin sanayi ve teknolojik gelişmeye giderek daha çok katılmasıyla birlikte ilerledi. Buraya kadar iki önemli sonuç çıkıyor devitin üretim sürecine ve ekonominin yönetimine katılışı ilk ola­rak, sermaye birikimini ve merkizeleşme- yi sağlama sürecinde, ikinci olarak ulus­lararası rekabetin büyük ölçekli yatırım­ların kısa zamanda ve en düşük maliytele yapılmasına zorlamasıyla gerçekleşiyor. Kamu borcu sayesinde en iyi benka tekel­leri kaynaşıyorlar. Biryandan vergi gelir­leriyle ve doğal kaynakları üretim süreci­ne sokabibnesi ölçüsünde mali bir güç ol- na devletin kendi denetiminde kapitalist işletmeler kurması, öte yandan tekelleşen banka sermayesinin sanayi sermayesiyle kaynaşması dcvlct-tekcl mali sermayesi­ni yarattı.

Lcnin bu iki görünüşte ayrı ayn tekelleş­meyi şöyle değerlendiriyor, "Banka ko­damanları, umulmadık bir yerde devlet tekelinin üstlerinden geleceğinden kor- kiır görünüyorlar. Ancak söylemeye ge­rek yok ki, bu korku sözün gelişi aynı bü­royu paylaşan iki müdür arasındaki reka­betten başka bir anlam taşımıyor. "(4). Tam bu nokta da zor bir soru sorulmak zo­rundadır. Soru şu: içinde bulunduğumuz bu aşamak kapitalizmin son aşaması mı­dır? Benim yanıtım hayırdır. Mars'tan uzunca bir alıntı yaparak sürdüreceğim. "Doğrudan üreticilerden ödenmemiş artı emeğin çekilip alınmasının özgül ekono­mik biçimi, yöneten ve yönetilenler ara­sındaki ilişkiyi belirler. Yöneten ve yöne­tilenler arasındaki ilişki üretim sürecinin kendisinden doğup büyüdüğü sürece geri tepki vererek üretim süreci üzerinde be­lirleyici olur. Bunun üzerinde, gerçek üretim ilişkilerinden doğan iktisadi toplu­luğun tüm oluşumu ve dolayısıyla özgül siyasal biçimi temellenir. Tüm toplumsal yapının gizli temelini, en derin sırrını ve dolayısıyla egemenlik ve bağımlılık iliş­kisinin politik biçimini, kısaca, her du­rumda devletin özgül biçimini üretim ko­şullarına sahip olanlarla, doğrudan üreti­ciler arasındaki dolaysız ilişki içinde bu­luruz. Bu ilişkinin özgül biçimi, doğal ola­rak emeğin ve dolayısıyla onun toplumsal üretim gücünü gelişme tarzı ve biçiminin belirli bir düzeyine denk düşer. Bu aynı ekonomik temeli ana koşulları bakından aynı- sayısız farklı ampirik durumlar, do­ğal koşullar, ırksal ilişkiler vb. sonucu olarak sayısız versiyonlar ve derecelerde görünmekten alıkoyamaz, ve bu ancak verili ampirik koşulların analiz edilme­siyle anlaşılabilir. "(5) Marx'm çözümle­mesi birbiriyle bağlantılı iki yanlış değer­lendirmenin kökünü kazıyor.Birincisi devlet kendinden menkul bir or­gan değildir. O herşeyden önce bir sınıfın

I : 3Çağdaş YOL/46

Page 47: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

diğer bir sınıfa başkı aracı olarak, belirli bir üretim tarzının varlığını sağlama alır, ve üretim tarzının değişmesiyle olduğu kadar, üretim ilişkilerindeki değişmelere bağlı olarak sayısız biçim alır, mutlak bir biçim atfedilemez. İkincisi, devletin ör­gütleniş biçimi ve yönelimi, buna' Bürok­rasi' deniliyor.

Üretim araçlarının sahipleriyle, gerici olarak üretim koşulların sahipleriyle doğ­rudan üreticiler arasındaki dolaysız iliş­kiyle belirlenir, belirli siyasi uygulamala­rıyla göreli bir bağımsızlık arzelse bile, bundan bağımsız bir bürorasi kavramı geliştirilemez. Dolayısıyla, nasıl devleti en az kullanıp giderek, devletle kaynaşa­rak yükselen finans-kapital ulaştığı en üst aşamada bile, Lenin'in belirttiği embriyo- nik bir karşıtlığı içinde barındırabiliyor- sa, üretim ilişkilerinin geçirdiği evrime bağlı olarak, sermayenin uluslarüstülcş- mesi fakat buna karşı devletin yerel kal­masıyla birlikle bu karşıtlık anıogonist bir karekler kazanabilir.

1948. ÖZELLEŞTİRME VE ABD

Özelleştirme, daha genci başlıkla ka­mu harcamalarının azaltılması üçüncü dünya ülkelerini daha iyi sömürmek için icad edilmedi. Türkiye’nin iç pazarı do­yuma ulaştığı için, ithal ikamesini bırakıp dışa dönük politikalara giriştiiğini düşü­nenler fikirlerini yeniden gözden geçir­melidirler. En azından dış pazarın daha karlı olup olmadığına bakmalıdırlar. Asıl olarak düşünmeleri gereken kapitalist üretim tarzının i;ş bölümünü geliştirerek pazarı gcnişlctcbilmcsidir. Fricdmancı politikalar, merkezi olarak planlandı. Tüm üçüncü dünya ülkelerine dayatılı­yor. Uygulanabilmeleri için 'otoriter hü­kümetler' zorunlu görülüyor. Türkiye'de ilk özelleştirme tasarısı iyi bir örnektir. Bugüne yaklaşmakla iyi bir araç oluyor.

II. Dünya Savaşından beri üç olgu, üç koldan birbirini doğurarak birlikte ilerliyor­lar. İlki kamu harcamaları ar­tıyor, İkincisi emek üretken­likleri eşitlendikçe, ülkeler arası rekabet biçim değişti­rip UŞ'ler arası rekabete dö­nüşüyor, yine UŞ'ler ülke pa­zarlarına yayıldıkça .finans- kapitali yaratıyorlar. Üçüncü yedek sanayi ordusu geniş­liyor.

1946 develüasyonuyla birlikte Türki­ye, ikili anlaşmalarla yürüttüğü dış dica- relinin 1930'dan beri fazlaveren dönemi kapatip, aleyhinde seyreden dış ticaret hadleriye dünya pazarına açıldı. Dünya

ticaretindeki payı bu yıla kadar düşmek­teyken, artmaya başlıyor. Bu yıl aynı za­manda sanayi üretimi büyüme hızı %26'dan, %6.1'c düştüğü yıl, 1949'da bü­yüme hızı negatife çevrildi 1947 Kası­mında OEEC (1961'dcn sonra OECD) için hazırlanan Türkiye Kalkınma Rapo­ru Madencilik, enerji, demir- çelik dışın­da kalan devlet teşekküllerinin özelleşti­rilmesini öngördü. (6). Plan Ağırlıklıkta uluştırma olmak üzere devlet yatırımları­nı, dış finansmana dayalı olarak alt yatı­rımlarla sınırlı tutmayı hedefliyordu. Er­tesi yıl, 1948'dc toplanan Türkiye İktisat Kongresinin kararları, American Stan­dort Oil Co. petrol şirketi yöneticisi M. Thronburg'un ABD'nin Türkiyeyc yar­dım yapma koşullarını içeren 1946 tarihli raporunun kabulu oldu. Kongre devletçi­liğin tasfiyesine ve yabancı sermayeye açılma karan aldı. Son olarak 1950 yılın­da Dünya Bankası m Barkcr raporu gere­ğince, o yıl yapılan seçimlerle iktidara gelen DP, hükümet programında, "...ikti­sadi sahada devlet sektörünü mümkün ol­duğu kadar daraltmak amacında oldukla­rını ve özel sektörün dış borçlarını garanti edeceklerini belirtiyordu. Bu yılların di­ğer uygulamalan şunlardır: Gelirden ala­nını vergiler düşürüldü, buna karşılık har­camalardan alınanlar yükseltildi, bu uy­gulama sayesinde bir yandan özel sektö­rün ödediği vergi oranı azalırken, öte yan­dan 1949 yılı o zamana kadarki cumhuri­yet tarihinin en yüksek vergi yükü oranına ulaştı. (7). Bu tabloya Sabancının kurdu­ğu Akbank (1948) ve Garanti Bankası'nı (1946) eklemek gerekiyor.

Tablonun Türkyc'dcn görünüşü bu- dur. Dünyanın görünüşü ise şöyle ve ol­dukça ilginç, bu yıllar ABD'mn tek başma kapitalist dünyaya hükmettiği yıllardır.

Dünyaya bakmak ABD'yc bakmakla aynı anlama geliyor. Özelleştirme DP ik­tidarının sonraki yıllarda terkettiği tersi­ne KIT'lerin giderek yaygınlaştığı bir ta­sarı oldu. Burada, bir türlü gerçekleştiril­meyen özelleştirmelerin neden bu kadar ısrarla ileri sürüldüğü ve daha sonra ne­den üzerinde durulmadığı sorulmalıdır, ilk olarak II. Dünya Savaşından sonra, as­keri alımlar %90 oranında düşüyor, yanı aynı anda yüksclcmcycn yatırım ve tüke­tim malları talebi, ekonominin bunalıma girmesine yol açıyor. Hemen ardından 1948-1949 krizi geliyor. Manshikovdan aktarıyorum,... kriz kendini ilk olarak özel dış yatırımların büyük ölçüde düş­mesiyle kendini gösterdi, Amortisman çıkarlıdıktan sonra, 1948'in üçüncü çey­reğinden 1949'un dördüncü çeyreğine kadar yatırımlar 19.3 milyon dolar ya da %46 oranında düştü, kişisel tüketim daha yavaş adımlarla olmasına karşın artama- ya devam etti. Tüm olarak yatırımların

düşmesini belirmelen faktörler, kişisel tüketimin artmasını belirleyen faktörler­den daha kuvvetli oldu. Üretimin 1948 yı- lıda ulaşılan düzeyini korumak için ge­rekli olan lalep açığı, 1949 yılı ulusal üre­timinin %34 kadardı. Bununla birlike, II. Dünya savaşından sonra ilk kez kamu alımları, özellikle askeri amaçlı. alımlar için büyük ölçüde arttırıldı, (ulusal geli­rin % 2.6'sı). (8).

Arkası gelmeyen özelleştirme tasarısı, Avrupayı beslemesi düşünülen Türkiye- nin dah sıkı ezilmesi için ABD'nin yaşa­dığı bunalımla beraber K. Amerika kö­kenli UŞ'lannürcttiği politikanın uzantı­sıdır. Bundan sonra gelen 1958, 1971 vcl980 İstikrar ve Kararlılık paketlerinin pek çok ortak nokta taşıması ve hep ABD'nin ve giderek dünya bunal unlarıy­la birlikte gelmesi rastlantı sayılamaz. 1948-49 krizi, Kore Savaşı Olumlu Kon- joklürüylc devam elli. Türkiye Kore sa­vaşma kahramanca katıldı. Dış dinamiğe gereğinden fazla önem verildiği düşünü­lecek olursa, bilimsel ve teknolojik geliş­meyi kendisi yapamayan bir ülkenin, ke­sinlikle dış dinamikle belirleneceğini be­lirtmek isterim. Bu bakımdan teknolojik olarak bağımlı bir ülkenin dış dinamiği- nidoğru değerlendirmek, ülkenin sosyo ekonomik yapısı kadar yaşamsal önem taşıyor.

PRİEDMANCI POLİTİKA VE TÜRKİYE

Kaba çizgileri II. Dünya savaşından sonra beliren bu program, bugün tüm üçüncü dünya ülkelerine öneriliyor ve uygulatılıyor. Programın sanayileşmeyi yasaklayan yani kendisini bugün de olan­ca açıklığıyla gösteriyor. Dünyada yaş- nanan pazar daralmasının sonucu olarak gündeme geliyor. Bu yazıda ısrarla vur­gulanan özelleştirme konusu, dünya ça­pında yaşanmakta olan köklü bir değişi­min gereği olarak, bu değişimi gerçekleş­tirmek için önerilen ve uygulanan politi­kalar içinde, olguyu en iyi niteleyeni hatla diyebilirim ki ta kendisidir. Programın kendisi Laisscz-fairc'ye dönüştür. Devlet iktisadi müdahaleden uzaklaşlırılmalıdır. Serbest piyasa içerisinde, arz ve talep dengesiyle belirlenen bir yapı kurulmalı­dır. Tekelci aşamayla birlikte özellikle ülke içi rekabetin, küçük işletmeler dışın­da uygulanabilir bir tarafı olmadığına gö­re, tersine uluslararası ve uluslar üstü te­keller tarafından savunulan ve hükümet­lere kabul etlirelen bu politikanın gerek­çesi açıklamalıdır. Post Keyncsyan Teo­rilere Uluslarüslü tekellerin pek kulak as­madığı artık görülmüş olmalıdır. Bu poli­tika dört başlıkta toplanabilir.

I-Ekonomidc istikran sağlamak için parasal politikaların kullanılması isteni­yor. Buna göre, Merkez bankası tarafın-

.v ,:v .SÇağdaş YOL/ 47 [§rnrr— —

Page 48: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

iIdan kontrol edilen yasal karşılık oranı, re­eskont oranı, açık piyasa işlemleri gibi devlet müdahalen en za indirilmelidir ve para faiz oranının değil, para arzının üre­tim hacmine bağlı olarak, düzenli bir bi­çimde arttırılması gereklidir.

2- Daha sonra P. Lipsey ve P.A Samu- elson tarafından geliştirilen (9) Philips eğrisi reddediliyor. Philips eğrisine göre hükümet eğri boyunca hareket ederek fi­yat artış oranı, işsizlik, ve ücret artış oranı arasında optimum bir nokta bulmalıdır. Oysa Friedman'a göre ücretler serbest pi­yasada belirlenmeli ve bunu sınırlayıcı etkenler, sendikalar ve hükümet müdaha­leleri kaldırılmaladır.

3- Sağlık, eğitim gibi sosyal harcama­ların, transfer harcamaların bununla bir­likte kamu gelirleri, vergileri ve devlet borçlarını azaltılmalıdır. Son olarak ka­mu iktisadi teşebüsleri özcllcştirilmeli- dir.

Bu öneriler, doğrusu talimatlar, Togo, Uganda, Zaire'den Brezilya'ya, Peru ve Türkiye'den Ingiltere, Almanya, İtalya ve ABD'ye kadar tüm dünyada uygulanma­ya sokulmuş durumda. TÜSlAD'ın hazır­ladığı Özelleştirme Raporu'nda sadece papağanlık ediliyor. Bu ülkelerden kimi­leri, başarılı uygulamalarıyla Dünya ban­kası tarafından övülüyorlar. Övülcnlcr arasında Türkiye de var. Dünya Banka- sı'nın özelleştirme ile ilgili raporu yazı­yor, özel sektörün teşviki ve serbestleşti­rilmesi (deregulation) ile iktisadi Devlet Teşekküllerinin ctkinlilklcrinin ve devlet desteğinin kesilmesini birlikle yürütme­nin güzel bir örneğini veriyor Türkiye. (10) Türkiye herhalde çok iyi bir örnektir, çünkü yukarıda sayılan tüm önlemler olanca enerjiyle uygulanılmaya çalışılı­yor.

Meta ihracının yerine tekelci aşamayla birlikte, sermaye ihracı geçti. Sermaye ihracı, emperyalizm açısından, değerinin üstünde meta ilıracmın ve yok pahasına meta ithalinin son derece güçlü bir mani­velasıdır. IMF'nin borç servis oram tanı­mı, kabaca borç ve faiz oram toplamının, ihracat değerine bölümüdür. Sermaye ih­racı, üretmeye zorlar. Ürettikçe satm al­maya zorlar. Bu alışveriş sırasında dış ti­caret oranları, emperyalizm lehine geli­şir. Yükselen faiz oram girilen boyundur- luğu daha çok sıkar. En kötü koşullarda sermaye ilıracı sadece üretici güçleri ge­liştirerek pazarım genişletir. Sermaye ih­racı eperyalizm yaşadıkça değişmeyecek tek sömürü yöntemidir.

Bu bağlamda Herlenmesi gereken ve­rilere bakıldığı zaman şunlar görülüyor: Dış ticaret hadleri üçüncü dünya ülkeleri aleyhine gelişiyor, reel faiz oranları gide­rek yükseliyor. Üçüncü dünya ülkeleri­nin tekstil ve gıda ağırlıklı ürünlerine ko-

i;.......... ........ —-..............................

runma duvarları çekiliyor. Üçüncü dünya ülkelerine kredi veren ve dış ticaretlerini

yürüttükleri kuruluşlar içinde uluslar ara­sı finans ve ticaret şirketlerinin payı artı­yor. Bütünleşme sürecini hızlandırmak için devlet devre dışı bırakılıyor. Türkiye kendisine dayatılan proğram gereğince, ilk olarak iç borçlarını azaltmalıydı; bu­rada asıl bakilması gereken KIT'lerin fi­nansmanında kullanılan borçlanmadır. KIT'lerin finansmanında kullanılan iç borçlanma hızla arttırılmıştır. Dış proje kredileri başlığı altında dış borçlanma daha hızlı arttırılmıştır. Iç borçlanma sı­nıfı içerisine sokulan hazine avanslarının artışı elbcıtcki enflasyonun önemli so- runlulanndandır ve asıl olarak reci ücret­leri düşürmek için alınmakta olan bir ön­lemdir. Ö ıcvan^n, bankalar sistemine yapılan borçlanmanın yukarıdaki örnek­lerde görülebileceği gibi, ana para ve faiz­lerin yüksekliği devletin etkinliğinin kı­sılması olarak yorumlanmalıdır. TEK- Art Grubu Onur Kardeşler, Koç ailesi, Sa­bancı ailesi, Ercan ailesi, Eczacıbaşı, Do­ğuş gurubu ve Enka grubundan oluşan ka­pitalistler topluluğunun 1986 yılında 8.9 milyar TL'sı olarak vergi yeküni, 1987 yı­lında 2 milyar TL'sına düşürüldü. Brüt ve net ücret arasındaki fark dolayısıyla gelir vergisi ve toplam olarak vergi yükü düşü­rüldü. (11) İmalat sanayi sabit sermaye yatırımları içinde kamunun payı 1980 yı­lında %28 üten, 1988 yılında %5.9'un al­tına düşürüldü. Sermayesinin %50 den fazlası devletin veya iktisadi devlet te­şekküllerine ait şirketlerin toplam ithalat içindeki payı 1982 yılında %50 iken , 1986 yılında %22'yc düşürüldü. (12) 24 Ocak kararlarıyla birlikte serbest bırakı­lan kredi ve mevduat faiz oranları ve TL'nin döviz kurunun dünya para sistemi içinde serbest dalgalanmaya bırakılması, programın gereği olmakla beraber ser­best faiz politikası ve devletin parasal yöntemlerle müdahalesinde azalma başa­rılı olamadı. TL'nin kuru enflasyon oranı ve faiz oranları birbirlerine belirleyen ol­gulardır. Bir yanda dünya piyasasına göre serbestlik, öte yanda Türkiye piyasasına göre serbestlik tam bir entegrasyon olma­dığı sürece olanaksızdır. Üstelik devletin ihracatı gerçeklen patladı ama onunla bir­likte dış ticaret açığı azalmadı, ithalatı teşvik için yapmak zorunda olduğu öde­meler, Türkiye'nin ihracatı tüketim ve ti­cari mallara kaydı. İç borçların Türkiye finans kapitalinin, dış borçlanmanın Uluslarüstü Şirketler ve resmi kuruluşla­rın (IMF,WB) çıkarma olması devlet üze­rinden yaşanan bir çatışmayı sergilemek­te.

(Burada, toplam dış borç içinde kamu payı artarken,-özellikle proje kredileri- alacaklılar içinde özel ve ticari kuruluşla-

_______rın payının artması dikkat çekici olmalı­dır. ) Enflasyonun yüksek tutulması, faiz oranlarını yükseltmeyi zorunlu kılarken, yüksek faiz oranları yatırımlanzorlaya- rak kredi telebini düşürür. Bu, karlılığı ko­rumak için faiz oranlannı daha da yükselt­meye zorlar. Yatırım hacmini giderek da­raltan bir kısır döngüye girilir. Diğer yan­dan serbest dalgalanan TL'sından kaçışı engellemek için para arzının kısılması ge­rekirken iç boçlarm ödenme zorunluluğu ve tabii ki işçi liretlerinin düşürülmesi için daha etkin bir yol olmadığı için para bası­mı yoluyla enflasyon yükseltilir. Faiz oranları bununla birlikle yükselmek zo­runda İcalır, deminki kısır döngüye girilir. Sonuç 87 yılıyla birlikte, imalat sanayi sa­bit üamaye yatırım artış hızı negatif sey­rediyor. Maliye politikaları; TL'sı ile ya­bancı para iç borçlar ile dış borçlar enfla- yonun artış hızıyla bankalar sisteminin faiz oranları arasında şaşırmış durumda­dır. En iyi çözüm devletin aradan çıkması ve, içi ve dış piyasanın kaynaştınlmasın- dan geçiyor. Bu noktada Türkiye finans kapitali ile uluslarüstü şirketlerin çıkarla­rı lam anlamıyla çakışırken, günlük poli­tikada çalışabilmektedirler. Buna ek ola­rak üretim hacminin daraldığı bir ortamda çöken şirketlerin ve balan bankaların, kurtarılması zorunluluğu, henüz mali ve parasal araçların etkinliğinin azalmaya­cağını gösteriyor. 1981-1983 banka devlet çalışmasını bu çerçevede düşünmek gere­kir. Bununla birlikle, iki öncrnil başarıdan söz edilebilir, Türk Mali Sisteminin için­de, Türk banka sisteminin payı dört büyük banka %70'ni oluşluruyor-%90'a ulaş­mış, kamu iç borçlanma araçlarıyla dona­tılan sermaye piyasasında, kamunun payı %90’ı aşmıştır. Kuşkusuz bütün bu olup bitenlerle hiç bir biçimde çelişkili olma­yarak KIT'ler satışa çıkarıldı, satılıyor...

Türkiye'de görünüm budur. 1. dünya Savaşından sonra, 1929-33 bunalınu sıra­sında devletçilik pratiğini yaşayan II. Dünya savaşı ardından devletçiliğin teo­risini yaratan ve uygulayan emperyalizm, şimdi neden devletçilikten vazgeçiyor?

Dünya pazarı daralıyor, pazarın genişlem esi için üçünçü dünya ülkelerinin ki­milerinin üretici güçleri ge­liştiriliyor. UD uluslarası şir­ketleri doğuyor. Yerel ve ulu­sal nitelikli iki devletle, UŞ'ler arasındaki çelişki bü­yüyor. Eski teknolojili işlet­meler kapatılırken yüksek teknoloji giderek dana çok uluslarüstu şirketlerin dene­timine geçiyor.

...• İ Çağdaş YOL/48

Page 49: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

1 ■ “ ““ ——““

MERKANTİLİST KEYNESGenel Teori adlı kitabında, Keyncs,

merkankılizm üzerine uzun bir bölüm ayırmış. Bu bölümde, merkantilizme ve W. Petty'ye övgüler düzüyor. Merkanti­lizm 16. ve 17. yüzyılın, feodalizmin yı­kılıp, ticaret sermayesinin sanayi serma­yesine dönüşüm döneminin görüşüdür. Ticari üstünlük, sanayi üstünlük demekti, sanayinin kurulması için devlet gereki­yordu. Ticareti korumak ve sönürgclcr el­de etmek için devlet gerekiyordu. İş saati­nin uzatılması için devlet gerekiyordu. Devlet harcamaları için, iç borçlanma ge­rekiyordu, bunu tüccarlar sağlıyordu.He­nüz güçsüz olan burjuvazi için güç özlemi devletin gücüyle özdeşleşmişti, devletin gücü onun gücünü arttırıyordu. Şimdi so­rulabilir keynesi merkantillizme övgüler düzdüren nedir? Kime yaranmak istiyor Keyncs, fazla güce ihtiyaç duyan kim? Şöyle yazıyor, "Devlet için önemli olan, üretim araçlarının sahipliğini üstlenmek değildir. Eğer devlet, üretim araçlarına genişletmek için ayrılan toplan kaynak miktarını ve üretim araçllarma sahip olanların elde edecekleri temel kazanç oranını belirleyebiliyorsa, yapması zo­runlu olan herşeyi başarmış olacaktır. (13) Kcynes toplam kaynak miktarını, üretim arçlarının sahibi olan tekellere ak­tarmak için devletin işin içine sokulması­nı istiyor. Serbest rekabetçi dönem, Lais- sez-fairex, merkantilizmden sonra sanayi üstünlüğünün ticari üstünlüğe sağladığı dönemin ideolojisi oldu. Bırakınız yap- sınlar-bırakınız geçsinler dünyanın atöl­yesi Ingiltere'nin ideolojisi olurken, dün­yanın fabrikası ABD'nin ideolojisi Mcr- kantilist Kcynes'in görüşleri oldu. Zıtlık, ülkelere ve devletlere bakmaktan vazge­çilip üretim ilişkilerinin evrimine bakı­lırsa giderilebilir. Laissiz-faire 19. yızyı- lın güçlü sanayi burjuvazisinin ideolojisi­dir, şimdi dünyanın güçlü uluslar üstü şir­ketlerinin ideolojisi oluyor.

Teknolojik ilerleme, kapitalist üretim tarzında hem ilerleme hem bunalım nede­nidir. kapitalizm mete üretimidir ama asıl olarak artık değer üretimidir. Makina nispi artık değer üretimidir. Makineyle birlikte, kapitalizmin bunalımlarında be­lirleyici etken aşın üretim oldu. Aşırılık göreli bir ifade... üretimin aşınlığı paza­rın genişliğine göre ölçülür. Pazarın ge­nişliği ise. üreliçi güçleri dolayısıyla, iş bülümünün gelişmişliği ile belirlenir. Bu nedenle kapitalizm pazarı genişletmek için üretici güçleri geliştirmek zorunda­dır: Bunu yaparken önündeki engcllcriyı- kıp atmak, koruma ve gümrük duvarlan- nı, ülke pazarlarını dünya pazarlarında yalıtan ulus devletlerini ortadan kaldır­mak zorundadır.

Uluslarüstü Şirketler, Üçüncü Dünya

ülkeleri kökenli uluslararası Şirketlerle serbest ticaret yapmalıdırlar, Laissez-fai­re, devletleri değil, onların pazarları sı­nırlama olanaklarını, bunun içinde onla­rın iktisadi güçlerim silmek isteyen ulus­larüstü tekellerin ideolojisidir. Ingiliz do­nanmasının yerine, uluslarüstü silah te­kelleri var, İngiliz ticaret filoları.yerine, uluslarüstü ulaştırma ve taşıma tekelleri var.Hammaddeler için sömürge kurmak ge­

rekiyor, hammadde kaynaklarının üretim ve dağıtımım elinde tutan tekeller var. Fi­nansörler ve yatırımcılar uluslarüsLü fi- nans kapitali yaratmış bulunuyorar. Ulus devletlerinin birlikte davranmalarını sağ­layacak uluslararası siyasal kurumlar ya­ratılmış bulunuyor. 801i yıllar barış yılla­rı oldu, süreceğe benziyor. Varşova Paktı ülkeleri sınırlarım açıyorlar. Uluslarüstü Tekellerinin bahtı açık görünüyor... 1929-33 bunalımının bir dünya pazarı da­ralmasının ardından geldigi iyi bilinen bir olgudur. Bunalım, sanayi aramalı dünya ticareti artış oranının , üretim artış oranı­nın altında kalmasıyla birlikle gündeme geldi.Aşın üretime karşı nasıl önlem alınır? Klasik yöntem üretimin kısılması, kapa­site oranlarının düşürülmesi, ücretlerin düşürülmesi, işçilerin işten atılmaları yüksek gümrük duvarları, sendikalara saldırı.... buna dcflasyonist politikalar deniliyor, ancak, pazara uyum kaygısıyla yapılan tüm bu önlemler, pazan daha çok daraltır, sımf mücadelesinin şiddetlendi­rir. Keynes, bu bunalım sırasında uygula­nan politikaların ürünüdür. Schumpe­ter'den aktarıyorum, "Bazı mcrkantilist yazarların gerçekten keynesçi bir yoldan gitmeleri hayret vericidir. Sir William Petty'nin kullanışsız şeyleri üretmek, hiç üretmemekten daha iyidir deyişinde şaşa­cak bir şey yoktur: bu sadece emeğin et­kinliğinin korunmasına ilişkin bakış açı­sını gösteriyor." (14). Kullanışsız mallan üretmek, üretileni tüketmek ve yok etmek biçiminde de düşünülebilir, bu kez kulla­nışlı metalar üretiyorsunuz ancak yok ediyorsunuz. Tüketim, ücretlerin yüksek tutulmasıdır, tam istihdamdır, sosyal har­camaların artlırılmasıdır. Yüksek tekno­lojili üretimi tüketmek kolay değil, yok etmek gerekiyor. Kullanışsız üretim silah üretimidir. Faşist Almanyanm devletçi ekonomisi, Kore ve Wielnam savaşların­da kendini gösteren Keyncsyan savaşçı refah devleti ekonomisi oldu. İkinci dün­ya savaşından beri üç olğu, üçkoldan, bir­birini doğurarak birlikte ilerliyorlar. İlki kamu harcamaları artıyor. İkincisi, emek üretkenlikleri eşitlendikçe, ülkeler arası rekabet biçim değiştirip Uşler arası reka­bete düşüyor. Uşler ülke pazarlarına ya­yıldıkça

Finanskapilali yaratıyorlar. Üçüncüsi yedek sanayi ordusu genişliyor. Üç olğı nun sonuçlan şunlardır. Dünya pazan d; ralıyor. Pazarın genişlemesi için üçüne dünya ’ülkelerinin kimilerinin üreti güçleri geliştiriliyor, ÜD uluslararası şi ketleri doğuyor. Yerel ve ulusal nitelik devletle, UŞ'lcr arasındaki çelişki büyı yor. Eski teknolojili işletmeler kapatılı ken, yüksek teknoloji giderek daha çc uluslarüstü şirketlerin denetimine geç yor. işçi sınıfının dünya çapında birlik davranabilme olanaklan artıyor.

DİPNOTLAR1- K.Marx, Capital, v .l. p.627,Pr goPub. 19672- K. Max, Capital, v . l . p .735-760 %13- N. Key der, Para teori Polıhke, s 14 Ankara 19884 - Lenin, ımpherialısm, p. 37, prog. Pu 19785- KIMarx, Capital, e.3, p. 927, Pcngı Books, 19816- 1 Tekel ve s. ilkin, savaş sonrası c tamda 1847 Türkiye kalkınma PIO.D.TJJ yay, 19747- Ü, Arsan, Vergi Yükü Üzerine Bir 1 celeme, Ankara Ün. 19758- S. Mensmkov, The econonue Cyd Postuwar Developmentı,p. 39, Prog Pub. 19759- D.A. Samuelson, Econones, p. 38 84, Turonto, 196110- World Bank Discussio Paper, L veshture un Developing conlrıe, 198711- O.Oyan, 24 ocak ekonomisinde Dı açılmış ve Malı polihkçalar. Verso, 1987 içinde 1986 vergi düzenlemeleri

1 2 - DİE. s 355,198713- S.M. Keynes, The General Theory, 378, USA, 196414- S.A. Schumpeter, Ilitory Ekonoı Analysis, p.360, ox ford,1963

_________Çağdaş YOL/49[ .¡M

Page 50: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

ÖĞRENCİ HAREKETİ GÜÇLERİNİ POLİTİK İNSİYATİFİ ELE GEÇİRMEK İÇİN ÖRGÜTLENMELİDİR!

Politik alanda da ayrımlar kendilerini 'yoğunlaşmış' bazı kavramlar çerçevesinde yeniden üretirler. Yukarıdaki önerme­de yoğunlaşmış sözcüğünün altını bilerek çizdik. Vurgulamak istediğimiz, tarihsel karşılığını oldukça aşmış, işaret ettiği pra­tikten çok, işaret edilmek istenen ama kendini 'gcrçck'leycmc- diği için muğlaklaşan ve en yakın dilde konuşan bir kavramlaş­mana ilişkisi.

Kitleselleşme kavramı böyle bir kavramdır. Büyülü bir söz haline geiirlmiş, kendi gerçeğini aşmış 'şey' leşmiş ve top­lumsal tavrı pratikteki gedikleri doldurmanın nesnesi haline ge­tirmiştir. Marx'ın Alman İdeolojisi nde düşündüğü anlamda ideolojik bir kavram haline dönüştürülmüştür. Kavramın şu günkü kullanımıyla, öğrenci harekelinin sorunlarını düşünmek mümkün değildir.çünkü, kavram yaratılubilcn, sağlanılabilen değil, beklenen bir şeye çağrışan yapmakta, öncüler açısından bakıldığında, öncülüğün erimesi, yıoğm haline dönüşmesi an­lamına gelen yığınsallaştırma sözcüğü ile karıştırılmakta- dır.Kavram, bu haliyle beklemenin teorik anahtarım oluştur­maktadır.

Kitleselleşme sözcüğünü yeniden tarihsel karşılığına çc virmeyi deneyeceğiz. Ve bu işi öğrenci harekelinin gündemine belirli çevrelerce dayatılan sorunu kendi uygun bulduğumuz tarzda sorgulayarak yapacağız. Bu, Öğrenci hareketinin temel sorununun sayısını artırma sorunu olup olmadığıdır?

Genel olarak somya verilen yanıtlar iki başlık halinde top­lanabilir.'örgütlülük Bilinci'ni yaygınlaştırmak için veya 'daha etkili mücadele' etmek için gerekçelendirmeleriyle , killcsclleş- meyi günün acil sorunu olarak belirleyen yaklaşımlar ve kiıle- selleşmcdc de dahil olmak üzere öğrenci hareketinin sorunları­nın çözümünü 'eylemlilik' in yükseltilmesine bağlayan yakla­şım. Birinci yaklaşım yeni bir hedefi nitelemekte, aynı nitelik içinde dalıa etkili mücadele, daha yaygın 'örgütlülük bilinci' gi­bi ifadclelcrlc nicel vurgular yapmaktadır. Dolasıyla öğrenci hareketim aym nitel sınırlara hapsetmenin teorik ifadesi olmak­ta geliştirici olmamaktadır.

Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılabi­lecek en çıplak sonuç; devlet terörü tarafın­dan çok yanlı kuşatılmış öğrenci hareketi­nin savunmasını yeniden örgütlemek soru­nuyla karşı karşıya bulunduğudur. Ama an­latılanlar aynı zamanda öğrenci hareketinin şimdilik devlet terörü tarafından güdülendi­ğini , tepkisel öğütlenmeler yaratmaya zor­landığını göstermektedir.Henüz insiyatif öğrenci harektinde değil, devlet güçlerin- dedir.

ikinci yaklaşımsa, kitlcscllcşmcyi 'eylemlilik' amacına bağlayarak, kavramın sınırlarını çizme çabası anlamında bir adım atmakta ama mücadeleyi , devrimci varoluşu eylemliğe eşitleyerek çukura yuvarlanmaktadır.

Gerçekten kitleselleşme ancak bir amaç için kavranmaya başlandığında kendisi amaç olmaktan 'herşey' olmaktançıkar 'birşey' olmaya dönüşür. Aym mantık 'eylemlilik' için de geçer-

M. Sinan MERT

Oriadt>xu İtkn ık l:ntvcrsıUAi ı H) l l > rudtkı öğrenci direnişim jandarmalar dipçikleriyle kırmaya çalıştı. Direnişte insiyatifı öğrenci hareketi almalıdır.

lidir. Görüldüğü gibi kendi başma amaç olmayaçak iki kavram yanılsamalı bir tarzda amaç haline dönüştürülmekte , hatta eylemlilik kitleselleşmeye ya da kitleselleşme eylemliğe tabi kılınarak çözüm modelleri bu bakış açılarıyla oluşturul­makladır.

Bu kavramlar pratiğe uygun bir ilişkilendirme sürecine sokulmadıkları sürece kendi tarihsel karşılıklarım bulamıya- caklır, yavan eleştirinin dişleri arasında öğütüleceklerdir. Ama­cımız böyle bir ilişkilerime sürecine katkıda bulunabilmektir. Bu amaç doğrultusunda öğrenci harektinin 1984'dcn bu yana geçirdiği konaklara bakmak gerekmektedir.

Bu bakışta bilinçli olarak farklı bir yöntem izleyecek, Öğ­renci HHareketinin gelişim uğraklarım devlet terörüyle ilişki - lcndireccğiz.

İlk demek çalışmalarının başlamasıyla birim demeklerde somutlanan devlet teorisinin amacı birim demeklerin öğrenci

is.1 ila i : i ; ■ S: ■T""";"; . . v"-"v": : ........ "•’’TT"TT Çağdaş YOL/50

J

Page 51: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

I jmuhalefetini açığa çıkarmasının önüne geçmek, onu yolundan tecrit edebilmekti, tüzel kişilik kazanma yolundaki çabaların önüne çıkarılan engeller (Varlık, emniyet, rektörlük, mahkeme, bakanlık dansı) öncü öğrencilerin ve kurucuların üzerindeki fa­şist terör, disiplin soruşturmaları bu amacı gerçekleştirebilme­nin köşe taşlan oldular. Bu amacı gerçekleyebildiler mi? Yanıtı­mız açık : Evet! Ama, istenmeyen bir sonuçla, birim demekler üzerinde estirilen terör; kişiler üzerinde direnişçilik, hareketin örgütlülük zemini üzerinde de platformu yarattı.

Platform, öğrenciler arasında koordineli çalışma gereksin­mesinden değil devlet terörüne karşı savunma gereksinmesin­den doğmuştur. Bu haliyle ideolojik bir yapı olmaktan çok, ey­lem için düzenlenmiş savunmacı bir yapıdır.

Zorunluluğunu anlamamıza ve hak vermemize rağmen platformun sağlıksızlığı bizce böyle somutlanmaktadır.

Yığınla bağlarının araşma duvar çekilmiş kitlenin, dağınık ve etkisiz kalacağını düşünen devlet,platform örgütlenmesinin ortaya çıkmasıyla terörün merkezini buraya yöneltti. Son bir bu­çuk yıldır yaşadığımız durum budur. Soruşturmaları, yurttan atılmaları, bir kenara bırakırsak platform temsilcileri gözaltına alınmakta, tutuklanmaktadır. Öncü öğrenciler üzerinde estiri­len terör (Örneğin son gözaltılar) alabildiğine tırmanmaktadır. Yaşadığımız dönem, önümüzdeki aylarda da bu terörün hızlana­rak süreceği yolunda işaretler vermektedir. Ayrıca devlet bilinç­li olarak bizim demeklere tüzel kişilik kazanmasının önüne geç­mekte bizim demekleri keyfi olarak açıp kapayarak merkezileş­menin (fedcrasyonlaşma anlamında) önüne geçmeğe çalışmak­tadır. Açıktır ki, bizim demeklerin tüzel kişilik kazanması soru­nu halledilir halledilmez fcderasyonlaşma gereksinimi kendi dayatacaktır., yani karşı karşıya olduğumuz politika son derece bilinçli belirlenmiştir.

Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılabilecek en çıplak so­nuç, devlet terörü tarafından çok yanlı kuşatılmış öğrençi hare­kelinin savunmasını yeniden örgütlemek sorunuyla karşı karşı­ya bulunduğudur. Ama anlatılanlar, aynı zamanda öğrenci hare­ketinin şimdilik devlet terörü tarafından güdülendiği, tepkisel örgütlenmeler yaratmaya zorlandığını göstermektedir.

Henüz insiyalif öğrenci hareketinde değil, devlet güçlerin- dedir. (Bizce temel sorun salt savunmacı tepkisel örgütlenmeler yaratmak perspektifinden hızla uzaklaşıp politik insiyalifi alma­ya yönelik yapılanmalar yaratmaaya yönelmek gereğidir. Bu gerçeklik temelinde merkezi demek önerisi kendi doğuş zemi­nine oturabilmektedir. Buraya kadar verdiğimiz sonuçları kısa­ca özetleyelim :

Tepeden inmeci bu çabaya yöneltilecek eleştiri önderlik iddiasını nereden aldığı yo­lundadır. Masa başında merkezi dernek kur­mak, kurmuş olmak için kurmak kısırlığın­dan uzaklaşmak gerekiyor. Politik insiyatif almak bu gün temelden devlet güçlerine karşıdır.

İlk olarak kitleselleşme, eylemlilik gibi kavramların ancak bir amaç için tanımlandığı zaman tarihsel karşılıklarına yakınla­şacaklarını belirledik.

ikinci olarak bu amacı somut duruma tahlil ederek politik insiyatifin devlet güçlerinden alınması olarak sapladık. Yani, politik insiyatif almak için ve buna hizmet edecek kitleselleşme ve eylemlilik formülüne ulaştık. Talihlin bir sonucu da, öğrenci hareketinin salt savunması örgütlenmeler yaratmaya zorlandığı ve bunun kırılması gerekliğiydi. Bu anlamda merkezi demek önerisini sahiplendik. Şimdi temel sorun merkezi demeğin salt savunmacı bir örgütlenme olmasının önüne geçebilmektir. Baş- langıoçla merkezi demeğin nesnelliğin zorlaması nedeniyle sa­

vunmacı bir yanının olacağı, olması gerektiğini belirtmiştik. Merkezi demeğin kendiliğinden nesnel akış gereği varacağı yer burasıdır. (Dönemin özgün karekteri devlet terörüyle io- mutlanan tecrit politikasına devrimci politik denetim verilme­sine uygun özellikler taşımaktadır; tecrit politikası öncü güçler tarfmdan çözümlenebilmiş ve hareketin meşruluk -örgütlülük değil- zemini genişlemiştir. Merkezi demek dönemin bir iradi müdehaleyi gereksindiği bilincinden hareketle somutlanmak, ileri öğrencilerin devlet terörüne platform örgütlenmesiyle verdği direnişi kitlelerin tokatına dönüştürcbilmelidir.)

Bu perspektifin ışığı altmda, merkezi demeğin oluşturul­ma sürecine ve taşıması gereken temel özelliklere girebiliriz. İlk elde, merkezi demek yaratılma sürecinde önder örgütlenme oluşunun meşruluğunu da ifşa etmek zomndadır. Bu meşrulu­ğun inşaası süreci merkezi demeği tartışmalara açmakla değil, nüvelerini döğüşlürmeklc olasıdır. Bu amaç hiçbir zaman kit­lenin kulağım merkezi demek sözcüğüne alıştırmak darlığında ortaya çıkmamamah; kelimenin tam anlamıyla çalışacak bir merkezi demeği oluşturabilmek için önce üniversitesi ve il dü­zeyinde kendini salt eylem kararları almakla sınırlamayan, içinde bulunduğu alana özelleşmiş organları aracılığıyla mü- dahelc etmeyi önüne koyan koordinasyonlar oluşturulmalı­dır.

Özelleşmiş organlar (Denetleme, Kültür, Öğrenci So­runlun, Basın, İletişim,v.s.) birim demeklerden platforma ka­dar, öğrenci örgütlülüğünü en temel eksiklik çektiği yandı.Bu eksikliği önümüzdeki döneme taşımamalı, devrimci müdaha­lemizi kendiliğinden dişlileri arasında öğütülmesine izin ver­memeliyiz. Bu anlamda ilk yapacağımız şey, vakit geçirmeden oluşturulması gereken koordinasyonlarda ve birim demekler1 de aynı anda organlaşmaya gitmektir. Unutulmamalıdır ki, po­litik insiyatifin alınması her alanda politika üretmekten ve bu da alanlara uygun organların yaratılmasından geçmekledir. Bu müdahalemizin bir boyutudur. ( Yığma özelleşmiş organları­mız ve koordineli yapımızla gideceğiz ama aynı zamanda yığı­nın da bize doğru gelişinin kanallarını yaratmak zorunluğu vardır. Bu kanallar birim temsilcilikleridir. -yurt,sımf,anfi vs.­) '

Merkezi demek anlayışımızı ana batlarıyla açmaya çalış­tık. özellikle önemli olduğunu düşündüğümüz bir uyarıyı yap­mayı zorunlu görüyoruz. Bu uyarı, merkezi demeği kitleler dı­şında siyasi platformlarla inşaa etme çabasına yöneliktir.

(Horşcyden önce söylenmesi gerekir ki, önderliğin diya­lektiğiyle önderin diyalektiği birbirinden farklı şeylerdir. Ne kadar kitlenin en ileri, döğüşken unsurlarını içinde loplasa da bir örgütlenme olarak merkezi demek kitlenin ve mücadelenin içinde yaratılmadığı sürece meşruluk sorunuyla karşı karşıya kalacaktır.)

Bu insalifin alınması sürecinde birbirlerine yakınlaşan yaklaşımlar elbette özel örgütlenme tarzları yaraüna eğilimin­de olacaklardır ve olmalıdırlar. Ama, hareketin savunma ko­numunda olduğu bu günkü durumundan yarma, politik bir güç olarak ortaya çıkmak ad olarak değil, ancak insiyatif alma zü- recinde doğru politik tulum almakla hak edilmiş olabilir.

Biz mücadele süreci dışında, mevcut örgütlülük zemini­nin üzerine lemcllcnmeyip örgütlülük geleneğini (ki ne kadar sağlıksız olursa olsun, bu gelenek şu anki örgütlülük düzeyi­mizle bu güne taşınmıştır) yüzüstü bırakan Godol'luğa soyu­nan bu yaklaşnnia aramıza sınır çekiyoruz. Ve Merkezi Deme­ğin kişiler üzerinde değil, öncülerin yol göstericiliğinde, mev­cut örgütlülük düzeyinde yükseleceğini söylüyoruz.

Hiç kimseyi,geleneğimize geçirdiğimiz hiçbirşeyi bırak­madan MERKEZİ DERNEK YOLUNDA YÜRÜYELİM!

Çağdaş YOL/51 [ J

Page 52: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

E M

FEMİNİST HAREKET :

QUA VA DIS?

Kapitalizm, sosyal dcvrimlcrin baş­langıç konağı... İnsanlığın feodalizmin skolastiğinden ve taşlaşmış üretim ilişki­lerinden kurtulduğu büyük aydınlanma çağı...Boruyu öttürme sıraları gelen kapi­talistler zafer çığlıkları atarken, kitlelere yeni bir slogan ve yeni bir mesaj sunuyor­lardı. "Özgürlük" özgür insanlar arlık yarı köle serfler gibi derebeyinin zoruyla değil geniş toplumsal üretim içerisinde kendi rızalarıyla emek güçlerini özgürce istedikleri kapitaliste satabileceklerdi.

Eşitlik, kardeşlik ve özgürlük slo­ganları feodal beylere karşı verilen savaş­ta kitlelerin önünde yaldızlanmış bir kır­baçtı. Kısa bir süre sonra dalla çok kâr için darağacma gitmekten bile çekinmeyen kapitalistler, yaldızları dökmekte, emek­çi sınıflar ise bunun kırbaç olduğunu anla­makta gecikmediler. Özgürlük,modem köleliğin, kardeşlik ikiyüzlülüğün eşitlik ise, eşitsizliğin kendini sürdürmesinin kutsal araçları olmuştu.

Sınıf ve kaLmanlar bu sloganlardan pay alabilmek için burjuvazinin açlığı bayrağın altına koştu. Bu koşuda eşitlik talebi ile yeni toplumun kurulmasına can­larıyla katılmış komün kadınları,köleliğe karşi verdikleri mücadele sonucu onlarla aynı hakları elde edeceklerine inanan egemen viktoryan düşünüş ve ahlaka kar­şı gelen Amerikan kadmları.oy talebiyle yola çıkan daha sonra işçi sınıfı kadınları­nı kurtarmak üzere onlardan kopuk sen­dikalar örgiiLİeycn ya da işçi sınıfı kadın­larını fabrikalardaki ahlaksızlıklardan korumak için demekler kurup biçki dikiş kursu açan ve bağış toplayan Ingiliz ka­dınları yer aldı. Yeni sistem, tüm toplum­sal alt ve üst yapı kurumlarım alt üst et­mişti. Bu altüstlük içerisinde, kadınların yeri de tartışılmaya başlandı. Liberal.ra- dikal ya da ütopist nitelikli aydınlar eser­lerinde kadını inceleme konusu yaptılar. Kimisi kadınların ekonomik yaşama ka­tılmasını tehlikeli ve gereksiz görürken, kimileri ise daha ılımlı davranarak, ka­dınların da özgürleştirilmesi oy ve eğilim haklarından yararlanması gerektiğini sa­vunuyorlardı. Burjuvazi her türlü ezil­mişlik statüsünde gösterdiği ikiyüzlülü­ğü kadın konusunda da sürdürüyordu. Zenci köleler, özgürlcştirildiğindc köle erkeklere oy hakkı tanınmıştı. Ancak ka­dınlar yine oy kullanamıyorlardı. İnsan Hakları Evrensel Beycnnanıesinin ardı-

nan Kadın Hakları Evrensel Beyanname­sini yayınlayan Olympe De Gouges sınır­ları aşlığı için giyotine gönderilmiş, Fran­sız devrimi sırasında kurulan bütün kadın örgütleri radikallikleriyle tehlike oluştur­dukları için kapatılmıştı. Oy hakkını elde edebilmek için kendilerini saray muha­fızlarının alları altına almaktan bile çe­kinmeyen İngiliz kadınları bu hakkı uzun bir mücadele döneminden sonra kazan­dıkları gibi bu hak ilk önce mülk sahibi olan kadınlara tanınmıştı. Erkeklerle eşit hakların kazanma çerçevesinde ilerleyen kadın özgürlüğü harekelini götüren bu kadınlar kimdi? Bu kadınların kadın öz­gürlüğü alanında verdikleri mücadele na­sıl evrimleşti? Bu gün feminist hareketin geldiği konak nedir?

Feminist hareket kendi tarihi içinde başlıca iki döneme aynlabilir: Kadın er­kek eşitliği talebi ve reformlar sağlamaya yönelik harekete kimlik kazandırma ça­balarıyla dolu , 1800'lü yıllardan 1960'lı yıllara uzanan ilk dönem ve 1960'lardan günümüzde kimlik arayışını tamamlamış ve kendini toplumsal bir hareket olarak ortaya koyan; günümüzde yaşadığı tıka­nıklığı kendi özgün tarihini oluşturarak aşmaya çalışan ikinci dönem; yani kadın kurtuluşu harekeli.

Bugün özellikle AvrupalI feministler birincisi gen tek­nolojisi ve bunun uygulama­da kadının ezilm işliğiyle olan ilişkisi, ikinci olarak da kadının sorunu açısından artı-değer kavramının yeni­den ele alınışı konularında yoğunlaşmaktadır.

Kendini son tahlilde oy talebi hare­keti olarak ortaya koyan ilk dönem femi­nistleri eğitim alma şansına sahip olmuş, orta sınıf kadınlarıydı. Bu kadınlar, der­nekler kurdular, yayın organlarında bir araya geldiler. Feminist kongreler düzen­lediler ve kadınların toplumsal yaşamın her alanında erkeklerle eşit haklar alması için savaş verdiler. Hem kendi savaşunla- n hem de burjuvazinin liberal ve ılımlı ka­nadında yer alan politikacıların sayesinde toplumsal yaşam içinde eğitim, miras hakkı, erkek alanı diye tabir edilen vasıflı

Gökçe DEMİR

iş alanlarına girmeyi başaran orta sınıf ka­dınları arasından kadın sorununu cnlcl- lcktücl düzeyde psikolojik ve sosyolojik etkileşimleri açısından masaya yatıran pek çok kadın yazar ve araştırmacı da ye­tişti. Ancak bu dönemdeki kadın hareketi günümüzdeki boyutundan çok daha geri­lerde seyrediyor var olan toplumsal dü­zen açısından bir tehlike oluşturmadan reformcu bir çizgide seyrini sürdürüyor-' du. Kadının özgürleşmesi için o dönem radikal sayılan taleplerde ve bunun doğ­rultusunda eylemlerde bulunan orta sınıf . kadınlan feminist hareketi olgunlaştıra- dursun, fabrikalardaki işçi kız'kardeşlori kendileri adına verilen mücadeleden ha­bersiz!, vahşi sömürü çağında emek güç­lerini çok düşük ücretlere 15-16 saat çalı­şarak satıyorlardı.

Orta sınıf kadınlarının kadın hare­keli içinde yer alanları işçi kadmlara yö­nelik yaklaşımlarında oldukça iyilikse­verdiler. Her ne kadar dönemlerinin radi­kal kesimini oluştursalar bile hizmetçile­rine verilecek izin saatlerinde son derece ikircikli davranıyorlar ya da eşitlik adına kadın işçilerin beden yapısına bakılmak - sızınn lıertürlü ağır işte çalışabileceğini savunuyorlardı. Kafalarından söküp ata­madıkları ahlakçılık onları işçi kızların serbest cinsel ilişki kurmalarına karşı ön­lemler almaya yöneltiyor, onları fuhuştan kurtarmak için çalışmalar yapıyor ya da alım gücü düşük işçi kızların özlemlerini giysi bağışları ile azaltmaya gayret edi­yorlardı. Arak arkaya elde edilen reform­lar dalıa çok kadının eğitilerek toplumsal yaşama katılmasının yolunu açıyor, an­cak yaşamın her alanındaki aynmıcılık ve kadınlara yönelik cinsiyetçi uygula­malar ortadan kalkmıyordu. Sistemin iki yüzlülüğü ile karşı karşıya kalış kadın ezilmişliğinden yola çıkan kadınlan daha da dikkatli arayışlara yönlendiriyordu. Dünyada başlayan sosyalist devrimler çağı ve sosyalistlerin yeni toplumsal dü­zende kadın sorununu ortadan kaldırma­ya yönelik projeleri kapitalist ülkelerdeki aydın kadınları sol hareket içinde yer al­maya çeken önemli etkenlerden biri olu­yordu. Emperyalizmin yayılmacı anlayı­şı bunun uzantısı savaş döneminde ve sonrasında kadınları evinden çıkarıp tek­rar evine yollayan çıkarcı kapitalisL anla­yış tüm yüzüyle teşhir ediliyordu, ö te yandan emperyalizmin boyunduruğun-

] Çağdaş YOL/52

Page 53: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

daki ülkelerden elde edilen zenginlikler büiılı ülkeleıiıı refah düzeyini ¡ırltırıyor, bnrjuvazi 'komünizm' tehlikesine karşı sosyal demokrasi önlemini alıyor vc top­lumsal muhalefetin hareket alanları ge­nişlet ilivor;o ö/.lcıııi çekilen batı tipi de­mokrasi kökleşiyordu.

Bunca altüst oluş kadınların sistem içindeki çelişkilerini yok etmiyor, elde edilen reformlar sorunun hissedilmesini hafifletmekten başka bir işe yaramıyor­du.

Ancak, sol örgütlere bel bağlayan ve içinde canla başla çalışan kadınlar sos yalist erkeklerin kadın sorunu konusunda burjuva erkeklerden çok ileride olmadı­ğını deneyimleriyle öğreniyorlardı. Geri işlerde çalıştırılıyor, hareket içinde ağır­lık oluşturmalarının önü kapatılıyor, da­lla doğrusu kadın sorunu konusunda ka- ğılta kalan, pratiğe yansımayan yakla­şımlar (Örneğin Slalin döneminde kadın­lara yönelik olumsuz politikalar) sosya­lizme kadınların duyduğu güveni sarsı­yordu. Sosyalizm şu kuramcılarının ka­dın konusundaki düşünceleri indirgeme­ci ve işçi sınıfı mücadelesine eklemlen­mesi söylemiyle dıştalayıcı kabul edil­meye başlanıyordu, özellikle 1960 son­rası mücadelenin değişik gruplarca, Öğ­renci Hareketi, Savaş Aleyhtarlığı, Siyah Hareketine şeklinde yürütülmesi ikinci dönem feminist harekeli örnek haz.ırlı- yor, kadınların da kendi örgütlenmeleriy­le toplumsal muhalefetin bağımsız bir parçası olabileceği görüşü ağırlık kazanı­yordu. Feminist hareketin ikinci döne­minde kadın kurtuluşu harekeli adını al­maya yönelen kadınlar kendilerini ta­nımlama, hedefler ve örgütlenme anla­yışları itibariyle pek çok batılı kapitalist ülkede aynı süreçlerden geçmeye başlı­yor ve yoğun iletişim olanakları sayesin­de uluslararasılaşınaya yöneliyordu. Bu gelişmeler birinci dönemle kıyaslandı­ğında en önemli ayrımlardan biri olarak nitelenebilir. Yeni döneme eri önemli vu­ruşu ise, giderek kadın konusunda femi­nist harekelin leorisyenleıinden bhi ola­rak kabul edilen ve kadın teorisine değer­li katkılarıyla tanınan Siınone De Bevou- ar yapıyordu. Son tahlilde kadın ezilmiş­liğini erkeklerin kadınları üzerindeki psi­kolojik güç üstünlüğüne’bağlıyor ve bu­nun her toplumsal sistemde (Komünal toplum vc sosyalist toplum dahil) aynı kaldığını vc bundan sonrada çözümlen­meyeceğini ortaya atıyordu. Feminisl adı üzerinde ortaklaşmalarına rağmen 1960 sonrası feministler orijinleri itibariyle kendi aralarında önemli bir franksiyon- laşma yaşadılar. Palriyarkal ya da erkek egemen sistem laııımlanı.ısıyla souımı yalnızca kadın erkek çelişkisine indirge­yen radikal feminisl crıınlar ve kendi sos­

yalist örgütlenmeleri içinde aradıklarını bulamayıp sosyalist kurama kadın ezil­mişliği konusunda teori üretmediği için saldıran ancak kadın kurtuluşu için sos­yalizmi ön koşul sayan ve herliirlü hiye­rarşik merkezi örgütlenme yapısını red eden sosyalist feministler olarak belli başlı iki bölüme ayrılan feminist hareket günümüze kadan çeşitli evrimler geçire­rek geldi ancak dayandığı temeller değiş­medi.

Feminist hareket içinde özellikle sosyalist feministlerin biz. sosyalistlerce ayrıca değerlendirilmesi gerekir "Sosyal­lisi Feminist" gibi eklektik bir isimle ha­reket eden feminist hareket içindeki bu kadınlar, kendilerini lıerşeyden önce Marksi/mi vc Leniniznıi tahrif etme ve ona karşı olma noktasında oluşturmuş]ar­dır. Kapitalist sistemin kadın sorunu ko­nusundaki ikiyüzlülüğü, sosyalist öğre­tiyle tanışmaları,bu sorunun sosyalist sis­temle çözümlenmeye başlayacağını bil - meleri daha doğrusu 'Sosyalizm düşün­cesiyle zehirlenmeleri' onları sosyalizm­den vaz geçmemeye ancak kuramda ken­dilerince tesbit etlikleri eksikliklerle mer­kezi örgütlenmeye karşı oluşları vc kadın harekelini sınıf harekelinden ayrı bir ha­reket olarak ele almaları, sonuçla bu ka­dınların sosyalist feminist olarak şekil­lenmelerine yolaçmışlır.Sosyaliz.mc evet ama, sosyalist örgiillenmelre hayır! Bu güıı feminist hareketin geldiği konak ve içinde bulunduğu tıkanıklığı aşmak için özellikle Avrııpada gelişmeye başlayan yeni öğretilere geçmeden sosyalist hare­kele getirilen eleştirilere değinmemiz, ge­rekiyor.

Örgütlü yapıya hakim olması gere­ken demokratik merkeziyetçilik Leninisı el çabukluğu,her türlü toplumsal muhale­fetin sosyalist perspektifli ve işçi sınıfı önderliğinde olması indirgemeci, değişik sınıf ve kesimlerden kadınların aynı ör- giil çatısı alımda bir anıya gelişi ve bu ya­pıda işçi sınıfı kadınlarının önderliği al­ması imkansız ve işçi kadınlar dışında ka ■ lan diğer sınıf kadınların taleplerini ve varlıklarını ezici görülüyor. Bunlardan kaçınmak için bağımsız, kampanyalar et­rafında bir araya gelen grıi] dar hiçinde ör­gütlenme ve kadınların bilinç alma yön­temleri olarak ‘bilinç yükselime grupları' benimseniyordu.

Hele hele kadın gruplarından biri­nin iıısiyatif alışı ve diğer kadın grupları­nı belirleyip liderlik etmeye çalışması er­kek değerlerinin bir ürünüydü ve redde­dilmesi gerekiyordu. Kadnı grupları er­keklerin egemenliğindeki radikal grup yapılarım örr.ek almamalı, liderlerin doğ­masını engellemeliydi.Kadınların sosya- üsl-feminisi harekeli benimsemelerinin gerekliliklerinden b:"*si de kadınların

kendi siyasi örgütleri içinde kendilerine öz.gü sol bir feminist tahlil üretmemeleri ve kendilerini hep birincil mücadelesinin peşine takmalarıydı. Ayrıca erkeklerin onayına duyulan ihtiyaç da kadınların kendilerini aşağı bir konuma yeıleşlirnıc- leriııden doğuyordu. Bağımsız bir kadın kimliği oluşturmanın ve cinsiyetçi siste­me karşı kendini ifade etmenin de bir ge­reğiydi sosyalist feminist olmak.

Bu tanımlama çok ıhı küçük burjuva ideoloiisinin bir kere dalla kendisini orta­ya koymasından başka birşey değildi. 'Her düğünde damat, her cenazede ölif ol­mak genel bir değerlendirme yapıldığın­da, toplumsal muhalefeti oluşturun her alanda önce alanı koyup dalla sonra iiim toplumsal öğretiyi sosyalizmi, onun ku­ramcılarını kendine uydurmak , kendi is­tediklerini bulamayınca da yaygarayı basmak 'indirgemeci'. Bu kelime oyunu­nu değişik muhalefet alanlarıyla birleşti­rirsek sosyalist çevreci, sosyalist anti nükleerci ya da sosyalist savaş aleyhtarı gibi kavramlar ve bunların da canlarının istedikleri yerde sosyalizmle kesişen ku­ramlar yaratmaları mümkündür. Sosya­list feministlerinde bugün yapmaya çalış­tığı budar. Bilimse] dünya görüşünü bir ahunlar, olarak kullanıp dünyayı çözümle­mek değil, bilimsel dünya görüşünün, fe­minizmin bir anahtarı olarak kullanıp ka­dın sorununun çözümlenmesi.

Feminist harekelin günümüzde gel­diği konak bir tıkanıklığın eşiğinde, özel­likle ABD ve Avrııpada geri düzeyde sey­reden sınıf mücadelesinin karşısında ka­dın hareketi en radikal toplumsal muhale­fet unsurlarından birisi. Ancak, feminist hareket kadınlara karşı verdiği sözleri he­nüz. gerçekleştirmiş değil. Kadınların ezilmişliği üzerine geliştirilmiş bütün­lüklü bir kuram yok. kadınların kendi ezil­me tarihleri, kendi bilimleri ve radikal fe­ministlerin İddia etliği toplumsal projeleri hazır değil.Sosyalisl-feıninisıleriıı işi nislrelen daha kolay, çünkü, başka bir top­lumsal mücadeleye bel bağladıkları, ona önkoşul dedikleri için yeni pro jeler yarat­mak /.orunda değiller. Nasılsa işçiler dev­rimi yapacak ve sosyalist feministler de kadnı konusundaki ideolojiyi gelişıirip »osyali/.nıe kadın sorununu öğretecek - ler.

Batı sosyal demokrasisinin fildişi kulelerinde serbestçe boy alan feminist hareket üçüncü dünya ülkelerindeki femi­nisl harekelin lıenı leorik hem de pratik anlamda gerçek öncüleri.Pralik alanda gerçekleştirilen çalışmaların çoğu devlet ve çeşitli finansör kurumlarca destekleni­yor. Sosyalist radikal ya da eşitlikçi femi­nist gruplar devlet desteğiyle son derece içiçe. Sosyal demokrasi beşiğini son de­rece ustaca sallayan batılı fiııans kapiia-

Page 54: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

listlcr için bir tehlike oluşturmadan var­lıklarım sürdürüyorlar. Ancak bilim ol­duğunu iddia eden feminist hareket doğa­sı gereği kendi teorisini oluşturabilmek amacıyla çeşitli alanlarda araştırmalar yapıyor ve harekeli nyazınsal gıdasmı er­keklerin tekelinden ve teshillerinden kur­tarmaya, kendi özgün yazınsal birikimini

. oluşturmaya çalışıyor.

Fem inistler çocuk do­ğurm a işlevinin artı-değer olarak ad land ırılıp ad lan­d ır ılm a y a c a ğ ım ta r tış ır ­ken, kad ın to p lu lu ğ u n u kapitalist o lm ayan bir ta ­baka o larak ele a lıyor ve onu kapitalizm i besleyen en önem li a lan lardan b iri olarak kabul ediyor. Bura­da düşülen yanılg ıy ı ser­m aye b ir ik im in in kap ita ­list o lm ayan tabaka zana­atkar ve köylüler ülkelerin pahasına ilerleyeb ilip ge­liş e b ile c e ğ in i sa v u n a n Rosa Lüxem burg 'un ya ­n ılg ıs ın a b e n ze te b ilir iz , zaten fem in istle r de yeni savlarım geliştirirken Ro- sa'dan hareket e tm ekte ­dirler.

t _____________________

Bu gün özellikle Avrupalı feminist­lerin pratik ve teorik alanda üzerinde yo­ğunlaştığı iki önemli konu var: Bunlar­dan ilki gen teknolojisi ve uygulamada kadın ezilmişliği ile ilgisi, İkincisi ise, ka­dın sorunu açısından arlı değer kavramı­nın yeniden ele almışı. Gen teknolojisi ile ilgili araştırma çalışmasında Avrupanm bir çok ülkesinden çeşitli kadm grupları ortak çalışıyorlar. Bu araştırmanın en önemli boyutu gen teknolojisinin üçüncü dünya ülkelerine yönelik olarak nasıl uy­gulandığı. Gen teknolojisinin yöneldiği ilk cins kadınlar, ve doğal sonucu kadın­ların üreme avantajı. Bu teknolojinin uy­gulanmasında direkt emperyalizmle yüz- yüze gelen kadınların cinselliklerinin kullanımı ve denetimi konusunda femi­nistlerin yaklaşımları ve vardıkları sonuç İteniz netleşmemiş ancak çalışmaların sürdürüldüğünü söylemekle yetinebili­riz.

İkinci konu ise kuramsal boyutlu bir çalışma. Tüm feminist hareket içindeki kadınlara yayılmamış ancak feminist ha­reket açısından son derece önemli bir tar­tışma konusu. Ekonomik üretim, işçilerin kurtuluşunun ânalıtari ise.biyolojik üre­tim yani üremede kadınların kurtuluşu için bir anahtar. Feministlere göre Mark- sistler ekonomik üretim için artı değer ku­ramım gclişlimı işler ancak böyle bir ku-

ram kadının özgül konumuyla ilgili ola­rak İliç bir zaman gündeme getirilmemiş. Bazı feministlerin iddiasına göre de üste­lik bilinçliçee getirilmemiş çünkü artı- değer kuranımı -Karl Marx- üreten de bir erkek: Artı-değer kuramının kadınlar açı­sından geliştirilmesinde itici rolü oyna­yan şey, kadınların biyolojik üremeleri­nin yanısıra kendi yarattıkları 'ev içi ,ev dışı' emeğe ve ürettiklerine bir başkası ya­ni cinsiyetçi sistem tarafından daha do­laysız söylersek ekekler tarafından el ko­nulması oluyor. Kadının ezilmişliği bu anlamda feministler tarafından sosyo ekonomik açıdan ayrıca ele alınması ve üzerinde marksiznıle eş değerde kuram­lar geliştirilmesi gereken bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Şimdilerde Avrupa’da küçük guruplar arasında tartışma konusu olarak yer alan ancak ürünler verildikçe uluslararasılaşacak bu konuda feminist­ler "Feminist el çabukluğu" ile artı-değer kuramına kendi giysilerini giydirmeye çalışıyorlar.

Burjuva ideologlarının yıllardır ya­pamadığı Marx'in artı-değer kuramı üze­rindeki tahrifatı bir kere de femcnistlcr gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu tartışma­ların en ilginç olan yanı Rosa, Lüxem­burg'un uluslararası sermaye birikimi üzerindeki teorilerinden hareket etmeye çalışılması. Devrimci pratiği kadar ku­ramsal alanda yaptığı çalışmalarıyla tanı­nan Rosa Luxemburg "Uluslararası Ser­maye Birimi" adlı çalışmasında tamamen kapitalist bir ortamda sermaye birikimi­nin ikmansız olduğuna işaret etmiş ve ser­maye birikiminin sadece kapitalist olma­yan tabaka (sanatkar ve köylüler) ve ülke­lerin pahasma ilerleyebilip gelişebildiği- ni öne sürmüştür.

O ysa ki b ilim s e llik , top lum u dev ind iren ana

eıiskin in cinsiyetçi baz­a ele alınam ıyacagını ka­

nıtlam ıştır. Ve daha kanıt­layacağı pek çok ülke var­dır. Bu tartışm alarda eko­nom ik kuram ın odağ ına kad ın ın ko n m as ı dah a baştan tek y a n lılığ ı ve süpjektiv izm i getirm ekte , neredeyse kap ita lis t s is ­tem in kadın em eği olm ak­sızın yaşayam ayacağı so­nucuna varılm aktadır.

Emperyalizmi, sermaye birikiminin pazar sorununu ortadan kaldırmak üzere sermaye birikimi süreciyle bütünleşen bir sistem olarak gören Rosa Lüxenıburg pa­zar arama ve genişlemenin nihai sonucu olarak kapitalist dünya ekonomisinin ku­rulacağını, böyleee oluşan iki sınıflı dün-

ya sisteminde sermaye birikimi olmaya­cağından bu sistemin çökeceğini savun­muştur. Rosa Lüxembug'un iddialı ancak büyük yanılgılarla dolu teorisinde yaptığı en büyük yanlışlık sermaye birikiminin odak noktasına kapitalistlerin daha çok kar eğilimini koymayıp sadece ve sadece mallarını satacak yeni pazar arayışlarını koymak olmuştur. Kapitalistin yaşaması için iç pazarı yetersiz görmüş daha doğru­su içerdeki mal yığınının prolelerya tara­fından lüketilemeycccği savım öne sür­müştür. Kapitalist olmayan unsurların sermaye birikimi içindeki paymı oldukça abartan Rosa Luxemburg'un genelde özetlediğimiz bu görüşleri kadm hareketi içinde nasıl somutlanıyor, sorumuzu bu şekilde sorarak yeni tartışma konusunun ana hatlarını özetlemeye çalışaluıı.

Tartışmaların dayandığı temel nok­talar sırasıyla cviçi ve evdışı diye örgütle­nen kadm emeğinin uluslararası sermaye birikimi içindeki payı, kadm emeğinin sömürüsünün sona ermesi halinde siste­mi nasıl etkileneceği, kadmm emeğine gerçekte kimin el koyduğu kadının çocuk doğurma işlevlerinin artı-değer olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı. Kadm topluluğu, bu tartışmalar içinde Kapita­list olmayan bir tabaka olarak ele almıyor ve Kapitalizmi ve onun yanısıra da ondan bağımsız binlerce yıllık cinsiyetçi sistemi besleyen en önemli alanlardan biri olarak kabul ediliyor. Burada düşülen yanılgıyı Rosa'nm düştüğü yanılgıy da kendi sujb- jektivizmimiz oluşturmaz, nesnelliği içinde 'emek-sermaye' çelişkisinin "Hanı kadınlar bunun neresinde?" diye tahrifi, Marksizmde önemli bir çelişki yakala­manın verdiği sevinçle "Ben yaptım" ol­du mantığı sonucu;fcminisllcrce burju­vazinin ekmeğine bir kere daha yağ sürül­müş olur.

Yeni süreçle fcminislharckel bir do­yum noktasına ulaşabilir ve hareketin içinde bulunduğu tıkanıklık bir süre için aşılabilir. Ancak bu göreceli yaklaşım hep bir nesncllliğin içinde seyrediyor ve seyredecek. Yeni ve bir o kadar da gerçek bir tıkanıklığa doğru... Feminist hareket; Qua Va Dis? Nereye?

i] Çağdaş YOL/54

Page 55: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

12 EYLÜL DÖNEMİNDE SÜRDÜRÜLEN

SENDİKAL MÜCADELENİN PERSPEKTİFLERİAhmet AYDEMİR

GİRİŞÇağdaş Yol'un bu güne kadar çıkan sayılarında Türkiye'deki

sendikaların durumu ve sendikalar alanındaki çalışmanın nasıl sürdürülmesi gerektiği çeşitli yazılarda açıklanmıştır. Belki de denebilir ki en çok işlenen konulardan biri sendikalar konusudur. Hemen hiçbir dönemde sınıf ile ilişkisini kaybetmemiş bir hareket açısından bu durum oldukça doğaldır, işçi sınıfı içinde daha çalışmaya adım alılır atılmaz sorun kendini dayatmaktadır. Sorun ayrıca da; hiçbir şekilde genel yanlarının açıklanmasıyla geçiştirilemiyecek denli pratiktir. Hatta denebilir ki %99 pratiktir, işte çalışmanın bu özelliği, bu alanda ileri sürülen tezlerin denenmesini ve zenginleştirilerek yeniden üretilmesini gündeme getirmektedir.

Sendikalar alanında verilen ve uzun bir zaman dilimine yayılan bu mücadeleler, bizde mücadele alanına yönelik bir teori oluşturmak boyutuna kadar varmıştır.Ülkemizdeki sendikalar faciasının aşılmasında tek yol olabileceğini söylediğimizde fazla sakınca olmayan bu tesbit ve deneyimler, sendikal mücadelenin hangi prensiplerce sürdürülmesi gerektiği formül asy onunu da içerm ektedir. Pratik deneyimlerin böylesi bir soyutlaması ister istemez güncel gelişme ve yönelimler ne olursa olsun, ister Türk-Iş, Hak-Iş veya bağımsız sendikalarda çalışılsın genel perspektifin korunmasını gerektirmekte, içinde çalışılan sendikanın -genel sendikalar alanına yönelik çözümleme yapılmış olduğundan dolayı- sorunlarına yönelik çözüm önerilerinin süratle üretilmesi ve yaşama geçirilmesini mümkün kılmaktadır. Bu durum bir sosyalist hareket için önemli bir avantajdır. Ne var ki siyaset sadece böylesi avantaj veya imkânlar üzerinde dümdüz bir yükselme göstermiyor.

Başta sendikaları faciamız, çeşitli sendikal çevrelerin, akımların ve Türkiye solunun alana yönelişteki tutumu, tam bir kaos yaratıyor. Buna ilave olarak bir de bizim belirlenen politikaları hayata geçirmede gösterdiğimiz yetersizlikler vardır. Tüm bunlar, 12 Eylülden bu yana kurumlaştırılan faşizmin işçi sınıfının en ufak hak arama ve örgütleme çabasının üstüne tam bir tahammülsüzlükle yürümesi ve sınıfa nefes bile aldırmak istememesiyle birleşince konunun vahameti ortaya çıkıyor. Yazının konusu bu "vahim" duruma neden olan gelişmeleri ortaya koymak, eleştirmek ve yeni gelişmenin perspektiflerini, son deneyler ışığında bir kez daha gözden geçirmektir.

TÜRKİYE'DEKİ SENDİKAL YAPILANMA ; 12 EYLÜL SONRASI YENİ YÖNELİMLER VE ORTAYA

ÇIKAN DURUM:

Türkiye Devrimci Demokratik hareketinde, 12 Eylül öncesi sendikal çalışmaya karşı yaklaşımlar, genellikle bu alanda

karşılaşılan siyasi çizgiler ve kadroların çürümüşlüğü nedeni; tepkisel ve olumsuz bazı özellikler taşıyordu. Bu, devrin çevrelerin çizgilerinin ve işçi sınıfına bakışlarının bilin yanlışlıklarından kaynaklanıyorsa da, esas itibariyle ülkemiz yaratılan sendikalar düzenini ve bu düzence ufku karartılan i: sınıfının durumu da bu çizgilere ve bakışlara kaynaklık etmişi Yani, iki olgu birbirine etki-tepkide bulunmuştur.Heni sendikaların ne olduğunu ve olması gerektiğini kavrayamadı sosyalizmdeki, işçi sınıfı içinde çalışmanın ve sendik mücadelenin gerekliliği noktalardan hareket ederek burala yönelen redikal devrimci çevreler, bir yandan alanda reformizmin etkinliği gerekse de sendikalar düzeninin yarattığı kurumlaşmalar karşısında, "ele geçirme" fikrinin pı de öyle kolay olmadığını görmüşlerdir. Kaldı ki, ele geçildi sanılan yerlerde kimin kimi ele geçirdiği şüpheli olmu çoğunlukla ele geçirilen devrimciler, ele geçiren ise sendikal düzeni veya sendikalizm olmuştur. Günümüzde de pek ç< devrimci, sendikal mücadele deyince yüzünü buruşturmakta l yanıyla bize geçmişte olanları ima etmektedir. Pek çc devrimci dürüst kadro ise, "sendikacı" deyimini yarı yarı; hakaret ve küfür anlamına gelecek şekilde kullanmaktad: Geçmişte, sendikalardaki çalışmalar, hemen her siyasi lıarek açısından pek olumlu olmamıştır.

Aç sefil doruk noktasına varan bir fedakarlıkla koştun siyasi kadrolarla az çok rahatı yerinde , sosyal yönden duyarsı örgütsel çalışmaya bağlarını giderek asgariye doğru indirt sendikacı tipleri siyasal yapılarda ortaya çıkmıştı. Sanl sendikalar bir vantuz gibiymişçesine , buralara çalışmak iç gönderilen kadroları hızla çürüme ve yozlaşmanın içir çekmiştir. Sendikalardaki çalışma bu anlamda hemen ht sosyalist hareket açısından çalışmanın zaaflı ve çürük yanu teşkil etmiştir. Radikal devrimci çizgiler açısından "klasik kitl çalışmasına ve "işçi sınıfı içinde çalışmaya" hatta işçi sınıfım "devrimin öncü gücü" olduğu temel gerçeğini yadsıyan tezle üretilmesinde, bu basit gerçeğin rolü olduğunu söyleme abartma olmayacaktır. Bürokratlaştıran, yozlaştıran ve çürüte böylesi bir kurumlaşma karşısında elbette ki devrimci tutum b olmamalıydı. Küçük burjuva tepkisel yaklaşım yerine proleteryanm bu kurumlan gerçek bir direniş mevzisin dönüştürmesinin teori ve pratiğinin sergilenmesi o gün için d temel alınacak bir yaklaşımdı.

Bu durum nereden kaynaklanmaktadır? Gerçekte işç sınıfının, kapitalist sömürüye karşı direnme merkezleri olma« gereken bu yerler, neden yozlaşma, çürüme hatta teslimiyeti] üretildiği yerler olmuştur? Hatta biraz abartmalı bir tesbit git görülse de şu soruyu da sormak gerekir: Neden kapitalist düzen hedeflemesi gereken sendikalar, ülkemizde düzenin bi numaralı dayanağı haline gelmiştir? Gerçeklik, bu vb. sorular sormak ve cevaplarını gerçeğe, sübjektif kaygılardan uzak

Çağdaş YO L/55İ I

Page 56: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

uygun bir biçimde vermek görevini sosyalist harekelin ve sınıf bilinçli işçilerin önüne koyuyor. Sendikaların bugün neden direnmenin değil de, sınıfa yüz çevirmenin, sınıfı satmanın, ihanetin merkezleri haline geldiğinin açıklanmaya çalışılması, güncelliğini ve önemini yitirmemektedir.

Geçmişte belli ölçülerde bulanık bir görünüm taşıyan direniş ve teslimiyet eğilimlerinin de 12 Eylülden bu yana yaşanan 9 yıllık süreçte iyice netleştiğine tanık oluyoruz.

Siyasal alanda ortaya çıkan bu netlik, sendikalar alanında da aynı süreçte yaşanmıştır. Bu dönemde reformizm, TBKP biçiminde birleşip Evren-öz.al yönetimine teslimiyeti esas alırken, sendikal mücadele alanında ise rejimin politikası "Türk Iş'te Birlik" tezi ileri sürülmüş, bu tez ise TBKP olayının iflasından daha önceleri işçi sınıfının ve devrimcilerin bazı girişimleri ve yönelişleriyle aşılmıştır. Bugün unutulmuş gibi görülen ama hatırlatılm asında yarar görülen Disk yöneticilerinin darbe sonrası MGK'nin Teslim Ol!.' çağırışına karşılık vererek ellerinde bavullarla Selimiye kışlası önünde kuyruk oluştunnalan devrimei sendikaların bunu büyük bir onursuzluk sayarak elinin tersiyle ilmesi, hatta direniş yolunda şehadeti seve seve kucaklamasıyla başa çıkarılmıştı. Elbette gerek siyasal ve gerekse sendikal alanda ortaya çıkan bu saflaşma ve netleşme de bugün iyi koyulmak zorundadır. Şu, şunu yaptı; bu, bunu yaptı türünden ortamı yeniden bir kaos ve kargaşaya sürüklemek isteyenlerin oyununa düşülmemesi isteniyorsa, olayların diliyle, yaşadığımız acı tatlı tecrübelerle , bu süreci anlamak ve işçi sınıfının bundan ders çıkarmasını sağlamak zorundayız.

Yine ülkemizde, bugün sınıf mücadelesi düşük bir seyir izlemektedir, işçi sınıfı hareketinin başı gerek gangster sarı sendikacılarla veya 12 Eylül döneminde palazlanan yeni 'ağa' adaylarınca bağlanmıştır.1 Henüz işçi sınıfının direnme m evzileri , döneme uygun devrimci anlayışça tam oluşturulamamıştır. Oluşturulmaya çalışılan yeni yapılarda da sendikali/.min hortlamasının önlemleri tam alınamamıştır. Emekçi kitleler ve en başlan işçi sınıfının Eylül yıkımının ve yılgınlığın etkilerini üzerinden önemli oranda atamadığı görülmekledir.

Türkiye proletaryasının temel ittifak gücünün geliştirdiği mücadeleye bizim taraftan aktif destek vermekten de uzak bir konumda bulunuyor. Bu durum sınıf bilinçli her işçiye etine saplanmış bir bıçak gibi acı vermektedir. Elbette ki sınıf mücadelesi sadece bu türden devrimci duygularla da sürdürülemez. Somut bir biçimde işçi sınıfının içinde bulunduğu durum aydınlatılmalı, bir yandan çürüme ve yozlaşmanın yeni biçimleri de tek tek irdelenmeye çalışılırken , henüz zayıf da olsa bu yapı içinden direnme eğilimlerini filiz halindeki biçimleriyle de olsa ortaya koyup olası gelişim durumu ve gelişmeye uygun perspektif ve pratik çabalar azami oranda sergilenmelidir. Bugün işçi sınıfının sendikal m ücadelesinde direnişçi eğilim nerelerde ve nasıl şekillenmektedir? Direnmenin en alt örgütlenmelerinin bile, cılız da olsa ortaya çıkmış biçimleri nelerdir? Bu örgütlenmeler veya devrimci filizlenmeler nasıl geliştirilebilir?

işte devrimcilerin ve öncü işçilerin sendikal mücadele alanında sormak ve cevabım bulmak zorunda olduğu sorular

bunlar olmalıdır. Yoksa biz şurda şu kadar varız...Burası da bizimdir. Veya biz bu alandaki tüm gelişmelere hakimiz., türünden bir yaklaşımda ve özellikle alanın dışında olan güçlerce çizilen karanlık tablolar da aldanma ve aldatmadan başka bir anlama gelmeyecektir. Bizce doğru tulum en küçük bir devrimci gelişme olasılığına bile bir kuyumcu titizliğiyle yönelmek ve işlemek olmalıdır. Gelişmeleri abartmada, yok saymada hiçbir gelişme sağlayamayacağı gibi, özellikle gelişmelerdeki doğru, devrimci ve proleter olan yana karşı aşırı titiz , kıskanç ve pekiştirmeyi esas alan bir yaklaşım sergilemelidir. Yanlış, devrimci olmayan, "ağa"lığı esas alan yaklaşımların ise her türlü devrimci yönteme baş vurularak başa çıkarılması gerekliğini sanınm belirtmeye bile gerek yoklur.

Küçük burjuva sosyalizmi zemininde sırf illegal sendikacılığı savunan bazı gruplar çıkmışsa da bu grupların gerek sınıfla hiçbir bağlarını bulunmaması, gerekse de 12 Eylül sonrası işçi sınıfınınısendikal yönelim ve imkânlarının bu kadar kısıtlı olmaması yüzünden, böyle bir tez de somut pratikde herhangi bir zemin bulamamıştır.

Baştan du belirttiğimiz gibi sendikalar alanındaki yozlaşma ve çürümelere karşı oluşan tepkilerden dolayı ve sendikaların şu an içinde bulunduğu durum, pek çok kişiyi bu söylediklerimizi küçük görmeye, önemscmcmcyc ilebilir. Ama biz bunlara aldırış etmeyeceğiz. Edemeyiz de. Çünkü, Türkiye'de işçi sınıfı günümüzde , kapitalistlerin ve faşizmin kendilerine dayattığı teslimiyeti öncelikle bu alanda kırmalıdır. Eğer Türkiye işçi sınıfı egemen sınıflar tarafından dayatılan, açlık, sefalet ve zulme, sarı sendikaların toptan satışına maruz kalıyorsa ve bu du rum a k arş ı te p k ile r in i şc k illc n d irc m iy o r, örgüılendiremiyorsa o işçi sınıfı köleleştirilmiş demektir. Ama, bilinen bir gerçek varsa, o da, işçi sınıfının modem bir sınıf olduğu antik çağın köleleri olmadığıdır.

Günümüzde yüzeysel bir bakış açısıyla bakıldığında , topluca satılma vc rejimin sendikalar politikasına uyum sağlamış olma dışında pek bir gelişme yok gibidir. Sanki işçi sınıfı bir yanağına vurulurken öbürünü uzatmaktadır. Sanki sofrasından lokmaları çalınıp finans kapital kasalarında birikirken bir eliyle de kendisi vermiştir. Elbette ki böyle bir görünümü "evet, böyledir" biçiminde onaylamamız mümkün değildir, işçi sınıfı içinde yüzeydeki akıntının tersine girdaplar sürekli oluşmuştur.

Devrimci harekete ve işçi harekele ağır darbelerin indirildiği 1981 yıllarında bile yüzlerce fabrika ve işletmede rejimin ve işverenlerin uygulamalarına tepki temelinde yaygın yemek boykotları vc kimi iş yerlerinde de işi durdurma eylemleri gerçekleştirilmiştir. Hemen lamamı kendiliğinden ve bir kaç öncü işçinin oluşturduğu işyeri komitelerince yönetilen eylemler, 1982 yılındaki büyük ’suskunluk’ ardından 1983 yılında yeni sendikal arayış vc yönelişlere temel teşkil

i. | Çağdaş YOL/56

Page 57: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

Î ■■■....;..... ........ .................•.....•................ ..... ..... 1 -:.^ .......ıiştir.1981 yaygın yemek boykotları eylemine önderlik eden

yeni kuşak öncü işçiler; 1983,84'leki işçi sınıfının yeni dönem sendikal mücadele ve örgütlendirilmcsinin mimarı olmuş­lardır.

Atılan bu yeni adımlarda ve gelişmelerde 'kendiliğinden eğelerle' bilinç öğesi bir scnlczlcşmc yaşamış ve bu günkü Çağdaş Yol un kitle ve kadro zemini ortaya çıkmıştır. Yine bu dönemi, işçi sımfı açısından tam bir tevekkül, (Boyuncğmc) tek bir yaprağın bile kıpırdamadığı dönem olarak göstermek isteyenlere, Man, Uzel, Arçelik, Roclıe vb. yüzlerce fabrikada işçi sınıfının yeni döneme uygun sendikal oluşumlar yaratma mücadelesinin ; kitlesel tutuklamalar, iş yerlerinin polis ve jandarma tarafından işkence yerlerine çcvirilmcsine, binlerce işçinin işten atılmasına rağmen nasıl engellenemediğini sormak isteriz. Rejimin sendikalar politikasına karşı bir direniş olan 83,84 sendika] örgütlenme ve mücadele dönemi, bu dönemin ortaya çıkardığı yeni anlayış ve örgütlenmeler ; işçi sınıfı harekelini 12 Eylül döneminin ilk kitlesel eylemlerine, Netaş, Dcrby, Dora, Migros ve Kazlıçeşmc deri işçileri grev, direniş ve sokak gösterilerine ulaştırmıştır. Hatla öğrenci gençliğin Nisan direnişlerinin bile kendi özgül sorunlarından kaynaklansa da bu gelişmelerden önemli etki ve ilhanı aldığı söylememiz pek a­bartma sayılmayacaktır.

Türk Iş'in tanı bir kaymayan kazana dönmesi, gangster yönetimin tüm engelleme ve oyalamalarına rağmen işçi sınıfının dayatmaları karşısında protesto gösterileri ve yemek boykotları örgütlemek zorunda kalmasında da küçük de olsa başlangıçta atılan doğru adımların rolü olduğunu görmek gerekir. Eğer günümüzde Hak-lş gibi geçmişin MSP'li sendikasında direnişçi devrimci sendikal akımın varlığından söz ediliyorsa ve bu durum bize döneme uygun devrimci tavrın gelişme boyutlarıyla ilgili önemli ip uçları vermelidir. Evet, 12 Eylül sonrası , işçi sınıfının insiyatif ve direnişçiliğini temel alan devrimci sendikal akım Türk-Iş, Bağımsız Sendikalar ve Hak-lş gibi alanlara yayılmış ve dağınık bir görünümdedir; ama, 1989 bu durumun aşılmasında önemli adunların atılacağı bir yıl olacaktır.

İşçi sınıfı içinde çalışma ve özellikle de sendikal mücadele siyasi mücadelenin en çetrefilli yanlarından birini oluşturmakladır. İşçi sınıfına bakış açısı, onun toplumsal devrimimimzdeki öncü rolünü reddeden bir tarzda küçük burjuva radikalizmi, sendikal mücadeleye de demekçi kafa yapısıyla , günübirlik, aldanmayı ve aldatmayı esas alan bir tarzda yaklaşmakta, bu da önemli bir enerji israfı yaratmaktadır. Burjuva sosyalizmi ise işçi sınıfının hem devrimci adımının başını bağlayarak, onun mücadelesini bin bir burjuva taktik ve uzlaşmayla soysuzlaştırarak düzene teslimiyete zorlamaktadır. Metal iş kolunda yaşananlar bu yöndedir. Türk Iş'tc bilmen gelişmeleri koordine edilip radikal bir çıkış yapmak yerine, sosyal demokrasiye kuyrukçuluk tek politika haline getirilmiytir. Bu da sosyal demokrat sendika ağalarının ufkuyla mücadeleyi sınırlamakta ve devrimci birikimi atıl ve çürümeyle karşı karşıya bırakmaktadır. Burjuva, küçük burjuva sol akımların , işçi sınıfı mücadelesinde yarattığı , yukarıda bir kaç örneğini vermeye çalıştığımız bu karmaşa, önemli oranda sınıfın öz gücüne ve devrimde, oynayacağı yola inançsızlıktan kaynaklanmaktadır. Çünkü küçük burjuva radikalizmi elinde kalmış bir demek sendikayı geliştirmeyi sosyal demokrasinin yerel yöntemleri alabileceği

..■m.......................... ......... ....... ............ ......... ...........umuduyla SHP'lilcrle birlikte lanse ederken, Burjuva sosyalizmi (TBKP) ise var olan potansiyel ve devrimci birikimin demoralize olup tasfiyesi ve düzene bu biçimde yine SHP kuyruğunda teslimi için ne gerckiyo'rsa-işçileri topluca salmak da dahil onu yapmaktadır.

Bu güncel gelişm eler -yazımızın bundan sonraki bölümlerinde işlemeye çalışacağımız geçmiş tutumlarıyla birleşincc- sendikal mücadele alanında yaratılan tahribatın boyutları daha iyi görülebilecektir. Bu durum, öncü işçilerin de doğru devrimci tutumda, ısrarlı ve atak olmasını engellemekte, kararlı ve daha enerjik davranılması gereken bir dönemin gerektirdiği davranış gücü gösterilmemektedir. Tıkanıklıkları aşmaya yönelik önerilen birleşmelerse, mücadele süresince, devrimci harekette ve sendikal mücadelede ortaya çıkan saflaşmaya denk düşmekte, soyut ve hayali olmaktadır. Bugün işçi sınıfımızın kavraması gereken soyul birlik özlemlerinin ham bir hayal olduğudur. Elbette döneme uygun bazı birlikler geliştireceğiz. Bu birliklerin devrimi ve direnişi esas alamasnı dayatacak, teslimiyetin tecrit edilmesi , direnmeden yana olanların bir platformda birleşmesi, bunun hem siyasal lıcm de sendikal alanda gelişmesi için elimizden gelen tüm çabayı harcayacağız. Ama en az bunun kadar önemli olan işçi sınıfım ve sınıfın öncü kesimlerini, sınıf dışı burjuvuya ve küçük burjuva etkiden arındırmak için de çabalarımızı büyük bir yoğunlukta sürdüreceğimizdir.

12 Eylül öncesine göre, sendiklar alanındaki direnme eğilimleri henüz bir birlik ve koordinasyondan yoksun olmasına karşın daha geniş bir alana yayılmıştır. 12 Eylül öncesinde, devrimciler ve sınıf bilinçli işçiler, işçi sınıfının sendikal yönelişlerini Disk'c kanalizc etme, Disk içinde de Disk'in dcvrimcileştirilmesinc yönelik bir mücadele veriyordu. Gerçi bu mücadele Disk'in sendikalist -reformist yöntemlerinin tasfiye kılıcının gölgesinde yapılıyordu. Ama yine de proleter sosyalist ve radikal devrimci sendikacıların bu çabalarını birleştirmek için oluşturduğu ittifakın etkinliği Disk içinde giderek artmaktaydı. MGK'nin "Teslim ol!" çağrısına Disk'in yöneticilerinin büyük bir bölümü uyarken bu iki akımın temsilcileri ona yakın devrimci bağunsız sendikayla ilişki ve ittifakı geliştirip, döneme uygun bir sepdikal politika belirleyerek mücadeleye devam etme. Disk üyesi işçilere sahip çıkma kararı alıyorlardı. Elbette bu devrimci tutumun bedeli de biraz ağır olmuştur. Ama direniş ve mücadele yolunda küçük de olsa atılan anlamlı adım daha sonraları yeni sürdürücülcrini bulmuş ve onbinlcrcc militan işçinin davası haline gelmiştir. Sendikalar yasasında getirilen bütün anti demokratik hükümler, işten atma, işkence ve tutuklamalar işçi sınıfım girdiği bu yeni yoldan yıldırıp, tevekküle ilmek bir yana, demokratik sendikal oluşumları yaratması ve büyük bir sabır ve dirençle korumasını ve geliştirmesini sürdürmüştür. .

Küçük burjuva sosyalizmlerinin işçi sınıfı içinde çalışmayı veya işçi sınıfının örgütlü gücünü oluşturmayı siyasi çalışmada temel almayı reddettiğine daha önce değinmiştik. Sendikal mücadele alanına ise hangi elki-tepkilerle nasıl yaklaştığı da kısmen açıklanmıştı. Tez kabaca; revizyonizm, oportünizm suçlamasıyla noktalanıyordu. Fakat pratikte takınılan tulum, özellikle de 12 Mart sonrasında bu yaklaşımdan oldukça farklıdır. İşçi sınıfı, Disk'in kuruluşu, 15-16 Haziran direnişleri, 12 Eylül öncesi yaygın, grev direniş, yüzbinlcri aşan kitlesen 1 Mayıs kutlamalarıyla gücünü ortaya koydukça küçük burjuva

eğdaş YOL/571

Page 58: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

sosyalizmini söylediklerinin tersi bir yönelime çekmiş, ne var ki bu yönelişte oldukça sağlıksız ve çarpık yaşanmıştır. Onlarca bağımsız küçük sendika o dönemde bu akımlarca kurulmuş, Aksaray'daki korsan sendikaları kapma yarışına girilmiştir, işçi sınıfının ana devrimci yöneliminin tamamen dışında ve tam bir küçük dükkan açma rekabetine dönüşen bu durum, ülkemizdeki sendikal faciasının bir de devrimcilik adına azıttınlmasından başka birşey olmamıştır.

Hele bazı akımlarca anlamını tam kendilerinin de formüle edemediği,DSM; "Ülkemizdeki sendikaları Amerikacılar ve Rusçular kurmuştur, hepsi dağılmalıdır" biçimdeki tezlerle sendikal alana sarı ve reformist de olsa onlarca yıllık mücadeleyle yaratılmış sendikal örgütlerin de dağılmasını ve tam bir kaos ve anarşinin hakim hale gelmesini dayatmıştır. Elbette ki günümüzde aşılmış olan işçi sınıfının sendikal mücadelesine yönelik bu tutum ve tezler ne yazık ki yeni dönemde de temcit pilavı gibi sofraya konulup işçi sınıfına yedirilmek isteniyor. Ama bu çabalar nafiledir. Günümüzde, eskiden yukarıda değindiğimiz türden politikaların sahibi bazı akımlarsa bu politikalarını sorgulamakta, eleştirmekte ama güncel yönelimler dışında köklü politikalar oluşturmaktan uzak bulunmaktadırlar.

12 Eylül'le birlikte, Türkiye'deki siyasal ortam ve tablonun değişmesi gibi, sendikalar ortamı ve bu ortamda gelişen devrimci akımca yeni bir güçler dengesi yaratılmıştır. Bu dengede eskinin güçsüz ve cılız proletcıya sosyalizmi içinde bulunan dönem in en güçlü ve avantajlı konumunu yaşamaktadır. Elbette ki bu güçlülük ve avantaj, sendikalizm, reformizm ve gangster sendikacılıktan daha güçlü olmak gibi bir durumun çok gerisinde ama radikal akımların en önünde ve onların eski güç ve etkinliklerini bir hayli aşmış boyuttadır.

Küçük burjuva sosyalizmi zemininde yer alan bazı akımlarsa, 12 Eylül sonrasında TKP’nin "Tiirk-lş'te işçi smıfı birliğini sağlamak" tezini savunmaktadırlar. Yalnız bu bir iki akım, bu birliğin sağlanabilmesinde önemli bir araç olarak 'işyeri komiteleri'nin kurulması gerektiğini söylemektedirler. 12 Eylül sonrası sendikal mücadele pratiğinde Türk-lş'e gitmek, özellikle Disk üyesi işçiler açısından, hep en son çare, kendi güç ve insiyatifini temel alan adımların başarısızlığı, yenilgi ve mücadeleden geriye düşmek olarak görülmüştür. Hemen hiçbir iş yerinde çoşkulu bir Türk-lş'e geçişe tanık olunmamıştır. Tam tersine, her Türk-lş'e gitmek zorunda kalan işyerinde moral bozukluğu ve panik yenilmiş insanların ruh hali yaşanmaktadır.

Sorun, çıplak biçimiyle, Türk-lş'e teslim olmak ve onun sendikasına üye yazılmak haline gelince de, herhangi bir sendikal mücadele ve bu mücadeleyi yürütmek için bir komitenin kurulmasına gerek olmamakta, işçiler, sendikaların noteri işyerine getirip işçileri Disk'ten istifa ettirmesi ve Türk- îş'in sendikasına, masrafların da sendikaca karşılanmayısla üye olmaktadırlar. Yine küçük burjuva sosyalizmi zemininde, sırf illegal sendikacılığı savunan bazı gruplar çıkmışsa da bu grupların gerek sınıfla hiçbir bağlarının bulunmaması gerekse de 12 Eylül sonrası işçi sınıfının sendikal yönelim ve imkânlarının bu kadar kısıtlı olmaması yüzünden, böyle bir tez de somut pratikte herhangi bir zemin bulamamıştır.

Burjuva sosyalizmine gelince onun esas alanı zaten

sendikalardır. Yani bu eğilim daha doğarken, babasının evi gibi sendikaların içinde doğdu. Bilindiği gibi Disk, TlP'i kurmuştur. Bu yüzden, daha başlangiçta burjuva sosyalizminin tipik eğilimi sendikalizmdir. Sendikalizm ise; kapitalizmin, artı- değer sömürüsünden bir kemikte sus payı kabilinden aristokrat işçi zümresine vererek türettiği bir akımdır. Bu eğilim karşımıza en hızlı sosyalist, hatta komünist kılığında bile çıkabilir. Ama takınılan yaftaya değil de, söylenenlerin gerçek özüne bakıldığında altından en bayağı reformizm çıkmaktadır.Genç enerjileri ve pek çok devrimci öncü işçiyi, sendika] çalışmadan tecrit etmek için, işten attırma, sendikalara sokmama, tehdit, Maocu goşist ilan edip 'beslemelerini' saldırtma da dahil herşeyi yapan bu tiksindirici sendikalizm- reformizmdir.

12 Eylül darbesinden sonra sendikacı kadrosunun hemen tamamı Avrupa'ya çıkan TKP, işçi sınıfına bu dönemde sendikal alternatif olarak işçi sınıfının onlarca yıilık mücadelesiyle aşılmış, Türk- İş'te birliği önermiştir.

12 Mart öncesinde, burjuva sosyalist akımlardan güçlü olan TlP 'tir. TlP, daha sonra Disk'i kuran sendikacılarınca kurulmuştur. Kuruluşun apar topar ve bir program bile hazırlanmadan yapılması, kurucuların arasında ajanların yer alması, TlP'in sosyalizminin icazetli sosyalizm olduğunu ve gerçek bir proleterya partisinin örgütlenmesini engellemek için kurulduğunu ortaya koymaktadır. TtP, 12 Mart'a kadar sendikacıların ve çoğunlukla da sendika organlarında görevli avukatların sendikalizm - parlem enterizm yalancı pehlivanlığının yapıldığı bir örgüt olmuştur. 1970’li yılların ortasından itibaren B. Boran TlP4ini yeniden canlandırmak istemiş ama başaramamıştır. Bu dönemde gelişen burjuva sosyalist başka bir akım o zemindeki gelişmelere hakim olmuş, önce TlP, şu günlerde de TSİP'ni TBKP'de birleştirme konumuna getirmiştir.

12 Mart sonrasının gelişen burjuva sosyalizmi TKP olmuştur. TKP yaşasm "Disk" ve "ilerleme" paniği yaratılarak popüler edilmiş, TIP ve TSİP'in bu dönemde oldukça zayıf kalmaları, tıkalı ve yıpranmış durumda olmaları, yıpranmamış ve gizli SSCB'nin desteğiyle bu partiye, burjuva sosyalizmi- reformizm zemininde geliştirmek için önemli imkânlar bulmuştur. Bu imkânlar o dönemde Disk'in tepesine tünemiş sendikacı, avukat, aydın 'ilerlemecilerce' Disk'in imkânları da dahil edilerek tepe tepe kullanılmış sonuçta günümüzde TBKP'ye varan bir süreci başlatmanın güç ve etkinliği sağlanmıştır.

12 Eylül darbesinden sonra, sendikacı kadrosunun hemen tamamı, Avrupaya çıkan TKP, işçi sınıflna bu dönemde, sendikal alternatif olarak, işçi sınıfının onlarca yıllık mücadelesiyle aşılmış, Türk-Iş'te birliği önermiştir. Darbe sonrası yaptığı her değerlendirmesi, ideolojik-politik olarak adım adım düzene yamanmaya çalışmak olan TKP'nin, işçi sınıfına da böyle bir yaklaşım geliştirmesinde de anlaşılmaz bir yan yoktur.

U Çağdaş YOL 55

Page 59: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

}— ■.............................. ..................................... ............................................................................... .......... —-....

12 M art sonrasın ın gelişen burjuva sosyalizm i TKP olm uştur. TKP yaşasın "DİSK" ve ilerleme paniği yaratılarak po­püler edilm iştir, TİP ve TİSİP 'nin bu dö­nem de oldukça zayıf kalm aları tıkalı ve yıpranm ış durum da olm aları, yıpranm a­mış ve gizli, SSCB 'nin destekled iğ i bu partiyi burjuva sosyalizm i -reförm izm zem ininde gelişm ek için önem li im kan­lar sunm uştur.

Kaldı ki en son TBKP komedisiyle iş, rejime gelip kendi eliyle teslim olmaya kadar vardırılmıştır. TBKP'nin basma geniş bir biçimde yansıyan görüşlerini ise eleştirmeye bile gerek duymuyoruz.Çünkü bunlar, papaz karşısında günah çıkarma, dört başı mamur bir pişm anlık dilekçesi nillcliğindcdir. Lcgaliteyi kazanmak için laktik yaptıklarından söz ediliyor. Gerçek durum ve kendi beyanları da bu yönde değildir. Onlar, sosyalizme 'memurluk' biçimindeki 'bağımlılıklarının' emperyalist metropollerdeki yaşamları sırasında fazlaca itibar edilecek birşey olmadığını görmüşler, kapitalizm de, sosyalizm den dalıa iyi yaşanacağını ’keşfetmişlerdir". Gorbaçovculuk ise işin kılıfıdır. Mevcut rejimin ise tüm günahlarından arınmış ve babası TC'yc gelip sığınmış bu insanların taleplerini -Tabela Asmak- niye yerine getirmediği ise önemli bir merak konusudur. Kimbilir belki de tez elden, takke düşer, kel görünür endişesi güdülüyor.

Sendikalar alanındaki bir başka etkinlik de, geçmişte kendini ÇBS (Çizgisi belli olmayan sosyalist) olarak lanse elmiş, 12 Eylül darbesi öncesinde Disk'in yönetimini oluşturmuş kesimdir. Öz itibariyle CHP'li olan bu sendikacılar zümresi, o dönemde D iskteki, devrimci işçi potansiyelini kandırmak için böyle bir maske kullanmaya ihtiyaç duymuşlardır. Hatta bazı sosyalist çevreler, bu kesimle ilişki ve ittifakı temel alarak, onları devrimci demokrat olarak nitelemekteydi. O dönem Disk'ıe hiç kimseye nefes bile aldırmak istemeyen TKP lasfiycciliğinc karşı, sol bu kesimin kanatları altına sığınmak ihtiyacını hissetmekteydi. Ne var ki bu sendikalist zümre de TKP'den daha azılı tasfiyeci olduğunu kısa süren yönetim pratiğinde ortaya koymuştur. En kaba CHP reformunu genel sosyalizm gevelemeleriyle işçi sınıfına yutturmaya çalışmaları da işin çabasıdır. 12 Eylül darbesiyle birlikle MGK'nın teslim ol çağrısına uyarak teslim iyetin ve ihanetin balağına saplanmışlardır. Disk içindeTKP'lilcrin gazabına uğramış pek çok sol grup veya öncü devrimci işçi son Disk yönetimine oldukça iyimser bir bakışa yönelmeye sürüklenmişti. Onların genel olarak sosyalizmi savunuyor görünmeleri, radikal güçlere biraz ılımlı yaklaşımları böyle bir sonuç doğurmuş, tasfiyeci teslimiyetçi özleri pek kavranamamıştı. Ama, 12 Eylül, üstlerindeki bütün yaldızları dökmüş, gerçek çehrelerini ortaya çıkarmıştır. Pek çok sol grubun ağzının suyunu akıtan genel sosyalizm gevelemelerinin altından hiç de sanıldığı gibi Marksizm-Lcninizm değil, Marksizmin inkârı, İngiliz işçi partisi, Hollanda Sosyalist Partisi vb. çıkmıştır, (bkz. Disk Davası Savunmaları)

........... : .......... . :Bu sendikalist, sahte sosyalist politikanın, 12 Eyli

sonrasında da, işçi sınıfı, sendikal örgütlenmesini yen koşullarda yaparken önemli etkileri olmuştur. Bu politikamı uzantısı güç ve kişiler "Disk'in faaliyetlerini serbest bırakılaca bu dönemde sendikal mücadele ve örgütlenme çalışmas yürütmek sakıncalıdır.Aksi tutuma gidilirse, Disk kapatılıı Beklemek gerekir" biçiminde bir tez ortaya atmışlardır. İşç sınıfına tamamiylc teslimiyeti ve elini kolunu bağlayıp he türden uygulamaya boyun eğip oturmasını salık veren te; sahipleri, öneü işçilerin mücadelesinde geciktirici bir ro oynadılar. Bu gecikmeler ise toplu sözleşme dönemlcriniı dayatmasıyla, Türk-tş'e kaymaları hızlandıran bir işlc\ görmüştür. Hatta bazıları işçilerin, direniş zeminindeki yen sendikal akımın içinde yer almasmdansa, Türk-Iş'c katılma] gerekliğini savunmuşlardır. Denebilir ki uyguladıkları en sins ve ikiyüzlü metodlarla işçi sınıfındaki yılgınlığı ve teslimiyeti 12 Eylül sonrası en fazla körükleyen güçler bunlar olmuştur Yine bu gurubun pek çok mensubu Türk Iş'te yeni koltul peşinde koşarken önemli bir kısmi da işçi sınıfının döneme uygun yeni sendikal arayış ve yönelişlerini inmelendirmeye vc çıkışsızlık içinde dolaylı da olsa Türk Iş'c kanalize etmeye çalışmıştır.Cıünümüzdre SHP ve Türk lş'tc icrai vazifede bulunan ve 'baştürkçülük' diye bir dönem işçi sınıfının başını musallat edilen akınım redikal devrimci işçi hareketiyle ilgil hesaplarını terketmediği, geçen yıl ki 1 Mayıs gösterilerinde geliştirdiği komlocu ve provakatif tutumla bir kez daha açığı çıkmıştır.

TKP tasfiyeciliğine karşı, sol, bu kesi­min kanatları altına sığ ınm ak ihtiyacını hissetm ekteydi. Ne var ki bu sendikalist züm re deTKp daha azılı tasfiyeci oldu­ğunu kısa süren yönetim pratiğinde or­taya koym uştur.En kaba CHP reformiz- mini genel sosyalizm gevelem eleriyle işçi sınnıfına yutturm aya çalışm aları da işin çabasıdır.

işle günümüzdeki sendikal yapı vc oluşumlar.Yazımızın buraya kadar işlemeye çalıştığımız tezler, mücadeleler ve .bu işlerinde yoğun bir baskı dönemi koşullarında sürdürülmesiyle ortaya çıkmıştır. Her sınıf bilinçli işçinin yoğun bir biçimde yaşadığı bu dönemi unutmaması vc gerekli dersleri çıkarması, önündeki zorlu yeni mücadele günleri için gereklidir. Dergimizin bundan sonraki sayılarında bu mücadelenin içinde aktif bir biçimde yer almış birisi olarak, biz de bu konudaki görüşlerimizi vc çıkardığımız dersleri işlemeye devam edeceğiz.

(Sürecek)

Çağdaş YOL/591

Page 60: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

REDDETTİĞİMİZ MİRAS VE SOSYALİST HARE­KETİN TARİHİ KÖKLERİ (III)

"YOL" PROLETARYA SOSYALİZMİNİN VE BU ZEMİNDE BİRLEŞMESİ GERE­KENLERİN TARİHİMİZDEN GELEN GERÇEK BİR TEORİK PLATFORMUDUR

Gerçekleri atlayamaz veya nihai olarak saklayamazsmız. Gerçekler ne kadar yok sayılsalar da, unutturulmaya çalışsalar da birgün mutlaka sözcülerini bulurlar. Ve çürümeye terk edildikleri yer altından yeniden başını kaldırmaktan geri kalmazlar. İşte "Yol"un günümüzdeki durumu tam böylcdir. Olaylarca ve eleştiriyle aşılmayınca 40-50 yıl hasır altı edilmiş de olsa, "Yol" sosyalist hareketin gündemine kendi bileğinin hakkına girecektir. HatLa günümüzde belli ölçülerde girmiştir de. '

Eğer 56 yıl sonra devrimci hareket Türkiye'de güçlü bir proieterya Partisinden yoksunsa, hem bunun nedenlerin i araştırmak hem de 56 yıl veya 80 yıl kadar da olsa geriye gidip hareketi ve partiyi inşa edebilm ek için sağlam temel taşları bulmak, korumakla, buğdayı ayıklamak zorundayız.Mücadele bizimle başlamıyor çünkü. Şark'ın o tarihin birinci yılım kendisiyle başlatan sahip zuhuru olmamak, her zamandan çok şimdi gerekli.

Sosyalist harckelcmizce vc olaylarca da aşılmaktan oldukça uzak olan, Dr. Hikmet Kıvılcım'ın "Yol" adlı çalışması, Türkiye devrinıinin, hemen tüm konularını aydınlatmakta, sosyalist hareketimizin, Marksisl-Leninist temelde yeniden yapılandırılabilmcsinin, güçlü bir platformu-olma özelliğini bu gün dahi korumaktadır demiştik, Çağdaş Yolun 6. sayısında. 1932-33 yıllarında Elazığ hapisanesinde kaleme alman bu eserin, aradan 56 yıl geçmesine rağmen böyle bir iddiayla yeniden gündeme getirilmesi, bizim gibi yenilik peşinde koşan bir hareket için paradoks olarak görülebilir. En yenilikçi görün ama getir en eskiyi sosyalist ortama dayat. Pek çok dürüst insan, "bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" diyecektir haklı olarak. Ama görünüşle değil işin özüyle ilgilenenler soruna böyle yaklaşmak zorunda. Eğer 56 yıl sonra devrimci hareket Türkiye'de güçlü bir proieterya Partisinden yoksunsa, hem bunun nedenlerini araştınnak hem de 56 yıl veya 80 yıl kadar da olsa geriye gidip harekeli ve partiyi inşa edebilmek için sağlam temel taşları bulmak, korumakla, buğdayı ayıklamak zorundayız.Mücadele bizimle başlamıyor çünkü. Şark'ın o tarihin birinci yılını kendisiyle başlatan sahip zuhuru olmamak, her zamandım çok şimdi gerekli.

Eğer bu durum bir paradokssa , bu paradoksta bile, Türkiye Sosyalis Harekelinin trajik gelişim seyri ortaya çıkmaktadır. Hareketin tarihi üzerinde yaptığınız araştırmalar, bizi oldukça

Hüseyin KORKMAZ

ilginç sonuçlara vardırmaktadır. Türkiye Sosyalist Hareketinin tarihi içinde, doğru, devrimci ve proleter olan çözümler, yaklaşımlar, sürekli 'susuş kumkuması' ağır baskı, işkence, hapislik sarmalıyla, ortamın ve zindanların 'taş ve yaş duvarlan arasında' boğulmak istenmiştir. Ve boğulmuştur. Bir de devrimci teorinin 'emniyetin' vc 'partinin' tozlu arşivinde farelerin kemirici eleştirisine tabi tutulma, kemalizme kuyrukçuluk-t- provokasyon veya küçük burjuva elemanların, çözülme, kaçış ve mültecilikten ibaret olan solculuğunun, sürekli popüler edilerek, kitlelerin devrime yönelişinin bir debu biçimde engellenmesi veya bcnllenmcsi durumu vardır.

Biz, hareketin tarihi üzerinde inceleme araştırma yaparken, diğer ülkelerin özellikle de sosyalizme geçmiş ülkelerin devrim deneyleri arasında böyle bir durumla karşılaşmadığımızı özellikle belirtmeliyiz. Elbette ki hala kapitalizmin, faşizmin pençesinde debelenen pek çok ülkede benzer trajik durumların yaşandığını biliyoruz. Zaten yüzyıla yakın bir süredir mücadele verilmiş dönem dönem iktidarın eşiğine kadar gelinmiş bu ülkelerde, devrimin gerçekleşmemesi, sosyalizme geçemeyiş başka ne ile izah edilebilir. Bizde hareketin gelişmesini ve ilkellikleriyle ilgili ileri sürülen "üretici güçlerin gelişme düzeyinin çok geri olması vc ağır baskı koşullan" gibbi nedenler sorunun sadece traji komik boyutlarda yaşanmasından başka bir durumu izah etmemektedir.

İşte,"Yol" bu trajı-komik durumun, tarihsel vc evrensel önemde -başına gelenlerle birlikte- teorik bir belgesi olmaktadır. Trajedinin boyutu, buraya kadar belirttiğimiz nedenlerle, öteki devrime ulaşamamış ülkelerde de, benzeri gelişmeler yaşandığı için evrenseldir. Ulusal boyutu ise, günümüze kadar, Türkiye Sosyalist Hareketinin yaşadığı süreçlerde ve güncel durumlarda ifadesini bulmaktadır. "Yol" da dile getirilen 'teori kırmlıcılığı' vc teorik 'kofluğun' bu gün dahi aşılmaktan -Yol'daki diğer pek çok tesbiılc birlikte- uzak olduğu görülmekledir.

7-9 tasnif edelelere göre değişiyor. Kitap vc her kitabm bölüm başlıklarından oluşan "Yol" un genel planında dile getirilen konulardan hangisi günümüzde aşılmıştır. Bunu okur iyi düşünmelidir.

Elbette okur bu plana vc kitaplardan yapacağımız kimi alıntılara bakarak yeterli bir fikir edincmiyeccktir. Ayrıca dilde 1932-33'lerin dili yani çok eskidir. Günümüz türkçesine uyarlanarak yeniden basılacağı söylenmekledir vc bu çok olumlu vc yerinde bir adım olacaktır. Ama 'Yol un 1000 sayfayı aşan bütünlüğü, belirtilen biçime getirilm iş haliyle okunduğunda, okur, önceleri, Kemalizm, cuntacılık, örgütlenme vc kürt sorunu gibi Türkiye devrinıinin önemli tartışma konularında, kendisinde Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile

]Çağdaş YOL/60

Page 61: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

...........................................

K l T A P l

K İ T A P 2

: G E N E L D Ü Ş Ü N C E L E R S u n u ş - Y o l- T e o r i- G e ç G e lm e : Y A K I N T A R İ H T E N B İ R K A Ç M A D D E T ü rk iy e 'd e k a p ita liz m ö n c e s i iş ç i le r e k ıs a b ir b a k ış - b ir k a rş ıla ş t ırm a - a rpa b oyu : T ü rk iy e 'd e b u r ju v a dev r im i b a ş la n g ıç la r ı -b ir d a m la : M e ş ru t iy e t b u r ju v a z is i- C u m h u r iy e t b u r ju v a z is i v c b o lş e v İz im .

K İ T A P 5 : S T R A T E J İ B A I I S I S tr a te j i P la n ı-D e v r im .D Ü Ş M A N : B U R J U V A Z İS e r b e s t r e k a b e tç i lik .v e k a p i t i la s y o n c u lu k -s a n a y i le ş m c v e y e n i e v r e n s e l -T i ir k ç ü lü k -S c r m a y e b ir ik iş i- E k o n o m ik y a p ı ö z e l l ik le r i .m ü t t e f i k : k ö y l ü

K İ T A P 3 : P A R T İ'D E K O N A K L A R V E K O N U K L A R İ lk Y o l g ö s te r e n k a z ık la r -B a ş la n g ıç k o n a k v e k o n u k l a n :ü to p iz m (O n b e ş lc r v e h a lk iş ü r a k iy u m f ır k a s ı) - A y d m lık ç ı l ık + m ü tc r a k k ip ç il ik = k u y r u k ç u lu k ( l l a z ı r l ık k o n a k v e k o n u k la n : M a r k s iz m e d o ğ r u )

K ö y d e s ın ı f U iş k i le r i-B u ıju v a z i v e k ö y lü -P r o lc ta r y a v e K ö y lü -O rta İc d ü şm a n la r : A ğ a l ık a r t ık la n , t e f e c i s e r m a y e ,f in a n s k a p ita l , b u r ju v a d e v le ı i-O r ta k e m e k b ir l iğ i g e r e k li l ik v e o la n a ld a n : k ıs m i d ir e k le r , iş ç i - k ö y lü b a ğ la n -T ü r k k ö y lü s ü n d e d e v r im c i h ız v a r m ı?

K İ T A P 4 : P A R T İ V E F R A N K S İ Y O NS e n te z le şm cy e do ğ ru so n k o n a k - P ra k s iy o n c u lu k ka r ş ıs ın d a K o m u n is t- I e n in is t -P a r t i ve P ra k s iy o n la r - A n a rk o -B u n d izm : D a r a z ın l ık ç ı l t k : K o m ü n iz m so f la l ığ ı: Ü it im a lo m c u lu k - g e liş im in d e n ra k a m la r -K o n a k y a k m a v e b o l şev i kİ eşm e.

K İ T A P 6

K ÎT -A P 7

: İ H T İ Y A T K U V V E T : M İ L L İ Y E T ( Ş A R K ) G ir iş -U s u l v e p la n -K ü r t m ü l iy e t i - s o s y a l i l iş k i le r v e k ö y lü lü k - s ö m ü r g e s iy a s e t i-p a r t i v e d o ğ u .: T A K T İ K A N A H A L K A S I ıL B G A L fT E Y l I S T ÎS M A RT a k tik a n a h a lk a s ı : I le g a l i t e + L e g a l i t e - I x g a l i t e P la n v e ş a r t la n -L e g a l it e z o r lu k v e t e h lik e

ilgili apotvnisi şef bozuntularınca yaratılan ön yargıların yıkılışını yaşayacak vc bizimi iddialarımıza hat verecektir. Elbette bu noktada lam da yaşamını devrim davasına adayan devrimcinin, 1000 sayfalık bir yazıyı bile objektif okuma cesaretini gösterip göstermeyeceği sorunui karşımıza çıkıyor. Kaldı ki kendisi bu sabır vc cesareti gösterecek bile olsa acaba şu anda içinde yer aldığı gurubun şartlandırma veya engellenmesini, bu kadam basil ama o kadar hayati konuda aşabilecek mi? Bu da ayrı bir tartışma konusudur. Teoriye ilgisizliğin, bunca yenilgi vc yıkıma rağmen hala sürdüğü, işin teorik kırıntılarla, kof bir böbürlenme vc kendine sevdalandırma temelinde görüldüğü Türkiye Sol ortamında, yukarıda değindiğimiz 5-6 günlük bir okuma çalışmasını bile gösterecek devrimcinin alnından öpmek gerekecektir. Yol'un genel plam şöyledir:

Bundan önceki yazımızda, Yol'un ilk on yıllık mücadele deneylerinin işlendiği 1. ve 3. kitaplarından , sosyalist hpareketin tarihine açıklık getirmek için bazı alıntılar yapmıştık. Bu yazımızda ise, Yol'un kısa bir tanıtımı vc tarih içindeki yerine değinmekle birlikle; güncel proplcmlerin çözümünde de bir klavuz olup olmayacağını, birkaç tartışma konusunda, getirdiği yaklaşımları alıntı biçiminde yazunıza koyarak, irdelemeye çalışacağız. Eğer bu yapıt teorik bir belge olmanın ötesinde, güncel sorunlara da ışık tutabiliyorsa, o zaman sosyalist hareketimizin tarih içindeki ana kökü sayılmalıdrır. Elbet ana kökle birlikte, bir ağacın başka kökleri yoktur demek, bitkilerle ilgili bilime aykırıysa, tarihimizde 'yol'dan başka lıiçbir teorik belge demek te sosyal bilime aykırı olacaktır.

Yol'un kendisi ve hcrekeıin tarihi içindeki yeriyle ilgili biraz bilgi vermeye çalışalım. Yol, 1932-33 Elazığ cezaevinde yazılmıştır demiştik.Bu cezaevine düşme olayı ise, TKP tarihinde 'İzmir Tefkifatı' olarak bilinen tutuklamalar zinciri sonucu alman cezayla birlikte gerçekleşmiştir. Bu tcvkifalm yayınlanmasında ve Dr. Hikmet Kıvılcımlıyı da içine almasmda polisle o dönem parti sekreteri olan İsmail Bilen'in (Laz İsmail) çözülmesinin büyük rolü vardır (1). İsmail Bilen cezası biler bitmez yurt dışanı sıvışmış, bir daha da sosyalizm cennetinden ülkeye dönme zahmetinde bulunmamıştır. Kıvılcımlının ise, polisteki tavrı, ca/.aevi sonrası,Marksizm biblioteği. Emekçi kütüphanesi vc Günün Meseleleri dizisinin onlarca kitap baslığı, partiyi yeniden inşa için, en ağır sorumluluklardan çekinmediği vc bit faaliyetleri yüzünden

daha sonra Nazım Hikmet'in paniğinden patlayan ikinci bir provakasyoııla , 15 yıl ağır eczaya çarptırıldığı bilinmekledir. İşte Yol'un böylcsi bir dönemin ve ortamın, yukarıdan ortama bir parti sekreterinin, partiyi polise teslim etmesine rağmen, inançtan, azim ve kararlılıktan hiçbirşey kaybedilmemesinin ürünüdür.

Eğer günümüzde bir manifestodan bahsedilecekse Yol'da prolctcrya sosyalizm inin, direniş ve kararlığınım manifestosudur. Bu kadar ihanet ceza ve işkence altında marksizme-Lcninizmcbağlılığın vc geliştiriciliğin manifes­tosudur .işimiz elbette küçük burjuva devrimcileri gibi duygu çatlatmak değil. Sadece tarihin adaletini yerine getirmeye çalışıyoruz ve getireceğiz. Bundan kimse kuşku duyasın.

Bin sayfayı aşan bu teori hazincsihakkında denecekler şimdilik sığ vc yetersiz kalabilir. Elbette Yol'u kavramanın tek biçimi, eserin tüm kitaplarını, büyük bir sabır ve titizlikle etüd edercesine incelemek olacaktır.

Yol, Dr. Hikmet Kıvılcımlı nın 1929 başlarından itibaren kendi deyişi ile bir 'üniversiteye' çevirdiği Elazığ hapisanesindeki çalışmalarının ürünüdür. Hikmet Kıvılcımlı, bu dört yıllık hapishane hayatını,'alfabesinden ccbr'i âlâsına dek' bilimsel sosyalizmi etüd etmek üzere değerdlendirmeyi bir görev olarak önüne koymuştur.Bunun için de 'sabırlıcasma ve sislcmliccsinc Marks-Engels,Lcnin-Stalin'i, tarihi, ekonomi politiği, diyalektiği, tarihi maddeciliği klasik olarak etüd elti; bunun da ötesinde Lcnin'in öğütlediği gibi, ülkesinin tarihini, ekonomi politikasını ve sınıf ilişkilerini özge orijinallikleri içinde ' araştırdı. Bu yoğun teorik çalışmanın ürünü "Yol1 oldu.

Yol'un birinci kitabı, "Genel Düşünceler", "Teori" vc "Geç Gelme" porblcmlcrini ele alır. Genel olarak bilimsel sosyalizmde Teori problemi olarak "Partinin Teorik Aklüalctise" ele alınır. Türkiye işçi harekelinin 'geç gelmenin faziletlerinden nasıl istifade edilebileceği' konulur.

ikinci kitap, "Yakın Tarihten Bir Kaç Madde", Türkiye'nin yakın tarihini şu başlıklar altında ele alır: 'Türkiye'de pre kapitalist ilişkilere yıldırım çabukluğu ile bir bakış',' Arpa boyu: Türkiycdc burjuva devrimi basamakları', 'Bir damla: M eşrutiyet burjuvazisi' 'Cum huriyet burjuvazisi ve bol şev izm'

Üçüncü kitap, "Partide Konaklar ve Konuklar" ise,Türkiye Kominist Partisinin on yıllık eleştirel tarihir. Parti mücadelesinin 'Onbcşlcr', 'Halk Iştirakiyun Fırkası','Aydıncılık

Çağdaş YOL/61 i i

Page 62: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

r □ve Mütcrakkibçilik' konaklan clc alınır.

Dördüncü kilap, "Parti ve Fraksiyon" ise, parlideki fraksiyonların kaynağı olan opurtunizmlcri teşhir eder. Türk komünist hareketinin ütopizm devri 'yamalı ajitasyon1 idi. Orada proleterya ile proleter olmayan ajitasyon hamleleri kolkola yürüyorlardı. Hazırlık devrinde 'yamalı propaganda' manzarası galiptir. Orada kuyrukçuluk ile dcvrimcilikkırık dökük fikriyat parçalarılıalinde yanyana gelmiş, yapma bir birlik göstermeye özeniyorlardı. 1927'dcn sonraki devirde yamadığın galip geldiği saha, teşkilat sahası oldu. Son zamanlara kadar göze çarpan 'yamalı teşkilat' halindedir. (Parti ve Fraksiyondan) Hikmet Kıvılcımlı Fraksiyonları tesbit ve teşhir ederek partinin Bolşevildeşme yolunu gösterir.

Beşinci Kitap, "Strateji Planı" dır. Bu kitapta yapılan strateji ve taktik meselelerinde 'Partinin hangi ana haklara sarılmasının icab ettiğini araştırmaktır' Bu araştırma şu bölümleri ihtiva eder: 'Düşman: Burjuvaz.i.' "Müttefik: Köylü", "Burjuvazi ve Köylü", "Proleterya ve Köylü"

Alımcı kitap, "İhtiyat Kuvvet, Milliyet Şark" tır Hikmet Kıvılcımlı, Parti ve Fraksiyon'da oportünizmin kaynaklarını tesbit ederken, partinin bu konudaki zaafını dile getirmişti. "Köylü meselesini milliyetler meselesi ve Şark meselesi ile bağlayamamak, takip edilecek tüm mazlum kitlelerenikeşif kolluğunu tüm memleket çapında kuracak, kuvvetlendirecek ve yayacak yerde, burjuvazinin çizdiği hudutlar içinde , adeta burjuvaziden ilham alıyormuşçasına hapsetmek" Parti ve Fraksiyon işte partinin bu konudaki oportünizmi yok etmek, bu meseleyi çözümlemek görevi öne çıkmıştır. Hikmet Kıvılcımlı bu kitapla bu görevi yerine getirir.

Yolun son kitabı: "Taktik Ana Halkası; Legaliteyi İstismar" dırBu bölümde ise, ağır illégalité şartlan içinde partiye yığın partisi olmak için tutulacak yollar gösterilir.

Son derece kısıtlı özetin de göstereceği gibi Yol, parti için teorik bir platform tcşykil etmektedir. Yol, proğram - Strateji,Taktik- örgüt konularında opotünizmlcrle sınırları çizmektcdir.Partiye Leninci bir hat önermektedir.

Hikmet Kıvılcımlı, Yol'a başlarkenycrine getirdiği bu görevle ilgili olarak şunları söyler:

"Onun için hayatı partinin yaşayışı ile hal ve hamur olmuş, saçmı orada ağartmış, başını ona adamış bulunan her mücahit (militan) yoldraş, o parti ("günah") mm kefaretini böyle açık seçik satırlarla vermeye mecburdur.

Mecburiyete uydum.Bu gücü ne dereceye kadar başaracağım.Yalnız elimden geldiği kadar değil, "Sol merkez komitesinin

karama göre mecbur olduğum dereceye kadar" (Yol: Genel Düşünceler,S.15)

Dr. Hikmet Kıvılcımlı partide eleştiri görevini işte bu boyutlarda yerine getirir. Bu çalışmanın parti merkez komutesinc iletildiğini çok sonraları bir notunda belirtir. Sonuç ne olmuştur? Bu teori hâzinesi, partide nasıl bir yankı bulmuştur? Bunun cevabını aynı notunda şöyle vermektedir:

"1930 yılma dek Türkiye'de geçirdiğim ilk 10 yıllık Marksist-lcninist pratik ve teori savaşma dayanarak, kırk yıl önce Yol adı alımda bir seri yerli orjijnal araştırmalar yapmıştım, burada her biri ayrı kitaplar halinde : ideoloji, Sosyal Gelişim, Pahi Tarihi, Strateji Planında , Burjuvazi, Proleterya, Köylü ve Milliyet ve Taklip problemleri ayrıntı ve eleyştirileriyel yer alıyordu.

12 Eylül sonrası solun yoğun bir biçimde tartıştığı ve çoğunlukla da, bölünme, parçalanm a ve testiye o lm ayla da sonuçlanan çok seslilik, kanatlı fraksiyonlu yapı konusunda ve hareketinizin temel sorunu olan Bolşevlkleşmeye 'Yol' da nasıl yaklaşıldığını uzun bir alıntıyla aktararak, bu güzel tartışmada konularından birine ışık tu tm asın ı sağ lam aya çalışm ak istiyorum.

Bunu o zaman içinde bulunduğum Santral Komiteye bir tartışma olur umuduyla verdim. Üslüste teökifler, mahkemeler ve en sonunda 1939 Donanma Davasında 'Askeri İsyana Tahrik'ten 15= yıla mahkum edilişim, ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bıraktı. Sezdiğime göre. Santral Komiteye' sunduğum araştırmalar yok edildi. Ve bizim devrimciler, 1920 ve 30'larda olduğu gibi, 1940'iarda ve sonraları dahi, tam Lenin'in 'pirimilivizm' adım taktığı 'müjiğin çakmaklı tüfekle muharcebcye gitmesi' biçimli 'kafasız işgüzarlık' (Stalin) larma kapılıp gittiler. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı kim suçlamış?)

Bu kafasız işgüzarlıklardan, sosyalist hareketimize hiç hayır gelmediği, sürekli bir adım ileri iki adım geri gitmekten bir türlü kurtulamadığı günümüzde daha iyi görülmektedir.

Bu gün sol, hemen, her temel tartışma konusunda, 1932,33'lcrdc ortaya koyulan, Yol platformunun çok gerisindedir desek fazla abartmış olmayız. Sol ortam, en bayağı oportünist ve revizyonist tezlerle zehirlenmek istenirken, Yol, tüm bu sapıtmalar karşısında Lcninizmin taze bir soluğu olarak günceldir de. Günümüzün sorunlarına ve soldaki tartışmalara acaba ışık tutabilir mi Yol? Buraya kadar anlattıklarımız, kısmen bu soruya cevap nitelikllc olmakla bimlikmte biraz dalıa açıklık - o da bir kaç tartışma konusu üzerinde- getirmeye çalışalım.

..Bu tevklfatın yaygınlaşmasında ve Hik­met Kıvılcımlı'yı da içine almasında poliste o dönem, parti sekreteri olan İsmail Bllen'ln (Laz İsmail) çözülmesinin büyük rolü var­dır. İ. Nokta Bilen, cezası biter bitmez yurt dışına sığışmış, bir daha da sosyalizm cen­netinden ülkeye dönme zahmetinde olma­mıştır. Kıvılcımlı'nm ise, polisteki tav rı, ce­zaevi sonrası, marksizm Bibloteğl, Emekçe Kütüphasi ve Günün Meseleleri dizisinden onlarca kitap bastığı, partiyi yeniden inşa için en ağır sorumlulukları almaktan çekin­mediği ve bu faaliyetleri yüzünden daha sonra Nazım Hikmet'in paniğinden patlayan ikinci bir provakasyonla , 15 yıl ağır cezaya çarptırıldığı bilinmektedir. İşte YOL böylesi bir dönemin ve ortamın, yukarıdan atanan

İÇağdaş YOL/62

Page 63: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

F 1bir parti sekreterinin partiyi polise teslim et­mesine rağmen; inançtan, azim ve kararlı­lıktan hiçbir şey kaybediimememisinin bir ürünüdür.

Bazı devrimci çevreler ve dostlarımız, bunların içinde Biz'i, proleter sosyalist bir eğilim olarak görenler de vardır. Çağdaş Yol'un 6. sayısındaki başyazının sonlarındaki bazı tesbitleri göstererek bize 'ne oldu sizde çok kanatlı, çok sesli, fraksiyonlu bir partiye mi' yani tasfiyeciliğe mi oyunyorsunuz? demektedirler. Bu tesbitlerine gerekçe olarak şu cümleler gösteriliyor: 'Mililah biriyen katılımına olanak tanımayan, tabiyete dayalı, tek sesli örgütlenme anlayışları egemen kılındı.',' TRT Halk Müziği tek sesli korosunu andıran tek seli örgütlenmeleri istemiyoruz artık','Bu gün bağımsız kadın harekeline karşı çıkmak, sanat ve kültür örgütlenmelerini politik örgütlenmenin baszit araçları haline getirmek, m ücadeledeki zenginleşme eğilim lerine tepkiyle eş anlamlıdır.' Kendi proleter sosyalist zeminimizden sapma ve tasfiye olmaya yönelme olarak gösterilen bu cümleler, böylesi bir imaj uyandırsa da elbette kibu anlama gelmemektedir. Dostlarımızınduyarlılıklarım, bize yönelik hassasiyetlerini saygıyla karşılamakla birlikte, fraksiyonlaşmaktan başka bir sonuç doğunnayacak 'çok seslilik' hareketimizde 70'li yıllarda öylesine trajik bir durum yaşanmıştır ki, tekrar o günlere dönmeyi özleyecek bir kadronun dahi bizde bulunabileceğine inanmamız söz konusu değildir. Elbette burada dile getirilin'karara kadar bir çok seslilik' veya üyclirin karar alıncaya kadar tüm görüş eleştiri ve önerilerini getirebilm eleridir. Yoksa, karara rağmen görüşünde direnmeye veya bunu yapı içinde yapıp kanallaşmaya , fraksiyonlaşmaya götürme bizim Lcninist örgüt anlayışımıza uygun değildir. Kısaca bizde fraksiyon, provaksiyon olarak gürülmcktcdir.sosyalist harekelimizin önündeki temel hedef ise daha militan bir yapıya ulaşmak, bunun daha özgül deyimi ise, bolşevikleşmektir. Yoksa, 1970'dcki atomlarına kadar parçalanma ve tasfiye olmayla noktalanan adımın başına dönmek, hareketin hiçbir aklı başında mensubununu kabul edemeyeceği birşey değildir. Gerçi böyle birşeyi yaşantıyı sosyalisL hareketimize önermeyenler yok değildir. Özellikle TBKP mimarlarından Vcysi Sarısözcn, kimbilir tasfiycciliği açığa çıkmış birTBKP'yşi tüm solu da bu sürece sokp aklamak ve bu biçimde geliştirmeyi düşünüyor oylübibilr. Hatta, yolunda yürüdüğü Gorbeçovculuğun dış politikasının basit bir aleti olmak için, 2000'li yıllara kadar sbolu iç tartışma, hizipleşme ve bölünmelerle uğraştrıp, SSCB'nin başını, Türkiye'de patlayacak güçlü bir devrimle ağrıtmak istemiyor olabilir. Bu, onun bileceği bir iştir. Şöyle diyor Veysi Sarısözcn : "Her parti üyesi, kendi partisinin içinde, birlik partisinin üyesiymiy gibi hareket etmeli. Bu manada yine tırnak içinde fraksiyon gibi hareket etmeli, farklı pozisyonu sürekli geliştirmeli. Sonunda herkes birliğin aşağıdan yukarıya doğru inşiasma katkıda bulunmalı. Benim birlik konusunda kafamda şekillenene metot böyledir."

'Bunlar kendi aralımad görüşler, çeşitli partilerden birlik yanlısı insanlar bir araya gemlebilirler. konuşabilirler, Hem de birbirleriyle diyalog içinde hareket ederler. Bu başarılara bilirsi birlik belli bir sürece yayılarak sağlam bir şekilde inşa edilebilir

diye düşünüyorum.' (Saçak,Şubat sayısı)Elbette sorun, sadece değişik, 'parti' üyeleri arasında diyolog

olsa buna kimsenin bir diyeceği yoktur. Fakat burada önerilen , ideolojik, polikit, proğmalik tcni’cldc ayrı partiler gerçeğine bölünmüş solun hayali birlik arayışları, hatla bunun için (bn. TBKP'de birleşmek için) ayrı partilerinin tam bir fraksiyonlar anarşisine sürüklenip adım atamaz hale getirilmesinin iç tartışmalarla bunalıma sürüklenmesinin yolu çizilmiş olmaktadır. Böyle bir bulanık sudaysa balığı kimin avlayacağı bellidir.

12 Eylül sonrası solun yoğun bir biçimde tartıştığı ve çoğunlukla da, bölünme, parçalanma ve lesfiye olmayla da sonuçlanan çok seslilik, kanatlı fraksiyonlu yapı konusunda ve hareketimzin temel sorunu olan Bolşcvikleşmcye 'Yol' da nasıl yaklaşıldığını uzun bir alıntıyla aktararak, bu güzel tartışmada konularından birine ışık tutmasını sağlamaya çalışmak istiyorum.

FIRKA VE FRAKSİYONLAR"Şimdiye kadar yok olan bütün inkilapçı fırkalar,

kuvvetin neden ibaret olduğunu anlayamadıkları, zaaflarından bahsetmekten fena halde korktukları için yok oldular. Fakat biz yok olmayacağız. Çünkü zaaflarımızdan yok etmekten korkmuyoruz. Ve bu zaafları yenmeyi öğreneceğiz. (Stalin: XVI, Kongre Raporu, S. 59) ” "

Fırkada franksiyon demagokları bal gibi provakoasyon yapıyorlar derken, Franksiyoncuların soysuzluğuna sadece beddualar savurmak, hpaminnelikten başka bir şey değildir. Fraksiyonların soysuizluğundan evvel aranacak mühim nokta, fırkada bu çeşit temüyellerin nasıl olup da sığınabildikleri, tutunabildikleridir. Çatlak olmayan testi su sızdırsa bile, boşlaşıvermez. Yahut meşhur tabiriyle, ateş olmayan yerden duman çıkmaz.Kabahat hiçbir zaman oportünizmde değildir. Oportünizme tehammül edenlerdedir. Fraksiyon suçu, yalnız sapıtanların değil, aynı zamanda sapıklara herhangi bir fırsat bırakan, fraksiyonculuk ve oportünizmle mücadelesinde en keskin ve amansız tabyayı tatbik etmekte hiç olmazsa geciken fırkanın da aynı derecede , belki daha ziyadesiyle suçu var. Zayıf olmayan vücutta mikroplar kolayca tutunamaz. Tutunursa çabuk def edilir. Ve herhalde fırkayı yıllarca, aylarca yatalak eden âmil, sırf felan oportünizm mikrobu değil, bir hayli de kendi umumi zaafıdır. Eğer yok olmamak istiyorsak, şunu şiar halinde h ay kırmalıyız: "Zaaflarımızdan bahsetmektenkorkmuyoruz. Ve bu zaafları yenmeyi öğreneceğiz"

Fırkanın bu günkü zaafları nedir? Bütün bu kaleme aldıklarım, bu suale cevap vermekten başka birşey değil. Yukarıda ve ileride hep bu zaaflardan bahsettik ve edeceğiz. Fakat burada hususiyle Oportünizm ve Fraksiyonizme fırsat ve imkan bıraktıklarına göre, bu zaafları iki kelime ile daha tekrarlayalım:

1. Nazariye zaafı : Oportünizmin ayaklarını kaydıracak, fraksiyoncuları beyni üstü şyere vuracaknazariye yok deyince, şu iki zaafı anlıyoruz :

a) Fikriyat faaliyetini münhasırlaştırmak: Nazariye bahsinhdre ve umumi düşünceler kısmında bunu kâfi derecede izah ettik. Gerek beynelminel gerek milli

Çağdaş YOL/63İ-

Page 64: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

..............komünist tecrübelerinden çıkan fikriyat mücadele ve münakaşası ve dersleri âfakileştirilemiyor. Fırka kitlesi içine sindirilemiyor. Bolşevizm prensiplerinin dupduru kavramlısında aydınlanmayan fırka kitlesi 'iyi taneyi karamuktan' nasıl ayırsın?

b) Kavgaları noktaları açık koyamamak : Şu zihniyet sapıtmadır ve derhal yok edilmelidir, diye hep hizipleşme teşebbüsüne karşı, bütün maddi ve manevi fırka kuvvetlerini merhametsiz ve insafsızca taarruza kalkıştıracak yerde, kaypak taktikceğizlere başvurmak, Oportünizmin bir maddesi olan 'çetrefil develerden kaçmak' bir kelime ile başı ezilecek en berbat idari maslahatçılıktır. Biricik keşf kolunun Federalizme doğru tekerlenişine isyan edememektedir. Acizdir.

2 Tabya zaafı : Bilhassa iki noktada müthiş bir yaylımsızlık ve boşluk şeklinde , hareketin her türlü canlılığını, konkretliğini bukağılıyor.

a) Geniş milli siyasetle legal faaliyeti gizlilikle bağlıyamamak, inkilapçı mücadelenin, bir sınıf çerçevesi içinde kapanıp kalmak değil, tekmil içtimai sınıf münasebetlerinin sentezleştirilmesi olduğunu, tekmil mazlum sınıflara kurtuluş kavgasında , amele sınıfından daha şuurlu ve inkilapçı rehber bulunamayacağını, tekmil oportünistlerin demogojilerine karşı, fiili bir surette koymak, demagokları fiilen tekzip etmek lazımdır.

b) Köylü meselesini milliyetler ve Şark meselesi ile bağlıyamamak: Takip edilecek tekmil mazlum kitlelerin keşif kolluğunu tekmil memleket ,mikyasında kuracak, kuvvetlendirecek ve yayacak yerde, burjuvazinin çizdiği hududtlar içinde, adeta burjuvaziden ilham alıyorm uşçasına, naphsetmek, demagojiye, Oportünizme, Fraksiyonlara karşı açık kapı siyaseti gütmek milli mikyastaki ilhamların çapını yarıdan fazla küçültmektir.

3. Teşkilat zaafı : a) Cihaz zaafı: Fırka içinde nazari zaaf ve geniş milli, içtimai, siyaset ve tabya zaafı meşhum ve mikadder bir surette (kıvamlı-mütecannis+Bolşevik)

bir inkilapçılar cihazının olgunlaşmamasına varıyor. Bu yüzden fırka, Efkarı umumiyesi kapının elinde kalacak hale geliyor. Ne sistem ne hiyararşi kalmıyor. Fırka meydanı, fırkanın her buhran ve sıçrama konaklarında doğan muvakkat 'devri fetret' ’adamsızlık ve başsızlık’ devri esnasında muvakkaten birtakım nereden geldiği değilse bile ne ¡düğü belirsiz 'sahipzuhur' (Türkçesi: 'zıpçıktı') ların elinde kalıyor. Tarihte böyle devirlere 'anarşi' 'fetret' devirleri deniyor. Kovuklarında uyuklayan nice oportünistler, bu fırsatlarda fraksiyonlaşma ve 'haleti ruhuyi' olarak çıkıp 'teşkilatlanma teşebbüslerine' başvururlar.

b) Neşriyat zaafı : (Muntazam+ tekmil Türkiye mikyasında+ müstekar) bir merkezi naşiri efkar, fırka efkarı umumiyesinin hakiki aksi sedası tekmil ezilenlerin yılmaz kürsüsü ve ve prensiplerin şaşmaz ve hassas murakıbı ve güdücüsü rolünü oynarsa, hangi oportünizm doğmadan boğulmaz, hangi hizipleşme Fraksiyon halihre teşkilatlanmaya yeltenebilir? Fırkanın hangi mesamesinde barınabilir?

Neşriyat zaafı ile cihaz zaafı elele verince, fırkanın kitle içinde değil, kendi içinde bile tecritler yaratıyor. Ve her tecride uğrayan noktada bir oportünizm siniyor, demagoji asker cem ediyor. Bir fraksiyon pusu kuruyor. Tecritten doğan anarşi hali, bu-zaaflara vuran her yumruğu, hatta demagoji bile olsa, fıorka içinde makbul bir şşeymiş gibi gösteriyor.

Bu zaafları kaldırmak için ne yapmalı? Onu kısmen

söyledik kısmen söyleyeceğiz. Buradaki mevzuumuz, bu zaaflardan bu güne kadar istifade etmiş olan Oportünizmlerin karekteristiği üzerinde durmaktır.

YOLLenin'in : "Gecikenlere adıma gel! Çok hızlı gitme!

narasını atmak, ancak bir şapşalın işi olabilir." dediği dört yol ağzı burasıdır. 10 yıllık yolu 5 yılda almak için ne yapacağız? Herşeyden evvel şunu: Fraksiyonculuğu besleyen bütün sapıklıkların köküne kibrit suyu+ fırkada bolşevikleşme!

Arada bolşevizm beyhude uğraştırmış fuzuli konakları yangına vererek, fırkayı bolşevikleştirerek çelikleştirmek ne demektir? Buna cevap vermek için, Bolşevizmin işe nasıl başladığını, niçin muvaffak olduğunu tesbit ederek, oradan bolşevikleşmenin düsturlarınıçıkarmak lazımdır. Bereket bu zahmete katlanmayacak kadar talihli bir nesildeniz. Bolşevik ustamızın silah deposunu gözden geçirmek, Bolşevikliğin bolşevikleşme yolunda hangi silahları kullandığını anlamaya kafidir. Lenin'in bolşevikleşme işine hangi uknumlara dört elle sarıldığın, binaenaleyh sarılınmak icab ettiğini anlamk için: 1- 1907'den 1909'a kadar dediklmerini( ve tabi 1912'ye kadar yaptıklarını); 2- İnkilaptan sonra kaleme aldığı 'komünizmin Çocuk Hastalığı Veya Solcu Komünizm' adlı tabya şaheserine baş vuralım. Bu uzun ve derin tahlilleriburaya aynen geçirecek değiliz. Sade düsturlarını birer kelime halinde tesbit edelim. O zaman şu noktaları buluruz :

1- Nazariye: 'En emin Marksist nazariye zemini üzerinde doğmak'

2- Disiplin: 'Teşkilatın çimentosu olan Bolşevik demir disiplin

3- Oportünizme tahammülsüzlük: Gerek sağcı, gerek solcu sapıklara merhametsizce vurmak (bilhassa solculuğu ve anarşizmi tepelemek)

4- Çeşitli mücadele: Yalnız bir sahada ve bir türlü değil,Legal, İllegal, müsalemetçi, inkilap boralı, gizli, alenî, , meclisçi, tedhişçi, küçük mahfilci, kitleleri kucaklayıcı, (Tabi bunların tecrübe ile yanlış olduğu anlaşılanları atılır)

5- Kat'i illegaliyeti tatbik6- Legaliteyi: Son haddine kadar istismar etmek7- Kitlelerle irtibatı inkişaf ettirmek8- Her türlü amele teşkilatlarını sosyalisme kaznmak9- Kitleleri inkilaba hazırlamak ve kendi tecrübeleriyle

ikna etmek10- Nakil ip: Merkezi naşiri efkarBu birbirinden çıkan, birbirini tamamlayan, fakat derin

hususiyetleri bakımından ayrı ayrı mütalaya ve gerçekleştirm eğe değen ve tabir caizse, Bolşevikleşmenin 'evamiri aşere'si sayılan 10 maddeyi, kitapta olduğu kadar hayatta, sözde olduğu kadar işte de Bolşevikçesine gerçekleştirirsek, o zaman, Lenin'in 1909'da bağırdığı gibi, biz de göğsümüzü gere gere haykırabiliriz:

"Saflar yeni ve harp için yeniden teşkilatlandırılarak cem edilmiştir. Ahval ve şeraitin değişikliği hesaba katılmıştır. Yol seçilmiştir. Bu yolda ileri! Ve inkilapçı RSDA (Komünist) Fırkacı, çarçabuk, hiçbir irticaın sarsamayacağı ve inkilabımızın yakın cengi gelir gelmez, halkın bütün mücahit sinıflarının başına geçecek bir kuvvet olacaktır." (Lenin: 'Otovizm ve Ültimatizm' Proleter, Numara 46,11/24 Temmuz 1909)

Ve o zaman, Türk burjuvazisinin müstemleke kurtuluşunda .Şark'ın tabi burjuvazilerine misal

TTTTTTT ¡Çağdaş YOL/64

Page 65: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

olduğundan çok daha yüksek ve âlemşümul manada , Türk proleteryası, Tekmil şarkın mazlum halk ve amele sınıflarına İçtimai ve nihai kurtuluş kavgasında örnek ola­caktır

YOLSanıyoruz, "Yol" konuyla ilgili söyleyeceğini söylemiş

oluyor. Sorun, tartışma bile değil. Bu yolda yürünüp yürünemiyeceğidir.

Yol’dan bir alıntı bir alıntı daha yaparak "Kemalizm" ve "Kültür Sorunu" gibi konularda Hikmet Kıvılcımlının ne düşündüğünü okura aktarıp, y'azımızı bitirelim :

Şurası muhakkak ki, milliyet mücadelesi, Komlntern'in olduğundan çok partimizin en zayıf cephesidir. Halbuki dünya devrimleri çağında proleterye devrlmlnin yarattığı yeni uluslararası denge ile birlikte, gere memleketlerinin milli kurtuluş hareketleri ve bu hareketlerin proleterya devrimi ile olan münasebetleri denilebilir ki 3. enternasyoneli 2.'den ayıran en önemli karekteristik noktalardan bindir. Diğer noktalardan biri de, Türkiye'nin kendisi bu milli kurtluşu hareketlerinden bbir önemlisine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş hareketiKemalist burjuvazisinin iktidar diktatoryası altına girdiği için, sermayedar vasıflarından ve tezadlarından kurtulamadı. Ve kurtulamaz da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, türkiye dış münasebetlerinde mazlum bir devlet olmasına rağmen iç münasebetlerinde zalim bir rolü oynamaktan geri kalmadı. Bu gün Türkiye nüfusunda önemli yekûn tutan iki milli varlık mevcut: Türklük,Kürtlü. Siyasi, İktisadi hakimiyet ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için , Kürt halkı mistik ve müphem 'Şark vilayetleri' kelimesi altında hususi ve konspiratör bir sömürge, şiddetli bir temessül (asimilasyon) ve daha doğrusu bir imha siyasetine uğratıldı. Kemalizmin bu sömürgeci, imhakar siyaseti bir çok tarihi ve siyasi zaruretler yüzünden , uluslararası denge içinde bu gün adeta tarafsız bir ilgi veya ilgisizlikle görüldü. Hatta belki emperyalizm Türkiye'nin bu şark meselesine daha büyük bir ilgi göstermeyi, muhtelif manevralarına uygun buldu. Tarihi ve siyasi sebebler arasında en önemlisi, Kemalizmin şark vilayetlerinde şimdiye kadar emperyalizmin oyuncağı olan derebey unsurlarıyla çarpışıyor görünebilmesi sayesindedir. Halbu ki derebeyliğin kürdistanda ayaklandırdığı ve ayaklandırabildiği yığınlar için söz konusu olan şey, dini alet etmek veya emperyalizme alet olmaktan ziyade iktisadi ve milli baskıya karşı bir tepki idi. Yani Kürt halkı zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi emperyalizm .veya feodalizm yılanına sarılmaktan başka birşey yapamıyordu. Bu mazlum halkı acıklı durumda yalnız bırakmamak için onun özel durumunu tetkik ve tesbit etmenin zamnı artık gelmiş ve geçmiş bulunuyor. Çünkü bizzat emperyalizme alet olan zümreler bile, bu kitlelere arasında artık sırf dini tahrikatlardan başka usullerle propağanda ve hareket yaratmak teşebbüsündedirler. Bu ve buna benzer teşebbüsler karşısında Kemalizmin şimdiye kadar aldığı tavır, şimdiden sonrada tatbik edeceği tedbirler için de örnektir.

Kanlı te'dip seferleri -ilan edilmiş daimi sıkı yönetim-

askeri imha siyaseti! Kemalizmin şark vilayetlerindeki galip taktiği budur. Türkiye proleteryası ile onun keşif kolu bu militanist diktatoradan aynı derece bütün ezilenlerin bilinçli klavuzu olmak mecburiyetindedir. Şark vilayetleri meselesi bir milliyet meselesi olduğuna göre, meseleyi bu bakımdan araştırmakta, -dünyada yeni devrim dalgalarının yakınlığı nisbetinde- geri ve geç kaldığımız muhakkaktır.

YOLElbette ki soruna getirdiğimiz açıklık burada yaptığımız

alıntının çok ötesindedir. Bunu, Yol u okuyanlar daha iyi görebileceklerdir.

(SÜRECEK)

DİPNOT : (l),Bu savımızı kanıtlamak için o dönemde yayınlanan iki gazeteden alıntı yayınlayacağız. Yorumu okur kendisi yapsın:

"Soruşturma belgelerine göre sanıklardan Dr. Hikmet Kıvılcımlı Bcy'dcn gayrisi sorgu yargıcı huzurunda kendilerine yüklenmek istenen suçları itiraf etmişlerdir. Dr. Hikmet Bey ise, Komünistlikle esas ve prensip bakımından ilgili olduğunu inkar etmemekle birlikte sanık komünistlerle birlikte hiçbir ilşiksi olmadığım iddia etmektedir. Sanıklardan bazıları örgütle Hikmet Bey'in de ilgisi bulunduğunu söylemişler ve yüzleştirmede de bu noktayı tekrarlamışlardır." (Milliyet,27 Haziran 929)

"Lal İsmail Bey'in sorgusuna başlandı. Sanık, ifadesinin diğer bölümlerinde kendisinin DAYAK TEHLİKESİNDEN KAÇMAK IÇlN böyle ifade verdiğini anlattıktan sonra (...) Eylem ve ÖRGÜTLER ETRAFINDA UZUN UZADIYA AÇIKLAMALARDA BULUNDUĞU görülmekte idi." ( Davanın görüldüğü İzmir'de o zaman yayınlanmakta olan Hizmet Gazetesi 27 Haziran 1929)

Bunlar yansıyaanlar. Ya yansımayan polis ifadeleri ve provakasyonlar, onlar da, 'Emniyetin' tozlu arşivlerinde duruyor.

ti ...... I

Page 66: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

korkakcesur

cahilhakim

ve çocuktularve kahreden

yaratan ki onlardır,destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvasınasancaklarını elden yere düşürürler

ve düşmanı meydanda koyupkaçarlar evlerine

ve onlar ki bir nice mürtede hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır destanımızda yalnız onların maceraları vardır. Demir

kömür ve şeker

ve kırmızı bakır ve mensucatve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü

ve sahrave mavi okyanus

ve kederli nehir yollarının sürülmüş toprağın ve şehitlerin bahtı

bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti, karanlığın kenarından

onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.

En zalim aynalaraen renkli şekilleri aksettiren onlardırAsırda onlar yendi, onlar yenildi.Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için:'zincirlerden başka kaybedecek şeyleri yoktur' denildi.

Nazım Hikmet

Page 67: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8
Page 68: Çağdaş Yol Ağustos 1989 Sayı 8

İŞÇİ SINIFININ YİĞİT EVLADI, İLERİCİ DERİ—İŞ SENDİKASI BAŞKANI PROLETARYA SOSYALİZMİNİN ÖNDERİ KENAN BUDAK’I ÖLDÜRÜLÜŞÜNÜN

SEKİZİNCİ YILDÖNÜMÜNDE SAYGIYLA ANIYORUZ!

“ Zeytinburnu demek, Kenan demekti “ Bütün eski arkadaşları Kenan’ı bu sözle hatırlar. Zeytinburnu’nda yetişen v genç bir deri işçisi olarak devrimci kavgaya atılan Kenan Budak, yetiştiği topraktan hiç bir zaman kopm,adı. Zeytinburnu nda yürütülen devrimci mücadeleye ilgi göstermiş bir tek kimse yoktur ki, onu tanımamış, onun adını duymamış olsur Sınıf hareketine katıldığı halde Kenan Budak’tan habersiz kalan bir tek deri işçisi bulunamaz. Kazlıçeşme demek Kena demekti.

Kenan, son derece parlak ve ince zekasıyla, gelişmiş örgütçü yetenekleriyle, neşeli ruh hali ve içten davranışlarıyı eşine az rastlanır bir devrimci, gerçek bir işçi lideriydi. O her zaman sade, alçakgönüllü bir halk önderi olarak yaşar ve bir devrimci halk önderine yaraşır biçimde ölüme gitti.

Sınıf hareketine bir kez olsun sırtını çevirmedi, işçi sınıfının devrimci yeteneğinden bir an bile kuşkuya, güvensizliğ kapılmadı. Çünkü O, sınıf hareketinin içinden çıkmıştı ve sekiz yıl önce güpegündüz sokak ortasında polis kurşunlarıyı katledilinceye dek, devrimci proletarya hareketinin en ön saflarında yürüdü.

Zeytinburnu’nda yürütülen devrimci kitle çalışmalarının en önünde O vardı. Faşist saldırılara karşı direnişin militan ö1 cülerinden biriydi. İlerici Deri-İş Sendikasının örgütlenmesinde, DİSK’e devrimci sendikal perspektifleri egemen kılma mı cadelesinde Kenan Budak hep öndeydi.

O, zor günlerde kavgayı terk eden tanıdık çehrelerden, biri değildi. Gerçek bir yoldaş, yiğit bir savaşçıydı. Sıkışık ania da kaçacak fare deliği arayan basit bir yol arkadaşı olmadı, olamazdı. Çünkü O, bir büyük direnme ustasının: Dr. Hikm; Kıvılcımlı’nın öğrencisiydi. Proletarya sosyalizmine sıkı sıkıya bağlı, ustasına yaraşır bir öğrenci olarak yaşadı. İyi gün dos tu değil, zor günlerin adamıydı.

12 Mart’ın en karanlık günlerinde Kenan, kavganın içindeydi. Faşizme karşı bugün yeniden filizlenen proletarya direı cinin tohumlarını, Eylül sonrasının ölü topraklarına savuran gene O ilk olmuştur.

DİSK içindeki devrimci muhalefetin öncülüğünü yürüttü. Batırılan gemiyi terkedenlerden biri olmayı içine sindiremeze Çünkü, O proletarya sosyalizminin Onurlu bir önderi işçi sınıfının karagün dostuydu. Öteki DİSK yöneticileri gibi, ilk “ te lim ol” çağrısında Selimiye Kışlasının yolunu tutmadı” . Uluslararası İşçi Sendikalarının bütün davetlerine rağmen yi dışına çıkmayı kabul etmedi. Çünkü O’nun yapacak işleri vardı. Görevi bitmemişti. Hakkında “ Vur emri” çıkartıldığı ha de, deri işçileri arasında sokak sokak, fabrika dolaşarak direniş örgütünü yaratmaya çalıştı. İnançla, kararlılıkla ölümU üzerine yürüdü.

SEN BİZİM MÜCADELEMİZDE HEP PARLAYAN, DAİMA PARLAYACAK OLAN BİR IŞIKSIN KENAN. SENİN BEE3 NİNİ YOK ETTİKLERİNDE DERİ İŞÇİLERİNİN DEVRİMCİ EYLEMİNİ DE YOK ETTİKLERİNİ SANAN ZAVALLILAR 1 NE KORKU VE PANİK İÇİNDELER.

SENİN YAKTIĞIN ATEŞ, HAKKINDAKİ ÖLÜM FERMANLARINA RAĞMEN, BİR GÜN BİLE AYRI KALAMADIĞIN KAZ SOKAKLARINI BİR KERE DAHA SARMIŞ DURUMDA. SENİ YUTAN YEDİKULE TOPRAKLARININ HEMEN YANID, ŞINDA ÜÇBİNBEŞYÜZ PARÇAN DÜŞMANI İNAT KAVGANI SÜRDÜRÜYOR. BENCE YOK EDİLİŞİNİN —SEKİZİN YiLİNDA MÜCADELE AZMİN VE BİLİNCİN BİNLERCE BEDENDE YENİDEN CAN BULUYOR.

SENİ KATLETME CÜRETİNİ GÖSTERENLER, SONUÇLARINA DA KATLANACAKLARDIR. BUNUN HESABI ELBETj SORULACACAKTIR!

KIVILCIMI SEN ÇAKTIN, YANGINI BİZ PARLATACAĞIZ!