tehafÜt geleneĞİnde mucİze problemİ
TRANSCRIPT
T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (DİN FELSEFESİ)
ANABİLİM DALI
TEHAFÜT GELENEĞİNDE MUCİZE PROBLEMİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
HAZIRLAYAN
İbrahim AYSU
ANKARA 2005
2
T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (DİN FELSEFESİ)
ANABİLİM DALI
TEHAFÜT GELENEĞİNDE MUCİZE PROBLEMİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
İbrahim Aysu
Tez danışmanı
Prof. Dr. Recep KILIÇ
Ankara- 2005
3
T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (DİN FELSEFESİ)
ANABİLİM DALI
TEHAFÜT GELENEĞİNDE MUCİZE PROBLEMİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Tez Danışmanı:
Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
4
ÖNSÖZ
Gazali, Tehafütü’l-Felasife adlı eseri ile Kelam ve Felsefe arasındaki
tartışmalı konuları değerlendirmiştir. Gazali, bu eserinde bu iki disiplini mukayese
etmekle kalmamış aynı zamanda filozofların aleyhinde çeşitli hükümlerde
bulunmuştur. Bu eserinde tarafsız olmayacağını daha eserinin başında ilan eden
Gazali, amacının filozofların düşüncelerindeki çeşitli tutarsızlıkları göstermek
olduğunu belirtmiştir.
Gazali’nin filozoflara karşı bu meydan okumasında ne derece başarılı olduğu
tam olarak bilinemezse de bu konuda çeşitli işaretler de vardır. Felsefenin Gazali’ye
karşı cevap verebilmek için İbn Rüşt’ü hemen hemen yüz yıl kadar beklemesi belki
bir işaret olabilir. Zira bu süre içinde Gazali’nin eserine karşı elle tutulur ciddi bir
cevap verilememiştir. İbn Rüşt, Gazali’nin Tehafüt’üne cevap olarak Tehafütü’t-
Tehafüt’ü yazarak İslam Düşüncesinde Tehafüt Geleneğini başlatmıştır.
Tehafütlerde tartışılan konulardan biri de nedensellik başlığı adı altında ele
alınan mucize meselesidir. Diğer meselelerde olduğu gibi mucize meselesinde de
kelamcılarla filozoflar mutabık olmamıştır. Tezimizin konusu da işte bir taraftan
genel olarak Kelamcı kabul edilen Gazali ile Felsefenin temsilcisi olan İbn Rüşt’ün
mucize hakkındaki görüşlerinin incelenmesidir. Tezimiz, esas itibariyle mucize
kavramına yönelik olduğu kadar aynı zamanda nedenselliği de tartışmaktadır. Çünkü
her iki düşünür, mucizenin tartışıldığı on yedinci bölümde, mucizeyi temellendirmek
ya da çürütmek için nedensellik kavramından hareket etmişler ve bu bölüme de
nedensellik meselesi adını vermişlerdir.
Tehafüt Geleneği sadece Gazali ve İbn Rüşt’ün Tehafütleri ile sınırlı değildir.
İbn Rüşt’ten sonra da çeşitli Tehafütler kaleme alınmıştır. Bu Tehafütlerde mucize
konusu şerh veya ta’likin ötesinde orjinal sayılabilecek yeni bir şey söylenmemiştir.
Bundan dolayı, tezimizin başlığı İslam Düşüncesinde Tehafüt Geleneği şeklinde
olmasına rağmen mesele, bu geleneğin iki büyük tarafı olan Gazali’nin ve İbn
Rüşt’ün Tehafütleri merkeze alınarak işlenmiştir.
Çalışmamız giriş ve iki ana bölümden oluşmaktadır. Girişte Tehafüt geleneği
ve Tehafütler hakkında kısa bir bilgi verilmiş ve mucize kavramı da genel çerçeve
içinde irdelenmiştir. Birinci bölümde Gazali’nin Tehafüt’ünde mucize problemi ele
alındıktan sonra din felsefesi açısından önemli problemler olarak kabul edilen
5
nübüvvet ve kötülüğün mucize ile olan ilişkisi ele alınmıştır. İkinci bölümde ise, İbn
Rüşt’ün Tehafütü’t-Tehafüt adlı eseri birinci bölümde olduğu gibi aynı şekilde ele
alınmıştır. Özelikle nübüvvet ve kötülük bölümlerini ele alırken her iki düşünürün
Tehafütleri dışındaki diğer eserlerine de müracaat etme ihtiyacı doğmuştur. Zira bu
konulara her iki Tehafüt’te de tam olarak değinilmemiştir. Biz de mucize konusunun
din felsefesi açısından önemli olan problemleri ile olan ilişkisini açıklamak ve
konunun tam bir bütünlük sağlayabilmesi için mucize ve nübüvvet ile olan ilişkisini
ele aldık.
Bu çalışmamız esnasında tüm destekleri ve yönlendirmeleri ile bizi sevkeden
ve çalışmamızda büyük emeği bulunan saygıdeğer Hocam Prof. Dr. Recep Kılıç’a
şükranlarımı bir borç bilirim.
İbrahim Aysu
6
İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ..........................................................................................................................I İÇİNDEKİLER...........................................................................................................III KISALTMALAR........................................................................................................IV
GİRİŞ
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TEHAFÜT GELENEĞİ VE MUCİZE TELAKKİSİ. A. MUCİZE KAVRAMI.............................................................................................1 B. TEHAFÜT GELENEĞİ..........................................................................................6 B.1. Gazali ve Tahafütü’l-Felasife...............................................................................8 B.2. İbn Rüşt ve Tehafütü’t-Tehafüt..........................................................................12 B.3. Diğer Tehafütler.................................................................................................14
BİRİNCİ BÖLÜM
GAZALİ’NİN TEHAFÜTÜ’L-FELASİFE’SİNDE MUCİZE PROBLEMİ A. TEHAFÜTÜ’L-FELASİFE’DE MUCİZE MESELESİ.......................................17 A.1. MUCİZE VE NÜBÜVVET İLİŞKİSİ...............................................................45 A.2. MUCİZE VE KÖTÜLÜK İLİŞKİSİ..................................................................50
İKİNCİ BÖLÜM
İBN RÜŞT’ÜN TEHAFÜ’T-TEHAFÜT’ÜNDE MUCİZE PROBLEMİ
A. TEHAFÜ’T-TEHAFÜT’TE MUCİZE MESELESİ.............................................61 A.1. MUCİZE VE NÜBÜVVET İLİŞKİSİ...............................................................81 A.2. MUCİZE VE KÖTÜLÜK İLİŞKİSİ..................................................................89 SONUÇ.......................................................................................................................96 ÖZET........................................................................................................................100 ABSTRACT..............................................................................................................101 KAYNAKÇA............................................................................................................102
7
KISALTMALAR a.g.e.: Adı geçen eser a.g.m.: Adı Geçen Makale a.g.t.: Adı Geçen Tez a.y.: Yazara ait son zikredilen yer Ank.: Ankara AÜİFY.: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları Bkz.: Bakınız C.: Cilt Çev.: Çeviren Dok. Tz.: Doktota Tezi Ed. By.: Editör/yayına hazırlayan Haz.: Hazırlayan İst.: İstanbul Karş.: Karşılaştırınız Kült. Bak.: Kültür Bakanlığı Yayınları md.: Madde MEB.: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları s.: Sayfa/sayfalar Sy.: Sayı t.y.: Basım tarihi yok TDVİA.: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Ter.: Tercüme eden Yay.: Yayınevi
8
GİRİŞ
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TEHAFÜT GELENEĞİ VE MUCİZE TELAKKİSİ
A. MUCİZE KAVRAMI
Mucize üzerine yapılan tartışmaların başında doğal olarak mucize kavramının
anlamı gelmektedir. Bir çok anlama gelebilen mucize kavramı öncelikle günlük
yaşamda karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak sebebini bilemediğimiz ve sonuçları
lehimize olan olayları mucize olarak nitelendirebilmekteyiz.1 Günlük yaşamda
kullandığımız dilde, doğal olarak sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda görülen bir
takım olağanüstü sonuçlar da mucizevi olaylar olarak adlandırmamıza neden
olmuştur. Mesela Asya Mucizesi anlam itibariyle, ekonomik bir olayı ifade ederken;
tıpta mucize dediğimizde ise tedavi edilemeyen bir hastalığın tedavi edilmesi veya o
hastalık için bir ilacın bulunmasını ifade eder. Bu tür hadiseler, bazen şans olarak
açıklansa da genel olarak mucizevi olaylar olarak nitelendirilmektedir. Böyle bir
düşünüş şekli, esasen dini ve felsefi bir konu olan mucizenin tarihsel süreç içinde
toplumun düşünce dünyasında kendisine sağlam bir yer edindiğini bize
göstermektedir.
Felsefi bir problem olarak mucize kavramının en genel tanımı şöyle
yapılmaktadır: “Tanrı tarafından meydana getirilmiş, dini önemi haiz, olağanüstü
türden bir olaydır.”2 Bu tanımda üç önemli terim bulunmaktadır. Bunlar, olağanüstü
bir olay; Tanrı tarafından meydana getirilmiş olması ve dini önemi haiz olmasıdır.3
Bu tanımın yanında başka tanımlar da yapılmıştır. “Mucize, insan kuvvetinin
üstünde olan tabiat yasasının alışılmış düzeni dışında olan doğaüstü bir olaydır.”4 Bu
tanımlamada tabiat alışılmış bir düzen olarak kabul edilmekte ve bu düzenin dışında
gelişen olaylara harikulade olaylar denilmektedir. Mucizenin bir başka tanımı ise
şöyledir: “Dini anlamda mucize, peygamberlerin peygamberlik iddialarının
1 Kılıç, Recep, Modern Batı Düşüncesinde Vahiy, AÜİF., yay, 2002, s.136. 2 Swinburne, “İntroduction”, ed. By:Richard Swinburne,, Miracles; London, Mcmillan Publishers, s.2. 3 Kılıç, a.g.e, s.136-139. 4 Herman Randall, Jr.- Jr. Justus Buchler, Felsefeye Giriş, (Çev. Ahmet Arslan)Ege Üniversitesi Yayınları, 1982. s.117.
9
doğruluğunu ispat için Allah tarafından yapılan olağanüstü bir olaydır.”5 Bu
tanımlamada ise özellikle mucizenin dini işlevi ön plana çıkmaktadır.
Bu tanımlamaların ortak noktası, mucizelerin doğaüstü bir olay olarak kabul
edilmesidir. Doğaüstünden kasıt, maddi alemdeki olaylar zincirinin kırılması; tabiat
kanunun bozulması; doğa yasalarının ihlali; alışılmış düzenin değişmesidir. Flew,
mucizeyi şöyle tanımlar: “Mucize terimi çeşitli şekillerde anlaşılmaktadır, ancak en
yaygın anlamına göre, tabiat kanunlarının normal işlevinin değiştirilmesi veya
geciktirilmesi ile ilahi bir gücün ortaya konulduğu bir eylemdir”6 Doğa yasalarına
veya alışılmış düzene aykırı olarak kabul edilen mucize, doğaüstü bir gücün
eyleminin bir sonucu olup insan kavrayışını aşan bir olay olduğu için hiç bir şekilde
doğal kavramlarla açıklanamayan bir olgu olarak kabul edilmektedir.7 Mucize
denilen olağanüstü hadiselerin meydana gelmesi, ancak ve ancak doğaüstü bir güce
gereksinim duymaktadır. Bu güce sahip olan varlığa da Tanrı denilmektedir.
Felsefi olarak yapılan mucize tartışmalarında doğal olarak karşımıza çıkan bir
kaç kavram çıkmaktadır. Bunlar; illet, sebep, illiyet ve determinizm kavramlarıdır.
Bunların ilki olan illet kavramı, sözlükte hastalık, bahane, sebep, isnad, mebde,
ilişkili olduğu şeyin niteliğini, o şeyin iradesi haricinde tebdil eden şey anlamlarına
gelmektedir.8 İslam filozofları illet kavramının tanımında birleşmişlerdir. Buna göre
illet, “varlığında veya mahiyetinde bir nesnenin kendisine ihtiyaç duyduğı şeydir.”9
şeklinde tanımlanmaktadır ki bu anlamda ona “mebde” (ilke) de denilir. Böylece bu
tanım, nesneyi iki farklı alana ayırmış olmaktadır. Birincisi varlık alanı, ikincisi ise
mahiyet alanıdır.
Sebep kavramı ise, sözlükte, ip, urgan, kendisiyle amaca ulaşılan şey ya da bir
nesneye ulaşmak için vesile edinilen şey anlamlarına gelmektedir. Bu kelime illet
kavramı ile de eş anlamlı olarak kullanılmıştır.10 Bu anlamda “sebep”, “illet”in
içerdiği sözlük anlamından farklıdır. Çünkü “sebep”, bir şeye ulaşmamıza yarayan
araç ve vesile konumundadır. Onun bir yere hulul ederek o yerde değişiklik yapması
5 Voltaire, Felsefe Sözlüğü, Çev. Lütfü Ay, İst. 1995, C.II, s.220. 6 Flew, Anthony; A Dictionary of Philosophy, Gramercy Books,New York 1999, s.234. 7 Cevizci, Ahmet; Felsefe Sözlüğü, Paradigma, İst. 2000, s.661. 8 İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, c.II, s.471. 9 İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı, çev. Mehmet Dağ, Kemal Işık, Kırkambar, 150, 266.; İ. Fenni Ertuğrul, Lugatçe-i Felsefe; İstanbul 1341, s.85. 10 İbn Manzur, a.g.e., s.154.; İ. Fenni Ertuğrul, a.g.e., s.86.
10
söz konusu olmadığı gibi, müsebbeb (sebebli) ile zaman bakımından öncelik-sonralık
problemi de yoktur.
İlliyet (causality) kavramı ise, sebep ile sonuç arasındaki ilişkiye veya her
olayın bir sebebi olduğunu ileri süren felsefi teoriye verilen isimdir.11 İlliyet teorisi,
belli bir sebebin belli bir sonucu doğuracağını ve sonucun da kendisini meydana
getiren sebeple açıklanabileceğini ileri sürer. Bu teorinin en önemli noktası, sebebin
sonucu meydana getirmesi fikridir. Buna göre sebepler sonuçlarla birlikte bulunduğu
gibi kendilerinde bulunan tabii güç ve yeteneklerle sonuçları da meydana
getirmektedirler. Kindî (v.866?)’den başlayarak İslam filozofları, bu terimi
Aristoteles’ten (MÖ.322) almışlar ve onun bu konudaki açıklamalarını büyük ölçüde
benimsemişlerdir.12
Ortaçağ boyunca İslam felsefesini derinden etkileyen Aristo’nun dört sebep
teorisi, müslüman filozoflar arasında ittifakla kabul edilen bir ilke olmuştur. 13 Bu
teoriyi özetlersek, örneğin mermerden yapılmış bir heykelde mermer blok maddi
sebep, heykelin biçimi suri sebep, heykeltraş fail sebep, hedeflenen estetik gaye ise
gai sebeptir.14 İlerde daha fazla değineceğimiz bu dört sebep teorisini kabul eden
İslam filozofları, illiyet prensibinin insan zihninin tabii yatkınlığı ve varlığın bilgisini
elde etmenin temel şartı olarak kabul etmişlerdir. Bu nedenle İslam filozofları, fizik
ya da metafizik alanda sebep fikrinin inkarının bilimsel ve felsefi araştırmanın
imkansız hale gelmesi anlamına geldiğini düşünmüşlerdir. 15
Nedensellik düşüncesi ile yakından alakalı olan determinizm, her olayın
maddi ya da manevi bir takım sebeplerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi
düşünce olarak tanımlanmaktadır. Determinizm, sebepler ve sonuçlar arasındaki
ilişkiyi zorunlu bir ilişki olarak kabul etmektedir.16 Zorunlu ilişki, zorunlu bir
belirlenimi gerektirdiği için sebeplerin bilgisi elde edilince sonuçların bilgisi de elde
edilmektedir. Determinist düşünce her olayın mutlaka bir sebebi olduğunu ve aynı
sebeplerin daima aynı sonuçları meydana getireceğini kabul etmektedir. Buna göre,
11 Kutluer, İlhan, “İlliyet”, md.; T.D.V.İ.A, İst. 2000, C.22, s.120; Çankı, Mustafa Namık, Büyük Felsefe Lügatı, c.I, s.336-337. 12 Kaya, Mahmut; “İlk Felsefe Üzerine”, Kindi Ebu Yakup Yusuf b. İshak; Felsefi Risaleler, çev. Mahmut Kaya, İst. 1994, s.2. 13 Kutluer, “İlliyet”, s.120. 14 Kaya, Mahmut, İslam Kaynakları Işığında Aristotales ve Felsefesi; İstanbul 1983, s.214-215. 15 Kutluer, “İlliyet”, s.120. 16 Kutluer, “Determinizm” md., T.D.İ.A., İstanbul 1994, c.IX, s.215.
11
evrendeki olaylar bir takım külli ve zorunlu kanunlarla meydana gelirler.
Determinizm, kendisini en iyi şekilde Laplace’ın şu düşünceleri ile ifade etmiştir
diyebiliriz:
"Evrenin şimdiki durumunu, bir önceki durumunun etkisi ve bir
sonraki durumunun da sebebi olarak kavramamız gerekir. Doğa'ya canlılık
veren tüm güçleri ve onu oluşturan varlıkların bütün konumlarını bilebilen
bir zeka olsaydı ve ayrıca bu zeka tüm bu veriyi çözümleyecek ölçüde
büyük olsaydı, evrendeki en büyük cisimlerden en ufak atomlara değin
herşeyin devinimini bir formül içinde toplayabilirdi. Onun için hiçbir şey
belirlenim dışında kalmaz, geçmiş de gelecek de gözünün önünde serili
olurdu."17
Laplace, mekanik ve determinist anlayışa son ve mutlak şeklini vermiştir.
1820’lerde determinizm kelimesi ilk kullanılmaya başlandığı zaman, bir makinanın
çalışmasını tam olarak açıklamak için kullanılmıştı. Ama Laplace gibi bilginlerin
eserleri bütün alemi tek bir makina gibi düşünmeye sevketmiş ve böylece bir evren
determinizmi anlayışı ortaya çıkmıştır.18
İslam filozoflarının Tanrı-alem ilişkisinde kabul ettikleri zorunluluk fikrine
göre, Tanrı zorunlu varlık olarak ilk sebeptir. Bu nedenle Tanrıdan kaynaklanan bir
zorunluluk fikrini İslam filozofları metafiziksel alanda kabul etmişlerdir. Metafizik
alanda zorunluluğu kabul eden İslam filozofları, aynı şekilde tabiatta meydana gelen
olaylar arasında da zorunlu nedensellik fikrini benimsemişlerdir.19 Filozofların bu
düşüncesi kelamcılar tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Çünkü Tanrı-alem ilişkisinde
zorunluluk fikri kabul edildiğinde, Tanrının iradesi ve özellikle yaratma düşüncesi
çelişkiye neden olmaktadır. Konumuz açısından bakıldığında zorunluluk fikri,
mucizenin imkanını da tartışmalı bir hale getirmektedir.20 Determinizm, tabiatta
meydana gelen her olayın zorunlu olarak bir sebebi olduğunu benimsediği için,
Tanrının doğaya müdahalesi olarak kabul edilen mucize düşüncesini dışlamaktadır.
17 Laplace, Pier Simon; A Philosophical Essay on Probabilities, Dover Publications, New York, 1995. s.46. 18 Bolay, S. Hayri, Emile Boutroux’da Zorunsuzluk Doktrini, MEB, İst. 1989, s. 221. 19 Kutluer, “Determinizm”,md., c.IX, s.217. 20 Taylan, Necip, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri; İstanbul 1994, s. 129,141.
12
Görüldüğü üzere nedensellik fikri kabul edildiğinde, Tanrının doğaya
müdahale etmesi imkansızlaşmaktadır. Bu nedenle felsefi platformda mucize
problemi, nedensellik prensibi ile sıkı ilişki içindedir. Mucize problemi üzerine
yapılacak tartışmalar zorunlu olarak nedensellik ve zorunluluk tartışmalarını
içermektedir. Gazali, filozofların nedensellik hakkındaki düşüncelerinin mucize
mefhumuna büyük darbe indireceğinden endişe ettiği için şiddetle bu teoriye karşı
çıkmıştır. İbn Rüşt’ün de ifade ettiği gibi mucize meselesi daha önceki filozoflar
tarafından müstakil bir problem olarak alınmamışsa da ya da daha önce
tartışılmamışsa da Gazali, zorunluluk fikrinin gelecekte Müslümanların yaratıcı Tanrı
anlayışına zarar vereceğini düşündüğü için Tehafüt’te mucize bahsi açmış ve orada
nedenselliği eleştirmiştir. Bu nedenle Tehafütlerin mucize bölümleri esasen
nedenselliğin tartışıldığı bölümlerdir diyebiliriz. Tezimizde de nedensellik esas
tartışma konumuz olacaktır.
Tehafütlerde mucize bahsine geçmeden önce İslam Düşüncesinde Tehafüt
Geleneği ve Eserleri hakkında bilgi vermemiz yerinde olacaktır.
13
B. TEHAFÜT GELENEĞİ
Meydana gelmiş her eser, genellikle eserin meydana geldiği şartların bir
ürünüdür. Bu eser, yazarının yaşadığı dönemdeki sosyal ve kültürel şartları yansıttığı
gibi aynı zamanda onun psikolojik yapısını ifade eder. Bu açıdan bakıldığında İslam
düşünce tarihinde Tehafüt Geleneğinin başlamasının amil nedeni, sosyal-kültürel-
felsefi çevrenin, uygun ortamı oluşturmasıdır.21 Gazali’nin yaşadığı dönem de bu
açıdan önemlidir.
Tarihsel olarak meseleye bakıldığında ilk olarak, IX. Asrın sonlarına doğru
Abbasi İmparatorluğu merkeziyetini kaybetmeye başlamıştır. İspanya, Mısır ve
İran’da bağımsız devletler ortaya çıkmıştır. İran’da Selçukluların hakmiyeti ise bu
esnada başlamıştır. Abbasi ve Selçuklu devletlerinin egemenlik alanları, zamanla
Mısır dışında, nerdeyse İslam Dünyasının tamanını kapsayan son derece geniş bir
yelpazeye ulaşmıştır. Bu coğrafi alan içinde ticaret ve seyahat güvenli bir şekilde
yapılabilmekteydi. Sosyal ve iktisadi hayatın bu derece gelişmesi, beraberinde diğer
kültürlerle etkileşimi getirmiştir. İslam dünyası, yapılan ticari minasebetlerle Orta
Asya, Doğu Avrupa ve Hindistan ile etkileşime geçmiştir.22 Böylece yeni fikirler ve
kültürleri yakından tanıma imkanı ortaya çıkmıştır.
Abbasiler zamanında gelişen felsefi tercümeler ve diğer kültürlerle meydana
gelen etkileşimler neticesinde İslam Dünyası, yeni ilimlerle tanışmıştır. Daha önce
sadece Kuran ve Hz. Peygeamber’in sünneti olarak algılanan ilim anlayışı yeniden
yorumlanmaya başlamıştır.23
Onuncu asrın ikinci yarısı ve sonu, İslam Kültür ve Medeniyetinin onbirinci
asrın ortalarında başlamış olan altın devrinin devamı olmakla birlikte aynı zamanda
bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu asrın sonları, İslam Kültür ve Medeniyetinin altın
devrinin ve diğer kültürler üzerinde kurmuş olduğu egemenliğin sona ermekte
olduğunu işaret eden alametlerle doludur. Bilimsel ve ilmi alanda yapılan çalışmalar
önceki asırlara nazaran niteliksel ve olarak azalmaya başlamıştır.
Hakikaten Gazali, yaşadığı asır itibariyle öyle bir noktada bulunmaktadır ki,
İslam kültür ve medeniyeti doruk noktada bulunmaktadır. Zira bu dönemde bütün
21 Kuyel; M.Türker; Üç Tehafüt Bakımından Din-Felsefe İlişkisi; Ankara 1960, s.10. 22 Kuyel; a.g.e, s.13 23 Orman, Sabri; Gazali, İnsan yay., ist. 1986, s. 22.
14
fikirlerin içinde aktığı ana mecralar teşekkül etmiştir.24 Tefsir, Hadis, Kelam, Felsefe
ve Tasavvuf gibi ilimler disiplin haline gelmiş ve ana eserlerini vermiştir. Bu
dönemde özellikle Kelam ve Felsefe arasında büyük tartışmalar meydana gelmiştir.
Kelamcılar ile felsefeciler arasıdaki temel tartışma konu farklılığı üzerine olmuştur.
Kelamcılar öncüllerini dini metinlerden alırken felsefeciler genellikle akli öncülleri
kabul etmişlerdir. Kelamcılar filozofların öncüllerinin İslam inanç esasları ile
çeliştiğini iddia ederek onları eleştirirken filozoflar da onları aklı kullanmamakla
suçlamıştır. Diğer taraftan İslam Dünyasında bazı ateist fırkaların zuhur etmesi ve
çeşitli düşüncelerinde felsefeyi kullanmaları da felsefi düşünce hakkında bir takım
kaygıların oluşmasına neden olmuştur.25 Bu nedenle Gazali’nin yaşadığı asırda en
önemli problemlerin başında din-felsefe ilişkisi gelmiştir.
Selçukluların hakimiyeti esnasında mezhep kavgalarının oldukça hareketli
olduğu bilinen bir husustur. Bir yandan Şiîler, öte yandan Batınîler bir diğer yandan
ise Kerramîler bu mezhep kavgalarının başını çekiyorlardı. Bağdat'ta Nizâmü'lMülk
tarafından kurulan Nizamiye Medreseleri, bu hususta devlet tarafından himaye edilen
en büyük ilim merkezi olarak, Ehl-i Sünnet'in görüşlerini koruma ve müdafaa etme
görevini yapıyorlardı. Fırkaların çoğalıp, Batınîler'in etkin oldukları bir dönemde, bu
medreseler kültürel ve siyasal bakımdan oldukça önemli bir konumdaydı. Nizâmü'l-
Mülk'ün 484/1091 yılında Gazzalî'yi bu medreselerin başına getirmesiyle, zaten bu
meselelerin içinde bulunan Gazzalî, böylece söz konusu tartışmaların içinde aktif bir
görevde yerini almıştır. Selçuklu sultanları, Batınîler'e ve diğer Sünnî akîdeye
muhalif gruplara ordularıyla karşı koyarken, Gazzalî de onları kalemiyle yenme
gayreti içine girmiştir.26 Bir başka ifadeyle yapılan iş bölümünde, Gazzalî'ye bu
akımlara karşı kalemle karşı durma görevi düşmüştü denilebilir.
İsmaîlîlerle büyük mücadele veren vezir Nizamü’l-Mülk Ehl’i-Sünnet
akidesini kuvvetlendirmek için kurduğu Nizamiye Medreselerinin başına Gazali’yi
getirmiştir. Gazali Nizamiye Medreselerinin başına geldikten sonra kendine hedef
olarak filozofları ve sapık mezhepleri seçmiştir. Böylece Tehafüt geleneğinin ilk
adımları atılmıştır.27
24 Kuyel; a.g.e, s.11. 25 Leaman; a.g.e, s. 29-35. 26 Kuyel, a.g.e, s.15. 27 Deniz, Gürbüz; Hocazade ve Ali Tusi’nin Tehafütlerinin Mukayesesi, Basılmamış Dok. tezi, Ankara 1999. s.1.
15
Tehafüt kelimesinin ifade ettiği anlama gelince, “Tehafüt” kelimesi arapça
H-F-T kökünden türetilmiştir. Bir şeyin üzerine yavaş yavaş düşmek, bir yapının
birbiri üstüne çökmesi, tenakuz, tahrip, yıkılış, bir şeyin üzerine atılmak, zaaf,
bozukluk, budalalık, yere serilme gibi anlamlara gelmektedir.28 Mubahat Kuyel,
“Tehafütü’l-Felasife” kavramının anlamını, tutarlı bir düşünceye dayanmadan
kurmuş oldukları fikir yapılarından dolayı filozofların veya onların fikirlerinin birbiri
arkasından yıkılıp düşmesi şeklinde belirtmektedir.29 Bu manada bu kavramın ağırlık
noktası tutarsızlık düşüncesidir.
B.1. Gazali ve Tahafütü’l-Felasife
Kendi oto-biyorafisi olan el-Munkiz adlı eserinde Gazali, hakikati arayanları
dört gruba ayırır: 1- Kelamcılar 2- Batıniler 3-Filozoflar 4- Sufiler. Gazali’nin asıl
amacı hakikati bilmektir. Bu nedenle sözü edilen grupları tek tek incelemiş ve
nihayetinde Sufilerin metodunu benimsemiştir.30 Gazali, bir ilmi araştırırken ilk
olarak o alana ait bütün kitapları baştan sona inceler. Daha sonra, o alanla ilgili
kullanılan delilleri bulur, o delillerin ispat metotlarını çözer ve en sonunda da o ilim
hakkında kitap yazar. Bu metodu felsefeciler için de kullanan Gazali, öncelikle
filozofların eserlerini okumuş, delillerini ve metodlarını çözmüş ve daha sonra da bu
konu üzerinde eserler vermiştir.
İlk olarak, filozofların maksatlarını ve görüşlerini, herhangi bir tenkide ve
tahlile tabi tutmadan, olduğu gibi, objektif olarak ortaya koymak amacıyla
"Makasıdu'l-Felasife"yi kaleme alır. Bu eseri Gazali, büyük bir felsefi altyapının
ürünü olarak kaleme almıştır. Böylece, Tahafüt’ün, bir başka ifadeyle filozofları
tenkidinin ilk adımını atmıştır.
“Makasıdu’l-Felasife”, Yunan felsefesinin –büyük ölçüde Farabi ve İbn
Sina’ya dayalı olarak- gerçekçi ve objektif bir anlatımıdır.31 Gazali bu eserde,
filozofların düşüncelerini aktarır. Bunu yapmaktaki maksadı ise filozofları
28 Karlığa, Bekir; “Çevirenin önsözü”, Gazali, Tehafütü’l-Felasife,, çev. Bekir Karlığa, Çağrı, İst. 1981. s. XXIII. 29 Kuyel, M.Türker; a.g.e, s.11. 30 Gazali, el-Munkizu Mine’d-Dalal; Haz. Abdulhalim Mahmut, çev. Salih Uçan, Kayıhan, İst. 1997 s. 165. 31 Orman, Sabri; Gazali, s.79.
16
eleştirmeden önce onların nasıl bir anlayışa sahip olduklarını belirtmektir. Gazali’ye
göre onların görüşlerini tam bilmeden, herhangi bir tenkitte bulunmak doğru değildir,
hatta böyle bir hareket karanlığa atış yapmak ve körü körüne gidiştir.32 O, bu
eserinde ne yapacağını şöyle açıklar: "Bu kitapta hakkın bâtıldan, iyinin kötüden
ayırdedilmesiyle meşgul olmadan, onların ilimlerinden bahsetmeyi, onları anlatmayı
istedim. Bundan sonra Tahafütü'l-Felâsife'de bâtılları iyice anlaşılıncaya kadar
açacağız"33
Gazali, böyle bir eser kaleme alacağını Makasıdu'l-Felâsife'nin bir başka
yerinde de şöyle ifade eder: "Onların hangisinin batıl olduğunu Tahafüt'te izah
edeceğiz. Yani batıl olarak kabul edilmesi gerekenler Tahafüt'te açığa çıkacaktır.
Öyleyse şimdi doğru ve yanlıştan bahsetmeksizin kısa ve öz olarak açıkladıklarımızı
anlayalım. Bunu bitirince filozofların tutarsızlığına ciddî olarak eğilir ve o konuya
tekrar başlı başına bir kitap ayırırız ve ona Tahafütü'l-Felasife adını veririz"34 Gazali,
görüldüğü üzere sistemli olarak Makasıd’ı bir arz, Tahafüt’ü ise bir tenkit kitabı
olarak düşünmüştür.
Gazali, Makasıd’ta felsefi ilimleri dört ana başlıkta toplamaktadır:
1- Riyaziyat: Bunlar matematik ve geometri ilimleridir; bu ilimlerin dinle
tenakuz eden hiç bir yönleri yoktur.
2- İlahiyat: Filozofların bu konudaki çoğu düşünceleri yanlıştır.
3- Mantıkiyyat: Bu ilimdeki görüşlerin çoğu doğru azı da yanlıştır.
4- Tabiiyyat: Bu ilimdeki her şey birbirine karıştırılmıştır.35
Gazali, felsefi ilimleri bu şekilde tasnif ederek, Tehafüt’te hangi konularda
filozoflara eleştiri getireceğinin işaretini vermiştir.36 İlahiyyat ve Tabiiyyatat,
Gazali’ye göre en tartışmalı alanlardır. Bu alanlarda filozoflar büyük hatalar
yapmışlardır. Bu iki alan birbiri ile sıkı ilişki içinde iken İlahiyat ile Riyaziyat
arasında hiç bir benzerlik yoktur.
32 Gazali, Makasıd, s.31. 33 Gazali, Makasıd, s.18. 34 Gazali, Makasıd, s.12. 35 Gazali, Makasıd, s.2. 36 Deniz, a.g.t, s.2.
17
Ay ve güneş tutulmasını örnek veren Gazali, bu tür olayların ispatının dinle
alakalı olmadığını belirtir. Gazali, bu tür olayların fiziksel bir hadise olduğunu ve
ispatının ancak matematik ve geometri ile yapılabileceğini kaydeder.37 Bu tür
görüşleri reddetmeyi dini bir vazife olarak saymak Gazali’ye göre dine karşı yapılan
büyük bir suç olduğu gibi dini düşünceye de büyük zarar vermektedir.
Gazali’ye göre mantık ilmi sadece filozofların bildiği bir ilim değildir. Kelam
kitaplarında çeşitli isimlerle mantık ilmi geçmektedir. Felsefecilerin ona mantık ilmi
adı vermesi ile kelamcıların ona başka bir isim vermesi arasında bir fark yoktur.
Gazali, bunu ifade ettikten sonra Tehafüt’te felsefecilerin terimlerini kullanmıştır.
Filozoflarla kelamcılar arasında lafza ait bir tartışma daha da Sani’i Teala
hakkındadır. Filozofların Sani’i Teala’ya cevher demektedirler. Gazali, filozofların
cevherden kastettikleri “bir yerde olmayan, yer kaplamayan” olduğunu belirterek
muhaliflerinin anladığı anlamda yer kaplayan anlamında olmadığını belirtir.38
Gazali, böyle bir anlamın verilmesinide bir yanlışlık görmez. Çünkü kendisi de,
alemin Sani’i kavramını, kendi kendine duran, yer kaplamayan, şeklinde düşünür. Bu
nedenle aradaki farklılık Gazali’ye göre bir dil meselesidir.
Gazali, filozoflarla olan anlaşmazlığın özellikle dinin esasları üzerinde
olduğunu belirtmektedir. Bunlar, alemin hudusu, İlahi sıfatlar, insanların bedenleri
ile birlikte haşredilmeleri, ruhun ölmezliği gibi meseleleridir. Gazali, filozofların bu
meseleleri inkar ettiklerini belirtir. Özellikle bu problemler hakkındaki filzofların
görüşleri, Gazali’nin asıl hedefidir Tehafüt’te; zira kendisi de bunu Tehafüt’ün giriş
kısmında belirtmektedir.
Gazali, Tehafüt’ü yazmaktaki asıl maksadının iyi niyetli insanları, filozofların
tuzaklarından korumak ve herkese onların tutarsızlıklarını göstermek olduğunu ifade
etmektedir. Gazali, bunu eleştirel bir yaklaşımla değil tamamen bir düşman olarak
onların sistemlerini yıkmak amacıyla yapacağını kaydetmektedir. Gazali, Kerramiye,
Mutezile ve Vakîfiyye gibi mezheplerin bir takım teferruatta doğru yoldan
ayrıldıklarını belirtir. Fakat, filozoflar teferruatta değil dinin esasları yönünden
ayrılmaktadırlar.39 Bu nedenle Gazali, filozofları küfürle itham etmekten kendini
alamamıştır.
37 Gazali, Tehafütü’l-Felasife, çev. Bekir Sadak, Ahsen 2002, s.13. 38 Gazali, Tehafüt, s.12. 39 Gazali, Tehafüt, s.11.
18
Gazali, Tehafüt’te sözü geçen hususlarda filozofların sözlerindeki çelişkileri
göstermek için, onların önderi olan Aristo’yu hedef alacağını belirtir. Aristo’nun
eserlerini ele alan Gazali, O’nun eserlerinin tam olarak tercüme edilemediğini
belirterek bu husustaki endişelerini aktarır. Zira tercümelerdeki tahrif, tefsir ve
tevilden ötürü, filozoflar arasında bir takım anlaşmazlıklar olmuştur. Gazali, İslam
filozofları arasında Aristo’yu en iyi anlamış olanların Farabi ve İbn Sina olduğunu
aktarır. Aristo’nun izinde giden bu iki filozofu hedef alacağını belirten Gazali,
Tehafüt’te eleştireceği argümanların bu iki filozofa ait olduğunu kaydeder. Gazali,
filozofların çelişki içinde bulunduğu ve redde layık olduğu noktaların yirmi tane
olduğunu belirterek Tehafüt geleneğini başlatmış olur40.
Tahafüt'ün ilk konusu "alemin kıdemi" meselesidir. Onu "alemin ebediyeti"
meselesi takip etmekte, daha sonra ise, alemin bir yapıcısının (sâni') bulunduğu
konusu ele alınmaktadır. Bunları takiben de, Allah'ın birliği, sıfatları ve özelliklerine
dair meseleler işlenip, sonlara doğru da salt felsefi meselelere, tabiatla ilgili konulara
geçilmektedir. En son olarak ise, her şeyin bir son bulacağı ifade edilmek
istenircesine "Haşr" meselesi üzerinde durulmaktadır.41
Konuların böyle sıralanışı, bu eserin kelam olmaktan çok felsefi bir eser
olarak ele alındığı izlenimini uyandırmaktadır. Zira, klasik kelam kitaplarına
bakıldığında onların, önce Allah'ın varlığı, birliği ve O'nun ispatını işleyen konularla
başladığı görülecektir. Daha sonra diğer meselelere geçilmektedir. Yani, o tip
eserlerde, Kelam'ın ana prensibine bağlı kalınarak "Tanrı'dan aleme" gidiş söz
konusudur. Gazzalî'nin Tahafütünde ise bunun aksi müşahede edilmektedir. Önce
alemle ilgili konular ele alınıp, daha sonra, Tanrı ile ilgili konulara geçilmiştir.42
Yani, bu eserde filozofların prensiplerine bağlı kalınarak, "alemden Tanrı'ya gidiş"
esas alınmıştır.
40 Gazali, Tehafüt, s.12. 41 Güzel, Abdürrahman; Karabaği ve Tehafütü, Kültür Bakanlığı, Ankara 1991. s.20. 42 Güzel, a.g.e, s. 21.
19
B.2. İbn Rüşt ve Tehafütü’t-Tehafüt
Tehafüt’te yirmi konuyu tartışan Gazali, üç meselede filozofları küfürle itham
etmiştir. Bunlar; Alemin kıdemi, Allah’ın cüz’ileri bilmediği ve Cismani haşrin
inkarı meseleleridir. Gazali’ye göre bu üç meselede filozoflar İslam’dan çıkmışlardır.
Geri kalan onyedi mesele ise diğer bazı İslam fırkalarının görüşleri ile uygunluk
içindedir. Bu nedenle filozoflar, bu onyedi meselede diğer bid’at ehli İslam
fırkalarının tabi oldukları hükümlere tabidirler.
Gazali’nin filozofları eleştirmesi, gerek kendi zamanında gerekse sonraki
zamanlarda çok derin ve geniş etkilere neden olmuştur. Gazali’nin filozofları
eleştirmesi, hem kendi zamanında hem de günümüzde felsefi düşünceye yönelik bir
eleştiri olarak kabul edilmiştir. Bu haksızca bir eleştiri olarak kabul edilebilir; çünkü
Tehafüt’te Gazali, amacının filozofların ulaştığı bazı düşüncelerin dini ilkelere aykırı
olduğunu göstermek olduğunu belirtmektedir. Gazali, filozofların dini düşünceye
aykırı fikirlerini çürütmeye çalışırken de felsefi düşünceyi kullanmaktadır. Bu husus
Tehafüt’te son derece açıkken Gazali’nin felsefe karşıtı olduğunu söylemek son
derece ağır bir itham olacaktır. Bu durumda İslam dünyasında felsefi düşüncenin
gerilemesinin nedenini birçok yönden ele almak bize daha sağlıklı sonuçlar verebilir.
İslam dünyasının onbirinci asırdan itibaren, yani Gazali’nin yaşadığı
dönemden itibaren sosyal, ekonomik ve kültürel olarak gerilemeye başlaması
beraberinde düşünce hayatını da etkilemiştir. Gazali gibi son derece güçlü bir
düşünürün filozoflara yönelik yaptığı eleştiriler uzun süre cevap verilememiştir.
Başka bir yönden ele alırsak Gazali’nin ciddi bir eleştiriye muhatap olmaması, felsefi
düşüncenin gerilemeye başladığını bir işareti olabilir. Ancak Gazali’den yaklaşık bir
asır sonra yani XII. Yüzyılda, Endülüs’te İbn Rüşt(1126-1198) Gazali’nin filozoflara
yönelik eleştirisine cevap olarak Tahafu’t-Tahafut adlı eseri yazmıştır.43
İbn Rüşt, bu eseri ile Gazali’nin filozoflara yönelik eleştirilerinin haksız
olduğunu göstermeye çalışarak Farabi ve İbn Sina’nın görüşlerine açıklık getirmeye
çalışmıştır. Gazali’ye karşı İslam filozoflarını savunan İbn Rüşt, yeri geldiğinde de
bazı konularda onları eleştirmiştir44. İbn Rüşt’e göre bazı konularda İslam filozofları
43 Orman, Sabri; a.g.e, s.94. 44 İbn Rüşt, Tehafütü’t-Tehafut, s.345, 465.
20
Aristo’yu yanlış anlamışlar ve yanlış neticelere ulaşmışlardır. Buna karşın İbn
Rüşt’ün bu eleştirileri son derece azdır. Gazali de Tehafüt’ünün giriş kısmında
Farabi ve İbn Sina’nın Aristo’yu yanlış tercümeler nedeni ile yanlış anladıklarını
belirtmektedir.45 Gazali, her ne kadar filozofların Aristo’yu yanlış anladıklarını
belirtse de bunun anlamı Aristo’nun orijinal düşüncelerinin doğru olduğu anlamına
gelmemektedir. Bu nedenle Gazali, İslam filozofları yanında Aristo’yu da
eleştireceğini belirtmektedir.46
İbn Rüşt’ün Gazali eleştirisi sadece Tehafutu’t-Tehafut’la sınırlı değildir.
Faslu’l-Makal ve el-Keşf an Minhacu’l-Edille adlı eserlerinin konusu da doğrudan
veya dolaylı olarak yine Gazali’dir denilebilir.47 Bu eserlerinde genel olarak
kelamcıları eleştiren İbn Rüşt, Gazali’nin de mensubu olduğu Eşari ekolünü hedef
almıştır.
İbn Rüşt, Tehafüt’ünde Gazali’nin filozofları haksızca eleştirdiğini ifade
etmektedir. Çünkü Gazali, filozofların söylemedikleri bazı şeyleri de onlara
atfetmeye çalıştığı gibi onların ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştır. Bu
nedenle kitabının giriş kısmında İbn Rüşt, amacının Gazali’nin görüşlerini
değerlendirmek ve çoğunun yakin ve burhan derecesinden yoksun olduğunu beyan
etmek olduğunu söylüyor.48 İbn Rüşt, Gazali’nin Tehafüt’te ele almış olduğu yirmi
meseleyi teker teker ele alarak incelemektedir. Önce Gazali’nin metnini veren İbn
Rüşt daha sonra sözkonusu metin üzerine eleştirilerini dile getirir.
İbn Rüşt’ün felsefe adına yaptığı karşı eleştirinin Gazali’nin ve Tehafüt’ünün
başarısını gölgeleyemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.49 Gazali’nin başarısının temel
nedenini Hilmi Ziya Ülken şöyle dile getirmektedir: “Gazali, Yunan Felsefesiyle
İslam inancı arasındaki en esaslı çelişkiyi, yani Yunanlıların Demiurgas (yapıcı) tanrı
anlayışı ile İslam’ın Halik (yaratıcı) Tanrı anlayışları arasındaki çelişkiyi yakalamıştı
ki, bu çelişkiyi iki taraftan birini feda etmeden gidermeye imkan yoktu.”50 Gazali’nin
başarısının bir başka nedeni olarak, yazdığı kitaplarının halk tarafından daha çabuk
benimsenmesi gösterilebilir.
45 Gazali, Tehafüt, s.9 46 Gazali, Tehafüt, s.a.y. 47 Ülken, H.Ziya, İslam Felsefesi, Selçuk yay., Ankara 1967. s.122. 48 İbn Rüşt, Tehafütü’t-Tehafüt, s.3. 49 Türker, a.g.e, s.384. 50 Ülken, a.g.e, s.122.
21
B.3. Diğer Tehafütler
İbn Rüşt’ten sonra, aynı devirde yaşayan Mustafa Muslihiddin Bursevi,
Hocazade (1420?-1488) ve Alaaddin Ali Tusi (ö.877/1482), birer Tehafüt kaleme
almışlardır.51 Bilimsel faaliyetleri sürekli destekleyen Osmanlı padişahı Fatih Sultan
Mehmet, İmam Gazali ile filozoflar arasında bir hüküm verebilmek için her iki
düşünüre birer kitap yazmalarını emreder. Bunun üzerine Hocazade Tehafutu’l-
Felasife diye adlandırdığı eseri yazmıştır. Ali Tusi ise Tehafut isminin yanısıra az-
Zahira fi’l-Muhakeme Beyne’l-Hukema ve’l-Gazali, şeklinde isimlendirdiği eseri
yazmıştır52.
Hocazadenin kitabının yaşadığı dönemin alimleri tarafından beğeni
toplaması, dikkatlerin bu kitap üzerine yoğunlaşmasına ve kanaatlerin çoğunda
Hocazade’nin Gazzalici olarak bilinmesine neden olmuştur. Diğer taraftan Ali Tusi
ise İbn Rüştçü olduğu şeklinde bir kanaat oluşmuştur. Dikkatle bakıldığında
Hocazade bir çok konuda Gazali’ye muhalefet ettiği görülürken Ali Tusi çoğunlukla
Gazali’yi takip etmiştir.53
Hocazade ve Ali Tusi’den sonra da Tehafütler yazılmıştır. Ancak bu eserler,
müstakil eser olmaktan çok Hocazade’nin eserine yapılmış haşiye şeklindedir.54
Bunlardan ilki Kemal Paşazade’nin Hocazade’nin eserine haşiye şeklinde yazdığı
haşiyedir. Bu eser, “Haşiye ala Tahafut al-Falasifa”, Hocazade’nin eserinin on dört
bölümünü içermekte olup, Hocazade’nin Tehafüt’ünü incelemektedir. Kemal
Paşazade eserinde yeri geldiğinde Ali Tusi’nin Kitabu’z-Zuhr’una da sık sık atıflarda
bulunmaktadır. Bu şekilde her iki düşünürün Tehafüt’ünü de karşılaştırmaktadır.
Genel olarak Kemal Paşazade’nin eseri Hocazade’nin eseri üzerine yazılmış bir şerh
olarak kabul edilmektedir.55
Bir diğer Tehafut ise asıl adı “Mevla Muhyiddin Muhammed Karabaği Rumi
Hanefi” olan Karabaği’nin “Talika ala Şerh-ı Tahafutı’l-Felasife li Hocazade” isimli
eseridir. Karabaği’nin eseri Hocazade’nin Tehafut’u üzerine yapılan bir çalışmadır. 51 Türker, a.g.e, s.53., Ay. Bkz, Orman, a.g.e, s. 95. 52 Recep Duran, “Önsöz”, Ali Tusi, Kitabu’z-Zuhr (Tehafutu’l-Felasife), çev. Recep Duran, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990. 53 Deniz, a.g.t, s.11. 54 Deniz, a.g.t, s.13. 55 Ahmet Arslan, “Önsöz”, Kemal Paşazade, Haşiye ala Tahafut al-Falasife, çev. Ahmet Arslan, Kültür Bakanlığı, Ankara 1987, s.5-6.
22
Karabaği, eserinin girişinde Hocazade’nin filozoflara cevap verme hususundaki bazı
noksanlıklarını ifade ederek, bunları ele alacağını belirtmektedir. Bu nedenle
Karabaği, eserinde Hocazade’nin ilk on iki meselesini ele almıştır. Bu eser, müstakil
bir Tehafut değil bir ta’lik eser olarak kabul edilmektedir.56
Bu altı Tehafüt’ün dışında, varlıklarını çeşitli kaynaklardan öğrendiğimiz ve
fakat elimizde mevcut olmayan çeşitli Tehafütler de yazılmıştır. Abdürrahim Güzel
bu eserleri şöyle sıralamaktadır:
1. Saîd b. Abdullah b. Hüseyin b. Hibetullah b. Hasan er-Râvendî
Ölüm tarihini kesin olarak bilememekle beraber, 562/1166-67 yıllarında
hayatta olduğundan söz edilen Ravendî'ye ait bir Tahafütün varlığından söz
edilmektedir (Bağdatlı İsmail Paşa, İzahu'l-Meknun (Keşfu'z-Zunun Zeyli), 1/340;
Mu'cemu'l-Müellifin, 4/225).
Ancak, eserin mevcudiyeti hakkında her hangi bir bilgiye sahip değiliz.
Müellifin yaşadığı döneme bakılırsa, Gazzali'ye yakın bir dönemde yaşadığı
görülmektedir. Bu itibarla Ravendî'nin eserinin bir hayli önemli olduğu ortaya
çıkacaktır. Bu bakımdan da bu sahada çalışacak olan araştırmacıların dikkatine bu
eseri önemle sunmak gerekecektir.
2- Necmeddin Ali b. Ömer el-Kazvîni (908/1502-503)
Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre Hakimşâh Kazvîni'nin de bir Tahafütü
mevcuttur (Brockelmann, CAL, G.I. 466; Keşfu'z-zunun, I/513;Mu'cemu'l-Müellifin,
13/21). Katip Çelebi bu eserden "Tahafütü Hâkim Şah" diye bahsedip, müellifin
vefatını vermeyerek sadece eserin isminden sözetmektedir.
3- Yahya b. Ali b. Nasûh el-Kostantin Nev'i Efendi (940 - 1007/1533 - 1599).
XVI. asrın önemli Türk şairlerinden olan Yahya Nev' Efendi'nin
Hocazâde'nin Tahafütü'ne bir haşiye yaptığı bilinmektedir (Bağdatlı İsmail Paşa,
56 Güzel, Abdürrahim, Karabaği ve Tehafüt’ü, Kültür Bakanlığı, Ankara 1991, s.52.
23
Hediyyetü'l-Arifin ve Esmau'l-Müellifin, 2/531; Mucemu'lMüellifin, 13/21). Ancak
eser hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz.
4- Abdu'l-Vahhâb b. Abdurrahman b. Ali el-Amasyavi, Müevyedzâde (970/1562-63)
Kemal Paşazade'nin öğrencilerinden olan ve Abdullah Çelebi diye de tanınan
Müeyyezdâde'nin bir Tahafüt kaleme aldığı bilinmektedir. Şakâik zeyllerinden
Atâî'de O'ndan bahsedilirken Tahafüt ile ilgili olarak şu ifadeler geçmektedir. "...
Şeyhu 'l-İslâm Kemal Paşazâde Efendi hazretlerine ittisal etmişti. Medrese-i
ifâdalarında mutasarrıf-ı iâde iken Tahafütü Hocazade'yi kıraat eyleyüp, Molla, ol
kitâb-ı müstetâb üzere bir şerhi bînazîr imlâ eyledi..." (Atâi, 32)
Ayrıca diğer bazı kaynaklarda da O'na ait bir Tahafüt bulunduğu
zikredilmektedir (Hediyyetü'l-Arifn, 1/642; Mu'cemu'l-Müellifin, 6/223;
Brockemann, CALL, G.II/227 ve s.11/319)” 57
5- Mestcizâde Abdullah Efendi ( 1148/1735-36)
Metcizâde ismiyle meşhur olan Abdullah b. Osman b. Musa'nın da bu
sahadaki eseri ‘Al-Hilafiyyat bayna al-Hukema ma’a al-Mutakallimin ve al-
Hilafiyya bayna al-Mu’tazila ma’a al-Hilafiyyat bayna al-Aşa’ira ma’a al-
Maturidiyya’ Doç. Dr Ülker Öktem tarafından doktora çalışması olarak
çevrilmiştir.”58
57 Güzel, a.g.e, s.23-24. 58 Öktem, Ülker; Al-Hilafiyyat bayna al-Hukema ma’a al-Mutakallim, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara-1993.
24
I. BÖLÜM
GAZALİ’NİN TEHAFÜTÜ’L-FELASİFE’SİNDE MUCİZE
PROBLEMİ
A. TEHAFÜTÜ’L-FELASİFE’DE MU’CİZE MESELESİ
Tabii alanda sebepler ve sonuçlar arasında, zorunlu bir ilişkinin varlığını
kabul etmek, varlık alanındaki eşyanın doğal akışına dışardan bir müdahalenin
yapılmasını imkansız kılmaktadır. Bu demektir ki harikulade olaylar şeklinde
tanımlanan mucizeler değiştirilemez kuralları olan bir oluş ve bozuluş sürecinde
(tabii determinizm) kolayca açıklanamaz.59 Gazali, Tehafutu’l-Felasife adlı eserinin
Tabiat Bölümünün önsözünde bu konuya giriş olarak şunları kaydeder; “Alışılmışın
dışında meydana gelen sopanın yılana çevrilmesi, ayın ikiye bölünmesi gibi
mucizelerin ispatı buna dayanır. Adeten meydana gelen şeylerde filozoflar zaruri bir
lüzum gördüklerinden bütün bunları imkansız saymışlardır.”60 Gazali, mucizenin
kabul edilebilmesinin ilk şartının öncelikle mucize kavramına imkan veren bir tabiat
anlayışının ortaya konması olduğunu öngörmüştür. Zira filozoflar mucizeleri, günlük
yaşamımızda elde ettiğimiz tecrübelerin tam aksi bir durum olarak görmüşler ve
Kuran’da geçen mucizeleri de te’vil etme yoluna gitmişlerdir. Bu konuda devamla
şunları kaydeder Gazali; “Kuran’daki ölüyü diriltme hadisesinden maksat ilim hayatı
ile cehaleti öldürmek olduğunu söylemişlerdir. Sopanın, sihirbazların sihirlerini
yutmasını da Musa (a.s)’ın elinde meydana gelen İlahi hüccetin inkarcıların
şüphelerini iptal etmesiyle tevil etmişlerdir.”61
Gazali, filozofların adet dışı mucizeleden yalnızca üçünü kabul ettiğini
belirtmektedir: Birincisi ‘hayal gücünde’ olandır. Hayal, insanın duyu organlarının
meşguliyetinden kurtulup Levh-i Mahfuz ile ilişki kurması sonucu oluşur. Bu suretle
meydana gelecek hadiselerin bilgisi insana işlenir. Bu hal Peygamberlerde uyanıkken
meydana gelir. Öteki insanlarda ise rüyalarda görülür. İkincisi ise akli düşünce
59 Türker Mubahat; Üç Tehafüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, s. 75. 60 Gazali; Tehafüt, s.177. 61 Gazali; Tehafüt, A.y.
25
gücüdür. Bu güç, bir bilinenden bir başka bilinene süratle intikal gücünden ibarettir.
İnsanlar bu hususta birkaç kısma ayrılırlar. Bir kısmı hemen delilden sonuca ve
sonuçtan delile ulaşırken bir kısmı da yardım aldıktan sonra bu yetiye ulaşırlar. İşte
ruhi idraki en üst seviyede olanlar, peygamberlerdir. Onlar zihin ile kavranılan
meselelerde bir öğreticiye muhtaç değillerdir. Üçüncüsü ise ameli olan zihni
kuvvettir. Filozoflar, zihni kuvvete şöyle örnek verir: bir insan bir direk üstünde
yürüdüğü vakit zihin, ona düşeceğini vehmederek bu insan bundan etkilenir ve
direkten düşer. Halbuki direk yerin üstünde olsa oradan düşmeyecekti. Cisimler ve
onlardaki kuvvetler insana hizmet için yaratılmıştır. Bu nedenle insan ruhu,
çevresindeki kuvvetlerin kendisine hizmet edeceği bir dereceye yükselebilir. Bu
şekilde bir ruh, çevresinde rüzgarın esmesini, yağmurun yağmasını, zelzelenin
meydana gelmesini isteyebilir. Bu şeyler ise bir sebep olmadan meydana gelir. Bu da
Peygamber olan bir zatın mucizesi olabilir.62 Gazali, filozofların bu tür mucizeleri
kabul ettiklerini fakat bu tür olayların örneğin parçalanmayı kabul etmeyen ayın ikiye
ayrılması gibi hadiselerde mümkün olmayacağını kabul ettiklerini belirtir. Gazali’nin
karşı çıktığı en büyük nokta da burasıdır. O, filozofların, saydığı hadiselerle iktifa
edip sopanın yılana dönüşmesi, ölünün dirilmesi ve diğer şeyleri inkar etmelerinin,
bütün Müslümanların ittifakla kabul ettiği “Allah’ın her şeye gücü yeter” inancına
aykırı olduğunu düşünmüştür. Filozofların bu konuda yanıldıklarını gösterebilmek
için Tehafüt’ünde nedensellik başlığı altında mucize meselesini temellendirmiştir.
Tehafüt’te Mucize konusu, onyedinci meselede ele alınmaktadır.63 Onyedinci
mesele; Tehafüt’teki ilk üç mesele ile beraber en meşhur ve en tartışmalı mesele
olarak görülmüştür. Özellikle, birinci mesele olan alemin kıdemi meselesi64 ile on
yedinci mesele birbiri ile doğrudan ilişkili olması nedeniyle yeri gelince birinci
meseleye atıfta bulunacağız. Gazali, tartışmasına öncelikle sebep ile sonuç arasındaki
ilişkiyi incelemekle başlar.
“Tabiatta sebep olarak düşünülen şey ile sonuç olarak düşünülen şey
arasındaki ilişki, bizce, zorunlu bir ilişki değildir. Aslında bu, her iki şeyden biri
öteki olmadığı gibi, onlardan birinin kabulü, ötekinin kabulünü; birinin reddi de
62 Gazali; Tehafüt, s.178-179. 63 Gazali; Tehafüt, s.181-192. 64 Gazali, Tehafüt, s.21-57.
26
ötekinin reddini gerektirmez. Ayrıca onlardan birinin varlığı ötekinin varlığını,
birinin yokluğu da ötekinin yokluğunu zorunlu kılmaz.”65
Gazali’nin nazarında, buradaki problem, filozofların savunup üzerinde ısrarla
durdukları gibi nedensel bağın sözde zorunluluğu problemidir. Gazali, bu
zorunluluğun geçerliliğine karşı çıkar. Sebep ile sonuç arasındaki bağ mantıksal
açıdan zorunlu bir bağ değildir. Birinin olumlanması (tasdiki), diğerinin
olumsuzlanmasını, birinin olumsuzlanması (reddi) da diğerinin olumlanmasını
gerektirmez. Hatta birinin varlığı ve yokluğu, diğerinin zorunlu olarak varlığı veya
yokluğunu önceden icap ettirmez:
“Susuzluğu gidermek ile su içmek, doymak ile yemek yemek; yanmak
ile ateşin değmesi, aydınlıkla Güneşin doğması, ölümle boynun kesilmesi,
iyileşme ile ilacın verilmesi ishal ile ishal ilacının kullanılması arasında ve buna
benzer tıpta, astronomide, çeşitli sanat ve mesleklerde gözleme dayalı ilişkilerde
bir zorunluluk söz konusu değildir.66
Yukarıda sayılan olgular arasındaki ilişkiler Allah’ın takdirinde daha önce
bulunan ilişkilerdir. Dolayısıyla, sebep-sonuç arasındaki ilişki ontolojik anlamda bir
zorunluluk değildir. Allah, bu olguları birbiri ardına yaratarak sürekliliğini
sağlamaktadır. Dolayısıyla, sebep-sonuç ilişkisini, kendi özünde, ayrılmayı kabul
etmeyen zorunlu bir ilişki olarak kabul etmek, Gazali’ye göre mümkün değildir.
Olgulardaki zorunluluğun aksine, yemek yemeden doymak, boyun kesilmeksizin
ölümü yaratmak, boyun kesildiği halde yaşamı sürdürmek ve buna benzer bütün
ilişkileri meydana getirmek Allah’ın gücü dahilindedir. Gazali, meseleyi daha da
somutlaştırmak için meşhur örneğini verir:
“Pamuk, ateşe temas etmesi halinde yanar; ancak biz, yanma olmadan,
onların birbirine temas etmesini ve ateş kendisine dokunmaksızın, pamuğun
yanmış bir kül haline dönüşmesini mümkün görmekteyiz.”67
65 Gazali; Tehafüt, s.181. 66 Gazali; Tehafüt, s.181. 67 Gazali; Tehafüt,s.181.
27
Gazali, bu örneği ile Meşşai filozofların nedensellik anlayışını
eleştirmektedir. Genel olarak Meşşailerin de kabul ettiği Aristotelesçi fiililik ve
potansiyellik ayrımı, doğada değişmeyi ve varlığın önceki durumlarının ansızın
yeniden yaratılması yerine devam eden bir süreç olarak görülmesine neden olmuştur.
Kelamcılar ise Aristo’nun kuvve ve fiil arasında yaptığı ayrımı ve dolayısıyla onun
nedensellik anlayışını kabul etmediler. Bunun yerine mütemadiyen yeniden yaratılan
cevher ve araz anlayışını kabul ettiler.68 Aristo’ya göre bir fiili varlık, bir güç ortaya
koyduğu zaman etkileşme (sebep-sonuç) vuku bulur. Kelamcıların çoğu ise cevher-
araz sistemini kabul ettiklerinden dolayı bir varlığın başka bir varlık üzerine bu tür
bir etkide bulunmasını kabul etmemişlerdir. Varlıktaki her hangi bir değişme
atomlara (cevher) bağlı olamaz; zira onlar, zaman içinde kalıcı değillerdir. Bu
durumda değişme, ancak birbirinin peşinden gelen her anda, atomların Tanrı
tarafından yeniden yaratılması ile mümkün olmaktadır. Gazali de bir kelamcı olduğu
için pamuğun yanmasına sebep olan failin, Allah olduğunu kabul etmektedir.
Gazali’nin karşı çıktığı Aristoteles’in sebep ve sonucun aynı zamanda olduğu
(birlikteliği) şeklindeki tez,69 İbn Sina tarafından alemin ezeliliği lehinde getirilen
kanıtların desteklenmesinde kullanılmıştır. Buna göre alem, ezeli özünden gelen
zorunluluktan dolayı Tanrı tarafından yaratılmıştır. Yani alem, zorunlu olarak
Tanrıdan sûdur etmiştir. Bu model, Meşşaileri zorunlu olarak, tabiatta eğer bir şey
(sonuç) nedensel yeterliliğe sahip ise zorunlu olarak ortaya çıkar, sonucuna
götürmüştür. Sebep veya sebepler bir şeyin kuvveden fiile çıkmasına yeterli ise o
kuvve, fiililiğe çıkamazlık edemez.70 Bu teoriyi Gazali, Tehafüt’ünün birinci
tartışması olan “Alemin kıdemi meselesi” bölümünde uzunca tahlil edip tenkit
ettikten sonra şiddetle reddeder. Gazzali, filozofların Tanrının özgür iradesine dayalı
yaratma fikrine karşı muhtemelen yapacakları bir itirazı gündeme getirir; Tanrı eğer
istediği anda onu yaratabiliyorsa niçin daha önce değil de belli bir anda yaratmıştır?
Gazali cevap olarak zamanın da yaratıldığını söyleyerek bu sorunun anlamsız
olduğunu iddia eder.71 Tanrı-alem ilişkisini zorunlu bir ilişki olarak görmek –
filozofların yaptığı gibi- tabiattaki ilişkileri de zorunlu bir ilişki olarak kabul etmek
68 Leaman; Oliver; Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş; s.134. 69 Aristo, Metafizik; çev. Ahmet Arslan; Sosyal; İst. 1996, 1014a 2 5, vd. 70 Leaman; a.g.e, s.135. 71 Gazali; Tehafüt, s.40.
28
anlamına gelmektedir. Gazali, Tanrı-alem ilişkisini zorunlu olarak kabul
etmediğinden dolayı tabiattaki olayları da zorunlu ilişkiler olarak görmemiştir.72
Gazali, mucize meselesinde üç aşamayı ele alacağını kaydeder. Fakat bu
bölümde ilginç olan bir şey vardır ki bu üç aşamanın ilk ikisini numaralandıran
Gazzali üçüncü aşamanın nerede başladığını belirtmemiştir. Bu durum, Tehafüt’ün
İngilizce mütercimi M. E. Marmura’nın da dikkatini çekmiştir.73 Marmura,
Gazzali’nin üç aşamayı ele alacağını söylemesine rağmen gerçekte sadece iki
aşamayı ele aldığını belirtmektedir. Bu aşamalardan ilki, yanmaya sebep olan gerçek
fail Allah’tır düşüncesidir:
“Karşıtlarımızın yanmayı meydana getirenin, seçme gücü dolayısıyla
değil, tabiat dolayısıyla bir fail olan ateş olduğunu ileri sürmeleridir. Dolayısıyla
onlara göre, kendisini kabul eden nesneye temas ettikten sonra ateşin, tabiatında
bulunan şeyi yapmaktan kaçınması mümkün değildir. İşte bizim reddettiğimiz
husus budur. Biz bu konuda şöyle deriz: Pamukta siyahlığı ve parçalarından
ayrılmayı yaratmak onu yakmak ve kül haline getirmek sureti ile yanmaya
neden olan varlık, yüce Allah’tır. Allah, böyle bir şeyi ya melekler aracılığıyla
veya hiçbir aracı bulunmadan meydana getirebilir. Ateşe gelince, o cansız bir
şey olup, hiçbir etkinliği yoktur.”74
Gazali, herhangi bir doğal olayın gerçek sebebinin, Tanrı olduğunu öne
sürmektedir. Tanrı, bazen doğrudan bazen de melekleri vasıtası ile doğal olayları
gerçekleştirir. Aristotelesçi filozofların iddiası ise yanıcı bir şey varsa (onun alıcı özü
yanmaya elverişli ise) ve meydana getirebilecek yapıda bir alev bulunuyorsa bu
durumda biz, pamuğun yanacağı, daha doğrusu yanması gerektiği sonucuna
ulaşırız.75
Gazali, filozoflara şu soruyu sorar: “Sizin ateşin fail olduğuna dair ne tür
kanıtınız vardır?”76 Gazali filozofların, ateşin dokunduğu anda pamukta yanmanın
meydana gelmesi gözleminden başka bir kanıtlarının olmadığını belirtir. Fakat bu
gözlem, yanmanın pamuğun ateşe teması sırasında meydana geldiğini gösterir;
72 Türker, Mübahat; Üç Tehafüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, s. 66. 73 Gazali; The İncoherence Of Philosophy, İng. ter. Michael E. Marmura, s. 242, 4 nolu dipnot. 74 Gazali; Tehafüt, s.182. 75 Leaman; a.g.e; s. 137. 76 Gazali; Tehafüt, s. 182.
29
yanmanın ateş tarafından meydana getirildiğini göstermez. Çünkü Allah’tan başka
gerçek bir neden bulunmamaktadır; örnek olarak spermayı veren Gazali, babanın
rahme spermayı bırakarak ceninin faili olarak düşünülse de gerçekte ceninin ne faili,
ne onun yaşamının, ne görmesinin, ne işitmesinin ve ne de onda bulunan diğer başka
hususların faili olduğunu kimsenin iddia edemeyeceğini ileri sürmektedir. Gazali’nin
kastettiği şey toplumda hiçbir babanın, ben bir çocuğu yarattım, iddiasında
bulunmadığıdır. Bunlar, aslında baba ile aynı anda var olduğu bilindiği halde, onun
tarafından meydana getirilmemiştir. Gazali, onların varlığının, Allah tarafından
görevlendirilmiş melekler vasıtası ile sağlandığını belirtir.77 Dolayısıyla cansız bir
nesne olan ateş, yanma sonucunu meydana getirecek kudretten mahrumdur. Biz
sadece müşahedemizden hareketle onun fail olduğunu iddia edemeyiz. Gazali, bütün
bunlardan şu sonuca ulaşır: “Bir şeyle aynı anda var olmak, o şey tarafından
meydana getirilmiş olmayı gerektirmez.”78
Gazali, bu duruma bir misal getirerek açıklık kazandırmaya çalışır. Gece ile
gündüz arasındaki farka dair bilgiye sahip olmayan doğuştan bir körü düşünelim. Bu
adamın gözleri açıldığında renkleri görüverir. Renkler hakkında bir bilgi elde edecek
ve bu bilgisini de kaçınılmaz olarak gözlerinin açılmasına bağlayacaktır. Gözleri açık
olup karşısında da renkli bir nesne olduğu müddetçe görmemesinin imkansız
olduğunu düşünecektir. Fakat güneş batıp hava kararınca renkleri görmesinin sebebi
olarak güneş ışığı olduğunu öğrenecektir. Gazali, bu noktadan sonra şu soruyu
yöneltir: “Karşıtlarımız, varlığın ilkeleri arasında yan yana bulunan olguların
kendisinden çıktığı illet ve sebepler bulunduğuna, bu illet ve sebeplerin değişmez
olup yok olmaları ve gözden kaybolan hareketli cisimler olmamaları dışında nasıl
emin olabilirler?”79 Gazali, görünürdeki bu sebeplerin ortadan kalkması durumunda,
görünürde tecrübe ettiğimiz olguların daha da ötesinde bir başka nedenin
bulunduğunu düşünür. Bu neden daha uzak metafiziksel bir nedendir.
Gazali’nin “kör adam” örneğini vermesi aslında İbn Sina’nın Aristocu
nedensel metafiziğine karşı koymak için verdiği bir örnektir. İbn Sina için, uygun
durum vaki olduğunda bir insan, duyuları aracılığı ile belirli dış uyarıcıların kesin
bilgisine ulaşır. Görsel algıda, örneğin; bu şartlar, görme organlarının yeterli işlev
77 Gazali, Tehafüt, s. a.y. 78 Gazali, Tehafüt, s. a.y. 79 Gazali, Tehafüt, s. A.y.
30
görmesi, ışığın hazır olması, nesnenin yakınlığı, aracılık yapan ortamda bir engelin
bulunmaması gibi durumları içerir. Temel zorunlu olan bir durum, nesnenin doğal
nedensel gücünün duyu organlarına olan etkisidir.80 Gazali, duyu organlarınca elde
edilen bu bilgiye karşı olmamakla beraber İbn Sina’nın, nesnenin doğal gücünün,
uygun şartlar altında duyu organlarını zorunlu olarak etkilemesi, düşüncesindeki
zorunluluğu nesnenin kendisine bağlamasına karşıdır. Çünkü “kör adam” örneğinde
olduğu gibi görünürdeki sebeplerin dışında başka bir neden olabilir.
Gazali, filozoflardan araştırıcı (muhakkikun) olanların, bu cisimlerin yan
yana bulunmaları ve kısaca onların birbirleriyle ilişkilerinin farklı olması halinde
ortaya çıkan bu ilinti ve olguların, ancak suretlerin vericisinden yani melek ya da
meleklerden çıktığı hususunda birleştiklerini söyler. Renklerin suretinin gözde
izlenim bırakması, suretleri veren varlık tarafından gerçekleştirilir. Güneşin doğması,
sağlam bir göz ve renkli bir cisim sadece mahalli (mekanı) bu sureti kabul etmeye
hazırlayan ve yetkin kılan unsurlardır. Gazali, filozoflardan Muhakkikun olanların bu
görüşü her alana uyguladıklarını belirtmektedir.
Daha önce Gazali’nin, mucize problemini iki ana aşamada tartıştığını
belirtmiştik. Şu ana dek birinci aşamada bulunan argümanları ele aldık. Birinci
aşamada önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Bu husus ise, Gazali’nin birinci
aşamadaki eleştirilerinin kime yönelik olduğu şeklindedir. Bu konuda Gazali’ye
yönelik ilk eleştiri İbn Rüşt tarafından dile getirilmiştir.81 İbn Rüşt, Filozoflarla
Dehrileri açıkça birbirinden ayırmaktadır. İbn Rüşt’e göre filozoflar, varlıkların
fiilinin koşulu olarak onların yalnızca fiili değil, varlıkların varolma koşulu olan bir
dış failin olması gerektiği konusunda ittifak etmişlerdir: “Onların ayrılığa düştükleri
nokta sadece bu dış failin kaynağıdır. Dehriler ise bu dünyada açık bir nedeni
bulunmadan ortaya çıkan her şeyi sıcak, soğuk, yaş ve kuru gibi nedenlere
bağlamışlar ve bu unsurların belli birleşimlerle bir araya geldiklerini iddia
etmişlerdir.”82 Görüldüğü gibi İbn Rüşt, Gazali’nin eleştirilerinin haksız olduğunu,
80 Marmura, Michael E; Ghazali’s Attitude to The Secular Sciences and Logic; Edited by, F. Hourani, New York 1985, s.105-106. 81 İbn Rüşd, birinci aşamada Gazali’ye karşı getirdiği itirazlarda şunları kaydeder: “Onların hepsi şunda birleşirler; ilk fail maddeden uzaktır, bu failin fiili var olanların varlığının ve onların fiillerinin koşuludur. Bu failin fiili, failin eseri aracılığı ile var olan nesnelere ilişir ve failin söz konusu olan bu eseri de bu var olan nesnelerden farklıdır. Bazıları, bu eseri yalnızca gökküresi olarak görmüşlerdir.” İbn Rüşt; Tehafüt’et-Tehafüt; çev. Mehmet Dağ, Kemal Işık, Kırkambar s. 625. 82 İbn Rüşt, Tehafüt, s.635-636.
31
zira filozofların mutlak manada sebepleri fail olarak görmediklerini, bu nedenle
Dehrilerin bu eleştirilere daha yakın oluğunu belirtir.
Fakat ilginç olan şudur ki İbn Rüşt’ün Gazali’ye bu konuda bir cevap verme
zorunluluğunu hissetmesidir. Gazali, filozoflardan Muhakkikun olanların, nesnelere
suret veren şeyin, melek ya da meleklerin olduğu şeklindeki görüşü benimsediklerini
belirtmektedir. Bu noktada, filozofların failinin eseri olan, gökküresi veya ilk
maddeden uzak bir başka varlık olan suretlerin vericisi (sahibu’s-Sûver) ile
Gazali’nin suretlerin vericisi olarak melekleri kabul etmesindeki farklılık sadece
isimsel bir farklılık olacaktır. Dolayısıyla İbn Rüşt’ün, Gazali’nin filozofların belli
bir kesimi olan Muhakkikun tanımından hareketle yalnızca Dehrileri eleştirdiğini
kavraması gerekirdi. Diğer ilginç bir nokta da İbn Rüşt’ün Gazali’nin kullandığı
Muhakkikun kavramını gözden kaçırmış olmasıdır, zira kendi Tehafüt’ünün hiçbir
yerinde bu kavramdan Gazali’nin neyi kastetmiş olabileceğini belirtmemektedir.
Akla gelen ilk şey, Gazali’nin doğal olarak, alemin ezeliliği, cismani haşir ve
Allah’ın cüz’ileri bildiğinin inkarı meselelerinde83 filozofları küfürle itham
etmesinden hareketle çocuğun mutlak sebebi olarak babayı veya yanmanın mutlak
sebebi olarak ateşi gören filozofları küfürle itham etmesi gerekirdi. Halbuki Gazali,
on yedinci tartışmanın ilk aşamasında hiçbir kesimi küfürle itham etmemiş; onları
sadece batıl bir davada bulunmakla suçlamıştır.84 Muhtemelen Gazali, yukarıda da
açıkladığımız gibi İbn Sina’nın Aristo’cu nedensel metafiziğine karşı olarak bu
argümanları ileri sürmektedir. Nesnenin doğal gücünün duyu organlarına yaptığı
zorunlu etki, ister istemez mucize gibi harikulade olayların farklı yorumlanması
zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır. Gazali’nin Tabiat bölümünün önsözünde
filozofların mucize anlayışını ortaya koyarken aslında özel olarak İbn Sina’nın
mucize telakkisini ele aldığını görmekteyiz. Bu konuda Leaman şunları kaydeder:
“İbn Sina, sebep ve sonucu, tecrübeye dayalı bir gerçekliğin konusu
olarak kabul etmeyerek, mantıksal bir ilişkinin konusu olarak kabul etmiş ve bu
ilişkinin tamamen değişmeyen bir ilişki olduğunu savunmuştur. Bu, mucizelerin
varlığı problemini doğurur, çünkü eğer doğal olayların benzerlikleri mantıksal
olarak temellendirilmişse (grounded) ise dünyada bu kanunları ihlal eden olaylar 83 Şeyh, M. Said; Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, Editör. M. M. Şerif, İnsan Yay. 1997, s. 167. 84 Gazali, Tehafüt, s.183.
32
(mucizeleri kastederek) nasıl var olabilir? Bir değer problemi var burada aslında,
zira İslam, bir inanç olarak mucizeleri kendi tarihinde ve doktrininde ele almış,
bunu da belgelerinde çok iyi şekilde açıklamıştır. Bütün filozofların
öğretilerinde de bu fenomen baştan sona çevrelenmiştir. İbn Sina, mucizelerle
ilgili çeşitli metotlar öne sürmüştür; buna göre bazı insanlar, olağandışı gelişmiş
hayal gücü veya zihinsel yetileri sayesinde gelecekten haber
verebilirler….Başka bir ekleme olarak, mucize olarak adlandırılan bazı olaylar,
aslında oldukça müthiş, fiziksel hadiselerdir. Bu, tıpkı uzun zamandır görmeyen
bir körün, kafasını bir yere vurmasından sonra görme gücünü tekrar elde etmesi
gibidir. Burada her iki olay için nedensel bir açıklama vardır; fakat, ilk başta
buna bir açıklama yapamıyoruz ve bunu mucize olarak açıklıyoruz. İbn Sina,
mucizelerin varlığını ve neden ile onun sonucu arasındaki ilişki ve bağlılığın
varlığını bu yolla savunmaya çalışmaktadır.”85
Leaman’nın da belirttiği gibi İbn Sina ve filozoflar mucizeyi nedensellik
çerçevesi içinde bir yere oturtmak istemektedirler. Onlara göre tabiat düzenine aykırı
bir mucize anlayışı, bütün bir sistemi tehdit edeceğinden mucize olgusuna nedensel
zincir içinde bir yer bulmak en iyi çözüm olacaktır. Buna çözüm olarak, çeşitli
olağanüstü olayları peygamberlerin yüksek seviyedeki ruhi ve duyu güçlerine
bağlamışlardır. Bu güçler, yine neden-sonuç ilişkisi içinde etkisini göstermektedir.
Diğer taraftan filozoflar yakın sebebin yanında uzak sebepler de kabul etmişlerdir.
Uzak sebepler, dünyayı uzaktan etkileyen gökküresidir.
Dolayısı ile filozofların, dünyadaki bütün olayların uzak nedeni olan
gökküresini veya Vahibu’s-Suveri’yi kabul etmeleri, Gazali için o kadar önemli
değildir. O’nun için önemli olan, dünyadaki tabii olaylara bir müdahalenin olup
olmadığıdır. Filozoflar, bu müdahalenin imkansız olduğunu, olursa da uzak
sebeplerle mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir. Muhtemelen Gazali, filozofların
85 Leaman, Oliver; Averroes and His Philosophy, Oxford, 1988, s. 54. Wolfson, Eş’ari ve Mu’tezili kelamcıların belli başlı temsilcilerinden sekizinin alemin yaratılması hususundaki düşüncelerini uzunca tahlil ettikten sonra şunları kaydeder: “Yine de bu farklara rağmen, sekiz görüşün temsilcilerinin tamamı, Allah’ın alemi doğrudan aracısız yarattığı gibi, onun alemdeki her olayı da doğrudan aracısız yaratmayı devam ettiği konusunda görüş birliğindedirler ve zikredilen farkları akılda tutmak kaydıyla, ‘kesintisiz yaratma’ bu sekiz görüşün hepsinin ifadesi olarak muhafaza edilebileceği bu genel manadadır. Bunların ortak neticesi sebeplilik bağının inkarıdır. Bu farklı görüşlerin ortak neticesi, Gazali tarafından açık bir şekilde tasdik edilmiştir. Kendisinin ‘felasife’ dediği ve sebepler ile neticeler arasındaki bağın zorunlu bir bağ olduğunu iddia eden kimselere karşı çıkmıştır”. Wolfson, H. Austryn; Kelam Felsefeleri, Kitapevi, İst. 2001, s.415-416.
33
en azından uzak bir sebep olarak metafizik bir sebebi kabul etmelerinden dolayı bu
meselede onları küfürle itham etmemiştir.
Gazali, birinci aşamayı bitirdikten sonra ikinci aşamaya geçer. Bu aşamada
Gazali, sonradan olan nesnelerin, kendi ilkelerinden çıktığını kabul eden fakat
suretleri almaya hazırlıklı olmanın bu alemde şu anda var olan nedenler sayesinde
meydana geldiğini söyleyen kimseleri muhatap olarak alacağını bildirmektedir.86
Gazali, bu kimselerin, ışığın güneşten çıkması gibi nesnelerin bu ilkelerden zorunlu
olarak çıktığını iddia ettiklerini belirtir. Nesneler burada herhangi bir isteme ve
seçme yetkisine sahip değillerdir. Gazali buna somut örnekler verir; parlak bir cisim
güneş ışınlarını alır ve yansıtır; mat bir cisim ise onu kabul etmez; hava güneş
ışınlarının geçmesine engel olmadığı halde taş buna engel olur. Bazı nesneler güneşte
yumuşarken bazıları da sertleşir. Dolayısıyla ilke tek olduğu halde eserler çeşitlidir.
Aynı şekilde varlık ilkeleri, bu ilkelerden kaynaklanan nesnelerin ortaya çıkmasını
sağlar. Eğer bir eksiklik varsa bu alıcılardaki eksiklikten kaynaklanır. Gazali, onların
bu nedenden ötürü Hz. İbrahim’in ateşe atılıp, ateşin ateş olma özelliğini sürdürdüğü
halde yanmamasını kabullenemediklerini belirtmektedir.87 Çünkü onlara göre,
birbirine benzer iki parça pamuğu, ateşin kendi niteliği ile temas ettirdiğimiz anda
bunlardan birinin yanıp diğerinin yanmadığını söylemek saçmalıktır. Bu durumda
yukarıda da belirtildiği gibi alıcıda bir eksiklik olacaktır. Aksi taktirde ateş, ateş
olmaktan çıkacaktır. Bu nedenle filozoflar, Hz. İbrahim’in ateşte yanmamasının
nedeni olarak, O’nun başka bir şeye dönüştüğü veya ateşin etki edemeyeceği bir
nesneye dönüşmesini göstermişlerdir.88
Gazali, filozofların bu iddiasına iki şekilde cevap vereceğini belirtir.
Gazali’nin birinci cevabı, metafizik ilkelerin seçerek iş yaptıkları şeklindedir. İkincisi
ise Allah’ın iradesi ile eşyayı yarattığı şeklindedir.89 Gazali, birinci cevabı ile
Tehafüt’ünün birinci tartışması olan alemin kıdemine atıfta bulunmaktadır. Bu
tartışmadaki, âlem neden daha önce veya sonra yaratılmadı şeklindeki filozofların
itirazlarına Gazali, Allah sadece birbirine benzer iki şeyden birini seçmiştir şeklinde
yanıt verir. Birbirine benzer iki şeyden birini seçmek ise irade sıfatı ile mümkündür.
86 Gazali, Tehafüt, s.183. 87 Gazali, Tehafüt, s.184. 88 Gazali, Tehafüt, s. a.y. 89 Gazali, Tehafüt, s. a.y.
34
Buna rağmen Gazali, insan iradesi ile İlahi iradeyi de birbirinden ayırmaktadır.
Bunun nedeni, Allah’ın bilgisinin birçok bakımdan bizim bilgimizden ayrı
olmasıdır.90 Buradan hareketle Gazali, ateşin pamuk ile olan temasında fail iradesi ile
yanmayı yaratabiliyorsa, bu temasta yanmayı yaratmaması da mantıksal olarak
mümkündür, sonucuna ulaşır.91
Gazali, her ne kadar bazı şeylerin, başka şeylerin değişmesine sebep
olduğundan söz etsek de realitede olan ve dünyada görebildiğimiz dönüşümleri
mümkün kılan gücün başlı başına şeylerin kendi güçlerinde değil, nihai olarak Allah
tarafından belirlendiğini savunmaktadır.92 Gazali, kendisinin bu izahına karşı,
muhtemel felsefi itirazları filozofların yerine dile getirir: “Böyle bir anlayış eğer
doğru ise sonuçların zorunlu olarak nedenlerden çıkmadığı ve her şeyi, yaratanın
iradesine nispet edip bu iradenin belli bir yolu, dalı ve türünün olmadığı bir ortamda,
her hangi bir insanın bir aslan, alevli bir ateş veya azılı bir düşman karşısında
Allah’ın görme duyusunu yaratmaması imkan dahilinde olacaktır. Yine evinde bir
kitap bırakan biri, eve geri döndüğünde onu bir çocuğa ya da hayvana dönüşmüş
olarak bulabilir.”93 Diğer bir deyişle eğer Tanrı, zamana bağlı her olayı kontrol
etmek ve onlara şekil vermek için tam bir kudrete sahip ise, bu durumda dünyada ne
tür değişmez oluş ve düzenliliklere dayanmamız mümkün olacaktır? Tecrübelerimizi
karmakarışık ve gelişigüzel (tesadüfi) olmaktan kurtaran ne olacaktır?
Bu sorulara Gazali, Eş’ari cephesinden cevap vermiştir. Bizim tabiattaki
düzene ilişkin izlenimimiz, İlahi irade tarafından tabiata keyfi bir şekilde
yerleştirilmiş adet ve onun neticesinde bizde meydana gelen alışkanlıktan başka bir
şey değildir. Bu konudaki adetin her an için sürekli olması, zihinlerimize onların
akışını geçmişteki adete (düzene) uygun olarak meydana geldiğini iyice yerleştirir.
Eğer Allah, adetlerin (tabiattaki düzenin) kesintiye uğraması anında bu türlü
mümkün şeyleri gerçekleştirme sureti ile tabiattaki adeti bozarsa, bu düzen
konusundaki bilgiler, kalplerden (zihinlerden) atılır ve Allah onları artık yaratmaz.
Bu nedenle, bir nesnenin Allah’ın kudreti dahilinde mümkün bir şey olması, Allah’ın
90 Gazali, Tehafüt, s.9. 91 Gazali, Tehafüt, s.184. 92 Leaman; Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, s.139. 93 Gazali, Tehafüt, s.184-185.
35
ezeli bilgisinde böyle bir şeyi yapması mümkün olduğu halde bunu yapmaması ve
yapmayacağı hususunda bizde bir bilgi yaratmış olmasındandır.94
Aslında Gazali’nin bu izah tarzı İbn Sina’nın izah tarzından farklı değildir.
Yani Allah, tabiatı o şekilde düzenlemiştir ki, tabii şeylerde nesnelerin nedensel
zorunluluğu dışında, aynı anda bizde de nesnenin tartışmasız bilgisini yaratır. Biz bir
yandan potansiyel bilme durumunda iken öbür yandan da tek tek varlıklar (cüz’iler)
bulunmaktadır.95 Bunlar arasında hiçbir nedensel bağlantı söz konusu değildir. Tabii
bağlantı yerine tabiatüstü bir bağlantı vardır.
Gazali’de âdet kavramı, görüldüğü gibi çok önemli bir konuma sahiptir. Âdet
kavramı, lütfu ve keremi bol olan yüce Allah’ın bizi aldatmayacağı temeli üzerine
kurulmuştur.96 Gazali’nin düşünce sisteminde önemli yer işgal eden adet kavramını
derinlemesine incelememizde yarar vardır.
Günlük yaşamda tecrübesini elde ettiğimiz bazı olayların, örnek vermek
gerekirse güneşin belli bir zamanda doğması ve batması, mevsimlerin birbiri ardınca
gelişi, ateşin devamlı olarak pamuğu yakması gibi belli bir düzene, intizama sahip
şeyler, insanların dikkatini çekmiş ve nedenini sorgulamışlardır.97 Epikürcüler, bu
soruya: “Sabit bir tabiat kanunu” nedeni ile olaylar aynı düzeni takip eder” şeklinde
cevap vermişlerdir. Epikürcüler, ezelden doğru yoldan sapan atomların, alemin
meydana geldiği tesadüfi toplanmalarında sanki aralarında sözleşerek denge
kurduklarını söylemişlerdir. Onlara göre tabiat düzeni, her ne kadar tesadüfen
kurulmuş olsa da, bu düzenin bir anda, yine tesadüfen alt üst olması mümkündür.98
Epikürcülerin kabul ettiği evren modelinde belli bir düzenden bahsedilebilse de şans
kavramına yer vermeleri, evrende her zaman geçerli olan bir düzen fikrini
engellemekteydi.
Aristo, tabiat kavramı ile adet kavramını ayırarak evrende her zaman geçerli
bir düzen fikrini yerleştirmek istemiştir; “Tabiat, her zaman olan şeyle birlikte, adet
ise sık sık olan şeyle birlikte düşünülmesi” bakımından adet, tabiatla zıtlık teşkil eder
ve bu nedenle o ‘zorunluluk’ ile de tezat teşkil eder; zira zorunlu olan şey, aynı
94 Gazali, Tehafüt, s.185-186. 95 Leaman, a.g.e, s.140. 96 Leaman, a.g.e, Aynı yer. 97 Wolfson, a.g.e, s.417. 98 Ormsby, Eric Lee; İslam Düşüncesinde ‘İlahi Adalet’ Sorunu (Teodise), çev. Metin Özdemir, Kitabiyat, Ankara, 2001, s. 210. Ayrıca bak. Wolfson, a.g.e, s. 417.
36
zamanda daimidir.99 Zihinlerimizin gerisinde bu olduğu halde kelam bilginleri,
alemde ard arda meydana gelen olayların düzenliliğinin, Allah’ın mucizevi fiili ile
ihlal edebileceğine inanmış kimseler olarak her zaman değil fakat sadece sık sık
vuku bulan hadiseleri gösteren adet teriminde, onlara göre mucizelerle bozulabilen
ard arda gelen olayların düzenliliğine ilişkin uygun ifadeler bulmuşlardır.100
Kelamcılardan Gazali’nin de mensubu olduğu Eşariler, Tanrının her hangi bir
anda aleme doğrudan doğruya müdahalesini mümkün görmüşler ve bu müdahale
olmadan alemde gözlenen düzen ve olaylar arasındaki ilişkiyi “adetin cüzleri”
(alışkanlığın parçaları) biçiminde açıklamışlardır. Her olay, hatta her insan eyleminin
birbirinden ayrı ve tam bağımsızlığı olan parçalara bölünebileceği hususunda sonraki
Eş’arilerin ileri sürdükleri düşünceler, ilineklerin (arazların) süreksizliği ve süreksiz
oldukları için her an yaratıldıkları ilkesine dayanmaktadır.101 Eşariler, bu konuda
şöyle bir örnek vermişlerdir; “Bir elbiseyi kırmızıya boyadığımızda, onu boyayan biz
değil Tanrıdır. Tanrı bu rengi, giysi kırmızı boyaya ilişince, giyside yaratmıştır.
Tanrı, sözgelimi siyah rengin, boya giysiye ilişmediği müddetçe, ortaya çıkmaması
biçimindeki alışkanlığı (adetini) yerine getirmiştir. Ancak, giysideki bu renk de
sürekli kalmayıp her an yaratılmaktadır. İkinci olarak, bu işlem neden-sonuç ilişkisi
olmayan dört parçaya ayrılır; 1- Kalemi hareket ettirme iradesi (istenci) 2- Onu
hareket ettirme gücü 3- Yazma sırasında elin hareketi 4- Kalemin hareketi. Bütün bu
parçalar ya da ilinekler Tanrı tarafından yaratılmıştır. Elin kalemle birlikte bulunması
Tanrının adetini yerine getirmesinden başka bir şey değildir.”102 Aslında bu
örneklerin beraberinde bir çok problemli sorulara neden olduğunu veya olacağını
söylemek zor olmasa gerektir. İkinci örneğin ilk parçasındaki ‘kalemi hareket ettirme
iradesi’ tam olarak açık değildir. Eğer bir hareket ettirme iradesi yaratılmışsa failin
kalemi hareket ettirmeme gibi bir özgürlüğünün varolduğu anlamı çıkar. Buna
mukabil burada salt kalemi hareket ettirme yönünde bir zorunluluk da vardır, çünkü
eğer Tanrı hareket ettirme iradesini yaratmazsa bu irade hiçbir zaman meydana
gelmeyebilir. Bu durum, insan özgürlüğü sorununun yanında tabii dünyanın işleyişi
hakkında da bir takım güçlükler barındırmaktadır.
99 Wolfson, a.g.e, s. 417. 100 Wolfson, a.g.e, Aynı yer. 101 Dağ, Mehmet; İmam El-Harameyn El-Cüveyni’de Nedensellik Kuramı, On Dokuz Mayıs Ün. İl. Fak. Dergisi, 1982/2, Samsun, s. 36-37. 102 Dağ, a.g.m, s. 37. Bu örnekleri, Musa İbn Meymun özetlemiştir.
37
Bu düşüncenin sonucunda, Eşari’ye göre, Tanrının bir şeyi yaratması için
ona, ol demesi yeterlidir.103 Alemde, iyi-kötü olan her şey Tanrının iradesinin
sonucudur. Tanrı yaratmadıkça hiç kimse her hangi bir eylemi yapamaz. İnsan
Tanrıdan bağımsız olmadığı gibi onun bilgisinden de kaçamaz. Tanrı, bizi ve
yaptıklarımızı yaratmıştır.104 Yaratılmış olanlardan hiç kimse bir şey yaratamaz”
inançlarından hareketle Tanrının herhangi bir anda aleme müdahalesini Eşari,
mümkün görmüştür.105 Bununla beraber Eşari, Tanrının fiillerini akıl dışı kavramlara
dayalı bir anlam muhtevası çerçevesi içinde değil de akıl üstü ve insanın anlama
kabiliyetinin erişemeyeceği statüler olarak değerlendirmektedir. Tanrının fiillerindeki
hikmeti veya makuliyeti onun hakimiyet, kudret ve iradesine bağlamak, onları salt
aklın değerlendirmesine ve temellendirmesine tabi tutulmaya karşı tercih
edilmektedir.106
Cüveyni de Eşari’nin bu düşüncelerini, ana çizgileri ile devam ettirmiştir.
Hatta Eşari, sadece inancını dile getirirken Cüveyni, Eşari’nin inancını, akli bir
temele oturtmak için çaba harcamıştır. Cüveyni, mümkünler alemindeki düzeni,
alışkanlığa bağlı bir düzen olarak görmüştür. O’na göre, zorunlu olarak bir şeyin
ötekini gerektirmesi gibi bir şeyden söz edilemez; çünkü böyle bir şeyi kabul etmek,
başka bir deyişle, alemde doğal nedenlerin ya da doğal güçlerin varlığını kabul
etmek, bu nedenlerin ya öncesiz olduklarını ya da önceli olduklarını kabul etmeyi
gerektirir. Bu nedenler, öncesiz oldukları takdirde, sonuçlarının da öncesiz olmasını
gerektirecektir ki, böyle bir şey, alemin varlığının mümkün olduğu gözlemle
bilindiği için, imkansızdır. Bu nedenler önceli (hadis) oldukları takdirde ise her
öncelinin ona başlangıcını veren bir nedeni bulunacağından sonsuz dizilerin ortaya
çıkması gerekecektir ki, bu, alemin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği anlamına
gelecektir. O halde alemde zorunlu olarak sonuçlarını gerektiren nedenlerin
varlığından söz edilemez.107
Cüveyni’ye göre bu düzende görülen mükemmellik, doğrudan doğruya
Tanrının bilgisinin sonucudur. Tanrı dünyayı öyle bir düzen ve mükemmellikte 103 Kur’an, Nahl, XVI, 40. 104 Kur’an, Saffat, XVII, 96. 105 Dağ, a.g.m, s. 37-38. 106 Fahri, Macit; İslam Felsefesi Tarihi, s. 167. Ayrıca Bak. Aydınlı, Yaşar; Gazali: Muhafazakar ve Modern, Arasta, Bursa, 2002, s.7.; Gazali de aslında Eşari bir düşünce olan Hikmet düşüncesini kabul ederek bilinemezci bir tavır sergilemiştir. 107 Dağ, a.g.m, s. 41.
38
dizayn etmiştir ki, bu düzen ve mükemmellik bizde alışkanlığa neden olmaktadır.108
Bizdeki alışkanlık fikri, Tanrının adetine dayanmaktadır. Tanrı isterse adetine aykırı
davranabilmektedir.
Gazali, İmam Cüveyni’ye çok şey borçludur. Bir dönem Cüveyni’den ders
alan Gazali, O’nun sayesinde kelama yönelmiştir.109 İmam Cüveyni’den çok
etkilenen Gazali, özellikle Tehafüt’ünde zorunsuzluk doktrinini temellendirirken
kullandığı argümanlar birebir Cüveyni’den esinlenmedir. Muhtemelen adet teorisini
geliştirirken yine Cüveyni’den yararlanmıştır.
Eşarilerin kabul ettiği âdet teorisi, Gazali’den önce de çeşitli tenkitlere
uğramıştır. Bu tenkitlerden biri de; eğer olayların ardışıklığındaki düzenlilik, insan
fiillerindeki bir tip düzenliliğe benzetilecek olursa, adet adı verilen Allah’ın
fiillerinin de sapmalara- mucize denen sapmalar değil, fakat mucizevi olmayan
sapmalara- maruz kaldığını kabul etmek gerekir, şeklindedir.110 Muhtemelen Gazali,
bu tenkitten haberdardır, çünkü onun adet teorisini ortaya koyduğu pasaj, daha önce
de gösterdiğimiz gibi111 adet teorisinin olayların ardışık sırasındaki gerçek
gözlemlenebilir düzenliliğin devamını nasıl açıklayabileceğini göstermeye çalışan iki
cümle ihtiva etmektedir.112 Bu iki cümle şunlardır: “Allah, bizde bu şeyleri (yani
kitabın çocuğa dönüşmesi gibi), her ne kadar onlar mümkün olsa da,
yaratmayacağına dair bilgi yaratmıştır... Onlardaki âdetin sürekli olarak tekrar
etmesi, zihnimizde onların geçmişteki adetlerine uygun olarak meydana gelmeye
devam edeceklerine dair silinmez bir izlenim bırakır.”113
Bu iki cümlenin olayların ardarda gelişindeki müşahede edilen düzenin hem
gerçekliğini hem de sürekliliğini açıklama teşebbüsü olduğu açıktır. Wolfson, bizde
yaratılmış “bilgi” ve zihnimizde sabitleşmiş “izlenim” ile Gazali’nin neyi
kastettiğinin açıklanmaya muhtaç olduğunu düşünmektedir. Wolfson, ilk cümlenin,
Allah’ın bizde, kendisi ile her zaman geçmişte tarafımızdan olayların düzeninin
gelecekte değişmeyeceğini bildiğimiz bir güç yarattığı anlamına gelmeyeceğini ve
ikinci cümlenin de, zihnimizde, o olgunun gelecekte de devam edeceğine dair
108 Dağ, a.g.m, s. 40-41. 109 Watt, W. Montgomery; Müslüman Aydın, Çev. Hanifi Özcan, Etüt, Samsun 2003, s. 29, 30,114. 110 Wolfson, a.g.e, s. 419. 111 Bak, 84 nolu dipnot. 112 Wolfson, a.g.e, s. A.y. 113 Gazali, Tehafüt, s. 186.
39
izlenime neden olanın, geçmişte tarafımızdan gözlemlenen olayların düzeni olduğu
anlamına gelmediğini düşünmektedir. Wolfson, bu cümlelerin, alemin yaratılışından
beri, ne zaman Allah belli olayları başka olayların ardında yaratırsa, o insanlarda,
mucizeler hariç olmak kaydıyla, aynı olayların gelecekte de aynı ardardalık
düzeninde, onun tarafından yaratılmaya devam edileceği anlamında alınması
gerektiği şeklinde bir alternatif sunmaktadır.114
Wolfson’un bu tespiti bizce yerinde bir tespittir. Eğer bu cümleleri,
tarafımızdan gözlemlenen olayların gelecekte de değişmeyeceği şeklinde alırsak,
elde ettiğimiz bilgiler, kesin bilgi kategorisine girmiş olacaktır. Tecrübelerle elde
ettiğimiz bilgiyi kesin bilgi olarak tanımlamak, Gazali açısından Tehafüt’te
savunulan tez ile çelişmiş olacaktır. Bu durumda, belirli olayların düzenliliğini ve
önceden tahmin edilebilirliğini izah eden, tabiat ve nedensellik olmayıp aksine adet
ve adetin devam edeceğine dair devamlı yaratılan bilgidir.
Gazali’de âdet kavramı, bir yönü ile Tanrının iradesinin olağan tezahüründeki
düzeni ve bir bakıma sabit gibi duran unsuru dile getirirken bir taraftan da Tanrının
yaratmasının zorunluluk içermeyen yapısını ifade etmektedir. Diğer taraftan bu
kavram, insanın tabii varlık alemini algılamadaki durumunu ifade etmekte
kullanılmaktadır. Gazali’nin Tanrının yaratmasındaki düzene ‘âdet’ demesi, olguların
tabii düzeninin zorunlu olmadığını ve dolayısı ile de “mucizenin” mümkün olduğunu
temellendirme amacını taşımaktadır.115 Buna göre mevcut tabii düzenin tamamen
veya kısmen değişmesi mümkündür ve bu değişim de her hangi bir çelişkiye yol
açmamaktadır. Buradan Gazali’nin mucize tanımına ulaşmaktayız; mucize, mevcut
düzenin Tanrı tarafından kesintiye uğratılarak, adete muhalif olan ama imkansız
olmayan başka bir mümkünün yaratılmasıdır.
Gazali, ne olursa olsun tabiatta olayların bir ardarda geliş düzeninin
bulunduğunu, evrene bir kaos ve karmaşanın hakim olmadığını kesin olarak kabul
etmektedir. Bu şekilde insan, söz konusu düzenin psikolojik algısını duyumsamakta
ve epistemolojik tasvirini yapabilme imkanı bulmaktadır.116
Gazali, Tehafüt’ünün ikinci kısmında filozoflara verdiği ikinci cevap şudur:
114 Wolfson, a.g.e, s.420. 115 Aydınlı, a.g.e, s. 98. 116 Aydınlı, a.g.e, s. 97.
40
“Deriz ki: Birbirine her bakımdan benzeyen iki pamuk parçasının ateşin
yanında bulunduğu sırada ateşin, bunların arasından bir ayırım yapmadan her
ikisini yakacak surette yaratılmış olduğunu kabul eder, fakat bununla birlikte bir
peygamberin ateşe atılıp yanmayacağını da kabul ederiz. Bu yanmayış, ya ateşin
özelliğini değiştirmek veya bu peygamberin özelliğini değiştirmek sureti ile
olur. Yüce Allah veya meleklerden bir melek, ateşte sıcaklığın peygamberin
vücuduna geçmesine mani olan bir vasıf meydana getirir ve bu suretle ateş,
yakıcılığını muhafaza edip ateş olarak kaldığı halde peygambere tesir etmez.
Veya peygamberin vücudunda öyle bir özellik meydana getirir ki, et ve
kemikten ibaret olan insan gibi kaldığı halde, bu özellik ateşin kendisine tesir
etmesini önler. Bunun olması mümkündür, çünkü vücudunu talkla ovalayan bir
kimse, alevli bir ocakta oturduğunda ateşten etkilenmediğini görürüz. Bunu
görmemiş olan bir kimse hemen inkar edebilir. Karşıtımızın, yanmayı
engelleyen ateşteki ya da bedendeki niteliklerden birine Allah’ın kudretinin
yetmesini inkar etmesi, talkı ve etkisini hiç görmemiş olan bir kimsenin inkarına
benzer. Aslında Allah’ın kudretinde olan nesneler arasında, görmediğimiz
birtakım garip ve olağanüstü şeyler bulunmaktadır. O halde, bu türlü şeylerin
mümkün olduğunu niçin inkar etmemiz ve imkansız olduklarına hüküm
vermemiz gereksin!”117
Gazali, yukarıdaki düşüncelerinden de anlaşılacağı gibi, eğer iki pamuk
parçası arasında bir fark yoksa bunlardan birini yakan ateşin aynı zamanda diğerini
de yakacağını da kabul etmektedir. Bununla birlikte Tanrının, pamuğun tabiatını
ateşten etkilenmeyecek bir biçimde etkilemesini de mümkün görmektedir. Gazali’nin
bu açıklaması, İbn Sina için kabul edilebilir görülmemektedir. İbn Sina’ya göre
varolan şeyler, her ne kadar bizatihi zorunlu olmasalar da başka bir şey tarafından
zorunlu olarak meydana getirilirler. Alem de varolmadan önce varolma ihtimali
açısından mümkün olsa da başka bir şey tarafından zorunlu olarak meydana
getirilmektedir. Çünkü, Tanrıdan mütemadi bir şekilde gerektiren ve gerektirilen
durumlar zinciri içinde, başka bir şeyi zorunlu kılan bir şeyin, yani Tanrının ezeliliği
ve bekası tarafından güvence altına alınmış tabii düzenin mükemmelliği, düzenliliği
ve değişmezliği ile sudur etmiştir.118
117 Gazali, Tehafüt, s. 186. 118 Leaman, a.g.e, s. 142.
41
Mucizeyi, doğal kanunları kesintiye uğratan bir olay olarak
tanımladığımızda119 Filozofların ve İbn Sina’nın zorunluluk anlayışları çerçevesi
içinde bu tanıma katılmadıklarını söyleyebiliriz. Var olan her şeyin varlığı
zorunludur, dolayısıyla bir imkansızlık baş göstermedikçe o şeyin var olmaması
düşünülemez. Sebep-netice ilişkisinde İbn Sina, sebepten neticeye doğru tesir eden
bir gücün geçmesi gerektiğini, bu şartın olmaması durumunda, sebebin bir anlamının
olmayacağını düşünmektedir.120 Öte yandan Kuran’a baktığımızda, Hz. Musa’nın
asasının yılana dönüştüğüne, asanın denizi ikiye ayırdığına, Hz. İbrahim’in ateşte
yanmadığına dair bilgiler mevcuttur. Filozofların bu durumda iki seçeneği
mevcuttur; ya bunları reddedecekler ya da bunlara bir izah getireceklerdir. İlk
seçeneği doğal olarak eleyen İslam filozofları, kendi sistemlerinde tabii nedenselliğe
halel getirmeyecek orijinal bir mucize tanımı geliştirmişlerdir.121
İbn Sina açısından bakıldığında, mucize olgusu tamamıyla doğal süreçlerle
yorumlanmaktadır. Bu süreçler üç başlık altında toplanabilir. 1- Düşünce ve nazarsız
faal akılla ilişki kurmayı sağlayan kudsi bir kuvvet Peygamberlerde mevcuttur. Bu
kuvvetle peygamber beşeri bir öğrenme ve öğretme olmadan tam bir ilme ulaşır. Hak
olan İlah hakkında, meleklerin tabakaları, diğer mahlukatın sınıfları, mebde ve
meadın keyfiyeti konusunda bilgiye ulaşır ve “Bilmediğini sana öğretti”122 ayetinin
gösterdiği şekilde bir ilim elde edebilme imkanı sağlar. Buna göre peygamberlerin en
önemli vasıfları açık, berrak bir zeka ve akli kuvvet sahibi olmalarıdır. 2- Geçmiş,
şimdi ve gelecekteki işlerin tahayyülüne yardım edecek kuvvetli bir muhayyile gücü
ile temayüz etmiş olmalarıdır. Nebi, bu muhayyile gücü ile uzun zaman önce
meydana gelmiş olayları idrak edip haber verir, gelecekte vuku bulacak olayları da
haber verebilir. 3- Nebiler muharrik nefisleri ile başkalarını helak etme, korkunç
rüzgarlar estirme, yıldırım, tufan, zelzele, asayı yılana çevirme gibi bazı olağanüstü
119 Mucize kavramının tanımında bir çok güçlükler bulunmaktadır. Bu güçlüklerin ana nedeni, fiziksel ve dinsel tanımlamalardaki farklılıktır. Dini alandaki tanımlamalarda da çeşitli güçlükler mevcuttur. Teistik dinlerin mucize tanımı ile teist olmayan dinlerin tanımlarında da farklılık mevcuttur. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak. Kılıç, Recep; Modern Batı Düşüncesinde Mucize, Ank. Ünv. İlahiyat Fak. Yay. Ankara, 2002, s. 134-142. Arc.bkz, Miracles, Edited by. Richard Swinburne, London, 1989, s. 49. 120 Atay, Hüseyin; İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 2001, s. 223. 121 Leaman, a.g.e, s. 143. 122 Kur’an, Nisa, 113.
42
şeyleri gerçekleştirme gücüne sahiptirler. Kısacası nebilerin üçüncü özelliği, tabiata
hükmedebilme gücüdür.123
Gazali, ölünün diriltilmesi, asanın yılana dönüştürülmesi mucizelerini, bu
bağlamda algılar. Ona göre bu mucize çeşidi, yaratılış sürecinin hızlandırılması ile
mümkündür. Madde her şeyi kabul etmeye müsait olduğu için toprak ve diğer
unsurlar, ot halini alır; hayvan onu yediğinde ot kana dönüşür; kan da meniye
dönüşür; meni de rahme düşünce canlı bir varlık halini alır. Bütün bu aşamalar çok
uzun zaman içinde gerçekleşir. Allah, isterse, bu zamanı kısaltabilir ve bu da
imkansız değildir. Gazali’ye göre bu tür mucizelerde peygamberin rolü, filozofların
peygamber nefsinin üstünlüğüne bağlı olarak ortaya koydukları mucize anlayışındaki
rolü gibidir. Yağmurun yağması, yerin sarsılması, asanın yılana dönmesi, ölünün
diriltilmesi gibi mümkün olan olgular biranda olursa peygamberin mucizesi olarak
tecelli eder.124
Fakat Gazali, bu noktada şu soruyu sorar: “Kabul ettiğimiz bu hususlar acaba
peygamberin kendisi tarafından mı yoksa başka bir ilke tarafından mı meydana
getirilmektedir?” Gazali, bu soruya vereceği cevabın filozofların da kabul etmesi
gerektiğini zira onların da aynı şekilde düşündüklerini belirtir. Gazali’ye göre bu
hususlar, ya aracısız olarak ya da meleklerin aracılığı ile Allah’ın iradesinin bir
tecellisidir.125
Gazali, mucizelerin ne zaman gerçekleştiği konusuna da açıklık getirir. O’na
göre, mucizelerin gerçekleşmesinin en uygun anı, peygamberin yoğun isteğinin o
olgunun gerçekleşmesine yöneldiği, himmetini buna sarfettiği ve hayır nizamının
şeriat nizamını devam ettirebilmesi için uygun ortamın ortaya çıktığı andır.126 Nesne,
kendi özünde mümkündür; onun ilkesi (mebde), Allah’ın yüceliği ve cömertliğidir;
fakat böyle bir şey Allah’tan ancak, o şeyin varlığına ihtiyaç ağır bastığında çıkar ve
iyilik o anda belirlenmiş olur. Gazali, iyiliğin o anda ortaya çıkmasının iki amacının
olduğunu söyler. Birincisi, peygamberliği ispat etmek; ikincisi de iyiliği yaymaktır.
Gazali, bu düşüncelerin filozofların görüşlerine uygun olduğunu belirtir.
Diğer taraftan filozoflar, canlı suretinin varlıkların ilkeleri olan melekler tarafından
123 Okumuş, Mesut; Kuran’ın Felsefi Okunuşu (İbn Sina Örneği), Araştırma, Ankara, 2003, s. 175. Ayrıca bak. Leaman, a.g.e, s. 143. 124 Gazali, Tehafüt, s. 187. 125 Gazali, Tehafüt, s. 187. 126 Gazali, Tehafüt, s. 188.
43
tercih ettirici sebeplere uygun olarak verildiğini kabul ederler; örneğin, insan
nutfesinden sadece insan, at nutfesinden de yalnızca at yaratılır. Çünkü, nutfenin
attan meydana gelmesi, kendisine benzer bir at suretinin öteki suretlere tercih
edilmesinin nedenidir. İşte bu nedenle, hiçbir zaman arpadan buğday, armut
çekirdeğinden de elma yetişmez.127
Gazali, filozofların da kabul ettiği bir takım tabii hadiselerden örnek vermeye
devam eder. Hayvanlar aleminde solucan gibi bazı türler, topraktan üreme
olmaksızın çoğalırlar. Diğer bir kısmı da, topraktan doğmadıkları halde, kendi
aralarında ürerler. Bunun sebebini Gazali, filozofların izahından hareketle
açıklamaktadır; buna göre, mahallerin zatındaki istidatın farklı olması, onların farklı
suretleri almasına neden olur.128 Filozoflara göre bir canlının hangi kategoriye
gireceğini belirleyen ana etken, yıldızların bir araya gelmeleri ve gök cisimlerinin
hareketleri sırasında birbirlerine oranla almış oldukları çeşitli durumlardır.
Gazali, bu açıklama ile istidatların mebde’lerinde bilinmeyen birtakım garip
durumların bulunduğunun anlaşıldığını belirtir. Bu garip durumlara tılsım örneğini
veren Gazali, tılsımlarla meşgul olanların, gök cisimlerinin kuvvetini temsil eden bir
takım şekilleri kullanarak cisimleri etkilemeye çalıştıklarını belirtir. Bununla, bazen
yılan ve akrepleri, meskun mahallerden uzaklaştırmayı başardıklarını belirtir. Gazali,
buradan hareketle, istidatların mebde’lerini kontrol altına almak ve onların bilgisine
ulaşıp sınırlarını kontrol etmek imkanı yoksa, bazı cisimlerin bir durumdan bir başka
duruma geçme kabiliyetinin mümkün olduğu sonucuna ulaşır.129 Doğal süreçteki
gelişim hızından farklı olarak, çok kısa bir süreçte nesne, değişime uğrar ve mucize
meydana gelir. Bunun inkarı ise düşünürümüze göre, anlayış kıtlığından, üstün
varlıkları yakından tanımayıştan ve yüce Allah’ın yaratıklarındaki ve yaratılıştaki
sırları bilememekten ileri gelebilir.
Gazali, mucize düşüncesini Tehafüt’te temellendirirken, bu düşünceye karşı
yapılabilecek önemli bir itirazı gündeme getirmektedir. Bu itiraz, şöyledir: “Mümkün
olan şey Allah’ın kudretinde ise, eşya arasında mümkün ve muhal olanın sınırını ne
belirleyecektir? Nesneler içinde bazılarının imkansız olduğu, bazılarının da mümkün
olduğu, bazıların hakkında da aklın hüküm vermede çaresiz olduğu durumlar vardır.
127 Gazali, Tehafüt, s. 188. 128 Gazali, Tehafüt, s. 188-189. 129 Gazali, Tehafüt, s. 189.
44
Biri çıkıp, yüce Allah’ın irade edilen şeyi bilmeksizin iradeyi, hayat olmaksızın
bilgiyi yaratabileceğini ve yine ölü birisinin eliyle ciltler dolusu kitaplar
yazabileceğini, sanatlarla uğraşabileceğini iddia edebilir. Aynı şekilde yüce Allah’ın
taşı altına çevirebileceği gibi, cinsleri değiştirmeye, tözü ilinti yapmaya, bilgiyi
kudrete, siyahı beyaza, sesi kokuya dönüştürmeye gücü yetebilir.”130
Gazali’nin bu konudaki görüşlerine değinmeden önce Eşari ekolün önemli
düşünürlerinden Cüveyni’nin mümkün ve muhal hakkındaki görüşlerine
değinmemizde yarar vardır, zira bu konuda Gazali’nin düşüncelerine önemli ölçüde
kaynaklık etmiştir.131
Cüveyni’ye göre mümkün, kendisinde mantıksal bir çelişki bulunmayandır.
Buna göre, Tanrı’nın mantıksal bir çelişki taşımayan her şey üzerinde kudreti vardır.
Aklen imkansız olan, yani kendisinde mantıksal çelişki bulunan şeyler üzerinde ise
Tanrının kudreti bulunduğundan söz edilemez; çünkü aklın imkansızlığına
hükmettiği bir şeyin yokluğu zorunludur. Bu nedenle Cüveyni, Tanrının eylemle
ölümü, dilsizlikle konuşmayı, görmekle körlüğü ve bilgi ile ölümü birlikte
yaratabileceğini imkansız görmektedir. Kendisinde mantıksal olarak çelişki
bulunmayan her şey Tanrının gücü dahilindedir. Sözgelimi Tanrı, taşı sıvı haline
gelinceye kadar eritmesi mümkündür.132
Bu şekilde Cüveyni ontolojik bir zorunluluktan çok çelişiklerin bir arada
bulunmadığı, mantıksal zorunluluğu kabul etmektedir. İmam Cüveyni’nin bu kabulü,
aslında Eşari’nin kabul ettiği Tanrının sınırsız kudretine, bir sınır çizmektedir. Daha
önce de ifade ettiğimiz gibi Eşari, var olan bütün olguları sınırsız bir kudrete sahip
olan yüce Yaratıcıya nispet etmişti. Cüveyni, genel olarak bu görüşü kabul etmekle
beraber buna bir sınır çizmiştir. Belki de Cüveyni, Tanrının sınırsız yaratma
kudretinde mantıksal çelişkilerden çok belki de ondan daha önemli metafiziksel
sorunların doğacağını düşünmüştür. Örneğin, Tanrının her şeyi ile kendisine benzer
bir Tanrı yaratabilir mi, sorusu beraberinde bir takım güçlükler doğuracaktır. Eğer
kendisine benzer bir Tanrı yaratabilir, denirse gelecekte bunun olma ihtimali doğacak
ve İslam düşüncesinin Tevhid ilkesine düşecektir. Eğer yaratamaz denilirse bu cevap
Eşari’nin tezi ile çelişecektir; zira Tanrının kudretine bir sınır çizilecektir.
130 Gazali, Tehafüt, s. 190. 131 Dağ, a.g.m, s. 38. 132 Dağ, a.g.m, s. 40.
45
Kuşkusuz Gazali, bu tür sorunların farkındadır ve bu konuda Cüveyni’nin
izinden gitmiştir.133 İmkansız olanı tarif etmeye çalışırken Gazali, Eşari’nin mutlak
kudret düşüncesinden ayrılarak Tanrının mantıksal olarak çelişki olmayan şeyleri
yaratabileceğini düşünmektedir. Muhal diyor Gazali:
“Allah’ın kudretinde değildir. Ve muhal, nefyetmekle birlikte
bir şeyi ispat etmek veya umumi olanı nefyetmekle hususiyi ispat
etmekten ve biri nefyetmekle ikiyi ispat etmekten ibarettir. Bunlardan
birine varmayan şey muhal değildir. Muhal olmayan da Allah’ın kudreti
dahilindedir.”134
Gazali, görüldüğü gibi, özdeşlik ve çelişmezlik prensiplerine aykırı olanları muhal
(imkansız) olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla, özdeşlik ve çelişmezlik prensipleri
ile çelişmeyen her şey mümkündür. Bu noktada akla büyük görev düşmektedir.
Gazali’ye göre özdeşlik ve çelişmezlik prensipleri, öylesine bir bilgi sağlarlar ki
insana, hiç bir güç onları insan zihninden atamaz. Gazali, Mihakku’n-Nazar adlı
eserinde bu prensipleri şöyle açıklamaktadır:
“Onun ne önermeyle ilgili kesin bilgisinde ne de onun emin
oluşunun geçerli olduğuna dair ikinci bir kesin bilgisinde hatanın olması
caiz değildir. Bu konuda fikrinin değişmesinin tasavvur
edilemeyeceğinden ve onun bilmediği ve inancını değiştirecek bir delile
ulaşılamayacağından kesin olarak mutmain olur. Kendisine insanların
en üstününden, inancının çelişiği anlatılsa bile onun cehalet, yalan ve
hata olduğunda duraksamaz. Hatta ona Nebi’nin mucizesi ile birlikte,
onun emin olduğu şeyin hata olduğu ve hatasının delilinin de O’nun
mucizesi olduğu anlatılsa bile ona ve anlatılana gülüp geçmesi gerekir.
Eğer O kimsenin Allah-u Teala’nın Nebisine onun inancının çelişiğini
ortaya çıkaran bir sır bildirdiği aklına gelse bile bu durumda, onun
inancı yakin değildir. Böylesi bir bilginin örneği şunlardır: Üç altıdan
azdır, bir kimse aynı anda iki yerde bulunamaz ve iki kişi bir yerde bir
araya gelemezler. ”135
133 Dağ, a.g.m, s. 38. 134 Gazali, Tehafüt, s. 190. 135 Gazali, Mihakku’n-Nazar, çev. Ahmet Kayacık, Ahsen, İst. 2002, s. 98.
46
Gazali, özellikle mantık ve matematik alanındaki bilgilerin, sadece akılla
bilinebileceğini ve duyuların onları doğrulamasına gerek olmadığını ifade
etmektedir. Tehafüt’te bir kişinin aynı anda iki mekanda bulunamamasının nedenini
açıklayan Gazali, bir şahsın bir yerde olmasından onun başka bir yerde olmamasını
anladığımızdan dolayı mümkün olmadığını söylemektedir. Bir şahsın hem evde
olması hem de sarayda olması, çelişiktir.136
Gazali’ye göre, kesin bilginin üç durumu vardır. Birincisi yukarıda da
belirttiğimiz gibi aksi için mucize dahi gösterilse, yanlış olması imkansız olan
mantıksal ve matematiksel önermelerdir. İkincisini gazali, kesin itikat olarak
isimlendirir; buna göre Müslümanların, Hıristiyanların dinlerine ait inançları bu tür
itikata benzemektedir. Bu tür inançlar genellikle nefsin hiçbir şekilde zıddını
hissetmeksizin kesin bir doğrulama ile tasdik etmesi sonucu oluşur. Üçüncü durum,
zan’dır. Zan’da, o önermenin zıddı doğru olarak düşünüldüğünde, nefis onu kabulden
çekinmez.137 Gazali’ye göre nefis, önermelerden bir önermenin doğruluğunu kabul
ettiği ve ona itimat ettiği zaman bu üç durum hasıl olmaktadır.
Gazali, öncelikle insanın kesin bilgiye ulaşabileceğini kabul etmektedir.
Mihakku’n-Nazar’da Gazali, önermelerin üç durumu olduğunu belirttikten sonra
kesin bilginin kaynaklarını sıralar. Bunlar sırası ile, ilk zorunlu bilgiler olan
Evveliyat, iç ve dış gözlem sonucu elde edilen Müşahedat; adetlerin düzenli
hareketini ifade eden Mücerrebat; tevatür ile bilinen Mütevatirat; şüphenin arız
olduğu Vehmiyyat ve çoğunluğun kabul ettiği Meşhurattır. Elde edilmek istenen
sonuç ister yakini ister zanni isterse de fıkhi olsun, netice veren kıyas ancak, yakini
öncüllerden oluşur.
Şimdi Gazali, yakini (kesin) bilginin kaynaklarından birini teşkil eden
Mücerrebat’ı adetlerin düzenli hareketi olarak tanımlar. Örneğin, ateşin yakıcı
olması, fırlatılan taşın yere doğru düşmesi, ekmeğin doyurucu olması suyun
susuzluğu gidermesi, şarabın sarhoş edici olması gibi olguların hepsi tecrübe ile elde
edilir. Gazali, sebebin sonucu gerektirdiğini zira eğer öyle olmasaydı arka arkaya
gelmezdi diyen aklın böyle bir hükme vardığını söyler. Gazali, insan bu alan
üzerinde iyice düşündüğü vakit, aklın, duyular ve tekrarlar vasıtasıyla orada, gizli bir
136 Gazali, Tehafüt, s. 190. 137 Gazali, Mihakku’n-Nazar, s. 96- 97.
47
kıyas aracılığı ile ona ulaştığını iddia etmektedir.138 Buna karşılık Gazali, nesne ve
olaylar arasındaki zorunluluğu kısmen kabul etse de Aristocu bakış açısını
reddetmektedir. Miyaru’l-İlm adlı eserinde şu ilginç pasajı bize aktarmaktadır:
“Şayet birisi, ‘kelamcılar, boynun vurulması ölüm için, yemek
yemek tokluk için bir neden değildir; ateş de yanmanın nedeni değildir;
yanmayı, ölümü ve tokluğu bu olayların cereyanı esnasında ama onların
bir etkisi olmaksızın yaratan Allah’tır, şeklinde bir görüş ileri sürerek
şüphe belirttikleri halde bunun kesin bir bilgi olduğunu nasıl kabul
ediyorsunuz derse, deriz ki: Bu meselenin hakikatini Tehafütü’l-Felasife
adlı kitabımızda derinlemesine ele aldık. Burada şu kadarını belirtmek
gerekir ki, bir kelamcıya çocuğunun boynunun vurulduğu bildirilmişse
o, onun ölümünden asla şüphe etmeyecektir. Akıl sahipleri arasında
bundan şüphe edecek kimse de yoktur. Kelamcı, ölümün gerçekleştiğini
kabul etmekle birlikte boynun vurulmasıyla ölüm arasında
ilişki(iktiran)nin tarzını araştırmaktadır. Onun, değişme imkanı olmayan
zorunlu bir ilişki mi yoksa değişime uğramayan ezeli iradesini
gerçekleştirmek için Allah’ın adetine göre mi olduğunu araştırmaya
gelince, bu söz konusu olan ilişkinin tarzı hakkında bir düşünmedir. Bu,
böyle anlaşılmalı ve bilinmelidir ki, boynu vurulan bir kimsenin
ölümünden şüphelenmek kuru bir vesvesedir ve onun ölümüne
inanmak, şüphe taşımayan kesin bir bilgi(yakin)dir.”139
Bu pasaj, aslında Tehafütü’el-Felasife’deki görüşlerin bir tamamlayıcı unsuru
durumundadır. Gazali, Tehafüt’te neden-sonuç ilişkisinin zorunlu olmadığı fikrini
temellendirmeye gayret etmişti.140 Yukarıda Miyar’dan yapılan alıntıda Gazali,
neden olarak düşünülen şey ile sonuç olarak düşünülen şeyler arasındaki ilişkinin
bağın veya beraberliğin kendisini değil, bu ilişkinin tarzını imkan ve zorunluluk
açısından ele almaktadır. Bir genellemede bulunursak Gazali, Tehafüt’te teolojik bir
araştırmanın içinde olup olguları, Tanrının gücü ve iradesi bağlantısı içinde
138 Gazali, a.g.e, s. 101. Leaman, Gazali’nin burada İbn Sina’ya (ve Aristoteles’e) ait olan alemde mevcut “gizli bir kiyasi güç” fikrini hemen hemen olduğu gibi aldığını belirtir. Bkz., Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, s. 149. 139 Gazali; Miyaru’l-İlm fi’l-Mantık, nşr., Süleyman Dünya, Mısır, 1960, s. 140. 140 Gazali, Tehafüt, s. 183-185.
48
değerlendirmektedir.141 Miyaru’l-İlm adlı eser ise Tehafüt’tü tamamlayıcı bir eser
olmaktadır.142
Tecrübe alanımızda cereyan eden her sabah güneşin doğacağına dair bilgimiz,
uygun objeye teması halinde ateşin yanmaya neden olacağına dair bilgimiz veya
boynun vurulması halinde insanın öleceği hakkındaki bilgimiz kesin bilgilerdir. Ve
bunlar Allah’ın adeti çerçevesi içinde belli bir zorunluluk taşımaktadır. Bu kesin
bilginin kaynakları arasında zikrettiğimiz evveliyat, mahsusat, mücerrebat ve
mütevatirat’a ait bilgiler kesin bilgilerdir. Dolayısıyla, ikinin altıdan büyük olduğuna
ayın ve güneşin yuvarlak olduğuna, ateşin yakıcı ekmeğin doyurucu olduğuna143 dair
bilgimiz kesindir. Bunlardan şüphe etmek, vehim içinde olmanın ya da zihinsel bir
özrün alameti sayılmalıdır144 Gazali’ye göre.
Bununla birlikte Gazali, kesin bilgiyi sınırlı zorunlu bilgi ile mutlak zorunlu
bilgi diye ikiye ayırmaktadır. Sınırlı olarak kesinlik ifade eden önermeler, ifade
ettikleri olay çerçevesi içinde gerçekleşirler. Örneğin yukarıda da saydığımız gibi
ateşin uygun şartlarda dokunduğu nesneyi yakıcı olması, boynu kesilen birinin
ölmesi, güneşin yuvarlak olması gibi önermeler kesin bilgidir.
Kesin bilginin ikinci türü, mutlak zorunluluğu beraberinde taşımaktadır. Bu
önermelerin en önemli özelliği, kesinlik ile zorunluluğun birbirinden ayrılamaz iki
öğesi oluşudur.145 Bu önermeler, hata imkanı taşımayan, bütün olasılıklara kapalı, bu
inancı değiştirebilecek hiçbir delilin olmadığı ve hatta hiçbir mucizevi olayın bu
bilginin doğruluğunu değiştiremediği bir bilgi türüdür.146 Bu önermelerin salt
kaynağı akli bilgiler olup mantıksal ve matematiksel önermelerdir. Örneğin, üç
altıdan azdır, bir kimse aynı anda iki yerde bulunamaz, iki kişi aynı mekanda olamaz,
bir şey hem hadis hem kadim olamaz, vb. önermeler, çelişmezlik ve özdeşlik
ilkelerine dayanan, ezeli ve ebedi olarak zorunlu olan önermelerdir.147 Gazali’ye göre
141 Aydınlı, a.g.e, s. 101. 142 Durusoy, Ali; Gazali’de Mantık Biliminin Yeri ve Önemi, İslami Araştırmalar Der., Cilt 13, say. 3-4, Ankara, 2000., s. 309 143 Gazali, Mihakku’n-Nazar, s. 99-102. 144 Aydınlı, a.g.e, s. 102. 145 Aydınlı, a.g.e, s. 102-103. 146 Gazali, Mihakku’n-Nazar, s. 97-98. 147 Gazali, Mihakku’n-Nazar, s. 97.
49
kesin bilgiye kaynaklık eden mahsusat, mücerrebat ve mütevatiratın sağladığı
bilgilerin aksine bu bilgilerin inkarı, mantıksal olarak çelişki doğurmaktadır.148
Yukarıdaki açıklamaların ışığında Tehafüt’teki tartışmamıza geri dönecek
olursak, ateşin pamuğu yaktığına dair bilgimiz Mücerrebat’tan kaynaklanmaktadır.
Mücerrebat’a dair bilgimiz epistemolojik açıdan kesin bilgi olmakla beraber ateşin
pamuğu yakması ile ilgili ilişki açısından zorunlu kesin bilgi değildir. Yani ilişkinin
nasıl gerçekleştiği hakkında yapılacak spekülasyonlar her zaman mümkündür, fakat
aynı şey ikinin altıdan küçük olduğuna dair bilgimiz için geçerli değildir. Zira, bu
bilgi hem epistemolojik açıdan hem de mantıksal açıdan sonucu sağlayan ilişkinin
tarzı, zorunlu olarak ezeli ve ebedidir.
Bu bakımdan Gazali, ateşin pamuğu yakmasını kesin bir bilgi olarak kabul
etmektedir. Şunu burada belirtmek gerekir ki, bu tür kesin bilgilerin oluş kaynağını
neticede yine Tanrıda görmektedir. Zira Tanrı, doğrudan ya da dolaylı olarak bu tür
bilgileri, insan zihnine yerleştirmektedir.149 Bu tür bilgilerin Tanrı tarafından
değiştirilmesi mümkündür. İşte Gazali’nin mümkün alemini temsil eden çerçeve
budur.
Gazali, buradan hareketle değişmesi imkansız olan bilgilerin, ancak ve ancak
mantıksal ve matematiksel önermelere sahip bilgilerin olduğunu ifade etmektedir. Bu
tür bilgilerin çelişiği imkansızdır.150 Bu tür bilgilerle çelişik olanlar ise muhaldir.151
Gazali’ye göre Tanrı muhal olanı yaratamaz; örneğin bir insanı, aynı anda iki farklı
yerde mukim kılamaz.
Gazali, diğer taraftan cinsler arası dönüşümü, bazı kelamcıların kabul
etmesine rağmen, bu ilkelere dayanarak Tanrının yaratamayacağını şöyle izah
etmektedir:
“Bir şeyin bir başka şeye dönüşmesi akla aykırıdır. Mesela,
siyahlık siyaha çalan bulanık renge dönüştüğü vakit, siyahlık ya devam
etmektedir veya etmemektedir. Etmiyorsa dönüşme diye bir şey
olmamış; bir şey yok olmuş ve başka bir şey meydana gelmiştir. Yok,
siyahlık siyaha çalan bulanık renk ile birlikte varlığını sürdürüyorsa
148 Aydınlı, e.g.e, s. 103. 149 Gazali, Tehafüt, s. 186-189. 150 Gazali, Tehafüt, s. 190. 151 Gazali, Tehafüt, s. a.y.
50
yine dönüşüm olmamış, kendisine başka bir renk eklenmiştir. Yalnız
siyahlık varlığını sürdürüp siyahlığa çalan bulanık renk meydana
gelmemişse yine dönüşme olmamış ve siyahlık olduğu hal üzerine
kalmıştır.”152
Gazali, siyahlık ile siyaha çalan bulanık renk arasında müşterek bir madde
olmadığından dolayı dönüşümü, mantıksal olarak imkansız görmektedir; tıpkı araz
ve cevher arasında ortak bir madde olmaması gibi. Buna karşın Gazali, aralarında
müşterek madde olan cinslerin dönüşümü gerçekleştirebileceğini düşünmektedir.
“Kan meniye dönüştü” denildiği vakit, Gazali bunun anlamının, kanın suretini terk
edip başka bir sureti almasıdır, der.153 Gazali, bir başka örnek olarak suyun ısıtılınca
bir başka suret olan buhar halini almasını verir. Aslında madde her ikisinde de
aynıdır; yalnızca suretler değişmiştir.
Gazali, asanın yılana dönüşmesi mucizesini bu şekilde temellendirmek ister.
Zira, her ikisinin maddesi aynı olduğu halde, suretlerinde bir değişiklik meydana
getirilmiştir. Bu şekilde Gazali, asanın yılana dönüşmesini mantıksal olarak mümkün
olduğu temellendirmeye çalışmaktadır.154
Gazali’nin mümkün ve muhal tanımlamaları, aslında Eşari düşüncesinin
sınırsız yaratma kudretine sahip Tanrı fikrini, biraz da olsa yumuşatmak amacı
taşımaktadır. Mubahat Türker, Gazali’nin bu düşüncenin önemli bir kısmının,
rasyonalist kaygılardan kaynaklandığını belirtmektedir.155 Gerçekten de Gazali, her
şeyi yapabilme gücüne sahip bir Tanrı fikrinin rasyonel olarak bir takım güçlükler
doğuracağının farkına varmış ve mümkün-muhal ayrımı yapmak zorunda kalmıştır.
Buna karşın Gazali, filozofların mümkün ve muhal hakkındaki ifadelerinde,
belli noktalarda farklı düşünmektedir. İbn Sina, Tanrının mümkün olanı
yaratabileceğini düşünmesine rağmen Tanrının gücünün; mümkünün sınırını değil;
mümkün, Tanrının sınırını çizer ve bu şekilde Tanrının gücü mümküne tabi olur,
152 Gazali, Tehafüt, s. 191. 153 Gazali, Tehafüt, s. 191. 154 Gazali, Tehafüt, s.191. 155 Kuyel, a.g.e, s.82. Mubahat Kuyel, Gazali’nin bu rasyonalist tavrını, sonuna kadar götürmediğini düşünmektedir. Çünkü, varolanın var olma sebebini Gazali, ancak Allah’ın iradesi mefhumuna başvurmak sureti ile izah etmektedir. Türker, tam bir rasyonalist tavrın olması için şu düşüncenin gerekli olduğunu belirtmektedir: “Ancak “varlık var olduğu için vardır” mefhumuna bağlıdır.” Gazali ise varlığı Allah yarattığı için vardır şeklinde düşünmektedir.
51
demektedir.156 O’na göre bir nesne mümkün olduğundan dolayı Tanrının gücü, onu
var edebilir yoksa Tanrının gücü onu var edebileceğinden dolayı, o mümkün değildir.
Gazali ise daha önce de ifade edildiği gibi, önce muhalin tanımını yaparak, muhal
olanın sınırlarını belirlemeye çalışmıştır.
156 Batak, Kemal; Tehafütü’l-Felasife Alakalı Genel Problemler, İslami Araştırmalar Dergisi, s. 374.
52
A.1. MUCİZE VE NÜBÜVVET İLİŞKİSİ
Gazali, Tehafüt’ünde mucize problemini temellendirirken, onu daha çok
imkan açısından ele almıştır. Mucizenin nübüvvet ile olan ilişkisini Tehafüt’ünde
gündeme almayan Gazali, diğer eserlerinde bu konuyu sıkça ele almıştır.
Tehafüt’ünde bu konuya yer vermemesinin nedeni aslında basittir. Eğer filozoflar
Gazali’nin dediği gibi mucizeyi inkar ediyorlarsa, Tehafüt’te nübüvvet problemine
yer vermenin bir mantığı olmayacaktır; zira önce mucizenin kabul edilmesi gerekir ki
daha sonra onun nübüvvet ile olan ilişkisi problem olarak ele alınabilsin. Bu nedenle
Gazali, Tehafüt’te özellikle mucizeyi temellendirmeye çalışmaktadır buna karşılık
mucizenin diğer alanlarla olan ilişkisini ele almamaktadır. Buna karşın biz, tez
konumuzun genel bir fikir verebilmesi ve bir bütünlük arz edebilmesi için Gazali’nin
diğer eserlerinden hareketle bu konuya yer vereceğiz.
Öncelikle şu söylenebilir ki, tarih boyunca bir çok insan olağanüstü olduğuna
inandığı bir takım tecrübeler geçirmiştir. Çoğunluğu kişisel tecrübe olan bu tür
olaylar, sırf harikulade oldukları için mucize diye adlandırılmamıştır. Çünkü, mucize
diye adlandırılabilmesi için öncelikle peygamberlik iddiası ortaya atılmalıdır.157
Kelamcıların da kabul ettiği bu tanıma göre, öncelikle bir meydan okuma olmalı ve
akabinde de bu kimsenin doğruluğuna delil olarak da mucize diye adlandırdığımız
harikulade bir fiili gerçekleştirmelidir. Mucize düşüncesini yukarıdaki ifade de
olduğu gibi bir meydan okuma olarak kabul eden düşünürümüz, mucize dediğimiz
şeyin peygamberlik iddiasından sonra gerçekleşmesi gerektiğini savunmaktadır.
Gazali, öncelikle nübüvvet kavramını ele alır. Ona göre nübüvvet, tarifle
açıklanamaz. Çünkü, eşyayı bilmek, onların tarifini yapmaya, cins ve faslını bulmaya
bağlı değildir. Cinsi, faslı, tarifi ve eksik tarifi (resm) bulunmayan nice bir çok varlık
mevcuttur.158 Nübüvveti de bu bağlamda ele alan Gazali, onun herhangi bir tarifinin
bulunmaması nedeni ile nübüvvetin anlaşılmayacağını belirtir.
Nübüvveti canlı alemdeki insan hayvan münasebetine benzeten Gazali,
insanın hayvan mertebesinden üstün olduğunu belirtir. Bu nedenle hayvanın, insanın
insaniyetliğinin özelliklerini anlayamaması nasıl ki insanın üstün olduğunu
157 Bulut, H. İbrahim, Kuran Işığında Mucize ve Nübüvvet; Rağbet yay, İst. 2002, s.49. 158 Gazali, Hakikat Bilgisine Yükseliş (Mearicu’l-Kuds); çev, Serkan Özburun, İnsan yay, İst. 2002, s.111.
53
gösteriyorsa, aynı şekilde nübüvvet de insan onu anlayamadığı için insan
mertebesinden üstün olduğu zorunlu olarak açığa çıkar.159 Nübüvvet kavramını
varlık kategorileri ile açıklamaya çalışan Gazali, bu kategorilerin mahiyet olarak
farklı olması nedeninden hareketle bir resul, insanlığa nübüvvetin özelliklerini
açıklasa da insanların onu anlayamayacağını belirtmektedir. Mahiyetini
algılayamadığımız nübüvvetin en önemli özelliği ise, insana aklıyla
kavrayamayacağı şeyleri kavratmasıdır. Bu özellik nübüvvetin dış, yani amaçsal
özelliğidir.160 Bu şekilde metafizik bilgiye ulaşırız.
Nübüvvet makamı, Gazali’ye göre ilahi bir lütuf olup, kesb ve cehdle elde
edilemez.161 Bu konuda bir ayeti de zikreder Gazali; “Allah, risaletini kime
vereceğini daha iyi bilir.”162 Bu nedenle nübüvvet makamını insan çalışarak elde
edemez, o ancak Allah’ın dilemesi ile gerçekleşebilecek bir olaydır.
Nübüvveti zorunlu bir kurum olarak görmeyen Gazali, peygamberlerin
görevlerinin Allah ve ahiret hakkında insanlara bilgi ulaştırmak olduğunu belirtir. Bu
sayede insanlar, iyiyi ve kötüyü bilecek ve ona göre davranacaktır. Bu itibarla, bir
peygamberden kendi risalet davası ile alakalı olağanüstü bir fiilin sadır olması
zorunlu veya imkansız değil, sadece mümkündür. Bu fiilleri icra etmek ise Allah için
zor değildir.163 Gazali’nin nübüvvet kavramı ile ilgili düşüncelerini kısaca
özetledikten sonra mucize nübüvvet ilişkisine geçebiliriz.
Gazali’ye göre, nübüvvet ve mucize birbiri ile sıkı ilişki halindedir. Bu
konuda şunlar kaydeder: “Eğer bir şahıs hakkında, acaba peygamber midir değil
midir, diye şüpheye düşersen, ancak ya müşahede ile ya da çeşitli kanallardan gelen
bilgileri değerlendirerek ve söylenen sözleri dinleyerek o kişinin hallerini incelediğin
takdirde şüpheden sıyrılıp kesin bilgi sahibi olabilirsin. Mesela sen fıkıh ve tıp
alimlerini inceleyerek ve sözlerini dinleyerek tanıyabilirsin, onları doğrudan görmen
gerekli değildir. Böylece araştırmaya dayanarak, Şafii’nin fıkıh alimi, Galinus’un da
tıp uzmanı olduğunu bilirsin. Bu şekilde sende kesin bilgi hasıl olur. Bunun gibi,
nübüvvetin manasını kavradıktan sonra sık sık Kuran ve Hadis okuduğun takdirde
159 Gazali, a.g.e, a.yer. 160 Gazali, el-Munkizu Mine’d-Dalal; Haz. Abdulhalim Mahmut, çev. Salih Uçan, Kayıhan, İst. 1997, s.190. 161 Gazali, Hakikat Bigisine Yükseliş, s. A.y. 162 Kuran, En’am, 124. 163 Gazali, el-İktisat fi’l-İtikad (İtikatta Orta Yol); çev. Kemal Işık, AÜİFY, Ankara 1971, s.144.
54
Peygamberimizin nübüvvet derecelerinin doruğunda bulunduğu hakkında sende
kesin bir bilgi hasıl olur.”164 Gazali’ye göre Peygamber’in şahsındaki olağanüstü
hallerin ve ifade ettiği sözlerin değeri, onun nübüvvetini ispat edecek mahiyettedir.
Peygamber’in hadislerini burada özellikle vurgulayan düşünürümüz, onun sözlerinin
her zaman doğru olduğunu ve ne kadar tecrübe edilirse edilsin hep doğru bilgiyi
vereceğini savunmaktadır.
Buna rağmen Gazali, mucizelerin tek başına, nübüvvetin ispatı için yeterli
olmadığını da kabul etmektedir. O’na göre sopayı ejderhaya çevirmek ve ayı ikiye
ayırmak gibi mucizeler, nübüvvet hakkında bize kesin bilgiyi vermez. Çünkü bu tür
mucizeleri müşahede ettikleri halde onlara inanmayıp sihir ve büyü ile açıklamaya
çalışan bir çok insanın varolduğunu belirten Gazali, bu konuda kesin bilginin ancak
bütün delillerin ortaklaşa ifade ettiği bir yakini bilginin hasıl olması ile mümkün
olabileceğini düşünmektedir.165 Dolayısıyla nübüvveti ispat ederken mucize başta
olmak üzere bir çok kanıtı birlikte değerlendirmek bize en sağlıklı sonucu verecektir.
Nübüvvetin ispatında mucizeyi yine de en önemli kanıt olarak kabul eden
düşünürümüz, mucizenin nübüvvete ne şekilde delalet ettiğini bir örnekle açıklar.
Aslında bu konu çok önemli bir konumdadır; zira bir mucizenin bir insanın
doğruluğuna ne şekilde delalet edeceği hep anlaşmazlık konusu olmuştur. Gazali’nin
verdiği örneğe göre bir insan, bir hükümdarın huzurunda onun askerlerine karşı
meydan okuyarak, kendisinin hükümdar tarafından onlara gönderilmiş bir elçi
olduğunu ve malların taksiminde kendisine itaat etmelerini hükümdarın emretmiş
olduğunu iddia edip askerler de ondan bir delil istediğinde de hükümdar susarsa
hükümdara şöyle seslenebilir: “Ey hükümdar! Eğer ben iddiamda doğru isem,
adetinin tersine oturduğun yerden arka arkaya üç kere ayağa kalkıp tekrar otur.”
Gazali devamla, hükümdarın bu ricayı kırmayarak üç kere kalkıp oturmasının,
zorunlu olarak askerlerin zihninde zorunlu bir bilgiye neden olacağını ve bu bilginin
de, o elçinin doğru sözlü biri olduğuna işaret edeceğini, kaydeder.166 Gazali’ye göre
hükümdarın kendi adetinin hilafında böyle bir harekette bulunması, o şahsın kendi
elçisi olduğunu insanlara ispat etmesi anlamına gelmektedir.
164 Gazali, el-Munkiz, s.191-192. 165 Gazali, el-Munkiz, s.193. 166 Gazali, el-İktisat, s.146.
55
Gazali’ye göre nübüvvet davasında bulunan birinin gösterdiği bir mucize,
insanın kudreti dışında olan bir fiildir. Böyle bir fiil, yaratıkların kudreti dışında
olduğu ve aynı zamanda nübüvvet davası ile ilişkili ise bu durumda bütün insanların
zorunlu olarak kabul etmesi gereken bir fiil halini alır. Bu hususta şüphe etmenin
gereksiz olduğunu kaydeden düşünürümüz, meydana gelen şüphenin sebebini ise
ancak bu fiilin insan kudretinin içinde olup olmadığı konusunda insanın şüpheye
düşmesi şeklinde açıklar.167 Gazali’ye göre böyle bir şüphe yersizdir. Çünkü, insan
için neyin mümkün neyin mümkün olmadığı son derece açıktır. Mucizeler, insanların
yapmaya gücü yetmediği olaylar olduğu için zorunlu olarak Tanrı tarafından
meydana getirilirler.
Gazali, mucize konusunda şüpheye düşmenin bir başka nedeni olarak sihir ve
büyünün mucize ile karıştırılmasında görür. Bu hususta da şüpheye düşmek
gereksizdir, zira akıl sahibi her insan, sihrin insanları diriltmeye, sopanın yılana
dönüştürülmesine, ayın ikiye parçalanmasına, denizin yarılmasına sebep
olamayacağını rahatlıkla bilebilir. Sihirbazların sihri ile Peygamberlerin mucizesini
birbiri ile karıştırmamamız gerektiğini bu şekilde ifade eden Gazali, bir başka
noktaya da temas eder. Eğer, bir peygamber mucizesini en büyük sihirbazların
gözleri önünde onlara meydan okumadıkça ve onlara sihirlerini yapabilmeleri için
gerekli zamanı tanımadıkça ve bunun akabinde sihirbazlar aciz kalmadıkça,
mucizenin tasdik edilip doğru olduğuna inanmak gereksiz olacaktır.168
Gazali, mucizeye karşı yapılabilecek bir başka itirazın da, mucizevi olayların
tevatür derecesine ulaşmayan haberler olmasına yönelik olabileceğini
düşünmektedir. Gazali, bu tür olaylarla ilgili rivayetlerin toplamı tevatür derecesine
ulaşmış olduğundan bunların naklediliş şekillerinin, mucize olmalarına bir zarar
vermediğini kaydeder. Örneğin, Hz. Ali’nin cesareti, kahramanlığı ile Hatem’in
cömertliği kesin olarak bilinmektedir. Halbuki, bu haberler tek haber şeklinde rivayet
edildiğinden, tevatüren sabit olmamışlardır. Fakat bu haberlerin bir araya
gelmesinden Onlarda cesaret ve cömertlik sıfatlarının kendilerinde bulunduğu kesin
olarak bilinmektedir.169 Gazali bu nedenle, Hz. Peygamber’in insanlara hayret veren
167 Gazali, el-İktisat, s.147. 168 Gazali, el-İktisat, s.145. 169 Gazali, el-İktisat, s.155-156.
56
mucizelerinin de, tek haberlerin bir araya gelmesi ile tevatür derecesine ulaşmış
olduğunu belirterek bir Müslümanın bunda şüpheye düşmemesi gerektiğini söyler.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Gazali’ye göre mucize, nübüvvet ile son
derece ilişkili bir fiildir. Buna göre, mucizenin nübüvveti ispat eden fiil olabilmesi
için, nübüvvet iddiasının akabinde göstermesi gerekmektedir. Aksi takdirde o,
mucize olarak değerlendirilemez. Diğer taraftan mucize gösterilmeden önce de aynı
zamanda muhaliflere belli bir süre tanınmalıdır. Mucizeleri adetin değiştirilmesi
olarak gören Gazali, adeti değiştirmeye gücü yeten sadece Tanrı olduğu için
insanların mucizeleri inkar etmesini anlamsız kabul eder, zira insanların adetleri
değiştirmeye gücü yetmez. Aynı zamanda mucizelerin sihir ile karıştırılmasına da
karşı çıkan Gazali, sihrin bu tür mucizelere sebep olamayacağını düşünür. Bütün
bunlara rağmen Gazali, tek başına mucizelerin nübüvvet iddiasının doğruluğu için
yeterli olmadığını da kabul etmektedir. Çünkü mucizeleri görüp buna inanmayan bir
çok insan olup yukarıda da ifade edildiği gibi onları sihir ve büyü ile açıklamaya
çalışanlar olmuştur. Bu nedenle peygamberlik iddiasının doğruluğuna inanmak için,
mucizelerin yanı sıra diğer kanıtları da ele alarak toplu bir bilgiye ulaştıktan sonra
karar verilmelidir.
57
A.2. MUCİZE VE KÖTÜLÜK İLİŞKİSİ
Gazali, mucizenin imkanını temellendiriken üzerinde ısrarla durduğu nokta
Tanrının kudreti idi. Buna göre Tanrı, istediği an tabiatın akışını değiştirebilir ve aynı
zamanda bu değişimin meydana getirdiği yeni bilgiyi de insanların zihnine
yerleştirebilir. Bununla beraber Tanrının sahip olduğu kudretin de belli sınırları
vardır. Bu sınırların çerçevesini oluşturan da mantıksal olarak mümkün olan
olgulardır.170 Yani mantıksal olarak imkansız olan şeyler Tanrının kudretinin
dışındadır.
Mucize dediğimiz olgu da Gazali’ye göre mantıksal olarak mümkün olduğu
için Tanrının kudretinin sınırları içindedir. Tanrı istemediği bir şeyi bu dünyada
durdurabilir, değiştirebilir ya da yok edebilir. İşte bu noktadan itibaren bir soru doğal
olarak ortaya çıkmaktadır: Madem ki Tanrı mucizeler ve benzeri yollarla dünyaya
müdahale edebilmektedir o halde varolan kötülüklere neden engel olmamaktadır?
David Hume, bu ikilemi şöyle ifade eder: “O kötülüğü önlemek istiyor da buna gücü
mü yetmiyor? O zaman O, güçsüzdür. Buna gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor?
O zaman O, kötü niyetlidir. Hem gücü yetiyor hem de önlemek istiyor mu? O zaman
kötülük nereden geliyor?”171Bu, ve buna benzer sorulara verilecek cevaplar zorunlu
olarak adalet ve kudret sıfatlarını tartışmaya açmaktadır. Eğer cevap mutlak kudret
üzerine kurulu ise adalet zarar görecektir. Eğer adalet üzerine kurulu ise bu durumda
kudret zarar görecektir.
Gazali’nin bu probleme verdiği cevap bir çok tartışmalara yol açmıştır.
Gazali’nin meşhur cevabı şudur: “leyse fi’l-imkan ebda mimma kan”. Yani, imkan
dahilinde var olandan daha mükemmeli yoktur.172 Bu ifade, bazılarına göre ehl-i
Sünnet Doktrine büyük zarar vemiştir; zira ilahi kudret üzerinde bir sınırlamayı ifade
etmektedir ve reddedilmesi gerekmektedir.173 Hakikaten bu ifadeye bakıldığında, şu
anda bu dünyada bulunandan daha harika ve daha mükemmel olan hiç bir şey imkan
dahilinde değilse o zaman ilahi kudret büyük bir tehlike altında olacaktır, anlamı
vardır.
170 Gazali, Tehafüt; s. 190. 171 Hume, David; Doğal Din Üzerine Konuşmalar; çev. Mete Tunçay, Kültür Bakanlığı, Ankara 1975, s.88. 172 Gazali, İhya, C.IV, s.223. 173 Ormsby, Eric Lee; İslam Düşüncesinde İlahi Adalet Sorunu, s. 44-45.
58
Gazali bu dünyayı mümkün dünyaların en iyisi olarak kabul ettikten sonra
İhya’da Allah’a güvenin temeli olan ilahi birliğin anlaşılmasını tartışırken, hakikat
makamına ulaşmak için zorunlu olan şeyleri sıralar. Burada da aynı şekilde daha
mükemmel bir dünyanın imkan dahilinde olmadığını ısrarla vurgular. Bu pasajı
buraya almamız yararlı olacaktır:
“... İçinde şüphe ve zaafiyet bulunmayan tam bir kesinlikle, Allah
bütün insanları en akıllılarının aklında ve en alimlerinin ilminde yaratsaydı,
nefislerinin kaldırabileceği tüm bilgileri yaratıp üzerlerine tarif
edilemeyecek kadar hikmeti yağdırsaydı; sonra onlardan her birine hepsinin
sahip olduğu ilim, hikmet ve aklı verseydi sonra onlar için işlerin
neticelerini ortaya çıkarsaydı ve onlara aşkın alemin sırlarını öğretseydi,
onlara lütfun inceliklerini ve nihai cezanın gizliliklerini iyi ve kötünün,
fayda ve zararın iyice farkına varacakları şekilde bildirseydi; sonra onlara
kazanmış oldukları ilim ve hikmetle bu dünyayı ve aşkın alemi
düzenlemeyi emretseydi, (o zaman bile) birbirlerine yardım ederek ve
birlikte çalışarak yaptıkları bu düzenleme işinde onların hepsinin payına
zorunlu olarak Allah’ın bu dünyada ve ahirette düzenlediği tarza bir
sivrisinek kanadı kadar ne bir artış ne de bir düşüş kaydedebilirlerdi.
Bundan ne bir zerreyi kaldırabilir ne de bir zerreyi alçaltabilirlerdi.
Düzenlemeleriyle ne bir hastalığa ne bir hataya ne bir eksikliğe ne bir
yoksulluğa ve ne de kötülüğe maruz kalan birinin derdini
uzaklaştırabilecekleri gibi, kendisine sağlık, yetkinlik, zenginlik yahut
üstünlük bahşedilen kimseden de bunları kaldırabilirlerdi. Ancak insanlar
bakışlarını Allah’ın gökde ve yerde yarattığı her şeye yöneltip uzun uzun
düşünürlerse orada ne bir uygunsuzluk ve ne de bir çatlak görebilirler.
Allah’ın insanlara paylaştırdığı rızık, ecel, mutluluk, keder, acizlik, iman,
küfür, itaat ve isyan gibi şeylerin hepsi katıksız bir adalettir, bunlarda hiçbir
haksızlık yoktur ve bunlar tamamen doğru olup kendilerinde hiçbir
yanlışlık yoktur. Gerçekten o zorunlu hak düzene göredir. Olması gereken
şeye uygun olarak olması gerektiği gibi ve olması gerektiği ölçüdedir.
Mümkinatta ondan daha güzel, daha mükemmel ve tam olan herhangi bir
şey yoktur. Eğer olsaydı ve O bunu yaratma kudretine sahip olduğu halde
esirgeyip böyle yapmaya tenezzül etmeseydi bu, ilahi cömertliğe uymayan
bir cimrilik ve ilahi adaletle çelişen bir haksızlık olurdu, ancak buna
muktedir olmasaydı bu da ilahlığa ters düşen bir acizlik olurdu. Gerçekten
bu dünyadaki her fakirlik ve zarar bu dünyada bir eksiklik olsa da ahirette
bir artıştır. Bir kimseye nispetle ahiretteki her eksiklik bir başka kimseye
59
nispetle iyiliktir. Zira gece olmasaydı gündüzün değeri bilinmezdi. Hastalık
olmasaydı, sağlıklı kimseler sağlıktan haz duymazlardı. Cehennem
olmasaydı, cennetteki mutlu kimseler mutluluklarının derecesini
bilmezlerdi... Kısacası, iyi ve kötü takdir edilmiştir. Takdir edilen şeyler ise
ilahi iradenin sabık takdirinin ardından zorunlu olarak meydana gelirler.
Hiç kimse Allah’ın hükmüne karşı duramaz; hiç kimse O’nun hükmüne
karşı duramaz; hiç kimse O’nun hükmünü ve emrini geri çeviremez. Hatta,
küçük ve büyük her şey yazılıdır, bilinen ve beklenen ölçüde meydana
gelir. ‘Sana isabet edecek bir şey isabet etmeyecek değildir, isabet
etmeyecek bir şey de isabet edecek değildir’ ”174
Bu dünya ve olayların mevcut işleyiş tarzı, herhangi bir mümkün düzenden
daha üstündür. Bu durum varlığın en büyüğünden en küçük parçasına kadar
geçerlidir. Gazali’ye göre bu dünya, sadece olduğu şekliyle doğru ve tam değil, aynı
zamanda aşılamaz bir yapıdadır. Hatta Allah, insnoğlunun bilgisini ve hikmetini
tasavvur edilebilecek en büyük mertebeye ulaştırsaydı ve insana dünyayı yeniden
düzenleme özgürlüğünü sınırsız olarak verseydi Gazali’ye göre o zaman bile daha iyi
yapamazdı.175 İnsanların bir şeyi daha iyi yapabilirim veya bir şey daha iyi olabilirdi
şeklindeki düşünceleri Gazali’ye göre Allah’tan başka failler olduğu zannını
yansıtmaktadır. Eşyanın başka türlü de olabileceğini iddia edenler, Allah’a güvenin
temelini sarsarlar.176 Bu konunun Tevekkül bölümünde geçmesi bu açıdan önemlidir.
Gazali, insanların Allah’tan başka failleri kabul etmeye meyilli olduklarını, özellikle
de dünyevi vasıtalara güven duyduğunu belirterek, Tevekkül ehlinin bu tür
durumlardan sakınması gerektiğini vurgulamıştır.
Varlığın mükemmel oluşu fikrinin bir başka nedeni ve belki de en önemli
olanı ilahi hikmet anlayışıdır. Gazali’ye göre ilahi hikmet, her yaratığı kuşatır.
İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, tabiat kısacası canlı ve cansız bütün alemde hikmet,
herşeyi kuşatmıştır. Hikmet öylesine kuşatıcı bir niteliğe sahiptir ki en büyük
canlıdan en küçük canlıya kadar onun izleri görülebilir. Gazali’nin yukarıdaki
pasajda sivrisinek kanadını vermesi de bu açıdan manidardır; Allah’ın hikmeti öyle
bir hikmettir ki, insan aklı göğün ve yerin tüm yaratıklarıyla birlikte hareket etse bile 174 Gazali, İhyau’uulumid’din, ter. Ahmet Serdaroğlu, Bedir, İst. C.IV, s.474-475. 175 Ormsby, a.g.e; s.52. 176 Ormsby, a.g.e; s.53.
60
bir sivrisineği hakkıyla kavramaktan acizdir. Sivrisineği tanımaktan aciz olan
insanoğlu, eşyanın hakikatını anlamaya çalışması boş bir çabadan ibaret olacaktır.177
Gazali’ye göre ilahi hikmet, en güzel tezahürünü insan vücudunda gösterir.
Özellikle insan vücudu, bu durum için son derece uygun bir örnek olduğu gibi bize
en yakın ve tanıdık bir örnektir. Vücudumuzun en küçük ayrıntılarına bile
bakıldığında, özenli bir adalet ve doğruluk görülür. Gazali, vücudumuzdaki en küçük
ayrıntının bile mevcut halinden daha farklı olamayacağını belirtir zira farklı olursa
ondan daha iyi olamayacaktır. Mesela Allah “Her birinin belirli bir özelliği ve şekli
olan yedi kat göz tabakasını birleştirdi; eğer bu tabakalardan birisi eksik veya yok
olsaydı göz, görmekten mahrum olurdu.”178 İnsan gözü şu anda olduğundan başka
hiçbir durumda, daha iyi işlev göremezdi. Gazali, insanın canlılar içinde en hayret
verici olduğunu buna karşın onun kendisine hayret etmediğini de burada vurgular.
İlahi hikmet, tabii alemi kapsadığı gibi sosyal hayatta da kendini gösterir.
Gazali’ye göre hayatın her durumunda tam bir hakkaniyet ve uygunluk vardır.
Meydana gelen her şeyin bir amacı vardır kesinlikle tesadüfi değildir çünkü onu
irade eden Allah’tır: “Kaptan, gemisini denizde rüzgarın yürüttüğüne inanır; katip,
kağıt üzerine harfleri yazmak için kalemi elinin oynatığını düşünür; hükümdar fiilen
yönetenin kendisi olduğu inancıyla fermanlar verir. Bunların her üçü de
aldanmıştır.”179 Görüldüğü gibi Gazali, tabii düzende olduğu gibi sosyal hayatta da
fiillere sebep olanın Allah olduğunu düşünmektedir.
Gazali, sosyal olayların kaynağını ifade ederken acıyı, yetersizliği, hastalığı
ve yoksulluğu, mevcut halleriyle kötülüklerden başka bir şey olarak göstermeye
çalışmaz. Bu tür felaketleri sosyal adaletsizliğin, kazaların veya insan kaynaklı
kötülüğün sonucu gerçekleştiğini de kabul etmez. Allah, bazı insanlar için sağlığı,
afiyeti ve imanı dilerken bazıları için de yoksulluğu, acıyı veya inançsızlığı diler.180
Bunun nedeni de yine ilahi hikmette gizlidir. Mevcut haliyle bu tür olaylar ilahi
hikmet gereği, dünyanın mükemmel düzenine katkıda bulunurlar. Örneğin deri
tabaklama gibi en düşük meslek sınıfları, mevcut düzenin işleyişinde bir ihtiyaçtır ve
bu mesleklerin yapılması büyük iyiliklere sebep olmaktadır.
177 Ormsby, a.g.e; s.56. 178 Gazali, İhya, C.IV, s.460. 179 Gazali, İhya, C.IV, s.481. 180 Ormsby, a.g.e, s.64.
61
Gazali, varolanın mükemmelliğini bir başka şekilde de izah eder: “Var olan,
özü gereği, var olmayandan daha iyidir.”181 Yani fiili olarak var olan her hangi bir
şeyin var olmayan ya da mümkün olan her hangi bir şeyden asli olarak üstündür.
Gazali’nin bu iddiası bir takım güçlüklere de yol açmıştır. Bu bakış açısına göre
örneğin kafirin şu anki küfrünün, onun gelecekteki mümkün imanından üstün olduğu
sonucu çıkarılabilir. Buna cevap verilirken, varolan her şeyin, yalnızca Allah’ın
onların varoluşlarında ağır basan bir iyiliğin gerçekleşeceğini takdir etmesinden
dolayı var olduğuna işaret edilir.182 Aslında bu son derece uzak bir açıklama gibi
görünmektedir kanaatimizce. Bilindiği gibi Gazali’ye göre iyilik ve kötülüğün
objektif bir geçerliliği yoktur. İyilik ve kötülüğün ölçüsü Tanrının iradesidir. Bu
nedenle mümkün olan bir şey eğer varoluş alanına gelmişse, bunun asli nedeni
Tanrının iradesidir. Tanrı, onun varolmasına sebep olduğu için de aynı zamanda o
şey iyidir. Tanrı mümkün olan bir şeyi yaratmamışsa, onun varolmaması da kötü
olacaktır. Çünkü, Tanrının yarattığı şey iyidir. Gazali’nin ifade etmeye çalıştığı şey
bu olsa gerek. Fakat yine de bu ifade, bir takım itirazlara hala açık görünmektedir.
Eğer var olan var olmayandan daha iyi ise ve şu an alem varsa alemin bu itibarla
zorunlu olarak ezeli olması gerekir. Çünkü, Tanrının iyiyi bırakıp (alemin varolması)
kötüyü (alemin yok olması) tercih etmesi beklenemez. Gazali, bunu kastetmese de bu
tür sonuçların açık olduğu görülebilir.
Gazali, İhya’daki metinde açıkladığı gibi, eşyanın mevcut düzeninin
mükemmel bir doğruluk ve adalet üzerinde olduğunu ısrarla vurgular. Fakat bu
durum Gazali’ye göre İlahi perspektiften bakıldığında ancak anlaşılabilir. Eğer sınırlı
olan bireysel bakış açısından, başka bir ifade ile tek tek olaylardan hareketle
bakıldığında, bunun tam tersi bir durumla karşılaşılabilir ve alemde kötülük vardır
denilebilir. Bu nedenle, sınırlı algılama gücüne sahip insanın, olayları bütünlük
içerisinde değerlendirmesi mümkün değildir. Olayların gerçek iç yüzünü
anlayabilmek için Gazali’nin bize teklif ettiği şey şudur: “Allah’a tevekkül ederek
onun en mükemmeli yarattığını düşünmektir.”183
Sınırlı algılama gücüne sahip olan insanoğlu, Gazali’ye göre kötülük olarak
algıladığı olgunun içindeki iyiliği görememektedir. Her kötülüğün içinde bir iyilik
181 Gazali, Makasıdu’l-Felasife, s.237. 182 Ormsby, a.g.e, s.66. 183 İhya, C.IV, s.480.
62
olduğunu belirten Gazali şöyle bir örnek verir; Bir küçük çocuğu ele alalım. Hastadır
ve ameliyat edilmesi gerekmektedir. Annesi ona acıdığı için bir türlü doktora teslim
etmiyor. Baba ise çocuğun ameliyat olması için çırpınıyor. Bu olaya cahil biri der ki:
“Bak anne evladı için nasıl telaşlanıyor ve ameliyat edilmesine kıyamıyor.” Akıllı
kişi ise böyle düşünmez, babanın daha merhametli olduğunu kabul eder. Çünkü
babası, çocuğu sancıdan daimi olarak kurtarmak için tedavi sırasında çekeceği acılara
göz yumacaktır. Az ve geçici acılar ilerde sıhhate vesile olacaksa nazar-ı itibare
alınmaz. Onlara kötü nazarı bakılmaz bilakis iyi olarak görülür.184 Bu örnekte
Gazali, kötülüğün insanlar için nasıl bir anlam taşıdığının tam olarak
bilinemeyeceğini belirtmeye çalışmaktadır. Kötü olarak kabul edilen bir olgu bazan
tam bir iyilik olabilir.
Gazali, İhya’daki pasajda: “Gece olmasaydı gündüzün değeri bilinmezdi,
hastalık olmasaydı sağlıklı kimseler sağlıktan haz duymazlardı, cehennem olmasaydı
cennetteki mutlu kimseler mutluluklarının derecesini bilmezlerdi.” şeklindeki bu
ifadeleri kullanarak kötülüğün izafi olduğunu ve iyiliğin anlaşılabilmesi için zorunlu
olduğunu kabul etmiştir. Bu izafiyet ise ilahi cömertlik ve hikmet gereğidir. Bu
nedenle Gazali, eksiğin yaratılmasını mükemmelin idrak edilmesi için bir şart
olduğunu belirtmiştir.185
Bütün bunlara rağmen Gazali, kötülüğün insan açısından bilinip
bilinemeyeceği noktasında agnostik bir tavır sergilemekten de sakınmamıştır. Gazali,
evrende varolan kötülüklerin insanlar tarafından tam olarak çözülemeyeceğini,
meydana gelmekte olan musibet ve felaketler, Allah’ın takdiriyle böyle düzenlenmiş
olduğu görüşündedir. Bu nedenle Gazali, kötülüklerin gerçek sırrının kader
dediğimiz bir düzenin içinde saklı olduğunu belirtmektedir.186
Gazali’ye göre, olayların ilahi iradenin onları öngörmesiyle gerçekleşen
takdirinden sonra meydana gelmeleri, zorunludur. Hiç kimse O’nun hükmünü geri
çeviremez, takdirine karşı duramaz. Ezelde takdir edilen ne varsa, ister hayır olsun
ister şer, o olacaktır.187 Bu nedenle Gazali, insanların Allah’a güvenmesi gerektiğini
184 Gazali, el-Maksadü’l-Esna fi Şerhi Esmaillahi’l-Hüsna, Çev.M.Reşat, Merye yay., İst. Tarihsiz, s.79. 185 Gazali, İhya, C.IV, s.479. 186 Ormsby, a.g.e, s.78. 187 Gazali, İhya, C.IV, s.475.
63
belirtir. Gazali’nin kötülük olgusunu İhya’da tevekkül bölümünde tartışmasının
nedeni de budur.
Bütün bunlardan sonra konumuzun başında da belirttiğimiz hususa geri
dönebiliriz. Gazali’nin “imkan dahilinde var olandan daha mükemmeli yoktur”
düşüncesi, çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Bunların en önemlisi de bu düşüncenin
ilahi kudrete belli sınırlamalar getirdiğidir. İhya’daki cümleyi göz önüne alarak
Tehafüt’e geri döndüğümüzde ortada bir takım derin farklılıkların olduğu
görülecektir.
Gazali, Tehafüt’ünün birinci tartışmasında, filozofların alemin külli nizamının
ancak bulunduğu tarzda bulunması ile meydana geldiğini iddia ettiklerini belirtir.
Alem, şu anda olduğundan daha küçük veya daha büyük olsaydı, bu nizam tam
olmazdı. Filozofların buradan ulaşmak istedikleri şey alemin belli anda yaratılması
bir irade sonucu değil bir zorunluluk nedeni iledir. Çünkü alem, belli bir anda
varolmuş olmasaydı alemdeki bu kusursuz nizam da olmayacaktı.188 Gazali bu
iddiaya gökkürelerinin hareketini örnek vererek cevap verir. Gazali, en dıştaki
gökküresinin yörüngesinin batıya değil de doğuya doğru hareket etmesiyle ters
yönde hareket söz konusu olduğunda aynı sonuçların alınacağını savunur. Bu
durumda bu hareketlerin mevcut düzenleniş tarzları bütünüyle keyfi olacaktır. Kutup
noktalarının yerini de aynı şekilde ele alan Gazali, bu noktaların belirlenmesinin de
tamamiyle keyfi olduğunu belirtir. Dolayısıyla alemin boyutu, biçimi ve diğer
özelliklerinin olabileceklerinin en iyisi olduğunu iddia etmek mümkün değildir.189
Bu nedenle alemde birbirine benzer şeyler arasında şu değil de bu alternatifin vuku
bulması, alemin yaratıldığı anın diğer anlara tercih edilmesinin açıklamasıdır
Gazali’ye göre. Yani kutup noktalarının yeri ile gökkürelerin hareketlerinin yönünü
seçen ilke, aynı şekilde yaratmak için de bir zaman seçebilir.
Gazali’nin bu ifadelerini göz önüne aldığımızda alemin bütünüyle mükemmel
olduğunu söylemek zor olacaktır. Zira, alemin bazı unsurlarının şekli ve hareket
tarzının varoluş tarzında birbirine eşit çeşitli alternatifler mevcuttur. Gazali’nin
Tehafüt’teki bu düşünceleri ile İhya’da geçen pasajı göz önüne aldığımızda bir
tutarsızlığın varolduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü ilk durumda alemin çeşitli
mümkün varyasyonlarının arasında niteliksel bir eksiklik yokken, ikinci durumda 188 Gazali, Tehafüt, s.34. 189 Gazali, Tehafüt, s.35-36.
64
alemin varolan en mükemmel tarzda olması nedeniyle değiştirilmesinin bir eksiklik
olarak vurgulanması bir tezattır.
Tehafüt’teki argümanları Gazali’nin ileri sürmesinin açık bir nedeni vardır; o
da Tanrının sonsuz kudretinin yanında İlahi İradenin bu dünyanın yaratılmasına
sebep olduğudur. İlahi irade, alemin bu saatte değil de şu saatte yaratılmasına sebep
olmuştur. Halbuki İhya’daki metine bakıldığında Gazali, Tanrının iradesinden çok
kudret sıfatını öne çıkarmaktadır. Düşünürümüz Kudret sıfatını öne çıkarsa da
Tehafüt’teki düşüncelerini göz önüne aldığımızda Tanrının kudretini –mümkün
olaylar içerisinde olsa bile- sınırladığı açıktır. Dolayısıyla farklı dünyalar yaratabilen
Tanrı, kötülükleri de yaratmayabilir sonucu Tehafüt’teki argümanlar göz önüne
alınarak çıkarılabilir.
Gazali, Tehafüt’te neden ile sonuç arasındaki ilişkinin “adet” şeklinde
olduğu düşüncesini kabul edip zorunlu nedenselliği redderken, üzerinde ısrarla
durduğu şey, İlahi iradenin nesnelerle olan zorunlu ilişkisidir. Bunun nedeni ise, daha
önce de belirttiğimiz gibi İlahi iradeyi sınırlamaktan kaçınmaktır. Kuşkusuz ilahi
iradenin nesnelerle zorunlu bir ilişki içinde olması İhya’daki pasajı biraz daha
anlamlı kılmaktadır. Meydana gelen bütün olayları, insan eğer İlahi iradenin
doğrudan ve zorunlu bir sonucu olduğuna ve herhangi bir tesadüfün, şansın veya
zorunlu bir nedenselliğin sebep olmadığına inandığı takdirde, onların kabullenilmesi
daha kolay olacaktır.190 Dolayısıyla Tanrının iradesi, insanlar için psikolojik bir
motivasyon olmaktadır. Gazali, bu şekilde tevekkülün önemini belirtmektedir.
Mevcudun eksiksiz oluşu fikri, Gazali’nin “imkan dahilinde mevcut olandan
daha mükemmeli olmadığı” şeklindeki inancının temelini oluşturan en önemli
prensiptir. Gazali’den önce Mutezili düşünür Nazzam (ö.220/835), Gazzali’den daha
fazla bir şekilde bu düşünceyi savunmuştur. Nazzam, Allah’ın mevcut eşyaya bir şey
ilave edemeyeceği gibi, her hangi bir şeyi de çıkaramayacağını iddia etmiştir.191
Nazzam’ın bu düşüncesi genel olarak bu konudaki Mutezili doktrini ifade eder; yani,
Allah’ın insan için en iyiyi yapması zorunludur. Buradan hareketle bazı Gazali
eleştirmenleri Gazali’nin, Ehl-i Sünnetin şiddetle eleştirdiği Mutezili bir doktrini
kabul ettiğini ifade etmişlerdir.192
190 Ormsby, a.g.e, s.212. 191 Bağdadi, el-Fark beyne’l-Fırak, Matbaatu’l-Maarif, Mısır, Tarihsiz, s.115-116. 192 Ormsby, a.g.e, s.218-219.
65
Gazali’nin Mutezili fikirleri kabul ettiğine dair bir diğer suçlamada, O’nun
mükemmel ile eksiğin birbiriyle olan bağlantısını kabul etmesidir. Gazali, dünyanın
olağanüstü mükemmelliğini, içinde mükemmelin ve nakısın eşzamanlı olarak
bulunmasına bağlamıştır.193 Bazı Mutezili düşünürler de bu fikri kabul etmişler ve
çeşitli şekillerde ifade etmişlerdir. Örneğin, Nazzam’ın öğrencisi Cahız’ın: “Yarar,
iyinin ve kötünün karışımını gerektirir. Zararlı olan yararlı olanla, nefret edilen hoşa
gidenle ve halk seçkinlerle iç içe bulunur. Eğer kötülük her şeyi kaplasaydı dünya
mahvolurdu; aksine iyilik her şeyi kaplasaydı, bu sefer de gerekli olan imtihan yani
ibret almaya sevk eden ıztırap ve hata yok olurdu.”194 şeklindeki ifadeleri Gazali’nin
ifadeleri ile aynı bağlamdadır.
Gazali’nin fikirlerini, hasım olarak kabul edilen başka fırkaların fikirlerine
benzediğinden ötürü suçlamak son derece yersizdir. Gazali’nin metodolojisine
bakıldığında bunun nedeni son derece açıktır. Gazali, doğru olan bir fikir kime ait
olursa olsun onun insanlığın ortak bir malı olduğunu kabul etmekte ve kullanmaya da
özen göstermektedir. Doğru her zaman doğrudur ve bize muhalif olan birilerinin onu
kullanması onun yanlış olduğunu göstermez. Mantık ilmini de, filozofların bulduğu
ve kullandığı ve bu nedenle ondan uzaklaşılması gerektiği şeklindeki düşünceye de
bu nedenlerden ötürü karşı çıkmış ve mantığı son derece iyi kullanmıştır.195
Gazali’nin ve Mutezilenin bu konuda aynı bağlamda düşünmeleri bu nedenlerden
ötürü tabii karşılanması gerekir. Diğer taraftan İhya’nın içinde bulunan Kavaidu’l-
Akaid adlı eserinin on bölümünün sekizini Mutezileyi eleştirmeye ayırması da O’nun
bu konudaki hassasiyetini göstemektedir.196
Şimdi Gazali adına çözmemiz gereken bir problem vardır. Mucizeleri adete
muğayir bir şekilde Tanrının tabiata olan müdahalesi olarak tanımlayan Gazali, hem
Tehafüt’teki hem de İhya’daki düşünceleri göz önüne alarak mucize ve kötülük
arasında nasıl bir ilişki kurmaktadır?
Genel olarak vahyin doğrulanması ile ilgili bir delil olarak kabul edilen
mucize197, aynı zamanda, Tanrının doğaya müdahale edebilme kudretinden hareketle,
dünyada var olan iyilik ve kötülük ile de ilişkilendirildiği için ahlaki bir yönü de
193 Gazali, İhya, C.IV, s.473. 194 Ormsby, a.g.e, s.219. 195 Gazali, Tehafüt, s.16. 196 Ormsby, a.g.e, s.220. 197 Kılıç, Recep; Modern Batı Düşüncesinde Vahiy, s. 133.
66
mevcuttur. Bu ahlaki problem şöyle dile getirilir : “Tanrı, ızdırap içinde kıvranan
hastalarla dolu bir hastanede bulunan, hastaların tamamına şifa dağıtmaya gücü
yettiği halde onlardan sadece çok az bir kısmını tedavi etmek üzere seçen bir doktora
benzetilir.”198 İhya’daki pasajı göz önüne aldığımızda Gazali’ye göre insanların
başına gelen bütün kötülükler iyi ve yerindedir zira onları yaratan Tanrıdır. Tanrının
kudreti var olan bütün kötülükleri iyiliğe çevirebilir veya hiç bir zaman kötülüğü
yaratmayabilir. Şu sorulabilir; madem Tanrı kötülüğü önleyebilmektedir, merhameti
gereği neden onları önlememektedir? Gazali, el-Maksad adlı eserinde, ilahi
merhametin gerçek tabiatının insanlar tarafından yanlış anlaşıldığını ifade
etmektedir. İnsani merhamet kavramı Gazali’ye göre subjektif iken İlahi merhamet
objektiftir: “İlahi merhamet, merhametin nesnesini, bizzat merhamet adına
düşünmekten ibarettir, yoksa, herhangi bir kimseyi, acı ve endişesinden kurtarmak
uğruna yapılan bir şey değildir.”199 Bu şekilde Gazali, varolan kötülükleri eğer Tanrı
değiştirmemişse bunun nedeni, onun bizzat merhamete uygun olmaması nedeni ile
olduğunu düşünmektedir.
Dünyadaki kötülüklerin neticesi çekilen ıztırabın gerçek mahiyetini, ancak
Allah bilebilir. Acı veren veya vermesine sebep olan birisinin, merhametsiz
olduğunu düşünebiliriz. Fakat işin mahiyeti çok farklı olabilir. Hacamat yapılması
gereken çocuk örneğinde olduğu gibi baba, çocuğun hacamat edilmesine sebep
olduğu için merhametsiz olarak görülebilir. Buna karşın hacamata izin vermeyen
anne de merhametli olarak görülebilir. Halbuki burada baba, anneden daha
merhametlidir zira çocuğun tedavi olmasına sebep olup sürekli acılardan onu
kurtarmıştır.200 Bu nedenden ötürü gerçek merhamet sahibi olan Tanrı, verdiği ıztırab
ile daha büyük ıztıraplardan insanları korumaktadır.
Diğer taraftan ıztıraplar Gazali’ye göre ibret vericidir ve doğrudan Allah’ın
lütfudurlar. Çünkü insanlar bu sayede şükre yönlendirilirler. Belaya uğrayan biri,
durumu ne kadar kötü olursa olsun, kendisinden daha fazla belaya düçar olanları
düşünerek buna şükreder.201
198 Kılıç, a.g.e, s. A.y. 199 Gazali, el-Maksad, s.67. 200 Gazali, el-Maksad, s.79. 201 Gazali, İhya, C.IV, s.508.
67
Gazali’ye göre içinde iyilik bulunmayan hiç bir kötülük yoktur. Hacamat
örneğinde olduğu gibi, kanın alınması görünürde kötülük gibi olsa da gerçek
anlamda bir iyiliktir. Bu nedenle Allah, hikmetsiz hiç bir şeyi yaratmamıştır ve var
olan her şey hikmetle beraber rahmeti içinde barındırmaktadır.202 Diğer taraftan
Gazali’ye göre kötülükler arızi olarak meydana gelir. Esas olan iyilik iken kötülük
ayrıntıdır.
Kötülük insanlar için subjektif olduğu için, neyin iyi neyin kötü olduğunu
insanların tam olarak bilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Tanrı neden kötülüğe
müdahale etmemektedir, şeklindeki bir soru Gazali’ye göre anlamsızdır. Çünkü
bizim kötü olarak algıladığımız şey gerçek bir iyilik olabilir. Bu probleme imkan
açısından bakıldığında ise mucizeler yolu ile kötülüğün önlenmesi Tanrının gücü
dahilindedir. Buna karşın Tanrı eğer kötülüklere mucizeler yolu ile müdahale
etmiyorsa, bunun nedeni İlahi Hikmetin tezahürünü insanların anlayamamasıdır.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Birincisi, mevcut dünya, mümkün
dünyalar içinde en mükemmel olanıdır. Dünya şu anda olduğundan daha iyi olamaz.
Dolayısıyla eşyanın mevcut hali ve içindeki olaylar, her ne zaman değişiyorsa,
değiştiği andaki konumu da aynı şekilde mükemmel olacaktır. İkincisi ise, dünya
aslen mümkündür ve her mümkünün var oluşu veya olmayışı, ilahi hikmet tarafından
belirlenmektedir. Üçüncüsü, dünyada eksiklik veya kötülük olarak algılanan olgular,
esasen mükemmelliğe katkıda bulunurlar. Eksiklikler sayesinde biz, mükemmelin
farkına varırız.
Vurgulamamız gereken bir diğer konu da Tehafüt ile İhya’nın bu mesele
üzerindeki belirgin farklılıklarıdır. Tehafüt’ün İhya’dan önce yazılması ve esasen
filozofların düşüncelerinin çürütülmesine yönelik olması, bu konuda Gazali’nin en
son fikirlerini İhya’da serdettiği sonucuna bizi götürmektedir.
202 Gazali, İhya, C.IV, s.509.
68
II. BÖLÜM
İBN RÜŞT’ÜN TEHAFÜT’ÜNDE MUCİZE PROBLEMİ
A. TEHAFÜ’T-TEHAFÜT’TE MUCİZE MESELESİ
İbn Rüşt’e göre mucize, Yüce Allah’ın kitabında bize bildirilen harikulade
olaylardır. Bu olaylar, Yüce Kitap’ta bulunduğu için şeriatın bir ilkesi
konumundadır. İbn Rüşt, şeriatın bir ilkesi konumunda olan mucize konusunda
konuşmanın ve hatta tartışmanın caiz olmadığını düşünmektedir. Bu konuyu
tartışanların şiddetle cezalandırılması gerektiğini ileri süren İbn Rüşt, şeriatın bütün
ilkelerinin istisnasız kabul edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Şeriatın belli
ilkelerini inkar eden zındıkların da bu nedenle cezalandırılmaları gerekmektedir. İbn
Rüşt’ün bu açıklamayı yapmasının asıl nedeni, Gazali’nin mucize konusunda
filozofları haksız yere eleştirmesidir.
Gazali’ye göre filozoflar, Hz. İbrahim’in Kuran’da zikredilen “ateşte
yanmama” mucizesini, ateşin her zaman yakıcı olması özelliğinden dolayı mutlaka
Hz. İbrahim’i yakması gerektiğini ileri sürerek böyle bir mucizenin bu şekilde vuku
bulmasını imkan dışı görmüşlerdir. Filozofların tabiat anlayışı, doğada mucize adını
verdiğimiz olağanüstü hadiselere imkan vermemektedir. Bu nedenle ateşin uygun
şartlar altında, temas ettiği nesneyi yakması zorunludur. Aristo’dan mülhem olan bu
tabiat anlayışı, Kuran’ın aktardığı mucizelere ters düşmüştür.
Gazali, filozofların bu problemden sıyrılmak için, Hz. İbrahim’in yanmama
mucizesini ancak ya ateşten sıcaklığın kaldırılmasıyla ya da Hz. İbrahim’in başka bir
şeye dönüştürülmesiyle mümkün olduğu şeklinde bir açıklama getirdiklerini ifade
etmektedir.203 İbn Rüşt, Gazali’nin bu iddiasının ancak zındıklar için geçerli
olabileceğini belirtmektedir. Çünkü eski filozoflardan hiç kimse böyle bir iddiada
bulunmamıştır. Çünkü, onlar şeriatın bütün ilkelerini kabul ettikleri gibi mucize
ilkesini de kabul etmişlerdir. İbn Rüşt’e göre bu konuda bir takım ihtilaflar varsa
203 Gazali; Tehafüt, s.184.
69
bunun nedeni onun reddedilmesinde değil te’vildeki farklılıklardır. Filozoflar şeriatın
diğer ilkelerinde olduğu gibi bu konuda tevillerde bulunmuşlar ve bu nedenle de
aralarında bir takım farklılıklar meydana gelmiştir. Bilindiği gibi İbn Rüşt’e göre
tevil halka kapalı olduğu halde ilimde belli bir üstünlüğe ulaşmış olan filozoflara
açıktır. Bu nedenle de halkın Kuranın zahiri ile yetinmesinin doğru olduğuna
inanmıştır.
İbn Sina, daha önce de değindiğimiz gibi, mucize olgusu üzerine çeşitli
metotlar öne sürmüştür. İbn Sina, mucize olgusunu inkar etmeden mucizeleri üç ana
bölüme ayırıp tevil etme yolunu seçmiştir. Birinci bölümdeki mucizeler, ilim
üstünlüğüne bağlı oluşan mucizelerdir; ikincisi, tahayyül gücüne bağlı olan
mucizelerdir ve üçüncüsü de muharrik kuvvete bağlı olan mucizelerdir. İbn Sina’ya
göre İslam filozofları, peygamberlerin gösterdikleri mucizeler hususunda bu üç
noktayı tespit etmiş ve mucizelerin olabilirliğini bu esaslarla açıklama yoluna
gitmişlerdir.204
İbn Sina, nebilerin gösterdikleri mucizelerin nedensellik yasaları ile
çelişmediğini, fakat nasıl onların gerçekleştiğini bilemediğimiz hadiseler olduğunu
iddia etmiştir. Esasen bütün mucizeler son derece muazzam olmasına karşılık fiziksel
hadiselerdir. Bu tür olaylara bir açıklama getiremememiz durumunda mucize deriz.
Eğer bir açıklama yapabilirsek ya da meydana gelen mucizenin sebeplerini
bulabilirsek esasen buna mucize dememizin bir anlamı olmayacaktır. Ama yine her
mucizenin biz bulamasak da bir sebebi muhakkak vardır. İbn Sina, mucizelerin
varlığını ve neden ile sonuç arasındaki ilişki ve bağlılığın varlığını, bu yolla
açıklamaya çalışmaktadır.205
İbn Rüşt, İbn Sina gibi mucizeyi inkar etmemekle birlikte mucize kavramını
ontolojik açıdan daha çok epistemolojik bir mesele olarak ele almaktadır. Onun için
şu soru çok önemlidir: “Mucizelerin varlığı, toplumsal düzende ne gibi bir role
sahiptir?”206 İbn Rüşt bu soruyu şöyle cevaplandırır: “Dini kanunlar, insanlığın
erdeme ulaşmasını sağlamak için vardır ve mucize çeşitleri de bu dini kanunların
parçasıdır; mucizeler, toplumun esenliği için çok önemlidirler.” Bu düşünce, İbn
204 Okumuş; Kuran’ın Felsefi Okunuşu (İbn Sina Örneği), s. 180. 205 Okumuş; a.g.e, s. A.y.; Gurabe’ye göre İbn sina bu şekilde Mucize olgusunun akliliğini müdafaaya çalışmaktadır, bkz; Gurabe, İbn Sina beyned’din ve’l-felsefe, s.141. 206 Leaman; Oliver; Averroes and His Philosophy; s. 53.
70
Rüşt’ü toplumda politik rolü olarak onlara kendi kapasitelerince İslam’ın kanunlarına
riayet etmeyi öğretmek olan Peygambere mucizevi olayları ilişkilendirmeye
yöneltmektedir.207 İbn Rüşt mucizeleri reddetmemekte, onların peygamberin
kişiliğinden kaynaklandığını ve mantıksal olarak mümkün olduğunu kabul
etmektedir.
Gazali, filozofların nedenselliği tanımladıkları sınırlar içinde mucizenin
gerçek anlamını sağlayamadıklarını göstermeye çalışmaktadır. Filozofların
nedensellik tanımları ve onun anlamsal çerçevesi, Gazali’ye göre insanlarda
Allah’tan başka faillerin bulunduğu zannını oluşturmaktadır. Böylece filozoflar bu
düşünceleri ile insanların Allah’a olan güven duygusunu temelinden sarsmaktadırlar.
Gazali’nin temel endişesi, insanoğlunun tabii olarak eğilim duyduğu, dünyevi
vasıtaların Tanrılaştırılmasıdır.208 İşte Mucizenin temel fonksiyonu, Tanrının istediği
an eşyanın akışına müdahale edebileceğini ispat ederek insanoğlunun bu doğal
eğiliminin yanlış olduğunu çok açık bir şekilde gösterip ibret almasını sağlamaktadır.
Aslında Gazali, mucizeyi savunurken o da İbn Rüşt gibi, mucize anlayışının
toplumda yaratacağı sosyo-politik etkiye dikkat çekmektedir. Mucize olgusu her ne
kadar tabiatla ilgili bir problem olsa da, nihai olarak insanların Tanrı anlayışlarını
etkileyecektir, Gazali’ye göre.
Buna karşın İbn Rüşt, mucizenin politik rolüne ve vuku bulan mucizevi
olayların uygun bağlam içerisinde ele alınması ile daha çok ilgilenmektedir. İbn Rüşt
için önemli olan, mucizenin doğaüstü bir olay olup olmadığı değildir. Önemli olan
onu tanımlarken ne gibi politik terimler kullandığımızdır. Eğer mucizeleri, insanların
İlahi Kitab’a olan inançlarını ve bağlılıklarını kuvvetlendiren bir husus olarak
tanımlamlarsak, bu, hem İlahi Kitab’ın amacına hem de neticede topluma hizmet
edecektir.209 Daha önce gördüğümüz gibi, Gazali şunu ileri sürmektedir; Tanrının
kudretinin anlaşılmasının yolu, Tanrının doğal olayları yarıda kesip müdahalede
bulunmasıdır. Bu bakımdan bir mucize, Tanrının sonsuz kudretinin bir ifadesidir. İbn
Rüşt, Tanrının kudretine karşı çıkmaz, ama yine de “Kuran en iyi mu’cize örneğidir”,
fikrini ileri sürdükten sonra, doğal kanun fikrinin Kuran mesajının en güçlü ve en
mükemmel bir örneği olduğuna işaret eder. İbn Rüşt, bu hususa şu ayeti delil olarak
207 Leaman; a.g.e, s. A.y. 208 Gazali, İhya, IV, 428. 209 İbn Rüşt; el-Keşf an Minhacu’l-Edille,çev. Süleyman Uludağ, Dergah, İst. 1985, s.316-318.
71
getirmektedir: “Allah’ın sünnetinde bir değişme bulamazsın”210 Bu yol,211 yüce
Allah’ın varlıklarındaki bilgeliği ve sünneti (sürekli izlediği yol)dir.
İbn Rüşt’ün mucize olgusunda önemle vurguladığı şey; Kuran’ın en büyük
mucize olduğu fikridir. İbn Rüşt, Gazali’nin son derece sert bir biçimde eleştirdiği,
İbn Sina’nın mucize düşüncesini tahlil ve tenkit ederken, Kuran’ın en büyük mucize
olduğu fikrini önemle vurgulamaktadır:
“Gazali’nin bunun nedenleri konusunda filozoflardan aktardığı
görüşü benimseyen İbn Sina’dan başka birinin bulunduğunu bilmiyorum.
Eğer bu türlü olaylar gerçek olup, bir cismin cisim olmayan ve herhangi bir
dönüşüme uğramadan cisimde kuvve halinde bulunmayan bir şey
aracılığıyla değişime uğraması mümkünse, onun bu konuda neden olarak
ileri sürdüğü şeyin de mümkün olması gerekir. İnsanın, tabiatı bakımından
mümkün olan her şeyi yapması, gücü dahilinde değildir; çünkü insan için
neyin mümkün olduğu bilinmektedir. Kendi özlerinde mümkün olan
şeylerden çoğu, onun için imkansızdır, fakat kendi özünde mümkündür. Bu
nedenle, aklen imkansız olan şeylerin peygamberler için mümkün olduğunu
düşünmek gerekmez. Gerçekleşmesi mümkün olan mucizeleri
düşündüğünde onların bu türden olduklarını görürsün. Mucizelerin en açık
olanı olağanüstü niteliği, değneğin yılana dönüşmesi gibi, başkalarından
işitmek suretiyle iletilmiş olmayan yüce Allah’ın Kitabı’dır. Onun mucize
oluşu ancak bugün varolan ve kıyamete dek varolacak olan insanların
algıları ve incelemeleri sayesinde anlaşılmıştır ve anlaşılacaktır. Bu nedenle
bu mucize, öteki mucizelere nazaran çok daha üstündür.”212
İbn Rüşt, İbn Sina’yı sıradan insanların yapamayacağı fiilleri peygambere isnat
etmesi nedeni ile eleştirmektedir. Sıradan insanların yapamayacağı bir fiili
peygamberin yapması hem mantıksal olarak hem de tabii olarak imkansızdır.
Leaman, İbn Rüşt’ün İbn Sina’yı bu şekilde eleştirmesine karşıdır. Bu konuda
şunları kaydeder: “Bu eleştiri pek hoş değildir ve burada İbn Rüşt’ün takiyye ya da
gizleme tekniğini uyguladığı izleniminin doğmasına neden olmaktadır; yani o,
mucizelerin belli bir ahlaki yetkinliği olan insanlar tarafından bilinçli bir şekilde
meydana getirilmeyen, fakat sadece insanların başına gelivermiş olan tabii olaylar
210 Kuran, Ahzab, 62. 211 İbn Rüşt, Tehafüt, C.II, s.658. 212 İbn Rüşt, Tehafüt; C.II, s.624.
72
olduğu şeklindeki kendi gerçek görüşünü gizlemektedir.”213 Aslında filozofların gizli
bir gündeme sahip oldukları tartışmaları hep yapılsa da, İbn Rüşt’ün bu metinde
gizleme tekniğini uyguladığını söylemek bizce zor görünmektedir. Onun esas amacı
burada, İbn Sina’nın düşüncesini kabul edersek bu, bir cisimde kuvve halinde
bulunmayan bir şeyin aracılığıyla bir cismin değişime uğratması anlamına gelir,
uyarısını yapmaktır. Peygamber de nihayetinde bir insan olduğu için Onda bulunan
kuvve, normal insanlarda bulunan kuvve ile eşdeğer olacaktır. Bu durumda bir insan
için imkansız olan peygamber için de imkansız olacaktır. İbn Rüşt, açık olmasa da
dolaylı olarak bunu iddia etmektedir. Aslında bu düşünce İbn Rüşt’ün genel felsefesi
ile uyum içindedir. Özellikle doğal nedensellik fikrini ele alacağımız bu bölümde,
insan için neyin mümkün neyin mümkün olmadığı açıkça görülecektir.
İbn Rüşt, yine de kendi mucize tanımında oldukça mütereddittir. Bu
düşüncesini tam olarak açıklamamaktadır. Onun ısrarla durduğu şey Kuran’ın en
büyük mucize olduğu fikridir. Bu düşünceyi eleştirmeden önce şu soruları sormamız
gerekmektedir; Acaba neden İbn Rüşt, Kuran’ı bir mucize örneği olarak ifade
ederken “en büyük” sıfatı ile nitelendirmektedir? Kuran dışındaki mucizeler, bu
durumda niteliksel olarak değersizleşmekte midir yoksa esasen İbn Rüşt Kuran
dışında başka bir mucize olgusunu kabul etmemektedir? İbn Rüşt’ün Kuran’ın icazı
dışındaki mucizeleri kabul edip etmediği tam olarak belli değildir. Bazen bu tür
mucizelere vurgu yapsa da onları kabul ettiğini belirten kesin bir açıklama yoktur.
Aynı şekilde, doğal nedensellik ve zorunluluk hakkındaki fikirlerini de göz önüne
aldığımızda, bu tür mucizeleri kabul etmesinin zor gözüktüğü anlaşılacaktır.
İbn Rüşt’ten yukarıda yaptığımız alıntıda, Kuran’nın mucize oluşunu
vurgularken onun başkalarından işitmek sureti ile iletilmiş olmadığına değinmiştir.
Bu husus hakikaten önemlidir, zira David Hume’un da daha sonradan üzerinde
önemle duracağı bir hususu gündeme getirmektedir; o da insan şahitliği üzerine bir
mucize anlayışı bina edilemez.214 İbn Rüşt’ün, nakli mucizeleri, yani insan
şahitliğine dayalı mucizeleri, küçümsemesinin ana nedeni budur.
Şunu burada öncelikle belirtmek gerekir ki, İbn Rüşt, Gazali’nin on yedinci
meselede mucize meselesini felsefi bir problem olarak ele almasını215 son derece
213 Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, s.147. 214 Hume, David; İnsan Zihni, Çev. Selmin Ertan, MEB yay. İstanbul, 1986. s.170. 215 Gazali, Tehafüt, C.I, s.176-179.
73
yadırgar: “Eski filozoflar mucizeler konusunda hiçbir şey söylememişlerdir; çünkü
onlara göre, bunlar araştırılmalarına ve sorun haline getirilmelerine gerek
bulunmayan şeylerdendir. Aslında bunlar şeriatın ilkeleridir; bunları araştıran ve bu
konularda kuşkuya düşen kimsenin, onlara göre acaba Allah var mıdır; mutluluk var
mıdır; erdemler var mıdır? diye Şeriatın öteki genel ilkelerini araştıran kimse gibi,
cezalandırılması gerekir; çünkü bunlardan şüphe edilmez.216 Bu konuda polemiğin
gereksiz olduğuna inanan filozofumuz onların nasıl var olduğunu insan aklının
kavrayamayacağı bir husus olduğunda ısrar etmektedir.
İbn Rüşt bütün bu düşüncelerine rağmen, on yedinci meselede Gazali’ye
cevap verme zorunluluğunu hissetmiştir. Gazali, daha önce de belirttiğimiz gibi
algılanabilen nesnelerde gözlemlediğimiz sebep-sonuç ilişkisinin zorunlu olmadığını
iddia etmişti. Çünkü, yanmayı meydana getiren şey cansız ve iradesi olmayan tabiat
değil, Yüce Allah’tır. Burada Gazali’nin filozofları eleştirmesinin temel nedenini iyi
irdelemek gerekmektedir.217 Gazali, filozoflardan neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi
tam olarak açıklayan mantıksal bir neden istemektedir. O, dünyadaki bir çok olayın
bir başka olaydan sonra gerçekleştiği şeklindeki olağan inanca meydan okumaya
çalışmamaktadır, aksine bu tür olguların bize sağladığı tecrübe ile biz, dünyadaki
olayların genel gelişme çizgisini elde edebilmekteyiz.218 Böylece bu şekilde olaylara
bir anlam verebilmekteyiz. Onun korktuğu şey, zorunlu nedensellik fikridir. O,
nedensel ilişkileri, Tanrının dünyadaki düzene yaptığı müdahale olarak kabul eder.
İbn Rüşt, Gazali’nin bu iddiasına ay-altı alemdeki “doğal fail” düşüncesini
ileri sürerek cevap verir. Ay-altı alemdeki bütün doğal olaylar doğal failde bulunan
sebep-sebepli ilişkisi ile meydana gelir. Bu nedenle her tabii fiilin bir faili vardır ve
bu fail de ‘tabii faildir’. İbn Rüşt’e göre Gazali’nin bunu inkar etmesi, aslında her
fiilin mutlaka bir faili vardır düşüncesini inkar etmesi anlamına gelmektedir.219 Bunu
inkar etmek ise algılanan nesnelerdeki etkin nedenlerin varlığını inkar etmek
demektir.
İbn Rüşt’e göre iki tür fail vardır. Birincisi, fiilini bilgi ve iradeye göre yapan
fail, yani “iradeli” faildir. İkincisi ise bilgi ve iradeye dayanmaksızın fiilini yapan
216 İbn Rüşt, Tehafüt, C.II, s.623. 217 Gazali, Tehafüt, s.182. 218 Gazali, Tehafüt, s.189. 219 İbn Rüşt, Tehafüt, s. 631.
74
fail, yani “doğal” faildir. İbn Rüşt, bu sınıflandırmanın sadece bir isim ortaklığından
ibaret olmayıp bir cinsin sınıflandırılması olduğunu belirtir. Örneğin sıcağın
sıcaklığı, soğuğun da soğukluğu meydana getirmesinde olduğu gibi, tabii failler
yalnızca özlerinin gerektirdiği fiili, herhangi bir bilgiye ihtiyaç duymaksızın şartların
elverdiği her yer ve zamanda doğal olarak yerine getirirler. Bunun aksine iradeli
failin fiilleri sürekli değildir. Bir zamanda yapılan bir fiil, başka bir zamanda
yapılmayabilir.220 Buradan hareketle İbn Rüşt, ay-altı alemdeki sebep-sebepli
ilişkisini “doğal fail” bağlamında değerlendirir.
İbn Rüşt’e göre Kelamcılar, bu dünyada failleri algılanmayan bir takım
sonuçları gördükleri için böyle bir kuşkuya düşmüşlerdir. Halbuki bu kuşku son
derece yersizdir. O’na göre, nedenleri algılanmayan sonuçlar, yalnızca varolan
nedenlerinin algılanamamasından dolayı bilinmemektedir; bu nedenle bu tür
sonuçların nedenleri araştırılmalıdır.221 Bu düşünceler özellikle İbn Rüşt’ün bilim
felsefesinin ana karakterini oluşturmaktadır. Her şeyin bir açıklaması vardır ve
bilimsel araştırma bize bu açıklamaları verebilir.
İbn Rüşt, Gazali’ye, nesnelerin karakteristik fiilleri ile onların adları
hususunda eleştiri getirerek itirazına devam eder. Gazali’nin nedenselliğin mantıksal
durumuna ilişkin eleştirisine İbn Rüşt’ün cevabı, şeyleri, onların nedensel
özelliklerini ve isimlendirilmesini nasıl bilebiliyoruz şeklinde bir iddiadır. Bir
varlığın nedensel özellikleri, o varlığı anlamamızın temel yönüdür. Eğer şeyleri,
gerçek madde kalana dek nedensel özelliklerinden soyarsak, bir şeyin olmadığı bir
yere varmış oluruz çünkü dünyada nesneleri sınıflandırdığımız yolda, onları, diğer
nesnelerden ayıran karakteristik özelliklerini kavramamız son derece etkili
olmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse; biz başı kesilmiş bir insanın, normal
davranışlarını sürdüren bir kişi olarak sayılıp sayılmayacağı konusunda tereddütte
olmamız son derece doğaldır:
“Nesnelerin tek tek her varlığa özgü fiilleri gerektiren ve nesnelerin
özlerinin, adlarının ve tanımlarının farklı olmalarını sağlayan özleri ve
niteliklerinin bulunduğu kendiliğinden bilinmektedir. Eğer tek tek her varlığın
kendine özgü bir fiili bulunmasaydı, kendisine özgü bir tabiatı da bulunmazdı.
220 İbn Rüşt, Tehafüt, C.I, s. 174-175. 221 İbn Rüşt, Tehafüt, s. a.y.
75
Kendine özgü bir tabiatı bulunmayınca kendine özgü ne bir adı, ne de bir tanımı
bulunurdu ve dolayısıyla bütün nesneler bir tek şey olabileceği gibi, bir tek şey
de olmayabilirlerdi; çünkü bu bir tek hakkında onun kendisine özgü bir tek fiili
ya da edilginliği mi bulunmaktadır, yoksa o bu türden hiçbir şeye sahip değil
midir? Diye bir soru sorulabilir. Eğer onun kendisine özgü bir fiili varsa bu
durumda özel tabiatlardan çıkan özel bir takım fiiller bulunuyor demektir. Eğer
onun kendisine özgü bir tek fiili bulunmuyorsa bu durumda da bir tek, bir tek
değil demektir. Bir tek tabiat kabul edilmediğinde ise, varolanın tabiatı da kabul
edilmiyor demektir. Varolanın tabiatı kaldırıldığında da yokluk
gerekmektedir.”222
İbn Rüşt burada, deneysel kanun olarak kabul edilen geçerli kanunların
ampirik problemi ile Aristocu madde anlayışının mantıksal statüsü arasında kesin bir
ayırım yaparak Gazali’ye cevap vermeye çalışmaktadır.223 Eğer doğal nesnelerden
bahsediyorsak; onların belli karakteristik niteliklerinin olduğunu varsaymamız
gerekir; zira, ne hakkında konuştuğumuzdan emin olmamız gerekmektedir. Eğer
onların belli bir davranış kalıbı içinde olmadığını kabul edersek, fenomenlerin
dünyadaki farklılıklarını ve kavramları bir arada tutan şeyleri kaybederiz.
İbn Rüşt, problemin esasını şöyle dile getirir: “Acaba tek tek her varlıktan
çıkan fiiller, tabiatında bu fiilleri meydana getirme özelliği bulunan nesneler için
zorunlu bir takım fiiller midir; yoksa çoğunlukla ortaya çıkan filler midir; ya da her
iki husus birlikte mi bu konuda etkili olmaktadır?”224 İbn Rüşt için tartışmanın en
önemli noktası budur ve belki de en çetin olanıdır. İbn Rüşt’e göre alemde sonsuz
sayıda ilişki olduğu için çoğu zaman bir fiile hangi şeyin sebep olduğu bilinemez ve
bazen de sonsuz sayıda yer alan ilişkilerin birbirini engellemeleri söz konusu olabilir.
Sözgelimi diyor İbn Rüşt, ateşin belli bir anda pamuğa temas etmesi ve talk taşı
örneğinde olduğu gibi kendisinde yanmayı önleyecek bir şey bulunduğu takdirde,
pamuğu yakmaması mümkündür.225 İbn Rüşt’ün bu düşünceleri, talk örneğini veren
Gazali’ye yöneliktir; zira Gazali daha önce de belirttiğimiz gibi kendisine talk taşını
süren birinin ateşten müteessir olmadığını gören biri, eğer bunu bilmiyorsa bu olayı
222 İbn Rüşt, Tehafüt, s. 631-632. 223 Leaman, Averroes and His Philosophy, s. 57. 224 İbn Rüşt, Tehafüt , s. 632. 225 İbn Rüşt, Tehafüt, a.y.
76
inkar etmesinin son derece doğal olacağını belirtmektedir.226 Gazali’ye göre
filozofların Allah’ın kudretini inkara kalkışmaları bu örneğe benzemektedir. İbn
Rüşt, talk örneğini veren Gazali’ye bir yere kadar hak vermekle birlikte şunu da
belirtir; kendisine talk taşını süren birinin ateşten müteessir olmaması mümkün
olmakla birlikte bu durum, ateşin ateş adına ve tanımına sahip olduğu sürece, ateşten
yakma niteliğinin kaldırılmasını gerektirmez. Dolayısıyla İbn Rüşt’e göre, doğal
ortamda bir engellenme olmadığı ve uygun şartlar bulunduğu sürece her nesne,
tabiatından kaynaklanan fiili mutlaka yerine getirir.227
İbn Rüşt, kelamcıların doğadaki düzenlilik hakkında şöyle düşündüklerini
belirtir: “Kelamcılar, varolan şeylerdeki düzenlilikten hareketle, failin akıl sahibi bir
varlık olması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır. Varolan şeyin fail tarafından
amaçlanmış olması da en azından onun amaçladığı şeyi bildiğine işaret eder.”228 O
halde diyor İbn Rüşt, akıl varlıkları nedenleri ile kavranmasından başka bir şey
değilse nedenleri reddeden aklı da reddetmiş olur. Bu nedenle kelamcıların eşyada
nedenselliği inkar etmelerinin bir anlamı yoktur.
İbn Rüşt’ün bir başka itirazı da Gazali’nin adet teorisine yöneliktir. Daha
önce de belirttiğimiz gibi Gazali, eşyanın olağan akışına Tanrının müdahale
edebileceğini düşünmüştür. Tanrı, ya aracılı yada aracısız bir şekilde tabiattaki
düzeni sağlamaktadır. Bu durumda Gazali’nin de belirttiği gibi bir sorun ortaya
çıkmaktadır; “Sonuçların sebeplerden zorunlu olarak çıktığını inkar edip, bunları
Yaratanın iradesine bağladığımız ve iradenin de belirlenmiş özel bir yolu
bulunmayıp, çeşitli dallara ve türlere ayrılması mümkün olduğu takdirde, her
birimizin yırtıcı bir aslanın, alevli ateşlerin, görkemli dağların ve silahlarla donanmış
düşmanların karşısında bulunduğunu, fakat yüce Allah’ın her birimizde görme
yetisini yaratmadığı için, onları göremediğimizi mümkün görmek gerekir.”229 Gazali,
burada şuna dikkat çekmek istemektedir; eğer yüce Yaratıcıyı sonsuz iradesi ile
tabiata yön veren bir fail olarak kabul edersek, bu durumda Tanrı, A zamanında
yarattığı bir şeyi B zamanında yaratmayabilir. Aynı şekilde A’nın sebebi olarak B’yi
yaratan Tanrı bir başka zamanda A’yı C ile veya hiçbir sebep olmaksızın yine A’yı
226 Gazali, Tehafüt, s.187. 227 İbn Rüşt, Tehafüt, s.632. 228 İbn Rüşt, Tehafüt , s. II, 633. 229 Gazali, Tehafüt, s. 182-183.
77
yaratabilir. Onun ifadelerini kullanırsak; Atın nutfeden, ağacın çekirdekten
yaratılması zorunlu olmadığı gibi, her hangi bir şeyden de yaratılması zorunlu
değildir.230 O halde diyor Gazali, bu durumda olguların akış düzeni hakkındaki
bilgimizin konumu ne olmaktadır? Biz bunları nasıl bilebiliyoruz? Ekmeğin
doyurucu olduğunu, ateşin yakıcı olduğunu, suyun susuzluğu giderdiğini nasıl
biliyoruz?
Gazali, filozoflar adına yönelttiği bu itiraza yine kendisi cevap verir:
“Tanrı, bizde bu mümkün şeyleri yaratmayacağına dair bir bilgi
yaratabilir ve biz bu şeylerin zorunlu olmamakla beraber mümkün
olduğunu iddia ediyoruz…. Bu nedenle, bir nesnenin Allah’ın kudreti
dahilinde mümkün bir şey olmasında, Allah’ın ezeli bilgisinde böyle bir
şeyi belli bir zamanda yapması mümkün olduğu halde, yapmamasında
ve böyle bir şeyi o anda yapmayacağı konusunda bizde bir bilgi
yaratmasında hiçbir engel yoktur.”231
Algılamalarımızla ilgili bütün bu örnekler, birlikte sabit ve birleşmiş gerçeklerin
algılamaları, dış dünya hakkındaki alışılmış bilgimizi Tanrının yaratabilme gücünü
göstermektedir. Yani bu gerçeklik bir bilgidir çünkü, doğada tecrübe ettiğimiz
düzenlilik Tanrının yaratmasına uygun düşmektedir. Tanrı bir mucize yarattığında
zihni vaziyetimizi ve doğal olayların görünüşünü birlikte değiştirmektedir. Buna
karşın genellikle Tanrı, kanun türlerini ve O’nun bizi alıştırdığı nizam ile ilişkili
düzeni devam ettirmektedir.
Beklenildiği gibi, İbn Rüşt buna gayretli bir şekilde karşı koyar. Onun rehber
prensibi olan “Bir şeyin realitede olan bilgisi, gerçek bilgidir” düşüncesi, Tanrı
tarafından doğrudan yaratılma düşüncesi ile uyuşmamaktadır232. İbn Rüşt, temel
olarak Gazali’nin, neden ve sonuç arasındaki düzenli ilişkiye dair beklentimizle ilgili
düzenlilik fikrini eleştirmektedir. İbn Rüşt şunu öne sürmektedir, bu mefhum bir dış
güce sahiptir ve bu etki Gazali’nin argümanında belirsiz uygulamalar vasıtası ile
farklı bağlamların bir karışımı haline gelmektedir. Bu, eşyanın doğal akışındaki
zorunluluğunda Tanrının adetini gösterir. Bu durum, Tanrının bir adete sahip olduğu
230 Gazali, Tehafüt, s. 183. 231 Gazali, Tehafüt, s. 185. 232 Leaman, Averroes and His Philosophy, s. 61.
78
anlamına gelmez. Tanrı bir adete sahip değildir çünkü “adet” kavramı, failin bir
özellik kazanmasıdır; bu özellik çoğu durumda failin aynı şekilde hareket etmesi
zorunluluğunu gerektirir.
İbn Rüşt’ün en büyük endişesi, böyle iddianın ortaya atılması beraberinde
sebep ve sonucun varlığının inkar edilmesi gibi bir düşünceye insanları sevk
edebilmesidir. Kelamcılar, bu düşünceyi benimseyerek, Tanrının iradesinin sürekli
olarak tecelli edecek bir ölçüyü ortadan kaldırmışlardır.233 İbn Rüşt burada, Tanrının
iradesini reddetmemekle birlikte bu iradenin belli bir davranış yönünün olması
gerektiğini düşünmektedir.
Gazali, birinci bölümde de belirttiğimiz gibi,234 evrende bir düzen varsa bu
düzenliliğin varlığına, Tanrı’nın sebep olduğunu düşünmektedir. Tanrı, belli bir
adete sahiptir ve bu sayede evrende genel olarak aynı olayları yaratır. İbn Rüşt, bunu
imkansız görmüş ve Tanrının bir adete sahip olamayacağını belirtmiştir. İbn Rüşt’e
göre adet, failin kazanmış olduğu bir yeti olup failden çıkan fiilin sık sık
yinelenmesini gerektirir. Bu konuda bir ayeti de delil olarak kullanır: “Sen Allah’ın
sünnetinde bir değişiklik bulamazsın; sen Allah’ın sünnetinde bir değişme de
bulamazsın”235
Wolfson, İbn Rüşt’ün, Gazali’nin adet teorisini eleştirmesinin nedenini şöyle
açıklar: “Zihninde Aristo’nun adet sonucu olan şeyler çok kez yapılmaları nedeniyle
yapılan şeylerdir şeklindeki cümlesine sahip olarak ve teknik olarak Arapça
kesiran’ın karşılığı olan ‘çoğu kez’in genel anlamda ale’l-ekser tabirini kullanarak o,
şayet adet Allah’ın adeti anlamında kullanılmaktaysa bundan Allah’ın aynı şekilde
sık sık fiil yapmak suretiyle tekrar tekrar aynı şekilde yapmak adeti kazanmış olduğu
sonucunun çıkacağını ileri sürer, çünkü adet bir failin kazandığı ve kendisinden failin
fiilinin alel’-ekser çıktığı bir melekedir.”236 İbn Rüşt, Wolfson’u doğrularcasına eski
filozofların da bu konuda böyle düşündüğünü Tehafüt’ünde belirtir.
İbn Rüşt, adet kavramını kesinlikle reddetmez. Buna karşılık, adet
kavramından neyin kastedildiğini de sorgulamaktadır. Adet veya alışkanlık olarak
adlandırdığımız şey eğer duyularımızla algıladığımız bir obje ise bu durumda onun
233 İbn Rüşt, Tehafüt, s. 643. 234 Bknz. I nolu bölüm 235 Fatır; 35/42-43 236 Wolfson, Kelam Felsefeleri, s. 425.
79
bir nefis sahibi olması gerekir. Çünkü bir şeyi sık sık yapıp istisnai durumlarda
yapmamak bir seçme ve bilgiyi gerektirir. Öyleyse bu alışkanlık nefs sahibi
olmayanda bulunmuyorsa, tabiat da nefs sahibi olmadığı için onda bir adet veya
alışkanlıktan bahsetmek mümkün değildir.237 Eğer, nesnelerde böyle bir alışkanlık
olduğu iddia edilirse bunun ismi tabiat olmalıdır, yani her nesnenin bir tabiatı vardır
demek daha doğru olacaktır.
İbn Rüşt, varolanlar hakkında bir hüküm verme alışkanlığımızın bulunmasını
akli bir zorunluluk olarak görmektedir. Akli fiil sayesinde bu türden hükümlere
varırız. Alışkanlık veya adet sözcüğüne bakıldığında “çoğunlukla öyle yapar”
anlamında “falan kimsenin adeti şöyle yapmaktır” örneğinde olduğu gibi, onun
sonradan konulmuş bir fiil olmasından başka bir anlamın olmadığı görülür.238 İbn
Rüşt, bunun akli bir hüküm olduğunu bu şekilde izah eder.
Gazali, filozofların Hz. İbrahim’in ateşe atılma hadisesini inkar ettiklerini
iddia etmişti. Buna göre filozoflar varlık ilkelerinin nesnelerin ortaya çıkmasının
nedeni olduklarını kabul ettikleri için, nesnelerde her hangi bir eksiklik veya
yetersizliğin söz konusu olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Ateş örneğini ele alırsak,
diyor Gazali, ateşi kendi niteliği ile, birbirine benzer iki parça pamuğun onunla temas
ettiğini düşündüğümüzde ateşin burada hiçbir seçme gücü olmadığı için birini yakıp
diğerini yakmamazlık edemez. Filozoflar bu şekilde düşündüğü için ateşe atılan Hz.
İbrahim’in yanmamasını imkansız görmüşler ve bir açıklama ihtiyacını hissettikleri
için de ya ateşten ateş niteliğinin bir şekilde ortadan kaldırıldığını ya da Hz.
İbrahim’in bedeninde bir değişiklin meydana getirildiğini belirtmişlerdir.239
İbn Rüşt, Gazali’nin ilk iddiasına karşı çıkmaz. Yani filozoflar, varlık ilkeleri
nesnelerin ortaya çıkışının nedenidir, görüşünü kabul etmişlerdir. Bunun yanı sıra,
duyulur nesnelerde gözlemlediğimiz olgular da aynı şekilde birbirinin nedenidir.
Sıcaklık, örneğini veren filozofumuz, sıcaklığın aynı şekilde başka bir sıcaklığa
neden olacağını ve bu durumun diğer dört nitelikte de aynı şekilde cereyan ettiğini
belirtir.240 Fakat İbn Rüşt, filozofların Hz. İbrahim’in mucizesi hakkında Gazali’nin
iddia ettiği şekilde düşünmediğini kaydeder. Ona göre bu iddiayı zındıklar dışında
237 İbn Rüşt, Tehafüt, s. II, 634. 238 İbn Rüşt, Tehafüt, s. II, 635. 239 Gazali, Tehafüt, s. 184. 240 İbn Rüşt, Tehafüt, s. II, 637.
80
kimse dile getirmemiştir. Filozoflar, mucizeyi şeriatın genel bir ilkesi olarak kabul
ettikleri için, böyle bir tartışmayı uygun görmemişlerdir.
Uzun bir şekilde şeriatın ilkelerinin tartışılmaz olduğunu vurgulayan İbn
Rüşt, bir şekilde Gazali’nin bu iddiasını görmezden gelmektedir. Gazali’nin bu
iddiası çok güçlü görünmektedir zira ona göre filozoflar, ışığın güneşten çıkması gibi
varlık ilkelerinden çıkan nesneler kendi iradeleri ile değil zorunlu ve doğal olarak
çıkarlar. Parlak bir cisim ışığı yansıtırken mat bir cisim onu emer. Şimdi kaynak tek
olduğu halde mahallerin(alıcı) yetenekleri farklı olduğu için eserler de zorunlu olarak
çeşitlidir. Dolayısıyla bir yerde bir eksiklik söz konusu ise bunun nedeni varlık ilkesi
yani kaynak değil ancak ve ancak mahaldedir. Bu şartlar altında birbirine eş iki
pamuk parçasını ateşe temas ettirdiğimizde her ikisinin yanması zorunludur. Biri
yanarken diğerinin yanmamasının nedeni, o pamuğun yanmaya elverişsiz olmasıdır;
mesela pamuğun yaş olması gibi bir sebep onun yanmasını önleyebilir. Gazali’nin bu
iddiasını kabul eden düşünürümüz, Hz. İbrahim’in mucizesini kabul ederek bizce bir
çelişkiye düşmektedir. İki pamuk parçasının aynı şartlar altında yanmasının zorunlu
olduğunu kabul etmek, bir şekilde Hz. İbrahim’in ateşte yanmasının da mantıksal
olarak zorunlu olduğunu kabul etmek demektir. İbn Rüşt, Gazali’nin iddiasına bu
minvalde cevap vermesi gerekirken, O daha çok mucizelerin hukuki ve ahlaki
nedenlerden ötürü kabul edilmesi gereken bir hadise olduğu üzerinde ısrar
etmektedir.
Şimdi kesin bilgiyi bir şeyi olduğu gibi bilmek şeklinde tanımlayan
düşünürümüz, varlıkta sebep ve sonucun meydana geldiği bir imkanın olmadığını
farz ettiğimizde, hiçbir şeyin değişmeyen bir bilgisinin aynı zamanda
varolamayacağını düşünmektedir. Bir şeyin kesin bilgisi demek, göz açıp
kapanıncaya kadar olsa da varlıkta alıcı ve yapıcı şeklinde iki karşıt şeyin imkanının
varolması demektir.241 Bu durumu bir hükümdar örneği ile açıklayan düşünürümüz,
böyle bir yaratıcıyı kendisine bir sınır tanımayan zorba bir hükümdara benzetir. Bu
hükümdarın üstünde ne bir güç ne de bir kanun vardır; bu nedenle Onun fiilleri doğal
olarak önceden öngörülemez, herhangi bir davranışta bulunsa bile onun mahiyeti
bilinmeyecektir.
241 İbn Rüşt, Tehafüt , a.y.
81
İbn Rüşt’ün Gazali’nin Tanrısını zorbalıkla suçlaması, aslında kendisinin
genel düşüncesi ile çelişmesi anlamına gelmektedir. Çünkü İbn Rüşt burada
kolaylıkla, Tanrıyı bir insana benzetmektedir. Her ne kadar bu insan, bir Hükümdar
olsa da, netice olarak şunu iyi biliyoruz ki bir hükümdar kendisini her türlü kayıttan
muaf saysa da O, örneğin tabiat kanunları çerçevesi içinde ancak irade edebilir.
Mantıksal olarak mümkün olan bazı şeyleri yapamaz. Kuran’da da belirtildiği gibi
böyle bir hükümdar güneşi batıdan doğurup doğudan batıramaz. Güneşin mantıksal
olarak ters yönde hareket etmesi mümkün olsa da bu insan iradesi için imkansızdır.
Aslında Gazali’nin Tanrı anlayışı da bu doğrultudadır. Mantıksal olarak mümkün
olan her şey Tanrı için de mümkündür; fakat insan için bu söz konusu değildir. Ve bu
durum, doğal olarak Gazali’nin teorisi ile uyum içindedir. Ama aynı şey İbn Rüşt
için söz konusu değildir. Bir anlamda Tanrının bilinemez olduğunu iddia eden İbn
Rüşt, bu nedenle onun iradesinin insan iradesi ile benzetilmesinin son derece yanlış
olacağını Tehafüt’ünde zikretmektedir. Onun üzerinde ısrarla durduğu şey “şahid
ala’l-gaib” prensibinden hareketle Tanrının anlaşılamayacağıdır.242 İlk Failin fiilinin
hiçbir şekilde görünen failin filine benzetilemeyeceğini zira onun mutlak bir fiil
olduğunu ifade etmektedir. Şimdi ilk failin filini mutlak olarak kabul eden İbn Rüşt,
burada görünen bir failin fiilinden hareketle İlk Failin fiilini tasvir etmeye
çalışmaktadır.
İbn Rüşt, adet kavramını eleştirmeye devam eder; kelamcıların adet anlamını
verdikleri şeyin İlk Fail’de olmasını imkansız gören düşünürümüz, bunun ancak
varolan nesnelerde mümkün olabileceğini belirtir. İbn Rüşt’e göre varolan nesnelerin
bu davranışına bir isim verilecekse, buna tabiat isminin verilmesi daha uygundur. 243
Hatırlanacağı üzere filozofumuz, adet kelimesinin canlılar için kullanılması
gerektiğini belirtmişti; eğer bu kavram cansız varlık için kullanılacaksa bunun tabiat
olması gerektiğini belirtir.
Burada şunu vurgulamak gerekir; düşüncesinde hiçbir şekilde tesadüf denen
olguya yer vermeyen İbn Rüşt, kelamcıları tesadüfe neden olmakla suçlamıştır.
Düşünürümüze göre sonuçlar sebeplerden üç şekilde çıkabilir:
242 İbn Rüşt, Tehafüt; s. C.I, 210. 243 İbn Rüşt, Tehafüt; s. C.II, 644.
82
1- Zorunlu olarak ortaya çıkar; yani belli sebepler, belli sonuçlar için
varolurlar. Örneğin, insanın beslenmesi ve gıda alması gibi.
2- Veya daha üstün olması için, yani bu sayede daha mükemmel olması için
olur. Örneğin insanın iki gözlü olması gibi.
3- Ya da yukarıdakilerin dışında meydana gelir.244
Üçüncü şıkkı kabul ettiğimizde, belli sonuçların belli nedenlerden vücuda gelmeleri
tesadüfi olur. Bu durumda varlıkta hikmetin bir manası kalmamış olur; zira bu hal bir
yaratıcının gerekliliğini ortadan kaldırır. Örnek olarak insan elini veren İbn Rüşt,
insan elinin dizaynının bize, çok farklı şekillerdeki nesneleri kavrama yeteneğini
verdiğini söyler. Eğer bu durum, belli bir zorunluluktan veyahut da mükemmele
yönelik bir nitelik değilse, bu elin şeklindeki tasarım tesadüften öte olmayacaktır.
Kısaca, sebep-netice esasını ortadan kaldıracak olursak, ortada tesadüfiliği, ve bunun
neticesinde meydana gelen her şeyi maddi sebeplerle açıklamak zorunda kalacağımız
için bir yaratıcının gerekliliği ortadan kalkacaktır.245 Bu nedenle İbn Rüşt,
sebeplerdeki nizamı inkar ettikleri için Kelamcıların yaratıcıyı bilmeden inkar
ettikleri sonucuna ulaşır.
Tabiat dediğimiz şey, İbn Rüşt’e göre iki şekilde hareket eder; birincisi bütün
sonuçların zorunlu olarak bir nedeni vardır, ikincisi ise her şeyin bir gayesi vardır ve
bu gaye de en mükemmele ulaşma arzusudur. Yaratıcının bilgisi, yukarıda da ifade
edildiği gibi varolanın ilişkili bulunduğu tabiatının gerçekleşmesinin nedenidir. Bu
bilgi ise zorunludur. Bu konuda şöyle bir örnek verir düşünürümüz; sözgelimi,
Allah’ın bildirmesi sonucu Peygamber A şahsının bir yerden geldiğini bilirse, bu
bilginin gerçekleşmesinin nedeni, varlığın tabiatının sonsuz bilgiye bağlı olmasından
başka bir şey değildir. Filozofumuza göre gaybi bilgi, A şahsının gelişi gibi, bir
mevcudun gelecekte varolup olmayacağını bilmekten öte bir şey değildir. Bu nedenle
sebeplerin bilgisi esasen gaybın bilgisi demektir. İbn Rüşt’e göre varlıkların bütün
sebeplerini ihata eden yüce Yaratıcı, böylece gaybın da bilgisini bilebilmektedir ve
bu şekilde A şahsının geleceğini haber vermektedir.
Bu meseleyi toparlayacak olursak, İbn Rüşt’e göre mucizeyi temellendirmek
için kelamcıların kabul ettiği adet düşüncesi, bir çok noktada eksiktir. Birincisi, 244 İbn Rüşt, el-Keşf; s. 292. 245 İbn Rüşt, el-Keşf, s. 293.
83
Allah’ın bir âdeti olduğunu kabul edersek, Tanrı adete bağımlı olur. Bu durum, Tanrı
için geçerli olamaz; zira İslam düşüncesine göre Tanrının bir değişime uğraması
düşüncesi yanlıştır. İkincisi, eğer Tanrının belli bir âdeti vardır ama istediği zaman
kendi âdetinin nesnelerin akışına müdahale edebilir, diye kabul edilirse bu durumda
bilgimizin objektif değeri kalmaz. Çünkü, bizim ateş olarak nitelendirdiğimiz bir
nesne, bir gün yakıcı iken başka bir gün soğutucu ise en başta nesneleri adlandırma
sorunumuz ortaya çıkar. Adlandırma ise bilginin temeli olduğu için bilimsel bilgi
diye bir şey olmayacağı gibi gündelik yaşamımızda bir takım problemlerle karşı
karşıya kalırız. Eğer kelamcıların fikrini kabul edersek bilginin, farklı bakış
açılarından kaynaklanan köklü bir karmaşasının içine düşeriz ve “düzen” de daha
önce düşündüğümüzden daha farklı olacaktır.246 Bu nedenle kelamcıların bu teorisi,
İbn Rüşt’e göre pratik olarak bize bir yarar getirmez. Üçüncüsü, adet kavramı esasen
canlılar için geçerlidir. Çünkü adet kavramı, “genel olarak” anlamını taşır ve istisnai
de olsa yapılan fiilin zıddının da fail tarafından gerçekleştirilebileceği anlamına gelir.
Kelamcıların adet kavramını cansız varlıklar için kullanması temel olarak yanlıştır;
zira cansız varlıkların belli adeti yoktur. İbn Rüşt, verilmesi gereken ismin tabiat
olması gerektiğini düşünmektedir.
Gazali, herhangi bir peygamberin ateşe atılması durumunda, ya ateşin
niteliğinin ya da peygamberin niteliğinin değişmesiyle yanmamasını mümkün
görmektedir. Buradaki etkin fail olan Allah veya O’nun emri ile melekler, ateşi kendi
nitelikleri ile beraber olsa da başka bir şeyi yakamayacak hale getirebilirler. Diğer bir
şekil de ateşi herhangi bir niteliğe dönüştürmeden Peygamberin bedeninde bir nitelik
yaratarak böylece ateşin etkisini ortadan kaldırabilir.247 Gazali, kendisini talkla
ovalayan ve daha sonra ateş ocağına giren birisini ateşin etkilemeyeceğini belirttikten
sonra böyle bir şeyi görmeyen bir kimsenin bu gerçeği inkar edeceğini belirtir. İbn
Rüşt, Gazali’nin bu düşüncesinin filozoflar tarafından kabul edilebileceğine kanidir.
Ona göre, faillerden çıkan fiiller, birtakım nedenlerden dolayı her zaman ortaya
çıkamaz, yani zorunlu değildir. Dolayısıyla, ateşin belli bir anda pamuğa
yaklaştırılması ve pamuğa temas ettiği anda, yanmayı önleyen bir şey bulunduğu
246 Leaman, Averroes and His Philosophy; s. 62. 247 Gazali, Tehafüt; s.186.
84
takdirde, pamuğun yanmaması imkansız değildir.248 Bu nedenle Gazali’nin talk
örneğini, filozofumuz kabul eder.
Sonucun ortaya çıkabilmesi için sebebin zorunlu olduğunu kabul eden İbn
Rüşt, aslında burada Gazali ile ittifak halinde değildir. Onun genel sebeplilik
teorisine baktığımızda, bir cisimden bir davranışı beklediğimizde bu davranışın, onun
gerçek niteliğine uygun olması gerekir. Eğer cisimden beklediğimiz davranış doğru
olup, bu davranış gerçekleşmiyorsa bu durumda mahalde bir eksiklik var demektir,
yani davranışın meydana geleceği nesnede bir takım dış nedenlerin eksikliği nedeni
ile sonuç ortaya çıkamamaktadır. İbn Rüşt’ün burada ısrarla üzerinde durduğu şey,
bu nesne tabii bir nesnedir ve onun fiilinin gerçekleşmemesinin ana nedeni, yine tabii
süreç içerisinde bir takım sebeplerin eksikliğidir. Gazali’nin ifade etmek istediği şey
ise bu sürecin İlahi müdahale ile değiştirilmesidir. Gazali’nin talk örneğini vererek,
bu durumu açıklamaya çalışması bir benzetmeden öte değildir. Onun vurgulamak
istediği, bu tür mucizeleri Allah’ın kudretinin dışında görenlerin durumları, talk
örneğini hiç görmemiş birini inkarına benzer demektir. İbn Rüşt ise esasen, buna
yaklaşmaya niyetli görünmemektedir, zira dıştan bir müdahaleyi reddetmektedir.249
Gazali’ye göre ise madde alıcıdır. Alıcı olan madde, örneğin torak ve öteki
unsurlar önce bitkiye sonra hayvanların onları yemesi ile kana ve kanın da spermaya
dönüşerek rahime yerleşir ve nihayetinde bir canlıya dönüşür. Gazali’ye göre bu
durum, alemin olağan düzeninde çok uzun bir süre içinde vuku bulur. Madem bu
durum bir süreç içinde meydana gelmektedir; o halde Tanrı, bu süreci hızlandırmak
suretiyle kısaltabilir. Gazali’ye göre ölünün diriltilmesi, asanın yılana çevrilmesi gibi
mucizeler, esasen bu sürecin Tanrı tarafından hızlandırılması ile gerçekleşebilir.250
İbn Rüşt devamla, bir ölünün hareket ederek eli ile anlamlı bir eseri Tanrının
gücü ile yazabileceği şeklindeki Gazali’nin iddiasına karşı çıkar. İbn Rüşt’e göre
insan, biri cinsi canlılık diğeri de faslı akıllılık olmak üzere iki niteliğe sahiptir. Yani
bir şeye insan diyebilmemiz için önce onun canlı olması sonra da akıllı olması
248 İbn Rüşt, Tehafüt; s. C.II, 654. 249 Bu hususta Mubahat Türker Kuyel de aynı şeyleri düşünmektedir. O’na göre İbn Rüşt’ün hareket noktası, eşya ve onların zat ve sıfatlarının farklı olduğunu kabul etmek, eğer eser meydana gelmemişse bunun sebebini yine bu eşya arasında mevcut bir izafetin mani teşkil etmiş olmasında aramaktır. Böylece İbn Rüşt, eşya ve münasebetlerinden ibaret, bir dereceye kadar bir sistem kabul etmekte ve buna dıştan bir müdahale olduğunu reddetmektedir. Bkz, Kuyel, M.Türker; Üç Tehafüt Bakımından Felsefe-Din İlişkileri, s. 77. 250 Gazali, Tehafüt; s. 187.
85
gerekir. İbn Rüşt, insan dediğimiz kavramdan ister akıllık ister canlılık niteliğini
kaldıralım, geride insan diye bir şeyin kalmayacağını belirtir. Bu tanım çerçevesinde
filozoflar ile kelamcıların ihtilaflı olduğunu kaydederek; kelamcıların buna karşı
çıkmasının nedeni olarak, onların genel niteliklerin özel nitelikler kadar tikel
nesnelerin de koşulu olduklarını kabul etmemeleridir. İbn Rüşt’e göre filozoflar,
bunun tam tersini düşündükleri için, insan tanımı yaparken onun hem canlı olduğunu
hem de akıllı olduğunu kabul etmişler ve hayatın devamını da akıllı olma şartına
bağlamışlardır. Filozoflar yine aynı şekilde canlılığın şartı olarak sıcaklık ve yaşlığı
kabul etmişlerdir. İbn Rüşt, ölü dediğimiz bir şeyde hem sıcaklığın hem de yaşlığın
var olmadığını bu nedenle, Gazali’nin iddia ettiği gibi bir ölünün hareket edip eliyle
anlamlı bir kitap yazmasının mümkün olmadığını belirtir.251
İbn Rüşt, aklın fonksiyonuna da vurgu yaparak aklın, insanda akli fiillerin
çıkmasını sağlayan bir alet olduğunu düşünür. Eğer cansız bir varlıkta aklın varlığı
mümkün olsaydı, onun kendisinden çıkan bir fiili bulunmaksızın var olması mümkün
olurdu. Isıyı örnek veren düşünürümüz, ısının kendisinde ısınma özelliği bulunan
şeyi ısıtmaksızın varolmasını mümkün görmemektedir. Bu nedenle, cansız bir
varlıkta, yani bir ölüde aklın varolması mümkün olmadığı için aynı şekilde onun
anlamlı bir kitap yazması mümkün değildir.252
Gazali, bir ölünün ayağa kalkıp anlamlı veya ilmi bir kitabı yazmasını
mantıksal olarak mümkün görmektedir. Filozofların Tanrı anlayışlarına karşı yapılan
muhalefette; Gazali, çok etkin bir Tanrı anlayışını geliştirerek Onu, hem dünyadaki
olayların akışını düzenleyen hem de bu olayların zihnimizdeki izlenimlerini
biçimlendiren bir fail olarak düşünmüştür253. Bununla beraber Gazali, Tanrının gücü
dışında olan şeyler tezine karşı çıkmamakla beraber bunu mantıksal olarak imkansız
olanlarla sınırlar. Tanrı, fiziksel olarak imkansız veya alışılmamış olmakla birlikte
mantıksal olarak mümkün olan çeşitli hadiselere sebep olabilir. İstediği herhangi bir
zamanda görünüşte sabit olan doğal nesnelerin tabiatını değiştirebilir.254 Bu nedenle,
bir ölünün ayağa kalkıp kitap yazması mantıksal olarak mümkündür; zira Tanrı
olağan olan bir duruma müdahale ederek onun tam tersini gerçekleştirmiştir. İbn
251 İbn Rüşt, Tehafüt, s. C.II 655. 252 İbn Rüşt, Tehafüt; a.y. 253 Gazali, Tehafüt; s.189. 254 Gazali, Tehafüt; s. 190.
86
Rüşt’ün bu konudaki itirazına bu cepheden de devam ettirir. İbn Rüşt’e göre bu
durumu kabul edersek, ceset kelimesini farklı bir anlamda kullanmak zorunda kalırız.
İtirazına devam ederek şöyle der; kendilerini oluşturma sebebi olarak doğal
davranışa sahip kesin türler vardır, görüşünü ileri sürer. Eğer bu doğal davranış
aniden tabiatüstü bir müdahale ile değişirse ki bu sadece bir kez de olsa, ne olup
bittiği hususundaki tanımlamamızı kaybederiz.255 Dolayısıyla bizim kavramsal
şemamızda bir kargaşalık olacaktır.
Gazali’nin zorunluluk düşüncesini mantıksal sınırlar çerçevesi içine
sıkıştırmasına karşılık İbn Rüşt, bu kavramın çerçevesini daha da genişleterek doğal
zorunluluğu kattığı gibi, insan aklının zorunlu olarak tabii zorunluluğu kabul ettiğini
düşünür. Eğer biz neden bahsettiğimizi bilemezsek, akıl işlevselliğini kaybeder. Bu
konuda kelamcıları suçlayan İbn Rüşt, bazı kelamcıların Allah’ın iki zıddı aynı anda
bir araya getirme gücüyle nitelendirilebileceğini ileri sürdüklerini kaydeder.256 Böyle
bir şeyi imkansız olarak gören düşünürümüz, Gazali’yi bu konuda suçlamamakla
birlikte onun şartla şartlı, şeyle nedeni ve şeyle kanıtı arasında bulunan zorunluluğu
reddetmekle suçlamıştır.
Netice itibariyle İbn Rüşt’e göre, Gazali’nin filozofları eleştirmesi haksız
yeredir. Onlar mucizeyi dinin ilkeleri olarak kabul etmişlerdir. Onlar sadece
mucizeyi tevil etmişlerdir. Aynı şekilde İbn Rüşt’te mucizeyi tevil etmiş ve onu
Dinin esası olarak kabul ettiği gibi dini ve sosyal hayatı düzenleyen bir takım ilkeler
olarak kabul etmiştir. İbn Rüşt’ün Tehafüt’ünde üzerinde ısrarla vurguladığı şey,
Gazali’nin mucize teorisinin bilimsel gelişmelere, araştırmalara engel olacağıdır.
Eğer doğadaki nedensel ilişki Tanrının adeti üzerine cereyan ediyorsa, doğal alanda
kesin bilginin imkanı kalmayacaktır. İbn Rüşt, tabii alandaki nedenselliği metafizik
alandan alıp aleme getirmektedir. Alem, kendi içinde bu nedenselliği meydana
getirmektedir. Metafizik nedenselliği tam olarak da dışlamamaktadır İbn Rüşt.
Ayüstü alem ayaltı alemdeki nedenselliğin ana sebebi olmakla birlikte bu sebep uzak
sebeptir. Onun için İbn Rüşt’e göre yapılması gereken ayaltı alemde sebepleri
bulmaktır. Sebepliliği bu şekilde ele alan İbn Rüşt, bu sistem içinde mucizelerin
meydana gelmesini imkansız görmektedir. Alemde meydana gelen her şeyin mutlaka
bir sebebi vardır. Mucizelerin de herhangi bir doğal sebep olmadan meydana 255 İbn Rüşt, Tehafüt; C.II, s.655. 256 İbn Rüşt, Tehafüt; C.II, s.657.
87
gelmeleri akıl dışıdır. Doğal sebeplerin sebebi de yine aynı şekilde doğal sebeplerdir.
Dolayısıyla Tanrının bu sebeplere müdahale etmesi imkansızdır.
88
A.1. MUCİZE VE NÜBÜVVET İLİŞKİSİ
İbn Rüşt’e göre mucize nübüvvet ilişkisinin iki ana problemi vardır. İlki,
peygamberlik müessesinin varolup olmadığı yani, onun gerekli olmasının ispatı iken,
diğeri de, peygamberlik iddiasında bulunan birinin doğruluğunun nasıl
ispatlanabileceğidir.
Düşünürümüz insanlar içinde Brahmanların, insanın kendisi için gerekli olan
her şeyi aklıyla kavrayacak güce sahip olduğu düşüncesinden hareketle böyle bir
müesseseye gerek olmadığını iddia ettiklerini belirtir. Kelamcılar ise bu düşünceye
karşı çıkarak peygamberlik müessesinin gerekliliğini kıyas yöntemi ile ispatlama
çabasına girmişlerdir.257 İbn Rüşt, kelamcıların bu davranışını takdire şayan
bulmakla birlikte eleştirmekte gecikmez. İlk bakışta ikna edici görülen bu yöntem
aslında bir takım sorunlara yol açabilir. İbn Rüşt, daha önce Gazali’nin de ifade
ettiği, kelamcıların bu konudaki yöntemini şöyle özetler; Allah, mütekellim, mürid
ve kullarının maliki olduğu için kullarına bir elçi göndermesi şahidde insanlar için
mümkündür. Yine aynı şekilde tecrübi olarak şu da mümkündür, biri çıkıp insanlara
‘Ben bu padişah tarafından size gönderilen bir elçiyim’ derse ve elçi olduğuna dair
bir takım alametler ortaya çıkarsa, bu elçinin doğru söylediği zorunlu olarak
anlaşılır.258
Bu yöntemi ikna edici ve hatta sıradan halk için son derece münasip gören
İbn Rüşt, iyice incelendiği zaman, bu yöntemde bazı yönlerden bir takım
aksaklıkların bulunabileceğini düşünmektedir. İbn Rüşt’e göre bu yöntemin en
önemli aksaklığı, herhangi birinin elinde zuhur eden mucizelerin, resullere has
alametler olduğunun iddia edilmesidir. Bu düşüncenin doğru olabilmesi için, padişah
örneğinde olduğu gibi, kendisini O’nun elçisi olarak takdim eden kişiyi tasdik
etmemiz, onun gösterdiği alametin ancak Padişahın kendi elçilerinin bir alameti
olduğunu bilmemiz halinde doğru olur. Bu ise Padişahın halkına, bu tür alametleri
gördüğünüzde onun benim elçim olduğunu kabul ediniz demesiyle veya Padişahın
adetine bakılarak ona ait bu çeşit alametlerin sadece elçileri üzerinde
görülebileceğinin bilinmesiyle anlaşılır.259
257 İbn Rüşt, el-Keşf, s.302. 258 İbn Rüşt, el-Keşf, s.303. 259 İbn Rüşt, el-Keşf, a.yer.
89
İbn Rüşt, kelamcıların bu yaklaşımını şu öncüllere dayandığını belirtir:
a. Elinde mucize zuhur eden herkes peygamberdir.
b. Peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan bu zatın elinde mucize zuhur etmiştir.
c. O halde, bu zat peygamberdir.
Birinci öncülü ele alan İbn Rüşt, bu öncülün doğruluğunun ancak duyu yolu ile
kanıtlanabileceğini iddia eder. Buna rağmen bu öncülün doğru sayılabilmesi için
ondan önce şunu kabul etmek gerekir, der; mucize olarak kabul edilen şeyin normal
şartlarda özel bir sanat ve o insanın sahip olduğu özel bir güçle meydana gelmediğine
ve aynı zamanda bu tür fiillerin hayal olmadığına kesin olarak hüküm vermek
gerekir.260 İkinci öncülü ele alan İbn Rüşt, bu öncülün kabul edilebilmesi için
öncelikle peygamberlerin daha önce varolduklarını kabul edilmesi ve mucizeleri de
ancak onların gösterebileceğini bilinmesi gerektiğini belirtir. Bu nedenle bu öncül
ancak peygamberlere inanan ve mucizelerin mevcut olduğunu kabul edenler için
geçerli olabilir.
İbn Rüşt, peygamberlerin varlığının akılla bilinebileceği şeklindeki itirazı da
kabul etmez. Çünkü peygamberlerin varlığı akla göre zaruri değil, sadece
mümkündür. Bu hükmün dile getirdiği ‘imkan’ın, örneğin ‘yağmurun yağması da
yağmaması da mümkündür’ şeklinde olduğu gibi varlıkların tabiatında bulunan
imkandan çok, her hangi bir konuda bilgi sahibi olunmadığı zamanlarda söz konusu
edilen ‘imkan’ cinsinden bir imkandır. Varlıkların tabiatında bulunan imkan ise her
hangi bir varlığın duyu aracılığı ile bazen var bazen de yok olarak algılanması ve
bilinmesidir. Bu durumda akıl, tümel olarak o varlığın mümkün türünden olduğuna
karar verir.261 Bu manadaki mümkünün zıddı zorunlu olup, hiçbir zaman yokluğu
bahis konusu olmadığı için akıl, külli bir şekilde onun tabiatında bir değişimin
olmayacağına hüküm verir.
İbn Rüşt, bir muarız herhangi bir zamanda bir peygamberin varlığını kabul ve
itiraf etmiş olsaydı, nübüvvetin imkanını da zorunlu olarak benimserdi, oysa bu kişi
böyle bir şeyin varlığını kabul etmemektedir, der. İbn Rüşt bu nedenle, kendi
260 İbn Rüşt, el-Keşf, s.304. 261 İbn Rüşt, el-Keşf, s.305.
90
düşüncelerinde peygamberlerin varoluşunu imkan açısından kabul edenlerin, bu
düşüncelerinin sadece kendilerini bağladığını belirtmektedir.262
Daha önce peygamber vardır ve mucize mevcuttur diye kabul edilse bile
elinde olağanüstü mucizeler zuhur eden birinin peygamber olduğunu nereden ve
nasıl bilebileceğiz? İbn Rüşt, sorunun cevabının işitmek ve nakletmek sureti ile
olamayacağını düşünmektedir. Eğer bunun nakle ve işitmeye dayanılarak bilineceği
iddia edilecek olunursa, bu bir şeyi bizzat kendisi ile doğrulamaya çalışmak olur ki
bu da yanlış olacaktır. Mucizeleri yine aynı şekilde adet ve tecrübelere dayanarak
açıklarsak yine hata yapmış oluruz; zira bunun mümkün olması için mucizelerin
yalnızca peygamberlere özgü bir fiil olup, peygamber olmayanların bu tür olağanüstü
fiilleri gösteremeyeceğinin kesin olarak bilinmesi gerekir. Mucizeler, ancak bu
sayede, peygamber ile peygamber olmayanı birbirinden ayıracaktır.263
İbn Rüşt’ün nübüvvet teorisine geçmeden önce Gazali’nin bu konudaki
itirazını gündeme getirmekte fayda vardır. Gazali, birinci öncülü (Peygamberlik
iddiasında bulunan şahsın elinde mucize zuhur etmiştir) kabul etmekle birlikte
mucizenin meydana geldiği anı dikkate alarak çeşitli şartlar öne sürer ve ancak o
zaman bu öncülün kabul edilebileceğini belirtir. Onun öne sürdüğü şartlar; öncelikle
peygamberin meydan okuması, muarızların buna karşılık vermesi, sonra
peygamberin onlara süre vermesi, bu süre içinde onların kendi fiillerinde başarılı
olamamaları ve sonunda mucizenin zuhur etmesi, şeklindedir.264 Gazali, birinci
öncül bu şekilde cereyan etmezse ikinci öncüle geçmenin anlamsız olacağını kabul
etmiştir. Oysa İbn Rüşt, birinci öncülü Gazali’den farklı olarak değerlendirmekte ve
onu öncelikle imkan temelinden ve daha sonra da tarihsel olarak eleştirmektedir. Bu
durum her iki filozofun bu konudaki temel farklılığıdır.
Gazali, ikinci öncülü Tanrı-alem ilişkisi hakkındaki temel görüşlerinden
hareketle kabul etmektedir. Ona göre sadece Tanrı, olağan düzene müdahale
edebildiği için, tabiatın (adet) akışını insan değiştiremez. Gazali, eğer insanların
kudreti dışında olan bir fiili, Peygamber olduğunu iddia eden biri gösteriyorsa, bunun
adının mucize olması gerektiğini ve onun da O’nun elçisi olduğunu kabul eder.
262 İbn Rüşt, el-Keşf, s.306. 263 İbn Rüşt, el-Keşf, s.309. 264 Gazali, el-İktisat, s.146-156.
91
Çünkü insan için neyin mümkün neyin de mümkün olmadığı son derece açıktır.265
İbn Rüşt, kendi tabiat anlayışı çerçevesinde, ikinci öncülün adetin değişimi ile
açıklanamayacağını düşünmektedir. Zira ona göre adetin değişimi diye bir olgu söz
konusu değildir.
İbn Rüşt’e göre kelamcılar “kendisinden mucize zuhur eden herkes
peygamberdir” öncülünü doğru zannetmişlerdir. Halbuki bu hüküm, hiçbir şekilde
buna delalet etmez. Çünkü, mucizenin doğrudan nübüvvetin kendisine delalet etmesi
ile bir peygambere delalet etmesi arasında fark vardır. Kelamcılar bu şekilde
düşündükleri için yanlış sonuca ulaşmışlardır. Hatta, harikulade bir dahi bile, böyle
bir bağlantının varlığını gösteremez.266 Bu durum filozofumuzun nazarınca şuna
benzer: “Tabip olduğunu iddia eden birinden tedavi fiili zuhur ederse bu, o kimsede
tıbbın mevcudiyetine ve o zatın tabip olduğuna delil olur. Çünkü tedavinin tıbba ait
bir fiil olduğu açıktır.”267 Halbuki akıl burada, tıpla tedavi arasındaki ilişki gibi
mucize ile nübüvvet arasında doğrudan bir ilişki kuramamaktadır.
Bütün bu açıklamalardan sonra İbn Rüşt, Hz. Peygamberin, peygamberliğini
insanlara açıklayıp onları iman etmeye çağırdığında, davasının doğruluğunu ispat
etmek için maddeyi başka bir maddeye tebdil eden olağanüstü fiilleri göstermediğini
belirtmektedir. Keramet şeklinde zuhur eden olaylar eğer varsa bir ‘meydan okuma’
olmaksızın doğal süreç içinde meydana gelmiştir. Bu konuda çeşitli ayetleri de
aktarır bize: “Sen bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana iman etmeyiz. Veya
hurmalıkların bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin
gibi semayı tepemize parça parça düşürmeli veya Allah’ı ve melekleri karşımıza
çıkarmalısın. Veya altın bir evin olmalı veyahut semaya yükselmelisin. Ama oradan
okuyacağımız bir de kitap indirmezsen yine de o yükselmen inanmayacağız. De ki:
Rabbimi tenzih ederim, ben sadece beşer bir elçiyim.”268 “Bizi mucize göndermekten
alıkoyan şey sadece öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.”269 İbn Rüşt, Hz.
Peygamber’in muarızlarına karşı meydan okuduğu ve davasındaki iddiasının
doğruluğuna delil olarak gösterdiği tek şeyin Aziz Kitap olduğunu düşünmektedir.
Yine bu konuda ayetleri gösterir düşünürümüz: “De ki; Andolsun, bu Kuran’ın bir
265 Gazali, el-İktisat, s.147 266 İbn Rüşt, el-Keşf, s.308. 267 İbn Rüşt, el-Keşf, s.309. 268 İsra, 17/90-93. 269 İsra, 17/59.
92
benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de
olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”270
Şimdi, İbn Rüşt, daha önce kelamcılara yönelttiği eleştirinin aynısını bu kez
kendi görüşüne yöneltmektedir: Mucize eğer, nübüvvetin varlığını ispatlayamıyorsa,
Kuran’ın mucize olduğunu ve Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu nereden
ve nasıl anlayacağız? İbn Rüşt, kendi sorusuna iki yönden cevap verilebileceğini
kaydeder. Birinci yönü şöyle açıklar düşünürümüz: Tarihsel olarak kendilerine nebi
ve resul denilen bir zümrenin var olduğu insanlar tarafından açıkça bilinmektedir. Bu
zümre, kendilerine gelen vahye dayanarak insanları iyiliğe, güzel ahlaka davet
ederler. Bu zümreyi inkar edenler, insanlar arasında yalnızca Dehriler olmuştur. Yine
aynı şekilde ayetlerle birinci yöne örnek getirir: “De ki, ben peygamberlerin ilki
değilim.”271 İkinci yöne göre, Allah tarafından aldığı vahiy ile bir din tesis eden bir
şahıs peygamberdir. Nasıl ki tedavi tıbbi bir fiil ise bir din tesis etmek de nebevi bir
fiildir. Bu durum İbn Rüşt’e göre insanların çok açık bildiği bir husustur.272 Birinci
yönde ifade edilen ‘Peygamberlik müessesi’nin var olduğu nereden bilinmektedir,
sorusuna karşılık İbn Rüşt şu cevabı verir: Daha önce hiç kimsenin bilmediği
birtakım bilgiler, uyarılar ve ameller, Peygamber denilen kişiler tarafından insanlara
ulaştırılmıştır. Ulaştırılan bu bilgi ve onunla ilişkili haberler eğer harikulade bir
tarzda ise bunun anlamı, bu bilginin insanüstü bir kaynaktan geliyor olmasıdır. Zira,
insanların harikulade bir tarzda duyu ötesi bir takım bilgiler vermesi, insanın
bilgisinin kapasitesi ve imkanı açısından imkansızdır.273 İbn Rüşt burada özellikle,
insan aklının aciz kaldığı, sözgelimi Allah, ahiret, ebedi mutluluk gibi, idrakin
dışında kalan konuları, ancak insanüstü bir kaynaktan öğrenebileceğimizi belirterek
Nübüvvet kurumunu temellendirmeye çalışmaktadır.
İbn Rüşt, yukarıda da ifade edildiği gibi, tabii mucize ile nübüvvet arasında
akli bir ilişkinin olmadığını düşünmektedir. Peki o halde, nübüvvet fiili olan Kuran
ile nübüvvet arasında nasıl bir ilişki vardır? Yani, Peygambere gelen vahyin yine
kendisine delil olması ne derece doğru olabilir? İbn Rüşt, bu soruya yine üç şekilde
cevap verir:
270 İsra, 17/88. 271 Ahkaf, 46/9. 272 İbn Rüşt, el-Keşf, s.313. 273 İbn Rüşt, el-Keşf, s.315.
93
a. Kuran’ın içerdiği teorik ve pratik bilgilerin, sonradan öğrenilebilecek
türden olmayan bilgiler olması.
b. Kuran’ın gelecekten haber vermesi.
c. Kuran’ın nazmının ve ifadesinin beşeri olanlara nazaran çok üstün bir
mevkide olması.
Birinci şıkka göre ancak Allah insanlara mutluluğu nasıl elde edebileceklerini
gösterebilir. Çünkü beşeri mutluluğun yolunu bilebilmek için ruhun ne olduğunu,
cevherinin neden ibaret olduğunu, ahiret hayatının olup olmadığını, eğer varsa
nelerden ibaret olduğunu ve orada da mutlu olabilmek için nelerin yapılması
gerektiğini bilmek gerekir. Bu hususları bilebilmek ise ancak vahyin bize sağlayacağı
bilgiler ile mümkündür.274
Bu açılardan bakıldığında İbn Rüşt’e göre mucize-nübüvvet probleminin
bütün çözümleri Aziz Kitap’ta mevcuttur. Ayrıca, kendisine vahiy gelen Hz.
Peygamber’in bir ümmi olması, hiçbir eğitim almaması, herhangi bir kültürü
araştırmaması, incelememesi ve içinde bulunduğu toplumun da hiçbir kültürel
birikime sahip olmaması275 gibi hususları da göz önüne alırsak bu durum iyice
pekişmiş olacaktır.
Kuran’ın içerdiği teorik ve pratik bilgileri diğer kutsal kitapların içeriği ile
karşılaştırdığımızda, Kuran’ın ilahi bir kitap olduğunu gördüğümüz gibi onlardan
daha üstün bir mevkide olduğunu da anlayabiliriz. Tahrife uğramakla birlikte içinde
“Allah’ın Kelamı”denebilecek parçaların mevcut olduğunu belirten İbn Rüşt, bu
parçalara özellikle bakıldığında, içerdiği hükümler itibari ile Kuran’a kıyas bile
edilemeyeceğini belirtmektedir. Kuran, Marifetullah ve Ahiret ile ilgili konularda
onlardan çok yücedir. Bu yüzden Kuran, son dinin Kitab’ı olmuştur.276
Kuran’ın İlahi bir kitap olmasının bir diğer delili de onun evrensel bir hitaba
sahip olmasıdır. Onun mesajının en önemli özelliği zaman ve mekan üstü bir
274 İbn Rüşt, el-Keşf, s.317. 275 İbn Rüşt, el-Keşf, s.318. 276 İbn Rüşt, el-Keşf, s.320.
94
niteliğinin olmasıdır. Önceki Kitaplar belirli kavimlere hitap ederken Kuran bütün
insanlara hitap etmektedir.277
Bu hususları belirledikten sonra İbn Rüşt, Kuran’ın tek başına Hz.
Muhammed’in nübüvvetini açıklamaya yettiği sonucuna ulaşır. Onun
peygamberliğini ispatlamak için ‘asanın yılana çevrilmesi’, ‘ölünün diriltilmesi’,
‘doğuştan körün görmesi’ duyulara hitap eden mucizeleri öne sürmek yanlıştır.
Halbuki Kuran’ın mucize olduğu akılla bilinebileceği için her zaman ve yerde bunu
ispatlamak son derece kolay olacaktır. Bu noktada bir de örnek verir İbn Rüşt: İki
kişi tabip olduğunu iddia etse ve bunlardan biri de iddiasını ispatlamak için su
üstünde yürüyeceğini ve diğeri de hastayı tedavi edeceğini söyleyip bunları
yaparlarsa, hastayı tedavi edenin tabip olduğu kesin olarak bilinirken diğerinin ki ise
ancak kuvvetli bir ihtimal ile bilinecektir. Bunun sebebi ise insan için imkansız olan
su üstünde yürümek fiilini gerçekleştiren birinin, tedavi fiilini çok daha rahat
yapabilir diye düşünerek onun tabip olabileceğini düşünürüz. İbn Rüşt, bu örnekte
olduğu gibi, peygamberlik hususunda da insanların böyle düşündüklerini ifade eder:
Herhangi biri, olağanüstü bir fiili bütün insanların karşısında sergiledikten sonra ben
Tanrı’dan vahiy alıyorum derse, büyük bir ihtimalle o doğru söylüyor olacaktır. İbn
Rüşt, klasik mucize anlayışının insanları bu şekilde düşünmeye yönlendirdiğini
belirtir ama yine de bu şekilde meydana gelecek bir bilgi kesin bir burhan
olmayacaktır. İbn Rüşt, mucizenin vahiyle ve dolayısıyla nübüvvet ile ilişkisinin
ancak bu şekilde olabileceğini sonuç olarak ifade etmektedir:
“Kısaca mucize ancak “peygamber vardır ve olağanüstü fiiller
ancak onlardan zuhur eder” esası sabit olursa peygamberlik için delil teşkil
edebilir. Bununla berrani (harici, hissi ve kevni) mucizeyi kastediyorum.
Berrani mucize peygambere, peygamber isminin verilmesini sağlayan sıfata
münasip düşmez. Berrani mucize ile vaki olan tasdik, sadece halka has bir
yol gibi görünüyor. Münasip (ilmi, ameli, manevi, ahlaki ve hukuki)
mucize ile tasdik ise halk ile ulema arasında müşterek bir yoldur. Çünkü
berrani mucizeye yönelttiğimiz itirazları ve onun hakkında bahis konusu
ettiğimiz şüphe ve tereddütleri halk sezemez, bunun farkına varamaz. Onun
için bu mucize onların haline uygundur. Şeriat, iyice incelendiği zaman
277 İbn Rüşt, el-Keşf, s.321.
95
görülür ki; o, berrani mucizeye değil sadece ehli ve münasip mucizeye
itimat etmiştir.278
Kısaca ifade etmek gerekirse İbn Rüşt, berrani mucizeyi sıradan halk için münasip
görmekle birlikte ilmi olarak bir değer taşımadığına inanmaktadır. Münasip mucize
ise dinin kendi özünün taşıdığı hakikatleri ifade ettiğinden yüksek idrake sahip
insanların anlayabileceği ve kesin olarak inanabileceği bir vasıtadır.
Sonuç olarak İbn Rüşt’e göre bir şahsın peygamber olduğunu belirlemek için
öncelikle O’nun Tanrıdan aldığını iddia ettiği bilgilerin, yani vahyin muhtevasına
bakılması gerekir. O’na göre vahyin en önemli özelliği, ihtiva ettiği bilgi ve pratikle
ilgili hükümlerin öğrenmekle edinilememesidir. Akıl, iyi ve kötünün ne olduğunu
bilebilir ancak ne kadarının mutluluğa sebep olacağının bilinebilmesi için vahiy
gereklidir. Vahyin, ayrıca insanın aklıyla idrak edemeyeceği bir takım gaybi şeylerin
varlığına da dikkat çekmesi ve o şeylerin zamanı gelince de meydana çıkması
gerekir. Kısaca, peygambere peygamber isminin verilmesine neden olan şey,
getirdiği vahyin muhtevasının öğrenilebilecek tarzda olmaması, bir takım gaybi
bilgileri ihtiva etmesi ve onların gerçekleşmesi ile vahyin içerdiği bilgilerin bütün
insanlığın mutluluğunu sağlayacak türden olması gerekir. Bu nedenlerden ötürü bir
şahsın peygamber olmasının delili, kelamcıların iddia ettiği gibi mucizeler değildir.
Mucizeler ancak yukarıdaki şartlar meydana geldiği takdirde bütünleyici bir delil
olarak görülebilir.
İbn Rüşt’ün tabii mucizeleri bütünleyici bir delil olarak kabul edilebileceğini
ifade etmesi kendi kendisi ile çelişmesi anlamına gelmektedir. Tabii alanda, neden-
sonuç ilişkisi çerçevesi içinde mucizeleri imkansız gören İbn Rüşt, mucizeyi belli
şartlar içinde bütünleyici bir delil olarak kabul etmesi ile bu tür mucizelerin imkanını
kabul ettiği sonucu rahatlıkla çıkmaktadır. Fakat İbn Rüşt’ün mucize telakkisine
genel olarak bakıldığında bu büyük bir çelişki olacaktır.
278 İbn Rüşt, el-Keşf, s.322.
96
A.2. MUCİZE VE KÖTÜLÜK İLİŞKİSİ
İbn Rüşt, kötülük problemini el-Keşf adlı eserinde ta’dil ve tecvir başlığı
altında incelemiştir. Problemin iki önemli boyutunun bulunduğunu düşünmektedir
filozofumuz. Birinci boyut düşünürümüze göre, iyi ve kötü kavramlarının Tanrıya
nisbet edilip edilemeyeceği şeklindedir, ikinci boyut ise bu kavramların anlamını
belirleyen objektif bir kriter var mıdır yoksa bunu belirleyen din midir? Filozofumuz,
bu konuya giriş olarak şunları kaydeder:
“Eşariler ‘cevr’ ve ‘adl’in Allah’a isnadı konusunda gerçekten hem
akıl hem din açısından yadırganacak bir görüşü benimsemişlerdir. Demek
istediğim, onlar bu konuda dinin açıkça dile getirmek söyle dursun aksine
tam tersini bildirdiği bir görüşü ortaya atmışlardır. Şöyle ki onlar, metafizik
alemin (gayb) bu konuda fizik dünyaya (şahid) benzemediği
görüşündedirler. Çünkü onlar, fizik dünyadaki fiillerin iyi ve kötü şeklinde
nitelendirilmesinin, bu konuda dinin ortaya koyduğu belirlemeden ileri
geldiğini; yani insanın din açısından iyi sayılan bir fiili işlemesi halinde
‘adil’, dinin kötü saydığı bir işi yaptığında ise ‘zalim’ olacağını
sanmaktadırlar. Buradan hareketle derler ki: Yükümlü olmayan ve dinin
sınırlandırması altında bulunmayan bir varlığın fiillerinin, kötü veya iyi
olmasından söz edilemez.”279
İbn Rüşt, Eş’arilerin bu alemde iyilik ve kötülük diye bir şeyin olmadığını kabul
ettiklerini belirtmektedir. Ona göre bu düşünce son derece saçmadır. Zira bu görüş
kabul edilirse, alemde bizatihi iyi ve kötü diye bir şey olmayacaktır. İbn Rüşt’e göre
bu dünyada adaletin iyi ve zulmün de kötü bir şey olduğu kendiliğinden bilinen bir
husustur. Eş’arilerin fikri kabul edilirse Allah’a şirk koşmak ne iyi ne de kötü
olacaktır. Sadece şeriat yönünden onun iyi veya kötü olduğu anlaşılabilecektir.280
İbn Rüşt, iyilik ve kötülük hakkında çeşitli ayetlerden örnek verir:
“Kendisinden başka ilah olmayan Allah, adaleti ayakta tutarak mutlak güç ve hikmet
sahibi Allah’tan başka ilah olmadığı gerçeğini açıklamış, melekler ve ilim sahipleri
de (bunu ikrar etmişlerdir)”281; “Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir: Rabbin kullara
279 İbn Rüşt, el-Keşf, s.234. 280 İbn Rüşt, el-Keşf, s.235. 281 Al-i İmran, 3/18.
97
zulmedici değildir”282; “Şüphesiz ki Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmez; fakat
insanlar kendilerine zulmederler”283 Düşünürümüze göre bu ayetler, zulüm ve
cevr’in Allah’a isnat edilemeyeceğini gösterdiği gibi O’nun bütün fiillerinin adaletle
nitelendirildiğini ifade etmektedir. 284
İbn Rüşt, Eşarilerin iddia ettiği ‘Bizatihi kötü bir şey yoktur, sadece şeriat
cihetinden vardır’ şeklindeki görüşlerini son derece tehlikeli ve çirkin bir yaklaşım
olarak gördüğü gibi, ne din ne de akıl açısından hiç bir geçerlik taşımadığına
inanmaktadır. Çünkü bu anlayışa göre, örneğin, Allah’a ortak koşmak anlamını
taşıyan ‘şirk’, özünde kötü bir şey olmayıp, sadece din onu kötü saydığı için kötü
olacaktır; yine aynı şekilde eğer din adaletli veya iyi bir şey olarak nitelendirseydi
Allah’a isyanın da iyi bir şey olması gerekecekti ki bütün bunlar, insan aklının kabul
edemeyeceği derecede yanlış ve son derece çirkin anlayışlardır.285
Bütün bunlara karşın İbn Rüşt, adalet ve zulüm konusunda ilk bakışta birbiri
ile çelişiyormuş gibi gözüken ayetlerin mevcut olduğunu ve bu nedenle bu kavramlar
üzerinde çeşitli spekülasyonların yapıldığını da vurgulamaktadır. İbn Rüşt, bu tür
ayetlerin birbirleriyle uzlaştırılmaları taraftarıdır. Bu bağlamda İbn Rüşt, örnek
olarak iman, şirk ve inkarla alakalı ayetleri ele alarak birbiri ile uzlaştırmaya
çalışmaktadır: “İşte Allah böylece dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola
eriştir.”286, “Biz dileseydik herkese hidayet verirdik”287, bu ayetler hidayet ve
dalaletin doğrudan Allah’ın iradesine bağlı olarak ortaya çıktığını belirtmektedir.
İbn Rüşt’e göre bu ayetler, doğrudan zahir manaları ile değil de aşağıdaki
ayetlerin anlamları ile değerlendirilmeli, yani te’vil edilmelidir: “O, kulların küfrüne
razı olmaz”288, “Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah onları hangi fıtrat üzere
yaratmışsa ona çevir; (çünkü hiç bir şey) Allah’ın yaratışına bedel olamaz. İşte
dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”289, “Kıyamet gününde ‘biz
bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin, Ademoğullarından, onların
bellerinden zürriyetlerini çıkarıp, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin
282 Fussilet, 41/46. 283 Yunus, 10/44. 284 İbn Rüşt, el-Keşf, s.235. 285 İbn Rüşt, el-keşf, a.y.; Krş., Sarıoğlu, a.g.e, s.255-256. 286 Müddessir, 74/31. 287 Secde, 32/13. 288 Zümer, 39/7. 289 Rum, 30/30.
98
Rabbiniz değil miyim? (Onlar da): ‘Evet, şahit olduk’ dediler.”290 Bu ve buna benzer
ayetlerin Allah’ın kullarının dalalette kalmasından razı ve hoşnut olmadığını açıkça
ortaya koyduğunu belirten İbn Rüşt, ilk gruptaki ayetlerin son gruptaki ayetlerin
bağlamı içerisinde ele alınmasıyla, birbiri ile çelişiyormuş gibi görünen durumun
ortadan kaldırılabileceğine inanmaktadır. Bu tespitten sonra İbn Rüşt, Eşarilerin iddia
ettiği gibi, Allah’ın razı olmadığı bir şeyi dileyip ve emrettiğini düşünmenin, küfre
girmek kadar tehlikeli bir durum olduğunu söylemektedir.291
İbn Rüşt’e göre, “Allah, dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O,
dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu
tutulacaksınız.”292, mealindeki ayet, doğrudan doğruya şu veya bu kişinin Allah
tarafından dalalete veya hidayete sevk edildiğine değil, dalalet veya hidayetin bazı
sebeplere bağlı olarak ortaya çıktığı, bu sebeplerin de ‘ezeli irade’nin eseri olduğu
geçeğine işaret etmektedir. Aynı şekilde “Biz dileseydik herkese hidayet verirdik.”293
mealindeki ayet de aslında ‘ya tabiatları itibariyle ya harici sebepler dolayısıyla ya da
her ikisi nedeniyle delalete düşecek durumda olan insanları yaratmamak isteseydi
bunu yapardı’ anlamına gelmektedir. Nitekim, dalalete düşmeye daha yatkın olup
olmamak bakımından tabiatları farklılık gösterdiği içindir ki; bazı olaylar hatta bazı
ayetler, bazı insanların hidayetine vesile olurken bazı insanların da dalalete
düşmelerine yol açabilmektedir. Bu durumu tıpkı normal şartlarda yararlı olan
gıdaların bünyedeki bir zayıflık ve acizlik nedeni ile zararlı olmasına benzeten
düşünürümüz, aşağıdaki ayetlerin de bu gerçeği ortaya koyduğunu düşünmektedir:294
“Allah onunla bir çok kimseyi saptırır, bir çoklarını da doğru
yola yöneltir. Allah, verdiği misallerle ancak fasıkları saptırır.”295,
“Hani sana: ‘Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana
gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kuran’da lanetlenen ağacı, ancak
insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da bu,
onlara büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.”296
290 A’raf, 7/172. 291 İbn Rüşt, el-Keşf, s.235. 292 Nahl, 16/93. 293 Secde, 32/13. 294 İbn Rüşt, el-Keşf, s.236., Bkz., Sarıoğlu, a.g.e, s.267. 295 Bakara, 2/26. 296 İsra, 17/60.
99
Bu yorum karşısında, Allah’ın dalalete yatkın bir tabiata sahip insanları yaratmasının
zulüm ve cevr olup olmayacağı şeklindeki muhtemel bir soruya karşılık İbn Rüşt, bu
duruma ilahi hikmetin gereği şeklinde cevaplamaktadır.297 İbn Rüşt’e göre mevcut
durum böyle değil de tam tersi olsaydı, asıl o zaman gerçek zulüm hasıl olurdu.
Çünkü insana verilen tabiat ile haiz olduğu terkip, çok az sayıda insanın tabiatı
gereği kötü olması neticesini doğurmakta; aynı şekilde genellikle insanların doğruyu
bulmalarını sağlayan bazı dış şartlar da yine çok az sayıdaki bir kısım insanın yanlışa
düşmesine sebep olmaktadır. Bu durumda biz, şu anda mevcut olan ve kendilerinde
azıcık “şer” ile birlikte büyük ölçüde “hayır” bulunan varlıkların yaratılması ya da
yaratılmaması şeklindeki iki seçenekten birini tercih etmekle karşı karşıyayız. Bu iki
seçenek karşılaştırıldığında görülür ki, birincisi daha çok tercihe şayandır; yani az
miktardaki kötülük (şer) yüzünden çok daha fazla iyiliği (hayr) feda etmektense,
iyilik uğruna kötülüğe göz yummak, daha iyidir.298 İbn Rüşt, bu durumu ilahi
hikmetin bir gereği olarak kabul etmektedir. İbn Rüşt, ayrıca aşağıdaki ayetin de bu
konuyu destekler mahiyette olduğunu belirtmektedir: “Hani rabbin meleklere: ‘Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar da: Bizler, hamdınla Seni tespih ve
takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife
kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.”299
İbn Rüşt’e göre bu ayetin ifade etmek istediği şey, meleklerin, ‘varolanların
her birinin varlığında iyilik ve kötülüğün bir arada bulunduğu, ilahi hikmetin de
iyiliği ağır basan bir şeyin yokluğunu değil varlığını gerektirdiğini’ kavrayamamış
olmasıdır. Bu nedenle Allah, bazı insanların kötülüğe yönelmelerine sebep olan
şeyleri bu özelliklerinden dolayı değil, kötülük ve adalete oranla çok daha fazla iyilik
ve hidayete sebep teşkil ettikleri için yaratmıştır.300 İbn Rüşt, bu durumun mutlak
adaletin ta kendisi olduğunu düşünmektedir.
İbn Rüşt, aralarında çelişki gibi görünen nassların varlığının bir hikmet gereği
olduğunu kaydeder. Bu hikmet, insanların dini ve ameli hayatları için son derece
mühim olan bu meselenin, her seviyeden insana gerektiği gibi anlatılmasına olanak
297 İbn Rüşt, el-Keşf, s.236. 298 Sarıoğlu, a.g.e, s.268. Ayr. Bkz., İbn Rüşt, el-Keşf, s.237. 299 Bakara, 2/30. 300 İbn Rüşt, el-Keşf, s.238.
100
sağlamaktadır. Yani, sıradan insanlar (cumhur), sağlam bir Allah inancına sahip olup
onu koruyabilmek için Allah’ın mutlak olarak adil olduğunu aynı zamanda iyi ve
kötü olan her şeyin de O’nun tarafından yaratıldığını bilmek zorundadırlar. Aksi
takdirde belli bilgi, tecrübe ve kültür seviyesinin altındaki insanların, geçmişte pek
çok örneği olduğu gibi, insanları biri iyiliğin diğeri de kötülüğün yaratıcısı gibi
birden çok Tanrı fikrine yöneltebilir. İbn Rüşt, bu tehlikenin ortadan kaldırılabilmesi
için hidayet ve hayır gibi, dalalet ve şerrin Allah’a izafe edilmesi gerekmektedir.
Fakat bu yapılırken düşünürümüze göre bir inceliği göz önüne almak gerekmektedir:
Allah, hayrı hayrın kendisi için şerri de hayır için yaratmıştır. Mesele böyle ele
alındığı takdirde görülecektir ki, Allah’ın şerri yaratması da adaletinin bir gereği ve
tabii bir sonucudur.301
Görüldüğü üzere İbn Rüşt, kötülüğü iyiliğe nazaran arızi bir durum olarak
kabul etmekte ve esas itibariyle iyiliğin anlaşılabilmesi için gerekli bir durum olarak
kabul etmektedir. İbn Rüşt’ün bu düşünceleri kendisi tam olarak itiraf etmese de
Gazali’nin kötülük hakkındaki düşünceleri ile birebir örtüşür. Gazali daha önce de
belirttiğimiz gibi, iyiliğin ancak kötülüğün varolması ile bir anlam kazandığını,
kötülük olmadan iyiliğin tam olarak bilinemeyeceğini belirtmiştir.302 Bu nedenle
kötülük, bir anlamda zorunludur her iki düşünüre göre.
İbn Rüşt, ‘şer hayır için vardır’ düşüncesi ile yine aynı şekilde Gazali’nin
düşüncesine yakınlaşmıştır. Şöyle ki; Gazali’ye göre kötülük olsa bile esas itibariyle
mutlaka içinde bir hayır vardır. Bu nedenle Gazali, hacamat örneğinde olduğu gibi,
geçici bir süre acı çeken çocuk, tedavi bittikten sonra sürekli sağlığına kavuşacağı
için, ilk anda görülen kötülük daha sonra büyük bir iyiliğe dönüşür.303 Bu itibarla,
varlığın esası iyilik olsa da, kötülük bazan arızi olarak kendini gösterir ve esas amacı
da iyiliğe ulaştırmadır.
İbn Rüşt, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verir: Ateş,
ancak kendilerinin varlık sebebi olduğu şeyler için iyi olup, esasen bu gaye ile
yaratılmıştır. Bununla birlikte bazı varlıkların fesadına sebep teşkil etmesi de bir
başka özellik olarak onun tabiatında mevcuttur. Bu iki boyut birbiri ile
301 İbn Rüşt, el-Keşf, s.239. 302 Gazali, İhya, C.IV, s.475. 303 Gazali, el-Maksadü’l-Esna, s.79.
101
karşılaştırıldığında, ateşin varedilmesinin, onun varedilmemesine nisbetle ilahi
hikmet ve mutlak adalet çok daha münasip olduğu görülür.304
İbn Rüşt, “Allah, yaptığından sorumlu tutlamaz, onlar ise sorguya
çekileceklerdir.”305, ayetini iyilik kötülük sorunu bağlamında ele alıp çözüme
kavuşturmaya çalışmaktadır. Düşünürümüze göre bu ayet, Allah’ın yaptığı bütün
fiilleri bir başkasının zorlamasıyla yapmadığını açığa çıkarmaktadır. Çünkü, bir şeyi
bir başkasının zorlamasıyla yapmak, netice itibariyle o şeye muhtaç olma anlamına
geldiği gibi, yetkinlik açısından bir kusuru ifade eder. Buna mukabil Allah, hiç bir
şeye muhtaç olmadığı gibi mutlak anlamda da yetkindir. Meseleye bu açıdan
bakıldığında, insanın adaletli olması ile Allah’ın adaletli olması arasında fark vardır.
İnsanın adaletli olması, hayırdan faydalanma ve kemale ulaşmaya yöneliklir.
Allah’ın adaleti ise kemale ermek için değil mutlak yetkin olduğu için bir tezahürdür.
Genel olarak bakıldığında İbn Rüşt, kötülük meselesini daha çok insanın
fiilleri boyutunda ele aldığı görülmektedir. İnsan, kötülük yapabilir, zira Ona izin
veren Allah’tır. Allah’ın kötülüğe izin vermesi ise O’nun hikmeti gereğidir. İbn Rüşt,
sosyal alandaki kötülükleri bu şekilde yorumlarken tabii alandaki kötülükleri ise
farklı yorumlamaktadır. Doğada görülen depremleri ele alan İbn Rüşt, yerin altında
bol miktarda buhar toplandığı zaman depremlerin meydana geldiğini belirtir. Büyük
bir depremi yaşayanların, Batı tarafından büyük bir ses duyduklarını aktaran
düşünürümüz, buradan hareketle depremleri Batı Rüzgarları ile yeraltında sıkışan
buharın meydana getirebileceğini kaydetmektedir.306 Yeryüzünde meydana gelen
bütün doğal olayları (deprem, rüzgar, yağmur, volkanik olaylar, mevsimler, yağışlar,
vb.) sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamaya çalışan İbn Rüşt, İlahi irade üzerinde
vurgu yapmamaktadır.307 Dolayısıyla bu alanlarda meydana gelen kötülükler netice
itibariyle sebep-sonuç ilişkisi içinde meydana gelmektedir. Bu nedenle insanlar,
sebeplerin bilgisini elde ettiğinde sonuçları bilip tedbirlerini ona göre alabilirler.
Bu konuda ilahi iradeye vurgu yapmamasının nedeni ise onun özellikle doğal
alanda kabul ettiği nedensellik düşüncesidir. Mucizeleri kabule yanaşmayan
düşünürümüz, meydana gelen bütün olayları, sebep-sonuç ilişkisi içinde
304 İbn Rüşt, el-Keşf, s.239. 305 Enbiya, 21/23. 306 İbn Rüşt, Risale es-Sema ve’l-Alem, Daru’l-Fikr el-Lübnani, Beyrut, 1994, s.67. 307 İbn Rüşt, Risale, s.55-75.
102
değerlendirdiği için, tabiatta sonuçları insanlar için kötü olan doğal olayları tabii
olaylar olarak görür. Bu olaylarda Tanrının doğrudan bir etkisi olmadığı için İbn
Rüşt, metafiziksel olarak herhangi bir tartışmaya girmemektedir. Diğer taraftan bütün
doğal olaylar esasen kemale yönelik eylemler olduğu için kemale yönelik bu
hareketlerde eksikliğin yani kötülüğün olması doğal olacaktır. İnsanların yapması
gereken şey ise düşünürümüze göre, sebeplerin ve sonuçların bilgisini elde etmektir.
Elde edilen bu bilgi ile doğal kötülüğün etkileri en aza indirilebilir.
103
SONUÇ
Mucize meselesi, esasen bir nedensellik problemidir. Genel olarak mucize
olgusu, tabiattaki nedensel zincirin dışında meydana gelen bir olay olarak kabul
edildiği için, nedensellik kavramına yüklediğmiz anlam, mucize hadisesinin
epistemolojik ve ontoljik imkanını etkilemektedir. Yani, neden ve sonuç arasında
zorunlu bir ilişki kabul ettiğimizde mantıksal olarak bu ilişkinin dışında kalan
olayları reddetmemiz gerekecektir. Öte taraftan daha esnek bir nedensellik fikri kabul
edildiğinde ise mucize olgusunun en azından imkan dahilinde olabileceği düşüncesi
kabul edilebilir.
İslam felsefesinde, özellikle Meşşai ekolünden gelen Farabi ve İbn Sina,
Aristocu katı nedensellik fikrini kabul etmeleri ile beraber Kuran’da anlatılan mucize
hadiselerini de yorumlamak zorunda kalmışlardır. İbn Sina özellikle, bu tür
hadiseleri Peygamberlerin ruhi ve akli kapasitelerine bağlamaya çalışarak meydana
gelen olağanüstü hadiseleri rasyonel bir zemine çekmeye çalışmış, nedensel ilişkinin
bu tür hadiselerde de olduğunu ifade etmeye çalışmıştır. Gazali, bu ifadelerdeki
çelişkiyi veya sıkıntıyı hemen farketmiş ki, Tehafüt’ünde mucize meselesinin
tartışıldığı onyedinci bölümün başlığına mucize problemi şeklinde bir başlıktan
ziyade: “Sebeplerle neticelerin yanyana bulunmasının zorunlu olduğuna dair...”
başlığını uygun görmüştür. Dolayısıyla Gazali için mucize problemi esasen bir
nedensellik problemidir.
Filozofların Aristo’dan etkilenerek ortaya koydukları tabii alanda zorunluluk
fikrine karşı çıkan Gazali, birinin sebep diğerinin de sonuç olduğuna inanılan bu iki
olgu arasındaki ilişkinin, zorunsuz bir ilişki olduğunu iddia etmiştir. Bu çerçevede
Gazali’ye göre, ateş ile yanma arasında akli olarak hiç bir zorunluluk yoktur. Gazali,
duyulur nesnelerdeki ilişkiyi tesis eden Aristocu nedensellik kuramına
Tehafüt’ündeki on yedinci meselede itiraz etmiş ve alternatif bir çözüm üreterek -bu
çözümü Kelam geleneğinden almıştır- ateşin pamuğa teması esnasında yanması
hadisesini, Allah’ın iradesi ve kudretine bağlamıştır.
Gazali, nedensel bağlantının bulunduğuna inanmayı haklı gösterecek eldeki
tek gerekçenin, tecrübe olduğunu ileri sürmektedir. Böyle bir tecrübeye dayanarak
sebep-sonuç ilişkisinin zorunlu olduğunu iddia etmek, gerçekçi olmayacaktır.
104
Gazali’ye göre tecrübe ile elde etiğimiz bilgide o şeyin başka bir şeyin yanında
bulunması dışında bir başka sonuca ulaşmamız, mantıksal olarak mümkün değildir.
Zira bu gözlemde, sebep olarak adlandığımız şeyin sonuçla beraber olması ondan
çıktığı anlamına gelmez.
Sebep-sonuç ilişkisini zorunlu bir ilişki olarak kabul etmeyen Gazali, tabii
alanda meydana gelen bütün olayları Allah’ın kudretine ve iradesine bağlamaktadır.
Allah, varolan her şeyin esas sebebidir; örneğin O, ateşi pamuğa temas ettirerek
pamuğun yanmamasına sebep olabilir. Gazali, yaratıcının zamana bağlı her olayı
kontrol etmek için tam bir kudrete sahip olduğunu düşünse de tabii alandaki
tecrübelerimizin ve dolayısıyla bilgilerimizin belli bir doğruluk yönünde bir akışının
varolduğunu da kabul etmektedir. Bunun nedeni ise tabiatta elde ettiğimiz
tecrübelerin esasında Allah’ın doğal alandaki müdahalesinin belli bir çizgide devam
etmesidir. Gazali, yatay olarak yapılan bu müdahaleye adet adını vermektedir.
Adet ve onun neticesinde edindiğimiz alışkanlık ile elde ettiğimiz bilgiler,
eşyanın nedensel güçlerinden kaynaklanmamaktadır. Bu bilgilerin kaynağı Yüce
Yaratıcıdır. Gazali, elde ettiğimiz bu tür bilgilerin kesinliğini Yaratıcıya nispet
ederek O’nun elde etmemize izin verdiği bilginin doğru bilgi olacağını, zira O’nun
bizi aldatmak istemeyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla Gazali, sebep-sonuç
ilişkisini zorunlu olarak kabul etmemekle beraber elde ettiğimiz izlenimin doğru
olduğunu düşünmektedir.
Mucize kavramını da adet teorisi çerçevesi içinde ele alan Gazali, mucizeyi
Yaratıcının tabiata, adetine mugayir bir şekilde müdahalesi olarak tanımlamaktadır.
Gazali, Tanrı’nın özgür iradesi ile tabiata müdahale ederek mucizeleri meydana
getirdiğini düşünse de bu müdahalenin belli sınırlar içinde gerçekleştiğini
düşünmektedir. Buna göre Tanrının gücü, her şeye yetse de mantıksal olarak
imkansız olan şeyler bu gücün dışındadır. Bu şekilde Gazali, bazı Kelamcıların
Tanrıya izafe ettiği “sınırsız kudret” telakkisinden farklı olarak kudret anlayışına
belli mantıksal sınırlılıklar getirmiştir.
Tehafüt’ünde sıkı bir şekilde zorunluluğa itiraz eden Gazali, son dönem
eserlerinde özellikle, dünyayı mümkün dünyalar içinde en iyisi olduğu şeklindeki
görüşü benimseyerek evrende zorunlu bir düzenin varolduğunu düşünmüştür.
Gazali’nin son eserlerinde bu şekilde düşünmesinin nedeni Yaratıcıya kötülüğü izafe
105
etmeme çabası olabilir. Mükemmel olan bu alemde kötülük olarak algıladığımız
çeşitli olaylar, esasında bir hikmet çerçevesi içinde meydana gelmektedir. Hikmetini
bilmediğimiz için kötülüğü olumsuz olarak değerlendirmekteyiz. Halbuki her kötü
olay esasen bir iyiliği gerçekleştirmek için meydana gelmektedir.
Gazali’ye göre mucize, nübüvvet ile son derece ilişkili bir fiildir. Buna göre,
mucizenin nübüvveti ispat eden fiil olabilmesi için, nübüvvet iddiasının akabinde
gösterilmesi gerekir. Aksi takdirde o mucize olarak değerlendirilemez. Diğer taraftan
mucize gösterilmeden önce de aynı zamanda muhaliflere belli bir süre tanınmalıdır.
Mucizeleri, adetin değiştirilmesi olarak gören Gazali, adeti değiştirmeye gücü yeten
varlığın sadece Tanrı olduğundan hareketle, insanların mucizeleri inkar etmesini
anlamsız kabul etmektedir. Gazali, insanların adetleri değiştirmeye gücü
yetmeyeceğini vurgulamaktadır. Mucizelerin sihir ile karıştırılmasına karşı çıkan
Gazali, sihrin bu tür mucizelere sebep olamayacağını düşünür. Bütün bunlara rağmen
Gazali, tek başına mucizelerin nübüvvet iddiasının doğruluğu için yeterli olmadığını
da kabul etmektedir.
İbn Rüşt ise Gazali’nin nedensellik görüşüne şiddetle karşı koymaktadır. Ona
göre sebeplerin inkarı bilginin inkarıdır ve bilginin inkarı da bu dünyada hiç bir şeyin
gerçekten bilinemeyeceği düşüncesine neden olur. İbn Rüşt’ün savunmaya çalıştığı
şey şudur: eğer Gazali haklı çıkarsa bu teoride o zaman bilgi diye bir şey olmayacak
ve dolayısyla sebepleri araştırmanın bir anlamı olmayacaktır.
İbn Rüşt, aynı şekilde Gazali’nin adet teorisine de itiraz etmektedir. Adet
kavramı düşünürümüze göre failin kazanmış olduğu bir yeti olup sık sık
tekrarlanmasını gerektirir. Eğer Tanrıda bir adetin varolduğunu kabul edersek bu
durum Tanrının sonradan bir takım yetileri edinmiş olduğu sonucu çıkar ki, bu da
Tanrı kavramında çelişkilere neden olacaktır. Çünkü Tanrıda bir değişim, gelişim
gibi niteliklerin varolması İbn Rüşt’e göre İslam düşüncesindeki Tanrı anlayışına ters
düşmektedir.
İbn Rüşt’ün genel sebeplilik teorisi, mucizenin tabii alandaki imkanına izin
vermemektedir. Sonucun ortaya çıkabilmesi için sebebin zorunlu olduğunu kabul
eden İbn Rüşt, bir sebebin alışıldık sonuca neden olmamasını da mahaldeki eksiklik
veya sebepteki eksiğe bağlamaktadır. Onun ısrarla üzerinde durduğu şey, nesnenin
kesinlike tabii olduğu olup onun fiilinin gerçekleşmemesinin nedeni de yine bu süreç
106
içindeki bir takım sebeplerin eksik olmasıdır. Dolayısıyla İbn Rüşt, tabii alana dıştan
bir müdahaleyi kabul etmediği için mucizelerin imkanını doğal alanda imkansız
görmektedir.
İbn Rüşt, İslam dünyasında genel olarak kabul edilen mucize olgusunu, tabii
alandan ziyade toplumsal alandaki işlevi açısından ele almaktadır. Ona göre
mucizeler, toplumsal düzende dini yaşantının gerçekleşmesi, toplumun erdeme
ulaşması ve dini kanunların yerleşik hale gelebilmesi için Peygamberlere
ilişkilendirilmiştir. İbn Rüşt için mucizenin doğaüstü bir olay olup olmadığı önemli
değildir. Önemli olan onun toplumsal yaşamda ne gibi bir işleve sahip olduğudur.
İbn Rüşt, aklen insanlar için imkansız olan olguların peygamberler için de
imkansız olacağını düşünmüştür. Bu düşüncesi ile İbn Sina’nın mucize telakkisini
eleştiren İbn Rüşt, en büyük mucize olarak Kuran’ı göstermektedir. Ona göre Kuran,
insanların aktardığı rivayetlere dayanmayan bir hususiyete sahiptir. İçeriği ve üslubu,
gelecekten haber vermesi, içerdiği teorik ve pratik bilgilerin sonradan öğrenmeye
dayanmaması, bize kendisinin mucize olduğunu gösteren objektif kanıtlardır.
Nübüvvet telakkisini de bu şekilde ele alan İbn Rüşt, Peygamberlik iddiasında
bulunan birinin doğruluğunun tetkiki için, Tanrıdan geldiğini iddia ettiği vahyin
içeriğine bakıp bir sonuca ulaşmanın gerçekçi bir yol olduğunu düşünmüştür. İbn
Rüşt’e göre Kelamcıların iddia ettiği gibi bu konuda tabii mucizeler her hangi bir
delil teşkil etmemektedir.
İbn Rüşt, tabii alanda nedensellik düşüncesini kabul ettiği için alemde
meydana gelen bütün olayları, tabii olaylar olarak değerlendirmektedir. Bu nedenden
ötürü tabii alanda kötülük olarak kabul ettiğimiz çeşitli olayları da bu süreç içerisinde
meydana gelmiş olgular olarak düşünmektedir. Diğer taraftan alem kemale yönelik
bir harekette olduğu için bu süreçte kötülüğün olması kaçınılmaz olacaktır.
Dolayısıyla, dıştan müdahaleyi kabul etmeyen İbn Rüşt için mucizelerin kötülükle
bir ilişkisi veya kötülüğü önlemesi gibi bir problem söz konusu değildir.
107
ÖZET İbrahim Aysu, “Tehafüt Geleneğinde Mucize Problemi” Danışman Prof. Dr. Recep
Kılıç.
Tezimiz, önsöz, giriş, iki bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır.
Giriş kısmında, mucize kavramı hakkında bilgi verildikten sonra Tehafüt Geleneği,
oluşum süreci ve eserler hakkında bilgi verilmiştir.
Birinci bölümde, Gazali’nin Tehafut’ul-Felasife’ adlı eserinin onyedinci bölümü ele
alınmıştır. Gazali’nin onyedinci meselede mucizeyi nasıl tanımladığı, imkanını ve
nedensellik prensibi ile nasıl ilişkilendirdiği ele alınmıştır. Bu bölüm de ayrıca
mucize düşüncesinin nübüvvet ve kötülük ile olan ilişkisi de araştırılmıştır.
İkinci bölümde ise İbn Rüşt’ün Tehafutu’t-Tehafut adlı eseri Gazali’nin Tehafut’u ile
karşılaştırmalı olarak verilmiştir. Bu bölümde Gazali’de olduğu gibi İbn Rüşt’ün
probleme olan bakış açısı verilmiştir. Ayrıca İbn Rüşt’ün mucizeyi nübüvvet ve
kötülük ile masıl ilişkilendirdiği de ele alınmıştır.
Sonuç kısmında ise gazali ve İbn Rüşt’ün mucize hakkındaki düşünceleri karşılıklı
olarak değerlendirilmiştir.
Anahtar kelimeler: 1) Mucize 2) Tehafüt 3)Nedensellik 4) Nübüvvet 5)Kötülük
108
ABSTRACT
Aysu, İbrahim; “The Miracle Problem in Tahafut Tradition” Master thesis
consultant: Prof. Dr. Recep Kılıç.
Our thesis consists of a preface, an introduction, two chapters and a conclusion.
In the introduction, it is given an information firstly about the miracle concept; after
that about the Tahafut tradition, its formation process and concerning books.
In the first chapter, we have focused on the seventeenth chapter of the `Inherence of
the Philosophers` (Tahafut al-Falasife) of al-Ghazali. We have studied here on how
al-Ghazali defined the term `miracle`; and combined its possibility with causality
principle. In addition, in this chapter, it is studied the relation of the miracle thought
with the prophecy and badness.
As for the second chapter, we have given the book of Averroes called `Inhorence of
the Inhorence` and the book of al-Ghazali, i.e. `Inherence of the Philosophers`
(Tahafut al-Falasife). In this chapter, it is given the point of view of the al-Ghazali
and Averroes as well, on this problem. Furthermore, we have studied how Averroes
related the miracle with the prophecy and badness.
In the conclusion, it is evaluated comparatively, thoughts of the Averroes and al-
Ghazali on the concept of miracle.
Key words:
1) Miracle 2) Inhorence 3) Causality 4) Prophecy 5) Badness.
109
KAYNAKÇA Ali Tusi, Kitabu’z-Zuhr,(Tehafutu’l-Felasife), çev. Recep Duran, Kültür
Bakanlığı, Ankara 1990 Aristo, Metafizik; çev. Ahmet Arslan; Sosyal; İst. 1996. Atay, Hüseyin; İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Kültür Bakanlığı, Ankara,
2001 Aydınlı, Yaşar; Gazali: Muhafazakar ve Modern, Arasta, Bursa 2002. Bağdadi, el-Fark beyne’l-Fırak, Matbaatu’l-Maarif, Mısır, Tarihsiz. Batak, Kemal; Tehafütü’l-Felasife Alakalı Genel Problemler, İslami
Araştırmalar Der., Cilt 13, say. 3-4, Ankara, 2000.
Bolay, Süleyman Hayri, Emile Boutroux’da Zorunsuzluk Doktrini, MEB, İst. 1989.
Bulut, H. İbrahim, Kuran Işığında Mucize ve Nübüvvet; Rağbet yay, İst. 2002 Cevizci, Ahmet; Felsefe Sözlüğü, Paradigma, İst. 2000 Çankı, Mustafa Namık, Büyük Felsefe Lügatı, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul
1954. Dağ, Mehmet; İmam El-Harameyn El-Cüveyni’de Nedensellik Kuramı, On
Dokuz Mayıs Ün. İl. Fak. Dergisi, Samsun,1982/2. Deniz, Gürbüz; Hocazade ve Ali Tusi’nin Tehafütlerinin Mukayesesi,
Doktora tezi, Ankara 1999 Durusoy, Ali; Gazali’de Mantık Biliminin Yeri ve Önemi, İslami Araştırmalar
Der., Cilt 13, say. 3-4, Ankara, 2000. Fahri, Macit; İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, İklim, İst. 1987. Flew, Anthony; A Dictionary of Philosophy, Gramercy Books,New York
1999 Gazali, el-İktisat fi’l-İtikad (İtikatta Orta Yol); çev. Kemal Işık, AÜİFY,
Ankara 1971 Gazali, el-Maksadü’l-Esna fi Şerhi Esmaillahi’l-Hüsna, Çev.M.Reşat, Merye
yay., İst. Tarihsiz.
110
Gazali, el-Munkizu Mine’d-Dalal; Haz. Abdulhalim Mahmut, çev. Salih Uçan, Kayıhan, İst. 1997.
Gazali, Hakikat Bilgisine Yükseliş (Mearicu’l-Kuds); çev, Serkan Özburun,
İnsan yay, İst. 2002. Gazali, İhyau’Ulumu’d-din, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yay., İstanbul,
Tarihsiz. Gazali, Makasıdu’l-Felasife(Felsefenin Temel İlkeleri), çev. Cemaleddin
Erdemci, Vadi, İst. Eylül 2001. Gazali, Mihakku’n-Nazar, çev. Ahmet Kayacık, Ahsen, İst. 2002. Gazali, Tehafütü’l-Felasife (Çevirenin Önsözü), çev. Bekir Karlığa, Çağrı,
İst. 1981 Gazali, Tehafütü’l-Felasife (Filozofların Tutarsızlıları), çev. Bekir Sadak,
Ahsen yay., 2002 Gazali; Miyaru’l-İlm fi’l-Mantık, nşr., Süleyman Dünya, Mısır, 1960. Gazali; The İncoherence Of Philosophy, İng. trns. Michael E. Marmura,
Brigham Young University Press, 1997.
Güzel, Abdürrahim, Karabaği ve Tehafüt’ü; Kültür Bakanlığı, Ankara 1991 Herman Randall, Jr.- Jr. Justus Buchler, Felsefeye Giriş, (Çev. Ahmet
Arslan), Ege Üniversitesi Yayınları, 1982. Hume, David; Doğal Din Üzerine Konuşmalar, çev. Mete Tunçay, Kültür
Bakanlığı, Ankara 1975. Hume, David; İnsan Zihni; çev. Selmin Ertan, MEB yay. İstanbul, 1986 İ. Fenni Ertuğrul, Lugatçe-i Felsefe; İstanbul 1341. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1955. İbn Rüşt, Risale es-Sema ve’l-Alem, Daru’l-Fikr el-Lübnani, Beyrut, 1994 İbn Rüşt, Tehahüt’et Tehafüt; çev. Dağ, Mehmet; Işık Kemal, Kırkambar yay.
1998 İbn Rüşt; el-Keşf an Minhacu’l-Edille,çev. Süleyman Uludağ, Dergah, İst.
1985
111
Kaya, Mahmut, İslam Kaynakları Işığında Aristotales ve Felsefesi; İstanbul 1983.
Kılıç, Recep; Modern Batı Düşüncesinde Mucize, Ank. Ünv. İlahiyat Fak.
Yay. Ankara, 2002 Kindî, Ebû Yakub Yusuf b. İshak, “İlk Felsefe Üzerine” (Felsefî Risaleler),
Çev: Mahmut Kaya, İstanbul, 1994 Kutluer, İlhan, “Determinizm”, md., T.D.V.İ.A, İstanbul 1994, C.9. Kutluer, İlhan, “İlliyet”, md.; T.D.V.İ.A, İstanbul 2000, C.22.
Laplace, A Philosophical Essay on Probabilities, Dover Publications, New
York, 1995. Leaman, Oliver; Averroes and His Philosophy, Oxford, 1988. Leaman; Oliver; Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, çev. Turan Koç, İz yay, İst.
2002. Marmura, Michael E; Ghazali’s Attitude to The Secular Sciences and Logic;
Edited by, F. Hourani, New York 1985 Okumuş, Mesut; Kuran’ın Felsefi Okunuşu (İbn Sina Örneği), Araştırma,
Ankara 2003. Orman, Sabri; Gazali (Hakikat Araştırması Felsefe Eleştiri), İnsan yay., İst.
1986 Ormsby, Eric Lee; İslam Düşüncesinde ‘İlahi Adalet’ Sorunu (Teodise), çev.
Metin Özdemir, Kitabiyat, Ankara, 2001. Sarıoğlu, Hüseyin; İbn Rüşt felsefesi, Klasik, İst. 2003. Swinburne, Miracles; (introduction) ed.by. Swinburne, London, Mazmillan
Publishers, 1989. Şeyh, M. Said; Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, Editör. M. M. Şerif,
İnsan Yay. 1997 Taylan, Necip, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri; İstanbul 1994 Türker Mubahat; Üç Tehafüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, Ankara,
1960 Ülken, H.Ziya, İslam Felsefesi, Selçuk yay., Ankara 1967
112
Voltaire, Felsefe Sözlüğü, Çev. Lütfü Ay, İst. 1995. Watt, W. Montgomery; Müslüman Aydın, Çev. Hanifi Özcan, Etüt, Samsun,
2003. Wolfson, H. Austryn; Kelam Felsefeleri, çev. Kasım Turhan, Kitapevi, İst.
2001.