tenevvursayi1

17
Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008

Upload: mehmedfethi

Post on 21-Jun-2015

123 views

Category:

Documents


1 download

DESCRIPTION

Tenevvur dergisinin Temmuz 2008 deki ilk sayisi...

TRANSCRIPT

Page 1: tenevvursayi1

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008

Page 2: tenevvursayi1

Tenevvür Nedir?ok değil bundan yaklaşık iki sene önceydi Yeryüzü Mirasçıları projesi zihnimizde ilmi bir vücud kazanırken.Yekta abiyle yaptığımız uzun bir istişareden sonra yeni, daha has dairede, kemmiyetten ziyade keyfiyetin ön planda olduğu, kainattaki hadiseleri, ulum-u sabıkayı ve fünun-u medeniyeyi hallac edip yeni terkipler üretecek müstaid

bir neslin yetişmesine zemin ihzar etmeyi düşündük (Tabi en evvel biz yetişmeliydik).

ÇGayelerimiz vardı, hayallerimizi işgal eden, ama iddiamız yoktu. Heyecanlıydık ziyadesiyle, zira lise sıralarında ciddi bir şekilde öğrendiğimiz müsbet ilimlere hürmeten, Nurlar bizlere ayrı kapılar açmıştı. Fenlerin önemini Üstad hazretlerinin eserlerde sıkça vurgulamasının da şevkimizdeki payı büyüktü tabi. Fakat karşımızda birbirlerinin dillerini anlamayan iki koca dünya vardı. Fen bilimleri ülkesinde büyüyen bir insan, sonradan dini ilimleri öğrense de, veya ulum-u diniye ülkesinde neşet eden biri daha sonra fenleri öğrenmeye çalıssa da aksanları çok belli oluyor, birinin üzerinde diğeri eğreti duruyordu. Bu yüzden hem nurların felsefesini, hem bilimin metodolojisini özümsemiş insanların ortaya koyacakları eserler tercüme değil, orijini Kuran olan ve kuşatıcılığı olan eserler olacaktı.

Bir buçuk senedir forum üzerinde çok şey konuşuldu, çok şey öğrenildi. Adeta nev-i şahsına münhasır bir medrese ve bir mektep gibiyidi. Hoca kadrosu ve talebe kadrosu yoktu. Herkes en önce talebe, daha sonra Nurlardan ve sair feyiz menbalarından istifade ve istifazaları ölçüsünde de hoca oluyordu. Forum şahsi planda belki herkes için çok istifadeli olmuştu. Fakat ortaya somut bir meyve koyulması, üretilen terkiplerin, keşfedilen hakikatlerin, yeni tesbitlerin ve mütalaaların sair insanlarla da paylaşılması gereğini duyduk.

Bu sebeple Tenevvür dedik, tenvir etme iddiasında olmadık. Zira menbaımız Nur, meşrebemiz yine Nur ve düsturumuz da “en önce nefsine söylemek” olduğundan mesleğimiz de “tenevvür” oldu.

***

Tenevvür'de neler var?.. Nurlar'ın dürbünüyle ferdi, ictimâî hayatımızda karşımıza çıkan mes'eleleri mütalaâ zeminimiz, Nurlu Mütalaâlar.. Nur'un cüzlerini anlama yolunda külliyâttan küllî bakışlar yakalamaya çalıştığımız, bir nevi Kur'ânî ayetlerin birbirlerini tefsir etme hassâsının Nur Tefsiri'nde izdüşümü de diyebileceğimiz, Nurlu Mülâhazalar.. İslâmî terminolojimizin yapıtaşlarını Nurlar perspektifinden yeniden soluklamaya çalıştığımız, Nurlu Mefhûmlar.. Kainattaki eşya ve hadiselere ince bir bakış ve düşünce binamıza Nurlu birer tuğla hükmünde olan Kâinat Kitabı.. Ve biz yoldakilere birer ışık olacak Nurlu hayatlardan panoramaların sunulduğu, Necip Fazılın diliyle Sonsuzluk Kervanı...

Yorumlarınız, fikir teatisini güçlendirip hakikatin beyanını oluşturmada büyük bir ehemmiyete sahip olacaktır. Dualarınızla,

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 1

Page 3: tenevvursayi1

İnsan ÜzerineMehmed Said Kul

İnsan nedir?Bu soruya verilecek cevaplarla sadece tanımları alarak bir kitap yazabilir, hatta tanımlar dolusu kitaplardan meydana gelmiş koca bir kütüphane oluşturulabiliriz.Tanımlar, tanımlanan şeyin mahiyetinden yola çıkılarak tesbit edilmeye çalışıldığına göre demek ki nazarlarımızı her şeyden önce insanın mahiyetine çevirmek durumundayız.

Ancak bu o kadar da kolay bir iş değildir. İnsanın mahiyetinin ne olduğunun ayrı bir tesbiti gerekir. Üstelik bu tesbiti hiçir şeyi gözden kaçırmamak

şartıyla gerçekleştirmek zorundayız. böylece İnsan’a yönelmenin usulünü, İnsan’a, İnsan olarak yönelmenin ne olduğunu ve nasıl olacağını da belirlemiş olacağız. Sonuçta ortaya çıkan tanım ve tanımın işaret ettiği gerçeklikler ne kadar tatmin ediciyse o kadar muvaffak olmuşuz demektir.İnsan’a İnsan olarak yönelmenin herşeyden önce kendimize yönelmek demek olduğunu unutmadan İnsan’a ilk adımda Kavram olarak yönelelim. Çünkü kavramların semantik içerik ve işaretleri kavramların mahiyetleri hakkında bizlere bir ön fikir verir. Buna göre, mesela kalem kavramı yazmak işleviyle, kılıç kavramı kesmek, ateş kavramı yakmak, kitap kavramı okumak işlevleriyle tanınır ve öyle anlaşılır. Bu faaliyetler, kavramların asli vazifelerini de ifade eder aynı zamanda… Hiç kimse ateş kavramından oturmayı, su kavramından yolculuk etmeyi, kalem kavramından çay

demlemeyi anlamaz. Demek kavramlar fonksiyonlarıyla yani asli vazifeleriyle uyumlu bir şekilde anlaşılırlar ve öyle kullanılırlar.Peki o halde “İnsan” kavramı, kavramın hangi fonksiyonuyla anlaşılır? Dahası kavramın hangi fonksiyonu bize insanın asli vazifesini verebilir?Öncelikle kavramın zahirine, yani lafzına ve lafzının yüzeysel işaretlerine yönelelim.İnsan kelimesinin Arapça’da 3 kökten türetildiği bildirilir:

1) ENS kökü; yakınlık kurmak, alışmak, ünsiyet peyda etmek anlamlarını içerir.

2) NSY kökü; Unutmak, daha sonra kullanılmak üzere hafızaya atmak, ilk öğrenilenin üzerine yeni şeyi eklemekle öncekini yok etmek gibi anlamları içerir.

3) NVS kökü; Hareket etmek, beslenmek anlamlarını içerir.

Bu üç kökün birincisi insanın tab’an medenî olduğuna, sosyal bir yönü bulunduğuna işaret ederken, ikincisi onun iç işleyiş tarzına işaret eder. Üçüncüsü de insanın cismaniyetine, biyolojik yapısına ait anlamları içerir.O halde insan için “yakınlık kuran- toplum içinde yaşayan, unutan-iç işleyişini yenileyerek hayatını devam ettiren, faal- hareketli bir varlık” tanımı mümkün bir tanımdır. Ama oldukça açıktır ki son derece ham – çiğ bir tanımdır.Ancak, sırf bir terimden ya da sadece kendine sarf edilmekle kendi gerçekliğini salt kavramsal düzeyde yine kendisi açıklayan ve bütün bağlamlarını/semantik işaretlerini bir vakum gibi emerek kendi içeriğini şişmanlamış cisminden yine kendisi açığa

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 2

Page 4: tenevvursayi1

çıkarmaya çalışan bir kavramdan bahsetmiyoruz. Terim ve kavramdan bir nebze bağımsız, onlar tarafından şekillendirilip belirlenen değil onları kendisi için kullanan bir üst gerçeklikten, kesintisiz ve paralel faaliyet halindeki bütün zıtlıkların kendisine gelip dayanınca uyum halini aldığı gayet güçlü bir dönüştürücüden, en önemlisi de varlığın neredeyse bütün bileşkelerinin kendisinde standartlaştığı pahalı, ağır, uzak ve yüksek bir Şey’den, İnsan’dan bahsediyoruz.İnsan, kendi varoluşunun ilk adımından itibaren varlığın bütün boyutlarıyla, adeta zorunlu bir paralellik arz ederek tam ilişki içerisinde. Üstelik, zamanın iki kanadı olan geçmiş ve gelecek onun nazarında her zaman diri ve her şeyle dolaylı ya da doğrudan ilişki kuran bu manevi mekanizma tam da bu yüzden ilişkinin hem etken hem de edilgen tarafını oluşturuyor.***İşin bu kısmında meseleyi biraz daha genişletmek gerekiyor.Malumdur ki, insan kendini oluşturan parçaların bütününden daha başka ve daha fazlasıdır. İnsan, düşünce, duygu ve hayal itibariyle kainatla ve varlığın çeşitli boyutlarıyla direk bir ilişki içinde olması hasebiyle kendi bütününü oluşturan parçalar olarak bütün yönleriyle kendine ve kainata/varlığa dönük olduğu gibi, kainat da/varlık da ona dönüktür. Çünkü evren üzerine bu kadar soru soran, kainatı bu kadar araştıran, kendisini ve varlığı bu kadar sorgulayan bir başka canlı türüne rastlanmış değil…Neredeyse evrene paralel bir yapı görüntüsü veren bu her şeyle ilişkili olma hali, paralelin diğer yönü olan kainattaki unsurların bütün zıtlıkları ve ahenkleriyle insanda da varolmasının gerekliliğini düşündürmüştür. Yani kainatta her ne var ise ya aynen ve bizzat ya da faslen ve dolaylı olarak insanda da

vardır. İnsan dışındaki diğer canlılarda görülmeyen bu durum insanın mahiyeti için ilk ve en önemli ipucunu bizlere sunmuş oluyor.İşte bu ipucu akıllara insanı “küçük kainat” olarak gösterdiği gibi, kainatı da “büyük insan” olarak görmek durumunda bırakmıştır. İnsan üzerine yürütülecek fikirler, söylenecek sözler bu hakikati görmezden gelerek hiçbir sonuca varamayacaklardır ya da vardıkları yer sonuç değil zarar ve ziyandan başka bir şey olmayacaktır.İnsanın kendisiyle ve kainatla olan doğrudan ve dolaylı ilişkileri gözönüne alınınca ve bunun yanına tabiattaki diğer canlıların bilinen özelliklerini de ekleyince insanın mahiyeti hakkında birkaç sonuca varabiliriz;1) İnsan her şeyden önce başıboş değildir… Çünkü, en temel insani özelliklerden olan aklın afaka, dışarıya mesela tabiata veya evrene yönelmesiyle ilk karşılacağı durum ve anlayacağı şey bir nizam ve intizam halidir.

Kainatta var olan bu nizam ve inti-zam, kâinatın bir kanun tahtında iş gördüğüne işaret eder. O halde bir kanun koyucu var

ve her şey O Kanun Koyucunun irade ettiği kanunlara itaat ederek iş görüyor. Ya değilse nizam ve intizama rastlanmayacaktı. O halde madem ki evrene hakim bir düzen var, kainata hakim bir kanun evrensel işleyişi çekip çeviriyor, insan da kainatın dışında bir şey olmadığına göre kainata hakim olan kendisindede hakim olsa gerek.2) Nizam ve İntizama Tebaiyet insan için iradidir… Başka canlılarda görülmeyen bu durum insanın irade sahibi oluşunun onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden olduğuna delalet eder. Ancak şu da açıktır ki insan bu irade gücünü kendisi kazanıp elde

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 3

Page 5: tenevvursayi1

etmiş değildir, o halde o irade kuvveti ona verilmiş, bahşedilmiş demektir. O halde irade, birinci maddedeki nizam ve intizama göre işletilmeli, ihtiyar, bu minval üzre kullanılmalıdır. Peki bu nasıl olacak? İrade ve ihtiyar insana dışarıdan verili bir şey ise, ve kainatta hakim olan nizam ve intizamın sahibi insanı başıboş bırakmamış ise, insana irade ve ihtiyarı bahşedenin o irade ve ihtiyarı nerelere ve nasıl sarfedeceğini de bildirmiş olması gerekir. Çünkü kainattaki nizam ve intizamın muktazisi olan hikmet bunu gerektirir. O halde bu bildirimlerin aracı kurumu olarak Nübüvvet, bütün teorik tartışmaların dışında ve üstünde, insanlık için en temel müessesedir.(İşte, insaniyetin mahiyetini kavramak adına bir müracaat mercii, bir hüccet makamı bulmuş olduk. Nübüvvet müessesesinin nuranî zatları bu konuda ne demişse o! Çünkü Tarih şahittir ve halen bu canlı şahitliğine devam etmektedir ki; Nebilerin beyanları istikametinde ele alındığında insanın ve insanlıkla alakalı bütün sorunların üstesinden gelinmiş, ancak Nübüvvete aykırı giden ve su-i ihtiyar ile kendine ayrı bir varlık alanı belirlemeye çalışmış beşerî hikmetin/felsefenin dairesi ise İnsan ve İnsanlık adına hiçbir sorunu çözmediği gibi insanlığa süslü vaatlerden başka bir şey de sunamamıştır.)Nübüvvet müessesesi sahipleri olan peygamberlerin, insanın mahiyeti ve hakikati hakkında aktardıkları beyanlar ve hassaten bu zincirin son halkası olan, her hali ve tavrı ile Nübüvvet Müessesesinin hakikatine delalet eden, Kuran-ı Mu’ciz’i ile de beyanlarının hak ve hakikat olduğunu isbat eden Resul-ü Ekrem Efendimiz AleyhissalâtüVesselam’ın mahz-ı hakikat olan beyanlarının bir derlemesi şu şekilde yapılabilir; İnsan, şu kainat ağacının en son ve en

kapsamlı meyvesidir, Muhammedî hakikat cihetiyle yine aynı

ağacının en esaslı çekirdeğidir,

Kainat kitabının en büyük cümlesidir, Kainat sarayının ikramlara mazhar kılınmış

ek kıymetli misafiridir, Bu kainat sarayının diğer konukları

üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi tanınmış en faal memurudur,

Pek çok fen ve sanatlarla donatılmış en gürültülü ve sorumlu bekçisidir,

Kainat ülkesinin yeryüzü memleketinde Ezel ve Ebed Padişahının dikkatli bir müfettişi bir halifesidir,

Küçük büyük bütün hareketleri kayıt altına alınan bir mutasarrıfıdır,

Varlığın varedilişindeki hikmetin sırrını içeren en büyük emanetin taşıyıcısıdır,

Evet, bu kadar önemli, bu kadar ciddi ve bu kadar büyük bir varlıktır insan…

Ancak bu ehemmiyetin, ciddiyetin ve büyüklüğün bir bedeli de olacaktır…

İşte, aynı zamanda İnsan, Önünde iki yol duran, ve irade ve ihtiyarıyla, bu iki yoldan hangisini seçtiğine bakılarak canlıların hem en bedbahtı ve hem de en bahtiyarı olmaya adaydır,

Oldukça geniş bir ubudiyetle mükellef kılınmış küllî bir kuldur,

Bu kainatın Sultanının İsm-i Azamına mazhar ve bütün isimlerini yansıtan bir aynası ve O’nun hitabına muhatab bir has varlıktır, (Bu ne büyük bir nimet ve ne büyük bir risktir!)

Hem insan, evrendeki bütün canlılar içinde ihtiyacı en fazla olandır,

Bunca kuvvetli ve kudretli görünmesine rağmen, sonsuz fakirliği ve güçsüzlüğüyle beraber sınırsız maksatları, arzuları olan ve yine bunlara mukabil düşmanları da pek kuvvetli ve sayısız olan bir biçaredir…

Ancak istidat bakımından da bütün varlık türlerinin en zengini kılınmıştır,

Yaşamak zevkiyle birlikte yaşamak zevkini tattığı için en elemli hallere de düçar kılınmıştır,

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 4

Page 6: tenevvursayi1

Sonsuza yönelen ve sonsuza iştiyak duyan ve sonsuzluğa muhtac olan ve sonsuzluğun sonsuzluğuna en layık bulunan ve bunun için yalvaran, dünyalar verilse sonsuzluk arzusunu tatmin edilemez bir varlık,

Ve nihayet kendisine sonsuz ihsanlarda bulunan Zat’ı perestiş derecesinde seven ve O’nu sevdiren ve O’nun tarafından sevilen çok harika bir Kudret mucizesi…

***İşte böyle bir acûbe-i Hilkât…Acaba hiç mümkün müdür ki bu kıymetteki insan, bütün müteal değerlerinden ve ulvi niteliklerinden tecrit edilerek sırf bu dünyaya hasredilsin ve bu dünya hayatı içinde değerlendirilsin… O’na tevdi edilmiş emanetlerin hesabı sorulmasın, yapıp ettikleri kayıt altına alınıp yarın önüne serilmesin ve zerre miktar hayrı ve hasenesi de, zerre miktar şerri ve kubhu da karşılık bulmasın… O halde hiç akıl kârı mıdır ki insan bunları bile bile kendisinde câmi bütün istidatlarını sırf bu dünyaya hasretsin…Ve hiç maslahat ve insaniyetin hakikatine sığar mı ki bu insan, varlık alemindeki sonradanlı-ğını unutup, yani melekutta mahfuz mülkte

esamesiz ve evrendeki kendisinin henüz yaratılmadığı dönemleri hatırından çıkarıp, varlık alemine sonradan katıldığı gerçeğini görmezden gelerek, henüz ismi bile anılmadığı o demleri yok sayarak kendi benliğini varlığın merkezine koysun ve Kainat’ın Sultanı’na özgürlük çığırtkanlıklarıyla başkaldırıp asi olsun… Malik-ül Mülk’e sadakat beyanı ve ubudiyet azmi insaniyetin muktazidir.Demek, İnsanın aslî vazifesi, kainat çapındaki nizam ve intizama tam bir uyumluluk kastıyla, iradesini Kainat’ın sahibinin muradına sarfetmek ve iman ve ubudiyet ile O’nun rızasına yönelmekten başka bir şey değildir.İnsan üzerine teoriler üzerine teoriler geliştiren, bu teorilerden hareketle insanı ve toplumu mühendis mekteplerine döndüren, insanın gerçekliği hakkında süslü püslü söylemlerde bulunan ve bunları yegane gerçeklik diye satan, dünyayı bu gerçeklik yanılsamaları üzerine bina etmeye kalkışan fikir bezirganlarının bu hakikatleri bir gün eninde sonunda idrak edeceğine şüphemiz yok. Ama görünen o ki onları bu hakikatlerle bire bir tanıştırmak için fazla vakit de yok…

Demek, İnsanın aslî vazifesi,

Kâinat çapındaki nizam ve intizama tam bir uyumluluk kasdıyla, iradesini Kâinat’ın

sahibinin muradına sarfetmek ve iman ve

ubudiyet ile O’nun rızasına yönelmekten başka bir şey

değildir.

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 5

Page 7: tenevvursayi1

Çeşitlilik ve Adl İsmi ÜzerineYunus U. Eser

Adalet, “a-da-le” fiilinden gelir ve bir şeyi yaparken doğru davranmak, aynı seviyede yapmak, dengeli ve bir ölçüye riayet ederek yapmak demektir. İnfitar Suresi'nin 7. ayetinde geçen, “O seni yarattı, tesviye etti ve bir ölçülü bir biçime koydu (adale)” ifadesi de bu manada bize bir fikir verir. Türkçemize geçen adalet kavramı ise hukuktaki dengeye verilen mahsus bir isim haline gelmiştir. Fakat biz Cenab-ı Hakk'ın el Adl ismine bakarken -ki Hz. Ali, İmam-ı Gazali ve Hz. Bediüzzaman gibi zevatın İsm-i Azamin bir nuru olarak saydıkları bir isimdir- sadece hukuk vechini mülahazaya alırsak, meseleye noksan yaklaşmış olur ve kainatın büyük bir kısmında bu ismin tecellisini görmekte zorlanırız.

Cenab-ı Hak, insanda olduğu gibi, bütün kainatta da bir denge vaz' etmiştir. Kainatta herşeyde iki eksterimum (ifratla tefrit) arasında bir denge vardır. Sadece insandaki bazı kuvvelere, bazı potansiyellere bir had konulmamıştır. Mesela hiçbir hayvan yoktur ki bir Hitler kadar kendi türünden canlı imha edebilsin. Bir insan şehvetinde yani tutku ve aşırı arzu noktasında, akli potansiyelinde ve gadabî potansiyelinde iradesinin istimali ile ifrata da tefrite de düşebilir. Kaldı ki bu da haşir hakikatı ile ta'dil edilir.

Bu bakımdan adaleti genel manada denge manasıyla ele alıp, el Adl isminin penceresinden kainata bakarsak, bu ismin tecellisi ile Ferd ism-i Azamını çeşitlilik içinde görebilir, ayrıca bunların bütüncül bir bakış ile de Ehadiyeti görebiliriz. Mesela bir

ağaçtaki yüzbinlerce yaprağı düşünelim. En başta, bunların herbirine yaprak diyebilmek için üzerilerinde aynı isimlerin yaklaşık aynı oranda tecelli etmesi lazımdır. Yani sınıflandırabilmek için hepsinde belli hususiyetlerin aynı şekilde görülmesi gereklidir. Buna Vahidiyet diyoruz. Fakat yaprakta tecelli eden bütün esma tamamiyle ve kesin olarak hepsinde aynı oranda tecelli etse idi, bunları birbirlerinden tefrik edemeyecektik. Öte yandan eğer bu oranlarda çok ciddi bir farklılık olsaydı, bu sefer de birine yaprak derken öbürüne diyemez, belki de dala daha çok benzeyeceği için dal diyecektik. Yıldız savaşları (Star Wars) filmini hatırlarsanız oradaki uzaylıların hepsinin birbirinden fonksiyonlar itibariyle dahi çok farklı olduklarını ve taksonomideki “familya” ve “tür” isimleri ile tasnif edebildiğimiz kategorilere sokamayacağımızı görmüşsünüz-dür. İşte bu tam aynılık ile tam ayrılık arasında bir istikamet, bir vasat tercih ediliyorsa, bu ism-i azamın bir nuru veya ism-i azam olan Adl isminin tecellisindendir. Yani el-Adl isminin penceresinden bakarsak, "çeşitlilik" veya "farklılık" gibi kavramlarla karşılaşırız. Demek ki Murad-ı İlahi ile bütün kainat bir meşher suretini almış ve o harika sanat eserlerini ve fiillerini farklılıklar içinde aynılık ile göstermek istemiş.

Burada şunu da unutmamak lazım, kainattaki bunca çeşitliliği Cenab-ı Erhamür Rahimin Hazretleri madde planında bazı kanunlar ve düsturlar ile yapmayı murad buyurmuş. Ekoloji diye tesmiye edilen bir araştırma sahası var ki, tabiattaki vaz' edilmiş bu dengeyi inceler. Mesela bir balık bir yılda yüzlerce yumurta

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 6

Page 8: tenevvursayi1

bırakır denize. Halbuki bu yumurtaların bir kısmından balık çıkmaz. Burada esnek bir yapı görüyoruz. Ortam şartlarının değişmesi ile yumurtalardan çıkacak olan balık miktarı artacak veya azalacak. Balık sayısının çok etkili ve mühim bir parametre olduğu bir deniz habitatında, yumurtalardan çıkan balık sayısı oranı bir değişken olur ve sisteme çeşitlilik kazandırır. Bunun gibi sair hayvanat da balığa kıyas edilebilir.

Bu konudaki bir başka misal de moleküler seviyede gözlemlediğimiz stokastik hareket. Buna rastgele hareket veya Brown hareketi de denir. Yani bir sonraki adımını bir öncekinden bağımsız olarak atan bir sarhoşun yürüyüşü gibi bir harekettir bu. Havadaki bir molekülün termal yani sıcaklığı oluşturan hızı yaklaşık saniyede 400 metredir. Bir kolonyadaki alkol molekülü için de bu mertebe aynıdır. Fakat bir kaç metre uzağımıza bir kolonya döküldü-ğünde biz bunu bırakın saniyenin dörtyüzde biri gibi bir sürede hissetmeyi, bir kaç yüz saniye sonra ancak algılarız. İşte bunun sebebi, kolonyadaki alkol moleküllerinin hava içinde diğer moleküllere çarpa çarpa rastgele ilerlemesi ile genel bir difüzyon davranışı sergilemesidir. Bu hareketin hikmetin ve o sayfadaki marifetullaha dair yazıların daha geniş ve derin bir izahını Otuzuncu Sözün İkinci Maksadı'ndan okuyabiliriz.

Buradaki bir başka bakış açısı da, moleküler seviyedeki bu hareketleri farklı farklı hareket ihtimallerinin mevcudiyetinin bir sonucu olarak görmektir. Yani kısaca çeşitlilik. Bunun yanında bu stokastik hareketlerin bir meyvesi veya bir neticesi olarak, bir sistem kendi içinde esneklik kazanır. Daha somut bir misal

verecek olursak, DNA transkripsiyonu (yani yazılımı) bu konuda güzel bir misaldir. Bu DNA dan başka DNAlar veya RNA lar yazılırken, stokastik hareket ve bazı çevre faktörleri sonucu bazan A, G, C, T bazları -ki DNA daki bilgiyi oluşturan esas moleküllerdir- birbirlerinin yerlerine bağlanabilirler. Buna kısaca mutasyon denir. Şimdi buraya im'an-ı nazar edersek harika bir dengenin burada da hükmünü icra ettiğini görürüz. Zira eğer tıpatıp kopya edilmiş olsaydı, gen frekansında çesitlilik oluşmayacaktı. Esnekliği olmayan bu sistem de makro veya mikro boyuttaki çevre şartlarının değişmesine ayak uyduramayacak ve kısa ömürlü olacaktı. Diğer taraftan transkripsiyon işleminde eğer farklı yazım miktarı belli bir seviyeden fazla olsa, bu sefer de kalıtım (inheritance) yok olacak ve çevre şartlarına uyum sağlayabilmek için gereken önceki nesil

DNA ların birikimleri olamayacaktı. Ayrıca sistemin makro yapısı dizayn edilemeyecek, hücreler bölündükle-rinde birbirlerinden fonksiyon olarak çok farklı, hatta bir çoğu yaşayamayan hücreler oluşacak, bunlar bir araya gelip mesela bir karaciğer diyebileceğimiz ve aynı fonksiyonu sürekli yapan organları oluşturamayacaklardı. Bu da muhte-şem bir tasarım olan canlıların, hususiyle insan gibi en kompleksleri-

nin olmaması anlamına gelecekti.

Bütün Kainatı muazzam bir meşher haline getiren bu adalet kanunu, elbette insanın kalbinden geçenlerin dahi parametre olduğu mana aleminde, mizanın diğer kefesini boş bırakmaz. İnsan zulmetse bile kader adalet eder. Kainatın tamamında görülen ve mahlukat üzerinde hem Vahidiyet'in hem de Ehadiyet'in tecellisini gösteren bu ince ayar, ahiretteki mizanın da hassasiyetinden bize haber verir.

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 7

Bütün Kainatı muazzam bir meşher

haline getiren bu adalet kanunu, elbette

insanın kalbinden geçenlerin dahi

parametre olduğu mana aleminde,

mizanın diğer kefesini boş bırakmaz.

Page 9: tenevvursayi1

Tevhide Açılan Pencereler

Mehmed Said Kul

(Nurlu Mülahazalar'ımızın bir çeşit "Bismillah"ı olması hasebiyle, Said Abimiz'e ait “pencereler” etüdünün “mukaddime”ye “birinci pencere”ye dâir kısımları teberrüken buraya dercedildi. Nurlar'ın elfâzına sadık kalabilmek için Pencereler Risalesi'ne ait olan metin “kalın punto” ile yazıldı.)

Otuzüçüncü SözOtuzüç Penceredir

[Bir cihette Otuzüçüncü Mektub ve bir cihette Otuzüçüncü Söz]

ب�س�م� الل�ه� الر�ح�م�ن� الر�ح�يمب س�ن�ر�يه�م� ا�ي�ات�ن�ا ف�ى ا�ل�ف�اق� و�ف�ى ا�ن�ف%س�ه�م� ح�ت�ى ي�ت�ب�ي�ن� ل�ه�م� ا�ن�ه� ا�ل�ق� ا�و�ل�م� ي�ك�ف� ب�ر�ب�ك� ا�ن�ه� ع�ل�ى

ك%ل�4 ش�ي�ء1 ش�ه�يد

Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.

Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?

(Fussilet: 53)

Sual:

Şu iki âyet-i câmianın ifade ettiği vücub (zaruriyet, zorunluluk) ve vahdâniyet-i İlâhiyye (Allah'ın bütün isim ve sıfatlarıyla varlıkların hepsinde birden tecellisi) ve evsaf (vasıflar) ve şuûnat-ı Rabbâniyyeye (Rabb'e ait şuunlar, keyfiyetler), âlem-i asgar (küçük alem) ve ekber (büyük, büyük alem) olan insan ve kâinatın vech-i delaletlerini (delalet eden, işaret eden yüzlerini), mücmel (öz) ve kısa bir sûrette beyânlarını isteriz. Çünki münkirler (inkar edenler) pek ileri gittiler. Ne

vakte kadar ,O) و� ه�و� ع�ل�ى ك%ل�4 ش�ي�ء1 ق�د�ير

herşeye Kâdirdir) deyip, elimizi kaldıracağız? Diyorlar.

Elcevab:

Yazılan bütün otuzüç aded Sözler, o âyetin denizinden ve ifaza ettiği (bereketlendirdiği) hakikat bahrinden otuzüç katredir. Onlara baksanız, cevabınızı alabilirsiniz. Şimdilik yalnız o denizden bir katrenin reşehatına işaret nev'inden şöyle deriz ki:

Meselâ, nasıl ki bir zât-ı mu'ciznümâ (mucize sahibi bir kişi) büyük bir saray yapmak istese, evvelâ temellerini, esaslarını muntazaman (düzenlice), hikmetle vaz' eder (koyar, yapar) ve ilerideki neticelerine ve gâyelerine muvâfık (uygun) bir tarzda tertib eder. Sonra menzillere (belirli yerlere), kısımlara maharetle tefrik ve tafsil ediyor (ayırıp ayrıntılandırıyor); sonra, o menzilleri tanzim

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 8

Page 10: tenevvursayi1

ve tertib ediyor; sonra, nukuşlarla (nakışlarla) tezyin ediyor (süslendiriyor); sonra, elektrik lâmbalarıyla tenvir ediyor (nurlandırıyor, ışıklandırıyor); sonra, o muhteşem ve müzeyyen (süslü) sarayda maharetini, ihsanâtını tecdid etmek (yenilemek) için herbir tabakada yeni yeni icâdlar, tebdiller (yenilemeler), tahviller (değiştirmeler) yapıyor. Sonra, herbir menzilde kendi makamına merbut (bağlı) bir telefon rabt edip (bağlayıp), birer pencere açarak, herbirinden onun makamı görünür.

Aynen öyle de: ا�ل�ع�ل�ى ا�ل�ث�ل% Bütün) و�ل�ل>ه�

misaller Allah'a aittir ve O'nun içindir) Sâni'-i Zülcelâl (Celal, azamet sahibi, mutlak ve tek sanatkar); Hâkim-i Hakîm (hikmetle iş gören asıl hüküm sahibi), Adl-i Hakem (adaletle iş gören hüküm sahibi) gibi binbir Esmâ-yı kudsiye (mukaddes isimler) ile müsemma (isimlendirilmiş) Fâtır-ı Bîmisâl (örneği, benzeri olmayacak şekilde yaratan), şu âlem-i ekber (en büyük alem) olan kâinat sarayının ve hilkat (yaratılış) şeceresinin (ağacının) icadını irade etti (istedi). Altı günde o sarayın, o şecerenin esâsâtını (esaslarını) desatir-i hikmet (hikmet düsturları) ve kavanin-i ilm-i ezelîsi (ezeli ilminin kanunları) ile vaz'etti (koydu, meydana getirdi). Sonra ulvî (yüksek, yüce) ve süflî (aşağı) tabakata ve dallara ayırıp, kaza ve kader desatiri (düsturları) ile tafsil ve tasvir etti (ayrıntılandırdı ve bir surete soktu). Sonra her mahlukatın her taifesini ve her tabakasını sun' (yapmak) ve inâyet (yardım) düsturu ile tanzim etti. Sonra herşeyi, herbir âlemi; ona lâyık bir tarzda, meselâ semâyı yıldızlarla, zemini çiçeklerle tezyin ettiği gibi, süslendirip tezyin etti. Sonra o kavanin-i külliye (külli, umumi kanunlar) ve desatir-i umumiye (umumi, geniş düsturlar) meydanlarında Esmâlarını tecelli ettirip tenvir etti (nurlandırdı). Sonra bu kanun-u

küllînin tazyikinden (ağırlığından) feryad eden ferdlere Rahman-ı Rahîm isimlerini hususî bir sûrette (özel bir şekilde) imdada yetiştirdi. Demek o küllî ve umumî desatiri içinde hususî ihsanatı, hususî imdadları, hususî cilveleri var ki: Herşey, her vakit, her haceti (ihtiyacı) için ondan istimdad eder (yardım ister), ona bakabilir. Sonra her menzilden, her tabakadan, her âlemden, her taifeden, her ferdden, herşeyden, kendini gösterecek yâni vücudunu (varlığını) ve vahdetini (birliğini) bildirecek pencereler açmış. Her kalb içinde bir telefon bırakmış. Şimdi şu hadsiz pencerelerden elbette haddimizin fevkinde (üstünde) olarak bahse girişmeyeceğiz. Onları ilm-i muhit-i İlahîye (kapsayıcı olan, herşeyi kapsayan Allah'ın ilmine) havale edip, yalnız âyât-ı Kur'aniyenin lemaâtı (parıltıları) olan otuzüç pencereyi Otuzüçüncü Söz'ün Otuzüçüncü Mektubu-nun namazdan sonraki tesbihatın otuzüç aded-i mübarekine muvafık (uygun) olmak için otuzüç pencereye icmâlî (kısaca, ayrıntısız) ve muhtasar (özet,özetlenmiş) bir sûrette işaret edip, izahını sâir (diğer) Sözler'e havale ederiz...

BİRİNCİ PENCERE

Bilmüşahede (aynen gözümüzle görür gibi, itiraza mahal bırakmayacak şekilde) görüyoruz ki: Bütün eşya (şeyler, herşey), hususan (özellikle) zîhayat (hayat sahibi, canlı) olanların pekçok muhtelif (çeşitli) hâcâtı (ihtiyaçları) ve pekçok mütenevvi (değişik) metâlibi (talepleri, istekleri) vardır. O matlabları, o hacetleri, ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib (uygun) ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki o hadsiz maksudların (istenilen şeylerin) en küçüğüne o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz. Sen kendine bak: Zâhirî (dış) ve bâtınî (iç) hasselerin (duyuların) ve onların

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 9

Page 11: tenevvursayi1

levazımatı (gerektirdikleri) gibi elin yetişme-diği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları (canlıları) kendine kıyas et. İşte bütün onlar, birer birer, vücud-u Vâcib'e (Varlığı zorunlu olana) şehadet ve vahdetine (birliğine) işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmu-asıyla (bütün organları ve özellikleriyle), güneşin ziyası (ışığı) güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb (gayb perdesi, bilinmezlik perdesi) arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u (Varlığı zorunlu olanı), bir Vâhid-i Ehad'i (Tek olan Bir'i ya da Bir olan Tek'i), hem gâyet Kerim (İkram sahibi), Rahîm (Merhamet sahibi), Mürebbi (Terbiye eden), Müdebbir (önceden ayarlayan) ünvanları içinde akla gösterir.

Şimdi ey münkir-i câhil (cahilce, bilmeden inkar eden) ve ey fâsık-ı gafil (gaflet yüzünden günahkar)! Bu faaliyet-i hakîmaneyi, basîraneyi, rahîmâneyi (sırasıy-la; hikmetli, görerer bilerek yapılan ve rahmete uygun faaliyetleri) ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz câmid (donuk, cansız) esbabla (sebeplerle) mı izah edebilirsin?...

İZÂH

33. Söz'ün 1928-30 yılları arasında telif edildiği rivayet edilir. O dönemin her bakımdan yeni bir yapılanma içinde olduğunu biliyoruz. Yani Müslüman Türk milleti sadece manevi değil maddi bağlarından, köklerinden de koparılıp yeni, modern bir hayat tarzına adeta zorlanmakta ve bunun için de her şeyden önce milletin kalbindeki İman'ın yok edilmesi ya da zayıflatılması lazım. Bunun için ciddi gayretler içine girilmiş, özellikle okullarda tabiatperestlik, naturalizm (doğacılık) gibi bir sistem kalplere, kafalara yerleştirilmeye çalışılır. Bu şekilde yeni yetişecek nesiller Allah, İman, Kuran, Ahiret, Peygamber vs.. gibi mukaddesatın temeli kavramlardan uzaklaşacak, araları açılacaktır.

Bunda bir parça muvaffak olunmuş, ama sadece bir parça... 33. Söz gibi pek çok risalelerle bu ifsad komitesinin, küfür cereyanı-nın karşısına dalgakıran gibi çıkan Risale-i Nurlar o dönemin ağır şartları içinde öyle bir mücadele vermiş ki, sonunda Allah'ın iznive inayeti ile küfrün beli kırılmış, emellerine nail olamamışlar.Bu itibarla, 33. Söz'ün pencereleri 33 ayrı aşamayı ifade eder. Yani küfür ve inkar düşün-cesinin yok edilmesi, iman hakikatlerinin insanda yerleşip kalıcı olması için aşama aşama ilerler. İlk birkaç pencere evvela ve bizzat akla hitap eder. Bu yüzden aklın çalışmasının ilk hareket noktası olarak duyu verilerini esas alarak yola çıkar. Yine duyu verilerinden hareket ederek küfrü yerleştirmeye çalışan fesat cereyanına karşı aslında duyu verilerinin dahi Allah'ın varlığına, birliğine işaret eden şeyleri görmemizi sağlayabileceğini göstermesi bakı-mından bu metod oldukça manidardır.Anlatıma malzeme olarak bütün zihinlerin üzerinde ittifak edebileceği bir şey seçilir; Canlıların ihtiyaçları...Evet, bütün canlıların hayatlarını devam ettirebilmeleri için bir takım ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar tek ve sabit değil, her canlının kendi yapısına uygun olacak biçimde çeşitli ve farklı... ortak olan ihtiyaçlar da var, mesela her canlı hareket eder ve her hareket için ayrı bir miktarda enerji lazımdır. enerjiyi elde etmek için de başka ve öncül birşeylere ihtiyaç var, onlar içinde başka şeylere ilh... Bu, mümin-kâfir, müslüman-ateist vs.. her akıl sahibinin hayır diyemeyeceği bir gerçek. Diğer taraftan bu ihtiyaçların bir şekilde yerine getirildiğini de görüyoruz. yani canlıların ihtiyaçları karşılanıyor. Üstelik, kendilerinin güç yetiremeyeceği yerlerden hazırlanıp onların önüne adeta altın tepsiler içinde sunuluyor.Üstad "sen kendine bak" diyor. Kendimizde bu gerçekleri nasıl görebiliriz?

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 10

Page 12: tenevvursayi1

İhtiyaçlarımız adeta sonsuz; hava, su, ışık, gıda, beslenme, barınma, güvenlik, merhamet, şefkat, sahiplenme, önemsenme, varlığımızın onaylanması, bilgi vs... sınırını bizim belirleye-meyeceğimiz kadar geniş bir ihtiyaç listemiz var. Bütün organlarımızın, hatta hücrelerimi-zin ayrı ayrı ihtiyaçları var. Demek ki en az hücrelerimizin sayısı kadar ihtiyaçlarımız var. Bunca ihtiyaç içinde bize verilen güç ve imkan da belli. Eğer bütün bu ihtiyaçlarımızı elimizdeki imkanlar nisbetinde dışarıdan hiçbir yardım ve inayet olmadan kendimiz karşılayacak olsaydık, muhakkak ki bunu beceremeyecek, bu noktada en küçük bir sivrisinek yavrusuna dahi yetişemeyecek, dünyaya gözümüzü açar açmaz ölüp gidecektik.Eğer birşeye ihtiyaç varsa, ihtiyacı karşılayacak birşey mutlaka vardır. Eğer susamışsak bu bile tek başına su gibi birşeyin varlığına bir delildir. İhtiyacın karşılanması da ihtiyacın konusunu, öznesini ve nesnesini iyi bilmeyi ve dahası onlara hükmetmeyi gerektirir.Eğer sınırlı bir imkan, kendi sınırını kat be kat

aşacak derecede bir faaliyeti gerçekleştiriyorsa muhakkak ki dışarıdan yardım alıyordur. Demek ki üzerimizde bir inayet var. İhtiyaçlarımızın tam zamanında, uygun bir şekilde temin edilmesinde dışarıdan bir yardım var. Bu dışarıdan yardım eden ise Kerim ismiyle isimlendirilen mutlak ikram sahibi, Rahîm ismiyle bildiğimiz merhamet sahibi, Mürebbi olarak tanıdığımız terbiye edici, Müdebbir ismiyle anladığımız bir planlayan, programlayan, bizi bizden iyi bilen bir Yaratıcı olsa gerektir ki bunun aksi mümkün değildir.Bütün bu kompleks vaziyetler, bu karmaşık görünen ilişkiler hiç de birbirine engel çıkaracak, düzeni bozacak şekilde olmuyor. Gayet güzel, hikmetlice, görürcesine gerçekleş-tirilen bir faaliyet bu. Bu faaliyetleri Cenab-ı Hak'tan başka kim gerçekleştirebilir? Bu faaliyetleri, sağır tabiata, kör kuvvete, sersem tesadüflere verenlere Üstad'ın yakıştırması açıktır, münkir-i câhil ve fâsık-ı gafil... Gerçek-ten bütün bu faaliyetleri Allah'a vermemek büyük bir cehalet ve gaflet örneği....

... Bu itibarla, 33. Söz'ün pencereleri

33 ayrı aşamayı ifade eder. Yani küfür

ve inkar düşüncesinin yok edilmesi,

iman hakikatlerinin insanda yerleşip

kalıcı olması için aşama aşama ilerler.

İlk birkaç pencere evvela ve bizzat

akla hitap eder...

...

Anlatıma malzeme olarak bütün

zihinlerin üzerinde ittifak edebileceği

bir şey seçilir; Canlıların ihtiyaçları...

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 11

Page 13: tenevvursayi1

Hidâyet, İnâyet, Kerâmet ve Kapıdaki...

Mehmed Fethî Berk

Nizamiyedeki kalbi yanığa gel daveti belli ki içeriden gelmişti de kapıdan içeri girmesi sorgusuz suâlsiz oluvermişti. “İkrâm-ı ilâhi tarafından omuzuna yüklenen” (1) onca mes’uliyetin şuurunda olması gereken birisi kalb yelkenlisini firakın engin, dalgalı denizlerine salar da İman Tulumbacısı‘nın zaman-ı hazırdaki mümessili olan “Efendim”i “üst üste karanlıkların birbirine perde olduğu o denizin karanlığı”na (2) doğru ilerleyen serkeşin kalb yangınına bigâne kalır mıydı? Hem “Muhabbet Fedâisi”nin kalbine hakikî manasıyla giren muhabbet; “isyan deryasına yelken açmışım, kenara çıkmaya koymuyor beni..!” feryadıyla gelen kişi bir seyyie-yi mücessem de olsa ona karşı adaveti kalb komşusu kabul edemez de onu acımak suretine inkılab ettirmez miydi? Belli ki “lütufla ıslahına çalış”acaktı… (3) Buna mukabil kapıdaki de; keşke zaman zaman O’nu tahattur ederek diline doladığı “Benim Efendim” hitabına kalben de riayet edebilse, “Necip Fâzıl”âne ifadesiyle Efendi’sinin bir nefhasıyla tüm bendlerini yıkabilseydi... (4)

Heyhât… O beldede daha kapıdan hissedilen öyle ümid-bahş bir hava vardı ki, o kapıya gelme lütfuyla serfiraz kılınmış âciz, tüm vefasızlığına rağmen kendisini naz makamlarına atıp “dostlara ülfet yağdı, bize iltifat yok mu?” vadilerinde dolaşacak cür’eti kendinde hissedebiliyordu. Bilmem ki az ötedeki “Yoksa bende senin sevgine isti’dad yok mu?” (5) serzenişine neden geçemezdi bir türlü? Halbuki hakiki hayat olan uhrevî hayatı adına korkmaktan öte titremesi gereken böyle vahim bir hâlet-i kalbiyede dahi,

“Dâd-ı Hakk nâ kabiliyet şart nîst” (6)

sözünü hatırına getirenin, hissini

“Müstaid kıl lütfuna yoğusa isti’dadım

Sana güçlük mü var Ey Şâh-ı Keremmû’tâdım” (7)

mısrasıyla teselli etmeye yeltenenin vicdanı değil de; nefsinin devekûşiyyeti, şeytanının sofestâiyyeti, hevâsının bektâşîyyeti (8) olduğu gün gibi âşikâr değil miydi?

Hem zihni gâye-i hayâlini unutmuş da, enesinin etrafında “çent”inci tavafını tamamlarken (9), hissi O’na kul olma ezvâkından (10) bîbehre fenâ vadilerinde cirit atarken, iradesi “azm”i lügâtlere hapsolmuş bir kelime zannetmeye başlamış da ibadetlerindeki hassasiyeti günbegün azalırken, ve eşikten mihraba mâhiyetindeki latife-i rabbâniyelerin pek çoğu şeytan ve nefse karşı yaşanan bilmem kaçıncı bozgundan da yara bere içinde ayrılmış, kimisi bir daha dirilmemek üzere ölmüş (11) de kumandanları olan kalb (12) işlediği her bir günahın lekesiyle iyice paslanmaya, kararmaya yüz tutmuşken (13) bu dört yapı taşından oluşan “vicdan”ı (14) elbette ki hâl-i hazırdaki gidişâttan memnun olamazdı.

“Kapıdaki” içeri alındı. Vakt-i asrın güneşi guruba meylederken, Garib'ul-Asr’a olan kurbetin insıyakıyla gurbetin sızısı içinden siliniverdi. Emri duyan rahmet ebri, nisan yağmurlarının bir ay evvelinden gelen akıncı birlikleri (*), tebrik edercesine boşalıverdi nefâhât-i ünsün üzerine… -Belki ef’î olsak da, hem sadef olmasak da sem yerine durdaneler kaptıran Rabb’e binlerce hamd olsun. (15)

Sohbetine “Her bir daireden mes’ul arkadaşımız, kendi birimindeki problemleri, Allah’la münasebetindeki kusurlarında bilmeli…” diye başlayan Hatîb, o akşam yapılması gereken görüşmesinin üç beş kişilik hey’etini dahi toplamaya muvaffak olamayan “kapıdaki”ne mi işaret ediyordu acep? Hem Kutlu’nun sözlerinin devamındaki “gemiyi batırıp da ondan sonra yok efendim deniz çok dalgalıydı da, yok hava durumunda bu kadar fırtına çıkacağı söylenmediydi de yok yolcuların hepsi bir tarafa yüklenince denge sarsıldı da diye bahaneler düzen “ruh

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 12

Page 14: tenevvursayi1

hastası” bencil”; yok efendim telefonu kullanamadım, takibi tam yapamadımdı da yok bilmem neydi de vs. istişareyi toparlayamamasına çeşit çeşit bahaneler ileri süren “kapıdaki” olabilir miydi? Sohbetin devamında Allah’la münasebetin istikameti olarak da adlandırabileceğimiz hidayetin tam, tamam olanı “İnsan gözünün kaymaması noktasında çok iradeli olabilir. Kulağını harama tıkamış olabilir. Tam hidayet bunlar değil, her tavır ve hareketinde O’nun huzurunda olduğunun şuuruyla yaşamaktır.” manasına gelen cümlelerle izah edildi.

Rahmet deryasından şefkâtli tokatlar lütufla ıslahına çalışırcasına “kapıdaki”nin kulağından içinin derinliklerine akarken, gözü sol duvarın raflarında dizili kitaplar arasından 8-10 ciltlik arabî bir kitaba takılmıştı. Kitabın adı kabartma bir hatla tüm ciltlerin birden (ehadî değil vahidî manasına) sırtlarına büyükçe yazılmıştı. Bir iki kaçamak bakışla tam ismi çözmüştü ki zihninde; üçüncü bakış Hatib’in nazarıyla birleşmişcesine sohbette yaşanan kısa bir sessizlik o Dâvûdî Sadâ’nın kitabın adını bir çırpıda “El-İnaye Şerh’ul-Hidâye” şeklinde seslendirmesiyle inkıtaa uğradı. Belli ki bakan, baktığı yerdeki yazıyı okumaya çalışırken; bakıldığının, kalbindeki susuzluğa, yanmışlığa yanı başındaki “menhel-il azb’il-mevrud”ca nazar edildiğinin, hidayet için inayet şartını öğrenişinin içiçe genişleyen fraktal kümeleri gibi bir inayet tecellisiyle sırat-ı müstakîme hidayetine vesile olduğunun farkında değildi. Bu kısa seslendirme “Hidayetin şerhi yani açılması, tamamlanması için inayet şarttır” mealindeki sözlerle tavzih buyuruldu.

Zaten kişi sadakâtin zümrütten tepelerinde dolaşır, sâdıkiyetini sıddîkiyetle taçlandırır (16) da, “yalanın en ufağı”nı dahi diline dolamazsa, her sözü bir hikmet kesilerek muhatabın gönlüne bir merhem olmaz mıydı? “Yalanın en ufağı” ile ne demek istediğim yine Hatib’in o günkü üns nefhâlarında saklı… Demişti ya, kişi nefsi ile Allah arasındaki münasebetin kusurlarından bilmeli daire-i idaresindeki problemleri, sıkıntıları diye… İşte; izah sadedinde Ömer’in (**) hikâyesini “kıtlık oluyor, yağmur yağmıyor, Ömer ellerinin arasına başını koyup, “Ya Rab! Ömer’in günahları yüzünden bu

kavmi helâk etme” diye dua ediyor” şeklinde sunarken “yağmur yağmıyor” cümlesinin hemen ardından hikâyeye ara vererek başını pencere tarafına çevirip “şimdi yağıyor” diyecek ve sonra dönüp rivayetini tamamlayacak derecede yalan hassâsiyeti olan bir Hatîb vardı o gün o koltukta…

Bunlar o kaynağın bir saatlik varidatından “kapıdaki”nin daracık kabına damlayıp da onu taşırmaya yeten hakikatlerden bir kısmı… Varın her bir cümlesiyle bir şirk ve inad taşını parçalayıp, içlerinden her grubun hangisinden içeceğini bildiği on ikişer tane pınar fışkırtan, her bir ifade-i hakikatiyle birilerinin gönüllerini ikram-ı ilâhi televvünlü irşâdî kerâmetlerle ihyâya vesile olan o Asa-yı Musa’nın ve onun mümessilinin kudsiyetini siz takdir edin. Yoksa O’nu hakkıyla anlatmaktan için değil “kapıdaki”ler; en beliğâne üsluba sahib edîbler de seferber olsa azdır…

1. 21. Lem'â, Lem'âlar

2. Nûr Sûresi, 40. Âyet

3. 22. Mektup 1. Mebhâs, 2. Vecih; Mektubat

4. “O'na”, Çile; Necip Fazıl Kısakürek

5. “Ey Nebi”; Kırık Mızrap

6. "Hakk olan Rabb, itâsını lutfederken muhatapta bir kabiliyet olmaklığını şart olarak gözetmez."

7. “Tercî-i Bend”; Şeyh Gâlib

8. Zerre Risalesi 9.İ'lem; Mesnevî-i Nuriye

9. “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse; ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” Hakikat Çekirdekleri; Mektubat

10. “...kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.” 20. Mektub; Mektubat

11. 17. Lem'â 14. Nota 3. Remiz; Lem'âlar

12. “Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz... O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır.” 17. Lem'â 1. Nota; Lem'âlar

13. “Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. ” 2. Lem'â 1. Nükte; Lem'âlar

14. Hutbe-i Şâmiye

15. “Herkesin istidâdına vâbestedir âsâr-ı feyzi Ebr-i nisandan ef'î sem, sadef durdâne kapar.” Anonim

16. “Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da, hayâl, tasavvur, duygu, düşünce, hattâ mimiklerine kadar her hâl ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş hak erleri babayiğitlerdir.” Sıdk; Kalbin Zümrüt Tepeleri

(*) Mart,2008

(**) Radiyallahu anh

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 13

Page 15: tenevvursayi1

Hangi İsbat?Yunus U. Eser

Üstad hazretleri kırk senelik hayatının ve otuz senelik tahsilinin semeresini dört kelime ve dört kelam ile özetlerken, elbetteki bu kavramların ehemmiyetine vurgu yapıyordu.

Bu kavramlar arasında bakış açısı diye ifade edebileceğimiz “nazar”ın, insanın kainat ve varlık anlayışında çok büyük bir rolü olduğunu, hatta insanın kendi alemindeki mahiyet-i eşyanın bile bakış açısına göre değişebileceğini yine Mesnevi-i Nuriyeden okuyabiliriz. Esasında nazarın bu hususiyeti biraz da insana aksiyomatik bir temel oluşturmasından kaynaklanır. Kimisi ölmeyi hayatın mesuliyet ve tekliflerinden kurtulup, terhis tezkeresi almak gibi görür, kimisi de hiçlik kuyusuna düşmek, vahşet zindanına atılmak olarak görür. İkisi de bakış açıları üzerine fikrî bir bina kurmaya başlarlar. Ön kabulleri farklı olduğu için yönleri farklıdır, daha yoldaki ilk adımda ayrışmaya başlarlar.

İkinci yoldan giden ve herşeyden üstün bir varlığın olduğuna inanmama veya olmadığına inanma üzerine fikir dünyasını inşaa etmeye çalışan insanların düştükleri en büyük hata, beklenti hatasıdır. Bunların arasında rasyonalist takılanlar, aklın fonksiyonunu keşfedemeyen ve akıldan kalbin vazifesini isteyenler, koltuklarına gerilir ve size müstağniyane “Bana Allahın varlığını isbatla” derler. Yalnız kafalarındaki ilah olgusunun hakikat ile aynı olmadığının farkında bile değillerdir. “Bir ilah şöyle şöyle olmalıdır, böyle böyle olursa bu ilah olmaz” gibilerinden vicdanlardan gelen fısıltıları kimi zaman doğru kimi zaman da yanlış tevil ettikleri için

kendilerinin bile farkedemedikleri bir ön yargıya saplıdırlar.

Öncelikle bu rasyonalist kesim, kalbin vazifesini reddeder, ona prim vermez ve aklın adımlarıyla hakikate ulaşmaya çalışır. Bu sebepten, oyunu aklın kuralları ile oynamak isterler. Ama düşünemedikleri yahut fark edemedikleri bir nokta var ki, aklın hakikate ulaşmada tek başına yeterli oluşuna iman etmeleri, onların lügatinde isbat kavramının (veya bir şeye inanmak için gerekli olan tedellülün) ancak matematiksel bir sistematik içinde tanımlanması gibi yanlış bir beklenti içine girmelerine sebep olur. Fakat imanın matematiksel bir isbata dayanmak zorunda olduğu da nerden çıktı?!

Matematiksel veya riyazi kat'iyyetteki bir isbatın hususiyeti, belli aksiyomlar (yani isbatsız, doğru olarak kabul edilen önermeler) etrafında ve belli kurallar dahilinde çıkarım yapmaktır. Bu meydan tamamen aklın meydanıdır ve burada hislerin hiç bir yeri yoktur. “Ben böyle hissettim” diye hiç bir sonucu matematik dünyasına anlatamaz, kabul ettiremezsiniz. Ortak aksiyomlar üstüne ve genel geçer kurallar ile isbatını yaparsınız. Ve bu isbata da kimse “bence doğru değil” diyerek itiraz edemez. Orada ihtiyar ve irade susar, tamamen akıl konuşur.

Peki insanın cennet veya cehenneme girmesine sebep olan iman dediğimiz cevher, bir insanda sadece aklın fonksiyonlarına mı bırakılma-lıydı? Zihni fonksiyonları çok iyi çalışan insanlar kolaylıkla iman edebilirken, zeka itibariyle zayıf olanlar iman edememeli miydi?

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 14

Page 16: tenevvursayi1

Etrafımızda gördüğümüz insanlar arasında her zaman çok akıllı insanlar mı iyilik temsilcisi olurlar?

Vicdan der ki, imanın mahalli fikir ve dimağ olmamalıdır. İmanın mahalli kalp ve vicdan olmalıdır. Aklın vazifesi ise o imanı orada muhafaza etmek olmalıdır. Dogmatizm değil elbette bu. Sadece aklın fonksiyonunu iyi okumanın ve tayin etmenin bittabii neticesi. Yani akıl (fikir ve dimağ) bekçi gibidir, nereye koyarsanız orayı muhafaza eder. İnanmama kalesinin önüne koyarsanız, orayı muhafaza edecek ve size inanmaması için bin dereden bin su getirecektir. Ulaştırıcılık vazifesi akılda değil, hadstedir. Hads ise insanın fikri

cehdinden ve gayretin-den sonra Allah'ın insanın kalbine yaktığı bir nurdur. Newton'ın bir anda yerçekimini kafa-sında sistematize etmesi, Archimedes'in bir anda suyun kaldırma kuvveti-nin mahiyetini anlaması

gibi daha bir çok misaller hep ciddi bir fikri cehdden sonra birden gelen hads dediğimiz bilgi ve ilime işaret eder. İşte tahkiki iman da

bu yolla insana gelir ve kalbine yerleşir.

Yoksa İslamiyet bir fikir akımı veya felsefe dalı değildir. O, hayatı bütünüyle kuşatan, teorik ve saf akıldan ziyade, pratik akla hitap eden bir dindir. Pratik akıl ise hiçbir zaman matematiksel isbat beklemez. Hangi birimiz çocukken annemizin varlığını ve gördüğümüz kadının annemiz olduğunu matematiksel bir isbata dayandırırız? Hangimiz yoldaki bir trafik polisinden onun gerçek bir polis olduğunun matematiksel bir isbatını bekleriz? Zannedersem hiçbirimiz. Peki ne yaparız? Bazı işaretleri yeterli görür, makuliyet çerçevesinde kaldığı müddetçe inanırız.

Bu bağlamda inanmak için matematiksel bir isbat beklemek, yanlış bir nazardan kaynaklanır ve büyük bir hatadır. Allah'ın varlığına deliller her zaman için akla kapı açarlar ama ihtiyarı yani tercih etme özgürlüğünü elden almazlar. İmtihanın sırrı buradadır. Cenab-ı Allah'a kulluk yapmak, O'nu tanımak ve O'nu sevmenin bir anahtarı olan iman da işte bu tercihe bağlıdır. Vicdanda iki nokta -ki biri dayanak noktası, diğeri de destek alma noktası- biliktiza, bütünüyle ve bütüncül olarak makul bir din olan islamı tercih et diyor.

Vicdanda iki nokta -nokta-yı istinâd ve nokta-yı istimdâd- biliktizâ, bütünüyle ve bütüncül olarak

“ma'kul bir din olan İslâm'ı tercih et!” diyor.

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 15

Akl (fikir ve dimağ) bekçi gibidir, nereye

koyarsanız orayı muhafaza eder.

...

Ulaştırıcılık vazifesi [ise] akılda değil,

hadstedir.

Page 17: tenevvursayi1

Tenevvür Dergisi Sayı:1 21 Temmuz 2008 16