“tÜrkİye’de İslamİ dÜŞÜncenİn ÖrgÜtlenmesİ ve...
TRANSCRIPT
-
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRK İNKILAP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
ANABİLİM DALI
“TÜRKİYE’DE İSLAMİ DÜŞÜNCENİN ÖRGÜTLENMESİ VE
HEDEFLERİ
(31 Mart Olayı’ndan DP’nin İktidara Gelişine Kadar, 1909-1950)”
Doktora Tezi
Necdet Aysal
Ankara
2004
-
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRK İNKILAP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
ANABİLİM DALI
“TÜRKİYE’DE İSLAMİ DÜŞÜNCENİN ÖRGÜTLENMESİ VE HEDEFLERİ
(31 Mart Olayı’ndan DP’nin İktidara Gelişine Kadar, 1909-1950)”
Doktora Tezi
Necdet Aysal
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ünsal Yavuz
Ankara 2004
-
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRK İNKILAP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
ANABİLİM DALI
“TÜRKİYE’DE İSLAMİ DÜŞÜNCENİN ÖRGÜTLENMESİ VE HEDEFLERİ
(31 Mart Olayı’ndan DP’nin İktidara Gelişine Kadar, 1909-1950)”
Doktora Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Ünsal Yavuz
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
..................................................... ...................................
..................................................... ...................................
..................................................... ...................................
..................................................... ...................................
..................................................... ...................................
..................................................... ...................................
Tez Sınav Tarihi.......................................
-
III
İÇİNDEKİLER
Sayfa
KISALTMALAR........................................................................................... IX
ÖZET.................................................................................................... X
ABSTRACT.................................................................................................. XII
ÖNSÖZ......................................................................................................... XIV
GİRİŞ: İSLAMİ DÜŞÜNCENİN GELİŞİM SÜRECİ...................................
A. Tarihsel Süreç İçinde Din ve Devlet Kurumlarının Karşılıklı Etkileşimi............................................................................................... 1
B. 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyasi Örgütlenme ve Yeni Oluşumlar.............................................................. 23
I. BÖLÜM: İKİNCİ MEŞRUTİYET’TEN ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI’NA KADAR OLAN DÖNEM İÇERİSİNDE İSLAMİ DÜŞÜNCENİN ÖRGÜTLENMESİ (1909-1919)
A. İslamın Toplumsal Boyutta Örgütlenmesi............................................. 49
1. Tarikatlar ........................................................................................ 49
a) Tarikatların Kuruluş Amaçları ...................................................... 51
b) Tarikatların Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Yapıları ......................... 54
2. Dernekler ....................................................................................... 68
B. Siyasi Platformda Yeni Oluşumlar ........................................................ 69
1. Dönemin Siyasi Gelişmeleri ............................................................ 69
2. İslamın Siyasallaşması...................................................................... 71
a) İttihâd-ı Muhammedi Fırkası (Fırka-i Muhammediye)................... 71
b) Ahâli fırkası.................................................................................. 78
c) Hürriyet ve İtilâf Fırkası ............................................................... 78
C. İslamcı Yayın Organları ....................................................................... 88
1. Gazeteler......................................................................................... 90
2. Dergiler........................................................................................... 90
-
IV
D. Örgütlenmeden Eyleme Geçiş : 31 Mart Olayı...................................... 94
1. Olayın Çıkış Nedenleri ve Gelişimi................................................... 94
2. Olayın Sonuçları ............................................................................. 121
3. 31 Mart Olayı ve Kamuoyu Tepkileri .............................................. 130
II. BÖLÜM: ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI DÖNEMİNDE DİNİ NİTELİKLİ FAALİYETLER (1919-1923)
A. Büyük Millet Meclisi’nin Açılışına Kadar Ankara-İstanbul İlişkileri ......
133
1. Osmanlı Devleti’nin Sona Erdirilmesini Hazırlayan Olaylar: Mondros Mütarekesi .......................................................................
133
a) Mondros Mütarekesi’nin Uygulanması Karşısında Padişahın ve Hükümetin Tutumu ....................................................................
137
b) Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının Mondros Mütarekesi’ne Karşı Tepkisi ......................................................................................
138
2. Anadolu Halkının Örgütlenmesi Yolunda Anadolu Yöneticilerinin Politikaları ....................................................................................
141
3. İstanbul Hükümeti’nin Anadolu’daki Gelişmeler Karşısındaki Tavrı
153
B. Büyük Millet Meclisi’nin Açılışı ve Ankara-İstanbul İlişkilerinin Boyutlanması ......................................................................................
163
1. Büyük Millet Meclisi’nin Açılmasının Hukuki ve Siyasi Önemi ........
163
2. İstanbul-Ankara Hükümetleri Arasındaki Çatışmalar ....................... 166
C. Ulusal Bağımsızlık Savaşı Döneminde Dini Örgütlenme ve Basın........
169
1. Ulusal Bağımsızlık Savaşı’na Karşı Dini Oluşumlar .........................
170
a) Hürriyet ve İtilaf Fırkası (14 Ocak 1919)...................................... 170
b) Nigehbân Cemiyet-i Askeriyesi (Ocak 1919)................................. 174
c) Teâli İslam Cemiyeti (19 Şubat 1919)........................................... 176
d) İngiliz Muhipleri Cemiyeti (Ağustos 1919)................................... 177
e) Osmanlı İlâ-yı Vatan Cemiyeti (15 Kasım1919) ............................
180
f) Tarik-i Salâh Cemiyeti (19 Eylül 1921).......................................... 181
g) Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti (1922).................................. 181
-
V
2. Ulusal Bağımsızlık Savaşı Döneminde Basın.................................... 182
a) İstanbul Basını ............................................................................. 182
b) Anadolu Basını............................................................................. 184
D. Ulusal Bağımsızlık Savaşı Döneminde Yayınlanan Beyannamelerde Din Faktörü ........................................................................................
186
1. İstanbul Hükümeti Beyannameleri ................................................... 188
2. Ankara Hükümeti Beyannameleri .................................................... 193
3. İtilaf Devletleri Beyannameleri......................................................... 201
4. Beyannamelere Karşı Halkın Tepkileri ve Ayaklanmalar...................
205
a) Bozkır Ayaklanması (27 Eylül-4 Ekim; 20 Ekim-4 Kasım 1919).
206
b) Şeyh Eşref Ayaklanması (26 Ekim-24 Aralık 1919)..................... 209
c) Anzavur Ayaklanmaları (1 Ekim-25 Kasım 1919) .......................
213
d) Düzce Ayaklanmaları ve Beypazarı, Safranbolu Gerici Olayları. 215
e) Konya’da Delibaş Ayaklanması (2 Ekim-15 Kasım 1920)............
219
f) Yozgat ve Zile Ayaklanmaları (15 Mayıs-21 Haziran 1920)......... 221
E. Ulusal Bağımsızlık Savaşı Sonrasında Devletin Yeniden Yapılanması ve Tepkiler .......................................................................................
223
1. Yönetimde Değişime İlk Adım: TBMM’nin Saltanat ve Hilafeti Birbirinden Ayırarak Saltanatı Kaldırması.......................................
223
a) Saltanat–Hilafet İlişkileri ............................................................ 224
b) Saltanatın Kaldırılmasına Meclis İçi ve Dışından Tepkiler............
231
2. II. TBMM ve Siyasi Yelpazede Yeni Bir Oluşum: Halk Fırkası........
241
3. Cumhuriyetin İlanı ve Tepkiler ........................................................ 253
III. BÖLÜM: ATATÜRK TÜRKİYESİ’NDE DEVRİMSEL DEĞİŞİMLERE KARŞI DİNCİ TEPKİLER (1923-1938)
A. Cumhuriyetin İlanı Sonrasında Devletin Yeniden Yapılanmasında Temel Yaklaşımlar............................................................................
265
1. Cumhuriyetin İlanıyla Birlikte Devrimsel Değişimler .......................
265
-
VI
a) Yönetsel Alandaki Değişimler..................................................... 265
(1) Çoğulcu Parlâmenter Sisteme Geçiş Çabaları .......................... 265
i) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924).. ........... 271
ii) Serbest Cumhuriyet Fırkası (12 Ağustos 1930)..................... 277
(2) Halifeliğin Kaldırılması ........................................................... 290
b) Toplumsal Görünüm ve Kurumlarda Çağdaş Değişimler ............ 305
(1) Giyim ve Kuşamda Çağdaşlaşma: Şapka Kanunu ....................
306
(2) Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması ................................ 315
(3) Uluslararası Saat, Takvim, Rakam ve Hafta Tatilinin Kabul edilmesi ...............................................................................
319
(4) Soyadı Kanunu’nun Kabulü .................................................... 322
c) Yeni Devletin Eğitim ve Kültür Politikası ..................................... 324
(1) Eğitim ve Öğretimde Yapılan Yenilikler: Tevhid-i Tedrisat Kanunu ................................................................................
324
(2) Kültürel Alanlarda Yapılan Yenilikler: Harf, Tarih ve Dil Devrimi ................................................................................
329
d) Çağdaş Hukuka Geçiş: Yeni Yaklaşım ve Değişimler ................... 332
(1) Hukuk Alanını Düzenleyen Yasalar: Türk Medeni Kanunu .....
332
(2) Kadın Hakları ......................................................................... 335
B. Lâikleştirme Çabalarına Karşı Dinci Odakların Tepkileri ve Kamuoyu 337
1. Devrim Hareketlerine Karşı Dinci Ayaklanma ve Tepkiler ...............
337
a) Dinci Ayaklanmalar ...................................................................... 337
(1) Şeyh Sait Ayaklanması (13 Şubat-31 Mayıs 1925) .................. 337
i) Ayaklanmanın Çıkış Nedeni ve Gelişimi ................................
337
ii) Ayaklanmanın Bastırılışı ve Alınan Önlemler: Takrir-i Sükûn Kanunu ....................................................................
347
b) Dinci Tepkiler .............................................................................. 365
(1) Menemen Olayı ve Derviş Mehmet (23 Aralık 1930)............... 365
i) Olayın Çıkış Nedenleri ve Gelişimi ....................................... 366
-
VII
ii) Olayın Sonuçları .................................................................. 370
(2) Bursa’da Arapça Ezan Olayı (1 Şubat 1933) ........................... 372
(3) Siirt’te Şeyh Halit ve Oğlu Şeyh Kuddus Olayı (Aralık 1935) .
372
(4) İskilip Olayı (Ocak 1936) ....................................................... 373
C. Türk Devriminde Laikliğin Gelişimi ve Anayasaya Girişi .....................
374
1. Lâikliğin Tanımı, Nitelikleri ve Tarihçesi.......................................... 374
2. Laiklik İlkesinin Anayasaya Girişi ve Değerlendirilmesi ...................
379
3. Atatürk’ün Din ve Laiklik Anlayışı .................................................. 384
IV. BÖLÜM: ATATÜRK DÖNEMİ SONRASINDA DİNİN YENİ KONUMU (1938-1950)
A. Atatürk Devrimlerinin Yerleşme ve Gelişme Süreci .............................
393
1. CHP Dördüncü Olağanüstü Kurultayı (26 Aralık 1938)................... 396
2. İç Politikada Gelişmeler................................................................... 399
a) İsmet İnönü’nün Barış Girişimi Ara ve 1939 Yılı Genel Seçimleri .
399
b) Anadolu’da Aydınlanma Hareketinin Doğuşu: Köy Enstitüleri ......
402
(1) Kuruluş Amaçları ................................................................... 403
(2) Etkinlikleri ............................................................................. 408
c) İkinci Dünya Savaşı’nın Doğurduğu Ekonomik Sıkıntılar ve Alınan Önlemler ........................................................................ 411
B. Çok Partili Siyasi Yaşama Geçiş ve Dinin Siyasallaşması Yolunda Adımlar ........................................................................................... 417
1. 1938 Sonrasında Tek Parti Yönetimi ve Muhalefet .......................... 417
2. Siyasi Yelpazede Oluşumlar ve Dinin Siyasallaşması........................
424
a) Mili Kalkınma Partisi (18 Temmuz 1945)...................................... 426
b) Demokrat Parti (7 Ocak 1946) ..................................................... 428
c) Sosyal Adalet Partisi (28 Şubat 1946)............................................ 433
d) Çiftçi ve Köylü Partisi (24 Nisan 1946)......................................... 433
e) Arıtma ve Koruma Partisi (26 Haziran 1946)................................. 434
-
VIII
f) İslam koruma Partisi (19 Temmuz 1946) ....................................... 434
g Türk Muhafazakâr Partisi (8 Temmuz 1947).................................. 435
h) Millet Partisi (20 Temmuz 1948)................................................... 435
i) Toprak, Emlâk ve Serbest Teşebbüs Partisi (30 Eylül 1949)........... 438
3. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Yeni Politik Seçeneklere Yönelmesi ...................................................................................
439
a) Dinci Çevrenin CHP İktidarına Saldırıları ..................................... 443
b) CHP’nin Dinsel Unsurlardan Etkilenmesi ve Yeni Politikası...........
449
(1) Lâik Devlet Kurumlarından Verilen Ödünler ........................... 453
(2) Köy Enstitülerine Karşı Tepkiler................................... 465
C. Çok Partili Parlamenter Döneme Geçişte İslami Eğilimlerin Yaygınlaşması ...............................................................................
470
1. Laik Cumhuriyetin Karşılaştığı Yeni Güçlükler.................................
470
a) Nurculuk ve Risâle-i Nur Hareketi (1945-1950) ........................... 471
b) Saldırgan Bir Dinci Akım: Ticanilik (1946-1950)...........................
475
2. Demokrat Parti’nin İktidara Gelişi ve Devrim Karşıtı Uygulamaları .
476
a) Genel Seçimlere Giderken İktidar-Muhalefet İlişkileri ...................
476
b) 1950 Seçimleri ve Demokrat Parti’nin Başarı Sebepleri ...... 480
c) DP’nin Din Konusundaki Politikaları ve Devrimlerden Verilen Ödünler .......................................................................................
487
SONUÇ......................................................................................................... 496
KAYNAKÇA................................................................................................ 501
EKLER......................................................................................................... 531
-
IX
KISALTMALAR
A Ü. : Ankara Üniversitesi
A.g.b. : Adı geçen belge
A.g.e. : Adı geçen eser
A.g.m. : Adı geçen makale
A.g.z. : Adı geçen zabıt
ATASE : Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı
B. : Baskı
BCA. : Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
Bkz. : Bakınız
C. : Cilt
CHF. : Cumhuriyet Halk Fırkası
CHP. : Cumhuriyet Halk Partisi
Çev. : Çeviren
D. : Devre
Der. : Derleyen
Dos. : Dosya
F. : Fihrist
Gnkur. : Genelkurmay
Haz. : Hazırlayan
Hz. : Hazreti
İct. : İctihat
İHK. : İstiklal Harbi Kataloğu
K. : Kutu
Kls. : Klasör
Ks. : Kısım
MEB. : Milli Eğitim Bakanlığı
S. : Sayı
s. : Sayfa
SBF. : Siyasal Bilgiler Fakültesi
ty. : Tarih yok
Yay. : Yayınlar
-
X
ÖZET
XVIII. yüzyılda başlayan İmparatorluktan ulusal devlete geçiş süreci, uzun ve
çetin mücadelelerin sonucunda gerçekleşen “Atatürk Devrimi” ile tamamlanmıştır.
Atatürk’ün yüklendiği tarihi misyonda başarılı olmasını sağlayan temel etken, O’nun
insanlık tarihine yön veren yasaları herkesten önce kavramış olmasıdır.
Türk toplumunun inancını, tarihini, sosyal ve ekonomik sorunlarını ulusal
birliği bozma yönünde kullanan çevreler, Cumhuriyeti yıkarak arzuladıkları sistemi
kurmak için her özveride bulunmaktadırlar. Durum bu iken Cumhuriyetin laik,
demokratik, çağdaş yandaşlarının tehlikelere aldırmayıp, olup bitenlere seyirci
kalmaları, sorumsuzca kendi dışındakilerden bir şey beklemeleri çok acıdır.
Cumhuriyet yandaşları bilmelidir ki, rejimler ancak kendi ideallerini benimsemiş ve
yaşamını gerektiğinde bu uğurda ortaya koyabilecek insanlar olduğu sürece varlığını
sürdürebilirler.
“Türkiye’de İslami Düşüncenin Örgütlenmesi ve Hedefleri (31 Mart
Olayı’ndan Demokrat Parti’nin iktidara Gelişine Kadar, 1909-1950)” konulu Doktora
tez çalışmasında, XIX. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan ve dini bir bütün olarak
yeniden toplumsal, siyasal ve kültürel hayata egemen kılmak amacıyla hareket eden
İslami düşüncenin, XX. yüzyıl içindeki örgütlenme süreci belgelerin ışığı altında
incelenmeye çalışılmıştır. Özellikle dönem içerisinde örgütlenmelerini tamamlayan
başta tarikatlar olmak üzere siyasi parti ve derneklerin düşünce ve inanç odakları,
yapıları, eylemleri, toplumsal ve siyasal olaylardaki etkileri ele alınmıştır. Türk
toplumunun teokratik yapıya dönüşünü isteyen ve Türk devrimine karşı olan bu dinci
örgütlerin ortaya çıkışları, çalışmaları, yayılış biçimleri ve hedeflerinin tespit edilerek
özellikle son yıllarda hızla yükselişlerinin temelleri üzerinde durulmuş, bu
faaliyetlere karşı alınan ve alınması gereken önlemler irdelenmiştir.
Bu çalışmada 1909-1950 dönemi 4 ana başlık altında bir incelemeye tabi
tutulmuştur. Giriş bölümünde İslami düşüncenin gelişim süreci vurgulanarak,
İslamiyetin ortaya çıkışı ve içeriği ile Osmanlı Devleti’nde din-devlet ilişkileri ve
siyasi örgütlenmelere yer verilmiştir. Birinci bölümde, İkinci Meşrutiyet’ten Ulusal
-
XI
Bağımsızlık Savaşı’na kadar olan dönem içerisinde İslami düşüncenin örgütlenmesi
(1909-1919) konusu vurgulanmıştır. İkinci bölümde Ulusal Bağımsızlık Savaşı
döneminde dini nitelikli faaliyetler (1919-1923) ele alınmıştır. Üçüncü bölümde
Atatürk Türkiyesi’nde Devrimsel Değişimlere Karşı Dinci Tepkiler (1923-1938) ve
Dördüncü bölümde ise Atatürk Dönemi Sonrasında Dinin Yeni konumu (1938-1950)
üzerinde durulmuştur.
Siyaset ve inanç sömürücülerince kullanılan insanların, Ortaçağın cehalet
kokan değerlerine özlem duyma yanılgısına düşerek, Ulusal devlete ve onun çağdaş
değerlerine yönelik saldırıları artarak devam etmektedir. Yapılması gereken tüm
toplum kesimlerinin öncelikle saldırganlara ve saldırılara karşı ortak tavır almasıdır.
Bunun yanı sıra devletin temel kurallarını yıkmayı amaçlayan bu unsurların yıkıcı
özelliğini de gözardı etmek büyük bir yanlışlık olacaktır.
-
XII
ABSTRACT
The transition from empire to state begun in the XVIII th century culminated after
a lengthy struggle with Ataturk's reforms. Ataturk successfully fulfilled a historic
mission, as he was a pioneer in conceiving of certain laws that went on to shape
humanity's history.
Today, certain groups are exerting great efforts to destroy the Turkish Republic
and set up in its place a system based upon religious rules, and they abuse religion,
history and the social economic woes of Turkish society to reach their goals. It is sad that
the modern, secular, democratic supporters of the Turkish Republic merely stand aside
and watch all this while often expecting others to take action. Supporters of the Republic
should remember that regimes can only last if the people who believe in them are ready
to even risk their lives when necessary.
This paper, "The Organization and Goals of the Islamic Movement in Turkey"
(Covering the March 31 incident to the Democrat Party's rise to power, 1909-1950)
examines the Islamic movement's efforts to bring religious rules to social, political and
cultural life in the late 19th century and its revival and reorganization in the XX th
century. The paper also sheds light on the focuses and beliefs of political parties,
associations and religious orders.
The paper examines the efforts of these religious organizations that want to
introduce a theocratic system to the Turkish society, the methods they use to spread their
ideas, their targets and their rise in the recent years. The counter measures that need to be
taken against them is also a part of this paper.
This paper divides 1909-1950 period into four separate groups. The introduction
part focuses on the “Development of the Islamic Thought”. This part explains the rise of
Islam, its content, religion and state relations in the Ottoman Empire and political
organizations. The first chapter is about the organization of the Islamic movement during
the time starting from the Second Constitutional Period (Ikinci Mesrutiyet) to the War of
-
XIII
Independence (1909-1919). The second chapter studies various religious activities
during the War of Independence (1919-1950). The following chapter analyzes the
religious reactions against Ataturk’s reforms (1923-1938) and the last chapter observes
religion’s new place and status in the Turkish society after Ataturk’s time (1938-1950).
Today attacks against the secular state and its values are rising. In this process,
both religion and politics are perverted. What is needed is a nationwide stand against
these anti-secular groups, who though they long to bury themselves in the darkness of
the Middle Ages, their power should never be underestimated.
-
XIV
ÖNSÖZ
Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden günümüze kadar İslam inanç ve
düşüncesi, hemen her dönemde Türk toplumu için çok önem taşıyan bir öğreti olmuş
ve Türk devletlerinin siyasal yapılarında belirleyici bir rol oynamıştır. Fakat İslam
dininin temel kaynağı olan Kur’an hükümlerinin tarih boyunca donmuş, kalıplaşmış
ve bütün uygarlık araçlarına kapalı hale getirilerek yorumlanması, çeşitli mezhep ve
tarikatları ortaya çıkarmıştır. Bu aşamada dinden politik çıkar ya da maddi kazanç
sağlamak isteyen bu örgütler, “Tarikat siyasi parti ve dernekler” aracılığı ile
toplumların inançlarını yüzyıllarca sömürmüşlerdir.
“Türkiye’de İslami Düşüncenin Örgütlenmesi ve Hedefleri” konulu bu
çalışmamız, aynı Avrupa tarihinde olduğu gibi tarihimizde de saray ve din
kurumunun, siyasi gücün belirlenmesinde sürekli bir mücadele içinde olduğunu
tarihsel bir gerçek olarak karşımıza çıkarmaktadır. Saray, dini kurumu yanına çekerek
ve kimi zaman gücünü arttırarak egemenliğini pekiştirmiş, kimi zaman ise örneğin
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde, dini otorite siyasi otoriteye egemen
olduğunda yönetimi kendi felsefesi doğrultusunda kullanmıştır. Ortaçağın Hıristiyan
ve İslam dünyasındaki halk, bu otoritelerin çıkarlarına hizmet etmek için var olan bir
topluluk olarak görülmüştür. Günümüzün çağdaş değerlerinden yoksun olan halk ise,
ne siyasi otoriteyi ne de dini otoriteyi sorgulayabilmiştir. Siyasi ve dini otoritenin
mutlak doğru olarak gösterdiklerine koşulsuz olarak itaat etmişlerdir. Koşulsuz itaat
eden halk kitlesini yönetme mücadelesi ne siyasetin siyaset gibi, ne de dinin din gibi
yaşanamaması sonucunu doğurmuştur. Özellikle insanlığın en hassas yönü olan dini
inançlar her dönemde, her koşulda, her yöntemle birtakım kişilerin çıkarlarına hizmet
etmek amacıyla olabildiğince kullanılmıştır.
Dini inançların siyaset adamı veya din adamı kisvesi altındaki bir takım
kişilerin çıkarları uğrunda kullanılması, kullanılmaya çalışılması ve bu uğurda
yapılan mücadeleler, cahil halkı dine bağlılık adı altında yeni olan her şeye düşman
yapmıştır. Çünkü, yüzyıllarca cahil bırakılmış ve baskı altında tutulmuş bir toplumda
din, her şey demekti. Başına sarık saran, manasını anlasın anlamasın Arapça okuyan,
-
XV
halka din adına kendi çeşitli saplantılı düşüncelerini aşılamaya kalkan herkes, din
bilgini rolünde idi. Halkın çoğunluğu ise anlamını kavramamakla birlikte okuduğu ve
kutsal saydığı Arapça dualar gibi, bu kimselerin din adına söylediklerini de kutsal
sanıyordu. İşte halkın dini duygu ve düşüncelerini istismar ederek siyasi çıkar
sağlamaya çalışan bu gruplar, Türk toplumunu milletten ümmete, çağdaşlıktan çağ
dışılığa, aydınlıktan karanlığa sürüklemek için büyük çabalar sarf etmiş, insanların
kafasına “din” adına, dinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yığın saçmalığı
sokmaya çalışmış ve bunda da önemli başarılar elde etmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki kanunlarını kısmen de olsa dini esas
ve inançlara uydurmayı amaçlayan bu unsurlar, siyasi sınırlarımız içinde din
kurallarına bağlı şer’i bir düzen kurmak amacıyla harekete geçmişlerdir.
Bu çalışmada, dönemimizle ilgili olarak toplumun teokratik yapıya dönüşünü
isteyen ve Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen Türk devrimine karşı olan bu gerici
örgütlerin ortaya çıkışı, çalışmaları, yayılış biçimi ve hedefleri, özellikle son yıllarda
hızla yükselişlerinin temelleri üzerinde durulmuştur. Ülkemizde bu konu ile ilgili
lisansüstü çalışmaların yayınların ve günlük yayın organlarında sergilenen,
düşüncelerin çok dağınık olduğu ve yüzeysel kaldığı gözlenmiştir. Özellikle
konumuzla ilgili ortaya atılan görüşlerin çürüklüğü, bilinmeyen konularda bilir
geçinenlerin açıklamaları, aşırı dinci ve örgütlerin işine yaramıştır. Nitekim,
Atatürkçü olduğu tartışma götürmeyen kimi yöneticilerimizin açıklamaları bile
şaşırtıcı görülmektedir. Bilindiği üzere İslamiyet gerçek kimliğini Cumhuriyet
devrinde laikliğin kabulü ile kazanmış ve Atatürk bu ilke ile dine en büyük saygıyı
sağlamıştır. Kendisi dine karşı değil, tersine din sömürücülerine, tekkelerde oturup
halkın sırtından geçinen şeyhlere, türbelere çaput bağlayıp ölülerden yardım
umanlara ve üfürükçülere karşı olmuştur. O, İslamiyet’in şekle değil ruha önem
verdiğini pek çok konuşmasında dile getirmiş, inanç sömürücülüğü ya da dinci eylem
girişimlerine karşı büyük bir duyarlılıkla ulusunu uyanık tutmak istemiştir.
Cumhuriyet döneminde saltanat ve hilafetin kaldırılması, laik kanunlar
çıkarılması, hukukta, devlet hayatında ve eğitimdeki atılımlar, genç Cumhuriyetin
zaferi olarak nitelendirilebilir. Fakat bütün bu devrimler gerçekleştirilirken, zararlı
dinci unsurların sosyal temelleri çökmemiş, faaliyetleri canlılıklarını muhafaza
-
XVI
etmiştir. Bu çevreler 1945 yılına kadar Cumhuriyetin şekline, laiklik ve devrimcilik
ilkelerine karşı devamlı ve açık bir kampanya açamamışlardır. Bu arada zaman
zaman ortaya çıkan irticai nitelikte olay ve isyanlar ise tavizsiz olarak bastırılmıştır.
Fakat 1945 yılından sonra çok partili siyasi hayata geçişin ve demokratik rejimin
sağladığı fikir özgürlüğünden de yararlanan bu dinci akımlar, siyasette önemli rol
oynayacaklardır. Din, politika konusu olarak laik düzene karşı harekete geçirilmiş ve
bu hareketin başını da her zaman olduğu gibi tarikat ve siyasi partiler çekmiştir.
Bu çalışmada ağırlıklı olarak Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Genelkurmay
ATASE Başkanlığı Arşivi, TBMM ve TİTE Arşivlerinde bulunan çok sayıda
belgenin incelenmesi gerçekleşmiştir. Değerlendirilen bu belgeler, incelediğimiz
dönemle ilgili olarak çeşitli kütüphanelerde bulunan yerli ve yabancı literatürlerle
desteklenmiş ve elde edilen sonuçlar, neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde genel bir
değerlendirmeye tabi tutulmuştur.
Tezin hazırlanması sırasında gösterdiği yakın ilgi ve yönlendirici eleştirileri
nedeniyle tez danışmanım Prof. Dr. Ünsal Yavuz’a, Tez İzleme Komitesi üyelerinden
Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu ve Prof. Dr. Bige Sükan Yavuz’a, ayrıca Başbakanlık
Cumhuriyet Arşivi, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi, TBMM Arşivi, TİTE
Arşiv ve Kütüphanesindeki çalışmalarım sırasında, benden yardımlarını esirgemeyen
görevli arkadaşlara en içten teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
Necdet Aysal
-
1
GİRİŞ: İSLAMİ DÜŞÜNCENİN GELİŞİM SÜRECİ
A. Tarihsel Süreç İçinde Din ve Devlet Kurumlarının Karşılıklı Etkileşimi
Dinler tarihi sahasında araştırma yapanlar, dinin doğuşu hakkında değişik görüşler
ileri sürmektedirler. Batılı araştırmacılar genellikle insanlıkta dinî hayatın ruhlara,
putlara, çeşitli eşya ve tabiat olaylarına tapmak gibi ilkel dinlerle başladığını kabul
etmektedirler. Fakat İslama göre beşeriyetin ilk dini, ilkel dinler değil,Tevhit dinî yani
tek Allah inancına dayanan Hak dindir. İlkel dinler, insan oğlunun hak dininden
sapmasıyla ortaya çıkmış batıl dinlerdir1. Tarihi ve sosyolojik araştırmalar göstermiştir
ki, din duygusu insanlıkla beraber doğmuş ve tarihin hiçbir devrinde dinden habersiz bir
topluluğa rastlanmamıştır. Nerede insan varsa, orada doğru ve yanlış bir inanç ve ibadet
şeklinin varlığı görülmüştür2.
VII. yüzyılda Arabistan’da doğan İslam dini, büyük bir hızla bütün dünyaya
yayılmıştır. Geniş toplulukları yepyeni bir inanç, yeni toplum kurumları, yaşama biçimi
ve yeni bir kültür içinde birleştirmiştir3. Kur’an’ın açıklamaları, arkeolojik kazı
sonuçları ve dinler tarihi bulgularına göre, insanoğlunun önceleri tek Allah inancına
sahip olduğu ağırlık kazanmış ancak zamanla inanç ve ibadetlerdeki sapmalar, insanı
başka inançlara sürüklemiştir. Güneşe, aya, suya, ruha ve eşyalara tapınma böyle
başlamıştır4. Din kelimesi Arapça’dır. Türklerin İslam dinini kabul etmeleriyle dilimize
mal olmuştur. Kelime kavram olarak tutarlı bir tanıma sahip olmamış ve filozoflar,
sosyologlar, psikologlar onu hayatın özel bir alanıyla ilgili olarak tanımlarken, bazıları
kendi amaçları için ve kendi yöntemlerince tanımlamışlardır5. Emile Durkheim’e göre
din, “kutsal veya kutsallaştırılmış eşyalarla ilgili inançlardan oluşan ortak bir sistemdir”.
Max Müller ise dini, “kavranılmayanı kavramak, anlaşılmayanı anlamak ve anlatmak
1 Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, 7. B., Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2000, s.1; Özer Ozankaya, Atatürk ve Laiklik, Atatürkçü Düşüncenin Temel Niteliği, 1. B., Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1981, s. 41; Nur Serter, Dinde Siyasal İslam Tekeli, 1. B., İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1997, s. 16; Hikmet Tanyu, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, 2. B., Ankara, İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1980, s. 24. 2 İnsanın özellikle manevî bünyesinin istek ve ihtiyaçlarına cevap verecek en önemli ve en sıhhatli kaynak, şüphesiz ki dindir. Bkz: Gürtaş, s. 3; Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, İstanbul, Garanti Matbaası, 1968, s. 9. 3 İslamiyetin Doğuşu ve Yayılışı, Hürriyet Ansiklopedisi Servisi, Nisan 1990, s. 5. 4 Osman Zümrüt, Atatürk’ün İslam Dini Anlayışı, 1. B., Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998, s. 3-4.
-
2
için yapılmış bir gayret, sonsuzluğa yönelen bir özleyiştir”6 şeklinde açıklamaktadır.
Peter Berger, “din dünyanın yapımına bir girişimdir” derken Ernest Renan, “din, insan
yüreğinin derinliklerinde keşfedilecek en karmaşık eğilimlerinden biridir”7 demektedir.
Bu tanımlardan hareketle din, manevî bir birlik meydana getiren topluluğun kutsal
şeylerle ilgili inanma ve tapınmalarından doğan dayanışmalı bir sistemdir. Bir dinin var
olabilmesi için mutlaka kutsal ve kutsal dışı ayırımına dayanan iman ve amelin yer
alması ve bunları benimseyen ve uygulayan tinsel bir cemaatın meydana gelmesi şarttır.
Ayrıca, dinlerin özü sayılan kutsal fikrinin kök ve kaynağı hakkında da dört teori
vardır8: Ruhculuk (Animisme), Tabiatçılık (Naturisme), Totemcilik (Totemisme) ve
Vahiycilik (Revelationisme)
Dini ilk kez açıklayanlar, ya din kurucuları ya da ilk elçilerden biri olmuştur.
İslama göre ilk insan Hz. Adem, ölünce çocukları onun öğütlerini veya Allah’ın
emirlerini terk etmişlerdir. Nitekim tarihin her döneminde insanlar Allah’ın emirlerini
terk ettikleri ve unuttukları zaman da yeni elçiler gönderilmiş, onlar Allah’ın emirlerini
yeniden çağdaşlarına öğretmişlerdir. Bu akış içerisinde Allah, Hz. Muhammet’i son elçi
olarak göndermiş ve İslam dinini tamamlamıştır. İslam’a göre din, Allah’ın yasası9 ve
insanlara elçiler aracılığıyla gönderdiği emir ve yasakların tümüdür10. İslamın kutsal
kitabı Kur-an’a göre de, Allah katında makbul olan din İslam’dır11. Bütün bu
açıklamalardan anlaşılacağı üzere, dinin belirgin özelliklerini, “Kutsala inanma, manevî
bir birlik meydana getirme, inanış ve davranış bütünlüğünü oluşturma” şeklinde
belirtebiliriz.
İslam’ın temel kaynaklarına göre İslam dini, Hz. Muhammet tarafından tebliğ
edilen, son ilahi dine verilen isimdir. Fakat bu, Hz. Muhammet’in dininin adı değildir.
Ondan evvel gelen Hz. Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa gibi bütün peygamberlerin
5 Din, “Allah’tan karşılık almak için davranışlarımıza yön verdiren kurallar ve bu kurallara dayalı inanç ve her türlü uygulamalardır”. Bkz., a.g.e., s. 1. 6 Felicien Cahallaye, Dinler Tarihi, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1972, s. 7, 281-289. 7 Mavis Hiltunen Biesanz and John Bisanz, Introduction To Sociology, Prentice Hall inc. Englewood Cliffe, New Jersey, Third Edition, 1978, s. 348. 8 Mehmet Toplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, 3. B., Ankara, AÜ Basımevi, 1983, s. 66; Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Türk kültüründen Türkiye Kültürüne ve Evrenselliğe, 3. B., Ankara, Bilgi Yayınları, 2000, 11; Ahmet Yücekök, 100 Soruda Türkiye’de Din ve Siyaset, 3. B., İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1983, s. 6-7. 9 Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, Maç Matbaası, 1963, s.5; Zümrüt, s. 3-4. 10 Serter, s. 20. 11 Ali Özek ve diğerleri, Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1991, s. III/19; Neda Armaner, Nurculuk, İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar, Ankara, Yenigün Haber Ajansı Yayıncılık A.Ş., 1998, s. 79.
-
3
dinlerinin de adıdır. Hz. Muhammet İslam’ı icat etmemiş, tebliğ etmiştir. İslam’ı en son
tebliğ eden peygamber de O olmuştur12.
İslam dini Kur’an’a dayanır. İslam inancına göre Kur’an, Allah tarafından Cebrail
adlı melek aracılığı ile Hz. Muhammet’e tedrici olarak 23 yılda indirilmiştir. 114 sure
(bölüm)’den ibarettir. Kur’an Hz. Peygamberin hayatında “vahiy katibi” unvanı adı
verilen kimseler tarafından yazılmış ve O’nun vefatından sonra I.Halife Hz. Ebubekir
zamanında yazılanlar bir araya getirilmiş, III.Halife Hz. Osman zamanında da bu nüsha
çoğaltılarak belli başlı İslam merkezlerine birer suret gönderilmiştir13. Kur’an-ı
Kerim’den sonra İslam’ın ikinci derecedeki en önemli kaynağı Hz. Peygamberin söz ve
davranışlarını Kapsayan “Hadisler”dir. Kur’an-ı Kerim’in anlamını açıklayarak boş
bıraktığı hususları tamamlayan hadisler, hüküm olarak inanç, ibadet, temizlik, namaz,
zekât, hac, evlenme, ölüm, doğum, oruç, ceza ve benzeri meseleleri içermektedir. Hadis
kitapları içinde altı tanesi “en güvenilir” olarak kabul edilmiş ve bunlara “Kütüb-ü
Sitte” (altı kitap) adı verilmiştir. Bu kitaplar, hadisleri toplayan kişilerin adları ile
anılmaktadır14.
Hz. Muhammet , peygamberlik görevi yanında devlet başkanlığı görevini de
yürütmektedir. O’nun devrinde hayatın tüm alanlarının din tarafından düzenlendiği ve
din işlerinde devlet işlerinde yapılacak işleri kendisinin düzenlediği bilinmektedir.
Peygamberin vefatıyla, kendisinden sonra kimin “ümmetin başına geçeceği” konusunda
açık bir hüküm olmayışı, kimin halife olacağı tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.
Bu konudaki tartışmalar her halife değişikliğinde meydana gelecek ve tarih boyunca
süren tartışmalar bu üç görüşe dayandırılacaktır15.
12 Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, İstanbul, [y.y], 1965, s. 222; Turan, s. 120; Abdülkadir Sezgin, “Cumhuriyet Döneminde Dini Hayatın Meselelerinin Tarihi Kökenleri”, (A.Ü. TİTE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1990.), s. 46. 13 Hazret-i Peygamberin zamanından itibaren, Kur-an pek çok insan tarafından ezberlenmiştir. Kur’an’ı baştan sona tamamen ezberleyenlere “hafız” denilmektedir. Bkz., Mehmet Toplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Ankara, Güneş Matbaası, 1966, s. 211-212; Sencer, s. 160-163; Faruk Güventürk, Din Işığı Altında Nurculuğun İç Yüzü, İstanbul, Okat Yayınevi, 1964, s. 82-83. 14 Bu kitaplar Buhari (Ölümü 870), Müslim (ö.875), Ebu Davut (Ö.888), En-Nefes (Ö.915.), Et-Tirmizi (Ö.892), İbn-i Mâce (Ö.896). Ayrıca bu orijinal metinlerinden bir kısmı İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesi”nde sergilenmektedir. Bkz., Turan, s. 121; Sencer, s. 172-174. 15 Atatürk 1 Teşrin-i (Kasım) Sani 1922 tarihinde BMM yaptığı konuşmada bu konuda üç görüş belirdiğini söyler: 1. Hilafet en kuvvetli, en nüfuzlu ve en reşit kavmin olacaktı. Bu sahabenin çoğunluğunun görüşü idi. 2. O güne kadar Nusret-i İslam’a hizmet eden kavmin hilafete layık addedilmesiydi. Bu Ensar’ın (Medineliler) görüşü idi. 3. Kuvvet-i Karabet (Akrabalık) esas alınmalıydı. Yani halife akrabalarından olmalıydı. Bu da Haşimilerin görüşü idi. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 5. B., Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1997, s. 289-290.
-
4
İslam dininin temel kitabı “Kur’an”, konu itibariyle üç bölüm olup, bu bölümler
ile ilgili ayetler aynı sayfa içerisinde karışık olarak bulunmaktadır. Bu bölümler ise
şöyle sıralanabilir16: “Tevhid-i İman (Allah’ın varlığı, birliği) ile ilgili ayetler, Ahkâm
(toplumsal düzen ve insan hakları) ile ilgili ayetler, Kıssalar (dünya tarihi ve
peygamberin biyografileri) ile ilgili ayetler”
İslam dini, imanın kimde ne kadar olduğunu veya olmadığını, Allah’tan başka
kimsenin bilemeyeceğini ve değerlendiremeyeceği gerçeğine dayanır. Hz. Muhammet’e
bile kişilerdeki imanı ölçme ve değerlendirme yetkisi verilmemiştir17. Dolayısıyla İslam
zor kullanılarak sağlanan inancı kabul etmez ve geçerli saymaz. Kişinin hiçbir baskı
altında kalmayarak ve bir çıkar hesabı yapmadan sahip olduğu inancı geçerli ve değerli
sayar18. Nitekim, bununla ilgili ayetler şöyle sıralanabilir: “Dinde zorlama yoktur”19
“Bilmediğiniz şeyin arkasına düşmeyiniz, bilerek doğruluğuna karar verdiğiniz şeyleri
ve kimseleri takip ediniz”20. İslamın “ahkâm” gibi ikinci ana temele ve dünya hayatına
dayalı olması, onu zorunlu olarak birçok toplumsal kurallar koymaya itmiştir. Kişi
haklarını belirleyen bu kurallar, İslam hukuku (fıkıh) yani şeriattır. İslam bilginlerinden,
ahkâmın bu bölümünün kişi hakları esas alınarak değişebilirliğini kabul edenler olduğu
gibi, bu değişikliğe karşı çıkıp Kur’an da ne söylenmiş ise, peygamber dönemindeki gibi
harfiyen uygulanmasını savunanlar da vardır21. Kur’an zaten ahkâmın değişebilirliğini
kendi yapısında “Nasih-mensuh”22 ve “Müteşebbih-muhkem”23 gibi ayetlerle
kabullenmiştir. İslam dinî toplumsal kuralları koyarken, değişebilirlik ilkesini de
getirerek, hem daha pratik, hem de dinamik yapıya sahip olduğunu açıkça
göstermektedir. İslam dinî emirlerinin birçoğunun amacı, şart ve zamana göre
değişmektedir. Örneğin Aklı, insan beynini uyuşturarak zevk almak için alkol
kullanılması yasaklanırken ilaç ve tedavi amacıyla kullanılması öğütlenmiştir24.
16 Zümrüt, Atatürk’ün İslam Dini Anlayışı, s. 43; Aytaç, Kemal, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Din Politikası Üzerine Konuşmalar, I. B., Ankara, TİTE Yayınları, 1986, s. 48-49; Turan, s. 123; Fethi Gözler, Atatürk İnkılapları-Türk İnkılabı, 2. B., İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1983, s. 97-98. 17 Özek, Kur-an-ı Kerim, Kehf, XVIII/110, s. 292-304; Enbiya, XXI/112. Ayet, s. 321-330; Erdoğan Aydın, İslamiyet Gerçeği-İslamiyetin Ekonomi Politiği, 5. B., Ankara, Doruk Yayıncılık, 1996, s. 242. 18 Zümrüt, Atatürk’ün İslam Dini Anlayışı, s. 46. 19 Özek, Kur’an-ı Kerim, Bakara, II/286, s. 1-48. 20 Özek, Kur-an-ı Kerim,İsra, XVII/111, s. 281-292. 21 Olcaytu, Turhan, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı, Devrimimiz-İlkelerimiz, 8. B., Ankara, Ajans Türk Basın ve Basım A. Ş., 1980, s. 198-199. 22 Özek, Kur’an-ı Kerim, Bakara, II/106, s. 35. 23 Özek, Kur’an-ı Kerim, Ali-İmran, III/200, Ayet 7, s. 49-75. 24 Zümrüt, Atatürk’ün İslam Dini Anlayışı, s. 47.
-
5
Her dinin temelinde inanç esaslarını belirleyen ve yaşayış biçimini tespit eden
hükümler vardır. İslamlığın dayandığı ilkelerde “şeriat” adı altında toplanmıştır.
Müslümanların hayatını düzenleyen şeriat, başlıca Kur’an ve hadislerden kaynaklanan
kural ve nizamlardır25. Fakat zamanla Kur’an’daki kuralların da yeterli olmadığı
görülmüş ve bunlar için de her biri ciltler tutan birçok fetva mecmuaları, fıkıh kitapları
düzenlenmiştir. Hukukçuların koyduğu bu kuralların dışında, “Kavânin-i Örfiye” denen
ve geleneğe dayanan bir hukuk sistemi26 de geliştirilmiştir. Bunların kimileri İslam
ilkelerine bile aykırıdır.
İslamiyet toplum düzenine, kişinin mutluluk içinde yaşamasına önem verir27.
İslamın insan ile ilgili dünya görüşü ise şöyledir28: “İnsan, ergenlik-ölüm dönemi
arasında, Allah’ın verdiği akıl, sağlık, para vb. imkanlarla orantılı bir güce sahip
kılınmıştır. Kişi bu dönem esnasında yaptıklarının ahirette değerlendirilmesi sonucu ya
ceza ya da mükafat görecektir. İnsan cenneti, yaygın bir anlamda kurtuluşunu, dünyada
yaptığı inançlı davranışlarıyla kazanmaktadır. İnsan ahirette Allah tarafından
bağışlanacaksa, dünyada iken yaptığı iyi davranışlarından dolayı bağışlanır. İslam dinî
dünyayı geçici (fani) kabul etmekle birlikte, aynı zamanda çok önemli bir araç olarak da
görmektedir.” Nitekim, ülkemizdeki Müslümanların çoğunun klasik görüşü bu
noktadadır29. Kültür düzeyi düşük, eğitimi eksik, yanlış dini bilgilerle donatılmış
insanlara, İslamın iman ayetlerinde değişik uygulama olmayacağı, toplumsal sistemle
ilgili ayetlerin uygulanmasında zaman ve şartlara göre değişiklik olabileceğinin,
Kur’anın kendi ayetlerince de benimsendiği çok iyi bir şekilde anlatılmalıdır30.
25 Şer’i Arapça’da “insanı bir ırmağa, bir su kenarına götüren yol” olup, İslam dininin doğmuş olduğu Arabistan’da suyun insan için ne demek olduğu düşünülürse, şeriat kelimesinin de bu kökten gelmesinin önemi kavranmış olur. Şeriat tarihin bir izah şeklidir. Özellikle İslamlığın doğduğu ve onunla münasebette bulunmuş olan bölgelerde cereyan etmiş bazı olayların sebep ve sonuçları Tanrı iradesine bağlanmak suretiyle açıklanmıştır. Bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi -Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-1907, C. VIII, 3. B., Ankara, TTK., 1988, s. 191; Fığlalı, Ethem Ruhi, Din ve Devlet İlişkileri, I. B., Muğla, Muğla Üniversitesi Yayınları, 1997, s. 16-18; Osman Keskinoğlu, İslam’da Eğitim ve Öğretim, 2.B., Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1988,. s. 6-9. 26 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Anadolu Selçukluları ve Anadolu Beylikleri Hakkında Bir Mukaddime ile Osmanlı Devletinin Kuruluşundan İstanbul’un Fethine Kadar, C. I, 5. B., Ankara, TTK, 1988, s. 27-28; Gözler, s. 100; Muzaffer Sencer, “Din ve Toplum”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, s. 563. 27 Ercüment Kuran, Türk İslam Kültürüne Dair, Ankara, Ocak Yayınları, 2000, s. 19; Gözler, s. 133. 28 Zümrüt, Atatürk’ün İslam Dini Anlayışı, s. 42. 29 Faik Bulut, Resmi Belgeler Işığında Ordu ve Din-1826-1997 Devlet Gözüyle İslamcı Faaliyetler, 2. B., Ankara, Doruk Yayıncılık, 1997, s. 502; Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, 2. B., İstanbul, İletişim Yayınları, 1994, s. 16. 30 Özek, Kur-an-ı Kerim, Bakara, II/106 ;Ali-İmran, III/7; Armaner, s. 80; Serter, s. 22.
-
6
Atatürk bu konuda bu gerçeği dile getirerek onlara yardımcı olunmasını
istemiştir31:“Türk Milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar
olmalıdır...”. Atatürk dini, insanlık için gerekli ve zaruri bir kurum olarak görerek, “din
vardır ve geçerlidir” demiştir32. Atatürk dinin, sadece insanların ferdi hayatları için
lüzumlu olduğunu söylemekle kalmayıp, bir toplumu ayakta tutan kurumların en
önemlisi olarak kabul etmiş ve “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin
devamına imkan yoktur” sözleriyle görüşlerini ifade etmiştir33. Ayrıca, Sosyolog Güstav
Le Bon da, dinin gerekliliği konusunda şöyle demektedir34: “İnsanı idare eden sadece
maddî ihtiyaçları ve ihtirasları değildir. İnsanın ümitlerini, tahayyüllerini idare etmek
için manevî ve kudsi bir inanç lazımdır. İnsan görünmeyene iman ve itikad lüzumundan
hiçbir zaman vareste kalmamıştır.”
Tarihleri Çin kaynaklarına göre M.Ö.1000 yılına kadar uzanan ve Kuzey
Denizi’nden Akdeniz’e, Ege denizine, Rusya ortalarından Arap Yarımadası güneyindeki
Hint Okyanusuna, Balkanlardan Kuzey Afrika kıyılarına, Sudan ve Habeşistan’a kadar
uzanan bölgelerde küçük büyük devletler kurmuş olan Türkler, zamanla birçok dinlere
girip çıkmışlardır35.
Eski Türk devlet ve milletlerinde din-iman ile devlet-siyaset işlerinin birbirinden
ayrıldığı da görülmektedir. Türk hanlıklarında halk her türlü yabancı dinlere girmekte
serbestti. Çeşitli Türk devletlerinin Totemizm, Şamanizm, Buddhizm, Mazdeizm,
Maniheizm, Musevi ve Hıristiyan dinlerine; IX. yy.dan itibaren de İslam dinine girdiği
bilinmektedir36. Ayrıca Türklerin büyük bir kısmının İslam dinine girinceye kadar
Şaman dininde kaldıklarını da söyleyebiliriz.
Bunun yanı sıra, eski Türklerde devlet işlerinde hiçbir zaman din adamlarının rolü
olmamıştır37. Eski milletlerden kalma tarihi belgelerde din adamlarının etki ve baskısını
gösteren pek çok örneklere rastlandığı halde, Orhun Kitabeleri’nde din adamlarının
devlet işlerinde rollerini gösteren bir tek cümle bile yoktur. Bu kitabelerde “Şamani” din
31 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 5. B., Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1997, s. 93. 32 Asaf İlbay, Asaf İlbay anlatıyor: Yakınlarından Hatıralar, İstanbul, Sel Yayınları, 1955, s. 102-103. 33 Ali Kılıç, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul, Sel Yayınları, 1955, s. 116. 34 Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, 7. B., Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2000, s. 8; Serter, s. 7-8. 35 Hikmet Tanyu, Türklerin Dini Tarihçesi, 2. B., İstanbul, Burak Yayınları, 1998, s. 12-13; Hikmet Kıvılcımlı, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, İstanbul, Diyalektik Yayınları, 1994, s. 15-17. 36 Neşet Çağatay Türkiye’de Gerici Eylemler, Ankara, A.Ü.Basımevi, 1973, s. 1-2; Turan, s. 123-124; Sencer, s. 43; Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, TTK, 1954, s. 2; Kıvılcımlı, s. 33-34; Mark Sykes, Dar’ül İslam, Çev. Yılmaz Tezcan, 1. B., Ankara, 21. Yüzyıl Yayınları, 2000, s. 105. 37 Gözler, s. 89.
-
7
adamı demek olan “kam” kelimesi bir kez bile geçmez. Halbuki bu kitabelerin yazıldığı
dönemlerde (M.732-734), hatta çok daha sonraları “kamların” halk içinde, millet
hayatında önemli rolleri vardı. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, devlet adamları,
“kamların” devlet işlerine müdahalelerine lüzum görmemişlerdir38.
Türklerin Müslüman olmaları, Türk ve İslam tarihinde olduğu kadar dünya tarihi
açısından da büyük bir olaydır. Türkler İslam dinini, İslam devletinin siyasi
hakimiyetinde kalarak değil, uzun bir tanıma devresinden sonra kabul etmişlerdir39.
Türk devletleri arasında İslam dinini devlet dini olarak kabul eden ilk devlet ise, İdil
(Volga) Bulgarları’dır. Bunu sırasıyla Karahanlılar ve Gazneliler Devleti izlemiştir40.
İslam dininin ilim ve medeniyetin ilerlemesine büyük hizmeti olmuştur. Özellikle
felsefe, tıp, tarih, ilahiyat, astronomi ve coğrafya hakkında çok değerli eserler
yazılmıştır. Astronomide, Bettanî Buzcanî, Uluğ Bey, Ali Kuşçu; matematikte, Harezmî,
Birûnî, Mirim Çelebi, İshak Efendi; fizik ve kimya’da Câbir İbn-i Hayyân, Hasan İbn-i
Heysem, Hazîni; tıp’ta, Ebu Bekir Râzî, İbn-i Sinâ, İbn-i Bace, İbn-i Nefis; bitkiler ve
hayvan bilgisinde, İbn-i Vahşiyye, İbn-i Sûrî, İbn-i Baytar; coğrafyada, İbn-i Batûta,
Katip Çelebi, İbrahim Hakkı; felsefede, Fârâbi, İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd; tarihte, Taberî,
İbn-i Haldûn, Reşidü’d-din, Hoca Sadeddin, Peçevi, Naima, Cevdet Paşa gibi ölmez
eserler bırakan bilim adamları vardır. Mimari de ise Müslümanların neler yaptıklarını
çok iyi gösteren ve üzerinden yüz yıllar geçtiği halde hâlâ ayakta duran binlerce eser
vardır. Cami, mescit, mektep, medrese, kütüphane, sebil, şadırvan, çeşme, köprü,
kervansaray, han, hamam, köşk, saray gibi birçok eserler görenlerin hayranlığını
uyandırmaktadır41.
38 Çağatay, s. 4; İnan, s. 15. 39 Türkler ve Müslümanlar arasındaki ilk temaslar 642’de yapılan Nihavend Savaşı’nı müteakip İran’ın fethinin tamamlanmasıyla başlamıştır. Fakat Müslümanlığın Türkler arasında yayılması başlangıçta, İslam Devleti’nin hakimiyeti altına giren Türk ülkelerinde olmuştur. Bunların başında Kuteybe B. Müslim tarafından kısmen fethedilmiş olan “Mavera-ünnehr” gelmektedir. Daha fazla bilgi bkz. Hakkı Dursun Yıldız, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 6, İstanbul, Çağ Yayınları, 1987, s. 17-21; Güventürk, s. 75-76. 40 Neşet Çağatay, “Türkiye’de Din Sömürüsü ve Laiklik”, Belleten, C. XLI, No. 163 (Temmuz 1977), s. 574; Turan, s. 136-138; Sencer, s. 66-68; Mark Sykes, s. 107-108; Tanyu, s. 93-109. 41 Osman Keskinoğlu, İslamda Eğitim ve Öğretim, 2. B., Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1988, s. 6-9; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Anadolu Selçukluları ve Anadolu Beylikleri Hakkında Bir Mukaddime ile Osmanlı Devletinin Kuruluşundan İstanbul’un Fethine Kadar, C. I, 5. B., Ankara, TTK, 1988, s. 97-103. Osmanlı kaynaklarına göre Kayılardan olan aşiretin önce Ankara’nın batısındaki Karacadağ havalisine yerleştirilip daha sonra Ertuğrul Bey’in zaptetmiş olduğu Söğüt, Domaniç ve Ermeni Derbendi (Pazarcık ve Bozöyük arasında) taraflarına geldikleri görülmektedir. Ertuğrul Bey, 93 yaşında H.680/M.1281’de vefat etmiştir. Bkz., Mehmet Fuat Köprülü ve W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, 5. B., Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, [t.y.], s. 73-78; İbrahim Agâh Çubukçu, Çubukçu, “Atatürk, Din ve Lâiklik”, Atatürk Arlaştırma Merkezi Dergisi, C. I, No.2, (Mart 1985), s. 574.
-
8
Anadolu’da İslami bir Türk devleti kurmaya başlayan Anadolu Selçukileriyle,
Danişmendliler, Mengücekler ve Saltuklular, ellerindeki yerlerde cami, medrese, imaret,
hastane, köprü, hamam, çeşme, kervansaray vs. gibi eserler meydana getirmek suretiyle
memleketlerini süslemişlerdir. Anadolu’da XII. yüzyılın ikinci yarısıyla XIII. yüzyıl
başlarında sosyal müesseselerin başında gelen camilerin adedi binleri geçmekte olup,
şehirlerdeki medreselerin adedi ise şehirlerdeki camilere yakındır. Medreselerin
yanlarında yaptırılmış olan imaretlerde hem medrese talebelerinin iaşeleri temin edilir,
hem de fakir ve yoksullara belirli zamanlarda yemek verilirdi. Şehir ve kasaba yolları
üzerinde kurulmuş olan kervansaray ve hanlar, yolcuların dinlenmeleri ve hayvanlarının
muhafazalarını temin edecek surette yapılmışlardı42.
Büyük Selçuklular, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesi’ni müteakip
Anadolu’nun istilasına başladıkları sırada kendilerine bağlı aşiretleri değişik tarihlerde
kısım kısım Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirmişlerdi43. İşte bu aşiretlerden birisi
olan Kayılara, I. Alaaddin Keykubat (1219-1236) zamanında Ankara’nın batısındaki
Karacadağ bölgesi verilmişti. Daha sonraları Söğüt ve Domaniç havalisine yerleşen ve
400 çadırdan oluşan Kayı boyunun Reisi Ertuğrul Bey’dir44. Ertuğrul Bey’in ölümüyle
Kayı aşiretinin başına oğlu Osman Bey (23 yaşında) geçmiştir. Osman Bey zamanında
Anadolu’da faaliyette bulunan iki tarikat vardır: Ahîlik ve Babaîlik. Ahi Tarikatı
reislerinden Şeyh Edebali’nin kızı Malhun Hatun’la evlenen Osman Bey, Ahilerin
nüfuzundan yararlanarak, kısa süre içerisinde Osmanlı Beyliği’nin kurulması ve
büyümesini sağlamıştır45.Ayrıca, bu başarının askeri, manevî ve ruhi sebepleri de vardır.
Osmanlı Beyliği, Anadolu’da yayılması sırasında hiçbir siyası fırsatı kaçırmadığı
gibi, işgal ettiği yerlerdeki halkla kaynaşarak, onların dini ve içtimai işlerine
karışmayarak, adaletli, şefkatli ve tamamen taassuptan ayrı bir siyaset takip etmiştir.
İşgal edilen yerler halkının Türk idaresini, kendi idarelerine tercih etmelerinin sebebi, bu
adilâne hareket ve idarî siyasetteki inceliktir46.
42 Uzunçarşılı, s. 105-106; Turan, s. 191-193; Osman Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslâmiyetin Yayılışı, İstanbul, Marifet Yayınları, 1981, s. 147-156. 43 Çetin, s. 84-92. 44 Uzunçarşılı, s. 181-182; Taner Timur, Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toplumsal Yapısı, Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1979, s. 59-61. 45 Tahsilini Mısır’da yapmış olan Şeyh Edebali’nin, Eskişehir civarında İtburnu mevkiinde tekkesi bulunmakta ve havalinin en itibarlı ve sözü geçen şeyhlerinden olduğu bilinmektedir. Bkz. Uzunçarşılı, s. 182-183. 46 Bizans İmparatorluğu’nun bozulmuş olan idare tarzı, vergilerin keyfi olması, Rum beylerinin ve hatta imparatorlarının kendi küplerini doldurmak için halkı soymaları, asayişsizlik ve bir de bunlara eklenen ekonomik buhran gibi nedenler yüzünden Osmanlı idaresi, bir kurtarıcı olarak karşılanmıştır. Bkz., Orhan Koloğlu, Gazinin
-
9
Osmanlı Devleti, içine aldığı türlü ırk ve dinlere mensup halk yönünden bir
milletler ve dinler topluluğu idi. İmparatorlukta geçerli İslam hukukunun Müslüman
olmayanlara tatbik edilmemesinin bir sonucu olarak, Osmanlı hakimiyetinde bulunan
Hıristiyanlara ve Yahudilere siyasî haklar verilmemiş, buna karşılık din ve mezhep
hakları garanti altına alınmıştı. İmparatorluğun Müslüman olan halkına gelince, din
kardeşi bulunmaları ve şeriata göre eşit tutulmaları sebebiyle ırk ve mezhep farkı
gözetilmeksizin her türlü haklar yönünden eşit kabul edilmişti. Böylece İslam halkının,
İslam olmayan halk üzerine bir üstünlüğü meydana gelmiş ve bu üstünlük iktidarın
davranışında açık olarak kendini göstermiştir47.
Osmanlı Devletinde iktidar, Padişah, Sadrazam ve Şeyhülislam tarafından temsil
edilmekte idi. Kur’an’da ise, devlet şekli ve teşkilatı hakkında herhangi bir esas mevcut
değildi. Peygamber Medine’deki ikâmeti sırasında dinî yaymakla beraber, bir devletin
idaresini sağlayan bütün kuvvetleri kendisinde toplamıştı. Fakat bu idarenin kendisinden
sonra kimin tarafından ve nasıl yürütüleceği yolunda bir tedbir almamış ve bir telkinde
bulunmamıştı. Bu sebepledir ki ölümü ilk anda büyük huzursuzluk yaratmış ve daha
na’şı gömülmeden iktidar için mücadele başlamıştı. Nihayet Kureyşlilerden “Ebu Bekir”
halife seçilmiş, O’nu takip eden üç halife de seçim ile hilafet makamına geçtilerse de
üçü de siyasî ihtiraslara kurban olarak öldürülmüşlerdir. Hz. Ali’nin feci âkıbetinden
sonra da hilafet Muaviye Saltanatına, onun ardından Abbasi Saltanatına geçmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in, Mısır’ı alması üzerine de hilafet Osmanlı Saltanatına geçmiş
oldu. Gerçekte Yavuz, Halife unvanını kullanmadığı gibi, Osmanlı müesseseleri içinde
ona muhtar veya müstakil bir mevki de vermemiştir48.
Osmanlıların ilk zamanlarında, bütün Türk devletlerindeki kamu ve töreye göre
memleket ailenin müşterek malı olup, o aile içinden “Uluğ Bey” seçilen kişi, ülkenin
hükümdarı olurdu. Bu durum I. Murat zamanından itibaren yalnızca hükümdar oğulları
için geçerli kılınmıştı. Nitekim, Osmanlılarda hükümdarlığa kimin geçeceğine dair bir
saltanat kanunu bulunmuyor ve hükümdarlar bir isyan olayını önlemek için kardeşlerini
öldürüyorlardı. Bu gelenek daha sonraları Fatih Sultan Mehmet’in hazırlatmış olduğu
Çağında İslam Dünyası 1919-1922, I. Kitap, I. B., İstanbul, Boyut Yayıncılık, 1994, s. 13; Köprülü ve Barthold, s. 104-106. 47 Turan, s. 165-167; Fığlalı, s. 20; 48 Turhan Olcaytu, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı, Devrimimiz-İlkelerimiz, 8. B., Ankara, Ajans Türk Basın ve Basım A. Ş., 1998, s. 19.
-
10
bir kanunname ile kesin şeklini almıştır. Bu kanunnameye göre, “Osmanlı hanedanından
her kime hükümdarlık nasip olursa nizam-ı alem için kardeşlerini öldürmesi” hususunda
bir madde konulmuştu49.
Osmanlılarda, devlet işlerinin birinci derecede görüldüğü yer Divan’dır. Divan,
bizzat padişahın, bulunmadığı takdirde vezirin başkanlığı altında devlet başkentinde
veya hükümdarın bulunduğu yerde kurulan bakanlar kuruluna verilen addır. Her gün
sabah erkenden, namazdan sonra padişahın huzuruyla toplanan Divanda, gerek devlete
ve gerek halka ait askerî, malî, idarî, hukukî, örfî işleri vezir-i âzamlar; şer’i ve hukukî
işleri kazasker; malî işleri de defterdarlar yürütürdü. Hükümdarlara, vali ve sancak
beylerine, voyvodalara yazılan fermanların ve beratların üzerine çekilen tuğralar
nişânenin kalemiyle olurdu. Bu tarihlerde divan kalemindeki katiplerin şefi olan “Reis-
ül-küt-tâb, nişancının emrinde bulunurdu50.
Osmanlıların ilk devirlerinde, divanda ulema sınıfından gelme yalnızca bir vezir
vardı. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire, “Vezir-i âzam” denilmiştir. Vezir-i
âzam, padişahın mutlak vekili olup, bu vekâlete alâmet olarak hükümdarın adı yazılı
“beyzî” adı verilen oval altın mührünü taşırdı. Bütün devlet işlerinden Vezir-i âzam
sorumlu olup, azil, tayin işleri ve bütün devlet işlerindeki görevler, onun kararı ve
padişahın müsaadesiyle olurdu. Bu tarihlerde hiçbir arzlarının geri dönmediği
bilinmektedir. Fatih’in son zamanlarına kadar padişahlar divana bizzat başkanlık
yaparlarken, sonra bu işi Vezir-i âzamlara bırakarak arz odasına çekilmişlerdir51.
Osmanlılar fethettikleri ülkelerde tıpkı Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları
ve kendilerinden evvel kurulan Anadolu beylikleri gibi toprağı taksim ve idare
etmişlerdir52. Osmanlıların idarelerindeki yerler ise, aşağıdan yukarıya köy, kaza,
sancak, beylerbeyilik şeklinde idarî ve askerî bir bölünmeye tabi tutulmuştur.
Osmanlıların askeri teşkilatında Anadolu Selçuklularıyla İlhanlıların ve Memlûklerin az
çok tesirleri görülmektedir53.
49 Timur, s. 197; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I., s. 495. 50 Ethem Ruhi Fığlalı, s. 40-44; Uzunçarşılı, s. 501-502. 51 Uzunçarşılı, s. 502. 52 İslamiyette arazi, haracî, öşrî ve emirî olmak üzere üç kısım olup, Osmanlılar bu sistemi aynen muhafaza etmişlerdir. Emiri arazi de has-zeamet ve tımar olarak üçe ayrılmaktadır. Bkz. Neşet Çağatay, Netayic-ül Vukuat Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, C. I-II, Ankara, TTK, 1979, s. 16-17; Uzunçarşılı, s. 504-505. 53 Reaya adı verilen köy halkı, dirlik, vakıf, mülk reayası olarak kısımlara ayrılmakta ve köylünün askerî olmayan şer’i ve hukukî davalarına mahalli kadılar (yargıç) bakarlardı. Bkz. Uzunçarşılı, s. 503-507.
-
11
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve genişlemesinde şeyhlerin ve dervişlerin de özel
bir yerleştirici “Kolonizatör” rolü olmuştur. Bu yüzden I. Selim’e kadar Osmanlı
sultanlarının çoğu bazı şeyh ve dervişleri desteklemişler, kendilerini vakıflarla
donatmışlar ve hatta doktrinlerine de sempati göstermişlerdir54. Bunlardan halkçı ve
eşitçi fikirler yayan din adamları bile, iktidar kavgalarında bazı şehzadelerin desteğini
kazanmıştır55.
Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi dönüşü (1517), öncelikle idari bir tedbir olarak
Kahire’deki bazı hükümdar oğullarıyla, halife ve akrabalarını, nüfuzlu âlim, şeyh ve
beylerden tehlikeli olanları ve aynı zamanda mimar, mühendis gibi sanat ustalarını,
kütüphanelerdeki bazı kıymetli eserleri deniz yoluyla İstanbul’a naklettirmiştir.
İstanbul’a gönderilenler arasında Mısır’daki Abbasi Halifesi III.Mütevekkil-alâllah ile
amcası Halil’in oğulları ve Kansu Gavri’nin oğlu Mehmet de vardı56. Halife
Mütevekkil-alâllah, İstanbul’da önceleri padişahın kendisine gösterdiği hürmet
sebebiyle büyük bir nüfuz kazanmış, fakat daha sonra kendisine emanet edilen malları
gasbetmesi ve kadınlarla sefil bir hayata dalmasından dolayı amca-zadelerinin şikâyeti
üzerine gözden düşmüş (1520), Yedikule zindanlarına hapsedilmiştir. Mütevekkil-
alâllah buradan ancak Yavuz’un ölümünden sonra kurtulup Kahire’ye dönebilmiş ve
orada ölmüştür57. Osmanlı tarihçeleri I. Selim’in “sofu” tabiatını sık sık
vurgulamışlardır. Kahire’nin ele geçirilmesinden sonra yaptığı ilk duada Selim, halıları
kaldırarak çıplak başını yere dayamış ve ağlamıştır. Hammer, “Osmanlı Sultanlarının
tarihinde buna benzer başka bir sofuluk örneği görülmemiştir” demektedir58.
Osmanlı Devleti’nin teokratikleşmesinin ise, II. Murad’ın 1425 yılında ilk kez
Taht Müftüsü Molla Şemseddin Fenârî’yi Şeyhülislamlık makamına getirmesiyle
başladığını söyleyebiliriz. Şeyhülislamlık Osmanlı’da, “Meşihat” adı verilen taht
müftülüğünden doğmuştur. İslamın şeyhi, büyüğü ve kıdemlisi anlamına gelen
Şeyhülislam, Sadrazamdan sonra gelen ikinci büyük devlet görevlisidir. Ulema
54 II. Beyazıt, “dualarını almak için” Şahkulu’na ve babası Hasan Halife’ye senede 6-7 bin akçe gönderiyordu. Bkz., Taner Timur, Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toplumsal Yapısı, Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1979, s. 101; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II., s. 226. 55 Timur, s. 101. 56 Olcaytu, s. 19; Uzunçarşılı, C. II., s. 293. 57 III. Mütevekkil-alâllah, İstanbul’da bulunduğu sırada Hilafeti Sultan Selim’e bırakmış ve bu tarihten TBMM’nin 3 Mart 1924 tarihinde hilafeti kaldırmasına kadar, Osmanlı Padişahları dört asır büyük bir İslam kütlesi tarafından halife olarak tanınmıştır. Bkz. Sencer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, s. 90; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, s. 294. 58 Ercüment Kuran, Ankara, Türk İslam Kültürüne Dair, Ocak Yayınları, 2000, s. 19-20.
-
12
sınıfından seçilen ve şeriatın bekçisi konumunda bulunan Şeyhülislam, devlet işlerinin
şeriat hükümlerine uygun olarak yürütülmesini sağlar ve Sadrazam tarafından kendisine
sorulan problemler hakkında şeriatın sözünü fetva ile bildirirdi59. Bu fetva müessesesi
ile devlet, dini ilke ve kurallarının buyruğu altına girmiştir. Nitekim, devlet işlerinin
şeriat kontrolünden geçmesi, başka bir deyişle dinden vize alınması bir zorunluluk
haline gelmiş oluyordu60. Böylece örfe dayanan kanunlar, Şeyhülislam ve müftülerin
fetvalarıyla yürürlüğe konmuş, kadılar da belirli kararnameler uyarınca hüküm
vermişlerdir61. XVI.yüzyılda yetkileri çok genişleyerek klasik statüde yerine alan
Şeyhülislamlar, bu yüzyılın sonlarına doğru hayat boyu tayin edilirlerken, bu tarihten
sonra azledilebilir devlet görevlileri arasına girmiştir62.
Yakın çağların başlarında Osmanlı imparatorluğu, toprak bakımından dünyanın en
büyük imparatorluklarından birisi haline gelmişti. Bu geniş sınırlar içerisinde nüfusu 25
milyon olan İmparatorluk, çeşitli milletlerden oluşmaktaydı. İmparatorluğu kuran,
genişleten ve yöneten Türklerin yanında, onların idaresini kabul etmiş olan Grekler,
Latinler, Slavlar, Çerkezler, Gürcüler, Ermeniler, Sami kökten olan Araplar ve
Yahudiler vardı. İslamlık, Hıristiyanlık ve Musevilik İmparatorluğun belli başlı inanç
sistemleri idi63.
XVI. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğunun devlet örgütlerinde
büyük bir gerilemenin başladığı göze çarpmaktadır. Özellikle Padişahların yetersizlikleri
yüzünden hükümdarlık ve halifelik yetkilerinin sadrazam ile Şeyhülislamlara
devredilmesi, Batı devletlerinde çok kullanılan bir formülü gündeme getirmişti: “Kral
59 Şeyhülislam, bugünkü anlayışa göre hem diyanet işleri başkanı veya bu işe bakan devlet bakanı, hem de eğitim, adalet ve vakıflar bakanıdır. Bkz., Cihat Akçakayalıoğlu, Atatürk, Komutan, İnkılapçı ve Devlet Adamı Yönleriyle, 3. B., Ankara, Genelkurmay Yayınları, 1998, s. 600; Sadık Albayrak, Türkiye’de İslamcılık-Batıcılık Mücadelesi-Şeriattan Laikliğe, İstanbul, Sebil Yayınevi, 1977, s. 350-352. 60 Cihat Akçakayalıoğlu, Atatürk, Komutan, İnkılapçı ve Devlet Adamı Yönleriyle, 3. B., Ankara, Genelkurmay Yayınları, 1998, s. 600; Serter, s. 86. 61 İslam tasavvufunun geniş halk kütleleri arasında yaygınlaşması, 17.yüzyıl başlarında dar görüşlü medreselilerin düşmanlığını çekmiş ve tarikat ayinlerini yenilik sayan Kadı-zadeliler hareketi, Sadrazam Mehmet Paşa’nın 1659’da aldığı sert tedbirlerle önlenebilmişti. III. Mütevekkil-alâllah, İstanbul’da bulunduğu sırada Hilafeti Sultan Selim’e bırakmış ve bu tarihten TBMM’nin 3 Mart 1924 tarihinde hilafeti kaldırmasına kadar Osmanlı Padişahları dört aşır büyük bir İslam kütlesi tarafından halife olarak tanınmışlardır. Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.II, s. 294; Albayrak, s. 355-356. 62 1826 yılında II. Mahmut, Şeyhülislamlık makamını tamamen değiştirmiş, elinden adalet-eğitim ve vakıfları alarak buralara mülkiyeden 3 ayrı bakan getirmiştir. Ancak dini okullar (medreseler), şeriat mahkemeleri ve bütün dini işler Şeyhülislamın yetkisinde bırakılmış, kısaca İslam dininin başında kalmış, padişah-halife adına İslami bütün işleri yürütmüş ve en büyük fetva makamı olmuştur. 1425-1922 yılları arasında 131 Şeyhülislam görev yapmıştır. Bkz., İsmail Hakkı Uzunçarşılı, C.5, Ankara, TTK, 1988, s. 3. 63 Taner Timur, Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toplumsal Yapısı, Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1979, s. 106-107; Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, Der. Mümtaz’er Türköne, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1997, s. 121.
-
13
Saltanat sürer, fakat hükümeti idare etmez”. Fakat bu duruma bakılarak padişahın
sorumsuz olduğu düşünülmemelidir. Nitekim, Padişah geleneklere ve şeriata karşı
sorumlu olmuş, fakat padişahın şeriata aykırı hareket ettiği durumlarda, ulemanın onayı
ve yeniçeri ocağının yardımıyla o padişah tahtan indirilmiş veya katledilmişti. Nitekim
yeniçeri ocağı ile ulema sınıfının zaman zaman padişahları suçlu bularak saltanat
değişmesine sebep olacak isyanlar, ihtilaller çıkarmaları, artık bu yüzyılda gelenek
halini almıştır64. Görüleceği üzere artık devlet sisteminin iyi işlemesi için, padişah-
ulema sınıfı ve yeniçeri ocağı arasında bir düzenin bulunması gerekli idi. Bunun yanı
sıra sadrazam ve Şeyhülislam seçilen kimselerin yeteneksizlikleri ve yetkilerini devlette
kargaşalıklar çıkartacak biçimde kullanmaları, diğer sınıflarda da ahlâksızlık, iltimas,
rüşvet ve yolsuzluğun artmasına neden olmuştur. İşte orduda, milli eğitimde, endüstri ve
ekonomik alanlardaki gerilik, eyaletlerde de çeşitli ayaklanmaları beraberinde
getirmiştir65.
Bunun yanı sıra İslam dininin temelleri üzerine kurulmuş olan Osmanlı
İmparatorluğu, devletlerarası ilişkilerde kendi kendine yeterlik politikasını kabul etmişti.
Fakat imparatorluğun kuvvetli dönemlerinde bu düşüncenin zararları elbette
görülemezdi. Halbuki artık zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti’nin Batılı devletlerle
tek başına çarpışması imkânsızdı. Devletlerarası ilişkilerde yalnız kalmayı kabul eden
Osmanlılar, Batının diplomasi usullerine de yabancı kalmışlardı. Komşu bulunduğu Batı
dünyasını tanımak, Osmanlılar için son derece önemli bir problemdi. Bunun için de
Avrupa devletlerinin yüzyıllardan beri kullanmakta oldukları devamlı elçilik usulünü,
Osmanlılar henüz kabul etmemişlerdi. Özellikle yabancı dil öğrenmeyi aşağılık bir iş
saymaları ve yabancı memleketlerde uzun süre kalmayı din bakımından uygun
görmemeleri yüzünden diplomasi hizmetlerinde Rumları kullanmayı uygun
görmüşlerdir. Fakat bunların da zaman zaman Osmanlı Devletine karşı ihanet etmeleri,
devleti çok zor bir duruma sokmuştur66.
İşte, Osmanlı Devleti kurumlarında meydana gelen bu bozukluğun düzeltilmesi
için aydınlar ve bazı devlet adamları harekete geçmişti. Fakat bu kimseler, düzensizliğin
64 Özer Ozankaya, Atatürk ve Laiklik, Atatürkçü Düşüncenin Temel Niteliği, 1. B., Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1981, s. 92; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. V, s. 2-8. 65 Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi 1789-1980, 4. B., Ankara, İmaj Yayıncılık, 2001, s. 8. 66 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Devirleri (1789-1856), C. V, 3. B., Ankara, TTK., 1988, s. 2-10; Faruk Güventürk, Din Işığı Altında Nurculuğun İç Yüzü, İstanbul, Okat Yayınevi, 1964, s. 17.
-
14
sebeplerini aramak ve önleyici tedbirleri almak şöyle dursun, çoğunluğu bu dünyadan
çok öteki dünyanın ipe sapa gelmez bilgileri ile dolu oldukları için ve müspet bir kafa
ile olayları inceleyecek yerde yalan, yanlış tefsirlerle devletin gerilemesini anlatmak
istemişlerdir. Ayrıca ulema, yüzyıllarca imparatorluğun ilişkide bulunduğu Batılıların
daima “kafir” olduğundan, medeniyetlerinin “küfür” sayıldığından bahsederek,
imparatorluğun İslam kamuoyunu Batılı olan her şeye düşman yapmıştır. Böyle bir
durumda her hangi bir ıslahat çalışmasının halktan veyahut halkın belli bir sınıfından
çıkmasının mümkün olamayacağı meydandadır67.
Osmanlı devletinde ıslahatlar ya açık düşünceli padişahlar tarafından ya da
padişahın himayesini kazanmış hamiyetli vezirler tarafından yapılmıştır. Fakat bütün
ıslahat hareketlerinin tek amacı, İmparatorluğun bozulmuş olan düzenini kuvvete
dayanarak tekrar kurmak yönünde olmuş ve yapılan yenilikler ulema sınıfının cahilliği
ve taassubu, yeniçeri ocağının menfaatleri yüzünden köklü ve devamlı olmamıştır68.
Yenileşme hareketlerinin ilk kurbanı I.Osman (Genç Osman) olmuştur. Bozulmuş
bulunan Yeniçeri ve Sipahi Ocaklarını ortadan kaldırmak ve yerine Türkmenlere
dayanan bir ordu kurmak isteyen Genç Osman’ın bu girişimi, ulema sınıfının siyasi ve
mali çıkarlarını ve nüfuzlarını tehdit etmiştir. Ulema sınıfı, yapılmak istenen bu
yenileşme hareketini engellemek için ocakları kışkırtmış ve 18 Mayıs 1622 günü
ayaklanan asiler, Şeyhülislamdan fetva alarak bazı devlet adamlarını öldürmüşlerdir. 19
Mayıs’ta I.Mustafa’yı tahta çıkaran asiler, 20 Mayıs’ta ise Genç Osman’ı
öldürmüşlerdir69.
XVII. yüzyıldaki ikinci gerici olay ise, Köprülü Mehmet Paşa’nın Sadarete
getirilişinden sonra 2 Ekim 1656 yılında çıkan Kadı-zadeliler İsyanı’dır. Amaçları
tekkeleri ve İstanbul’daki camilerin birden fazla minaresini yıkmak idi. Bu ayaklanma
bastırıldıysa da dinî safsata, dini istismar hareketlerinin ne kadar tehlikeli olduğunu çok
açık bir şekilde gösteriyordu70.
67 Karal, C. V., s. 2-10; Ahmet Yücekök, 100 Soruda Türkiye’de Din ve Siyaset, 3. B., İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1983, s. 50. 68 Karal, C. V., s. 11; Güventürk, s. 17. 69 Vehfi Tanfer, “İrtica Olayları Karşısında Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. VI. No. 17, (Mart 1990), s. 308, Güventürk, s. 20; Bulut, s. 15. 70 Tanfer, s. 308; Turan, Türk Kültür Tarihi..., s. 209-210.
-
15
XVIII. yüzyılda tarihimize Lale Devri (1718-1730) diye geçen yenileşme
hareketine karşı çıkan Patrona Halil İsyanı da dönemin en büyük irtica olayı olmuştur71.
Lale Devri içinde kabul edilen matbaaya yine aynı yobaz düşünce karşı çıkmıştı.
Bilindiği üzere ilk matbaa XV.yüzyılın ortalarında Mayans’lı Gutenberg tarafından 1447
yılında icat edilmiş ve bu yüzyılın ikinci yarısıyla, XVI. yüzyılın ilk yarısından itibaren
yayılmaya başlamıştır. Matbaa, Osmanlı Devleti’nde ancak icadından 280 sene sonra,
yani 1727 Temmuzu’nda Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadareti zamanında,
Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi’nin fetvası ve III. Ahmet’in (1703-1730)
fermanı ile, dinî eserlerin basılmaması şartıyla kabul edilmiş ve kurulmasına izin
verilmiştir72. Matbaa ülkemize sanıldığı gibi 1727 yılında değil, çok daha önce XV.
yüzyılın sonlarına doğru (İstanbul’un fethedilmesinden kırk yıl sonra) girmiştir.
Nitekim, İspanya’dan göç ederek Osmanlı ülkesine sığınan bir takım Yahudiler, II.
Bayezıt’tan matbaa kurma izni istemişler ve bu izin 1493 yılında Türkçe ve Arapça
kitap basılmaması şartıyla kendilerine verilmiştir73. Bunu diğer gayr-i Müslim azınlığın
istek ve dilekleri izlemiştir. Ermeniler 1567 yılında ve Rumlar ise 1627’de yine aynı
koşullar altında matbaa kurma izni alarak, kendi dillerindeki kitaplar için Yahudi
tekeline son vermişlerdir74. Kısaca, XV. yüzyıl sonlarından bu yana Osmanlıda
Müslüman olmayan azınlıklar, basılmış kitaba kavuşmuş ve kültür alanında Müslüman
yurttaşlarından çok ileriye gitmek imkanını bulmuşlardır.
Osmanlı Sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın, Paris’te sefarete gönderdiği
Yirmisekizinci. Çelebi Mehmet’e verdiği talimatta, “vesait-i umrân ve maarifine dahi
lâyıkıyla kesb-i ıttilâ ederek kâbil-i tatbik olanların takriri” ifadesi vardı. Osmanlı elçisi,
bu görevinden bugün bile zevkle okunan bir sefaretname ile dönmüştür. Gezdiği,
gördüğü yerlerin bir nevi fotoğrafı karakterlerini taşıyan bu sefaretname, Osmanlılar için
Batıya açılmış ilk penceredir. Elçinin beraberinde götürmüş olduğu oğlu Çelebi-zade
71 Münir Aktepe, Patrona İsyanı, İstanbul, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1958, s. 7. 72 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi XVIII Yüzyıl, C. IV, 5. B., Ankara, TTK, 1988, s. 513; Neşet Çağatay, Netayic-ül Vukuat Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, C. III-IV, Ankara, TTK, 1980, s. 38-40. 73 Bu izin tezkeresinde, matbaa açma hakkı sadece Yahudilere münhasır kalacak ve onlardan başka hiç kimse matbaa kuramayacaktır.Ayrıca, bu matbaalarda Türkçe ve Arapça hiçbir şey basılmayacak ve yayınlanmayacaktır. Kitap, Arapça “Ketebe” kökünden gelmekte ve mektup yani yazılmış bir takım şeylerin bir araya toplanmasını ifade eder. Kur-an’da bir kitaptır. Eğer basılırsa yazılmış olmaktan çıkar ve o zaman din bilginlerinin anlayışına göre kutsallığını kaybeder. Nitekim bu düşünceden hareketle 1727’de çıkan fetva ile dinsel kitapların basılması yasaklanmıştır. Bkz., Neda Armaner, Nurculuk, İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar, Ankara, Yenigün Haber Ajansı Yayıncılık A.Ş., 1998, s. 86-87; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973, s. 55. 74 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. I, Kısım II, Ankara, TTK, 1991, s. 2-3; Akşin, s.15-16.
-
16
Sait Mehmet Efendi75 oradan almış olduğu ilhamla, İstanbul’da Müteferrika İbrahim
Efendi76 ile anlaşarak ilk Türk matbaasının kurulmasına öncülük etmiştir. Nihayet
Temmuz 1727 yılında aldıkları izin üzerine Viyana’dan getirdikleri matbaa
malzemesinin hazırlanmasını müteakip, yazı ile geçinen hattatların ve yeniliklere karşı
olan bazı ulemanın dedikodularını önlemek için Şeyhülislamdan bir de fetva
almışlardır77. İşte ilk matbaa İstanbul’da, Sultan Selim’de müteferrika İbrahim
Efendi’nin evinde kurulmuştur78.
Osmanlıda basımevinin kesintisiz işlemeye başlaması, Batı’dan üç buçuk yüzyıl
kadar sonra olmuştur. Batı’da bu süre içinde kitaplar yüz binlerce basılırken, Osmanlı da
kitaplar elle yazılmaya devam etmiş, bilgi ve kültürün halk tabakalarına kadar inmesine
imkân bırakılmamıştır. Özellikle din adamları, devletin ana unsuru olan Türklerin
matbaadan yararlanma olanaklarını yok etmek için ellerinden gelen her şeyi
yapmışlardır. Ayrıca, basımevleri sayesinde büyük ilerleme ve yeni buluşlara yol açan
Rönesans hareketinin, Osmanlı ülkesinde ve İslam dünyasında koyu taassup yüzünden
hiçbir etkisi bulunmamıştır79.
Tarihte irticanın80 en büyük silâhı, dini daima istismar etmek olmuş ve “din elden
gidiyor” sözleri ise, irticanın değişmez sloganı olarak yerini almıştır. Aynı sloganlar,
75 Said Mehmet Efendi, III. Osman zamanında 1755’de Sadrazam olmuştur. 76Müteferrika İbrahim Efendi, Macaristan’ın Koloszvar şehrinde, muhtemelen 1674’de doğmuş ve Hıristiyan fakir bir Macar ailesindendir. 1692-1693 yılında Osmanlı askerlerinin eline esir düşmüş, İstanbul’a getirilerek köle olarak satılmıştır. Kendisini kurtarmak için Macarlardan kimse “fidye-i necat” vermediğinden ve efendisi çok zalim bir adam olduğundan kölelik hayatına dayanamayarak zor altında Müslüman olmuş, İbrahim adını almıştır. Türkçe’yi, İslam bilginlerini çabuk öğrenerek yükselmiş, hatta 1705-1714 yılları arasında Müslümanlığı savunmak için “Risale-i İslamiye” adında bir kitap bile yazmıştır. Nihayet müteferrikalığa ve Hacegân rütbesine kadar yükselmiştir. Geniş bilgi için bkz. Berkes, s. 47. 77 Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin vermiş olduğu fetva sureti aynen şöyledir: “Basma sanatında meharet iddia eden Zeyd Lugat ve mantık ve hikmet ve heyet ve bunların emsali umum-u aliyede telif olunan kitab-ı huruf ve kelimatının misillerini tahsil ederim dese zeydin bu veçhile amel-i kitabete mübaşeretine şer’an ruhsat var mıdır? Beyan buyurula... El-cevab Allahüâlem basma sanatında mahareti olan kimesne bir musahhah kitabın huruf ve kelimatını bir kalıba sahihen nakşedip evraka basmakla zamanı kalilde bilâ meşakka nusahı kesire hasıl olup keseret-i kütüb rahis-i baha ile temellüke bais olur. Bu veçhile faide-i azimeyi müştemil olmağla ol kimesneye müsaade olunup birkaç âlim kimesneler suret-i nakl olacak kitabı tashih için tayin buyurulur ise gayet müstahsene olan umurdan olur...Ke