yoksulluk, yoksullaştırma ve kapitalist birikim – samir amin (2003) · 2015-04-06 · samir...

39
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... 1 İçindekiler Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) ............................................................................... 1 Umut vaat edici notlar: Krizden müştereklere – Midnight Notes Kolektifi ve dostları (2009) ......................................... 6 Bakım İşi ve Müşterekler: Giriş – Camille Barbagallo ve Silvia Federici (The Commoner).............................................. 27 Yunanistan’ın dayanışma hareketi: Tamamen yeni bir model ve işe yarıyor – Jon Henley ............................................ 35 Portekiz: Yeni bir şeyin başlangıcı – rhithinkyourfuture ................................................................................................. 37 Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler söylemi haline gelmiş durumda. Bu söylem, on dokuzuncu yüzyıldakiler gibi, bir hayırseverlik söylemidir; dolayısıyla yoksulluğu yaratan ekonomik ve sosyal dinamikleri kavramaktan uzaktır. Oysa günümüzde yoksulluğu tamamen ortadan kaldıracak bilimsel ve teknolojik araçlar mevcuttur. Kapitalizm ve yeni tarım sorunu Modern (kapitalist) zamanlar öncesinde bütün toplumlar köylü toplumlarıydı. Üretim süreçleri çok çeşitli özel sistem ve anlayışlar tarafından belirlenirdi - ama bu sistem ve anlayışlar, kapitalizmi belirleyen anaparanın(kapitalin) getirdiği karı maksimize etme anlayışından uzaktı. Günümüzde modern kapitalist tarım - zengin büyük aile tarımcılığı ve tarım şirketleri - üçüncü dünya köylü tarımına karşı yoğun bir saldırıya geçmiş durumdadır. Bunun için yeşil ışık, Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ, World Trade Organization-WTO) 2001 Kasım'ında Doha'daki (Katar) toplantısında verilmişti. Bu saldırının birçok kurbanı vardır ve bunların çoğunluğunu dünya nüfusunun hala yarısını oluşturan üçüncü dünya köylüleri oluşturmaktadır. Kapitalin getirdiği kar prensibiyle yürütülen kapitalist tarım, neredeyse sadece Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve Latin Amerika'nın güney koniğinde yerleşmiştir ve sadece artık köylü olmayan birkaç on milyon tarımcıyı içermektedir. Mekanizasyon sayesinde büyük tarım alanları tek bir çiftçi tarafından ekilebilmekte ve tahıl üretimi çiftçi başına 1 ile 2 milyon kilogram (2-4,5 milyon pound) arasında olabilmektedir. Bu duruma tezat olarak dünya genelinde üç milyar insan köylü tarımı yapmaktadır. Köylü tarımı, farklı üretim kapasiteleri, farklı ekonomik ve sosyal karakterleri ve farklı verimleri gözetilerek iki ana gruba ayrılabilir. Birinci grup, yeşil devrimden yararlanabilen gruptur; gübreleme, ilaçlama, geliştirilmiş tohum olanaklarından yararlanabilmiştir ve belli oranda mekanizasyona sahiptir. Bu köylülerin yıllık tahıl üretimi 10.000 ile 50.000 kilogram (20.000 ile 110.000 pound) arasında değişmektedir. Buna karşın, yeni teknolojilerden dışlanmış köylülerin yıllık tahıl üretimi ise çiftçi başına yaklaşık 1.000 kilogram (2.000 pound) civarındadır. Dünya tarımcılığının en gelişmiş kapitalist kısmının üretiminin en yoksul kısmının üretimine oranı, 1940'ta 10'a 1 iken, günümüzde 2000'e 1 seviyesine yaklaşmıştır! Bu da demektir ki, tarımsal üretim ve gıda üretimi diğer bütün alanlardan çok daha eşitsiz bir gelişme göstermiştir. Aynı zamanda bu evrim, gıda ürünlerinin göreceli değerinin (diğer endüstri ve hizmet ürünlerine göre) elli yıl öncekinin beşte birine düşmesine yol açmıştır. Yeni tarım sorunu bu eşitsiz gelişimin bir sonucudur.

Upload: others

Post on 18-Mar-2020

11 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

1

İçindekiler Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) ............................................................................... 1

Umut vaat edici notlar: Krizden müştereklere – Midnight Notes Kolektifi ve dostları (2009) ......................................... 6

Bakım İşi ve Müşterekler: Giriş – Camille Barbagallo ve Silvia Federici (The Commoner) .............................................. 27

Yunanistan’ın dayanışma hareketi: Tamamen yeni bir model ve işe yarıyor – Jon Henley ............................................ 35

Portekiz: Yeni bir şeyin başlangıcı – rhithinkyourfuture ................................................................................................. 37

Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim –

Samir Amin (2003)

Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler söylemi haline gelmiş durumda. Bu söylem,

on dokuzuncu yüzyıldakiler gibi, bir hayırseverlik söylemidir; dolayısıyla yoksulluğu yaratan ekonomik ve sosyal

dinamikleri kavramaktan uzaktır. Oysa günümüzde yoksulluğu tamamen ortadan kaldıracak bilimsel ve teknolojik

araçlar mevcuttur.

Kapitalizm ve yeni tarım sorunu

Modern (kapitalist) zamanlar öncesinde bütün toplumlar köylü toplumlarıydı. Üretim süreçleri çok çeşitli özel sistem

ve anlayışlar tarafından belirlenirdi - ama bu sistem ve anlayışlar, kapitalizmi belirleyen anaparanın(kapitalin)

getirdiği karı maksimize etme anlayışından uzaktı.

Günümüzde modern kapitalist tarım - zengin büyük aile tarımcılığı ve tarım şirketleri - üçüncü dünya köylü tarımına

karşı yoğun bir saldırıya geçmiş durumdadır. Bunun için yeşil ışık, Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ, World Trade

Organization-WTO) 2001 Kasım'ında Doha'daki (Katar) toplantısında verilmişti. Bu saldırının birçok kurbanı vardır ve

bunların çoğunluğunu dünya nüfusunun hala yarısını oluşturan üçüncü dünya köylüleri oluşturmaktadır.

Kapitalin getirdiği kar prensibiyle yürütülen kapitalist tarım, neredeyse sadece Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve

Latin Amerika'nın güney koniğinde yerleşmiştir ve sadece artık köylü olmayan birkaç on milyon tarımcıyı

içermektedir. Mekanizasyon sayesinde büyük tarım alanları tek bir çiftçi tarafından ekilebilmekte ve tahıl üretimi

çiftçi başına 1 ile 2 milyon kilogram (2-4,5 milyon pound) arasında olabilmektedir.

Bu duruma tezat olarak dünya genelinde üç milyar insan köylü tarımı yapmaktadır. Köylü tarımı, farklı üretim

kapasiteleri, farklı ekonomik ve sosyal karakterleri ve farklı verimleri gözetilerek iki ana gruba ayrılabilir. Birinci grup,

yeşil devrimden yararlanabilen gruptur; gübreleme, ilaçlama, geliştirilmiş tohum olanaklarından yararlanabilmiştir ve

belli oranda mekanizasyona sahiptir. Bu köylülerin yıllık tahıl üretimi 10.000 ile 50.000 kilogram (20.000 ile 110.000

pound) arasında değişmektedir. Buna karşın, yeni teknolojilerden dışlanmış köylülerin yıllık tahıl üretimi ise çiftçi

başına yaklaşık 1.000 kilogram (2.000 pound) civarındadır.

Dünya tarımcılığının en gelişmiş kapitalist kısmının üretiminin en yoksul kısmının üretimine oranı, 1940'ta 10'a 1 iken,

günümüzde 2000'e 1 seviyesine yaklaşmıştır! Bu da demektir ki, tarımsal üretim ve gıda üretimi diğer bütün

alanlardan çok daha eşitsiz bir gelişme göstermiştir. Aynı zamanda bu evrim, gıda ürünlerinin göreceli değerinin

(diğer endüstri ve hizmet ürünlerine göre) elli yıl öncekinin beşte birine düşmesine yol açmıştır. Yeni tarım sorunu bu

eşitsiz gelişimin bir sonucudur.

Page 2: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

2

Modernleşme her zaman, anapara birikimi ve üretim artışı gibi yapıcı boyutlar ile emeğin pazarda satılan bir metaya

indirgenmesi, çok zaman yaşamın yeniden üretimi için gerekli doğal ekolojik temelin zarar görmesi ve dünya

genelinde iki kutuplu bir zenginlik paylaşımının oluşması gibi yıkıcı boyutları beraberinde getirmiştir. Modernleşme

her zaman, genişleyen pazarın istihdamı artırması ile bazılarını kendine kaynaştırmış, eski sistem içindeki konumlarını

kaybeden ve yeni iş gücünde yer bulamayan diğerlerini ise dışlamıştır. Yükselme döneminde kapitalizmin dünya

genelindeki yayılımı, dışlama süreçleriyle birlikte bir çok insanı da kendine kaynaştırmıştır. Ama şimdi, üçüncü dünya

köylülerinden çok azı kapitalist genişlemeye kaynaşmakta, büyük sayıda insan dışlanmaktadır.

Burada sorulan soru, üç milyar insan hala Asya, Afrika ve Latin Amerika'da köylü toplumu olarak yaşayıp üretirken, bu

gidişin devam edip etmeyeceğidir.

Gerçekten, 2001 Kasım'ında Doha'daki DTÖ toplantısında kararlaştırıldığı gibi, tarım ve gıda üretimi diğer üretimler

gibi rekabet kurallarının egemen olduğu açık ve kontrolsüz bir pazar ekonomisine teslim edilirse ne olur? Böyle bir

süreç üretimin artışını canlandırır mı?

Tahmin edilebileceği gibi, günümüzün üç milyar köylü üreticisinin, kendisinin geçimi için gerekeni çıkardıktan sonra

pazara getirdiği miktarda ürünü, yirmi milyon kadar yeni modern tarımcı üretebilir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi

için oluşması gereken koşullar şunları içerecektir: (1) önemli miktarda verimli arazinin yeni kapitalist çiftçilere

geçmesi (ve bu araziler halihazırdaki köylü nüfusun elinden alınacaktır); anapara (gerekli donanım ve araç gereç alımı

için); (3) tüketici pazarlarına erişim. Bu çiftçiler gerçekten milyarlarca köylü ile çok başarılı bir şekilde rekabet

edebilirler. Peki ama o zaman bu milyarlarca insana ne olur?

Bu koşullar altında, DTÖ tarafından empoze edilen, tarım ve gıda ürünleri için rekabet genel prensibini savunmak,

rekabet gücü olmayan milyarlarca üreticiyi bir kaç on yıl gibi kısa bir sürede elemeyi kabul etmek anlamına gelir. Bu

durumda, çoğunluğu fakirlerin içinde de en fakir olan, kendilerini bile zor besleyen milyarlarca insana ne olur?

Endüstriyel gelişme, hayali derecede iyimser olan yıllık yüzde 7 büyümeyle dahi, bu sayıda insanın üçte birini bile elli

yıl içinde istihdam edemez.

DTÖ'nün rekabet doktrinini meşrulaştırmak için kullanılan temel argümanlardan biri on dokuzuncu ve yirminci

yüzyıllarda Avrupa ve Birleşik Devletler'de böyle bir gelişmenin olduğu, bu gelişmenin modern, zengin şehir-

endüstrisi ve endüstri-sonrası toplumlarını doğurduğu ve modern tarım ile bütün toplumun doyurulup gıda ihracatı

bile yapıldığıdır. Öyleyse neden aynı uygulama üçüncü dünya ülkelerinde de tekrarlanmasın?

Bahsi edilen iddia aynı uygulamanın üçüncü dünya ülkelerinde tekrar edilmesini imkansız kılan iki temel etmeni göz

ardı etmektedir. Bunlardan birincisi, Avrupa modelinin bir buçuk yüzyıl boyunca ve insan emeği yoğunluklu

endüstriyel teknolojiler kullanılarak gelişmiş olmasıdır. Modern teknolojiler çok daha az insan emeği gerektirmekte

ve üçüncü dünyanın üreticileri endüstriyel ihracatlarıyla dünya pazarında rekabet etmek istiyorlarsa bunları

kullanmak zorundadır. İkinci etmen de şudur ki, Avrupa bu uzun geçiş döneminin ürettiği artık nüfusun Amerika'ya

toplu göç etmesinden yararlanmıştır.

Kapitalizmin gelişmiş merkezlerde tarım sorununu çözdüğü iddiası her zaman solda da geniş bir kesim tarafından

kabul görmüştür; Karl Kautsky'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan önce yazdığı Tarım Sorunu (The Agrarian Question)

kitabı buna bir örnektir. Sovyet İdeolojisi bu bakış açısını uyarlamış, Stalinist kolektivizasyon boyunca bu temelde bir

modernleşmeyi zayıf sonuçlarla yürütmüştür. Her zaman göz ardı edilen şey, kapitalizmin merkezde tarım sorununu

çözerken çevrede, ancak insanlığın yarısının soykırımı ile çözebileceği, devasa bir tarım sorunu yarattığıydı. Marxist

gelenek içinde çelişkinin büyüklüğünü sadece Maoizm anlayabildi. Bu nedenle, Maoizm'i bir "köylü sapması" olarak

niteleyenler, bu suçlamalarıyla, genellikle kapitalizm üzerine soyut bir söyleme indirgedikleri emperyalist kapitalizmi

anlamak için gerekli analitik yetenekten ne kadar yoksun olduklarını gösteriyorlar.

DTÖ'nün işaret ettiği liberal kapitalist pazar yoluyla modernleşme, beraberinde iki bileşeni getirmektedir: genel

olarak kuzeyde yerleşen fakat muhtemelen gelecekte güneyin de bazı bölgelerinde yerleşecek modern rekabetçi

Page 3: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

3

çiftçilerin dünya çapındaki gıda üretimi; üç milyar üçüncü dünya köylüsünün büyük bir çoğunluğunun

marjinalleşmesi, dışlanması, daha da yoksullaşması ve en sonunda belli bölgelerde kendi hallerine terk edilmesi. Bu

nedenle verimliliğin baskın olduğu modernleşmeci bir söylem ile kurbanların maddesel (ve ekolojik) yoksunluk

içerisinde yaşayabilmesine olanak verecek bir grup ekolojik-kültürel-bölgesel politikalar birleştirilmektedir.

Dolayısıyla bu iki bileşen çelişmek yerine birbirini tamamlayabilir.

Başka alternatifler düşünebilir miyiz ve bu başka alternatifler tartışılmış mıdır? Yirmi birinci yüzyıl geleceğinde köylü

tarımının hem korunduğu hem de sürekli bir teknolojik ve sosyal gelişme içerisinde olduğu alternatifler? Bu yolla,

köylülerin kırsal ya da tarımsal olmayan istihdamlara transfer edilmelerini sağlayacak bir hızda, ileriye doğru bir

dönüşüm sağlanabilir.

Böyle stratejik hedefler ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde kompleks politika birlikteliğini gerektirir.

Bu, ulusal düzeyde, köylü üretimini modern çiftçilerin ve tarım şirketlerinin - ulusal ve uluslararası - eşitsiz

rekabetinden koruyan makro politikalar demektir. Bu da iç piyasada gıda fiyatlarının makul seviyede kalmasını

garantilemeye yardım edecektir - zengin kuzeyin tarım sübvansiyonları ile etkilenen uluslararası pazar fiyatlarından

bağlantısız bir şekilde.

Böyle politika hedefleri endüstriyel ve kentsel gelişme modellerini de sorgulamaktadır; ihracata yönelik (örneğin,

ücretleri düşük tutarak gıda fiyatlarının düşük olmasını sağlamak) önceliklerden çok sosyal dengeyi gözeten bir iç

pazar gelişimine yönelik olmalıdır.

Bu aynı zamanda, ulusal gıda güvenliğini sağlayan genel bir politika yapısını da içerir - böyle bir politika bir ülkenin

küresel dünyanın aktif bir üyesi olabilmesi, otonom olmak ve pazarlık gücüne sahip olmak gibi vazgeçilmez özelliklere

sahip olabilmesi için de zorunludur.

Bölgesel ve küresel düzeyde, bu hedef, DTÖ'ye egemen kurgusal liberal politikaları ortadan kaldıran uluslararası

anlaşmalar ve politikalar gerektirir - bunların yerine farklı bölgeler için yaratıcı ve özel çözümler getiren, özel

sorunları ve somut tarihsel koşulları gözeten politikalar oluşturulmalıdır.

Yeni Emek Sorunu

Günümüzde gezegenin kentli nüfusu insanlığın yarısını oluşturmaktadır, diğer yarısını ise köylüler oluşturur. Bu nüfus

dağılımının verileri orta sınıflar ile popüler sınıflar arasında bir ayrım yapmamıza olanak verir.

Kapitalizmin çağımızdaki evresinde, egemen sınıflar - üretim araçlarının gerçek sahipleri ve bu araçları işleten yüksek

yöneticiler - kendi toplumlarının gelirinden aldıkları pay çok olmasına karşın küresel nüfusun çok küçük bir bölümünü

oluştururlar. Buna biz, eski anlamıyla orta sınıfı da ekliyoruz - ücretle geçinmeyenler, küçük işletmeciler ve küçük

yöneticiler, ki bunlar zorunlu olarak gerileme durumunda değildir.

Üretimin modern sektöründe çalışanların büyük bir bölümü ücretli işçidir ve şu anda gelişmiş bölgelerin nüfusunun

beşte dördünü oluştururlar. Bu insanlar, sınırları dışarıdan rahatça görülebilen ama aynı zamanda etkilenen bireyler

tarafından da bilinçle yaşanan, en az iki gruba ayrılır.

Kararlı(dengeli) popüler sınıflar olarak niteleyebileceğimiz, iş güvenceleri sağlam, nitelikli vasıfları dolayısıyla başka

şeylerin yanında işverenle pazarlık etme gücü de olan bir grup vardır; bu durumlarından dolayı, en azından bazı

ülkelerde, güçlü işçi sendikalarında organize olmuşlardır. Her koşulda bu grup pazarlık gücünü artıran bir politik

ağırlığa sahiptir.

Diğerleri kararsız popüler sınıfları oluşturur. Bunlar zayıf pazarlık güçlerinden dolayı güçsüzleştirilmiş (vasıfsız

nitelikleri, ülke vatandaşı olmamaları, ırkları ya da cinsiyetleri nedeniyle) işçileri ve düzenli ücreti olmayan (enformel

sektörde çalışan yoksul ve resmi olarak işsiz olanlar) çalışanları kapsar. Bu ikinci grup popüler sınıfları

Page 4: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

4

"bütünleşmemiş" ya da "marjinal" yerine "kararsız" olarak niteleyebiliriz; çünkü bu işçiler kapitalist birikim sitemine

tamamen bütünleştirilmiştir.

Gelişmiş ülkelere ve bazı güney ülkelerine ait eldeki verilerinden (genelleme yaparak) yukarıda tanımlanan sınıfların

dünya nüfusu genelinde birbirlerine göre oranları elde edilebilir.

Merkez ülkeler, gezegen nüfusunun sadece %18'ini oluşturduğu için, nüfuslarının %90'ının kentli olmasından dolayı,

dünya kentli nüfusunun üçte birini barındırır (tablo 1'e bakınız).

Kararsızlar alt grubu popüler sınıfların dünya genelinde üçte ikisini oluştururken, popüler sınıflar dünya kentli

nüfusunun dörtte üçü kadardır. (Yaklaşık olarak merkezlerdeki popüler sınıfların %40'ı, çevredeki popüler sınıfların

ise %80'i kararsızlar alt grubundadır). Başka bir deyişle, kararsız popüler sınıflar dünya kentli nüfusunun, çevrede çok

daha fazla olmak üzere, (en azından) yarısını temsil ederler.

Yarım yüzyıl önceki, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki, kentli popüler sınıfların dağılımına bakılırsa

bugünkünden çok farklı olduğu görülür.

Üçüncü dünyanın, bugün üçte iki olan, küresel kentli nüfusundaki payı, o zamanlarda yarıdan fazla değildi. Neredeyse

güneyin bütün ülkelerinde bulunan bugünkü mega-şehirler o zamanlar yoktu. Sadece Çin, Hindistan ve Latin

Amerika'da birkaç büyük şehir vardı.

Savaş sonrası, işçi sınıfının kapitali uzlaşmaya zorladığı istisnai tarihsel bir dönemde merkez ülkelerindeki popüler

sınıflar yarar sağladılar. Bu uzlaşma işçilerin büyük bir bölümünün, "Fordist" olarak bilinen çalışma sistemi ile kararlı

bir dengede tutulmasına olanak verdi. Çevrede, kararsız sınıfların - her zaman merkezdekinden daha yüksek olan -

kentli popüler sınıflar içindeki oranı yarıyı geçmedi (bugün bu oran %70'ten daha fazladır). Kentli sınıfın diğer yarısını

ise yeni sömürge ekonomisi ve modernleşen toplum ile uyumlu düzenli ücretliler, bir parça da geleneksel/eski tarz

zanaatçılar oluşturuyordu.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısını karakterize eden toplumsal dönüşüm tek bir istatistik ile özetlenebilir: kararsız popüler

sınıfların küresel kentli popülasyon içindeki oranı, dörtte birden az olan bir seviyeden yarısı seviyesine yükselmiştir ve

bu yoksullaştırma olgusu gelişmiş merkezlerde de etkili bir şekilde tekrar görülmüştür. Kararsızlaştırılan kentli nüfus

çeyrek milyardan daha az iken yarım yüzyılda bir buçuk milyara çıkmıştır; bu, ekonomik büyümeyi, popülasyon

artışını ya da kentleşme sürecini aşan bir artışı gösterir.

Yoksullaştırma - yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki evrimsel eğilimi başka bir kavram ifade edemez.

Sonunda bu gerçek egemen söylem tarafından fark edilmiş ve onaylanmıştır: "yoksullukla mücadele" hükümet

politikalarının sürekli tekrarladığı ve gerçekleştirme iddiasında olduğu bir tema haline gelmiştir. Ama yoksulluk

sorunu, ölçülen ampirik bir olgu olarak, ya çok kaba bir gelir dağılımı (yoksulluk çizgisi) ya da daha az kaba olan bileşik

göstergeler (Birleşmiş Milletler Kalınma Programı'nın önerdiği insani gelişim göstergeleri gibi) ile sunulmakta,

yoksulluğu doğuran mantığa ve mekanizmalara değinilmemektedir.

Bizim aynı olguları sunuşumuz daha ileri gidiyor, böylece olgunun kendisini ve oluşum sürecini açıklamaya

başlayabiliyoruz. Orta sınıf, kararlı popüler sınıf ve kararsız popüler sınıf katmanlarının hepsi aynı sosyal üretim

sisteminin kaynaşmış parçalarıdır, fakat farklı işlevleri gerçekleştirirler. Bazıları zenginliklerden tamamen dışlanmıştır.

Dışlananlar tamamen sistemin bir parçasıdır ve kesinlikle, sistemle - işlevsel olarak - kaynaşmamış olma anlamında,

marjinal değildir.

Yoksullaştırma, yaşamı sürdürmek için gerekli asgari gelirden yoksun olmaya indirgenemeyecek modern bir olgudur.

Bu gerçekten yoksulluğun modernleştirilmesidir ve yaşamın her boyutunda yıkıcı etkileri vardır. Altın çağ döneminde

(1945-1975) kırsaldan gelen göçmenler kararlı popüler sınıflara göreceli olarak daha iyi kaynaşabiliyorlardı - fabrika

işçisi oluyorlardı. Şimdi ise yeni gelenler ve onların çocukları ana üretim sisteminin en uç kenarlarına yerleşiyorlar ve

Page 5: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

5

topluluk dayanışmasının sınıf bilincinin yerine geçeceği uygun koşulları üretiyorlar. Bununla birlikte, kadınlar

ekonomik yoksullaşmadan erkeklerden daha fazla zarar görüyor, maddesel ve sosyal yaşam koşulları kötüleşiyor.

Eğer feminist hareketler düşünce ve davranış dünyasında yadsınamayacak önemli ilerlemeler elde ettiyse bu

kazanımlardan yararlananlar neredeyse sadece orta sınıf kadınlarıdır, kesinlikle yoksullaştırılmış sınıfların kadınları

değildir. Demokrasi gibi bunun da güvenilirliği - ve bu nedenle meşruluğu -, artan orandaki popüler sınıfların yaşam

koşullarının kötüleşmesini frenleyemediği için, azalmaktadır.

Yoksullaştırma küresel çaptaki kutuplaşmadan ayrılamayacak bir olgudur - gerçekten var olan kapitalizmin

genişlemesinin doğal sonucudur, bu nedenle doğal olarak emperyalist olarak nitelememiz gerekir.

Kentli popüler sınıflardaki yoksullaştırma üçüncü dünya köylülerini mağdur eden gelişmelerle yakından bağlantılıdır.

Bu toplumların kapitalist pazarın genişleme talebine boyun eğmeleri, artan oranda çiftçiyi toprak kullanma hakkından

uzaklaştıran yeni sosyal kutuplaşmalara destek olmaktadır. Yoksullaştırılan veya topraksızlaştırılan bu köylüler

gecekondu bölgelerine göçü - nüfus artışından daha çok olmak üzere - beslemektedir. Bütün bu olguların kaderi,

liberal dogmalara karşı durulmadığı sürece, daha kötüye gitmektir; ve bu liberal yapı içerisinde hiçbir düzenleyici

politika bu olguların yayılmasını denetim altına alamaz.

Yoksullaştırma olgusu hem ekonomik teorileri hem de sosyal mücadele stratejilerini sorunsallaştırmaktadır.

Geleneksel kaba ekonomi teorisi kapitalizmin genişlemesi sonucu ortaya çıkan gerçek sorunlara dair soru sormayı

engeller. Çünkü gerçekte var olan kapitalizmin analizini yapmak yerine, değişim ilişkilerinin (pazar) basit bir

genişletilmiş hali olarak düşünülen hayali bir kapitalizm teorisi kullanılmaktadır; oysa sistem kapitalist üretim ve

değişim ilişkileri temelinde kendini üreten bir şekilde (basit market ilişkileri ile değil) işlemektedir. Geleneksel

yaklaşım, ne tarihin ne de aklın onayladığı, marketin kendi kendini düzenlediği ve sosyal yaşam için en iyisini ürettiği

önsel anlayışı ile kolayca uyuşmaktadır. Bu durumda yoksulluk sadece nüfus artışı ya da politika yanlışları gibi,

ekonomik mantığın dışında olduğu hükmolunan nedenlerle açıklanmaktadır. Yoksulluğun birikim süreci ile olan ilişkisi

geleneksel ekonomi teorisi tarafından dışlanmıştır. Bunun doğurduğu teorik virüs, çağımızın sosyal düşüncesini

kirletmekte ve dünyayı, değiştirme bir yana dursun, anlama kapasitesini yok etmektedir ve bu virüs İkinci Dünya

Savaşı'ndan beri oluşturulan bir çok sol akıma da derinlemesine işlemiştir. Yakın zamanda ortaya çıkan, "başka bir

dünya için" sosyal mücadele ve alternatif bir globalleşme hareketleri ancak bu virüsten kurtulup gerçek teorik

tartışma zeminini oluşturabilirse anlamlı bir sosyal gelişme sağlanacaktır. Bu virüsten kurtulmadığı sürece en iyi

niyetli sosyal hareketler bile geleneksel düşüncenin zincirlerinden kurtulamayacak ve bu nedenle etkisiz düzenleme

önerilerinin - yoksulluğu azaltma söylemi tarafından beslenenler gibi - tutsağı olacaktır.

Yukarıda sunulan analiz bu tartışmayı açmaya katkı sağlamalıdır. Çünkü bu analiz kapital birikim ile sosyal

yoksullaştırma olgusu arasındaki ilişkisel bağı tekrar kurmaktadır. Yüz elli yıl önce, Marx bu bağın arkasındaki

mekanizmaların analizini başlatmıştı; o zamandan beri bu analiz çok az defa tekrar yapılmaya çalışıldı - ve küresel

çapta neredeyse hiç yapılmadı.

İngilizceden çeviren: Mustafa Suphi ERDEN

Page 6: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

6

Umut vaat edici notlar: Krizden müştereklere –

Midnight Notes Kolektifi ve dostları (2009)

Alexis’in kalbine saplanan kurşun, bir polisin silahından ‘inatçı’ bir çocuğun bedenine yapılmış rastgele bir

atışın sonucu değildi. Kararlarına direnen çevreleri ve hareketleri şiddet kullanarak teslim almak isteyen

devletin bilinçli bir tercihiydi. İşte, sosyal güvenlikte, kamusal sağlıkta, eğitimde vb. yeni düzenlemelere

karşı çıkmak isteyen herkese karşı bir tehdit anlamına geliyordu.

– Aralık 2008’de Yunanistan’da yazılıp dağıtılmış “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” başlıklı bir

bildiriden çeviri.

Kriz: Nedir ve Ne Değildir?

Beş yüzyıl var olduktan sonra, kapitalistler bir kez daha sistemlerinin krizde olduğunu duyuruyorlar. Herkesi

yaşamlarından fedakarlık yapmaya çağırıyorlar. Bu fedakarlıkları yapmazsak, hepimizin içinde olduğu bu

geminin batacağını söylüyorlar. Böyle tehditler, ciddiye alınmalı. Dünyanın her bir parçasında, işçiler işten

çıkarmalar, kitlesel işsizlik, emeklilik haklarının kaybı, hacizler ve ölümlerle krizin bedelini zaten ödüyorlar.

Tehditleri daha korkutucu hale getirmek için, haklarımızın her yerde saldırı altında olduğu bir çağda

olduğumuzu ve dünya egemenlerinin istedikleri fedakarlıklar reddedilirse hiçbir zulümden

kaçınmayacaklarını her gün hatırlatıyorlar. Gazze’nin savunmasız nüfusu üzerine bırakılan bombalar, bu

açıdan ibretlik. Bu bombalar, direnişe karşı verilecek meşru yanıtın ne olabileceğine ilişkin çubuğu sürekli

aşağı çektiklerinden, aslında hepimizin üzerine bırakılıyorlar. Bu bombalar, Atina polisinin Alexis

Grigoropoulos’un bedenine 2008 Aralık ayı başında sıktığı ölümcül kurşunun arkasındaki öldürme kastını

bin kat daha şiddetli hale getiriyorlar.

Her tarafta kıyamet çağında yaşadığımıza dair bir algı var. Bu kıyamet günü krizi nasıl gelişti ve

kapitalizmden kurtulmanın muhtemel yollarını arayan antikapitalist/sosyal adalet hareketleri için ne anlama

geliyor? Bu broşür, kriz derinleştikçe daha da yoğunlaşan bu sorular ve günümüzün açığa çıkmakta olan

devrimci olasılıkları üzerine yürütülen tartışmalara bir katkı. Bu broşürü, bu krizi çevreleyen ve nasıl

yanıtlar verilebileceği üzerine kafa yormayı ve sermayenin sonraki adımlarını tahmin etmeyi çok zorlaştıran

sis perdesinin ardını görebilme çabasıyla yazıyoruz. Anormal ölçüde sık şekilde, hatta solun kendi içinde

bile, krize dair açıklamalar bizi finansal devrelerin ve işlemlerin içinden çıkılmaz dünyasına veya yüksek

riskli yatırım fonlarının/türev işlemlerinin karmaşık, çetrefil düğümlerine, yani çoğumuzun

kavrayamayacağı, insanların vermekte oldukları mücadelelerle hiçbir alakası olmayan bir dünyaya

götürüyor ve dolayısıyla krize direnmenin herhangi bir biçimini projelendirmeyi bile imkansız hale

getiriyor.

Broşürümüzün, krizle ilgili anlatacak başka bir hikayesi var çünkü milyarlarca insanın dünya çapında

yaşamlarının sermaye tarafından sömürüsüne ve çevresel bozulmaya karşı verdiği mücadeleler ile başlıyor.

Yirmi birinci yüzyıldaki krizlere, sınıf mücadelelerini krizlerin önemli bir kaynağı olarak görmek yerine

krizleri kapitalist “üretim anarşisinin” neden olduğu iş döngülerinin otomatik, kaçınılmaz ürünleri olarak

değerlendiren 19. yy.ın gözlerinden bakılamaz. Müdahaleci bir devrimler, reformlar ve dünya savaşları

yüzyılı, bu bakışta bir gözden geçirmeye yol açtı. Öncelikle gerçek bir çığır açıcı krizle durgunluk

arasındaki ayrım görüldü. İkincisi bir “dengesizlik” durumudur (örn. işlerin olağan seyri sayılan normal

dinamiğin, düzenli aralıklarla işçi sınıfını disipline eden bir parçası). Birincisi ise, toplumsal istikrarın ve

hatta sistemin ayakta kalmasının bile sorun haline geldiği varoluşsal bir meseledir. İkinci bir revizyon,

durgunlukların ve krizlerin insan kontrolünün tamamen dışında olmadıklarının kabulüydü; stratejik olarak

tahrik edilebilir, zamanından önce patlatılabilir, geciktirilebilir ve derinleştirilebilirlerdi.

Page 7: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

7

Kapitalizmin işgücü, sermaye ve toprağın tam istihdamına/kullanımına otomatik meyilli olması, tarih

tarafından çoktandır yalanlandı. 1930’larla birlikte burjuva ekonomistler bile gerçek krizlerde hükümetin,

tam istihdamın epeyce gerisinde tıkanıp kalan sistemi çekip çevirmesi ve uyarması gerekebileceğini

gördüler. Fakat Büyük Buhran krizinin üstesinden gelmenin araçlarını tasarlarken, krizleri ve durgunlukları

planlayabileceklerini de fark ettiler. Krizler asla ortadan kaldırılamaz ancak devlet müdahalesi ile

hızlandırılıp geciktirilebilirler. Tehlikeli olmasına rağmen, sınıf mücadelelerinin sertleştiği durumlarda

sistemi ayakta tutmak için darbe tezgahlama fırsatları olarak kullanılabilirler. Sistemin bir ayağının çukurda

olduğu hissedildiğinde ve temelde bir şeylerin değişmesi gerektiğinin farkına varıldığında, kapitalizmin sınır

yoklamalarıdır.

Geçtiğimiz yüzyıl, işçiler tarihsel olarak kapitalist krizlere sisteme içkin çelişkileri ve dengesizlikleri kırılma

noktasına kadar yoğunlaştırarak dahil olabildiklerinden (ücretli ve ücretsiz, köle ve özgür, kırsal ve kentli)

sınıf mücadelelerinin krizleri şekillendirmedeki önemini de göstermiştir. Bu kapasite, işçilerin devrimci

potansiyelini anlamamızı mümkün kılıyor: Kapitalizmi krize sokamıyorlarsa, devrimci bir durumda,

kapitalizmi yıkma gücüne nasıl sahip olabiliyorlar ki?

Ancak 19. yüzyıldan bugüne krizlerde bir şey aynı kalmayı sürdürüyor: krizler, devrimci kopuş durumları.

Karl Marx’ın 1848’de ısrarla belirttiği üzere, krizler “tüm burjuva toplumunun varoluşunu, düzenli olarak ve

her seferinde daha tehditkar bir biçimde hesaba çeker.” Dolayısıyla onun için, yaklaşık olarak her beş ila

yedi yılda bir, iş döngüsü tüm kapitalizmin hesaba çekildiği bir krize girer.

Kriz sözcüğünün kökeni tıptan gelmektedir: “hastalığın gidişatında, hastanın ya öldüğü ya da yaşama

tutunduğu bir aşama.” Bu durumda, hasta kapitalist toplumdur. Bu yüzden Marx ve yoldaşları için

yaklaşmakta olan kriz heyecanla ve hatta neşeyle beklenir, çünkü devrimin habercisidir. Sistemin daha da

derin krizlerinin yakındaki ölümünün ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin habercisi olacağından

emindirler.

Mevcut krize işte bu bilgiyle, bu perspektiften ve ihtiyatlı bir neşeyle yaklaşıyoruz. Tartışmamız beş bölüm

içeriyor:

1. Krizin uzun vadeli kaynakları;

2. Şu anki sebepleri ve sonuçları;

3. Her bir sınıfa sunduğu fırsatlar;

4. Müşterekleştirme düzeni, örn. Gezegenin ve insanlığın müşterek kaynaklarını paylaşmak için

kullandığımız kurallar;

5. Ve krizin açığa çıkardığı devrimci mücadelelerin içeriği.

1. Geçmiş Krizler ve Mevcut Kriz: Keynesçilikten Neoliberalizm ve Küreselleşmeye

Mevcut kriz ile Büyük Buhran arasında sık sık benzerlik kuruluyor ve dolayısıyla sık sık New Deal’ın

kopyası olan kapitalist bir çözüm aranıyor. Ancak Büyük Buhran ile mevcut kriz arasındaki derin farklar,

New Deal politikalarına bir geri dönüşü engelliyor.

İki kriz arasında elbette bolca benzerlik var. İki krizin de merkez üssü spekülatif yatırımlar. İki kriz de

kapitalistlerin azalan geri dönüş karşısında üretime yatırım yapmaya devam etmeyi reddetmesinin sonuçları.

Daha da önemlisi, iki kriz de, bolluklara ve kar oranlarında düşüşe neden olan ve tümü bir araya geldiğinde

yeni yatırımları donduran ve bir “kredi sıkışmasını” tetikleyen aşırı üretimin ve yetersiz tüketimin ürünleri

olarak okunabilirler.

Birçok solcu analist, kapitalist toplumdaki bu yaygın trendlerin “aşırı birikime” veya “stagnasyona”, diğer

bir deyişle, kapitalistlerin meta üretiminde uygun bir geri dönüş oranı sağlayacak yatırım fırsatları

bulamamasına yol açtığı varsayımını öne sürdü. İddia, bir bakıma, kapitalizmin 1980 ve 90’larda fazla

başarılı olduğuydu: ABD’li işçilerin gücünü öyle bir derecede yok etti ki işçiler artık ürettikleri metaları

Page 8: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

8

satın almaya yetecek kadar yüksek ücretler için mücadele etmiyorlar ve bunun sonucu olarak da bolluklar,

aşırı kapasite, yetersiz yatırım vb. ortaya çıkıyordu. Mevcut krizimize dair yeni ortaya çıkmaya başlayan sol

teori, sistemin kar krizine yol açan ticari başarısızlığının altını çizer. Buna sıkça realizasyon sorunu

denilmektedir, örneğin, metalar aşırı üretilir ve işçi sınıfının talebi kısıtlıdır (karları korumak için), bu da

yetersiz tüketime ve imalat sanayilerinde makul bir kar oranı ile yatırım yapmanın zorlaşmasına yol açar.

İşçilerin ücretlerine saldırarak kar yapma güdüsü, tam da karlılık koşulunu baltalıyordu çünkü kar elde

etmek için üretilen metaların satın alınması gerekiyordu!

Sonuç, iddiaya göre, üretime yatırımın artık yeterince karlı olmaması nedeniyle, giderek daha fazla

sermayenin spekülatif karlara yatırıldığı, ekonomik sistemin finansallaşmasıydı. Bu finansallaşma, yemek

yemekten bahçeye tohum ekmeye kadar toplumdaki tüm eylemlerin parasallaştırılması ve piyasalaştırılması

çabalarından faydalandı ve bu çabaları güçlendirdi.

Aslında, son otuz yıldır hakim ekonomik stratejinin (sıkça neoliberalizm olarak adlandırılan) amacı, tam da

dünya ekonomisini New Deal öncesi serbest piyasa kapitalizmi aşamasına geri döndürmekti. İki krizin

benzerliklerine bir de buradan bakılabilir. Bu anlamda, bugün sermayenin, aşırı üretim ile yetersiz tüketim

arasında kendi tasarladığı bağlantısızlığın bedelini ödediğini de söyleyebiliriz. İdeal koşullarda, aşırı birikim

çeşitli sermaye formlarının (satılmayan metalar, üretim araçları ve milyonların ücretleri) yok edilmesi

ve/veya devalüe edilmesi ile nihai olarak düzeltilebilir. FDR bu yolu izlemeyi reddetti (Herbert Hoover’a

danışmanlık yapan paleo-liberal ekonomistlerin tavsiyesi idi), çünkü devalüasyonun yol açacağı yıkım bir

devrime sebep olabilir gibi görünüyordu.

(1) Sendikaların resmi olarak tanınması üzerinden işçi sınıfının sisteme entegrasyonu, (2) artan ücretlerin

üretkenlikte yaşanacak artışlarla takas edildiği bir üretkenlik anlaşması şartı ve (3) refah devletinin bir

birleşimi olan New Deal çözümü, bugün artık kartlar arasında değil. New Deal, yıllarca süren bir yürüyüşle,

işsizliğe ve işten çıkarmalara karşı ayaklanmalarla ve gözleri Sovyetler Birliği’nde, Washington’a yürümeye

hazır milyonlarla güçlenmiş olan ABD’deki örgütlü, asi işgücü bağlamına sıkıştı.

Bugün çok farklı bir dünyadayız. Sınıf mücadelesi devam ediyor ancak ABD’de bugünün ücretli ve ücretsiz

işçileri, 1930’larda sahip oldukları siyasal güç ve örgütlülük seviyesinden çok uzaklar. New Deal’a ilham

veren ve teorik altyapısını oluşturan Keynesçi politika (ekonomist ve filozof John Maynard Keynes’in adını

taşır), 1960’lar ve 70’lerde ücretli ve ücretsiz işçilerin New Deal’ı aşmak isteyen uzun mücadeleler

döngüsünce ortadan kaldırıldı. Sendika inisiyatifini aşarak yapılan grevlerden sosyal hizmet bürosu

işgallerine, gerilla savaşlarına kadar bu mücadeleler, hem metropollerdeki hem de sömürgelerdeki

çiftliklerin yanı sıra fabrikalardan okullara, mutfaklara ve yatak odalarına kadar dolaştı. Emeğin, eşitsiz

mübadeleler ve ırkçılık ve cinsiyetçilik mirası ile, cinsel, ırksal ve uluslararası bölünmesine meydan

okudular. Kısacası, Keynesçilik işçi sınıfı (ücretli ve ücretsiz) tarafından 1970’lerde çözüldü.

Ayrıca, bu mücadelelere bir yanıt olarak, 1970’lerin ortalarında sermaye kendi Keynesçiliğinin sonunu ilan

etti ve hatta kısa bir dönem için sıfır büyüme programı bile benimsedi. Bu 1980’lerin başındaki derinleşen

krizin ve uluslararası işçi sınıfının, sömürgeciliğin sonundan refah devletine dek kazanımlarının yok

edilmesi hedefiyle neoliberal küreselleşme adı altında yürütülecek olan geniş reorganizasyonun sadece

girizgahı niteliğindeydi. Bu nedenle, bugün karşı karşıya olduğumuz kriz, Büyük Buhrandakinden kat kat

daha derindir. 1930’ları sonraki dönem için yol gösterici olarak kullanmak sorunludur, çünkü işçi sınıfının

ABD’deki ve uluslararası ölçekteki siyasal kompozisyonu o denli radikal biçimde değişmiştir. Neoliberal

küreselleşme ile gerçekleştirilmesi amaçlanan planın yalnızca otuz yıl sonra neden yeni bir krize yol açtığını

ele almak daha faydalıdır.

Neoliberalizmin Keynesçiliğin krizine karşı genel çözümü, işgücünün değerini düşürmek, ücret

hiyerarşilerini yeniden oluşturmak ve işçileri apolitik metalara indirgemekti (19. yüzyıl burjuva

ekonomisinde olduğu gibi). Neoliberalizm işçilerin gücünün farklı kompozisyonları ve yoğunluğuna yanıt

olarak birçok biçime girdi: üretim araçlarının konumunun değiştirilmesi, sermayenin yersiz

yurtsuzlaştırılması, işgücü piyasasının genişletilmesi suretiyle işçiler arasındaki rekabetin artırılması, refah

Page 9: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

9

devletinin ortadan kaldırılması ve toprak gaspları (istimlak) (bkz. MN, 1997). Bu, 2. Dünya Savaşı

sonrasının üç büyük “anlaşmasına” (Anlaşma A: Keynes’çi üretkenlik anlaşması, Anlaşma B: sosyalist

anlaşma, Anlaşma C: sömürgecilik sonrası düzen) (New Deal / Yeni Anlaşma/Düzen) isabetli (ve başta

başarılı) bir saldırıydı.

[Anlaşma A] ABD’de Reagan’ın 1981’de hava trafik kontrolörlerinin grevini, İngiltere’de ise

Thatcher’in 1985’te madenci grevini yenilgiye uğratmasını, sendikalara dönük çılgınca bir bastırma

kampanyası ve sosyal güvenlik ödemelerinin ve diğer güvencelerin (“güvenlik ağı”) sabote

edilmesine dönük sürekli tehditler izledi.

[Anlaşma B] Neoliberalizmin nihai zaferi, Sovyetler Birliğinin dağılması, Doğu Avrupa’nın sosyalist

devletlerinin çökmesi ve Çin Komünist Partisi’nin “kapitalist yolu” benimseme kararı oldu.

[Anlaşma C] Üçüncü dünyada, borç krizi Dünya Bankası ve IMF’ye bir yeniden sömürgeleştirme

süreci demek olan Yapısal Uyum Programlarını dayatma zemini sağladı.

Diğer bir deyişle, neoliberalizmin gelişi ile birlikte, önceki tüm anlaşmalar geçersizleşti. Birlikte bu

gelişmeler, gerçek bir küresel emek piyasasının oluşturulması üzerinden dünya çapında işçiler arasındaki

rekabeti kışkırtarak, işçi sınıfı ile sermayenin birbirini “karşılıklı tanımasını” sona erdirdi. Sermaye artık

işçileri dilediği gibi denetleyebiliyordu.

Bu birleşik gelişmelerin sonucu, 1990’lar itibariyle sistemin dünya çapında kötü koşullarda çalışan işçi

kitlelerinin ürettiği muazzam çıktıyı sindirme konusundaki yetersizliğinin ilk işaretinin ortaya çıkmasıydı.

Bu iddiaya göre, 1997 Asya krizinin zirvesi, sistemin tam finansallaşması – artık üretimden para

kazanmanın yeterli gelmediği noktada, sistemin en soyut seviyesinde “paradan para kazanma” girişimi – için

bir itici güç oldu.

Sermayenin finansallaşmaya dalışı, güç ilişkisini kendi lehine değiştirme yönündeki sürekli neoliberal

çabasında yeni bir hamleydi. Reel ekonomide muhtemelen azalan geri dönüşlerle ve mallarını satamamakla

yüz yüze olan kapitalistler, iki önemli hamle yaptılar: bir yanda, koruma fonları ve türevler dünyasına

zıpladılar ve diğer yanda, ABD işçi sınıfı için kredi kullanılabilirliğini artırdılar, böylece Amerikalı işçiler

Çin ve diğer (çoğu Asyalı) ülkelerdeki işçilerin aşırı derecede düşük (ABD’ye kıyasla) ücretlere üretmeye

devam ettiği malları satın alacaktı. Esas hedefi krizin ertelenmesi olan bu oyunun başarısı, Çin’de ve

Üçüncü Dünya ülkelerinde iş yapan kapitalistlerin düşük ücretler sayesinde elde edebilecekleri ve ardından

ABD’de kredi piyasalarına yatırım yaparak finansallaşmanın artmasını sağlayacak olan yüksek karlara

dayalıydı. Bu devre, ancak ve ancak, borcun (hem işçilerin hem de kapitalistlerin borcunun) sigortacılarının

panikle kaçışmasına sebep olacak devasa bir boyuta geldiği noktada sona erdi.

Bu açıklama epeyce aydınlatıcı ancak önemli bir ayrıntıyı atlıyor: aşırı üretim ve yetersiz tüketim kar oranını

azaltmasına rağmen, sonuç olarak ortaya çıkan düşük kar oranı, kapitalistlerin yeniden yatırım yapmayı

istemesi için neden yetersiz? Ortalama bir kapitalisti alın: firmasında üretilen tüm metaları satsaydı, yüzde

100 kar elde ederdi; fakat realizasyon sorunu ile, yalnızca yüzde 50 oranında kar ediyor. Bu yeterli olmaz

mı? Ürettiklerinin yarısını yok etmesini gerektiren bir realizasyon sorunuyla bile, kapitalistler yine de

oldukça yüksek oranda bir kar elde edebiliyorlar. Bu yetersizlik, kuramsal olarak sermayeye içkin değildir.

Aksine, kapitalistlerin daha fazla kar etme, sistemin ve sahiplerinin karlarının daha hızla genişlemesini talep

etme kararlılığına dayalıdır. Kapitalistler bir yatırım fırsatları alanını “yetersiz” olarak değerlendirdiklerinde,

bu, mevcut durumda mümkün olan ortalama kar oranının geçmiş deneyimlerine dayanan beklentilerinden

daha az olduğu anlamına gelmektedir. Fakat kar oranındaki bu gerçek düşüşün sebepleri nelerdir?

Gerçek bir düşüşte rol oynayan birçok faktör vardır fakat bizim için önemli olan iki tanesidir: sermayenin (a)

ücretleri düşürerek sömürü oranını artırma ve (b) metanın üretim sürecine dahil olan sabit sermayenin

(özellikle hammaddeler) değerini düşürme konusunda başarısız olması. İkincisinin sebebi özellikle

hammadde elde edilmesinin ve meta üretiminin doğada yarattığı hasarın işçilere bindirilememesi. Ekonomik

ve ekolojik mücadelelerin ortalama kar oranı üzerindeki etkisinin bu krizde ayırt edilmesinin zor olmasının

nedeni bu.

Page 10: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

10

Hem (a) hem de (b)’nin sonuçlarını değerlendirelim:

(a) Küreselleşme; imalat üretimini, ortalama ücretlerin ABD işçilerinin kat kat altında olduğu periferiye (son

on yılda özellikle de Çin’e) taşıyarak, geçtiğimiz otuz yılda ABD’de ücretlerin düşürülmesine yardımcı

oldu. Ücretler orada düşük kalıyorsa, ABD ve Çin sermayesi arasındaki anlaşma istikrarlı oluyordu. Çinli

işçiler Amerikalı kapitalistler için süper karlar ve nakit sıkıntısı çeken Amerikalı işçiler için süper ucuz

metalar sağlayacaktı. Ancak ücretler Çin’de ABD’ye göre görece düşük olmasına rağmen, hızla

yükselmekteydiler. Çin’de ortalama reel ücretler 1990 ile 2005 arasında yüzde 300 artmışken, ortalama

nominal ücretler 1996 ile 2006 arasındaki on yılda yüzde 400 yükselmiştir (bu artışın yarısı 2000-2005 arası

gerçekleşmiştir). Bu, Çin’deki ücretlerin ABD’dekilerle karşılaştırılabilir olmasından epeyce önce, karlılık

üzerinde ciddi bir etkiye sahip olabilir.

Bu noktayı değerlendirmek için basit bir hipotetik sayısal örneğe bakmak yardımcı olabilir: Çinli bir işçinin

ücreti ABD’li bir işçinin ücretinin onda biri kadar olabilir ve makinelere görece daha düşük yatırımla Çin’de

bir fabrika için kar oranı yüzde 100 olabilir. Çinli işçilerin ücretlerinin ikiye katlanması yine de ücretlerini

ABD’li işçininkinin beşte biri yapacak olmasına rağmen, diğer şeyler eşitken, kar oranı yüzde 50’ye düşmüş

olacaktır.

Dolayısıyla, ücret artışları, ücretler satın alma gücü itibariyle Batı Avrupalı veya Kuzey Amerikalı işçinin

ücretine eşit olmasa bile, kar oranlarında dramatik bir düşüşe neden olabilir. Bu olgunun neoliberal

dönemdeki ilk geniş çaplı tecrübesi, Kore ve Endonezya’da 1997’deki ünlü “Asya finans krizinin” temeli

olan işçi eylemleri olmuştu (MN, 1997’de “One No and Many Yeses/Bir Hayır ve Birçok Evet başlığıyla

işlemiştik).

ABD’de ortalama ücretlerin düşürülmesi ve stagnasyonuna (küresel olarak yine de görece yüksek bir

seviye), Asya işçilerinin ücretlerinde, ABD’deki ücretlere eşdeğer olmaya yakınlaşmadan çok önce kar

oranını zorlayan artışlar eşlik etti. Süper yüksek karlılık seviyeleri, zengin mahalleler, otomobil ve Gucci el

çantaları toplu olarak gelmeden çok önce ortadan kaybolabilir.

İşçilerin daha yüksek ücretler ve işte daha fazla güç için mücadelesi ile aktüel veya eli kulağındaki yüzleşme

karşısında artı değerin “realize edilmesi” konusundaki bu sorun, istedikleri geri dönüş oranlarını kazanmak

için kapitalistlerin başka yollara yönelmesine neden oldu. Ancak bu hamleye içkin de bir sorun var: yatırım

gelirini finansallaştırma üzerinden artırma kabiliyeti, küresel kapitalist sistemde üretimde ve yeniden

üretimde yaratılan artı değer ile sınırlı. Finans sektöründeki kriz, bu sınıra gelinmesiyle ilgili. Finansal

kazanımlar –dolaylı da olsa- nihayetinde reel emekten çıktığı için, Çinli işçilerin ücretlerinde alçakgönüllü

bir artışın bile finansal iskambil evin altındaki halıyı çekmeye yeteceği anlaşılabilir.

(b) Krizin ekolojik/enerji momenti burada çok daha doğrudan beliriyor. Sabit sermaye maliyetlerinin

düşürülmesi kar oranında bir artış sağlayabilir ancak bunun yol açtığı zararın “dışsallaştırılabilmesi” kritik

önemdedir (örn. doğadan hammadde elde edilmesi sırasında ortaya çıkan kirlenmeden, sanayi üretiminin yol

açtığı iklim değişikliğinden veya genetik olarak modifiye edilmiş organizmaların yayılması nedeniyle ortaya

çıkan genetik mutasyondan zarar görenleri, bunların sona ermesini talep etmeksizin sessizce ve kesintisiz

şekilde boyun eğmeye zorlamak). Ekolojik meselelerin zorlayıcı hale gelmesi ve aciliyet kazanması, ancak

ve ancak dışsallaştırılan bu zararların bedelinin ödenmesi kitlesel olarak reddedildiği zaman mümkün

olabilir. Bu zararlara ve bunların maliyetinin zımni olarak üstlenilmesine karşı mücadele verilmedikçe,

ekolojik yıkım, Monet tablolarındaki pus gibi estetik bir fenomen olarak kalacaktır.

Bu mücadele artık gölgelerden çıkmıştır ve sistem genelinde karlılığı tehdit eden bir noktaya varmıştır.

Dünya genelinde, olan bitenlerin işçiler ve kapitalistler arasında ekonominin nasıl örgütleneceğine dair

başka bir raunttan ibaret olmadığı ve petrol medeniyetinin insanlığın büyük bir bölümünü, kriz başlamadan

çok önce kırılma noktalarına zaten ulaşmış olan şehirlere ve gecekondulara yerleştirdiği bir dünyada, yıkıcı

bir iklim değişikliği ve genelleşmiş bir toplumsal ve çevresel yıkım ile yüz yüze olduğumuza dair bir kabul

var. Örneğin Meksika’yı, bu kadar çok insan zorlukla hayatta kalabilirken ve devlet ve diğer şiddet tekelleri

Page 11: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

11

zaten bu derece yoğunken, ABD’den (neye?) geri dönen göçmenlerle, kırılmanın eşiğinde görmek

korkutucu… Yakın zamanda bir topluluk, çok fazla su aldıklarını düşündükleri başka bir topluluğun suyunu

kesmek için silahlarla ortaya çıktı. Bu enlemlerdeki ortalama sıcaklık üç derece arttığında (ki bilim insanları

tarafından bunun olduğu belirlendi), her yaz bir önceki en sıcak yaz rekorunu kırdığında ne olacak?

Artık olağan durumlardaki kadar kar yapan işin olamayacağı açık. Kapitalizm, cezalandırma şevkinde, o

kadar çok insanın ekolojik koşullarını öylesine görmezden geldi ki, yatırımcıları sömürmeleri gereken

insanlarla fiziken yüz yüze gelmeksizin fahiş karlar yapmayı umdukları finansın dolayımlı dünyasına daha

da kaçmaya zorlayan küresel bir yönetilemezlik durumu gelişti. Ancak bu göç, krizi sadece geciktirdi, çünkü

gezegenin dört bir yanında ekoloji mücadeleleri veriliyor ve sabit sermayenin maliyetinde gelecekte

kaçınılmaz bir artışı zorluyor.

Dolayısıyla her iki durumda da, ücretler ve ekolojik yeniden üretim açısından, mücadeleler ortalama kar

oranlarında (ve birikim oranında) bir krize yolu açıyor ve finansallaşmaya sıçramaya bir sınır getiriyor.

2. Neoliberalizmin Krizi: Sebepler ve Sonuçlar

Neoliberal küreselleşme hırslı bir projeydi. Başarılı olsaydı, insan olmanın tanımını “kendini en yüksek

parayı verene satan bir hayvan” olarak değiştirecek ve işgücünü Keynesçilik öncesindeki durumuna geri

döndürecekti: değerini pazarda bulan saf bir meta. Neoliberal küreselleşme neden başarısız oldu?

Bu soruya cevap vermek için, halkların verdiği mücadelelere dönmemiz lazım. ABD işçileri 1930’lardaki

militanlık seviyelerini göstermeseler bile, dünya genelinde, bize göre krizin kaynağı olarak kabul edilmesi

gereken yaygın hareketler yükseldi. Bunların tek faktör ve hatta başta gelen faktörlerden olmadıkları kesin.

Örneğin, finansal işlemler konusundaki düzenlemelerin yetersizliği, piyasaları istikrarsızlaştırmış olan türev

alım satımındaki meta kumarlarının yarattığı doğrusal olmayan karmaşıklık içinde kuşkusuz bir faktördü.

Yine de Carter döneminde başlayan ve Reagan, Bush, Clinton ve Bush döneminde devam eden finansal

deregülasyon bile sınıf mücadelesi için bir momentti. Deregülasyon, ABD işçilerinin, nakdi ücretleri,

1970’ler boyunca kapitalist fiyat artışlarının (örneğin gıda, enerji) kendi gerçek ücretlerini kesmesini

önlemeye yetecek kadar hızla yükseltebilme konusundaki (hem gerçekten hem de politikacıların

kafasındaki) gücünden (OPEC’in bir finansal aracıya ve petrodolarların işçi gelirinden elde edilen değerleri

kar getiren yatırımlara aktarmanın aracına dönüşmesi umudunun altını oyan bir güç) kaynaklanan ivme

kazanmış enflasyona bir yanıt olarak başladı.

IMF’in o on yıla ait Yıllık Raporları, 1975 itibariyle dünyadaki bir numaralı ekonomik sorunun enflasyon ve

bu enflasyonun kilit kaynağının da “işgücü piyasalarının yapısal katılığı” olarak tanımlandığını gösteriyor.

İşçilerin gücünü IMF söylüyor. Carter ve Volcker harekete geçene kadar, ivmelenen enflasyon birçok reel

faiz oranını sıfırın altına indirdi ve tüm finans sektörünün canlılığını tehdit etti. Deregülasyon stratejisi, diğer

pek çok şeyin yanı sıra, ABD’nin her yerindeki tefecilik karşıtı yasaların kaldırılmasını ve faiz oranlarının

iki haneli rakamlara çıkmasının önünün açılmasını içeriyordu. İşçilerin yalnızca ücretleri ve diğer gelir

biçimlerini kârların altını oyacak derecede artırma gücüne değil (temel gıda fiyatları manipülasyonu

konusundaki kapitalist yola ve dalgalı döviz kurlarına rağmen), aynı zamanda üretim noktasında

verimlilikteki büyüme oranında herhangi bir iyileşmeyi engelleme gücüne de bir yanıttı.

ABD’de 1970’lerdeki mücadelelerin birçoğu, nihayetinde yenilgiye uğradı ancak o zamandan beri, hem

ABD’de hem de uluslararası olarak, neoliberal küreselleşmeye karşı azmini kanıtlamış yeni bir mücadeleler

nesli ortaya çıktı.

Bu mücadelelerden bazılarına, krizin ortaya çıkardığı politik meseleleri anlamanın şartları olarak

odaklanacağız. Şematik olarak, krizin kaynakları şunları içeriyor:

1. Neoliberal küreselleşmenin sistemde değişim yaratma konusundaki başarısızlığı;

Page 12: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

12

2. Petrol/enerji endüstrisinin yapısını neoliberalleştirme konusundaki başarısızlık;

3. Ücret mücadelesini kontrol etme konusundaki başarısızlık (özellikle Çin’de);

4. Toprağı ve doğal kaynakları geri talep eden hareketlerdeki yükseliş (Bolivya, Hindistan, Nijer

Deltası);

5. ABD’de, düşen ve durağan reel ücretleri destekleme amaçlı olarak kredi kullanımındaki

yaygınlaşma/genişleme üzerinden sınıf mücadelesinin finansallaşması;

6. Siyahların, Latinlerin, yeni göçmenlerin ve kadınların “mülkiyet toplumu”na dâhil olarak sınıf

hiyerarşisini bozması.

(1) Neoliberal küreselleşme, meta ticareti ve finansal işlemlerin, özellikle de ABD, Japonya veya Batı

Avrupa’dan kaynaklanan işlemlerin önündeki engelleri ortadan kaldıran bir yasa ve kurallar çerçevesine

dayanır. Ortadan kaldırma süreci, Keynesçi dönemde başladı (GATT ile), ancak kurumsal çerçeveye 1994’te

Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasıyla kavuştu. DTÖ’nün, yalnızca geleneksel ticaret ve para işlemlerinin

değil, hizmetlerin ve fikri mülkiyetin de küreselleşmesini sağlama konusunda hırslı bir ajandası vardı. Hiçbir

şey bu ajandanın hayata geçirilmesini engelleyemez gibi görünüyordu. Ancak, aşağıdaki şaşırtıcı

gelişmelerin ortaya çıkması ile durduruldu:

(a) 1980’lerin ortasında Zambiya’dan 1989’da Caracas’a ve 1994’te Zapatistalar’a dek, yapısal uyum

programlarına karşı bir isyan ve ayaklanmalar dizisi;

(b) Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki küreselleşme karşıtı hareket ve DTÖ, IMF, Dünya Bankası ve G8

toplantılarındaki sokak gösterileri ve yol kapatmalar;

(c) DTÖ, IMF ve Dünya Bankası gibi ABD, Japonya ve Batı Avrupa’nın egemenliği altındaki örgütlere,

bağımsızlıklarının son kırıntılarını da (özellikle de tarımsal üretimleri konusunda) tamamen teslim etmeyi

reddeden birçok Üçüncü Dünya ülkesi. Bunun sebebi, halisane bir “yurtseverlik” değildi; topraklarındaki

çiftçi hareketlerinin gücü ve bunun kendi “egemenlikleri” için teşkil ettiği tehditle çok daha fazla alakalıydı.

Özellikle DTÖ’nün Doha Raundu, Hindistan hükümeti temsilcileri tarım konusunda daha fazla taviz

veremediği için (köylülerini bir miktar ileri teknoloji için seve seve feda etmeye hazır olmalarına rağmen) en

sonunda öldü. Hindistan’daki hareketler, DTÖ’ye karşı 1998 ila 2008 arasındaki on yıldır on ve yüz binlerce

kişiyi harekete geçiriyordu (Filipinler, Kore ve Bangladeşli çiftçilerden bahsetmiyoruz bile).

Çoğu zaman birbirlerinin eylemlerinden ve çıkarlarından habersiz olmalarına rağmen bu isyanlar, sokak

gösterileri ve “iç” direnişler, “dünya düzdür”cü küreselleşme ideolojisini ve dünyanın geri kalan varlıklarını

ve yerel pazara dönük üretim yapan çiftçilerini çitleme girişimini gayrı-meşrulaştırdı.

(2) İkinci başarısızlık anı, 1999 sonrasında savaşla, özellikle de Irak’ın işgali üzerinden (MN, 2002) petrol

ve gaz endüstrilerini ideal neoliberal işlemlere dönüştürme çabasında, neoliberal küreselleşme projesinin

canlandırılması girişimiydi. Bu başarısızlığın nedeni, ABD askerlerine on binlerce kayıp verdiren ancak

bunun karşılığında yüz binlerce ölü ve yaralı veren silahlı bir direniş oldu. Bunun, neoliberal küreselleşme

üzerinde devasa sonuçları oldu. Birincisi, altı yıllık Irak savaşının ardından, en temel endüstriler – petrol ve

gaz endüstrisi – hem Irak’ta hem de dünyada, neoliberal doktrinin nefret ettiği iki formda halen örgütlü:

ulusal petrol şirketi ve petrolün pazar fiyatını etkilemeye çalışan uluslararası kartel (OPEL). İkincisi,

neoliberal projenin lideri olan ABD, bu çabası nedeniyle hem askeri hem de mali olarak ciddi şekilde

zayıfladı. Bu ABD hükümeti zafer ilan ederken (“Büyük Dalga” nedeniyle) daha da belirgin hale geldi.

Eşzamanlı olarak kendi Iraklı kuklaları tarafından 2011’de ülkeyi terk etmesi, üslerini boşaltması ve yakın

zamanda neoliberal bir “Petrol Yasası” beklememesi söylendi! Elbette “kuklaların” efendileri ile bu denli

sert konuşmasının sebebi, Allah’ın hidrokarbon hediyesini hibe etme girişimine Irak halkının şiddetli

tepkisinden korkmalarıydı.

(3) Neoliberal “ücretlerin reddi” projesi, reel ücretin bir daha asla 1973’teki zirvesine ulaşamadığı ABD’de

epey başarılı oldu. Bu yüzden ABD ücret mücadelesi, 1970’ler krizinde olduğu gibi şimdiki krizin

kaynakları arasında bulunamıyor. ABD’de böylesi bir mücadelenin tüm tipik belirtileri (örn. grev faaliyeti)

bastırılmıştı. Ücret dışı gelirlere, örneğin sosyal güvenliğe, sağlık sigortasına ve gıda yardımlarına dönük

saldırıları sınırlandırmak için, bazıları başarılı da olan defansif mücadeleler yükseltildi. Dahası, işçi sınıfına

Page 13: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

13

karşı, örneğin kadın hakları, çevre vb. alanlarında yöneltilen diğer saldırılara karşı süregiden mücadeleler

oldu.

Ancak, neoliberal proje, uluslararası işgücü piyasasında yalnızca ABD’de değil dünya çapında rekabeti

kullanabilme yeteneğine dayanıyordu. Bu proje başarısız oldu, özellikle de Asya ülkeleri açısından. Bu

denetimin Kore ve Endonezya’da, 1997 Asya finansal çöküşü sürecinde başarısız olduğunu gördük (bkz.

MN, 1997). O günden bu yana bu stratejinin temel başarısızlığı Çin’de oldu. Burada ücret mücadelesinin

seviyesi tarihsel boyutlar kazandı ve binlerce grevin ve diğer iş durdurma biçimlerinin yanı sıra, sık sık çift

haneli ücret artışları ile sonuçlandı.

(4) Yapısal Uyum Programları ve savaşlar, Üçüncü Dünya halklarını topraklarından ve bu topraklar

üzerindeki kaynaklardan mahrum bırakmak (bunları istimlak yoluyla ellerinden almak, çn) anlamına gelen

“Yeni Çitlemeler”in önünü açtı. Mülteci sayısındaki artış bir göstergeyse eğer, bunların (yeni çitlemelerin,

çn) Afrika ve Amerika kıtalarının birçok yerinde milyonlarca insanı topraklarından ve topluluklarından ettiği

kesin. Fakat Asya (özellikle Hindistan ve Bangladeş), Güney Amerika’nın çoğunluğu ve Afrika’nın kimi

yerlerinde, müşterek topraklara ve kaynaklara dönük saldırılara güçlü bir yanıt da verildi. Bolivya’da son on

yılki “su” ve “gaz” savaşları hayati kaynakların özelleştirilmesi çabasının riskli bir girişim olduğunu

netleştirdi. Benzer sınırlar, Nijer Deltası’nın Kurtuluşu Hareketi (MEND) gibi grupların sahiplenme savaşı

verdiği Nijer Deltası’nda petrol üretimi konusunda da deneyimlendi; bu gibi gruplar, Nijer hükümetine ve

büyük petrol şirketlerine karşı, Delta halklarının topraklarının altındaki petrolün komünal sahipleri olarak

tanınmasını talep ediyorlar. Gerçekten de petrol istimlaki ve çıkarılması konusunda, Steven Colatrella’nın

yerinde bir deyişle “politik Hubbert eğrisi” olarak adlandırdığı ve erişilmekte olan politik bir sınır var.

(5) Sermayenin finansallaşmasının ana işlevi, birikimi, işçi sınıfı mücadelesinin dokunamayacağı bir yere

koyarak ve kapitalistler için kendi yatırımlarının başarısına karşı bahse girmeyi mümkün kılmak, dolayısıyla

her türlü sonuca karşı teminat sağlamak suretiyle bir tedbir getirerek korumaktı. Hangi kapitalist, küçük bir

bedel karşılığında, bir genel grev dalgası nedeniyle yatırım yaptığı ülkenin para biriminde yaşanan dramatik

bir devalüasyondan veya işçilerin ücret talepleri ile uğraştıkları bir şirketin iflas etmesinden kendisini

korumak istemez ki?

Ancak paradoksal olarak, neoliberalizm sermaye ile işçi sınıfı arasındaki mücadelede kredi alanında yeni bir

boyut açtı. Yüksek faizli morgıçlardan öğrenci kredilerine, kredi kartlarına, 401(k) emeklilik yönetimi

şemalarına kadar bütün bir kredi araçları ve spekülatif yatırımlar seti, ABD işçi sınıfına sunuldu. İşçiler,

kolektif güçlerini belirgin ücret artışları, emeklilik garantisi veya sağlık hizmeti elde etmek için işlerine

yansıtamamaları onları finansal alana genişlemek zorunda bıraktığı için bunları kullandılar. Sözde refah

devletinin çözülüşü ile birlikte, ABD’de işçiler kendi yeniden üretimlerinde daha fazla payı, tam da reel

ücretleri düşerken ödemek zorunda kaldılar (barınmadan sağlığa ve eğitime). İşçiler bu yeniden üretim

gerekliliklerine kredi sistemi üzerinden erişmeyi talep ettiler. Sermayenin biriken değeri krediler sunarak

işçilerle “paylaşmasının” bir bedeli vardı: İşçilerin yeniden üretim yollarına (ev, otomobil, eşya vb.) erişme

arzusu kapitalistlerin birikim arzularına paralel olmalıydı. “Finansallaşma” basitçe bir sermaye komplosu

değildir; kendisi de sınıf mücadelesinin bir süreci ve ürünüdür. Doğru, işçilerin kendi yeniden üretim

koşullarına yönelik saldırıya verdikleri yanıtta ihtiyaç önemli bir unsur fakat ihtiyaç olmaksızın aracı da

olmaz.

Kredi sistemine giriş işçiler için cennet değil elbette. Borçlanma ve eşlik eden faiz ödemeleri ücretler

üzerinde kimi zaman çok ciddi olabilen bir baskı oluşturuyor ve kredi işçileri gayrimenkul ve borsaya

bağlıyor. Ancak, işçilerin kira artışı endişesi olmadan bir eve sahip olmak ve mülk sahibi morgıcını ve

vergilerini ödemek için “başkasının parasını kullanabilmesi”, metanın yol açtığı (gerçek veya muhayyel)

arzuyu bugün tatmin edebilmesi, gelecekte daha yüksek ücretler sağlayabilecek eğitime erişebilmesi ve

çoğunlukla ABD’de yaşamanın bir özelliği olan yalnız ortamın içinde daha geniş bir iş ve sosyal iletişimi

mümkün kılan bir otomobile sahip olabilmesi önemli bir kazanım. Bu tehlikeli işçi sınıfı stratejisi, kolektif

refahta paylaşmak için kredi sistemini kullanmakla borç köleliği arasında salınıp durdu.

Page 14: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

14

ABD işçi sınıfı, kolektif bir şekilde ama ne “bilinçli” ne de koordine olarak (kapitalist toplumda olan birçok

şey gibi), neoliberalizmin herkesi “rasyonel ekonomik” ajanlara dönüştürme vizyonunu, Bush yönetiminin

“mülk sahipleri toplumu” retoriğini gerçeğe dönüştürerek sistemin aleyhine çevirdi. Bu şekilde, üstü örtülü

olarak borçlarını ödememe tehdidinde bulunarak (örneğin anahtarı posta kutusunda bırakıp çekip gitmekle)

sistemi krize soktular. Daha önce belirtildiği gibi, bankaya 100 dolar borcunuz var ve ödeyemiyorsanız

başınız dertte demektir; fakat bankaya 1.000.000 dolar borcunuz var ve ödeyemiyorsanız, bankanın başı

dertte demektir. Burada söylenmeyen şey ise, 1.000.000 kişinin hepsinin bankaya 1000 dolar borcunun

olması ve ödeyememesi durumunda bankanın başının yine dertte olacağıdır!

Finansallaşma, sermayeye sınıf mücadelesinin yol açtığı belirsizliklere karşı bir kalkan sağlayacaktı fakat

finansallaşma ile sermaye, işçi sınıfını sinesine davet etmiş oldu. Finans kapitalin denklemin her iki

tarafında da oynama girişimi (örn. mücadeleden korunmanın bedelini sermayenin ödemesi ve aynı zamanda

bu mücadelenin “ehlileştiği” zannedilen aracılarını da finansal makineye dâhil etmek) günümüz krizinin

temellerinden biridir. Doğru, işçi sınıfının toplam borçtaki payı kayda değer olsa da, ABD şirket veya devlet

borcundan çok daha küçüktü. Ancak niteliği farklıydı. Şirket borcu sınıf içi, ulusal borç her sınıfın fakat işçi

sınıfının borcu sınıflar arası ve muhtemelen en yüksek gerilimi oluşturuyor.

(6) Finansallaşmanın bu ikili karakteri daha önce krediye erişimden dışlanmış olan işçilerin (siyahlar,

Latinler, yeni göçmenler, bekâr kadınlar ve yoksul beyazlar) morgıçlar, öğrenci kredileri ve kredi kartlarının

tılsımlı dünyasına girme mücadelesi ile yoğunlaştı. Finansal sermaye 21. yüzyılda, daha önce sadece tefeci

ve rehincilerden en ağır koşullarla borç alabilen bu yeni kreditörlere belirgin bir şekilde açıldı. Ev, araba,

eşya ve daha iyi maaş veren bir iş için yasal hak talebine sahip olabilme arzularına yanıt verdi. Ama zehirli

haplar karşılığında: faiz ödemesi üç yıl içinde balon gibi şişecek yüksek faizli morgıçlar, faiz oranları tefeci

seviyesine yakın kredi kartları, mezuniyeti ücretli köleliğe dönüştürecek öğrenci kredileri. Bu işçilerin

neoliberal düzene dâhil edilmek için baskısı (örn. kişinin sosyal refaha yalnızca bireysel temelde ve ücret

dışı gelir üzerinden erişebilmesi) sermayeden 21. yüzyılın ilk yarısında olumlu bir yanıt altı. Bu, kredi

sisteminin destabilizasyonunun başlangıç noktası oldu.

Yukarıda, 5 ve 6. maddede sözü edilen, kredi sirkülâsyonunun işçi sınıfına doğru derinleşmesi ve

genişlemesi, bir “mücadele” olarak adlandırılabilir mi? Böyle bir formülasyon, hikâyenin sonu

düşünüldüğünde (milyonlarca haciz ve iflas vb.), pek tabi sorgulanabilir. Fakat ev sahiplerini hacizden

“kurtaracak” yasal düzenlemeler için mücadelelerin yanı sıra, ödemenin ve iflasın koşullarına (işçilere

uzanan) ilişkin bir mücadele olduğuna kuşku yok. Birçok sağ görüşlü, bu “kredi devrimini” krizin sebebi

olarak gösteriyor, çünkü kutsal kredi odasına çok fazla sayıda “hak etmeyen” alınmıştı. Fakat bu, siyah

işçilerce 1960’larda “redlining” uygulamasına ve diğer kredi ayrımcılığı biçimlerine karşı başlattıkları

gerçek mücadeleyi geçersizleştirmiyor. Hepsinden öte, borçluların mücadelesi, antik dönemlerden bu yana

sınıf tarihinin analizinin geleneksel olarak temeli olmuştur. Neden 21. yüzyılın sınıf analizinin dışında

bırakılsın ki?

Mücadelenin bu altı anına bir “fiyat etiketi” yapıştırmıyoruz. Diğer birçok konjonktürel etmenin yanında,

birlikte 2008’de tarihsel boyutlarda bir kriz meydana getirdiler. Neoliberalizmin Ücret ve Savaş

doktrinlerinin, Küreselleşmenin, Yeni Çitlemelerin, Finansallaşmanın ve İçerme Krizinin birlikte

başarısızlığı, yalnızca ekonomik “düşüş” başlatmakla kalmadı, bunların nedeni olan mantıksal çelişkiler de

mevcut düşüşü (gerilemeyi, çn) gerçek bir krize dönüştürüyor. Yakın gelecekte bir “iyileşme” olasılığı

(GSMH artışları ile ölçülen) var fakat çelişkilerin derinleşmesi ve başarısızlıkların yoğunlaşması ile

kapitalizm “tarih” olabilir.

3a. Sermayenin Kriz Fırsatına Acil Yanıtı

Bu kriz, sermayeye üç yönden fırsat sundu: (i) finans kapital ile sistemin geri kalanı arasındaki güç ilişkisini

yeniden düzenleme, (ii) ABD işçi sınıfının finans sistemindeki borçlu ve oyuncu olarak yeni rolünü disipline

etme ve (iii) “borç krizinin” bir uyanışı üzerinden Üçüncü Dünya’da çevresel talanın, ücret kesintilerinin ve

toprak istimlâklerinin meşrulaştırılması. Her birine tek tek bakalım:

Page 15: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

15

(i) Finans Kapitalin Istırabı mı Yoksa Rönesans’ı mı?

Bu kriz, bir finans krizi olarak başlıyor (örn. borçların anaparasını veya faizini geri ödeyememe veya büyük

ölçekte kaybedilen bahisleri ödeyememe). Birçok krizin finansal yönü olmasına rağmen, bunun sistemin

kaderini temelinden zorlayan bir kriz olduğu açık. Çünkü sermayenin sektörleri ve fazları arasındaki düzen

ve hiyerarşide esaslı bir dönüşümü kaçınılmaz kılıyor.

Kriz, çöküşü ile büyüklü küçüklü endüstri, ticaret ve hizmet şirketlerinin günlük işlemlerini riske sokan

finansal pratiklerin (özellikle de Teminatlı Borç veya Morgıç Yükümlülükleri, Yapılandırılmış Yatırım

Araçları, Kredi Borcu Takas Sözleşmeleri, her türden kredi türevleri ve belki de offshore bankacılık – titre

İsviçre!) birçoğunu tamamen durdurma veya en azından acımasız düzenlemeler getirme konusunda bir fırsat

mı (finans sektörünün devletten talep ettiği sermayenin devasa miktarı karşılığında) olacak? Yoksa finans

kapital, borcunun devlet tarafından kendi şartlarına göre teminat altına alınmaması halinde borç musluğunu

kapatma ve kredi sistemini durdurma tehdidi ile sistemin geri kalanını rehin mi alacak?

Bu çelişkinin bir yansımasını, yüksek hükümet kademelerinde büyük çok amaçlı bankalar (Citigroup),

sigorta şirketleri (AIG) ve hatta yatırım evleri (Bear Stearns) konusunda var olan neredeyse hemfikir (Bush

yönetiminden Obama yönetimine kadar) desteğe karşı, “Üç Büyük” otomotiv üreticisinin “kurtarılması”

konusundaki çatışmada görüyoruz. AIG için hemen gözden çıkarılan milyarlara kıyasla görece küçük olan

bir meblağ konusundaki muazzam çelişki – ve şimdi GM’den ve Chrysler’dan talep edilen potansiyel olarak

ölümcül şartlar – finans kapitalin halen devletin en üst kademelerinde el üstünde tutulduğunun göstergesi.

Fakat bu, kapitalizmin ayakta kalması halinde, iki kutup arasında bir yirmi birinci yüzyıl karmasına gidecek

uzun süreli bir mücadelenin yalnızca ilk raundu: (a) finans sektöründen elde edilen sermayenin, “yeşil

enerji” projeleri (rüzgar türbinlerinden Temiz Kömür teknolojilerine ve nükleer enerji tesislerine kadar) ve

biyoteknoloji alanlarında yeni bir yatırım dalgasına yönlendirildiği, finansal inovasyonlara çok katı yasal

düzenlemeler dayatılan bir rejim ya da (b) finans sektörünün bir zaferi, ABD’nin nihai “sanayisizleşmesi” ve

bir balonlar ve çöküşler rejimi ile evrensel bir uzlaşma.

İlk kutup, İngiltere’de Güney Denizi Balonu’nun ardından 1720 “Balon Yasası” ve Fransız burjuvazisinin

1720 Mississippi Balonu’nun ardından altına geri dönmesinden ABD’de borsanın 1929’daki çöküşünden

sonra Glass Steagall Yasası’na kadar, önceki yoğun “finansallaşma” ve spekülasyondan kurtulma

dönemlerini andıran bir sonucu anlatıyor. Bu Keynesçiliğe bir geri dönüş ama “yeşil” karakteristiklerle ve

varlıkları ABD ve Batı Avrupa’daki işçiler tarafından kapitalistlere sürekli tehdit olarak kullanılmış nükleer-

silahlanmış komünist ülkeler olmadan.

İkinci alternatif, cehennemvari önermesi ile neoliberal kapitalizmde finans sektörünün hegemonyasına

uygulandığında, Margaret Thatcher’in parolası olan “Başka Alternatif Yok”un bilinçsiz antikapitalist yanını

acı bir şekilde kabul eden bir sonucu anlatıyor: piyasa, giderek daha kısa balon, patlama ve bunalım

çevrimlerine neden olsa da, gezegendeki kaynakları tahsis etmenin en iyi (ve tek) yoludur. 21. yüzyılın

başındaki ABD, kayda değer bir imalat veya tarımsal temel olmaksızın var olan (bu kısmı işbölümünde

Çin’e ve diğer ucuz emek ülkelerine bırakan) 20. yüzyıl sonu İngiltere’si olabilir mi?

Yani ya finans sektörü “ulusallaştırılacak” ya da ulus “finansallaştırılacak” (veya ikisinin bir

kombinasyonu). Her iki alternatif de eşit ölçüde imkansız görünüyor. Sahada krizi kapitalizmden çıkış için

bir yol bulmak üzere kullanabilen başka bir güç olmadığı müddetçe, sanayi temelini (geniş bir “yeşil”

sektörle) canlandıracak bir Keynesçiliğe ve finans kapitalin maceralarını yeniden meşrulaştıracak reforme

olmuş bir başka neoliberalizm raunduna dair vehimler oluşturulacaktır. Kısa vadede, Keynesçi ve “yeşil”

politikaların önü açılacak – belki de mevcut kriz bağlamında sermaye hareketlerinin düşük olması (ki bu

durumda uzatmalı Keynesçi politikaların uygulanabilir olmadığı) gerçekliğinin de yardımıyla. Bazı

düzenlemeler getirilecektir ve kesinlikle balonlar ve çöküşler rejimi ile bazı uzlaşmalar (krizin derinliğinden

sonra) yapılacaktır.

Page 16: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

16

(ii) Borçlular olarak ABD’li İşçiler

Karl Marx, 19. yüzyılın büyük antikapitalist analisti, finans kapitali sadece kapitalistlerle ilişkili olarak

gördü. 1860’larda şu özlü görüşleri kaleme aldı: “Faiz, kapitalist ile işçi arasında değil, iki kapitalist

arasındaki bir ilişkidir.” Yani, faiz, borçlanılan paraya dayalı olarak finans kapitaliste ödenen bir gelir olarak

görülür. Borcun faiziyle nasıl geri ödeneceği konu dışıdır. Faiz mantıksal olarak üretim sürecinden

bağımsızdır (Marx için sistemde bir yerde işçilerin sömürülmesine hayati şekilde bağlı olsa da). Bizler için

en kritiği ise, Marx’ın işçiler asla borç almaz ve faiz ödemezmiş gibi yazmış olması. Bu önemli, çünkü kredi

sistemi kapitalist bir müşterek gibidir. Çünkü kapitaliste (veya kapitalist denilebilecek kişiye) “başkalarının

sermayesi ve mülkü üzerinde, belirli sınırlar dahilinde mutlak kontrol ve bunun üzerinden de başka

insanların emeği üzerinde kontrol imkanı verir.” Sahibi ile bağlantısı kesilen değer, soyut da olsa, erişime

sahip olanlara muazzam bir güç sağlayan müşterek bir kaynak havuzu haline gelir. Bu güç işçilerle

paylaşılmıyordu, en azından 19. yüzyılda.

Marx, kapitalizmin geleceği konusunda birçok konuda haklıydı fakat mülksüz ama ücretli işçi sınıfının

finansal sisteme absorbe edilmesini göremedi. İşçilerin borcuna baktığında, yalnızca tefecileri görüyordu.

İşçiler, finans kurumlarından borç almak için teminat gösterebilecekleri neredeyse hiç mülke sahip

olmadıkları ve bankalarda mevduat olarak kullanılacak hiç tasarrufları olmadığı için, finans dünyasında asla

önemli doğrudan oyuncular değildiler. Aslında, 19. yüzyılda birçok karşılıklı yardım ve kredi birliği

organizasyonu türedi çünkü bankalar ve diğer finans kurumları kendi müşterilerinin yalnızca kapitalistler

(büyüklü küçüklü) olduğunu düşünüyorlardı veya işçiler zar zor kazandıkları tasarrufları finans kapitalistlere

teslim etmeye pek kuşku ile bakıyordu. Artık bu durum geçerli değil. İşçilerin emeklilik fonları sistem için

devasa bir sermaye kaynağı ve borçları ABD’deki toplam borçlulukta büyük bir payı oluşturuyor (hane

borçluluğu ABD’deki toplam borcun yüzde 30’u). Sonuç olarak, 21. yüzyılın finansal krizi konusunda

konuşacaksak, kapitalistler arası çatışmanın yanı sıra sınıflar arası çatışmadan da söz etmemiz gerekiyor.

Önceki bölümde not edildiği üzere, neoliberal düzende işçiler kredi sistemini ücret dışı gelir alemine girmek,

daha önce yalnızca kapitalistlerin ayrıcalığı olarak görülen değer müşterekine erişim sağlamak için

kullanıyorlardı. Bunu yaparak, sermayeye kolektif bir tehdit ve fırsat oluşturdular. Soru şuydu: Sermaye, 21.

yüzyılda, kredi sistemine kapsamlı bir işçi sınıfı katılımı olmaksızın yapabilir mi? Sermaye, “taksitli yaşam”

öncesi günlerine geri dönebilir ve krediyi yeniden sadece kapitalistlere özel alan haline getirebilir mi?

Finansallaşmanın yukarıda analiz ettiğimiz iki yüzlü karakteri kolayca “düzeltilemeyeceği” için, kesin bir

evet veya hayır yanıtına şüpheyle yaklaşanlar çok. İşçi sınıfının ücret mücadelesine geri dönmeden metalar,

evler ve eğitim değerine kredi üzerinden erişimini tamamen (veya farklılaştırarak bile) engellemek, sınıf

mücadelesinde kabul edilemez seviyelere davetiye çıkarabilir; fakat makineyi işçi sınıfının krediye kriz

öncesi ile aynı erişim seviyesine sahip olacağı şekilde yeniden başlatmak, kısa sürede aynı döngünün ve

mücadelenin başka bir tekrarına davetiye çıkarabilir. Bu elbette kapitalistlerin ikilemi ve bunu çözmek için

akla karayı seçiyorlar. Ancak bu süreç sadece sermayenin karar verebileceği basit bir süreç değil; sonuç

büyük oranda esrarengiz bileşenin, küresel işçi sınıfının eylemlerinde yatıyor.

Bu ikilem Marx’ın kredi sisteminin “ikili karakteri” üzerine uzun zaman önce yaptığı gözlemi vurguluyor:

“İlk rol, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi üzerinden zenginleşmeyi en

ileri boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekârlık sistemi haline gelene kadar geliştirmek ve toplumsal

zenginliği sömüren azınlığın sayısını daha da azaltmaktır. İkinci rol ise yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini

oluşturmaktır.” İşçilerin, kendisi de aynı ölçüde devasa bir kumar ve dolandırıcılık sistemine gömülü

olmasına rağmen, kendi sınıfları tarafından üretilmiş olan birikmiş refaha kredi sistemi üzerinden erişmeye

yönelik artan talebi de, yeni bir üretim tarzına geçişin tohumlarını barındırır.

(iii) ABD ve Batı Avrupa Dışında Kriz: IMF ve Dünya Bankasının Geri Dönüşü

Borcun sınıf mücadelesinde bir silah olarak önemi yeni değil. Afrikalı köylüler ve Güney Amerikalı fabrika

işçilerinin, ülkelerinin diktatör hükümetlerince reel faiz oranlarının düşük (hatta kimi durumlarda negatif)

olduğu 1970’lerde kendi arkalarından pazarlığı yapılan değişken faiz oranlı borçlar nedeniyle devasa

Page 17: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

17

borçların altında kaldığı 1980’lerin başındaki “borç krizinde” en açık şekilde görülmüştü. Ancak 1979’da

faiz oranları fırlayarak köylüleri ve fabrika işçilerini ellerinde ülkelerinin GSMH’sinden kat kat yüksek

borçlarla ortada bıraktı.

Bu, eski borçlara çok yüksek faizler bindirerek ve eski borçları ödemek için IMF ve Dünya Bankası’ndan bu

hükümetlerin Yapısal Uyum Programları’nı benimsemesi şartıyla alınan yeni borçlarla Afrika, Güney

Amerika ve Asya’dan devasa bir artı değer miktarını sıkıp çıkarmayı mümkün kılan 1980’lerin başındaki

“borç krizi”nin nedenlerinden biriydi. Yapısal Uyum Programları, daha önce kapalı olan ekonomileri dışa

açık hale getirdi, hedef ülkelerin işçi sınıflarını ciddi şekilde zayıflattı ve ABD’li, Batı Avrupalı ve Japon

kapitalistlerin işçilere, topraklara ve hammaddelere aşırı derecede düşük maliyetlerle erişmesine imkan

verdi. Bunlar, “küreselleşme” denilen şeyin temeliydiler ve IMF ve Dünya Bankası, “serbest ticaret”

kurallarıyla ödeme yapmayı ret tehdidinde bulunan ülkelerle görüşerek küreselleşmenin merkezi denetim

ajansları oldular. 1997 Asya finans krizi sonrasına dek, 1980 ve 90’larda barınmayı ve borsa çöküşlerini

finanse edecek sermaye akışının çoğunu Yapısal Uyum Programlarının hakim olduğu eski Üçüncü Dünya

ülkeleri sağladılar. Sonrasında bu işi neredeyse tek başına Çin yapacaktı.

Bunların tümü 1980’lerin ortasından 2000’lerin başına kadar muazzam bir mücadele karşısında yaşandı.

IMF, Dünya Bankası ve ABD ile Batı Avrupa ülkelerini borçları yeniden müzakere etmeye ve hatta silmeye

zorlayan silahlı devrimlerin yanı sıra, gezegende gerçekten de yüzlerce IMF karşıtı ayaklanma oldu. Yapısal

Uyum Programlarına karşı yürütülen mücadeleler, Çiapas’tan Washington’daki IMF ile Dünya Bankası

merkezlerinin sokaklarına uzanarak uluslararası hale geldi. Dahası, 21. yüzyılda petrol ve emtia fiyatlarının

yükselişinden beri, IMF ve Dünya Bankası, önceki “müşterileri” (daha doğru bir ifadeyle önceki ameleleri)

tarafından dışlanıyor. Bu durum, kendi eski borçlarının büyük kısmını ödeyebilmiş olan ve/veya IMF ve

Dünya Bankası Yapısal Uyum Programları çerçevesi dışında kredi çeken (örneğin Arjantin’in

Venezüella’dan kredi alması) Cezayir, Nijerya ve Endonezya gibi birçok petrol üreticisi ülke için özellikle

doğru. Toplam dış borç birçok ülke için azalmamasına rağmen (hatta arttı) IMF ve Dünya Bankası’nın tekel

konumu ortadan kalktı ve ülkelerin bu ajansların gaddarca “önerilerini” boş vermesini mümkün hale getirdi.

Ancak kriz, alternatif fonlama kaynaklarını kurutarak güç ilişkilerini bir kez daha değiştirebilir (örn.

Venezüella hükümeti, bu durumda iflasa yakın olan bir Güney Amerika ülkesine borç vermeyi

güç bulacaktır). Sonuç olarak, küresel açıdan borç almak için başvurulacak son kapı olarak IMF ve Dünya

Bankası’nın gücünde, bu gücün getirdiği tüm iktidarla birlikte, bir yeniden canlanma olasılığı olacaktır.

Birçok ülkenin dış borcu ise bitmekten çok uzak ve krizin baskısı altında dramatik şekilde artacak. Hatta, G-

20 hükümetleri IMF rezervlerini 1 trilyon dolar artırma konusunda anlaşmaya vardılar ve IMF Yapısal

Uyum Programına benzer koşulları, iflas etmiş sayısız Doğu Avrupa ülkesine halihazırda dayatmış

bulunuyor. Yapısal Uyum Programlarına geri dönmek, tarihi bir yenilgi olacak ve yeni bir neo-kolonyalizm

dalgasına davetiye çıkaracaktır.

[IMF ve DB dönemine] Geri dönüş araçlarından biri, kapitalist rejimlerin zorla büyümesine ekolojik bir sınır

koyan küresel ısınma. Olağan kuzeyli oyuncular (Dünya Bankası dahil) gözü pek bir şekilde Kuzey’de

emisyonların nedenlerini ortadan kaldırmak yerine Güney’de küresel ısınmaya karşı dehşet verici “çözüm”

serilerine yatırım yapıyorlar. Tarımsal yakıtlar (genetiği değiştirilmiş soya, Afrika palmiyesi, şeker kamışı,

jatrofa ve yakın gelecekteki her türden GDO canavarlıkları), güneyli çiftçileri bugüne kadarki en büyük

çitlemelerle tehdit ediyor. Arjantin’in ekilebilir topraklarının yarısı halihazırda GDO’lu soya dolu “yeşil

çöl”. Paraguay ve Brezilya’dan hiç söz etmiyoruz bile. Endonezya ise ormanlarının çok büyük kısmının

yerini ise Afrika palmiyesi aldı ve artık Kolombiya’daki Afrika kökenli topluluklara saldırıda kullanılıyor.

Hindistan bir milyon hektardan fazla jatrofa planlıyor (bunun anlamı birçok köylünün topraktan sökülüp

atılması demek). Ve Nijerya, Nijer Deltası’ndaki petrol ve toprak mücadelelerine karşı endüstriyel tarımdan

söz ediyor.

Kriz, bir yandan eğitim, sağlık ve sosyal hizmetleri halihazırda tahrip etmiş olan kemer sıkma programlarını

(yeniden) devreye sokarken, diğer yandan Dünya Bankası ile IMF’nin eline Üçüncü Dünya ekonomilerini

böyle daha da çok projeye açma konusunda daha fazla güç verecek. Örneğin, karbon ticareti Kuzey’in

Page 18: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

18

Güney’de barajları ve diğer “büyük” geliştirmeleri finanse ederken kirletmeye devam etmesine izin verecek.

IMF ve Yapısal Uyum Programları ve “geliştirmeler” üzerinde, “küresel güney”, daha yüksek ücretler

istemeye başlamış olan Çinli işçilerin yerini almasa bile tamamlayıcı olmaya hazır hale getirilecek. Bunu

kapitalistlere vermek zorundasınız. Her şeyden çıkar sağlamaya çalışırlar, dünyanın sonundan bile!

3b. İşçi Sınıfının Krize Yanıtı

Bu krizin gizemlerinden biri, işçilerin krizin ABD’deki ciddi etkilerine karşı geciken ve dağınık tepkisiydi.

ABD’de çok az eylem finansal ve ekonomik krizi doğrudan muhalefetinin hedefi yaptı (örn. Washington’da

krizin sonuçlarını protesto eden hiç büyük gösteri olmadı). Bank of America’nın işverenlerinin bankası

olması ve fabrikayı açık tutacak krediyi vermemesi gerçeğini gündeme getirerek kıdem tazminatlarını talep

eden ve alan işçiler tarafından gerçekleştirilen Republic Window and Door tesisindeki fabrika işgalini

gösterebiliriz. Çok geniş bir alanda çitleme karşıtı eylemler ve organize oturma eylemi girişimleri oldu:

Boston City Life’ta bankaların zorla tahliyelerine karşı blokajlar oldu; LA’de IAF bankalarla kolektif

pazarlık için bir grup oluşturdu; Miami bölgesinde “Take Back the Land/Toprağı Geri Al” hareketi ipotekle

mühürlenmiş veya terk edilmiş banliyö evlerini, evinden edilmiş ailelerin yaşaması için işgal ediyor;

ACORN San Francisco Bay’de ve diğer alanlarda hacizlere karşı direniş örgütlemede aktif. Her şeye

rağmen, bu eylemlerin sayısı ile krizin derinliği arasında bir dengesizlik var.

Obama’nın seçim kampanyası kuşkusuz ki çok muazzam bir politik enerjiyi absorbe etti ve sokaktan seçime

yönlendirdi. Krizden devrimci olmayan bir çıkış sunarak “orta sınıf” dediği çok geniş bir alana hitap ettiği

açık. Adaylığı sistemin kısa dönem şansı için başarı sağladı ve yakın gelecekte de değerli bir zaman

kazandırdığı kesin. Ancak çok büyük işçi sınıfı fedakarlıkları olmadan kapitalizmi canlandırma konusunda

verdiği cüretkar ümitlerden sonra birikim makinesini çalıştırmada başarısız olması halinde bunu izleyecek

olan tehdit halen geçerliliğini koruyor.

Fakat geçtiğimiz yıl krize sebep olan spekülatif finansal mekanizmanın parçası olarak yaşanan gıda ve enerji

fiyatlarındaki fırlamaları protesto başlığı altında dünya çapında işçi sınıfı eyleminde muazzam bir yükseliş

yaşandı.

Çin’de krizin en önemli momentlerinden birinin başlangıcını görüyoruz: Çin işçi sınıfı, sermaye bunu

emrettiğinde şehirleri terk ederek özelleştirilmiş kıra geri dönecek mi?

Avrupa’da insanlar krize özellikle güçlü ve hızlı bir yanıt verdiler, özel olarak da Güney periferide (İtalya,

İspanya ve Yunanistan) ve Kuzey periferide (İrlanda, İzlanda, Letonya).

İtalya’da üst üste gelen ve genel grevlere evrilme eğilimindeki grev dalgaları, ülke çapında milyonlarca

işçiyi mobilize etti.

Spekülatif barınma ve inşaat balonunun hızla çözülerek büyük bir toplumsal altüstlüğe sebep olduğu

İspanya’da, uluslararası finans sisteminin çökmesini önleyecek destekler için Washington’da düzenlenen

G20 toplantısına tepki olarak 15 Kasım’da (2008) ülke çapında bir protesto gerçekleştirildi. Banka

çalışanları da BBVA Bank’ın ana şubesinde bir işgal eylemi düzenlediler. Ve Lehman Brothers’ın çöküşü

sonrasındaki günlerde, “Robin Bank”, özgürlükçü toplumsal hareketlere vermek üzere 38 İspanya

bankasından yarım milyon avroya yakın para çaldığını duyurdu.

Yunanistan’da Alexis Grigoropoulos’un polis tarafından katledilmesini takiben kitlesel ayaklanmalar ve

protestolar patlak verdi ve daha önce iki büyük sendika tarafından çağrısı yapılmış olan grevle de birleşti.

Genç işsizliğinin, dünya ekonomik krizinin hissedilmeye başlanması öncesinde bile kimi bölgelerinde yüzde

70’e yaklaştığı bir ülkede, günlere yayılan büyük bir toplumsal ayaklanmaya dönüştü.

Daha önemlisi, bu üç ülkenin tümünde, çok kısa bir zamanda ortak bir slogan ortaya çıktı: “Sizin krizinizin

bedelini biz ödemeyeceğiz”. Yunan mücadelesinden bir bildiride de söylendiği gibi: “Artık hiçbir şey eskisi

Page 19: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

19

gibi olmayacak.” Bu slogan, krizin Yunanistan’da ve ötesinde yoğunlaştıracağı aşağılama, sömürü ve

dışlama koşulları karşısında bir nevi isyanı ifade ediyor.

İzlanda, İrlanda, Fransa, Letonya, Bulgaristan ve bir dizi başka Avrupa ülkesi kitlesel gösterilere,

ayaklanmalara, düşen hükümetlere ve onlarca yıldır suskun olan antikapitalist hareketlerin canlanışına şahit

oldu.

4. Krizde Müştereklerin Oluşumu: Aynı Tabaktan Tek Kaşıkla Yemek

Mücadeleler yayılıyor ve ABD’de yakın zamanda krizin sonuçlarına karşı açık mücadeleler patlak verecek.

Bir finansal kriz olarak başlayan ve ekonomik krize dönüşen şey, yakında “siyasal kriz” olarak

adlandırılmaya başlanacak. Kapitalistlerin iki büyük müşterek olan emeği ve gezegenin ekosistemini

“yönetimleri” ile yarattıkları sefil yıkım, artık kimsenin özel olarak sorumlusu olmadığı “ortak trajedi”

olarak görülmeyecek ve kapitalist sınıfı bütün olarak gayrimeşrulaştıran bir olgu olmaya başlayacak. Bu

krizler, el koymaya yetecek sermayesi olan (veya varmış gibi davranmayı becerebilen) herkesin kârı için

kullanılabilecek veya istismar edilebilecek emeğin ve gezegen ekosisteminin ortak kaynaklar olduğu

varsayımına dayandırıldılar.

Kapitalist sınıf, üretim ve geçim yollarımızı oluşturan ortak kaynak havuzunu sonunda zarar yaratmadan

kontrol edememekte. Daha iyisini kim yapabilir? ABD’deki birçok işçi bugün bu iddiayı sergileyemese ve

kurtuluş için kendi patronlarına baksa da, mücadelenin mantığı ne yapılması gerektiğini gösteriyorsa onu

söylememiz gerekiyor. Bırakalım bize Thomas Paine’in Common Sense’deki sözleri yol göstersin. Paine,

önceki bir devrimci kriz döneminde, Bağımsızlık İlanı öncesi günlerde bağımsızlık yanlısı olan neredeyse

herkesin yayınlandığını, tek meselenin zamanlama olduğunu söylüyordu: “Doğru zamanı bulmamız

gerekiyor” diyorlardı. Paine’in yanıtı “Zaman bizi buldu!” oldu.

Kriz görmeye gözü olan herkese, devlet ile piyasanın yaşamlarımız için güvenilir bir yeniden üretim sunma

iddiasında kesinlikle başarısız olduğunu gösterdi. Kapitalistler, kesin bir şekilde (bir kez daha) sermayenin

anavatanında bile asgari güvenlik koşullarını sağlayamadıklarını ispatladılar. Fakat nesiller boyu üretilen

refahı rehin tutmaya devam ediyorlar. Bu emek havuzu geçmişte ve şu an bizim müşterek değerimizdir. Onu

özgürleştirmemiz gerekiyor, ondan mahrum bırakılmış herkesi bir araya getirerek, ilk önce hala kendine ait

“kırk akre ve bir katır” veya eşdeğerini bekleyen İlk Amerikan Uluslarının halklarından ve kölelerin

torunlarından başlayarak refahı yeniden ele geçirmeliyiz. Ayrıca yaşamın ve toplumsal işbirliğinin, piyasa

ve kar sisteminin ötesinde, hem üretim hem de yeniden üretim alanında alternatif formlarını inşa etmemiz

gerekiyor. Yaşamlarımızın bütünlüğü, yapıp ettiklerimizin bütünlüğü duygusunu yeniden kazanmamız ve

kapitalizmin bizi teşvik ettiği şekilde, eylemlerimizin sonuçlarına karşı sistematik bir sorumsuzluk halinde

yaşamaya son vermemiz gerekiyor: bir başkasının yemeği, ciğerlerini dolduran duman veya herkesin

atmosferindeki karbondioksit olacağından şüphe etseniz bile bir kere bile düşünmeden tonlarca çöp

atmak/yaratmak gibi.

Bu, her mücadeleye getirebileceğimiz anayasal bakış açısıdır. Bir devlet tasarımını anlatan bir belge değil

“anayasadan” kastımız, bir müşterekler anayasası. Örneğin müşterek kaynaklarımızı nasıl paylaşacağımıza

karar verirken kullanacağımız kurallar gibi. Amerikan yerlileri gibi, bir tabaktan tek kaşıkla kolektif şekilde

yemek için, kaşığı ne zaman kimin alacağına karar vermemiz gerekiyor. Bu her müşterek için böyle, çünkü

bilinçli şekilde oluşturulmuş bir müşterek tasarrufu olmayan bir müşterek olamaz.

Bu ise, sınıf mücadelesinin her bağlamı için, her seferinde durumu sermaye aleyhine çeviren bir

vizyon oluşturacak bir amaçlar kümesi oluşturmamız gerektiği anlamına geliyor. Öncelikle,

müştereklerimizi oluştururken kurallarımızı neyin ihlal edeceğini belirlememiz gerekiyor. Bunu bir öncelikli

tabular örneği izliyor:

37 milyon insanın aç olduğu

ameliyat masrafının sizi evinizden ettiği

Page 20: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

20

okula gitmenin aklınızı çürütüp sizi borç kölesi yaptığı

ısıtma parasını ödeyemediğiniz için kışın donduğunuz

emekliliğiniz dolandırıcılarca elinizden alındığı için 70’lerinizde işe geri döndüğünüz

ve işçisi için cinayet ve cinayetler üreten bir işin “tam istihdam” yolu olarak satıldığı bir ülkede

yaşayamayız.

Bunlar en temel tabular fakat yüksek sesle söylenmeleri gerekiyor. Sistem iflas etmiş olduğunu kendisi

göstermiş olmasına rağmen, birçokları hala onun ninnisini dinlemeye devam ediyor.

Antikapitalist hareketin içinde olan bizler için, geçmiş [birikmiş, çn.] emek ve mevcut doğal kaynak

müştereklerinin paylaşılmasını düzenleyecek kuralların bir anayasasını önermemizin ve ardından bunu

hayata geçirebilecek politik ağları inşa etmeye odaklanmamızın zamanı geldi. ABD tarihindeki devrimci

dönüm noktalarında (İç Savaş, Büyük Bunalım, Sivil Haklar/Siyah Gücü Hareketi gibi), işçi sınıfında,

eylemsellik içinde temel bir anayasal değişim ortaya çıktı (sırasıyla şehir şehir patlak veren birçok “sıcak”

yaz ayaklanmasının yanı sıra, İç Savaş sırasında Güney’deki kölelerin yıllar süren “genel grevi”, sayısız

fabrika çatışması, işgal) ve bu değişim yasa ve hatta “anayasal bir düzenleme” ile tescillendi (sırasıyla 13. ve

14. Düzenlemeler, Wagner Yasası, Oy Kullanma Hakları Yasası gibi).

Fakat ABD tarihi, kriz, devrimci geçiş ve anayasayı birbirine bağlama konusunda tek değil. Yakın zamanda

Rio Bravo’nun güneyinde Amerikalarda, yirmi yılda anayasal politikalarda fırtına koptu. Zapatistaların yeni

Meksika anayasası için çağrıda bulunmasından, Venezüella’daki birçok anayasal dönüşüme, en yakın tarihli

olarak, müşterekleri resmen tanıyan Bolivarcı anayasal dönüşümlere kadar, iktidardın anlamında poder’den

(iktidarın halkı yönetmesi) potencia’ya (halkın iktidar olması) bir dönüşüm yaşandı. İşte tam bu ruhla,

Zapatistalar, Lacandon Ormanı’ndan Altıncı Deklarasyon’da (2005) şu çağrıyı yaptılar: “İşte bu yüzden

Meksika halkının konut, toprak, iş, yiyecek, sağlık, eğitim, bilgilenme, kültür, bağımsızlık, demokrasi,

adalet, özgürlük ve barış taleplerini hesaba katan yeni bir Anayasa ve yasalar talebi için mücadeleyi

yükselteceğiz. Halkın hak ve özgürlüklerini tanıyan ve güçlü karşısında zayıfları koruyan bir Anayasa.”

Yaşamlarımızın temel unsurları – barınma, çalışma, gelir – konusundaki mücadelenin taleplerini, amaçlarını

ve programlarını, geçim yollarımızı garanti altına alacak, işbirliği ve dayanışma inşa edecek ve

kapitalizmdeki yaşama alternatifler oluşturacak bir bakış açısıyla formüle etmeliyiz. Kendi yeniden

üretimini gündemine alan bir hareket inşa etmeliyiz. Sermayeye yalnızca gösteri veya grevde baş

kaldırmadığımızdan, ona yaşamlarımızın her anında kolektif bir şekilde baş kaldırdığımızdan emin

olmalıyız. Enternasyonal olarak yaşanmakta olan, ancak ve ancak bu kolektif yeniden üretme formlarına

sahip olduğunuzda, kendilerini kolektif biçimde yeniden üreten topluluklarınız olduğunda, mevcut düzene

karşı çok radikal bir şekilde hareket eden mücadelelerin var olabildiğini gösteriyor.

Bu bizim anayasal politikamız. Talepler veya şikayetler listesi değil, kim olduğumuzun, varlığımızı nasıl

oluşturduğumuzun bir ifadesi.

Örneğin: Herkes için barınma hakkını garanti altına alalım. Bu yalnızca ev boşaltmalara “Hayır” demekle

kalmıyor, terk edilmiş evlerin yeniden işgal edilmesi, çevremizde bomboş duran ev stokunun dağıtılması

veya işgali, kiraların 1970’lerde İtalya’da yapılana benzer şekilde kolektif karar alınarak düşürülmesi,

kolektif olarak örgütlenecek ve ekolojik şekilde inşa edilecek yeni barınma yerlerinin oluşturulması demek.

Kısacası, Beyaz Saray’ın basamaklarında kendi “berduş ormanları” versiyonlarımızı kurmalıyız, orada

aşevlerimizi açmalıyız, gizlice acı çekmek yerine boş ceplerimizi, yaralarımızı dünyaya göstermeliyiz.

Örneğin: Barınma hakkı mücadelemiz günlük yaşamın yeniden üretimi işinin kolektif temelde yeniden

örgütlenmesi mücadelesi olsun. Toplumsallığımızın zirvesinin alışveriş merkezine gitmek olduğu,

inlerimizde tek başına zaman harcamaya artık yeter. Kolektif, işbirliği içinde yaşama geleneğimizi

canlandıranlara katılma zamanı. Kapitalist krizin yarattığı, California’dan Kuzey Carolina’ya kadar çadır

kentlerin mantar gibi çoğalmasından görebileceğimiz, yeniden üretimin bu “sıfır yılı”, başlamak için iyi bir

zaman.

Page 21: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

21

Örneğin: Sömürümüzü ve bölünmelerimizi sürdüren mekanizmaları devre dışı bırakacak bir şekilde

mücadele edelim. Mücadelelerimizin insanları ödül ve cezalarla kandırarak farklılıklar temelinde bölmek

için kullanılmadığından emin olmak için, örneğin ABD işçilerinin kabul ettiği ırkçı, emperyalist, cinsiyetçi,

yaş ayrımcı, şoven, ekolojik olarak yıkıcı anlaşmalar için ödenen ve ödenmeye devam edilen bedel için

tazminat meselesini sürekli olarak gündemleştirmemiz gerekiyor.

Örneğin: Hayatta kalmanın dünya üzerindeki halkların ve gençlerimizin sürekli savaşı anlamına gelmediği

bir yaşam çağrısı yapalım. Irak ve Afganistan’daki savaşa ve Filistin’deki vahşete karşı sözümüz olsun.

Örneğin: Hapishaneler, kitlesel hapsetme politikası ve insanları hapse atarak istihdam ve iş karı yaratmanın

iğrençliği hakkında sözümüz olsun. İdam cezasının – kapitalistler için bile – kaldırılmasını talep edelim. Ve

en önemlisi de, bir işçi bir tekel soyduğunda bunu korkunç bir suç olarak gören fakat kapitalistlerin ölümlere

ve yoksulluğa sebep olan suçlarına “kaza”, “hata” ve hatta “işin fıtratı” diyen mantığı yerle bir ederek suçu

yeniden tanımlamamız gerekiyor.

Örneğin: Kadına yönelik erkek şiddetine karşı da sözümüz olsun. ABD’de her 15 saniyede bir, bir erkek bir

kadını dövüyorsa, ne tür bir müşterekler anayasası için mücadele vereceğiz? Kadınlar çoğunlukla sistemle

savaşabilmek için bile önce erkeklerle savaşmak zorunda kalmasaydı, mücadele için ne kadar enerji serbest

kalırdı?

Örneğin: Neoliberal çitlemelere karşı onlarca yıllık defansif tepkilerden sonra toplumsal tahayyülümüzü

canlandıralım ve müşterekler için yeni anayasalar belirleyelim. Elbette hayallerimizin şimdi

öngörebilecekleri sınırlı ve yalnızca başka bir tasavvur gücü ve kapasitesine erişmeye bir hazırlık. Fakat bu

yoksullukla bile, “muhtemel gelecekten ezgiler” potpurisinden kesitler duyabiliyoruz. Aramızdaki iki

müzisyene kulak verin:

“Gelecekteki müşterekler iki öğeden ibaret: toprağa erişim (örn. gıda ve yakıtlar) ve bilgiye erişim

(örn. maddi veya maddi olmayan tüm üretim araçlarını kullanma ve geliştirme kapasitesi). Mesele

domatesler ve bilgisayarlarla ilgili.”

“Ücret sistemi derhal kaldırılmalı. İnternetin, 21. yüzyılın hesaplama yöntemlerinin ve doğrudan

mevduatın varlığı ile, önce parasal anlamda ve herkesin toplumsal olarak gerekli asgari emek zamanı

(her türden ev işi, sanatsal çalışma, yazı vb. ile siyasal faaliyet – meclislere katılma, jürilere dahil

olma vb. – dahil) sorumluluğu ile, doğumla birlikte bir “hesaba” erişim sahibi olacağı şekilde, derhal

garantili bir gelire geçmek mümkün olacaktır. Bu, herkesi kendi ev işi saatlerini işbirliği üzerinden

azaltabildiği ve diğer faaliyetlere daha fazla zaman ayırabildiği, işbirliği içinde bir yaşama teşvik

edecektir. Bu garantili gelir, sigortanın, finansın, refah devleti kurumlarının ve diğer sektörlerin

yerini alarak milyonlarca insanı işbirliği faaliyetlerine katılmak için serbest kılacak ve herkesin

toplumsal olarak gerekli çalışma zamanını daha da azaltacaktır.”

“Bu gezegende tarım yapmanın tek olur yolu, intansif, karma tohumlu, organik üretimdir. Bu tarım

formu, mevcut koşullar altında kârsızdır, bu yüzden tüketiciler ile üreticiler arasında, tarımsal

çalışmayı herkesin ev işinin bir parçası haline getiren yeni türde bir işbirliği (aslında bu ayrımın

ortadan kalkması) sağlanmalıdır.”

“Finans sisteminin yerini derhal topluluk kaynaklarının neye ayrılacağına karar verebilen ve bu

şekilde “finans”ı toplumsal planlama şeklinde demistifiye eden meclisler ve topluluk temelli “kredi

birlikleri” almalıdır.”

“İnsanların geçim koşulları ve her seviyedeki genel hizmetleri garanti edilirse, üreticilerini tehlikeye

atmaksızın entelektüel üretimin özgürce paylaşımı mümkün olur. Gezegen özgür bilgi, bilim ve fikir

alışverişi alanı haline gelebilir. Bu entelektüel müştereklere ek olarak, adil bir kaynak dağılımı

oluşturacak şekilde maddi müşterekler de kurulmalıdır.”

Örneğin: …

5. Sermayenin Ötesine Geçen Devrimci Mücadelelerin Özellikleri

Page 22: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

22

Krizden doğan mücadeleler, özellikle de Meksika’dan Arjantin’e kadar Latin Amerika’dakiler, “müşterekler

anayasası” için çağdaş mücadelenin temel deneyimlerini ortaya çıkardılar. Bu deneyimlerin ABD

antikapitalist hareketleri için önemli olduğuna inanıyoruz ve bu mücadelelerin bazı özelliklerini belirlemeye

çalıştık (özellikle de Zapatistaların ve yerli Amerikalıların yükselttiği mücadelelerin).

En önemli ayrım noktalarından biri (fakat fark edilmesi en zor olanı) “içerde” (bazen “sosyal demokrat”

dediğimiz) olanlarla “otonom” veya “dışarıda” olanlar arasında. Bir şekilde, bu ayrım, “reformist” sosyal

demokrat partilerin önemli kuruluşlar olduğu 20. yy.ın antikapitalist politikasında “reform” ile “devrim”

arasında olanın bir varyantı.

Ancak “içerisi/dışarısı” ayrımı, mekansal değil politik bir ilişki. “İçeri” normalde emek-sermaye ilişkisini

yeniden üreten bir (devlet/piyasa) kurum(un)dan talepler anlamına gelirken “dışarı” metalaştırılmamış/meta

olmaktan çıkarılmış kaynaklara, belki de resmi taleplerle birlikte komünal el koyma anlamına geliyor. İkisi

de her yerde olabilir, tıpkı müştereklerin her yerde olabileceği veya yaratılabileceği gibi. Bu iki yön

tamamlayıcı veya çelişik de olabilir. Örneğin, el koyma, bir kurumdan bir şeyler talep edilerek geliştirilebilir

ve/veya zayıflatılabilir. İkisi de ittifaklar kurmanın ve talepleri oluşturanların ötesinde ihtiyaçlar ifade

etmenin yolu olabilir. İçeri/dışarı ilişkisini ve belirli bağlamlardaki potansiyeli analiz ederek bir hareket

stratejisini netleştirebilir.

Amaçları, toplumun kapitalist örgütlenmesine doğrudan meydan okumaksızın veya kapitalist sisteme

kolektif alternatifler oluşturmaksızın, genellikle işçi sınıfı gelirini artırmak ve sistem içinde güç kazanmak

olan sistem içi mücadeleler öncelikle devlet, şirketler, yasal sistem, geleneksel sivil toplum veya geleneksel

kültürel yapılar gibi mevcut kurumlar ve arenalar dahilinde verilir. Genellikle sistemden bir takım taleplerde

bulunma şeklindedirler. Ancak, zaman zaman son derece çatışmacı olabilir ve kapitalist yasallığın ve

mülkiyetin sınırlarını zorlayabilirler. Sisteme açıktan meydan okuma yönündeki böylesi bir isteklilik, en

azından ABD’de şu noktada çok değerlidir, çünkü başlangıç taleplerinin ötesine geçme ihtimali daha

yüksektir.

Tersine, sistem dışı, otonom mücadeleler, kapitalist toplumsal ilişkilerden olabildiğince bağımsız ve onlara

zıt olan sosyal alanlar ve ilişkiler yaratma arayışındadırlar. Kapitalist kurumlara doğrudan meydan

okuyabilir veya onları ele geçirmek ve yeniden düzenlemek (örneğin fabrika) ya da bu kurumların dışında

yeni alanlar yaratmak (örneğin kent bostanları veya bir barınma kooperatifi) veya ortak olması gereken

kaynaklara erişmek isteyebilirler. Kapitalist ilişkilerin gerçekten de dışında işlev gören ve sermayeye

alternatifler yaratma çabasında iktidarı işçi sınıfına veren kolektif, metalaştırılmamış ilişkiler, süreçler ve

ürünler geliştirirler. ABD’de bu mücadelelerin çoğu formel ekonomi dışında görünür. Bir dizi MN dostu,

yakın zamanda bu tür mücadeleler hakkında yorumda bulundular. Massimo De Angelis, The Beginning of

History’de tanımsal anlamı şöyle yazıyor:

Dünya üzerinde su, elektrik, toprak, sosyal refaha erişim, yaşam ve haysiyet için verilen çok sayıda

toplumsal mücadeleye baktığımızda, bu mücadelelere yaşam veren ve onları şekillendiren ilişkisel ve üretici

pratiklerin toplumsal ortak üretimde (kısaca, değer pratiklerinde) eyleyiş ve ilişkilenmeye dair değerler ve

tarzlar yarattığı hissedilecektir. Yalnızca bu da değil; bu değer pratikleri, sermayeye ait karşılık gelen eyleyiş

ve ilişkilenmeye dair değer pratiklerinin ve tarzlarının da dışındadır. Kapitalist üretim tarzı bakımından

“dışarı”, alternatifler konusundaki tartışmamızı, mücadele pratiklerinin bağlantılarından oluşan ağı

bilgilendirmemize, çözmemize ve yoğunlaştırmamıza yardımcı olacak bir düzleme zorlamak istiyorsak bir

miktar aciliyetle yüzleşmemiz gereken bir problematik (De Angelis, 2007: 227).

Chris Carlsson, şunları yazdığı Nowtopia’sında ABD’de bu alanın bazı kısımlarının haritasını çıkardı:

Öte yandan topluluk bostanları, alternatif yakıtlar ve bisiklet kullanımı, hepsi birden pozitif ekolojik vizyonu

pratik yerel tutumlarla birleştiren teknolojik isyanları temsil ediyorlar. Birlikte ele alındıklarında, bu

pratikler kümesi, potansiyel olarak post-kapitalist petrol sonrası geleceği araştıran, özenli, merkezsiz,

koordinesiz ve kolektif bir araştırma ve geliştirme çabası (Carlsson, 2008: 45).

Page 23: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

23

Bu ise, otonom yaklaşım mevcut kurumlardan bağımsız hareket etmeye ve kapitalist olmayan bir toplum

inşa etmeye çalışırken, işçi sınıfının sermaye ile ilişkisinde gücünü artırmak için mevcut kurumları

kullanmaya çalışan sosyal demokrat yaklaşım.

Ancak bu “dışarı”/”içeri” ayrımını yapmak pek kolay değil. Her şeyden önce, pankartınızı kızıl ve siyah

yaparak sistem dışı bir devrimci olduğunu göstermeniz kim olduğunuzu belirlemiyor. Bunu tarih

belirleyecektir ve bu da epey uzun sürecektir. Dahası, hemen cevap arayanlar, sonsuz imajlar, metaforlar ve

diyalektik göndermelerin hakim olduğu, A’nın kolaylıkla “A değil”e (ve sonra da tersine) dönüşebildiği ve

“dışarı”nın kolaylıkla ters yüz olabildiği bir toplumda bu içeri/dışarı ayrımını yapmanın zorluklarına işaret

eden sitüasyonist dostlarımızın uyarılarını hatırlamalıdırlar.

Ancak inanıyoruz ki, Amerika kıtalarındaki işçi sınıfı mücadeleleri giderek otonom hale geliyorlar ve

reformist ve otonom mücadeleler arasındaki bu ayrım, Meksika, Venezüella, Bolivya, Brezilya, Uruguay,

Arjantin ve Ekvador’da süren siyasal tartışmaların çoğunun merkezinde. Zapatistaların ve sosyal demokrat

PRD’nin (Devrimci Demokratik Parti) Obrador başkanlık kampanyasına seçim dışı bir alternatif sundukları

2005’teki “Diğer Kampanya”ları ile başlattıkları tartışmanın da merkezinde olduğu kesin. “Diğer

Kampanya”, Zapatistalar ve onlarca topluluktan yerel aktivistler arasında uzun süreli ve Meksika çapında bir

konuşma, mücadele deneyimlerinin paylaşımı ve demokratik politikanın özgün bir şekilde nasıl inşa

edileceğinin soruşturulması idi. Bu zengin tartışmadan öğreniyor ve gösterdiği yönde yürümeye çalışıyoruz.

Öncelikle, birçok sistem içi mücadelenin kaçınılmazlığını vurgulamamız gerekiyor. Hatta öyle ki, krizin

yıkıcı sonuçlarına karşı birçok mücadele dünyanın birçok yerinde şu anda en azından “içeriden” başlıyor.

Fakat bu mücadeleler “içeride” olmanın sınırlarından taşabiliyor. Aşağıda tanımladığımız özelliklerin,

içerideki mücadelelerin sosyal demokrat mı yoksa sermayeye gerçek alternatifler geliştiren koşullar yaratan

mücadeleler mi olduğunu belirlemeye yardımcı olmasını amaçlıyoruz. Bunlar otonom mücadeleleri

geliştiriyor veya otonom mücadelelere evriliyorlar mı, yoksa mücadeleleri sistemin sınırlarını içine mi

hapsediyorlar, sınıf içindeki bölünmeleri devam ettirip yeniden mi oluşturuyorlar ya da bunların gelecekte

devrimci mücadelelere dönüşme olasılığını ortadan mı kaldırıyorlar?

Ancak otonom mücadeleler de dikkatli bir inceleme ve değerlendirme ihtiyacından muaf değiller.

Antikapitalist otonom mücadelelerin özellikleri neler? Her şeyden önce, otonom mücadeleler seçilmiş veya

izole olabilir, genelleşmeyebilirler, bazı sınıfsal kesimlere diğerleri karşısında ayrıcalık tanıyor olabilirler

vb.

Tarih “birçok kestirme yol” ile doludur ve sosyal demokrat mücadeleler giderek daha otonom yönlerde

gelişmekle kalmayabilir, otonom mücadeleler de sistem içi ortaya çıkan mücadeleleri destekleyebilir, ilham

verebilir ve yön gösterebilir. Bazı insanlar her iki biçimle de ilgilenebilirler. Gerçek dünyada, birçok

mücadele bu şematik kategorizasyonu bulanıklaştırabilir, belki de ilk eylemlerinde, fakat aynı zamanda

evrimlerinde de (örneğin Alexis Grigoropoulos’un Atina’da katledilmesiyle patlak veren Yunanistan

çatışmaları). Aşağıda, devrimci mücadelelerin bu antikapitalist deneyimden, özellikle de Oaxaca ve

Çiapas’tan Tierra del Fuego’ya kadar, geçtiğimiz on yıl içinde olayların gidişatını tersine çeviren,

sermayenin hizmetinde jenosit ve kitlesel katliama karşı mücadeleden derlenmiş bir dizi karakteri

sıralanmıştır.

(1) Mücadeleler işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki, işçi sınıfı içindeki ve ulusun kendi içinde ve uluslar

arasındaki, ırksal, kadın ile erkek arasında, göçmenler ile vatandaşlar arasında ve farklı kültürler arasındaki,

sınıf hiyerarşisini altüst eder. Talepleri kazanımla sonuçlandığında daha fazla eşitlik getirir (ve mücadelenin

nasıl verildiğine bağlı olarak belki kazanılmasa bile). En alttakilerin ihtiyaçları (ekonomik olarak en

yoksulların, sosyal veya siyasal olarak en güçsüzlerin) birlik ve sürdürülebilirlik yaratacak şekilde açıkça

öne koyulur.

Refaha ulaşma konusundaki sosyal demokrat talepler genellikle devam eder: ücretler ve gelir, çalışma

süresi, iş güvenliği, emeklilik hakları, sağlık hizmeti, barınma, gıda (birçok durumda toprak anlamına

Page 24: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

24

gelebilir bu) ve eğitim. (Bunların bazıları dolaylı ücreti oluşturabilir ki bu da bazı açılardan kapitalizm

içinde olsa bile toplumsallaştırılmaya, bir müşterekler formu olmaya daha açıktır.) Bu gibi mücadeleler

zaten görece ayrıcalıklı/güçlü olanlara ayrıcalık kazandırıyor mu, “zafer” eşitsizliklerin daha da

kalıcılaştırılması anlamına mı gelecek? Aynı şekilde, otonom eylemler sosyal ve ekonomik olarak en az

güçlüleri içeriyor mu dışlıyor mu?

(2) Mücadeleler sınıfın birliğini artırır, sınıfın farklı kesimlerini pozitif, karşılıklı olarak güçlendiren ilişkiler

içinde bir araya getirir ve sınıf içi bölünmelerin aşılmasını sağlar. Tekil sorunların ötesine geçerek bunları

birbirine bağlar ama hiçbirini önemsizleştirmez. Bu birlik gezegen çapında olmalıdır. Başka bir MN dostu

Kolya Abramsky’nin “Gathering Our Dignified Rage”de yazdığı gibi: Bu mücadeleler, “haysiyetli bir yaşam

temelinde kolektif üretim, değişim ve tüketim ilişkilerine dayalı olarak uzun vadede otonom ve merkezsiz

yaşamlar inşa etmeye dönük ivmelenmiş bir sürece doğru küresel ağları genişletip derinleştiriyor mu?”

(Abramsky, 2008). Eski terminolojiye göre, Zerowork editörlerinin 1970 ortalarında tanımladığı gibi, bu

mücadeleler işçi sınıfının “politik yeniden kompozisyonu”nu artırır: “kapitalist bölünmelerin ortadan

kaldırılması, sınıfın farklı kesimleri arasında yeni birliklerin oluşturulması ve ‘işçi sınıfı’nın neyi içerdiğinin

sınırlarının genişlemesi” (MN, 1992: 112).

(3) Mücadele, topluma onurlu bir dahil olma getirir. Dışlama ve apartheid duvarları (bugün mültecilere karşı

duvarlar, hapishaneler, geyler ve lezbiyenler ve tarihsel olarak ezilmiş ırklar ve halklar dahil) devrimci

mücadelelerle yıkılır. Ötekinin ötekiliğine ve çokluğuna saygı duyarak onun ihtiyaçlarına, özellikle de

mevcut durumda daha zayıf olanınkilere duyarlılık kazanırlar. Herkesin birbirine insanca davrandığı ilişkiler

hedeflerler.

(4) Mücadeleler, müşterekleri güçlendirir ve meta olmaktan çıkarılmış ilişkileri ve alanları genişletirler.

Müşterek, topluluk tarafından paylaşılan, meta olmayan bir alandır. Müştereke dair sosyal demokrat

versiyonlar, realize edilmesinde kusur bulunan sağlık hizmeti, eğitim, sosyal güvenlik gibi şeyleri içerir.

Ancak mücadele en alttakilerin durumunu destekliyor mu? Kapsayıcılığı ve katılımcı denetimi genişletiyor

mu? Öte yandan, otonom sektörler metalaşmadan kaçınabiliyorlar mı (satışa yönelik işletme ürünlerine veya

hizmetlerine dönüşmekten geri durabiliyorlar mı)? Bunu bütünüyle başaramasalar bile, meta dışı formlara

zorlayan siyasal duruşlarını ve aktif tutumlarını koruyabiliyorlar mı? Daha genel olarak, işçi sınıfı küçük

veya büyük ölçekte meta olmaktan çıkma eğilimindeki değişim formları yaratabiliyor mu? İnsanların

yaşamını ve geçim koşullarını hiçe saymayan pazarlar (değişim formları) yaratabiliyor mu? Metalaşmanın

ve kapitalist pazarların insanların yaşamına girmesini azaltabiliyorlar mı?

(5) Mücadeleler, yerel denetimi ve katılımcı denetimi geliştirir. “Yerel” coğrafi bir terim değildir, kararların,

ilgilendirenlere mümkün olduğunca yakın alınması anlamına gelir; katılımcılık, etkilenen herkesin

kararlarda gerçek bir sese sahip olması anlamına gelir. Bu kararları kimin nasıl aldığı sorusunu gündeme

getirir.

Otonom eylem olarak bildiğimiz şeylerin çoğu yereldir ve neredeyse tanım itibariyle bir tür “yerel denetim”

içerir. Sosyal demokrasinin böyle bir tarihselliği yoktur. Tersine, alametifarikalarından biri büyük,

bürokratik, karışmacı ve etki etmesi zor devlet aparatına dayanmasıdır. Bu devlet, 1960’larda yaygın bir işçi

sınıfı saldırısının hedefi oldu. Ancak bu saldırılar, işçi sınıfının aleyhine döndü ve sağcılar tarafından

neoliberalizmi meşrulaştırmak için kullanıldı. İşçi sınıfı, yerel ve/veya katılımcı denetime dönük talep ve

mücadeleler içeren sosyal demokrat taleplerde bulunabilir mi/mücadeleler verebilir mi? (Bazı ilk dönem

yoksullukla mücadele programları böyle yönler içeriyordu ancak bunlar ABD devleti bu konudaki “hesap

hatasının” tehlikesini fark eder etmez elimine edildi veya dışarıda bırakıldı). Daha genel olarak, sistem içi

mücadeleler sistem dışı mücadeleleri desteklemeye yardımcı olur mu?

Sosyal demokrat mücadeleleri daha otonom eylemlere dönüştürmenin yolları var mı? Örneğin: kent

bostanları konusunda devlet desteği için mücadele, belediye veya devlet organlarından değil yerel, katılımcı

demokratik organlar üzerinden denetim talep edebilir. Fabrika mücadeleleri sistem içi olarak başlayabilir

ancak katılımcılar kendilerini meclisler vb. şeklinde örgütleyebilirler, yönetimi ele alarak üretimi işbirliği

Page 25: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

25

içinde denetleyebilirler. Sonra da fabrikalar ve diğer sektörler (ekonomik çöküş sonrası Arjantin’de olduğu

gibi) arasında işbirliği içinde destek ağları oluşturabilirler. Hatta birçok sendika mücadelesi (sistem içi

mücadele denince akla ilk gelen), “genel grevlerin” incelenmesinin göstereceği gibi, kendilerini sistem dışı

mücadelelere dönüştüren bir dönüm noktasına geldi. Ancak otonom gelişmelerde bile, ne kuralların

yazılması ne de pratikte uygulama sürecinde katılımcı denetim garanti değildir. Bu yüzden çeşitli yeniden

üretim (sağlık, eğitim, gıda, barınma) ve üretim alanlarında, katılımcı demokratik denetim neye

benzeyecektir ve bunun için spesifik alanda kazanım sağlayacak ve sınıf içi bölünmeleri azaltacak şekilde

nasıl mücadele verilebilir?

(6) Mücadeleler kapitalist denetimin dışında daha fazla zaman yaratmayı sağlamaktadır. Özel olarak bu,

ücretli ve ücretsiz emek için daha kısa çalışma haftası demek. Bu, bu işi kimin yaptığını genişletmenin yanı

sıra bu işi yapanlar için gelir de yaratarak, “kadınların işinin” üretken olduğunu kabul etmek demek. Daha

kısa bir çalışma haftasının, kadınların akrabası olan erkekleri daha fazla güçlendirmesini nasıl

engelleyebiliriz? Ya da sınıfın bazı kesimlerini diğerlerinden daha güçlü kılmamasını nasıl sağlayabiliriz?

Yani zaman konusundaki zaferlerin eşitlikçi olması nasıl sağlanabilir?

(7) Mücadeleler, sermayenin yaşamlar, zaman, maddi refah, sağlık ve çevre (hava, toprak ve su)

konusundaki şaşırtıcı müsrifliğini ve yıkıcılığını azaltmaktadır ancak bu azalma, bedeli diğer işçilere

ödetilmeden sağlanır. Örneğin: ABD’de, sağlık sigortası bürokrasisinde devasa bir israf (aynı zamanda

vurgunculuk) söz konusu. Tekil ödeme teklifleri bunun epeycesini ortadan kaldırabilir fakat birçok insan da

işini kaybeder ve eşitsizlik artar. Bu insanların ekonomik yıkıma uğramaması için ne yapılmalı? Elbette, işçi

sınıfı bakışına göre, ordu ve silah üretimi gibi şeyler delilik ölçüsünde yıkıcıdır, bu yüzden ortadan

kaldırılmalıdır. Bazı türde israfların azaltılması faydalı iken bazılarından insanlar zarar görebilir (örneğin,

ücretli çalışma süresini azaltıyorsa, çocuklu annelere faydası olmayabilir). Dolayısıyla “kapitalist müsriflik”

ele alınırken katılımcılık esas olmalıdır.

(8) Mücadeleler ekolojik sağlığı koruyup iyileştirmektedir. Mücadeleler gezegene yönelik daha sağlıklı,

daha bütünsel bir yaklaşım sağlar. Örneğin, ekolojik yıkıma neden olan endüstrilerde istihdamın ne

olacağının ele alınması gerekiyor. Şu anda ve sonra da böyle mücadeleler olacak.

Toprak, hava ve su hayati önemde. Tarım endüstrisi, küresel metalaştırma, biyomühendislik ve savaş;

kirlenmeye, erozyona, barajlara, sellere, ormansızlaşmaya, küresel ısınmaya, çeşitliliğin yitirilmesine ve

toprak ve okyanus ekosisteminin ölmesine yol açtı. Gıdanın tarım endüstrisi eliyle üretilmesini değiştirmek

için, gıda üretimine daha yakın insan ilişkileri dahil olmalıdır.

(9) Mücadeleler adalet getirmektedir. Sık sık, sömürücüler ve ezenler cezadan muaf hareket etmişlerdir. Bu

nedenle yaraların sarılması için gerçek suçlular adalet önüne çıkarılmalıdır. Devrimci adalet tabandan başlar

ve adaletin uygulanmasının yeni formları diğer devrimci özelliklerle tutarlı olmalıdır, örn. kapitalistler için

bile idam cezasına “Hayır”.

Sermayenin ötesinde. Bu devrimci mücadelenin bu özelliklerini mücadeleler tarihine (özellikle de Amerika

kıtalarındaki) dair bilgilerimizden ve kendi deneyimlerimizden oluşturduk. Bunların değişmez olduğunu

iddia etmiyoruz fakat birbirleriyle bağlantılı olarak görüyoruz. Devrimci mücadelelerin özelliklerinin bu

doğal olarak eksik listesinin, mücadelelerimizi, geçmişte pek çok kez olduğu gibi bize karşı çevrilmekten

korumak için hatırlanabileceğini ve sermayenin ötesinde bir dünya yaratmaya yardımcı olabileceğini

umuyoruz.

Sonuç: Kriz – Savaş – Devrim

Yukarıda sözünü ettiğimiz karakterdeki devrimci mücadeleler, şüphesiz ki kriz içinde ortaya çıkıyor. Ancak

can sıkıcı şekilde, kriz ile devrim arasında dehşet verici bir aracı, savaş var.

Page 26: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

26

Kapitalizm yavaş yavaş sönümlenerek kendiliğinden ortadan kalksa ve yerine kimse fark etmeden daha

dostça bir üretim ve geçim tarzı geçse mutlu bir son olmaz mıydı? Belki de kapitalizm adını verdiğimiz

şeyin yerini ad değişmeksizin başka bir şey alacak? Ne de olsa, büyük, dehşet verici varlıkların her zaman

büyük ve dehşet verici bir sonu olması gerektiği gibi bir zorunluluk yok. Kapitalist egemenlerimiz

1989’daki Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin komünist bürokratları gibi sessizce gidemezler mi?

Bu tür bir son elbette olasılık dahilindedir fakat olması imkan dahilinde değildir. Sistem, egemenler için

anında sonuç gösteren ve alarm veren birçok göstergeye ve self-sensöre sahip (örn. kar, faiz, kira şeklinde

türev gelirler). Bu gelirlerin herhangi birindeki düşüş, alıcılarına bir şeylerin ters gittiği uyarısını verir. Onlar

da devletten karlarını, faizlerini veya kiralarını makul bir seviyeye geri getirecek önlemler almasını talep

ederler. Çoğunlukla açıktan söylenmese de yaygın şekilde kabul gören, bu gelirlerde böylesi bir düşüşün

kaynağının, artı emeğin kullanılabilirliğindeki bir düşüş ve üretimin insan harici yollarındaki bir maliyet

artışı (ekoloji mücadeleleri nedeniyle) olduğu görüşü ile, hipoteze göre kar oranındaki bu düşüş, işçilerin

sömürüsünün artırılması ve ekolojik rejenerasyonun maliyetinin işçi sınıfına yıkılarak üretim maliyetlerinin

azaltılması (özellikle de hammaddede) ile düzeltilmelidir.

Önceki krizler tarihi, sömürüyü artırmanın ve maliyetleri düşürmenin tercih edilen yolunun doğrudan işçileri

terörize edecek ve yerlileri ve tarım toplumlarını topraklarından koparacak savaş, şiddet ve baskılardan

geçtiğini gösteriyor. Barışçıl bir kapitalizm ihtimali, 1990’ların başında, “üçüncü dünya savaşının”

(komünist ülkelere karşı) hemen bitimi ardından “dördüncü dünya savaşının” (neoliberal yeni çitlemeleri

reddeden halklara ve ülkelere karşı) başlangıcıyla olumsuzlandı.

Bu krizde de, henüz tasarım aşamasında olan “beşinci dünya savaşı” içinde, sadece dik kafalı tebaa devleti

dünya ticaretinin “neoliberal kurallarına göre oynaması” için disipline etmeyi amaçlayan neoliberal

savaşların (Irak’ın işgali gibi) tekrarı olmakla kalmayacak çatışmalar olacaktır. Bu yüzden kriz ve devrim

üzerine bu broşürümüzü Alexis Grigoropoulos’un genç bedenine saplanan ölümcül kurşunla başlattık ve

bitiriyoruz. O kurşun, bize sonsuza kadar kapitalizmin son tahlilde soğukkanlı, gaddar ve cani bir sistem

olduğunu hatırlatacak. Bu yüzden, gezegen çapındaki bir “zarar azaltma”da en önemli adım, gidişatı krizden

devrime döndürürken, devleti ve sermayeyi mümkün olabildiğince silahsızlandırmaktır.

2009

Orijinal Metin

Page 27: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

27

Bakım İşi ve Müşterekler: Giriş – Camille

Barbagallo ve Silvia Federici (The Commoner)

The Commoner’ın bu sayısında, hem ücretli hem de ücretsiz formda, bakım işini ve daha genel olarak,

çocuk bakımı, ev işi, seks işi ve yaşlı bakımından başlayarak, insanı ve meta emek gücünü yeniden üreten

faaliyetler ve hizmetler birleşimi anlamında, yeniden üretim işini tartışmaya başlıyoruz. Amacımız, küresel

ekonominin geçtiğimiz otuz yılki neoliberal yeniden yapılandırılmasının, bu işin örgütlenmesini nasıl

yeniden şekillendirdiğini incelemek. Özel olarak ise, bedenlerimizi ve arzularımızı nasıl dönüştürdüğünü,

evlerimizi, ailelerimizi ve toplumsal ilişkilerimizi nasıl yeniden yapılandırdığını, daha da önemlisi,

kadınların, yeniden üretim emeğinin yeni koşullarına yanıt olarak verdikleri mücadelelerin neler olduğunu

ve bu bağlamda ortaya çıkan yeni işbirliği formlarını inceliyoruz. Yeniden üretim işine ve özel olarak da

bakım işine odaklanırken, bu konuda üretilmiş veya miras kalmış feminist ve Marksist bilgi birikimine

yeniden göz atıyor ve bu bilgi birikiminin, kadınların sınırlar arasında, şehirlere, evliliklerin dışında, ücretli

işe, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin dışına, yaşlılığa ve anneliğin içine ve dışına doğru artan

hareketliliği ile, yeniden üretim alanında yaşanan gelişmelere karşı, işe yararlığını sınıyoruz. Ayrıca,

yeniden üretim/bakım işi ile göç, toplumsal cinsiyet, ırk, emek ilişkilerinin kesişimini ve hem “özel” alanda

gerçekleştirilen işin hem de bu işi gerçekleştiren öznelerin değişen doğasını da inceliyoruz.

Bu analize girişmenin önemli olduğuna inanıyoruz çünkü “yeniden üretim” konusundaki mücadele, diğer

tüm mücadelelerin ve “kendi kendini yeniden üretim hareketlerinin” merkezinde, yani kendimizi yeniden

üretmenin getirdiği ihtiyaçları, deneyimleri ve pratikleri göz ardı eden hiçbir mücadele sürdürülebilir

olmadığı için, politik işi yaşamlarımızın yeniden üretimi için gerekli faaliyetlerden ayırmayan hareketlerin

gelişiminin merkezi. Ayrıca, küresel ekonomik krizin yoğunlaşması ve kurumsallaşması, ne devletin ne de

piyasanın hayatta kalmamızı garantileyebildiği her gün daha da netleşirken, toplumsal yeniden üretimin

daha otonom formlarının inşasından başlayarak, kapitalizm içinde yaşama bir alternatif inşa etme

gerekliliğini yeni bir aciliyetle ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla, yeniden üretim işine dâhil olan (ki bu

hepimiziz) insanlar olarak, yalnızca yeniden üretim emeğini değil, genel olarak işi ve evi dönüştürmek

isteyen toplumsal hareketlerdeki insanlarla fikirleri, soruları ve araştırmaları paylaşmaya açığız.

Aklımızda bu amaçla, yeniden üretimin uluslararası olarak yeniden örgütlenmesinin kapsamlı bir analizini

vermekten ziyade, bu görev için en kritik soruların bazılarını araştırmamıza yardımcı olacak bir dizi belge,

görüşme ve makale seçtik.

Yeniden üretim faaliyetlerinin ilişkisel karakterini vurgulayan “bakım işi” kavramının, büyük ölçüde yapay

olduğunu fark ederek başlıyoruz. Çünkü tüm bakım işi ev içi emek gerektiriyor ve tüm ev içi emek, az ya da

çok, bir miktar bakım işi gerektiriyor. Ancak, birçok yeniden üretim görevinin piyasalaştırılmasından

kaynaklanan bu ayrım, pratik bir amaca sahip. Ev içi işçilerin işverenleriyle pazarlıklarında, işe alındıkları

görevler ve faaliyetler konusunda anlaşmaya varmasına ve kendilerinden işlerinin parçası olarak neler

istenebileceğine sınırlar koymasına yardımcı oluyor. Örneğin, evinizi temizlemek için işe girdiysem,

temizliğe geldiğim gün hasta olduğu için evde kalan altı yaşındaki çocuğunuza bakmak, bir temizlikçi olarak

iş tanımımın dışında olacaktır. Bakım işinin ev içi işten ayrı olarak ifade edilmesi, farklı yeniden üretim

işleri için gereken çeşitli becerileri de vurguluyor ve muhtemelen yeniden üretim faaliyetlerinin toplumsal

değerini artırıyor.

Fakat ayrım, günümüz sosyoloji literatüründe sıkça yapıldığı gibi, dışlar şekilde anlaşılmamalı. Çünkü

üstüne bir de giysilerini yıkama, asma ve katlama veya oynadıkları ya da dinlendikleri yerleri süpürüp silme

görevlerini düşünmeksizin, bir çocuğa veya hasta insana bakmak için gereken ilgi, şefkat ve ilişkiselliği

tartışmak için ampirik veya teorik olarak hiçbir anlam ifade etmiyor. Hatta “bakım işi”, ister ücret karşılığı

isterse ücretsiz yapılsın, maddi emeği maddi olmayan emekten ayırmanın imkânsızlığının çarpıcı bir örneği.

Page 28: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

28

Bakım işinin ev içi işten ayırılamaması, en iyi bu iş, işlerini yeniden üretimin iletişim ve şefkatle ilgili

yönleriyle sınırlandırıp daha maddi olan işleri başkalarına veremeyen aile üyeleri tarafından yapılırken

görülebilir. Hatta çocukları ile geçirilecek yalnızca “kaliteli zamanları” olan ebeveynler durumunda, bu

zaman da tüm maddi görevlerden azade bir zamandır ve yalnızca üst sınıflarda bulunan bir nadirliktir.

“Bakım işini” analizin tek odağı olarak önceliklendirerek, ev içi işin ve maddi faaliyetin değer kaybına

uğraması ve evde yapılan ve karşılığı ödenmeyen ev içi emeği tekrar görünmez kılma riskine de giriyoruz.

Dolayısıyla, “bakım işini” yeniden üretim işinin şunları kastettiğimiz belirli bir yönü olarak ele alıyoruz:

hane temizliği, alışveriş, yemek yapma, çamaşır yıkama, faturaları ödeme, dinleme ve yol gösterme şeklinde

yakınlık ve duygusal destek sağlama, çocuk doğurma, onları yetiştirme (eğitme ve disipline etme) de

yeniden üretim işinin önemli bir parçasıdır. Ayrıca, krizleri öngörmek, önlemek veya çözmek, akraba ve

komşularla ilişkileri iyi tutmak, sağlığımıza yönelik (yediğimiz yemekten, içtiğimiz sudan kaynaklı) artan

tehditlerle baş etmek için gereken adsız, adlandırılamaz emeği de eklememiz gerekir. Bu tanım, yine de,

açıklanan görevlere ek olarak, saatlerini su, yakacak odun taşımak, açıktaki ocakları tutuşturmak için

harcayan gezegen çapındaki milyonlarca kadının ve çocuğun işini hesaba katmaz. Laura Agustin’in

makalesinde vurguladığı üzere, “bakım işinin” kritik bir bileşeni de, onun ifadelendirişiyle, toplumsal

yaşamı diğer bedensel hizmetlerle aynı şekilde, sıkça yarenlik ve özgüven aşılama konuşmaları içererek,

yeniden üreten ve yeniden üretimimiz için en az yemek yemek ve sağlıklı bir çevre kadar önemli olan bir

faaliyet olan seks işidir.

Geleneksel olarak görünmeyen, önemsiz sayılan, herhangi bir toplumsal sözleşmenin dışında hiçbir ücret

verilmeksizin gerçekleştirilen bu işi politik teorinin ve örgütlenmenin ön planına taşımak, 1970’lerin

feminist hareketi tarafından gerçekleştirilen teorik ve politik devrimlerden biri olmuştur. İronik biçimde, tam

da ev işine adanmış bir kaderi reddettikleri anda, onu emek gücünü üreten, bu itibarla, kapitalist üretimin

diğer tüm formlarının bir ön koşulu olan iş olarak yeniden tanımlayarak, birçok feminist bu işin kritik

toplumsal işlevini keşfetti. ARŞİV BÖLÜMÜMÜZDE, öneminin abartılamayacağına inandığımızdan, bu

analizin ilk işlendiği metinlerden bazılarını sunuyoruz.

Bu yeni feminist perspektif, ev içi/bakım işinin kişisel bir hizmet veya kapitalizm öncesi bir emek formu

olduğuna ilişkin yaygın varsayımı reddetti ve bunun yerine onu kapitalist toplumda ve değer yaratımında

toplumsal yeniden üretimin kritik bir boyutu olarak yeniden tanımladı. Ev işini işgücünü yeniden/üreten iş

olarak almak, ücret ilişkisinin kalbinde, muazzam bir karşılığı ödenmeyen emek olduğunu ortaya çıkardı ve

özellikle kadınlar için özgürleştirici bir etki yarattı. Bu işin kapitalist işlevinin ortaya çıkarılması ile, ev içi

işin bizi yeniden ürettiğinin ancak çoğu kısmıyla bizler tarafından belirlenmemiş koşullarda

gerçekleştirildiğinin gösterilmesi ile, kadınların bu işi reddetmek isterken sıkça yaşadıkları suçluluk

duygusunun giderilmesine yardımcı oldu. Eşit şekilde önemli bir diğer nokta ise, Dalla Costa’nın ARŞİV

bölümündeki ileri görüşlü makalesinin de konusu olan, kadınların Avrupa’da 2. Dünya Savaşı sonrası

“doğurmayı reddetmesi” ile dış göç arasındaki ilişki gibi, daha önce fark edilmemiş bütün bir mücadeleler,

ilişkiler ve bağlantılar alanının üzerindeki örtüyü kaldırmış olmasıdır. Bu sebeplerle, başta karşı karşıya

kaldığı farklı çevrelerden gelen (feministler, solcular, liberaller) muhalefete rağmen, bu Feminist Marksist

yaklaşım, radikal ve hatta akademik politik söylemde öylesine güçlü bir etki yarattı ki ana ilkeleri yaygın

nosyonlar haline geldi. Ayrıca, Ev İçi için Ücret talebi de, Türkiye’den Sosyalist Feminist Kolektif’in, bu

sayının son bölümüne eklenmiş olan yakın tarihli kampanya manifestosunun gösterdiği üzere, ilgi

çekiciliğini koruyor. Ancak bugün, geçtiğimiz on yıllar içinde, yeniden üretim emeğinin örgütlenmesinde,

kadınların ücretli işgücü pazarına kitlesel girişi, birçok ev içi görevin etnikleştirilmesi ve piyasalaştırılması

ve aile yaşamının birçok yönünün feminist yeniden müzakeresi ile birlikte yaşanan değişimler ışığında, bu

perspektifin hala geçerli olup olmadığı sıkça sorulan bir soru.

Artık bu kadar çok kadın ücretli çalışıyorken ve bu kadar çok yeniden üretim işi evin dışında ticari olarak

veya evde ama ücretli ev içi “yardımcılar” tarafından gerçekleştiriliyorken, dünyaya, sermayeye ve kadın-

erkek ilişkilerine, kadınların karşılığı ödenmeyen ev içi emeği noktasından bakan bir perspektife tutunup

tutunamayacağımız soruluyor. Ev içi iş çoktan fiyatlandırılmadı mı? Dahası, bakımın “küreselleşmesi” ve

etnikleştirilmesi birçokları arasında bir hanımefendi-hizmetçi ilişkisi teşkil etmişken, karşılığı ödenmeyen

Page 29: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

29

yeniden üretim emeğinin kadınlar için bir müştereklik zemini olduğunu iddia etmeye nasıl devam edebiliriz

ki? Cinsiyet ayrımlarının, hatta üretim ve yeniden üretim, ücretli ve ücretsiz emek arasındaki ayrımların

ötesine geçmenin zamanı gelmedi mi?

Seçtiğimiz makaleler arasında birçoğu bu sorulara temas ediyor, çoğunlukla da bu perspektifin geçerliliğini

sürdürdüğünü savunuyor. Silvia Federici’nin “Tamamlanmamış Feminist Devrim”i bugün bile, dünya

çapında karşılığı ödenmeyen yeniden üretim işini gerçekleştirenin kadınlar olduğuna ve ticari bir temelde

reorganizasyonu ile kendisinden sürülen kadar yeniden üretim emeğinin eve geri döndüğüne (sağlık

hizmetinin yeniden yapılandırılması ve enformel emeğin yaygınlaşması üzerinden) işaret ediyor. İşbirliğine

dayalı/kolektif yeniden üretim formlarının oluşturulmasına yönelik acil bir ihtiyaç doğurduğunu düşündüğü

yaşlı bakımı krizine dair analizinde de bu konuya geri dönüyor. Benzer şekilde Mariarosa Dalla Costa “Yeni

Açığa Çıkan Durumlarda Kadınların Bakım İşi için Otonomisi ve İstihkakı”nda, ev işine dair 1970’lerdeki

feminist analizin, karşılığı ödenen ev içi işi göz ardı ettiğini belirterek bugünkü tehlikenin ise kadınların

evde yaptığı karşılığı ödenmeyen işin tekrar görünmez hale gelmesi olduğu uyarısında bulunuyor. Sonuç

olarak, Viviane Gonik’in “Ev İşi Aşkta Çözünür mü?”sü, cinsiyete dayalı işbölümü karmaşıklaşırken,

kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkide ciddi bir değişim yaşanmadığını öne sürüyor.

Ancak kuşku yok ki feministlerin 1970’lerde yüz yüze oldukları ve isyan ettiklerinden çok farklı bir durumla

karşı karşıyayız. Kritik bir değişim alanı “refah devletinin” krizi, yani, kadınların ücretli emeğe kitlesel

göçleri ile birleştiğinde politik bir krizin yanı sıra bir yeniden üretim krizi de oluşturan, işgücünün yeniden

üretimine yönelik her türlü yatırımdaki sert düşüş. Sosyal adalet/antikapitalist hareketlerin sıkça ortaya

koyduğu üzere, ikilem refah devletini bildiğimiz şekilde yeniden oluşturmak için mücadele mi edeceğimiz

yoksa krizinin geri dönüşsüz olduğunu kabul mü edeceğimiz, hatta toplumsal yeniden üretimin, hiçbir

üretkenlik anlaşmasına veya sendikaların ve partilerin aracı temsiliyetine bağlı kılınmamış daha bağımsız

formlarını inşa edeceğimiz zemin olarak kucak mı açacağımız.

Ancak bu, Camille Barbagallo ve Nicholas Beuret’nin de “Toplumsal Ücretten Başlamak”ta belirttiği üzere,

ürettiğimiz refahın çoğunun devletin elinde rehin kaldığı bir bağlamda, pratik bir alternatif olmayabilir.

Onlara göre mesele, “toplumsal ücreti” savunup savunmamalı mıyız değil, devletin kontrolündeki

kaynaklara nasıl erişeceğimiz ve elde edilmelerini ve kullanımlarını devletin yaşamlarımız üzerindeki

denetimine tabi kılmadan bu kaynaklardan – para, varlıklar, hizmetler – nasıl tasarruf edeceğimiz.

Makale, Britanya hükümetinin, çocuk bakımının özelleştirilmesinin bir ilk adımı olarak devlet kreşlerinin

fonlarını kesmesine yanıt olarak ebeveynlerin ve çocuk bakımı işçilerinin örgütlediği mücadeleleri

incelerken bu soruyu ortaya atıyor. Farklı toplumsal kesimleri içeren geniş bir mobilizasyon olmaksızın ve

yaratmak istediğimiz topluma dair kolektif bir vizyon açıkça ifade edilmek suretiyle çocuk bakımı

konusundaki mücadele, toplumsal değişim için bir kamu gücü haline getirilmeksizin, devlet kreşlerinin

savulamayacağını veya yaygınlaştırılamayacağını öne sürüyor.

Bu bağlamda verilebilecek bir örnek, toplumsal hareketlere katılımlarını kolaylaştırmak için, Afroamerikalı

veya Asya kökenli düşük gelirli ebeveynlere ve kuir ebeveynlere 2005’ten bu yana çocuk bakımı sağlayan

Regeneración Çocuk Bakımı Kolektifi’dir (New York). Manifestolarında yazdıkları üzere, Regeneración

üyeleri, kendi müttefik rollerini, daha geniş bir projenin parçası olarak görüyorlar: Çocuklarla etkileşimde

bulunmanın, yaşamlarımızı zenginleştiren ve yeni bir politika türü üreten; işbirliğini, yeniden üretimimizin

temel bir parçası olarak gören yeni bir insan neslinin yaratılmasına katkıda bulunan yaratıcı bir faaliyet

olabileceğini göstermek.

La Paz’daki bir feminist örgüt olan Mujeres Creando tarafından organize edilen otonom bakımevinin

faaliyetleri de, bakımevinin önde gelen çalıştırıcılarından biri olan Ana Rosario Adrian Vargas ile yapılan

bir röportaja göre aynı hedeflere sahip. Mujeres Creando bakımevi, doğrudan annelerin kendileri ile, maddi

gücü elvermeyenler için ödeme yapan başka kadınların katkılarıyla faaliyetlerini sürdürüyor. Bu şekilde

büyük ölçüde otonom çalışabiliyor ve yalnızca kadınların zamanını özgürleştirmeye değil, aynı zamanda

çocukların psikolojik, duygusal ve fiziksel gelişimlerine de odaklanabiliyor. Vargas’ın işaret ettiği üzere, bu,

Page 30: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

30

çocukların annelerinin ve giderek artan şekilde de babalarının dâhil olduğu, bakımevinin örgütlenmesinde

gözetilmesi gereken değerleri ve hedefleri tanımlayan yoğun bir bilinç yükseltme, bilgi sirkülasyonu ve bilgi

üretimi sürecini gerektirmiş.

Regeneración Kolektifi’nin ve Mujeres Creando’nun bakımevinin deneyimleri, Kolombiya’daki Madres

Comunitarias’tan Liliana Caballero’nun, neredeyse her ülkedeki aile bakım hizmeti sağlayıcılarının ve

ücretli bakıcı/ev işçilerinin vaziyetinin tipik bir örneğini veren tanıklığı ile pozitif karşılaştırmaya imkân

veriyor. Caballero, Kolombiya’daki Madres’in işverenler ve devlet tarafından neredeyse kendi haline terk

edildiğini ve aldığı fonun yetersizliği sebebiyle, ilgilendikleri çocukların bakımı için kendi üç kuruşluk

ücretlerinden artırıp malzeme aldıklarını açıklıyor. Üstelik verdikleri bakım hizmeti standardın altında

olarak değerlendirilirse lisansları her an iptal edilebilir.

Caballero’nun tanıklığı önemli çünkü bir yanda, günlük bakımı yaratıcı bir faaliyete ve bir çocuk/yetişkin

“müşterekine” dönüştürmeyi amaçlayan tüm girişimlerin, ücretlendirilme ve toplum tarafından tanınma

anlamında bakımın / yeniden üretim işinin değerlileşmesine dayanması gerektiğini doğrularken; öte yanda,

ev içi işin ticarileştirilmesinin, örneğin ücretli emek olarak örgütlenmesinin – bakım/yeniden üretim işinin

örgütlenmesindeki diğer büyük yenilik – bu işin değersiz görülmesini sona erdirmeye kendiliğinden yeterli

olmadığını gösteriyor.

Bu işin yüzyıllardır ve halen iş olarak görülmüyor olması, karşılıksız yapılmış ve “kadın işi” olarak

içselleştirilmiş olması gerçeği, onun kölelik, sömürgecilik ve göç geçmişi ile ilişkisi babında, toplumsal

statüsü üzerinde büyük bir etkiye sahip oldu.

Ancak ev işçilerinin koşulları berbat derecede yoksul olmaya devam ederken, dünya çapında ev/bakım

işçileri hareketleri de bugün uluslararası feminizmde ve yeniden üretim işinin değersizleştirilmesine karşı

mücadelede öncü güçlerden biri olacak kadar büyümüş durumdalar.

ABD, Bolivya ve İspanya’daki ev işçileri ile sayısız görüşme ile dikkatimizi bu hareketlere çeviriyoruz.

Konuşan kadınlar farklı bölgelerden geliyorlar ancak karşı karşıya oldukları sorunlar temelde aynı.

Başlangıç olarak bakım/yeniden üretim işinin kişiselleşen doğası ve gerçekleştirilmesindeki yalıtılmışlık

hali, özellikle de yatılı çalışma durumlarında kolaylıkla suiistimale dönüşen, duygusal açıdan yüklü, patlama

potansiyeli taşıyan bir durum yaratıyor. İşverenlerinin evlerinde çalıştıkları ve iş koşulları çocukların ve

diğer insanların bakımını içerdiği için, ev/bakım işçileri açısından, iş ile kişisel ilişkiler arasına net bir çizgi

çekmek de çok zor. İşverenin – muhtemelen başka bir kadının – eve gece geç gelip ev işçisine vekil partner

gibi davrandığı, onunla işyerindeki sorunları hakkında konuştuğu durumu düşünün. Oysa yatılı ev işçisi

uyumak istiyordur. Ayrıca baktığınız çocuklara bağlanmanızı gerektiren ama ebeveynlerinin yaptığı hatalara

müdahale etme gücünüzün olmadığı bir işte, bu çocuklarla tüm ilişkinizin her an kesilebileceğini bilerek

çalışmanın ne demek olduğunu düşünün. RJ Maccani’nin belirttiği gibi, “sıkıntılı bir aile” ile, stres

yükselebilir. Erkek bir bakım işçisi olarak Maccani, bir şekilde, örneğin kadın işçilerden rutin olarak

beklenen görevleri gerçekleştirmesinin istenmemesi gibi, özel bir muamele gördü. Ancak o da, deneyimini

sinir törpüsü olarak adlandırıyor. Bir dadı olarak, hesapta olmayan kararlar vermeniz gerekir fakat

ebeveynlerin o durumda ne yapacağını da tahmin etmek zorundasınızdır çünkü “ebeveynlerin yapacağından

başka bir şey seçerseniz, başınız kuvvetle muhtemel, dertte demektir.”

Ev işçileri için, bireysel bazda pazarlık yapmak zorunda oldukları sürece, tatmin edici iş ilişkileri kurmanın

ne kadar zor olduğu Pascale Molinier tarafından, bazı Parisli feministlerin, çalıştırdıkları ev işçileri ile

etkileşimlerini sınırlandırmak amacıyla yaptıkları manevraları anlatan “Feministler ve Temizlikçi Kadınları”

içinde gösterilmekte. Büyük ihtimalle toplumsal adalete ve kadınlarla dayanışmaya bağlı olsalar da,

görüşülenlerin tümü, bu işçilerle ilişkileri konusunda içlerinin rahat olmadığını ve onların mümkün

olduğunca görünmez olmasını umduklarını kabul etmiştir. Bu kasılmanın bir sebebi ev işini net bir şekilde,

kariyer fırsatı olmayan bir iş olarak görmeleri ve bunu başka kadınlara bindirdikleri için kendilerini suçlu

hissetmeleri. Fakat asıl sebep, yükümlülük altına girmekten ve basitçe, yalnızca çalışmasını bekledikleri

ancak yine de evlerini paylaştıkları ve kaçınılmaz şekilde kişisel ilişki geliştirdikleri bu kadınlar için kendi

Page 31: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

31

hayatlarında yer açmak zorunda olmaktan korkmaları. Sonuç, sözde dostluk ve kaygı namına yürütüldüğü

için daha da yıkıcı hale gelen bir mikro savaş hali – bölgesel sınırlar çizmek, olası duygusal talepleri

önceden boşa düşürmek, protestoları engellemek.

İşte burada sahne genişliyor ve ev işçilerinin iş sözleşmesi ile ilişkili konular kritik hale geliyor. Bu süreç,

burada verdiğimiz görüşmelerin de gösterdiği üzere, çoktan başlamış durumda.

Bu durum, Mujeres Creando’dan Victoria Mamani’nin ve ulusal Ev İşçileri Hareketi aktivistlerinin sözleri

ile Latin Amerika’daki ev işçileri için özellikle geçerli: “Yeni nesil daha mücadeleci, haklarını biliyorlar ve

suiistimale uğradıklarında buna hemen karşı çıkıyorlar.” Bu bölgede ev işçilerinin oluşturduğu yeni gücün

bir ifadesi, yatılı hizmetçi olmak yerine “dışarıdan çalışan” olma konusundaki eğilimlerindeki artış. Bu

hamle, onların otonom bir alana sahip olmasına, daha geniş toplumsal ağların (komşular, dostlar, siyasi

gruplar) parçası olmalarına ve toplumsal tartışmalara ve mücadelelere katılmalarına imkân sağlamış. Fakat,

Latin Amerika’daki ev işçilerinin elde ettiği yeni toplumsal gücün daha açık bir işareti, birçok ülkede

(örneğin Brezilya, Uruguay, Bolivya) mevcut iş yaslarına dâhil edilmekten asgari ücret, ücretli izin,

emeklilik, annelik izni ve kıdem tazminatı gibi belirli hakların tanınmasına kadar, hukuki statü kazanmaları.

Bolivya’da örneğin, Victoria Mamani ile görüşmemizden öğrendiğimiz üzere, ev işçilerinin mobilizasyonu

2003’te 15 günlük izin, bir miktar kıdem tazminatı ve ABD’deki ev işçilerinin halen mücadelesini verdikleri

sekiz saatlik işgünü gibi haklarını tanıyan bir yasanın geçmesini sağlamış.

Aynı politik dönüşüm, küresel ölçekte göçmen ev işçileri arasında da görülebilir. Nereye giderlerse gitsinler,

göçmen ev işçileri, yeni gelenlere farklı türde yardımlar sağlayan ulusötesi topluluklar ve dernekler

kurdular; diğer işçilerle aynı hakları elde etmek için de mücadele ettiler ve toplanarak fikir teatisi yaptıkları,

yalıtılmışlıklarını ortadan kaldırdıkları ve taleplerini tartışabildikleri toplumsal alanlar oluşturdular. Bunun

bir örneği, çoğunlukla Latin Amerika’dan gelen ancak artık Madrid’de çalışan ev işçilerinin 2006’da

kurduğu bir dernek olan SEDOAC (Aktif Ev İşçileri). Diğer ev işçisi gruplarıyla birlikte, SEDOAC, bir

toplumsal alan olan ve kadın kolektiflerinin ve ev işçisi olarak çalışan veya meseleyle ilgisi olan çeşitli

milliyetlerden aktivistlerin ayda bir buluştuğu bir feminist öz-örgütlenme merkezi olan Escalera Karakola’da

bulunan Territorio Domestico’yu oluşturdu. Buradaki Rafaela, Marlene ve Mary ile olan görüşmeleri

gerçekleştiren Alman bir feminist sanatçı olan Konstanze Schmitt ile birlikte, birçok SEDOAC üyesi

sanatsal bir projenin de katılımcısı: Gösterilere götürülmek üzere, dünyanın ev işinin üzerinde döndüğünü

sergileyecek şekilde, karton bir tekerlekli araba olan “Ev İşinin Utkusu”nun inşası.

Bu arada, New York’ta, Ev İşçileri Birliği, bir anlamda yeni “toplumsal müşterekler” olan, yeni kolektif

pazarlık (toplu sözleşme) formlarının temelleri olacak topluluk yapıları oluşturuyorlar. Kasım 2010’da,

yıllar süren mobilizasyondan sonra, DWU, ev işçilerine diğer işçilerle aynı hakları veren Haklar Yasası’nı

geçirmeyi başardı. Ancak Priscilla Gonzales’in vurguladığı üzere, şu anda sorun bunun uygulanması. Bu

amaçla DWU, anlaşmaların adil ve saygılı olmasını sağlayarak referans noktaları ve ev işçileri ile işverenler

arasında aracı ve ortak bir çıkarın yükseltilebileceği bir yer olarak işlev görebilecek, komşuluk temelli

sözleşme ağları ve grupları oluşturmaya çalışıyor. DWU ayrıca, Gonzales’in savunduğu üzere, çalıştırdıkları

bakım işçilerinin tatmin edici koşullarda olmasının kendi çıkarlarına olduğundan emin bir şekilde,

işverenlerin de kampanyaya desteğini amaçlıyor.

Dalla Costa da (daha önce söz edilen makalede), gerektiği şekilde ücretlendirilmesi ve şu anda kadın göçünü

motive eden yıkıcı ekonomi politikaları ile bağlantısının kesilmesi durumunda, ücretli bakım işinin, kadınlar

için şu an var olan alternatifler açısından makul bir iş seçeneği haline gelebileceğini savunarak, işverenler ile

çalışanlar arasında bir işbirliği olasılığı görmekte. Feministler zaman zaman kadınların ev ve bakım işçisi

çalıştırmasını eleştirmiş olsa da, Dalla Costa da tıpkı Gonzales gibi ev işçileri ile işverenleri arasındaki

ilişkinin politikleştirilmesinin ve kadınlar arasında, yeniden üretim işinin değersiz kılınmasının kadınların

ortak meselesi olduğunun ve devleti bu işin tanzimine daha fazla kaynak ayırmaya zorlamanın ortak ihtiyaç

olduğunun farkına varılmasına dayanacak politik bir rekompozisyonun zeminini örüyor.

Page 32: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

32

Ev işinden ve diğer ev içi ve bakım işlerinden daha az olmamakla birlikte, seks işi de 1970’lerden bu yana,

feministlerin ve seks işçileri hareketlerinin henüz daha yeni analiz etmeye ve mobilize olmaya başladığı

büyük bir yeniden yapılanma geçirdi. Ancak şu kesin ki, bu yeniden yapılanmanın bir yönü, seks işgücünün

uluslararasılaşmasının yanı sıra, seks işçilerinin sayısındaki ve satın alınmaya müsait ticari hizmetlerin

türünün çeşitliliğindeki ciddi genişleme oldu. Bu gelişmelerin sayısız sebebi var, yalnızca neoliberal

politikaların ürettiği, çalışmanın, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ve cinselliğin yeniden düzenlenmesi değil.

Bu gelişmeler konusunda daha fazla araştırma yapılması gerektiği kesin. Net olansa, seks işçilerinin büyük

çoğunluğunun bugün Afrika, Güney Amerika ve Doğu Avrupa’dan gelen göçmen kadınlar ve ayrıca

erkekler ve trans insanlar olduğu.

Seks işçilerinin sayılarına ilişkin istatistikler, seks işinin mahrem ve lanetlenmiş doğası sebebiyle birçok

ülkede veya bölgede epey tartışmalı. Hem küresel göçteki artış, hem dünya çapındaki yaygın yoksullaşma

hem de cinselleştirilmiş işe atfedilen lekenin (fahişelikte belirgin şekilde) azalması sebebiyle, seks işçileri

bugün, özellikle de göçmenler arasında, çeşitli toplumsal ve ekonomik arka planlardan işçileri içeriyor.

Bugünün göçmen seks işçileri dünün öğretmenleri, fabrika işçileri, hemşireleri, öğrencileri, paranın değer

kaybetmesi sebebiyle fırlayan fiyatlarla baş edemeyen dükkân sahipleri, çocuklarının okul ücretlerini veya

özelleştirilen sağlık hizmetlerinin yüksek masraflarını artık ödeyemeyen anneler. Birçok seks işçisi, işlerini

belirli hedeflere ulaşmak için kabul edilmiş veya tercih edilmiş, geçici bir iş olarak görüyorlar: Okul

ücretlerini ödemek, ev satın almak, güzellik salonu açmak veya çoğunlukla diğer istihdam formlarına ek

olarak evde benzer işler kurmak; her durumda ev içi veya bakım işçisi olarak veya imalat atölyelerinde

çalışmaya tercih etmek suretiyle (Carchedi 2004).

Dolayısıyla, fahişelikte bile, işgücü son derece farklılaşmış durumdadır. Kendi işleri üzerinde yüksek

derecede bir denetime sahip olan ve “cinsel ilişkinin” ötesinde karmaşık bir hizmetler toplamı sunan (kız

arkadaş deneyimi, eşlik etmek, etkinliklere birlikte katılmak, sohbet), epey iyi kazanan serbest çalışanlar,

kendi hesabına çalışanlar, özel apartlarda çalışanlardan; çoğunlukla göçmen kadınlardan oluşan, sokaklarda

veya genelevlerde, montaj hattı benzeri koşullarda, sıkı bir denetim altında ve sıklıkla da son derece riskli

durumlarda çalışan, çok daha yaygın bir fahişelik kategorisine kadar. Bu farklılıkları akılda tutarak, seks

işçilerinin koşullarının, seks işçileri hareketinin başlangıcını işaret eden 1970 sonlarına kıyasla genel olarak

kötüye gittiği öne sürülebilir. Kötüleşen ekonomik koşullar ve seks endüstrisindeki artan rekabet, seks

işçilerinin, fahişelerin kendi çalışma koşulları üzerinde daha önce sağladıkları türde bir kontrolü

oluşturmasını zorlaştırdı. Birçok göçmen seks işçisi belgesiz ve Avrupa’da sıkılaşan sınır rejimleri ve

göçmen politikaları nedeniyle, yurtdışına seyahatlerini finanse etmek ve organize etmek için yasadışı

aracılara dayanmak zorunda kaldılar ve sonuç olarak, seks işçilerinin deneyimlediği şiddet ve cebir yükseldi.

Gerçekte, seks işçileri ve özellikle de fahişe olarak çalışanlar bugün üç bakımdan cezalandırılıyorlar: seks

işçileri olarak, belgesiz işçiler olarak ve senet esaretinin ve sömürünün kurbanları olarak.

1980’lerden bu yana, feministler arasındaki çatışmada kilit fay hattı, fahişeliğe dair feminist analizi iki zıt

kampa bölen “kadın kaçakçılığı” meselesi oldu. Bir tarafta, fahişeliğin gönüllü olmayan bir faaliyet olduğu,

hiçbir kadının bunu yapmayı özgür iradesiyle seçmeyeceği görüşündekiler, tüm fahişelik durumlarını kadına

yönelik şiddet olarak tanımlamayı önerdiler. Diğer tarafta ise, tüm fahişeliği her zaman ve her durumda

şiddet olarak gören bir pozisyonun onlara yukarıdan bakmaya ek olarak, seks işçilerinin emniyetini riske

attığını, ahlakçı olduğunu ve seks işçilerine ve genel olarak kadınlara, özellikle de ekonomik

liberalizasyonun yıkıcı formlarına maruz kalmış ülkelerden gelenlerine açık olan alternatif iş seçeneklerine

içkin olan şiddete karşı kör olduğunu öne sürenler oldu.

Bu tartışmadaki çeşitli pozisyon alışları içeren kapsamlı bir literatür mevcut ve birçok şekilde seks

endüstrisindeki insan kaçakçılığı konusunda söylenecek pek az şey kaldı. Artık doygunluğa erişmiş bir

tartışmaya girmek yerine Laura Agustin’in, bugünlerde seks işini tartışırken hemen ticari değiş tokuş

noktasına yoğunlaşıldığını, oysa ona, ticari olmayan seksin de (diğer şeylerin yanında) işle ilgili olduğunu

fark etmemizi sağlayan daha geniş bir tanım getirmemiz gerektiğini savunan “İş Olarak Seks ve Seks İşi”

makalesini aldık.

Page 33: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

33

İhtilaf bugün halen sürmekte ve aslında, kısmen, iki taraf da argümanlarını birey olarak fahişelerin

motivasyonları ve sorumluluklarına dayandırdığından, fahişeliğin zorlamanın mı yoksa spontane tercihlerin

eseri mi olduğunu tartıştığından, bir pata kalma durumu yaşanıyor. Ancak küresel seks endüstrisi

milyonlarca bireysel tercihin eseri değil; şirketlerin (hem yasal hem de yasadışı) ve uluslararası finans

örgütlerinin yüksek ölçüde yapılandırılmış müdahalesinin eseri. Dolayısıyla, fahişeliğe şu anda fahişeler ve

onların patronları arasındaki veya fahişeler ve onların müşterileri arasındaki bir dizi bireysel işlem şeklinde

organize oluyormuş gibi yaklaşamayız. Hangi seks işçilerinin daha fazla toplumsal güce sahip olması

gerektiği olasılıklarına ve kendi kendini yönetme olasılığına karar veren, fahişeliğin işlediği, bu daha geniş

kapsam. Bu bakış açısından, seks işçileri örgütleri fahişeliğin iş olduğunu savunurken haklılar; yasaklama ve

kriminalizasyon, seks işçilerini polis tacizlerine daha açık hale getirerek ve onları ve hatta tüm göçmenleri

sınır dışı edilme riski altına sokarak yalnızca iş koşullarını daha da kötüleştirmeye yarayabilir; ticari cinsel

iş, günümüz küresel işgücü piyasasındaki birçok diğer işten daha fazla şiddet içeriyor ya da daha

köleleştirici değildir. Hatta, köleliğin ve sözleşmeli köleliğin artan şekilde görülmesi fahişeliğe özgü değildir

ve seks işinin kriminalize edilmesi ile, pamuk toplamanın yasaklanmasıyla 19. yüzyılda kölelik için

olabileceğinden daha etkili şekilde ortadan kaldırılamaz.

Ancak, ayakta kalmak için giderek artan bir rekabetin söz konusu olduğu bir dünyada piyasanın kendisi bir

şiddet aracı haline geldiğinden, seks işçilerinin durumunun iyileşmesi için seks endüstrisinin yasallaşmasının

yeterli olmayacağı da bir gerçek. Yine de, fahişelerin işçi olduğu argümanı her zamankinden daha isabetli

geliyor; çünkü maruz kaldıkları sömürü ve çektikleri acılar, uluslararası ölçekte diğer işçilerinki ile – ister

göçmen ister değil – giderek artan bir bütünlük oluşturuyor. Aslında, birçok açıdan ex-lege proletaryanın

oluşturulduğu “ilksel birikim” dönemine benzer şekilde, cebir, küreselleşmenin mevcut aşamasında, işin kilit

bir yönü haline geldi (Federici 2004). Bu, yeniden üretim işi meselesini sadece bakım işine odaklanarak

nasıl çözemezsek, seks işçilerinin durumunun da sadece cinsel egemenliğe ve cinsel köleliğe odaklanılarak

ve seks işçilerini diğer işçilerden ayrıştırarak dönüştürülemeyeceği anlamına geliyor. Tamı tamına seks işi

sıklıkla özgür olmayan emek olduğu nispette, seks işçisi küresel ekonomide paradigma işçi haline geliyor.

Tıpkı ücretsiz, güvencesiz, “enformel” kadın emeğinin tüm sömürü biçimleri için paradigma haline gelmesi

gibi. 70’lerde olduğu gibi bugün de, mesele bu realizasyonun kadın işgücünün farklı kesimleri arasında bir

rekompozisyonun zemini haline gelip gelmeyeceği. Hatta seks işi, ev içi ve bakım işi gibi, mevcut

feminizmlerin en çok sınanacağı alanı teşkil ediyor.

Farklı bir soru, bugün erkekler ile kadınlar arasında bir rekompozisyonun hangi zeminde gerçekleşebileceği.

Ev/bakım işinin ticarileştirilmesinin birçok durumda erkeklerin ev işinden kaçınmasının (ki bu pek çok

ilişkinin tatsız kısmıdır) “çözümü” olduğu sıklıkla öne sürülüyor. Ancak, erkekler ile kadınlar arasındaki

ilişkinin bir ölçüde yeniden yapılandırılmış olduğu veya en azından bunun olacağına dair bir beklenti olduğu

da doğru. Çekirdek ailenin yapısı kadınların mücadelesi ve ücretli emek piyasasına girmeleri ile birlikte

krize girerken ve yeniden üretim işinin çoğunluğu halen kadın tarafından gerçekleştirilirken, erkeklerin

bugün yeniden üretim faaliyetleri ile ilişkisinin, eve gelen, gazeteyi açan ve yemeğin servis edilmesini

bekleyen babalarınınkinden farklı olduğu bir gerçek. Babalarına göre birçok erkek ters bir durumda yaşıyor,

ev işlerinden üstlerine düşeni yapmaları bekleniyor ve aynı anda daha güvencesiz ama yine de daha zorlayıcı

işlerde çalışıyorlar. Bu “kimlik krizi” birçok psikolojik analizin konusu oldu ancak değişimin bir kin

politikasını mı besleyeceği yoksa toplumsal cinsiyet temelli emek hiyerarşilerinin altını oymaya mı katkıda

bulunacağını göreceğiz. Bu bağlamda, Gonik’in “Ev İşi Aşkta Çözünür mü?”sü, birliğe ve işbirliğine dayalı,

özyönetimli ağların oluşturulması üzerinden, ev işinin toplumsallaştırılmasını ve politikleştirilmesini,

örneğin “işin eşler düzeyinde paylaşımı kavgasından bunalmanın” alternatifi olarak politik tartışmaların

merkezine yerleştirilmesini öneriyor.

Son olarak, bakım işi üzerine tartışmamız, onu “enerji meselesi” ve hızlanan küresel ısınma, petrol

sızıntılarının yayılması, savaşlar dâhil diğer ekolojik felaketler ve şimdi de Fukushima faciası ardından

gökyüzümüz ve denizlerimiz boyunca yayılan radyoaktivite ile her gün daha dramatikleşen çevre krizi

açısından ele alıyor. “Öfkeli” Japon annelerin tanıklıkları bu noktada çok dokunaklı. Radyoaktivite içtiğimiz

suda, soluduğumuz havada, yediğimiz yemekte, çocukların oynadığı toprakta iken hayatın nasıl bir kâbusa

dönüştüğünü, gündelik mücadele gerektirmeyen tek bir “bakım işi” anının bile olmadığını aktarıyorlar.

Page 34: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

34

Böylelikle hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde Ariel Salleh’nin etkileyici aktarımıyla “Fukushima:

Kadınların Liderliği için bir Çağrı”da, nükleer ve kimya endüstrisinin çevreye olan saldırıları karşısında en

kararlı örgütlenenlerin kadınlar, özellikle de eko-feministler olduğunu görüyoruz. Bu fenomenin biyolojik

bir yönü olmadığı açık. Burada mesele, dünyada ev işinin ve çocuk yetiştirmenin çoğunu yapanın kadınlar

olması ve çevresel yıkımın yeniden üretimimize olan maliyeti ile en doğrudan şekilde onların yüz yüze

kalması. Buna uygun şekilde, Kolya Abramsky “Enerji ve Toplumsal Yeniden Üretim”de bize en önemli

enerji formunun iş olduğunu hatırlatıyor, özellikle de kadınların yeniden üretim emeği, gerçekten de

kömürden veya rüzgâr gücünden daha fazla şekilde, bugüne kadar dünyayı döndüren enerji oldu.

İngilizce orijinal

Çeviri: Serap

Page 35: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

35

Yunanistan’ın dayanışma hareketi: Tamamen yeni

bir model ve işe yarıyor – Jon Henley

Kemer sıkma politikalarının bıraktığı açıkları doldurmak üzere, birbiri ardına, yurttaşlar tarafından

çalıştırılan sağlık klinikleri, gıda merkezleri, mutfaklar ve hukuki yardım merkezleri açıldı. Ve bunlar,

Syriza iktidarında daha da büyük bir rol oynayacak gibi görünüyorlar.

“Uzun bir zaman önce öğrenciydim” diyor Olga Kesidou, Peristeri Dayanışma Kliniğinin bekleme odasının

tekli külüstür koltuğuna çökmüş, “Kendimi dayanışırken düşünürdüm. Bilirsiniz, Afrika’da bir yerde, yoksul

bir ülkede hasta insanları tedavi ederken. Bunu Atina’nın kenar mahallelerinde yapacağımı hayal bile

etmemiştim.” Yunanistan’da çok az kişi, beş yıl öncesinde bile, gerilemenin ve kemer sıkmanın harap ettiği

ülkelerinin bugünkü duruma geleceğini hayal etmiyordu: 1,3 milyon kişi, işgücünün yüzde 26’sı, işsiz (ve

birçoğu sosyal yardım kapsamında değil); ücretler 2009’da yüzde 38 düştü, emekli maaşları yüzde 45,

GSMH ise dörtte bir oranında; ülke nüfusunun yüzde 18’i gıda ihtiyaçlarını karşılayamıyor; yüzde 32’si

yoksulluk sınırı altında. Ve neredeyse 3,1 milyon kişinin, yani nüfusun yüzde 33’ünün, sağlık sigortası yok.

Dolayısıyla, pratisyen hekim de dahil bir düzine sağlık görevlisi, üç beş eczacı, bir pediatr, bir psikolog, bir

ortopedi cerrahı, bir jinekolog, bir kardiyolog ve bir ya da iki diş hekimi ile birlikte bir kulak, burun, boğaz

uzmanı olan Kesidou, haftada bir günü, Atina merkezine yarım saat araç mesafesindeki bu meşgul ama

neşeli klinikte, aksi halde doktora gidemeyecek olan hastaları tedavi ederek geçiriyorlar. Grubun diğer

üyeleri, sigortasız hastaları kendi özel muayenehanelerine kabul ediyorlar.

“Bir köşede durup bunca insanın, bütün olarak ailelerin kamu sağlığından dışlanmasını izleyemezdik,” diyor

Kesidou. “Yunanistan’da artık bir yıldan beri işsizseniz sosyal sigortanızı kaybediyorsunuz. Bu, temel hak

olması gereken sağlığa erişemeyen çok fazla sayıda insan olması anlamına geliyor. Harekete geçmeseydik

aynada kendi yüzümüze bakamazdık. Bu dayanışmak demek.” Peristeri, Yunanistan’da 2011’deki kitlesel

kemer sıkma protestolarının bitiminden bu yana açılan 40 sağlık merkezinden biri. Bağış yapılan ilaçları –

devletin sağlık tazminatları yarıya indirildi ve bu yüzden sigortası olan hastalar bile artık ilaçları için yüzde

70 daha fazla ödemek zorunda – ve tıbbi ekipmanları kullanarak (Peristeri’nin ultrason tarayıcısı bir Alman

yardım grubundan geliyor, çocuk aşıları Fransa’dan), yalnızca Büyük Atina bölgesindeki 16 klinik bir ayda

30.000’den fazla hastayı tedavi ediyor. Klinikler, Yunanistan’ın neredeyse çökmüş durumdaki sosyal

devletine yanıt olarak ortaya çıkan ve son üç yıl içinde iki kattan daha fazla artış gösteren, yurttaşlar

tarafından çalıştırılan 400’ün üzerindeki gruptan (gıda dayanışması merkezleri, sosyal mutfaklar,

kooperatifler, taze gıdalar için “aracısız” dağıtım ağları, hukuki yardım merkezleri, eğitim sınıfları) oluşan

daha geniş ve alenen siyasi bir hareketin parçası. “Çünkü sonuçta, biliyorsunuz” diyor Christos

Giovanopoulos, harekete lojistik ve idari destek sağlayan Herkes için Dayanışma’nın yedinci kattaki

afişlerle dolu, döküntü haldeki Atina ofislerinde, “politika tek tek insanların öyküleri haline gelir. Bu ailenin

yetecek yiyeceği var mı? Bu çocuk okul için ihtiyaç duyduğu doğru kitaba sahip mi? Bu çift evden atılmak

üzere mi?” Dardaki insanlara yardım etmenin yanı sıra, Giovanopoulos’un söylediklerine göre,

Yunanistan’ın dayanışma hareketi “politikanın ne olması gerektiğine dair neredeyse başka bir algıyı –

tabandan yükselen, gerçek insanların ihtiyaçlarından başlayan – teşvik ediyor. Boş, yukarıdan aşağıya,

temsili politikanın pratik (uygulamalı) bir eleştirisi. Aslında tamamen yeni bir model. Ve işe yarıyor.”

Kamuoyu yoklamalarının önümüzdeki haftadan itibaren Syriza öncülüğünde bir hükümete işaret ettiği

Yunanistan’ın geleceğinde de daha resmi bir rol oynama yolunda gibi görünüyor. 2012’de ilk seçildiklerinde

radikal sol partinin 72 milletvekili maaşlarının yüzde 20’sini Herkes için Dayanışma’yı finanse etmeye

yardımcı olacak dayanışma fonuna vermek yönünde oy kullandılar. (Çoğu daha fazla da yardım etti; birçoğu

ücretsiz telefon haklarını yerel bir projeye yapılacak aramalara aktardılar.) Parti hareketin yaratmak istediği

sosyal değişim için örnek teşkil edebileceğini ve bir platform oluşturabileceğini söylüyor.

Başarılı bir mimarken kullandığı sarı ahşaptan şık bölmesiz ofisinde Syriza merkez komitesinin üyesi

Theano Fotiou, bir düzine kadar aşırı coşkulu genç gönüllünün yardımıyla, kampanyanın son günü için

bildiri paketliyor. Başkentin ikinci seçim bölgesinde yeniden seçilmeyi amaçlıyor. “Bu krizden çıkışın tek

Page 36: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

36

gerçek yolu, insanların bunu kendileri için yapması,” diyor. “İnsanlar katılım göstermezse, ülke olarak

kaybedeceğiz. Bu pratik bir şey, teorik değil. Yeni bir toplumsal ideoloji, yeni bir paradigma. Eski pasif,

bağımlı, tüketici, bireyci modelin zıddı. Ve sahip olduğumuz dayanışma projeleri de bunun kuluçkası.”

Fotiou, Syriza’nın hükümet programının ilk aşamasının büyük kısmının (hiçbir ailenin su veya elektriksiz

kalmaması (2013’te dokuz ay içinde 240.000 hanede ödenmeyen faturalar yüzünden kesinti yapıldı);

kimsenin evsiz bırakılmaması; asgari emekli maaşının yükseltilmesi ve Yunanistan’da artık yüzde 40’a

dayanmış olan çocuk yoksulluğunu ortadan kaldırmak için acil adımlar atılması) büyük oranda partinin

dayanışma hareketine katılımından öğrendiklerinden ilham aldığını söylüyor. “İnsanların bulduğu

yeniliklerden o kadar çok şey kazandık ki,” diyor. “Yoksulluk konusunda gerçekten de uzmanlık kazandık.

İnsanların gerçek ihtiyaçları, makul fiyatlı gıda dağıtımı, ilaç gibi şeylerin nasıl israf edilmeyeceği gibi

konularda daha fazla bilgiye sahibiz. İnsani bir krizin ve ekonomik çöküşün ortasındaki bir ülkede nasıl

çalışılacağına dair devasa bir bilgi birikimi elde ettik. Yunanistan yoksul; bu, kritik bir bilgi.” Harekete

katılanların ilk içgüdüsü sadece yardım etmekti, birçoğu ayrıca bunun Yunanistan’ın krizini

politikleştirmeye de yaradığına inanıyordu. Atina’nın batısındaki Egalio’da bir temizlikçi olan Flora

Toutountzi, bir paketleyici olan Antonis Mavronikolas ve ilkokul öğretmeni olan Theofilos Moustakas,

süpermarketlerin dışındaki dükkanlardan gıda bağışı toplayan ve ayda iki kez 50 yerel aileye temel ihtiyaç

malzemesi paketleri (pirinç, şeker, uzun ömürlü süt, kuru gıda) dağıtan bir grubun üyeleri. “Bir ailede altı

kişi büyükannenin 400 avroluk emekli maaşı ile geçinmeye çalışıyor,” diyor Mavronikolas. “Bir başkasında,

iki aydan fazla suları kesik yaşamışlar. Onlara yardım ettik, evet, ama şimdi kendileri de kampanyamıza

katılıyor ve başkalarına yardım ediyorlar. İnsanlar bu krizde aktifleşti. Artık daha az yalıtılmış durumdalar.”

Atina merkezde Exarchia’da, artık büyük oranda işsiz olan bir mimar olan (“Şu anda mimarlar için pek iş

yok,” diyor) Tonia Katerini, bir yıl önce açılan ve şu anda undan portakala, zeytinyağından ekmeğe,

makarnadan kurutulmuş sebzeye kadar 300 ürün satan bir sosyal market kooperatifini çalıştıran 15 kişiden

biri. İşleri hızla büyümüş ve kolektifin üyeleri artık kendilerine 3 avroluk saatlik ödeme ayırabiliyor.

Atina’ya yayılmış 30 taneden ve Yunanistan’daki yüzlercesinden biri olan ve çiftçilerin ürünlerini

süpermarketlerden alacaklarından yüzde 25 daha yükseğe sattıkları ve tüketicilerin yüzde 25 daha aza

aldıkları yerel “aracısız” market, yalnızca ayda bir kuruluyor ve grup, benzer şekilde yüksek kalitede gıda

ürünlerini doğrudan küçük üreticiden makul fiyata sunan küçük bir mahalle bakkalı açmak istiyor.

Mağazanın sattığı ürünlerin yüzde 90’ı “aracısız” diyor Katerini ve yüzde 60 kadarı süpermarkettekinden

belirgin şekilde daha ucuz. Birçokları diğer dayanışma projelerinden – örneğin mağazanın sabunu

Galatsi’deki 10 işsiz insanın oluşturduğu bir kolektif tarafından yapılmış – geliyor. “Tüm bu projelerin,

yalnızca muhtaç insanlara yardım etmekle kalmaması, aynı zamanda neredeyse yeni tür bir toplumun

başlangıcını da temsil etmesi, benim için çok önemli,” diyor Katerini. “Hiyerarşi olmadan doğrudan

demokrasi şeklinde işliyorlar. İnsanların kendi hayatlarının sorumluluğunu üstlenmesi, yeteneklerini devreye

sokması, tekrar üretken hale gelmesi ile ilgili bu.” Katerina Knitou son birkaç yılı insanların evlerini

kaybetmesini engellemeye çalışarak geçirmiş. Epey tepki toplayan “acil ev vergisi” ile mücadele etmek için

bir araya gelen bir avukatlar grubunun üyesi olarak dikkatini (bankalara ya morgıç veya diğer borç geri

ödemeleri olan 320.000 aileden ya da son vergilerini ödeyememiş 2,45 milyon Yunan’dan biri oldukları

için) evinden olma veya zorla tahliye edilme korkusu ile yaşayan her üç Yunan hanesinden birine yöneltmiş.

Bir Syriza üyesi olan Knitou, bu harekete katılan neredeyse herkes kişi gibi, ipotekli evin haczi veya zorla

tahliyesinden nasıl kurtulunacağı konusunda ücretsiz hukuki danışmanlık veriyor. Geçtiğimiz yılın ilk

yarısında 700 ev ya bankalar tarafından ya da Yunan devlet tarafından ödenmeyen vergi veya sosyal

güvenlik faturası yüzünden haczedilmiş. (Meslektaşları ile birlikte Knitou da sık sık daha doğrudan

eylemlerde yer alıyor; haczedilen evlerin satış sunulduğu müzayedeleri engellemeye çalışıyor.) “Tüm

bunlar,” diyor, “birçok insanı yalnızca neyle yüz yüze oldukları konusunda değil, aynı zamanda ne

yapabilecekleri ve yapmaları gerektiği konusunda da bilinçli hale getirdi. Pazar gününden sonra beklentiler

yüksek olacak ancak Syriza hükümetinin neler yapabileceğinin elbette sınırları var. Bir şeyleri değiştirmek

bizim, hepimizin elinde. Ve açık konuşayım mı? Sanki iyi bir başlangıç yaptık gibi.”

https://www.youtube.com/watch?v=thuwwWjEUoI&feature=youtu.be The Guardian

Page 37: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

37

Portekiz: Yeni bir şeyin başlangıcı –

rhithinkyourfuture

22 EKİM 2012

Portekiz hükümetini kemer sıkma önlemlerinin en kötüsünü geri çekmeye zorlayan yakın tarihli büyük

protestoları takiben birçok kişi, başkaları başarısız olurken Portekiz hareketlerinin nasıl zafer kazandığını

merak ediyor. Rhiannon Colvin, mevcut duruma içerden bir bakış sunuyor.

Portekiz bir güzellikler, mizah ve huzur ülkesi. Doğa cenneti, Latin neşesi ve melankolik şarkıların ülkesi.

Bir zamanlar güçlü bir sömürgeci imparatorluk olan bir ülke, kendisini küresel politikada sadece bir nokta

olarak buluveriyor. Bir zamanların kontrol edeni ve sömüreni, şimdi kendisini, burada ‘Troyka’ olarak

bilinen ve Uluslararası Para Fonu IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Birliği’ni ifade eden şeyin

ellerinde manipüle edilmiş ve güçsüz görüyor.

Portekiz’deki mevcut durum, haberlerden de duymuş olabileceğiniz gibi, son derece kasvetli. Troyka,

Portekiz hükümeti ile birlikte, hiçbir demokratik müzakere olmaksızın Portekiz halkına kemer sıkma

önlemlerini dayatıyor. Bu önlemler hükümetin Troyka’dan 78 milyar dolarlık kurtarma paketi karşılığında

kabul etmek zorunda olduğu politikalar şeklinde geliyor. Bu politikalar, su ve elektrik gibi kamu

hizmetlerinin özelleştirilmesini, restoranlarda KDV’nin yüzde 13’ten yüzde 23’e yükseltilmesini, kamu

çalışanlarında ve ücretlerinde kesinti yapılmasını ve en şok edici olanı da, şirketlerden aynı vergiyi yüzde 6

oranında keserken, çalışanların sosyal güvenlik katkı paylarının yüzde 11’den yüzde 18’e çıkarılmasını

içeriyor. Bu politika, halk tarafından çok net bir şekilde “patronlara para ödemek için işçilerin soyulması”

olarak görülüyor ve Portekiz’de diktatörlüğün 1974’teki yıkılışından bu yana görülen en büyük protestoları

tetiklemiş durumda.

Bu bağlamda, şehirdeki çok etkileyici ve faydalı bir etkinliği deneyimlemek üzere Lizbon’a tam zamanında

vardım: kültürel ve politik bir festival olan ‘Festival Avante’, seçimlerde tutarlı bir şekilde aldığı yüzde 7 ila

yüzde 11 oyla ülkede halen geniş bir siyasal varlık sürdürmekte olan Portekiz Komünist Partisi tarafından

düzenleniyor. Politik tartışmaları, şaşaalı bir komünist marş da dahil her türden müzikle birleştiren devasa

bir etkinliği görmek; bu, benim için büyüleyici bir deneyimdi. Konuşmaların birçoğu, dünyanın birçok

yerinde bıkkınca denk geldiğim, esasen ‘krize çözüm için partiye katıl’ çizgisindeki geleneksel komünist

retorikten oluşuyordu. Ancak konuştuğum gençlerden birçoğu, yapıyı değiştirmeksizin, yetkiden, hazdan,

ilhamdan, gerçek değişimden yoksun bir şekilde, başka bir partiye oy vermenizi isteyen bu politik çizgiden

aynı ölçüde bıkkındı ve yeni bir şey, politika yapmanın farklı bir yolunu arıyor olmaları harikaydı.

Kurduğum bağlantılar, beni hızla Lizbon’un alternatif politik sahnesine götürdü.1

Lizbon, diğer Avrupa şehirlerinin koşturmacasından, gösteriş ve azametinden uzak, güzel ve sakin bir şehir.

Onun güzelliği, dağlarından çiçekler gibi inen eski mahallelerinde, ücretsiz caz ve akrobasi gösterilerinde,

günbatımında, eski tramvay gezilerinde veya gözden uzak köşe ve binalarında bulunabilir. Alternatif politik

sahne de bunun gibi. Grup ağları küçük ama yine de güzellik ve yaşam dolu, onu oluşturan insanlar ve yerler

gözden ırak ve sakin ama yine de özel ve büyümekte. Halk yemekleri, bisiklet atölyeleri, kültürel etkinlikler

ve politik tartışmalar düzenleyen RDA69 veya kentlerde ve kırsal bölgelerde sürdürülebilir komün

alternatifleri oluşturma üzerinde çalışan Geçiş Ağı gibi bazı gruplar yıllardır mevcut. Ancak geçtiğimiz yıl

boyunca, bu politik sahne epeyce büyüdü ve Portekizlilerin politik eyleminde geniş ve radikal bir varlık

kazandı. Her ikisi de İspanya’daki 2011 hareketlerinden ilham almış olan ‘15 Ekim Hareketi’nden

‘Öfkeliler’e kadar, bu gruplar meydanları işgal etti ve 15 Eylül’de katıldığım ve en son büyük gösteri

(Portekiz’in 30 yıldır gördüğü en büyük protesto) olan sonuncusu dahil 2011 ve 2012 boyunca kalabalık

gösterileri mobilize etti. Bu politik eylemin şekli ve ölçeği, Portekiz’deki genç kuşak tarafından daha önce

deneyimlenmemiş, bu nedenle de çok ilham verici.

Page 38: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

38

Bu politik içerikle bağlantılı ve onda önemli bir rol oynayan ise, yeni ve heyecan verici işsizlik karşıtı

hareketler oldu. İşsizlik hiçbir şekilde Portekiz’de yeni bir mesele değil. Görüştüğüm birçok kişi 10 yıldır

uzun süreli sözleşmesiz işçiydi ve işsizlik 2000’lerin başından beri meseleydi. Ancak 2008 mali krizi ile

birlikte belirgin şekilde arttı ve şu anki yüzde 20’lik orana veya 1,3 milyona varana dek son birkaç yılda

giderek büyüdü. İspanya ve Yunanistan’ın aksine, burada halkın tepkisi yavaştı ve asgari ücrette artış veya

kamuda istihdamın korunması çağrıları ile sendikaların ve geleneksel solun etkisindeydi ancak mevcut

işsizliğe çok az vurgu vardı (bazı alaycılar, sebebin işsizlerin sendikalara verecek parası olmaması olduğunu

söyleyecektir). Bu bıkkınlıktan, geleneksel doktrin ve yapıların dışındaki yeni gruplar, ana olarak da

Güvencesiz İşçiler (Precarious Inflexives) ve İşsizler Toplumsal Hareketi (Movimento Sem Emprego –

MSE) ortaya çıktı. Analizlerim katıldığım toplantılardan, kolektif eylemlerden, birebir görüşmelerden ve

dostluklar üzerinden oluştu. Görüş ve analizlerimi ortaya koymadan önce kısaca bu hareketlerin genel

çerçevesini çizeceğim.

MSE, epeyce vakit geçirdiğim ve çok yakınlaştığım bir hareket. Birçok farklı ideolojik arka plandan gelen

insandan oluşuyor ancak hepsi kendini işsiz işçilerin hakları için, parti yapısının dışında farklı ve yaratıcı

yollarla mücadele etmeye ve yeni bir alan oluşturmaya adamış. Grup çeşitlilik arz ediyor, dışa açık ve

işsizler için asgari hakların elde edilmesine, işsizlerin birbirleri ile iletişim kurması ve paylaşması için alan

yaratmaya, işsizler için ücretsiz ulaşım hakkı elde edilmesine ve nihai olarak da çalışma hakkı için kolektif

mücadele etmek amacıyla işsiz işçiler sendikaları oluşturmaya yönelik kampanyalarla sürekli büyümekte.

Güvencesiz İşçiler, farklı bir yaklaşıma sahip ve çok güvencesiz ve esnek işlerde çalışanların haklarının elde

edilmesine daha fazla yoğunlaşıyor. Lizbon’un merkezinde, örgütlenme merkezi olarak işlev gören, politik

tartışmalar ve film gösterimlerinin yanı sıra, bar, kütüphane ve müzik mekanı da olan bir yer açmışlar. Bu

hareketin, sol bir siyasal parti olan Bloco de Esquerda ile pek çok bağlantısı var ve başlangıcından bu yana

Portekiz siyasetinde büyük bir etkiye sahip olmuş.

Bu gruplar arasındaki temel ve kilit önemdeki fark sınıf kompozisyonları ve analizleri. MSE, çıkış yolları

çok sınırlı, çok daha sert işsizlik koşullarında yaşayanlardan oluşuyor ve politikalarına güçlü bir sınıf analizi

hakim. Güvencesiz İşçiler grubunu oluşturan insanlar daha varlıklı bir ‘kültürel profesyonel’ arka plandan

geliyor, kesinlikle kolay bir durumda değiller ama temel geçim koşulları şu anda MSE’deki birçokları

ölçüsünde tehdit altında değil ve bu nedenle daha sanatsal ve kültürel direniş formlarına katılıyorlar.

Bu gerçeklik dahilinde, bulgularım ve gözlemlerim neler? İzlekler ve eğilimler neler?

Birincisi, Portekiz hükümeti işsizlere çok az destek sağlıyor ve sosyal güvenliğe erişimi çok zor hale

getiriyor. Hak sahibi biri, ayda yaklaşık 400 Avro alıyor ki bu miktarla eğer kiradaysanız yaşamanız

imkansız (burada barınma yardımı yok). Ancak hak sahibi olmak için, öncelikle bir yıl boyunca sürekli bir

işte çalışmış olmanız gerekiyor (bu da Portekiz’deki birçok kişiye uyan bir gerçeklik değil ve eğitimini

tamamlayan herkesin işsizlik yardımından yararlanamayacağı anlamına geliyor). İşsizlik yardımı aldığınızda

ise sürdürmek zor ve en fazla iki yıl sürüyor. Bu nedenle, görüştüğüm birçok kişi genç olduğundan ve

eğitimlerini tamamladıklarından bu yana formel bir iş bulamadıklarından, bu yardımdan faydalanamıyorlar

ve bunun yerine evde oturup anne babalarının artırabildiği üç beş kuruşla yaşamaya çalışıyorlar.

Gözlemlediğim bir başka çekirdek strateji ise göç. Belirgin seçenek daha iyi durumdaki diğer Avrupa

ülkelerine göç, daha az belirgin olanı da Brezilya ve Angola gibi eski sömürgelere, kırsal alanlara ve aile

çiftliklerine göç. İkisi, sömürge ülkelere ve kent merkezlerine tersine göç normlarını tamamlıyor. Son olarak

ise, birçok kişi akademi ve araştırma alanında mümkün olduğunca uzun kalmaya çalışıyor, bunlar şanslı

olanlar, bağlantısını sürdürenler ve en eğitimliler ama hepsi de bunun uzun vadede sürdürülebilir

olmadığının farkında.

Peki, toplumsal hareketler analizim ne? Portekiz’deki krizden çıkacak çözümler ve pozitif değişim

potansiyeli ne?

İşsizliğe karşı mücadele eden toplumsal hareketler ve gruplar şimdilik sayıca ve etki bakımından büyümeye,

sorun konusunda farkındalık yaratmaya, insanları bir araya getirmeye ve hükümete karşı hakları için

Page 39: Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler

Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...

39

mücadelede harekete geçirmeye odaklanıyorlar. Olumlu olan şey, bunu yeni ve yaratıcı şekillerde,

geleneksel yapıların dışında, yeni aktivizm ve değişim formlarına açık olarak ve farkındalıkla yapmaları.

Ancak bence bu mücadeleye eklenmesi gereken bir öğe daha var. Hükümetin şiddetine ve adaletsizliğine

karşı mücadelenin ve işsiz ve güvencesiz işçilerin temel haklarını elde etmenin öneminin yanında, yeninin

yaratılması. Krizin yarattığı kolektif gücü ve enerjiyi yalnızca eskiye karşı mücadelede kullanmak değil,

aynı zamanda yeni çözüm ve alternatifler de yaratmak. Evet, iş istiyoruz ama bize uzattığınız kırıntıları

değil, yaratıcı olduğumuz, denetlediğimiz, keyif aldığımız ve sadece bir avuç insanın karı için değil

birçoklarının yararına olan işleri istiyoruz. Bu, salt “krizin sorumlusu hükümettir ve halkın temel

gereksinmelerini sağlamak zorundadır” argümanıyla hiçbir şekilde olmaz. Bunun yerine, bu kaostan çıkış

için istediğimiz yeni gerçekliği yaratmaya başlamazsak işlerin daha da kötüleşeceğinin farkına varılması ile

olur. Yıkıntıda bir fırsat olduğunu görmekle olur.

Portekiz, politik eylemin heyecan verici yeni bir aşamasında ve bu durum hafife alınmamalı. Parktaki

gençlerden otostop yaptığım orta sınıftan bir iş adamına kadar konuştuğum herkes, bu krizin farkında ve

öfkeli, radikal bir değişim gerektiğini düşünüyor. On yıllardır uykuda ve etkisiz kaldıktan sonra, Portekiz

uyanarak yeni bir toplumsal değişim sürecine başlıyor ve bu sıkça kavgayla, öfkeyle ve hayır’la oluyor.

Ancak bunun bir evet’e, insanların kolektif güçlerinin farkına vardığı ve çalışmanın, etkileşim kurmanın ve

yaşamın alternatif yollarını burada ve şimdi yaratmaya başladığı, hem meydan okuyan hem de ilham veren

bir politika formuna dönüşeceğini ümit ediyorum.

Portekiz’de potansiyel var, burada hem şehirlerde hükümete karşı mücadele eden kitlesel toplumsal

hareketler hem de kırsal alanlarda alternatifler oluşturan küçük komünler var. Bence, gerçekten radikal ve

uzun vadeli bir değişim gerçekleşecekse, bu iki mücadelenin bir araya getirilmesi gerekiyor. Bu hareketin,

hem toplumsal hareketlerin sergilediği enerjiye, güce ve kitleselliğe hem de komünlerin yarattığı ilhama,

fikirlere ve yeni gerçekliklere ihtiyacı var. Benim için, aynı anda hem eskiye isyan edip hem de yeniyi

yaratma potansiyeline sahip binlerce genç, yaratıcı, aktif, ilham veren insandan oluştuğu için, genç işsizliği

sorunu bu ikisinin sentezi için mükemmel bir alan oluşturuyor.

1. Burada, daha otonom ve yatay, geleneksel parti yapılarının dışında toplumsal değişim formları ortaya

çıkaran sol görüşlere sahip kişi ve grupları kastediyorum.

Portugal: The beginning of something new