dem3 e d i t ö r ’ ü n n o t u ….. a fotoğraf: ertuğrul gazi budur (*reis bey isimli...
TRANSCRIPT
Kime uğrasam yerinde yok, kimse
kendine uğramıyor galiba ...
dem 2017 / Sayı 7
dem dergisi
KÜLTÜR & EDEBİYAT KULÜBÜ
yayınıdır.
Sosyal Medya Adresleri
dergidem
Dem Dergi
PDF Nüsha: https://www.albaraka.com.tr/dem-dergisi.aspx
3
Editör’ünNotu….. A
Fotoğraf: Ertuğrul Gazi BUDUR
(*Reis Bey isimli kitap’tan)
Yağmurlu bir geceyi göğsüme sıkıştırmış, pencereye çarpan damlaların sesini dinliyorum. Gök
gürültüsü ve şimşek seslerinin iliklerime kadar işlediği zamanlarımdan kalma korkularımla
sarılıyorum geceye… Yalnız şimşek seslerinin aydınlattığı zifiri karanlık, ruhuma doğru bir yola
sürüklüyor beni. Daracık patika yollarda yalın ayak yol yürüyorum. Yolun halinden benim ga-
riplememden belli yabancılığım…
İçime çekildikçe dışardaki seslerden uzaklaşıyor, başka bir dünyanın içinde mahşeri bir yerde
bitiyor yolum… Bir adam, kimsenin tanışık olmadığı kavramlardan kurulu cümlelerle sa-
vunma yapıyor. Adam kendi içine doğru konuşuyor ama sözler herkesin içinde aynı yankıla-
nıyor. Adam:
“Merhamet!!!
Baş aşağı bir cemiyeti başyukarı edecek bir kudret.
Acımasızca idama götürdüğüm çocuk bana;
buz çölünde yol alıyorsunuz demişti. Hepimiz, bütün insanlar buz çölünde yol alıyoruz. Aldığımız nefesler bile sipsivri kayalar şeklinde donuyor; bakarken gözle bıçaklıyor, dinlerken kulakla zehirli-yoruz…
Merhamet!!...
Yegâne kurtuluşumuz; herkesin herkesi affetmesindedir…
Çocuk; ‘ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz’ dedi…
Ağladıkça anlıyorum: Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim. Hem de öylesine kaybettim ki; dünyanın herhangi bir yerinde bir cinayet işlense de dünya çapında bir ses sorsa; katil kim? ‘Be-nim!’ diye haykırabilirim. Soğuk kış geceleri, çıplakların vebali benim boynumda… Ben suçluyum Reis Bey!!!”*…
Tekrar kendime dönüp duyduğum sözlerin içimdeki yankılarını arıyorum. Gözle görebildiklerim dilime dökülüyor: Uykularımızın bozulmasını istemediğimiz bu çağda, gerçeğe uyanamadımız için gerçekten uyuyamıyoruz. Dilimize her gelişinde merhametini de gönlünde hediye olarak getiren o kavramlarımızı bir bir kovduk cümlelerimizden. “Başka dünyalar başka kelimelerle kurulup inşa ediliyor”…
…
Sabah ezanıyla yeniden kuruluyor gün. Gece, akşamdan kendine emanet edilen ne varsa tek
tek sabaha teslim ediyor. Sabah bir müjde; sığmıyor göğsüme…
Ey geceyi sabaha kavuşturan! Biz, “kendi çeperlerimizi kana buladık.” Bize merhamet et, bize
merhamet ver.
Editör’ün Notu…
talip tosun
İÇİNDEKİLER
Editör’ün Notu ………………………………………….…………………………………………………………………………………………..…..….………….. iii
Bir Nesil…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….….……………5
Aygül DEMİRBAŞ
Mavi Limanda Yorgun İki Adam………..………………………………………………………………..………………….6
Yasin DEDEBEKİROĞLU
Hikâyeler ………………………………………………………………………………………………………………………………………………..…………………….………8
Mutlu AKGÜN
Söyleşi :
Resül Tamgüç İle “Edebiyat ve Modernizmi” Konuştuk.....................10
dem
Borsacı …………………………………………………………………..…………………………………………………….………………………….………….…….….....….13
Harun SELVİ
Çay Var, İçersen…..……………………………………………………………………………………………………………...………...……..…...….….18
Orhan GÜNEŞ
Kitap:
“Dava” ……………………………………………………………………………………………………………………………………..…………………..………..….…..….. 20
Ahmet Çağrı GÖKALP
Kale Arkası Tribünü ….………………………………………….………………………………..…………………..………….………….……...22
Cihan KARTOĞLU
Bir Yabancının Tanıdık Hikayesi-2……………….……………………………….………..………….………...24
Duran YARAR
Şimdi Olsa Gidebilir miydik? …………………………………..………….………………………………………….……..26
Büşra Yağmur YILDIZ
İstanbul (Şiir) ……………………...………………………………………….………………………………..…………………………………..….……….…...27
Nezih DOLMACI
Arka Kapak Şiiri: Sızı……….…………………………………………………………………………..………………………….……..….……………………………………….………….…….….………..28 Talip TOSUN…
Yönetim
Fatih BOZ
Yayın Yönetmeni
Talip TOSUN
Yazarlar Kurulu
Nezih DOLMACI
Harun SELVİ
Talip TOSUN
Yasin DEDEBEKİROĞLU
Ahmet Çağrı GÖKALP
Mustafa KILIÇ
Sosyal Medya
Büşra Yağmur YILDIZ
BASKI
İdari İşler Müdürlüğü
Yazılarınızı
Paylaşabilirsiniz
Bankamız çalışanları olarak
kültür, sanat ve edebiyat
üzerine çalışmalarımızı
dem’de
paylaşıyoruz
KÜNYE
5
Fotoğraf : Ertuğrul Gazi BUDUR
Bir Nesil
Mavi gök buluşmuş sevdasıyla. Dalga
dalga bulutlar. Ne yazılır esen rüzgâra
karşı…
Bir nesil ki karışmış toza toprağa. Balçık
düşlerin peşinde akıllar. Bir nesil ki
saman kâğıdından bile sarı
umutları.
Kuşlar kadar özgür olmayı bedelsiz
zanneden bir nesil…
Hâlbuki zaman karışık bir
bilmecenin en nadide ipucudur. Zamana
tutunan, bütün cevapları bir gün
muhakkak bulur. Bir nesil ki sabırsız,
sormadan bileyim istiyor, bakmadan
göreyim. Bir nesil ki koşar adım yanlış cevaplar arıyor…
Üstadım ezberledik te şiirlerini, yaşayamadık anlaşılan, ‘var birazda sen oyalan‘ dediğin
kadar varmış dünya…
Öyle bir zamana konduk ki bizler, imkânlar pervane, olmazlar olmuş… Fakat bir
uyuşukluktur gidiyor kirpik uçlarımızda. Gözlerimiz kâh aydınlık kâh dalmakta. Sanki bir
sır perdesi aralıyor her akşam o kara kutu. Sanki hayat ışığı sunduğu, zehir değil de.
Konuşlanmış salonumuzun en güzel köşesine. En kadim dostumuzu dinler gibi, derin bir
muhabbetle, gözümüzü bile kırpmadan, bütün gece… O anlatıyor biz dinliyoruz, öylece…
Müptelası olmuşuz bir tek düğmenin. Kesilecek olsa elektrik, dünyamız kararacak.
Tuşlar parmak uçlarımızın yeni ahbabı. Ne söylesek, ne dilesek parmağımızın ucunda.
Tam bir tur döneceğiz, öğreneceğiz, neler keşfedeceğiz derken yanıp sönüyor sosyal
ağlar. Kalabalık bir kimsesizlik içinde geziniyoruz. Hiçbir mahremiyeti kalmamış.
Kalbimizin bütün odalarını paylaşmışız, sunmuşuz, beğeni de almışız.
Hislerimizi paylaşmaktan, paylaşmadan yaşayamaz olmuşuz…
Elimizde marka poşetler. Artık bakkal poşetleri ayıplanır olmuş. Saksı çiçeklerinin de
modası geçmiş, çiçekli balkon sefalarının da. İnsanoğlunun zevki değişmiş. Artık güzeli
değil modayı beğenir olmuşuz. Öyle bir nesiliz ki biz beğenilmemek en büyük endişemiz.
Daha kendi mahallemizden bihaberiz, ama Avrupa’yı keşfetmek en içten hayalimiz…
Kitaplar, kitaplar yığılıyor üstümüze. Görmeniz lazım nasıl kaçtığımızı, canımızı
gerçeklerden nasıl kurtardığımızı. Mevlana’nın adını duymuşluğumuz çok,
okumuşluğumuz yok…
Ama ne yapalım annelerimiz işteymiş bizler büyürken. Eve ekmeği kim alır, yemeği kim
pişirir rolleri karıştırmış bir nesiliz biz.
Ekmek arası değil de fastfood yediysek kabahatli biz miyiz?
6
Mavi Limanda Yorgun İki Adam
1957 Yılında memleket hasretiyle kavrulan
bir yürekten dökülen bu dizeler yıllar sonra
aynı duygularla notayla buluşmuş ve kalple-
rimize do-
kunmuştur.
Yaşanmışlık-
ları, yaşana-
mayacak
olanları ve
yalnızlığı hayat defterine yazarak kalem ve
kâğıtla buluşmuş bu dizeler. Kim bilir hangi
halet-i ruhiye içinde yazıldı. İşte Nazım Hik-
met ve Cem Karaca’nın yürek yangınlarının
karşılık bulmuş hali “Mavi Liman” ya da diğer
bildiğimiz adıyla “Çok Yorgunum”.
Nazım Hikmet, onbeş ocak bindokuzyüziki yı-
lında paşa torunu olarak Selanik’te dünyaya
gelmiş bir subay, bir öğretmen ve bir şair. Ya-
şamının son anına kadar iftiralarla boğuş-
muş, yetmemiş vatan hainliği ile suçlanmış
bir şair. Düşünceleri uğruna hayatının otuz
yılından fazlasını hapislerde geçirmiştir. Kur-
tuluş savaşında cepheye gitmek için hükü-
mete başvuru yapmak maksatlı İstanbul'dan
Ankara’ya Arkadaşı Vala Nurettin ile yürüye-
rek giderken yaptığı gibi Anadolu halkının fa-
kirliğini onlarla birlikte aç kalarak yaşayan
şair.
Yazdığı birçok şiir Fikret Kızılok, Cem Karaca,
Fuat Saka, Grup Yorum, Ezginin Günlüğü,
Zülfü Livaneli gibi usta sanatçılar tarafından
seslendirildi. Birçok eseri de Yeni Türkü gru-
bunun eski üyelerinden Selim Atakan tarafın-
dan bestelendi. Tarihin ironisidir ki bu beste-
leri yapan kişiler de ya önceleri yahut sonra-
ları sürgüne gitmiş yahut aynı Nazım gibi çe-
şitli baskılarla karşılaşmıştır.
Nazım Hikmet gibi bir şairi sadece bu yazıdan
değil ön yargıları yenip birçok kaynağı okuya-
rak öğrenmenin doğru olacağını düşünüyo-
rum.
Muhtar Cem Karaca ise, bindokuzyüzkırkbeş
yılının nisan ayında Azerbaycan asıllı bir baba
ve ermeni asıllı bir annenin oğlu olarak Bakır-
köy’de dünyaya geldi. Aynı zamanda anne ve
babası da sanatçı olduğundan sesini ilk keş-
feden de annesi olmuştur. Buna karşın ba-
bası onun müzik yapmasını hiçbir zaman is-
tememiştir. Bindokuzyüzaltmış’lı yılların ba-
şında arkadaşlarının ısrarı üzerine şarkı söy-
lemeye başlamış ve bir müddet sonra da ar-
kadaşları ile müzik grubu kurmuşlardır. Niha-
yetinde Cem Karaca’nın müzikal kariyeri baş-
lamıştır. Bu başlangıç batı müziğinin etkile-
rini taşıyordu elbette. Bindokuzyüzaltmışbeş
yılında askere gitmesiyle Anadolu kültürünü
tanıma fırsatı bulmuş, sonrasında da Aşık
Mahzuni Şerif ile tanışarak kendine has mü-
ziğini oluşturmaya başlamıştır. Yıllar içeri-
sinde birçok farklı grupla çalışmış ve neticede
Cem Baba olarak gönüllerimizde yer edin-
miştir.
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
Nazım Hikmet Ran
7
Ölümüne dek 45’lik, Uzun Çalar (Albüm) ol-
mak üzere Türkiye ve Almanya’da ellibir adet
albüm yayınlamıştır. Tabi bu rakama top-
lama ve vefatından sonra yayınlanan albüm-
ler dâhil değil.
80’li yıllar herkesi olduğu kadar Cem Ka-
raca’yı da etkilemiş, yazdığı şarkılar siyasi bu-
lunmuş ve yurt dışı turnesinde bulunduğu bir
dönemde asılsız bir gazete haberi yüzünden
hakkında yasal süreçler başlatıldı. Her ne ka-
dar yurda dönmek istese de, bu denli asılsız
bir haber üzerinden kendisine ağır ithamlar
yapıldığı için dönemedi, dönmeyi de düşün-
medi. Bu süreçte Türk vatandaşlığından çı-
kartıldı.
Memleket hasreti yakıp kavursa da yüreğini
müziğinden, üretmekten vazgeçmedi. İşte
bu hasretle, yaşadığı ıstırapla kendi dünya-
sına kapandı.
Bindokuzyüz-
seksendört yı-
lında Al-
manya’da ya-
yınladığı Die
Kanaken albü-
münde yer alan
ve albümdeki
tek Türkçe
beste olma
özelliği taşıyan
(kendi deyimiyle müziklediği) sözlerini Nazım
HİKMET’in Mavi Liman şiirinin oluşturduğu
“Çok Yorgunum” şarkısıdır. Bu albüm, kari-
yeri boyunca yayınladığı tek Almanca albüm
olma özelliğini taşır.
Türkiye’ ye döndükten sonra müzik çalışma-
larına hız kesmeden devam etti.
Doksanlı’lı yıllarda bir dönem TV programları
da hazırlayıp sundu. Bindokuyüzdoksanyedi-
yılında Ağır Roman isimli filmde Resimdeki
Gözyaşları
isimli eseri
filmde yer aldı
ve bu durum-
Cem Kara-
ca'ya yeniden
popülerlik ge-
tirdi. 1999 yı-
lında Bindik
Bir Alamete...
isimli albü-
münü çıkardı
ve Kahpe Bi-
zans filmi için
üç parça kay-
dedip, filmde
ufak bir rolde
yer aldı.
İkibindört yılı-
nın soğuk bir
şubat günü
Cem Karaca
ellidokuz ya-
şında kalp krizi
geçirerek ha-
yata veda etti.
Ölümünden
on gün önce
dahil olduğu
bir albüm çalışmasında şöyle diyordu “Yalan
olur bir gün yalan, yaşadığın aşkın sevdan.
Yaradandır baki kalan! Hayat ne garip…” Çi-
leyle, savaşmakla, sabırla geçmiş bir ömür ve
ardında eskimeyecek sayısız eser.
Anılarına saygı ile.
Twitter:@ydedebekiroglu
YouTube: youtube.com/yasindedebekiroğlu
[Bu can emanet bedene sonunda sararlar kefene]
Cem Karaca (Allah Yar isimli eserinden)
* Bedava Yaşıyoruz
* İşte Geldik Gidiyoruz
* Canım Benim
* Yarım Porsiyon Aydınlık
* Ceviz Ağacı
* Çok Yorgunum
* Hep Kahır
* Çark-ı Felek
8
Hikayeler
(1)
-Croesus! Croesus! Tanrılar aşkına neredesin?
Diye seslendi Paenya.
Kızgın sesinde endişe taşıyan bir titreyiş vardı.
Şafağın henüz sökmeye başladığı bu anlarda
vadiye bakan evlerinin taş basamağında duran
Paenya’ nın gözleri önünde uzanan belli belir-
siz karanlık bir tabloda Croesus’ u arıyor ilikle-
rine kadar işleyen ayazda sırtına geçirdiği do-
kumasına daha bir sıkı sarılıyordu.
Tekrardan önünde uzanan bu büyük boşluğa
doğru haykırdı
-Croesusss! Croesussss!
Kendi sesinin aksinden başka bir şey duyamadı
Paenya. Bu sessizlik onu Croesus’ un yine tepe-
nin diğer yamacındaki küçük zeytinlikte olabi-
leceği fikrine götürmüştü. Hızlı adımlarıyla pa-
tikadan tepenin diğer yanına doğru yol almaya
başladı.
Vardığında şafak sökmek üzere idi. Civardaki
ağaçları mesken tutmuş kuşların kanat çırpış-
ları eşliğinde Croseus’a yaklaştı. İçinden sağ-
lam bir tekme atmak geçiyordu ki bir anda du-
raksadı, sesinde duyduğumuz o titreme artık
göğsüne sol yanına doğru inmişti.
Öylece yerde uzanmış yatan evladına baka-
kaldı. Genç Croesus Paenya’ nın on yıl önce
kaybettiği eşinden kendisine kalan yegâne
canlı hatıraydı. Büyüdükçe aldığı şekil, bürün-
düğü karakter babasını andırıyor sanki Tanrıla-
rın elleri sihirli bir dokunuşla onu ölen eşine
benzetmek için uğraşı-
yordu. Yıllar boyu tut-
kuyla sevdiği kocasının bu biricik figürası,
Paenya’ nın kalan ölümlü anlarının tek teselli,
mutluluk kaynağı idi.
Usulca dizlerinin üzerine çöküverdi. Acımasız
yılların kendisine hediyesi olan çizgilerle dolu
eliyle sevgili Croesus’ unun sarıya çalan saçla-
rını okşadı. Tatlı bir sesle
-Uyan Croesus! diye fısıldadı. Vaktin erdi ve
sen Tardes’ e gitmelisin…
(2)
Gözlerini usulca araladı, gördüğü kâbusun et-
kisinden olsa gerek bir an kendine gelemedi.
Kafasını çevirip duvarda asılı duran saate baktı.
-Tanrım ihtiyar bu kez beni öldürecek, deyi-
verdi Arkadiusz. Telaşla bir yandan hızla elle-
rine geçirdiği kıyafetlerini giyerken bir yandan
da gözleriyle gecenin karanlığında nereye fır-
lattığını hatırlayamadığı çoraplarını aramak-
taydı. Kendine kızsa da tarifsiz bir zevk aldığı
bu alışkanlığını hiç bırakamayacağını düşüne-
rek kapıya doğru yöneldi. Yerden aldığı çiftleri
soğuk ayaklarına geçirip çizmesini giydikten
sonra eskimeye yüz tutmuş tahta merdivenle-
rin gıcırtısı eşliğinde aşağı kata indi.
Zemine hiç ayrılmayacakmışçasına yapışmış
yarı kurumuş çamur lekelerini çıkarmaya çalı-
şan şişko Fionanın şinleyen bakışları eşliğinde
ateşin kenarında duran masalardan birine
Mutlu AKGÜN
9
oturmuştu. Karanlık çağların canavarlarını kıs-
kandırırcasına homurdanan karnının gurultu-
sunu bastırabilmek adına Fiona ya muhabbet
dolu bir bakış fırlattı. Nazik ama pişman bir
edayla
-Rica etsem bana içecek bir şeyler ve yulaf la-
pası getirebilir misiniz Bayan Fioana dedi.
Sesin Fiona’daki yankısı uzun kışların ardından
bahara ermiş hayvancıkların mutlulukla delilik
arası dansı gibiydi. Dünya üzerindeki ağırlığını
hiçe sayar bir atiklikle platoniğinin emrini ye-
rine getirmiş baştan aşağı kendisini süzen cü-
retkâr bakışlarını yanına alarak birkaç adım
ötedeki işine geri dönmüştü.
Kahvaltısını hızlıca bitiren Arkadiusz ceketinin
cebinden çıkardığı birkaç buçukluğu masaya
bıraktı. Hanın dışarıya açılan kapısını araladı-
ğında erken kışın habercisi kuzeyin soğuk
rüzgârı ile yüzünün yandığını hissetti. Şapka-
sını kafasına sıkıca geçirip atkısını yokladı.
Rüzgârla iyice aralanmış kapıdan adımlarını
atarak kendini sabahın telaşlı kalabalığına bı-
raktı…
(3)
Hiçbir zaman sevmediği bu kalabalığın ara-
sında caddeye doğru hızlı adımlarla yürürken
bir an kafasını kaldırıp gökyüzüne çeviriverdi.
Etrafını çevreleyen gökdelenlere bakarken ba-
harın bu puslu sabahında güneşi görememek
ne kadar da acı verici diye düşündü.
-Sanki hepsi yeryüzü mezarlığında yükselen bi-
rer mezar taşı gibiler dedi içinden.
Hajime için güne sonu gelmeyen bir telaş içe-
risinde başlayıp uzun bir metro yolculuğu son-
rasında işe varmak, akşamın geç saatlerine ka-
dar makine coşkusunda çalışmak zorunda kal-
mak, kendi için arada bir arkadaşlarıyla dışa-
rıda oyalanmak, eve dönmek, birbirinin kop-
yası günleri içindeki o kocaman boşluğa teker
teker bırakmak zorunda kalmak sanki her gün
ruhuna vurulan ilahi bir cezanın kırbacı gibiydi.
O gündüz hayallerinin efendisiydi. Kurduğu an-
lık hayallerinde kâh eskilerin efsanelerinin bir
kahramanı olur, bilinmez kötülüklere karşı sa-
vaşır, aşılmaz engelleri aşarken kâh yaşanma-
mış uzak geleceklerde an be an değişebilen
rollerin bitmeyen sürekli değişen senaryo-
sunda kendini bulur andan kopar bir nebze ol-
sun kırbacın acısından kurtulurdu.
Efendi Hajime metrodaki trenin yaklaşma se-
siyle kendine gelmiş trene binmek için birbirini
iteleyen kalabalığın gürültüsüyle rutinine geri
dönmüştü. Bu kaotik harmoniye kendini bıra-
karak içeriye atlayıp etrafını çevreleyen mas-
kelerin donuk, robotik yüzlerini gördükçe daha
bir daralan ruhu uzaklara kaçmak istedi.
-Var olan yüzlerde bu denli bir hiçlik. Garip
dedi içinden.
Hajime büyük sayılabilecek bir şirkette çalışan,
iyi kazanan iyi giyinen, çevresinde saygı gören
genç bir doğulu idi. Fena sayılmayacak bir dai-
reye, kenarda yeteri kadar birikime, kısacası
ihtiyacı olan çoğu şeye sahip bu adam işinde
çok sıkı çalışmasına rağmen ömür boyu çalış-
manın fikrinden dahi tiksiniyor içinden taşıdığı
bu zincire vurulmuşluk duygusundan bir gün
tamamen kurtulmayı arzu ediyordu.
-Bir şeyler yapmalıyım diye kendine seslendi.
-Tüm bunlardan, bu habis hayattan kurtulma-
lıyım diyerek gözlerini trenin penceresinden
dışarıya belli belirsiz görebildiği ufka dikti...
devam edecek (inşallah)
10
Zaman önlenemez bir hızla akıyor. Zaman hız-landıkça gözlerimizin önünden hızla geçen bir eşyanın flu gözükmesi gibi gözlerimiz flu gör-meye başlıyor. Tabi, insanın bir başka insanı görmesi/görebilmesi de bu halden nasibini alı-yor.
Modern zaman hallerinden bahsediyorum; ra-kamların, şekillerin ve imajların insanı peşin-den çekip sürüklediği dönemden yani zamane-mizden… Her şeye elimiz yetiştiği halde aradı-ğımız o huzurun bizi bulması neden?
Edebiyat ortamı içinde büyümüş ve edebiyat ortamına kendi ifadesi ile “meccanen” katkı yapmaya çalışan değerli arkadaşımız şair ve edebiyat emekçisi Resul Tamgüç ile edebiyat ve modernizmi konuştuk.
Buyurun, bir tabure çekin sohbetimize…
Resul bey, öncelikle siz tanıyabilir miyiz?
1982 Ankara’da doğdum. Beş-altı yaşından bu yana İstanbul’da yaşıyorum. Sırasıyla okun-ması gereken okullarda okuduk. Onbeş yıldır muhasebeci olarak farklı yapılardaki özel şir-ketlerde çalıştık. Üç yıl önce Albaraka Türk’e in-tisap ettik. Evet, intisap sözlük anlamı “bağ-lama, girme” olan intisap.
2000 yılından itibaren şiir ve yazılarımızı yayın-lamaya başladık. Onyedi yıl önce şair Mürsel Sönmez yönetiminde, geniş ve seçkin bir kadro ile kurulan İstanbul Bir Nokta edebiyat dergi-sinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Son dokuz aydır da derginin yayın yönetmenliğini yap-maya gayret ediyoruz. Diğer taraftan da dergi-nin kitap yayınlarının editörlüğünü iyi güçlü bir
kadro ile yapıyoruz. Bunlar bir ideal için mec-canen yapılan işler.
Edebiyatla hemhal olmanız nasıl başladı?
Edebiyat ilgimiz lise yıllarında başladı. Lise yıl-larını bilirsiniz. İnsan o zamanlarında hayatın alfabesini sökmeye çalışır. Ne okusa ne görse dünyasına kocaman boyutlarda düşer. Bir çakıl taşı bir lisenin dünyasına kaya boyutunda dü-şer. O zamanlarda okumaya başladık. Birçok alanda okuma yaptık. Bu okumalarda sanırım mizacımız gereği edebiyat ağırlık kazandı. O za-man bizim edebi eserleri okumamız bir tavır al-mamızdı. Sanırım ilk o yıllarda okudum Sezai Karakoç’un İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü’nü ve Yitik Cennet’ini, Muhammed Kutup’un Çağdaş Fikir Akımları’nı, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’nı, Mevlana’nın Mes-nevi’sini... O zamanki okumalar bir ideal çerçe-vesinde yapıyorduk. Bir büyük hayali gerçek-leştirebilme işinin bir gün gerektiğinde bir ucundan tutabilmek için.
Edebiyatla tam olarak hemhal oluşumuz on-yedi yaşındaki İstanbul Bir Nokta edebiyat der-gisi ile başlar. Şimdi bakıyorum geriye, derginin 188. sayısı çıkmış, kenarda yayınlanmış üç şiir kitabımız var. Dergiyle büyümüşüz. Dergi sa-dece yazı ve şiirleri derlememiş bir ortak ideali taşıyan insanları da derlemiş. Sizce edebiyat insanın neyi olur? Edebiyat insanın türkü, şarkı söyleyebilme ve hayal kurabilme yetisi oluyor. Bir insanın bir başka insanın fikir ve ruh dünyasına girebilme,
RESÜL TAMGÜÇ
ile
Edebiyat ve Modernizmi
Konuştuk
Söyleşi: talip tosun
11
başkasını anlayabilme yetisi oluyor. Bu soru-nun yazar ve okur cephesinden verilebi-lecek birbirinden farklı ce-vapları var. Ama her iki tara-fın da vereceği ortak cevap-lar; insan kalabilme, kıstırı-lan yaşamlara pencere aça-bilmek olacaktır.
Edebiyat, modern insan ya-şamına ne öneriyor?
Edebiyat yüzde yüz masum olan, yekpare bir şey değil. Zehir olan, kendi zehirine panzehir olan, şifa olabilen bir güçtür edebiyat. Burada iyi ve kötü bağlamında bir ayrım yap-mak gerekiyor. İfsat eden edebiyat, ıslah eden edebiyat. Sahici edebiyat insanı tümden izah etmenin kaygısındadır. Sahici edebiyat yazarı, yaza yaza; okuru ise okuya okuya Tanrı’yı bu-lur. Zaten başka varılabilecek bir yer de yok.
“Modern insan” kelimesinin yaldızlarını biraz dökelim isterseniz. Modern denince zihinlere medenî görüntüler, imajlar düşüyor. Oysa mo-dernin sözlük anlamı çağdaş, çağcıl yani günü-müz demektir. Günümüz insanı bir yönü ile medenî olmanın uzağındadır. Günümüz insanı irticacı olmuştur, rücu etmektedir; nereye? Taş devrine. Taş devri insanlarının mağara resimleri ile anlaşması gibi biz de artık Instagram örneğinde olduğu gibi resim-ler ile anlaşıyoruz. Değer üretmekten gittikçe uzaklaştıran, sürekli tüketimi teşvik eden, obezleştiren bir zamanda-yız. “Tuhaf zamanlara kalasınız” diyen Çin atabedduası tuttu bizi.
“Modern insan” imajlarla yönetiliyor. O yüzden öneriye açık değil. Öneri istemi-yor kesin komutlar vereceksiniz. Edebi-yat ise “sen insansın, hürsün, kendini gerçekleştirebilirsin” diyor. Okumak is-temiyor, fikre varmak istemiyor gör-mek ve itaat etmek istiyor modern in-san.
Peki, ne yapacağız bu açmazda. Direneceğiz. Her alanda direnecek insan. Edebiyat bunun bir yönüdür. Onlar “insan tükenen bir varlık”
diyecek biz “insan, kutsaldır” diyeceğiz. Onlar “sınırsız ihtiyaç, sürekli harca, tüketerek yaşa,
faiz” derken biz “kanaat, tasarruf et, üret ve pay-laş, faiz emek sömürüsü-dür” diyeceğiz. Kazan-mak beni ilgilendiren bir sonuç değildir. Vicdan aynamız temiz kalsın ye-terli.
Yani modernizm, insanı zamanın en teknolojik döneminde en ilkel ileti-şim şekli ile yaşamaya
mecbur mu ediyor?
İşaret etmek istediğimiz şey araçlar, aygıtlar değil. Güvercinle mi Facebookla mı haberleşir-siniz, atla mı uçakla mı gidersiniz işinize, bunun bir medeniyet inşa etmenin temelleri ile direkt ilişkisi yoktur. Zihni bir körleştirme, temyiz ye-teneğinin yitirilmeye başlanması, her bilginin yenisi gelene kadar doğru kabul edilmesine, alt bellekte yapılan manipülasyonlara işaret edi-yoruz. Zihin aldığı bilgiyi daha önceki var olan bilgilerle harmanlar, akletmek yani bir birinden farklı olguları birbirine sürtebilme yetisidir. Ör-neğin mimari, bu gün Mimar Sinan’nın bir ese-rinin aynısını daha sağlam bir şekilde yapacak
bir teknolojiniz var. Ama hala onu taklit ediyo-ruz. Çünkü teknolojik olarak geliştik ama yapıyı inşa edecek üst bir sanatı, zevki yakalayama-dık, taklit ettiğimize göre de geri kaldık.
“Modern insan” imajlarla
yönetiliyor. O yüzden öne-
riye açık değil. Öneri iste-
miyor kesin komutlar ve-
receksiniz. Edebiyat ise
“sen insansın, hürsün, ken-
dini gerçekleştire bilirsin”
diyor.
12
Modern olmak, zamane olmak üst değerlere sahip olduğunuz anlamına gelmiyor. Modaya uymak temel, evrensel ve insani değerlere uy-mak değildir. Türk modernleşmesinin hatası da buradadır. Metazori, şekilci ve batının eşiti ol-maya çalışma gayesi. İlerleme batı felsefesinin “Ecce Homo: Üst İnsan” dediği bizim medeni-yetimizin de “İnsan-ı Kamil” “gaye insan” ol-maya doğru bir adım atılması, sıçrama yapıl-masıdır. İnsan merkezinde olduğu eşitlikçi bir yaşam oluşturmaktır.
Edebiyatın da görsel formları var, sinema ör-neğin? Bu görsel alanı nereye koyacağız?
Edebiyat kalem, kâğıt ve kelimelerle yapılıyor. “Gör-sel şiir” diye bir moda çıktı bir ara o da hızla eskidi ve çöp kutusuna ede-biyat tari-hine ge-
çemeden gitti.
Sinema ise farklı bir disiplin-
dir. Uzun tartışmalar sonucu yedinci sanat
olarak kabul edildi. Resim, müzik, tiyatro, dans, mimari ve
edebiyattan beslenen -bilhassa edebiyattan beslenen- yeni bir sanat
türü olarak kabul edildi. Uzun tartışmalar de-dim zira saray hokkabazlarının yaptığından farkı nedir diye düşünülmüş bir dönem. Ama esaslı örnekleri ortaya konulunca sanat oldu-ğuna ikna olmuşuz. Bu gün toplumun teveccüh etmesi bakımından sanat dallarının en güçlü-südür. Gene söyledim noktaya geleceğim sa-nat, “İnsan-ı Kamil” “gaye insan” olmaya doğru sıçrama mıdır o mühim.
Edebiyat, insan kalmayı öğütlüyor diyorsu-nuz. Örneğin şiirin insana öğrettiği nedir?
Günümüz şiiri insana bilgi anlamında bir şey öğretmez. Öğretmesi de gerekmez. Eskiden şiir, bilimin düşüncenin diliydi. En girift mese-
leler şiirle anlatılırdı. Bu uzun bir bahis edebi-yat teorisine girmek ve dahi kutsal kitapta şa-irler hakkında söylenenler çerçevesinde ko-nuyu değerlendirmek gerekecektir. Bu söyleşi-nin çerçevesini zorlayacaktır. Bu kadar da sıkıcı olmayım. Şiir insana maddeden müteşekkil ol-madığını, ruhu, hisleri olduğunu, aklının oldu-ğunu tecrübe ettirir. Şimdi insanlar şiirden hatta kitap okumaktan hoşlanmadıklarını söy-lüyorlar gururla hem de. O zaman anlıyorum insanlar neden bu kadar hoyrat birbirine karşı.
Kendi yaşam alanımıza dönecek olursak, banka çalışanı olarak rakamlar dünyasındaki yoğun mesainizden sonra edebiyat çalışmala-rını nasıl sürdürüyorsunuz? Bu iki dünya ara-sında savrulma yaşıyor musunuz?
Batı sanatı ve düşüncesinde var olan, bizle-rinde kendi değerlerimiz, geleneğimiz çerçeve-sinde mütalaa etmeden kabul ettiğimiz bir şey: Sanatçı bohem olur, toplumdan soyutlar ken-dini. Dalgın olur. Bizim medeniyetimiz de ise şair münzevidir ama dalgın değil dinç bir bi-linçle hayatın, mücadelenin içindedir. Parça buçuk insan değil tam insan olmak zorundadır sanatçı. Dolayısı ile iki farklı dünya olarak gör-müyoruz. İkiyi bir görüyoruz. Bir birinin ta-mamlayıcısı, uzantısı olarak görüyoruz.
Bir de helal ekmek kazanmayan helal düşüne-mez. Zihin yorulduğunda dinlenmek için başka bir işe koyulmalıyız. Yoğun mesai sonrası kitap okumayı dinlendirici bulmuşumdur.
Rakamlarla mesaiye gelince, kelimeler izahat gerektirirken rakamlar apaçık bir anlam olarak duruyor, okumanız yeterli sadece.
Son olarak, kurum personellerinin çalışmala-rının yer aldığı dem dergisi hakkında değer-lendirmeniz alabilir miyiz?
Bir alanda iyi, başarılı olabilmek için başka alanlarla kendini beslemelidir insan. Katılım bankacılığının üst değerlerinin göstergesi ola-rak kurumunun böyle bir zemin sağlamasını anlamlı buluyorum. Bu kurumla iftihar etme nedenlerimden biridir. Ciddi bir emek ürünü dem dergisi. Allah emeğinizi zâyi etmesin, var olun.
Çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
13
BORSACI
O gün, bu köhne apartmanın bodrum katında geçip gitmekte olan ömrümün belki de en gü-zel günlerinden birisiydi.
Fakirlik ve sefaletin hayatımda açtığı yaralar kabuk bağlamış, çaresizliğin getirdiği keder ge-rilerde kalmıştı.
Huzur ve sükûnet, ferahlık veren ışığıyla kal-bimi aydınlatmıştı o gün.
Oysa her sabah, bodrum katının ıslak merdi-venlerinden, karanlık ve rutubetli odalarından, tıpkı bir dehlizi andıran loş koridorun kuytu kö-şelerinden etrafa yayılan iğrenç kokular, bo-yası dökülmüş duvarlardan, küflenmiş ahşap döşemelerden, is ve yağ içindeki eski bir tez-gâhın bulunduğu evin köhne mutfağından yük-selen kokulara karışır, bu kasvetli bodrum ka-tının pencerelerinden sızan acılarla birleşir, ze-hirli bir ok gibi boğazıma saplanırdı hep. Hüzünlü bulutlar bir sis gibi çökerdi üstüme. Acılar yüreğimi dağlardı.
Şimdi ise, bu koyu sis bulutu ılık bir rüzgârla da-ğılıp gitmiş, birden bire bir gül ve ıtır bahçe-sine dönüşmüş, bir ikindi vakti toprağa düşen yağmur gibi serinletmişti kalbimi huzur. Eski zamanların o sakin, o durgun bir gölü andıran günleri geri gelmişti nihayet.
Ki o zamanlar ben de, tıpkı diğer insanlar gibi neşe içinde, huzur ve sükûn içinde tatlı bir ha-yat sürerdim. Aldığım maaş, sahip olduğum dostlar, kalbimde biriken sevinç bana yetip de artardı. Günler bir su gibi akıp giderdi hiç durmadan.
Sakin bir ırmağın kolları gibi beni sararken ha-yat, bir değirmende öğütülür gibi un ufak olup gidiverirdi zaman. Mutluluk, bir gölge gibi pe-şimde dolaşırdı, tatlı bir meltem gibi saçlarımı okşardı hiç durmadan. Tâ ki bir gün, Faik denen o amatör borsacının, o muhasebeci görü-nümlü borsa simsarının tuzağına düşüp, etra-fımı tıpkı bir örümcek ağı gibi sarmasına izin verdiğim zamana kadar.
Faik’in. Nam-ı diğer bizim Borsacı Faik'in.
Faik o günlerde, çalıştığım şirketin çek ve senet işlerine bakar, bir nevi mûtemetlik yapardı. Şirketin bankalardaki işleri, müşterilerden ya-pılacak tahsilatlar, çalışanların maaşları, döviz bürolarındaki koşturmacalar hep onun sorum-luluğundaydı. Şirket ortaklarının özel işleri, resmi dairelerden gelen yazıların takibi, vergi dairelerindeki alen-girli işler ve bilumum raporlar ondan soru-lurdu. Üstelik Faik bunca işin arasında ekonomik ge-lişmeleri izlemeye de vakit ayırır, borsadan dö-vize, altından faize kadar tüm piyasa hareket-lerini, pariteleri, endeksleri, döviz rezervlerini, enflasyon ve dış ticaret hacmine ilişkin dönem-sel verileri bir ekonomist gibi takip eder, ken-dince spekülatif bir takım tahmin ve yorum-larda bulunur, çevresindekileri de bu ilginç gö-rüşleriyle etkilerdi.
Harun SELVİ
14
Tahvil ve bono piyasaları, kıymetli metal bor-saları, hububat fiyatları, çeşitli sektörlere ait verilerle de yakından ilgilenir, Dow Jones’dan Nasdaq’a, Bovespa’dan Şangay’a, Stan-dart&Poors'dan Nıkkeı'ye kadar bütün ulusla-rarası borsaları, Meksika Pesosunu, Polonya Zlotisini, Rus Rublesini, Malezya Ringitini ve daha bir çok yabancı para birimindeki hareket-leri büyük bir dikkat ve titizlikle takip eder, bil-hassa piyasaların o hararetinin yükseldiği krizli zamanlarda bu hareketliliğe bağlı olarak O’nun da tansi-yonu düşer yada yükselirdi.
Paladyum, kalay, çinko, bakır ve nikel fiyatlarının yanısıra yağlı tohumlar, kompoze gübre, pamuk, şeker, buğ-day, mısır ve kakao fiyatla-rına da ayrı bir ilgi duyar, başta brent tipi olmak üzere ham petrol fiyatlarını takip etmeyi de ihmal etmezdi.
Böylece, Asya Pasifik piyasa-larından Amerikan piyasalarına, gelişen piya-salardan Avrupa Borsalarına varıncaya kadar birçok piyasa hakkında derin –hatta gereksiz- bilgilere sahip olur, analiz ve yorumlarını bun-larla süsler, başta yemekhane salonu olmak üzere dost ve arkadaş meclislerinde bu bilgile-rini bizimle de cömertçe paylaşırdı.
Faik'in bilhassa döviz fiyatlarındaki öngörüleri ile borsadaki hisse senedi hareketlerine dair yorumları sıra dışıydı, enteresandı.
Kısa, orta, uzun vadeli trendler, günlük hare-ketli ortalamalar, momentum indikatörleri, alım ve satım bölgeleri, yatay ve dikey hareket-ler, destek ve direnç noktaları, volatiliteler, Bollinger bantları, gevşemeler, hacimsiz seyir-ler, faiz koridoru alt ve üst bantları gibi kav-ramlar sevgili Faik’in en sevdiği analiz argü-manlarıydı. Ucuz hisseler, alım ve satım zamanları, dövizde alınacak pozisyonlar, altın piyasasındaki fırsat-lar gibi konulardaki görüşleri de oldukça merak edilir, tüyolar, tavsiyeler ve taktikler için hep O’na başvurulurdu. Başvurulurdu başvurulma-sına da, arkasında bıraktığı bir yığın mağdur ve
kurbana rağmen, bir yığın finansal enkaza rağ-men Faik'in öngörülerinden istifade etmek is-teyen gafillerin sayısı nedense bir türlü azal-maz, aksine artardı. Zira o günlerde, şirket ça-lışanları olarak Faikten ve yorumlarından bir türlü vazgeçemez, ateşte yanmak için kanat çırpan pervaneler gibi etrafında uçuşur, du-rumu biraz daha abartıp dramatize etmek ge-rekirse, Stockholm sendromuna tutulmuş cel-ladına aşık biri gibi boynumuzu hep ona doğru
eğerdik ne hikmetse. Ekono-mistin olmadığı yerde ön mu-hasebeciye broker derdik çünkü.
İşin tuhaf tarafı, Faik'in bu ön-görülerini merak eden, istifade etmek için yanıp tutuşan, vo-leyi vurup kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenlerden birisi de ne yazık ki bendim. Borsa ve dövizde Faik’ten al-dığı tüyolarla mağdur olmuş, varını yoğunu bu yola harcayıp kaybetmiş Selim ve Çetin kar-
deşler gibi Faikzedeleri biliyor olsam da aldırış etmemiş, Pekmezci Ünal, Torpido Kazım, Bak-kal Mustafa Abi ve Tüpçü Ufuk Amcanın başla-rına gelenlerden hiç ders almamış, aksine şey-tana uymuş ve Faik denen o borsacı bozuntu-sunun, o çakma ekonomistin, o broker müs-veddesinin tuzağına ben de düşüvermiştim işte.
Ok yaydan çıkmıştı bir kere.
Paranın, daha çok para kazanacak olmanın ha-yali ruhumu esir almış, gözlerimi karartmıştı o günlerde. Basiretim bağlanmıştı, para kazanma hırsı göz-lerimi kör, kulaklarımı sağır etmişti. Kimsenin, ama hiç kimsenin uyarılarını dinlemek istemi-yor, kulak asmıyordum hiç söylenenlere. “Siz ne anlarsınız ki be” diyordum üstelik, akıl vermek isteyen kendini bilmez kıskanç sefil-lere. Resmen kaşınıyordum anlayacağınız.
İşte böylece, ben de tüm varlığımı Faik'in işaret ettiği o kağıdın varlığına armağan etmiş, sonu
15
hüsranla bitecek bir maceranın da fitilini ateş-leyivermiştim. Kandıradaki arsayı, babadan kalma daireyi, Ku-zuluktaki yazlığı satmış, hanımın bilezikleri, oğ-lanın sünnet paraları, küçük kızın kumbarasın-daki harçlıkları ile birleştirmiş, gözümü hiç kırpmadan, bir an bile tereddüt etmeden bor-saya yatırıvermiştim.
Şunca yılın muhakemesi güçlü kişisi, mantığı duygularının önünde koşanı, basiret kat sayısı tavan yapmışı, yani ben, hata yapacak değil-dim ya. Vardı benim de bir bildiğim, kendime göre bir plan ve pro-jem.
Hem üstelik aldığı tü-yoyu yalnız benle pay-laşmış ve bunu kim-seye söylememem ko-nusunda da sıkı sıkı tembih etmişti Faikci-ğim. E haklıydı. Tüyo-lar öyle sağda solda söylenmeye gelmezdi, gelmemeliydi.
Öyleki bu harika tü-yoyu duyunca benim de önce ağzım kulak-larıma varmış, sonra elimi usulca ağzıma götürüp sağdan sola doğru tıpkı bir fermu-arı kapatır gibi hare-kette bulunmuş, O’na bu bilgiyi kimseye söyle-meyeceğime, sadece ben de kalacağına, be-nimle birlikte taa mezara kadar gideceğine dair güvence vermiş, yemin billah ederek, “ekmek Kuran Mushaf çarpsın Faik” diyerek güvence üstüne güvence de vermiştim üstelik.
Bana güvenebilirdi Faik.
Ağzım sıkıydı.
Sıkıydı sıkı olmasına da, çok sonraları, verdiğim bütün bu güvencelere, içtiğim bütün o yemin-lere rağmen Faik'in aynı tüyoyu benim dışımda daha bir çok kişiyle de paylaştığını duyacak, üs-tüne üstlük köftehorun bu tüyolar karşılığında milletten cüz’i bir komisyon da aldığını öğrene-cektim.
Dahası, bindokuzyüzdoksandört yılının ilk ayla-rında aldığım bu bin lotluk hisse senedinin de-ğeri de o yılın nisan ayında patlayan ekonomik kriz sonrası tepe taklak olacak, aldığım kağıt borsanın en çok işlem gören hissesi olmakla kalmayıp, en çok değer kaybeden hisse senedi olma ünvanını da kimseciklere bırakmayacaktı. İçimden o sıralar, “ah ulan Faik ah, senin de, tüyonun da, taktiğinin de…” diye başlayıp de-vam eden düşünceler geçirsem de, her gördü-ğüm yerde Faik'in yüzüne doğru çemkirip say-dırmak istesem de faydası olmuyor, verilen na-
sihatlara kulak as-mamanın, bütün yumurtaları aynı se-pete koyup taşıma-nın, Faik gibi amatör bir borsacının tavsi-yelerine uyup ne idüğü belirsiz bir ka-ğıda tüm mal varlı-ğımı hibe etmenin cezasını çekiyordum çaresizce.
Oh olmuştu bana işte.
Bunu hak etmiştim.
Lakin o günlerde, asıl öldürücü dar-beyi çalıştığım şirke-tin bindokuzyüz-doksandört krizinde
küçülmeye giderek beni de işten çıkarmasıyla yiyecektim. Mayıs ayının onsekizinde elime tutuşturulan ve içinde kısaca "görülen lüzum üzerine iş ak-diniz feshedilmiştir, saygılarımızla" yazılı bir kağıt bulunan "kişiye özel" mühürlü sarı renkli bir zarf, borsadaki kayıplarımın üzerine tüy di-kecek, kabası bitmiş inşaatın duvarlarını şöyle ince bir harç tabakasıyla iyice bir sıvayacaktı. Böylece de, varımı yoğumu borsada kaptır-mam yetmezmiş gibi şimdi bir de işsiz kalacak, çoluk çocuk aç, sefil bir hale düşecektik bu koca şehirde.
16
Neyse ki o günlerde, çocukları anneleriyle birlikte Beykoz’daki anneannelerinin yanına yerleştirmem beni biraz olsun rahatlatmış, içimde buruk bir duyguya neden olmuşsa da sevindirmiş, en azından artık çocukların sıkıntı çekmeyecek olmalarını bilmek beni bir nebze de olsa teselli etmişti.
Oysa bunların daha başlangıç olduğunu, en sonunda karımın da beni terkederek süreci taçlandıracağını, yıldırım hızıyla ve tek cel-sede benden boşanarak beni önce hafiften “vurun ulan vurun ben kolay ölmem” mo-duna, ardından da “seni yenicem İstanbul” tadında gereksiz bir naifliğe sürükleyeceğini ama en sonunda yelkenleri suya indirip ka-bak gibi ortada duran şu acı gerçeği kabul-lenmeme vesile olacağını ise ne yalan söy-liyeyim bilemezdim.
Faik mi ?
Faik o krizde işini korumuş, benim gibi kapının önüne konmamıştı ne hikmetse. Kurduğu özel ilişkilerin faydasını görmüştü pabucumun bor-sacısı. Gemisini yüzdürmesini bilmişti yine. Bu durum ise benim canımı daha da fazla sıkmış, içimde biriken öfke ve kıskançlık su üstüne çıkarak adeta sörf yapmıştı. Ve zamanla bir intikam hırsına dönüşmüştü öfke nöbetlerim. Gizlice beslediğim kin gözlerimi kör etmişti. Öfkeden çıldırmış, sinirden ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim.
İvan Drago’dan arkadaşı Apollo’nun öcünü al-mak için yanıp tutuşan Rocky Balbao gibiydim edeta. Zira borsadaki kayıplarımı bir türlü hazmede-miyor, kendimi yiyip bitiriyordum. Ve bunun tek sorumlusu olarak da bizim Faik Efendiyi gö-rüyordum üstelik. Bense masumdum. Sütten çıkmış ak bir kaşık gibi masum hemde…
Ve işte böylece yıllar hızla akıp gitmiş, acılarım nasır bağlayıp sıradanlaşmıştı. Hayat hiç çalış-madığım yerden sormuştu bu kez bana, hiç ummadığım kıyılara sürüklemişti rüzgâr beni. Mutsuzluk, paslı bir bıçak gibi saplanmıştı kal-bimin üstüne. Genç Werther’in Acıları ile boy ölçüşür hale gelmişti acılarım.
Derken bir gün, hayatımın belki de en güzel olaylarından birisine şahit oldum. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir kahveha-nede, o her zamanki yerimde, koyu gölgeli bir çardağın altında kös kös oturup duruyorken hem de.
O gün, tüttürdüğüm ucuz sigaranın dumanını dudaklarımı büzüştürüp olimpiyat halkaları şekli vererek etrafa savuruyor, sanki tüm işim gücüm buymuş gibi yoldan gelip geçenleri sey-rediyor, kendi halimde bir sandalyede pinekle-yerek vakit geçirmeye, hayatın anlam ve önemi üzerine düşünmeye, kendi çapımda bir takım felsefi tezler geliştirerek felsefe dünya-sına katkı sunmaya çalışıyordum bizim meşhur Sezai’nin Yerinde.
Tembelliğin ve işsiz güçsüzlüğün hakkını ver-meye, keçiboynuzu kıvamında olsa da hayatın tadını çıkarmaya çalışıyordum.
Ama o an birden bire, sokağın başında beliren eski model bir kamyonetten yayılan metalik bir ses, bu benim kendi halindeki dünyama ulaşıp dikkatimi çekmiş, o an büyük bir merak içinde arkama dönerek sesin geldiği yöne doğru bak-mama yol açmıştı. Bir kamyonetin içinde elin-deki cızırtılı hoparlörle hiç durmadan bağıran orta yaşlı birisi, amacına ulaşmış ve benim gibi tüm mahalle sakinlerinin de dikkatini çekmeyi
17
başarmıştı işte. O sıra, başlarını evlerinin pen-cerelerinden büyük bir hiddetle dışarı doğru uzatan bazı kadınlar “kes sesini be adam, evde bebek uyuyor, hasta var, hiç utanma, arlanma yok mu sen de” gibisinden sözleriyle O’na tepki gösteriyor, sakin geçen şu yaz öğleden sonrasının tatlı uykularını bölen bu münase-betsiz herifinden adeta hesap soruyorlardı.
Ve bu münasebetsiz, bu patavatsız kişi ise -sıkı durun- bizim Borsacı Faik'ten başkası değildi üstelik.
Neden sonra Faik'in nazik davetim üzerine ya-nıma gelip usulca masama ilişmesiyle birlikte ise, bir taraftan o an içimde yıllardır gizlediğim kin ve intikam ateşi usulca alevlenmeye başla-mış, bir taraftan da, tavşankanı çaylarımızı kü-çük fırtlarla yudumlarken, “hey gidi günler heyy” modunda Faik’le sohbetler etmeye, bir-birimizden ayrı geçen o uzun yılların detaylı analizini yapmaya çalışmıştık.
Meğerse Faik de bu geçen zaman içinde tüm birikimini benim gibi borsada değerlendirmiş, ikibinbir yılı öncesinde aldığı kâğıtlara yatırmış ve bu kağıtlar da o yılın şubat ayında yaşanan anayasa kitapçığı fırlatma krizi sonrası eriyerek tıpkı bir kar tanesi gibi buharlaşıp uçmuştu. Meğerse kader, feleğin sillesini benim gibi bir
güzel Faik'e de patlatmış, O’nu da bir kamyonetin üstünde
böyle sokak sokak dolaştırıp “Overlokçu Faik’e” dönüş-türmüş, borsada harcanan ümitleriyle birlikte azalan sermayesi, girişimci zekâsı-nın ürünü yepyeni bir hiz-meti de müşterilerinin aya-ğına getirmişti.
Yaz aylarında, o gün ol-duğu gibi güneşin en te-pede olduğu vakitlerde, kızgın bir lav gibi insanların üzerine yağan sıcağın, yapı-
şan nemin ve akan terin in-san bedenini esir alıp bunalt-
tığı o saatlerde, sokak araların-dan yükselerek etrafa hoyratça yayılan ve ile-riki yıllarda artık hayatımızın neredeyse ayrıl-maz bir parçası haline gelecek olan “Hanımla-rın dikkatine, overlok makinesi ayağınıza geldi. Halı, kilim, yolluk, paspas kenarına, halıfleks kenarına overlok çekilir, beş dakikada yapılır hemen teslim edilir” anonsu, mahalle halkında önceleri büyük bir merak ve sempati ile karşı-lanmış olsa da, daha sonraları, bilhassa saba-hın köründe etrafa yayılan bu cızırtılı seslere, bu insanı adeta deliye
çeviren, çileden çıkaran homurtulara “hay si-zin halınıza da, kiliminize de, overloğunuza da "diye başlayan tepkiler gösterilmesine neden olmuştu.
Ve işte şu an, bu kasvetli bodrum katının kireç boyalı odasındaki karyolama uzanmış, o salaş kahvehane köşesinde Faik Efendiyle konuştu-ğumuz şeyleri hatırladığımda, ruhumda esen fırtınalar, gel gitler, bir film şeridi gibi geriye doğru akıp giden zaman, kalbimde acıma his-siyle karışık gizli bir sevincin de kapısını arala-mış, işte o sıra, gözlerimden birden bire boşa-lıveren, lakin sevinçten mi yoksa hüzünden mi kaynaklandığını tam olarak bilemediğim göz-yaşlarım, yanaklarımdan aşağıya doğru usulca süzülerek ağzımda buruk, kekremsi bir tat bı-rakmıştı.
Fotoğraf : Ertuğrul Gazi BUDUR
18
Çay Var, İçersen…
‘‘Çaycı! Getir ilaç kokulu çaydan, dakika düşelim senelik paydan…’’
Ne güzel söylemiş üstad Necip Fazıl Kısakürek…
Çay diye bir şey var; her mevsime, her güne, günün her saatine, insanın her haline, neşesine, kederine, kalabalığına, yalnızlığına birebir…
Hele ki Ramazan ayıysa, iftardan sahura kadar içilen semaver çayın tadını sormayın gitsin…
Türk milleti için olmazsa olmazlardan biridir çay içmek.
Antepli kaçak içer çayı…
Erzurumlu kıtlama…
Bayburtlu limonlu…
Trabzonlu sinekli…
Sabah kahvaltısı çaysız olmaz örneğin…
Şimdilerde her ne kadar portakal suyu moda olsa da, çayın verdiği hazzı başka bir içecek veremez kahvaltıda…
Sonrasındaki Türk kahvesine diyecek lafımız yok elbette onun yeri ayrı…
Kahvenin yalnızlıkla arası iyidir fakat çay kalabalığı sever…
Çay demlemek de ayrıca bir ustalıktır.
Kimi hakiki çay yapraklarından yapar, kimi kaçak çay katar, kimi ikisini belli bir oranda tutturup ortaya değişik bir aroma çıkartır.
Kimi porselen demlik, çayın lezzetini artırır diye düşünür, kimi de çayın iyi demlenmesi için kısık ateşte uzunca bir süre beklemesi lazım der.
Orhan
GÜNEŞ
19
Her şekilde çay bizimdir.
Türk olduğumuzun, bu topraklarda doğup büyüdüğümüzün bir vesikasıdır.
Yerini başka bir şeyin alması düşünülemez.
Bir Amerikalı için çay, yaz günlerinde buzla içilen soğuk içecekten öteye gitmez.
Çayın yerine kahve vardır onlarda ve her köşe başında bir kahve dükkânına rastlamak mümkündür.
O da bizim kahve değil yani yanlış anlaşılmasın, adının yazılı olduğu bardakta sunum yapılan tatsız bir kahve…
Ama bizdeki gibi çayın bir kültür olduğunu, iki dostun bir araya geldiğinde çay içmekten aldığı hazzı anlamalarını bekleyemeyiz.
Çay bizim için, dostluktur, muhabbettir, kardeşliktir, her şeyden ötesi kimliktir...
Artık çay günlük hayatımıza o kadar girmiştir ki, misafirlikte olsun, alışverişte olsun ´ Hele bir çayımı iç, sonra kalkarsın´ sözünü sıkça duyarız.
Genelde kıramayız bu teklifi.
Birbiri ardına boşalan bardaklar, ev sahibinin salonda bir oraya bir buraya koşturarak bardaklara yetişmeye çalışmasıyla devam eder gider.
Bazen ölçü kaçar, beş on bardak çay içince artık insanın gözüne uyku da girmez olur.
Sabaha kadar yatakta dört dönülür.
Eee Cezmi Ersöz ne demişti?
‘‘Çay henüz her şey bitmedi demektir…’’
Çay ile ilgili söylenmiş atasözü niteliğindeki sözlerden birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum…
“Biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz. Avuçlarken ince belli bardağı, hücrelere kadar hissettiren sıcaklığında unuttuk yalnızlığı.”
Oğuz Atay
‘‘Ve oturdu mu bir masaya hakkını verir çay içmenin…’’
Cahit Zarifoğlu
‘‘Bir gün çay içelim seninle, çaylar benden manzara senden olsun…’’
Orhan Kemal
‘‘Benim çay bardağımda senin gözlerin olur, senin
gözlerin sizin çay bardaklarınızda…’’
Sezai Karakoç
20
Yaşıyorken, sebebini bilmeden bir hiç için ne-
fes alıyor gibi geldi mi size? Bir şeyler yap-
maya çalışıyorsunuz ama nedenini düşünmü-
yor musunuz? Ya da yaptığınız şeylerin niçin
yaptığınızı düşünüyor ama bir gerekçe bula-
mıyorsunuz. Her gün bir düzen içinde devam
eden hayatımızda sessiz bir ortam bulup tek
başınıza çayınızı alıp düşünüyorken “neyi, ni-
çin, neden yapıyorum” diye sadece soru işa-
retleri mi kaplıyor kafanızın her noktasını?
Merak etmeyin yalnız değilsiniz.
Franz Kafka’nın “Dava” isimli kitabı malumu-
nuzdur. 1914-1915 yılları arasında yazılmış
ancak ilk olarak 1925 yıllında basılabilen bu
kitap Franz Kafka’nın en önemli eserlerinden
biridir. 1962 yılında Orsan Welles tarafından
sinemaya uyarlanmıştır.
Kafka Dava’da, durağan bir hikâye içerisinde
anlatmak istediklerini kişiler üzerinden oku-
yucuya aktarmaktadır. Bu sebeple hikâye,
yavaş akan yapısı yüzünden sıkıcı gibi görün-
mektedir. Fakat romandaki kişi seçimleri ve
karşılıklı diyaloglardaki us-
talık, bütün hikâyenin akı-
şını hızlandırmayı başar-
mıştır.
Kitaptan kısaca bahsedecek olursak; Joseph
K. otuz yaşında bekâr, sessiz, sıradan bir ban-
kacıdır. Bir sabah hiçbir suçu olmadığı halde
tutuklanmıştır. Fakat bir absürtlük vardır;
çünkü ortada ne bir suç, ne mahkeme, ne de
bir dava vardır, ayrıca tutuklanmasına rağ-
men Joseph K. gündelik işlerine devam ede-
bilmektedir. Joseph K. ilk önceleri davanın
konusunu araştırmaya çalışır, çeşitli kişiler-
den yardım alır. Yardım aldığı kişiler; kötü-
rüm bir avukat, daktilograf, bir ressam, bir
papazdır. Davanın ne olduğu konusunda yap-
tığı onca uğraşa rağmen somut bir konu bu-
lamaz. Gün geçtikçe karamsarlaşır, olağan
hayatına devam etmek ister ama dava her
yerde karşısına çıkar. Konusu, gerekçesi ol-
mayan bu dava Joseph K.’nın aklında aşıla-
maz duvar gibidir artık. Nihayet otuzbir ya-
şına girmeden bir gün önce ise bu belirsiz
dava yüzünden idam edilir. Tam idam edilir-
ken bu güne kadar görmediği çok uzaklardan
bir çift el kendisine uzanır ama çok geçtir ar-
tık öldürülür.
İlk okuduğumda kitabı neredeyse hiç anlaya-
madım. Kitabın adı davaydı ama kitapta ger-
çek bir dava yoktu, hatta dava diye bir şey
yoktu. Daha sonra tekrar dikkatle baktığımda
asıl meselenin davanın olmayışı olduğunu
fark ettim. Olmayan şeyin peşinde koşan
adam… Bir suç işlemediğini bildiği, sırf birileri
suçlusun dediği için suçsuz olduğunu ispatla-
maya çalışmak. Çevresindeki insanların sa-
dece “suçlu” yaftasını yapıştırmış olması ne-
deniyle işinden, zevklerinden, yaşantısından
vazgeçen bir adam.
Kimden akıl istese, bu illüzyona daha çok
inanmasını, hayatının merkezine koymasına
Ahmet Çağrı
GÖKALP
21
neden oluyor. Kimse farkında değil ama
kukla oyununda kuklaların bir birine ben
“gerçek miyim?” diye sorması gibi garip bir
durum…
Hikayeyi ayna yapıp günü-
müze doğrultunca aynada
ne görüyoruz diye bir dü-
şünelim: Yaşıyoruz, çalışı-
yoruz, hepimizin gayeleri
var, hepimizin hedefleri
var, davamız var ama ger-
çekten tüm bunlar bizim
mi? Sakin ki çarkın içinde
doğuyoruz küçücük bir
dişli olarak. Ne yapacağı-
mız ne yapmayacağımız
belirlenmiş oluyor fikirleri-
miz dahi sorulmadan. Za-
man içinde çok önemliy-
mişiz gibi hissettiriliyor,
biz olmasak sanki çark duracak kıyamet ko-
pacakmış gibi. Biz ne yapıyoruz? Düşünmeyi
bırakıyoruz sadece çark durmasın diye dön-
meye devam ediyoruz. Fikirlerimizi kolileyip
kışlıkların arasına, yani çocukluğumuza atıyo-
ruz. Çünkü artık onlara ihtiyacımız yok, haya-
tımızın amacı çevremiz tarafında bize yük-
lendi ve “dava”mızı bulduk.
Kitapta en çok dikkatimi çeken konulardan
birisi de karakterlerin seçimi.. Kötürüm bir
avukat, bir daktilograf, bir ressam ve bir pa-
paz. Sanki Kafka göz göre göre sübliminal
mesaj veriyordu. Her biriyle sanki bir kurumu
tasvir ediyordu. Roman kahramanını ise bü-
tün bu kurumlarla bire bir görüştürüp aklın-
daki soru işaretlerine cevap arıyordu. Lakin
hiç birinden cevap gelmiyor, yaptığı her gö-
rüşme sonrasında davanın gerçekten var ol-
duğuna olan inancı artıyor ve kendini daha
güçsüz ve umutsuz hissediyordu. Hiç biri da-
vanın ne olduğuyla ilgilenmiyordu. Suçun
varlığını ya da suçun ne olduğunu sorgulamı-
yordu. Sadece daha iyi savunma nasıl yapılır,
daha az ceza nasıl alınır şeklindeki sorulara
öneri fikirlerini belirtiyorlardı. Yani sistemde
sorun yoktu, kahraman o
suçu kesin işlemişti. Ama
kitapta da dendiği gibi
“Yalnızca aptal oldukları
için bu denli kendilerinden
emin konuşabiliyor”dı.
Joseph K. bir sabah kalktı-
ğında planları, geleceği,
umudu değişmişti. Artık
hayattan beklentileri, ön-
celik sıralamasını değiştir-
mişti. Daha doğrusu zo-
runda kalmıştı. Her deği-
şikliği kendi yapıyor, kendi
istiyormuş gibiydi fakat
gerçekten öyle miydi?
Hepimizin lüks evler, güzel arabalar, yatlar,
katlar benzeri isteklerimiz var. Ama dışarıdan
baktığımızda, en dışarıdan, bunları biz mi is-
tiyoruz? Çevremiz, kültürümüz, reklamları-
mız, eğitimimiz mi bunları istememize sebep
oluyor? İşte tamda bu nokta da kafamız ka-
rışmaya başlıyor…
Ben istiyorum, kimsenin etkisinde de kalma-
dım eminim ama beni bunu seçmeme iten
olaylar zincirinde, etkisinde kalmadığım tek
şey yine benim. Yani ben ne kadar benim.
Yani benim davamın ne kadarı benim…
Filmi izlemenizi değil ama kitabı okumanızı
tavsiye ederim. Çünkü benim anladığım ve
düşünebildiklerim ancak bu kadarına kapı
açtı bende, sizin nasibinize ne düşer Allah bi-
lir. Konuyla ilgili başka bir filmi de de tavsiye
etmeden edemeyeceğim. Filmin adı Room
(Gizli Dünya). İyi okumalar ve de iyi seyirler…
22
Taraftarlaşma, takım tutma, bir takımın renk-
lerine gönül verme küçük yaşlarda başlar. O
takımın renkleri ile ilk adımlarını atarsın. O ta-
kımın renkleri olan elbiseler giyer, hatta takı-
mın marşları ile yemeklerini yersin. Okula git-
tiğinde arkadaş ortamında bir bakmışsın artık
o renkler senin için çok şey ifade ediyor. O
renkler ile arkadaş edinirsin, gruplara girersin.
Babanı izlersin, takımının maçını izlerken o
coşkusunu heyecanını gözlemlersin. Babanı iz-
lediğin gibi maçlara gittiğinde o stadyumdaki
atmosferi de izler o coşkuyu sende yaşamak is-
tersin. Sonra bir bakmışsın ki, artık o takımın
bir parçası olmuşsun, o iklim iliklerine işlemiş,
sanki damarlarında o renklerin aktığını hisse-
dersin.
Çocuk yaşlarda gerek aile gerek örnek alınan
büyükler, gerekse çeşitli çevresel faktörler se-
bebiyle bireyler belli spor takımlarına gönül
vermeye başlarlar. Takım tutma şeklinde ad-
landırılan taraftarlık olgusunun en kritik aşa-
ması, çocukluk aşamasıdır. Çünkü çocuk inadı
ve ezilmeme içgüdüsü, birbirinden farklı düşü-
nen ve farklı takımları destekleyen çocuklar
arasında, takım taraftarlığı bir yarışmaya dö-
nüşmektedir.
Bir çocuk, kendi takımının rakip takıma nasıl
fark attığını, hangi kategorilerde üstünlük kur-
duğunu ile ilgili muhatabını iknaya çabalarken
işte tam bu sırada, içindeki büyüyen taraftara
da sağlam bir zemin oluşturmaktadır. Yine ço-
cukları etkilemeye yönelik alınan kulüp ürün-
leri, armalı formalar, forma arkasına isim yaz-
dırmalar, futbol ayakkabıları ve çorapları, yer
yer ter silmek için kullanılan kulüp armalı bi-
leklikler de, çocukları takımlarına bağlayan
psikolojik faktörlerden birkaçıdır.
Genç yaşlarda birey, kendi yöresine de destek
olmak ve aidiyet duygusuyla, yerel takımını da
içten içe desteklemeye ve takip etmeye baş-
lar. Bu nedenledir ki, üçüncü lig klasman grup-
larında oynayan köy takımları bile, bugün
derme çatma sahalarının kenarlarına onlarca
genci çekebilmektedirler.
Ancak asıl taraftarlık, ülkenin büyük takımla-
rını destekleme konusunda göze çarpmakta-
dır. Genç bireyin biraz yaşı ilerlediğinde, bir ta-
kım ilkelere de önem vererek, aynı zamanda
geçmişinden gelen duygusallığı da kalbinde
barındırarak, takımına daha çok bağlanmakta-
dır. Artık takım tutma duygusu çocuk kavgaları
üzerine değil, daha da mantık çerçevesine
oturtulmuş vaziyettedir: Bir yandan maçlara
giderek ya da lisanslı ürün alarak kulübüne
destek olan birey, diğer yandan da spora etki
eden siyasi havayı, uluslararası spor kuruluşla-
rının sağlam olup olmadığını, transfer ücretle-
rinin neden bu kadar çok yüksek olduğunu ve
KALE ARKASI TRİBÜNÜ
Cihan KARTOĞLU
23
futbolun giderek büyük bir endüstri halini al-
ması halini sorgulamaya başlar. Ancak yine de,
geleneksel takım tutma alışkanlığından vaz-
geçmek o kadar da kolay değildir.
Eğitimli bireylerin, yukarıda sayılan bir takım
konulara kafa yormasıyla birlikte yine de ta-
kımlarından ve bu tutkudan vazgeçmemesi,
daha eğitimsiz bireylerin takımları için niçin
şiddete başvurduğunu ve yer yer de adam öl-
dürmeye kadar giden holiganizm duygusunun
esiri olduğunu bir nebze olsun açıklamaktadır.
Birey ister çok eğitimli olsun ister eğitimsiz ol-
sun, kalplerdeki sevgi ve öfke aynıdır. Arların-
daki fark ise, eğitimli bir kişide vicdan ve man-
tığın ilkelliği bastırması; diğerinde ise vicdan
ve mantığın bu ilkelliği bastıramaması halidir.
Bir gruba ait olma dürtüsü, tüm takım sporları
için olsa da daha çok futbol endüstrisinde ken-
disini gösterir. Sosyal hayatında bir takım ko-
nularda görece bastırılmış ya da kendini bir
topluma ait hissedememiş insanların, bir ta-
kım taraftar grupları altında ruhlarını bulabil-
miş olması/kendini takımı üzerinden tanımla-
yabilmesi, aslında bu durumun özetidir. Hiç ta-
nımadığı insanlarla aynı saflarda ve omuz
omuza bağırmak, psikolojik açıdan kişinin ken-
dini yalnız hissetmemesini de açıklamaktadır.
Ancak bu durum, ‘gruplara üye olan her kişi,
sosyal yalnızlık çekiyor’ şeklinde bir genelleme
yapılmasını da haklı kılmaz. Önemli olan bu
tutkunun kişiye mutluluk verip vermediğidir.
Yani, kişi eğer o taraftar grubuyla mutluluğu
yakalayabiliyorsa gerisi onun için teferruattır.
Sadece futbol değil taraftarı olunan her kulü-
bün/branşın, uğrunda mücadeleler verilmesi
de bu konunun sınırları dâhilindedir. Kadın
basketbol karşılaşmalarından, engelli sporla-
rına kadar hemen hemen tüm branşlar, taraf-
tarlarca ilgiyle takip edilmektedir.
Takım tutma konusu, sosyal hayatta bir üstün-
lük hissetme duygusuna da neden olmaktadır.
Örneğin, desteklenen takımın rakip takımı bir
akşam önceki maçta yenmesi, ertesi gün iş ye-
rinde ballandıra ballandıra anlatılan bir hadi-
seye evrilebilir. Bu şekilde, kişiler birbirileri
üzerinde üstünlük ve baskı kurmaya dahi kal-
kışabilir. Hâlbuki olan şey basittir. Futbolcular
büyük paralar almaya devam edip, taraftarlar-
dan kat be kat lüks ve huzur içinde yaşarken,
taraftarlar sosyal hayatta birbirlerini yemekte-
dirler.
Bir taraftar için, maçtan bir önceki gece maçın
heyecanı ile uyuyamama, ertesi gün erken
kalkma ile başlar o günkü maç. Takım forma-
ları, flamalar, bayraklar ile birlikte uyanılır o
güne. Stadyuma en güzel şekilde organize ola-
rak, takım taraftarları ile toplu olarak gitmek
ve coşku ile yola çıkılmak istenir. Evden tek çı-
karken, belki de bakmışsın on dakika içinde
yüzler binler olmuş… Kocaman bir birlik ol-
muşsunuz, avazınız çıktığı kadar bağırarak, ta-
kım marşları ile yürüyorsunuz stada… Her yer,
küçüklükten gönül verdiğin sevdiğin o renkler
ile süslenmiş… Binlerce kişi aynı ağızdan takı-
mının galip gelmesi için aynı tezahüratı yap-
maktadır. İçindeki coşkuyu takımın sporcula-
rına işlemek istersin. O binler ile yendiğin za-
man sevinir, o binler ile yenildiğin zaman üzü-
lür, hatta sakatlanan sporcunun acısını bile o
binler ile aynı anda hissedersin… Bunlar çoğu
taraftarın takımına karşı hissettikleridir.
Zamanın en büyük kitle birleştirici araçların-
dan biri takım sporlarıdır. Ülkemizde bu spor-
ların arasındaki en büyük ilgi göreni futboldur.
Birbirinden bağımsız insan topluluklarını bir-
leştiren bu tip sporlar, aynı zamanda bu toplu-
lukları kitleler halinde karşı karşıya da getire-
bilmektedir. Spor müsabakaları zevk için izle-
nir fakat ülkemizde olumsuz olaylarla da karşı-
laşılmaktadır. Her zaman iyi olanın kazanması
mantığını unutmayarak, bazı olumsuz unsur-
ları da tolere ederek spor müsabakalarını izle-
memiz gerekir. Ülkemizde spor müsabakaları-
nın her zaman güzel, zevkli, heyecanlı, barış ve
kardeşlik unsurları ile geçmesi ümidi ile…
24
Bir Yabancının Tanıdık Hikâyesi -2
Sene bindokuzyüzdoksandokuz. Mevsim-
lerden kış aylarını yaşıyoruz. O gün gün içe-
risindeki işlerimizi bitirmiş hayvanların
yemlerini, samanlarını, sularını vermiş, ak-
şam sobada yakacağımız odunu da ocak ba-
şına getirmiştim. Sıcacık sobamız yanarken
kardeşlerimle akşam yemeğimizi yiyorduk.
Yemeğimizi yedik sofrayı kaldırdık, o ara
Dabili adında bir köpeğimiz vardı. Köpek
saldırırcasına havlamaya başladı. Eğer sal-
dırırcasına havlarsa bizim Dabili kesin bir
patırtı, çıtırtı veya her hangi bir ses duyuyor
demekti. Dabilinin havlama sesine şöyle bir
dışarı çıkayım, ne var ne yok bir bakayım
dedim. Dışarı çıktığım da ne göreyim evimi-
zin karşısındaki tarlaya aşağı ışık yakarak bi-
rileri geliyor. Hemen evdekilere haber ver-
dim başladık beklemeye, gele gele geldi ki
bizim üst mahallede ki Fahri emmi ve ailesi.
Kış mevsiminde geceler uzun olduğu için
oturmaya sohbet ve muhabbete gelmişler.
Hoş beşten sonra ablamlar çay demlediler,
yanında bizim oralarda meşhur olan kuzine
sobasının gözünde yapılmış çay pastasıyla
beraber çaylar içilirken Fahri emmim, ço-
cuklar size bir hikâye anlatıyım ve döndü
yönünü bana, oğlum ben senin yaşlarında
idim.
Bu mevsimlerdi yine, bu aylardı mart ayının
başları idi. Babam çok ağır ve amansız bir
hastalığa yakalanmıştı. Doktorlar kanser
dediler derdine… İnanmak mümkün mü?
Baba. Kabullenmek, kader demek mümkün
mü? Babamın ciğerini saran kanser o an ge-
lip benim de yüreğimi sardı. Allah’ım rüya
değil mi bu? Sanki birazdan uyanıverece-
ğim bu kâbustan. Elleri tırpana, kazmaya,
Küreğe, orağa alışmış babam yine tutuvere-
cek tırpanın ve baltanın sapından. Yine ça-
murlu kara lastikleri giyip, yün çoraplarını
dizlerine kadar çekip, bağına, bahçesine,
ekin tarlasına gidecek…
El dilinden duyardım, falanın babası, filanın
dedesi kanserden ölmüş derlerdi. Ama be-
nim babam sapasağlamdı. Benim babam
altmış yaşında bir delikanlıydı. Kanser ba-
bamdan, babamsa kanserden uzak durma-
lıydı. Şimdi kır saçın, kır sakalın toprağa dü-
şüyor babam. Neden bakamıyorum şimdi
solgun yüzüne. Tıraş takımını kullanmıyor-
sun kullanmanı istiyorum babam. Haydi,
kalk Allah aşkına. Bana sakallarının tekrar
tekrar çıktığını, tel tel büyüdüğünü söyle.
Bana müjdeyle gel.
Duran
YARAR
25
Sen çocukluk yıllarımda sadece bir babay-
dın, beni koruyan, kollayan arkamdaki dev
bir çınar ağacıydın yaslanınca huzurla ve
güvenle dolduğum. Ama artık ben genç bir
delikanlıyım. Bu zamana kadarki geçen ço-
cukluk yıllarımdan daha çok ihtiyacım var
sana babam. Ben hayatı, yaşamla mücadele
etmeyi, kötü insanlarla karşılaştığımda ne
yapacağımı, hayatıma nasıl yön vereceğimi
bilmiyorum babam. Hem sen de biliyorsun
ya daha askerliğim bile duruyor. Hayatta
mutlu olmak, sevmek, sevilmek, nasıl bir
duygudur nasıl bir histir, yaşama dair ne
varsa mücadele etmek nasıl bir şeydir? Ben
bunların hiç birini bilmiyorum babam. Ben
daha yeni yeni seni çok sevdiğimi anlamaya
başladım babam. Sanki uzak diyarlara bilet
alıyorsun ve seni uğurlamak için çağırıyor-
sun beni. Hayır, baba gitmemelisin, hayır
baba o son otobüsü de kaçırmalısın, bana,
ailene ve direği olduğun bu toprak eve bağlı
kalmalısın. Doktorlaradır sitemim, canları
kopyaladınız, yoku var varı yok ettiniz ama
benim ciğerim, ciğer parem olan babamın
ciğerindeki derdi neden yok edemediniz?
Bir mucize bekliyorum ekin tarlasında orak
sallayacak günleri görmeye yönelik. Cuma
namazına gidişini ve gelişini, bayram hafta-
sın da ilçeye gidip bize elbiseler almanı,
bayram şekeri getirmeni görmeye yönelik
bir mucize bekliyorum. Biliyor musun baba,
bana ilk ayakkabı aldığın bayramı hatırla-
dım. Hani ayakkabı ile yatağa yatıp ta sa-
baha kadar uyumuştum. O sabah bay-
ramdı, beraber bayram namazına gitmiştik.
Giderken çayır çimen üzerinden gidiyor-
dum ayakkabım toz olmasın diye. Çamurlu
derelerden geçerken ayakkabım kirlenme-
sin diye beni sırtına alıp ta geçirirdin. Ah ba-
bam, şimdi seni ne kadar da iyi anlıyorum.
Hem o tek kırma tüfeğini başka birisinde
görmeye tahammül edemem. O sende kıy-
metli, seninle kıymetli. Hem daha hacca
gönderecektik seni. Bana getireceklerini
unuttun mu oradan babam? Olmadığın
veya olamayacağın bir bayram eyleme
bana, söyleme bize. Kimin eline varır du-
daklar baba diye? Kimin eli alnımıza değsin
baba bayramın mübarek olsun diye. Bizleri
bayramda figana uğratma beni, bizleri bı-
rakma baba. Hem daha ben ondokuz ya-
şında bir gencim. Saçlarıma değmeli elin,
oğlum demeni duymaya doymadım,
unutma baba ben sensiz ben olamam ki.
Şimdi bir kanserde benim yüreğimde. Yok-
luğuna dayanamaz oğlun, başım sağ ola-
maz, sus ağlama deseler de yüreğim daya-
namaz. Kalk artık yeter yattığın, tarlada gü-
zün ektiğin ekinler duruyor, biçemedik. Mı-
sırların çapalamasını yapamadık bu aralar.
Kalk artık adım attığın ekin tarlaları, diktiğin
elma, fındık ve ceviz fidanları yetim mi kal-
sın. Kalk ne olur, kalk seni diliyorum Al-
lah’tan sesini soluğunu. Püskülsüz tesbihi-
nin şıkırtısı, namaz takken, kasketin onlarda
yapamaz sensiz tıpkı benim gibi babam…
Susmanın cümleleri daha da uzattığı bir za-
man dilimi kadar zaman bir zaman sustuk-
tan sonra Fahri emmi, bir Fatiha okuyalım
bütün geçmişlerimize diyerek bitirdi
hikâyesini. Yanaklarından yaşlar çoktan
hâre hâre akmaya başlamış ve hepimiz o
gece çok hüzünlenmiş, geçmişlerimize du-
alar etmiştik…
Fotoğraflar: Mustafa KILIÇ
26
Bir beldeye vardığınızda daima ileri bakar gözleri-
miz. Tarihi dokusuna, doğal güzelliklerine, şiirlere
şarkılara konu olmuş sokaklarına, dalar gider insan…
Seyyar satıcıların tablalarından sevdiklerine ufak tefek hediyeler almak için dolaşır çarşı pa-
zarı…
Yoldayım, içimde bir soru bense onun peşinde dolaşıyorum. Bir yere vardı ayaklarım, gözlerim göğü görmedi; çarşıları, sokakları, duvarı çekildi gözüm-den. Bir tek toprağına takıldı gözlerim. Ayaklarımın değdiği taşlara, toprağına baktım uzun uzun. Bir süre sonra zihnimle beraber çözüldü bağı dizlerimin. Metrekareye düşen kurşunların mahcubiyetini düşündüm. Toprağa düşen başların gencecik yaşlarını. Ardında bıraktıklarına son bakışlarını. Hangi söz hangi şiir anlatabilirdi bilmiyorum. Ki, yetmedi gücü cümlelerimin. İsimlerinizi bir bir ezberlemek isterdim dedim içimden. Fakat çoğunun ismi yalnızca baba adı ile anılmış, belki de kimilerinizin künyesi dahi parçalanmıştı. Öyle isimsiz. Öyle kahraman..! Sonra denize baktım, denizine. Kurşunları kucaklayan ruhu düşündüm. Son kurşunu atan kalbi. Sonra kokladım çehreni ey güzel şehir. Sen ki kapısı âtinin. Ümidi gelecek nesillerin. Başımı kaldırıp yukarı “hepiniz gelin!” dedim, o gün geldiğiniz gibi. Sonra kendime dönüp "bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı..!" Şuurla bakmayı diledim, ebediyyen. Şimdi olsa gidebilir miydik? Hiç düşünmeden. Bir kez bile ardına bakmadan. Başında kınasıyla Hasan'lar ve niceleri gibi. Dile kolay kalbe zor bir soru. Gidebilir miydik? Bütün dünyaları bırakıp şahadet şerbetini içmeye. Giderdik evet ama nasip işidir vatan sevgisi de. Sevilesi bir vatanın şükrünü eda edebilmek, Çanakkale'ye her gittiğinde ölümü öldürmek ümidi tekrar tekrar diriltmekte gizliymiş: Önce toprağı sonra denizi hikâyeleriyle pişirir insanı. Göğe bakalım, bir tek ümidin tarihin yönünü değiştirdiğini hatırlatacaktır. Onur, gurur, şeref ve saygı ile...
Büşra Yağmur
YILDIZ
Şimdi Olsa miydik…
26
Fotoğraf: Mustafa KILIÇ
İSTANBUL
İstanbul… Büyük şehir!
Bir boğazın etrafını sarıp sarmalamış
Erenlerin diyarı,
Evliyaların yatağı,
Çığlık çığlık boğulmuş kalabalıkların insafsız koşuşturmasında.
İstanbul bu: Yük şehir!
Bir “altın boynuzu” efsanelere gark olmuş,
Ağlarken Sultan Ahmet,
Özlerken Ayasofya,
Nefes almak zor olmuş beton binaların altında
İstanbul, âşık şehir!
Onca nefs bir “ben” kavgasına tutuşmuş,
Hala yeşil mi Pierre Loti?
Uğulduyor mu Yuşa Tepesi?
Kimler gelmiş, kimler geçmiş gönül dalgalarında
İstanbul, cennet şehir…
Metropol yalanından “kim?”-liğini yitirmiş
Bir öfke kadar kızıl,
İsyan kadar kapkara,
Yetmiyor kaldırımları tarihini taşımaya…
İstanbul, tarih şehir…
Çağları kapatıp, çağları açmış,
O ne güzel ordu imiş,
O ne güzel komutan,
Kadeh kahkahaları geliyor Fatih’in arka sokaklarından…
İstanbul, mezar şehir…
Yedi tepesinin de ayrı hikâyesi varmış,
Şol geçmişinden pak anılar kalmış,
Gidenler özlemle anarken, kalanlar hor kullanmış
Saadet sokaklarında bir başına kalmış, koca İstanbul…
Nezih
DOLMACI
sızı
sıcak bir temmuz günü emanet edildi çocukluğum bana.
bir ismim bile yok.
içimi eze eze törpülediğim kaldırım kenarlarında,
sözümü bir boşluğa asıp kendimi bekliyorum.
geçiyor zaman;
iyileşmiyor, pişmeden kapatılan yaralar,
ömrünü ipotek etmek de yetmiyor beton duvarlara.
annem, her ateş pişirmez her su soğutmaz yüreğini oğul! derdi.
bir nehrin akıntısına inat toprağın sabrına sarıyorum,
Burma'da yakılırken çocuklar,
niye dinsin sızılarım.
talip tosun
Fotoğraf: Merve Gürel