bİlİmde deĞer yargilari ve bİlgİ ÇaĞinda …Ÿer yargıları 1.doc · web viewbİlİmde...
TRANSCRIPT
BİLİMDE DEĞER YARGILARI VE BİLGİ ÇAĞINDA ETİK DEĞERLER
Prof. Dr. Hüsnü ERKAN*
Giriş: Genel olarak değer yargılarının tanımı
Değer ve değer yargıları konusu, bilimde ve felsefede yoğun olarak tartışılmış ve bugün de
tartışılan bir konudur.
Değer yargıları sadece sosyal bilimlerin değil, aynı zamanda doğa bilimleriyle de yakından
ilgili bir tartışma alanıdır. Değer ve değer yargıları, insan ve toplumla ilgili olan bir konudur.
İnsanlar ve toplumlar, yaşam sürecinin getirdiği bazı kazanımları "önemli", "değerli" "olması
gereken" veya tam tersi biçimde bir yargıya sahip olurlar.
Özne ve nesne ayrımına göre değerlere iki açıdan bakılabilir( D.Özlem 2002,ss203-204):
Özne bazlı yaklaşımda değerler birey ve toplum açısından iki grupta ele alınmaktadır.
Birey açısından değer;
Genellikle benimsenen, özenilen, önemsenen, üstün tutulan,
Uğrunda uğraşılması, çaba gösterilmesi, gerçekleştirilmesi gereken,
Nesne, olgu ve olayların kendinde bulunmayan, fakat insanlar tarafından bireysel
ve öznel olarak atfedilen yükletilen niteliktir.
Toplum açısından;
Bir sosyal grup veya toplumun, kendi varlık, birlik, işleyiş ve devamını sağlamak
ve sürdürmek için çoğunlukça kabul edilen, ortak duygu düşünce, maç ve çıkarları
yansıtan, genelleştirilmiş ilke ve inançlardır.
Grup veya toplumda; arzu edilen-edilmeyen; beğenilen-beğenilmeyen ve doğru
olan-olmayanı belirleyen standartlardır.
Böylece değerler, öznenin arzu, ilgi, amaç ve ihtiyaçları ve beklentileriyle ilgilidir. Değerler
öznenin; olgu ve nesnelere yüklediği ve atfettiği niteliklerdir. * Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü
1
Öznenin yaşam pratiği bu değerlerin oluşumunda etkilidir. Özneyle bağlantılıdırlar ve ondan
bağımsız bir varlıkları yoktur.
Söz konusu özellikleri nedeniyle hep bir tartışma konusu oldukları için bugün değer
relativizminden bahsedebiliyoruz.
Nesne bazlı bakış açısında ise; değerlerin özneden bağımsız olarak varolduğu, gerçek
olduğu görüşünden hareket edilmektedir. Bu gerçeklik daha çok bir ideal, ya da mutlak veya kutsal
bir nitelik olarak görülmektedir.
Bunlar ekonomi politikasında, politika uygulayıcısına, siyasiler tarafından verilen teleolojik
amaçlar yani amaç-araç bağlamında veri alınan veya metafizik dünyada mutlak olarak kabul edilen
teolojik (dini) değer yargılarıdır.
Söz konusu, öznelci ve nesnelci bakış açılarının içinde ortaya çıkan değerler;
Hazcı (hedorist) değerler; haz-acı;
Bilgisel değerler; doğru-yanlış;
Ahlaksal değerler; iyi-kötü;
Estetik değerler; güzel-çirkin
Dini değerler; sevap-günah;
şeklinde sınıflandırılmaktadır (Özlem:2002;s.205)
Bu makalede konunun felsefi tartışmasına girmeden, daha çok bilimde değer yargıları
konusunu özetledikten sonra;değer yargılarının özel bir alanı olan etik değerlere ve özellikle de
bilgi çağında etik değerlere ağırlık vermek istiyoruz.
A. Bilimde Değer Yargısı Sorunu
Bilimde değer yargısı tartışması iki tavrın belirginleşmesine yol açtı:
Bilimde değer yargısına yer vermek istemeyen görüş
Tam aksine bilimin değer yargısız olamayacağını savunan görüş
2
Bilimde değer yargılarına yer vermek istemeyen görüşe göre; doğa bilimlerinde olduğu gibi,
sosyal bilimlerde de bilimsel araştırma konusu, empirik gerçekler, yani bizzat "olan" olaylardır.
Nasıl ki, doğa yasaları ortaya konurken bunların, belli amaçlar için anlamlılığı sorulmuyorsa, sosyal
bilimlerde de sosyal olayların ve bunlara ilişkin kuralların etik değerlendirilmesi bilim dışı görülüp
reddedilmektedir.
Bir sosyal olay ve ilişki üzerine etik açıdan yapılan her değerlendirme, bilimsel gerçek değil,
bir değer yargısıdır. Değer yargıları, kişisel dünya görüşü, ve etik anlayışından kaynaklanan "iyi"
ve "kötü" şeklindeki sübjektif ifadelerdir. Böylece değer yargısında bulunmak; sosyal gerçeğe
ilişkin pozitif bir tutum değil,; gerçeğin, "olması gerekene" göre şekillendirilmesini amaçlayan,
normatif bir tutumdur. Eğer bir olgunun değerlendirilmesi "iyi" ise, olması; "kötü" ise olmaması
istenir. Oysa ki, "olan" bir gerçekten, hiçbir zaman "olması gereken" çıkarılamaz. Ayrıca değer
yargılarının doğru veya yanlışlığı, empirik-gerçek olayla test edilemez; sadece sübjektif-kişisel bir
inanç değeri taşır.
Bu görüşe karşılık olarak, sosyal bilimlerin değer yargılarından arındırılamayacağı görüşü
yer alır. Her şeyden önce "bilimsel ifadelerin değer yargısı içermemesi" ilkesi, kendisi bir değer
yargısı oluşturur. Mademki bu ilke kendisi bir değer yargısıdır; bu durumda yukarıdaki ilkeyi
tersine çevirip, "empirik olaylar konusunda, rasyonel-bilimsel tanı ve bilgiye sahip bilim
adamlarının değerlendirmelerine daha çok başvurulması gereklidir" diyebiliriz.
Diğer yandan, değer yargılarının temelinde belli politik ve etik dünya görüşleri yer alır.
Bunlar, toplumların kültürel gelişmesi içinde evrimleşip oluşur. Bu nedenle sosyal bilimlerin değer
yargılarından arınmaları tümüyle mümkün olmadığı gibi, anlamlı da değildir.
Bilim tarihi açısından konuya bakıldığında, değer yargısı tartışmalarının çok eskiye
gitmediği görülür. Sosyal bilimlerin, ve özellikle ekonomi biliminin 20. yy'ın başında gösterdiği
gelişme düzeyi, değer yargısı tartışmasının ortaya çıkmasına yol açmıştır. O zamana kadar, sosyal
bilimlerde normatif ifadelerin varlığı bir sorun olarak algılanmadığı gibi; bilim adamları, politika
uygulamaları için normatif önerilerde bulunmayı kendilerinin temel görevleri olarak görmüşlerdir.
Bu tutumun sonucu olarak ekonomi biliminde, 18. ve 19. yy' da ortaya çıkan çeşitli görüş ve
okullarda, teorik ifade ve ekonomi politikasına ilişkin önerilerin birlikte ve iç içe yer aldığı
gözlenmektedir. Ancak Max Weber' in 1904' deki "Objektiflik" üzerine yazdığı bir makale ile
3
ortaya konan sorun, "Verein für Socialpolitik" (Sosyal Politika İçin Birlik)' in 1909' daki Viyana
toplantısında ekonomi biliminin temel tartışmalarından birinin başlamasına yol açmıştır.
Birliğin çalışmalarını daha bilimsel bir düzeye çıkarma amacıyla, genç kuşağı temsil eden
Max Weber ve W. Sombart, "bilimsel ifadelerin değer yargısı içermemesi gerektiğini" ileri
sürmüşlerdir. M. Weber, "Yeni Tarihçi Okulun" eski kuşak temsilcilerinden A.Wagner ve G.v.
Schmoller gibi bazı üyelerin, sosyal politika konularındaki angajmanlarını bilimsel objektiflik için
tehlike olarak görmüştür. Özellikle duygusal düşünce, bireysel değer yargısı ve politik tutumların
bilimsel ifadelere dahil edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Bunlara karşılık, E.v. Philippovich,
O. Spann ve F.v. Gottl-Ottlilienfeld sosyal bilimlerin, kaçınılmaz olarak normatif ifadeler
içereceğini ileri sürmüşlerdir.
Değer yargısı üzerine yapılan tartışmalar hızını kaybetmeden günümüzde de sürmektedir.
Tartışmalarda kesin bir sonuca varılmamakla birlikte değer yargısı sorunu çeşitli açılardan açıklık
kazanmıştır.
B. Değer Yargısı Çeşitleri
İnsan davranışlarının gerisinde, belli değer yargılarından oluşan bir sistem yatar. Fakat bu
değer yargıları sistemi kendi içinde hem çelişkiler, hem de belirsizlikler taşır. Çünkü bunlar
birbirleriyle zıt amaç, çıkar ve ideallerle ilgilidir. Bu nedenle, belirlenmiş ve kesin davranış
biçimleri yerine; bu zıtlıklar arasında sağlanan bir etik uzlaşmaya bağlı olarak belli davranışlar
oluşur. Böylece davranışların gerisinde yer alan değer yargıları arasında belli öncelik sıralaması yer
alır.
Bazı değer yargıları tüm insanlık veya bir toplum için geçeri görünürken, bazıları belli
grup veya bireyler düzeyinde geçerlidir. Bireyler, bu iki uç (genel ve bireysel değer düzeyleri)
arasında belli bir noktada yoğunlaşan kendi "değer yargısı düzeyine"sahiptir. Bu düzeye karşılık
olan bir "ahlaksal kişiliği benimser. Birey zıt değer yargılar sistemi içinde, kendi "ahlaksal
kişiliğinin yoğunlaştığı düzey" dışında kalan değer yargılarını genellikle dışlama
eğilimindedir. Böylesi bir seçicilik, kişinin, "çıkarcı-fırsatçı" tutumunun bir sonucudur.
Günlük yaşamda kişisel değer yargıları daha önemli bir rol oynamakta ve genel değer
yargıları geri plana itilmektedir. kişisel değer yargıları daha çok "ben" duygusu ile ilgili olup;
4
kişinin, belli bir zaman ve ilişkiler ağı içindeki ekonomik, sosyal ve cinsel çıkarlarına göre
belirlenmektedir.
Güncel yaşamda etkili olan kişisel düzeydeki değer yargıları çoğu kez gizlenmek istenir. Bu
amaçla değer yargıları gerçek olaylara ilişkin "değerlendirmeler" olarak değil, daha çok ilgili olaya
ilişkin görüşler ve bu görüşlerin yol açtığı "sonuçlar" olarak sunulmak istenir. Böylece kişisel
değer yargıları ve inançlar, başka bireylere daha kolay aktarılır. Gerçeklerden, bu şekilde saptırılan
"görüş"ler ise, artık gerçek olay konusunda "saptırılmış" yanlış görüşlerdir. İnsanlar, düşüncelerin
gerisine gizledikleri, birbirleriyle bağlantılı olan bu değer yargısı sistemlerinden ancak kendi
amaçlarına uygun olanlarına inanmak ister. Bunların açığa çıkarılmasına da, genellikle karşı
koyarlar. Görüşlerin, değer yargıları yoluyla saptırılarak açıklanması eğilimi, her toplumda ve çağda
var olagelmiştir. Değer yargılarının "görüş"leri saptırması yanında "görüşler" de değer yargılarını
etkiler, özellikle onların değişmesine yol açar. Görüldüğü gibi değer yargıları, görüşlerle birlikte,
kişilerin gerçek olaylara ilişkin düşünceleri içinde yer alır.
Değer yargılarının kaynakları çeşitlidir. Bir kısmı, kişinin kalıtımı, doğal çevresel
özellikleri, yaşam deneyimi, kişilik yapısı ve eğilimlerinden kaynaklanırken; diğer bir kısmı
kişinin içinde yaşadığı toplumun kültürel, ekonomik ve politik gelişme düzeyinin etkisiyle
oluşmuştur. Diğer yandan bilimsel uğraşta da kuşaktan kuşağa aktarılan değer yargıları söz
konusudur. Ayrıca sosyal bilimlerde objektiflik yanında, pratik amaçlar da önemli bir yer tutar. Bu
nedenle, sosyal bilimlerde, olayların ve toplumun anlaşılması kadar, bunların değiştirilmesi de
amaçlanır. Bütün bu neden ve kaynaklara bağlı olarak, çeşitli değer yargıları ortaya çıkar.
Çalışmanın başında yaptığımız ayrımı; bilimle bağlantısı açısından dört grupta
toplayabiliriz:
1. Kişisel (sübjektif-öznel) değer yargıları;
2. Toplumsal (Normatif) değer yargıları,
İdeolojik değer yargıları,
Dini değer yargıları,
Etik değer yargıları,
5
3. Teleolojik değer yargıları,
4. Ontolojik değer yargıları.
Kişisel (sübjektif-öznel) değer yargıları, yukarıda değindiğimiz bireysel değer yargıları
düzeyine karşılıktır. Bu değer yargıları, rasyonel bir düşünce sürecine dayanmadan, sadece duygu,
heyecan ve bireysel karakter özelliklerine bağlı olarak ortaya konan inançları yansıtır. Güzel-çirkin
şeklindeki estetik değer yargıları da kişisel değer yargıları kategorisine dahildir. Kişisel değer
yargıları, emprik olaylara ve objektif (nesnel) temele dayanmadıkları için test edilmeleri
olanaksızdır. Bu nedenle bilimsel özellik göstermezler.
Bireysel düzeydeki kişisel (sübjektif) değer yargıları çoğu kez, toplumda daha üst düzeyde,
genel kabul gören normatif değer yargılarının uzantıları olabilir. Toplumda genel kabul gören
normatif değer yargıları, toplumsal yaşama ilişkin belli normlar getirdikleri için, normatif değer
yargıları olarak adlandırılır. Bunlar, belli bir dünya görüşü, dini ve metafizik görüş veya soyut
ideallere dayanırlar. Kısacası toplumsal, normatif değer yargıları;
İdeolojik değer yargıları,
Dini değer yargıları ve
Etik değer yargıları
olmak üzere üç ana grupta toplanır.
Kişisel ve normatif değer yargıları, kişiler için belli inanç sistemleri oluşturur. Bu değer
yargılarına ya inanılır, ya da reddedilir. Bu yüzden değer yargıları, inanan için geçerli,
inanmayanlar için geçersizdir. Doğruluk ve geçerliliği, empirik olaylarla kanıtlanmadığı için,
sübjektif değer yargılarında olduğu gibi, normatif değer yargılarının da bilimsel
değerlendirilmeleri sorun olmaktadır.
Teleolojik değer yargıları, belirlenmiş belli amaçların gerçekleştirilmesinde söz konusu
olan araçların uygunluğu üzerine verilen yargılardır. Burada belli bir amaca ulaşmak için; hangi
araçların daha uygun olduğu konusunda; yani amaç-araç ilişkisi üzerine bir açıklama getirilir. Bu
nedenle yapılan değerlendirme, amaçlar üzerine değil, amaçları gerçekleştirme de ortaya çıkan
araçların uygunluğuna ilişkindir. Toplumun amaç sıralamasında, en son ve üst amaca varıncaya
6
kadar çeşitli amaçlar söz konusudur. Her ön amaç, bir üst amaç için araç olma durumundadır. İşte
teleolojik değer yargıları, bu "ön-amaçları", yani araçların üst amaçlar için uygunluğuna ilişkindir.
Bu değer yargılarının bilimselliği Max Weber tarafından da kabullenilmektedir. Amaç-araç
ilişkileri üzerine kurulan bilimsel ekonomi politikası teleolojik değer yargıları içerir. Bu nedenle
de normatif bir bilim dalıdır.
Ontolojik değer yargıları, ekonomik ve toplumsal sürecin varlığına ilişkin temel değer
yargılarıdır. İnsanların toplumsal yaşamın ve ekonomik uğraşın varlık nedeni ve nihai amaçları
üzerine getirilen değer yargıları ontolojiktir. Ontolojik değer yargılarının bilimselliğini savunanlara
göre, ekonomik uğraşın kendisinin bir öz amacı vardır. Bu öz amaç, ekonomi biliminin temel değer
yargısını belirler. Örneğin, kaynakların kıt ve sonsuz olduğu yargısı, ekonomi biliminin varlık
nedenidir.
Toplum ve ekonomi bir bütün oluşturur. Bu bütünü oluşturan elemanlar, genel bütünün
fonksiyonel işlerliğine bağımlıdır. Bu durumda, genel bütünün yani ekonomik düzenin fonksiyonel
işlerliği ve entegrasyonu toplumun temel bir sorunu olur. Bu nedenle, var olan sosyo-ekonomik
düzenin, toplumun en üst değer sistemi ve temel ilkesi olarak, mevcut kültürel gerçeklerle
tutarlılığı ve uygunluğu üzerine verilen değer yargıları, yani; bir toplumda belli bir ekonomik sistem
veya düzeni yerleştirmek "gerekip gerekmediği" konusunda verilen değer yargıları ontolojiktir.
Değer yargısı tartışmasında üzerinde en çok durulan sorun, ontolojik değer yargılarının bilimdeki
yeri konusunda olmuştur. Ontolojik amaçların belirlenmesi; bilim ya da politikadan hangisine
bırakılacaktır? Bu konuda kesin bir sonuca ulaşılamamıştır.
Burada değinilen değer yargısı çeşitlerinden teleolojik değer yargıları, diğerlerinden ayrılan
bir özellik gösterir. Diğer değer yargılarının hepsinde, verilen yargı ile birlikte, arzulanan amaç
lehine kaçınılmaz bir tercih yapılmaktadır. Buna karşılık teleolojik değer yargılarında böyle bir
tercih söz konusu değildir. Her ne kadar burada da "daha iyi" veya "daha kötü" şeklinde bir
değerlendirme yapılıyorsa da; bu değerlendirme seçilmiş amaçlar üzerine değil, amaçları
gerçekleştirecek araçların uygunluğu üzerine olmaktadır.
C. Bilimsel Uğraşta Değer Yargılarının Ortaya Çıktığı Alanlar*
Değer yargısı üzerine yapılan uzun tartışmalar, bilimsel uğraşın üç alanında değer yargısı
sorununun ortaya çıkabileceğini göstermiştir. * Bu konular incelenirken öncelikle "ekonomi politikası" göz önünde tutularak açıklamalar yapılmaktadır
7
Değer yargıları;
Bilimsel uğraşın araştırmacısı olarak bilim adamında
Araştırma konusunda (objede) ve
Araştırma konusuna ilişkin bilimsel ifadelerde
ortaya çıkabilmektedir. Bu ilişkiler şematik olarak aşağıdaki gibi gösterilebilir.
1. Bilim Adamı ve Değer Yargıları
Burada konu; araştırıcının, bilimsel ifadelere ulaşılıncaya kadar yürüttüğü bilimsel uğraşta,
ne dereceye kadar değer yargılarında bulunabileceği sorunudur. Araştırıcı olarak bilim adamı, yani
özne (subje)' de ortaya çıkan değer yargısı sorunu, bilimin değer temeli (Wertbasis) olarak
bilinmektedir. İster sosyal bilimci olsun, isterse doğa bilimcisi olsun her bilim adamı çalışmalarında
seçici olmak zorundadır; çünkü araştırma konusunun sınırlarının belirlenmesi gerekir. Burada
yapılan her seçim, ister bilinçli olsun, ister bilinçsiz, bilim adamının değer yargılarıyla yakından
ilgilidir. Bilim adamı belli bir konuyu seçmek, konunun belli yönlerine açıklık vermek ve buna
bağlı olarak da belli kavramları kullanmak durumundadır. Bilim adamı, araştırma sürecinde sürekli
olarak, araştırmanın ilgi alanı ve amaçlarına uygun seçimler yapar. Bunların hepsi, belli
değerlendirmeleri gerekli kılar.
Diğer yandan bilim adamı, toplumun bir üyesidir. Bilimsel uğraş ise sosyal bir süreçtir. Bu
sosyal sürecin içinde bulunan ve onun bir parçası olan bilim adamının kendi düşünce sistemi de,
8
1. Bilim Adamı 2. Araştırma Konusu
3. Bilimsel İfade
sosyolojik olarak belirlenir. Bu nedenle, belli değer sistemlerine ve değer yargılarına bağlı olarak
tutum ve davranışlarda bulunur.
Sonuç olarak, bilim adamı ve onun sosyal dünyası, kaçınılmaz olarak değer yargıları içerir.
Bu alan, bilimin öznel alanıdır. Burası, bilimin çeşitli teori ve yöntemlerinin keşfedildiği alandır.
Burada, bilim adamının duyguları, heyecanları, düşünceleri ve sezgileri önemli roller oynar.
Toplumun bir üyesi ve bir insan olarak bilim adamı, değer yargılarınca yönlendirildiği gibi,
çalışmasını da aynı değerlere bağlı olarak yönlendirir.
Bu açıklamaların gösterdiği gibi, sosyal bilimler ve ekonomi politikası da dahil olmak üzere,
her bilim dalında, bilimsel uğraşın öznel alanı, yani teori geliştirme ve bulmanın psikolojik süreci
değer yargıları içerir. Bilim adamı, konu ve yöntem seçiminden, hipotezlerin kullanılabilirliği,
teorilerin geçerliliği ve araştırma konusu için gözlemlerin önemine kadar her alanda kararlar verip,
seçimler yaparken, belli norm ve değer yargılarına dayanır. Kısacası, bilimsel uğraşın öznel
alanında değer yargılarının varlığı kaçınılmazdır.
Bilim adamıyla bilimsel uğraşta bir değer temeli bulunması ve buna bağlı olarak bilimsel
ifade ve teorilerin ortaya konması, üstü kapalı olarak değer yargılarının bu alana da yansıdığı
tartışmasını doğurmuştur.
Bir görüşe göre bilimsel uğraşın öznel alanında (bilim adamında) değer yargısını
kabullenirken, bilimsel ifadelerde kabullenmemek, başta kullanılan değer yargılarını örtbas
etmektir. Bu nedenle öznel alanın normatif olması durumunda, bilimsel ifadeler alanının da
normatif olarak düzenlenmesi gerektiği ileri sürülmüştür.
Bu görüşe iki noktada karşı çıkılmakta ve aşağıdaki görüşler ileri sürülmektedir.
Her iki alanda da değer yargılarının geçerliliğini kabullenmek için, herkesçe benimsenen, objektif,
çelişkisiz genel değer yargılar sisteminin varolması gerekir. Oysa değer yargıları çok çeşitlidir ve
çelişkilidir; ayrıca kesin olarak belirlenemezler. Bu nedenle bilimin öznel alanındaki değer
yargılarının, bilimsel ifadelere alınan değer yargılarıyla karşılanması ve dengelenmesi
savunulamaz. Öznel alandaki değer yargılarına bağlı olarak gelen yanılgı ve hataların bilimsel
ifadeler alanındaki değer yargılarınca dengelenmesi mümkün değildir. Ancak genel, tutarlı ve
çelişkisiz bir değer yargıları sistemi bulunsaydı böyle bir yaklaşım geçerli ve haklı olabilirdi.
9
Diğer yandan bilimin öznel alanındaki değer yargılarının elenmesi hiç de zorunlu değildir.
Bilimsel ifadelerin ortaya çıkma aşamasında bilim adamının, psikolojik ve duygusal motiflerin
etkisinde kalması; ortaya koyduğu bilimsel ifadelerin mantıksal içeriği ile ilgili değildir.
Bilimsel ifade olarak ileri sürülen görüş; mantıksal içerik ve tutarlılık açılarından sürekli
eleştiri ve denetlemeye açıktır. Diğer yandan bilim adamının değer yargıları ve yaşadığı
sosyolojik ortam da, bilimsel araştırma konusu yapılabilir.
Özetlenirse, bilim adamının, yani bilimin öznel alanını oluşturan bilimsel uğraşın psikolojik
süreci değer yargılarından arındırılamaz. Fakat bu süreçte bilim adamının yaptığı her tercih bilimsel
araştırma ve denetleme konusu olabilir. Ayrıca bu alandaki değer yargılarının bilimsel ifadelerin
içeriğine yansıması zorunlu değildir; çünkü bilimsel ifadeler alanı, gerçeği açıklamaya yönelik,
gerçek yargılarını yansıtan mantıksal ifadelerden oluşur. Bu durumu doğa bilimlerinde daha açık
olarak görebilmekteyiz; doğa bilimcisi, değerlendirmeler yapmasına karşın, ortaya koyduğu
bilimsel ifadeler değer yargıları içermez. Bilim adamı akademik uğraşında norm ve değer
yargılarına dayanırken, bu uğraş sonucunda oluşturduğu bilimsel ifadeler, söz konusu değer
yargılarından bağımsız olabilir. Fakat bilimsel ifadelerin başka nedenlerle değer yargısı içerip
içermeyeceği, aşağıda araştırılacak bir konu olarak ele alınacaktır.
2. Bilimin Araştırma Konusunda Değer Yargıları
Bilimsel uğraşta değer yargısı sorununun ortaya çıktığı ikinci alan araştırma konusudur.
Bir araştırmanın konu alanında ortaya çıkan değer yargıları bilimsel uğraşının konusu içine girer
mi? Yoksa bunlar araştırma konusundan dışlanmalı mıdır?
Ekonomik ilişkiler sosyal yaşam içinde ortaya çıkan insanlar arası ilişkiler olarak, sosyo-
ekonomik davranışlar ve ilişkilerdir. Bu tür davranış ve ilişkiler değer yargıları ile birlikte varolur.
Çünkü insanlar, yansız kalmak yerine sürekli değerlendirmek durumundadır. Bir toplumda varolan
değer yargıları, ekonomik davranışların en önemli belirleyicilerinden biridir. Bu nedenle ekonomi
politikası olarak alınacak önlemlerde başarılı olabilmek için, toplumun çeşitli kesimleri ile kişilerin
davranış ve değer yargılarının araştırılması gereklidir. Toplumsal davranış ve ilişkiler içinde çeşitli
değer yargılarının varlığı, bunların bilimin inceleme konusu içine alınmasını kaçınılmaz kılar. Bilim
bu görevi yerine getirmekten kaçınamaz. Bilim, insanların değerlendirici davranış ve değer yargıları
konusunda bilgi aktaran, onları tasvir eden, açıklama yapan ve bu konuda öngörüde bulunan
ifadeler ortaya koymak durumundadır. Bu şekilde aktarılan bilgi, tasvir ve açıklamalar, konuya
10
ilişkin gerçek yargılardır. Burada inceleme konusu değer yargılarıdır. Böylece değer yargıları
üzerine bilgi sahibi olunmakta ve onlar üzerine informatik bilgiler aktarılmakta, değer yargısı
üzerine değer yargısında bulunulmamaktadır.
Bilimin konu alanında bulunan değer yargıları açıkça ortaya konmayıp üstü örtülü olarak
veya çoğu kez gizlice içerilirler. Bu tür değer yargıları, gerçek yargılarıymış gibi sunulmak
istenir. Özellikle politik alandaki değer yargıları ilgilileri etkileyebilmek için üstü örtülü olarak
gerçek olgularla birlikte sanki gerçek yargılarmış gibi sunulurlar. İşte bu şekilde gerçek olguların
incelenmesinde onlarla birlikte sunulan normatif içeriğin, yani gizli değer yargılarının açığa
çıkarılması, ekonomi politikasında ideoloji eleştirisi olarak adlandırılır. Çünkü, davranış şekli ve
düşüncelerin gerçek olgulara ilişkin ifadeler olarak sunulmasında ideolojiler, örtülü değer yargıları
olarak gizlice içerilir. Burada ideoloji, bireysel veya genel değer sistemleridir.
İdeolojilerle kişilere bilgi aktarmak yerine onların davranış ve düşünceleri etkilenir. İdeoloji
eleştirisi ile gizlenen değer yargıları açığa çıkarılarak ileriye sürülen görüşün gerçek olgulara ilişkin
yönü vurgulanır. Bu yaklaşım, bir değer sistemine “karşı tutum” takınmaya yönelik değildir.
Bir ideoloji yerine “daha iyi veya “doğru ideoloji” koyma uğraşı, ideoloji eleştirisi değil,
ideoloji kavgasıdır. İdeolojilerden birini kötüleyip, bir diğerini savunmak bilimsel bir tutum
değildir. Tarafgir tutum politik kavgadır. Bu nedenle ideoloji eleştirisi ideolojilerden “kötüsünün”
yerine inandığımız “iyisini ” koyma kavgası değil, gerçek olgulara ilişkin olarak ileri sürülen
görüşlerdeki örtülü değer sistemlerini açığa çıkarmaktır. Ancak bu şekilde sunulan görüşler
gerçek olay hakkında bilgi aktaran “gerçek yargılar”dır. Bu konular günümüzde bilgi sosyolojisinin
ilgi alanını oluşturur.
Pratik ekonomi politikasında ideolojik tutum ve öneriler oldukça yoğundur. Bunlarım sosyal
bilim açısından incelenmesi kaçınılmazdır. Ancak bilimsel araştırmalar sonucunda ekonomi
politikasının yanlış amaçlara yönelmesinin önüne geçilebilir. Bu nedenle sosyo-ekonomik olgulara
ilişkin görüşlerdeki gerçek yargıları ile bunlarla bağlantılı olarak gizlenen değer yargılarının açığa
çıkarılmasının önemi büyüktür.
Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı değer yargılarının (ideolojilerin), sosyal bilimler
tarafından incelenmesi ekonomi politikasını da ilgilendirir. Ekonomi politikası için değer
yargılarının analizi;
11
İlk olarak, ekonomik davranışların nedenlerini açıklamakta
İkinci olarak, pratik ekonomi politikasının temel sorunlarının seçiminde ölçüt olmakta
ve
Üçüncü olarak, ideolojik saptırmaların belirlenmesi açısından yararlı olmaktadır.
Kısacası; sosyal bilimler konu alanında değer yargıları içeririler. Bunlar bilimin inceleme
konusudur. Konu alanındaki gizli değer yargılarının açığa çıkarılması ve değerler üzerine ileri
sürülen ifadelerin gerçeklik derecelerinin araştırılması bilimsel bir görevdir.
Değer yargıları sistemi; sosyo-kültüler gelişme içinde oluşup yerleşir ve sonuçta toplumun
davranış kurallarını belirler. Bir kültür yapısı içinde yerleşmiş genel değer sistemlerini,
bireysel mantıkla aşıp, daha üst bir değer yargısı açısından değerlendirmek olanaksızdır. Çünkü
bireysel mantık da içinde yaşadığımız kültürün bir unsurudur. Bu nedenle, toplumun var olan
nedenleri, ancak aynı kültürün sahip olduğu diğer değerlerle ölçebiliriz. Bu yolla toplumun,
değer sistemleri arasındaki bağlantı, tutarlılık ve çelişkileri ortaya koyabiliriz. Bu anlamda
değer yargıları ve bunların gerçekliliği üzerinde bilgi veren ifadeler oluşturmak olanaklıdır. Bu
nedenle ekonomi politikası bilimsel gerçeği belirlerken, yalnızca mantık ve empirik gözlemlere
dayanmakla kalmamalı aynı zamanda toplumdaki genel ve kültürel değer sistemlerinin
geçerliliğini de dikkate almalıdır.
3.Bilimsel İfadeler ve Değer Yargıları
Yukarıdaki açıklamalarda görüldüğü gibi, bilim adamının belli değer yargılarına sahip
olması nedeni ile her bilim belli değer temeline sahiptir. Ayrıca sosyal bilimler,araştırma
alanlarındaki değerlendirmeleri de incelemek zorundadır. Böylece bilimsel uğraşın, özne (bilim
adamı)ve nesne (konu) alanları da kaçınılmaz olarak değer yargıları yer alır. Şimdi ise, üçüncü
alan, yani bilimsel ifadelerin kendilerinin değer yargısı içerip içermeyeceği sorununa gelmiş
bulunuyoruz. İşte asıl değer yargısı tartışması bu alanda yapılıyor.
Bilimsel uğraşta, inceleme konusuna ilişkin bulgular, bilimsel cümle ve ifadelerle ortaya
konur. Bu nedenle, söz konusu bilimsel ifadelerin mantıksal gramatik açıdan analizi yoluyla,
bilimsel ifadelerin değer yargısı içerip içermediği belirlenir. Böylece bilimsel ifadelerde değer
yargısı sorunu, konu alanından “konu dili” (objektsprache) alanına taşınıyor.
12
Bilimde çoğu kez, değer yargıları olarak ortaya çıkan normatif ifadelerle, empirik olguyu
yansıtan, bilgi aktaran (informasyon bildiren) ifadelerin birlikte yer aldığını görürüz. İşte
bilimde değer yargısına karşı çıkan görüş, bilimsel ifadelerde değer yargılarına yer olmadığını;
sadece bilgi aktarma (informasyon bildiren) ifadelerin yer alması gerektiğini savunur.
Bu yönde bilimsel ifadelerde değer yargılarına açıklık getirmek konusunda dil
analizlerinden yararlanılmaktadır. Çünkü, kişiler değerlendirici davranışlarını dille ortaya
koyuyor. Bu nedenle sorunun ele alınmasında dilsel açıklamaların önemli bir yeri vardır. Dil
felsefesindeki çalışmalar konunun aydınlanmasına katkı yapmıştır.
Değer yargılarının dil analizleri açısından incelenmesinde iki unsuru birbirinden ayırmak
gerekir.
Dilde tasvirci (descriptive) unsurlar: Dilin bu kısmı gerçek olaya ilişkin tanıları ve
nedensellik ilişkilerini yansıtarak, konuya ilişkin bilgi aktarır.
Dilde kural koyucu (prescriptive) unsurlar:dilin bu kısmı gerçek olaya ilişkin bilgi aktarma
yerine, inançları dile getiren ve kişileri yönlendiren bir fonksiyon yüklenir. Bununla diğer
kişilerin tutum ve davranışları etkilenmek istenir.
Dilin bu iki unsuruna dayalı olarak, tasvirci dil (deskriptive-Sprache) ile kural koyan dil
(praeskriptive-Sprache) ayrımı yapılmaktadır. Böylece gerçek durumları yansıtan gerçek
yargıları; tasvirci dil kullanırken, yönlendirme amacına yönelen değer yargıları, kural koyucu
dil kullanır. Bunların temel amacı, gerçek olay konusunda bilgi aktarmaktan çok, davranışların
yönlendirilmesine hizmet etmektir. Değer yargıları, gerçek olayı tasvir etmediği ve onu
açıklamada kullanılmadığı için bilimsel bilgi aktarmazlar. Bu nedenle, ilgili olduğu konuda
informasyon vermez. Gerçek olay konusunda informasyon aktarmayan ifadelerin yanlışlık veya
doğruluğu mantıksal açıdan kontrol edilemez. Bu nedenle; değer yargılarının doğruluk veya
yanlışlığı söz konusu değildir. Bunlar, gerçeği yansıtmaya uygun değildir, gerçek olayla test
edilemezler.
Buna karşılık bir ifadenin (cümlenin) değer yargısı olarak kullanılması ile aşağıdaki
durumlar söz konusu olur:
13
Bir cümleyi değer yargısı olarak kullanan bir kimse, ilgili konuyu belli bir davranış ve
tutum için kısmen veya tamamen olumlu veya olumsuz bir şekilde gösterir.
Değer yargısı kullanan bir kimse, normatif olarak belirlenmiş ”temel bir ilke veya
ölçeğin genel geçerlilik” taşıdığına inanır ve buna uygun tutum ve davranış ister.
Değer yargısı kullanan kimse, diğer ilgililerin de kendi yargılarınısöz konusu temel ilke
ile özdeşleştirilmesini bekler.
Bilimsel ifadelerin yanlışlanabilir olması, bunların empirik özelliğinin bir ölçütüdür.
Gerçek yargılar ve bunların testleri, yalnızca bir bilim adamı tarafından değil, diğer bilim adamları
tarafından da kontrol edilir. Bu şekilde, gerçek yargıların testi, özneler arası (intersubjektif)
kontrol edilebilirliğe sahiptir. Buna karşılık değer yargıları test edilemedikleri gibi, özneler arası
kontrol edilebilirliğe de sahip değildir.
Kısacası, bir bilimsel ifadede, özneler arası kontrol edilebilen ve gözlenen olgularla test
edilebilen unsurlar,empirik içerikli ve dolayısıyla tasvircidir. Buna karşılıközneler arası kontrol
edilemeyen ve test edilemeyen unsurlar yönelendirici değer yargılarıdır.
Bilimsel ifadelerde kullanlan dilin belirlenmesinde etkili olan bir nokta, bilimin pratiğe
uygulanmasındaki beklentimize bağlıdır. Yani bilimin görevi ve fonksiyonları üzerine bilim
adamlarının görüşleri önemlidir. Bilimin toplumsal görev ve fonksiyonları konusunda üç tutum
söz konsudur.
İlk görüşe göre, bilimin görevi yalnızca bilimsel açıklamalar yoluyla bilimsel bilgi
kazanmaktır. Bilimin görevi inançları belirlemek değildir. Bilimsel ifadelerin ortaya
konamasında tasvirci dil yeterlidir.
İkinci görüşe göre, bilimin görevi bilimsel tanı değil, insanların yaşam karşısındaki
tutumlarını etkilemektir. İnsanlar güdülenerek yönlendirilmelidir. Bu durumda,
bilimsel ifadelerin normatif sistemler üzerine oturtulması ve yönlendirici dil
kullanmaları kaçınılmazdır.
Üçüncü görüşe göre, bilimin görevi bilim adamı yerine göre; hem tasvirci, hem de
yönlendirici dil kullanarak; hem bilgi verme (informasyon), hem de yönlendirme
14
görevini yerine getirir. Böylece bilimsel ifadelede gizli veya açık norm sistemleri yer
alabilir.
Bu tutumlardan birini veya diğerini bilimin görevi olarak görmek, bilimsel bir tutum
değildir. Bu tercih, ancak bilim adamlarının kendi bireysel sorunudur. İlk tutumun tercih edilmesi,
bilimsel ifadelerde değer yargısının olamayacağı görüşüne yol açarken, ikinci veya üçüncü
tutumun tercihi ise, bilimde değer yargılarının kaçınılmazlığı görüşüne ve dolayısıyla bizi normatif
bilime götürmektedir. Görüldüğü gibi bu tutumlardan birini savunmak, yani bilimsel ifadelerin
değer yargısı içermesi veya içermemesi gerektiği yolundaki bir tercih, bir değer yargısıdır.
Hiç kimsenin değer yargısında bulunması engellenemeyeceğine göre, bilim adamı da
değinilen tutumlardan birini özgürce tercih etme hakkına sahiptir. İşte bu tercihlere bağlı olarak,
bilimde iki farklı yaklaşım oluşmuştur:
Birinci yaklaşıma göre, bilimsel ifadeler yalnızca tasvirci dil kullanarak ortaya konabilir.
Bu nedenle bilimsel ifadelerde değer yargılarına yer yoktur. Gerek sosyal bilimlerin temelinde
değer yargılarının bulunması, gerekse sosyal bilimlere ilişkin araştırma konularının değer yargıları
içermesi bu gerçeği değiştirmez.
Buna karşıt yaklaşım, değer yargılarının sosyal bilimlerde kaçınılmazlığını ileri sürer. Bu
görüş bizi normatif bilime götürür. Bu görüşü savunanlar, olaylara ilişkin bilimsel açıklamalardan,
olması gerekene ilişkin çıkarımlar ortaya konarken, yanlışlara düşmemek için, değer yargılarının
daha baştan, açıkça ortaya konmasını önerirler. Böylece bu değer yargıları, bilimsel açıklamaların
öncüllerini tamamlarlar. Bilimde mantıksal tutarsızlıkları önleyebilmek için, sosyal bilimlere değer
yargılarının açıkça dahil edilmeleri, bilimin pratiğe aktarılabilmesi için gerekli görülür.
Doğa bilimlerinde değer yargısız teoriler, yine değer yargısız teknolojilere dönüştürülür.
Değer yargısına karşı olanlar, doğa bilimlerinde olduğu gibi, sosyal bilimlerde de informasyon
aktaran ifadelerin, aynı şekilde pratiğe uygulanabileceğini savunur. Çünkü bu dönüşüm sürecinde
bilgi kaybı söz konusu olmaz.
Sonuç olarak, mutlak anlamda değer yargısından arınmış bir bilimden söz edilemez.
Çünkü, bilimsel uğraşın özne ve nesne alanlarında kaçınılmaz olarak değer yargıları yer
almaktadır. Buna karşılık, bilimsel ifadelerde değer yargılarının yer alması zorunlu değildir.
15
Bu alanda değer yargılarının yer almasının gerekip gerekmediği görüşleri, kendileri bizzat değer
yargısıdır.
Değer yargısız ifadelerle çalışmak, metodoloji ve mantık açısından olanaklıdır; ilke olarak
bu görüş benimsenebilir. Fakat bilimin toplumsal görevi konusundaki değer yargılarına bağlı olarak
toplumsal gelişmeyi yönlendirmede bilime görev yüklenebilir. Bu durumda bilimsel ifadelere değer
yargılarını dahil etmek zorunludur. Ayrıca sosyal bilimler; özne, nesne ve amaç alanlarında yoğun
olarak norm sistemleriyle yüklüdür.
Bilimsel ifadelerde değer yargısına yer veren görüşün geçerli görülmesi durumunda,
genişletilmiş bir program ile çalışılır. Bunun için bilim adamı, değer yargısı ve norm sistemlerini,
ileri sürdüğü bilimsel ifadelerde açık bir şekilde ortaya koymalıdır. Başka bir deyimle, normatif
sistemleri, bilimsel ifadeler içine gizleyerek, bilimsel açıklama olarak sunmaktan kaçınmalıdır.
Böylece ileri sürülen görüşün kesin ve mutlakbl bilgi olduğu sanısı uyandırılmaz. Ayrıca bu yolla,
günlük dilde kullanılan sözcüklerle gizlice aktarılan değer yargılarına da açıklık kazandırılır.
Bilindiği gibi, kullandığımız sözcüklerin derece derece değer yargısı taşıması söz
konusudur. Birçok sözcük hem tasvirci hem de normatif vurguyu birlikte içerir. Örneğin, ekonomi
bilimi için temel bir kavram olan “denge” kavramı bile, belli ölçüde değer yargısı içerir. Bu
durumda sorunun iki yönü söz konusudur. İlk durumda, bilimsel ifadelerde tasvir edici sözcükler
tercih edilerek, bunların gerisindeki bir değer yargısı bilimsel olgu gibi sunulmak istenebilir. İkinci
durumda, kelimenin kendisi aynı zamanda hem tasvirci, hem de normatif anlam içerebilir; gerçek
olguyu ifade etmek için başka kavram yerleşmemiştir. Her iki durumda da yanlışlıklardan
kurtulmanın yolu, değer yargısını açıkça ve kesin olarak ortaya koymaktır. Çünkü açıkça
belirtilmiş değer yargısını, kabullenme veya reddetme şansı herkese açıktır. Buna karşılık gizlice
içerilen bir değer yargısına dayalı ifadeyi reddetmek bilimi reddetmek anlamına gelir. Oysa
gizlenen değer yargıları bizi yanlış sonuçlara götürür. Ancak, bilimsel ifadelere aldığımız değer
yargılarının açıkça belirtilmesi durumunda, kullanılan dille aktarılan gizli değer yargıları da
önlenmiş olmaktadır. Bilimsel ifadelerdeki değer yargısı veya norm sistemlerinin açıkça ortaya
konması için iki yöntem söz konusudur.
İlk yöntemde fikir ve düşüncenin ortaya konmasında sahip olunan değer yargılarının
kişisel inançlar olduğu belirtilir. Bu durumda “benim inancıma göre” veya “benim
16
düşünceme göre” şeklinde; ifadelerin bireyselliği ortaya konmaktadır. Böylece
ifadelerin genel kabul görmüş bilimsel sonuçlar olarak sunulması önlenir.
İkinci yöntemde, kabullenilen değer yargısı ve normlar hipotez olarak ifade edilirler.
Örneğin, “eğer gelişmiş A ülkesindeki gelir dağılımı adil olarak kabullenilirse, buna
göre azgelişmiş B ülkesindeki fiili gelir dağılımının adil olmadığı ortaya çıkar." Bu tür
bir ifadede kişisel tutum takınılamaz. Fakat burada seçilen ölçütün geçerliliğini kabul
edip etmemek okuyucuya ve dinleyiciye aittir. Hipotetik bir ifadedeki değer yargısının,
teleolojik yargılarla yakın ilişkisi söz konusudur. Daha önce değinildiği gibi, teleolojik
analizlerde normatif sistemler, hipotetik bir amaca dönüştürülür. Bu amaçlara göre, fiili
duruma ait ilişkiler sistemi içinde uygun araçların neler olabileceği araştırılarak bilimsel
yargıda bulunulur.
Değer yargılarının kişisel inanç veya hipotez şeklinde ortaya konması olanakları yanında bir
üçüncü görüşe göre, bir kültür sistemi içinde kabul gören norm sistemlerinin bilimsel ifadelerde
yer alması savunulur. Ancak, toplumların belli bir tarihi dönemde sahip olduğu kültür sistemi, diğer
dönemlerden ve diğer kültür sistemlerinden farklıdır. Kültürel gerçekler görelidir. Ayrıca bilimsel
açıdan bir kültürel gerçeği, genel geçerli norm sistemi olarak ortaya koymanın objektif bir yöntemi
geliştirilmemiştir. Bu nedenle, kültürel norm sistemleri, yine yukarıdaki iki seçenekte olduğu gibi
açıkça ortaya konulmalıdır.
D. Farklı Toplum Yapılarında Değer Yargıları
Görüldüğü gibi "değer"ler toplumsal yaşantıda ortaya çıkan; toplumsal süreçte insanların
öğrenip özümsediği ve kuşaktan kuşağa aktardığı, "olması veya olmaması" gerekene ilişkin
yargılardır.
Bu özellikleri nedeniyle, "değerler" toplumsal bütünün alt sistemlerinden öncelikle kültürel
alanla ilgilidirler. Değerler, toplumsal kültür öğesidir. Çünkü değerler geçmişten miras kalan ve
öğrenilebilir olumlu veya olumsuz ortaya konan yargılardır. Ancak belli değer sistemleri, aynı
zamanda toplumsal bütünün diğer alt sistemlerine ilişkin olarak ortaya çıkarlar. Dini değer yargıları
uzun tarihsel süreç içinde görece fazla değişmeyen değerler olarak, kültürel alan içinde yer alırlar.
Ancak diğer değerler yalnızca kültürel alanla sınırlı olmayıp; toplumsal bütünün diğer alt
sistemleri olan, sosyal, politik, ekonomik ve teknolojik alanlarla bağlantılı olarak gündeme gelirler.
17
Bu nedenle dar anlamda ilgili olduğu alt sistemin, geniş anlamda kültürel alanın değer sistemleridir.
Örneğin ideoloji dar anlamda politik, geniş anlamda kültürel bir değer yargısıdır.
Bu nedenle daha önce gördüğümüz değer yargılarını; toplumsal bütünün alt sistemleri
bağlamına taşıdığımızda; aşağıdaki sistematiği ileri sürebiliriz:
Politik alanda, ideolojik değer yargıları
Sosyal alanda, etik değer yargıları
Ekonomik alanda, teleolojik değer yargıları
Teknolojik alanda, bilimsel değer yargıları
yer alır.
Ayrıca değer yargılarının toplumsal bütün içinde, kültürel alanın temel öğelerinden olan
"dil" aracılığı ile; bir yandan yaşam deneyimi diğer yandan eğitim ve öğrenim süreçleri yoluyla
bireylere aktarılır ve kazandırılır.
Ancak her bireyin yaşam sürecinde kazandığı kişilik yapısında bu değerler sisteminin
ağırlığı bir diğerinden farklı ölçüde ağırlık kazanır. Muhafazakar kişiler daha çok, dini ve etik değer
yargılarının etkisinde kalırken; bireyci kişilik yapısı teleolojik; politize kişilik yapısı ideolojik
değerlerin etkisini taşırlar. Diğer yandan toplumsal gelişmenin evrim süreci uzun dönemde farklı
uygarlık düzeylerini gündeme getirirken; her bir uygarlık düzeyinin kendine özgü değerler sistemi
oluşur.
Konuyu bu açıdan ele aldığımızda değerler sisteminin uzun dönemde değişebilir olduğu ve
farklı uygarlık ve kültür düzeylerinde farklı değerler sisteminin oluştuğu görülür.
Bu anlamda tarım toplumunun söz konusu değerler sistemi ile sanayi toplumunun ve bilgi
toplumunun değerler sisteminin birbirinden farklı oluştuğunu görüyoruz.
Örneğin, sanayi toplumunun ekonomik alanında amaçlı insan davranışı, kendi bireysel
çıkarlarını maksimumlaştırmaya yönelmiştir. Bununla uyumlu politik sistem de bireyin
özgürlüğünü baz alan liberal ideoloji geçerlilik kazanmıştır. Bu öğelere bağlı olarak kapitalist
sistemin kurumlaşması yaşanmıştır.
18
Sanayi toplumunun politik sistemi, eşit ve özgür bireye dayalı örgütlenmede, politik güç
yoğunlaşmasını dengelemek için, krallık sisteminden parlamenter demokrasiye yönelmiştir.
Etik ve ahlak felsefesi alanında Kant'ın soyut ve bireyci ahlak kavramı; Bentham ve Mill'in
yaracılığa dayalı mutluluk ve haz kuramları; nihayet Sartre' in, yaşamdaki kendi rolünü, kendinin
özgürce belirlediği tezinden hareketle varoluşun özden önce geldiğini savunan varoluşçuluk
kuramları bu dönemdeki ahlak anlayışını temellendirmeye yönelik bazı felsefi yaklaşımlardır.
Ancak sanayi uygarlığı, kendi diyalektik etkileşimi içinde karşıt tezini üretmiştir.
Kapitalizmin karşısına, sosyalizm ve komünizm alternatif bir sistem olarak çıkmıştır. Bu
sistemde ekonomik alanda bireysel değil, toplumsal çıkar, ve politik alanda toplumcu-devletçi
ideoloji dayalı; merkezden yönetimli sistem örgütlenmesi gerçekleşmiştir.
Bireysel çıkarların izlenmesi "sömürü" olarak, değerlendirilip gayrı ahlaki olarak
görülmüştür.
Diğer yandan teknolojik alan özde değer yargılarından çok gerçek yargılarıyla ilgilidir.
Çünkü teknoloji, doğaya egemen olma uğraşında, doğanın işleyişini değiştirmeye yönelik olduğu
için bilimsel gerçek yargılarına dayalı olmak zorundadır. Teknoloji olması gerekenle ilgili değil,
olanla ilgilidir. Bu nedenle teknoloji alanında, gerçek yargılar olarak bilimsel yargıların yer alması
söz konusudur. Sanayi uygarlığının gerçek-bilimsel yargıları mekanik düşünceye bağlı olarak,
doğanın işleyişine ilişkindir. Bilimsel yargılar, sanayi toplumu aşamasında "mutlak-bilimsel
yasalar" şeklinde formüle edilmiştir. Bu nedenle sanayi uygarlığında bilim ve teknoloji doğanın
kesin (mutlak) yasalarını keşfetmeye yöneliktir. Sanayi uygarlığında ortaya konan bilimsel
yasalar, kesindir (deterministtir). Zaman ve mekandan bağımsız olarak geçerli yasalar şeklinde
formüle edilmiştir.
Bilimsel yasaların, mutlak geçerli yasalar olarak inanç sistemine dönüşmesi, bilimin
ideoloji durumuna yani değer yargısına dönüşmesine yol açar. Diğer yandan teknolojinin, insan ve
toplum için kullanımı sorunu da, gerçek yargısı değil, bir ahlak yargısı olarak karşımıza çıkar.
Örneğin atomun insanlık yararına kullanılması için angaje olmak, etik değer olarak karşımıza çıkar.
Bu durum teknolojik alanda gerçek yargılarının geçerli olmasından ayrı olan bir konudur.
E. Bilgi Toplumunda Değer Yargıları ve Etik Değerler
19
Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş, sadece teknolojide değil, her alanda köklü
dönüşümler getirdi. Bunun bir ifadesi olarak, Fukuyama (1992) "Tarihin Sonu" adlı bir kitap yazdı.
Aynı şekilde J. Horgan (1996) "Bilimin Sonu" kitabında, ayrıca Felsefenin, Fiziğin, Kozmolojinin
ve benzeri alanların sonundan bahseder. Çünkü, sanayi uygarlığında alışageldiğimiz bilimsel ve
felsefi çözüm arayışlarının sonu gelmiş ve yeni bir çözüm arayışı devreye girmiştir.
Yeni çözüm arayışları yeni bir "dünya görüşü" ve "yeni bir bakış açısı" yansıtıyordu.
Mutlakçı (determinist), kesin, kesiksiz ve tek yönlü nedensellik ilişkilerine dayalı olarak olguları ve
evreni kavramaya çalışan bakış açısı ve dünya görüşü olan mekanik düşünce ve mekanik dünya
görüşü belli bir süreç içinde yerini yeni dünya görüşüne terk etti.
Yeni bilimsel dünya görüşü, öncelikle Einstein'ın (1905) relativite teorisinde, sonraları
Bohr ve diğerlerinin Kuantum teorisinde ve nihayet Kaos teorisinde kendini buldu. Bu yeni
bilimsel paradigmada dünyanın algılanışı standart, kesin, tek düze değil; belirsiz, tesadüfi, kesikli
ve kaotik olarak algılanmaya başladı. Bu paradigmal yaklaşımla kesin bilimsel yasalar üretmek
mümkün değildi. Bu nedenle alışılagelmiş, mekanik bilim, felsefe ve toplum anlayışı terk edilip
yerine yenisi konduğunda, eski bilim, nedensellik ve anlayışının sonu gelmiştir.
Bilimde mutlakçı yasalar yerine artık olasılık yasaları geçerli oluyordu. Bu yaklaşım ve
dünya görüşü zaman içinde topluma ve toplumsal bütünün alt sistemlerine yansıdı. Her alanda hızla
devreye giren baş döndürücü yenilikler "yaratıcı yıkım süreci"olarak, "mutlak değerlerin" bile
çözülme sürecine girmesine yol açtı.
Bilimde, felsefede ve sanatta, kısacası dünyayı algılamada, kavramada çeşitlilik devreye
girdi. Mutlakçı değerler aşınırken, "bilinmeyenin hükmü" yerine, insan yapısı kurumlar devreye
girdi. Geleneklerin, insan kökenli olduğu ve bilgideki gelişme ile yenilenebileceği görüldü.
Ancak bu süreçte, çeşitlenme, çoğulculaşma ve makro değerlerden daha alt mikro değerlere
iniş, aynı zamanda çağdaş dünyanın kültür ve değer çeşitliliğini yarattı. Bu kültür ve değer
çeşitliliğini eski bakış açısından ele aldığımızda, bir kültür ve değerler bunalımı olarak da algılamak
mümkündür. İşte postmodernizm bu çeşitlilik üzerine oturmaktadır. Ancak bilgi çağının getirdiği
yeni toplum düzeninde bilgi ile birlikte öne çıkan insan ve insani değerler oldu.
Sanayi uygarlığı, doğanın algılanma ve açıklanmasında insan aklını, öne çıkarırken,
insanların özgürlük ve eşitliğini vurgulamıştı. Bunu yaparken, insanoğlunu sosyal
20
"bağımlılıklardan" çözebilmek için, bireyciliğe sarılmıştı. Bağımsız birey kendi özgür aklı ile karar
verebilirdi.
Ancak sanayi uygarlığı, bu özgür bireyi diğer yandan, mutlak geçerli gördüğü değer,
ideoloji ve etik kurallarla "standart bireyler" olmaya yönlendirme gayreti içinde oldu. Bir elden
getirdiği özgürlük hediyesini, diğer elden kapalı kapılar gerisine kilitliyordu.
Oysa bilgi çağında, mutlakçı değer ve ideolojiler çözülürken, bu kez insani ve insana ait
değerler ön plana çıkarıldı. Başka bir deyimle kapalı kapılar bu kez açıldı.
Mutlakçı değerlerin çözülmesi, insanların değerleri terk ettiği anlamına gelmiyor. Aksine
bilgi uygarlığının örgütlenme yapısına bağlı olarak, grupsal değerler, kurum kültürü veya grup
kültürü olarak ön plana çıktı. Toplumsal bütünün mekansal yapılanmasında ise, yerel değerler
önem kazandı. Yerel değerlerin önem kazanması, bazı ülkelerde mikro milliyetçilik olarak yerel
çatışmaların gündeme gelmesine yol açtı.
Bilgi çağındaki bu kültür ve değer çeşitlenmesi kültürler arası farkların çatışmaya
yönelmesini gündeme getirirken; bu sorunun çözümü için; insanlığın sarıldığı yeni bir değer ise;
farklı ve mikro değerleri bağnazca savunmak yerine, bunlara karşı "hoşgörü" göstermek şeklinde
öne çıktı. Medeniyetler arası çatışmanın önlenmesi, hoşgörü kültürünün gelişmesine bağlı kaldı.
Bilgi çağında "hoşgörü", bağnazlığı aşmanın, farklılıklara rağmen birlikte ve yan yana
yaşamanın yöntemi konumuna geldi. Ancak hoşgörü sayesinde, farklı değerlere sahip kişi ve sosyal
gruplar arasında, birbirini farklılığa rağmen "kabullenme" ve yan yana birlikte yaşamak gündeme
gelebilmektedir.
Bu tür bir hoşgörü anlayışı, Türk ve Osmanlı Toplum geleneğine yabancı değildir. Türk-
Osmanlı geleneği hatta Selçuklu' dan beri, farklı ırk, kültür ve dinden olan kişileri birlikte yan yana
yaşatma başarısı olarak hep var olageldi. Ancak buradaki farklı grupların kendi içinde kapalı
gruplar olması, toplumsal düzeyde kısmi kapalı-çok kültürlülük (Erkan 2000) olarak gündeme
geldi.
Oysa ki, bilgi çağı toplumunda, farklı değer ve kültüre sahip, sosyal grup ve kurumların
birbirine daha açık duruma gelmesi, karşılıklı etkileşim içine girmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Zira,
21
birbirinin farklı kültür değerlerini tanımak yoluyla, kültürel yakınlık oluşmakta ve bu kültürel
yakınlık sayesinde, işbirliği ve ortak çalışma şansı doğmaktadır.
İşbirliği ve ortak çalışma; kurum, kişi ve sosyal grupları birbirine yakınlaştırarak ; toplumsal
sinerjinin doğmasına hizmet etmektedir.
Sanayi uygarlığı, insanlığın maddi-doğa üzerine egemenlik kurmasına odaklanmıştı. Bu
nedenle doğal kaynakları sömürmeye ve sonuçta da onları tüketmeye yöneldi. Bu süreçte maddi
gücü harekete geçiren temel öğe enerji idi. Oysa ki bilgi çağı, "insan odaklı" olarak örgütlenmiştir.
Bu nedenle insanlar ve insan grupları arasındaki olumlu etkileşim yani sinerji yaratmak, enerji
üretmenin yerine geçmiştir.
Bu yüzden bilgi çağı, sinerji çağıdır. İnsanlar, kurumlar ve sosyal gruplar arasında sinerji
yaratmak; farklılığa sahip birimlerin, birbirinin farklı kültürel değerlerini tanıyıp; hoşgörü içinde,
onları kendisi için içselleştirmese bile, varlığını kabullenerek kültürel yakınlık kurması sayesinde
gerçekleşmektedir.
Kültürel yakınlığın kurulamadığı toplumsal ilişkilerde, sinerji yaratmak mümkün olamaz.
Hatta, farklı değer ve kültürlerin çatışması, zıtlaşmayı güçlendirerek negatif sinerjiye yol açabilir.
Bilgi çağında bilginin sağladığı yeni fırsatlar ve olanaklar insanların özgürlük alanını
genişletmiştir. Genişleyen özgürlük alanı ile sinerjik etkileşimin bir arada varlığı, ancak
özgürlüklerin sosyal sorumluluk bilinci içinde kullanımıyla mümkündür.
Zira, özgürlüğün sınırsız ve bireyci kullanımı Karl Popper'in belirttiği gibi özgürlük
paradoksuna yol açar. sınırsız özgürlük, başkalarının özgürlüğünü yok ederken, kendi kendini yok
etmiş olur. Bu nedenle bilgi çağının özgürlüğü, sosyal sorumluluk içinde kullanılması gereken bir
özgürlüktür. Ancak "sosyal sorumluluk" bilinci ile kullanılan özgürlüğün sinerji yaratma şansı
vardır. Bu durumda "sosyal sorumluluk" bilgi toplumunun temel değerlerinden birisi olmaktadır.
Özgür, özerk ve bağımsız bireyler; başkaları tarafından değil, sosyal sorumluluk ve birlikte
yaşamanın getirdiği sorumluluk duygusu ile kendi davranışlarını belirlemek durumundadır.
Sorumsuz özgürlük insanlığın yok olmasına yol açabilir. Ancak sosyal sorumluluk bilinciyle
beslenen özgürlük insanlığın hizmetine sunulmuş olabilir.
22
Bilgi toplumunda, bilginin insanla ve insan düşüncesiyle ilgili olması, insanı toplumsal
bütünün odak noktasına taşıdı. Bu durumda insan bizzat kendisi ve insana ilişkin değerler toplumun
temel değerleri olarak ön plana çıktı. Öncelikle insan olmanın getirdiği temel değerler olarak
"insanın varlığı" ve bu varlığın korunması bir temel değerdir. İnsan varlığının korunması, diğer
insanlarla kavga yerine uzlaşmadan geçer. Bu nedenle "uzlaşma" bilgi çağının bir diğer temel
değeridir.
Uzlaşma yerine kavganın ve savaşın seçilmesi durumunda insanın varlığı tehlikeye girer. Bu
nedenle uzlaşma, insan varlığının güvence altına alınması için, gerekli temel değerlerden birisidir.
Bu nedenle uzlaşma,bir diğer temel değer olan barışa hizmet eder.
İnsanın varlığı ile birlikte, toplumsal yaşam süreci içinde oluşan "kişiliği ve onuru" bir
başka önemli değer sistemidir.
Bu nedenle insan kişiliği ve onurunun korunması, insan hakları şeklinde belirlenen hukuk
normlarıyla güvence altına alınmaktadır. Bu nedenle çağdaş anayasalar, insanın daha doğuşundan
itibaren, vazgeçilmez, devredilmez haklarını, temel hak ve özgürlükler olarak temel hukuk
değerlerine dönüştürmüştür. Bu yüzden insan hakları, küresel bir değer olarak öne çıkmıştır.
İnsanın fiziki varlığı yanında, sahip olduğu, psikolojik ve kültürel değerleri ile maddi
varlıklarının güvence altına alınması gerekir. Bu durum "güvenlik" amacının da temel bir değer
sistemi olarak gelişmesine yol açmıştır. İnsanlar, kendi canı dışında, sahip olduğu maddi ve kültürel
öğelerle birlikte güvenlik içinde yaşamak ister. Bu nedenle, sahip olduğu maddi ve kültürel
öğelerin, kendisiyle birlikte korunması, onun güvenliği, bir başka deyimle gelecekteki
özgürlüğüdür. Bu nedenle insan; sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri maddi ve manevi
değerlerini koruyarak yaşamak isterken; bu isteğin gerçekleşmesi ancak güvenlik amacından geçer.
Ne var ki "güvenlik" sadece polisiye güvenlik değil; bunun ötesinde sağlık sistemini de
kapsayan sosyal güvenlikten geçer. Ancak bilgi çağında sosyal güvenlik, sanayi uygarlığındaki
gibi, sadece devletin sunduğu bir hizmet değil; daha çok bireyin kendi katkısı ile birlikte ilgili
olduğu kurum tarafından sağlanmak durumundadır.
Devlet; ise bu sistemin düzenlenişi, işleyişi, yetersiz kaldığı noktalarda takviye edilmesiyle
sorumludur.
23
Karmaşıklaşan ve çeşitlenen dünyamızda sosyal güvenlik herkes için zorunludur. Bu
nedenle "herkes için sosyal güvenlik", insanı korumanın ve güvence altına almanın temel
öğelerinden birisi durumuna gelmiştir.
Tüm sahip olduğu maddi ve kültürel değerleriyle birlikte kendini güvende hisseden insanın,
bilgi çağının örgütlenme yapısı içindeki hedefi başarıya odaklanmaktır.
Bilgi çağının toplumsal örgütlenmesi, bilginin akışkan özelliğini işlevselleştirmeye
yöneliktir. Bu nedenle bilginin insanlar arasında paylaşımına dayalı olduğu için örgütlenmenin bir
ağ-sistemi (network) şeklinde olması kaçınılmazdır.
Bu nedenle, tüm toplumsal süreçlerin ağ sistemine uygun biçimde örgütlenmesi gerekir.
Bu durumda, ağ-sistemini oluşturan birimler de kendi içinde yine bir birime bağlı bir ağ
ilişkisi gibi birbiriyle ilinti ve etkileşim içinde bulunmak durumundadır. Başka bir deyimle her
kurum kendi içinde orkestra tipi bir örgütlenme yapısına sahip olmalıdır. Orkestra içindeki her
bireysel birim ise birbirini tamamlamak durumundadır. Bu durumda birbirini tamamlayan birimler
arası etkileşim sinerji yaratarak, kurumun daha üst başarıya yönelmesini sağlamaktadır.
Orkestradaki birinin başarısızlığı, tüm orkestranın başarısızlığı olacağı için, orkestrada
herkes en iyi olmaya yönelmek durumundadır. Ya da herkes kendisi yüzünden tüm orkestranın
başarısız olmasını göze alamayacağı için sosyal sorumluluk hissedecektir. Bir öğenin aksaması
yüzünden orkestrayı başarısız kılmamak için, her birey ellerinden gelen yardımlaşmayı devreye
sokma sorumluluğuna sahiptir.
Böylesi bir ortamın yarattığı kurum kültürü, örgütü ve bireyleri ortak başarıya
yönlendirmektedir. Bu nedenle, bilgi çağında sanayi toplumundaki gibi, bireysel (kişisel) başarı
değil; ortak başarı önem kazanmaktadır.
Kısacası, bilgi toplumunda insanlar işbirliği içinde ortak başarıya motive olmak
durumundadır. Bu yüzden, başarı özellikle de, dayanışma içinde ortak başarı, bilgi çağının temel
değerlerinden birisidir.
Başarısı ile insanın kendini kanıtlaması ve kendini gerçekleştirmesi Maslow’un ihtiyaç
hiyerarşisinde en üst değerler olarak yer almaktadır.
24
Bilgi çağında insan ve kurumların kendini kanıtlama ve gerçekleştirme ihtiyacı, bilgi
üretiminden, yani yeniliklerden geçer. Bu nedenle “yenilikçilik” ve “yenilik değeri” bilgi çağında
bir başka önemli değerdir. Yenilikçi insan için; eğitim sisteminin “yaratıcı” insan yetiştirmesi
gerekir.
Ayrıca insanların,”geçmiş değerlerden” çok “gelecek değerlere” odaklanması gerekir. Bu
durumda bilgi çağında zaman değeri değişmiştir.
Bilgi çağında, kesikli zaman değil; geleceğe uzanan bir “zaman süreci” dikkate alınır. Bu
yüzden yaratıcı insanlar gelecekteki bir hedefe odaklanırlar. Bu durum her insan ve kurumun belli
“vizyon” ve “misyon” değerleri edinmesini gerektirir.
Bilgi çağının insanı, bu özelliği nedeniyle tutucu kültürel değerler yerine, yenilikçi, açık
ve esnek kültürel değerlere sahip olmaktadır. Bilgi çağında yenilikler sadece üretim sürecine
ilişkin olmayıp, yaşamın tüm alanlarında geçerlidir. Bu nedenle teknoloji sadece makine ve
araçlarla sınırlı değildir. Teknoloji, yeni bir yöntem veya düşünce, fikir olabilir.
Bu nedenle bilgi çağı teknolojisini, doğa ve yaşama uygulanabilir olan organize
(bilimsel) bilgi olarak tanımlıyoruz. Makine ve aletler bu süreçte araç görevi üstlenirler. Asıl olan
bunları içerdiği düşünce ve fikirdir.
Bu şekliyle bilgi çağında teknolojik yenilik, bilimsel yöntemlerle üretilen ve
uygulanabilirliği olan bilimsel bilgidir. Yeni bilimsel bilgi, olmayanı düşünmeye yönelik olduğu
için, insanın hayal gücü ve duygusal zekası, bu kez geçmişteki değerlerin tahakkümünden
kurtulup; gelecekteki yeni bir olguyu yaratmak üzere özgürleşmiş bir düşüncedir. Bu nedenle bir
yandan kendisine hata yapma şansı tanır, bir yandan da yaratıcılığın gereği olan farklı bakış açısı ve
özgürlük ufkunu kullanır.
Kısacası bilgi çağında yenilik ve yaratıcılık, bilimsellikle birlikte yeni değerler olarak
gündeme gelir.
Bilgi çağının insan merkezli yaklaşımına paralel olarak genetik bilimi ön plana çıktı. Bu
yüzden insan ve canlılarla ilgili pratik etik değerleri gündeme geldi. Örneğin, insan, insani
değerler ve insan haklarıyla birlikte, insan onurunun korunması ve işkence ile mücadele pratik etik
etik sorunlar olarak ön plana çıktı. Sadece insanların değil, diğer canlıların korunmasına yönelik
25
toplumsal hareketler başladı. “Hayvan severlik” ve hayvanların korunması, eskiye göre daha çok
gündeme gelir oldu. Bu olayın bir yönü nesli tükenmekte olan canlıların korunmasına yönelik
olurken, bir diğer yönü sokak hayvanlarının korunmasından kürk hayvanlarının korunmasına kadar
uzanan pratik etik sorunları gündeme taşıdı.
Diğer yandan toplumsal sorumluluk duygusu, “savaşa karşı” kitle hareketleri ile yoksulluğa
karşı mücadelede yeni etik tavırların daha bir ön plana çıkmasına yol açtı. Yoksullukla mücadelede
gelirin ve zenginliğin dağılımı giderek ahlak sorunu olmaya başladı. Savaş haklı bir savaş olsa
bile, savaş sırasında uygulanacak normlara ihtiyaç gösterdiği gibi sivilleri savaşın dışında tutma
ihtiyacı yeni ahlaki değerler olarak öne çıktı.
Kürtaj ve ötenazi gibi konular giderek toplumsal etiğin yoğun tartışma konuları olurken,
toplumda bu konularda hukuk normları oluşturma yoluna girildi.
Genetik bilimindeki gelişmeler insanın, kendine ve doğaya karşı sorumluluk değerleri ile
etik değerlere sahip olması gerektiğini bize gösterdi. Teknoloji ve bilimdeki başdöndürücü sınırsız
gelişmelerin, etik değerlerle kontrol etmeye ihtiyaç gösterdiği görüldü. Zira bilim adamlarının
genlerle oynayarak, insanlığı nerelere sürükleyebileceği, insanları ürkütürken, bilimin insanlığın
hizmetinde olacak biçimde kullanılması ve bilim adamının bu konuda sosyal sorumluluk sahibi
olması gereği ortaya çıktı.
Sanayi uygarlığının doğayı tüketmeye yönelik üretim sürecinin doğal kaynakları yok olma
sınırına taşırken, doğa ve çevre değerleri bilgi çağında önem kazandı. Bu nedenle doğayı korumaya
yönelik yasal normlar geliştirildi. Ayrıca bugünün insanının sadece kendine karşı değil, aynı
zamanda gelecek kuşaklara karşı sorumluluğu hatırlatıldı. Çünkü yaşadığımız dünyanın dünkü
kuşaklardan bize miras kalmaktan çok, gelecek kuşaklardan ödünç aldığımız vurgulandı. Bu yüzden
çevre değerleri, diğer değerlerle birlikte bilgi çağının değerleridir.
F. Bilimsel Paradigmalarda Değer Yargıları
Sanayi uygarlığında bilimdeki gelişmeler; tesadüflere bağlı olarak, ancak doğrusal bir çizgi
üzerinde adım adım gerçekleştiği şeklinde anlaşıldı. Oysa ki, T. Kuhn’la birlikte bilimdeki
gelişmenin devrimsel sıçramalar şeklinde geliştiği ve bir devrimsel sıçramada bilimin yeni bir
paradigmaya geçiş yaptığı kabul edildi. Kuhn’u izleyen Lakatos, her paradigmanın “araştırma
programı” olarak bir sert çekirdeğe ve sert çekirdeğin etrafında bir “koruyucu kuşağa”ve ancak
26
bunların uygulanması şeklinde bir üçüncü kuşağa sahip olduğunu ortaya koymuştur. Sert çekirdek,
ortak araştırma programını benimseyen üyelerin, ortak kabulleridir. Bu ortak kabuller belli
değerlere dayanmaktadır.
Ancak bu, varsayım ve kabullenme değerlerine bağlı olarak, koruyucu kuşakta yer alan
teoriler geliştirilebilmektedir. Dış kuşakta ise bu teorilerin uyarlanma ve uygulamaları yer
almaktadır. Örneğin mekanik paradigma ile çalışan klasik fizik bilimleri ile, kuantum
paradigmasına dayalı olarak çalışan bilim adamlarının dünya görüşü tamamen birbirinden farklıdır.
Birisinde neden sonuç ilişkileri,kesin, determinist, standart ve tek yönlü, buna karşın diğerinde ise
kesin olmayan, süreksiz, kesikli belirsizlikler içermektedir. İşte bu temel inanç ve varsayımlar farklı
değerlerden yola çıkmaktadır. Örneğin, bu yaklaşımları sosyal bilimlere uyarladığımızda, kapitalist
ve sosyalist toplumların analizi ile bilgi toplumunun analizinde farklı değer, inanç ve ideolojilerden
yola çıkılarak analizler yapılmaktadır. Bu durumda, her bilimsel araştırma grubunun
kabullendiği sert çekirdekte farklı değer ve inançların varlığı tartışılmaz olmaktadır. Bu
durumda, bilim adamlarının toplumun birer ferdi olarak belli değer yargılarına sahip olması
yanında, araştırma konuları da değer yargısız olamazken, belli araştırma programlarının çıkış
noktasında da belli değer yargılarının var olduğunu görüyoruz. Her farklı paradigmal yaklaşım veya
araştırma programına sahip araştırma gruplarının farklı varsayım ve değerlere sahip olması,
çoğulculuğu kaçınılmaz kılmaktadır. Bu durum Fayerabend’in, anarşist bilgi kuramı üzerinden,
kuramsal çoğulculuğa ulaşılmasına yol açmıştır.
Sonuçta bugün bilimde farklı varsayım ve değerlerden yola çıkarak farklı araştırma grupları
ve programları oluşturulmaktadır. Bu yaklaşımlardan her biri karmaşık gerçeğin farklı yönlerine
farklı düzeylerde, farklı açıklamalar getirebilmektedir.
Bilgi çağında bilimin, olanı açıklamaktan daha çok, geleceği, muhtemel olabileceği
açıklamaya yönelmesi, bilimin teleolojik değer yargıları içermesini kaçınılmaz kılmaktadır. Zira
teleolojik değer yargılarında geleceğe ilişkin değer yargıları kaçınılmazdır. Ayrıca araştırmacıyı
yeni bir bakış veya vizyon ve misyon oluşturmaya yönelten de, geleceğe ilişkin olarak sahip olduğu
değer yargılarıdır.
Üstelik bu tür değer yargıları araştırmacıyı bilimin yeni ufuklarına ve varolanı
değiştirmeye yönelik değer yargılarıdır. Bunlar bizi buluş ve yeniliklere taşıyan değer
27
yargılarıdır. Özellikle araştırmacının hayal gücü ve sezgilerini gelecekteki olgulara yönlendiren
inanç ve değerleri bilimin geleceğe ve yeni teknolojilere ulaşmasına hizmet eder.
Burada araştırmacının mantıksal zekası kadar, duygusal zekası ve inançları da etkin rol
oynar. Ancak toplumda zaten var olan; inanç, ideoloji ve değerlere dayalı olarak araştırma
programının kurulması, paleolojik değer yargılarını gündeme taşıyacaktır ki, buradan bir
yenilenmeye ve buluşa değil, geçmişe ve eskiye bağlanma şeklinde değer yargıları gündeme
gelebilir.
Bu anlamda günlük yaşam içinde insanları günlük hayata bağlayan, ekonomik politik,
kültürel ve sosyal değer yargıları bulunabilir. Ancak bilimsel düzeyde, organize bilgi üretmeye
yönelik uğraş, paleolojik değer yargılarına değil, teleolojik değer yargılarına sahip olmayı
gerektirir.
Eğer bilimin işlevi, organize bilgi yani teknoloji üretmekse, var olanın ötesine geçmek için,
paleolojik değil, teleolojik varsayım, ilke ve değerlerden yola çıkmalıdır. Ancak bir bilim adamı
fildişi kulesinde değil, toplumun içinde yaşadığı için, hem paleolojik; hem teleolojik değer
yargılarına sahip olabilir. Bu durumda bir araştırmacının bir sıradan vatandaş olarak bir dünya
görüşü ve bilim adamı olarak ayrı bir dünya görüşü şekillenebilir. Yani araştırmacı, iki ayrı
gözlüğe sahiptir.
Benim kişisel fikrime göre, bilim adamına bilimsel uğraşında düşen sosyal sorumluluk
görevi; dil felsefesinin önerileri doğrultusunda seçici davranarak mümkün olabildiğince paleolojik
değer yargılarını elimine ederek, gerçek yargıları ile teleolojik değer yargılarına dayalı olarak
bulgularını formüle etmesini gerektirir.
Nasıl ki toplumsal bütünde farklı alt sistemlerin farklı işlevi varsa, paleolojik ve teleolojik
değer yargılarının farklı işlevleri vardır. Bilim adamları bu işlevleri karıştırmadan bilisel
formülasyonunu ortaya koymalıdır. Örneğin bir bilim adamı politik ideoloji veya teolojik
inançlarını, bilimsel alanın dışında tutmaya özen göstermelidir. Paleolojik değer yargıları araştırma
programının yürütülmesinde ve sonuçlandırılmasında değil, ancak onun uygulama ve kontrolünde
bir rol oynamalıdır.
Diğer yandan bu günün Türkiye’sinde bilimsel uğraş, yeni organize bilgi üretmeye yönelik
değildir. Dışarıda üretilmiş bilgiyi aktarmaya veya bunu uygulamaya yöneliktir. Kısacası varolanla
28
kendini sınırlandırdığı için, görgülcülüğe dayalı taklitçilik yapmaktadır. İstisnalar dışında yeni
bilgi ve teknoloji üretilmemektedir. Başka bir deyimle bilim adamlarımızın dünya görüşü ağırlıklı
olarak paleolojik değerlere dayalıdır. Bu yaklaşımın teleolojik değerlere dayalı olarak bir üst
spektruma taşınma gayreti yeterli değildir. Bu durumda, taklitçilik ve görgülcülük basit olduğu ve
yeniyi üretmeye yönelmediği için sadece başkasının görüşlerini aktarmakta herhangi bir engel
görmüyor. Başkasının görüşüne inanıp savunmakta kendince bir etik sorun yaratmıyor.
Başkalarının ürettiği bilgiyi aktarmak veya uygulamak bir pratik sorundur. Bilimsel bilgi
üretmenin altında kalan bir spektrumda konu ele alınmaktadır. Oysa ki ülkemizde olması gereken,
geleneksel ve pratik düşünme spektrumundan, bilimsel düşünme spektrumuna sıçrama yapmak
gerekiyor. Başka bir deyimle, konu sert çekirdek düzeyinde ele alınırsa, paleolojik değerlerden,
teleolojik değerlere geçiş gerekiyor. Bu değişimle Türk bilim dünyasında değer yargılarında bir
yörünge değişimine ihtiyaç bulunuyor. Sert çekirdeğe ilişkin bu yörünge değişimi, aynı zamanda
dünya görüşünde bir değişim olarak da karşımıza çıkacaktır.
KAYNAKÇA
Hüsnü ERKAN, Ekonomi Politikasının Temelleri, (5. Baskı), İlkem Ofset, İzmir,
2001.
Hüsnü ERKAN, Sosyal Piyasa Ekonomisi, Konrad Adanauer Vakfı, İzmir, 1987.
29
Hüsnü ERKAN, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, İşbankası Kültür Yayınları,
İnsan ve Toplum Bilimleri 1992 Büyük Ödülü, 4. Baskı, Ankara,
1998.
Hüsnü ERKAN, Bilgi Uygarlığı İçin Yeniden Yapılanma, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1998.
Ömer DEMİR, Bilim Felsefesi, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.
Sedat YANICI, Felsefeye Giriş, Alfa, İstanbul, 2001.
Özlem DOĞAN, Kavramlar ve Tarihleri, İnkılap, İstanbul, 2002.
Özlem DOĞAN, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, İnkılap, İstanbul, 1997.
30