t.c. Çukurova Ünİversİtesİ sosyal bİlİmler enstİtÜsÜ ... · küreselleşme ile artan...
TRANSCRIPT
T.C.
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI
KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA DİN VE TERÖRİZM
Hüseyin SALUR
Danışman: Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ADANA / 2006
ÖNSÖZ
Hemen hemen birçok çalışma, alanındaki bir boşluğu doldurma iddiasını taşır.
Kimi bunu gerçekleştirir, kimi ise amacına ulaşamaz. Bizim iddiamız alanımızdaki bir
boşluğu doldurmaktan ziyade, anlam karmaşası içindeki kavramlarımızı anlamak daha
sonra açıklamak olacaktır. Bu çerçevede daha önce doğru veya yanlış olarak sunulan
bilgileri farklı bir bakış açısıyla değerlendireceğiz. En azından çalışmamızın
kavramlarını yerli yerinde kullanmaya özen gösterip, onlara gerekirse apayrı bakış
açısıyla kritiğe tabi tutmaya çalışacağız. Bu anlamda tezimizin de amacına ulaşmış
sayacağız. Bu bağlamda öncelikle mümkün mertebe birbirine zıt fikirleri vermeye
çalışarak daha sonra ise bu konudaki ön yargıları, yanlı ve yanlış bilgileri, doğru bilgiler
vererek ve olabildiğince objektif olmaya çalışarak değerlendirmeye çalışacağız.
Bu çalışma küreselleşme, din ve terör fenomenleri arasındaki ilişkisini irdeleyen
ve özelliklede Soğuk Savaş sonrası dönemi anlamaya çalışan Din Sosyolojik bir
çalışmadır. Küreselleşme ve terörün tanımları da tıpkı din tanımları gibi oldukça
karmaşık olduğundan rahatlıkla üzerine farklı anlamlar yüklenilmektedir. Bu durum ise
olguların açıklanmasını veya yansız değerlendirilmesini oldukça zorlaştırmaktadır. Bu
zorluğun temelinde esasen terör, küreselleşme ve din kavramlarının nasıl anlaşılıp
tanımlandığı sorunu yatmaktadır.
Şu halde çalışma alanımızın meşakkatli olması öncelikle olguların tanım
problemlerinde yatmaktadır. Şimdiye kadar terörizm konusunda yapılan açıklamalar
Soğuk Savaş öncesine uygun olup bugüne pek uymamaktadır. Üstelik bu olgunun
birçok tanımı daha çok politik, dönemsel ve bölgesel olabilmektedir. Bazen bu kavram
özellikle belirsiz bırakılıp tanımı muğlâk bırakılmaktadır. Esasen durumun böyle olması
terörizm üzerinden siyasi, teknolojik ve ekonomik menfaat elde etmek isteyen egemen
güçlerin çıkarlarına uygun düşmektedir. Özellikle bu konuda otorite olarak kabul edilen
fikir adamlarının birbirlerinden tutarsız açıklamaları, olguyu anlamayı daha da
zorlaştırmaktadır. Terörizm herkesimi az çok ilgilendiren bir olgu olması nedeniyle bu
konuda uzman olan ve olmayan herkesin açıklama ve yorumlarda bulunması bir bilgi
kirliliğini oluşturmaktadır.
Terörizm toplumun her kesimini etkileyen ulusal değil uluslar arası bir
meseledir. Bu çerçevede terörizm konusunda uluslar arası alanda birçok anlaşma
yapılmıştır. Ancak bu anlaşmalara yine uluslar arası menfaatler işin içine karıştığından
dolayı pek uyan bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bu çifte standartlara oldukça
ii
fazla maruz kalmıştır. Batı dünyası özellikle bu konuda Müslüman ülkelere
islamophobia (Islam phobia) davranışlarını sıklıkla sergilemektedir.
Bu konuyla doğrudan veya dolaylı ilgili olan birçok bilim dalında farklı
çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, bu araştırma alanı Din Sosyolojisinde oldukça
yenidir. Küreselleşme olgusu, dünyanın bugünkü durumunu tanımlama çabasına giren
son dönem sosyolojik araştırmalarının temel konularından biri olmuştur. Bu çerçevede
Soğuk Savaş sonrası artacağına inanılan eşitlik, insan hakları ve demokrasi özellikle 11
Eylül saldırılarından sonra yerini küresel terörle mücadele dönemine bırakmış
gözükmektedir. Yani teorikte açlığın, sefaletin giderilebileceği ve özgürlüklerin
artacağına olan inancın yerini, pratikte eşitsizliğin daha da yaygınlaşması ve güvenlik
gerekçesiyle özgürlüklerin rafa kaldırıldığı bir döneme bırakmış sayılabilir.
Her ideoloji, kendi düşmanını ve günah keçisini yaratır, ona karşı nefreti ve
şiddeti seferber eder. İdeolojilerin yaşaması için karşıt bir düşmana ihtiyacı vardır.
Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte, kapitalizmin (ABD-Batı) karşısındaki
komünizm düşmanı ortadan kalkmıştır. Kapitalist sistemin yaşaması için yeni düşman
yaratmak veya bulmak zorunda kalan Batı dünyası 11 Eylül saldırılarıyla aradığı fırsatı
yakalamış ve mükemmel bir şekilde değerlendirmiştir. Böylece bir belirsizlik dönemi
olan 1990’lı yıllar sona ermiş yeni düşman din kaynaklı küresel terör olarak ilan
edilmiştir. Bu çerçevede terör ve küreselleşme ilişkisi nasıl anlaşılmalıdır?,
küreselleşme ile artan din-terör ilişkisini kurmak ne kadar doğrudur? ve eğer varsa bu
ilişkinin boyutları ne kadardır?, mealindeki merak edilen sorulara çalışmamız içerisinde
tatminkar cevap verildiği kanaatindeyiz.
Bu çalışmada başından beri maddi ve manevi anlamda beni destekleyen,
cesaretim kırıldığı zaman beni cesaretlendiren değerli hocam ve tez danışmanın Yrd.
Doç. Dr. Abdullah ALPEREN’e en içten teşekkürlerimi sunmayı kendime bir borç
bilirim. Kendisine ayıracağım zamandan fedakârlık eden eşim Songül Hanıma; Abim
Hasan SALUR, Dr. Oğuzhan ÖZCAN, Dr. Özcan DOĞANAY, Av. Ayhan PERÇİN,
Avnican PEKER, Abdurrahman İŞLEK ve Mustafa ATEŞ’e; Ç.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsünden H. İbrahim AYKAN ve Sibel KOÇAŞ’a her türlü desteklerinden dolayı
teşekkür ederim.
Hüseyin SALUR
iii
ÖZET
KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA DİN VE TERÖRİZM
Hüseyin SALUR
Yüksek Lisans Tezi: Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı
Danışman: Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN
Haziran 2006, 215 Sayfa
Bu çalışmada, küreselleşme süreci içerisinde din ve terör ilişkisinin ne boyutta
olduğu konu edinilmiştir. Bu bağlamda ilk olarak konuyla ilgili kavramlar izah
edilmeye çalışılmıştır. Daha sonra kavramların tarihsel köklerinden ve uğradıkları
değişimden yola çıkılarak bugünkü durumu ele alınmıştır. Bu çerçevede genelde din
özelde ise İslam dininin teröre esin kaynağı olup olmadığı sorgulanmıştır. Aynı şekilde
küreselleşme ile artan İslam ve terör birlikteliği söyleminin perde arkası aralanmaya
çalışılmıştır. Araştırmanın sınırları ise, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra artan İslami
terör kavramı üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Terör, Din, Cihad, Sekülerleşme, İslam Fobisi.
iv
ABSTRACT
RELIGION AND TERRORISM IN THE PROCESS OF GLOBALIZATION
Hüseyin SALUR
Master Degree Thesis, The Department of Philosophical and Religious Sciences
Supervisor: Yard. Doç. Dr. Abdullah Alperen
Haziran 2006, 215 Pages
In this study, the situation of the relation between religion and terror in the
process of globalization was discussed. Therefore, firstly, the concepts concerning the
subject were tried to be explained. After that, considering the historical roots of the
concepts and the changes that they had in the past, their circumstances of today were
searched. In this connection it was investigated that if in general religion and especially
Islam inspired and originated terror or not. The scope of the research intensifies on the
Islamic terror (or Islamist terror) concept which has an increasing usage after the attacks
in 11 September 2001.
Key Words: Globalization, Terror, Religion, Jihad, Secularism, Islam phobia.
v
KISALTMALAR
a.s. = Aleyhi’s Selam
AB = Avrupa Birliği
ABD = Amerika Birleşik Devletleri
AGİT = Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı
APEC = Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği
ASALA = Ermeni Terör Örgütü
ASAM = Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
ASEAN = Güney-Doğu Asya Ulusları Birliği
BDT = Bağımsız Devletler Topluluğu
bkz. = Bakınız
BM = Birleşmiş Milletler
Çev. = Çeviren
ÇUŞ = Çok Uluslu Şirketler
Der. = Derleyen
ETA = Ayrılıkçı Bask Hareketi (İspanya)
G-8 = Gelişmiş Sekiz Ülke
Haz. = Hazırlayan
Hz. = Hazreti
IMF = Uluslar arası Para Fonu
IRA = İrlanda Cumhuriyet Ordusu
M.Ö. = Milattan Önce
M.S. = Milattan Sonra
MERCUSOR = Latin Amerika Ticari Bloğu
NAFTA = Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması
NATO = Kuzey Atlantik Paktı
OECD = İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı
PKK = Kürdistan İşçi Partisi
s. = Sayfa
STÖ = Sivil Toplum Örgütleri
TODAİE = Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü
vs. = Vesaire
WB (DB) = Dünya Bankası
vi
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ………………………………………………………..…………………...….i
ÖZET……………………………………………………………………….…….….iii
ABSTRACT…………………………………………………………………….……iv
KISALTMALAR……………………………………………………….….…...……v
I. BÖLÜM
GİRİŞ
1.1. Araştırma Konusunun Belirlenmesi ve Sınırlandırılması………..………….…….1
1.2. Araştırmanın Amacı ve Önemi…………………………………………….…..….2
1.3. Araştırmada Kullanılacak Yöntem ve Kuramlar…………………….……....……3
1.4. Varsayımlar……………………………………………………………….…….....6
1.5. Kavramlar…………………………………………….……………………………8
1.5.1. Anarşizm………………………………………………………..…………...8
1.5.2. Nihilizm……………………………………………………..………….…..11
1.5.3. Popülizm ve Narodnoya Volya……………………………….……………12
1.5.4. Vandalizm……………………………………………………………..……13
1.5.5. Post-Modernizm………………………………………………….….……..13
1.5.6. Fundemantalizm ve Radikalizm………………………………....…………15
1.5.7. Gerilla…………………………………………………………….….…......16
1.5.8. Şiddet ve Savaş………………………………………….……….….……...18
1.5.9. Sekülerleşme……………………………………………………..…...….…21
1.5.10. Küreselleşme……………………………………………….….…………..21
1.5.11. Islamophobia………………………………………………….…………..22
1.5.12. İslami Anlayışlar……………………………………………….….….…..23
II. BÖLÜM
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TERÖRİZM OLGUSU
2.1. Terörizmin Tarihsel Gelişimi ve Bugünkü Durumu…………….…………....…...24
2.2. Terörizm Kavramının Tanımı ve Mahiyeti Üzerine Tartışmalar………………….38
2.2.1. Terörün Etimolojik Anlamı…………………………………….…….….…..38
2.2.2. Terör ve Terörizm Farkı…………………………………………….…….…43
2.2.3. Terörizm ve Suç Ayrımı……………………………………………..………44
2.2.4. Terör Tanımlarının Eleştirisi……………………………………….….…….47
2.2.5. Tanım Probleminin Sebepleri……………………………………….….……49
2.2.6. Terörizm Türleri………...…………………………………………….….….54
vii
2.2.6.1. Dinsel Terör……………………………...………………….….……57
2.2.6.2 İdeolojik Terör…………………………………..……………………59
2.2.6.3 Etnik Terör…………………………...……………………….……....60
2.2.6.4. Siber Terör…………………………………………………...………61
2.2.6.5. Pasif Terör veya Psikolojik Savaş…………………………..……….62
2.2.6.6. Devlet Terörü…………………………….…………….……….…...64
2.2.7. Terör ve Teröristin Çift Anlamlılığı ve Kavramların Çarpık Kullanımı….……..67
2.2.8. Terörizm Çalışmalarında Karşılaşılan Problemler………………….……….…..72
2.2.9. Terörizm Hakkındaki Birkaç Nokta………………………………………….….74
2.2.10. Terörizm Çalışmalarında İzlenecek Yol……………………………………….79
2.2.11. Aşırı Genelleme, Aşırı İndirgeme ve Terörist Tipolojisi………………………81
2.2.12. Terörizmin Olası Nedenleri ve İleri Sürülen Gerekçeler………………...…….83
2.2.13. Terör Eylemlerine Başvuranların Gerekçeleri ve Örgütsel Bağ…………....….88
III. BÖLÜM
KÜRESELLEŞME OLGUSUNUN TANIMI VE MAHİYETİ
3.1. Küreselleşmenin Tanımı ve Mahiyeti…………………………………………..….92
3.2. Küreselleşmenin Boyutları………….………...………………………………….103
3.2.1. Küreselleşmenin Ekonomik Boyutu………...………………….…………..103
3.2.2. Küreselleşmenin Siyasal Boyutu………………………………….………..107
3.2.3. Küreselleşmenin Kültürel Boyutu………………………………..………...110
3.3. Küreselleşmenin Hâlihazırdaki Sonuçları……………………………………......112
IV. BÖLÜM
DİN, TOPLUM VE CİHAD ANLAYIŞI
4.1. Sosyolojik Bakımdan Din ve İşlevleri……………………………...….......……..122
4.2. Din ve Sosyal Değişme………………………………………………..……….....127
4.2.1. Sosyal Değişmeyi Engelleyici Faktör olarak Din………….…………..…...128
4.2.2. Sosyal Değişmeyi Sağlayıcı Faktör Olarak Din……………………..….….129
4.2.3. Sosyal Değişme Hadisesinin Din ve Dini Hayat Üzerinde Etkileri………..130
4.3. Cihad Kavramı……………………………………………………………….…...131
4.4. Kur’an-ı Kerimde Cihadın Sistematiği…………………………………..….……135
viii
V. BÖLÜM
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE DİN VE TERÖRİZM
5.1. Din ve Terörizm……………………………………………….………………….145
5.2. Küreselleşme Terör İlişkisi……………………………………….…….………...161
5.3. Küreselleşeme Din İlişkisi………………………………………………………..168
5.4. Küreselleşme Sürecinde Din ve Terörizm……………………………….……….180
SONUÇ ve ÖNERİLER…………………………………………………..……...….188
KAYNAKÇA……………………...………………………………………...………..193
ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………….………215
I. BÖLÜM
GİRİŞ
1.1. Araştırma Konusunun Belirlenmesi ve Sınırlandırılması
1991’de Doğu Blok’u tamamen dağıldıktan sonra Batı kültürü kesin zaferini ilan
etmiş ve çok hızlı bir şekilde dünyayı, gerek kültürel gerekse de siyasi olarak etkisi
altına almıştır. Bu bağlamda terör, şiddet, din gibi kavramlarda hızlı bir değişim ve
dönüşüm geçirmişlerdir. Hatta geleneksel anlamdaki savaşlar bile oldukça farklılaşmış,
gayrı medeni savaşlar, psikolojik savaşlar, enformasyon savaşları, sibernetik savaşlar,
terör savaşları, meskûn mahal muharebeleri gibi oldukça çeşitlenip çoğalmışlardır.
Öte yandan globalleşen dünyada terörün tanımı geçmiş tanımlardan oldukça
farklılaşmış ve daha kaypak bir zemine oturmuştur. Günümüzde birilerinin kurtarıcı
olarak gördüğü hareketi bir diğeri terörist hareket olarak niteleyebilmektedir. Buna
göre, terörizm kavramı kendisine yakın olan kavramlarla ayrımı net bir şekilde ortaya
konmamıştır. Bunun yanı sıra terörizm kavramının bu güne kadar yerine oturmuş net ve
ortak bir tanımı bulunmamaktadır. Durum böyle olunca kavram istenildiği tarafa
çekilmiş, yanlış anlaşılıp öyle tanımlanmış veya yerinde kullanılmadığı anlaşılmıştır.
Bu çerçevede araştırmamızın konusu, dünya siyasi tarihinde büyük bir değişme
diye kabul edebileceğimiz Doğu Blok’unun dağılmasından sonra belirginleşen
Küreselleşme, Terör ve Din, daha özelde ise İslam ilişkisiyle sınırlandırılmıştır.
Araştırmamızda küreselleşme sürecinde terörün nasıl tanımlandığını ve nasıl
anlaşılması gerektiği üzerinde özellikle durulmuştur. Şu halde çalışmamızda, genelde
İslam toplumları özelde ise Türk toplumunda küreselleşme çerçevesinde din ile terör
arasındaki doğru veya yanlış olarak kurulan ilişkiler ele alınacaktır. Esasen dinin iddia
edildiği gibi terörizmi besleyip beslemediği araştırılacaktır. Bilhassa küreselleşme
sürecinde İslam ve terör ilişkisi incelenecektir.
Biz bu araştırmamızda terör ve din, özellikle de İslam dini ile terör arasında
kurulan bağlantıları objektif bir biçimde inceleyip ortaya koymaya çalışacağız.
Konumuzu din ve terörizm diye belirledikten sonra onun sınırlarını şu şekilde
çizebiliriz. İslam dini terörizme kaynaklık eder mi? İslam dininin teröre bakış açısı
nedir? Küreselleşmenin dine etkileri nelerdir? Küreselleşmenin terörizme etkileri
nelerdir? Din terörü besler mi? Küreselleşme sürecine İslam dini, terörizm ile neden
2
yaftalandı? Küreselleşme ile at başı giden fundamentalist akımların tepki nedenleri
nelerdir? gibi sorularla olguyu genişletip anlamaya çalışacağız. Bu çerçevede eğer varsa
terörizme dinsel esin kaynağı olabilecek temel metinler sorgulanacaktır. Kısaca
İslam’da terör var mı? sorusuna cevap aranacaktır.
Terörizm, küreselleşme sürecinde nasıl bir işlev görmektedir? Küreselleşme ne
tür bir süreçtir? İslami terör kavramı neye hizmet etmektedir? Soğuk Savaş sonrası
dönemde hızla değişen dünyada çatışmaları artıran nedenler ve bunların din ile
ilişkisinin boyutları ne kadardır? Emperyalizmin ve sömürgeciliğin yerini bugün ne
doldurmaktadır? Şu an var olan mevcut durumun, kimin ya da kimlerin yararına
olduğunu, kimlere hizmet ettiğini ve kimleri bağımlı kıldığını anlamaya çalıştık. Bu tür
zihni kurcalayan problemler bilimsel çerçevede irdelenecektir.
Kısaca çalışmamızda, genel hatlarıyla Küreselleşme Bağlamında Din ve Terör
ilişkisi ele alınacaktır. Daha özelde ise 11 Eylül saldırıları sonrası İslam ve Terörizm
ilişkisi irdelenecektir. Araştırmamız teorik olacağı için daha çok genel kavramlar
üzerinde yoğunlaşacağız. Yani olguların sadece genel hatları ortaya koymaya
çalışacağız. Ancak gerekli gördüğümüz yerlerde derinlemesine inceleme yapacak, yer
yer örneklendirmelere gideceğiz.
1.2. Araştırmanın Amacı ve Önemi
Bu çalışmamız, küreselleşme çerçevesinde din ile terörizm arasında kurulan
ilişkiyi olduğu gibi betimlemek ve bundan çıkarımlar yaparken de olabildiğince objektif
olmaya çalışarak yorumlamayı esas aldık. Terör ve Küreselleşme konularında o kadar
çok literatür olmasına rağmen bu konu bir o kadar karışık ve netlikten uzaktır. Bu
çerçevede araştırmamızın temel amaçlarından biri öncelikle kavramlarda netliği
sağlamak olacaktır. Özellikle Doğu Blok’unun yıkılmasından sonra ABD ve Batı
dünyası, yüzünü İslam Dünyasına çevirmiştir. Bu çerçevede baskın teknoloji ve kültür
olan Batı başta olmak üzere ABD, tüm bu kavramları tekrar revize etmiştir. Bu
bağlamda İslam dini kanaatimizce bazen terör adına bezen de ideoloji adına istismar
edilmekte veya kasıtlı olarak kurban edilmektedir. Çalışmamızda, toplumsal olguların
kendi kulvarında anlaşılıp tanımlanması, olası anlam kaymalarına mahal bırakmamak
ve ona göre de yorumlamak esas alınmıştır. Daha doğrusu bu tanımların evrensel kabul
görmüş meşru tanımları üzerinde yoğunlaşmaktır.
3
Din, toplumsal olaylarla az veya çok karşılıklı ilişki içerisinde olduğundan bu
sistem içerisinde önemli bir işleve sahiptir. Bu günün dünyasında toplumsal sistem
içerisinde meydana gelen herhangi bir değişim yine toplumsal bir kurum olan din
üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak ciddi bir etkide bulunacağı muhakkaktır. Bundan
dolayı küreselleşme bağlamında din-terör ilişkisi ve bu ilişkinin karşılıklı boyutlarının
incelenmesi doğrudan Din Sosyolojisinin çalışma sahasına girmektedir. Gayemiz
birbirlerinin yerine kullanılan ve yanlış anlamalara yol açan kavramları netleştirmek ve
açıklığa kavuşturmaya çalışmak olacaktır. Şu halde gerekirse kavramlara tekrar doğru
bir şekilde anlamlar yüklemeye çalışacağız.
Çalışmamızın çerçevesini küreselleşme bağlamında İslam ve terör ilişkisini ve
bu ilişkinin karşılıklı boyutları oluşturmaktadır. Bu çerçevede küreselleşme bağlamında
din ve terör arasında ilişki veya ilişkiler varsa ne düzeyde olduğu? Nasıl ve hangi
şartlarda ortaya çıktığı? gibi sorulara, Din Sosyolojisi çerçevesinde cevap aranacaktır.
Bu çalışmamızın amacı ise, üstünde sıkça tartışılan terör ve İslam dini ilişkisine açıklık
getirmeye çalışmak olacaktır.
Bu çalışma, sorumluluk ve cesaret isteyen ciddi ve ağır bir misyonu üzerine
almıştır. Esasen konu çok kaypak bir zeminde oturduğundan nereye çekilirse oraya
gideceği muhakkaktır. Şu halde çalışmamızın önemini ortaya koymuş olmaktayız.
1.3. Araştırmada Kullanılacak Yöntem ve Kuramlar Metot (yöntem), belirli bir amaca ulaşmada kullanılan yolların bütünü olarak
tanımlanabilir. Amaca götüren yol yöntem, hedeflere ulaşmak için kullanılacak araçlar
tekniktir (Gökçe, 1992: 40). Bu çalışmamız daha çok kuramsal olacağı için, dolaylı
gözlem yani tarihsel metot tekniğinden yararlanıldı. Bu çerçevede bilgi ve belge
toplarken literatür taraması ve dökümantasyon çalışması yapıldı. Daha sonra olayın
fotoğrafını çeker gibi durum tasviri dediğimiz, tasvir (deskriptif) metodu kullanıldı. Bu
betimleme işi farklı bakış açılarıyla kritiğe tâbi tutuldu. Bu konudaki lehte ve aleyhteki
konular mümkün mertebe araştırıldı. Bu çerçevede kısmen karşılaştırma metoduna ve
kısa örneklemelere yer verildi. Belgeleri analiz ederken anlama ve yorumlama
metotlarını da kullandığımızı da belirtmemiz gerekir.
Kuşkusuz bir konunun tek bir metotla izah edilmesi güvenilirliği ve geçerliliği
(Karasar, 1998: 147-153) sarsacak ve çalışma eksik kalacaktır. Çalışmamızda öncelikle
bilgi ve belge toplarken dünyada ve Türkiye’mizde de gelişen güncel olay ve olguları
4
takip ederek değerlendirmeye tâbi tuttuk. Nitekim bir araştırmaya orijinallik katan şey
toplanan bilgi ve belgelerin özgün şekilde yorumlanmasıdır (Karasar, 1998: 184).
Esas olarak bu konuda otorite olanların yanı sıra, çoğu çevrilmiş ve birçok yazar
ve düşünürün, akademisyenlerin, siyasilerin ve askerlerin, ülke politikacılarının ve
araştırmacı yazarların konuyla ilgili yazdıkları dikkate alındı. Bu bilgi ve belgeler
mümkün mertebe tarafsız olarak değerlendirilmeye çalışıldı. Bu durumda
araştırmamızda tümden kabul veya tümden retçi yaklaşımlardan ziyade anlayıcı-
açıklayıcı-yorumlayıcı yaklaşım tarzını benimsedik.
Bu çerçevede Alman filozof Dilthey tarafında geliştirilen bir metot olan anlama
metodu, yani olayları, kişileri veya toplumları kendi ruh halleri içinde anlama, özellikle
de tarihi ve psikolojik yaşantılarla ilgili olduğunu ve yaşanan o şeylerin de sadece o
fiilleri veya halleri anlama metodu ile anlaşılabileceğini ileri sürer. Onun deyişi ile
“doğayı açıklarız, ruhsal olayları ise anlarız”. Bu anlamları açığa çıkaracak olan
yöntem de, bir tür anlama ve yorumlama sanatı olarak, hermeneutic’tir. Dolayısıyla her
devri ve olayı kendi şartları içerisinde değerlendirmek gerekir. Bu metodun esas amacı,
tarihsel ve kültürel bağlamı içinde insan eylemini anlamak olarak açıklanabilir (Gökçe,
1992: 32-35; Akarsu, 1994: 136-141; bkz: Arslan, 2002). Anlayıcı bilim geleneği Din
Sosyolojisi çalışmalarında önemli bir yeri vardır. M. Weber ve J. Wach bu hususta
örnektir (Wach, 1995: 5-11; Turner, 1997: 11-241; Taplamacıoğlu, 1983: 104-106).
Anlayıcı metodu tamamlar nitelikte gördüğümüz, değerlendirici-hümanistik bir
sosyoloji kuramı ortaya koyan ve iktidar seçkinleri tezi ile bilinen Wright Mills’ten de
faydalanmakta yarar gördük (Poloma, 1993: 285-303). Görüldüğü üzere çalışmamızda
bir tek metot yerine değişik metotlardan istifade edilmiştir.
Araştırmamızın konusu bizi, kısmen yapısal fonksiyonel denge kuramı, kısmen
de çağdaş çatışmacı kuramdan istifade etmeye zorlamıştır. Bu çerçevede bu iki kuramın
sentezini yapan ve çalışmamızda da yöntemlerini esas aldığımız kişiler Lewis Coser ve
Ralf Dahrendorf’tur (Poloma, 1993: 97-127). Ancak, esas olarak çalışmamızı bağımlılık
teorisinin üzerine oturtmaya çalıştık. Çünkü son dönem gelişmelerinden biri olan
küreselleşme, terör ve din ilişkilerini ortak olarak oturtacağımız bir zemin veya nazariye
tam olarak bulunmamaktadır. Araştırmamız içerisinde görüleceği üzere daha bu
olguların olgunlaşmış bir tanımı dahi yokken ve henüz sağlam bir zemine oturmamışken
“küreselleşme bağlamında din ve terörizm” konusunu salt bir nazariyeye (kurama)
oturtmayı ve böylece açıklamayı uygun bulmadık.
5
Başlıca temsilcileri T. Parsons, R. K. Metron, W. Ogburn, W. Buckley, E.
Tiryakian olan yapısal fonksiyonel denge kuramına göre toplum, kendisini oluşturan
parçaların toplamından farklı bir bütün oluşturmaktadır. Bu kurama göre toplum, sosyal
sistemin bütünüdür. Toplumu oluşturan parçalar arasında ise bir uyum (harmoni) olması
gerekir. Bir düzen olarak toplum, değerler, normlar ve kurallar içerir. Toplumun en
önemli fonksiyonu ise bütünleşmedir. Bütünleşmeyi gerçekleştiren güç, toplumun
çoğunluğu tarafından kabul görmüş ortak amaç, ilke ve değerlerdir. Bu çerçevede
yasalar bütünleşmeyi sağlar. Ancak toplumda mükemmel bütünleşme hiçbir zaman
gerçekleşmez. Bununla beraber sosyal sistemlerin özünde sürekli bir denge durumu
hâkimdir. Toplum iç ve dış etkileri, mevcut değer yargısı ve norm sisteminin ihtiyaçları
doğrultusunda sosyal kurum ve tampon mekanizmaları ile kendi içinde eriterek yeni bir
uyum ve dengeye yönelir. Toplumun her parçası sisteme katkıda bulunur. Katkı bazen
olumlu bazen de olumsuz olabilmektedir. Olumsuz olduğu zaman yani sistemi
bozuyorsa dis-fonksiyonel olarak adlandırılır. Bir toplumda disfonksiyonlar,
gerginlikler ve sapmalar olabilir ve uzun süre varlığını da devam ettirebilir. Bunlar ise
zaman içerisinde kurumsallaşmaya yönelir, ya tampon kurum çıkar ya da toplum bunu
dengeler. Fonksiyon bozuklukları bu şekilde zamanla toplum içinde eriyerek
bütünleşmeye gider (Kızılçelik, 1994: 9-16; Tezcan, 1984: 66-76).
Başlıca temsilcileri R. Dahrendorf, T. Veblen, R. Park, L. Coser, C. W. Mills, D.
Riesman, J. Rex olan çağdaş çatışmacı kurama göre toplum, temel maddi gereksinimler
ve kaynaklar için savaş veren zıt grupların bir sistemi olarak görülmektedir. Bu
çerçevede toplumda zorlamaya dayalı bir denge vardır. Çatışmacılar, toplumu gücü elde
etmek için savaşım veren gruplardan oluşan bir arena olarak görür. Bu nazariye
mensupları, toplumsal bütünleşme fonksiyonu olan yasaları, toplumdaki diğer grupları
sömürmede bazı grupların çıkarlarına hizmet eden bir özel düzeni tanıma ve koruma
yolu olarak görürler. Kısaca bu kurama göre toplumda yer alan insanların istedikleri,
elde etmek için çaba sarfettikleri birçok temel çıkarları vardır. Toplumsal çatışmalar ya
da sınıf çatışmaları, belli organizasyonel veya toplumsal koşullar gereğince meydana
gelir. Toplumsal çatışma, monopolleşme ve kaynakların kıtlığından doğar. Çatışma
toplumun değişmesine ve ilerlemesine katkıda bulunduğu gibi toplumun bütünlüğü için
fonksiyoneldir (Kızılçelik, 1994: 17-19; Tezcan, 1995: 18-23; Gökçe, 1992: 41-44).
Bağımlılık teorisini (dependecy theory) savunanlar ise, dünyadaki ileri kapitalist
ülkelerin sosyo-ekonomik ve siyasal üstünlüklerini, diğer gelişmekte olan toplumları
sömürerek elde ettikleri ve üçüncü dünya ülkelerini kendilerine bağımlı kıldıkları
6
görüşünden hareket ederler. Yani bir taraftan merkez (central) ülkeler diğer taraftan
çevre (peripheral) ülkeler mevcuttur ve çevre ülkeler (üçüncü dünya ülkeleri, az
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler) merkez ülkelere (ABD, Avrupa, Japonya gibi)
bağımlıdır. Başlangıçta sadece Güney Amerika bağlamında geliştirilen bu kuram
şimdilerde nerdeyse tüm dünyayı içerisine almaktadır. Bu teorinin en önemli
temsilcileri Immanuel Wallerstein, Samir Amin, Paul Baran, Frank ve Andre
Gunder’dir. Bağımlılık teorisini savunan bu düşünürlere göre, üçüncü dünya ülkeleri
kendi geleneksel toplumsal örüntülerini sürdürdüklerinden dolayı az gelişmişlik
çemberinde kalmadılar. Aksine, Batı kapitalizminin kendilerini sömürmelerini
engelleyemediklerinden dolayı az gelişmiş ülke pozisyonuna düşmüşlerdir. Bu
düşünürlerin birleştikleri tema ise Batı dünyasının dünyayı sömürmesinden dolayı
ilerlediği, başta teknolojik ve ekonomik olarak her alanda gelişme sağladığıdır. Böylece
üçüncü dünya ülkeleri yoksullaşmış ve her açıdan batıya bağımlı duruma gelmişlerdir.
Bu yazarlar ayrıca politik, demokratik, ekonomik ve toplumsal eşitlik yanlısı olup, insan
hakları gibi değerleri ön plana çıkarırlar (Kızılçelik, 1994: 31; Tezcan, 1995: 163; Geniş
Bilgi İçin bkz: Wallerstein & Frank & Arrighi & Amin, 1984).
1.4. Varsayımlar Bir araştırmada sosyal olgular ve bunlar arasındaki ilişkiler hakkında gerçeğe
uygun fikirlere sahip olmak, ortaya bir takım varsayımlar koyarak teorilere, teorilerden
de kanunlara ulaşmak ilmi bir çalışmanın en önemli sonuçlarından kabul edilmektedir
(Duverger, 2002: 314-315). Araştırmada, bazı başlangıç noktalarının, ayrıca
kanıtlanmasına gerek görülmeden, doğru olarak kabul edilmesi gerekebilir. Bu kabule
varsayım (sayıtlı, faraziye, assumption) denir. Varsayım, deneyle kanıtlanmamış
olmakla birlikte kanıtlanabileceği umulan kuramsal düşünüşü ya da “varmış ve
gerçekmiş gibi kabul edilerek bir şeyde dayanak olarak kullanılan” bir olayı açıklamada
yararlanılan ilke olarak tanımlanabilir. Varsayım, denenmeyen yargıdır, bu nedenle de
denenmek üzere geliştirilen yargı olan hipotez (denence) ile karıştırılmamalıdır
(Karasar, 1998: 70-71).
Çalışmamızın varsayımlarını şöyle sıralayabiliriz.
1. Terörizm yaşadığımız dünyada bir fonksiyon icra etmektedir. Nitekim terörizm
insandan ve sistemden kopuk değil bizzat sistem içidir. Bu bağlamda terörizm
endüstrisinden fayda sağlayanlar ve onun bitmesini istemeyenler var olacaktır.
7
2. Terörizm çağımızda düşük maliyetli, yüksek etkide bir savaş stratejisi olarak
ortaya çıkmış ve bu stratejiye gruplardan devletlere kadar her kesimce
başvurulabilmektedir.
3. Savaşta sivil kayıp göze alınabilir bir durumdur. Ancak sivil kayıp, askeri kaybı
katbekat aşıyorsa bu ya soykırım ya katliam ya da terörizmdir. Öte yandan,
terörizmle mücadelede, teröristlerce benimsenen ve kullanılan yöntem ve
taktikler benimsenip kullanılabiliyor ve aynı şekilde misillemede bulunuluyor,
hukukun dışına çıkılıyorsa bu da bir çeşit terörizm olmaktadır.
4. Küreselleşme kendi başına işleyen bağımsız bir süreç değil ona yön veren, etki
eden amiller vardır. Bu çerçevede ise din, özelde İslam dini ve terörün eşdeğer
tutulması, bu tarz işleyen küreselleşme ve ondan menfaat bekleyenlere uygun
olmaktadır.
5. Esasen küreselleşme ile birlikte eşitlik, insan hakları ve demokrasiden çok önce
yoksulluk, hastalık ve terör de küreselleşmiştir.
6. Soğuk Savaş sonrası Batı dünyası ve ABD’nin ötekisiz yaşayamayacağı, kendine
düşman yaratma ihtiyacından dolayı İslamcı Terör olgusunu meydana
getirmiştir. Neden bunca öteki dururken İslamcı terör sorusu ise, İslam
coğrafyasından kaynaklanan stratejik önemleri ve doğal zenginlikleri cevabı
yeterli olacaktır.
7. İslamcı terör kavramını 11 Eylül 2001 tarihli saldırıdan sonra kasıtlı olarak,
özellikle de Batılı politikacı, stratejistler ve medya tarafından kullanılıp
yaygınlaştırılmıştır.
8. Sami dinlerin özlerinde şiddet barındırdığı ve bu yüzden dinlerin esasen şiddete
kaynaklık ettiği düşünülmektedir. Ancak dinlerin çatışma ve şiddeti
körüklemekten ziyade uyum ve bütünleşmeye vurgu yaptıklarını söyleyebiliriz.
9. Dinsel görünen birçok şiddet hareketinin temelinde etnik, ideolojik ve ekonomik
sebepler yatmaktadır. Bu çerçevede Müslüman âlemindeki birçok şiddet hareketi
İslami olmaktan çok etnik, siyasi, ekonomik ve antiemperyalisttir.
10. Din insana bir hayat tarzı sunar. Şu halde din insanın dünyayı anlamlandırma ve
ona göre yaşamasında önemli bir fonksiyon icra eder. İnsanoğlu yaptığı bir fiile
meşruiyet kaynağı bulmak ister. Bu bağlamda insan kendi fiillerini
meşrulaştıracak bir dayanağı her zaman arar ve bulur. Din bir insanın fiillerini
kolaylıkla meşruiyet zeminine çekmesine yardımcı olabilecek güçtedir. Şu halde
8
din, insanın doğru veya yanlış fiillerini yine insani yorumlar çerçevesinde
meşruiyet sağlayan en önemli dayanaktır.
11. İslam dünyası yekpare değildir. Esasen bir dinin müntesibinin yaptığı yanlışların
yine o dine mal edilemeyeceği varsayılan bir dünyada yaşamaktayız. Bundan
dolayı farklı Müslüman kesimin yaptıkları yanlışlar tüm İslam âlemine ve
İslama ve tüm Müslümanlara mal edilemez. Dini kendine has çerçevesi içinde
değerlendirmek gerektiği, bu bağlamda ona yorumda bulunan ve o dine
inananların yaptıkları hata veya yanlışları dinin kendisine mal etmenin doğru
olmayacağını gerçeği İslam dini söz konusu olunca göz ardı edilmektedir.
12. İslam dininde terör yaratacak davranışlar yoktur. İslam ve terör kavramlarını bir
arada özellikle zikredenler, klasik İslam düşmanlığı dediğimiz islamophobia
davranışları sergilemektedirler. Bu çerçevede onların İslam dinine çifte standart
ile yaklaşmaları normal ama yanlıştır.
1.5. Kavramlar
Burada konumuzu daha bir anlaşılır kılmak için çalışmamızda sıkça geçecek
olan bir takım kavramlar genel hatlarıyla açıklanmıştır. Esas itibariyle araştırmamıza
temel teşkil edecek bu kavramlar, çalışmamıza bir ön hazırlık olması hasebiyle
verilmiştir.
1.5.1. Anarşizm Fransız devrimiyle ortaya çıkan felsefi-politik bir öğreti olan anarşizm, Antik
Yunancada komutansız, yöneticisiz, efendisiz, otoritenin yokluğu anlamlarına
gelmektedir. Anarşizm sanıldığının aksine bir toplumsal düzensizlik anlayışının
savunuculuğunu yapmaz, daha ziyade, otoritesiz, bireysel özgürlüğün var olduğu bir
düzen anlayışını savunur. İnsan, toplum, devlet, sosyal ilişkiler gibi birçok konuda,
Marksizm ve Anarşizm arasında derin ayrılıklar vardır (Cevizci, 2003: 370). Anarşizm
esas olarak 19. yüzyılın düşünsel öğretilerinden biridir. Temel iddiası her türlü
otoritenin insan gelişimini engellediği, dolayısıyla insanın devlette dâhil herhangi bir
otoriteye ihtiyacı olmamasıdır. Anarşizm 19. yüzyılda bir ret (otorite) ve bir istekten
(özgürlük) doğan ideolojik akımdır (Cirhinlioğlu, 2004: 25; Güçlü & Uzun & Yolsal,
2003: 62-63; Büyük Larousse, 1992: Cilt: 2, s. 583-584). Bir başka açıdan anarşizm,
insan toplumlarının en iyi biçimde bir hükümet ya da otorite olmadan işleyeceğini
9
savunan, insanların doğal halleriyle, herhangi bir dış müdahale olmadan, birlikte uyum
içerisinde ve özgürce yaşayacaklarını ileri süren felsefi ve siyasal konumdur. Bu açıdan
anarşi kaosun değil, kendiliğinden düzenin yolunu açar. Anarşist felsefe pek çok
biçimde ortaya çıkmış ve aşırı sağdan aşırı sola kadar tüm bir siyasal yelpazeyi
kucaklamıştır. Anarşizm kuramını geliştiren ilk kişi İngiliz irrasyonalist William
Godwin (1756-1836)’dir. Anarşizmin, Marksizm gibi, doktrinleşmiş bir sınıf teorisi
yoktur (Zileli, 2005: 41-42; Marshall, 2003: 23-24).
Anarşizm sınırlandırılmamış özgürlük idealini savunur. Ana hatlarıyla ikiye
ayrılırlar. a) Bireyci anarşizm ve liberteler (özgürlükçü): Birey her şeyin üstündedir. M.
Stirner, Mackay, Spooner gibi. b) Toplumcu anarşistler: Bireysel özgürlüğün komünal
yapı içerisinde gerçekleşeceğini savunurlar. Proudhon (karşılıkçılık), Bakunin
(kollektivist anarşizm), Kropotkin (anarko-komünizm), Rocker, Sorel (anarko-
sendakalizm), Bookchin (eko-anarşizm), Goldman, Michhel, Cleyre (anarko-feminizm),
Kazinski, Zezan (anarko-pirimitivizm), Tolstoy, Day, Maurin (hıristiyan anarşizmi),
Tolstoy, Gandhi, Thoreau, Nieuwerhuis (anarko-pasifizm), Malatesta (isyancı-
anarşizm) gibi türleri vardır (Cevizci, 2003: 370-379).
Anarşist öğretilerindeki toplumsal düzen ve toplumsal örgütlenme kendi
aralarında tartışma nedeni olmuştur. Erken dönem sayılabilecek 19. yüzyıl anarşistleri,
özelliklede Bakunin’in önderliğinde olanlar Marx’çı partici örgütlenme biçimine,
dayatmacı ve iktidara dayalı bir model olması nedeniyle karşı çıkmışlardır. W. Goldwin
gibi anarşistler bu tür geçiş süreci için şiddet karşıtı, ussal bir aydınlanmayı savunurken;
Tolstoy gibileri dinsel bir yeniden uyanışı önermişlerdir. Bakunin ve Kropotkin in
izinden gidenler ise bilime dayanan bir uzlaşmayı esas almışlardır (Güçlü & Uzun &
Yolsal, 2003: 64). 20. yüzyılın son çeyreğinde göz önüne alınacak olunursa üç ana
düşünce çizgisinin anarşist öğretiyle yakından bağ kurduğu, anarşizmin temel
öğretilerini kendi düşünce başlangıç noktası yaptıkları görülmektedir. Bunlar, Feminizm
(Feminist Anarşizm-Emma Goldman 1869-1940), Ekoloji (Ekolojik Anarşizm-Murray
Bookchin) ve Postmodernizm (Postmodern Anarşizm-Foucault, Deleuze, Lyotard, Todd
May) dir (Güçlü & Uzun & Yolsal, 2003: 65).
Olumlu anlamıyla anarşizm, hiççilikten çok politik liberalizme yakındır.
Olumsuz anlamıyla ise, devletsiz toplumun devrim yoluyla kurulacağını, yasaya ve
düzene en küçük bir saygı göstermeyen, toplumun yıkılması yoluyla kaosa erişilmesi
için etkin bir çaba sarf eden ve amacına ulaşmak için bireysel terörizmi kullananlardır.
Her iki anarşizmde de insanın özgürlük ve eşitlik idealinin hiçbir ödün vermeden,
10
mutlak bir biçimde ve her türlü hâkimiyet ilişkilerini dışlayacak, devletin meşruiyetini
tümüyle yadsıyacak şekilde yorumlanır (Cevizci, 2002: 57-59).
Bu çerçevede terör her zaman anarşi anlamına gelir, fakat her terörist anarşist
olarak kabul edilmez. Çünkü kurtuluş savaşları da bazen terör kapsamına alınır
(Demirel, 2002: 26). Anarşisti, toplumda kargaşa ve düzensizlik çıkaran kişi, anarşizm
ise tarihi şartlar ne olursa olsun devletin ortadan kaldırılmasına çalışan öğreti olarak
Türkçe’de kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, her terörist bir anarşisttir, fakat
her anarşist bir terörist değildir. Başta teröristin ve anarşistin eylem ve amaçlarında
farklılık vardır. Türkiye’de 1980 öncesi terör ve anarşi aynı anlamda kullanılmıştır.
Siyasal anlamda anarşistlerin, genellikle, pek silahlı mücadele yaptıklarına
rastlanmamıştır (Çınar, 1997: 214; Cirhinlioğlu, 2004: 25). Anarşizmin teorik ve felsefi
altyapısı, bir sosyo-ekonomik ve siyasi yapısı vardır. Terörizmin ise belli bir doktrini,
felsefi bir alt yapısı yoktur. Terörizm az bir masrafla yapılan savaş stratejisidir
(Çitlioğlu 99-106, 166). Bugün ise daha çok bireysel anlamda bir pasif anarşizmden
bahsedilmekte, bunların ise tepkileri bireysel ve demokratik olarak görülmektedir.
Anarşizmin, kuramcıları dışında özellikle düşün ve sanat dünyasında pek çok
kişiyi etkisi altına almış olduğu, bunlar arasında besteci (Wagner, Çaykovski), yazarlar
(Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev, Çernisevski), filozoflar (Hegel, Heidegger,
Nietzsche) ve daha sayılacak pek çok ünlü adın varlığı düşünüldüğünde bile en azından
anarşizmin terörizmden farkı ortaya çıkmaktadır (Çitlioğlu, 2005: 158). 19. yüzyılın
sonlarına doğru terörizm, kimi zaman anarşizmle kimi zaman da nihilizmle bir arada
zikredilmiştir. Nihilistler yetkeye, dine, sanata, ahlaka karşıdırlar. Anarşizm ise, aslında
belirli ilkelere dayalı siyasal bir düzen istemidir. Kimine göre nomokrasi, kimine göre
ise bir ütopyadır. Kişiyi göklere çıkarır, mülkiyete karşıdır, bu bağlamda insanlar
arasında eşitlik ister. Kişinin özgürlüğünü yok ettiği için devletin ortadan kaldırılması
gerektiğini düşünür, bu çerçevede egemen yokluğundan yanadır. Yalnızca yasaların
sözünün geçmesini ister (Güzel, 2002: 9). Anarşizm, siyasal felsefe olarak var olan
bütün sistemlere karşı olmasına rağmen, aslında kendisi de bir alternatiftir (Çınar, 1997:
209).
11
1.5.2. Nihilizm (Yoksayıcılık) Latincedeki hiçbir şeyin var olmadığı nihil sözcüğünden türetilmiştir. İnsan var
oluşunu, bilgiyi, değerleri bütünüyle yok sayan, şeyler arasında anlamlı ya da yararlı
birtakım ayrımlar yapmanın gereksiz olduğunu düşünen, bütün değerlerin temelsiz
olduğunu, hiçbir şeyin ilkece bilinmesinin ya da iletilmesinin olanaklı olmadığını
savunan felsefi anlayıştır. Sosyal gelenek ve göreneklerin karşı benimsenen eleştirel
tutumdur (bu anlamda nihilizm terimini ilk defa Ivan Turgenyev in 1862 de yazdığı
babalar ve oğullar adlı romanında kullanıldı) (Çitlioğlu, 2005: 160; Güçlü, Uzun,
Yolsal; 2003: 1604). Nihilistler var oluşu hiçbir durumda evetlemeyen sonuna dek
götürülmüş kötümserlik ve kuşkuculuk anlayışlarıyla bilinirler. Gerçek nihilist bu
anlamda hiçbir şeye inanmayan, var olan hiçbir şeye karşı içtenlikle bağlılık duymayan,
yıkıp, dökmek dışında yaşamda başka bir amaç taşımayan bir kimsedir. Bunlar ümitsiz
olduklarından gelecek beklentileri yoktur (Güçlü & Uzun & Yolsal, 2003: 1605; Erkal
& Baloğlu, 1997: 209-210).
Bütün toplumsal amaç, değer ve ahlaki yargıları ve hayatın anlamına ilişkin öne
sürülen bütün öğretileri yadsıyan, sosyal, siyasal ve ahlaki gerekçelerle yapılan tüm
baskılara karşı koymayı en temel fazilet olarak gören yaklaşım (Demir & Acar, 1993:
162) olarak nihilizm Nietzsche’ye göre, yüksek ideallerin değerlerini yitirmelerinden
kaynaklanan olumsuz düşünce tutumudur. Nihilizm, Rusya’nın dışarıda (Kırım
yenilgisi) ve içerde (Çar II. Alexsandr’ın giriştiği reformların başarısızlığı) derin bir
buhran geçirdiği 1860’larda Rus aydınların bir önceki kuşağın savunduğu değerleri
reddetmesi ile ortaya çıkan devrimci eğilim olarak ortaya çıkmıştır. Bir siyasi parti değil
de bir zihniyet meselesi olan Nihilizm, Çernisevski’nin ne yapmalı? (1863), sorusunu
kendilerine soran aydınların umutsuzluğunu yansıtmanın ötesinde, bu umutsuzluğun
kendisi olarak ortaya çıkar (Çitlioğlu, 2005: 160-161). Başlangıçta şiddet öğesi
barındırmayan bu kimseler, başkalarından çok kendilerine zarar (intihar gibi)
vermişlerdir (Çitlioğlu, 2005: 163). Genel çerçevede nihilizm, felsefi nihilizm, ahlaki
nihilizm, bilgi kuramsal nihilizm, siyasal nihilizm, kozmik nihilizm, varoluşçu nihilizm
olarak altıya ayrılmıştır (Güçlü & Uzun & Yolsal, 2003: 1605-1612).
Gerek anarşizm gerek nihilizmin, temelde terörizmden ayrılan temel yönleri,
onların felsefi boyutları olduğu gerçeğidir. Bu her iki akım, Çarlık Rusya’sında yani
monarşik bir rejimin egemen olduğu bir dönemde ortaya çıkmış ve temel hedef olarak
devrimi almışlardır. Bu iki akım bireyin üzerindeki her türlü otoriteyi reddeder. Ancak
12
terörizmin devrim anlayışı yoktur. Devrimci hareketler aslında doğrudan terörizmle
açıklanması mümkün olmayan daha çok anarşizme dayalı bir eylemler dizisidir
(Çitlioğlu, 2005: 167). Anarşizm (Rusya’daki adı nihilizm), popülizm (Rusya’daki adı
narodnizm) halkçılık anlamında kullanılır (Akyol, 2005: 120).
1.5.3. Populizm ve Narodnoya Volya 1892’de Popülist Party’nin (halkçı parti) kurulmasıyla birlikte Amerikan siyaset
sözlüğüne giren sözcük, temelde ülkenin güneyinde ve batısında yaşayan küçük
çiftçilerin, bankalar tarafından ipoteklerine el konulmasını önlemeyi, demiryolu
taşımacılığının devletleştirilmesi ve ucuzlaması anlamında ortaya çıkmış bir kavramdır
(Marshall, 2003: 592; Erkal & Baloğlu, 1997: 221). ABD’de 1891’de kurulan,
demiryolları ve gelir verginsin halk tarafından kontrol edilmesi, arazi sahibi olmanın
sınırlandırılması gibi düşüncelerle öne çıkaran bir siyasi parti. Popülüzmin diğer bir
anlamı ise, 1870-1880’lerde Rusya’da (narodniki’ler) ortaya çıkan ve kolektivizmi
savunan siyasi bir hareketin adıdır. Bu iki anlamının yanı sıra Popülizm ayrıca
Fransa’da, halkın duyuş ve davranışlarını dile getirmeyi amaç edinen yazarlarca
(halkçılar), 1929-1930 yıllarında kurulan edebi bir kolun adı anlamına da gelmektedir
(Çitlioğlu, 2005: 173-174).
Rusçada halkın özgürlüğü anlamına gelen Narodnoya Volya, 1877 yılında
kurulan ve Çarlığı ihtilal yoluyla devirmeye amaçlayan, tüm devrimcilerin çatısı altında
toplandığı gizli bir örgüttür. Anarşistler, Nihilistler ve Narodovoltsıy’ları çarlık
rejiminden kurtulmak için bir araya getiren bu gizli örgüt, Çar II. Aleksandr’ın 1881’de,
St. Petersburg’da bombalı saldırı sonucu öldürmüşlerdir (Çitlioğlu, 2005: 170).
Narodnoya Volya’nın gizli bir devrimci örgüt olduğu ve amaçlarına ulaşmak için
suikastlere başvurarak terörist yöntemler izlediği ne kadar doğruysa, Narodnik’lerin
yani Narodniçevsto yanlısı olan (halkçı hareket) popülistlerin, Narodnoya Volya örgütü
ile ilişkili olduğu ve bu adı mensubu oldukları örgütten aldıkları inancı da o kadar
yanlıştır. Rusça da popülist, halkçılık hareketi yanlısı anlamına gelen Narodniki, 19.
yüzyıl Rusya’sında, tarım kesimine mensup reformcuları adlandırmak için kullanılan bir
deyim olup, nihilizm ile ilişkisi olmaktan çok popülizm akımı ile doğrudan bağlantılıdır.
Bu noktada popülizm, nihilizmin kabuk değiştirmiş biçimidir (Çitlioğlu, 2005: 169).
Narodya Volya’nın devrimi amaç edinen gizli bir terör örgütü olarak doğmuş olduğu
13
bilinmekle birlikte nihilizmin doğuşunun teröre dayalı bir kuram olduğunu söylemek
olası görülmemektedir (Çitlioğlu, 2005: 174).
1.5.4. Vandalizm Sanat, ilim eserlerini tahrip eden kimse vandal, güzel şeyleri yıkıp bozma
meyline vandalizm denmektedir (The Oxford Dictionary, 1991: s. 588). Şiddetin
denetimsiz ve sürü psikolojisi olarak dışavurumu olan şiddet hareketleridir. Futbol
maçından sonra ortaya çıkan taşkınlık gösterileri, vitrin taşlama, üniversite işgalleri,
illegal örgüt sempatizanlarının yasadışı gösterileri çerçevesinde polisin taşlanması,
etrafın harap edilmesi, çevreye zarar ve rahatsızlık verilmesi, fanatik futbol taraftarların
yıkıp dökme eğilimleri, cenazelerde meydana gelen taşkınlıklar, bir anlık duygu
patlamaları gibi. Vandalizm, Fransız devrimiyle “etrafı kırıp geçirmek” anlamında
ortaya çıkmıştır (Büyük Larousse, 1992: Cilt: 23, s. 12086). S. Dönmezer bu sözcüğü
“yarar amacı gütmeyen bedava şiddet” anlamında kullanmıştır (Dönmezer, 2005: 217).
Zaman zaman başta İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır gibi metropolerde
düzenlenen protesto gösterilerinin, yığın-kitle psikolojisi sonucu, denetimden çıkarak ya
da provoke edilerek, bilinçli olarak çıkarılarak, korsan gösterilere dönüşmesi sırasında
yaşanan şiddet dozu yüksek eylemler (yoldan geçen araçların taşlanması, yakılması,
mağaza banka vitrinlerinin kırılması, yollarda lastik yakarak trafiğin engellenmesi,
polise taşlı sopalı karşı koymalar gibi) terör eylemi olarak medya tarafından
adlandırılmakta ve kamuoyuna bu şekilde tanıtılmaktadır. Ancak bir anda ateşlenen,
tırmanan ve sönen ya da söndürülen, içinde şiddet barındıran bu tür eylemler, terör
eylemi değil vandalizm olarak adlandırmak daha uygundur. Bu tür eylemleri terör
eylemleri perspektifinde değerlendirmek pek doğru olmamaktadır (Çitlioğlu, 2005:
168).
1.5.5. Post-Modernizm Postmodernizm modernizmin içsel eleştirisidir. Modernist kuramların ve uluslar
arası üslubun yarım yüzyıl boyunca kurduğu egemenliğin tartışılmasına dayanan çağdaş
hareket. Mimarlığın, 1960’lı yılların başından beri yaşadığı evrim, modernizme olan
inanca ve teknoloji efsanesine, iyimserliğine ilk kez kuşkuyla bakılması biçiminde
özetlenebilir (Büyük Larousse, 1992: Cilt: 18, s. 9535). Kavramı postmodernlik
şeklinde kullanan kişi Arnold Toynbee’dir. II. Dünya Savaşı sonrası batı medeniyetinin
14
içine girdiği modern süreci tanımlamak için kullandığı bu kavram, 1960’larda meşhur
olmuştur (Şen, 2004: 179).
Modernizmin kültürel eleştirisi (Turner, 2002: 274) ve modernizm sonrası veya
ötesi anlamına gelip, Batıda gelişen kapitalist refah devletlerinin bunalımları ile ortaya
çıkan kültürel oluşumdur. Postmodernizmle ne anlatılmak istendiği henüz tam olarak
anlaşılamamış olmasına rağmen genelde bilgi toplumu, sanayi sonrası toplum
anlamında kullanılmaktadır (Marshall, 2003: 592-594). Önceleri mimarlık alanında
kendini gösteren postmodernizm 1980 ve 1990’lı yıllarda kültür, sanat, siyaset, ekonomi
ve sosyoloji sahasında yaygın bir kullanım alanı bulmuştur. Fransız düşünürü Jean
Francois Lyotard’ın (1924-1998) Postmodern Durum (1990) adlı eserinde gündeme
getirilen postmodernist söylemin gelişiminde Michel Foucault’un (1929-1984) eserleri
oldukça etkilidir (Kirman, 2004: 180; Heywood, 2006: 90).
Aynı paradigmal çerçeveyi ya da uygarlık düzlemini paylaşmakla beraber,
modernliğe ve onun düşünce tarzı olan modernizme yapılan içsel eleştiri ve alternatif
geliştirmeye yönelik çabaların tümüdür. Felsefe, bilim, sanat, mimari, estetik, şiir ve
sosyal yaşamın değişik alanlarında modernizmi eleştiren, sorgulayan, reddeden anlayış
gibi düşünce oluşumlarını bu başlık altında toplamak mümkündür. Modernizme,
modernizmin öznelliği temele alma tavrına, bilgimize duyduğu aşırı güvene, insanların
her yerde aynı olduğu inancına karşı çıkan, evrensel ben yerine yerel ben’i, birlik ve
tutarlılık yerine, çelişki ve farklılığı ön plana çıkaran anlayış biçimidir. Nostaljiyi içeren
toplumsal ve kültürel kuramdır (Demir & Acar, 1993: 293; Güçlü & Uzun & Yolsal,
2003: 1160).
Postmodernizmin, kültürel bir hareket olarak modernizmin mantıksal bir devamı
olduğu görüşü benimsenmektedir. Ancak postmodern tartışma alanı, esas olarak kendisi
hakkında konuşan modernlikten ibarettir, aydınlatılmış modernliktir. Bu bakımdan
postmodern kuram, modern ötesi ya da sonrası değil, modernliğin tarihsel ve toplumsal
şartlar içerisindeki sürecin adıdır. Tartışma, kabaca, modernliğin özgürleştirici
potansiyellerini kabul edip modernizm adını verdikleri kısıtlayıcı sonuçlarını
eleştirenler (Habermas, Berman gibi) ile modernliği genel olarak kısıtlayıcı bir dönem
ya da müsebbip olarak görenler (Lyotard, Baudrillard, Rorty gibi) arasında ve bu iki
görüş arasında iyimser siyaset olanaklarını araştıranların da (Kellner, Ryan gibi)
katılımıyla sürmektedir (Mısır, 2005: 478-479).
15
1.5.6. Fundamentalizm ve Radikalizm (Köktencilik) I. Dünya Savaşı sırasında ABD’de gelişen Protestan kökenli tanrıbilimsel akım
olan fundamentalizmin kökeni 1910-1918 arasında, Hıristiyanlığın temel öğretilerine
ilişkin broşürlerin yayımlanmasına dayanır. Fundamentalizmin kutsal yazı’ların
yalnızca sözsel esine dayanan, sözcüğü sözcüğüne anlamı kabul eden, bilimsel ya da
tarihsel tüm yorumlara karşı çıkar ve yaratımcılık’a dayanır. Fundamentalizm,
modernizmin yoğun eleştirileriyle karşılaştı ve 1925’te, bir devlet okulunda evrim
öğretisini okutan Tennessee’li bir ilkokul öğretmenine karşı açılan dava dünya çapında
bir tartışmaya konu oldu (Büyük Larousse, 1992: Cilt: 9, s. 4326; Demir & Acar, 1993:
140; Erkal & Baloğlu, 1997: 167-168, 225). ABD’de 1919’da (World’s Fundamentals
Association), Dünya Hıristiyan Fundamentalist Derneği’nin kurulmasıyla ortaya çıkan
Protestan orjinli fundamentalizm (köklere, öze dönüş) kavramı, son yıllarda Müslüman
ülkelerde çok yaygın olan İslam kaynaklı siyasal şiddet hareketlerini tanımlamak için
kullanılmaya başlanmıştır. Kavram İslam köktenciliğinden islamophobia’ya dönüşme
sürecidir (Delibaş, 2004: 1-39; Kirman, 2004: 85). Kısaca bildirilmiş dinin temel
metinlerine dönmeyi isteyen ya da temellerine geri dönmeyi isteyen bir hareket ya da
inanç. Modern dönemde ortaya çıkmış öze dönüş hareketleridir. Modernizme yine
modern dinsel bir tepki hareketidir (Marshall, 2003: 251; Heywood, 2006: 89).
Radikalizm, genel anlamda bilimde, dinde, siyasette ya da herhangi bir başka
alanda kökten yenilikler yapma tutumu. Ele alınan konunun son nedenlerine, en son
köklerine ya da ilk temellerine inme amacıyla yürütülen düşünme yöntemidir. Bir
gerçeği ya da ilkeyi hiçbir ödün vermeden kayıtsız şartsız, doğruluğu önceden
kabullenilmiş belli ilkelere bağlı kalarak sonuna dek sürdürme tutumu, savunulan
düşünsel konumun doğruluğunu, gerçekliğini ya da değerce üstünlüğünü ne pahasına
olursa olsun sonuna dek götürme üzerine kurulu düşünme biçimidir (Güçlü & Uzun &
Yolsal, 2003: 845-846). Felsefi anlamda radikalizm, bir gerçeği ya da bir düşünceyi hiç
bir taviz vermeden yalnızca belli bir ilkeye bağlı kalarak sonuna kadar sürdürme tutumu
olarak tanımlanmaktadır (Akarsu, 1988: 119). Köktencilik, mevcut toplumsal ve
ekonomik düzenden ve statükodan hoşnut olmayan ve mümkün olan en kısa zamanda
sert yöntemlerle değiştirilmesini savunma anlamına da gelmektedir. Gelenekle,
kurumlaşmış ve yerleşik geçmişle olan tüm ilişkileri koparmak, yeni bir sayfa açmak
isteyen kişilere radikal denir. İlk defa İngiltere’de 18. yüzyılda dikkat çeken radikalizm,
bilim, din ve siyaset gibi alanlarda problemlerin çözümü için sosyal paradigmada köklü
16
bir değişim, geniş çaplı yenilikler yapma eğilimini savunan teori ve hareketler şeklinde
açıklanabilir (Kirman, 2004: 185).
1.5.7. Gerilla Siyasal sistemi kısmen veya tamamen değiştirmek amacıyla düzenli ordu
birlikleriyle veya ülkesini işgal eden yabancı askerlerle savaşan yerel düzensiz birlikler.
Başka bir anlamda ise soygun, gasp, yağma ve bunun gibi yasadışı yollarla geçim
sağlamayı yaşam tarzı haline getirmiş guruplar kastedilir (Demir, Acar, 1997: 73).
Anlamı küçük savaş olan, geleneksel biçimde üstün olan güçlere karşı toplumsal, siyasal
ve coğrafi üstünlüklerden yararlanılarak yürütülen düşük yoğunluklu ya da düzensiz
savaşlar için kullanılan İspanyolca bir terimdir. Gerilla, daha çok köylülerin
direnişleriyle birlikte anılır ve 1945’ten sonra, Mao Zedung ile Che Guevara’nın
geliştirdiği gerilla savaşı kuramları temelinde, devrimci ve anti-sömürgeci hareketin bir
biçimi olarak yayılmıştır. Gerilla fikri çok fazla romantikleşmiş olmakla birlikte, bazı
pratik başarılar kazanmıştır. Kır ve kent gerillası diye iki türde orta çıkmıştır (Marshall,
2003: 267). Bir düşman ordusunun yanlarına, gerilerine ve muharebe irtibatları üzerine
düzenli birlikler ya da partizan çeteleriyle yapılan baskın, pusu kurma, hırpalama gibi
sürekli olmayan eylemlerle gerçekleştirilen savaş biçimi. Bu çerçevede hafif silahlarla
donatılmış ve düşmanı hırpalamakla görevlendirilmiş askeri birlik anlamındadır (Büyük
Larousse, 1992: Cilt: 9, s. 4528).
Gerilla ile terörizm arasındaki fark kavram farkı olmayıp nitelik farkıdır. Gerilla,
düzenli orduya savaş açan gayrı düzenli askerlerdir. Bunlar düzenli askeri kuvvetlere
karşı savaşırlar, sivillere saldırmazlar. Teröristler ise kasten masumları hedef alırlar.
Terörist kendini gerilla olarak tanımlar. Fakat gerillalar terörist değillerdir. Bunlar,
sivillere karşı değil, askeri birliklere karşı savaşan düzensiz savaşçılardır. İlk defa bu
kavram 1810’da Napolyon’un askerlerine karşı savaşmak için oluşturulan birlik için
Spaniards tarafından kullanıldı. Aslında yöntem, amaç ve daha birçok yönden gerilla
teröristin tam karşıtıdır (Çınar, 1997: 211; Altuğ, 1995: 17).
Gerilla savaşının özünde kırsal alanda kurtarılmış bölgeler oluşturmak vardır.
Sayı güç ve teçhizat olarak giderek büyüyecek olan askeri birlikler kurarak, hükümet
birliklerine karşı mücadele etmek amaçlanır. Genel olarak bakıldığında gerilla
kuvvetlerinin ara sıra terörist tekniklere başvurdukları görülür. Cezayir ve Vietnam da
yaşananlar gibi. Fakat teröristlerin gerilla tekniklerini kullandıkları hemen hemen hiç
17
görülmemiştir (Laqueur, 2002: 103-104). Gerillalar genellik hafif silahlı küçük
gruplarla çarpışabilirler, fakat esir alıp değiştirerek ve savaşmayanların haklarına saygı
göstererek savaş teamüllerine uygun olarak savaşabilirler ya da genellikle savaşırlar.
Savaş kurallarına uyarlar. Teröristler ise, kullanılan yöntemlerde sınır tanımazlar ve
sivil halk üzerinde terör estirmeleriyle bilinirler (Wilkinson, 2002a: 148).
Gerillalar, amacı uluslar arası hukukça da kabul edilen haksız yere işgal edilmiş
toprakları geri almak için organize olmuş, hem siyasal hem kültürel hem de askeri
alanda mücadele etmeyi ve genellikle sivillere saldırmamayı hedeflemişlerdir (Çınar,
1997: 212). Bu çerçevede gerilla savaşı, halkın çoğunluğunun gayrı meşru olarak
gördüğü bir hükümete karşı yapılıyorsa yasal telakki edilebilir. Örneğin II. Dünya
savaşı sırasında Vichy hükümeti işgalci Almanya’nın kurdurduğu bir uydu hükümetiydi
(Altuğ, 1995: 17). Bugün Irakta ABD tarafından kurdurulan Irak hükümeti de bu
bağlamda değerlendirilebilir.
Özellikle I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra sömürgeci işgalcilere karşı direnen
yerli direnişçilere veya ulusal kurtuluş savaşı veren halklar özgürlük savaşçıları bazen
de gerilla olarak adlandırılmışlardır. Özellikle I. Dünya Savaşı sonrası hız kazanan
kurtuluş savaşları ve savaşçıları öncelikle sömürgecilere karşı ulus devlet olma yolunda
ulusal bağımsızlık savaşı vermişlerdir. Bu süreç daha sonraları II. Dünya savaşıyla
devam etmiştir.
Bu gün ise gerilla hareketleri oldukça azalmıştır. Eskiden işgal güçlerine karşı
zayıf olan halkların kullandıkları vur-kaç taktiğini kullanan gerillalar, artık 11 Eylül
saldırılarından sonra ismen dahi telaffuz edilmez oldular. Zira 11 Eylül saldırılarından
sonra dünyanın çeşitli merkez kentlerine yapılan saldırılarından sonra bu tür
isimlendirmeler (gerilla, özgürlük savaşçısı, anarşist gibi) ve hareketler dönüşüme
uğrayarak “ya teröristsiniz ya da değilsiniz” bağlamında ele alınmaya başlanmış, birçok
ülke bu çerçevede kanun çıkartıp uluslar arası antlaşmalar yapmaktadır.
18
1.5.8. Şiddet (Violence) ve Savaş (War) Sosyal, siyasi, ekonomik, psikolojik gibi akla gelebilecek fiziksel veya zihinsel
baskıyı ifade eden şiddet kavramı, basit olarak bir bakışta bulunabildiği gibi, yoğun
olarak işkence, katliam, soykırım, terör ve savaşlarda bulunur. Kısaca karşı tarafa ne
verildiği değil, karşı tarafın ne hissettiği esas alınır. Şu halde burada esas olan
başkasının özgür iradesine, iradesi dışında fiziksel ve zihinsel baskı yapmak şiddet
olarak nitelenebilir.
İnsanlarda şiddet kullanma, kanuna uymamak, kişiye zarar vermek, hakaret
etmek, onurunu kırmak, sükûnet ve huzura son vermek; birinin hakkını çiğnemek,
hırpalamak, incitmek, canını acıtmak için zor kullanmak; yıkıcı aşırı davranışlarda
bulunmak, aşırı derecede öfke ifade etmek şekillerinde kendini gösteren davranışlar
(Erten, Ardalı, 2005: 143). Şiddet iktidar için kullanılan bir araçtır. En büyük şiddet
araçları da devlette bulunur. İktidarın meşruluğunda meydana gelebilecek zayıflama
şiddeti artıracaktır. Şiddet kendi başına bir kavram olarak değil de bir amaç için
kullanılan bir araç olarak değerlendirildiğinde, iktidar ile şiddet arasında yakın ilişki çok
daha iyi görülür. Şiddet iktidarın sürdürülmesi, ele geçirilmesi ya da yıkılması için bir
araçtır. Ayrıca iktidarın ellerinin arasından kayıp gittiğini görenler şiddetin cazibesine
çok rahat kapılırlar (bkz: Arendt, 1997). Şiddet ile ilintili olan saldırganlık (aggression)
ise, hâkim olmak, yenmek, yönetmek amacı ile güçlü, şiddetli, etkili bir hareket, fiil,
işlem; bir işi bozma, engelleme, boşa çıkarmaya karşı düşmanca, yaralayıcı, hırpalayıcı
ve tahrip edici (yıkıcı ve yokedici) amaç taşıyan bir davranıştır. Şiddet ve terör
saldırganlığın bir çeşididir (Erten, & Ardalı, 2005: 143). Bununla beraber saldırganlık
her zaman şiddete çevrilmez (Candansayar, 2002: 414).*
Eric From (1994), şiddet biçimlerini şu şekilde sıralamıştır. Şiddetin en normal
ve hastalıksız biçimi oyunda ortaya çıkan şiddet’tir. Bu tür şiddet yıkıcılık ya da
nefretten doğmayan, yıkım amacı gütmeyen hüner gösterilerinde ortaya çıkar (From,
1994: 18). Bir insanın kendisinin veya bir başkasının yaşamını, özgürlüğünü, onurunu
ve malını korumak için ortaya çıkan şiddet türü ise tepkisel şiddet’tir. Bu şiddet türü
genelde korkudan doğar. Bu tür şiddet, ölümün değil yaşamın hizmetindedir; amacı da * Şiddet ve Saldırganlık kuramlarını ve ne olduklarını daha iyi anlayabilmek için bkz: Eric From, İnsanda Yıkıcılığın Kökenleri I (1993)-II (1995), Çev.: Şükrü Alpagut, İstanbul: Payel Yayınları; Keane, John (1998). Şiddetin Uzun Yüzyılı, Çev.: Bülent Peker, Ankara: Dost Kitabevi; Ankay, Aydın (2002). Psiko-Siyasal Yönüyle Saldırganlık ve Terör, Ankara: Turhan Kitabevi; David Riches (1989). Antropolojik Açıdan Şiddet, Çev.: Dilek Hattatoğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları; Girard, Rene (2003). Şiddet ve Kutsal, Çev.: Nemciye Alpay, İstanbul: Kanat Yayınları; Akyol, Taha (2005). Politkada Şiddet, İstanbul: Truva Yayınları.
19
yıkım değil korumadır (From, 1994: 19). Tepkisel şiddete benzer ama hastalığa ondan
bir adım daha yakın başka bir şiddet türü de öç alıcı şiddet’tir. Tepkisel şiddette temel
amaç, tehdidin getirdiği zararı başka bir yöne çevirmektir; bundan dolayı yaşamı
sürdürmek gibi biyolojik bir işleve hizmet eder. Oysa öç alıcı şiddette zarar zaten
verilmiş olduğundan şiddetin savunma işlevi artık yoktur. Öç alıcı şiddeti ilkel ve uygar
topluluk ve bireylerde de bulunabilir (Kan davası gibi, Çocukken inancın yıkılması
karşısında doğan yıkıcılık gibi) (From, 1994: 21). Ödünleyici şiddet, güçsüzlükten
doğan, güçsüzlüğü telafi eden bir şiddet türüdür. Yaratmayan insan yok etmek ister;
yaratırken, yok ederken salt bir yaratık olma rolünün ötesine geçer. Bu dürtü sadizmin
özünü oluşturur (From, 1994: 25). Şiddet türleri arasında en yıkıcı olanı kana
susamışlıktır. Öldürmek en ilkel düzeyde en büyük sarhoşluk, en büyük kendini
doğrulamamın yoludur. Savaşlarda, soykırımlarda, kan davalarında, ruh hastalarında,
psikopat ve katiller gibi kimselerde bulunur (From, 1994: 26). Bu çerçevede Girard’ın
dediği gibi “temiz olan hiçbir şiddet türü yok” tur (Girard, 2003: 55). Ancak şiddet her
zaman nefret edilen bir eylem değildir, yapıldığı yere, zamana, kimin yaptığına ve
neden yaptığına göre değişebilir (Cirhinlioğlu, 2004: 125). Bu çerçevede şiddet ve
şiddet biçimler kültürden kültüre değişiklik gösterebilmektedir. Şiddetin tanımını
meşruluk-gayrı meşruluk, yasallık-yasadışılık gibi zamana ve topluma göre değişkenler
belirler (Candansayar, 2002: 403-404).
Şiddet terörün hem aracı hem de ön şartıdır. Şu halde fiili şiddet eylemi ihtiva
etmeyen hiçbir eylem, terör eylemi sayılmaz (Hazır, 2001: 18) Terörle şiddet aynı şey
değildir. Terör, daha ziyade şiddetin tüm iktidarı tahrip ettikten sonra geri çekilmediği,
tam tersine tüm kontrolü elinde tuttuğu bir anda var olmaya başlayan bir hükümet
biçimidir (Arendt, 1997: 61). Tiranlığı, diktatörlüğü ve totalitarizmi terör rejimleri
olarak gören Arendt’e göre (1997: 60-61) terör ve şiddet aynı şeyler değillerdir. Terör
daha çok şiddetin tüm iktidarı tahrip ettikten sonra geri çekilmediği, aksine tüm
kontrolü eline geçiren ve oraya yerleşen bir hükümet biçimidir. Arendt’e göre (1997:
64-69) iktidar (güç), gerçekten de devletin özüne ilişkindir, ama şiddet böyle değildir.
Şiddet doğası gereği araçsaldır. Tüm diğer araçlar gibi daima amacın rehberliğine ve
onunla meşrulaştırılmaya gereksinim duyar. İktidar (power), tam da siyasal
toplulukların var oluşluna içkin olduğundan dolayı hiç bir haklılaştırmaya ihtiyaç
duymaz. Ama yaptığı şey meşrulaştırmaya muhtaçtır (Arendt, 1997: 58).
Şiddet ve terörizm farklı şeyler olduğu, şiddetin her zaman var olduğu, ikisini
birbirine karıştırmamak gerektiği sıklıkla ifade edilir. Bununla birlikte şiddet, terörizmin
20
hem amacı, hem de ön şartı olurken, bunu tamamlayan bu şiddetin siyasal amaçlı
olmasıdır. Genel anlamda şiddet, siyasal amaç taşımayan, buna karşılık yok etmeye
kadar varan, bütün zarar verici saldırıları kapsamaktadır (Ergil, 1980: 3).
Ticari, politik, diplomatik yöntemlerle elde edilemeyeni şiddet yoluyla elde
etmeye savaş denmektedir (Bal, 2003: 32). Savaşın yegâne aracı şiddet (Arendt, 1997),
amacı ise irademizi düşmana kabul ettirmektir (Bal, 2003: 75). General Carl Von
Clautswitze’nin deyimiyle savaş, “politikanın farklı araçlarla sürdürülmesi”dir.
Clautswitze için savaş, kendi içinde birtakım ilkeleri bulunduran, kaynağı hep kendinde
olan bir süreçtir (Clautswitze, 1999; Spranger, 2001: 251). Savaşlar medeniyetlerin
gelişmesine de yardımcı olduğunu savunan yazarlarda azımsanmayacak kadar çoktur
(Çitlioğlu, 2005: 27-28). Organize şiddet eylemlerinin en uç noktası savaşlardır. Bu
çerçevede o, düşmanın isteklerimize boyun eğmesi için uygulanan bir şiddet hareketi
olmasına rağmen genellikle belli bir hukuku ve ahlakı vardır.
Savaşlar, saldırgan tarafın (bazen iki taraf da saldırgandır) gurup ve
kişisel kimliğini; geri dönmekle ve kirletmekle tehdit eden dışsallaştırılmış
ve yansıtılmış kötü unsurlardan temizleyen bir tedavi olarak algılanabilir.
Ancak bu tedavinin kendisi patolojiktir ve yıkıcı eylemlerle bağlantılıdır.
Buradaki durum kimliğini kaybetme tehdidi altında olan şizofren hastanın
ikilemine benzemektedir. O kişi dehşet hisseder, geriler, kimliğini kaybeder
ve kendini iyileştirme çabaları içinde yeni bir tanesi gelişir. Ancak yeni
kimlik gerçekçi değildir (Volkan, 1999: 139).
Hem modern savaşlar hem de modern devrimler terörist taktik ve stratejilere
kendilerini fazlaca kaptırmışlardır. Savaşlardaki en çarpıcı örnek, sivil nüfusu
bombalamak, masum insanları (savaşın dışındakiler, savaşa taraf olmayanlar) rast gele
öldürmek ya da sakatlamak, sivil taşıma araçlarını kaçırmak ve yolcuları öldürmekle
tehdit etmek veya imha etmek, ormanların tahribatı, ekinlerin talan edilmesi, köylerin
yakılıp yıkılması, köylülerin katledilmesi, ırzına geçilmesi ve insanların göçe
zorlanması gibi ya terörist ya da terörizm içeren başka tekniklere de başvurulduğu
bilinmektedir (Coady, 2005: 269). Konumuzun ilerleyen aşamalarında terörizmin bir
savaş biçimi şekline doğru evrildiğini göreceğiz. Esas olarak çalışmamızda ısrarla
vurgulayacağımız bir durum vardır. O da, savaşta sivil kayıp göze alınabilir bir
durumdur. Ancak sivil kayıp, askeri kaybı katbekat aşıyorsa bu ya soykırım ya katliam
ya da terörizm olarak ifade edilebilir.
21
1.5.9. Sekülerleşme (Secularization) Dünyevileşme. Beşerileşme. Doğaüstü güçlerden veya kutsaldan uzaklaşma
yönünde gerçekleşen bir eğilim olan sekülerleşme toplumsal açıdan dinin günlük
hayatta her geçen gün etkisizleşerek önemini kaybetmesi, bilimin ve aklın egemen
olması durumunu ifade eder. 1805’den itibaren kullanılmaya başlanılan bu kavram,
evrimci yaklaşımın bir uzantısı olarak ileri sürülmüş, teknik olarak ileri ve modern
toplumların ortaya çıkmasıyla gelişmiştir. Dünyevileşmenin, din ve dünya işlerinin
birbirinden ayrılması anlamında politik ya da siyasi alandaki özel hali laiklik olarak
bilinir. Son yıllarda sekülerleşme tezinin öngörülerinin aksine bazı gelişmeler
yaşanmasıyla birlikte bir sorgulama sürecine girilmiş ve bu çerçevede yeni
paradigmalar ortaya çıkmıştır (Kirman, 2004: 196; Heywood, 2006: 90). Seküler
(dünyevi) kavramı, bu dünyada meydana gelen çağdaş vakıaları, yani şimdiki zamanda
olan olayları ifade ederken, sekülerlik bir durumu, sekülerleşme ise bir süreci
nitelemektedir. Sekülerleşmenin (dünyevileşme) bir ideoloji olarak algılanması
anlaşılması ise sekülerizm olarak adlandırılır (Kirman 2005: 51-60; Özkan, 2006: 31-
33). Bu çerçevede o, dinsel olan veya dinsellikle atfedilen bütün değer ve ilkeleri
bireysel ve toplumsal yaşamın dışına iten, sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul edip, öte
dünyadan ilişkisini koparma temeline dayalı insanmerkezci düşünme ve yaşama
biçimidir. Sekülerizm belirli bir hayat anlayışı iken, laiklik ise seküler yaşam tarzının
siyasi ifadesidir (Demir & Acar, 1993: 314-315).
1.5.10. Küreselleşme (Globalization) Modernizasyon sürecinin bir parçası olarak, özellikle 20. yüzyılın son
çeyreğinde ve Doğu Blok’unun yıkılmasından sonra, tek kutuplu bir dünyada ortaya
çıkan kültürel sisteme, dünyanın somut bir biçimde tek bir bütün olarak yapılaşması
sürecine verilen isimlendirmedir. Bu süreçte, ulus devletinin egemenliğinin azalması,
insan hakları ve demokrasinin yaygınlık kazanması, kültürler arası karşılıklı etkileşim,
küresel tüketim modellerinin doğuşu, bilgi ve bilişimin yaygınlaşması, sınır tanımayan
ekonomik ve ticari etkileşimin hızlanması, global spor etkinlikleri, gezegeni tehdit eden
ekolojik krizin farkına varılması, kozmopolit yaşam tarzlarının gelişmesi, seyahat
özgürlüğü, AIDS, Ebola, Sars, Kuş Gribi gibi tüm dünyaya kolaylıkla yayılabilen sağlık
problemleriyle karşılaşma, milli kültür ve dinsel canlanma, küresel siyasi ve ekonomik
oluşumlar (AB, G-8, BM, IMF, Şangay Topluluğu), kadın hareketleri, göç, eğitimin
22
yaygınlaşması, dünyanın küçük bir köy haline gelmesi gibi süreçleri içermektedir
(Cevizci, 2002: 646-647; Marshall, 2003: 449-450; Erkal & Baloğlu, 1997: 122-123).
Küreselleşme, dünyanın küçülmesini; iletişim, ticaret, sermaye ve ekonomik
örgütlenmenin uluslar arasılaşmasını; ekonomi, siyaset, hukuk, bilim ve kültür
alanlarında dünyadaki ülkelerin birbirlerine daha bağımlı hale gelmelerini ifade eden bir
kavram olarak anlaşılır. Bu süreçte medya çok önemli bir sosyal değişme aracı olduğu
için küreselleşme, aynı zamanda İngilizcenin ve Amerikan eğlence endüstrisinin uluslar
arası kültürel iletişim üzerindeki hâkimiyetini de ifade eder. Küreselleşme bir yönüyle
homojenite ve evrenselliğin, diğer taraftan da partikaülarizm ve heterojenliğin
oluşturduğu bir süreç olarak değerlendirilir. Diyalektik bir süreç olarak işleyen
küreselleşmeye karşı son yıllarda tüm dünyada çok güçlü direnç ve protesto hareketleri
sergilenmektedir (Kirman, 2004: 139; Özkan, 2006: 41-43; Heywood, 2006: 200).
Tarafsız anlamı ile küreselleşme insanlar, toplumlar, uluslar arasındaki karşılıklı
ekonomik, ticari, siyasi, sosyal ve kültürel ilişkilerin dünya ölçeğinde gelişmesi,
yaygınlaşmasıdır (Başkaya, 2005: 325).
1.5.11. Islamophobia (İslam Fobisi, Müslüman Karşıtlığı, İslam Düşmanlığı) ABD’ de 1919’lu yıllarda Dünya Hrıstıyan Fundamentalist Derneği’nin
kurulmasıyla ortaya çıkan Protestan orjinli fundamentalizm (köktencilik, öze dönüş)
kavramı son yıllarda Müslüman ülkelerde çok yaygın olan İslam kaynaklı siyasal şiddet
hareketlerini tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Kavram, İslam
köktenciliğinden islamophobia’ya dönüşme sürecidir. İngiltere’de Runnymede
Vakfı’nın 1997’de “İslam Fobisi: Hepimiz İçin Bir Sorun” başlıklı raporunda aleni bir
şekilde durumun vehameti anlatılmıştır. Antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) kavramının
Avrupa tarihinde benzeri koşullarda, yani Yahudi karşıtlığı ve düşmanlığı arttığı bir
dönemde ortaya çıkması gibi bu kavramda İslam ve Müslüman karşıtlığı için
kullanılmaya başlanmıştır. İslamophobia kavramı, İngiltere’nin bağımsız düşünce
kuruluşu olan bu vakıf tarafından 1968 yılında ortaya atılmıştır (Delibaş, 2004: 1-39).
23
1.5.12. İslami Anlayışlar Kaynağını İslam dininden almakla birlikte kültürel değerlerin de önemli bir yer
tuttuğu İslami anlayışa Geleneksel İslamcılık demekteyiz. Daha ziyade halk arasında
yaygın olan geleneksel İslamcılık kültürel mirasa sahip çıkarken, İslam dinini de bir
bütün olarak, kural ve kurumları ile yaşanması gereken bir düzen olarak kabul eder. Bu
anlayışta dini olan ile olmayan birbiri içine geçmiştir. Klasik İslami anlayış ise,
kaynağını İslam dininin tarihsel süreç içerisinde yorumlanmasından ve temel İslami
kaynaklara uygun olduğu iddiasından alan Sünni bir anlayıştır. Zaman zaman
gelenekleri eleştirdikleri de görülür. Kaynağını İslam dininden almakla beraber din ile
bilim arasında bir uzlaşma olduğunu kabul eden anlayış ise Modern İslamcılık olarak
adlandırılır. Modern İslamcılar, Batının ilim ve tekniğine karşı olumlu tavır sergilerken
onun özellikle de aile ve kadın konusundaki ahlak anlayışı karşısında olumsuz tavır
takınırlar. Radikal İslamcılık ise, ilk ortaya çıkış itibariyle kendisini kitap ve sünnete
dönmek biçiminde ifade eden, Batı’ya ve Batı’nın tüm değerlerine karşı İslami bir
alternatif olarak sunan, devrimci özellikler taşıyan İslami anlayıştır. Daha sonra sadece
Kur’ana dönüş fikrini temsil ettiği bilinen bu akım (Göçeri, 2004: 20-21), son
dönemlerde yukarıdan İslamileştirme yerine aşağıdan İslamileştirmeye dönüşmüş,
küresel dünyada hemen hemen İslami devlet stratejileri kaybolmuştur. Bu çerçevede
bütün radikaller şiddete yatkındır imajı da yanlıştır. Yine son dönemlerde siyasi, sosyal
ve ekonomik birçok tepkinin din adı altında verildiğide göz ardı edilmemelidir.
24
II. BÖLÜM
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TERÖRİZM OLGUSU
2.1. Terörizmin Tarihsel Gelişimi ve Bugünkü Durumu Bu gün artık evrensel bir olgu olarak ortaya çıkmış olan terör, insanlığın
başlangıcından günümüze kadar bir toplumsal realite olarak süregelmiştir. Sami kökenli
dinlere göre, ilk insan olan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın çocukları Habil ve Kabil
kıssasıyla başlayan şiddet ve öldürme eylemleri, toplumsal bir olgu olarak farklı biçim
ve görünümlerde olmak üzere, geçmişten günümüze her zaman var olagelmiştir.
Araştırmamızın sınırları içerisinde konuyu fazla dağıtmadan, kısa da olsa terörün
tarihsel köklerine inmeyi faydalı buluyoruz. Esasen bu tür çalışmalarda hemen hemen
her bilim dalı için, kendi temellerini veya kavramsal köklerini geçmişte aramak,
irtibatlandırmak ve oradan temellendirmek neredeyse adet olmuştur. Bu bağlamda,
aşağıda terörün tarihteki ilk tohumları sayılabilecek örneklerini göstermeye çalışacağız.
Terörizm, tarihin aşağı yukarı her dönemde ve neredeyse bütün ülkelerde
bireysel ya da örgütlü bir eylem olarak görüldüğü bir vakıadır. Hırsızlık, fuhuş veya
bizzat katl gibi terör de evrenseldir. Yani mekânı yoktur, zamanla sınırlı değildir ve
yaygındır. Bugüne kadar terör olmuştur, çeşitli maskeler ve şekiller altında kalıp
değiştirerek bundan sonrada az veya çok var olacaktır (Çitlioğlu, 2005: 16).
Bununla beraber daha ilk çağlarda Platon ve Aristo, baskıcı yönetimleri, bir
sapma ve sapıklık, nihayetinde en kötü hükümet şekli olarak görmüşlerdi. Eski Yunanda
zorbaları öldürenler nerdeyse milli kahraman olarak görülüyordu. Çiçero, zorbaların
daima acıklı bir ölümle yok edildiklerini ve Romalıların bu öldürme işini yapanları
alkışladıklarından bahsetmiştir. “Bir müstebitin kanından fazla hiçbir kurban Tanrı’nın
hoşuna gitmez” sözü Seneka’ya atfedilir. “Hükümdarın görevi adaleti tesis etmektir,
aksini yapıyorsa öldürülmelidir” fikri yaygınlık kazanmıştır. “Hayır, istibdadın da bir
sınırı vardır ve son çare olarak başka bir şey işi halletmiyorsa insanın kılıcı vardır”
diyen Schiller’in tahammül edilemez eza ve işkence karşısındaki hür insanların silaha
sarılma hakkı hep hatırlatılmıştır (Altuğ, 1995: 55-59; Laquer, 2002a: 21, 26). Matta’da
(26:52) “kılıç tutanlar kılıçla yok olacaklardır” uyarsısı, zalim hükümdarın
öldürülmesine ahlaki olarak kaynaklık ediyordu. İlk ve orta çağda zalim müstebitin
öldürülme fikri filozofların ve dinlerin etkisinden beslenebiliyordu. Sezar’ın Brütüs
25
tarafından öldürülmesi gibi tarihteki bazı önemli suikastlar, bireysel terör olaylarının
tarihteki örneklerini vermektedir. Nitekim bu anlamda Hz. Ömer’in, Hz. Osman ve Hz.
Ali’nin suikast sonucu öldürülmesi, İslam dünyasında derin yara bırakmasının ötesinde
Sünni, Şii ve Harici diye İslam dünyasını çeşitli fraksiyonlara bölmüştür (Laquer,
2002a: 23; Kongar, 2002: 78). Karlsson’a göre (2005: 178), milliyetçiliğin, anarşizmin,
komünizmin, kapitalizmin terör saldırılarına ilham kaynağı olacağı 1800’lerin ortalarına
kadar (çeşitli faktörlerin yanında) bu saldırıların arkasındaki itici güç genel anlamda din
olarak gözükmektedir.
Bu çerçevede tarihte terör grupları olarak addedilecek birkaç örneği kısaca izah
etmeyi faydalı bulmaktayız. İngilizcede fanatik sözcüğü (zealot), Romalılara karşı vergi
ayaklanmasını başlatan Yahudi özgürlük hareketi selot’lara uzanmaktadır. Bu
ayaklanma, güçlü dinsel öğeleri olan Jewish Zealots liderliğinde milliyetçi bir
başkaldırıdır. M.Ö. 70’lerde Tapınaklarının ve Kudüs’ün yıkımıyla son buldular. Bu
grubun, kayadan kale olan Masada’ya çekildikleri, Romalıların uzun kuşatmaları ve
şiddetli saldırıları karşısında M.Ö. 73 yılında topluca olarak intihar ettikleri
bilinmektedir. Kurbanlarını gündüz kalabalık yerlerde ve hançerlerle öldürmeleri ile
tanındıkları için, yarattıkları panik ve korku, cinayetlerinden daha telaş verici
olabilmekteydi (Karlsson, 2005: 177; Demirel, 2002: 25).
Zealots’un bir alt grubu olarak nitelendirilen sicariler tarihte ilk kez intihar
saldırılarında bulunan örgüttür. Örgüt adını, eylemlerde kullandıkları ve giysilerinin
altına sakladıkları sica adlı kısa suikast kılıcından almıştır (Demirel, 2002: 25). M.Ö.
73-66 arasında Filistin’de din adamlarının kurdukları ve son derece iyi organize olmuş
bir dini mezhep şeklinde ortaya çıkmış olan sicariler, aşırı milliyetçi ve Roma aleyhtarı
olarak bilinirler. Romalılara karşı birçok sabotajlar düzenlemelerinin yanında ılımlı
Yahudileri de katletmişlerdir. Ortaçağın sonunda tekrar ve güçlü bir şekilde ortaya
çıkmışlardır (Çeşme, 2005: 43; Altuğ, 1995: 26-44; Bal, 2003: 96).
İngilizcede thug (çeteci) sözcüğü de din bağlantılı terörizme dayanmaktadır.
Thuglar 600’lerin sonundan 1800’lerin ortalarına kadar bin yıldan fazla süren ve
kurbanlarının çoğunu elleriyle boğarak öldüren Hindu terörizminin adıdır. Bunlar Hindu
terör ve yıkım tanrıçası olan Kali’ye kurban etmek üzere kırsal bölgelerdeki yolcuları
sistematik bir biçimde öldüren, katil ve hırsızlardan oluşan Hintli dinsel birliğin adıdır
(Karlsson, 2005: 178; Altuğ, 1995: 29; Çeşme, 2005: 45). Yine Hindistan’da Sihlerin,
bütün yabancı etkilerden temizlenmiş bir Khalistan yani temizler ülkesini kurmayı
düşledikleri bir şiddet hareketi olan sih terörizmi Hindulara karşı kanlı eylemler
26
içerisindedir. Hintlilerin ünlü pasif direnişçisi Gandhi’yi öldüren de bu guruptur (Altuğ,
1995: 84-85; Karlsson, 2005: 182; Comb, 1997: 22; Cirhinlioğlu, 2004: 38).
İslam dininin farklı ve bağnaz anlaşılmasına sebebiyet veren haricilerin de
İslam’daki ilk terörist hareket olarak nitelenebilir. Hz. Ali döneminde iç karışıklıklar
sırasında hakem olayıyla ortaya çıkmış ve dinsel bağnazlığıyla bilinen bir fraksiyondur.
Düşüncelerini taassupla savunmalarının nedeni, Kur’anın zahirine göre hükmetmeleri
ve düşüncelerinin yüzeyselliği (Ebu Zehra, 1983: 72; Ecer, 2001: 12-14), bedevi çöl
Arapları olmaları (Ebu Zehra, 1983: 75), eskiden kalan kabilesel düşmanlık, kan
davaları (Ebu Zehra, 1983: 76), dinsel taassuplarıyla ün salmış olan bu grup bir çok
Müslüman kanı dökmüş, Müslüman halkı terörize etmişlerdir (Ecer, 2001: 9-11). “La
hükme illa lillah” ayetini doğru dürüst anlamadan slogan haline getiren bu mezhep,
Kur’anın harfi/zahiri yorumuna bağlı, katı ve dışlayıcı izahlarıyla kendilerinden farklı
düşünen herkesi tekfir etmişlerdir (Esposito, 2003: 60, 134; Akyol, 2000: 19, 53; Ecer,
2001: 7-15). Bu gurup İslam’daki ilk dini-siyasal radikal hareket olmasının ötesinde,
İslam dünyasındaki ilk teröristleri (tedhişçiler) olarak da bilinirler. İhlâslı ama bir o
kadar saplantılı olan bu hizip (Ebu Zehra, 1983: 73), Hz. Ali’yi bile kâfir diye
öldürmüşlerdir (Akyol, 2000: 7). Kendi aralarında o kadar çok ayrılıklara düşmüşlerdir
ki neredeyse tarihte hiç bir grup kendi arasında bu kadar fazla parçalanmamıştır (Ebu
Zehra, 1983: 87; Akyol, 2000: 54). İslam’da terör hareketlerinin başlamasına tarihsel bir
bakış açısı ile yaklaşan Taha Akyol, “şiddet yolu ile siyasi erki (otorite ve gücü) ele
geçirmenin İslam’da çok eski zamanlardan beri var olduğunu” belirtmektedir. Ona göre,
hariciler kendileri dışında kalan kimseleri kâfir olarak niteliyor ve yok edilmesi gereken
mahlûklar olarak bakıyorlardı. Bu bağlamda İslam tarihinde hiçbir grup ve hiç kimse
kan dökmede hariciler kadar ifrata gitmeyecektir. Esasen bu kadar ifrata gitmelerinin
sebebi, kabile zihniyeti ve cahil bedevi çöl Arapları olmalarının yanında, Kur’ani
mananın derinine inmeden onu ancak günlük konuşma dili kadar anlayıp
yorumlamalarında aranmalıdır (bkz: Akyol, 2000; Ebu Zehra, 1983: 71-95).
Her ne kadar kendileri terör grubu olmamalarına karşın İslam’ın radikal
yorumlarına sahip vehhabilik hareketinden de bahsetmekte fayda bulmaktayız. Hariciler
gibi vahhabilerin de tarihin belli dönemlerinde kendilerine karşı çıkan veya direnen kim
varsa kâfir ilan edip öldürdükleri bilinmektedir (Esposito, 2003: 67). Esasen bu tür
gruplar ister ideolojiden ister dinden besleniyor olsun, ortak noktaları damgalama,
hoşgörüsüzlük, bağnazlık ve dışlayıcılıktır (Akyol, 2000: 24). İslam’ın katı denebilecek
yorumu ve bu yorumu için mücadele eden, insan öldüren, kendilerince yeni bir düzen
27
kurmaya çalışan gruplar her devirde olduğu gibi yaşadığımız devirde de türeyecektir.
Bütün bunların çıkış noktası benim dediğim doğru ve tartışılmaz diğerleri ise yanlış
yolda hatta kâfirdirler sözünden çıkmaktadır. Oldukça şaibeli bir örgüt olup kime
hizmet ettiği belli olmayan Türk Hizbullah*ı buna güzel bir örnektir.
Esasen birçok dinsel grup, dine ilişkin en doğru yorumun kendi yorumları
olduğunu ileri sürmektedir (Ercan, 1997: 48). Nitekim 1990’lı yıllarda ortaya çıkan
Hizbullah grubunun felsefesi de aşağı yukarı harici zihniyeti görünümündedir. Nitekim
bu grupta da “…bizden olmayan bize düşmandır, bizden olmayan ise öldürülmelidir”
düşüncesi hâkimdir (Akyol, 2000: 54). Şu halde, bu tür gruplar en çok İslam ve
Müslümanlara zarar vermişlerdir.
11. yüzyılda ortaya çıkıp 13. yüzyılda Moğol istilasında ortadan kaldırılan
haşhaşinler, İsmailliye mezhebinin bir kolu olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim din kökenli
siyasal terörü kurumlaştıran ilk kişi, Şeyh El-Cebel olarak da bilinen Hasan Sabbah
(1049-1134)’tır. Haşhaşinler, cinayetlerini mukaddes ayin edasıyla hançerle yapmış ve
halka derin korku salmışlardır. Bu grup, hac yapmak isteyen Hıristiyan batılıları da
terörize etmiştir. İngilizce ve Fransızcadaki gaspçı-suikastçı-katil anlamına gelen
assasin’in kelimesinin, Batı dillerine bu şekilde geçtiği sanılmaktadır. Taraftarları yeni
bin yıllık döneme inanmış zahid kişilerdir. Selçuklu döneminde terörü sistemli bir araç
haline getiren Hasan Sabbah’ın, çağdaş anlamı ile terörizmin kurucusu olduğu
söylenebilir. Hasan Sabbah, korkunun, düşünce ve mantık süreçlerini bozarak insanları
sürüleştireceğini anlayan ve kullanan bir kişidir (Kongar, 2002: 78; Mercan, 2006: 143-
145; Arıboğan, 2005: 168; bkz: Anıl, 2003; Bulut, 2002). Bu hizip cinayetlerini bir tarzı
siyaset olarak uygulamış, Nizamülmülk ve daha dönemin tanınmış birçok simalarını
öldürmüşlerdir (Gökdemir, 2005: 33).
Profesyonel terör örgütlerinin ilki ise, Afrika’da bir kabile olan Kabalalar
olduğu söylenmektedir. Kabalalar, geçimlerini siyasal suikastlardan sağladıklarından,
kabilenin her ferdi profesyonel birer katil olarak yetiştirilmekteydi (Demirel, 2002: 26).
* Daha çok Güneydoğuda örgütlenen bu örgütün temel misyonu PKK ile mücadele olmuştur. Türk Hizbullah’ı (İlim Gurubu) denmesinin nedeni Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kendine has bir oluşum olduğundan dolayıdır. Elemanlarının birçoğu doğulu kürt gençlerinden oluşmuştur. Misyonlarını tamamlanıncaya kadar devlet tarafından oldukça müsamaha ile karşılanmış daha sonra ise vahşet derecesindeki eylemleri fazlaca göze battığından ortadan kaldırılmışlardır. İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile organik bağı bulunmamaktadır. Mahir Kaynak’ın deyimiyle Hizbullah, köydeki korucuların şehirdeki versiyonlarıdır (Kaynak, 2003: 122; Demirel, 2002: 514-556). Geniş Bilgi İçin Bakınız: Faraç, Mehmet (2001). Batmandan Beykoza Hizbullahın Kanlı Yolculuğu, İstanbul: Günizi Yayınları; Citlioğlu, Ercan (2001). Tahrah-Ankara Hattında Hizbullah, Ankara: Ümit Yayınları; Akyol, Taha (2000). Hariciler ve Hizbullah; İslam Toplumunda Terörün Kökenleri, İstanbul: Doğan Kitap. Lübnan Hizbullahı için bkz: Erdin, Murat (1999). Hizbullah ve Hamas, İstanbul: Sarmal Yayınevi.
28
Fransa’da jakobenlerin 1793-1794 arasında hüküm sürdüğü ve toplam 13 ay
süren döneme terör rejimi adı verilir. Bu dönemde Fransız devrimci Maximilen de
Robespierre önderliğindeki Jakobenler, devamlı tedhiş ve korkuyu yaygınlaştırarak
Fransa’yı kana boğmuş, 27 milyonluk kitlenin tamamına dehşet salmışlardır. Terörizm
bu dönemde, siyasal baskı ve sosyal kontrol aracı olarak kullanılan devlet eylemiyle eş
anlamında ortaya çıkmıştır. Bu süreçte kitle terörü, devlet yönetimini elde tutanların
iktidarlarını kuvvetlendirmek, muhalifleri ve masum halk gruplarını sindirmek için
kullanılan siyasi bir taktik olarak ortaya çıkmıştır (Şehirli, 2000: 93; Mango, 2005: 11).
Her devrim ilk önce kendi çocuklarını yer gerçeğiyle bu rejim daha sonra kendi
çocuklarına dönmüş ve sonları giyotinde bitmiştir. Kısaca terör kavramının bu
dönemdeki anlamı, devrimi korumak için, devrim ve devlet düşmanlarının yok
edilmesidir. Bu süreçte 17.000 ila 40.000 kişinin giyotinle idam edildiği söylenir. Bu
çerçevede terör, kavram olarak Fransız devrimiyle literatürlere girmiş ve yaygınlık
kazanmıştır (Altuğ, 1995: 26, 48; Bal, 2003: 50). Bu dönemden sonra terör
kurumsallaşıp sonraki yüzyıllara esin kaynağı olmuştur.
Amerika iç savaşlarından (1861-1865) sonra yenilgiye uğrayan güneyliler,
yeniden inşa yanlılarını sindirmek için kurdukları ve günümüze kadar devam eden Ku
Klux Klan adlı terör örgütünü kurmuşlardır. Bunlar daha çok siyah amerikan
vatandaşlarını vahşice, genellikle yakarak katletmişlerdir (Kurt, 1998: 14; Çitlioğlu,
2005: 26).
Yukarıda değinildiği üzere ilk ve ortaçağlarda temellendirilmiş zalim-zorba
hükümdarı öldürme fikri, 19. yüzyılda iyice belirginleşmeye başlayan terör
düşüncesinin de ilham kaynağı olmuştur. Nitekim çağdaş anlamda sistematik terörizm
19. yüzyılda ortaya çıkmış bir olgu olarak kabul edilir. O günden bu günlere, Karl
Heinzen, Jean Paul Sartre, George Sorel, Carlo Bianco, Errico Malatesta, Carlos
Marighela, Regis Debray gibi daha bir çok şiddet yazarı, olgun bir çağcıl terörizm
öğretisi ortaya koyup şekillendirmişlerdir (Coady, 2005: 262; Laqueur, 2002a: 23-28;
Altuğ, 1995: 57; Mango, 2005: 12). 19. yüzyılın ikinci yarısında Bakunin, Nachaev gibi
anarşizmin sözcüleri, terör eylemlerinin yaygınlaşmasını ve sistematikleşmesine neden
olmuşlardır. Bu dönemde anarşizm, Batıda ihtilalci ve oldukça şiddetli bir süreçte
gelişmiştir. Yine bu evrede teröristler, ihtilalin öncü askerleri olarak addedilmişlerdir
(Çitlioğlu, 2005: 99-158; Altuğ, 1995: 65-66). Böylece 19. ve 20. yüzyıllarda
entelektüel ve teorik yapılaması tamamlanan terörizmin bu gün her türlü görünümü
ortaya çıkmış ve hala çıkmaya devam etmektedir. Bugün terörizm çoğunlukla aşağıdan
29
gelen (devlet eliyle yapılmayan her türlü terörizm) ve var olan politik düzende karışıklık
yaratma, onu yıkma, ya da basitçe ona karşı olan öfkeyi ifade etme girişimi olarak
tanımlanır. Aşağıdan gelen terörizm adını alan bu durum en azından iki bin yıldır var
olmasına karşın, birçok bilim adamı aşağıdan gelen modern terörizmin 19. yüzyılda
Rusya’da kendini halkın iradesi (Noradya Volya) olarak adlandıran ideolojik bir grup
tarafından ortaya çıkması ile başlatmaktadır (Volkan, 1999: 182). Bu çerçevede 19.
yüzyılda terörizm, birçok kez de baskı ve zulme karşı gelişmiştir (Altuğ, 1995: 47).
Yine bu yüzyılın sonlarında anarşist ve nihilistler öncülüğünde suikastlar, bomba
atmalar, krallara ve imparatorlara yönelen saldırı dalgası tüm dünyaya yayılmıştır
(Altuğ, 1995: 49). Nitekim I. Dünya savaşının çıkış sebebi, diğer şartları bir kenara
koyarsak Sırplı bir milis tarafından Avusturya-Macaristan veliaht’ının suikast sonucu
öldürülmesidir.
Kavramın 20. yüzyılın ilk yarısındaki anlamı ise, milli mücadele, ulusal kurtuluş
ve bağımsızlık hareketlerinin sömürgeci işgalcilere ve onun yerli işbirlikçilerine karşı
yürütülen milli mücadele şeklinde gelişmesidir (Bal, 2003: 51). Bu çerçevede ulusal
kurtuluş savaşları I. Dünya Savaşı sonrasına tekabül etmektedir. II. Dünya Savaşından
sonra daha çok rejimi değiştirmeye yönelik ideolojik çarpışmalar, iç savaşlar
yaşanmıştır. II. Dünya savaşından sonra da kısmi olarak sömürgeciliğin tasfiyesine karşı
şiddet kullanılmıştır.
Terörizm konusunda farklı dönüşümlerde yaşanmıştır. Örneğin, 20. yüzyıla
kadar terör örgütlerinin hedefleri toplumun geneline yönelmekten ziyade, siyasette
ağırlığı olan ve simgesel anlamı olan yöneticilere sahip yöneticileri hedef almışlardır.
Yani saldırılarını direk sorumlu tuttukları kişilere yöneltmişlerdir. 20. yüzyılda ise,
kurbanlar kötü gidişten sorumlu tutulanlar değil, sorumlulara mesaj ileten kişilerden
seçilmeye başlanmıştır (Arıboğan, 2005: 24).
Kavramın 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yüklendiği anlam, ilk yarıda
ifade edilen anlamdan soyutlanarak, Doğu ve Batı blokları arasında karşılıklı ya da bu
iki sistemden bağımsız kalmak isteyen ülkelere yönelik olarak, savaşın yoğun psikolojik
ve fiziki unsurlarının kullanıldığı, işbirlikçi, taşeron veya kiralık örgütlerin
görüntüsünün hakim olduğu bir savaş biçimidir (Bal, 2003: 51). II. Dünya Savaşı
sonrasında Yalta konferansı ile (Harvey, 2004: 46) ABD ve SSCB merkezli, çift
kutuplu dünyanın da sınırları çizildi. 1960’lı yıllarda terör, iki ayrı bloğun birbirine
karşı yürüttüğü gayrı resmi bir savaş aracı olarak kullanılmaktaydı. Soğuk Savaş
döneminde, Ulusal Kurtuluş Savaşları olarak dışa yansıyan ama özünde ABD ve
30
müttefikleri ile SSCB ve müttefiklerinin çıkarları için gerçekleşen savaş ve çatışmalar
şeklinde cereyan etmiştir. Bu dönemin belirgin bir diğer özelliği de dünyada olası
nükleer savaş korkusundan dolayı hakim olan dehşet dengesidir (Altuğ, 1995: 49; Bal,
2003: 62; Kaynak, 2003: 35). Yine bu evrede SSCB ve ABD, birbirlerine karşı
topyekûn savaşı göze alamadıklarından birbirlerine ve müttefiklerine terörü psikolojik
savaş stratejisi olarak kullandılar. Bu meyanda terörist örgütleri birbirlerinin üzerilerine
saldırtarak, savaşlarını genelde bir üçüncü dünya ülkesi üzerinden yürütmekten
çekinmediler (Bal, 2003: 15). Gerçi bu durum bağlantısızlar diye daha az gelişmiş
ülkelerin ortaya çıkmasını ve buna izin vermek istemeyen iki süper gücün bunlar
üzerinden birbirlerine karşı terör aracılığıyla yürüttüğü savaşlarda yaşanmıştır.
II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Rusya, Almanya ve İtalya’da
iktidarların gerçekleştirdiği devlet terörü oldukça dikkat çekici bir konudur. Rusya’da
Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini yönetimi, öncelikle yurttaşlarına karşı
geniş çapta şiddet uyguladılar. Böylece birbirlerine karşı olan iki ideoloji, komünizm ile
faşizm, terörü aynı amaç için yani halkı mevcut düzene bağlamak ve karşı çıkamaz hale
getirmek için başvurulacak bir yol olarak kullanmışlardır. Yani bu süreçte de teröre
bakış, Fransız devrimi sırasında olduğu gibidir (Altuğ, 1995: 27; Çeşme, 2005: 32;
Güzel, 2002: 10; bkz: Devlet Terörü Bölümü).
1989 yılında Berlin duvarının yıkılmasıyla başlayan süreç Sovyetler Birliğinin
kendi kendini lağvetmesiyle dünyada kısa süren bir belirsizlik döneminin oluşmasına
sebep oldu. SSCB’nin bu ani ve beklenmedik dağılması dünyada iki kutuplu dönemin
de doğal olarak sonunu getirmiştir. Bu savaşın galibi ve yeni dönemin dünya
jandarmalığına soyunan ABD, Yeni Dünya Düzeni, Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika
Projelerini ortaya koyarak dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışmıştır.
Bu açılan yeni dönemde, Soğuk Savaş için var olan NATO’nun durumu
tartışılmaya başlanmıştı. Nitekim NATO, Soğuk Savaş sonrası için yeni tehdit
değerlendirmelerini 1990’larda yapmıştır. Bu tehditler ise, “uluslar arası terörizm ve
orta menzilli balistik füzelerin başını çektiği sınır tanımayan silahlar, mafya tarzı
oluşumlar, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı, kökten dincilik ve etnik bölgesel
çatışmalar” şeklinde sıralanmıştır. (Sever, 2001: 39; Dursunoğlu, 2005: 184). Bu
tehditler ekseninde kendini yeniden yapılandıran NATO, 2004’teki İstanbul zirvesinde
açıkça İslam dinindeki bazı oluşumları da bu yeni tehdit değerlendirmesi içine almıştır
(Dursunoğlu, 2005: 30). Çoğu bölgesel sorun sayılabilecek bu sorunlar, kendini hür
31
dünyanın efendisi olarak ilan eden ABD tarafından küresel tehditler olarak ortaya
konmuştur (Dursunoğlu, 2005: 32).
Bir ara süreç olan bu belirsizlik dönemini (1990’lı yıllar), terör örgütlerini bir
arayış içine itmiştir. Bir kısım örgütler siyasallaşırken, bir kısım örgütler kendini tasfiye
etmiştir. İddia edildiği üzere kaynağını dinden alan birçok kurtuluş hareketi terörist grup
olarak ilan edilmiştir. Kısaca bu yeni dönemde dünün kurtuluş savaşçıları bu günün
teröristleri olarak nitelendirilmişlerdir (Afganistan’daki birçok grup gibi), hem de
küresel ölçekte. Diğer birçok grup ise ABD ve AB’nin güdümüne geçmiş ve onlara
hizmet etmiştir.* Bilindiği üzere kimi devletler terör stratejileriyle ve terör örgütlerini
yönlendirilerek dış politikalarda söz sahibi olmak istemektedirler. Çünkü bilfiil
girişilecek bir savaşın maliyeti oldukça yüksektir. Bu süreçte terör örgütleri ticari birer
firmaya, bir nevi kiralık savaş araçları olarak kullanılmaktadır (Bal, 2003: 13-14, 62,
263; Özakıncı, 2005; Manaz, 2005; Klara, 2004). Hatta bu dönemde kendisinde
faydalanılan bir terörizm endüstrisinden dahi söz edilebilmektedir (Chomsky & Herman
& O’Sullivan & Alexander, 1999: 49-103). Bu dönemin savaşları, güçlü ülkelerin
rekabet alanlarındaki pazarı ve onları besleyen ham madde kaynaklarının denetimini ele
geçirme ve kontrol etme mücadelesi olmuştur. Örneğin bu dönemde Türkiye, PKK,
DHKP-C, Hizbullah gibi terör örgütleriyle meşgul edilerek dışarıya ve özellikle de Orta
Asya’ya açılamamıştır. Nitekim bu gün terörün dış destekçileri inkar edilemeyecek
şekilde ortaya çıkmıştır (Aydoğan, 2003: 33; Şehirli, 2000: 435; Çeşme, 2005: 77-92;
Kaynak, 2003: 12-13, 39).
Bu endüstriden, savaş ve diplomasiyle elde edilemeyen sonuçların terörist
stratejilerle elde etme şeklinde yararlanılmaktadır. Terörizm burada bir ideoloji değil
savaş stratejisi olarak ortaya çıkmıştır. Yani kendisi bir amaç değil bir araçtır (Altuğ,
1995: 14; Cangızbay, 2003: 99; bkz: Bal, 2003). Böylece terör, düşük maliyetli, sınırlı * Terör bu değişik fraksiyonların, güç ve denetim elde etme yarışlarında bir sektör olarak karşımıza çıkmış, çıkar ve rekabetlerin güdümünde yapılan mücadele şekline dönüşmüştür (Bal, 2003: 239-240). Bunun en açık ve en basit örneği Özdemir Sabancı suikastı ile Belçika’da yargılanan Fehriye Erdal’ı (ve DHKP-C lideri Dursun Karataş) Türkiye’ye iade etmek bir yana, mahkeme kararından sonra kaçmasına göz yumulmuştur. Bu Türkiye’ye karşı çifte standardın ve ön yargının en yalın ifadesidir. Bu çerçevede terör örgütleri ABD ve Batının güdümünde gözükmektedir. Öte yandan bir dönem Kuzey Irak’a konuşlandırılan Çekiç Güç’ün bölgedeki amacı Kuzey Iraktaki Kürtleri korumak değil, Türkiye’yi kontrol ederek PKK’ya uygun ortam sağlamaktır. Durumun böyle olduğunu Çekiç Güçteki ABD’lilerin yaptıkları ispat edilmiştir (Şehirli, 2000: 435; Vatandaş, 2003: 33; Kaynak, 2003: 36; bkz: Arvasi, 2000). Amerikan Ulusal Güvenlik Çalışmaları Merkezi eski görevlilerinden John Marks, 30 Haziran 1977 tarihli International Herald Tribune’de “ Son 35 yıldır ABD hükümeti terörizmden bir dış politika aracı olarak olağan biçimde yararlanmıştır” açıklamasını yapmıştır (Demirer, 2005: 600). Bu bağlamda Türkiye’de şiddet eylemlerin gerisinde yabancı ülkelerin haber alma örgütlerinin de parmağı bulunduğu iddiaları yabana atılamaz (Ünsal &Keleş, 2005: 94). Ayhan Songar, Anıl Çeçen, Mahir Kaynak’a göre Türkiye’de terör örgütlerinin arkasında Batılı ülkeler vardır (Çitlioğlu, 2005: 71-72).
32
insan kaynağı gerektiren günümüz en etkili savaş yöntemi-stratejisi olarak yerini
almıştır (Eymür, 2006: 290; Çitlioğlu, 2005: 15). Dolayısıyla devletlerarası mücadelede
terör, üstünlüğü ele geçirme gayesiyle özellikle 20. yüzyılda yoğun bir şekilde
kullanılmaya başlanmıştır. Esasen sıcak savaşlarda verilecek olan insan kaybı, bu tür
eylemleri destekleyen ülkeler açısından neredeyse sıfıra inmektedir (Çeşme, 2005: 15).
Bu yüzden teröre sadece teröristler değil devletler de başvurmaktadırlar. Devletler
terörizmi, diğer devlet veya devletleri ekonomik, siyasal ve benzeri yönlerden zayıf
düşürmek bir strateji olarak kullanmaktadırlar (Eymür, 2006: 290). Esasen bu şekilde
kimi devletler, başka ülkeler için bir terör diplomasisi oluşturmuş, dolayısıyla da birçok
devleti ve ulusu tehdit etmekte veya çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmektedirler.
Yukarıda izah edildiği üzere Marksizm’in aksine terörizm, bir ideoloji olmayıp
farklı siyasi kanattaki kişiler tarafından kullanılabilen bir savaş stratejisidir. Terörizm,
her amaç için kullanılabilir, bu yüzden bir değer hükmü taşımaz (Altuğ, 1995: 160; Bal,
2003: 46; 32-33). Bugünkü İrlanda, Cezayir ve İsrail’in terörizm stratejisini kullanarak
devlet kurdukları unutulmamalıdır (Özmen, 2002: 56; Ahmed, 2002: 215; Yılmaz,
2004: 374; Özbudun, 2001a: 16). Bu yüzdendir ki bu stratejiden ne devletler ne de
gruplar kolay kolay vazgeçecek gibi gözükmemektedir.
Kısaca bu belirsizlik (1990’lı yıllarda) döneminde, geçmişte sosyalist sistem ile
kapitalist sistem arasında yapılan mücadelelerin, kapitalist sistemin değişik fraksiyonları
arasındaki sistem içi mücadeleler şekline dönüşmüştür. Bu anlamda dünyada tek
ekonomik sistem ancak çok kutupluluk ve bölgesel oluşumlarda yaygınlık
kazanmaktadır. Hür dünyanın SSCB’ye karşı lideri ABD, düşmansızlık krizi yaşarken
diğer taraftan müttefiklerini yavaş yavaş kaybetmeye başlamış, bu çerçevede ABD
liderliğine gereksinim kalmadığı düşünülmeye ve tartışılmaya başlanmıştır. Bu
bağlamda tüm dünyada çok kutupluluk güçlenmeye başladı. Tam da bu esnada global
terör efsanesi yaratıldı ve bu belirsiz düşmana karşı savaş ilan edildi. Kendisine ihtiyaç
duyulmayan bir dünyadan “tüm dünyayı liderliğimiz altında zafere ulaştıracağız”
söylemleri yaygınlık kazandı (Sever, 2001: 48-49; Dursunoğlu, 2005: 45, 62).
Şu halde, küresel dönemde “vekil savaşlarından, açık saldırganlığa” geçişte söz
konusudur. ABD, örtülü olarak veya vekiller aracılığıyla yürüttüğü savaşları, Soğuk
Savaş sonrası küreselleşen dünyada alenen saldırganlığa dönüştürmekte, bu bağlamda
da terörizm endüstrisinden oldukça fazla yararlanmaktadır (Mamdani, 2005: 187-270).
Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip çift kutuplu dünya yerini çok kutuplu
ama tek ekonomik sisteme dayalı bir yapıya bırakmış gözükmektedir. Buna bile
33
tahammülü olmayan ABD, saldırgan dış politika güderek yeni bir Amerikan
İmparatorluğu (bkz: Yaraşır, 2005) yolunda ilerlemeye ve dünyaya yeniden şekil
vermeye başlamıştır*. ABD’nin tavır ve politikaları, küresel bir imparatorluk rolü
çerçevesinde işlemektedir (Canbolat, 2003: 55, 134; Dursunoğlu, 2005: 214; Demirer,
2001b: 135). Örneğin, dünyadaki terörün nedeni olarak ABD politikalarını görenler,
Batı Avrupa’da % 36, Asya’da % 60, İslam ülkelerinde % 76 düzeyinde iken,
Amerikalıların yalnızca % 18 böyle düşünmektedir (Canbolat, 2003: 135; Cangızbay,
2003: 128).
Bilindiği üzere yerel medeniyetler değerlerini evrensel medeniyete iki yoldan
taşırlar. Bunlardan birincisi hikmet (değerlerini insanlık için kullanma) yolu, ikincisi ise
kuvvet (siyasi, iktisadi ve teknolojik güce dayalı zor kullanımı) yoludur (Çaha, 2004:
46). Özellikle 11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD, kaybettiği itibarını sert, tepkisel
ve bir o kadar da acımasız stratejilere dayalı politikalarla tekrar tesis etmek istemesi,
dünyayı kaosa sürükleyeceği endişesi yaratmaktadır. Nitekim yaptığı saldırılar hukuk
dışı olmakta ve kınanmakta, aynı zamanda saldırı için gösterdiği tüm deliller bomboş
çıkmakta**, bu ise ABD’ye yönelik nefreti körüklemekte ve dünyanın tepkisini
çekmektedir.
* Avrupa ordusu girişimiyle askeri açıdan ABD’den bağımsızlaşma iradesi ortaya koyan AB gibi, Rusya ve Çin’in de Asya’da hegemonik bir güç merkezi olarak ortaya çıkma potansiyeli taşımaları (1996 yılında Çin, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında kurulan ve Asya’da Rusya ile Çinin kontrolünü artıran “Şangay Beşlisi”, çok kutuplu bir dünya düzeninin etkin bir aktörü olma potansiyeline sahip görünmektedir), 1990’lı yılların sonuna doğru çok kutuplu bir dünya sistemine evrilmesi olasılığını güçlendirmiştir. Oysa ABD’nin küreselleşmeden beklediği nihai amaç, Amerikan hegemonyasına dayalı tek kutuplu bir dünya sistemidir (Özdek, 2002: 23). ABD Soğuk Savaş Sonrası kendini küresel dünyanın hür efendisi olarak ilan etmiş bu çerçevede gücü paylaşmak yerine imparatorluk siyaseti gütmüştür. Bu doğrultuda tek taraflı olarak ABM (1972 tarihli anti balistik füze sistemlerini sınırlayan anlaşma) anlaşmasından çekildi. Zararlı gazların üretiminin azaltılmasını öngören Kyoto Sözleşmesinden çekildi. CTBT (Nükleer silah denemelerini önleyen anlaşma) Antlaşmasını Senatonun onaylamamasını gerekçe göstererek kabul etmeyeceğini açıkladı. Güney Afrikanın Durban kentinde yapılan Uluslar Arası Irkçılık Karşıtlığı toplantısını ihlal ederek, toplantıyı terk etti. Biyolojik silahların önlenmesni ön gören konvansiyon sürecini baltaladı ve uygulanamaz hale getirdi. CWC Konvansiyonu’nun (Kimyasal silahların önlenmesi) uygulanmasını, ulusal güvenliği ile bağdaşmadığı için gerekçesiyle engelledi (Dursunoğlu, 2005: 55, 223). ** Tony Blair’in dış işlerinden sorumlu özel yardımcısı Robert Cooper çok açık bir dille şunları söylüyor “çifte standart fikrine alışmamız gerekir. Düşmanlarımızın suçlarını cezalandıracak, dostlarımızın suçlarını ödüllendireceğiz” (Ali, 2001: 310-313). Bu konuda oldukça çifte standart bir şekilde davranan ABD ve Batı, işgal için Irakta nükleer, kimyasal ve biyolojik silah olduğunu iddia ederek saldırmıştır. Eğer, şüphelenilen teröristleri barındırmak, bombalamayı gerektiren bir suç ise, ABD’de dahil olmak üzere, dünyanın büyük bir bölümüne derhal harekat başlatılıp bombalanması gerekmektedir (Chomsky, 2001b: 87). ABD saldırıları genellikle hukuk dışıdır (Canbolat, 2003: 121; Geniş Bilgi İçin bkz: Sökmen, 2006; Çubukçu, 2006). Üstelik bir ülkeye saldırmak için bu sebepler gerekiyorsa, İsrail, Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, Kore, İngiltere, Fransa ve daha sayamadığımız birçok ülke yerle bir edilmeli, bombalanmalı, işgale uğramalıdır. En önemlisi ise bu konuda iyi ve kötü olana kim karar verecek? Benim adıma karar verme hakkını size kim verdi? Bu saldırı ve işgallere karar verme hakkı kimindir? İşgale karşı direnenler ne zamandan beri terörist olarak yaftalanmaktadır? gibi sorular bir yana, burada insan
34
Esasen ABD, Soğuk Savaş bitiminde, uluslar arası hegamanyosını dayandırdığı
dış politika paradigmasını kaybetti. ABD müttefiklerini, özellikle de Japonya ve
Avrupa’yı hangi düşmana karşı kendi liderliği altında birleştirecekti? Körfez Savaşı bile
bu soruna kalıcı bir çözüm getirememişti (Demirer, 2001b: 152). Böylece “ya bizden ya
onlardan, bizden olmayanların yaşam hakkı yoktur” gibi söylemler terörizmi
desteklediklerinden şüphelenilen ülkeleri saldırıya açık, yok edilmeyi hak etmiş olarak
göstermenin (Demirer, 2001b: 153) yanı sıra, ABD’nin tekrar hegemonik güç olma
isteğini göstermektedir. Bu çerçevede 11 Eylül sonrası insanlar adeta “düşük teknolojili
terörizm ile yüksek teknolojili terörizm” arasında tercihe zorlanmıştır (Yılmaz, 2004:
363; Cangızbay, 2003: 128). Bu bağlamda Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan tabloda
ABD’nin varlığı, Avrupa (Bal, 2003: 18-20), Uzak Doğu, Latin Amerika başta olmak
üzere daha bir çok yerdeki durumu tartışılır olmuştu. Batı nezdinde ABD ve kapitalizm
Soğuk Savaştan galip çıkmasına rağmen ötekisiz ayakta duramayacağını bildiğinden
(Hard & Negri, 2002: 143-146), yeni arayışlara girmiştir.
Belirsizlik döneminde (1990’lı yıllar) ABD ve Batı yeni arayışlar içine girmiştir.
Bu arayışa, Soğuk Savaş stratejisti ve CIA eski başkanı Fukayama, Tarihin Sonu tezini
ve ardından Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezini ileri sürerek son vermişlerdir.
Görüşlerini Arnold J. Toynbee’nin “meydan okuma ve karşı koyma” kuramına
dayandıran Milli Güvenlik Konseyi eski başkanı ve Soğuk Savaş stratejisti Samuel P.
Huntington’un bütün çözümlemelerini, çöken Sovyetler Birliği yerine, Batı uygarlığı
için yeni bir düşman yaratma gayreti üzerine inşa ettiği açıkça görülmektedir (Kongar,
2002: 46, 56-60). Soğuk Savaşın sona ermesiyle ortaya çıkan belirsizlik dönemi
olmasının ötesinde, Batı dünyasını yeni arayışlara ittiği de görülmektedir. Daha da ötesi,
Doğu-Batı ikilemi bu yeni dönemde, medeniyetler çatışmasın ihtimalinden daha çok
Kuzey-Güney (Zengin-Fakir) çatışmaları şeklinde cereyan etmesi kuvvetle muhtemeldir
(Wallerstein, 2004: 129; Falk, 2003: 24; Kongar, 2002: 170). Böylece Huntington,
Fukayama, Brezinski gibi stratejistler, amaçlarının sadece Batı uygarlığının karşısına
yeni bir düşman çıkartmak değil, bu düşmanı kullanarak, Batı’nın dünyayı yeniden
biçimlendirmesi gerektiğine işaret etmektedirler (Kongar, 2002: 66). Bir diğer açıdan bu
bir uygarlıklar veya dinler savaşının işaretlerinden çok, dünya tarihinde eşi görülmemiş
bir “zengin-yoksul yarılmasının”, “küresel bir sınıf savaşının” belirtileridir (Civelek,
2001a: 12). Pakistan kökenli İngiliz yazar Tarık Ali’ye (2002) göre ise bugün yaşanan
hakları çiğnenmiş, ülkelerin iç işlerine karışmama hakkı bertaraf edilmiş ve en önemlisi hukuksuzluk ve kanunsuzluk yapılmıştır.
35
süreç bir medeniyetler çatışması değil aksine fundamentalizmler çatışması olduğunu
söylemekte ve en büyük fundamentalistin Amerikan İmparatorluğu olduğunu
belirtmektedir.
Bu çerçevede Amerika batılı ülkeleri ortak bir düşmana karşı yanına alamamakta
veya fiillerini meşrulaştırmakta oldukça zorlanmaktadır. ABD bir taraftan NATO’nun
Kuzey Atlantik ittifakı niteliğinden dünya düzenini sağlayıcı bir güç şekline
dönüştürmek isterken diğer taraftan ekonomik yapıyı dönüştürmek üzere IMF, DB,
DTÖ, OECD gibi kurumlarını devreye sokmaktadır. Bu uluslararası kuruluşların
kuruluş amacı farklı olsa bile bugün Amerikan etkisini sağlama yönünde fonksiyon icra
ettikler gözlemlenmektedir. Böylece yardım isteyen ülkelere ekonomik politikalar
dayatmakta (Yılmaz 2004: 33) ve ülkelerin iç kurumlarında değişiklik talep etmektedir.
Bu mücadele şeklinin yani tek ekonomik sistem ama çok kutuplu dünyanın olası
ihtimalleri şunlardır.
a) ABD ile AB ve Japonya arasındaki sermaye birikimi olma odağı yarışması ve
bunlara yeni katılan Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın oluşturduğu
Şangay Topluluğu gibi yeni bölgesel oluşumlar.
b) Kuzey ile Güney arasındaki mücadele ya da dünya ekonomisinin çekirdek
bölgeleri arasındaki çekişme (Heywood, 2006: 203).
c) Kollektif olarak inşa etme niyetinde olduğumuz dünya sistemi türü hakkında
Davos ruhu ile Porto Alegre ruhu arasında ki mücadele (Wallerstein, 2004: 241).
d) Son zamanlarda ABD’nin arka bahçesi olarak da bilinen Güney ve Latin
Amerika’da iktidara gelen sol partiler veya anti-amerikancılar (Venezüella, Şili,
Nikaragua, Guatemala, Küba) ve İran, Sudan, Kore muhalifliği.
Öte yandan modern dünyanın askeri (Pentagon) ve ekonomik (Dünya Ticaret
Merkezi) merkezlerinin vurulması, deyim yerindeyse ABD ve diğer Batılı ülkelerin
kâğıttan bir kaplan olduğunu göstermiştir (Wallerstein, 2001: 265; Fisk, 2001f: 126).
ABD ve medya kamuoyunu yanıltarak bu olayın “uygarlığa, özgürlüğe, insanlığa ya da
hür dünyaya yönelik korkakça bir saldırı” olduğunu sıklıkla ve ısrarla dile
getirmişlerdir. İfade edilenin aksine bu onların özgürlüklerine ve yaşam tarzlarına
yönelik bir saldırı değildi. Uygarlıklar savaşı ise hiç değildir. Eğer öyle olsaydı daha
kolay ve daha savunmasız hedefler olan, Vatikan ve Özgürlük Anıtı gibi yerler hedef
olurdu. Oysaki muhtemelen ve en kuvvetli olgu, ABD’nin saldırgan dış politikasının
hedeflenmiş olduğudur. Bu ABD’nin Ortadoğuda ve daha dünyanın bir çok bölgesinde
izlediği politikanın bir sonucu olarak görülebilir (Özbudun, 2001b: 304; Ali, 2001: 310-
36
313). Sontag bu durumu “bu olay, Amerika Birleşik Devletleri politikası, çıkarları ve
faaliyetlerinin bir sonucu olarak gerçekleştiği neden kimse tarafından itiraf edilmedi?
Eğer korkak sözcüğünü ağzımıza alacaksak, bunu, öldürmek için ölmeye razı olanların
yolundan gitmeyip, yükseklerde uçan uçaklar kullanarak intikam vuruşları yapanlar için
sarf etmek gerekir” şeklinde izah etmektedir (Sontag, 2001: 130). Hatta Filistin’de
İsrail’in, Afganistan’da ve Irakta ABD’nin yaptığı, kendini riske atmadan yüksek
teknolojili silahlarla uzaktan gerçekleşen eylemlerle karşılaştırıldığında, kendini feda
eden intihar eylemcilerinin eylemleri etik açıdan daha meşru bulunması bile daha
mümkündür (Yılmaz, 2004: 352; Dursunoğlu, 2005: 76).
Kısaca hür dünyanın Şer İmparatorluğunun (SSCB) karşısındaki lideri
konumunda bulunan ABD, 1990’lı yıllarda düşmansızlık krizi yaşamıştır. Bu dönemde
NATO ve ABD’nin dünyanın çeşitli bölgelerdeki varlığı rahatsızlık yaratmaya başlamış
ve otoritesi tartışılmaya başlanmış, hatta sarsılmıştır. Daha da ötesi iki kutuplu
dünyadan çok kutuplu bir dünya ortaya çıkmıştır. Çok geçmeden 11 Eylül 2001
saldırıları gerçekleşmiş ve yeni düşman terörizm adıyla Radikal İslam olarak ortaya
konmuştur. Bu aşamada ileriki yılların görünüşü aşağı yukarı belirginleştirilmeye
çalışılmıştır.
Bu süreçte ABD derhal NATO’nun 5. maddesini devreye sokmak suretiyle, terör
kavramına bambaşka bir boyut kazandırmış oldu. 11 Eylül olaylarından sonra
NATO’nun 5. maddeyi yürürlüğe koyması, terörü bir savaş biçimi olarak tanıdığının da
göstergesidir (Güzel, 2002: 18). Bu çerçevede Soğuk Savaş sonrası BM Güvenlik
Konseyi ve NATO, neredeyse sadece ABD’nin jeopolitik hedeflerine hizmet eder hale
gelmiştir (Dursunoğlu, 2005: 58). Aslında terörizm savaş yerine geçen bir hal almaya
başlamıştır. Böylece küçük örgütler doğrudan veya dolaylı devlet desteğiyle ulusal
düzeyde siyasi savaş yürütebilmekte ve sonunda uluslar arası ölçekte güç dengesini
değiştirmekte başarılı olabilmektedir. Bu yüzden NATO’nun 5. maddesi devreye girmiş
ve artık kabul edilmiştir (Alexander & Myers, 2002: 213). Kısaca terörizm bir savaş
sebebi olabilmekte ve o yüzyılımızın savaşma aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Esasen
terörün bir savaş biçimi olduğunu ilk defa dile getiren kişi, terörist teorisyeni Regis
Debray’dır (Türkdoğan, 1996: 341; Arıboğan, 2005: 25).
Bu çerçevede İslam, İran Devriminden sonra 11 Eylül’le bir kez daha Batı’nın
ötekisi haline getirilmiştir (Civelek, 2001b: 16). Batı dünyası ise hep öteki ile kaimdir
(Wallerstein, 2004: 93-135). Daha özelde ise öteki şu anda hepsinden çok Müslüman
veya Müslüman Arap’tır (Özbudun, 2001b: 306). Batının düşmansızlık-ötekisizlik krizi
37
bir ihtiyaç yaratmıştır. Bu çerçevede özellikle 11 Eylül sonrası Radikal İslamcı güçler
şeytani, Batı ise masum kurban rolüne bürünmüştür (Yılmaz, 2004: 357). Bu bağlamda
İslami terör kavramı, tamamen batının ve onun medyası tarafından, düşman yaratma
gayesine yönelik yanlı ve kasti çalışmalarının ürünüdür (Wallerstein, 2004: 97). Bu
meyanda “Batı iblissiz yapabilir mi? Batı devasa bir krizle karşı karşıyadır, sadece
ekonomik değil, temelde toplumsal ve siyasi kriz. Kapitalist dünya ekonomisi tarihsel
bir toplumsal sistem olarak krizdedir” (Wallerstein, 2004: 110). Fransız yazar Ignacıo
Ramonet, 11 Eylül Saldırılarını savaş sebebi olarak görüp adeta tüm dünyaya savaş ilan
eden ABD politikası için şunları ifade etmektedir: “Sovyetlerin çöküşünden sonraki 10
senedir nihayet yeni bir umut doğdu onlara…Yeni bir umut, yeni bir düşman: Radikal
İslam. Yeni bir McCharty*cilik. Küreselleştirme karşıtlarını hedef alan yeni bir
McCharty’cilik. Komünizmle mücadeleyi sevmişmiydiniz? Öyleyse buyrun İslamcılıkla
mücadeleye! Anti-Komünizmi beğendiniz mi? Anti-İslam’a bayılacaksınız” (Ignacıo,
2001: 278).
Tartışmalı da olsa terörizmin tarihsel evreleri aşağı yukarı şunlardır. a) Anarşist
Dalga. b). Anti Koloniyal Dalga. c) Yeni Sol dalga. d) Dini Dalga. 1880’lerde başlayıp
40 yıl süren Anarşist dalgayı, 1920’lerde başlayan Anti Koloniyal dalga, bunu
1960’larda gündeme gelerek 1990’lı yıllara değin süregelen ve bir bölümü Sri Lanka,
İspanya, Fransa, Peru, Kolombiya ve Türkiye’de devam eden Yeni Sol dalga ve nihayet
1979’da başlayıp günümüzde de devam eden dini dalga izlemektedir (Çitlioğlu, 2005:
308).
Türkiye’de terör ise yine bu gruplamayla paralellik göstermektedir. Bunlar; a)
Birinci Terör Dalgası (Ermeni Terörü). b) İkinci Terör Dalgası (1970’li yıllardaki Sağ-
Sol Çatışması). c) Üçüncü Terör Dalgası (Etnik Milliyetçi veya Bölücü Terör: PKK). d)
Dördüncü Terör Dalgası (İbda-C, Türk Hizbullahı nezdinde Dinci Terör) (Kongar,
2002: 86-97).
2005’li yıllarda dünyanın belli başlı kentlerinde yoğun olarak artan terör
saldırılarına (İstanbul, Madrit, Londra, Şarm El Şeyh, Bağdat) hedef olduğu için dünya
kamuoyunda medeniyetler çatışması yerine medeniyetler ittifakından sıklıkla söz
edilmeye başlanmıştır. Hatta İspanya ve Türkiye dönem başkanlığını beraber * 1950’li yıllarda, ABD’yi esir alan komünizm paranoyası, Senatör McCarthy’e Senato tarafından verilen, ABD orduda, Dışişleri Bakanlığı ve Hollywood’daki komünistleri, ülkeye sızan Sovyet ajanlarını bulup ayıklama yetkisiyle doruk noktasına ulaştı. Muhalif olduğu şüphelenilen herkes izlendi. Özgürlükler arka plana itilip güvenlik öne çıkarıldı Daha sonra görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle, McCarthy’nin yetkileri elinden alındı ama McCarthysm, siyasi amaçlar uğruna mesnetsiz suçlamalarda bulunmak anlamında kullanılan bir sözcük olarak siyasi jargonda yerini almıştır (Harvey, 2004: 33, 44).
38
yürütmektedir. Bu çerçeve Hatay ilimizde geniş katılımlı bir dinler arası diyalog
sempozyumu (2005) yapılmıştır. Medeniyetler ittifakı olmasa bile diyalog ve saygının
gerekliliğine inananlar artmaktadır.
2.2. Terörizm Kavramının Tanımı ve Mahiyeti Üzerine Tartışmalar
2.2.1. Terörün Etimolojik Anlamı
Sosyal bilimcilerin siyasal şiddetle ilgilenmesi 1960’lı yıllara denk düşmektedir
(Laquer, 2002b: 110). Hollandalı siyaset bilimci Alex P. Schimid’in belirttiği gibi 1936-
1981 arası 109 ayrı terör tanımı yapılmıştır (Şehirli, 2000: 94). Bu bağlamda tutarlı bir
terörizm tanımı da bulmak oldukça zordur (Ahmed, 2002: 216). Evrensel bir tanımı
olmadığından yapılacak bütün tanımlar spesifik olmaktan öteye geçmeyecektir (Bal,
2003: 35). Bu çerçevede terörizme ilişkin tüm spesifik tanımlar kusurludur. Çünkü
olgusal gerçeklik daha zengin ve daha karmaşıktır. Bu yüzden değişmeyen tek bir
terörizm olmayıp birçok terörizm biçimi (Laqueur, 2002: 99) var olduğundan ortaya
konan tanımlarda farklılaşmaktadır. Yapılan terör tanımları çoğunlukla siyasi bir içerik
taşımaktadır. Siyasi anlamlar ve semboller ise zamana, mekâna ve topluma göre
değişmektedir. Terörün tanımlanamaması, genelde kavrama siyasi anlamlar yüklenince
başlamaktadır (Cirhinlioğlu, 2004: 34).
Fransızca terreur, Latince terrere (korkutmak) kelimesinden türetilmiş olan terör
(tedhiş) kavramı, bir gücü veya bir iktidarı, zorla kabul ettirmek amacıyla sistemli bir
biçimde şiddet kullanma, yıldırma ve tedhiş anlamına gelmektedir (Büyük Larousse,
Cilt: 22: s. 11444-11445). 13 Mart 1793 tarihiyle 27 Temmuz 1794 tarihleri arasındaki
döneme terör dönemi adı verilir. Bu dönemde terör siyasi literatüre bir nevi devletin
istibdat rejimi olarak girmiştir (Güzel, 2002: 7; Ünsal & Keleş, 2005: 93). Tiranlığı,
diktatörlüğü ve totalitarizmi terör rejimleri olarak gören Arendt’e göre terör ve şiddet
aynı şeyler değillerdir. Terör daha çok şiddetin tüm iktidarı tahrip ettikten sonra geri
çekilmediği, aksine tüm kontrolü eline geçiren ve oraya yerleşen bir hükümet biçimidir
(Arendt,1997: 60-61). Bununla birlikte şiddet, terörizmin hem amacı, hem de ön şartı
olurken, siyasal amaç bunu tamamlar (Ergil, 1980: 3).
Latince terrere’den, Fransızca terreur kelimesinden dilimize geçmiş olan terör
sözcüğünün “şaşırtma, korkutmak, dehşete düşürmek, korkutup kaçırmak, caydırmak,
yıldırmak, yoğun baskı” gibi anlamları vardır. Çoğu zaman bütün bunların başına siyasi
bir amaç için yapılıyor olması eklenmiştir (Güzel, 2002: 15). Terör, belli bir gruptaki
39
insanların devamlı korku içinde tutmak amacıyla sistemli olarak şiddet hareketlerine ve
cinayetlere başvurmaya denir (Demirel, 2002: 27; Şehirli, 2000: 93). Burada
heyecanlandırmak, şaşkınlık yaratma yoluyla aşırı korku ve dehşet uyandırmak,
cezalandırmak ve yıldırma söz konusudur. Terörde korkuyu kısa aralıklara yayarak
kişide ve kitlelerde acil ölüm kalım güdülenmesi yaratacak belli bir hedefe yöneltmek
amacı vardır (Erten & Ardalı, 2005: 143-144). Belirli bir alt kültüre dayanan görüşü,
gücü, yetkeyi baskıyla, korkuyla, zorla kabul ettirmek amacıyla sistemli biçimde şiddet
kullanmayı içerir (Köknel, 1996: 25).
Türkçe karşılık olarak terör, “dehşet, tedhiş” anlamına geldiği gibi (Ergil, 1980:
1) “siyasal nitelikli şiddet” anlamında da kullanılmaktadır (Çınar, 1997: 198). Ayrıca
Keane, terörün en kötü yıkım şekli olduğunu ve onun “gayrı medeni savaş” olduğunu
sıklıkla vurgulamıştır (Keane, 1998: 125-170). Dönmezer’e göre terör, devletle savaşır.
Devlet güçlerini pasifize ve tahrip etmeye amaçlar (Dönmezer, 2005: 217). Terörün
dehşet salmak olduğu ve bu korkunun kimin başına ne zaman ve ne geleceğinin
bilinmemesi demektir (Cangızbay, 2003: 107-108). Cangızbay’a göre terör, siyasi
amaçlarına ulaşmak amacıyla insanları dehşete düşürmek, dehşet içinde tutmak
suretiyle paralize etmek, felçli duruma sokmaktır. Cangızbay’a göre bu stratejiyi en çok
devletler kullanmaktadır (Cangızbay, 2003: 127).
Artun Ünsal ve Ruşen Keleşin tanımlarında terörizm “siyasi iktidarı ele
geçirmek isteyen güçlerin onu yıpratmak ve bu arada, sindirdikleri yığınları da sahipsiz
kaldıkları inancına yöneltmek için, şiddet eylemlerinden yararlanmaktır (Ünsal & Keleş,
2005: 93). Suat İlhana göre ise, örgütlü ve kuralsız şiddet hareketleridir (İlhan, 2002: 6).
Terör, şiddetin esas olarak sadece harekâta katılan asker ve polise, ya da kamu ve özel
kesime ait ekonomik yerlere değil de, savaşçı olmayan gruplar ve genellikle silahsız
sivillere yöneltilmesidir (Kışlalı, 1996: 37). Webster’ın sözlüğünde, “kanunsuz olarak
uygulanan şiddete terör” denmektedir. “Nitekim şu ya da bu sebebe göre terörizmin
tanımının değişmemesi gerekmektedir”. Esasen önemli olan kanunilik, hukukilik,
anayasaya uygunluk gibi kavramlardır. Bu tanım ister belli gruplar ister devletler
tarafından yapılsın kanunsuz uygulanan şiddetin üzerinde durmaktadır (Ahmed, 2002:
218).
Bireylerin ya da azınlıkların şiddete dayanan ve kişilere, mallara ya da
kurumlara yönelik siyasal eylemi ve bu şiddet eylemlerin tümüne terörizm denir.
Bireysel ya da ortaklaşa terörizmin çeşitli biçimleri (cinayet, rehin alma, patlayıcı
yerleştirme, sabotaj gibi) olabildiği gibi, çeşitli erekleri (ülkenin bağımsızlığı, bir siyasal
40
rejimin devrilmesi, devlet siyasetinin bazı yönlerine itiraz gibi) de olabilir (Büyük
Larousse, 1992: Cilt: 22, s. 11445).
Sulhi Dönmezer’e göre ise, şiddetin; sosyal, ulusal, ırki, dinsel, fesat çıkarıcı ve
benzer diğer maksatlarla ve sosyal sınıflar arasında çatışma, savaşı tahrik etmek üzere
planlı ve hukuk dışı olarak kullanılmasını terörizm olarak tanımlamıştır (Kurt, 1998:
14). Şahin Kurt ise terörizmi, bireylerin, grupların ya da devletlerin siyasal bir amaçla
başka kişi ve gruplara karşı giriştiği, savaş dışı sistemli şiddet eylemleri olarak
tanımlamıştır. Diğer bir anlatımla, siyasi amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli, terör
kullanmayı yöntem olarak benimseyen strateji anlayışına terörizm denmektedir (Kurt,
1998: 14).
Doğu Ergil’e (1980: 1) göre terörizm, adam kaçırmadan cinayete kadar uzanan
ve amacı sindirme olan şiddet eylemleridir. Kısaca o, şiddet ve dehşet olgularının
birleştikleri eyleme genel olarak terörizm demektedir (Ergil, 1980: 39). Terörizm, bir
ideoloji etrafında örgütlenen birden fazla kişinin, şiddet eylemleri temelinde mevcut
siyasi iktidarı ve rejimi hedef alan faaliyetleri şeklinde gören Alkan’a göre (2002: 14)
terör, çoğu zaman siyasi mücadele aracı olmaktan çıkıp, bir ülkenin başka bir ülkeyi
zayıflatması, istikrarsızlık içine sokması için bir araç olarak kullanılmaktadır (Alkan,
2002: 17).
Terörizm (tedhişçilik) ise politik, dini, ideolojik, etnik ve diğer çeşitli hedeflerde
sonuç almak amacıyla devlet, toplum veya grup üzerinde ya da kişiler ve mülklere
yönelik zorlayıcı, şiddet ve tehdide dayalı fiillerin tümünü kapsamaktadır (Öztürk,
2000: 137). Bu anlamda terörizm, siyasi amaca ulaşmak için korku, dehşet salma ve
yıldırma faaliyetlerini düzenli olarak kullanma olarak tanımlanabilir (Mango, 2005:
122; Demirel, 2002: 27; Örgün, 2001: 16). Şu halde terörizm, siyasal amaçlar uğruna
bilinçli ya da tesadüfen seçilmiş hedefler üzerine, korkutmak ve caydırmak için
kullanılan şiddet eylemleri olarak tanımlanabilir (Gürsoy, 2005: 110).
Terörizm, örgütlü bir grup ya da partinin, bireylerin veya azınlıkların, siyasi
amaçlarına ulaşmak için, şiddeti sistemli bir biçimde kullanma tavrı ve yöntemi, söz
konusu tavrın gerisindeki teoriye denir. Bir hükümet, yönetim veya toplumu radikal bir
siyasi ya da sosyal değişmeyi kabul etmeye zorlamanın bir aracı olarak şiddeti kullanma
tavrıdır (Cevizci, 2002: 1025). Terörist (tedhişçi) ise siyasi maksadını, ideolojisini ve
üstünlüğünü kabul ettirmek için halkı ve karşı tarafı ürkütecek, dehşete düşürecek
hareket ve faaliyetlerde bulunan kimsedir. Bu çerçevede siyasi emellerini
41
gerçekleştirmek veya kabul ettirmek amacıyla karşı tarafa korku verecek davranışlarda
bulunma (Demirel, 2002: 27) amacını taşır.
ABD hükümetlerinin genel olarak kabul ettik tanıma göre terör, “belli bir insan
grubunu etkileme amacına sahip, (görev başında olmayan askerler ve silahsız askerler
de dâhil olmak üzere) masum hedeflere karşı yönlendirilmiş, önceden tasarlanmış,
siyasi amaçlara sahip şiddet” hareketleridir (Cirhinlioğlu, 2004: 27). Bu şekliyle
terörizm siyasal savaş demektir. Terörizm, kasten ve ayrım gözetmeden masum
insanları (savaşın dışındakiler) öldürerek, kendine karşı çıkanların iradesini kırmayı
hedefler (Brezinski, 2001b: 213).
Terör, en ucuz, büyük organizasyonlar gerektirmeyen, asimetrik nitelikleri
nedeniyle kaynağından yok edilmesi son derece zor bir hareket kabiliyetine sahip, sınırlı
insan kaynağı gerektiren, muhatap açısından uluslar arası hukuk temelinde boşluklarla
karşılaşılan günümüz yeni savaş stratejisi olarak karşımıza çıkmaktadır (Çitlioğlu,
2005: 14-15). Esasen terör ya da terörizmden kastedilen, terörist eylemlerin sonuçları ve
ortaya çıkardıkları durum ile bu eylemlerin yapılış tarz, yöntem ve metotlarından başka
bir şey değildir (Bal, 2003: 31). Terör, bir davranış biçimi, bir tutum, tercih edilen bir
tarz, yöntem ve metottur. Terör, düşünceyi eyleme dönüştürme biçimi ve şeklidir. Bu
şekliyle o, bir yaşam biçimi değildir. Siyasal, ideolojik ve askeri anlamda, savaşma
yöntemlerinden sadece birisidir. Politikanın kendisi değil, ama stratejik unsurudur.
Terör ilan edilmemiş, ancak yürürlüğe konmuş bir savaştır. Onu gizli savaş ya da kirli
savaş olarak da tanımlayabiliriz (Bal, 2003: 32).
Terörizm bir yöntem (Coady, 2005: 264) ve taktiktir (Coady, 2005: 275).
Terörizm, hükümet karşıtı guruplar tarafından başkalarını yıldırma, korkutmak yoluyla
etkilemek için kullanılan taktiktir. Terörizmin ruhunda, aslolan halkı yıldırmaktır.
Mağdurlar tesadüfî ve sadece hedefe ulaşmada araçtırlar. Bu hedefler, a) Teröristlerin
nedenlerinin reklamı, b) Kamuoyuna bireysel acizlik duygusunu verme, c) Hükümeti
halkın desteğine mal olabilen baskılayıcı sosyal kontrolüne karşı (kışkırtmak) provoke
etmek şeklinde sıralanabir. Hedeflerin çoğu zaman belirsiz ve tesadüfi olması toplumun
üzerinde panik yaratacaktır (İçli, 2002: 706-707). Kısaca yukarıda zikredildiği üzere
birçok yazara göre, siyasal amaçlarına ulaşmak için şiddeti gayri hukuki olarak araç
kılmayı ve masum halkı sindirmeyi genel anlamda terörizm olarak adlandırmaktadırlar
(Balcıoğlu, 2001: 132; bkz: Akyol, 2005; Türkdoğan, 1996).
Siyasal şiddeti “fiziksel gücün meşru ve yasal olmayan biçimlerde kullanılması”
olarak ele aldığımızda, bireysel şiddetin dinsel ve etnik çatışmalara, gerilla
42
hareketlerine, iç savaşa veya devlet teröründen askeri müdahalelere, hatta uluslar arası
savaşlara kadar uzayan zengin bir çeşitlilik gösterdiği ortaya çıkar. Bu nedenledir ki,
son yıllarda dillerden düşmeyen terör kavramının belli siyasal şiddet türlerinden
yalnızca biri olarak ele alınması gerekmektedir (Keleş & Ünsal, 2005: 92).
Terör bir anlamda tarihteki açık savaşların gizli bir biçimde yapılmasını da
simgelemekte hatta buna olanak vermektedir. Terör ve terörizm kavramlarının
çağrıştırmış oldukları ortak noktaları çok kısa olarak yeniden vurgulamak gerekirse
şunlar söylenebilir. a) Siyasi amaçları vardır, b) Şiddet içerir, korkuyu yaymak isterler,
c) Genellikle masum insanları ve o toplumun stratejik öneme sahip noktalarını hedef
alırlar, d) Ulusal ve uluslar arası boyutu vardır, e) Planlı, sistemli ve örgütlüdür, f)
Tarihseldir. Tarih dışlandığında terör anlaşılmaz, g) Karmaşık bir yapı içerdiğinden
disiplinler arası bir yaklaşımı zorunlu kılar (Cirhinlioğlu, 2004: 32). Terör tek bir olgu
olmasına rağmen yazardan yazara ülkeden ülkeye toplumdan topluma, hükümetlerden
hükümetlere göre tanımları farklılık göstermektedir. Dolayısıyla sosyal şiddet, her
ülkenin kendi toplum yapısı ve değer sistemlerinin bir yansımasını ortaya koymaktadır
(Türkdoğan, 1996: 405).
Alex P. Schmid ve Jorgman adlı yazarlar 190 adet terör tanımında yayınlamış ve
bu tanımlarda incelendiğinde önemli vurguları şunlar olmuştur.
• Şiddet ve güç (violance and force) % 83.5,
• Siyasi içerik (political content) % 65,
• Endişe ve sindirme (fear and terror) % 51,
• Korkutma (threat) % 46,
• Psikolojik etki (psychological effect) % 41.5 (Çınar, 1997: 198; Hazır, 2001: 45).
Başka terör tasniflerinde ortaya çıkan ortak noktalar ise kısaca, a) Şiddet veya
zor kullanımı, b) Amacı zararlı olan endişe ve kaos yaratmak, c) Şiddetin hukuk dışı
olarak kullanılması (Denker, 1997: 5; Altuğ, 1995: 23).
Günümüzde başkaldırmalar, gerilla eylemleri veya sosyal hareket biçimleri,
ülkelerin tarihi gelişimi, sosyal ve kültürel şartları ile lider kadrosunun kimliği açısından
farklılaşma gösterebilir. Dış yardımı kabul eden ve etmeyenler olduğu gibi (Türkdoğan,
1996: 342). Terör örgütleri, eylemleri ve kendileri birbirlerinden çok farklıdırlar,
farklılıklar benzerliklerinden fazladır. Söz konusu devlet terörü olduğunda iş daha da
karmaşıklaşır (Candansayar, 2002: 375). Buradan anlaşılan odur ki terör ve terörizm
çok karmaşık bir olgudur. Terörizm tanımları neredeyse terörist eylemler sayısınca
43
çoktur. Terörizmin ortaya çıktığı siyasi ve sosyal şartlar, tarihi ve kültürel ortam
önemlidir. Örneğin, IRA mensupları ile ETA mensupları, eylemleri ve bunların
eylemlerini uygulanış tarzları arasında fark olacağı gibi, aynı grubun zamanla kendi
amaç ve araçlarında farklı stratejileri benimsemesi de muhtemeldir.
2.2.2. Terör ve Terörizm Farkı Terör ve terörizm kavramları ile siyasal terörizm ile siyasal olmaya terörizm
arasında farklar olup birbirlerinden ayrılmaktadır (Çınar, 1997: 200; Wilkinson, 2002a:
143; Beşe, 2000). Terör ve terörizm arasında anlamsal farklılık olmasına rağmen, çoğu
zaman bu iki kavram günlük dilde aynı maksadı ifade etmek için birbiri yerine
kullanılmaktadır. Terörün bilinçli, planlı ve bir siyasi amaç güdülerek yürütülmesi
terörizm olarak ifade edilir (Çeşme, 2005: 41). Yani terörizmden kastedilen şey bu
şiddet hareketinin sistemli ve kasıtlı olarak belli bir menfaat elde etmek için yaratılan
terör ortamı olmasıdır.
Her ne kadar günlük dilde terör ve terörizm aynı anlamda kullanılsa bile, terör
ve terörizm kavramları eylemin kimden geldiğine göre de ayrımlaşmışlardır. Eylem
toplumun yöneten üst kesimlerinden geldiğinde terör, yönetilen alt kesimlerden
geldiğinde terörizm olduğu söylenmektedir. Ancak temel ayrım burada da değil daha
farklı noktadadır. “Buna göre, bu bir terördür dendiğinde bir şey, bu bir terörizmdir
dendiğinde bir başka şey anlatmış olmamız gerekir. İlkinde daha çok bir olaya ve bu
olayın simgelediklerine gönderme yapılırken, ikincisinde bu olayın oluşması
sürecindeki yol, yöntem, düşünce ve tekniklere gönderme yapılmaktadır”. Gerçektende
izm’lerle biten ifadeler genellikle ideolojileri çağrıştırsa bile, burada terörizmden
kastedilen bir ideoloji olmaktan çok bir olgusal durumdur (Cirhinlioğlu, 2004: 24). İzm
ile biten ifadelerin çoğu ideoloji ya da inanç sistemleri için kullanılan sözcüklerde
geçer, fakat düşünülürse söz konusu sözcüğün sonundaki izm’in, yöntem ya da taktiğin
göreceli sistematik yapısından başka bir şeye gönderme yapmadığıdır (Coady, 2005:
261). Bir başka anlatım ile terör kavramı özeli/olayı, terörizm kavramı ise geneli/olguyu
dile getirmektedir. Herhalde terör uygulayan kişiye terörist dememizde de bir beis
yoktur (Cirhinlioğlu, 2004: 25).
Terör çoğu kez gayri iradi olarak meydana gelebilir. Birçok savaş, terör ve kitle
terörünün veya ihtilal maksadıyla ayaklanmanın kontrol edilemez olduğu bilinmektedir.
Diğer taraftan terörizm ise siyasi maksatlarla iradi olarak terör yaratmadır. Terörün
44
sistematik ve hesaplı kullanımıdır, ne kadar ham olursa olsun bir felsefe, bir teori veya
ideolojiye dayanır (Altuğ, 1995: 18). Terör çoğu kez gayri iradi meydana gelebildiği
için tek başına ele alındığında, her türlü şiddet hareketini terör olarak tanımlamak
mümkündür. Terörizmden kastedilen şey ise, siyasi unsuru içeren, yani bir ideolojisi
bulunan ve mevcut sistemi şiddet yoluyla tahribe yönelmiş olan durumdur (Alkan,
2002: 13). Yani terör her zaman terörizm olmamaktadır (Çınar, 1997: 198). Coady,
terörizmin politik amaçlar doğrultusunda kullanılan bir teknik ya da kullanılan teknik
bir araç olduğu ve ahlaki açıdan da bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini ifade
etmiştir (Coady, 2005: 267).
Kısaca terör, toplumda korku, kargaşa, endişe, kaos ve belirsizlik durumunun
hakim olmasıdır. Terörizm ise bir durum değil süreçtir. Aynı zamanda o bir savaşma
aracı ve stratejisidir. Yani terörizm, masum siviller üzerinde şiddeti bilfiil kullanarak bir
tarzı siyaset gütmektir.
2.2.3. Terörizm ve Suç Ayrımı Suç, toplum yasalarına yönelmiş saldırgan davranışlarla başlar, saldırının amaca
ulaşması ile kesinleşir. S. Dönmezer’e göre (1984) suç evrensel ve genel bir olaydır.
Tarihin en eski devirlerinden itibaren var olmuştur. İnsanların içindeki ihtiraslarla
birlikte toplum halinde çeşitli sosyal sınıfların varlığının gerektirdiği sosyal çelişkiler,
uyumsuzluklar var oldukça suç da var olacaktır.
Suçun insanın özgür seçimi olmasından öte, suçlunun yetiştiği sosyal ortam ve
diğer faktörler hala araştırılmaktadır. Ancak genel bir anlayışla suçun insanın özgür
seçimi olduğuna inanılır. Türk kriminologların üzerinde anlaştıkları temel nokta suçun
politik süreçlere dayanan yasal bir kavram olduğudur. Bu çerçevede suçun katı bir
şekilde bilimsel değil yasal olduğu ortaya çıkmaktadır (İçli, 2002: 633). Böylece suç,
yasalarda korunması güvence altına alınmış, mevcut toplum kurallarının yıkılması ve
sarsılmasına yönelik fiil ve davranışlardır (Balcıoğlu, 2001: 49). Suç, belli bir yer ve
belli bir zamanda var olan toplumsal koşulların ortaya çıkardığı bir olaydır. Sonuç
olarak hukuk düzeninin cezalandırması beklenilen fiil demektir. Bu çerçevede suçun ne
olduğu toplumsal kurumlara bağlıdır. Esasen suç, yasalar ve hükümetler tarafından
tanımlanan ve onların izin vermediği eylemlerdir (Giddens, 2000b: 186, 220).
Ceza kanunlarında ve doktrinde suçlar genel olarak “adi ve siyasi” suçlar diye
ikiye ayrılmaktadır. Siyasi suçlar genel anlamda devlete ve devletin varlığına karşı
45
suçlar olup, ülke sınırları ve güvenliği, ülkenin birlik ve bütünlüğü, siyasal düzeni ve
anayasası ile kurumsal düzenine karşı işlenen suçtur (Yılmaz, 2003: 306). Siyasal suç
terimi, tarihsel olarak düşünüldüğünde, komplo girişimlerini ve siyasal yöneticilere ya
da kutsal otoriteye meydan okuma eylemlerini anlatır. Siyasal suçlular, muhtemelen
sıradan ya da adi suçlulardan çok daha dehşet verici cezalar çekmişlerdir. Günümüzde
siyasi iradenin sert muhalifleri veya düşünce suçluları olarak bilinirler. Politik bir tavrı
kapsar. Zamana göre değişir. Zamanla suç sayılan şey meşru, meşru sayılan şey suç
olabilmektedir (Marshall, 2003: 666).
Siyasi suçları adi suçlardan ayıran en önemli unsur düşünce ve fikir öğesidir.
Terör suçları ile siyasal suçlar arasındaki ayırımda da bu ölçütten yararlanılmaktadır.
Adi suçlarda siyasi amaç ve düşünce unsuru bulunmaz veya düşük düzeyde bulunurken,
siyasi suçlarda fikir öğesi öndedir. Terör suçunu siyasi suçtan ayırma ölçütü ise
kullanılan yöntem ve şiddetin siyasi amacı ortadan kaldırması olarak belirtilmektedir.
Bu sınıflandırma esas alındığında fikir ve eylem karışımına göre suçlar, a) Adi suçlar,
b) Terör suçları, c) Siyasi suçlar ve d) Düşünce suçları (Yılmaz, 2003: 307) şeklinde
sınıflandırılmaktadır.
Görüldüğü üzere demokrasilerin teröre karşı kendilerini korumaları (devletlerin)
kabul edilmekle birlikte terör kavramının ne olduğuna ilişkin ortak bir tanımda
bulunmamaktadır. Genel olarak terör suçu, siyasal amaçlar için şiddete başvurmak
olarak alınmakta, toplumda korku ve panik yaratmak için şiddetin strateji olarak
kullanılması üzerinde durulmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, terör suçunun oluşması
için her şeyden önce şiddetin bilfiil araç olarak kullanılması gerekmekte, amaç olarakta
toplumda, tedirginlik, korku, güvensizlik, yılgınlık yaratmak veya hakimiyet kurmak
hedefi belirtilmektedir (Bayraktar, 1982: 163-164; Yılmaz, 2003: 308).
1991 tarihli, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu: “Terör, cebir ve şiddet
kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle,
Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik
düzeni değiştirmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek,
temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya
genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek
her türlü suç teşkil eden eylemlerdir” (Yalvaç, 2005: 1027).
Bu çerçevede kanun terörü değil, terör eylemlerini tanımlamıştır. Bu tanımlama
ile terör, laik Türkiye Cumhuriyetinin düzenini değiştirmek veya bölmek maksatlı siyasal
amaçlı devlete yönelik şiddet hareketi olarak belirtilmiştir. Terörist eylemlerde bulunma
46
yalnızca siyasi amaçlara indirgenmiştir. Buna göre siyasi amaç gütmeyen şiddet
eylemleri terör değildir. Terörizmin mutlaka bir örgüte mensup kişi veya kişilerce
gerçekleştirilmesi koşuluna bağlanmıştır. Bağımsız veya bireysel terör eylemlerini bu
suç içerisinde değerlendirmemektedir. Öte yandan kanunda da açıkça belirtildiği üzere
terör suçunun olmazsa olmaz koşulu cebir ve şiddettir.
Sulhi Dönmezer’e göre terörizmin iki temel amacı vardır: Bunlardan birincisi
yakın amaç olarak nitelenen şiddet, cebir, tehdit, korkutma, yıldırma yoluyla kamu
düzenini esaslı şekilde ihlal etmektir. İkincisi ise nihai (esas) amaç olarak nitelenen,
ülkenin bir parçasını koparıp orada ayrı bir devlet kurmaktır (Dönmezer, 1996: 43-47).
Bu çerçevede 2006 yılında meclisten çıkarılmaya çalışılan yeni Terörle Mücadele
Kanununun özgürlükleri kısıtlayıcı hükümleri hukukçularca çekingenlikle
karşılanmaktadır.
BM güvenlik konseyinin 19 Ekim 1999’da oy birliğiyle aldığı 1269 sayılı kararı
her ne kadar terörü lanetlemiş, metot ve pratiklerini yasa dışı bulmuş olsa da, terörün ne
olduğunu ortaya koymamıştır. Şimdilik en fazla kabul gören tanım “sivil halka karşı
siyasi amaçlara ulaşmak için bilinçli güç kullanımı”dır (Demirer, 2001b: 54). Uluslar
arası antlaşmalar genelde ikili antlaşmalar şeklinde olmaktadır. Suçluların iadesi
konusunda, karşılıklı suç ve terörü önleme çabaları vardır. Ancak her devlet imza
koyduğu uluslar arası antlaşmadan önce kendi iç hukukunu ön plana koymaktadır. BM,
hemen hemen her sene bununla ilgili kararlar almakta, suçun önlenmesi suçlulara
yapılacak muamele, terörizmin önlenmesi ve mücadele gibi kararlar almaktadır. Alınan
bu kararlar genelde uygulanamamaktadır. Bu çerçevede AB, kendi oluşumu içerisinde
birçok antlaşma yapmakta ve görünürde uygulamaya çalışmaktadır (bkz: İlhan, 2002;
Beşe, 2002).
BM’nin en önemli organı olan Güvenlik Konseyinin terörizme ilgisinin dönüm
noktası, Taliban hareketi ve El-Kaide yani Usame B. Ladin olarak görülmektedir.
Nitekim BM, terörün bu şeklinin Batıyı daha açık bir söylemle ABD çıkarlarını tehdit
etmesine kadar, terörizm konusunda bu kadar ciddi adımlar atmamıştır. BM Güvenlik
Konseyinde, terörizmle mücadele bağlamında bugüne değin alınan karar sayısı altıdır.
Bunlar; 1267, 1269, 1333, 1368, 1373, 1390 sayılı kararlardır (Çitlioğlu, 2005: 216-
222). 11 Eylül 2001’den sonra BM Güvenlik Konseyi iki adet geniş kapsamlı anti-terör
karar kabul ettiler. Birincisi 1368 numaralı 12 Eylül 2001 tarihli ve bir gün öncesi olan
saldırıyı kınayan karar, ikincisi 1373 numaralı ve 28 Eylül 2001 tarihli, devletlerin
terörizm karşısında tek başına veya toplu olarak kendini koruma hakkını teyit edici
47
nitelikte olan karardır (Mango, 2005: 103). Türkiye’nin yoğun ısrarı üzerine AB, 2
Mayıs 2002 tarihinde PKK ve DHKP-C yi terörist örgüt listesine ilave etmiştir (Mango,
2005: 110). Liberal demokrasilerde yani Batı dünyasında Türkiye aleyhine olan terörist
aktiviteleri destekledikleri su yüzüne çıkmış bir gerçekliktir. Güçlü bir Türkiye
istemeyen Batı dünyası, her fırsatta terörizmi ve ekonomik yaptırımları kullanarak
Türkiyeyinin ilerlemesini engellemektedir (Mango, 2005: 115; Şehirli, 2000: 425-440)*.
Türkiye Cumhuriyetinin asıl başarısı ise, Aralık 1993 tarihinde Birleşmiş
Milletler Genel Kurulunun insan haklarıyla görevli sosyal komitesi olan 3. Komitesine
sunduğu tasarıdır. Bu tasarı (terörizmin, insan hakları ihlali olarak kabulü), BM Genel
Kurul’unda da oy birliğiyle kabul edilerek BM Genel Kurul Kararı olmuştur. Böylece
BM tarihinde ilk defa Türkiye’nin elde ettiği başarı sayesinde, bir çok dünya devleti;
“teröristlerin başta hayat hakkı olmak üzere insan haklarını ihlal ettiklerini” kabul
etmiştir (Milliyet Gazatesi, 8 Aralık 1993; Cumhuriyet Gazatesi, 22 Aralık 1993; Altuğ,
1995: 24-25).
2.2.4. Terör Tanımlarının Eleştirisi 13 Mart 1793 tarihiyle 27 Temmuz 1794 tarihleri arasındaki döneme terör
dönemi adı verildiğinden yukarıda bahsetmiştik. Bu dönemde terör siyasi literatüre bir
nevi devletin istibdat rejimi olarak girmiştir. Terör siyasi bir amaç için, örgütlü bir
biçimde birilerine, genellikle iktidara karşı zora, şiddete başvurarak kaygı yaratıp
istekleri kabul ettirmek ya da birilerini cezalandırmak için gerçekleştirilen bir eylem
biçimi olarak tanımlandığında (Büyük Larousse) bu biçimi ile terörün ilk kez devlet
eliyle gerçekleştirildiğini söylemek yanlış olmaz.
Her ne kadar bugün terörizm terimi, çoğunlukla aşağıdan gelen var olan politik
düzende karışıklık yaratma, onu yıkma ya da basitçe ona karşı olan öfkeyi ifade etme
* PKK ve DHKP-C, Mayıs 2002’ye kadar ABD ve AB’nin terörist örgütler listesinde yer almamıştır. Bütün bunlar uluslar arası hukukta Türkiye Cumhuriyeti mevzu bahis olduğunda işin içine çifte standartlar girmektedir. 2002’den sonra ise bu örgütleri, terör örgütleri listelerine almış olmaları, Türk basını tarafından diplomatik zafer olarak verilmiştir. Oysa Batı dünyasının bu örgütlerle işi bittikten sonra onları terörist örgüt listesi almışlar ya da almamışlar o kadar önemli mi? 2003 Mayısında Orgeneral Yaşar Büyükanıt, “…güçlü ülkeler, kendi ulusal çıkarlarını göz önüne alarak tanımladıkları tehdit algılamalarını empoze etmek suretiyle kendilerinden daha zayıf ülkelerin ulusal çıkarlarına acaba zarar vermiyorlar mı..?” Yine 30 Ağustos 2005 Orgeneral İlker Başbuğ, Zafer Bayramı münasebetiyle yaptığı konuşmasında “…pek çok AB, NATO ülkesi ve ABD’nin PKK’yı desteklemesini hazmedemediğini…” söylemiştir. 23 Mart 2006’da “Küresel Terörizm ve Uluslar Arası İşbirliği” Sempozyumunda, Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök “Aynı eylem nedeniyle bir devlet özgürlük savaşçısı, diğeri baş hain olamaz. Kimse küresel ekonomideki payına güvenmemeli, kimse terörle savaşı tek başına kazanacağını sanmasın…” gibi açıklamalarla bu alandaki çifte standartlara son verilmesi gerektiğini vurgulamıştır (Radikal Gazetesi, 24 Mart 2006).
48
girişimi olarak ifade edilmesine karşın (Volkan, 1999: 182), terörizm stratejisine daha
çok devletlerin başvurduğu görülmektedir (Civelek, 2001a: 13). Öte yandan her terörist
eylemin devleti yıkmaya yönelik olmadığı gibi çıkmazlara gireriz.
Terörizmi, ister Anarşizmden ister Marksizmden esinlensin, mevcut toplumsal
düzeni ve devleti yıkmayı amaçlayan devrimci terörizm veya ihtilalci terörizm ile bir
tutarsak, o zaman da sol düşünceden beslenmeyen birçok terörist örgütü ihmal etmiş
olacağız. Bu durumda sağ kökenli terörizm göz ardı edilmiş olacaktır.
Bir hükümet tarafından ortaya konmuş şiddet rejimi (H. Arendt), kaynağını
devletin kendisinden alır (Kuçuradi, 2002: 332; Civelek, 2001a: 13) denirse, kaynağını
devletten almayan ve hükümetlerce ortaya konmamış yüzlerce terörist grup ve onların
eylemlerine açıklık getirmeyiz.
Terörizmi, ihtilalci gruplar tarafından icra edilmiş şiddet eylemleri şeklinde
tanımlayarak, bu olgunun çoğunlukla demokrasilerde daha özelde batılı demokrasilerde
yer bulduğunu ve totaliter rejimlerde yaşama şansının olmadığını iddia edilirse (Altuğ,
1995: 14, 47), Doğu Blok’u ve köktenci devletlerin terörist şiddete demokrasilerden çok
daha fazla maruz kalmış oldukları bu gün su yüzüne çıkmış bir gerçek (Chomsky &
Herman & Gerry &George, 1999: 59) olduğunu açıklamakta zorlanırız.
Eğer terörizmi düşmanın siyasal davranışında değişiklik yaratmak için
tasarlanmış simgesel bir eylem olduğunu iddia edersek o zamanda her terörizm
davranışı siyasal içerik taşımayabilir. Nadiren de olsa bu durum söz konusu olabilir.
Nitekim 11 Eylül Saldırısında görünürde hiçbir siyasal istekte bulunulmamıştır.
Her siyasi nitelikli eylemi bir terör eylemi olarak kabul etmek ne kadar zor ise,
aynı derecede terör eylemlerini diğer eylemler sınıfına sokarak değerlendirmek de aynı
derecede sakıncalıdır (Çınar, 1997: 247). Hayri Kozakçıoğlu gibi “terörün beşiği
varoşlardır” diyen idarecilere göre terörizmin sebeplerini işsizlik, gecekondulaşma,
çarpık kentleşme gibi nedenlere bağlayarak açıklamak, olgunun diğer sebeplerini ihmal
etmektedir. Bu düşüncelerde haklılık payı bulunsa bile (Bal, 2003: 36; Keleş & Ünsal:
2005: 100) büyük bir yanılgıya düşeceğimiz kesindir. Bunlar terörü ortaya çıkarmaz
ama onu besler. Salt ekonomik nedenlerin terörizmi doğuran sebep olarak ele alırsak,
Ermeni (ASALA) terörünün ekonomi ile alakasını (bkz: Çalık, 2006) kuramayız.
Almanya’da Türklere yönelik saldırganlık, ABD tarihinde zencileri linç girişimleri salt
ekonomiye bağlanamaz (Cirhinlioğlu, 2004: 76). Bu yüzden genelleme yapmak oldukça
zordur. Kırıkkanat’ın deyimiyle “Terörizmin anası, yoksulluk ve cehalet diyorlar. Bence
yanlış olmasa bile, yeterli bir açıklama değil. Eğer yoksulluk ve cehalet terörün anası
49
olsalar da, yazar Pascal Brucker’in deyişiyle son otuz yıldır dünyayı kana bulayan en
vahşi teröristler Afrika kıtasından çıkması gerekirdi” (Radikal Gazetesi, 30 Eylül 2001,
Mine Kırıkkanat, “Vasat, Kesat ve Son”). Mehmet Ali Bal gibi (2003) şiddet
eylemlerinin nerdeyse her türlüsü, sıradan suç unsurlarını bile terör kategorisine alınırsa
o zaman da terör ve diğer adi suçlar arasındaki ayrım bozulmuş olur.
Taktik olarak terörizmin ayırıcı özelliği dehşet salmak, korku yaymak ve bu
şekilde toplumsal ilişkileri dondurmaktır. Bu iddia, terörizmin sosyolojisi ile ilgili bir
anlayışa dahildir ama bu tanımla ilgili bir mesele değildir (Coady, 2005: 265). Nitekim
terörist saldırıların, korku ve moral çöküntüsü yaymak için değil, kararlılığı
güçlendirmek ve meydan okumak için ortaya çıkması da mümkün (Coady, 2005: 266)
gözükmektedir.
2.2.5. Tanım Probleminin Sebepleri Terör örgütlerinin ifade ettikleri amaçlara değil, eylemlerin sonunda neyin
gerçekleştiğine bakarak fiilin ne olduğuna karar verilir. Yani terörizm, eylemin
biçiminden yola çıkılarak tanımlanırsa (Göka, 2004: 206) bile birçok problemle
karşılaşılacaktır. Genel olarak terör ya da terörizmle kastedilen, terörist eylemlerin
sonuçları ve ortaya çıkardıkları durum ile bu eylemlerin yapılış tarz, yöntem ve
metotlarıdır (Bal, 2003: 31). Bu çerçevede terörizm olgusuna genellikle siyasal ve
ideolojik yaklaşımlarla tanım getirilmiştir.
Genellikle bir terör eylemi siyasi menfaat gütmektedir. Ancak her siyasi nitelikli
eylemi bir terör eylemini olarak kabul etmek ne kadar zor ise, aynı derecede her terör
eylemi siyasi nitelikte değerlendirmek doğru olmayacaktır. Şu halde her terör eylemi
terörizme yol açmayabilir. Şiddet ise terörün vazgeçemediği bir araçtır. Terörizm ile
siyasal suç ve terörizm ile şiddet mutlaka ayrı şeylerdir ancak bu bizim konumuzun
sınırları dışında olduğu için az da olsa yukarıda değinmiş olduk. Bununla beraber
evrensel bir terörizm tanımı henüz uluslar arası arenada ortaya konmamış ve uzun bir
sürede de ortaya konacak gibi de görünmemektedir. Bize göre bunun sebepleri 7 farklı
açıdan değerlendirilebilir. Bunlar;
a) Birinin teröristi diğerinin kurtuluş savaşçısı-özgürlük savaşçısı olduğundan
dolayı. BM’de milli kurtuluş hareketleri zarar görür endişesiyle terörizm tanımı hep
muallâkta bırakılmıştır (Güzel, 2002: 11; Altuğ, 1995: 154; Çınar, 1997: 192). İnsan
hakları evrensel beyannamesinde geçen; a) isyan hakkı ve b) kendi kaderini tayin hakkı
50
(self-determinasyon) terörizm ve terörist tanımını zorlaştırmaktadır (Beşe, 2002: 28, 50-
54). Bu noktada birinin özgürlük savaşçısı veya direnişçisi diğerinin teröristi
olmaktadır. Kimileri için terörizm olan şey kimileri için kahramanlıktır. Bunun içindir
ki üzerinde ittifak edilen terörist grup ve tanımlar pek az sayıdadır. Bu konu gerçekten
oldukça karmaşık ve içinden çıkılamaz bir durumdur. Örneğin, FKÖ ile ASALA
arasında bir fark olmadığını söylemek ne kadar gerçekçi olmaktadır (Candansayar,
2002: 379). Zalime uygulanıyorsa terör iyidir, değilse kötüdür. Ne ki birinin zalimi
diğerinin kurtarıcısı olabilmektedir ya da tersi bir durum söz konusu olabilmektedir
(Güzel, 2002: 13).
b) Tanım probleminde siyasal nedenler en baştadır. İlk problem, kavramın farklı
ideolojik ve politik değer yargılarını yansıtan içeriğinden kaynaklanmaktadır (Beşe,
2002: 30). İkinci problem ise uluslar arası hukuktan doğan tanım problemidir. E. Beşe
burada şu soruyu sormaktadır: “Politik yönü ağır basan uluslar arası hukuk, gerçekten
hukuk mudur?” (Beşe, 2002: 35). Devletlerarası terörizmle mücadele antlaşmalarının
uygulanabilirlik sorunu, suçluların iadesi*, terörizmle mücadelede ortak tavır ve siyasi
iltica, terörizm siyasal suç mudur değil midir? gibi problemler karşımızda durmaktadır
(Beşe, 2002: 58-68).
O halde rahatlıkla söylenebilir ki, terör kavramına yüklenen anlamlar, içinde
yaşanılan zamanın koşullarına göre değişmektedir (Cirhinlioğlu, 2004: 27).
Devletlerarası ilişkilerde de açıkça görüldüğü üzere terör tanımının, çoğunlukla siyasi
bir içerik taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Siyasi anlamlar ve semboller ise
değişkendir, zamana, mekâna ve topluma göre değişmektedir (Cirhinlioğlu, 2004: 28).
Bu bağlamda terörizmin de zamana, mekâna ve topluma göre değiştiğini söylemek
yanlış olmayacaktır.
c) Tarif, efradını cami ağyarını mani olmalıdır (Tanım, konuyu kapsamalı, konu
dışındakileri içermemelidir). Terörün kendine has muğlaklığından ve farklı
karakterlerde kendini ortaya koyduğundan dolayıdır ki üzerinde ittifak edilen çok az
tanım vardır.
Tanımlar ihtiyaca binaen yapılır. Bir tanımı sübjektif kılan farklı ihtiyaçlardır
(Bal, 2003: 36-37). Her toplum hukuki açıdan terörü kendi ihtiyaçlarına göre tanımlar
* Bunun en açık ve en basit örneği Özdemir Sabancı suikastı ile Belçika’da yargılanan Fehriye Erdal (ve DHKP-C lideri Dursun Karataş’ı) Türkiye’ye iade etmek bir yana mahkeme kararından sonra kaçmasına göz yumulmuştur. Gerekçe olarak bu teröristin kendilerine söz verdiği ve sözünde durmayarak kaçtığını ileri sürmüşleridir. Bu gerekçenin komik olması bir tarafa, adeta Türkiye ile dalga geçilmiştir. Aynı zamanda bu Türkiye’ye karşı ön yargının en yalın ifadesidir.
51
(Bal, 2003: 46). İhtiyaçlar hiyerarşisi, çevremizle olan ilişkilerimizde davranış, tutum,
kimlik ve maneviyatımızı belirler. Bu çerçevede terörizmi sübjektif yapan farklı
ihtiyaçlardır. Bir ülkenin hukukçuları, entelektüelleri, askeri ve diğer tüm ilgilileri tanım
ve kavramların tartışılmasında o ülkenin ihtiyaçlarından yola çıkmaktadır. Başka ülke
kendi ihtiyaç, çıkarları, sosyal ve siyasi yapılarını gözeterek yaptığı tanımı biz alırsak
büyük çarpıklığa düşeceğimiz kesindir (Bal, 2003: 38, 47).
Her ülke, her ideoloji, terör kavramına kendi hedeflerine ulaşmayı
kolaylaştıracak bir anlam yükler. Çünkü ihtiyaçları ve milli çıkarları bu yöndedir.
ABD’ye göre terör kendisinin ve yandaşlarının çıkarlarına tehdit veya saldırılardır.
Afrika için ırkçılıktır. AB için terör kavramı tanımlanamaz bir olgu (Bal, 2003: 42)
olmasına rağmen Batı’ya ve Batılı demokrasileri yıkmaya yönelik saldırılardır. Libya,
Küba gibi ülkelere göre ise ABD’nin faaliyetleridir. Rusya açısından Çeçen ve
Afganlardır. Çin açısından Tibet, Doğu Türkistan ve Tayvan’dır. Hintliler açısından
Keşmir Müslümanlarıdır. İsrail açısından Filistinlilerdir. Filistin, İran ve Lübnan
açısından İsrail’in her türlü faaliyetleridir.
d) Herhangi bir zaman dilimindeki egemen görüşler, güçlü olanın çıkarını
yansıtır (Thompson, 2004: 53). Terörizm ile diğer şiddet içeren eylemler arasındaki
ayrım, savaş ile terörizm arasındaki ayırım, gerilla savaşı, terörizm arasındaki ayırım ve
terörizm ile ulusal kurtuluş savaşı arasındaki sınırlar bilimin kaleminden çok ideoloji ve
politika tarafından çizilmektedir (Candansayar, 2002: 374).
Kavramları genellikle ekonomik, siyasal, kültürel, bilimsel ve teknolojik olarak
egemen güç belirler ve paradigmalar bu çerçevede şekillenir. Küreselleşmenin egemen
gücü merkez ülkeler başta olmak üzere ABD olarak gözükmektedir. Ancak terörizm
konusunda yaptığı yanlı ve çelişkili açıklamalarda bu kavramın doğru dürüst oturmasına
en büyük engeli de o oluşturmaktadır. Örneğin ABD, Irak işgalini gerçekleştirmeden
hemen önce, Irak ordusunda silah bırakmayan her askeri terörist olarak
addedileceklerini basından duyurmuştur. Düşünün ki bir ülkenin savunması için
kurulmuş silahlı kuvvetlerini bir anda terörist olarak nitelendirebilmektedir.
Bu madde ile öne çıkan bir diğer husus ise terör saldırılarının kime
yöneltildiğidir. Ekonomik, siyasal, teknolojik yönden güçlü devletler kendilerine
yönelik eylemleri rahatlıkla terörist eylemler olarak nitelerken, az gelişmiş ülkelere
yönelik benzer eylemleri kendi çıkarlarına zarar vermediği sürece terörist eylem olarak
nitelememektedirler (Güzel, 2002: 19). Günümüzde dünyanın küçük bir köye
döndüğünü, sosyal değişmelerin baş döndürücü hızda gerçekleştiği bu küreselleşen
52
dünyada, güçler dengesi de hızla değişmektedir. Bu çerçevede küreselleşme sürecinde
terörizmden kastedilen şey ABD ve Batıya yönelik tüm saldırılardır. Özellikle 11 Eylül
saldırılarından sonra “ya bizden ya onlardan; bizden olmayan herkes teröristtir” gibi
resmi söylemler yaygınlık kazanmıştır. Bu anlayışın bilimsellikten ne kadar uzak ve sığ
bir görüş olduğu ortadadır. Yani terör ve tanımı, ABD çıkarlarına tehdit olarak ilan
edilmiştir.
Terör eyleminin kime yöneldiği, dikkate alınması gereken en önemli nokta olarak
ortaya çıkmaktadır. Burada ise egemen güç faktörü veya bilimsel paradigmaların kimler
tarafından belirlendiği problemi ortaya çıkmaktadır. Egemen güce (ABD ve Batı)
yönelik saldırıysa terör, egemen gücün saldırıları ise meşru müdafaadır (Güzel, 2002:
19). Örneğin, 11 Eylül olaylarından sonra Nato’nun 5. maddeyi işletmesi terörü bir
savaş biçimi olarak tanıdığının da göstergesidir (Güzel, 2002: 18). Bu çerçevede bir
çalışma yapılması ve kabul görmesi için egemen kültür, onun bilim çevrelerinin ve yerli
uzantılarının onayından geçmesi gerekmektedir. Terör ne, Terörist kim? Terör nerede
başlayıp nerede bitiyor? gibi soruların cevabı işte bu çerçevede cevaplandırılacaktır.
Bununla beraber eylemcinin haklılığını ya da haksızlığını değerlendiren araştırmacıların
da, içinde bulunduğu zaman ve mekana bağlı olduğu gibi tarihsel koşullarına da bağlı
olmaktadır (Cirhinlioğlu, 2004: 40-41). Yani yapılan şey değil de, yapanın kim ve
kimlerden olduğuna göre, terör kavramı tanımlanır olmuştur (Cangızbay, 2003: 98).
Daha da tehlikelisi, kimin terörist olup, kimin de olmadığını belirleme gücünü
tekellerinde bulunduranların terörüdür (Cangızbay, 2003: 100, 124).
e) Aşırı indirgemecilik ve genellemecilik tutumları da (Candansayar, 2002: 378)
terörizm olgusunu anlamayı güçleştirmektedir. Terörizm denince ilk önce akla,
grupların ya da bireylerin, siyasal amaçlar uğruna örgütlü ve ayrım gözetmeden
uygulanan sistemli şiddet gelmektedir. Bunun gibi terörizmi sadece devlet dışı
huzursuzluk kaynaklarından gelen siyasal şiddetle özdeşleştirmek gibi kavramsal bir
tuzak (Falk, 2002b: 317) vardır. Terörizm tanımı yapılırken objektif olunamamakta,
ideolojiler, çıkarlar gibi birçok etken devreye girmektedir.
Bu konuda özellikle çifte standartları ile ün salmış Batı dünyası bu kavramı
özellikle muğlâk bırakmaktadır. Batının terörizm endüstrisinin ve basının neden devlet
terörünü görmezden gelip dağınık terörün üzerinde durmak zorunda olduğu açıktır.
Devlet terörünün boyutları devasadır ve bunun başlıca failleri, Batı ve Batı yandaşlarıdır
(Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 68). Bu bakımdan devletlerin tutumu
insanlara hayrette bırakacak niteliktedir. Bir yandan terörist diye koca bir ülkeyi (Libya-
53
Tunus-Irak) bombardıman eden ABD, diğer yandan McFarlane adlı üst düzey
yöneticisini terörist devlet diye nitelendirdiği İran’a silah satmaya veya rehinelerle silah
değiştirmeye yollamaktadır (Altuğ, 1995: 86). Kısacası dış politikalarda bu çifte
standartlar var oldukça, uluslar arası düzeyde terörizm her zaman yer bulacaktır.
Nitekim tarih boyunca güçlünün güçsüzü ezmesi, mağdur olanı terörün kucağına
itmektedir (Said, 2002: 179-181; Ahmed, 2002: 220-221).
f) Bununla birlikte bir terörist grup bir diğerine benzememekte ve hemen hemen
her olay-eylemde farklı olmaktadır. Bunların benzerlikten çok farklılıkları vardır.
Amaç, ideal, metot farklılıkları gibi (Türkdoğan, 1996: 342). Terörizmin genel kabul
görmüş bir tanımının olmamasından dolayı değil, gerçek dünyada terörist gruplar
arasındaki farklılıkların çok büyük olmasından kaynaklıdır (Laqueur, 2002: 125). Bir
eylemin terör eylemi olup olmadığını belirlerken, söz konusu eylemin gerçekleştirilme
amacının kişilere, topluluklara, dinsel, ırksal, ideolojik özelliklere göre
değişebildiğinden dolayı ortaya böyle sonuçlar çıkması kaçınılmaz (Candansayar, 2002:
375) olduğu gerçeğidir.
g) Literatür de terörü tanımlamak zordur, üzerinde şimdiye kadar anlaşmaya
varılamamıştır gibi ifadeler aslında kavramın özünü anlamamaya yönelik yaklaşımdır.
Elbetteki, kavram üzerinde bir anlam birliği kurulamayacaktır, çünkü uzun tarihsel
geçmişi olan bir kavrama sürekli olarak siyasi anlamlar yüklenmekte, doğal olarak bu
kavramda dönüşüm yaratmaktadır (Cirhinlioğlu, 2004: 28; Wilkinson, 2002b: 181).
Cirhinlioğlu’na (2004: 34) göre terörün tanımlanmaması, kavrama siyasi anlamlar
yüklenince başlamaktadır. Bu nedenle terörün önlenememesinin nedeni, ortak bir bakış
açısı geliştirilemediğinden değil, ülkelerin farklı siyasal, tarihsel ve kültürel konumlara
sahip olduğundan kaynaklanmaktadır (Cirhinlioğlu, 2004: 35).
Ortak bir tanım yapıldığında dahi uluslar arası arenada ortak bir mücadele veya
ortak bir tavır geliştirip geliştirilemeyeceği meçhul bir konudur. Yani tanım ortada dahi
olsa bu konuda tüm dünyanın ortak mücadele içine girip ortak yaptırım sağlanması
oldukça zor gözükmektedir. Bu yüzden tanımlardan çok nedenler üzerinde çareler
aranmalıdır. Her ülkenin ulusal çıkar, tehlikenin ve tehdidin boyutları ve bunu algılama
biçimi, kendine özgü tehdit anlayışlarının farklı olması doğaldır. Yani ulusal çıkarlar
söz konusu olduğu zaman elbette ki birçok ülke kendi menfaatleri doğrultusunda
hareket edecektir. Bu yüzden ortak tanım olmamasından doğan şikâyetler bir bakıma
anlamsızdır. Buna bağlı olarak bir diğer faktör, terörizm en ucuz en etkili bir savaş
yöntemi olmasından dolayı birçok istihbarat ve ülke bunu kullanmaktan
54
çekinmeyecektir. Devletler çoğu zaman terörü dış siyasetlerinde kullandıkları için açık
net bir şey söylemezler. Özellikle devletler terörist saldırılara çoğu zaman yine aynı
şekilde misillemede bulundukları için, yapacakları tanımın kendi meşru misillemelerini
de terörizm kategorisine konulacağından açık ve net bir terörizm tanımı yapmaktan
çekinirler.
Bu maddeyle ilintili olarak bir misal vermek gerekirse, örneğin, bombalı mektup
gönderme, Danimarka ve İrlanda’da bir yıl, Birleşik Krallık, İzlanda ve Avusturya’da
ömür boyu hapse tâbidir. Bu örnek AB oluşumunda bile bu suçun ortak bir cezası,
yaptırımı veya düzenlemesi (George & Watson, 2002: 191-192) olmadığını
göstermektedir. Kaldı ki tüm dünya sathına yayıldığı düşünülürse, meselenin zorluğu
buradan anlaşılacaktır. Buradan çıkan bir başka sonuç ise, suç ve cezanın kültürden
kültüre, coğrafyaya, topluma ve siyasi sisteme bağlı değişken bir olgu olduğudur.
2.2.6. Terörizm Türleri Genelde bu konuda çalışanlar siyasal olan ve olmayan terörizmden bahsederler.
Terör eylemlerine bakarak terörizm sınıflandırmasını yapmak Amerikalı yazarlar
arasında oldukça yaygındır (Çınar, 1997: 233). Bununla birlikte; a) Eylemlerde
kullanılan silah ve benzeri maddelere göre olan (Kimyasal, Biyolojik ve Nükleer Terör
gibi) sınıflandırmalar. b) İdeolojilerin belirleyici olduğu (Marksist, Faşist Terör gibi)
sınıflandırmalar. c) Etnik kökene ya da inançlara göre yapılan sınıflandırmalar. d) Terör
örgütlerini (PKK, IRA, ETA gibi) öne çıkararak yapılan sınıflandırmalar (Çınar, 1997:
234) bulunmaktadır. Bütün bunların yanında terörizmin bu gün uygulanan her çeşidi
bulunmaktadır.
Cirhinlioğlu’nun (2004: 127-129) sınıflandırması ise şöyledir. a) Bireysel
terörizm, b) Grup terörizmi, c) Devlet terörizmi, d) Devrimci terörizm, e) Siyasi
terörizm, f) Suç temelli terörizm, g) Uyuşturucu terörizmi, h) Anayasal terörizm, k)
Uluslar arası terörizm ve devlet desteğine sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde bir
ayrıma tâbi tutmuştur. İkbal Ahmed ise terörizmi beşe ayırmaktadır. a) Devlet
terörizmi, b) Dini terörizm, c) Mafya, yani suç örgütlerinin terörizmi, d) Müstakil
grupların siyasi terörizmi, e) Patalojik vakalar (Ahmed, 2002: 218).
Keleş ve Ünsal’a (2005: 93-95) göre ise, a) Devlet Terörü (Şah dönemi İran
gibi). b) Devlete Karşı Terör: Bunlarda, a) Siyasal sistemi yıkmaya yönelik terör, b)
55
Ayrılıkçı akımlar ve terör, c) Öç alma amacıyla terör, d) İlginç beraberlikler (uluslar
arası terör) olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Albayrak, İslam Hukukuna dayanarak verdiği sınıflandırmada siyasal terör ve
sosyal terör kavramları üzerinde durmaktadır. Ona göre bu ayrımın temel farkı halk
desteği kriteridir. İslam hukuku isyan sırasında işlenen suçları “tam ve bağlı siyasal suç”
olarak değerlendirmiş, halk desteğine sahip olmayan eylemleri sosyal terör veya sosyal
suç, tabandan destek bulan isyanlara siyasal terör veya siyasal suç demiştir. Bu
çerçevede tabandan destek bulamayan hareketlerde siyasal bir amacın olamayacağı
kabul edilmiştir (Albayrak, 1997: 116).
Uygulanma alanlarına göre (yerli veya iç terör, uluslar arası terör gibi) ayırım
yapanlar da bulunmaktadır (Çeşme, 2005: 37). Diğer yandan yayıldıkları alan itibariyle
de sınıflandırmalar mevcuttur. Bunlar bölgesel veya ulus içi olabileceği gibi uluslar
arasıda olabilmektedir. Gelişen teknolojik ve iletişim ile bu örgütlerin birbirleriyle
ilişkisi eskiye nazaran daha bir artmıştır. Küreselleşme ile bu gün birçok terör örgütü
uluslar arası bir çapta ortaya çıkmaktadır (Denker, 1997: 8; Şehirli, 2000: 97; Çınar,
1997: 234). Bir diğer sınıflandırma ise toplum üzerindeki yıkıcı etkilerinden dolayı
günlük dilde ve daha çok basın mensupları tarafından kullanılan Gıda Terörü, Trafik
Terörü, Ekolojik Terör, Ekonomik Terör gibi ve nerdeyse her kötü gidişatı terör olarak
addeden anlayış vardır.
Uluslar arası terörizm, birden fazla ülke toprağına ve yurttaşlarına yönelik
terörizmdir (Cirhinlioğlu, 2004: 27). Örneğin, 1972 de Japon Kızıl Ordu mensuplarının,
Filistin Kurtuluş Hareketi lehine İsrail havaalanında giriştikleri operasyonda 27 kişi
ölmüştür (Demirel, 2002: 28). Bu ve buna benzer birçok örgütün, bugün uluslar arası
bağı az çok su yüzüne çıkmıştır. Uluslar arası arenada örgütler birbirleriyle az çok
işbirliği içerisindedir. Nevarki 11 Eylül saldırılarına kadar terör uluslar arası iken bu
saldırılardan sonra kavramsal değişikliğe uğrayarak küresel terörizm adını almıştır
(Cirhinlioğlu, 2004: 89-124). Bu konjöktür içerisinde küreselleşen dünyada terör uluslar
arası değil küresel olmalıydı. Nitekim ABD öncülüğünde küresel terörizm
adlandırılması konulup ardından bu belirsiz düşmana savaş açılmıştır. Bu kavramın
içeriği nelerden oluştuğuna dikkat etmeden uluslar arası arenada ve bizlerde hemen
kabul görmüştür.
Uluslar arası terörizm, a) Yabancılara veya yabancılara ait hedeflere
yöneltilmesi (turistlerin veya diplomatların kaçırılması gibi). b) Hükümetler veya bir
devletten fazla devletlerin beslediği, desteklediği unsurlarca yapılmasıdır. c) Bir yabancı
56
hükümetin veya uluslar arası örgütlerin siyasetlerini etkilemek için yapılırsa uluslar
arası nitelik kazanır. Uluslar arası terörizme ulus aşırı terörizm de denmektedir.
Şimdilerde ise küresel terörizm denmektedir (Altuğ, 1995: 23; Şen, 1993: 251). Uluslar
arası terörizmin siyasal, ekonomik, etnik, dini boyutlarının biri veya birkaçı vardır.
Bununla beraber, uluslar arası terörizmin, bir bakıma uluslar arası ilişkilerde etkinliği
sağlamak için kullanıldığı ve bu nedenle de yaygınlaştığını ileri sürenler vardır (Çınar,
1997: 241). Bütün bu yukarıda tasnifleri yapılan terör türlerinin hemen hemen hepsi
uluslar arası düzeyde de yankı bulmakta ve gelişmiş bilgi ve teknolojiyle
küreselleşmektedir. Bu yüzden biz bu çalışmamızda uluslar arası terörizm diye başlık
atmaya gerek duymadık.
Bireye ait terörizme ajite terörizm (kışkıştıcı terörizm) olarak, devlet terörizmi
ise zor kullanma (enforcement terörizm) olarak adlandırılır ve ajite terörizme göre daha
sistematiktir (Cirhinlioğlu, 2004: 127). Buradan hareketle bugüne kadar terörün
uygulanışında iki temel husus ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri aşağıdan terörizm
dediğimiz etnik kökenlerden, ideolojilerden, dinlerden, grup veya bireylerden
kaynaklanan terör hareketleridir. Yani devlet destekli olmayan terörizm biçimidir ve
genelde hedef rejimler, sistemler, devletler ve ideolojilerdir. Bu alt edilebilir bir durum
olup kontrol altına alınabilir. İkincisi yukarıdan terörizm dediğimiz devlet terörizmidir.
Devletin kendi halkına veya başka halklara direkt veya dolaylı olarak uyguladığı
sistematik dehşette denebilir. İşte bunu alt etmek zordur çünkü bu komple rejimin
ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Kimileri buna yasal terörizm de demektedir.
Bütün bu yukarıda sayılan terörizmin çeşitlerinin toplumdaki görünümleri iç içe
de olabilmektedir. Hem etnik hem dini veya hem etnik hem de ideolojik olabilmektedir.
Biz buradan hareketle terörizmi belirtilen amaçlara göre 6’ya ayırabiliriz.
57
2.2.6.1. Dinsel Terör Dinin doğrudan doğruya, terörizme kaynaklık etmediğini alenen bilmekteyiz. Bu
yüzden dinsel terör kavramına ve kavramlaştırmasına şiddetle karşı çıktığımızı
belirtelim. Ancak günlük konuşma dilinde ve akademik dilde yanlış da olsa yerleşmiş
olan dinsel terör kavramını istemesek bile, olgunun anlaşılması yönünde kullanmak
durumunda kalmaktayız.
Tarihe bakacak olursak teröristlerin çeşitli dinlere mensup veya dinsiz
olabildiklerini görürüz. Bir terörist işlediği cinayetini dini sebeplere bağlayacak olursa,
siyasi emelleri için dini kötüye kullanıyor demektir. Bu bakımdan İslami terörizm
deyimini kullanırken, siyasi amaçlarla dini kötüye kullanıp şiddete başvuranları
kastetmek daha doğrudur (Mango, 2005: 83). Sık sık belirttiğimiz gibi terörün giysisi
etnik, ideolojik olabileceği gibi dinsel de olabilmektedir. Çıkarlarına hizmet ettiği
sürece din her kesimin istismarına açıktır. (Yeşil kuşak projesi, Radikal İslam’a karşı
ılımlı İslam’ın desteklenmesi, Türk Hizbullah’ı, güç ve para peşinde koşan sahte şeyler,
oy peşinde koşan siyasetçiler, hatta bir dilencinin üç kuruş para koparabilmesi için
yaptığı dua gibi).
Bu bağlamda Ferhan Ercan dinsel şiddeti ikiye ayırmaktadır. Biri yönetimlerin
kullandığı dinsel terördür ki çoğu zaman dinler; bazı kişi, grup, devlet ya da devletlerin
çıkarlarını savunmada veya yeni çıkarlar elde etmede ortaya çıkarılan çatışmalara
giydirilen, etnik, dinsel veya ulusal giysilerdir. Yani din kisvesi altında ekonomik ve
siyasal savaşlardır. Bunun en tipik örneği Haçlı Seferleridir. Bu seferin birden fazla
amacı olmasına karşın kutsal yerler için yapılan bir din savaşı olarak sunulmuştur.
Görünüm itibariyle dinler arası çatışmalardan doğan terördür. Örneğin, SSCB’ye karşı
ABD destekli yetiştirilen Talibanlar gibi (Ercan, 1997: 49, 53, 61, 64; Tarhan, 2003: 88;
Gündüz, 2002: 42, 57). Bir diğeri ise dinsel yönetimlerin uyguladığı terördür. Uluslar
arası hukuku hiçe sayarak vatandaşlarına ve rejim muhaliflerine gösterilen
müsamahasızlıkları, insan hakları ihlalleri bu kategoriye alınabilir. Öte yandan mezhep
faklılıklarından doğan ve farklı dinsel yorumlara sahip grupların birbirlerine karşı
uyguladıkları şiddet hareketleri (Ercan, 1997: 59) ise tarihte az olmayacak kadar çoktur.
Ortaçağda engizisyon mahkemeleri, Haricilerin katliamları, Türk Hizbullah’ının vahşet
uygulamaları, Iraktaki ve İrlanda’daki mezhep çatışmaları gibi.
Ülkemiz açısından din genellikle ikili bir rol oynar. En az gelişmiş olan
bölgelerde, hakim toplumsal ya da ekonomik grupların çıkarlarını korumaya (statüko
58
karşısındaki destek) yarar. Daha gelişmiş bölgelerde ise hızlı gelişmeden olumsuz
etkilenmiş bireyler ya da gruplar için protesto hareketi işlevi (protestonun dinsel
tezahürü) görür (Tapper, 1993: 17). Bu çerçevede son dönem dinsel terör, yoğun göç ve
yoksulluk ile beslendiği aynı zamanda küreselleşen dünyadaki hızlı değişim karşısında
kimlik krizine giren bireylerin kendilerince çıkış yolu aramalarında yatmaktadır. Zira bu
anlamda din bir koruma kalkanı vazifesi sağlamaktadır (Ercan, 1997: 123). Nitekim
artık modası geçmiş aşırı Marksizm, ayrılıkçı milliyetçilik ve din terörizmi genelde aynı
sosyal çevrede, ülkenin az gelişmiş bölgelerinde veya bu kesimlerden göçenlerin
arasında gelişmiştir (Mango, 2005: 86).
Köktendincilik, 1920’lerde ABD Hıristiyanları kendilerini tanımlamak için
kullandıkları terim olarak ortaya çıkmıştır. Şurası kesindir ki, pratikte her inanç
sisteminde (Hıristiyanlık, Musevilik, Müslümanlık, Hinduizm, Sihlik, Budizm ve
Konfüçyüsçülük) köktendinci guruplar vardır (Volkan 2005: 168). Kuşkusuz diğer
köktendincilikler gibi İslami köktendincilik de şiddete başvurulmasını asla gerektirmez.
Ciddi bir gözlemci, bir gurubun İslam dünyasının tek ve otantik sesi olduğu yolundaki
savları daha ilk bakışta reddedecektir (Mango, 2005: 208; Esposito, 2003: 158). Buna
rağmen Amerika ve Batı tarafından, gerçekten de “köktendinciyi”, “Müslüman”
sözcüğünün alışılmış bir tamamlayıcısı olarak değerlendirme ve her ikisini de terörist
eylemlerle ilişkilendirme yönünde bir eğilim geliştirmiştir (Volkan, 2005: 167). Bu
çerçevede İslam, sokaktaki adamın zihninde soyut ve aşağılayıcı bir kavram olarak,
kötü ile eşdeğer bir hale getirilmiştir (Volkan, 2005: 249).
Hoffman’dan nakleden Cirhinlioğlu’na göre “din temelli terör yapan gruplar laik
terör guruplarından daha tehlikelidir, çünkü şiddeti ilahi bir görev olarak
düşünmektedirler”. Dinsel terörizm sadece Ortadoğu’daki İslamcı gruplarla sınırlı
değildir, aynı zamanda Amerikalı beyaz aşırı Hıristiyanlar arasında ve Hindistan’daki
radikal Sih’ler arasında da yaygındır (Cirhinlioğlu, 2004: 170-171). Bu çerçevede dinsel
terörizmi laik terörizmden ayıran şey, her şeyden önce dinsel olanın şiddeti bir çeşit
ayin, tanrısal bir görev gibi görmesidir (Karlsson, 2005: 180). Bu çerçevede dinden
esinlenen terör eylemlerini diğer terör eylemlerinden ayıran en başat özellik belki de
eylemcilerine diğer hiçbir ideolojinin veremeyeceği kadar güçlü bir inançtan
kaynaklanan eylemlerdeki kararlılık ve azimdir (Cirhinlioğlu, 2004: 168).
Fransız ihtilalinde, hürriyet, kardeşlik, eşitlik adı altında yapılan katliamlar gibi
haricilerin de hüküm ancak Allahındır, zalimlerden beri olma adına Müslümanlara
yapmadıkları zulüm kalmamıştır (Ebu Zehra, 1983: 73). Esasen tarihteki en çetin
59
katliamlar genellikle hep ezilenler adına yapılmamış mıdır? Nitekim insanlık, insan
sevgisi, hürriyet, adalet, eşitlik, özgürlük, ezilenlerin kurtuluşu veya vatan, millet, din
gibi güzel sloganların altında en vahşi zulümlerin, işkencelerin, cinayetlerin, terör ve
savaşını görmedi mi? (Akyol, 2005: 30). Şu halde din, yapılan eyleme meşruluk verme
veya iyi bir kamufle (gizlenme) aracıdır. Bu çerçevede terör kutsal olanı sadece bir
paravan olarak kullanmaktadır. Terörist bir gurup sırf Müslüman veya sırf Hıristiyan
diye o dini tümden yıkıp kötülemenin bir manası yoktur. Yine insan içindeki şiddet, her
devrin konjoktörüne göre şekillenmekte ve öylece dışarıya çıkmakta, ona göre şekil
almaktadır. Örneğin, devir ekonomiyi veya ideolojiyi popüler kılsaydı terör örgütlerinin
birçoğu bu görünümde çıkardı.
İlber Ortaylı’dan nakleden Çitlioğluna göre “hiç kimse terörü bir dine,
coğrafyaya, bir etnik grubun özellikleriyle bağlayarak açıklamasın. Bunlar metafiziktir”
(Çitlioğlu, 2005: 33). Terörün ırk, din, mezhep, coğrafya ile ilişkisinin bulunmadığı,
koşulların uygunluk taşıdığı ve insan unsurun bulunduğu her yerde yaşanabileceği,
yaygın bir inanç ve kabul edilebilir bir görüşe dönüştüğünde, bu güne kadar terör
konusunda üretilen ve kitlelere empoze edilmesine çalışılan tüm değerler sistemi alt üst
olacaktır. Çünkü bugün küresel anlamda kabul gören inanış, din temelinde İslam’ın, ırk
temelinde Arapların terörizmin başat aktörleri olduğudur. Siyasal nedenler ve çıkarlar
gereği kimi odaklarca beslenen bu önyargının temelsizliği son derece açık olsa da, bu
gün gelinen bu noktada, bu görüşler gerçekliğin önüne geçmiştir (Çitlioğlu, 2005: 35).
2.2.6.2. İdeolojik Terör Bir ideoloji etrafında örgütlenen birden fazla kişinin, şiddet eylemleri temelinde
mevcut siyasal iktidarı ve rejimi hedef alan faaliyetlerdir. Soğuk savaş döneminde güçlü
bir etkiye sahip olan ideolojik (Çeşme, 2005: 35) teröre aşağıdan terörizmde
denmektedir. Belirgin özellikleri siyasal nitelik taşıması, devrimci veya bölücü nitelik
göstermesi veya var olan sistemi değiştirme amacını taşır.
Bu başlığa siyasal terörizm de denebilir. Siyasal nitelikli terör, siyasal sistemin
içinde yaşayanların var olan siyasal sisteme karşı yönelttikleri bir terördür. Siyasal
amacı gerçekleştirmek için yapılan her türlü tedhiş hareketi olan siyasal terörizm aynı
zamanda en etkili psikolojik savaş silahıdır (Hazır, 2001: 62; Çınar, 1997: 235-236).
Aşağıdan terör veya devrimci terörizmi de bu grupta değerlendirebiliriz.
60
Siyasal terör, yani siyasal amaçla bireysel ve toplumsal şiddete başvurulması,
kendilerini dünyaya nizam vermekle görevli görenlerin genellikle başvurdukları
yöntemdir. 20. yüzyılın pek çok diktatörlüğü bu yolla kurulmuş ve yine bu yolla
iktidarlıklarını sürdürmüşlerdir. Bunların içinden ırkçı-milliyetçi rejimler olduğu gibi,
sınıfsal tabanlı ya da din kökenli olanlarda vardır (Kongar, 2002: 79; Cirhinlioğlu,
2004: 160-183).
2.2.6.3. Etnik Terör Belirli bir etnik kimliğe sahip grupların, içinde yaşadıkları ülkenin siyasi yapısı
içerisinde tek unsur olmamaları durumunda, yaşadıkları ülkeden toprak talebiyle birlikte
ayrılıp kendi devletlerini kurmak amacıyla girişilen hareketlerdir (Çeşme, 2005: 29).
Yaşadıkları toprak parçasının üzerinde hak iddia ederek, bütünden bu parçayı ayırıp
bağımsızlaştırmaya çalışmak. Bu Wilson prensipleriyle her millet kendi kaderini tayin
hakkına (self determination) sahiptir öğretisine dayanmaktadır. Etnik terör bir nevi
şiddet yoluyla aidiyettir. ETA, PKK, IRA gibi. Ancak bunlar içinden çıktıkları etnik
gurubun tamamını temsil etmemektedirler (Volkan, 1999: 183).
Etnik terör, genellikle bir etnik gruba mensup kişilerin terör örgütlerinde ya da
eylemlerinde çoğunlukla yer aldıkları terör türüdür. Dolayısıyla etnik nitelikli terör
eylemlerine milliyetçi terör de denmektedir. Ayrıca bu maddeyi devrimci terörizm
içerisinde de değerlendirilebilir (Çınar, 1997: 245). Etnik kökenli terör eylemleri de
kendi kimliklerini göstermek, tükenmediklerini kanıtlamak için şiddeti yöntem olarak
seçebilirler. Bu modelin benimsenmesi sık rastlanan bir olgudur. Kendi etnik gruplarını
silahlı propagandaya ikna etmek için verilmediği düşünülen kültürel hakları argüman
(kanıt-delil) olarak kullanabilirler (Tarhan, 2003: 44).
Günümüzde her etnik grubun devlet kurması zaten oldukça zordur. Gündüz
Aktan’dan aktaran Çitlioğlu’na göre, etnik kökene dayalı bağımsızlık hareketleri, eğer
terörizmin temel nedenleri arasında yer alıyorsa, bunun dünyadaki tüm etnik grupları
kapsayan bir genelleme içinde olması gerekmektedir. Ancak var olan 3000 etnik
gruptan yalnızca % 3’ünün haklarını silah yoluyla arıyor oluşu, yaygın olarak ileri
sürülen bu tezin çok da doğru olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak, etnisitenin
doğrudan bir terör nedeni olmaktan çok bazı özel nedenleri (daha çok dışsal)
bünyesinde bulundurması halinde terörizme yönelebileceğidir (Çitlioğlu, 2005: 246-
247).
61
2.2.6.4. Siber Terör Bilgi çağında ve bilginin üstün olduğu bir dönemde yaşamaktayız. Bu bilgi kimi
zaman insanlığın yararına kullanıldığı gibi zararına da çok rahat bir şekilde
kullanılabilmektedir. Bilginin özellikle de silah olarak, hükmetme ve sömürme aracı
olarak kullanıldığında ise daha korkunç olasılıklar mümkündür.
Bir kişi, örgüt, istihbarat servisi veya devletin sahip olduğu bilgi ve teknoloji
vasıtasıyla hedef sistemleri kontrol veya kısa süreli ele geçirmesi ile ya bu sistemin
imhası ya da sistemin işlevinin felakete göre düzenlenmesi şeklinde olabilir. Diğer terör
türlerinden farklı olarak fiziki güç yerine bilgiyi kullanmasıdır. Örneğin, biri bankayı
silah zoruyla soyarken diğeri internet üzerinden soymakta; bir trene veya uçağa bombalı
saldırı düzenlerken diğeri bu sistemlere girip aynı ölçüde zarar vermektedir. 20. yüzyılın
sonlarına doğan siber terör, ilk olarak Synergy lakaplı bir genç tarafından
kullanıldığında henüz 14 yaşındaydı. Robert Morris ile devam eden bu süreç daha sonra
hackerlere ve istihbarat örgütlerine esin kaynağı olmuş ve bunlar tarafından yaygın
şekilde kullanılmıştır (Bal, 2003: 55-60; Çınar, 1997: 101-145; Daha fazla bilgi için
bkz: www.sanalteror.gen.tr). Siber terörün vereceği zarar bazen silahlı propagandanın
vereceği zarardan fazla olabilmektedir. Siber terörü, devlet gibi güçlü organizasyonlar
tarafından kullanılabildiği gibi çoğu zaman birey veya gruplar tarafından
kullanılmaktadır. Bugün bu gücü istihbarat örgütlerinden hackerlere kadar uzanan geniş
bir yelpazede herkes kullanmaktadır. Sanal ortama yayılan bir virüs veya hacklenen bir
devlet kurumu milyonlarca euro zarar verebilmektedir.
ABD’de yaklaşık 36 istihbarat örgütü vardır ve çoğu birbirinden bağımsızdır.
Geniş istihbarat ve gizli servis ağının tamamı, ABD’ye yılda 20 milyar dolara mal
olmaktadır. Bu istihbarat örgütlerinin en güçlüsü NSA’dır. 21.000 görevlisi, 3,6 milyar
dolar bütçesi ile neredeyse dünyanın birçok yerindeki iletişimini dinlemektedirler.
Mercury uydusu ile denizaltı gemi iletişimini bile dinleyebilen bir teknoloji olan
Echelon (Çimen, 2003; Sever, 2001: 70; Cirhinlioğlu, 2004: 158; Arıboğan, 2005: 104;
bkz: Keefe, 2006), bu elektronik istihbarat ağının adıdır. Sinyal ve görüntü istihbaratı
yapmasının yanı sıra neredeyse tüm haberleşme ağını izler ve dinler. Askeri ve
ekonomik süper güç olan ABD’nin dünya ülkelerinin her türlü sırlarını öğrenmeye
çalıştığı elektronik kulağı olan bu sistem, her türlü iletişimi deşifre etmek, kontrol
etmek ve dinlemek için kullanılır (Tarhan, 2003: 46; Vatandaş, 2005). Devletlerin
kullandıkları uydu dinleme sistemlerinin yanı sıra nükleer ve biyolojik terörden daha
62
fazla zarar verecek elektronik bombalar vardır ki bunlar bütün iletişimi felç edip
insanlığı bir hayli geri götürebilecek niteliktedir (Örgün, 2001: 49-61; Tood & Bloch,
2006).
Öte yandan son zamanlarda özellikle Internet üzerinden istenilen yerin, şehrin,
alanın uydu fotoğraflarını bulunabilmektedir. Her türlü insan, uyuşturucu ve silah
pazarıyla yakından ilişki kurulabilmekte ve hatta her türlü silahın bombanın yapımını bu
yolla rahatlıkla sağlanabilmektedir. Son olarak Rus yetkililer, google adlı arama
motorunun uydudan şehirlerin ve stratejik noktaların resimlerini yayınlamasına (google
earth) tepki duyarak bu sitenin teröristlere yardımcı olduğunu ve onları desteklediklerini
belirtmişlerdir (Milliyet Gazatesi, 3 Eylül 2005).
2.2.6.5. Pasif Terör veya Psikolojik Savaş Psikolojik savaş; klasik anlamdaki savaşın kazanılması veya kaybedilmesinde,
savaştan sonra da üstünlüğün devam etmesinde veya savaşa hazırlık yapılmasında yahut
sorunların çözülmesinde insanların ruh haline etki ederek sonuç almak olarak
tanımlanır. Psikolojik savaşın birinci adımı, hasmını ve kendini iyi tanımaktır. İkinci
adımı ise, baskı ve ikna yöntemlerini ustaca kullanarak karşı tarafı psikolojik çöküntüye
uğratmaktır (Tarhan, 2003: 15-16).
Bilindiği üzere terörizmin kendi amacına ulaşmak için kullandığı unsurlar,
“korkutmak, yıldırmak, sindirmek, panik yaratmak, mevcut rejim ve sisteme güveni yok
etmek, bireyleri ve toplumları doğrularla yanlışlar arasında kararsızlığa iterek yön
duygularının kaybetmesine neden olmak, özelde bireyler genelde toplulukların sağlıklı
düşünme ve karar verme yetilerini erozyona uğratmak, toplumda çözülme yaratarak
önlerine konulan dayatmaları irade dışı kabule zorlamak, bireyler ve toplumları pasif
konuma iterek mücadele güçlerini tüketmek, sorgulama-irdeleme-araştırmaya yönelik
bireysel ve toplumsal zihinsel faaliyetleri bloke etmek, teslimiyetçi bir toplum
yaratmak” olarak özetlenebilir (Çitlioğlu, 2005: 67). Bu amaçlara ulaşmak için
başvurulan yöntemler ise, “baskı, dayatma, zorlama ve zorbalık, kaba kuvvet, tehdit,
şantaj, gasp, cinayet, yaralama, toplu kıyım, rehin alma, bombalama, kaçırma” gibi
içinde psikolojik şiddetten fiili şiddete uzanan geniş bir yelpaze içinde tarif edilebilir.
Bütün bunlar göz önüne alındığında terörizmin varmak istediği sonucun psikolojik
ağırlıklı olduğu ortaya çıkar. İşte bu psikolojik savaş türüdür ve medya propaganda
yoluyla halkın direncini kırma yönüyle bunun en büyük destekçisidir. Psikolojik savaşın
63
bir diğer adı ise pasif terördür Terörizmin varmak istediği sonucun psikolojik
ağırlıklıdır ve medyanın propaganda yoluyla halkın direncini kırma yönüyle bunun en
büyük destekçisi olduğu bilinmektedir. Psikolojik savaşın bir diğer adı ise pasif terördür
(Çitlioğlu, 2005: 68; Baştürk, 2005: 105-121). Şiddetin aktif kullanımı dışında içerisinde
her türlü eylemi barındırır. Örneğin, ABD’nin İran’ın nükleer silah çalışmalarını
gerekçe göstererek bu ülkeye askeri yaptırım uygulanacağı en üst düzeyde yetkililerin
(Bush, Cheney, Rice) açıklıyor oluşu, İran ve Kore halkı üzerinde fiili şiddet hariç her
türlü psikolojik savaşın yürütüldüğünü (Çitlioğlu, 2005: 68) göstermektedir. Kısaca,
içinde şiddet olgusu barındırmayan ama gerekirse şiddet kullanımını öngören ve şiddet
eylemlerine yardımcı olunabileceği satır aralarına gizlenerek yapılan açık bir kışkırtma,
sonuçları itibariyle pasif terör tanımına uygun düşen söylemdir (Çitlioğlu, 2005: 70).
Chomsky’nin ilerleyen konularda izah edilecek olan propagandacı yaklaşımın
bir ürünü olarak medya da bugün psikolojik savaşın en önemli aracıdır. Bu yaklaşım
tarzı batılı sanayi demokrasilerindeki medya ile bilim çevrelerinde büyük oranda kabul
görmüştür (Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 7). Bu amaçla da Batı,
terörün sorumluluğunu elinde bulundurduğu enformasyon araçlarıyla, terörü
kurbanlarının üzerine yıkma konusunda oldukça başarılı olmuştur (Chomsky & Herman
& Gerry & George, 1999: 55). Enformasyon araçlarının ve özellikle de medyanın bu
savaştaki rolü oldukça etkilidir. Nitekim ABD’nin Irak’ı işgal edeceği ve ettiği zaman
elinde bulundurduğu basın-yayın gruplarıyla bu silahı çok etkili olarak kullanmıştır.
Dolayısıyla propagandanın insanlar üzerindeki gücü küçümsenmemelidir. Bu
çerçevede enformasyon araçları ve medya bugün psikolojik savaşın en önemli
silahlarıdır (Chomsky, 2002: 209-273; Arıboğan, 2005: 97-116). 1991’de çöl fırtınası
operasyonu öncesi petrole bulanmış karabatak görüntüsü CNN’de sürekli yayınlandı.
Bu ve buna benzer birçok propaganda* ile dünya halkları Müttefiklerin haklılığına
inandırıldı. Sonradan bunun Fransa’da tanker kazası ile petrole bulanmış karabatak
olduğu anlaşıldı (Tarhan, 2003: 12; Fisk, 2001b: 347-349). Aynı şekilde 2003’te Irak’ı
* Propaganda: Bir topluluğun düşüncelerini, duygularını, davranışlarını, tavır ve hareketlerini etki altında tutmak ve onları değiştirmek amacıyla yayınlanan bilgi, belge, doktrin ve görüşlerdir. (Tarhan, 2003: 36; Baştürk, 2005: 110). Psikolojik Savaşın Stratejik Amaçları: 1. Düşmanın siyasi, ekonomik, sosyal ve moral bakımdan zayıflığı istismar edilerek onun savaş gücünü zayıflatmak. 2. Kurtarılan veya karışıklık çıkan bölgeleri teşkilatlandırıp kontrolü kolaylaştırmak. 3. Düşmanın yenilgisini sağlamak için, düşünce, heyecan, eğilim ve davranışlar üzerinde ısrarlı etkiler yaparak; direniş ve savaş azmini kırmak, moralini bozarak manevi çöküntüye uğratmak ve korku duygusu uyandırarak cesaretlerini kırmak (Tarhan, 2003: 23). Psikolojik Savaşın Taktik Hedefleri: 1. Toplumda itaat duygusunu arttırmak. 2. Uluslar arası kamuoyunu yanıltmak. 3. Halkla yönetimin arasını açmak. 4. Komutanları ve idarecileri yanıltmak. 5. Kültür değişimini sağlamak (Tarhan, 2003: 24).
64
işgal eden ABD ve İngiliz birliklerinin sınır kasabası olan Ummu Kasr’ı ele
geçirdiklerini bildirdiler. CNN ve FOX televizyonları gibi güdümlü yayın yaparak tüm
dünyaya bu haberi geçtiler. Ancak El-Cezire televizyonu olay yerinden canlı bağlantılar
yaparak bu bölgenin düşmediğini tüm dünyaya göstermiştir. Bu durum 14 gün boyunca
ele geçirdik, hayır geçirmediler şeklinde devam etmiştir. Bu açıdan bakıldığında bu
savaşın bir nevi enformasyon savaşlarına dönüştüğünü izledik (Irak enformasyon bakanı
Es-Sahaf’ın açıklamaları ile Beyaz Saray sözcülerinin açıklamaları bize bunun en güzel
örneğini sunmaktadır).
Batı medyasının savaşları nakledişi genelde bunaltıcı derecede bilindik çizgiler
taşır. Birinci aşama kriz, ikinci aşama düşman liderinin canavarlaştırılması, üçüncü
aşama düşmanın bireyler düzeyinde canavarlaştırılması (onlar şeytan biz ilahi, onlar
kötü biz iyi, tanrı adına gibi), dördüncü aşama zulüm ve gaddarlık hikâyeleri
(Knightley, 2001: 350). Düşmanın şeytan olarak tanımlanması, karşı tarafın ne denli
kötü ve zararlı olduğunu gösterdiği gibi, onunla mücadele edenlerin ne kadar kutsal bir
dava güttüğünü ve haklılığını da vurgulamaktadır (Arıboğan, 2005: 71, 126). Bu tür
durumlarda karşısındakini insanlıktan çıkarıp metalaştırmak ve hatta günah keçisi ilan
etmek vardır. “Onlar şeytan biz melek bütün kötülükleri onlardan biz iyiyiz” tarzı
ifadelerle kamuoyunu amaçları doğrultusunda yönlendirmek ve yaptıkları işlerin meşru
ve haklı olduğuna inandırma sürecinde geçen bazı ifadelerdir.
2.2.6.6. Devlet Terörü Devlet tarafından insanlarına yapılan sindirme hareketi veya başka halklara karşı
girişilen sindirme hareketleri olarak tanımlanır. Devletin mevcut siyasi rejimi koruma
amacıyla vatandaşlarına karşı, kendi koyduğu hukuk kurallarının dışına taşarak
sindirme, işkence, korkutma, kötü muamele, faili meçhul cinayetler, muhalifleri ortadan
kaybetme gibi eylemler bulunmasına devlet terörü denmektedir (Çeşme, 2005: 31).
Devlet terörü ilk kurulu sistematik devletin varlığından beri az veya çok devam
edegelen bir süreç olduğu söylenebilir. Ancak terim olarak ilk kez Fransız devrimiyle
ortaya çıkmış, dönemin devlet yönetimini kasteder.
Devlet en güçlü şiddet araçlarını elinde bulundurma tekeline sahip olduğu gibi
bunu kullanma tasarrufuna da sahiptir (Arendt, 1998: 194). Dolayısıyla devletin
yapacağı hukuksuzluk, adaletsizliğin veya bir yanlışın devasa boyutta olacağını açıkça
göstermektedir. Diğer terör türlerinin yanında bedeli en ağır olan devlet terörüdür
65
(Ahmed, 2002: 219). Bu çerçevede şunu ifade edebiliriz. Devlet terörü iki farklı şekilde
uygulanabilmektedir. İlki, kendi halkını sindirmek için diğeri ise kendi sınırları dışında
politik bir araç olarak terörü kullanma, dış politikada söz sahibi olma gibi nedenlerdir.
Combs’tan nakleden Cirhinlioğlu’na göre bazı devletlerin bir strateji olarak
teröre başvurmalarının sebebi maddi ve siyasi açıdan düşük maliyet, yine maddi ve
siyasi açıdan yüksek getiri ve düşük risk taşımasıdır (Cirhinlioğlu, 2004: 153). Öte
taraftan uluslar arası arenada kolay ispat edilemediği gibi dış politika aracı olarak da
örtülü terörizm sıklıkla kullanılmaktadır. Bu meyanda terörizm, ilan edilmemiş savaş
aracıdır (Cirhinlioğlu, 2004: 147).
Kısaca devletin rejimi korumak ya da otoriter yapısının devamı için terörü bir
araç olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Bu çerçevede devlet destekli terörizm,
örtülü veya açık destek şeklinde olabilir. Örtülü olanlara en güzel örnek bir çok NATO
ülkesinde varlığı ortaya çıkarılan “gladio” ve içerde ve dışarıda yetiştirilen “kontralar”
verilebilir (Çınar, 1997: 243-244; Aytaç, 1997).
Aşağıda devlet terörünün devasa boyutlarını görmek için birkaç örnek vereceğiz.
Örneğin diktatör Mao’nun yönetimindeki Çin’in Doğu Türkistan üzerindeki asimile
politikaları; Sırpları sivil Bosna halkına yönelik uygulamaları ve Kosova’daki
katliamları; Saddam Hüseyin dönemindeki Irak; Suriye’de rejim muhalifleri oldukları
gerekçesiyle Hama’da 20 bin kişinin öldürülmesi; Stalin dönemi Rusya’da yaklaşık 40
milyon insanın yok edilmesi; Nazi Almanya’sının Yahudi soykırımı; İsrail’in Filistin
üzerindeki katliamları; Pol Pot yönetimindeki Kamboçya’daki katliamlar;
Afganistan’daki Taliban yönetiminin Afgan halkına yaptığı baskılar (Çeşme, 2005: 32-
34; Demirel, 2002: 31; Keane, 1998: 125). Bu çerçevede İngilizlerin bir dönem
Hindistan ve diğer sömürgelerinde, Fransızların Cezayir’de giriştikleri insanlık dışı
şiddet ile konuyu uzatabiliriz. ABD’nin Guatemalada 1950 den sonraki 40 yıl içinde
100 binden fazla Guatemala’lıyı ABD destekli kontralar katletmiştir (Emre, 2004: 553-
552; Gökdemir, 2005: 20; Turhan, 1999). 11 Eylül 1973’te Şili de demokratik yollarla
başa geçen Allende, CIA aracılığıyla devirdiği (Harvey, 2004: 8), bu çerçevede dost
hükümetlerin kurulması ya da bekasını sağlamak için askeri gücüne, örtülü
operasyonlara ve her türlü ekonomik baskıya başvurulduğu bilinmektedir. Bu amaçla,
demokratik yollarla seçilmiş hükümetlerin devrilmesini desteklemeye ve ABD
çıkarlarına muhalif olduğu düşünülenleri doğrudan ya da dolaylı taktiklerle yerinden
etmeye her zaman hazırdı. Nitekim İran, Guatemala, Brezilya, Kongo, Dominik
66
Cumhuriyeti, Endonezya, Şili ve başka yerlerde bu taktiklere başvurulmuştur
(Grossman, 2001: 230-238; Harvey, 2004: 46; Galeano, 2001: 282)
İspanyol ve Portekiz kâşiflerin ortaçağlarda giriştikleri toplu kıyımlar, zor ve
zorbalığa dayalı Hıristiyanlaştırma çabalarından tutunda sanayileşme sonrası Fransa’nın
Cezayir’de, İngiltere’nin Hindistan ve Ortadoğu’da neredeyse işlemedikleri insanlık
suçu kalmamış gibiydi (Çitlioğlu, 2005: 25; Laquer, 2002a: 57).
Nikaragua’ya karşı kullanılan ve aleni olarak ABD tarafından desteklenen
Sandinista gerillaları ve bunların vahşet dolu yıkımlarından dolayı 1986 yılında,
Nikaragua ABD’yi uluslar arası mahkemeye verdi. Beklenildiği gibi Regan hükümeti
bu mahkemeyi tanımadı. Mahkeme sonuç olarak 12’ye karşı üç oyla şu kararı almıştır.
“ABD, yürürlükteki uluslar arası hukuka göre, hiç bir devletin diğer bir devletin iç
işlerine karışamayacağı yolunda ki bağlayıcı hükmüne karşın, Nikaragua’daki devlet
güçlerine karşı gelen militer ve paramiliter güçleri destekleyerek, cesaretlendirerek
eğitim vermek, teçhizat ve iaşe sağlayarak, maddi yardımlarda bulunarak Nikaragua
cumhuriyetine karşı eylemlerde bulunmuştur” (Cirhinlioğlu, 2004: 147; Demirel, 2002:
30). Başkan Bill Clinton kendinden önceki hükümetlerin yaptıklarından dolayı Orta
Amerika ülkelerinden özür diledikten sonra işin vahameti daha bir anlaşılır olmuştur
(Cirhinlioğlu, 148). Clinton sonrası Bush döneminde ise artık bu işi dolaylı yapmaktan
çok, Afganistan ve Irakta olduğu gibi bir takım müttefiklerde kullanarak direkt
yapmaktadır.
BM Kalkınma programının 2002 yılı için yayımlanan İnsani Kalkınma
Raporunda, 20. yüzyılda kendi hükümetleri tarafından katledilen sivil insan sayısı 169
milyondur. Bunların 138 milyonu totaliter, 29 milyonu otoriter, 2 milyonu ise
demokratik yönetimler tarafından gerçekleştirilmiştir (Arıboğan, 2005: 147).
BM raporlarına itibar edilecek olursa, Irak ambargosunun yol açtığı kötü
beslenme, tıbbi malzeme ve ilaç yokluğu Irakta 567 bin çocuğun ölümüne neden
olmuştur ki bu 1995 yılı rakamıdır. Aynı kurumun raporlarına göre ayda 4500 çocuk
ölmektedir. Sudan bombalandığında bir ilaç fabrikası özellikle hedef seçilmiştir, Libya
bombalanmasında 17500 sivil ölmüştür (Civelek, 2001b: 11; Chomsky, 2001c: 24). Bu
çerçevede diğer halklara uygulanan çifte standartlar bu konuda öne çıkan önemli bir
husustur. Bu bağlamda Robert Fisk (2001f: 125), “Filistin’de 1996’da 60 Yahudi
öldürülünce bütün dünya yedi gün toplanıp bu eylemi kınıyor (aynı şekilde 11 Eylülü
de), ama öte yandan BM yaptırımlarından ölen 600 bin ıraklı çocuk aynı ilgiye mazhar
olamıyor. Bu çocukları öldürmek İslam’a yönelik haçlı seferidir” demektedir. Nitekim
67
1982 de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde 17 500 kişi katledildi onlar için mum yakılmadı,
olay kınanmadı (Fisk, 2001g: 158). Sorulması gereken neden birkaç masum kişi diğer
binlerce masumdan daha önemli olsun (Fisk, 2001d: 211) sorusudur.
Halkı aşağılamak, devlet ya da özel terörün ortak paydalarındandır. Hepsi insan
hayatını hiçe saymak noktasında buluşuyor (Galeno, 2001: 282). Bizim bu madde ki
amacımız herhangi bir ülke ya da dinin karşılaştırmasını yapmak değildir. Üzerinde
ısrarla belirtmek istediğimiz şey, hangi dinden ırktan olursa olsun insan hayatının o
kadar da ucuz olmaması gerektiğidir.
2.2.7. Terör ve Teröristin Çift Anlamlılığı veya Kavramların Çarpık Kullanımı
Çoğu zaman anlaşılan terörün yalnızca asiler, teröristler ve bizden olmayan
herkes için kullanılmasını sağlamaya yarayan anlambilimsel aygıt olarak misilleme ve
karşı terör kavramları sıklıkla kullanılır. Bu bağlamda ABD, İsrail ve Batı yalnızca
misilleme yaparlar ve karşı teröre başvururlar. Kurbanlarıyla diğer düşmanlar ise terör
uygularlar. Bu anlamda Batılılar kendilerine yönelen şiddete yalnızca karşılık verirler
(Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 71, 123; Cangızbay, 2003: 124).
Misilleme adı altında aynı terörist taktik kullanılmakta, hele birde devlet eliyle
olduğunda sivil kayıplar katliam derecesi ulaşmaktadır. Aynı şekilde son Irak ve
Afganistan işgalinde sivil kayıplar askeri kayıpları oldukça fazla aşmıştır. Kanaatimizce
bir savaşta sivil kayıplar göze alınabilir bir durumdur. Ancak önemli olan sivil
kayıpları asgari düzeyde tutabilmektir. Yok, eğer sivil kayıp askeri kaybı katbekat aşmış
ise bunun adı savaş değil de soykırım, katliam veya terör olmaktan öteye gitmemektedir.
Bu çerçevede misilleme, yapılan saldırılara meşruiyet sağlamak için kullanılan
bir kavramdır. Terörizmle misilleme kavramları, anın gereklerine çok iyi uyarlanan
esnek araçlardır (Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 45). Bu tarz ile
misilleme kavramı yararlı bir ideolojik savaş aracıdır. Karşılıklı şiddete dayalı bir döngü
boyunca, taraflar kendi edimlerini, karşı tarafın uyguladığı teröre misilleme olarak
görürler (Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 43; Dursunoğlu, 2005: 266).
Ortadoğu’daki İsrail Arap çatışması bu konuda bizlere oldukça fazla örnek sunmaktadır.
Batı, yalnızca diğer insanların zor kullanmasına karşılık vermektedir. Her
nedense ortaya çıkan sivil kayıp yalnızca üzüntü verici olarak addedilir (Chomsky &
Herman & Gerry & George, 1999: 56). Irak işgali öncesinde uygulanan ambargo
sayesinde bir ayda sadece binlerce çocuk (işgalden sonra değişen bir şey olmadı)
68
ölmekteydi. 1996 yılında Madeleine Albright, ABD Dışişleri bakanıyken ulusal
televizyonda kendisine, Amerikanın uyguladığı ekonomik ambargo nedeniyle ölen 500
000 ıraklı çocuğun konusunda ne hissettiğini soruldu. Bakan bu soruya karşılık, bunun
çok güç bir seçim olduğunu söylemiş, ama tümden bakıldığında buna değer diye
düşünüyoruz demiştir. O günden bugüne, özellikle işgal ile bu ölümler daha da artmıştır
(Roy, 2001a: 70). Şu halde Bush ve Blaire göre, terörizmle (!) savaşmak uğruna
ülkelere saldırılması, masumların ölmesi, kıtlık baş göstermesi ve uluslar arası hukuk
hiçe sayılabilir (Pilger, 2001a: 79).
Hemen hemen birçok yönetim, ister terörist olsun isterse de terörist eylemlere
maruz kalan hükümetler olsun, kendi şiddet eylemlerinin saldırganlıkla ilişkisini
bozarken, karşı tarafın eylemini saldırgan ve insanlık dışı olarak gösterme çabasındadır.
Filistin İsrail çatışmalarında, Filistinli bir eylemcinin intihar saldırısının görüntüleri
medya ve egemen siyasi güç tarafından tüm ayrıntılarıyla, kurbanların parçalanmış
görüntüleri, yakınlarını yitirenlerin üzüntü ve feryatları dakikalarca gösterilmektedir.
Ancak saldırı yurtseverlik, özgürleştirme, insani yardım, barış ve demokrasi adına
yapılıyorsa, Körfez savaşında olduğu gibi, sadece bilgisayarlarla biçimlendirilmiş uydu
görüntüleri verilmektedir (Candansayar, 2002: 406). Son yirmi otuz yılda birincil
terörün ana kaynağını olmasına rağmen Batı, terörün sorumluluğunu terör kurbanlarının
üzerine yıkmakta oldukça başarılı olmuştur. Başvurulan en etkili yol ise kitle iletişim
araçlarıdır. Diğeri ise misilleme kavramının ikili kullanımıdır (Chomsky & Herman &
Gerry & George, 1999: 55).
Şu halde Batı, kendi eylemlerini ve suçlarını örtmek için terörizm endüstrisinin
hizmetlerine çok fazla gereksinim duymuştur (Chomsky & Herman & Gerry & George,
1999: 52). Batının terörizm endüstrisinin ve basının neden devlet terörünü es geçip
dağınık terörün üzerinde durmak zorunda olduğu açıktır; devlet terörünün boyutları
devasadır ve bunun başlıca failleri ABD, Batı ve onların destekçileridir (Chomsky &
Herman & Gerry & George, 1999: 68).
Medya ile ilgili bir başka ve önemli problem ise taraflı, sorumsuz, güdümlü ve
yüzeysel haber yapma meselesidir. Medya insanların haber alma özgürlüğünü olumsuz
etkilemekte, farkında olarak veya olmayarak terörün propagandasını yapılabilmekte ve
hatta teşvik edici rolüne bile bürünebilmektedir. Terörizmin amacı reklâm yapmak,
derin korku ve panik yaratmak, yaymaktır. Maalesef çoğu zaman reklâmını basın-yayın
organları tarafından icra edilmektedir. Dolayısıyla medyanın kullandığı dil, kavram ve
görüntüler önem arz etmektedir (Çınar, 1997: 221-225; Bozdağ, 2006: 305-308).
69
Bu bağlamda medyanın kendini otokontrole tâbi tutması gerekir. Newyork,
Londra, İspanya ve İstanbul saldırılarında takınılan medya tavrı bu anlamda önemli bir
örnektir. Türk güvenlik güçleri gayet başarılı ve soğukkanlılıkla olayları çok kısa bir
sürede çözmüş olmasına rağmen, medyamız tarafından her haber bülteninde geniş bir
şekilde ve birkaç gün boyunca parçalanmış cesetler, panikleyen halk, polislerin acizliği
gibi konulardan dem vurup adeta teröre hizmet edercesine ülkede panik havası
yaratmışlardır. Basın özgürlüğü adı altında çarpıtılmış ya da yalan haber verme,
gazeteci sorumluluğundan yoksun olarak bir olayı detaylı araştırmadan eksik anlatmak,
çarpıtmak, olayı derinlemesine araştırmamak, konunun uzmanları varken ehil olmayan
insanların yorumlarına başvurma gibi nedenlerden dolayı maalesef Türk medyasının
içinde bulunduğu birkaç zaaftan bazılarıdır. İlkeli, düzeyli, magazinsel olmayan haber
nerdeyse yok gibidir. En önemli sorun ise, yapılacak haberin sorumluluğunu taşımaktır.
Yoksa “çamur at, tutmazsa izi kalır” anlayışıyla vatandaşa yalan ya da sorumsuz haber
yapmanın anlamı yoktur. Haber neye sebep olacak, ucu nereye varacak, bütün bunlar
dikkate alınmalıdır. Öte yandan toplumun ahlaki, manevi, kültürel anlayışını
zedelememelidir*.
Bu bağlamda medyamız kimin güdümündedir? Kimlere hizmet etmektedir? diye
sormadan edemiyoruz. Nitekim AB sürecinde olumsuz gelişmeler üzerine Orgeneral
Tuncer Kılıç, Avrupa Birliği olmaz ise Rusya ve İran’ın içinde olduğu alternatif
bölgesel ittifaklar yapılabileceğini söyledikten hemen sonra medyamız hiç olmadığı
kadar, bu seviyedeki bir paşayı şiddetli bir şekilde eleştirmişlerdir. Bu olayla Türkiye’de
ilk defa medya silahlı kuvvetleri bir nevi karşısına almıştır.
Misilleme veya karşı-terörü bu çerçevede ele almak gerekmektedir. Misillemede
esas alınan, tarafsız kimsenin yoktur veya masum insan yoktur düsturudur. (Volkan,
1999: 189), ya bizdensiniz ya da onlardan anlayışıdır. Bu gün teröristlerin seçtikleri
eyleme bakılırsa sistemin yanında duran herkes düşmandır. Onların yok edilmesinde
sakınca yoktur. Aynı şekilde 11 Eylül sonrası ABD’nin söylemlerine de bakacak
olursak ya bizdensiniz ya da onlardan anlayışı da bu doğrultudadır. Savaş kuralı veya
yasası tanımazlar. Onlara göre tarafsız kimse yoktur. Bundan dolayıdır ki terörizmin
hedefi herkes olabilir. Göze göz, dişe diş, kana kan, nasıl saldırdıysalar daha şiddetle
saldırarak karşılık vermek, misillemenin temel felsefesidir.
* Daha Geniş Bilgi İçin bkz: Chomsky, Noam (2002); Medya Gerçeği, Çev., Abdullah Yılmaz, Osman Akınhay, İstanbul: Everest Yayınları. Bozdağ, İsmet (2006). Basın Kurt mu? Kuzu mu?, İstanbul: Emre Yayınları. Cemal, Hasan (2005). Cumhuriyeti Çok Sevmiştim, İstanbul: Doğan Kitap.
70
Misilleme bir nevi kan davasıdır ve bir kısır döngü içerisinde şiddetin devamını
sağlar. Gandhi’nin dediği gibi “göze göz dünyayı kör eder” (Galeano, 2001: 283).
Esasen misillememede bulunmak bir tuzaktır. Hukukun intikamdan önce geldiğinin
öğrenilmiş olduğu varsayılan bir dünyada yaşadığımızı sanıyoruz. Misilleme
misillemeyi ve daha büyük bir misillemeyi getirmektedir. Başka bir deyişle, bu sonu
olmayan bir savaştır (Fisk, 2001g: 155-157).
Terörle mücadelede esas olan yasallık ve hukukiliktir. Bu mücadelede terörist
araç, yöntem ve taktiklerini güvenlik kuvvetleri, dolaylı olarak devlet kullanmaya
kalkarsa açmazlarla karşılaşacaktır. Bu açmazlardan biri, mücadele ettiğiniz terörist
veya terörizmle aynı strateji ve taktikler kullanılıyorsa daha da ileri giderek onların
yaptığı zulmü bu kez devlet eliyle gerçekleştirilmeye kalkışılması otomatik olarak
terörist ve terörizme meşruiyet kazandıracaktır. Kısaca aralarında bir farkın kalmaması
demektir. Örneğin terörist için amacı ön plandadır ve bunun için çoluk-çocuk, masum
sivil veya asker katletmesi sadece amacına hizmet ettiği sürece kullanır. Oysa devletin
en büyük görevi bunları taklit etmek değil en basitinden halk ile teröristi (suçluyu)
birbirinden ayırmak olacaktır. Bu açmazlardan bir diğeri ise, devletler misillemede
bulunurken uluslar arası hukuku, insan haklarını ve en önemlisi kendi iç hukukunu ve
yasalarını hiçe sayarlarsa, otomatik olarak terörist addettiklerinden farkları
kalmayacaktır, çünkü onlarda bütün bunları hiçe saymaktadırlar. Böylece ya iki taraf da
terörist olmakta ya da iki taraf da meşru bir savaş yürütmektedir. Eğer kolluk kuvvetleri
bu metod ile meşru müdafaa yaptığını iddia ediyor ise, suçlu gurubu da bu yolla meşru
müdafaa yaptığını ileri sürecek ve meşruiyet kazanacaktır. Unutulmamalıdır ki, terörle
mücadele yöntemindeki en büyük sorun, bu mücadele adı altında işlenen suçlar
oluşturmaktadır.
Nitekim insanlık; insan sevgisi, hürriyet, adalet, eşitlik, özgürlük, ezilenlerin
kurtuluşu veya vatan, millet, din gibi güzel sloganların altında en vahşi zulümleri,
işkenceleri, cinayetleri, terör ve savaşı görmedi mi? (Akyol, 2005: 30). Bu çerçevede
insan haklarının terör ortamında bile korunması gereken (Bölügiray, 1996: 98) önemli
bir değer olduğunu ifade edebiliriz. Aksi halde devlet ile terörist arasında bir farkın
kalmayacağı, insanların özgürlük mü güvenlik mi ikilemine sokulmaması gerektiği
(Göka, 2004: 204; Sever, 2001: 67-68; Ankay, 2002: 47) sıklıkla vurgulanır ve terörle
mücadele ancak bu perspektifte yapılırsa meşru olur. Kısaca keyfi davranışlar yerine
hukuk ve yasa çerçevesinde işler yürütülmelidir (Ahmed, 2002: 218).
71
Kavramların egemen güce göre çarpıtılması, çifte standartların nasıl yapıldığı ve
terör ne terörist kim konusunun coğrafya, kültür ve zamana göre nasıl değiştiğini
anlamak için birkaç örnek vermekte yarar bulmaktayız. “SSCB’nin, Afganistan’ı işgal
edip, Babrak Karmal’ın kişiliğinde, kendisine sadık uydu bir yönetim oluşturmasına
direnen Taliban, Suudi finansmanı ve Pakistan’ın askeri danışmanlığında CIA
tarafından örgütlenirken yurtsever Afganlılardan oluşuyordu da, sıra ABD’nin
çıkarlarına direnme noktasında geldiğinde niçin çağdışı teröristler olarak anılmaya
başlandılar” sorusu, terörizm olgusunun irdelenmesinde ve mutlaka yansız yanıtlanması
gereken bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır (Citlioğlu, 2005: 57). Yeşil kuşak
mimarı Z. Brezinski “Dünya tarihine bakışta daha önemli olan hangisiydi? Taliban mı?
Yoksa Sovyet İmparatorluğunun düşüşü mü? Sorun yaratan birkaç Müslüman mı?
Yoksa Orta Avrupa’nın kurtuluşu ve Soğuk Savaşın sonu mu?” (Ali, 2001: 311) derken,
kendi ulusal çıkarları için her türlü projeyi meşru gördüğünü ifade etmektedir. Net
olarak verilmek istenen ama bir türlü anlamak istemeyen dünyaya karşı şu imajı
vermektedirler: Çıkarlarımız için her şeyi yaparız, kaz gelecek yerden tavuğu niye
esirgeyelim hele tavukta bizim değilse. Kısmen yukarıda bahsettiğimiz üzere önemli
olanın tehdidin kime yöneldiği meselesi olmaktadır. Ulusal çıkarlar mevzu bahis
olduğunda din, para, ideoloji gibi her şey araç olarak kullanılabilmektedir.
I. Dünya Savaşı sonrasında işgal altındaki İstanbul’da orduya ait depoları
basarak, kurtuluş savaşı için Anadolu’ya silah ve insan kaçıran Karakol ve MİM grubu
üyeleri İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığına göre isyancı ve günümüz ölçütlerine
göre teröristtir ama Anadolu ve Ankara için yurtseverdirler. Yine ulusal kurtuluş
savaşında Anadolu’da örgütlenen ve İstanbul’daki meşru hükümet ve padişaha karşı
direnişi başlatan Kuvayi Milliye, günümüzün yanlı değer ölçüleri içinde terörist bir
hareket olmalıdır. İşgal güçleri ile işbirliği içinde bulunan saray ve damat Ferit
hükümetine karşı ulusal bir direnişi başlatan Kuvva-i Milliye ile örneğin bugün Irakta
ABD ile işbirliği yapan Allavi hükümetine başkaldıran direnişçiler arasında yöntem
ayrılığı dışarıda tutulursa temelde hiçbir fark bulunmamaktadır (Çitlioğlu, 2005: 48).
Savaş öncesi Irakta bulunmadığı yapılan araştırmalar sonucu açıklananan kitle
imha silahlarının (MDW) varlığını bahane edip tüm dünyayı aldatıcı fabrikasyon bilgi
ve belge yayarak bu ülkeyi işgal eden ABD’ye göre, işgale direnen Iraklılar ve onların
silahlı kuvvetleri teröristtirler. Ama aynı ABD ve İngiltere’ye göre, II. Dünya savaşında,
İşgal altındaki Fransa’da, Alman ordularına direnen yeraltı örgütleri mensupları
yurtseverlerden oluşmuştur ve ülkelerini savunma reflekslerini yerine getirmişlerdir. II.
72
Dünya Savaşı Fransa’sında; Alman ordularına cephane ve asker taşıyan konvoyları
pusuya düşürmek kahramanlık, 2005 Irak’ında, asker ve cephane taşıyan amerikan
konvoylarını vurmak terörizmdir (Çitlioğlu, 2005: 45-46).
2.2.8. Terörizm Çalışmalarında Karşılaşılan Problemler Terörizm konusunda yapılacak çalışmaların zorluğu kendine hastır. Bu konuda
birkaç şey söylemek ve ucunun nereye gideceğini tahmin edilemeyeceği için oldukça
cesur bir tavır istediği muhakkaktır. Bunun yanı sıra araştırmacıların üzerindeki
baskılarda bir başka problemdir. Şu halde araştırmacılar isteyerek ya da istemeyerek
bağımsız davranmakta zorlanmaktadırlar. İdeolojik bakış açısından, resmi söylemin
etkisinden, belli bir grubun sözcülüğünü yapmaktan ziyade bağımsız bilimsel
gerçeklikle yapılacak çalışmalar dolayısıyla birçok engel ile karşılaşılacağı aşikârdır.
Terörizm üzerine çalışan araştırıcılar açısından bazı sınırlamalar vardır. Bunlardan
birkaçını aşağıda zikretmeye çalışacağız.
Terörizmle ilgili araştırma talebi genellikle devletten ve özellikle de kriz
zamanlarında gelmektedir. Daha baştan bilimsel değil politik bir talep söz konusudur.
Eldeki, genellikle devlet tarafından sağlanmış, bölük pörçük ve son derece karmaşık
bilgilerin incelenmesi, açıklanması, eksik bilgilendirmeler, anlamaktan çok durdurmaya
ya da önlemeye yönelik çözümler bulunması beklenilir. Bu bilgiler devletin ulusal
güvenlik ya da benzeri kavramlarına (resmi ideolojiye) ters düştüğü düşünülünler
ayıklandıktan sonra araştırmacıların kullanımına açılır. Bu çerçevede terörle ilgili
yazılan kitap ve makalelerin neredeyse birçoğu savcı mantığı ile kaleme alınmıştır.
(Candansayar, 2002: 375-376).
Öte yandan alenen devlet düşmanlığı yapamayanların da terörizm uzmanlığı adı
altında sisteme ve devlete zarar vermeye çalıştıkları, kendilerini bağımsız araştırmacılar
olarak lanse ettikleri de unutulmamalıdır. Bu husus, yani araştırmacının belli
basmakalıp dogmalara veya ideolojilere saplanıp kalma tehlikesidir (Örneğin, bütün
kötülükleri devletten bilme, ideolojik kalıplar içinde ülkeye zarar verme, rejimi tehdit
gibi). Nitekim tek taraflı düşünceler (terörün sadece devlet eliyle yaratıldığına inananlar
ya da terörü sadece küçük ideolojik gruplar yaratır anlayışıyla indirgeme veya
genelleme yapan sübjektif araştırmacılar) bilimsel olmaktan çok uzaktır.
Terörizm çalışmalarında bir başka problem ise entelektüeller üzerinde muazzam
maddi baskıların var olduğu gerçeğidir. Bunun yanında kariyer baskıları da en az onlar
73
kadar büyüktür, yok bu ikisi işe yaramıyorsa siyasi baskılar (Wallerstein, 2004: 165) ve
en son şiddet devreye girecektir. Resmi bir araştırmacı veya görevlendirilmiş bir uzman
değilseniz zaten bağımsız çalışma yapma olasılığınız yahut da kaynakları ulaşma
zorluğu bir realite olarak karşınızda duracaktır.
Öncelikle terör, terörizm ve terörist tipolojiyle ilgili çalışmalar genellikle
araştırıcının yansız olmadığı, en azından hâkim ideolojinin yanında ya da devletçe
desteklenen çalışmalardır. Dolayısıyla araştırıcının devletin politikası ve ideolojisinden
etkilenmesi riski çok büyüktür. 1997 yılında yapılan bir araştırmada, terörizm üzerine
yapılan çalışmaların %32 sinin doğrudan ABD hükümetince, %41’inin hükümet ya da
CIA gibi diğer devlet kuruluşlarınca desteklenen özel araştırma şirketlerince
gerçekleştirildiği, %12’sinin üniversite bünyesinde yapıldığı ortaya çıkmıştır
(Candansayar, 2002: 376-377). Bu tanımların birçoğu ise Amerikan hükümeti
tarafından yapılmış olması ayrıca dikkat çekmektedir (Hazır, 2001: 45). Terörizmin
akademik çözümlemecisi Alex P. Schmid, konuyla ilgili bir yığın yazı çiziyi ve uzman
görüşlerini derlediği (Political Terrorism-North Holland Puplishing Company, 1983)
adlı kitabında, anketi yanıtlayan 50 terör uzmanından yalnızca birinin devlet terörüyle
ilgili özgün veriler ortaya koyduğunu, onsekizinin ise devlet dışı terörden söz ettiğini
belirtmektedir (Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 51).
Bununla ilintili olan diğer bir konu ise bu konuda çalışmalar yürütenler
genellikle, farklı ülkelerin kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirdikleri konseptlerin
kaba uygulayıcı ve taklitçisi (Bal, 2003: 317) olma durumuna düşebilmektedirler.
Bilindiği üzere bir sosyal olay, zamana, şartlara ve toplumdan topluma farklılık
göstermektedir. Bu çerçevede Türkdoğan’a göre terör ve anarşinin sebep değil, sonuç
olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız (Türkdoğan, 1996: 13). Bu durumda terör bir
sonuçtur asla bir neden gibi sunulmamalıdır. Örneğin, 11 Eylül saldırısı bir sonuç
olmasına rağmen nedenmiş gibi algılanıp sunuldu. Burada önemli olan trajediye
davetiye çıkararak onu yaratan nedenlerdir (Demirer, 2001a: 21). Önemli olan yapılan
farklı tanımları motamod alıp kendi ülkemize uygularsak büyük yanlışlar yapılacağı
meselesidir.
74
2.2.9. Terörizm Hakkındaki Birkaç Nokta a) Terörün sebepleri ortadan kaldırılırsa terör biter. Terörizmi doğuran veya
tetikleyen, hiç olmazsa onun yeşerdiği toprağı bilmenin ve onunla bu şekilde mücadele
etmenin terörizmi oldukça azaltacağı ve onunla mücadele etmeyi bir o kadar kolay
kılacağı gerçektir. Ancak terörizm hiçbir zaman bitmez, o ancak kontrol altına alınabilir
ya da azaltılabilir. Bu çerçevede “terörizmin kökünü kazıyacağız, bataklığı kupkuru
yapacağız” söylemleri gerçeği ifade etmeyen duygusal yaklaşımlardır.
Bu bağlamda terörizmi besleyen birden çok neden olabilir ancak bütün bunların
yanında ağır basıp tetikleyen bir etmen olabilir. Toplumsal olaylar tek bir nedene
indirgenemez. Buna bağlı olarak tek faktör açıklamalar bu gün sosyoloji ve din
sosyolojisinde terkedilmiş durumdadır. Asam Başkanı emekli Büyükelçi Gündüz
Aktan’a göre “terörizmin nedenleri vardır, bu nedenleri çözümlemeden terörizmi
çözemezsiniz… Ancak yapılan araştırmalarda terörizmle, nedenleri arasında hiçbir
deterministik ilişki bulunmadığını” zikretmektedir (Çitlioğlu, 2005: 243, 245-246).
b) Teröristleri destekleyip kışkırtmakta büyük çıkarı olan sponsorların yardımı
kesildiği takdirde şiddette büyük azalma yaşanacağı yolundaki görüştür (Laqueur, 2002:
136). Bu çerçeve terörün, gerçekten de iç ve dış desteği kesildiği takdirde kan
kaybedeceği aşikârdır. Terörizme karşı sadece sert tedbirler almak onu artırır.
Terörizmi tırmandıran asıl şey halka baskı yapılması suretiyle teröristlere sempatizan
kazandırmaktır. Halk ile teröristi birbirine karıştırıldığında ülke iç savaşa sürüklenir
(Altuğ, 1995: 149-150). Ancak terör içerde ve dışarıda size karşı topyekûn açılan bir
savaştır (Bal, 2003: 312). Bu savaşın unsurlarından biriyle değil hepsiyle mücadele
etmek gerekir. Burada sadece kolluk gücüyle yürütülen terörle mücadele, elbetteki tam
anlamıyla başarıya ulaşmayacağına dikkat çekilmektedir (Özdağ, 2005: 105). Sert
tedbirler (silahlı mücadele) bunlardan sadece biridir. Ancak daha da önemlisi
terörizmle, iç etkenler kadar dış desteklerinin de üzerine gitmek gerekir. Belki de
bunlarla birlikte onunla fikir, sanat, ideoloji gibi alanlarda da mücadele etmek
gerekmektedir.
c) Bazı yazara göre (P. Wilkinson, Y. Alexander, Y. Altuğ gibi) demokratik
rejimler nitelikleri gereği, totaliter ve otoriter rejimlerden daha fazla terörizmden
etkilenir (Hazır, 2001: 44; Arıboğan, 2005: 154). Eğer terörizm başarıya ulaşmışsa bu
demokratik hükümetler ile etkisiz miadını doldurmuş ya da iki arada kalmış
diktatörlüklere karşı olmuştur (Laqueur, 2002: 137; Altuğ, 1995: 4). Terörizm
75
demokrasilerde doğup yaşar (Altuğ, 1995: 14) teorilerine karşın E. S. Herman ve G.
O’Sullivan’ın da belirttiği gibi, gerçekte Doğu Blok’u ve köktenci devletlerin terörist
şiddete demokrasilerden çok daha fazla karşılaşmış olduklarını uzun uzun belgeleriyle
ortaya koymuşlardır (Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 59). Öte yandan
Batının iletişim aracıyla yaptığı propagandanın en başında gelen demokrasileri güçten
düşürmeye yönelik çeşitli girişimler Sovyet desteklidir (Chomsky & Herman & Gerry &
George, 1999: 57) paradigmasının yerini, bugün İran ekseninde Suriye, Pakistan ve
daha da genelde köktenci İslam’dır anlayışı almıştır. Bütün bunların yanında
küreselleşen dünyada terörizm her yerde ve her ideolojide ortaya çıkabildiği gerçeği göz
ardı edilmektedir.
d) Güvenlik gerekçeleriyle insani özgürlükler rafa kaldırılmalıdır. İnsanları
güvenlik ve özgürlük ikilemine sokan bu anlayış totaliter bir anlayıştır. Terörizmin
amaçları içerisinde korku, kargaşa ve kaosu hâkim kılarak demokrasiyi rafa kaldırmak
bu çerçevede haklılıklarını ispat etmek yatmaktadır. Yani bu ikilemden sonraki amaç ile
terörizmin amaçları uyuşmaktadır.
11 Eylül saldırısından sonra uygulamaya giren “terörle mücadele” sürecinde,
küreselleşmenin totaliter eğilimleri daha bariz şekilde ve yavaş yavaş kendini
göstermeye başlamıştır. 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin gizli servisine suikast
yetkisi verdiğini açıklamasından, yeni yargısız infazlar ve kayıplar döneminin açılacağı
anlaşılmaktadır. Son dönemde işkenceyi savunan görüşlerin cüretle ortaya atılışı ise,
belki de Hitler döneminden sonra işkencenin de yeniden yasallaştırılacağı bir sürece
kapı aralamaktadır (Özdek, 2002: 36). Nitekim İsrail Parlamentosunun, eleştirmenlerce
işkence olarak tanımlanan sorgulama taktiklerine izin veren bir yasa kabul etmesi
(Cumhuriyet Gazetesi, 13 Şubat 2002, “İşkence Yasallaştırıldı”), Afganistan işgalinden
sonra CIA’nın hemen hemen her ülkede işkence ve sorgulama evlerinin ortaya çıkması,
bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu bağlamda E. Göka, Terörle Mücadele Çağı olarak
nitelenen bu dönemin önündeki en önemli ikilemin özgürlük-güvenlik açmazı olduğu
söylemekte ve bu konuda yapılacak terörle mücadelenin sakıncalarına dikkat
çekmektedir (Göka: 2004: 204).
Önemli olanın kaos ortamında bile ülke ve vatandaş güvenliğinin sağlanmasıdır.
Yoksa karşılaşılan bu tür problemlerle her fırsatta demokrasi ve insan haklarının rafa
kaldırılması olmamalıdır. Kısaca özgürlüğü göz ardı etmeden güvenliği sağlayabilmeli
ve bu çerçevede terörle mücadele yöntem ve taktiklerini geliştirmelidir.
76
e) Teröristle bilinçsizce ve çaresizlikten terör eylemlerine başvurmaktadır.
Kısmen gerçeklik payı bulunan bu düşüncenin yanlıları azımsanmayacak kadar çoktur.
İlber Ortaylı’dan nakleden Çitlioğluna göre “demek ki bir terör organının muvaffak
olması için mutlaka çarpıştığı adaletsizlik kadar adaletsiz olması gerekmektedir”
(Çitlioğlu, 2005: 33). Nasıl ki devletler başka alternatifleri olmadıklarına inandıkları
zaman savaşa girişiyorlarsa, teröristler içinde aynı durum söz konusudur. İddia ettikleri
üzere, amaç masum sivil öldürmek değildir. Bu iddiayı 11 Eylül sonrası daha çok ABD,
işgal ettiği yerler için kullanmaya başlamıştır. Her nedense ölenler çoğunlukla masum
siviller olmaktadır (Coady, 2005: 275).
Bir başka açıdan ise, teröristler bilinçsizce ve çaresizlikten ötürü terör
eylemlerine başvurmamaktadırlar. Terör eylemlerinde bulunanların çoğunluğun pek
rağbet etmediği, seçenekler arasında en etkili olan bu yolu seçtikleri belirtilmektedir. Bu
çerçevede saldırganlar “en etkili, en masrafsız ve en kısa yolla hedefe ulaşmaya
çalışırlar” diyen Cirhinlioğlu (2004: 185), bunu şöyle izah etmektedir; “bireyleri teröre
iten nedenler toplumsal siyasal, ekonomik, tarihsel olabileceği gibi, eğer aynı toplumda
yaşayan ve bu şartlara maruz olarak büyümüş bir birey, terör eylemlerini tercih ediyor,
diğer birey tercih etmiyorsa, bu durumda, terör eylemleri tercih etme bakımından
bireysel özelliklerinde payı olduğu ileri sürülebilir” (Cirhinlioğlu, 2004: 186)
demektedir.
Terörist davranışa ilişkin daha sempatik bir açıklama, bireylerin içinde
yaşadıkları dayanılmaz koşulların onlara seçenek bırakmadığı ve terörizme zorladıkları
gerekçesidir (Long, 2002: 417; Arıboğan, 2005: 26). Kimi zaman terör eşitsizlikten
beslenmekte, çaresizlik ve umutsuzluğu dindiren çığlık olmaktadır (Cirhinlioğlu, 2004:
114). Terör adaletsizliğe karşı bir cevaptır. Ne zaman büyük adaletsizlikler yapılır o
zaman terör ortaya çıkar. Dolayısıyla eğer adaletsizlik-eşitsizlik ortadan kaldırılırsa
terörizm büyük ölçüde kaybolur (Laqueur, 2002: 136). Zira eşit olmayan güçler
arasında savaş yürütmenin etkili yolu terör (Güzel, 2002: 19) olduğu bilinmektedir.
Terörizm son çare olarak kullanıldığı durumlar vardır, ancak, terörizm birçok
seçenekten sadece biri olarak tercih edilmiş davranıştır. Kimi zaman uluslar arası
saldırganlık bazı halkları zoraki terörizme itmiştir. Zaten terörist olarak
yaftalanmışlardır. Eğer bir insanın elinden her şeyini (özgürlüğünü, vatanını, can ve mal
güvenliğini gibi) alınırsa elbetteki artık onun normal bir insan gibi davranması
beklenemez. Karşımızdaki kadar adaletsiz ve merhametsiz olmadıkça bir sonuca
ulaşamayız anlayışı hâkimdir. Kısaca bu insan anlamlı bir şekilde yaşayamadığını
77
anlayınca, anlamlı bir şekilde ölmek isteyecektir. Yaşarken anlamlı yaşayamadığından
dolayı ölümüne anlam katmak isteyecektir. Özellikle intihar komandolarını bu
çerçevede değerlendirebiliriz. Eğer birileri sizin insanca yaşamanızı engelliyorsa sizde
onun insanlığını alın tarzı düşünceleri bu çerçevede değerlendirebiliriz. Nitekim en
etkili gerekçe ve terörizmin yol açtığı yıkım ancak bu şekilde anlaşılabilir.
İçerisinde her ne kadar haklılık payı bulunsa bile durumun tamamen böyle
olmadığı da bilinmektedir. Esasen yukarıda izah edildiği üzere teröristler en etkili, en
masrafsız ve en kısa yolla hedefe ulaşmaya çalışırlar. Dolayısıyla terör eylemcisini
eyleme iten en önemli dürtü intikam hissidir (Cirhinlioğlu, 2004: 202). Bu çerçevede
her zorluk çeken, dayanılmaz koşullar altında ezilenler terörist olmamakta veya terörist
eylem tarzına başvurmadığı da bilinen bir gerçektir. Bu bağlamda adaletsizliğe karşı
adaletsiz davranmakta başka adaletsizlikler doğuracağı unutulmamalıdır.
f) Normal insanların terör eylemlerinde bulunamayacağını söylenir. Diğer bir
şartlanma terör eylemcilerin ahlak kurallarını tanımadıklarını ve ahlaken zayıf
olduklarını dile getirilmesidir (Cirhinlioğlu, 2004: 208). Bu kanı genel olarak
çürütülmüş bir fikir olarak vardır (Candansayar, 2002: 376, 381-387; Long, 2002: 417).
O. Roy bu tür insanların çoğunun çelik gidi iradeye sahip olduklarını zikretmektedir
(Roy, 2003: 107). Nitekim terör örgütlerinin hiç değilse kendi ahlaki sistemleri ve inanç
bağları vardır. Kendi içlerinde tutarlıdırlar, çünkü bizim inandığımız değerler ile
onlarınki oldukça farklıdır.
Esasen, uygun ortamlarda her türlü insan vahşet uygulayıcısı olabilir (Göka,
2004: 209, 225; Arıboğan, 2005: 81). Aslında bireylerin terör eylemlerine girmeleri ya
da bunu tercih etmeleri, içinde bulundukları ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal
nedenler kadar psikolojik nedenler ile (Cirhinlioğlu, 2004: 209) ve yakın duygusal
ilişkilerden doğan grup kimliği ile (Göka, 2004: 208-219) ilişkilidir. Genelde
teröristlerin neden eylem yaptıkları ve nasıl şartlarda ortaya çıktığı anlamak, bir bakıma
onlara haklılık vermek demek olduğundan açmazlarla karşılaşmaktayız (Cirhinlioğlu,
2004: 209).
Bireyin terörist davranışının psikolojisini bireyin içinde yaşadığı çevreye
bağlayan kavramsal bakış açısı yani kimlik önemlidir. Kimlik, boşlukta gelişen kavram
değildir. Bireyin etnik, aile, kültür, toplum ve ülke bazındaki deneyimleri ile ilgilidir.
(Long, 2002: 422)* Terörist eylemin psikolojik patalojiden kaynaklanmadığını birçok
* Kimlik konusunda birçok çalışma bulunduğundan burada onun açıklamasına girilmeyecektir.
78
yazar tarafından kabul edilmektedir. Örneğin, aynı çevrede yetişmiş iki kişi, birinin
ılımlı bir diğerinin terörist olmasını açıklayamaz. Terörist eylem en başta bir gurup
eylemidir. Birbirlerini tanımıyor olsalar dahi aynı amaç ve hedef doğrultusunda eylem
ortaya koyabilmektedirler. Çünkü bütün bunlar geniş gurup kimliği veya yakın akran
grupları olduğundan buraya aidiyet hissiyle hareket edilmektedir (Göka, 2004: 208-219;
Cirhinlioğlu, 2004: 227; Volkan, 2005).
g) Eylem sonucunun nereye gideceği ve nasıl sonuçlanacağının belirsiz oluşu.
Terörün sürmesi, fikir haklı olsa da davanın haksızlığa sürüklenmesine ve olayın
taraftar kaybetmesine yol açacaktır. Terör ne kadar uzun sürerse bir o kadar tepki alır ve
çözümlerin ortadan kalkmasına yol açar. Sonuçta savunulan dava önemini yitirir.
Nihayetinde birbirinden nefret eden uzlaşması oldukça zor iki kutup yaratır (Altuğ,
1995: 9). Terörizm yaşadığımız dünyada bir fonksiyonu icra etmektedir. Terörizm
insandan ve sistemden kopuk değil bizzat sistem içinden çıkmaktadır. Eylemin
sonucundan kim yararlanmakta, kimlerin amaçlarına hizmet etmekte, bu çerçevede
eylemin sonucu kimlerin işine gelmekte ve menfaat sağlamakta ise, terör eylemlerinin
arkasındaki güçler muhtemelen bu kişilerdir (Kaynak, 2003: 3; Mango 2005: 20).
Bütün bunlara rağmen kimi zaman eylemler ters de tepebilmektedir. Bir amaca
hizmet etsin diye yapılan eylem o kadar farklı mecralara kayar ki, zıt bir amaca da
hizmet edebilir. Yani insanları kışkırtmak için düşünülüp yapılmış bir eylem bazı
durumlarda insanları birleştirebilmektedir. Eylem amacına yönelik ters tepmiştir. Bu
çerçevede icra edilen hiçbir şiddet eylemi boşa gitmemektedir. Terörizmin sonuçlarının
veya şiddetinin nereye kayacağı belirsizdir. Hiç umulmadık sonuçlarda
doğurabilmektedir. Bir şiddet eyleminin içerisine çok farklı faktörler yer alabilmektedir
ki bundan dolayı eylemin sonucunun kestirilmesi bazen oldukça güç olmaktadır.
Örneğin 1978 de İtalya’yı iç karışıklık ve kaosa sürüklemek isteyenler, İtalyan
lideri Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmeleri üzerine, İtalya’da iç dayanışma hiç olmadığı
kadar artırmıştır (Altuğ, 1995: 48). Sovyetlerle çarpışan Afgan mücahitlere,
Amerikalılar ulusal kurtuluş savaşı diyerek desteklerken bu silahın kendilerine
döneceklerini tahmin etmişler miydi acaba? Kuzey Osetya’da Beslan katliamı, Çeçen
davasının dünyada prestij kaybettireceğini bilselerdi bu eyleme girişirler miydi acaba?
Yine bu bağlamda şiddet şiddeti, terör de terörü ürettiğinden kısırdöngünün içine
girilir. Örneğin İspanyanın Bask bölgesinin bağımsızlığı için savaşan ETA örgütü ve bu
örgütün yaptığı her eylem karşılığında ETA’nın destekçilerini ya da sempatizanlarını
öldürmek üzere GAL adıyla başka bir terörist örgüt kurulmuştur. Bunlar ETA’nın her
79
eylemine karşılık ETA sempatizanlarını öldürmeleriyle tanınmaktadırlar (Altuğ, 1995:
86).
Merak edilen bir diğer husus ise, terörist sayılan bir grup başarıya ulaştığı anda
veya barış görüşmeleri başladığı anda tekrar terörizme devam ederek bu süreci bozmak
istemesini üç nedene bağlayabiliriz. Bunlar, a) Birileri bu durumun devam etmesini
istemektedir. b) Barış sürecinde grup dağılabilir. O yüzden grubu muhafaza etmek ve
onun yaşamasını sağlamak için bu tür süreçlere girilmemeli (Long: 2002: 429) dir. c)
Terör hiç bir zaman kendi kendisinin amacı olmayıp, sadece bir araçtır (Cangızbay,
2003: 99). Ancak savaşı ya da terörü bir araç olarak görmekle başlayıp, kaçınılmaz bir
biçimde amaç olarak ele almakla bitirenlerin olduğundan söz etmek mümkündür
(Coady, 2005: 263). Artık amaç ve araç birbirine karışmıştır. Hatta bir süre sonra
terörizm sıradan bir iş, alışkanlık olarak devam edecektir.
Hangi nedenle olursa olsun şiddet ve zorbalığı bilfiil masum insanların
üzerinden herhangi bir siyasi amaç için yapıldığı zaman, bunu her kim yapıyorsa, kabul
edilemez bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu terörizmi insanlık suçu olmaktan
çıkarmamaktadır.
2.2.10. Terörizm Çalışmalarında İzlenecek Yol Noam Chomsky’e göre terörizmin çalışmalarında tutulacak başlıca iki yol
vardır. İlki, konuyu ciddiye alan gerçekçi, edebi ve doğru yaklaşımdır. Bu yaklaşım ile
terörizm olgusunu anlamaya ve neyin terörizm olduğunu belirlemeye çalışırız. Sonra
olaylar ve görüngüleri üzerinde yoğunlaşarak bu olguyu araştırır, nedenler, çareler
saptamaya çalışırız. Gerçekçi yaklaşım söz konusu olduğunda, terörizmi oluşturan
faktörleri belirlenerek işe başlanılır. Daha sonra ve eğer ciddiysek, bu konuda önemli
örnekler üzerinde yoğunlaşarak olayın koşullarını araştırır, nedenleri ve çözümleri
belirleriz. İkincisi ise, terörizmi belirli bir güç sisteminin çıkarları doğrultusunda
kullanıldığı veya herhangi bir iktidar sisteminin hizmetinde kullanılacak ve onu bir silah
olarak gören propagandacı yaklaşımdır. Burada ise terörizmin sorumlusunun resmen
belirlenmiş belli bir düşman olduğu savından yola çıkılır. Buna bağlı olarak terörist
edimleri tespit ederiz. Bu edimlerin, kabul edilebilir olsun ya da olmasın, istenen
kaynağa yüklenebildiği durumlarda terörist diye niteleriz, eğer bunu biz yapıyorsak
bunlar görmezden gelinmeli, örtbas edilmeli ya da misilleme, öz savunu diye
adlandırılmalıdır. Bu tarz yaklaşım genel olarak hükümetlerce, bir de totaliter
80
devletlerdeki hükümet aygıtlarınca benimsenmesi pek şaşırtıcı değildir. Kısaca burada
şartlandırılma ve resmi ideolojinin dışına çıkamama durumu söz konusudur (Chomsky
& Herman & Gerry & George, 1999: 7).
Bu bağlamda Batı’da terörizm hakkındaki uzmanların görüşleri iki ana gurupta
toplanılabilir. Birinci gruptakilere göre (Henry Kissinger, Paul Wilkinson, Walter
Laquer, Yonah Alexander gibi), terörizm eylemleri temel olarak Batılı demokrasileri
hedef almaktadır. Bu da üçüncü dünya ülkelerinin Ortadoğu’da ve Sovyet temelli bir
terör ağından kaynaklanmaktadır. Esasen günümüzde Sovyetler yerini köktenci
İslamcılara bırakmış görünmektedir. Terörizmi batıya ve batılı demokrasileri yıkmaya
yönelik, ihtilalci veya köktendinci hareketler olarak algılarlar. Yabancı ve yerli birçok
terör uzmanı da bu görüştedir (Güzel, 2002: 13). Birinci gruptakiler çoğunlukla
aşağıdan gelen terörizmle ilgilenirler. Devlet terörünü ise sadece ikinci dünya
savaşındaki Nazi Almanyası için, karşıt ideolojideki Sovyet Rusyası için ve son olarak
ta Batı çıkarlarını tehdit eden her devleti, terörist devlet diye sınıflarken
kullanmaktadırlar. Ne ABD’nin, dünyanın hemen hemen her yerinde, ne İsrail’in
özellikle Ortadoğu’da, ne İngiltere’nin özellikle İrlanda’da, ne de genel olarak bir Batılı
devletin uyguladığı terörden söz edilmektedir. Bunların saldırıları her nedense meşru
misillemeler olarak görülmektedir (Güzel, 2002: 14; Chomsky & Herman & Gerry &
George, 1999: 28, 35, 43). Bu araştırmacılar terör olarak sadece kişilerin ve grupların
uyguladığı terörden bahsetmekte, devlete karşı yapılan terörü göz önüne almadığı için
eksik bir açıklama tarzı olarak kalmaktadır.
İkinci gruptakilere göre, terörün asıl olarak devletler tarafından uygulandığını,
terörizmde Batılı devletlerin, İsrail’in özellikle de ABD’nin sorumluluğunun çok fazla
olduğunu savunurlar. Bunlara göre (Noam Chomsky, Alexander George, Michael
McClintock, Robert Fisk, Richard Falk gibi) terörizm batılı şiddete verilen zorunlu
karşılık olarak görülmektedir (Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 50). Bu
guruptakiler ise, kişilerin ya da grupların uyguladığı teröre değinmemekte yalnızca
devletlerin, ABD’nin ve İsrail’in ama özellikle de Batılı devletlerinin terör
eylemlerinden söz etmektedir (Güzel, 2002: 14-15). İlk grup için uluslar arası
terörizmin tırmanmasında en büyük etmen olarak gördüğü FKÖ, ikinci grubun
çözümlemelerinde İsrail’in devlet terörüne karşılık veren bir örgüt olarak yer alır
(Güzel, 2002: 14). Bu biçimi ile söz konusu her iki değerlendirme de tek yanlı
açıklamalar olduğundan dolayı eksik, fakat birbirini tamamlayıcı niteliktedir.
81
2.2.11. Aşırı Genelleme, Aşırı İndirgeme ve Terörist Tipolojisi Bağımsız araştırmacıların tespitleri ve elde ettikleri verilerin çarpıtılması veya
yanlış kullanılması büyük hatalara yol açacağı kesindir. Bu çerçevede aşırı
genelleştirme veya aşırı indirgemeci tutumlar daha büyük risk taşırlar. Örneğin, 12
Eylül 1980 yönetimin kendi uygulamalarını meşrulaştırmak amacıyla, teröristlerin ruh
hastaları olduğu iddia edilen çalışmalar yaptırılmıştır (Candansayar, 2002: 376, 378).
İndirgemecilik gibi genellemelerde çok vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Bu günlerde
Amerikalılar için neredeyse her Arap’ın potansiyel terörist, Filistin’de taş atan her
çocuk İsrail tarafından terörist olarak görülmesi gibi.
İndirgemeci ve genellemeci yaklaşımın tipik iki örneği, yani terörizme bahane
olarak gösterilen ekonomik nedenler ve teröristlerin ruh hastaları oluşlarıdır. Bu
çerçevede Ermeni terörünün ekonomiyle ilgisinin olmadığı açıktır. Terörist
tipolojilerinin hepsini ruh hastalısı olarak görmek ve teröristleri ahlaki değerleri zayıf,
deli, psikopat, cani diye nitelemek, duygusal olarak rahatlatıcı, olayı anlamaktan uzak,
basit açıklamadır. Nitekim bugün bu savların çoğu çürütülmüştür (Long, 2002: 415-
416; Candansayar, 2002: 381; Göka, 2004: 206). Bu çerçevede birinin ruh hastası
diğerinin kahramanı ise bu bir hastalık değildir. Zira öz değeri düşük, işe yaramaz,
beceriksiz birinin saldırgan davranış göstermesi beklenemez. Bu görüşler politik-
ideolojik amaçla üretildiğinde daha bir tutarsızdır (Candansayar, 2002: 391).
Bununla beraber terörist davranışı anti sosyal, psikopat ya da şeytanın temsilcisi
olarak açıklamak bireysel psikoloji üzerinde odaklanır ve politik, ekonomik sosyal
çevreyi tamamen göz ardı eder. Bununla beraber terörizmi çevresel belirleyiciliğe
dayandırarak açıklamakta bireysel psikolojiyi göz ardı eder. Tek faktör açıklamalar bu
gün terk edildiğine göre bu yaklaşımlar propagandist söylemler olmaktan öteye
gidememektedir (Long, 2002: 417). Bu çerçevede terörist diye nitelenen kişi, nadiren
ruhsal hastası, sosyopat veya psikopattır. Kişisel kimlik sorunları fazlada olsa (Volkan,
1999: 187) bir çoğu genellikle stratejik planlama yeteneğine sahip, normal bir
yaşantıları olan, batılı eğitim sisteminden geçmiş iyi eğitimli ve zeki insanlar
(Huntington, 2001: 329-331; Yılmaz, 2004: 249) olmaları, onları teröre iten nedenler
üzerinde daha iyi düşünmemizi sağlamalıdır.
Bu çerçevede teröristlerin hepsinin ruhsal bozukluk içinde oldukları yanlış ve
yanlı propagandadır (Demirel, 2002: 27; Demirer, 2001b: 58; Çınar, 1997: 249).
Örneğin IRA üzerinde yapılan bir araştırmada mensuplarının hiç birinin ruhsal
82
bozukluğa rastlanmamış olup aksine kendilerine aşırı güven duymaktadırlar (Demirel,
2002: 27; Çınar, 1997: 259; Yılmaz, 2004: 261). Yine O. Roy’un belirttiği üzere
Ortadoğu’daki intihar eylemcileri veya bu eyleme gönüllü olan kişilerin çelik gibi
iradelerinden bahsetmiştir (Roy, 2003: 107). İşte bütün bunların aksine birçoğunun ruh
sağlığı yerinde ve anında karar verme yetilerine sahiptirler. Teröristler nadiren çılgındır,
elbette ki eylemlerinde istikrarsız insanları kullanmış olabilirler (Altuğ, 1995: 151).
Teröristler arasında idealistler, suçlular, psikopatlar bulunabilir. Ancak onların tamamı
bu şekildedir demek uygun değildir. Farklarına rağmen ortak noktaları, hemen hemen
hepsi kitleler adına dünyayı daha iyi bir yer yapmak için şiddetin esas olduğunu
savunan siyaset filozoflarının etkisindedirler. Önce tahrip etmek sonra kurmak
sevdasındadırlar. Bu çerçevede onların akıllı olmaları olayı daha da korkunç yapar
(Altuğ, 1995: 88; Çitlioğlu, 2005: 231; Yılmaz, 2004: 361).
Hemen hemen bütün teröristlerin ve eylemlerinin ortak yönü onların yaratıcı-
yıkıcı zekâlarının olmasıdır Bize, yapılamaz ve imkânsız gibi gelen şey bir teröristin
yaşam amacıdır. Bir kere onun eşyaya bakma şekli farklıdır, başkadır. Her şeye hedef
olarak baktıkları gibi, hedefe de zaaf arayan gözlerle bakarlar (Bal, 2003: 265-267;
Volkan, 1999: 188). Crenshaw’dan aktaran Cirhinlioğluna göre, terörist eylemlerin
irrasyonel olmayacağını çünkü yapılan araştırmalar, terör eylemcilerinin aslında eylem
olanaklarını tükettikten sonra teröre başvurdukları değil, birçok olasılık arasından terörü
seçtikleri görülmektedir (Cirhinlioğlu, 2004: 194, 200; Çınar, 1997: 249). Şu halde bir
düzeyde terörizm, mantıklı seçim sonucudur (Long, 2002: 427). Bu çerçevede terörist
insan dışı bir varlık değildir. Bizatihi tarihin, inançların birleşiminden süzülen, rafine
olmuş bir kimliktir (Bal, 2003: 26). Terörist eylemlerinin bize her defasında şok edici ve
şaşırtıcı gelmesinin sebebi biz kendi mantığımız bilgi birikimimizle olayları
değerlendirmeye çalışmaktayız, oysa bizim aklımızdan geçmeyen şeyi yaptıklarından
dolayı şok ve dehşete düşeriz.
Terörist, hem askeri eğitim almış hem teknolojik hem de ideolojik eğitim almış
kimsedir. Terör eylemleri kimilerinin iddia ettiği gibi bilinçsizce, akılsızca yaptıkları
eylemler değillerdir. Tam aksine çoğunlukla bir davaya gönül vermiş hatta bu dava için
can almaya ve can vermeye hazır kimselerdir (Cirhinlioğlu, 2004: 30). Bireyin terörist
olma süreci yakın çevresiyle, çevreden kaynaklanan sorunlar, ülke sorunlarının bireyi
etkilemesi, aile ve eğitimin olumsuzluğu, bireye ilişkin sorunlar, dış faktörler gibi
nedenler sıralanıp uzatılabilinir (Bal, 2003: 281-282). Ancak belirgin bir neden yoktur,
her olay, her eylem, her grup kendine has ve özel olmasından dolayı bir grubu harekete
83
geçiren neden diğer grubun umurunda olmaz, bu yüzden belirgin bir neden yoktur,
ancak hepsini göz önünde bulundurduğumuz zaman birçok neden ortaya çıkmaktadır.
Teröristlerin kişiliği daha henüz sistematik bir şekilde araştırılmamıştır. Bundan
dolayı terörist kişilik üzerine belirli bir tipoloji çıkarılmış değildir. Kısaca iyi eğitim
alandan eğitimsize, normal birinden anormal birine, işi gücü olan zenginden işsiz
güçsüz fakire, çocuk yaştakinden tutun yaşlıya kadar herkes bu guruba girebilmektedir.
Kısaca bugünün teröristinin belli klişe olmuş (yaş, meslek, cinsiyet, medeni durum, din
gibi) bir tipi yoktur (Göka, 2004: 205-206; Cirhinlioğlu, 2004: 194, 256-257;
Çitlioğlu,2005: 227-244). Bütün bunların yanında dikkat edilmesi gereken önemli nokta
şudur: “İnsan bir gecede terörist olmaz” (Laqueur, 2002: 124-125; Arıboğan, 2005: 87;
Çitlioğlu, 2005: 230). İnsan bir günde terörist olmadığı gibi terörist olarak da doğmaz,
bu uzun bir süreç gerektirir.
2.2.12. Terörizmin Olası Nedenleri ve İleri Sürülen Gerekçeler Uygun koşullar gerçekleştiğinde her insan bir vahşet uygulayıcısı haline gelebilir
(Göka, 2004: 225). Bu çerçevede belirli koşullar, saldırganlığı azaltabilir veya
çoğaltabilir (Ankay, 2002: 93). Bireyin iç ve dış çevresiyle kurduğu, diğer bireylerden
ayırt edici, tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimi olan kişilik; çevre (M. Mead, Bandura,
Berkovitz, Watson, Skinner, E. Fromm, B.Russel) ve kalıtımın (Freud, Lorenz)
ürünüdür (Atkinson & Smith & Bem & Hqeksema, 2002: 422-486; bkz: İsen & Batmaz,
2006), ancak kişide var olan saldırganlık dürtüsü daha çok sosyal çevre ve grupta ortaya
çıkar (Ankay, 2002: 2, 91; Cüceloğlu, 1999: 430-432). Kimlik ve kişilik bir
madalyonun iki yüzü gibidirler. Bir birey, kendisini algıladığı zaman, bunun adı
kimliktir. Bir başka kişi, bu kimliğin dışa yansıyan ifadelerini gözlemlediği zaman
bunun adı kişiliktir (Volkan, 2005: 264). Bu çerçevede saldırganlık dürtüsü evrensel bir
olay değildir. Belirli koşullar altında azaltılabilir ya da çoğalabilir (Ankay, 2002: 93;
Göka, 2004: 209).
Terörün birçok nedeni olabilmektedir. Bir toplumda ekonomik sıkıntılar
terörizmi tetikleyen ana unsur olurken bir başka toplumda ise etnik köken terörü
tetikleyen başat faktör olabilmektedir. Unutulmaması gereken terörün tek bir nedeni
olmadığı ve tek bir sebebe dayanarak açıklamanın olguyu anlamaktan uzak olduğudur.
Bu yüzden sosyal olaylar tek nedene indirgenerek açıklanma durumu çoktan
terkedilmiştir.
84
Örneğin, terörün kaynağını ekonomik nedenlere indirgendiğinde ve sadece
ekonomi temelinde bir çözüm üretilmeye çalışıldığında, ekonomik koşullar iyileştiğinde
dahi terör devam edebilecek ya da terörü üretenler, sorunlarının yeteri kadar
anlaşılmamış olduğuna inanarak kendilerini aşağılanmış hissedecekler ve belki de terör
artarak devam edecektir (Cirhinlioğlu, 2004: 75).
Bu çerçevede birçok yazar kendine göre terörizmin nedenleri üzerinde
durmuştur. Keleş ve Ünsal’a göre (2005: 97-101), Türkiye’de teröre yol açan bazı
etkenler şunlardır. a) Dış Etkenler. b) İç etkenler. c) Toplum yapısı ve şiddet. d)
Bütüncül bir yaklaşım gereğidir. Toplumsal yabancılaşma ve şiddet arasında sıkı bir
ilişki olduğunu söyleyen Ergil, şiddet yanlılarının psikolojisini incelemeye ağırlık
vermiştir (Ergil,1980: 53-167).
Terör aslında ekonomik nedenlerden ziyade siyasi nedenlerden hatta daha da
fazlaca tarihsel nedenlerden beslenmektedir (Cirhinlioğlu, 2004: 88). Terör konusunda
yapılan derinlemesine araştırmaların hemen birçoğu terörün dış ilişkileri, tarihçesi,
materyaller ile nasıl uygulandığına dairdir. Oysa yapılması gereken en önemli
çalışmalardan biride terörün uygulayıcısı olan insan süjesi, onun ortaya çıktığı
toplumsal yapıdır. Buna rağmen terörün nedenleri salt, kültürel, tarihsel, ekonomik,
siyasaldır da denemez (Bal, 2003: 270; Candansayar, 2002: 381). Terör ideolojisi
yalnızca bir tane değildir. O birçok etmenden beslenir. Terörist eylemin teröristlerin
sayısı kadar çok nedeni olabilir (Long, 2002: 415). Terör salt dışarıdan veya salt
içeriden kaynaklanan bir sorun değildir. Terörün iç ve dış dinamikleri vardır. Bunun
yanı sıra ortam hazırlayıcı nedenler ile ortaya çıkarıcı sebepleri bulunmaktadır (Ankay,
2002: 34-44; Bal, 2003: 46; Kaynak, 2003: 12-13). Yani belirleyici nedenler (toplumun
yapısal ve kültürel değerler ile ilgilidir) ve tali nedenler dediğimiz etkileyici nedenleri
(dış destek, provakasyon, tahrik gibi) birbirinden ayırmak gerekir (Ankay, 2002: 92).
Dünya çapında 49 toplum üzerinde yürütülen bir araştırmada, sosyal şiddet veya
anti-sosyal davranışın ortak tablosu oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunlar; Ferdi gelir
eşitsizliği, siyasi şiddet, bolluk, sosyal hareketlilik, sosyo-kültürel heterojenlik, sosyal
değişme oranı, nüfus büyüklüğü gibi yedi belirleyici, temel unsur olarak kabul
edilmiştir (Türkdoğan, 1996: 346). Ayhan Songar’dan aktaran Orhan Türkdoğan’a
(1996: 412) göre terörizmin sebepleri şunlardır; Ekonomik güçsüzlük ve eşitsizlikler;
Eğitim noksanlığı; Çevrenin kötü tesiri; Hükümetteki zaaf ve iktidar yetersizliği; Aile
ve okuldaki otorite eksikliği; Dış tesirler. Bölügiray’ göre (1996; 212, 206-207) ise
terörün nedenlerini eğitim, kültürel sorunlar, sağlık sorunları, medya sorunları, yerel
85
yönetimler sorunu gibi bir takım nedenler sıraladıktan sonra terörün aslı nedeninin;
çözümsüz kalan sorunların teröre uygun bir ortam yarattığı söylemektedir. Yani
ülkemizde yaşanan ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal sorunlar, terör eylemlerinin
tek başına nedeni olmazsa bile bunlar birleşince ve çözülmeyince uygun zemin olur.
Çınar (1997: 247-260) ve Şehirli’ye (2002: 98) göre terörizmin nedenlerini, ülke
içi ve ülkeler arası çıkar çatışmaları, uluslar arası dengelerde değişiklik ve hızlı
toplumsal değişim, güvenlik önlemlerindeki boşluklar, milli şuurdaki zayıflama, yasal
boşluklar ve otorite boşluğu, eğitim öğretim, ekonomik ve psikolojik nedenleri
sıraladıktan sonra bunların tek tek terörizmi ortaya çıkarmadıklarını söylemektedirler.
Örneğin, ekonomik sebepler, terörün sebebi değil, terörün devam etmesini sağlayan
sebeplerdir yani onun tetikleyicilerindendir. Bu meyanda psikolojik durum dediğimiz
sebepler de terörizmi doğurmaz, sadece bu kişiler daha kolay terör örgütlerine
kayabilirler.
Öncelikle şunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Dünyada failleri tarafından meşru
sayılmayan terör hadisesi hemen hemen bulunmamaktadır (Akyol, 2000: 174). Bu yolla
terörist, davranışının meşrululuğu duygusunu, amacın yöntemi meşru kıldığı inancından
alır (Altuğ, 1995: 46; Arendt, 1997: 57; Moses, 2005: 24; Candansayar, 2002: 411-424).
Yoksa yaptığı işin baskısına başka bir şekilde katlanması imkânsızlaşır. Bu yüzden
tedhişçinin (teröristin) kendisinin kahraman ve fedakar olarak tarif etmesi doğaldır (Bal,
2003: 281-282).
Terörizme yukarda sayılan nedenlerin yanında aşağıda sayacağımız nedenler de
etkilidir.
a) Otorite boşluğundan kaynaklanan sorunlar. Kimi zaman devletin zayıf
olduğu ve koruyamadığı yerlerde bölge insanı terörist ve korucu ikilemine sokulmasının
sonucunda daha bir güvensiz olan halk, sonraları değer değişmesi yaşayacak ve bir süre
sonra ise güçlü olanın yanında yer alma gibi riyakâr tavır içine girmesi kaçınılmaz
olacaktır. Örneğin Tansu Çiller döneminde Doğudaki bütün Kürtler ya devletin (korucu
vs) ya da terörün (PKK) yanında yer almak zorunda bırakılması bu duruma örnektir.
Böylece bölge insanı sıradan halk olma özelliklerini kaybetmiş oldu (Kaynak, 2003:
137). Oysaki vatandaş devletini hem yanında hem de güçlü görmek ister. Yukarıdaki
durum ise vatandaşı hiç olmaması gereken duruma yani tercih noktasına, bu çerçevede
ise taraf seçme zorunluluğuna itmenin, vatandaşın devlete güven zaafı oluşturmakta,
devleti ise geri dönülemez yanlışların içine sokabilmektedir.
86
b) Terörle Mücadele. Hastalığı teşhis etmeden tedaviye girişmek gibi terörle
mücadele ederken terörü daha da pekiştirme, artırma. Terörle mücadele sadece polisiye
ve askeri bir olay değil, sosyolojik, ekonomik, kültürel, psikolojik, politik ve tarihi bir
bakış açısı ile ele alınmak ve incelenmek zorunda olan sosyal bir olaydır (Özcan, 1997:
7). Terörle mücadele salt kolluk kuvvetlerinin yürütmesi, sosyal, hukuk, siyasal ve
benzeri alanlarda birçok hata yapılacağının göstergesidir. Çünkü silahlı mücadele,
terörle mücadelenin birçok ayağından sadece birini yerine getirmektedir. Kısaca Terörle
Mücadele, Ağustos 2005’te Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün de belirttiği üzere
“toplumun her kesiminin bil fiil katılacağı topyekûn bir mücadele olması gerektiği”ni
özellikle vurgulamıştır.
Bu çerçevede ele alınacak diğer konu ise fişleme-mimleme hastalığıdır. Ülke
vatandaşlarını sürekli şucu-bucu (laik-antilaik, sünni-alevi, kürt-türk, vatansever-vatan
haini) gibi kategorilere ayırarak, özellikle muhafazakâr kesim üzerinde aşağılayıcı bir
şekilde şeriatçı, dinci, mürteci, yobaz, tarikatçı, nurcu, cemaatçi ve benzeri yaftalamalar
ile inanan insan rencide edilmekte, buna rağmen diğer kategorilere kıyasla bu kesimler
şiddete neredeyse hiç bulaşmamışlardır. Ancak bilinmelidir ki bu tür yaftalarla kendi
vatandaşına üçüncü sınıf muamele etmenin devlete olan güveni sarsacağı kanaatindeyiz.
Bu tür damgalar, insanları zihinsel ve fiziksel olarak kamplara bölmekte bu da
kaçınılmaz olarak kişi ve grupların birbirlerine karşı şüphe ve güvensizlik duymasına en
nihayetinde de toplumda kargaşa, kaos ve şiddetin ortaya çıkmasına yol açmış olacaktır.
c) Baskı politikaları, vurdumduymazlık ve ayrımcılık veya ülkenin belli bir
kesimine uygulanan etnik, dinsel, ideolojik veya ekonomik baskı. Ülkenin belli
kesimlerine karşı kayıtsızlık ve onların sorunlarını görmezlikten gelme. Bu maddenin en
önemli bölümünü ülkenin halkı ile teröristi ayıramayan güvenlik güçlerinin yarattığı
zorbalıktır. Bu baskı bir ülkenin iç işlerinde olduğu gibi başka ülkenin diğer ülkelere
karşı da yapabilmektedir. Bu anlamda terörle mücadele adı altında yapılan kanunsuzluk
ve hukuksuzluk dikkat çekmektedir. Bu maddenin bir diğer önemli konusu ise
özelliklede halkı Müslüman olan ülkelerde yaygın olarak uygulanmaktadır. Bu tür
ülkelerde iç politika azınlıkların isteklerine göre yönlendirilmekte ve halkın
çoğunluğunun istekleri, değerleri ve ihtiyaçları bir avuç azınlık uğruna göz ardı
edilmektedir. Bütün bunlar terörün sebebi olmazsa bile artmasına ya da zemin
hazırlamasına neden olmaktadır.
d) Toplumsal Sorunlar. Hızla değişen ve gelişen çalkantılı dünyada kimlik
sorunu, sosyal değişme, dini ve toplumsal değerlerde dönüşüm, toplumda kargaşa
87
yaratmakta ve hızla artan tüketim toplumuna doğru gidişatın verdiği değersizlik ve
metalaşma karşısında bocalayan insan ve toplum. Hızlı sosyo-kültürel ve teknolojik
değişmelerle oluşan huzursuzluk ve kimlik karmaşası karşısında belirsizlik yaşayan
insanın tepkisi. Yine çağın gerektirdiği ekonomik, sosyal ve siyasal reformları
yapamayan hükümet ve devlet, teb’asına karşı bir süre sonra kayıtsız kalacaktır. Bu
durum ise huzursuzluğu artıracak nedenlerden biridir.
16 / 11 / 2001 tarihinde BM Genel Kurulu toplantısında taraflar, 11 Eylül
saldırısını tartışmış, çoğunlukla terörizmi yaratan ve çoğaltan koşullar olarak, bir
kenara itilme ve yoksulluk koşullarının ortadan kaldırılmadan yok edilemeyeceği
vurgulanmış ve yabancı işgallere karşı kendini savunma ve kendi geleceğini belirleme
hakkından doğan meşru haklar ile terör eylemleri arasında bir ayrım yapılması
istenmiştir (Cirhinlioğlu, 2004: 48). Nitekim soğuk savaşın bitimini izleyen birkaç yılda
içerisinde eşitsizliğe ve yoksulluğa bağlı hastalıklardan ölen kişi 200 milyondur. Bu
rakam şiddet sonucu ölenlerden çok fazladır (Cirhinlioğlu, 2004: 63). Bu noktada
dikkati çeken bir diğer nokta açlıktan, susuzluk ve hastalıktan neredeyse her yıl
onbinlerce insan ölmesine karşın yeterince tedbir ve önlem alınmamakta, ancak bir terör
saldırısında altıbin kişinin ölmesi (11 Eylül) dünyayı şekillendirmeye ve bununla ilgili
tedbirler almaya itmektedir. Elbette ki bu başka şüphe ve soruları da berberinde
getirmektedir.
Bu çerçevede görüldüğü üzere terörün çok farklı sebepleri vardır. Bu sebepler
terör eylemlerinin gerçekleştiği yerlere, amaca ve zamana göre değişebilir. Eğitim ve
Öğretim noksanlığı, Ekonomik, Sosyal, Kültürel, Siyasi, Dini, Etnik, Psikolojik
sebeplerden biri veya birkaçı olabilmektedir. Ancak herhangi bir yerdeki terörün sebebi
başka bir yerde var olan terörün beslendiği kaynaklar ile aynı olmayabilir. Terörizm
tanımlanmasında olduğu gibi sebepleri hakkında da görüş birliği yoktur. Bunun en
önemli sebeplerinden biri her toplumun şiddet ve terör anlayışlarının farklı olmasının
yanı sıra, o toplumun tarihsel koşulları şiddet anlayışını da belirlemektedir.
88
2.2.13. Terör Eylemlerine Başvuranların Gerekçeleri ve Örgütsel Bağ Terörizmi ayrım gözetmeden yapılan sistemli şiddet olarak tanımlarsak, sivil
hedeflere ve masum insanlara saldırmalarını şu şekilde açıklayabiliriz. Öncelikle
terörist eylemler, birçok kimsenin onlara dikkat kesilmelerini istemektedirler.
Şu halde terör eylemlerinin temel amaçları, halkın gözünde siyasal iktidarı
yıpratmak ve giderek, devletin manevi otoritesini zayıflamasını sağlamaktır. Bu
çerçevede toplumu yanlışı-doğruyu ayırt etmesini engellemek amacı da vardır (Keleş &
Ünsal, 2005: 96).
Eşitlik, özgürlük, adalet, daha iyi bir dünya için, ezilmişlik ve fakirlikten
sorumlu olanları cezalandırma, tatmin edici olmayan sisteme karşı çıkma, ütopik
ideolojiler ve idealler uğruna, çaresizlik, bunalım ve karışıklık yaratma, sisteme bireysel
veya toplu tepki, siyasi, ideolojik, etnik, dini amaçlar uğruna, devlet terörü bağlamında
çıkarların kullanılması gibi daha onlarca neden sayılabilir (Güzel, 2002: 17-18). Terör
eylemine başvurmanın gerekçesi, durumu anlamaya, terör eylemlerinin ortadan
kalkması için gösterilecek çabalara yardımcı olabilir olmasına ama gerekçesi ne olursa
olsun ister öç alma, cezalandırma, intikam, ister yapılan bir haksızlığa dikkati çekme,
terör eylemlerinin sonuçları aynıdır: “Korkutma, yıldırma, öldürme. İnsan yaşamını
tehdit etme veya yok etme. İnsan haklarını ihlal” (Güzel, 2002: 14). Terör olayları,
temellerindeki inançlar ideolojiler meşru olsa bile kullandıkları taktikler bakımından
namertçedir, hele bu saldırılarda hedef masum sivillerse, menfurdur (Altuğ, 1995: 44).
Toplum üzerinde korku, endişe, kargaşa ve kaos yaratmak suretiyle devletin
kurumlarını felce uğratıp işleyemez duruma getirmek. Saldırılarımızdan kimse muaf
değildir, herkes hedef olabilir anlayışını hakim kılarak toplumda infial yaratmak. Bu
eylemler ile hiç kimsenin güvende olmadığını ve herkesin hedef olabileceğini
göstermektedir. Güvensiz, huzursuz ve kargaşa haline getirilmiş bir ortam sağlamak
suretiyle fertlerin ve devletin direncini kırılması ve böylelikle o toplumu istenilen şeyi
yapma kıvamına getirilmesi amaçlanır. Eylemin gücü genellikle toplumun tümünde
yarattığı gerginlik ve korkuya göre ölçülür. Teröristler ölenlerin sayısıyla ilgilenmezler
onlar toplum üzerinde yarattığı etkiyle ilgilenirler. Bu çerçevede toplumda dokunulmaz
olarak bilinen yer ve kişilere (İkiz kuleler, Pentagon, Danıştay gibi) yapılan eylemler ile
düşündüğünüz kadar güçlü değilsiniz gibi mesajlar verilmektedir (Candansayar, 2002:
396-397). Bu yönüyle terör en ucuz ve en güzel reklâm biçimidir. Enformasyon
89
araçlarıyla eylemlerinin yarattığı etki her yere yayılacağını bildiklerinden en iyi dikkat
çekme yöntemi olarak bu tarzı kullanırlar.
Terörizm eylemlerinin etkisi, ölenlerin çokluğuyla değil kalanlar üzerinde
yarattığı etkisi ile ölçülür. Birçok kişiyi öldürmelerine rağmen teorik olarak amaçları
kitle katliamı değildir. Daha çok kitlelerin kendilerini seyretmesini, dinlemesini ve
eylemlerinden etkilenmelerini isterler. Dolayısıyla terörizmdeki şiddet rastgele ve
akılsızca değil, bilinçli ve belirli amaçlara yönelik planlı, hesaplı bir şiddettir (Çeşme,
2005: 48). Bu eylemler ile toplumda infial yaratırken bu arada eylemlerine meşruiyet
kazandırmaya da çalışmaktadırlar. Bu çerçevede birey yapacağı eylemi haklılık içinde
ve belli meşruiyet kazandırarak yapmaktadır. İnsanlığa hizmet, Tanrıya hizmet, yüce
idealler uğruna savaşmak, özgürlük ve bağımsızlık adına savaşmak, vatanını işgalden
kurtarmak, yaşamına anlam katmak, kişisel, toplumsal ve ekonomik çıkarlar olabildiği
gibi (Bal, 2003: 278-280) ortada bir nedene gerek duymayanlar bile olabilir.
İnsanlık tarihinin belli periyotlarda savaş geçirdiğini, ancak zamanımızda bunun
yerine daha tehlikeli ve kronikleşmiş bir hastalık olan terör ve anarşinin geçtiğini
belirten Ayhan Songar, anarşinin teorik temelleri ile örnekler vermiştir. Terör ve
anarşinin iki amacı vardır. Birincisi, cinayet korku ve sabotajlarla toplumun edilgen hale
sokmak ikincisi ise, dil, inanç, ahlak aile ile ilgili kavramları da kargaşalık yaratarak
neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda kuşku uyandırma sundukları reçeteyi
itirazsız kabul etmek (Ayhan Songar’dan nakleden A. Ankay, 2002: 23).
Bu çerçevede teröristin içinde barındığı ve genel kabul gördüğü sosyal grup da
önem kazanmaktadır. Bu bakış açısıyla sosyal durum ikiye ayrılır. Bunlar birliktelik
durumları ve grup durumlarıdır. Bir birliktelik durumunda yer alan kişilerin istikrarlı
statü ve rol ilişkileri yoktur, dolayısıyla da birbirlerine karşı yerleşmiş beklentileri
yoktur. Grup ise, birbirleriyle (az çok) belirli statü ve rol ilişkileri içinde bulunan
kişilerden oluşan ve en azından grubu ilgilendiren önemli meselelerde üyelerin
davranışlarını düzenleyen kendine ait bir dizi değer ve normu olan sosyal bir birimdir
(Şerif & Şerif, 1996: 143-144). Grup, sosyal yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır.
Toplum içinde yaşayan her kişi, en küçük grup olan aile biriminden başlayarak, değişik
sosyal, ekonomik, dinsel ve mesleksel gruplara üyedir (Cüceloğlu, 1999: 532). Bu
çerçevede norm, bir sosyal birimin üyeleri için kabul edilebilir ve edilemez olan tutum
ve davranışlarının yayılımını tarif eden bir değerler ölçeğidir (Arkonaç, 1998: 461).
Grup normlarının üyelerin, tutumları, fikir ve davranışları üzerinde derin ve kalıcı etkisi
90
vardır (Arkonaç, 1998: 468). Bu çerçevede grup normları sosyal normlardan daha
baskındır (Cüceloğlu, 1999: 546-550).
E. Göka’ya (2003) göre insanlar genellikle kişisel benzerlik ilkesine göre yani
yakın-duygusal bağlar içeren gruplara girdikleri belirtmektedir. Vamık D. Volkan
(2005) ise bireylerin yaptıkları eylemlerde veya davranış tarzlarında birebir gruba
girmese dahi kendilerini o gruptan görebilme imkânı veren ve adına geniş grup dediği
durumda ise fertler kendilerini bu geniş grubun parçası olarak görür, birbirlerinden
kopuk olsa dahi aynı amaca hizmet eden eylemler icra edebilirler. Volkan, kriz ve terör
dönemlerinde ferdi veya toplumsal, bağımlı bağımsız eylemleri geniş grubu ait hissetme
dürtüsü ve liderin rolü üzerinde durmaktadır. 11 Eylül saldırılarını yapanlar bilfiil üye
değilse bile kesinlikle geniş gurupla bağ kurmuşlardır. Bu konuda Eric Hoffer,
“Stalin’in gizli polisi önünde korkan ve dalkavuklaşan bu aynı kişiler, Stalin tarafından
affedildikten sonra, Nazi orduları karşısında eşsiz kahramanlıklar gösterdiler. Tezat
teşkil eden bu davranışların nedeni, Stalin polisinin Alman ordularından daha zalim
oluşu değil, Stalin’in polisi karşısında kendilerini sıradan bir Rus vatandaşı olarak gören
bu kişilerin Almanlar karşısında kendilerini şanlı bir geçmişe ve şanlı bir geleceğe sahip
büyük bir ırkın üyesi olarak gördüler” (Hoffer, 1998: 78).
Terör örgütlerinde, son derece kuralcı ve katı bir hiyerarşik yapılanma vardır.
Liderin mutlak egemenliği ve her türlü yetkiyi tanır ve yetki kullanımın sorgulanması,
öz eleştirel düzen içinde dahi mümkün değildir (Çitlioğlu, 2005: 306). Kısaca belirli bir
süre sonra kişi var olduğu tüm bağlardan kendini arındırıp grup kimliğiyle
bütünleşmektedir. Bu çerçevede örgüt, teröristi ödül ve ceza temelinde koşullandırmış
ve şartlamıştır. Bu anlayışta masum insan yoktur. Bu tür bir yaşama elbette ki siyah ve
beyaz hâkimdir. Örgüt, unsurlarında grup psikolojisini kökleştirir. Yaşamının her
alanında örgüt vardır, grup üye üzerinde etkili ve söz sahibidir, bundan dolayı kişi
tamamen gruba aittir. Böylelikle kişi örgütle birleşir, onun potasında erir. Terörist
ideoloji ve inançlarının yanında, terörist örgüt ve etkinliklerin ayakta durmalarında
önemli rol oynayan bir diğer etken sadakat ve boyun eğmektir (Wilkinson, 2002b: 185;
Long: 2002: 423-424; Arıboğan, 2005: 90; Volkan, 1999: 189).
Bu anlamda Sartre’nin deyimiyle bağlı oldukları gruplar tek gerçek kardeşlik
birliği haline gelmektedir (Wilkinson, 2002b: 171). Bir insanı savaşmaya ve ölmeye
hazır duruma getirme tekniği, o insanın kişiliğini bedeninden ayırmaktan ibarettir, yani
kendi gerçek kişiliğine sahip olması önlenecektir. Bu çerçevede uygulanan kod adı
geçmişi bir nevi inkar anlamındadır. Bireyin kendine özgü kimliği silip gurup kimliği
91
ön plana çıkarsa kendini dava uğruna şehit eder. O artık kendini toplulukta yok etmiştir,
topluluğun devamı onun var olma modudur (Hoffer, 1998:74; Long, 2002: 429). “Bir
kişi, işkence veya yok edilme durumuna düştüğü zaman kişisel gücüne güvenmesi
imkânsızdır. Onun tek güç kaynağı kendi kendisi olmak değil, güçlü, görkemli ve
yıkılmaz bir grubun bir parçası olmaktır. Bu açıdan bakıldığında inanç (iman) genellikle
bir kimlik kazanma işlemidir ve bu işlemle kişi, kendi kendisi olmaktan vazgeçerek
ölümsüz bir şeyin parçası olur. Bir dinin, bir ulusun, ırkın, siyasi partinin veya ailenin
kaderine olan inanç, hümaniteye olan inanç, gelecek nesillere olan inanç, yok edilme
durumuyla karşılaşmış olan benliğimizi bu ölümsüz şeye bağlanmaktan başka bir şey
midir?” (Hoffer’in, 1998: 77).
92
III. BÖLÜM
KÜRESELLEŞME OLGUSUNUN TANIMI VE MAHİYETİ
3.1. Küreselleşmenin Tanımı ve Mahiyeti
Küreselleşme ile ilgili birçok teorik yaklaşım ve bir o kadar da tanım
bulunmaktadır. Bütün bunları burada zikretmek büyük bir emek istemesinin yanında
oldukça güç bir iştir. Ancak bizim burada yapmak istediğimiz şey küreselleşmeyi
detaylı bir şekilde incelemek yerine, onun din ve terörle ilişkisini anlamak için bir geçiş
aşaması olarak kullanacağız. Bütün bu değerlendirmelerden önce kısaca
küreselleşmenin ne olduğundan bahsedilecektir.
Globalization sözcüğü, Türkçe’de globalleşme veya küreselleşme olarak
kullanılmaktadır. Dünyalık, evrensellik, genellik anlamında 1960’larda yaygınlaşmaya
başlamıştır (Medjalkova, 2003: 3). Bu kavram, Kanadalı sosyoloji profesörü Marshall
McLuhan tarafından, 1963 yılında küresel köy kavramını ortaya atmasıyla yaygın bir
şekilde kullanılmaya başlanmıştır (Giddens, 2000b: 631; Başkaya, 2005: 325). Bu
çerçevede Roland Robertson, 1985 yılında yazdığı bir makaleyle toplumbilimde
küreselleşme kavramını ilk olarak kullanması ve tartışmaya açmasıyla tanınmıştır
(Kızılçelik, 2003: 3). Globalleşme söylemlerinin gündemi yoğun bir şekilde meşgul
ettiği dönem ise Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla dünyanın tek kutup etrafında
şekillenmeye başlandığı ve Yeni Dünya Düzeni söylemlerinin dünyaya empoze edildiği
1990’lı yıllara denk düşmektedir (Şen, 2004: 123-124).
Genellikle coğrafyanın toplumsal ve kültürel olarak dayattığı kısıtlamaların
azaldığı, insanların ise bu azalmayı giderek daha çok fark etmeye başladıkları bir
toplumsal süreç olan küresellik, yeni bir bilinç şekillenmesidir (Marshall, 2003: 449-
450). Aynı zamanda o, geleceği görebilme çabasının adıdır (Usta, 2003: 180).
Küreselleşme, her alanda mesafenin daha az önemli hale gelerek, siyasal ekonomik,
sosyal ve kültürel alanlarda dünyanın daha çok bütünleşmesidir. Tek yanlı bir süreç
olmayıp daha çok diyalektik bir süreçte, zıt eğilimleri de ihtiva ederek gelişmektedir
(Bozkurt, 2000: 30). Küreselleşme, dünyadaki farklı halklar, bölgeler ve ülkeler
arasında artan karşılıklı bağımlılık ya da dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin
yoğunlaşmasıdır (Giddens, 2000b: 619). Bu günkü küreselleşmeyi ortaya çıkaran
teknolojik, ideolojik ve ekonomik faktörlerdir (Bozkurt, 2000: 26-28).
93
Bu çerçevede küreselleşme temelde, iletişim-bilişim devriminin yani hızlı
teknolojik gelişimin ve siyasal alandaki gelişmeler ve Sovyetler Birliğinin çökmesiyle,
Soğuk Savaş* sürecinin sona ermesinin bir ürünüdür (Kongar, 2002: 21). Modernleşme
sürecinin bir devamı olan küreselleşmenin temel dayanakları teknolojik ve ekonomik
olsa da bunlar, hukuk, siyasal, kültürel ve psikolojik değişikliklere yol açmaktadır.
Dolayısıyla siyasetten ekonomiye ve insan ilişkilerine kadar derin ve köklü değişiklikler
oluşmaktadır (Yılmaz, 2004: 148, 179). Bu yönüyle de küreselleşme bir birikimin
sonucudur (Medjalkova, 2003: 12-13).
20. yüzyılın sonunda dünya, iletişim, ulaşım ve bilgi alanlarındaki gelişmeler ve
ekonominin giderek uluslar arasılaşması sonucunda küresel bir toplum ve pazar haline
gelmiştir. 1980’li yıllarda ortaya atılan bir kavram olan küreselleşme, sınırlar ötesi ve
dünya çapında etkileri olan ve toplumları teknoloji, siyaset, hukuk, ekonomi, kültür,
çevre, gibi alanlardaki gelişmeler sonucunda zaman ve mekân sınırı tanımadan birbirine
bağlayan süreçleri betimlemektedir (Güvenç, 1998: 318). Küreselleşme olgusu dünya
düzeninde köklü değişikliği ifade eder (Friedman, 1999: 45). En genel anlamıyla
dünyanın bir bütün olarak küçültülmesi diye tanımlanan küreselleşme, yerelliklerin
irtibatını kapsar. Küreselleşme ayrıca, geleneğin icadı düşüncesiyle aynı genel anlamda,
yerelliğin icadı ve onun tahayyülünü kapsar (Robertson, 1996: 127). Robertson
küresellik sorununu nesnel ve öznel süreçler olarak formüle eder. Bu bağlamda
küreselleşme, hem dünyanın küçülerek yoğunlaşmasına, hem de bir bütün olarak dünya
bilincindeki yoğunlaşmaya gönderme yapan bir terimdir (Friedman, 1999: 83).
Bir olgu farklı ve çok sayıda insanı aynı anda etkiliyorsa bu sistem küreselleşme
olarak adlandırılabilir (Friedman, 1999: 16-17). Bu çerçevede küreselleşme, yerel
oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da yerel bir olayın dünya
çapındaki etkileri veya dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak
tanımlanabilir. Giddens’a göre küreselleşme kavramı en iyi şekilde zaman ve mekânın
birbirinden ayrılmasının temel boyutlarının ifadesi olarak anlaşılmalıdır (Giddens, 1998:
* Soğuk Savaş kavramı, ilk kez Amerikalı yazar Bernard Baruch tarafından kullanılmıştır. Esasen bu kavramı Walter Lippman (1889-1974) tarafından yaygınlaştırılmıştır. Soğuk Savaş, II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın ideolojik kutuplara ayrıldığı bir dönemde, şimdi çökmüş olan Doğu Avrupa, Sovyetler Birliği ve Asya’nın komünist sistemleri ile ABD’nin öncülük ettiği müttefikleri ve dünyanın kapitalist toplumları arasında karşılıklı düşmanlık ilişkilerini niteler. 1945 yılında Yalta toplantısında, dünya resmen Batı ve ABD ile Sovyetler birliği arasında paylaştırıldı. 1991’e kadar ABD ve SSCB Soğuk Savaşın dehşet dengesi içinde yan yana var oldular. Soğuk Savaşa dehşet dengesi denildiği gibi 3. Dünya Savaşı da denildi. Bu statüko sadece ciddi bir biçimde üç kez sınandı. Bunlar; 1948-49 Berlin ablukası, 1950-53 kadar süren Kore Savaşı ve 1962’de Küba füze krizi (Wallerstein, 2004, 21; Kirman, 2004: 205; Heywood, 2006: 191).
94
55). Yani modern sonrası gelişmenin en önemli iki unsuru zaman ve mekân anlayışının
değişmesidir (Yılmaz, 2004: 184). Giddens, küreselleşmeyi modernliğin dünya sathına
yayılması olarak görür. Bu haliyle o bir nevi modernliğin genişlemesidir (Giddens,
1998: 66-71).
Sosyolojik açıdan küreselleşme ise, mahalli kültürlerin ve geleneksel toplumsal
bağların çözüldüğü, milli devletlerin belirleyiciliğinin azaldığı, sosyal devletin gittikçe
küçüldüğü, gruplar ve kişiler arasındaki her türlü ilişkinin kolaylaşıp yaygınlaştığı,
üretimin ve bölüşümün yeni bir dönüşüm içine girdiği, gerek toplumlar arasında gerekse
aynı toplum içindeki sürtüşmelerin yayılma tehlikesinin her zamankinden daha çok
olduğu, sınırların ve geleneksel aktörlerin azaldığı, farklı bir bireyselciliğin geçerli
olduğu, geleneksel toplumsal kurumların fonksiyonlarını yitirdikleri, dayanışmanın
azaldığı, küresel ekonomik rekabetin belirleyici olduğu, değerler sistemi henüz ortaya
konmamış bir süreç olarak ifade edilebilir (Koçdemir, 2002: 254-255).
Küreselleşme kavramı bugün ekonomiden siyasete, kültürden sanata,
cinsellikten modaya toplumla ve yaşamla ilgili hemen her alandaki değişimi ifade etmek
için kullanılan bir sembol haline getirilmiştir (Soyak, 2002: 7). Küreselleşme, bilimin ve
teknolojinin artan önemiyle ilgilidir. Teknolojiye dayalı bu toplum, coğrafyanın ve ham
maddenin öneminin büyük ölçüde azaldığı, teknolojik yeniliklerin tarihi hızlandırdığı ve
değişimin hızlı olduğu toplumdur. Değişimin itici gücü ise bilgi ve teknolojidir (Yılmaz,
2004: 31). Teknolojik değişimin ilk ve en geniş etkisi üretim düzenini değiştirme
üzerinde hissettirmiştir. Üretim ve ticaret düzeninin değişmesi ise insanların tutum ve
davranışlarından kültürlerine kadar her alanda değişiminin kendisini hissettirmesidir
(Şaylan, 2003: 123, 169). Küreselleşme esas itibariyle iletişim ve bilişim devrimiyle
ilişkili bir olgu iken, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ve Soğuk Savaşın sona ermesi de
bu süreçte önemli rol oynamaktadır (Kongar, 2002: 29). Bu bağlamda o, iki kutuplu
yapı ile siyasal ve ekonomik engellerin ortadan kalkmasına tekabül eder. Bu şekilde
dünya global bir köy haline gelmiştir. Bu küresel köy tek bir siyasal gücün etkin olduğu,
ABD’nin askeri ve ekonomik üstünlüğüne işaret etmesine rağmen yine de küreselleşme,
temelde tarım ve sanayi devrimlerinden sonra ortaya çıkan iletişim ve bilişim
devriminin bir uzantısıdır (Yılmaz, 2004: 22-23). Kısaca küreselleşme önceki
dönemlerinden farklılık arz ederek, toplumların sanayi toplumundan enformasyon
toplumuna dönüşmesi, ulus devletler yerine bölgesel devletler ve küresel hâkimiyetin
geçtiği, beraberinde etnik farkındalık ve federalleşmenin canlandığı, devlet yerine
şirketlerin ön plana çıktığı, şirketlerin hem ekonomik hem de siyasal güce sahip olduğu,
95
geleneksel toplum yapılarının ve cemaatlerin parçalandığı bir döneme işaret etmektedir
(Yılmaz, 2004: 11).
Küreselleşme, nüfus artışı, göçler, ticaret ve gezgincilik, turizm gibi doğal
etkenler, olgular ve ihtiyaçlarla insanlığın kendi kendine bütünleşmesi, doğal bir
yakınlaşma süreci olduğundan karşılıklı ilişkileri içerir. Küreselleşme kavramına yakın
duran kavramlar arasında, kültürleşme, katılım ve uyumculuktur. Küreselleştirme ise,
baskın bir siyasi ve ideolojik gücün kendi değerleri etrafında ve belirli amaçlar için
doğrudan ve dolaylı yollarla belirlenen bir plana göre sevk ve idare etmesidir. Buna
yakın kavramlar ise, sömürgecilik (emperyalizm), sosyal darvinizm, enternasyonalizm,
sosyalizm, kapitalizm ve komünizm’dir (Bayrakdar, 2003: 150). Hemen belirtilmelidir
ki globality (küresellik), modern batı tarihi süreci içerisindeki durumdur. Globalizm
(küreselcilik) ideolojik ve politik bir tutumdur (Koçdemir, 2002: 251-253). Bu
doğrultuda ise küreselleşmenin belirsiz ve hala işleyen bir süreç olduğu, bu durumdan
kimileri çok iyi nasiplenmekte kimileri ise dışlanmakta (Uşak, 2003: 271-368) olduğu
görüşleri de mevcuttur. Hâlihazırda küreselleşme hala devam eden süreçtir. Nereye
doğru yol alaca aşağı yukarı belli olmasına rağmen nihai sonucun ne olacağı yine
bilinmemektedir. Bununla beraber küreselleşme, her ülkede her yerde aynı dönüşümleri
ve değişimleri göstermemektedir, ülkelerin farklı tecrübe ve deneyimlerine göre farklı
küreselleşme dizeleri yaşanmakla beraber (Falk, 2003: 92; Yılmaz, 2004: 163), doğal
olarak bugünkü süreçte saf bir kültür veya medeniyet bulunamamaktadır (Aslanoğlu,
1998: 273). Bütün bunlara rağmen küreselleşmeyi neyin izleyeceği hala meçhul
(Brecher& Costello & Smith, 2002: 4, 15) bir durum olarak karşımızda durmaktadır.
Bu bağlamda küreselleşme yaklaşımlarını üç kategoride ele almak
gerekmektedir. Bunlardan ilki kavrama olumlu anlam yükleyenler (radikaller-
küreselleşme yanlıları) ile yerellik tartışmaları ve bu tartışmalar içerisinde farklılık
ilişkisinin düzenlenmesi konusunda özellikle Hall, King, Keyman, Sarıbay ve
Wallerstein’in görüşleri önem arz etmektedir. Bunlar ulus devletin önemini kaybettiğini,
piyasanın politikanın yerini aldığını ve devletten daha güçlü olduğunu, küreselleşme
dünyaya barış, özgürlük, insan hakları ve demokrasiyi yaygınlaştıracağı, ekonomik
refahın artacağını öngörürler. Küreselleşme kavramına olumsuz anlam yükleyenler
(şüpheciler-küreselleşme karşıtları) ve onun kutuplaştırıcı niteliğini vurgulayarak
eşitsizliğin global ölçekte yayıldığını savunanlar ise Bauman, Samir Amin, Cangızbay,
Aytekin Yılmaz gibi yazarların görüşleri önem arz etmektedir. Bunlar küreselleşmenin
yeni bir süreç olmadığı onun yeni emperyalizm olduğunu belirtmekte, halihazırdaki
96
sonuçlarının pek iç açıcı olmadığını, dünyanın oldukça hızlı bir şekilde zengin-fakir
olarak ikiye bölündüğünü yine dünya bütünleşme yerine bölgesel, dini ve etnik
çatışmaların arttığı, insan hakları ve demokrasinin sözde kaldığını savunurlar (Şen,
2001: 181; Yılmaz, 2004: 163; Bozkurt, 2000: 19-22; Cirhinlioğlu, 2003: 96-101).
Günümüz sosyal demokrasi arayışında öne çıkan ve şüphecilerden çok
radikallere yakın duran dönüşümcü yaklaşım taraftarları, küresel kapitalizmi daha insani
kılmak niyetindedirler. Üçüncü yol yaklaşımcıları, küreselleşme yanlıları ile karşıtları
arasındaki indirgemeci ve kutuplaşmacı tartışmanın ötesinde, küreselleşme fenomenini
çözümlemeye çalışmakta ve küreselleşme sürecini toplumsal değişim perspektifinde ele
almaktadırlar. Küreselleşme ciddi bir sorgulama ve eleştiri sürecine sokulması gereken
toplumsal bir olgudur. Bunlara göre küreselleşme oldukça karmaşık bir süreç olup, onun
nereye gideceğinin ön görülemez olduğudur. Küreselleşmeyi bir süreç olarak ele alıp
onun niteliğini, gelişimini ve aşamalarını ortaya koymaya çalışırlar. Dinler arası
diyalogcular, insan hakları, sivil toplumcular, insani yardım dernekleri bu tavrı
takınmaktadırlar (Yılmaz, 2004: 164). Bu kategoride yer alanlar ulus devlet ve
kurumlarının hızla değişen siyasi, sosyal ve ekonomik şartlara göre adapte olmasını ve
yeniden yapılanmasını savunanların tavrıdır (Bozkurt, 2000: 23). Bu bağlamda Ali Y.
Sarıbay’ın deyimiyle, küreselleşme kendi başına ne şeytani ne de rahmani bir güçtür
(Aydın & Erdoğan & Sarıbay & Bolay. & Altan, 2002: 52; Yılmaz, 2004: 26).
Küreselleşmeye dair argümanları şüpheciler ve radikaller şeklinde iki gurupta
toplayan ve daha çok radikallerden yana tavır takınan Giddens, küreselleşmenin
tamamen gerçek olduğunu, sonuçlarının kendisini her yerde hissettirdiğini ileri sürer.
Bütünleşmiş tek bir dünyada tüm toplumların etkileşimlerinin kaçınılmaz olduğunu dile
getirmektedir (Giddens, 2000a: 20-24; Giddens, 2001: 45). Gidense göre küreselleşme
modernliğin bir sonucudur. Bu bağlamda bu durum postmodern bir dönem değil de
modernliğin sonuçlarının evrenselleştiği bir dönemde olmaktadır. Yine o zaman ve
mekânda oluşan dönüşümlerle ilgilidir. Söz konusu dönüşümlerin tek merkez olan
batıdan dağılarak tüm küreye yayılmasıdır. Zaman ve Mekânın ayrılması ile eylemler
belli bir yere bağlı olmaktan çıkmış ve kilometrelerce uzaktaki yerler ile etkileşim içine
girilmiştir. Kültürel süreçleri yeterince ele almamış olan Giddens’a göre
küreselleşmenin maddi temeli, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler
olmuştur (bkz: Giddens, 1998). Ancak teknoloji, gelişme yön, biçim ve hızı kendi
içinde belirlenmiş yansız bir veri değildir. Ona yön veren bir hâkim kültür mutlaka
vardır (Cangızbay, 1998: 166). Bu çerçevede küreselleşmenin yansız bir veri olduğuna
97
inanmak oldukça zor gözükmektedir. Bu gün küreselleşme, genelde küreselleştirme
doğrultusunda devam etmektedir (Bayrakdar, 2003: 150).
Giddens’e göre küreselleşme çok boyutlu karmaşık bir süreçtir ve tek boyuta
indirgenemez. Bu çerçevede o, tek yönlü değil çift yönlü işleyen karşılıklı bir süreçtir
(Giddens, 2000a: 24-28). Bu çerçevede Robertson’a göre de küreselleşmenin iki yüzü
bulunmaktadır. Küreselleşme, evrenselciliğin tikelleşmesini ve tikelciliğin
evrenselleşmesini içeren ikili bir sürecin kurumsallaşma biçimidir (Robertson, 1999:
120). King ve Hall’e göre küreselleşmenin homojenleştirme ve heterojenleştirme
süreçlerinin ikisini de kapsamaktadır. Özellikle farklılıkların temsiline olanak
sağlayarak ona meşruiyet kazandırmakta, daha sonra ise bir üst düzey olan global
ölçekte de kendi içinde eritmektedir. Bauman’a göre ise global ölçekte bir taraf
küreselleşme sürecini yaşarken diğer taraf yerelleşme süreci içindedir. Yani
küreselleşme insanı kutuplaştırmaktadır. Globalleşen, teknolojiyi elinde bulunduran üst
kültür yani elit kesimdir. Buna rağmen alt kültür ve alt sınıf yerel kalmaktadır. Bu
eşitsizliğin dünya sathında derinleşmesine ve kalıcı olmasına sebep olmaktadır. Bu
bağlamda yerel olan için melezleşmenin kültürel güçsüzlenme anlamına geldiğini
söyleyen Bauman’a göre teknolojik gelişmeler, farklı kültürlerin karşılaşıp
kaynaşmasını çok kutuplaştırma ve bölme amacına hizmet etmektedir. Teknolojik
gelişmeler bu yüzden küreselleşmenin ayrılmaz parçası olan mekanı bölme, ayırma ve
dışlama amacına hizmet eder. Hall, bu olguyu daha çok kültür ve emperyalizm
bağlamında ele almaktadır (Bauman, 1999: 9-14; King & Hall, 1998: 32, 48).
E. Fuat Keyman, küreselleşmenin çok boyutlu ve eş zamanlılığa işaret eden
tarihsel bir süreç olduğunu belirtmektedir. Küreselleşmeyi, salt homojenleştirici ya da
salt heterojenleştirici bir süreç değil, her iki süreci içinde barındırdığı, bu çerçevede
yerel (geleneksel) olanın evrenselin (modern) içinde yeniden canlanması olarak
görmektedir. Bu durumun global ölçekte çok kültürlülüğe katkıda bulunan gelişmesini
sağlayan ve bu doğrultuda demokratikleştirme ivme kazanacaktır (Keyman, 1998b: 26-
27; Heywood, 2006: 172). Küreselleşmenin çok boyutluluğu üzerinde duran Keyman ve
Sarıbay, kavramın günlük konuşmalarda en sık kullanılan kavramlardan biri olmasına
rağmen, küreselleşmeden kastedilen şeyin net bir görünüme sahip olmadığını belirtirler.
“Kavram, bazen dünya toplumlarının birbirlerine benzeme süreçlerini, buna bağlı olarak
tek bir global kültürün ortaya çıkmasını; bazen de toplumların ve kimliklerin kendi
farklılıklarını ifade etme ve tanımlama sürecinde kullanılabilmektedir” (Keyman &
Sarıbay, 1998a: 9).
98
Bu tanımlamalardan farklı olarak küreselleşme geçmişten kopuk olmayıp devam
eden bir süreç olarak da addedilir. Bu anlayış doğrultusunda dünyada ilk büyük
dönüşüm M.Ö. 7000’li yıllarda tarım devrimiyle yaşanmıştır. Bu dönemde insanlar
yerleşik hayata geçip medeniyetler kurmaya başlamıştır. Coğrafi genişlik ve yönetim
aygıtı açısından bilinen en gelişmiş ve adeta küresel nitelikli ilk devlet Roma
İmparatorluğudur. Her yol Roma’ya çıkar sözü bunu göstermektedir. İkinci önemli
dönüşüm 18. yüzyılda sanayi devrimi ile yaşanmıştır. Bu dönemin küresel devleti ise
üzerinde güneş batmayan ülke olarak addedilen, dönemin en büyük sömürge devleti
Britanya İmparatorluğudur. İnsanlığın bu bilgi birikimi en nihayetinde 21. yüzyılda yeni
bir dönüşüm iletişim ve bilgisayar devrimi olan enformasyon devrimi ile yaşanmaktadır
(Yılmaz, 2004: 9-10; Kongar, 2002: 23). Buradan hareketle Ömer Çaha ise tarihte ana
hatlarıyla iki büyük küreselleşme dalgasının bulunduğunu ifade eder. Birincisi, Büyük
İskenderin öncülüğünde başlayan siyasal küreselleşmedir. İkincisi ise, 16. yüzyıldan
itibaren coğrafi keşifler ve kapitalist ekonomiyle birlikte başlayan, zaman zaman
aktörleri değişen ve yükselişi hala devam eden ekonomik küreselleşme dalgasıdır (Çaha,
2004: 40)
Yukarıda izah edildiği üzere bir kısım düşünüre göre dünya tarihi çok daha
erken dönemde küreselleşme olgusuna tanıklık etmiştir. Roland Robertson’a göre
bugüne kadar pek çok küçük küreselleşme dizeleri yaşanmıştır (Robertson, 1999: 94).
Küreselleşme, hem dünyanın küçülmesi hem de bir bütün olarak dünya bilincinin
güçlenmesine gönderme yapan Robertson’a (1999: 21) göre küresellik ise, oldukça
yakın bir zamanda ortaya çıkan sosyolojik bir oluşumu simgelemektedir. Dünya
toplumu anlayışı doğrultusunda coğrafi olarak uzak toplumların iç içe geçmesi
durumunu simgeleyen küresellik, günümüzde bilişim ve teknolojilerin gelişmesiyle
artan karşılıklı bağımlılık, hiçbir ülke yada topluluğun kendisini diğerlerine
kapatmasına imkan tanımamaktadır (Giddens, 2000b: 619; Robertson, 1999: 130-133).
Bertrand Russel ve Tabb’a göre bugünkü küreselleşme tarihsel kökleri
mevcuttur ve uzun bir geleneğin devamıdır. Bu devamlılık halkların boyunduruk altına
alınması, doğal ve insani kaynakların talanıyla süreklilik arz eder (Yılmaz, 2004: 39, 43;
Medjalkova, 2003: 38-43). Baskın Oran’a göre daha önce de küçük çapta
küreselleşmeler yaşanmıştır. Denizdeki gelişmeler ve keşifler sömürgeciliği,
sanayileşmeyle devam eden emperyalizm ve iletişim-bilişim devrimiyle gelen
globalleştirme ise bu günkü kapitalizmin devam eden süreci olarak addedilebilinir
(Oran, 2000: 9; bkz: Yusufoğlu, 2005). Kısaca küreselleşmenin tarihsel kökleri
99
olduğunu ileri sürenler, bu olguyu hem modernitenin temel sonuçlarından biri, hem de
yüzlerce yıllık kapitalizm ve sömürgeciliğin ürünü olarak görmektedir (Başkaya, 2005:
327; Kızılçelik, 2003: 94; Giddens, 2001: 133).
Bu ise karşımıza küreselleşme sürecinin evrensellik düzeyinde işleyip işlemediği
sorununu ortaya çıkarmaktadır. Hemen belirtelim ki şimdilik öyle olduğu söylenemez.
Küreselleşme, öncelikle uluslar arası sermayenin ve dominant kültürün tüm küreyi
kuşatarak ötekileri baskı altına alması şeklinde meydana çıkıyor, hatta söz konusu amaç
için, gerektiğinde, askeri müdahale de olasılık dahilinde görülüyor (Canbolat, 2003: 45).
Diğer taraftan küreselleşmenin nasıl cereyan ettiği ve bağımsız bir süreç olup olmadığı
problemi de ortaya çıkarmaktadır. Küreselciliğin, hâkim söylemin kendi amacı
doğrultusunda küresel-bütünleşmiş bir dünya oluştururken, aynı zamanda kültürler arası
farklılaşmayı parçalanma düzeyinde gerçekleştirmekte, yerel ve alt kültürlere ya da batı
dışı toplumların kendilerini yeniden tanımlamalarına dair imkân sunmaktadır. Bu
haliyle küreselleşme tek yönlü, bütünleşmeye doğru giden bir süreç değildir.
Yerelleşme ve bölgeleşme de bunun bir parçasıdır. Bu bağlamda küreselleşme
birleştirirken parçalara da ayırmaktadır. Bunun yanı sıra BM insan hakları komisyonu
bu sürecin sadece ekonomik bir süreç olmadığını, sosyal, siyasal, çevresel, kültürel ve
hukuksal boyutları da olduğunu vurgulamaktadır. Küreselleşme, malların, hizmetlerin,
paranın, teknolojinin, enformasyonun, kültürün, sınır ötesine taşınmasıdır (Yılmaz,
2004: 78-79).
Yukarıda zikrettiğimiz problemle ilintili diğer bir sorun ise, içinde yaşadığımız
bu dönem, küresel bir dünya mı, yoksa Amerikanın tek süper güç ve hakim olduğu bir
imparatorluk dönemi olduğu tartışmalı olsa bile, bu dönemin egemen gücü ABD
nezdinde Batı olduğu fikri kuvvet kazanmıştır (Yılmaz, 2004: 9-10; Kongar, 2002: 23).
Gücün Avrasya dışında Amerika’ya kaydığı son dönemlerde Amerikanın ticaretten çok
küresel askeri hegemonya ile dünya çapında hâkimiyet kurma yönündeki imparatorluk
stratejisi de göze çarpan önemli bir husustur. ABD hâkimiyeti artık güçler dengesine
değil şok ve dehşete yani korkuya dayanmaktadır (Gerger, 2004: 491-504; Foster,
2005). İki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla, egemen güce karşı diğer devletlerin
pazarlık şansını ortadan kaldırılmıştır. Küreselleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak
uluslar arası politikada tek ekonomik sistem (kapitalizm) ama daha fazla bölünmüş bir
dünya karşımıza çıkmıştır. Uzun yıllar süren bölgesel, etnik ve dini çatışmaları Yeni
Dünya Düzeni mimarları tarafından istenildiği zaman müdahale edilip bitirilmekte,
100
istenilmediği zaman bu çatışmalar sürmekte veya artırılmaktadır (Thompson & Hırt,
2003: 39; Şaylan, 2003: 223-224).
Bugünkü küreselleşme denen olgu tamamen ABD’nin dünya siyasi liderliği ve
emperyalizmin modern görüntüsünden başka bir şey olmadığı, dolayısıyla küreselleşme,
Amerikanlaşmanın da ötesinde yeni sömürgeciliğin diğer (Ertekin, 2005: 38-39, 65;
Demirer, 2001b: 177) bir adı olmaktadır. Bu bağlamda ABD’nin dünya siyasi liderliği
ve yeni emperyalizm (Foster, 2005), şeklinde tanımlanan küreselleşme yeni dünya
düzeni tasarlayıcılarının sömürgecilik anlayışının dünya sathına yaygınlaştırılması
olduğu (Harvey, 2004; Kongar, 2002: 163) fikrini savunanlar oldukça fazladır.
Bauman’a göre (1999: 69) küreselleşme yeni dünya düzensizliğinin yanı sıra,
kapitalizmin dünya ölçeğine yeni sömürgeleştirme olarak yayılmasıdır (Kızılçelik,
2003: 5; Cirhinlioğlu, 2004: 105). Bu çerçevede günümüzün bilimsel ve politik söylemi
içinde emperyalizmin yerini küreselleşmeye bırakmıştır (Boratov, 2000: 15-25; Ertekin,
2005: 273-287).
Küreselleşme her devrin kendi konjonktürüne göre oluşmuş olsa da bu günkü
şekliyle ortaya çıkmamıştır. Yani küreselleşmenin bu güne has bir fenomen olduğu, bu
süreçte ABD’nin dünyada ilk ve tek küresel güç olduğu görüşü yaygınlık kazanmıştır
(Brzezinski; 2005a: 26-50). Bu çerçevede küresel merkez ABD ve AB’dir.
Küreselciliğin asıl itici gücü ise ABD oluşturmaktadır. Küreselleşme batı modernliğinin
bir sonucu da olsa tüm dünyayı kapsamakta ve ilgilendirmektedir (Brzezinski, 2005b:
114-115). Bu durumun gerekli olduğunda ısrar eden Brezinski, bundan önce asla
küresel hegemonya, demokratik ve çoğulcu bir devlet tarafından uygulanmadığını
söylemektedir (Brzezinski, 2005b: 242). Brezinski, Amerikanın küresel hegemonyası
artık hayatın bir gerçeği olduğunu ve dünyanın başka seçeneği olmadığını ısrarla
vurgulamakta (Brzezinski, 2005b: 257) hatta var gücüyle bunu dayatmaktadır.
Küresel gelişmeler, Sovyetlerin çöküşü ve iki kutuplu dünyanın yıkılmasıyla
birlikte yoğunluk kazanırken, Fukayama (2003) bunun tarihin sonuna ve liberal
demokrasilerin zaferine işaret ettiğini belirtiyordu. Brzezinski (2005b) ise Sovyetlerin
çöküşü ile ilk defa gerçek anlamda küresel bir gücün dünya hâkimiyetini sağlama
pozisyonuna geldiği ve bu yeni dönemin Amerikan dönemi olduğunu belirtiyordu. O,
her ne kadar toplumsal geçmişi olmasına rağmen küreselleşmenin bugüne has bir olgu
olduğunda ısrarlıdır. Brezinski tarihte ilk kez Avrasyalı olmayan küresel bir gücün
ortaya çıktığı ve ilk kez bir devletin gerçek küresel güç olarak belirdiğini
vurgulamaktadır. Bugün küresel gücü belirleyen askeri, ekonomik teknolojik, iletişim,
101
kültürel ve bilimsel alanda ABD’nin önde olduğu su götürmez bir gerçektir. Brzezinski
(2005a) küreselliği ağırlıklı olarak hâkimiyet kurma şeklinde tanımlamakta özelliklede
Amerikan hâkimiyeti olarak ele almaktadır Bu süreçte ise Huntington (2002) artık
kapitalizm-komünizm ayrımı ölürken geleneksel medeniyet savaşlarının baş
göstereceğini belirtmektedir. Huntington, küreselleşme ile ulus devletlerin zayıflarken
yerine bölgesel-kültürel oluşumlar geçeceği bunun da medeniyet çatışmalarına yol
açacağını iddia etmiştir.
Globalleşme modernitenin bir devamı olmasına rağmen, modernizmin birçok
değer yargılarını sorgulama sürecine girmiştir (Şen, 2004: 178). Bu çerçevede
postmodernizm ile ilişkisi kurulabilir. Robins ve Morley, post-modernizmi en iyi
anlama biçimlerinden biri olarak, batının dışında kalanların batı modernitesinin
küreselleşmesine gösterdikleri tepki olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade ederler.
Çünkü onlara göre Batı modernitesi dışında modernliklerin olabileceğini
göstermektedirler (Aslanoğlu, 1998: 258). Böylelikle küreselleşme ile postmodern
söylemlerin koşutluğu çok net olarak karşımıza çıkar. Küreselleşme, postmodern kültür
zemininde işleyen ve onunla çok yakın ilişkili olan bir süreçtir (Amin, 1999: 177-200).
Küreselleşme, ekonomik, siyasal ve kültürel değerlerin ve bu değerler çerçevesinde
oluşmuş birikimlerin ulus dışına taşarak dünya geneline yayılmasıdır. Bun haliyle o,
modernizm ve post-modernizm süreçlerinin bir getirisidir (Şen, 2004: 180). Kısaca
günümüzde kapitalizmin girdiği krizlerden çıkış noktası araması sonucu küreselleşme
sürecine girilmiştir. Yani kapitalist sistemin 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı
krizden kurtulmak için, yeniden yapılandığı ve bir çıkış noktası olarak küreselleşme
sürecine, kapitalizmin gelişmesine paralel bir biçimde dünyaya yerleşmiştir (Şen, 2004:
124; Mahçupyan, 1997: 94).
Kökenleri sömürgeciliğin başlangıcına dek dayandırılabilecek küreselleşme
sürecinin günümüzdeki evresinin ayırt edici yanı, çok uluslu şirketlerin elinde
yoğunlaşan uluslar arası sermaye ve metaların devingenliğinin olağanüstü hızı ve bunun
karşısındaki engellerin kaldırılması yönündeki neo-liberal politikalardır (Özbudun,
2002: 53). Globalleşme, dünya ekonomik sistemlerinin ortaya çıkışının bir uzantısı
olmasına rağmen sosyologlar daha çok onun kültürel küreselleşmesiyle ilgilenmesi
(Turner, 2002: 26) gayet doğaldır. Küreselleşme bugünün dünyasına damgasını vurması
hasebiyledir ki hiçbir ulus bu sürecin dışında kalamamaktadır. Bu çerçevede
küreselleşme vazgeçilebilir bir olay değildir. İstesekte istemesekte bu süreç
işlemektedir. Bu sürece dâhil olup olmama bir tercih meselesi olmadığını
102
belirtilmektedir (Aydın & Erdoğan & Sarıbay & Bolay & Altan, 2002: 20; Yılmaz,
2004: 26).
Bu çerçevede hem global çapta zengin ülkelerle fakir ülkelerin arasındaki fark
açılmakta hem de bir ülke içinde zenginlerle fakirler arasındaki gelir uçurumu
büyümektedir. Bir yandan global çapta zenginlik yaygınlaşır ve tarihte beklide ilk defa
insanların açlık ve sefaletten kurtulma umudu doğarken diğer yandan sosyal
politikalarla desteklenmesi gereken pek çok insanın dışlanması küreselleşmenin en
temel çelişkilerindedir. Eşitlik, adalet, insan hakları ve zenginlik yerine bugün artık
yoksulluk küreselleşmiştir (Yılmaz, 2004: 24; Chossudovsky, 1999). Küreselleşme bir
yandan dünyanın global bir köye dönüşmesini ve ortak dünyada yaşama bilincine
varılmasını sağlarken diğer yandan bizi birbirimizden koparmaktadır. Nitekim Giddens
bu sürece eşitsizliğin yayılması demektedir Küreselleşme, çok az insanın refah yolunda
ilerlediği, çok hızlı bir biçimde zenginleştiği, büyük bir çoğunluğun ise sefalet için
yaşamaya mahkûm edildiği, kazanandan çok kaybedenler dünyası inşa etmiştir
(Giddens, 2000a: 27-28; Heywood, 2006: 204-205). Küreselleşme eşitsizlikleri
körüklemekte yoksulluğu artırmaktadır. Dünyanın merkez (zengin) ülkeler ile çevre
(fakir) ülkeler arasındaki ilişkiler, merkez-çevre kuramcılarına göre küreselleşme ile
birlikte eşitsizlikler daha da artmıştır (Amin, 1992: 10, 44). Bu çerçevede dünya hiç
olmadığı kadar bütünleşme yerine parçalanmaya, bölgeselleşmeye ve çok kutupluluğa
doğru yol almaktadır (Cirhinlioğlu, 2004: 113; Heywood, 2006: 207-209). Şu halde
eskinin doğu batı nezdindeki soğuk savaşını şimdilerde zengin-fakir yani Kuzey-Güney
çatışması olarak görmek muhtemel olacaktır (Kongar, 2002: 170).
Robertsona göre, küreselleşme tartışmalarının ilk kuşağında homojenleştiriciler
(Giddens ve bir çok Marksist fonksiyonalist gibi) ve heterojenleştiriciler (Edward Said,
Stuart Hall ve bazı düşünümsel antropologlar) diye iki ana düşüncenin var olduğunu ve
bunlar arasındaki ayrımları ortaya koyduktan sonra, bu kavramların adeta bir sentezi
olan glokalleşme kavramını ortaya atar (Robertson, 1996: 113-121). Bu çerçevede
glokalleşme, global (küresel) ve lokalin (yerel) kısaltılmasıyla elde edilen bir
kavramlaştırmadır. Küresel yerelleşme (global localization) anlamına gelen ve bir nevi
evrenseli yerli şartlara uydurma olan Japon glokalleşme (dochakuka) fikrinden
esinlenilmiştir. Robertson glokalleşme kavramının önemi üzerindeki vurgusu
küreselleşme (globalleşme) kavramının kullanımlarının çoğundaki büyük zayıflık
olduğunu ifade eder ve o küreselleşme kavramı yerine glokalleşme kavramını ikame
etmek ister (Robertson, 1996: 118, 134-135).
103
Küreselleşme, Soğuk Savaş sonrası dünyanın somut yapılanmasına yönelik
süreçleri tanımlayan sosyolojik kavramlaştırmadan ibaret olduğunu ve kapitalizmin
bunalımlarının bir çıkış noktası aramasıyla ortaya çıktığı bir postmodern süreç olarak
ifade edilebilir. Bu yönüyle Batı merkezli bir tarihi sürecin ürünü olan küreselleşme,
yaşadığımız dünyanın bu günkü durumunu çözümleme iddiasında bulunan bir olgudur.
3.2. Küreselleşmenin Boyutları Küreselleşme ister modernizmin devamı ve genişlemesi ister farklı bir dönem
olarak ele alınsın siyasal, ekonomik ve kültürel boyutları bulunmaktadır. Yine bu sürece
bağlı olarak hukuk alanında da dönüşümler görülmektedir (Kongar, 2002: 23; Keyman,
1998c: 36-37). 11 Eylül saldırıları ile küreselleşmenin güvenlik ayağı ön plana çıkmıştır
(Yılmaz, 2004: 18, 68). Bu çerçevede küreselleşme, ekonomik, siyasal ve kültürel
olmak üzere üç temel sac ayağı vardır (Heywood, 2006: 201).Hemen belirtelim ki bu tür
ayrımlar genellikle analitik olup, olguyu daha iyi anlamamıza yardımcı olmaya
yöneliktir. Nitekim bütün bu boyutların toplumsal görünümleri iç içe geçmiş şekilde
ortaya çıkmaktadır.
3.2.1. Küreselleşmenin Ekonomik Boyutu Küreselleşme esas itibariyle, ekonomik faaliyetlerin dünya çapında
serbestleşmesini ve bütünleşmesini içermektedir. Sermaye piyasalarının liberalleşmesi
bu gelişmelerin en önemli kollarında biridir. Küreselleşmenin ekonomik boyutu yani
ekonominin küreselleşmesi farklı ülkelerin üretim ve pazarlarının giderek artan bir hızla
birbirine daha bağımlı hale gelmesini ifade eder. Uluslar ötesi ekonomik faaliyetler ise
siyasi ve hukuki yapıların değişmesi sonucunu doğurur ve dolayısıyla toplumsal hayat
bir bütün olarak bu süreçlerden etkilenir (Aydın, 2002: 14). Küreselleşme bir nevi
uluslar arası sermayenin egemenliği anlamına gelmektedir. Bir ülkenin bir başka
ülkedeki yatırımları ve bunların ardındaki büyük şirketler demek olan uluslar arası
sermaye, neler üretileceği, nerede üretileceği, kaça üretileceği, kaça satılacağı, gibi
konuları belirlemektedir (Kongar, 2002: 24-25). Küreselleşmenin bu çerçevede ortaya
çıkardığı hukuki boyutu öncelikle BM, AB, AGİT ve benzer uluslar ötesi kurumları
gündeme getirmektedir. Ayrıca uluslar arası sivil toplum örgütleri de hukukun
küreselleşmesinde önemli rol oynamaktadırlar (Durugönül, 2002: 753). Uluslar arası
nitelik taşıyan antlaşmalara imza atan ulus devlet bir süre sonra egemenliğinin bir
104
kısmını bu kurumlara devretmek zorunda kalmaktadır. Bu ise ulus devletin tam
bağımsızlığına gölge düşürmesi şeklinde algılanmaktadır.
Bu süreçte uluslar arası şirketler ön plana çıkarken, geleneksel yapı ve ulusal
sanayi anlayışları çözülmektedir. Çok uluslu veya uluslar arası sermaye girdiği ülkede
kendi menfaatlerini gözeteceğinden ulusal sanayinin kendi aleyhine gelişmesini elbette
istemeyecektir. Finansal piyasaların liberalleşmesi sonucu sermaye yatırıma dönüşmek
yerine ani giriş çıkışlarla ekonomik dengeleri bozmakta, gelişmekte olan ülkeler
krizlerle karşı karşıya kalmakta, bunun yanında birikmiş sermaye varlıkları da risksiz
diye tabir edilen gelişmiş ülkelere akmaktadır (Yılmaz, 2004; 133). Kısaca,
küreselleşme yanlılarının bekledikleri gibi yabancı sermayenin tamamı ülke refahını
artırmamakta veya her yerde aynı sonucu vermemektedir. 1994 Meksika, 1997 Asya ve
Rusya krizleri ile 2000’de Türkiye ve Arjantin krizleri işlerin beklenildiği gibi iyi
gitmediği göstermektedir. Kâr dışında bir amacı olmayan sermayenin girdiği ülkelerde
az bir risk görünce, ülkeyi terk ederek daha büyük krizlere yol açmaktadır. Şu halde
krizlerle sermaye geldiğinden daha hızlı kaçmaktadır (Falk, 2003: 189; Yılmaz 2004,
143, 145, 298; Uşak, 2003: 238). Bu çerçevede ulusal politikalar ve tercihler, yeni
dünya ekonomisin piyasa güçleri tarafından etkisiz hale getirilmiş olmaktadır. Çünkü
sermaye artık hareketlidir ve hiçbir ulusal bağlılığı yoktur, ekonomik avantajlar nereye
yönelirse oraya yerleşir (Hirst & Thomsom: 2000: 209). Krizden kurtulmak isteyen
birçok ülke borçlandırılmakta böylelikle devletler, IMF ve Dünya Bankasının dayattığı
politikalarla yönetilmekte veya piyasa ekonomisinin kurallarına göre yeniden
şekillendirilmektedir.
Günümüzde uluslar arası yatırımcılar, ulusal borsalara rahat bir şekilde girip
çıkabilmektedirler. Aynı şekilde bu gün ekonomik entegrasyon ileri boyutlara ulaşmış,
neredeyse bir çok ülkenin kendi kendine yeterli bir ekonomi oluşturma şansı
kalmamıştır (Yılmaz, 2004: 73-75). Nitekim 1970’lere kadar, dünya genelinde finans
hareketlerinin % 90’nı ticaret ve yatırım amaçlı iken, bugün % 90’nı spekülasyon
amaçlıdır. Bugünün şirketleri çok uluslu olmasının yanı sıra birçok devletten zengin
durumdadırlar. Örneğin, dünyadaki en büyük 100 ekonominin 51’ülkeler değil
şirketlerdir. En güçlü 500 şirket ise dünya ticaretinin % 70’ini temsil etmektedir.
Dünyanın mamul mal ticaretinin dörtte üçünü ulus aşırı şirketler üretmektedir. Bu gün
dünyada en zengin 200 kişinin serveti 2,5 milyar insanın toplam gelirinden fazladır.
Örneğin; ABD dünya nüfusunun yaklaşık % 5’ini oluştururken, dünyadaki üretimin
dörtte birini yapmakta, enerji kaynaklarının üçte birini tüketmektedir. Dünya petrol
105
üretiminin dörtte birini Amerikanın tükettiğini, 1 Amerikalı çocuğun İsveç’in 2,
İtalya’nın 3, Brezilyanın 13 ve Çad’lı çocuğun 280 katı yeryüzünü kirlettiği
belirtimliktedir. BM’nin 90-99 yıları raporu 54 ülkede ortalama gelirin düştüğü, 21
ülkenin de milli gelir, yaşam kalitesi, temel eğitim ve sağlık sorunu gibi insani gelişme
açısından gerilediği vurgulanmıştır (bkz: Yılmaz, 2004). Bu çerçevede ABD nüfus
araştırmaları kurumu PRB yaptığı araştırmaya göre dünya nüfusunun yarıdan fazlası
günlük 2 doların altında bir parayla yaşamaktadır. Şu anda dünyada 1 milyar 300
milyon kişi açlık sınırı olan günlük 1 doların altında yaşamaktadır. Dünya nüfusunun
%20’si olan Batı toplumları dünya kaynaklarının % 80’nini tüketiyorlar (Milliyet
Gazetesi, 25 Ağustos 2005; Tarhan, 2003: 88).
Şu ana kadar ki göstergeler küreselleşmenin ekonomik boyutundan sadece
gelişmiş ülkelerin aslan payını aldığını göstermektedir. Yani bu süreçte bazıları aşırı
kazanırken bazılarının dışlandığı, G-8, AB, NAFTA, ASEAN gibi bölgesel ekonomik
yapılaşmaların da güçlendiği gözlenmekte, geleceğin çatışmalarının AB ile ABD
arasında veya yükselen Uzak Doğu ve Asya ekonomileri arasındaki rekabet ve
hakimiyet mücadelelerine sahne olacağı öngörülmektedir (bkz: Özakıncı, 2005). Kısaca
gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki gelir eşitsizliği derin uçurumlar
yaratmaktadır. BM insani Gelişme Raporuna göre 1960’lı yıllarda zengin ülkeler
yoksullardan 30 kat zenginken 1990’larda bu oran 150 katına çıkmıştır. Bu fark
gittikçede artmaktadır. Dünyanın en zengin 3 kişinin serveti en yoksul 48 ülkesinin
üretim toplamını aşmıştır (Yılmaz, 2004: 119-121; Falk, 2003: 26).
Bu dönemin karakteristik bir diğer özelliği ise bilgi, bilim, teknoloji ve sermaye
sınır tanımazken, emek, iş gücü veya insan faktörü denetime tâbi tutulmakta ve oldukça
fazla sınır getirilmektedir (Uşak, 2003: 231). Bu çerçevede sanayi toplumundan farklı
olarak maddi üretim değer yitirmekte, üretimde hammaddenin payı azalmakta, bilgi
birikimi ve düşüncenin rolü ve payı artmaktadır. Bu çerçevede niteliksizler
engellenirken nitelikli elemanlar göç etmekte, bu ise ulusa bağlılığı zayıflatmaktadır
(Yılmaz, 2004: 184, 185). Ancak sınır tanımaz sermaye veya uluslar arası şirketler ise
doğal olarak kâr dışında hiçbir etik ilke tanımamaktadır. Bu tarz bir küreselleşmenin
ahlaktan yoksun olacağı, dolayısıyla sadece şirket anlayışıyla dünya sorunlarının
çözülemeyeceği ve dünyanın yaşanılabilir bir yer olmaktan çıkabileceği ön
görülmektedir (Yılmaz, 2004: 85, 123). Cangızbay’a göre globalleşmiş bir dünyada her
yer pazardır ve her şey pazar içindir (Cangızbay, 1998: 167; Baudrillard, 2002: 369-
370). Cangızbay’a göre küreselleşen dünyanın insan eylemine ilişkin yegâne ölçü,
106
deyim yerindeyse iş bitiriciliktir. Bitirilen işin ne olduğundan ve nasıl bitirildiğinden
tümüyle bağımsız olarak, bir nevi ahlakilikten yoksun olarak (Cangızbay, 1998: 178).
Kısaca küreselleşme ile çok uluslu şirketler, ulusal sermaye ile anlaşamadığı yerlerde
onu kendi potası içinde eritmektedir. Sermaye sınır tanımayarak adeta ulus devletin
sonunu getirmektedir (Cirhinlioğlu, 2004: 108). Bu süreçte en büyük sorunlardan biri
de, sermaye ve malların serbest dolaşımı sağlanırken emeğin dolaşımına sınır
getirilmekte ve emeğin küreselleşmesi engellenmektedir. Bu çerçevede emek işçilerinin
sayıları eksilirken bilgi işçilerinin sayısı artmaktadır (Boratav, 1997). Pek çok yazar
(Uriel Beck gibi) modern sonrası bu dönemi, risk toplumu olarak değerlendirmektedir.
Bu çerçevede modernleşme sonrası küreselleşme sürecinin hem bireyler hem de sosyal
gruplar için risk artışını içermektedir (Turner, 2002: 247). Hele terörün de
küreselleşmesi ile küreselleşmenin günlük yaşamı riske sokması ve belirsizlik yaratması
kaçınılmaz olmaktadır (Yılmaz, 2004: 352). Bu süreçte başınıza nerde, ne zaman, ne
geleceği bilinmez, (Cangızbay, 2003: 96) hatta binanıza bir uçak saplanabilir, evinize
bir tır girebilir veya ülkeniz bir günde terörist ilan edilip bombalanabilir.
Capra’dan nakleden Yılmaz’a göre üçüncü dünya ülkelerine yapılan ekonomik
ve teknolojik yardım programları çoğu kez bu ülkelerin emek ve doğal kaynaklarını
sömürmek amacıyla çok uluslu şirketlerce gerçekleştirilmektedir. Batıdaki alaycı
ifadeyle ekonomik yardım, “zengin ülkelerde oturan yoksul halktan parayı alıp, yoksul
ülkelerdeki zengin zümreye vermekten ibarettir’. Bunun sonucunda ise yoksul ülkelerde
gelir uçurumu hızla büyür ve kalıcılaşır (Yılmaz, 2004: 28; Kongar, 2002: 32).
Eşitsizliklerin büyüme ile azalacağı görüşü yanlışlanmış, aksine aradaki uçurum gittikçe
arttığı (Cirhinlioğlu,2004: 51) tespit edilmiştir. Nitekim bu durumda küreselleşme
karşıtları da hızla artmaktadır. Örneğin, 1999 kasımında Seatle’de başlayan gösteriler ve
2001’de Davos zirvesine gösterilen tepkilerin sonucunda Porto Alegre zirvesi kurulmuş,
başka bir dünya mümkün sloganıyla, Davos zirvesine alternatif bir oluşum (Chomsky,
2004: 153-159-199) başlatmışlardır.
Bu çerçevede Anti-Amerikancılığın yükselişi, 11 Eylül saldırısının akabinde
ABD’nin dünya siyasetini şok ve dehşet dengesi ile belirlemesinin fiili yansımalarından
sonra arttığı da gözden kaçmamalıdır. Dünyanın yoksul bölgelerindeki benzer tepkiler
gibi, İslam dünyasındaki çoğunluk için konu aslında kapitalizm değil, Batı’nın
ekonomik hegemonyası ve onun tehlikeli ve keyfi dayatmalarıdır (Esposito, 2003: 159).
Bu bağlamda küresel pazarlar oluşmakta ama küresel toplum oluşmamaktadır. Küresel
kültürün hâkim söylemi, insanların ve toplumların kendi kültürünü korumaya yönelik
107
tepkileri de artırmaktadır. Cola Turka reklâmı, Turka cipsi gibi. Yüzbinlerce adet satan
Amerika ve Türkiye savaşını konu alan politik kurgu romanın Metal Fırtına (2004-
2005) kitabı ve 2006’da vizyona giren Kurtlar Vadisi Irak filmlerine gösterilen
olağanüstü ilgi, Anti-Amerikancılığın veya anti-emperyalizmin ülkemizde dahi ne
boyutta olduğunu göstermektedir.
3.2.2. Küreselleşmenin Siyasal Boyutu Küreselleşmenin siyasal boyutu kısaca ABD’nin siyasal liderliği ve dünya
jandarmalığıdır (Kongar, 2002: 23). Bu bağlamda ABD, Şer İmparatorluğu olarak
gördüğü Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, bu boşluğu tek başına ve zor
kullanarak doldurmak istemiştir. Bundan dolayıdır ki küreselleşmenin şu ana kadar ki
itici gücü Batı nezdinde ABD görünmektedir. İşlerini yürütürken IMF, Dünya Bankası,
BM, NATO gibi kuruluşları kullanmaktadır. Bu yüzden dünyanın birçok yerine
müdahale etmeyi (BM’yi devre dışı bırakarak, devre dışı bırakamadığını NATO
dahilinde yeni tehdit konsepti çerçevesinde değerlendirerek) kendine hak olarak
vermiştir. Bu maddeyi sadece bu etmene indirgemek yanlış olmasa bile küreselleşmenin
siyasal boyutu sadece bundan ibarette değildir. Bu haliyle küreselleşme sürecinde hukuk
ve siyaset alanında birçok dönüşüm yaşanmaktadır.
Kapitalizmin ilk yıllarında sömürü daha çok devlet gücüyle ve silah zoruyla
sağlandığı, sermayenin gittiği yerin kural ve hukuk sistemine tâbi olduğudur. Ama
şimdi ulus ötesi yayılımlar askeri olmaktan çok ticari ilişkilerle olmaktadır. Tüm yasalar
ve politikalar sermaye çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmekte, sermayenin
çıkarları öne geçmektedir (Yılmaz, 2004: 110). Devletler için bağlayıcı olan birçok
kural uluslar arası şirketler için geçerli değildir. Bu perspektifle şirketlerin ellerindeki
büyük ekonomik güç ile devletlerin siyasetlerini etkilemeleri ve kendi çıkarları
doğrultusunda değiştirmeleri, bu çerçevede egemenlik haklarının bir kısmının devri dahi
söz konusudur (Giddens, 1998: 68-69). Nitekim şirketlerin birinci önceliği ise ulusal ve
kamusal çıkar değil kendi global çıkarıdır. Bu süreçte hükümetler bile şirketlerin
etkisinde kalmaktadır. Güçlü şirketler vergilendirme, hukuk ve hızlı para giriş çıkışı gibi
nedenlerden dolayı krizlere sebep olabilmektedirler.
Küreselleşme dünyayı global bir köy haline getirirken ülkelerin yasal ve
kurumsal yapılarını da dönüştürmektedir. Bu süreçte ulus devlet ve ulusal ekonomi eski
önemini yitirmekte uluslar arası şirketler ve onların hukuku önem kazanmaktadır.
108
Küreselleşme, ulus-devlet bütünlüğünü tehdit etmesinin yanında onun dayandığı hem
siyasal topluluğun sosyolojik mahiyetini, hem de bu topluluğun meşru kıldığı
egemenliği, yani siyasal iktidarı dönüştürmektedir (Sarıbay, 1998b: 16). Bu anlamada
bir küreselleşme, devletin nerdeyse bütün sosyal ve ekonomik ilişkilerden vazgeçmesi,
bunun yanında, bir de pazarın dünya ölçeğinde tek pazar haline gelmesinin (Kansu,
1997: 9) işaretidir. Ulus devletler bu süreçte egemenliklerinin sınırlanması ve
kısıtlanması süreciyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu bağlamda bağımsız nitelikli ulus
devletlerin egemenlikleri çok uluslu veya uluslar arası şirketlerce tehdit edilmektedir.
Bir yandan devletler üstü oluşumların (AB, Şangay Topluluğu, Çok Uluslu Şirketler
gibi), devletler üstü ayrıcalıklar elde etmesi, ulus devletlerin egemenlik haklarını
yukardan tehdit etmektedir. Ayrıca ulus devletlerin içindeki farklı kültür guruplarının
özerklik eğilimleri, etnik milliyetçilik, ulus devletleri aşağıdan da zorlamaktadır
(Kongar, 2002: 30; Hırst & Grahame: 2003: 203-231). Şu halde ulus devletin karşı
karşıya kaldığı en büyük tehdit globalleşme olarak görülmektedir (Heywood, 2006:
143).
Yine bu süreçte ayrı bir kültür grubunun, ait olduğu siyasal birlikten
koparılması, özerk bir siyasal yapıya kavuşturulması teşvik edilmektedir. Ancak bazı
ülkeler dağılırken, AB oluşumunda olduğu gibi bazılarında da bütünleşerek güç dengesi
oluşturarak küresel dünyaya uyum sağlamaya çalışılmaktadırlar. Dolayısıyla
bütünleşme ve parçalanmanın küreselleşmenin iki yüzü olduğu söylenebilir (Kongar,
2002: 28). Kısaca ulus devletin üstten (ulus-üstü, dışardan) ve alttan (ulus-altı, içten)
aşındırma süreci (Hırst & Thomson, 2003: 219-227; Yılmaz, 2004: 173, 328; Cooper,
2005) ulus devleti yıpratmaktadır. Gerek ulus üstü (uluslar arası hukuk, uluslar arası
örgütler ve oluşumlar, çok uluslu şirketler ve ulus üstü şirketler, insan hakları, bölgesel
güçler ve AB gibi) gerekse ulus içi, (etnik gruplar, dinsel cemaatler, yerel topluluklar,
sivil toplum örgütleri, baskı gurupları gibi) faktörler nedeniyle, egemenlikten söz etmek
oldukça zorlaşmıştır (Şen, 2004: 4). Bütün bunlara rağmen ulus devlete yönelik
hareketler olarak değerlendirilen ulus-üstü ve ulus-altı akımları, ulus-devlet yerine
alternatif bir güç oluşturabilecek potansiyele sahip değillerdir (Şen, 2004: 224).
Bu bağlamda küreselleşme ile tek bir dünya devletine varmak istercesine, ulus
devletler, bir nevi şehir devletlerine dönüşmeye başlamıştır (Erkal, 2003: 59). Giddens
(2000a: 25) bu süreci, ulusun artık büyük problemleri çözemeyecek derecede küçük
kaldığı, ama küçük problemleri çözemeyecek kadar da büyük birim haline geldiği
şeklinde tasvir etmektedir.
109
Tüm bunların yanı sıra ulus devleti sınırlayan bir diğer husus sivil toplum
örgütleridir. Sivil toplumu, devletle kişiler arasında yer alan ve aynı anda hem kişiyi
otoriteyle ilişkilendiren, hem de kişiyi mutlak siyasi kontrolden koruyan; üretken bir
kurumlar ağı, kilise, aile, klüp, lonca, dernek ve cemaatler olarak tanımlayabiliriz
(Turner, 2002: 48). Sivil toplum örgütleri (STÖ) gönüllü, kendi kendini oluşturan, kendi
desteklerine sahip, devletten özerk, özel alan ile devlet arasında aracı niteliğinde örgütlü
bir sosyal yapılanmadır. Bu hem devlet iktidarını sınırlayıcı, hem de o iktidarı hukuka
dayandığı sürece meşrulaştırıcı bir gücü bağrında taşır (Sarıbay, 1998a: 90; Çaha, 2004:
181-198). Bu günkü sivil toplum örgütleri küresel çapta bulunabilmekte, ülkelerin
siyasetlerinde büyük ölçüde söz hakkına sahip bulabilmektedirler. Genellikle
demokrasilerde, toplumsal duyarlılık (insan hakları, kadın ve çocuk hakları, hayvan
hakları, demokrasi bilinci, çevre bilinci vs) perspektifinde çoğalmışlardır.
Dünyaya ve ülkesine faydalı olmaya çalışan sivil toplum örgütlerinin varlığı
inkâr edilemez. Bunların gerekli olduğuna da inanmaktayız. Ancak STÖ’ler adı altında,
bilinçli veya bilinçsiz olarak farklı amaçlara hizmet edenlerin sayısı da az değildir.
Örneğin ünlü Spekülatör G. Soros yüz milyarlarca doları ülkeden ülkeye dolaştırmakta;
adeta gittiği her yerde sivil darbeler olmaktadır. Ukrayna’dan başlayan Orta Asya’yı
saran turuncu darbelerde, sivil toplum örgütlerinin izini bulabilmekteyiz. Bu eski Doğu
Blok’unun yeni demokrasilerindeki birçok STÖ’lerin CIA tarafından desteklendiği
şaibesi bulunmaktadır. Her nedense bu ülkelerdeki Rus yanlısı devlet başkanları
kaybetmekte ABD yanlıları kazanmaktadır (Yıldırım, 2005; Milliyet Gazetesi, 1 Eylül
2005).
Ancak ulus devlet, en güçlü siyasal birim olma özelliğini günümüzde hala
sürdürmektedir. Esasen ulus devletin ve ulusal egemenliğin özünün korunması gerektiği
üzerinde duran Michael Hard ve Antonio Negri uluslar arası siyasette beliren yeni bir
imparatorluk ya da ortaçağ tehdidine karşı koyabilecek tek kale hala ulus devlet
olduğunu belirtmektedirler (Hard & Negri, 2002). Ulus devletin kaybettiği birçok işlev
olmasına rağmen hala koruduğu işlevler ise, a) Ulus devlet hala meşru şiddet araçlarını
kullanma tekeline sahiptir. b) Teknolojinin gelişmesi için gerekli olan Ar-Ge projelerine
gerekli olan en büyük finansman desteğini sağlar. c) Ulus devlet günümüzde hala büyük
harcamalar yapmakta, büyük yatırımlar yapmakta, büyük vergiler toplamakta ve büyük
borçlar almaktadır. Bu yönüyle o hâla en büyük işverendir. d) Sınır kontrolleri hala ulus
devletin tekelindedir (Şen, 2004: 226-233; Heywood, 2006: 176-178).
110
Küreselleşme süreci siyaset tarzı ve üslubunu de değiştirmektedir. Modern
demokrasi ulus temelli yapılanırken bugün ekonomik, toplumsal ve kültürel açıdan
büyük güçler ulus devleti oluşturan bağları zayıflatmaktadır. Siyasette vatandaşın
etkinliğinin azalması, geleneksel kurumsal siyaset biçiminin önemini yitirmesiyle yeni
siyaset biçimlerinin ortaya çıktığı görülmektedir (Yılmaz, 2004: 172). Nitekim
küreselleşme ile siyasal alandaki dönüşümlerden biri ulusların sahip oldukları
egemenliği, siyasetçilerin de olayları etkileme yeteneklerini büyük ölçüde
kaybettikleridir (Yılmaz, 2004: 28).
Küreselleşme, siyasi anlamda geçmişte ulusal, yerel ve bölgesel olarak algılanan
sorunların çoğunun artık dünya sorunu haline dönüşmesini ifade eder (Durugöl, 2002:
752). Herhangi bir yerde olan gelişme anında evimize girebilmektedir. Örneğin,
Danimarka’daki bir gazetenin Hz. Muhammed’in hakaret içeren karikatürünü basın
özgürlüğü gerekçesiyle yayınlamasıyla gazete nezdinde bu ülke, Müslümanların sert
tepkilerini toplamıştır. Dünyanın herhangi bir yerinde görülen kuş gribi vakıası birkaç
gün sonra yanı başımızda olabilmektedir. Bu çerçevede günümüzde insan hakları ve
demokrasiden önce hoşgörüsüzlük, terör, hastalık, fakirlik, katı milliyetçilik
küreselleşmiştir.
3.2.3. Küreselleşmenin Kültürel Boyutu Küreselleşmenin kültürel boyutunun iki temel özelliği vardır. Bunlardan
birincisi tek düze tüketim kültürünün dünya geneline yaygınlaşmasıdır. Yani bütün
dünyada insanlar aynı gazozu içmekte (Pepsi Cola, Coca Cola), aynı köfteyi yemekte
(Hamburher, McDonalds, Burger King), aynı ayakkabıyı (Nike, Adidas) ve aynı
pantolonu (Blue Jean, Lewis, Wrangler) giymekte ve aynı filmleri (Hollywood)
izlemektedir (Kongar, 2002: 26; Çuhadar & Çoşar, 2003: 24; Erkal, 2003: 60). İkincisi
ise, birinci maddenin tamamen zıddıdır. Kaba ve sınırlı deyimiyle mikro-milliyetçilik ve
mikro-dinsellikte artış olarak ifade edilebilir. Her bir ayrı alt kültür grubunun, ait olduğu
siyasal birlikten koparılması ve ayrı bir özerk siyasal yapıya kavuşturulması eğilimidir
(Kongar, 2002: 27; bkz: Ritzer & George 1998).
Küreselleşmenin kültürel boyutu onun bir taraftan insanları tekdüze bir tüketim
kültüründe, marka, tad ve firma imajlarıyla bütünleştirilmesi, diğer taraftan kültür, din,
milliyetçilik adı altında siyaseten ulusları parçalaması olarak belirtilebilir (Kongar,
2002: 28). Bununla beraber bu evre, dünya çapında kültürlerin benzeşmesi, tek
111
düzeleşmesi ve tüketim kültürünün hâkim olması şeklinde gelişmektedir. Artık ulus,
din, dil gibi değerler yerine tüketim, moda, marka, tad gibi hususlar ön plana
çıkmaktadır. Küresel toplumda kişiler mesleklerinden çok kültür ve yaşam tarzları ile
önem kazanmaktadır. Bu çerçevede parayı kazanmak kadar nasıl tüketildiğinin de önem
kazandığı, asıl farklılaşmanın meslekten ziyade yaşam biçimiyle ilgili olduğu devirdir.
Bu çerçevede küreselleşme sürecindeki toplumunun en önemli özelliği onun tüketim
toplumu olmasında yatmaktadır (Boudlarid, 2004; Yılmaz, 2004: 32, 170). Zira çağ,
artık imaj çağı olmakta, en çağdaş uğraşı, uzmanlık, hatta bilimsel araştırma alanı da
image-making (imaj inşa etme, yaratma, kazandırma) tir. Bu çerçevede ortaya çıkmış
olan kitle kültürü ve popüler kültür ise kesinlikle tesadüf değildir (Cangızbay, 2003:
34). Friedman’a göre, kültürel küreselleşme tamamen değilse de büyük ölçüde
Amerikanlaşmanın küresel ölçekte yaygınlaşması anlamına gelir. Bu ise Amerikanın en
iyi ve en kötü yanlarının küreselleşmesi anlamına gelmektedir (Friedman, 1999: 31, 36,
382, 387). Hatta pek çok bilim adamı yazar yeni dönemi tüketim kültürü nitelemesiyle
ele almakta, geçmişin değerlerinin önem yitirdiğine, tüketime ilişkin değerlerin öncelik
kazandığına işaret etmektedir.
Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’na göre dindarlar için artık
en büyük tehdit ateizm değil popüler kültürdür. Ona göre “bugün dindarlığa kültürel
bağlamdaki asıl tehdit ateist mülahazalardan değil, popüler kültürden gelmektedir”
(Milliyet Gazetesi, 17 Şubat 2006). Kitle kültürü veya popüler kültür olarak ifade edilen
ferdin ve toplumların iradeleri dışında, onlara dayatılan ve medya bağımlılığı ile kabul
ettirilen yaşam tarzı, sosyal değişmede önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağımlılık ile
gelen unsurlar genelde Batı ve ABD kaynaklıdır (Erkal, 2003: 60).
Küreselleşme sürecinde iletişim ve ulaşımın gelişmesiyle ile zamanın ve
mekânın önemini yitirmesiyle sanal kimlikler ve cemaatler ortaya çıkmakta, gerçek
topluluklar yerini sanal topluluklara bırakmakta, bu ise bireyin dönüşmesini
sağlamaktadır (Yılmaz, 2004: 189). Bilindiği üzere kimlik duygusu zamana, mekâna ve
kültüre bağımlı bir olgudur. Mekân önem yitirirken, aidiyeti tanımlayan kimlik
çatışması gündeme gelmektedir. Yeni yapıyla birlikte, etnik topluluk ve ulus gibi
bağlılıkların zayıflaması ile geleneksel otorite biçimlerinin çözülmesi kimlik krizini
artırmaktadır (Yılmaz, 2004: 149).
Toplumlar benzeşme ve bütünleşmeye doğru giderken bireyler birbirinden
uzaklaşmaktadır. E. Fromm’un da belirttiği gibi çağımızın en temel sorunu yalnızlıktır.
Kişiler arası ilişkinin metalaştığına dikkat çeken Fromm sevgi hissinin ihmal
112
edilmişliğini vurgular. Birey bu yalnızlık karşısında ya dünyadan uzaklaşır el etek
çeker, ya toplumla kaynaşıp kişiliğini toplumda eriterek yok eder (From, 1995b).
Modernden post-moderne doğru gidişi, M. Berman (1994), “katı olan her şeyin
buharlaştığı” bir süreç olarak nitelemektedir. Boudrillard (2004), toplumun tüketim
toplumuna dönüşmesini ve kapitalizmin gelişmesiyle insanların günlük hayatlarının
metalaşması sürecine dikkati çeker. Siyasal statü yerine tüketim öne geçtiği ve bir var
olma modu haline geldiğini, bireyin ancak bu yolla kimlik ve prestij sahibi olduğu
(Featherstone, 2005) devirdir. İnsandaki en önemli arayışının anlam arayışı olduğunu ve
bireyin sürekli bu arayış içinde olduğunu söyleyen I. Yalom (2001) ve V. E. Frankl
(2000), barış ve düzenin tamamen ahlaktan yoksun maddi temellere dayanamayacağını
belirtmektedir. Bunun yanı sıra modern toplumda geleneksel bağların çözülmesi ve
genel ahlakın etkisini kaybetmesinin insana daha fazla seçenek sunacağı ve insanı
özgürleştireceği genel bir beklenti olmasına rağmen modern insan özgürlükten kaçmayı
seçebilmiş, bunun sonucunda otoriter ve totaliter rejimler ortaya çıkmıştır (From, 1996).
Kısaca bilim ve teknoloji artmasına paralel olarak özgürlük artmamakta, hatta çoğalan
seçenekler arasında özgürlük bilinci bir nevi baltalanmaktadır.
Küreselleşme ile zaman ve mekânın önemini yitirmesi ve değişimin hızlanması
ile süreklilik ve istikrar duygusunun kaybolmaya başlamıştır. Bunun sonucunda fert ve
toplum parçalanma ve bütünlüğünü kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Parçalanan
ve bütünlüğünü yitiren insanın buna tepkisi, intihar hislerine kapılması, sıra dışı dini
mezheplere katılması, hippiliğe yönelmesi, sanal cemaatler oluşturma, küçük tedhiş
grupları oluşturmasına kadar bir dizi sosyal hareketin oluşacağı belirtilir. Bu dönemde
sisteme yönelik tepkiler genelde sistem dışından değil sistem içinden gelmektedir. 11
Eylül 2001’de ikiz kulelere saldırıda bulunanlar, yine bu sistemin yetişdirdiği
kimselerdir. Bu, sistem içi ve modern tepkidir (Yılmaz, 2004; 191; Arıboğan, 2005: 88).
3.3. Küreselleşmenin Hâlihazırdaki Sonuçları Toplumların hızlı sosyal değişmelere maruz kaldıklarında gerginlik ve
çatışmalar artmakta bu geçiş sürecini oldukça dönemleri sancılı geçirmektedirler
(Akyol, 2005: 65; Sezen, 1998: 135). Bu çerçevede küreselleşmenin hâlihazırda devam
eden bir süreç olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu sürecin dünyayı şu an nereye
götüreceği meçhul olsa da kimilerinin hızla yükselip kimilerinin hızla dibe çakıldığı bir
dönem olarak ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede geçmişte yaşanılan sosyal adalet
113
mücadelesi bu dönemde de yaşanabilir. Globalleşme, makro yapılar düzeyinde
totalitarizmler-entegrizmler çağı olarak somutlaşırken, mikrososyolojik açıdan da bir
fanatizmler çağı olarak yaşanması da (Cangızbay, 2003: 88) muhtemeldir. Bilindiği
üzere toplumsal değişmelerin hızlı olduğu dönemlerde henüz kurumlar ve tampon
kurumlar tam oturmadığından belirsizlikten karmaşa ve başıbozukluk doğmaktadır. Bu
çerçevede küreselleşmenin insani kılınması için şu anki durumundan farklı olarak kendi
tampon kurumlarını üretmesi ve dünyayla uyum içerisinde bütünleşebilmesi
gerekmektedir. Aksi halde kanaatimizce haritaları değiştirecek nice 11 Eylüller
yaşanacaktır.
Küreselleşme tek bir boyuta indirgenemeyecek nitelikte sosyal, ekonomik,
kültürel, siyasal ve düşünsel boyutları da olan çok daha karmaşık bir süreç olduğunu
yukarıda belirtmiştik. Bu çerçevede küreselleşme bir realite olarak karşımızda durmakta
ve mecrasını bulmaya çalışan su gibi yoluna hızla devam etmektedir. Biz istesek de
istemesek de bu süreç işleyecektir. Küreselleşme olgusu tek başına kullanıldığında nötr
bir anlam taşımaktadır. Asıl olan küreselleşmeye karşı veya yandaş olmak değil bu
gerçeği kabul edip ona göre yaşamaktır. Zira onu ancak anlayarak yönetebileceğimiz
gibi, yarattığı fırsatları kullanmak ve risklerini bertaraf etmek de ancak onu anlayarak
mümkündür. Yoksa tek başına yandaş veya karşıt olmak bizi bir yere götürmeyecektir.
Zira küreselleşme vazgeçilmez bir süreçtir, ama tercih yaratmayan bir süreçte değildir
(Yılmaz, 2004: 25-26). Bu çerçevede küreselleşme bir okyanustur, aslolan
yüzebilmektir. Küreselleşme, yutulması mümkün olmayan ama mücadele edilmesi
gereken bir realitedir. Okyanusu yutamayacağımıza göre ya kaçacak ya da üzerinde
durup yüzmeyi öğreneceğiz (Soyak, 2002: 7-8).
Nitekim, küreselleşme yansız bir olgu mudur? tartışması bu sürecin başından
beri devam etmektedir. Küreselleşme modern batı tarihinin bir ürünü olarak yaşanan bir
realitedir. Ancak o tamamen yansız değil, yön vericileri bulunmaktadır. Yani
küreselleşmeye yön verenler bu süreci az çok çizmeye çalışmaktadırlar. Bizde oluşan
kanaate göre günümüzün bilimsel ve politik söylemi içinde emperyalizmin yerini,
globalizm almıştır. Görünen o ki kürselleşme, yeni dünya düzeni söylemi içerisinde
ABD’nin dünya siyasi liderliği ve yeni emperyalizmin adı olmaktadır.
Küreselleşmenin yirmi yıllık uygulaması, onun öznesiz bir süreç olmadığını
göstermiştir. Bu özne, genel anlamıyla sermaye, daha özel olarak ise merkez
sermayedir. Küreselleşmenin avantajlarından öncelikle yararlananlar da ABD, Avrupa,
Japonya ve ulusal temelinde yer alan çok uluslu şirketlerdir. Ancak küreselleşme, her
114
şeyden önce ABD hegemonyacılığının güncel adıdır. ABD, ekonomik, politik ve askeri
açıdan dünya liderliği vasfını, küreselleşme sürecinde sağlamlaştırma amacını
izlemektedir. ABD için küreselleşme, ulusal çıkarlarının korunması ve geliştirilmesiyle
özdeş (Özdek, 2002: 21) olarak da görülebilir.
Her şeyin Pazara indirgendiği bu dönemde önemli olan iş bitiriciliktir. İş
bitirirken her yol mubahtır, ahlaki olması gerekmemektedir (Cangızbay, 2003: 57, 81).
Her şeyin pazar-içinleşip pazarlık konusu edilebilir hale gelmesine tekabül eden
globalleşme, herkese eşit mesafede cereyan eden nötr bir olgu değil, kim ki daha fazla
pazarlık gücüne sahip, işte ondan yana işleyen, ve de onun tarafından stratejik hedef
ittihaz edilip kendisi dışındakilere dayatılan bir süreç (Cangızbay, 2003: 32, 35) olarak
cereyan etme eğilimindedir. Bu süreç, Haçlı seferlerinden Batı emperyalizmine
(Esposito, 2003: 98) ve globalizme kadar uzayan bir süreçtir. S. Hayri Bolay’ın
deyimiyle “küreselleşme, iktisadi, kültürel, teknolojik ve bilimsel faaliyetler boyutuyla,
modernizmin ortaya çıkmasından bu yana tabii (doğal) bir süreç gibi görünmektedir.
Fakat arka planda onun siyasi, iktisadi ve kültürel bir ideoloji olduğunu görebilmek
lazımdır” (Çuhadar & Çoşar, 2003: 24). Bu çerçevede dünya kendi haline bırakılmış
değildir. Dünya kendi iç dinamikleriyle bir değişme süreci değil, tersine bir değiştirilme
süreci yaşamaktadır (Erkal, 2003: 59). Bu çerçevede küreselleşmenin yansız bir veri
olduğuna inanmak oldukça zor gözükmektedir. Esasen bu gün küreselleşme,
küreselleştirme doğrultusunda devam etmektedir (Bayrakdar, 2003: 150).
Globalleşmenin maddi temeli, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişme
olduğunu belirtmiştik. Şimdi bu gelişme ve değişmelerin yönünü/biçimi/hızı kendi
içinde belirlenmiş yansız bir veri değildir. Yani, teknoloji ne bir ruha sahip ne de nereye
doğru gideceğine kendisi karar veriyor, ne de bir doğal olgu da, hangi aşamalardan
geçip sonuçta ne tür bir biçime ulaşacağı nesnel bir düzenlilik çerçevesinde baştan
belirlenmiştir (Cangızbay, 2003: 45). Esasen bütün bu sıkıntı ve olumsuzluklara rağmen
küreselleşme hala açık uçlu bir olgudur. Riskleri ve külfetlerinin yanından imkanları
avantajları dünya ölçeğinde yaşamakta olan, açık uçlu bir olgu (Uşak, 2003: 287-300;
Kongar, 2002: 24) olmasına rağmen onun hangi yönde ilerleyeceği, küresel sistem
içerisinde tahakküm unsuru olarak ortaya çıkan globalizmi oluşturan Amerikanın
izlediği politikalar, dünyayı zorla düzene ve bütünleşmeye mi, yoksa yepyeni
düzensizliklere ve belirsizliklere mi sürükleyeceği konusunda bize biraz da olsa fikir
vermektedir. Dünyamız, dinsel ve etik söylemler, Amerikan globalizminin ortaya
çıkardığı kimlik problemi, geleneksel ve yerel değerlerin asimilasyonu, ekonomik
115
eşitsizlik, açlık ve yoksulluk, hastalık ve ekolojik (çevre) problemler, tırmandırılan terör
tehlikesi ve gelir dağılımındaki dengesizlik gibi pek çok sosyal ve ahlaki problemle
karşı karşıya kalmıştır.
Globalleşme ve lokalizasyon bir arada gelişmektedir. Nerede bir global uyanış
ortaya çıkıyorsa, orada anti-global hareketi teşvik edecek bir reaksiyon da ortaya
çıkmaktadır (Turner, 2002: 26). Artan etnik milliyetçilikler ve fundamentalist eğilimler
bunun en önemli göstergesidir. Yani bir taraftan dünya bütünleşmeye doğru giderken,
yerel anlamda ise paramparça olmaktadır. Bununla birlikte küreselleşme açıklayıcı bir
konsept olarak istikrarını kaybediyor ve kendi karşıt hareketini yaratıyor (Davos’a karşı,
Porto Alegre gibi).
Bu açıdan küresellik modern batı tarihi içindeki tecrübelerle elde edilmiş ve
dünya ölçeğine yayılmış bir fenomendir. Küreselleşme toplumsal alanda meydana gelen
tüm değişim ve dönüşümleri içermektedir. Yansız anlamı söz konusu olduğunda
küreselleşme yaşadığımız süreci açıklamaya çalışan bir olgu olarak karşımızda
durmaktadır. Ali Y. Sarıbay’ın deyimiyle, küreselleşme kendi başına ne şeytani ne de
rahmani bir güçtür (Aydın & Erdoğan & Sarıbay & Bolay & Altan, 2002: 52; Yılmaz,
2004: 26). Dolayısıyla küreselleşmeyi, günümüz toplumsal alanda meydana gelen
gelişmelerin müsebbibi olarak görmek yerine, yaşadığımız dünyanın bu günkü
durumunu olumlu veya olumsuz yönleriyle tanımlayan genel bir isim olarak
değerlendirmek daha uygundur. Ancak onun ortaya çıktığı sosyal şartları ve ona yön
vermek isteyen faktörleri egemen kültürden bağımsız düşünmek olguyu anlamadan
uzak bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla bu gün karşı karşıya kaldığımız küresellik
olgusunu, batı düşünce tarihinden bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Bu günkü
küreselleşme daha çok ideolojik ve politik tutum ve tavır alışı simgeleyen globalizm
şeklinde cereyan etmektedir.
Küreselleşme süreci, olumlu ve olumsuz olmak üzere iki faklı şekilde
değerlendirilebilinir. Genel bir değerlendirme ile globalizm olgusuna olumlu
yaklaşanların ön plana çıkardığı özellikleri şu şekilde sıralayabiliriz. Çok uluslu
şirketler, ucuz emek ve ucuz hammadde ihtiyaçlarını karşılamak için gelişmemiş
ülkelere yatırımlar yaparak, teknoloji ve sıcak para akışı sağlamaktadırlar. Sermayenin
girdiği yerde ise refah seviyesi yükselecektir. İş alanlarının çoğalmasıyla yeni iş
imkânları doğmuştur. Bunun yanı sıra üçüncü dünya ülkelerindeki demokratik olmayan
yönetimlerin demokratikleştirilmesi ve özgürleştirilmesi buna dayalı olarak insan
hakları konusunda ilerleme sağlayabilmek. Kısaca demokrasi, insan hakları, özgürlük
116
kavramları ön plana çıkmıştır. İletişim ve bilişim yaygınlaşmış, bilgiye ulaşma ve
kullanma daha kolay hale gelmiştir. Eğitim-Öğretim olanakları yanında yaşadığımız
doğal çevre bilincini de artırmıştır. Küreselleşmenin sonuçlarını bu perspektiften
değerlendirenler, Amerika, Avrupa ve Japonya gibi bu işten karlı çıkan ülkeleri esas
alarak olumlayanlar, dünyanın yarısından fazlasını görmezden gelip ihmal
etmektedirler. Küreselleşme süreci içerisinde kazananlardan fazla kaybedenlerin
olduğunu göz ardı etmektedirler.
Globalizm olgusuna olumsuz yaklaşanların ön plana çıkardığı özellikleri ise şu
şekilde sıralayabiliriz. Ulus devletler ve onların ekonomileri oldukça zayıflamış hatta
çoğu zaman dışarıya bağımlı hale gelmişlerdir. Esasen karşılıklı bağımlılık yerine çevre
ülkelerin merkez ülkelere bağımlılığını artırmıştır. Bu bağlamda azınlığın zenginliği,
çoğunluğun emeği ve yoksulluğu sayesinde sürmektedir. Bu süreçte birileri çok az
kazanırken birileri sürekli kazanmaktadır. Bunun sonucunda zenginlik değil
yoksulluğun küreselleşmekte ve toplumsal memnuniyetsizlik çoğalmaktadır. Bu süreçte
adaletsizliğin ve eşitsizliğin artarak devam etmesiyle birlikte dünyanın yeni sosyal
adalet anlayışlarına gebe olduğu ve bu gebeliği oldukça sancılı geçireceği ileri
sürülmektedir. Herhangi bir yerdeki en ufak bir toplumsal hareketlenme dünyanın her
yerinde hissedilebilir bir durumdadır. 1997 Asya krizinde olduğu gibi (Bu kriz IMF’nin
bilinçli ya da bilinçsiz olarak, yanlış politikalarının sonucu olduğu bir gerçektir.
Nitekim kurum, bunu krizden sonra açıklamıştır) dünyanın herhangi yerinde meydana
gelen bir kriz küresel olarak herkesi etkilemektedir.
Küreselleşmenin genel olarak yaşam standartlarını yükseltmesi
öngörülmekteydi. Ama yaşam standardı yükselenler kadar kaybedenler ve dışlananlar
oldukça fazlalaşmıştır. Küreselleşme sürecinden herkes aynı, eşit veya adil düzeyde
yararlanmamakta bazıları kaybetmektedir. Nitekim küreselleşmenin en önemli
sorunlarından biri zengin ile fakir ülkeler arasındaki gelir farklılığıdır. Doğal olarak
ülke içi ve ülkeler arası eşitsizlikler arası uçurum vardır (Falk, 2002a; Cirhinlioğlu,
2004: 65). 1980’lerde gündeme giren neoliberal küreselleşme politikalarının ilk yirmi
yıllık uygulama dönemi iki ana sonuç üretmiştir. Birincisi, gelir bölüşümündeki
adaletsizliğin dünya çapında artması ve toplumsal sınıflar arasında eşitsizlik ve
çelişkilerin derinleşmesidir. İkincisi, uluslar arası bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin
derinleştirilmesidir. Küreselleşmenin her iki sonucu da, onun bir sermaye stratejisi
olmasıyla ve emperyalist bir karakter taşımasıyla bağlantılıdır (Özdek, 2002: 39-40).
Görüldüğü üzere, küreselleşmeye yapılan en önemli eleştiri, zenginlerle fakirlerin
117
arasındaki mesafeyi açtığıdır. Daha ötede ise azgelişmiş ülkelerin küresel ekonomide
hiç yer edinemedikleri vurgulanmaktadır. Küresel sürecin gelişmemiş ülkeleri
bütünleştirmek yerine dışladığı vurgulanmaktadır (Falk, 2003: 26; Yılmaz, 2004: 181).
Bu çerçevede küreselleşmenin ekonomik boyutu kapitalizmin küreselleşmesi
şeklinde cereyan etmektedir. Kemal Karpat’ın ifadesiyle, küreselleşme aleyhtarı
hareketler globalleşmeye karşı değildir, bu tepkiler dünyanın çektiği birçok dertlerin
ifadesidir. Bu çerçevede globalleşmenin ana sorunu ekonomik eşitsizliktir (Uşak, 2003:
335, 359). Fakirlik sorunları, çevre sorunu, nüfus artış sorunu, sağlık sorunları ve eğitim
sorunu gittikçede artmaktadır (Ertekin, 2005: 113-141; bkz: Ponting, 2000; Önder,
2003). Küreselleşme ve kapitalizmin herkese refah getireceği sanılmakta aksine zengin
fakir uçurumu (dünya şimdiye kadar tanık olduğundan daha adaletsiz) daha da artırmış,
eşitsizlik ve fakirlik yaygınlaşmıştır. Nihayetinde küreselleşme deneyimi bu vaatleri
(küreselleşme vaatlerinden hiçbirini) yerine getirmedi (Brecher & Costello, 2002: 9).
Beklenildiği gibi bu süreç, yoksulluk açlığı önleyememiş aksine (Çuhadar & Coşar,
2003: 24) artırmıştır. Fakirlik ve yoksulluk bu döneme has bir olgu değildir. Ancak
küreselleşme bu durumu daha bir derinleştirip keskinleştirdiği de bilinmektedir. Şu ana
kadar ki süreçten anlaşılan, küreselleşmenin paylaşım sürecini içermediğidir.
Bağımlılık (merkez-çevre) teorisinden hareketle, küreselleşme ile artması
beklenen ekonomik olarak karşılıklı bağımlılık ne yazık ki bu gün tek taraflı bağımlılık
olarak gerçekleşmektedir. Sermaye genelde ABD, AB, Japonya, G-8 gibi yerlerde
büyümektedir. Bunların çevresinde yer alan ve dışarıda kalanlar ise ekonomik açıdan
merkeze bağlıdırlar. Öte yandan sermayenin girdiği her yerde refahın aynı hızla
artmadığı, ulusal sanayiyi baltaladığı, riskli durumlarda ise ülkeden çıkarak krizler
yarattığı da bir gerçektir. Sadece ekonomik olarak değil küreselleşme nimetlerinin
birçoğundan eşit ölçüde yararlandığını söylemek oldukça zordur. Bu nimetlerinden yine
en fazla refah devletleri yararlanmaktadır. Kısaca bu işten karlı çıkan insanlık değil,
merkez ülkeler ve onların ulus aşırı şirketleri olmuştur.
Şu anda bu süreç, tek düze bir tüketim kültürünün egemenliğinde, yerel ve ulusal
kültürlerin zayıflaması şeklinde cereyan etmektedir. Küresel tüketim kültürü ve dili ile
ulusal kültür ve dil arasındaki büyük bir rekabet yaşanmaktadır. Serbest ticaretin tüm
çalışanlara ve yoksullara fırsat yaratacağı şeklinde ön görülen hâkim anlayış bugün
yanlışlanmıştır. Bu süreç şu ana kadar zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir
olması şeklinde işlemiştir (Kongar, 2002: 32). Küreselleşmenin hali hazırdaki
sonuçlarının iç açıcı olmadığını, ve insanlığın büyük bir kısmının aleyhine olduğu
118
görülmektedir (Kızılçelik, 2003: 56-94). Beklenildiğinin aksine üçüncü dünyanın refah
seviyeleri artmamış aksine bu ülkelerdeki yetişmiş fertleri beyin göçüyle gelişmiş
ülkelere kaydığı ortaya çıkmıştır. Devletler hukukunun yerini çok uluslu şirketlerin
kuralları geçmesiyle de ulus devlet politikalarında söz sahibi olmuşlardır. Ulus devlet
egemenliğini, ulus altı (STÖ’ler, etnik ve yerel dinsel guruplar gibi) ve ulus üstü
(Bölgesel oluşumlar, AB, Şangay Beşlisi, ÇUŞ gibi) güçler tarafından egemenliği
aşındırılmaktadır.
Küreselleşme, dünya tarihinde yaşanan diğer küreselleşme örneklerinden farklı
olmasının yanı sıra bu güne ait bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Küreselleşme
homojenlik (türdeşlik) ve heterojenlik (farklılık) süreçlerinin birlikte işlemesidir. Yani
dünya hızla bütünleşip benzeşirken (tad, kültür, bölgesel aktörler vb) etnik milliyetçilik
ve yerel dinsel cereyanlar sonucu ulus altı yapılanmalarla hızla bölünmektedir. Bu
bağlamında ulus devletinin kontrol mekanizmalarının bir kısmını sivil inisiyatife
devretmektedir. Artık sivil toplum örgütleri de küresel nitelikte ortaya çıkmakta, insan
hakları, çevre kirliliği, barış gibi küresel konularda etkin hale gelmektedir.
Küreselleşme süreciyle birlikte insan hakları ve demokrasi znlayışının yaygınlık
kazanacağı öngörülmekteydi. Ancak insan hakları ve demokrasi sadece sözde kalmakta
hatta kimi zaman başka bir ülkeyi işgal etme aracı olarak kullanılabilmektedir. İnsan
hakları, toplumdan kopuk bireycilik gibi, demokrasi ise bireyi yalnızlaştırıp ezen bir
liberal piyasa demokrasisi yönünde gelişme göstermiştir (Kongar, 2002: 34).
Küresel anlamda bir etik oluşturulamadığından sorunlar gittikçe
derinleşmektedir. Küreselleşmenin egemen gücü Amerika, askeri gücünün üstünlüğüne
dayanarak dünya sorunlarını çözme arayışı, barış ve huzura katkı sağlamak yerine
anlaşmazlık ve çatışmaları artırmaktan öteye geçmemektedir. İslam dünyasında ortaya
çıkan radikal dini hareketlerin pek çoğu, Amerikan saldırganlığına ve yayılmacılığına
bir tepkidir. Nitekim ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra canlı bombalarda ve intihar
saldırılarında artış olduğu gözlenmiştir. Yine bu süreçte ABD, BM’yi işlevsiz hale
sokmuş, NATO’yu ise kendi politikalarına yardımcı olarak kullanmaktadır.
Hatırlanmalıdır ki II. Dünya Savaşı öncesinde de, Cemiyeti Akvam adaletsiz işlemeye
başlamış, kimsenin hakkına riayet edilmediği ve sadece birkaç devletin söz hakkına
sahip olmasını hazmedemeyenler II. Dünya Savaşını çıkarmışlardır. Bugün aynı retorik
hatta daha fazlası BM içinde geçerlidir.
Yeri gelmişken hemen belirtelim ki teknolojik üstünlük, ahlaki ve medeni
üstünlük anlamına gelmez. Yani zenginlik ve fakirlik uygarlığın, ahlakiliğin,
119
medeniliğin ölçütü değildir. Bizce küreselleşme olgusunu kendi çıkarları için
yönlendiren ve şekillendiren Amerika, teknolojiktir ama medeni değildir. Bu çerçevede
ahlaktan yoksun bir küreselleşmenin intihar, depresyon, nefret, şiddet gibi duyguları
dünya sathında körüklemektedir. Nitekim 2005 Ağustosunun son günlerinde ABD’nin
New Orlens eyaletini vuran Katrina Kasırgası bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler
önüne sermektedir. Küreselleşmenin egemen gücünün (ABD) ne küresel bir ahlaka ne
de yerel bir ahlaka sahip olmadığını tüm dünya görmüştür. En azından evrensel ahlak
ilkelerinden yoksun olan bir ülke, tüm dünyaya hangi ahlaki değerleri dayatmaya
kalkıyor? sorusu önem arz etmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi tek amacı kâr elde
etmek olan piyasa ekonomisinin ahlaki anlayışı, sosyal devleti dönüştürmektedir. Bu
bağlamda şirketlerin sınır tanımayan hukuk kurallarını mı ahlaki değer olarak
tanıyacağız? Katrina Kasırgası ile ABD, 11 Eylül saldırıları ile oluşmuş suni
bütünleşme havasını kaybetmiştir. Yeri gelmişken bu olayın önemli iki sonucunu ortaya
koymak gerekir. İlki, kasırga dehşetinden sonra toplumsal yardımlaşma bir yana,
yağmalar, adam öldürmeler, tecavüzler alabildiğine artmıştır. Evet, dünya küçük bir
köye dönmüştür, fakat bu köyde sosyal değerler değişmiş, birey duyarsızlaşmış ve tek
başına kalmıştır. İkincisi ve daha da vahimi modern ırkçılığın su yüzüne çıkmasıdır.
Nitekim bu felakette kentteki beyazlar tahliye edilmiş yaşlı beyazlar ve siyah halk
kaderine terkedilmiştir. Bir diğer örneğimiz ise ülkemizde sıklıkla karşılaştığımız
elektrik kesintileridir. 2003 yılı içerisinde Kanada ve ABD’de basit bir elektrik kesintisi,
olağanüstü hal ilan etmeye yetmektedir.
Bu olgu bir başka sorunu ortaya çıkarmaktadır. Kendi ahlak ilkelerinden yoksun,
otokontrolü bulunmayan neredeyse çapulcu sürüsüne dönen ABD’nin değerleri mi
küresel ahlakın yerini alacak? Bu çerçevede kime ve neye göre ahlak ilkeleri
benimsenecek? Dünya küreselleştiği ölçüde küresel ahlak yerini yerele (coğrafya,
kültür, ırk, din gibi) bırakmaktadır. Şu halde, bilim ve teknoloji bakımından üstün olmak
uygarlık ve medeniyet olarak ileri olmayı gerektirmeyeceğinin en güzel örneğini küresel
ahlaktan yoksun ABD’de bulabilmekteyiz.
Bireysel ve ulusal ahlak anlayışını aşan, dünyadaki tüm insanları kapsayan
ahlaki bir duyarlılığı ve sorumluluğu ifade eden bir kavram olan küresel ahlak (global
ethics), aynı zamanda, bireyin, aile gibi en yakın çevresinde ulusal aidiyete kadar olan
yerel sınırları aşması ve eylemlerinde kendisi tüm insanlığa karşı görevli ve sorumlu
hissetmesi olarak anlaşılır (Kirman, 2004: 138; bkz: Fahri, 2004). Bu bağlamda dünya
dinleri parlamentosu 1993 yılında Chicago’da kabul ettiği küresel ahlak
120
deklarasyonundan, bugün ne uygulanmış olan tek bir maddesi ne de ciddiye alınmış
olan bir maddesi (Tarhan, 2003: 93) vardır.
Hal böyle iken bilim alanındaki gelişmelerde de ahlaki problemler çıkarmaktadır
(Bayet, 2000). Genetik bilimindeki gelişmeler ahlaki ve hukuki sorunlar yaratmaktadır.
DNA çözülmesiyle genlere olan müdahaleden tutun da anne karnındaki cenine
müdahale, klonlama gibi pek çok etik sorunla karşı karşıya kalan bilim dünyası (nano
teknoloji ve biyo-teknoloji) neyin ahlaken doğru neyin yanlış olduğunu karar verecek
merci değildir. Öte yandan bu döneme özgü olarak suç bile DNA’ya indirgenmeye
çalışılmaktadır. Küreselleşme süreci bu ve bunun gibi etik alanda birçok tartışmayı da
beraberinde getirmiştir (Yılmaz, 2004: 211-218).
Küreselleşme insanı özgürleştirmiyor sadece kuralları kaldırıyor onun yerine de
tüm kuralları piyasa kurallarına indirgiyor (Baudrillard, 2002: 370). Enformasyon,
iletişim ve ulaşım imkânı artarken insanların birbirinden uzaklaşması ve güven yitimi
gibi gelişmeler de bu sürece eşlik etmektedir. Dahası küresel gelişmelerle birlikte zıt
yönde yerel ve etnik bilinç ve duygular da canlanabilmektedir. Dolayısıyla siyasetten
ekonomiye ve insan ilişkilerine kadar derin ve köklü değişiklikler oluşmaktadır
(Yılmaz, 2004: 179). Bu günkü sorunun temelinde, küreselleşmenin yayılmasından çok,
sermayenin sınır tanımaz şekilde öne çıkması ile siyasal süreçlerin denetimini ele
geçirecek şekilde genişlemesinde yattığı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla tepki tek ve yek
düze bir dünyaya olduğu gibi daha çok nasıl bir dünya yaratıldığı ve hangi değerlere
öncelik verildiğiyle ilgilidir (Yılmaz, 2004: 36).
Elbetteki bunun yanı sıra küreselleşmenin kültür ve sanat alanında etkileri
bulunmaktadır. Örneğin, İngilizcenin uluslar arası ortak dil olma yolunda ilerlediği, en
basitinden bugün Internet alanında bile İngilizcenin hâkimiyetinden bahsedilebilir.
Küreselleşmenin yalnızca batılılaşmak olmadığını hatta aksi yönde bile cereyan
ettiğini düşünen sosyologlar da vardır. “Globalleşme hakkındaki eleştirilerden birisi de
onun yalnızca Batılılaştırmaktan ibaret olduğu eleştirisidir. Ancak Japonya ve Asya
bölgesinin diğer güçlü ekonomilerinden yayılan köklü kültürel hareketler vardır ve bu
hareketler dünyayı öylesine şekillendirmektedir ki, modern kültürlerin
doğululaştırılmasından da ayını kuvvette söz edilebilir” (Turner, 2002: 26).
En parlak dönemini 90’lı yıllarda yaşayan küresel kuram ve globalleşme
eğilimleri, son zamanlarda gerilemektedir. Piyasanın ortaya çıkardığı sorunlar,
dengesizlikler ve belirsizlikler nedeniyle devlete yeniden dönüş muhtemel bir gelişme
olacaktır (Yılmaz, 2004: 132). Amerika’da korumacılık suretiyle, İslam dünyasında
121
artan fundamentalist akımlar, Avrupa’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığı şeklinde
kendini göstermekte yani bir nevi eski sisteme dönüşler yaşanmaktadır. Bu çerçevede
ulusal devletlerin, global güç yerine geçmeleri de muhtemeldir. Yine dünya üzerinde
çeşitli güç odakları ve ekonomik merkezlerin (ABD, Avrupa, Rusya, Çin, Japonya)
oluşması muhtemeldir (Kaynak, 2003: 48-49). Tek ekonomik sistem (kapitalizm) ama
çok kutuplu (AB, Şangay Topluluğu, Güney Amerika Sol İktidar ittifakları gibi) ve çok
kurumlu (IMF, WB, WTO, WHO, GATT, AGSK, AGIT, NAFTA, ASEAN, BDT,
Şangay Beşlisi, MERCUSOR gibi) bir dünya eğilimleri güç kazanıyor.
Kısaca küreselleşme ekonomistlere göre, ekonomide ulusal sınırların kalkması
ve pazarın ulusal otoritelerin denetiminden kurtulmasıdır. Siyasal anlamda ise, yeni
siyasal aktörlerin ve ilişkilerin oluşmasına tekabül etmektedir. Ulus devletler ana aktör
olmak yerine çoğul bileşenlerden biri haline gelir Kültürel alanda küreselleşme, tüm
ülkelerin veya farklı halkların aynı tadı alabilmesi (Yılmaz, 2004: 61-67) demektir.
Sonuç olarak küreselleşme elbette ki insani kılınabilir. Başta ekonomik adalet
olmak üzere her türlü eşitlik, insan hakları ve demokrasi, dinler ve kültürler arası
diyalog ve hoşgörü gibi kavramlar yaşama geçirilebilir. Ama bu kavramları yaşama
geçirmek oldukça zor hatta mümkün görünmemektedir. Çünkü bu uzun bir süreci
gerektirdiği ve çoğu dünya politikasında söz sahibi, etkili ve zengin ülke ve şirketlerin
birçok haklarından feragat etmesi, fedakâr davranması, dünyayı daha bir yaşanılabilir
kılmasına çalışmaya başlamak kolay kolay taraflarından kabul edilebilecek bir durum
değildir. Öte yandan çevre ülkeler veya diğer ülkeler ise bu anlamda yapacakları olumlu
gelişmeler okyanusun karşısında küçük bir akarsu gibi kalacaktır. Zira okyanus bu işi
istememektedir. Falk’ın da dediği gibi (2002), küreselleşme devam eden bir süreç
olmasının yanında nereye gideceği kestirilemeyen ancak bugünkü görünümü itibariyle
belli izlenimler yaratabilen bir süreçtir. Bugünkü şartlarda insani küreselleşme mümkün
ve arzulanır bir şeydir, hatta gereklidir. Ancak şu anda bu mümkün görünmemekte, hal
böyle iken durum içler acısı olabilmektedir.
122
IV. BÖLÜM
DİN, TOPLUM VE CİHAD ANLAYIŞI
4.1. Sosyolojik Bakımdan Din ve İşlevleri M. Weber, P. Berger ve C. Geertz, T. Luckmann gibi önde gelen din
sosyologları, insanların yüzyıllardır varoluşlarına bir anlam yüklemek için aradıkları
temel kaynağı dinde bulduklarını belirtirler (Hamilton, 2000: 529). Bu çerçevede din,
mensuplarına belirli bir dünya görüşü vermektedir. Din, mensuplarını dünyaya ve
hadiselere karşı tavır almaya götürür ve bu haliyle de o kültürleri şekillendirir. (Sezen,
1990: 224). Şu halde S. Kartopu’nun da belirttiği üzere din insanın anlam arayışına en
güzel cevabı verecek potansiyeli içinde barındırmaktadır (Kartopu, 2006). Bu bağlamda
geçmişten günümüze dinin, toplumda her zaman yaşamış ve yaşamakta olan sosyal bir
realite (Berger, 1993) olduğu ifade edilebilir.
Din, bireysel ve toplumsal kimliği şekillendirir, müntesiplerine belli bir zihniyet
kazandırarak öteki karşısında konumunu oluşturur. Nitekim bu çerçevede din, “insanın
dünya kurma girişiminde stratejik bir rol oynamaktadır” (Berger, 1993: 58). Şu halde
din evrenin tamamını insan açısından manidar bir varlık olarak kavramanın cüretkâr bir
girişimi (Berger, 1993: 59) olarak ifade edilebilir. Bu yüzden, “din tarih boyunca insan
deneyiminin merkezinde yer almış, insanların yaşadığı çevreyi algılama biçimlerinin de
ve bu çevreye verdikleri tepkilerde etkili olmuştur” (Giddens, 2000b: 462).
Genel olarak bir dinde, a) Teolojik yön (ilahi veya aşkın boyut), b) Bireysel yön
(subjektif-öznel boyut), c) Sosyolojik yön (objektif-nesnel boyut) olmak üzere üç temel
yön vardır. Bu çerçevede din, sadece ilahi boyutu olan bir müessese değildir. O aynı
zamanda tek tek bireylere nüfuz eden ve sonuçta, genel toplumsal yapıya şu veya bu
şekilde tesir eden inançlar ve uygulamalar bütünüdür (Günay, 1998: 208). Esasen bu
noktada dinin nasıl tanımlanabileceği problemi karşımıza çıkmaktadır. J. Milton Yinger,
birkaç saat içinde yüzlerce din tarifini toplayabileceğini ifade ederek, dinin çok kolay
bir şekilde tek tanımla ortaya konulamayacağını dile getirmektedir (Kehrer, 1992: 9).
Bununla birlikte din, hiçbir şekilde tanımlanamaz, açıklanamaz ya da ifade edilemez bir
şey de değildir. En azından bireysel ve toplumsal din denilen olgularla karşılaşmaktayız.
Öte yandan dinin sadece insana ve insanın ayırt edici niteliği olduğunu ifade ettiğimiz
zaman, buna herhalde hiç kimsenin itirazı olmayacaktır (Bilgiseven, 1985: 1).
123
Biz burada, Sosyoloji ve Din Sosyolojisi açısından din nedir ne anlam ifade
etmektedir? sorularının cevaplarını bulmaya çalışacağız. Esasen sosyal bilimciler dinin
evrensel bir fenomen olduğu konusunda hemfikir olmalarına rağmen, tanımı konusunda
ortak bir görüşe sahip değillerdir. Sosyal bilimciler bu hususta, belli noktalarda benzer
belli noktalarda ise farklılaşan açıklamalar getirmektedirler (Bilgiseven, 1985: 1).
Onların bu açıklamaları aşağı yukarı gerek Latincede, gerekse Arapçadaki kökenleriyle
yakından ilişkilidir. Bu bağlamda eski Yunancada din, korku ile karışık saygı ve sevgi
(beynel havfi verreca) anlamındadır. Latincede din religio sözcüğü ile anlatılır. Bunun
iki kökten geldiği söylenir. Çiçeron’a göre din, religere kökünden gelmekte, bir işin
tekrar tekrar ve dikkatlice yapmak anlamına gelmektedir. Bu bakımdan din, kendini
ibadete verme, tören ve yortulara katılma anlamındadır. Hıristiyan Çiçeron diye
tanınmış olan Lactantitus’a göre din, religare kökünden bağlanmak anlamından
gelmektedir. Bu ise insanların din yoluyla Tanrıya bağlanmasını ifade eder
(Taplamacıoğlu, 1983: 49; Sezen, 1998: 29; Volkan, 2005: 32; Pazarlı, 1982: 27-31).
Arapçada din sözcüğünün üç anlama gelmektedir. a) Öz Arapçada din, usul, adet,
hüküm, tutulan yol, mükafat, mülk ve huy gibi manalarına gelmektedir. b) Arami-İbrani
dillerinden gelen anlamı ceza ve yargıdır. c) Farsça kökten gelen anlamı Zend-
Avesta’daki daena sözünden alınan din ve mezhep edinmek, inanmak, adet edinmek
manalarına gelmektedir (Taplamacıoğlu, 1983: 50; Günay, 1998: 192-193; Şahin, 2001:
73-77; bkz: Tümer & Küçük, 1997: 1-5).
Elmalılı M. Hamdi Yazır’a göre din kelimesi Arapçada ceza, hesap, kaza
(hüküm verme), siyaset, itaat etme, adet, durum, kahır ve bütün bunlarla ilgili ve
hepsinin üzerinde kurulduğu ve hepsinin ölçüsü olan millet ve şeriat manalarına gelir
(Yazır, 1992: 91-92). İslam kelamında din, Allah tarafından vahiy yoluyla ve
peygamberleri aracılığıyla va’z edilen ve saliklerini (mensuplarını) dünya ve ahirette
saadet ve necata (kurtuluşa) götüren, itikat (inanç) ve amellerden (davranış) mürekkep
bir müessese olarak tarif edilmektedir (Günay, 1998: 194; Taplamacıoğlu, 1983: 51;
Sezen, 2004: 160-164). Hamdi Yazır’a göre hak din, akıl sahiplerine kendi güzel
arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk eden bir ilahi nizamdır. Dinin şartı akıl ve
ihtiyardır (Yazır, 1992: 92-93). Kısaca İslam’a göre din, Allah tarafından kurulup
mensuplarını dünya ve ahirette saadet ve kurtuluşa götüren iman, ibadet ve ahlaktan
oluşan bir müessesedir. İslam dini, akıl sahiplerine yönelik hitap olup, onları kendi
iradeleriyle hayırlara sevk eden bir vaz-ı ilahidir (Tümer & Küçük, 1997: 8). Bu
sistemin insanların mutluluğu, huzurunu ve toplumsal ahengini tesis edici olduğu
124
vurgulanmakta, her şeyden önce akıl sahiplerine hitaben yapılan teklif hem bireysel
hem de sosyolojik anlamda tezahür ettiğini ortaya koymaktadır.
Bu çerçevede dinlerin özü sayılan kutsal fikrinin kaynağı hakkında belirgin
olarak dört fikir ortaya çıkmaktadır. Bunlar, a) Ruhçuluk (animizm), b) Tabiatçılık
(natürizm), c) Totemcilik (totemizm) ve d) Vahiycilik (revelationizm) tir
(Taplamacıoğlu, 1983: 66-84). J. Wach ise dinleri, geleneksel ve kurucusu olan dinler
şeklinde ikiye ayırmıştır (Wach, 1995: 364-365). İslam alimlerine göre ise dinler hak ve
batıl olmak üzere ikiye ayrılmıştır (Taplamacıoğlu, 1983: 91-92; bkz: Tümer & Küçük,
1997: 27-38; Sezen, 1998: 13-16).
Yukarıda kısaca değindiğimiz bu linguistik açıklamalar bize yol gösterecek
mahiyettedir. Zira gerek Arapça da ki din, gerekse Latincedeki religare veya religere
olsun, ortak anlam itibariyle kutsala bağlanma anlamını ifade etmektedir. Nitekim J.
Wach, G. Mensching, G. Van Leeuw gibi önde gelen din sosyologlarının üzerinde
önemle durdukları Rudolf Otto’nun din tanımı esas alacak olursak din, “büyüleyici ve
korkutucu sır olan kutsalın tecrübesi” olarak ifade edilmektedir (Taplamacıoğlu, 1983:
174). R. Otto dini, kutsalın tecrübesi olarak tanımlamıştır. Kişinin bir yandan
hayranlıkla, öte yandan korkuyla kutsal kabul ettiği varlığa bağlanması, ona ruhsal
hayatında yer vermesidir. Bu çerçevede ona bağlanan kimselerin hem iç dünyalarında
hem de fiillerinde yaşatmalarıdır. Bu tanıma göre her ne kadar din psikolojik bir vakıa
olarak ferdi ilgilendiriyorsa da aynı şekilde sosyal bir vakıa olmasından dolayı toplumu
ilgilendirmektedir (Wach, 1995: 37; Kehrer, 1992: 32-33; Günay, 1998: 208-210;
Elliade, 1990: 24). R. Otto’nun bu tanımı kendisinden sonra gelen pek çok sosyal
bilimciye genelde ise fenomonolojik yorum taraftarlarına esin kaynağı olmuştur
(Kehrer, 1992: 33). Gerek sosyologlar gerekse antropologlar din konusunu incelerken
ve tanımlarken onun farklı unsurlarına vurgu yapmakta ve farlı hususları ön plana
çıkarmaktadırlar. Bu yüzden sosyal bilimcilerin genelinin bu tanımdan yola çıktıklarını
söylemek hatalı olur. Zira dine hangi açıdan bakılırsa ya da onun hangi özelliği daha
çok vurgulanmış ise ortaya o denli farklı bir tanım çıkmaktadır (bkz: Morris, 2004;
Ayten, 2006).
Aslında saf bir din bulmak hemen hemen mümkün gözükmemektedir. Din
olgusunun sadece en önemli veçhelerini zikretsek bile, onun aynı zamanda tarihi,
sosyolojik, kültürel ve psikolojik bir olay olduğunu söyleyebiliriz (Eliade, 1995: 20). Bu
çerçevede değişen din değil, dindarlık biçimidir. Yani inananın dinle bağını kurma ve
yaşama tarzıdır (Roy, 2003: 17, 59). Elbetteki din değişmez ama insanların din ile ilgili
125
anlayışları zamana, mekâna ve daha birçok faktöre göre değişebilir (Güngör,1989: 35).
Burada vurgulanması gereken esas nokta, insanların din anlayışları, yaşadıkları
coğrafyaya, kültüre ve millete göre farklılık yarattığı gerçeğidir. Hatta aynı dinin
içerisindeki mezhepler arasında bile düşünüş ve biçim farklılıkları olabilmektedir (Ebu
Zehra, 1983: 76). Şu halde katıksız, saf bir dini olay mevcut değildir. Beşeri bir
fenomen olan din, bir toplum olayıdır ve onun filolojik, ekonomik, kültürel gibi yönleri
de bulunmaktadır (Günay, 1998: 343). Dinin ne sadece psikolojik, ne sadece sosyal, ne
de sadece rasyonel tarafı vardır. Din bunların hepsini içinde barındırır, bütün bu
unsurların toplamından daha büyük bir gerçekliktir (Göçeri, 2004: 317; Elliade, 1990:
39).
Her ne kadar dinler, inanç muhtevaları, ritüelleri ve meydana getirdikleri
minimum cemaatin yapısı ve nitelikleri itibariyle birbirlerinden farklılaşsalar da temelde
bazı ortak noktalar onları din adı altında birleştirmektedir. Din her şeyden önce inanç,
ibadet ve ahlak sistemi olarak üç boyutta ele alınabilir. Yani bir dinde bulunan üç
özellik vardır. Bunlar; inanan, inanılan ve aralarındaki ilişkidir (Yavuz, 1982: 88;
Akseki, 1993). Başka bir deyişle din, aşkın bir varlığa bağlanma ve buna ait inancın
geliştirdiği düşünce ve uygulamalar bütünüdür. T. Parsons’un görüşünden hareketle
toplumbilimsel anlamda din deyince, bir toplumda yaygın olarak kabul edilen bir inanç
sistemini anlıyoruz. Bu sistemin açık vasfı ise deneyici değil değerlendirici olmasıdır.
Zira sosyolojik anlamda din dediğimiz zaman, sosyal bağlayıcılığı olan inanç
sistemlerini kastetmekteyiz (Kehrer, 1992: 9; Sezen, 1998: 78). Doğal olarak yaşamak
isteyen bir din sosyal münasebetler kurmak zorundadır (Wach, 1995: 54)
Dinin birey ve toplum ilişkisi açısından açıklığa kavuşturulması gereken önemli
problemlerden biri olan, insanın mı dine din vasfı verdiği yoksa dinin mi insana insan
vasfı verdiği meselesidir. A. K. Bilgiseven bu hususta insanı, insan-ı kamil haline
getirenin din olduğunu kabul etmektedir (Bilgiseven, 1985: 1-2). Keza A. Comte, E.
Durkheim gibi sosyologlar, insanın dine din vasfını verdiğini belirterek, dinin sosyal
vicdandan doğduğunu öne sürmüşlerdir. Bu çerçevede Durkheim için din, sosyal
tecrübenin yansımasıdır (Elliade, 1990: 1, 15; Tümer, Küçük, 1997: 29). Menşeci din
teorisyenleri hemen hepsi bu çerçeve içerisinde açıklamalarda bulunmuşlardır. Tek tanrı
inancını savunan teoriler ise A. K. Bilgiseven’in de belirttiği üzere kutsal kavramı
üzerine yoğunlaşmışlardır.
M. Taplamacıoğlu, dinin bireysel mi yoksa toplumsal mı olduğu sorusunu sorar
ve hemen akabinde dinin öncelikle bireysel daha sonra ise toplumsal olduğunu ifade
126
etmektedir (Taplamacıoğlu, 1983: 173-175). Din ve toplum arasındaki karşılıklı
ilişkileri açık bir şekilde ortaya koyan J. Wach ve Ü. Günay ise, öncelikle dinin ferdin
işi mi yoksa toplumun işi mi olduğu meselesi üzerinde durulması gerektiğini dile
getirmektedir. Daha sonra da dinin mahiyeti icabı başta tek tek fertlere nüfuz ettiğini ve
daha sonra zorunlu olarak fertlerin üzerine çıktığı ve toplumsallaştığı sonucuna
varmaktadır. Din öncelikle tek tek bireylere nüfuz ederek kök saldıktan sonra, fertlerin
fevkine yükseldiği, topluma mal olup objektifleştiği yani kurumsallaştığını ifade
etmektedirler (Wach, 1995: 37-39; Günay, 1998: 209-211). Bu çerçevede din, öncelikle
bireylere nüfuz ederek onlara bir hayat tarzı sunmakta, daha sonra ise topluma aksedip
orada yaşamayı istemektedir. Ferdin yaşantısına giren din orada hayat bulduktan sonra
topluma müdahale edebilecek duruma gelmiştir. M. Weber, din ve toplum arasındaki
karşılıklı bir ilişki olduğu görüşüyle her dinin müntesiplerine bir zihniyet
kazandırdığına dikkat çekerek karizmatik liderler arasında peygamberlerin toplumu
şekillendirdiği ifade etmektedir (bkz: Karagöz, 2003).
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi sosyoloji, dinin objektif (nesnel) yönüyle
ilgilenmektedir (Taplamacıoğlu, 1983: 50). Sosyologlar dine toplumsal bir olgu olarak
bakarlar. Sosyologlar için dinin kurum olma özelliğini gösteren toplumdaki yansımaları
önemlidir. Kısaca, toplumbilimciler dinin saf inanç ve ilahi yönüyle fazla ilgilenmezler.
Onlara göre sadece inanç sınırında olup ideoloji olarak kalan inançlar sosyolojide din
kategorisinde kabul edilmezler. Bu çerçevede J. Wach’ın da ifade ettiği gibi dinin teorik
ve pratik yönleri vardır. Teorik tarafı, dinin inanç ve akide kısmını oluşturur. Pratik
tarafı ise dinin ibadet yönünü oluşturur. Bununla birlikte sosyolojik anlamda din henüz
tam değildir. Zira üçüncü bir kısma ihtiyaç vardır ki bu da onun sosyolojik anlatımı yani
cemaat oluşturma veya toplumsal bir kurum olma özelliğinde toplanmaktadır (Wach,
1995: 43-61). Çünkü yaşamak isteyen bir din, tabiatı icabı toplumsal münasebetleri
kurmak ve sürdürmek zorundadır (Taplamacıoğlu, 1983: 186).
Bu çerçevede Din Sosyologları, dini tecrübenin görünüm biçimleriyle ilgili
farklı yaklaşımlar ortaya koymuşlardır (Taplamacıoğlu, 1983: 176-191; Günay, 1998:
214-217). Ancak biz burada din sosyolojisinde otorite olarak kabul edilen J. Wach’ın
dini tecrübenin objektifleşme tasnifini esas alacağız. J. Wach, dini tecrübenin ifade
biçimlerini üçlü tasnifle hareketle tahlil etmektedir. Bunlar, a) Teorik anlatım; yani bir
dinin inanç-akide sistemi kastedilir, b) Pratik anlatım; yani bir dinin ibadet-amel
yönünü oluşturan pratikler, c) Sosyolojik anlatım; yani bir dinin cemaat oluşturma veya
kurumlaşmasıdır. Bu aynı zamanda bir dinin sosyolojik anlatımıdır (Wach, 1995: 43-61;
127
Günay, 1998: 217-229). Bu sınıflandırmaya son olarak M. Weber’in eklediği, d)
Zihniyet ve Ahlak boyutu da bulunmaktadır. Yani her din müntesiplerine dünyayı
diğerlerinden farklı algılayacakları bir anlayış sunar, bir haleti ruhiye kazandırır
(Günay, 1998: 230-231).
Bununla beraber toplumsal alanda ortaya çıkan sosyal değişim ve dönüşümler
(modernleşme, laiklik, sekülerleşme gibi), genel anlamda sübjektif dini etkilemezken,
daha çok dinin objektif alanında etkili olmaktadırlar. Toplumsal dalgalanmalar ve
farklılıklar dinin objektif yönünü daraltarak, onu bütünüyle sübjektif alana itmektedir.
Bu durum ise, sosyolojik olarak dini, din olmaktan çıkarmaktadır (Sezen, 1998: 79).
Esasen din, bir taraftan toplumun içine nüfuz etmek suretiyle onu sosyolojik olarak
şekillendirirken, diğer taraftan da içinden çıktığı sosyolojik çevrenin etkisi altında
kalmaktadır.
Kısaca, objektif din denilince, dinin kişisel kabullerden farklı olan toplumsal
kısmı akla gelmektedir. Sübjektif dinden anlaşılan ise, dinin tek tek bireylerin hayatına
akseden yönü anlaşılmaktadır. Bu ise ferdin dini algılayış şekli olup, dinin fertte
yaşayan kısmıdır. Dini tecrübenin ferdi din (sübjektif) ve kolektif (objektif) din ayrımı
analitik bir ayrım olup, yaşayan bir vakıa olarak dini hayatın bu iki veçhesi bir
madalyonun iki yüzü gibi birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil ederler (Günay, 1998:
208).
4.2. Din ve Sosyal Değişme Sosyal değişme, farklı zaman dilimlerinde toplumsal yapı içerisinde meydana
gelen nitelik ve nicelik farklılaşmalarına denir. Zaman içerisinde bir toplumda
gözlenebilen ve toplumun sosyal teşkilatının yapısının veya fonksiyonlarının geçici
(moda gibi) olarak değil de sürekli ve köklü bir şekilde değişikliğe uğramasına sosyal
değişme denmektedir. Sosyal yapı unsurlarında, yani normlarda, değerlerde, maddi
kültür unsurlarında ve sembollerde meydana gelen gelişmeler bu çerçevede
değerlendirilir (Kızılçelik & Erjem, 1994: 372-373; Güven, 1999: 214-215; Günay,
1998: 323-332; Tezcan, 1984: 2-6)
Toplumsal değişme insan topluluklarının en önemli özelliklerinden olup, gerek
yavaş gerekse hızlı olarak bütün toplumlarda meydana gelir. Değişme maddi kültür
unsurlarında daha hızlı görülmesine karşın sosyal ilişkilerde, değer yargılarında ve
toplumu işleten diğer müesseselerde daha yavaş gerçekleşebilmektedir (Erkal &
128
Baloğlu, 1997: 244-246). T. Parsons yapı bakımından sosyal değişmeyi üçe ayırmıştır.
Bunlar; sosyal değerlerde değişme, kurumsal değişmeler ve kişiler üzerinde olan
değişmelerdir (Günay, 1998: 329).
Toplum tek tek bireylerden bağımsız olmakla birlikte yine de fertlerin faaliyet ve
ilişkilerini göz ardı etmek olanaksızdır. İnsanoğlu bir nevi içinde yaşadığı toplumun bir
ürünüdür. Bu şekliyle sosyal çevre ferdi şekillendirir. Ancak insan üzerindeki doğuştan
gelen yani kalıtımın da etkilerini unutmamak gerekir. İnsanın toplumu, toplumun da
insanı etkilediği önemli bir gerçektir. Bilindiği üzere bireyin kişiliğinin oluşumunda ve
gelişiminde kalıtım ve çevre faktörü bir madalyonun iki yüzü gibi birbirinden
ayırmamız olanaksızdır (Arkonaç, 1998: 377-381; Cüceloğlu, 1999: 403-432).
Weber, dinin toplumsal değişime neden olabileceğine ilişkin düşüncesiyle
tanınırken; Marx, genellikle, dinin mevcut toplumsal düzeni meşrulaştırdığı ve haklı
çıkardığı, dolayısıyla değişimi engellediği görüşüyle bilinir (Thompson, 2004: 52). Bu
çerçevede dinin toplum üzerinde etkisi olduğu gibi toplumun da din üzerinde etkileri
vardır. Toplumsal yapıda meydana gelen değişmeler dini hayatı derinden
etkileyebilmektedir. Geniş ve hareketli sosyal hayat, din dışı hayatı şekillendirdiği gibi
dini hayatı da aynı ölçüde etkileyebilmektedir (Mensching, 1994: 1-12). Bu çerçevede
din ve sosyal değişme arsındaki ilişki (Günay, 1998: 333-343; Thompson, 2004: 52-88)
şu şekilde sıralanabilir.
4.2.1. Sosyal Değişmeyi Engelleyici Faktör Olarak Din Bacon’un belirttiği gibi, din insanlığın en güçlü bağıdır (Wach, 1995: 29). Din,
hemen hemen herkes tarafından bir düzen ve istikrar faktörü olarak
değerlendirilmektedir. Esasen din sosyal bütünleşmeyi amaçlar. Bu yönüyle din
temelinde muhafazakârdır. Muhafazakârlık ise değişime karşı bir hadisedir (Günay,
1998: 335; Sezen, 1998: 130). Bu çerçevede din bazen mevcut statükoyu koruma işlevi
görmektedir. Bu bağlamda kimi zaman egemen sınıfların (kast sistemi) egemenlik aracı
olarak din toplumsal değişmeye karşı güçlü bir fren vazifesini görmektedir (Tezcan,
1984: 41-42). Geleneği, kültürü ve kimliği muhafazasının yanında, dinin kendisinin
devamlılık kazanması inançlarının değişmeyen yönleri sayesindedir (Sezen, 1998: 132).
Esasen dinin özüne dönüp dini saf, katışıksız ve ilk haliyle yaşamak adı altında
ortaya çıkan dini ikaz, itiraz ve protestolarda bir nevi değişmeye karşı bir tutum
sergilemektedir. J. Wach, dinin sosyal değişmeye engel teşkil eden bu yönünün, yani
129
sosyal birlik ve bütünlüğü sağlayıcı tarafının, parçalayıcı yönünden çok ağır bastığını
ifade etmektedir Günay, 1998: 294).
Weber’de tıpkı Marx gibi, dinin sık sık toplumun mevcut toplumsal ve
ekonomik düzeninin haklı çıkarılması ve meşrulaştırılmasına hizmet ettiğini ifade eder.
Durkheim’e göre din, toplumsal değişime neden olabilecek bir güç değil var olan
toplumsal sistemi destekleyici bir kuvvettir Örneğin, dini meşrulaştırma, tıpkı Hint kast
sisteminde olduğu gibi, sosyal eşitsizliği haklı göstermek için kullanılmıştır (Thompson,
2004: 53).
4.2.2. Sosyal Değişmeyi Sağlayıcı Faktör Olarak Din Tarihsel süreç içerisinde, dinlerin ilk ortaya çıktığı zamanlar mevcut toplumsal
düzeni değiştirip onun yerine yeni bir hayat tarzı getirmeyi vazife edindiği
bilinmektedir. Bu anlamda bir toplumun din alanında çıkan değişmeler toplumun diğer
alanlarda da değişikliklerin yaşanmasına sebep olmaktadır. Yani bir toplumsal
kurumdaki değişme az veya çok diğer kurumları da etkilemektedir.
Din insana öncelikle bir inanç sistemi verir. Daha sonra kendini fiil, fikir ve
yaşantı da gösterir. Bu bağlamda dini hareketler süreklilik arz eder. Din ise olması
gereken görüş olduğu için büyük ölçüde devrimci gücü içinde barındırır. Örneğin, bir
dinin ortaya çıkışı çoğu zaman bir devrim niteliğinde olup sosyal değişmeyi potansiyel
olarak içinde barındırmaktadır (Sezen, 1998: 131). Weber’de dini, ahlaki, fikri ve sosyal
değerlerin, sosyal değişmeyi yaratan güç olarak ifade etmiştir. O daha açık bir şekilde
din ile sosyal değişme arasında karşılıklı bir ilişkinin var olduğu söylemekte, sosyal
değişme fonksiyonunu icra eden karizmatik liderler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hatta
yerine göre onların bu konuda hakim unsur olarak karşımıza çıkabileceğini önemle
belirtmektedir (Günay, 1998: 335-336). Buna örnek olarak Batıda modern kapitalizmin
doğuşunda Protestanlığın oynadığı rolü göstermektedir. M. Weber, karizmatik liderlerin
toplumsal değişmeyi gerçekleştirmedeki güçlerinden sıkça bahsetmektedir (Turner,
1997: 53-81; Thompson, 2004: 62-63). Bu bağlamda örneğin Amerika’da köleliği
kaldırılmasında (Sezen, 1998: 132), I. ve II. Dünya Savaşları sırasında din
sömürgeciliğin tasfiyesinde önemli bir meşruluk fonksiyonu icra etmiştir.
M. Taplamacıoğlu, kültür ve medeniyetlerin ilerlemesinde dinin etkin bir güç
olduğu vurgulamaktadır (Taplamacıoğlu, 1983: 97). Sosyal değişme olumlu ve olumsuz
anlamda olabilmektedir. Bu çerçevede din, her zaman birleştirici rol oynamamış, bazı
130
hallerde ayrılıklara sebep olmuştur. R. K. Metron, dinin bölücü fonksiyonuna (din ve
mezhep çatışmaları gibi) işaret etmiştir (Kehrer, 1992: 106).
4.2.3. Sosyal Değişme Hadisesinin Din ve Dini Hayat Üzerinde Etkileri Toplumsal yapıda meydana gelen değişiklikler belli bir süreç içerisinde
toplumda yaşanan dinin, örgütsel yapı, dünya görüşü, değerler ve pratikler düzeyinde
değişmeler yaşanmasına imkân hazırlamaktadır (Perşembe, 1991: 179). M.
Taplamacıoğlu, toplumsal ve tabii çevrenin, aynı zamanda kültür ve medeni çevrenin,
din üzeride etkili olduğunu vurgular (Taplamacıoğlu, 1983: 92-96). Daha sonra ise o,
dinin kültür medeniyet üzerindeki etkilerini zikretmiştir (Taplamacıoğlu, 1983: 97-100).
Esasen toplumların büyüyen ve karmaşıklaşan yapıları karşısında dinin
toplumsal rolündeki ağırlık giderek azalmaktadır. Modern dünyada sosyal
hareketlilikler ve sosyal değişmeler karşısında dinin daha çok etkilenen konumda
olduğu ve birçok toplumda artık kişisel kabul noktasında vicdana yönelik bir değer
manzumesi haline geldiği müşahede edilmesine rağmen (Günay, 1998: 338-342),
küresel dünyada olumlu ve olumsuz anlamda da olsa dinsellikte bir artış yaşanmaktadır.
Yeni dini hareketlerin ortaya çıkması ve dini çoğulculuk ve bu dönemin birçok
özelliğinden sadece biridir.
Toplumsal kurumlar doğal olarak karşılıklı etkileşimlerde bulunup birbirlerini
etkilerler. Bu etkileşimde dinin önemli bir fonksiyonu vardır. Aynı zamanda bir devletin
takip etmiş olduğu siyaset ve toplumsal yapı din kurumuna da belli bir şekil
vermektedir. Hatta aynı din farklı idarelerde farklı fonksiyonlar üstlenebilmektedir. Bu
çerçevede yine aynı din farklı toplumlarda farklı şekil ve görünümler arz
edebilmektedir. Bu ayrımı halkı Müslüman olan ülkelerde bariz bir şekilde görmekteyiz
(Arap, Türk, İran ve Batı Müslümanlıkları gibi). Yine aynı dinin kendi alt kollarında,
aynı coğrafya ve kültür paylaşımını rağmen, dinin farklı yorumlanmasından
kaynaklanan uygulama farklılıkları bulunmaktadır (bkz: Kehrer, 1998: 30-40; Yapıcı,
2004).
İslamiyet’in, Hıristiyanlığın, Hinduizmin ve Budizm’in bazı veçheleri, hâkim
oldukları yahut tesir ettikleri medeniyetin değişik safhaları boyunca tadilata uğradılar ve
şekil değiştirdiler. İslam’da ilk taraftarlarının Müslümanlığı ile Abbasi ve Emevi kültürü
arasında, Kuzey Afrika’nın Berberi devletleri veya 19. yüzyıl Sudan Krallığı ve
Osmanlı İmparatorluğu arasında, bir yandan Mısır, Tunus ve Türkiye ile Suudi
131
Arabistan, İran ve Afganistan arasında olduğu gibi bariz farklar bulunabilmektedir.
Aynı dinin en saf şekli içerisinde gelişmiş olduğu ülkeler ve devirler ile azınlık
içerisinde ve karma bir durumda ortaya çıktığı haller arasında da farklar vardır (Wach,
1995: 331).
İslam dini, Mecellede belirtildiği üzere “ezmanın tegayyürü ile ahkâmın
tegayyürü”nü (zamanın değişmesi ile hükümlerin değişebileceğini) prensip olarak kabul
eder (Günay, 1998: 339; Taplamacıoğlu, 1983: 93). Üstelik zamanla değişen şartlar bu
din içerisinde ister akide alanında isterse ibadet ve teşkilat alanında olsun yeni birçok
anlayışların, mezheplerin, ekollerin ve fikir akımlarının ortaya çıkışına imkân vermiştir.
Aynı durum Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm, Yahudilik ve Hıristiyanlık ve İslam’da
da görmek mümkündür (Günay, 1998: 339-340).
Kısaca din, menşei dini tecrübeye ve onun ifadesi olan mukaddes metinlere
bağlılık olmak itibariyle değişmeye engel oluştururken, öte yandan o, yine o bu menşei
tecrübenin içinde bulunduğu dinamik ruh sayesinde yerine göre sosyal değişmenin asli
kaynağı fonksiyonunu üstlenmekte ve nihayet zamanla toplumda ortaya çıkan sosyal
değişmelerin dini yaşayış üzerinde yankıları olmaktadır. Her din içinden neşet ettiği
siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel sınırların ötesine taştığı andan itibaren, yeni şartlara
uyum sağlamak zorunda kalmaktadır (Günay, 1998: 341).
Yukarıda bahsetmiş olduğumuz her üç durum da toplumda yaşamış ya da
yaşamakta olan bir gerçekliktir. Birçok din, farklı devirlerde veya aynı dönemlerde,
farklı çevrelerde bazen değişmede motor gücü olurken bazen de ona fren olmuştur.
Buna rağmen yine de her iki durumda da en fazla din kurumu etkilenmiştir. Din ister
sosyal değişmeye direnç göstersin ister sosyal değişmede motor güç olsun, her
halükarda bu etkileşim ve ilişkilerden en fazla dinin kendisi etkilenmektedir.
4.3. Cihad Kavramı
Cihad, (c-h-d) kökünden türemiş bir kelime olup “meşakkat, güç yetme, gayret
etme, çaba harcama” gibi anlamlara gelir (İbn Manzur, 1994: 133; Ez Zebidi, 1980:
534; El İsfehani,101). Cihad kelimesi Kur’anda müştaklarıyla beraber kırk bir yerde
geçer (Abdülbaki, 182-183). Bu ayetlerin hemen hemen tamamı kendi nefsi dâhil olmak
üzere iyiliği emr, kötülükten şartlara göre nehyi içerdiği söylenebilir. Özel olarak harp
anlamına gelen bir manası yoktur. Bu çerçevede İslam, insanların kalplerini kazanmak
için harp yolunu kullanmaz. Din yaymak için cihad (harp anlamında) yapılmaz. Bu
132
çerçevede insanlara zorla din değiştirilmesi İslam dininde kesinlikle yoktur (Bakara,
256; Esposito, 2003: 90). Şu halde İslam dininde inanmak veya inanmamak bir hak ve
özgürlüktür (Bayrakdar, 1995: 54-55). Öyleyse cihad, insan hayatında her doğru şeye
ulaşmada bir gayret ve çaba olarak nitelenebilir. Örneğin, bir öğrencinin cihadı
derslerine iyi çalışması, bir öğretmenin dersini en iyi şekilde vermesi, bir idarecinin en
iyi ve adilane şekilde teb’asını yönetmesi, bir hâkimin adil olması yani bir nevi işinin
ehli olup onu bihakkın yapmak gibi anlamlara da gelebilir.
Yeri gelmişken iki noktayı açıklamakta yarar buluyoruz. Bunlardan birincisi,
İslam tarihinde cihad için birbirlerine karşı birçok politik fetva çıkarılmıştır. Esasen
geçmişten günümüze Kutsal Savaş için tümüyle politik-ekonomik amaçlı birçok fetva
çıkarılmıştır (Karlsson, 2005: 170). Hatta birçok Müslüman ülkede mezhep veya dini
liderlerin zaman zaman cihad fetvası çıkarmıştır. Ancak bu cihad çağrısı bütün
Müslüman âleminde aynı etkiyi gösterememekte ve çok cüzi kalmaktadır. Bu yüzden
cihad kavramı, değişik ve sıkça da karşıt amaçlar için kolaylıkla kullanılabilmektedir
(Karsson, 2005: 172).
İslam devletlerinin veya halkı Müslüman olan milletlerin dini önderlerinin
birbirlerine karşı verdikleri fetvalar, İslam devletinin başka devletler veya halklar için
verdiği fetvalar, sömürgeciler tarafından çıkarılan sömürgeleştirmeyi meşrulaştırıcı
fetvaların birçoğu ekonomik ve politiktir. Dolayısıyla birçok kimse yaptıkları eylemleri
meşrulaştırmak için fetvaya başvurur. Bu çerçevede Müslüman âlemi içindeki en büyük
problemlerden biriside bu çerçevede önüne gelenin Kur’an ve Sünneti işine geldiği gibi
yorumlamasıdır. Kısaca ayetlerin hangi ortamda, şartlarda ve niçin indiğini yine
Kur’anın bütünlüğü içerisinde değerlendirmemektedirler.
Cihad, bir milletin veya bir devletin tekelinde değildir, ümmetin (Müslüman
topluluğu) tamamına aittir, sınır tanımaz simgesel bir alandır. Zira cihad, çoğu zaman
yapılan işe meşruiyet referansı olarak kullanılmıştır (Roy, 1995: 203). Bunlardan
ikincisi ise, Türkiye gibi bağımsızlığını kaybetmemiş halkı Müslüman olan ülkelerde
genellikle cihad anlayışı, dil ile tebliğ, eğitim-öğretim anlamında yorumlanmaktadır.
Ancak Mısır, Pakistan gibi, II. Dünya savaşına kadar sömürge olarak kalmış halkı
Müslüman olan ülkelerde ise cihad anlayışı doğal olarak savaş ve silahlı mücadele
şeklinde gelişmiştir. Elbette ki birinci maddeyle bağlantılı olarak milliyetçilik
akımlarının güçlenmesi, sömürgecilik karşıtlığının yaygınlaşmasıyla ve bu iki anlayışın
doğrudan dini yorum ile yoğrulmasının tabii (doğal) bir sonucu olarak ortaya bu
133
manzara çıkmıştır. Esasen yaşanılan dönemin ve toplumun sorunlarına göre insanların
din anlayışı da şekillenmektedir.
Cihad kavramının karşılığı İngilizcede holy war (kutsal savaş) değil struggle
(çaba-gayret) dır (Karlsson, 2005: 165). Kur’an, cehd (didinme) ve say’ (çalışma)
anlamına gelen cihad kavramını özellikle seçtiği görülmektedir. Savaş zorunlu hallerde
insan yaşamının bir parçasıdır. Kur’anda savaş ayetleri veya savaş hukukunun geçtiği
yerlerde genellikle kital kelimesi geçmektedir (Bakara, 190; Nisa, 75; Hucurat, 9 gibi).
Kur’anın hiçbir yerinde kalıcı şiddete izin verdiği görülmez. Bu çerçevede müminlerin
içlerinde ve dışlarında küfürle savaşmaları demek olan cihad, daima fitneden kurtulmak,
merhamet göstermek ve adil olmak gibi sınırlamalara tâbidir (Keane, 1998: 99).
Eğer cihadı gazve veya kital anlamına indirgemiş olsak dahi, bu anlamdaki
İslam'da cihad hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. Kur’anda savaşma ve savaş düzenli
olarak Allah yolunda ibaresiyle gelir. Yani cihad, Allah yolunda, Allah rızası için
maksadıyla sınırlandırılmış olup (i’lay-ı kelimetillah ve fi sebilillah) için, bu
mücadelenin karşılığında mal-mülk, şan-şeref, rütbe ve dünyalık elde etme düşüncesi
taşımamaktadır. Cihad, sosyal şartlar neyi gerektiriyorsa, Allah yolunda canla, malla, dil
ile bütün gücün ve takatin sarf edilmesidir (Buhari, cihad 15, hums 10, ilim 35, tevhid
28; Müslim, imaret 49; Tirmizi, fedailul cihad, 6; Bakara, 193).
Cihad, Batı’da genellikle yalnızca saldırgan kutsal savaş ile eşitlenmeye
çalışılmıştır. Kur’anın bazı yerlerinde, canlarıyla mallarıyla Allah yolunda cihad
edenler (Enfal, 74; Tevbe, 20; Bakara, 218 gibi) ibaresi geçmektedir. Bundan dolayı
Batı dünyasında cihad, savaş ile aynı anlamda değerlendirilmektedir (Watt, 1997: 147).
Elbette ki bu anlayışın arkasında müsteşriklerin (bkz: Said, 2004; Hourani, 1994) ve
İslam düşmanlığının yanı sıra, buna bir kısım İslam düşünürleri de sebep olmuştur.
Esasen bu bağlamda sorulması gereken birkaç önemli soru vardır. Örneğin, cihad
kavramı hangi dönemden itibaren savaş anlamını almaya başlamıştır? Cihad kavramını
savaş anlamına indirgenmesi Müslüman düşünürlerce mi gerçekleştiği yoksa dışardan
(oryantalist gibi) kaynaklanan nedenler mi etkili oldu? Sorularına verilecek cevaplar
konuyu aydınlatma yönünden önem arz etmektedir.
Bu durumu W. Montgomery Watt (1997: 153) “İslamı hasım bir dünyaya karşı
savaşa hazır bir durumda bekliyor olarak görmek bir hata olur. Batı’da, entelektüel
açıdan İslam’a saldırıda bulunulduğunu kabul eder, ancak bunların da özellikle İslama
husumet beslediklerinden dolayı değil, fakat genel olarak dine düşman olduklarından
dolayı öyle davranıyorlar” şeklinde izah etmiştir.
134
Batıdaki yaygın düşünce, İslam’ın bir savaş dini olduğu, Müslümanların
inançlarını yaymak ve dayatmak için güç kullanma ve savaşma da dâhil her aracı
kullanmayı gerekli bulduklarıdır (Esposito, 2003: 89). Bu çerçevede değerlendirilen ve
İslam’ın kutsal savaşını temsil eden cihad kavramı, fanatizm, gaddarlık, hoşgörüsüzlük
çağrışımları yaratmaktadır. Oysa temel anlamıyla savaş ile hiçbir ilgisi yoktur. Cihad
(c-h-d) sessiz harflerinden oluşur ve fizik moral ya da entelektüel gayreti anlatır. Allah
yolunda yapılan her meşru gayret, cihattır. Hz. Muhammed 622’de Mekke’den
Medine’ye hicrete zorlanınca, kendi gurubunun yaşayabilmesini garanti altına almak ve
saldırılara karşı koymak için savunma (meşru müdafa) yapmıştır. Bu da Arapçada gazve
(savaş) olarak tanımlanmıştır (Karlsson, 2005: 165).
Karlsson’a göre (2005: 173) cihad, a) İslam’ın yayılması hakkında olan ve b)
Müslüman cemaati savunmak için yapılan şeklinde ikiye ayırmaktadır. Esposito’ya göre
(2003: 87), Kur’anın silahlı mücadele olarak (savaş hukukuyla ilgili olarak) cihada
göndermede bulunduğu bölümler kabaca iki kategoriye ayrılır. Bunlar, a) Saldırıya
karşı savaşmayı öne çıkaran ve savunmaya yönelik olanlar, b) Daha genel olarak, bütün
inançsızlara karşı savaşmayı ve İslam’ın bildirisine ve kamu düzenine ya da Pax
İslamica’yı yaymayı emreden saldırı ya da yayılmaya yönelik olanlar. Bu çerçevede
cihad, a) Müslüman olmayanlara karşı yapılan savaşlar, b) Müslüman’ın tek başına
yürüttüğü cihat (Noth, 1999: 29; Esposito, 2003: 57) gibi ayrımlara tâbi tutulmuştur.
İslam hukukçu ve düşünürleri siyasi açıdan Müslümanların yaşadıkları toprakları, Darul
İslam, Darul Harp ve Darul Sulh diye üçe ayırmışlardır (Adıvar & Arat & Ateş &
Kafesoğlu & Yazıcı, 1997: 490-493; Esposito, 2003: 53). Beldelerin bu siyasi
durumlarına göre Müslüman’ın dini-ahlaki emir ve yasaklara uyup uymama
zorunlulukları değişkenlik gösterir (Bayrakdar, 1995: 8).
Yanlış olduğunu bile bile ve en basit şekliyle cihadı salt savaş anlamına
indirgesek dahi, Kur’an savaşın yürütülmesi konusunda ayrıntılı ilke ve kurallar
getiriyor. Kur’an, kimlerin savaşacağı, kimlerin savaş yükümlülüğü dışında bırakılacağı
(Fetih, 17; Tevbe, 91), tutsaklara nasıl davranılacağı (Muhammed, 4) belirtir. Aynı
şekilde o, savaşta denge ve orantıyı vurgular (Bakara, 194), diğer ayetlerse barış
yapmayı emreder (Enfal, 61; Nisa, 90). Bu çerçevede şehitlik övünülecek bir makamdır
(Al-i İmran, 157-158, 169). Bununla beraber cihad süreğen bir şeydir, başlayıp bitmez
her zaman vardır, bu bazen savaşa dönüşür. Benzer şekilde İslam literatüründe Cihadul
Ekber (Büyük Cihad: İnsanın kendi nefsiyle yaptığı) ve Cihadul Asgar (Küçük Cihad:
Savaş, Gazve gibi) diye ikiye ayırmıştır. En şiddetli cihad (mücadele-savaş) insanın
135
kendi nefsiyle yaptığı savaştır (Acluni, 1988, 424; Karlsson, 2005: 166). Bu anlamda
“mücahid nefsiyle cihad edendir” (Tirmizi, fedailul cihad, 2).
Hz. Peygamber (s.a.v.) kendilerini İslam’a davet etmeden önce hiç bir kavimle
kesinlikle savaşmamıştır (Müslim, cihad, 3; Tirmizi, siyer, 48). İbn Ömer,
“Rasullullah’ın (a.s) katıldığı gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulundu.
Rasullullah (a.s), bunun üzerinde kadınların ve çocukların öldürmeyi yasakladı” ğını
ifade eder (Buhari, cihad, 47, 148; Müslim, cihad 24; Tirmizi, cihad, 9).
A. Erkilet, İslami hareketlerin ve onun yaslandığı cihad kavramını sosyoloji
literatüründe yaygın biçimde tartışılmış olan üç yaklaşım (psikolojik, ekonomik ve
modernleşmeci indirgemecilikler) tarafından doğru bir biçimde kavranıp
değerlendirilemediği iddiasındadır. Erkilet’e göre, İslami hareketleri doğuran ana
etmen, psikolojik bir yaklaşımın iddia ettiği üzere bir psikopatoloji, yani topluma dahil
olmamaktan kaynaklanan ruhsal yahut psikolojik bir marjinallik olmadığı gibi,
ekonomik indirgemeciliğin iddia ettikleri gibi yoksulluk (özellikle kent yoksulluğu)
yahut sınıfsal, konumsal ve ekonomik bir marjinallik de değildir. İslami hareketlerin
kökeni, modernleşmeci kuramın iddia ettiği üzere modernleşmenin başarısızlıkları da
değildir. Bu açıdan bakıldığı takdirde anlamlı bir tutarlılık ve tekrarlılık arz eder. Bu
çerçevede söz konusu yaklaşımları olgunun kökenine inmeyen dışsal açıklama
biçimlerine yaslandıkları gerekçesiyle eleştirmekte ve olgunun iç dinamiklerine bağlı
olarak açıklanması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu iç dinamikler, İslam’ın Kur’an ve
Sünnetinde dile getirilmiş bulunan temel hüküm ve değerlerdir (Erkilet, 2004: 10;
Güngör, 1989: 17-31).
4.4. Kur’an-ı Kerimde Cihadın Sistematiği İslam dininin emir ve yasakları göz önüne alındığında beş şeyin muhafazası
üzerinde temellendiği görülecektir. Nefsi muhafaza, Aklı muhafaza, Nesli muhafaza,
Malı muhafaza ve Dini muhafaza (Akseki, 1993: 100), ayrıca bir Müslüman’ın dini
vecibelerini yerine getirmek için hür ve akil-baliğ olması şartı da aranır. İslam dininde
bunlar olmadan ne bir insandan ne de bir insani özgürlükten bahsedilebilir. İnsanın
özgür olmadığı bir ortamda ise dini vecibeleri ondan düşer.
Özgür atmosfer inanmanın ya da inanmamanın temelidir. İslam, din olarak özgür
bir ortam ister. Bu çerçevede her şeyden önce bireyin ve vatanın hürriyeti esastır. Din
için, özgürlük en temel şarttır. Bu haliyle İslam akıl ve özgürlük dinidir (Bayrakdar,
136
1995: 8). Hıristiyanlık anlayışında insan, günah ve ölümün tutsağı olan bir varlık olarak
görülmesine rağmen İslam’da insan, iradesini kullanabilen sorumlu bir varlıktır
(Gündüz, 2002: 85-102).
Bu bağlamda bireyin önce insanca yaşaması gerekir ki diğer dinsel ve toplumsal
vazifelerini yerine getirebilsin. Eğer bunlar yoksa İslam dini önem sırasına göre bunları
temine çalışmayı tavsiye eder, bunun için gerekirse savaşılır. Bu çerçevede örneğin,
vatanınız işgal altındaysa özgürlüğünüz için, canınız, malınız, ırz ve namusunuz veya
dininiz tehdit altındaysa meşru daire içerisinde ferdin-toplumun kendini savunmasına
veya savaşmasına izin verilmiştir.
Bu çerçevede dinler ve özelde İslam dini geliştikleri ortamlarda özellikle
toplumsal adaletsizliğin giderilmesi için var güçleriyle çalışırlar. İslam dini insani güdü
olan şiddet-saldırganlığı yok saymamış onu çerçeveleyip kullanımını şartlara bağlamış
veya sınır getirmiştir. İslam dini, ortaya çıkan savaşları bile başıboş bırakmamakta onu
belli periyotlara ve şartlara bağlamaktadır. İslam, terör ve kargaşaya neden olması bir
tarafa, düzeni, emniyeti ve sosyal yardımlaşmayı tesise çalışan bir dindir (Beşer, 1987:
17). Şu halde, İslam dinine bir bütün olarak bakıldığı takdirde, İslam’ın insandaki
olumsuz yönleri iman, ibadet ve ahlak ilkeleriyle olumlu yöne çevirmeye çalışıldığı
görülmektedir.
Esasen köktenciliği ve terörizmi İslam ile eş tutulamaz. Çünkü o, hoşgörüye
dayalı bir dindir (Eco, 2001a: 184). Bilindiği üzere İslam kelime olarak barış, emniyet,
güven demektir. Bu çerçevede o, hep birden barışa girilmesini istemektedir (Bakara,
208). Bunun yanı sıra yukarıda izah edildiği üzere, İslam dini insanın belirli koşullarda
hak arama ve meşru müdafaa haklarını saklı tutmaktadır. Elbetteki bu durum oldukça
doğal bir davranıştır. Sırf bundan dolayı İslami terör yakıştırmasını kesinlikle
reddetmekteyiz. Çünkü İslam dini, masum sivillere ve savaşa katılmayanlara
dokunmamayı emreder. Terörizmin özünde ise, masum siviller üzerinden şiddeti bilfiil
kullanarak tarzı siyaset gütmektir.
Her ne kadar konu başlığımız Kur’an-ı Kerimde Cihadın Sistematiği şeklindeyse
de, çalışmamız bizi Kur’anda genellikle kital anlamın geçen ve savaş hukukunu
ilgilendiren alana kaymıştır. Bu çerçevede cihadı salt savaş ve savaş hukuku anlamına
indirgediğimiz zaman bile, Kur’an-ı Kerimin buna bir sistem getirdiği görülecektir.
Aşağıda geçen Kur’an-ı Kerimin ayetleri kendi bütünlüğünden, tarihsel bağlamından ve
sebebi nüzulünden koparılarak sıralanmıştır. Herhangi bir tefsire ve yoruma
girilmemiştir.
137
a) Haksız yere adam öldürmek ve kan dökmek haram kılınmıştır. Aynı şekilde
toplumlar arası veya toplum içinde fitne ve bozgunculuk yaratmak adam öldürmekle eş
değer tutulmuştur. Bir müminin diğer mümini yanlışlık dışında öldürmesi asla caiz
değildir. Bir mümini yanlışlıkla öldürenin, bir mümin köleyi azad etmesi ve öldürülenin
ailesi bağışlamadıkça, ona diyet ödemesi gerekir. Eğer o mümin, size düşman bir
topluluktan ise mümin bir köleyi azad etmek gerekir. Şayet aranızda anlaşma olan bir
millettense, ailesine diyet ödemek ve mümin bir köleyi azat etmek gerekir. Bulamayana,
Allah tarafından tevbesinin kabulü için, ard arda iki ay oruç tutmak gerekir. Allah
bilendir. Hakim'dir (Nisa, 92). Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde temelli
kalacağı cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lanetlemiş ve büyük azab hazırlamıştır
(Nisa, 93). İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa
bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış
gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da
onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler (Maide, 32). “…fitne çıkarmak,
adam öldürmekten daha kötüdür…” (Bakara, 191).
b) İslam dinine göre bir saldırıya karşı kendini savunmak için barış
zamanlarında tedbirli davranıp olası düşmanlara karşı silahlanma gereksinimi vardır.
Savunma amaçlı silahlanma esastır. Cihad için devrin ve şartların gerektirdiği en üstün
silahlara sahip olmak Kur’anın emridir. Düşmanının silahıyla silahlanmak gerekir.
Nitekim güçlü olmak caydırıcı olmaktadır. Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği
kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin
bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarf
ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir (Enfal, 60). Ey
İnananlar! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun, Allah'a
karşı gelmekten sakının ki başarıya erişebilesiniz (Al-i imran, 200). Ey İnananlar!
İhtiyatlı davranın, bölük bölük veya hep birden savaşa gidin (Nisa, 71).
c) Ehli kitapla savaşmadan önce onlarla en güzel şekilde mücadeleyi önerir.
Toplumların birbirlerinden farklı olduğunu kabullenip diyalog ve hoşgörüyle
bakılmasını ister. Kur’anda diyalog çağrısı vardır. Dinin yaygınlaşması ancak barışçıl
şekilde olmalıdır. Savaşta mağlubiyet, zorla dinlerini değiştirme aracı olarak
kullanılamaz. Kitap ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde mücadele
edin, şöyle deyin: "Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da,
sizin Tanrınız da birdir, biz O'na teslim olmuşuzdur" (Ankebut, 46). Ey İnananlar! Allah
138
için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi
adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha
yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden Haberdar'dır (Maide, 8).
Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Tağutu (saptırıcıları)
inkar edip Allah'a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah
işitendir, bilendir (Bakara, 256). Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi
inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın? (Yunus, 99). Allah'ın izni
olmadıkça hiç kimse inanamaz. O, aklını kullanmayanlara kötü bir azab verir (Yunus
100). Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış;
doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en
iyi bilir (Nahl, 125).
Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar
kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar
kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplarla
çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler,
işte onlar zalimlerdir (Hucurat, 11). Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir
dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca
tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok
sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır (Hucurat, 13). Kur’anı, önce gelen Kitap'ı
tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında
hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma! Her
biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı,
fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşuşun, hepinizin
dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir (Maide, 48). Sizin dininiz
size, benim dinim bana (Kafirun, 6).
d) İlk saldıran ve haksızlık yapan siz olmayın, aşırıya gitmeyin. Cihad (Savaş),
daha çok savunmaya yönelik ve zulmedenlerle mücadele şeklindedir.
Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup
savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette Kadir'dir (Hacc, 39).
Onlar haksız yere ve "Rabbimiz Allah'tır” dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır.
Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve
içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım
edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür (Hacc, 40). Sizinle
139
savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez
(Bakara, 190).
e) Eğer savaş kaçınılmaz olmuş ise Müslümanlar topyekün cihada
katılmalıdırlar. Bu dönüşü olmayan yola girildiği vakit, cihad her müslümanı
ilgilendirmekte ve savaş teşvik edilmektedir. Savaş yarım bırakılmamalı nihai sonuç
alınmalıdır. Çatışmalara ne zaman son verilmesi gerektiği, antlaşmanın ne zaman
yapılması gerektiği, barışa ve aralarınızdaki anlaşmaya sadık kalınması gibi
gerekliliklerden bahseder. Antlaşmaya sadık kalındığı sürece ve onlar bu antlaşmayı
bozmadıkça düşmana dokunulmamalıdır. Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi
çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha
kötüdür. Mescidi Haram'ın yanında, onlar savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın.
Sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İnkâr edenlerin cezası böyledir (Bakara,191).
Vazgeçerlerse onları bağışlayın; şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder (Bakara,
192). Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer
vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur (Bakara, 193).
Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin
iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz,
Allah bilir (Bakara, 216).
Size ne oluyor da: "Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından
bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet" diyen zavallı çocuklar,
erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75). İnananlar
Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tağut yolunda harbederler. Şeytanın
dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır (Nisa, 76).Onlar kendileri inkar
ettikleri gibi, keşki siz de inkar etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret
etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz
yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyin (Nisa, 89). Ancak, sizinle
kendileri arasında anlaşma olan bir millete sığınanlar yahut sizinle savaştan veya kendi
milletleriyle savaşmaktan bıkarak size başvuranlar müstesnadır. Allah dileseydi onları
üzerinize çullandırırdı da sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz,
size barış teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez (Nisa, 90). Diğerlerinin
de sizden ve kendi milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz. Ne var ki
fitneciliğe her çağırıldıklarında ona can atarlar; eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif
etmezler ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte
onların aleyhlerine size apaçık ferman verdik (Nisa, 91). Düşman milleti kovalamakta
140
gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi
acı çekiyorlar; oysa siz Allah'tan onların beklemedikleri şeyleri bekliyorsunuz. Allah
Bilendir, Hakim olandır (Nisa, 104).
İnkâr edenlere, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağışlanacağını ve
tekrar başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle (Enfal, 38). Fitne
kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler
ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür (Enfal, 39). Anlaşma yaptığın kimseler,
sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları
yakalarsan, arkalarındakilere ibret olacak şekilde, darmadağın et (Enfal, 56-57). Eğer
onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir
(Enfal, 61). Seni aldatmak isterlerse, bil ki şüphesiz Allah sana kâfidir. Seni ve
inananları yardımıyla destekleyen, kalblerini uzlaştıran O'dur. Eğer yeryüzünde olan her
şeyi sarfetsen bile, sen onların kalblerini uzlaştıramazdın, ama Allah onları uzlaştırdı.
Doğrusu O Güçlü'dür, Hakim'dir (Enfal, 62-63). “Müminleri savaş için coştur...” (Enfal,
65).
Eğer andlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa,
inkarda önde gidenlerle savaşın, çünkü onların yeminleri sayılmaz, belki vazgeçerler
(Tevbe, 12). Yeminlerini bozan, Peygamberi sürgüne göndermeye azmeden bir
toplumla savaşmanız gerekmez mi ki, önce onlar başlamışlardır? Onlardan korkar
mısınız? Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah'tır (Tevbe, 13).
Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azablandırsın, rezil etsin ve sizi üstün
getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah
dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Bilendir, Hakimdir (Tevbe, 14-15). “…sizinle
topyekün savaşa tutuştukları gibi siz de müşriklere karşı topyekün savaşın…” (Tevbe,
36). Ey mü'minler gerek hafif gerek ağırlıklı olarak el-birlik savaşa çıkın. Allah yolunda
mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır (Tevbe,
41). Ey Peygamber! İnkarcılarla, ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran.
Varacakları yer cehennemdir, ne kötü dönüştür (Tevbe, 73).
f) Savaşta misliyle mukabele edilmeli yani aynı şekilde (kısas) karşılık verilmeli.
Bununla beraber savaşın caiz olmadığı yer ve zamanlar vardır. Hürmetli ay, hürmetli
aya mukabildir, hürmetler karşılıklıdır; o halde, size tecavüz edene (saldırana), size
saldırdıkları gibi saldırın. Allah'tan sakının ve Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu
bilin (Bakara, 194). Kitap verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle,
141
boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın (Tevbe, 29). Eğer ceza
vermek isterseniz size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz and olsun ki bu,
sabredenler için daha iyidir (Nahl, 126). Sana hürmet edilen ayı, o aydaki savaşı
sorarlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük suçtur. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr
etmek, Mescidi Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha
büyük suçtur. Fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyüktür". Güçleri yeterse,
dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler. İçinizden dininden dönüp
kâfir olarak ölen olursa, bunların işleri dünya ve ahirette boşa gitmiş olur. İşte
cehennemlikler onlardır, onlar orada temellidirler (Bakara, 217).
Allah'tan ve Peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere
ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah'ı aciz bırakamayacağınızı,
Allah'ın inkarcıları rezil edeceğini bilin (Tevbe, 1-2). Yalnız, andlaşma hükümlerinde
size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle
yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever (Tevbe, 4).
Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp
hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât
verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder (Tevbe,
5). Puta tapanlardan biri sana sığınırsa, onu güvene al; ta ki Allah'ın sözünü dinlesin.
Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur (Tevbe,
6). Mescidi Haram'ın yanında andlaştıklarınızın dışında, puta tapanların Allah katında
ve Peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olabilir. Size doğru davrandıkça siz de
onlara doğru davranın. Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever (Tevbe, 7).
g) Savaşmayan korunacaktır, yıkıcı bir ekonomik savaşa, talana yağmaya izin
yoktur, kadınlara ve çocuklara dokunulmayacaktır. Savaş sonrası tutsakların
durumunun ne olacağını izah eder. Savaşa katılmamış ve yardımcı olmamış olanlara
adil davranılacaktır. Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun;
sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya
karşılıksız, ya da fidye ile salıverin; Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü öç
alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir (Muhammed, 4).
Allah'ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur;
Allah Kadir'dir, Allah bağışlayandır, acıyandır (Mümtehine, 7). Allah, din uğrunda
sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara
karşı adil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları sever (Mümtehine, 8).
Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve
142
çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost edinirse, işte
onlar zalimdir (Mümtehine, 9). Onlar işbaşına geçince yeryüzünde bozgunculuk
yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalarlar (Bakara, 205).
h) Cihad fi sebilillah ve Allahın rızası için olmalıdır, dünya malı, san-şöhret için
değil. Gazvelerde yükümlülük, gönüllülük ve fedakârlık esastır. Ancak hiçbir Müslüman
özürsüz olarak bundan muaf tutulamaz. Canlarıyla ve mallarıyla cihat her Müslüman’a
farz kılınmıştır. Bütün bunlara karı dünyada ve ahrette ödül ve ceza vardır. Şehitlik,
gazilik; mükâfat ve ceza bu bağlamda verilir. Size ne oluyor da: "Rabbimiz! Bizi halkı
zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir
yardımcı lutfet" diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda
savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75). Kendilerine: "Elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekât
verin" denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında, içlerinden bir takımı
hemen, insanlardan, Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Bize
savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın bir zamana kadar tehir edemez miydin?" derler. De
ki: “Dünya geçimliği azdır, ahiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size
zerre kadar zulmedilmez” (Nisa, 77). İnananlardan, özürsüz olarak yerlerinde oturanlar
ile, mal ve canlariyle cihad edenleri, mertebece, oturanlardan üstün kılmıştır. Allah
hepsine de cenneti vadetmiştir, ama Allah, cihad edenleri oturanlara, büyük ecirler,
dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır. Allah bağışlar ve merhamet eder (Nisa,
95-96).
Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere
yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah
Güçlü'dür, Hakim'dir (Enfal, 67). Hiçbir peygambere ganimete ve millet malına hiyanet
yaraşmaz; haksızlık kim yaparsa, kıyamet günü yaptığı ile gelir, sonra, haksızlık
yapılmaksızın herkese kazanmış olduğu ödenir (Al-imran, 161). Allah yolunda
öldürülür veya ölürseniz, size Allah'tan onların topladıklarından hayırlı bir mağfiret ve
rahmet vardır (Ali-imran, 157). Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis
Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde
rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku
olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler (Ali-imran, 169-
170). Kendileri savaşta yara aldıktan sonra Allah ve Peygamberin çağrısına koşanlara,
hele onlardan iyilik edip sakınanlara büyük ecir vardır (Ali-imran, 172). İnsanlar onlara:
"Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun" dediler. Bu,
onların imanını artırdı da: "Allah bize yeter. O ne güzel Vekil'dir" dediler (Ali-imran,
143
173). Bu yüzden kendilerine bir fenalık dokunmadan, Allah'tan nimet ve bollukla geri
döndüler; Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük, bol nimet sahibidir (Ali-imran, 174).
İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden kimselere
Allah katında en büyük dereceler vardır. İşte kurtulanlar onlardır. (Tevbe, 20). Rableri
onlara katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde tükenmez nimetler bulunan cennetleri
müjdeler. Doğrusu büyük ecir Allah katındadır. (Tevbe, 21-22). Ey inananlar! Size ne
oldu ki, "Allah yolunda, savaşa çıkın" dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Oysa dünya
hayatının geçimi ahirete göre pek az bir şeydir. (Tevbe, 38). Eğer (gerektiğinde savaşa)
çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden
başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah
her şeye kadirdir (Tevbe, 39). Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, temelli
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler
vadetmiştir. Allah'ın hoşnut olması en büyük şeydir. İşte büyük kurtuluş budur (Tevbe,
72). Allah'ın Peygamberinin hilafına geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Allah
yolunda mallariyle ve canlariyle cihat hoşlarına gitmedi. "Sıcakta savaşa çıkmayın"
dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır." Keşke bilseydiler! (Tevbe, 81).
Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar (Tevbe, 82).
Allah seni geri döndürüp, onlardan bir toplulukla karşılaştırdığı zaman, senden savaşa
çıkmak için izin isterlerse, de ki: "Benimle asla çıkamayacaksınız, benim yanımda
hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız; çünkü baştan, oturup kalmaya razı oldunuz. Artık
geri kalanlarla beraber oturun" (Tevbe, 83). "Allah'a inanın ve Peygamberinin yanında
savaşın" diye bir sure inmiş olsa, onların gücü yetenleri sizden izin isterler ve "Bizi
bırak oturanlarla beraber kalalım" derler (Tevbe, 86). Geri kalan kadınlarla beraber
bulunmaya razı oldular. Kalbleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar (Tevbe, 87). Ama
Peygamber ve onunla beraber bulunan müminler, mallariyle ve canlariyle savaştılar.
İşte iyilikler onlaradır, saadete erişenler de onlardır (Tevbe, 88). Allah onlara temelli
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük kurtuluş budur
(Tevbe, 89). Güçsüzlere, hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve
Peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur. İyi davrananlara
sorumluluk olmaz. Allah bağışlayandır, merhamet edendir (Tevbe, 91). Binek vermen
için sana geldiklerinde, "Size binek bulamıyorum" dediğin zaman, sarfedecek bir şey
bulamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönenlere de sorumluluk yoktur
(Tevbe, 92).
144
Ey inananlar! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak, kazançlı bir yolu size
göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla,
mallarınızla cihat edersiniz; bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur (Saff, 10-11). Böyle
yaparsanız, Allah günahlarınızı size bağışlar, sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere,
Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur (Saff, 12).
İnananlar, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler Allah'ın rahmetini
umarlar. Allah bağışlar ve merhamet eder (Bakara, 218). Musa'dan sonra
İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden birine, "Bize bir
hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. "Ya savaş size farz
kılındığında gitmeyecek olursanız?" demişti. "Memleketimizden ve çocuklarımızdan
uzaklaştırıldığımıza göre niye Allah yolunda savaşmıyalım?" demişlerdi. Ama savaş
onlara farz kılınınca, az bir kısmı müstesna yüz cevirdiler. Allah zalimleri bilir (Bakara,
246).
Esesan şartlar oluştuğunda cihad yapmak her Müslümana farz olmaktadır. Velev
ki biz cihadı, Kur’anın bütünlüğünden koparıp salt savaş anlamına indirgediğimiz
zaman bile, bu başıboş bir savaş değil dinin öngördüğü şartlar içerisinde ve belli bir
hukuk çerçevesinde olmalıdır. Yukarıdaki ayetlerin çoğu genel bir hüküm olmayıp özel
durumlarda geçerli olan yasalardır. Aynı zamanda bu ayetlerin birçoğunda cihat
kavramı değil kital kavramı geçmektedir. Şu halde bu ayetlerin genel olarak savaş
hukukuyla ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Binaenaleyh bu hükümler genel bir yargı
taşımaz, her zaman geçerli değil de özel şartlar oluştuğunda uygulanacak yasalardır.
145
V. BÖLÜM
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE DİN VE TERÖRİZM
5.1. Din ve Terörizm Her insan var olan bir inanç sisteminde bir toplumsal değerler ortamında, bir
kültür kalıbı içerisinde dünyaya gelir. Bütün bunlar ister iradi, ister gayri iradi olsun
bireyin benliğine işlenir. Bu yüzdendir ki, kendi inancına saygı duyulmasını isteyen her
insanın başkalarının inançlarına da saygı duyması gerekmekte, hatta bu evrensel bir
zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi durumlar ise hoşgörüsüzlüğe,
düşmanlığa ve şiddete yol açacaktır. Görünüşü, inancı, ırkı, cinsiyeti, dili ne olursa
olsun insan yaşamı tüm değerlerin üstündedir. Terörizmin masum ve kutsal olan cana
kastettiği için bir insanlık suçu olduğu hatırlanmalıdır.
Din, mensuplarına dünyayı anlamlandırmanın yanında (Berger, 1993: 58-59;
Giddens, 2000b: 462; Hamilton, 2000: 529), etnik ve ulusal politikalarda ve uluslar
arası ilişkilerde geniş grup kimliğinin bir belirleyicisi olarak, çoğu kez anahtar rolü
oynamaktadır (Volkan, 2005: 34). Binaenaleyh bütün dinler, en azından görünür
iddiaları dikkate alındığında, insanın yapısında var olan kötü hasletleri engelleme, bu
çerçevede insanın kötülüğe, isyana ve inançsızlığa meyletmesini önleme çabasındadır.
Bu bağlamda dinler, hitap ettiği insana, inanç ve düşünceleriyle tavır ve davranışlarında
kendisini mutluluğa ve kurtuluşa iletecek yolu izlemesini önerirler (Gündüz, 2002: 22).
Bu çerçevede genelde dinler özelde ise İslam dini insan yaşamını kutsal saymıştır.
Hemen hemen her kutsal kitapta veya dinsel bir metinde barışı öven veya şiddeti
meşrulaştıran doktrinler bulmak mümkündür. Biz çok rahat bir şekilde herhangi bir
dinde şiddeti öven veya bunu yeren kutsal metinler, ayetler, buyruklar bulabiliriz. Bu o
dinin kendisini şiddet eylemini teşvik eden veyahut da tamamen şiddeti reddeden bir din
olarak algılamamızı gerektirmez. Ancak, din şiddeti veya meşru savunmayı hangi
durumlarda ve ne zaman gerekli görüp tasvip ettiği, ne zaman şiddeti yerdiği ve
kaçınılması gereken durum olarak bahsettiği konusu üzerinde önemle ve dikkatle
durulması gereken bir husustur.
İncilde; “Yeryüzüne selamet getirmeğe geldim sanmayın; ben selamet değil,
fakat kılıç getirmeğe geldim… çünkü ben adamla karısının, kızla anasının ve gelinle
kaynanasının arasına ayrılık koymağa geldim…” (Matta, Bab 10: 34-35). “…kılıcı
146
olmayan abasını satıp kılıç alsın…” (Luka, Bab 22: 36). Tevratta ise; “…ve onların her
şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme; ve erkekten kadına, çocuktan emzikte
olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür” (I. Samuel, Bab 15: 3).
Kur’anda; “Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden sizde
onları çıkarın…” (Bakara, 191). “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın
oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfal, 39).
Yukarıda bahsedilen örnekte olduğu gibi kutsal metinlerden dolayı hiç kimse
İslam’ın, Hıristiyanlığın veya Yahudiliğin şiddet ve nefret dinleri olduğunu*, terörizme
kaynaklık ettiğini söyleyemeye hakkı yoktur. En azından teoride bunun böyle olmadığı
bilinmektedir. Bilindiği üzere İslam’ın Allah’ı, her zaman merhametli ve bağışlayandır.
Kur’andaki 114 suresinin 113’ü “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” diye başlar.
İslam’ın Tanrı’sı esirgeyen ve bağışlayandır. İslam sözcüğü ise barış ve emniyet
anlamına gelen selam ile aynı kökten türemiştir. Bu çerçevede İslam iman, ibadet ve
ahlak ilkeleriyle bir bütün olarak okunmalıdır.
Hıristiyan, Yahudi ve İslam dinleri, bir takım şartlar altında savaşı uygun
görürler (Taplamacıoğlu, 1983: 210). Elbette ki dinler özelde İslam dini toplumsal
adaletsizliğe bir nevi isyandır. Bu isyanı her din kendi mensuplarına nasıl
gerçekleştirmeleri gerektiğinin, hangi meşru dairede hareket edileceğinin sınırlarını
çizmiştir.
Dinsel yorumlar, şartlara, algılamalara ve bakış açısına bağlı olarak
değişebilmektedir. Her kutsal metin gibi Kur’anda farklı yorumlanabilir ve birbirinden
farklı anlamlara çekilebilir. Şu halde her dinsel metin gibi Kur’anda farklı okumalara
konu olabilir (Roy, 2003: 14). Esasen birçok inanç sisteminde olduğu gibi, İslam
dininde de haksız yere kan dökmek ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaklanmıştır (Bakara,
191; Nisa, 93). Zaten dinlerin genel amacı da insana daha iyi bir dünya sunmak değil
midir? Evrensel dünya dinlerinin hemen hepsinde ama özellikle de İslam dininde var
olan bir diğer özellik ise, kişinin kendisi için istediği bir şeyi bir başkası için de istemesi
ya da kendisi için istemediği şeyi bir başkası için de istememesi ilkesidir. Birçok dinin
temel kaynaklarında bu öğretiye ağırlıklı yer verilir. Bu ilke, kendisi kadar başkalarını
düşünmesini, başkalarının da hak ve değerlerine saygılı olmasını öngörür (Gündüz,
2002: 22-23). * İslam dini ile karşılaştırıldığında gerçektende Yahudilik ve Hıristiyanlığın daha şeddat oldukları gerçeği unutulmamalıdır (Çitlioğlu, 2005: 237). Bu konuda ayrıca bkz: Gündüz, Şinasi (2002). Dinsel Şiddet: Sevgi Söyleminden Şiddet Realitesine Hıristiyanlık, Samsun: Etüt Yayınları; Adam, Baki (2004). Kutsal Toprak, Mesih ve Terör, Ankara: Dini Araştırmalar, Cilt: 7, Sayı: 20.
147
Bütün bu açıklamaları bir kenara koyarsak, Batı dünyası, İslam’daki cihadın ne
anlama geldiğini aşağı yukarı bilmelerine rağmen, art niyetli olsun veya olmasın
küreselleşme ve özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında İslam dinini terörizm ile
eşdeğer tutmuştur. Batı dünyasında, genelde İslam dünyasına karşı özelde ise
Türkiye’ye karşı ön yargı ve çifte standardının, diğer bir adlandırma ile
islamophobianın (İslam fobisi, Müslüman karşıtlığı)* geçmişten günümüze devam ettiği
(Esposito, 2003: 150; Çaha, 2004: 61; Delibaş, 2004; Mango, 2005) bilinen bir
gerçekliktir (Ateş, 2001: 86). 11 Eylül 2001 saldırıları ile ABD ve Batı dünyasından
tüm dünyaya empoze edilen, İslam’ın şiddet ürettiği ve terör dini olduğunun son
göstergesi Şubat 2006’da Danimarka ve Fransa başta olmak üzere, Batı medyasında Hz.
Muhammedi terörist gibi gösteren karikatürlerin basın-yayın organlarında gösterilmesi
ise artık olağan islamophobia davranışlarıdır. Bu bağlamda daha düne kadar terör
denince akla sol gruplar gelirken ne oldu, nasıl bir değer değişmesi yaşandı ki 11
Eylül’den sonra akla İslam dışında başka bir şey gelmez oldu?
Amerika dış işleri bakanlığının 1980’deki terör örgütleri listesi hiçbir dinsel
grubu kapsamıyordu. 1994’te 49 terör grubundan 16’sı dinsel olarak nitelendirildi. Onu
izleyen yıl bu sayı, 56’da 26 oldu ve dış işleri bakanı Madeleine Albright 1998’de
dünyanın en tehlikeli 30 terör örgütünü açıkladığında bunların yarısı, ideolojik temelini
dinden alıyordu (Karlsson, 2005: 180). Bu durum açıkça göstermektedir ki, egemen
kültür, terör tanımından terörist grubun kim ve kimler olduğunu dahi belirlemektedir.
Joachim Wach, Din Sosyolojisi adlı eserinde, din tasnifleri arasında bulunan,
savaşçı dinler başlığı altında İslam dinine yer vermemiştir (Wach, 1995: 316-319).
Bilim adamlarının dünya milletlerinin aralarında 1480 ile 1940 yılları arasında geçen
460 yılda 244 önemli savaşın yapıldığını belirtmesine karşılık, sadece ikinci dünya
* Batı’da bir Sih türbanı yüzünden işten çıkarılmazken bir Müslüman işten çıkarılabilmektedir (Roy, 2003: 65). Tarık Ali’ye (2002) göre; “Allahın öcü, Allah bizden yana ve tanrı ABD’yi korusun gibi sloganlarla, dinsel sembollere dayalı bir savaş çılgınlığı tarihe geri getiriliyor. Bilmek gerekir ki, fundamentalizm İslama özgü değildir, dinsel fundamentalizmin yanında din dışı fundamentalizmler vardır ve tarihe baktığımızda Yahudi ve Hıristiyan fundamentalizmi çok daha kan dökücü ve zalimdir”. Körfez savaşının ABD’nin önderliğinde birkaç gün içinde bitirilmesine karşın Bosna Hersek Savaşının 5 yıldan fazla sürmesi gizli bir Hıristiyanlık köktendinciliği (fundamentalizm) olarak görülmektedir. Batıda dünyasında son zamanlarda İslam düşmanlığı ve islamophobia’nın arttığı bilinen bir gerçektir. Filistin-İsrail arasında bitmek bilmeyen düşmanlık ve savaşta zaman zaman Musevi köktendinciliğinin açık belirtileridir. Hindistan’daki Budistlerin İslam camilerini yakmış olmaları ve daha bunun gibi davranışlar göze batan batıcı fundamentalist hareketlerdir. Batı medyası var gücüyle islamophobia’ya hizmet etmekte ve bu kini yaymaktadır. Nitekim aralarında Salman Rüşdi, Teslime Nesrin, Ayan Hırsi Ali, Bernard Henri Levy’ninde olduğu bir kısım yazarlar Fransa’nın ünlü dergisi Charli Hebdo’da “Faşizm, Nazizm ve Stalinizmin üstesinden geldikten sonra dünya şimdi de yeni bir küresel tehditle yüzleşiyor: İslamizm…” diye ortak bildiri yayınlamışladır (Milliyet Gazetesi, 3 Mart 2006).
148
savaşından 1993 yılına kadar 149 savaş yapılmıştır. Burada hemen şunu belirtmek
gerekir ki yaygın kanaatin aksine, bu savaşlardan çoğu Müslüman milletlerin dışında
gerçekleşmiştir (Köylü, 2002: 416).
Kimi yazarlarca saldırı kuşağının İslam ülkelerinde yoğunlaşmasının temel
sebepleri şunlardır:
a) Dünyanın enerji kaynaklarının çoğunluğunun İslam ülkelerinde
yoğunlaştırdığı ve iştah kabarttığı. Tüm dünyanın din temelli terör deyince çoğunlukla
İslam bölgelerini hatırlamalarının nedeni İslam ülkelerinin hem belli ölçülerde dünya
zenginliklerini ellerinde bulundurmaları hem de buna paralel olarak dünya siyasetinde
söz sahibi olmamalarından doğan dengesizliklerdir. Yine çatışmaların bu bölgelerde
yoğunlaştığı göz önüne alındığında ve genelde İslam dünyası hedef olduğunda,
buraların oldukça zengin kaynaklara sahip olduğu tezi yabana atılmamalıdır
(Cirhinlioğlu, 2004: 168; Kaynak, 2003: 44; Arıboğan, 2005: 216; Klare, 2004). Esasen
küreselleşme ile başlayan ve 11 Eylül saldırıları ile hız kazanan 4. Dünya Savaşının, 21
İslam ülkesini hedef alması ise bu ülkelerin sahip oldukları yer altı kaynakları,
jeopolitik konumları ve dini-kültürel değerleri ile ilgili gözükmektedir (Erkilet, 2004:
11; Dursunoğlu, 2005: 45, 225; Güngör, 1989: 18).
Görüldüğü kadarıyla Amerika, Irak ve Afganistan harekâtı ile petrol ve enerji
kaynaklarını denetim altına almayı, İsrail’in güvenliğini sağlamayı ve bölgedeki radikal
İslam’ın kökünü kazımayı hedeflemektedir (Bilgin, 2005). Hitlerin yaşam alanı
teorisiyle Almanya’nın arka bahçesinde hâkimiyet kurmaya çalışması ile küresel bir
köye dönen dünyada, ABD’de dünya hâkimiyeti kurmak istemekte hassas bölgelere ve
enerji kaynaklarına yerleşmektedir (Yılmaz, 2004: 369, 385). Bütün bu işgal ve
saldırıların tamamen jeo-politik ve jeo-stratejik konum ile ilgili olduğunu ve Türkiye’nin
bunun tam ortasında olduğu gerçeği (Arıboğan, 2005: 216; bkz: Eslen, 2005) ise
unutulmamalıdır. Z. Brzezinski (2005a) Ortadoğu ve Asya’yı büyük bir satranç tahtası
olarak gördüğünü ifade eder. Bu çerçevede geçmişten günümüze Ortadoğu’ya hakim
olan dünyaya hakim olur (Dursunoğlu, 2005: 28) anlayışı hakimdir.
11 Eylül Saldırıları, daha önce var olan Amerika politikalarını daha da
hızlandırdığı gözlenmiştir. Küresel dünyada ABD’nin terörle mücadele anlayışı, kendi
imparatorluğunu genişletmek, gerekli enerji kaynaklarını askeri güç yoluyla sağlama
almak, stratejik noktaları tutmak, gibi tamamen farklı hedeflerin yolunu açmak için
durmadan propaganda yaptığı bir terörle mücadele efsanesi yaratmaktadır (Yılmaz,
2004: 252; Fisk, 2001d: 208-212).
149
b) Soğuk Savaş sonrası kapitalizm kendine alternatif düşman yaratma çabaları
sonucunda İslamı ötekinin yerine koyma, medeniyetler çatışması bağlamında önceden
adı konulmuş (Haçlı Seferi, Ebedi Özgürlük vs) daha sonra inkâr edilmiş gayrı resmi
savaş. Bu anlayış çerçevesinde İslam ülkelerine yapılan saldırılar sonucunda, kimi
zaman o milletleri zorla terörizm bataklığına iterek onlara terör dışında seçenek
bırakmamakla ve böylelikle de bu dinin mensuplarının zaten böyle olduğu tezini
haklılaştırmak.
Yeni muhafazakârların etkili isimlerinden Michael Ledeen ve CIA eski başkanı
James Woolsey, 11 Eylül sonrası yaşanan süreci 4. Dünya Savaşı kavramıyla ifade
etmişlerdir. Woolsey’in 21 Mayıs 2003 yılında California Üniversitesinde yaptığı
konuşmada, ABD’nin 22 ülke ile savaş halinde olduğunu ve bununda 4. Dünya Savaşı
olarak nitelemektedir. Bu ülkelerde Kuzey Kore hariç diğerlerinin İslam ülkesi olduğu
(Dursunoğlu, 2005: 11) vurgulayan Woolsey’e göre bu savaşın hedefleri şunlardır: a)
Siyasal İslamı bütünüyle ortadan kaldırması, b) İslam dünyasındaki rejimlerin
değiştirilmesi, c) İslam ülkelerinin sınırlarının değiştirilmesini (Dursunoğlu, 2005: 74)
içermektedir. Düşünülmesi gereken, acaba bu süreçte adı konulmuş ama aleni bir
şekilde ilan edilmemiş bir savaş mı yaşanmaktadır (Eco, 2001a:181), konusudur.
İslam dünyası SSCB’nin dağılmasıyla birlikte küresel kapitalist sistem
karşısındaki yegâne muhalefet odağı olarak kalmıştır. Bu anlamda İran devriminden
sonra İslam bir kez daha batının ötekisi olmuştur (Erkilet, 2004: 10; Civelek, 2001b: 16-
17; Wallerstein, 2004: 16). Bu çerçevede ABD’nin hâlihazırda savaşta olduğu 22
ülkeden biri hariç diğerlerinin İslam ülkeleri olunca ister istemez akla şu soru
gelmektedir. Acaba denildiği gibi terörle mücadele mi edilmekte yoksa İslam ile adı
konulmamış bir savaş mı yaşanmaktadır? (Dursunoğlu, 2005: 12-13). Küreselleşme
sürecinin yanı sıra 11 Eylül saldırıları ve akabinde ki gelişmeler, batı dünyasında İslam
karşıtlığının giderek yükselmesine tepki olarak, İslam dünyasındaki entelektüel, sosyal
ve dini reaksiyonların çoğalmasına neden olmuştur.
11 Eylül ikiz kule ve pentagon saldırısı sonrası Batıda İslam ile terörü
özdeşleştirme düşüncesi hâkim olmuş ve İslam’a karşı saldırgan bir tutum takınılmıştır.
Komünizm çöktükten sonra İslam, yeni tehdit olarak görülmüştür. Bu çerçevede bir
nevi terörle mücadele adı altında İslam ve Müslüman ile mücadele edilmektedir. Elbette
ABD başta olmak üzere bunun Batı dünyasına birçok getirisi vardır. Örneğin ABD,
dünyada ekonomik, siyasi, jeopolitik çıkarlarını korumaya yönelik olarak yeraltı ve yer
üstü zengin ve stratejik öneme sahip ülkeleri işgal (kimini fiilen, kimi borçlandırarak
150
gibi) etmektedir. Elbette bunun modern bir haçlı seferi olduğunu düşünenlerin sayısı az
değildir.
c) İslam dinin şiddet ve terör dini olduğuna gerçekten inananlar, zaten varolan
fetih, cihad, gaza anlayışlarının bu dine içkin olduğu ve bu dinin taraftarlarının Batı
üstünlüğü karşısında birer barbar oldukları inancı. Haçlı seferlerinden tutun da İslam’ın
fetih anlayışı çerçevesinde dinlerin şiddeti ürettiğidir.
Dinler nerdeyse tanımları gereği evrenselcidir. Dünyadaki en yaygın üç din
(Hıristiyanlık, İslam ve Budizm) de tebliğcidir. İlk ikisi tebliğciliği saldırganlığa bile
vardırabilirler (Wallerstein, 2004: 121). Bu çerçevede en genel anlamıyla ise sami
kökenli dinler zaten şiddete meyillidir ve şiddet üretirler (Ercan, 1997: 62) tarzı
düşünceler. Bu bağlamda Müslüman ülkelerin birçoğu şiddeti içkin olarak içlerinde
barındırırlar. Bununla beraber şu anda Müslüman coğrafyalar hep şiddetle iç içedir. Bu
çerçevede Huntington, “İslamın sınırları kanlıdır, içleride” sonucuna vardı. Toptancı
yargısı İslami köktenciliğin ötesine geçerek İslamın kendisine yönelmiştir (Esposito,
2003: 157).
Öncelikle şunu belirtelim ki kendi dinini muaf tutup bir başka dine saldırıda
bulunursanız, karşılığını alırsınız. Genelde Musevi ve İseviler İslamın şiddet ürettiğini
iddia ederler. Hâlbuki yukarıda ifade edildiği üzere bu iki din İslamdan daha şeddattır.
Şu halde Allah, Yehova, Tanrı hepsi aynı kutsallığın üç farklı adı (Galeano, 2001: 283)
değil midir?
Bu çerçevede “Müslüman ülkelerde ortaya çıkan terör olayları acaba yalnızca
bu toplumların şiddete yatkınlığından mı, yoksa bu ülkelere yönelik uyarıcıların
güçlülüğünden mi kaynaklanmaktadır? Aynı uyarıcılar aynı kapsam ve şiddette, örneğin
Amerikan toplumuna sistematik olarak verilse, ortaya çıkacak tablo Ortadoğu
coğrafyasında yaşananlardan daha mı farklı olacaktır?” sorularına verilelecek cevaplar
oldukça önemlidir (Çitlioğlu, 2005: 32).
İlber Ortaylıdan nakleden Citlioğluna göre, “Filistin 1920’lerde savaşmayı
bilmeyen bir ulusun toprağıydı. Ürdün Krallığında orduyu kurmakla görevlendirilen
paşa ‘bu memlekette askerliği tesis etmenin imkânsız olduğunu, çünkü bu adamlar
saldırgan değil’ diyor. Yani annesi hakkında iyi temennilerde bulunduğunuzda hemen
tornavida ve bıçağa sarılan Türklerin aksine, bu halk lafla münakaşayı tercih eder ve
zaten savaşçı değildir. Eğer böyle bir kavimden bir asrın içinde, özellikle de son kırk
yılda gözü dönmüş kamikazeler çıkıyorsa bu herhalde Arapların iç dinamiği ile ortaya
çıkan bir gelişme değildir. Bu bağlamda coğrafya ve renklerle aynileştirilemeyecek bir
151
olguyla karşı karşıyayız. Kısaca terör her zaman için yaygındır, terör gençliğin arasında
olur, terör orta yaşta olur, terör ileri yaşta olabilir” (Çitlioğlu, 2005: 34).
İlber Ortaylı’dan nakleden Çitlioğlu; “…laik tutumu dolayısıyla bir Türk
vatandaşı, İslam’ın terörist ve kavgacı bir din olduğunu söyleyebiliyor. Bu bir
bumerangdır, bir müddet sonra üzerinden kazıyamayacağı kimliği dolayısıyla kendisi
bu önyargının kurbanı olacaktır. Bu pratik açıdan budalalıktır. Ama ilmi bakımdan da
müthiş bir yanlıştır…” (Çitlioğlıu, 2005: 33).
d) İslam ülkelerinin çoğunlukla anti-demokratik olması, nükleer tehdit
taşımaları, kadın haklarının ihlali gibi nedenlerden dolayı buralara yapılan
operasyonların gerçekten özgürlük ve insan hakları adına yapıldığıdır.
Bu maddeye yönelik oldukça fazla eleştiri bulabilmek mümkündür. Nitekim
geçmişte olduğu gibi bugün de insanları, insan hakları ve demokrasi adına,
medenileştirme veya özgürleştirme adına, o ülkelerin sömürgeleştirme amacına dönük
olduğu ortaya çıkmıştır. Aslında ülkeler rejimlerinden çok (demokrasi ikame etmek
değil), ABD ve Batı’nın çıkarlarını ne kadar destekleyip yakın durduğu daha bir önem
kazanmaktadır. Örneğin, ABD, İran’da demokratik yollarla seçilmiş olan Musaddık’ı
1953’te devirmiş ve diktatör şah rejimini başa geçirmişti (Harvey, 2004: 9).
Yukarıda üç aşağı beş yukarı çerçevesini çizmeye çalıştığımız var olan durum
ABD ve Batının neden İslam ülkelerini hedef aldığının çözümlemesini yapmaya çalışan
düşüncelerdir. Her durumda da haksızlığa uğrayanın, çifte standarda tâbi tutulan İslam
dini ve Müslümanlar olduğu gözden kaçmayacaktır.
Saldırganlık, kişiliğin oluşması için zorunlu, canlının sosyal ve coğrafi ortamda
yerini alabilmesini sağlayan bir istidattır (Dönmezer, 2005: 215). İnsanda doğuştan
gelen saldırganlık dürtüsü, genel olarak öz savunma ve varlığını sürdürmeye yöneliktir
(Erten & Ardalı, 2005). Bu çerçevede kişilik; çevre (M. Mead, Bandura, Berkovitz,
Watson, Skinner, E. Fromm, B.Russel) ve kalıtımın (Freud, Lorenz) ürünüdür, ancak
kişide var olan saldırganlık dürtüsü daha çok sosyal çevre ve grupta ortaya çıkar
(Ankay, 2002: 2, 91). Nitekim saldırganlık dürtüsü evrensel bir olay değildir. Belirli
koşullar altında azaltılabilir ya da çoğalabilir (Ankay, 2003: 93; Göka, 2004: 209, 225).
İslam dini insani güdü olan şiddeti yok saymamış onu çerçeveleyip kullanımını şartlara
bağlamış ve sınır getirmiştir (bkz: Cihad Bölümü). Esasen insani bir güdünün dışarıya
çıkıp kendini ifade etmesi bazen çok farklı olabilmektedir. Bazen kendini politik bir
biçimde, bazen kendini ekonomik bir biçimde dışa vurabilmektedir. Yaşanılan dönemde
din kurumu güçlüyse, ya da o öne çıkıyorsa şiddette bu biçime bürünecektir. Bu şekil
152
altında meşruiyet bulmaya çalışacaktır. İnsani bir güdü olarak karşımıza çıkan şiddet,
din kisvesi altına da çok rahat girebilmektedir. Eğer dünya konjöktöründe ekonomik ve
siyasal paylaşım yoğunluktaysa, şiddet de kendini bu şekilde ifade edecektir. Nitekim
Fransız ihtilalinden bugüne değin şiddet daha çok kendini siyasal ve ekonomik
çerçevede ortaya koymuştur. Kısaca, bir güdüyü harekete geçiren amiller ile onun
toplumsal görünümü çoğu zaman farklı olabilmektedir. Bu tıpkı psikolojideki savunma
mekanizmalarına benzemektedir. Örneğin, okuyamayan birinin okul yaptırması, şiddete
meyilli birinin asker, polis olması gibi psikolojik savunma mekanizmalarına
benzemektedir. Kısaca insani bir güdü kendini dışarı çıkartırken meşrulaştırma ihtiyacı
duymaktadır.
Bununla beraber her inanç, yani her ideoloji taraftarları arasında her zaman
egemenlik sorununun, haklı veya haksız, doğru veya yanlış, ancak ve sadece terörizmle
çözülebileceğine inanan kişiler, gruplar vardır. Bu insanlar genellikle fanatik ya da
köktenci yani radikal bir biçimde şiddetin gerekliliğine inanırlar (Kongar, 2002: 74).
Nitekim Müslümanlar arasında İslam dininin (Kur’an ve Sünnet) yorumlarından
kaynaklanan birçok ayrılıklar mevcuttur. Bu çerçevede İslam dünyası bütünleşebilmiş
değildir, yani İslam dünyası yekpare değildir. (Huntington, 2001: 329-332; Roy, 2003:
64; Tapper, 1993: 20). Kaldı ki, Müslümanlar da kendi aralarında bir sürü kavgaya
(fikri ve bedeni) tutuştuklarından görüleceği üzere, tek bir İslam yoktur. Aslında bu
çeşitlilik, bazı taraftarların etraflarına umutsuzca sınırlar çizmeye çalışsalar ve kendi
inançlarını tek bir çizgide göstermeye çalışsalar bile bütün gelenekler, diller ya da
uluslar içinde geçerlidir (Said, 2001: 144). Bu çerçevede John L. Esposito, “ne İslam
dünyası ne de Batı yekpare değildir. Kimliği ortak kaynakları (dil, din, tarih, kültür),
ulusal ya da bölgesel çıkarlar tehlikeye girdiği zaman geri çekilir” şeklinde ifade eder.
(Esposito, 2003: 158). Kısaca tekparça bir İslam’ın olmadığının kanıtı çoktur. Milliyet
farklılıkları, Mezhep farklılıklar, İslam ülkelerinin coğrafi ve çıkar çatışmaları. Bunun
en önemli kanıtı farklı devirlerde ve oldukça çok yapılan cihad çağrısının İslam
dünyasının bütününde yankı uyandırmadığını görmekteyiz (Esposito, 2003: 159;
Karlsson, 2005: 170). Esasen Müslüman kimliği taşıyan birinin yaptığı eylem sadece
kendisini bağlar, diğerlerini ve İslamı bağlamaz. Tarık Ali’ye (2002) göre, “Her din gibi
İslam’da yekpare değildir ve çeşitli iç mücadelelerden geçtikten sonra günümüze
gelmiştir. Şimdilerde Üsame Bin Ladin’le ön plana çıkan İslam ise, Suudi Krallığının
parasal katkılarıyla, Pakistan’ın lojistik desteği ve ABD’nin bilgi ve silah akışının
153
sağlanmasıyla gelişen Vehhabi İslamıdır”. Hangi İslam ve kimin islamı bu çerçevede
sorulması gereken önemli sorulardır (Esposito, 2003: 194).
Nitekim II. Dünya savaşı sırasında Rusya (komünist) ve Amerika (kapitalizm),
ittifak halinde Almanya’ya (faşizm) karşı savaşmışlardır. Müslümanların katılmadığı,
Hıristiyanlar arasında olan dünyanın bu en kanlı savaşı, din birliğinin ülkelerin
birbirleriyle olan savaşına engel olamamıştır. Buradaki çatışmayı ne ideolojiyle, ne de
dini bağlılıklarla açıklayabiliriz. Esasen devletler söz konusu olduğu zaman gerçek
kriterler, ülkenin stratejik konumları ve çıkarlarıdır (Kaynak, 2003: 56).
Hemen belirtilmelidir ki terör saldırısında bulunan ve Müslüman olduğunu
söyleyen insanların İslam’ın imajına zarar verdikleri açıktır. Bu konuda Ekber Ahmed
11 Eylül saldırılarının akabinde “hayatımı İslam’ın imajını onarmaya çalışmakla
geçirdim; hepsi boşuna mıydı?” demektedir (Ahmed, 2001: 165). Bütün bunları bahane
edip dine, İslama veya Tanrıya dil uzatmak daha büyük bir yanlıştır. Elbetteki Allah,
kendi adına işlenen suçlardan sorumlu değildir ve sorumlu da tutulamaz (Galeano,
2001: 283). Bu çerçevede İslam adına terörizmin mazereti veya ona bu yakıştırmaları
yapmanın mazereti yoktur. İntihar saldırıları, bombalamalar, mayın döşemeler ve
suikastlar hangi dava uğruna olursa olsun, ister Tanrı, ister adalet, ister devlet güvenliği
adına haklı gösterilsin, terörizm gene terörizmdir. Allah adına suç işlenemez, onun
adına masum insan öldürülmez ve Allah’a bu tür bir suç isnat edilerek iftira edilemez
(Esposito, 2003: 195; Eymür, 2006: 290). Hâlbuki dinlerin en temel görünür
hedeflerinin birisinin, bünyesinde zıt unsurlar barındıran insanı kötülükten alıkoyarak,
kurtuluşunu ve mutluluğunu sağlamak olduğu (Gündüz, 2002: 85) gerçeğidir.
Hal böyleyken şiddete başvuranlar, şiddet içeren tavır ve davranışlarını
meşrulaştıracak bir dayanağa ihtiyaç duyarlar. “Şiddet doğası gereği araçsaldır; tüm
diğer araçlar gibi daima amacın rehberliğine ve onunla meşrulaştırılmayı gereksinir”
(Arendt, 1997: 57). Rafael Moses’in ifadesiyle “insanlar, planlanmış bir şiddet eylemini
haklı göstermeye çalışarak vicdanlarını rahatlatmak zorundadırlar” (Moses, 2005: 24).
Dinsel görünümlü her şiddet eyleminin ya da tavrının ardında bile (ya da aynı zamanda)
politik, ekonomik ve benzeri nedenler tespit etmek mümkündür. Bununla birlikte din ve
dinsel metinlerin, hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın şiddeti
meşrulaştırmada önemli bir fonksiyon üstlenmiş oldukları bir gerçektir (Gündüz, 2002:
26).
154
Bugün İslamcı teröristler olarak addedilen, şiddet taraftarları tutumlarının
aslında Osmanlı düzenine karşı bir hareket olan vehhabi-selefi* ekolünden doğduğu da
söylenmektedir (Mango, 2005: 84).
Bu çerçevede geçmişten günümüze dünyada ve ülkemizde çoğu zaman kirli
savaşlar çoğunlukla din ve ulus adına yürütülmüştür (Gökdemir, 2005: 206). Kutsallık * Vahhabilik: Muhammed ibn Abdulvahhab (1703-1787) tarafından kurulan bu akımın mensupları kendileri için vahhabi ismini değil de muvahhidun adını verirler ve hanbeli olduklarını söylerler. İslam’daki tevhit akidesinin önemini vurgulayan Abdulvahhab, toplumdaki bid’atlara, insanlara tazime ve yatır, mezar ve benzeri bir takım yerleri kutsallaştırmaya karşı çıkarlar ve bunların kişiyi şirke götürdüğüne inanırlar. Abdulvahhab, Arabistan’daki Suud ailesiyle ilişki kurmuş ve onların Osmanlılara karşı yörede bağımsızlık yanlısı hareketlerine destek vermişlerdir. 19. yüzyılın başlarında kısmi bir başarı elde eden Suudlar, Hicaz bölgesinde 1924 yılına kadar tam bir hâkimiyet kuramamışlardır (Gündüz, 1998: 380). Selefi ekolün devamı sayılabilecek vahhabiler kendilerinden öncekilerden farklı olarak, a) İbadetlerin, sadece Kur’an ve Sünnet-i Seniyyenin beyan ettiği ve ibn-i Teymiyye’nin anlattığı şekilde yapılmasıyla yetinmeyip, örf ve adetlerinde tamamen İslam çerçevesinde devam etmesi gerekli görmüşlerdir. b) Vahhabilik sadece inanç ve amel şeklinde kalmadı. Kendilerine muhalif olanlara karşı harbe girdiler, zora başvuran dini davetlerde bulundular. Bidat ve hurafelerle savaşma adına insanlar tarafından kutsal sayılan türbe, kabir gibi yerleri yaktılar (Ebu Zehra, 1983: 260-263; Ecer, 2001: 51-249). Son derece mıhafazakar dini ideoloji olan vahhabilik ile sömürgecilik karşıtı deobandi ideolojisi birleşince (Vamık, 2005: 232), doğal olarak sömürgeciliğin tasfiyesi için dinin meşrulaştırdığı şiddet hareketleri ortaya çıkmıştır.
Selefiyye: Hicri 4 asırda ortaya çıkan bu grup hanbeli mezhebine mensupturlar. Hicri 7 asırda selefiye inancı İbn Teymiyye tarafından ihya edilmiştir. İbn Teymiye’den sonra talebesi olan İbn Kayyim el Cevziyye tarafından savunulmuştur. Hicri 12 asırda Muhammed b. Abdulvahhab tarafından Arap yarımadasında yeniden ortaya çıkmıştır. İtikadi meselelerde yalnızca Kur’an ve Sünneti tanırlar, başka delile ihtiyaç duymazlar. Akıl yalnız nakli desteklediği zaman, inancı kuvvetlendirmek ve itaat, boyun eğmek için vardır (Ebu Zehra, 1983: 232-235; Ecer, 2001: 15-50, 260-263). İslam’da Sahabe ve Tabiun dönemi Müslümanları için kullanılan isimlendirme. Sonraki devirlerde yaygın olarak kelami tartışmalardan uzak durmaları, sade yaşam tarzları, ihlas ve samimiyetleriyle tanınmaktadırlar. Dinin temel kaynağı olarak nassı (Kur’an ve Sünneti) ön planda tutarlar ve itikadi konularda aklın hüküm kaynağı olamayacağını kabul ederler. Yoruma ve tevile girmez, asli kaynak dışında kaynak tanımazlar (Gündüz, 1998: 336). Bu anlamda selefilik, a) kutsal kitaba bağlılık ve b) kültürel batı aleyhtarlığıyla bilinir. Hanbeli geleneğinde olduğu gibi, Kur’an mesajına çok katı ve harfilik yanlısı bir bakışı temsil eder (Roy, 2003: 125; Dökmeciyan, 1992: 30).
Devrimci Cihadın Hareketleri ve İdeologları: Radikal İslam üzerinde İbni Teymiyye (1268-1328) çokça etkili oluştur. 13. yüzyılda kendi toplumunun sorunlarını dile getirmişse de, onun düşünceleri Suudi Arabistan’ın 18. yüzyıl Vehhabi hareketini, Mısırın modern eylemci ideologu Seyyid Kutub’u, İslami cihattan Muhammed El Farac’ı ve Üsame bin Ladin gibi çağdaş aşırılık yanlılarını etkilemiş, onlarda Teymiyye’yi kendilerine mal etmişlerdir (Esposito, 2003: 64). Muhammed bin Abdulvahhab (1703-1791) dinsel bağnazlık ile askeri gücü birleştirdi ve dini-siyasi bir hareket oluşturmak için yerel aşiret reisi Muhammed bin Suud ile ittifak yaptı. Hariciler gibi vahhabilerde kendilerine karşı çıkan veya direnen kim varsa kâfir ilan edip öldürüyorlardı (Esposito, 2003: 67). Düşünce ve eylem bağlamında modern İslami reform görüşünü oluşturmada üç kişi çok etkili olmuşlardır. Hasan el Benna (1909-1966) Mısır’daki Müslüman kardeşleri, Mevlana Mevdudi (1903-1979) ise Pakistan’daki Cemaati İslami yi kurdular. Değişimin yavaş ve ıstıraplı olacağını kabul etmekle beraber gelecek nesilleri yetiştirmeyi amaç edinmişlerdi. Seyyid Kutub (1906-1966), Hasan el Benna ve Mevdudinin görüşlerini geliştirip radikalleştirdi. Yüzyıllarca yıllık Selefiyeci (Yeniden canlanışçı) geleneğin parçası olsalar da bu üç fikir adamı tepkilerinde moderndiler ve İslam’ın temellerine kaynaklarına dönme anlamında yeni köktencilerdi. İslam’ın kaynaklarını modern dünyaya meydan okumak için yeniden yorumladılar (Esposito, 2003: 70; Ecer, 2001: 201-239; Watt, 1997: 75-97; bkz: Turan, 2002). Bu onların öğretilerinde, örgütlerinde, stratejilerinde, taktiklerinde ve modern bilim ile teknolojiyi kullanışlarında görünür. Gerçektende çok sayıda İslami eylemci, modern eğitimin ürünüdür, doktorların, mühendislerin, hukukçuların, gazetecilerin, üniversite hocalarının ve öğrencilerin mesleki kuruluşlarından ibarettir. İslami siyasi ideologlar ihtilalci eğilimli olup ve genelde din âlimi değillerdir. (Esposito, 2003: 71; Roy, 2003). Bu çerçevede gelişen radikal eğilimler sömürgeciliğin tasfiyesinde daha sonra Filistin ve Afganistan’dan oradan da Bosna-Hersek’e ve 11 Eylül ile modern dünyanın her yerine dağılmışlardır.
155
halesi taşıyan her kavram genelde maddi-siyasal çıkarlardan doğrultusunda
kullanılmaya elverişli olduğunu yukarıda bahsettik. Modern siyasal hareketlerin
kullandığı kutsal kavramlarda tek süreklilik, var olan egemenlik ilişkisinin devamı için
kullanılan bir araç olmasıdır (Noth, 1999: 8).
Son on yılda İslami gruplar da giderek artan şekilde terörü kullanmaktadırlar.
Ancak terör ve İslami canlanma siyasi, ekonomik ve sosyal kriz dönemlerinde canlılık
kazanmaktadır. Bu anlamda bile dini canlanma, toplumun ezilmişlerin, itilmişlerin,
yarından umudunu kesmişlerin, adil bir toplum umudunun henüz yok olmadığını
göstermektedir (Yılmaz, 2004: 359, 366). Terörizmi İslam’a ait bir olgu olarak
düşünmek oldukça ideolojik bir yaklaşım ve büyük bir hatadır. Terör, hem dini
gruplarca hem de la-dini gruplarca bir strateji olarak kullanabilmektedirler. Tüm bu
grupların yanında devletler de, bu etkili silahı dışarıya karşı koz olarak
kullanabilmektedirler.
Dolayısıyla terörist dinsiz olabileceği gibi Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman da
olabilir. Bu gayet doğal bir durum olmasının yanında, bu o dine herhangi bir halel
getirmez. Din unsurunu herkes kendi menfaatleri yönünde kullanmakta veya istismar
edilebilmektedir. Aynı zamanda din, herkesin kendi fiillerini meşrulaştırmada bir araç
olarak kullanılabilmektedir.Dini, kimi olduğu gibi, kimileri ise işine geldiği gibi
yorumlamaktadır. Esasen bu dinin kendisine bir halel getirir mi? veya dinin esasında
kötü olduğunu mu gerektirir? Atatürk*ü veya Kemalizm’i dahi bugün en sağından en
soluna kadar, hemen hemen herkes yeri geldiğinde rahatlıkla kendi çıkarları
doğrultusunda kullanabilmekte, bu çerçevede işlerine geldiği gibi yorumlamaktadır.
Şimdi bu Atatürk’ün şahsına bir halel getirir mi?
Küreselleşme bölümünde izah edildiği üzere dünyanın üçte biri açlık sınırının
altında yaşamaktadır. Bir taraf refah ve lüks içinde yaşarken diğer taraf temel
gereksinimlerini karşılayamadığından dolayı ölüme mahkûm edilmektedir. Diğer
taraftan etnik, mezhep çatışmaların Soğuk Savaş sonrası arttığı da bilinmektedir. İşte bu
süreçte tepki ve huzursuzluk artmakta ve dünya kontrolden çıkma riskini taşımaktadır.
Nitekim İslami hareketler Batı tipi modernliği reddederken esasta bu eşitsizliğe karşı
belirgin tavır almaktadır (Yılmaz, 2004: 35). Bu çerçevede militan cihat hareketlerinin
ve terörizmin yalnızca sapkın bireylerin ya da ister çoğunluğa uygun, ister aşırı
* Örneğin; Fenerbahçe eski başkanlarından Ali Şen, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, ruhsatsız olan klüp tesislerinin, dönemin asker belediye başkanı tarafından yıkılmak istendiğini; Atatürk büstünü dikerek bu yıkımı engellediklerini açıkça beyan etmiştir (Zaman Gazetesi; 11 Aralık 2005).
156
yorumlarıyla dini öğretinin değil, siyasi ve ekonomik şartların da ürünü olduğu gerçeği
gözden kaçmamalıdır (Esposito, 2003: 187).
“Kur’anı iyi bilmiyorlar ama içlerinde onları harekete geçirecek güçlü bir öfke
ve umutsuzluk var” (Fisk, 2001a: 32). Bu çerçevede kendisine şiddet kullanmak dışında
bir alternatif bırakılmayan Müslüman kişi ve topluluklar veya kendisini şiddet yoluyla
ifade edebileceğini sanan Müslümanlar için Baudrillard (2002: 371), “onları teröre iten
dinsel bir şey değil. Köktencilik, geri çevirmenin ve reddetmenin semptomik biçimidir,
köktenciler somut bir şey yaratmak istemiyorlar, onlar kimliklerine karşı tehdit olarak
algıladıkları bir şeye karşı çılgınca ayaklanıyorlar” demektedir. Buradanda anlaşılacağı
üzere din kisvesi altında birçok tepki verilebilmektedir. Şu halde köktencilik
(fundamentalizm), globalleşmeye (küreselleşmeye), çok kültürlülüğe ve postmodern
çoğulculuğa karşı bir dinsel tepki olarak görülmelidir (Turner, 2002: 273). Esasen
Müslüman âlemindeki birçok şiddet hareketi İslami olmaktan çok anti-emperyalisttir
(Roy, 2003: 23). Günümüzde İslam, sömürgeciliğe karşı (tamamen modern bir oluşum
olan) ulusçu bir tepkiyi dillendirmek üzere başvurulan bir çerçevede durmaktadır
(Özbudun, 2001b: 306).
Bu bağlamda Üsame Bin Ladin gibiler Müslüman bir geleneğin ifadesi olmadığı
gibi, Ortadoğu’nun çatışmalarını da yansıtmamaktadır. Filistin’de, Türkiye’de,
Suriye’de, Lübnan’da El-Kaide yoktur. Kısaca, Müslüman ülkelerdeki İslami şiddet
bazen batıdan ithal edilen bir şey gibi görünmektedir. Kaldı ki bunların bile ne stratejisi
ne de siyasal hedefleri vardır (Mango, 2005:97; Roy, 2003: 25). Bundan dolayı
İslamcılık hala protestocu halk seferberliğinin tek ideolojisi olarak kalmaktadır; yetersiz
demokrasi ve Müslüman kamuoyunun ABD’ye karşı artan husumetiyle beslenmektedir.
Büyük İslamcı hareketlerin nerdeyse hepsi siyasal şiddeti bırakmış ve iç siyaset
programları çok muhafazakâr kalsa bile, İslamcıdan ziyade milliyetçileşmiştir (Roy,
2003: 32, 36).
Müslüman toplumların Batıyı reddetme yönünde sergiledikleri tutum daha çok
20. yüzyılın birinci ve ikinci yarısında gelişmiştir. Bunun da iki nedeni söz konusudur.
Birincisi, 20. yüzyılın başında İslam ülkelerinin topyekûn Batının istilasına maruz
kalmış olmasıdır. I. Dünya Savaşında, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasıyla özellikle
Kuzey Afrika, Orta Asya ve Orta Doğu’da Müslüman toplumları kucaklayacak bir güç
kalmayınca bu toplumlar büyük ölçüde batılı toplumların istilası ve işgali altına girdiler.
II. Dünya Savaşına gelindiğinde İslam ülkelerinin aşağı yukarı üçte ikisinin Batılı
ülkeler tarafından kolonileştirildiğini görmekteyiz. Müslüman toplumları Batıya karşı
157
reaksiyoner bir tutum almaya sevk eden ana nedenlerden biri bu olmuştur. Bu, aynı
zamanda, İslam ülkelerindeki merkeziyetçi diktatöryel rejimlerin doğmasının ana
nedeni olmuştur. II. Dünya savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan birçok İslam
ülkesi, bağımsızlıkta rol oynayan lider ve partilerin diktatöryel yönetimi altına geçtiler
(Çaha, 2004: 52). Müslümanları modernleşmeye karşı reaksiyoner duruma getiren ikinci
husus ise, “modernleşmenin batılılaştırılması” olmuştur. Batılılar medeniyete kendi
kimliklerinin kisvesini giydirmeye çalışarak onu insanlığın ortak ürünü olmaktan
çıkardırlar. Batılı modernistler, batılılar ve ötekiler (ilkel-barbar) ayrımı yapıp diğer
halklar aşağıladırlar. Moderleşmeye karşı yükselen tepkileri burada aramak lazımdır
(Çaha, 2004: 53). Dinsel milliyetçilik bu koşullar altında mücadelesini, Batının siyasal-
kültürel hegamonyası ile bunun ajanı olarak gördükleri içerdeki seküler iktidar
güçlerine karşı yürütmektedir. Dinsel şiddet motifleri, dinsel savaş çağrıları bu siyasal
iktidar mücadelelerinin çevresinde döndüğü simgesel ekseni oluşturmaktadır.
Sekülerizme, batı hegamonyasına ve bunun içerideki ajanlarına karşı savaş çağrısı,
kendini dinsel simgeler sistemi üzerine oturttuğu ölçüde kitleler üzerinde harekete
geçirici bir rol oynayabilecektir (Özbudun, 2001b: 310). Terörizm siyasal savaş
demektir. Terörizm, kasten ve ayrım gözetmeden masum insanları öldürerek, kendine
karşı çıkanların iradesini kırmayı hedefler (Brezinski, 2001b: 213). Fanatik dinsel
inançları canlandırıp terörizmi besleyen şey genel olarak dinin kendisi değil, siyasal
kızgınlıktır (Brezinski, 2001b: 214). Bu çerçevede cihad adına terörizm zeminini
hazırlayan şey, ABD’nin Ortadoğu’daki çifte standardı ve zalimlikleridir (Galeno, 2001:
283).
Bilindiği üzere uygun ortamda engeller yasal yollarla aşılır. Eğer meşru olarak
engelleri aşma yolları kapatılmışsa o zamanda engeller illegal yollardan aşılmaya
çalışılır. Bu ise gizli örgütlenmeyi gerektirdiği gibi kaçınılmaz olarak bünyesinde
şiddeti barındırır (Ercan, 1997: 25). Göka’nın da belirttiği gibi uygun koşullar
gerçekleştiğinde her insan bir vahşet uygulayıcısı haline gelebilir. Nitekim vahşet insan
olana içkindir. İnsan zihni, en kabul edilemez davranışları bile sergileyebilme özelliğine
sahiptir (Göka, 2004: 209; Arıboğan, 2005: 140). Yani direniş anlamdaki terörizm,
başka hiçbir savunma şekli kalmadıysa ortaya çıkmaktadır (Baudrıllard, 2002: 370-
371). Toplumsal kargaşa, kaos, sorunlar, ümitsizlikler, tehlikeler, kimlik bunalımı ve
bilinmezliklerin olduğu yerde dini duyguların ön plana çıktığı muhakkaktır. Din bir
çıkmazdan çıkar yolu bulma umududur. M. Weberin deyimiyle karizmatik liderler,
insanların bir kurtarıcı, bir mehdi bekledikleri, bu toplumsal buhran dönemlerinde
158
ortaya çıkmışlardır (Thompson 2004: 63). Bu çerçevede 11 Eylülden sonra dünyada
küresel terörizmi tüm dünyaya uygulayan ve bunu bahane ederek işgaller yapan
ABD’nin ta kendisidir. Geri kalanlar ise bu saldırılara yine meşru müdafaada
bulunmakta ve bazen de teröristçe saldırılarda bulunarak kendilerini korumaktadırlar.
Bu anlamda saldırı altındaki Müslüman halklar dünyanın teröristleri olmak bir yana
terörün kurbanlarıdır (Pilger, 2001b: 244).
Neden en radikal antiemperyalist söylem bu gün İslami referanstan
beslenmektedir? Bunun kuşkusuz sosyolojik nedenleri vardır. Toplumun dışlandığı
alanlar (yani banliyöler ve tehlikeli mahalleler-Batıda) büyük ölçüde Müslüman kökenli
nüfusun oturduğu yerlerdir. Güney ile Kuzey arasında kırılma hattı da aynı şekilde
Müslüman halkların yaşadığı ülkelerden geçmektedir. Bu çerçevede İslam’a dönüş
protestocu bir kimlik niteliğindedir (Roy, 2003: 27). Bütün bunlar sıklıkla değindiğimiz
gibi, Soğuk savaş sonrası Batının kendine yeni düşman olarak bu zümreyi seçtiği için,
Müslüman kesim kendini birden bire karşı tarafta, otomatik olarak öteki ve düşman
olarak buldular. Bu bağlamda kimi Müslüman halklar terörizmin kucağına zorla
itilmektedir. Elbetteki bu zorla itilme yapılan fiili meşrulaştırmamaktadır.
Aslında her ülkede terör yapmak için bir takım nedenler bulunabilir. Sosyolojik
her farklılık (ideolojik, ekonomik, ırk, inanç farklılıkları gibi) rahatlıkla bir terör nedeni
olarak kullanılabilir. Nasıl ki insanlar dini siyasete alet edebiliyorlarsa, teröre de alet
edebilir. Bu çerçevede dini bir terör nedeni olarak sayıp din üzerine gittiğiniz zaman, bu
defa teröristin oyununa alet olunur. Teröristin hedefi de bir grubu dini motiflerle
harekete geçirmek ve bu yolla da bütün o kitleyi bir başkasının karşısına dikmektir. Bu
bakımdan, oynanan oyun bu düzeyde olabileceği gibi medeniyetler çatışması düzeyinde
de olabilmektedir (Kaynak, 2003: 43, 87).
Din insanlar arasında sosyal bütünleşmeyi sağladığı gibi insanların kaybolmaya
yüz tutmuş sosyal kimliklerine karşı birleştirici, yönlendirici, meşrulaştırıcı ve
sığınılacak güçlü bir limandır. Bu anlamda dışlayıcıdır, ötekini saptayabildiği gibi,
gerektiğinde ötekini yaratabilmektedir (Coşar, 2000: 11). Dinsel güdümlü teröristler
kendilerini, düşüncelerini paylaşmayanların kötülerin tarafında yer aldığını, iyi ile kötü
arasında topyekûn bir savaşın içinde görmektedirler (Karlsson, 2005: 181). 11 Eylül
2001’den sonra Ladin ve Bush’un açıklamaları (ya bizdensiniz ya da onlardan, biz iyi
(ilahi) onlar kötü (şeytani), söylemleri paralellik göstermesi tesadüf değildir. Görüldüğü
gibi bu bakış açısını taşıyanlar genellikle aynı retoriği kullanmaktadırlar.
159
Dinsel terörizmi, diğer terör biçimlerinden ayıran temel özellik, şiddetine
kutsallık atfedişi olmasıdır. Yani bu tür eylemlerin din adına yapılması mevzubahistir.
Din adına şiddet ve terörün yine de en güzel örneğini Engizisyon mahkemeleri ve Haçlı
Seferlerinde* bulabilmekteyiz. Din adına her türlü cinayet ve işkence uygulanmış, şüphe
üzerine suçsuz bir çok insan cadı avına kurban gitmiştir (Ercan: 1997: 69-118).
Ülkemizde terörizm tehdidini, sosyologlarımız genel olarak sağ terör, sol terör,
bölücü terör ve dinci terör olarak sınıflandırılmıştır (Cirhininlioğlu, 2004: 238; Kongar,
2002: 86-95; Demirel, 2002: 20-21). Ancak ilk üçünü çok şiddetli geçirmiş ve
geçirmekte olan ülkemizde, diğerlerinin yanında oldukça zayıf etkide bulunan din
kaynaklı şiddet hareketleri ya da gerçek anlamda kaynağını dinden alan terörist bir
hareket olduğunu söylemek oldukça zordur (Mango, 2005: 96, 97; Kaynak, 2003: 117,
122).
1985 yılına kadar temel olarak köktenci 91 grubun, coğrafi olarak beslendikleri
ve ortaya çıktıkları yerler (Mısır: 29, Irak: 12, Suriye: 12, Lübnan: 6, Sudan:5, Suudi
Arabistan: 5, Ürdün/Batı Şeria: 4, Tunus: 4, Cezayir: 3, Fas: 2, Kuveyt: 2, Körfez: 2,
Yemen: 1, Bahreyn: 1, ABD: 1, İsrail: 1, Almanya: 1) içerisinde Türkiye yoktur
(Dökmeciyan, 1992, 78). Ülkemizde dinci terör adına gösterilen Türk Hizbullahı ve
birkaç İran sempatizanı oldukları söylenen, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun
ve Uğur Mumcu gibi kişilerin cinayetine bulaşmış, kim tarafından kullanıldığı
bilinmeyen şaibeli tetikçilerdir. Kaldı ki bu cinayetler hala şaibeliklerini korumaktadır
(Kaynak, 1999: 61-62). Eğer bir sıralama yapacak olursak Türkiye dinci terörden
katbekat fazlasını ideolojik sağ ve sol terörden çekmiş bundan da katbekat fazlasını
* 1184 yılında İtalya Verona’da kurulan din mahkemesi olan Engizisyon 1808 yılında resmen sona erdi 600 yıl sürmüştür. Papa IX. Gregorius zamanında (1227-1241) kurulmuştur. Kilise en az altı asır boyunca bu akıl dışı uygulamalarını din adına sürdürmüştür. Aynı dinin içindeki farklılıkların bile kabul edilmemesi ve farklı düşünenlerin akla hayale gelmedik işkence ve ölüm dolu cezalara çarptırılmışlardır. Bu çerçevede 12. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa ve Balkanlarda Katolik Kilisesi tarafından organize edilen ve Katolik inancının dışında ortaya çıkan yeni anlayışlara meyledenlere karşı uygulamaya konulan bir yargılama ve cezalandırma usulüdür. “Bezdirici, baskıcı soruşturma ve sorgulama” anlamına gelen engizisyon kelimesiyle ifade edilen bu mahkeme, halk kitleleri arasında yayılan dinden sapmalara, Hıristiyanlıktan dönme ve dini esaslara başkaldırma teşebbüslerine, kısmen Yahudi ve Müslüman gruplarına özellikle de Katharcılık ve Valdesçilere (Hıristiyan tarikatları) son verme isteğinden doğmuştur. Başta Hırıstiyan olmak üzere Yahudi ve Müslümanlarda dahil geniş halk kitlelerini terörize etmiştir. En hafif ceza aforoz (dinden çıkarma) en ağır ceza ise odun aleviyle diri diri yakılmaydı. (Önder, 2002: 203 & Aydın, 2005: 201-203 & Geniş Bilgi İçin Bakınız: Testas, Testas (2003). Engizisyon: Ortaçağ Hıristiyan Dünyasında Dinsel Şiddet, Çev.: Ali Erbaş, İstanbul: İnsan Yayınları. Haçlı seferleri, Batılı Hıristiyanların görünürde Kudüs’ü ve diğer Hıristiyan bölgeleri kurtarmak için yaptıkları seferlere (sekiz sefer) denir. Bu seferlerin esas nedeni ise doğunun zenginliklerini talan etmek, din kisvesi altında yapılmış savaşlardır. 1096’de başlamış 1272 yılında sona ermiştir. 200 yıl kadar süren kadar süren bu seferler Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler çok büyük kayıplar vermişlerdir. Bu seferler ile Batı, İslam dünyasından kültür ve medeniyet olarak etkilenmiştir (Aydın, 2005: 274-275 & Ercan, 1997: 65; Geniş Bilgi İçin Bkz: Runciman, Steven (2005). Haçlı Seferleri, İstanbul: NoktaKitap.
160
etnik milliyetçi terörden çekmiş ve hala çekmektedir (Mango, 2005: 117-118). Bu
çerçevede dinsel terörün veya İslamcı addelilen teröristlerin, hem eylem alanları hem de
örgütlenmeleri Türkiye’de yok denecek kadar az olduğu bilinmesine rağmen tehdit
sıralamasında en üst seviyeye konması da oldukça şaşırtıcıdır. Bütün bunlara rağmen
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri ve MGK tarafından, özellikle 28 Şubat 1997’den beri
ülkenin tehdit algılamalarında ilk sıra, her zaman din eksenli belirlemesine pek anlam
verememekteyiz. Esasen tehdit sıralamasını bu şekilde belirlemenin şu anda bir tek
açıklaması vardır. O da uluslar arası literatüre paralel (NATO, AB ve ABD) ve uygun
yol izlenmiş olduğudur.
Terörizmi tarih anlayışından yoksun dinsel ve siyasal soyutlamalarla,
indirgemeci efsanelerle ilişkilendirmek, onu eksik ve yanlış anlamanın ötesine
gitmiyecektir. Bu tür eylemler ancak çok küçük bir grup üstlenildiği ve bu insanlar
gerçekten hakları olmadığı halde bir davanın temsilcisi olduklarını iddia ettikleri zaman,
masum insanların topluca katledilmesini hiç bir dava, hiç bir Tanrı ve hiçbir soyut fikir
haklı gösterilemez (Said, 2001: 145).
İslami terörizm deyimini kullanırken, siyasi amaçlarla dini kötüye kullanıp
şiddete başvuranları kastetmek daha doğrudur (Mango, 2005: 83). Genelde geçmişteki
savaşlar ekonomik, siyasi, etnik, ideolojik ve dini sebeplerden dolayı olmaktaydı. Bazen
bunların hepsinin az çok etkisi olurken bazen de bu sebeplerden biri diğerlerinden daha
baskın görünmekte ve savaşın çıkmasının görünür sebebi olmaktadır. Küresel dünyanın
bu günkü durumunda bir savaş söylentisi bile ekonomileri alt üst etmekte, insanları
moralmen çökertmektedir.
İnsanlar en büyük zararı, temel gereksinimlerinin (özellikle açlık, susuzluk,
yoksulluksağlık sorunları ve güvenlik gibi) karşılanmamasından dolayı görmektedirler.
Ancak dünyaya şekil veren eşitsizlik, adaletsizlikler, yoksulluk gibi durumlar olmazken
bunların yanında çok daha cüzi zarar veren terör, küresel belanın en üst zirvesine
oturtulmakta, hatta dünya bu bahane ile tekrar şekillendirilmektedir*.
* BM raporlarına itibar edilecek olursa, I. Körfez Savaşından sonra ambargonun yol açtığı kötü beslenme, tıbbi malzeme ve ilaç yokluğu Irak’ta 567 bin çocuk ölümüne neden olmuştur. Ortalama ayda 4500 çocuk ölmektedir. Bill Clinton döneminde Sudan’ın tek ilaç fabrikası bombalandı, ne kadar ölü olduğu bilinmiyor. çünkü BM’nin soruşturma yapması engellendi. Libya bombalanmasında 17500 sivil ölmüştür (Civelek, 2001b: 11 & Chomsky, 2001c: 24). Silahlanma ve savaş söz konusu olunca insanların iki büyük gereksinimi öne çıkıyor. Bunlardan birincisi, “korkudan kurtulma özgürlüğü”, öbürü “yoksulluktan kurtulma özgürlüğü” dür. Dünya gıda programının (WFP) rakamlarına göre dünyadaki her yedi kişiden biri açlık çekiyor. WFP’ye göre dünyada açlık çeken insan sayısı 800 milyondan fazla. Her gün 24 bin kişi açlık nedeniyle ölmektedir (Helvacı, 2002: 408-409).
161
5.2. Küreselleşme Terör İlişkisi Küreselleşme algılamasını doğru tespit edebilirsek onun nereye doğru yol
aldığını ve bu arada din ve terör üzerindeki muhtemel sonuçları görebiliriz. Soğuk
Savaş sonrası var olan durumu izah etmeye çalışan ve modern batı tarihi içerisinde bir
realite olarak ortaya çıkan küreselleşme olgusu, 11 Eylül sonrası dönemde hızla
küreselciliğe (globalizm) dönüşmüştür. Bu çerçevede elbette ki terörizm de, globalizme
yön verenin menfaatlerini koruma görevi görecektir. Nitekim daha düne kadar uluslar
arası terör kavramını kullanıyorken, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra küresel terör
kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Esasen terörizm endüstrisinden faydalanan büyük
bir kesimin çıkarları için, bir söylemle ve bir günde terör küreselleştirilmiştir
(Cirhinlioğlu, 2004: 89-124). Bundan dolayıdır ki dünyada gereğinden fazla ve kasıtlı
olarak gerginlik üretilmektedir. Bu çerçevede küreselleşen dünyada günlük yaşamda
belirsizlik ve risklerle dolu gözükmektedir. Hal böyle iken, izlediğiniz sinema salonuna
bir bomba konulmayacağının, beklediğiniz bir tren istasyonunda kimyasal bir gaz ile
zehirlenmeyeceğinizin, bindiğiniz uçağın bir gökdelene çakılmayacağının teminatı
yoktur. Küresel dünyada ülkeniz, bir gecede terörist ilan edilebilir. Böylelikle bu
belirsiz dünyada saldırıya veya işgale uğramayacağınızın, bombalanmayacağınızın, aç
ve susuz bırakılmayacağınızın garantisi yoktur.
Dünya, kuzey (zengin) ve güney (fakir) şeklinde şekillenmektedir. Dünya kaynaklarının yağmaya dönüşmesi; yolsuzlukların yaygınlaşması temel besin maddeleri üretiminin insanlığın ihtiyacının % 110 civarında iken, yılda ortalama 30 milyon insan açlıktan ölmesi bu çarpıklığın bir sonucudur (Yılmaz, 2004: 113). Her yıl açlıktan ve susuzluktan binlerce insan ölmektedir. Bolluğa yakın ama ona ulaşamayan kesimlerin varlığı kıskançlığı artıracağını, bu dönemde yeni belki de farklı bir sosyal adalet mücadelesi verilecektir. (Yılmaz, 2004: 124 & Falk, 2002a). Modern dönemde dengesiz sosyal ve siyasal gelişmeler otoriter siyasi yapılara yol açmıştır. Bunlar Komünizm, Faşizm ve Nasyonel Sosyalizmdir. Sosyalist sistemin çökmesi de sorunu ortadan kaldırmamaktadır. Hatta tersine, sosyalizmi doğuran şartların çok daha belirgin şekilde yeniden ortaya çıkmasından bahsedebiliriz. (Yılmaz, 2004: 15, 19). Kısaca geçmişte sosyal adalet ihtiyacından farklı “izm” ler doğdu. Esasen bu gün, eskiye nazaran daha büyük ayrımlar eşitsizlikler var. Yeni dönemde dünya, sosyal adalet mücadelelerine tanık olabilir. Nitekim soğuk savaşın bitimini izleyen birkaç yılda içerisinde eşitsizliğe ve yoksulluğa bağlı hastalıklardan ölen kişi 200 milyondur. Bu rakam şiddet sonucu ölenlerden çok fazladır (Cirhinlioğlu, 2004: 63). Kabaca bir tabirle terörle bir yılda ölen kişinin sayı 1 ise, açlıktan ve ona bağlı sağlık sorunlarından ölen kişilerin sayısı 1000’dir. 11 Eylül 2001’den sonra terörizm tehlikesi nedeniyle, neredeyse tüm dünya tekrar şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede gelecekteki asıl tehlike yoksulluk, açlık, eğitimsizlik ve eşitsizlik gözükürken her nedense kayıpları bundan binlerce kat aşağıda bulunan terörizm tehlikesinden bahsedilmesi oldukça gariptir. Bu tehdit algılaması ile daha özelde İslami terör olarak adlandırılmasının nedeni ise açıkçası politik çıkarlardır. Bu çerçevede Terörle Mücadele efsanesi yaratıldı. Esasen dünya terörüne karşı savaşmamız istenmiyor. İstenilen ABD düşmanlarıyla savaşmamız. İnsan olarak eşit isek, bir ülkedeki masum halk niçin diğer ülkedeki masum halklardan daha önemli ve daha değerli olabilmektedir? (Fisk, 2001h: 301). ABD müdahaleleri sorun çözmeye değil kendi vicdanını tatmindir. Ancak bir şekilde kabul etmemiz istenmektedir ki, bir Amerikalının hayatı bir Ruanda’lının bir Yugoslav’ın, bir Vietnamlının bir Korelinin bir Japonun bir Filistinlininkinden daha değerlidir. İşte kabul edilemez olan da budur (Ali, 2001: 313). Anlaşılan o ki bu savaş teröre karşı değil ABD düşmanlarına karşı bir savaştır (Fisk, 2001d: 208).
162
Küreselleşme ile kitle iletişimin araçlarının yaygınlaşması ve dünyanın küresel
bir köy haline dönüştürmüştür. Bununla birlikte terör, ulusal çaptan uluslar arası boyutta
ve daha yaygın bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kısaca, bu yeni dünyada insan haklarına
dayalı demokrasiden önce terör, hastalıklar (SARS, Ebola, Kuş Gribi, AIDS) ve
eşitsizlik küreselleşmiştir. Sınırlar önemsiz hale gelince sadece insanlar, eşyalar ve
sermaye gibi, suç ve hastalıklar da özgürce hareket etmektedir. Öte yandan bugün
dünyanın herhangi bir yerinde yazılan bilgisayar virüsleri tüm dünyaya rahatlıkla
yayılabilmektedir (Ünsal, 2003: 7; Cirhinlioğlu, 2004: 96; Kongar, 2002: 97; Yılmaz,
2004: 250).
11 Eylül 2001’de küreselleşmenin ekonomik ayağına (Dünya Ticaret Örgütü),
güvenlik ve askeri ayağına (Pentagon) ve siyasi ayağı olarak görülen Beyaz Saraya
saldırı nedeniyle günümüz dünyasının güvenlik ve terör sorunu gündemi oldukça fazla
meşgul etmektedir. Ayrıca saldırının batıda genel bir İslam düşmanlığına
(İslamophobia: Müslüman karşıtlığı) ortam yaratması nedeniyle İslam ve terör boyutu
da ele alınmıştır. ABD’nin imparatorluk siyaseti izlemesi, Irak ve Afganistan’a
müdahale ederek (müdahaleler devam edecek sinyalleri verilmektedir) muhaliflerini
sindirmeye çalışmasıyla öne çıkan sert tutumu ve İsrailleşme eğilimi küresel dünyanın
pek de iyi yönde gitmediğini göstermektedir. Noam Chomsky’in deyimiyle bu dönemde
kimse imparatorluk siyaseti güden ABD saldırganlığından muaf değildir (Chomsky &
Herman, & Gerry, & George, 1999: 15; Yılmaz, 2004: 19). Müdahale alanı
küreselleştirilirken, ABD’nin ulusal çıkarları da “küresel çıkarlar” olarak
tanımlanmaktadır (Özdek, 2002: 24). Kendilerine karşı terörist yöntemler kullanan
devletler kendilerini korumak için aynı yöntemlere başvurunca terörizm bir anlamda
küreselleşmektedir. Yani hem bireysel terör hem de devlet terörü birbirini destekleyen
bir sarmal halinde tırmanmaktadır (Kongar, 2002: 31). Ortadoğu bu bakımdan zengin
örneklerle doludur.
11 Eylül 2001’de ABD’ye gerçekleştirilen saldırıdan sonra ise, şiddet faktörü
küreselleşmenin bundan sonraki evresini karakterize edecek biçimde birinci sıraya
yerleşmiştir. Bu dönüşüm, “insan hakları ve demokratikleşme” söylemine dayanan ilk
20 yıllık küreselleşme döneminin, yerini “terörizmle mücadele” evresine bırakmasında
belirmektedir. Bu yeni evre, olağanüstü hal yönetimlerini küreselleştirme eğilimini de
taşımaktadır (birçok ülkede getirtilmeye çalışılan TMK’lar güvenlik bahanesiyle
özgürlükleri askıya alma peşindedir). İmparatorluğun, fetih siyaseti alenileşmiş ve
oldukça sertleşmiştir. Bu çerçevede yaratılan ve bir ABD stratejisi olan, yeni terörle
163
mücadele efsanesi, gerçekte ABD’nin ulusal güvenlik stratejisidir. Her ne kadar uluslar
arası strateji olarak sunulsa da, küreselleşme ile ABD yayılmacılığına hizmet
etmektedir. Bu çerçevede terörle mücadelenin iki amacı bir işlevi vardır. İlki,
küreselleşmenin güvenliğini sağlamaktır. Küreselleşme sürecine karşı çıkan her dinamik
potansiyel tehdit ve terörist olarak damgalanır. İkincisi ise, terörist devlet argümanına
dayanarak dünyanın toprak bakımından yeniden paylaşımıdır. Stratejinin iki boyutu da
ABD’nin ulusal çıkarlarını korumak ve genişletmek işlevidir (Özdek, 2002: 21-22). Bu
çerçevede başta ABD hükümeti olmak üzere birçok hükümet yeni bir mccahartizme
benzer şüphe ve paranoya ortamı yaratılarak, sivil haklar ve kişisel mahremiyet rafa
kaldırmaktadır (Said, 2001a: 239).
Terör, masrafsız ve maliyetsiz bir savaş stratejisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bununla birlikte günümüzde terör saldırılarının artık savaş sebebi sayılabildiğini
bilmekteyiz. Bu çerçevede çağımızda klasik savaşların geçerliliğini kaybettiğini ve
bunun yerine ucuz ve en etkili silah olan terör stratejisinin kullanıldığı bilinmektedir.
Hal böyleyken teröre sadece teröristler değil, devletler diğer devletleri ekonomik,
siyasal yönlerden zayıf düşürmek için kullandıkları bir strateji olduğu ise zaten
bilinmekteydi (Eymür, 2006: 290). Bütün bunların yanında NATO’nun tehdit
algılamasında ön plana çıkan, terörizmle mücadele ise bu stratejilerin artık bu adla
uygulanacağı sinyallerini vermektedir. Yani istenmeyen rejimler şer ekseninde (Soros,
2005: 57-59) olduğu açıklanacak daha sonra bush doktrini çerçevesinde (Soros, 2005:
17-35) terörist ilan edilecek son aşama olarak ise terörle mücadele veya
demokratikleştirme adı altında o ülke işgale uğrayacaktır (Irak ve Afganistan örneği
gibi) (Roy, 2003: 192). Bu çerçevede ortaya çıkan ve özellikle 11 Eylül 2001 sonrası
belirginleşen zayıfların direniş, güçlülerin ise bir baskı aracı olarak kullandıkları
terörizmin her türlüsüne karşı çıkmak ahlaki bir görevdir (Uşak, 2003: 371). Kendi
içinde ve kendisi için bir ideolojiye dönüşen terörün suçlanması ve dışlanması gereken
bir durum olarak kabul edilmedikten sonra herhangi bir gelişme beklenemez (Kongar,
2002: 98). Devletler hukukunda terör fiili, sadece masum sivillerin öldürülmesinden
ibarettir. Bu nedenle terörizm her şart altında suç sayılmakta ve terörist şiddet
yasaklanmaktadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun, ölen masum ise, ülkenin rejiminin
demokrasi veya diktatörlük olması pek fark etmemektedir. Kısaca terör terördür
(Radikal Gazetesi, 15 Eylül 2001, Gündüz Aktan, “Terörün Anlamı, Anlamsızlığı”).
İster köktendinciler, ister milisler veya direniş hareketleri tarafından
gerçekleştirilsin, hiç bir şey bir terör eylemini mazur göstermez. Hatta bu 11 Eylül
164
sonrası ABD’nin intikam savaşı görünümüne bürünse dahi, bu, mazeret kabul
edilemeyecek bir eylemdir. Bush ve Blaire göre, terörizmle savaşmak uğruna (ki bu
terör kendi tehdit algılamalarıdır) ülkelere saldırılması, kıtlık baş göstermesi,
masumların ölmesi ve uluslar arası hukuk hiçe sayılabilir (Pilger, 2001a: 79). Bu
çerçeve terörle mücadele adı altında Afganistan’ın bombalanması ve daha sonra Irak’ın
işgal edilmesi, New York ve Washington’un intikamı değildir. Yine bu bağlamda
insanlığa karşı işlenmiş yeni bir terör eylemidir (Roy, 2001: 319). Robert Fisk, 11
Eylüle gösterilen tepkilerin, adalet ve barışı yerine getirmeye dönük olmadığını
belirtmektedir. Çünkü o bu durumu “…dünya terörüne karşı savaşmamız istenmiyor.
İstenilen, Amerika’nın düşmanlarıyla savaşmamız…” şeklinde izah eder. R. Fisk,
1982’de Sabra ve Şatilla kampı katliamında 1800 kişiyi öldürenlerden, başta Ariel
Şaron’un yargılanmadığını, Hama’da 20000 sivili öldüren Rıfat Esat’ın
yargılanmadığını, 1982’de 17500 kişinin ölümüne sebep olan İsrailli subayların
yargılanmadığını belirterek, bunların inandırıcı olmadığını söylemektedir. Yani terörle
mücadele etmek değil de ABD düşmanları ile savaşmamız istenmektedir (Fisk, 2001h:
301).
11 Eylül sonrası Terörle Mücadele Çağı olarak açıklanırken, terörizmin tanımı,
nedenleri ve mücadele tarzı hakkında ise genel bir ilerleme sağlanamamıştır. Bu
çerçevede terörü silahlı mücadele ile çözmek isteyen ile teröre yol açan sosyal,
ekonomik ve siyasi ortamı yok ederek çözmek isteyen görüşler birbirleriyle ciddi bir
şekilde çatışmaktadır. İlkine göre, sadece silahlı kuvvetler meseleyi çözer. Her ne kadar
kısa vadede çözüm sağlasa da, Ortadoğu örneğinde olduğu gibi, şiddetin şiddeti daha bir
körükleyeceği bir gerçektir. Öte yandan teröre kaynaklık eden nedenler üzerinde
durulmadığından terör sürekli artarak devam edecektir. İkincilere göre, bugün artık
sıkça söylenildiği üzere terörizmle mücadele, her yönüyle ve topyekûn mücadele
olmalıdır. Sosyal, siyasi, ekonomik mücadele başta olmak üzere gerekirse silahlı
mücadeleyede başvurulmalıdır. Çünkü büyük çoğunlukla yoksulluk ve dışlanmışlıkla
ilgilidir. Bu gün dünya nüfusunun yarısı yoksulluk sınırı olan günde 2 doların altında
yaşıyor. Üçte biri açlık sınırı olan günde 1 doların altında yaşıyor. Böyle bir dünyada
istikrar olmayacağı gibi her an patlamaya hazır barut fıçısı görünümündedir. Terörle
silahlı mücadele kısa vadede etkili olsada uzun dönemde artmasına neden olmaktadır.
Ancak terörle siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik mücadelenin yanında silahlı
mücadele uzun vadeli ama en etkili yöntemdir, bu yöntein meyvalarını çok sonra alınır.
165
Pakistan kökenli İngiliz yazar Tarık Ali ise çözümün askeri değil siyasi olması
gerektiği üzerinde önemle durmaktadır (Ali, 2001: 311). Şu halde sorunu medeniyetler
savaşı veya Ortadoğu sorunu gibi gören yaklaşımlar teröre karşı mücadeleyi salt savaşa
indirgeyecek, dolayısıyla terörü meşrulaştıracaktır (Yılmaz, 2004: 353). 11 Eylülle
terörün siyasi, sosyal, ekonomik, dinsel diyalog yolları denenmeden salt mücadele
savaşa indirgemiştir. Oysa bu mücadelede bir savaşta geçen savaş hukuku yoktur.
Kuzey-Güney; Doğu-Batı veya medeniyetler savaşı şeklinde ifade edilen şey, gerçekte
kapitalizmin dünyayı köye çevirmesiyle başlayan bir menfaat çatışmasıdır.
Enformasyon ve bilgisayar teknolojilerine gelişmeler, silah teknolojisini oldukça
ileri taşımış, bu ise savaşlarda yeni çığır açmıştır. Bu çerçevede küreselleşme, klasik
anlamda savaşları da dönüşüme uğratmıştır. Şu halde savaşların dönüşümünü üç şekilde
sıralayabiliriz.
a) Klasik harp, kara harekâtı ile karadan ve denizden kuşatma şeklinde
yapılırken bugün hava hareketleri ve uzaydan hedefi vurma teknolojilerinin yanı sıra
kıtalararası füzeler ön plana çıkmıştır. Nükleer, biyolojik, kimyasal silahların yanında
bugün hidrojen bombası, kıyamet toplarından bahsedilmektir. Bu bağlamda savaşların
asıl objesi insanken onun yerini makineler almıştır. Hal böyleyken savaşlar uzaktan
kumanda ile oynanan Play Station oyununa dönmüştür.
b) Bu konuda ikinci önemli dönüşüm ise propaganda ve psikolojik savaşı ön
plana çıkarmıştır. Yaşadığımız çağda bir nevi enformasyon ve sibernetik savaşları
yaşanmaktadır. Enformasyon araçları ile kamuoyunu ikna etmek, saldırılara meşruiyet
kazandırmak, haklılığa inandırmak, propaganda ve haber ile kamuoyunu aldatmak gibi.
Birçok örneğini Irak işgali sırasında yaşanmıştır (Irak enformasyon bakanının
açıklamaları ile ABD açıklamaları arasındaki tezatlar. BBC, FOX, CNN’in yaptığı yanlı
ve propaganda haberleri ve EL Cezire TV’nin yayınlarının ortaya çıkardığı Ummu Kasr
örneğinde olduğu gibi).
c) Genelde Silahlı Kuvvetler kendilerini MMS (Meskûn Mahal Muharebeleri)
tarzı savaşlara hazırlamakta, eğitimlerini bu tarzda almaktadırlar. Bu tarz bir savaş daha
çok yerleşim birimlerinde olan, tehlikenin nereden geleceği belli olmayan riskli
çatışmalardır.
Savaş ve artık onun özel bir biçimi olmuş terörizm, her ideoloji içinde yer
bulabilen ve şiddet yanlılarınca savunulduğu için herhangi bir ideolojinin tek başına
suçlanması, terörü ve savaşı önlemek için yeterli olmadığı gibi meseleyi anlamaktan
uzaktır. Aynı şekilde terör çığırtkanlığı yapan ve en fazla kimse ondan faydalanacak
166
olan da bu kimselerdir (Kongar, 2002: 98). Başlı başına din değil, fanatik dini inançlarla
harekete geçirilen siyasi ve ekonomik husumet terörü beslemektedir. Elbetteki burada
dinin toplumsal ve bireysel algılanış şekli ön plana çıkmaktadır.
Yeşil kuşak projesinin mimarlarından, şimdilerde ise radikal İslamcılara karşı
ılımlı İslamcıların destekçisi Brzinskinin ifadesiyle “IRA terörüne karşı mücadele
Hıristiyanlara karşı olmadığı gibi şu anki terörle mücadelede İslam’a karşı değildir”
demektedirler (Brezinski, 2001a: 212-213). Genel anlamda Batılı ve ABD’li
düşünürlerin kamuoyuna açıkladıkları düşünceler bu perspektifte yer almaktadır. Ancak
durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Bu çerçevede söyledikleri ile uyguladıkları farklılık
arz etmektedir. Kısaca, bu bizlere pek inandırıcı gelmemektedir. Nitekim ABD yeni
muhafazakârları en etkili isimlerinden Michael Ledeen ve CIA eski başkanı James
Woolseye göre, 11 Eylül sonrası ABD 22 ülke ile savaş halindeydi ve Kuzey Kore
istisna edilecek olunursa geri kalanların hepsi İslam ülkeleri (Dursunoğlu, 2005: 7)
olduğu gerçeği nasıl izah edilecektir? Bu çerçevede Brezinski “nasıl ki gerillalara karşı
savaş onları destekleyen toplumlardan koparılmalarını gerektiriyorsa, terörizme karşı
siyasi savaşın da fanatiklerin karşısına ılımlıları çıkarmak gereklidir” (Brezinski, 2001a:
213). Anladığımız kadarıyla şu anki projede radikallere karşı ılımlıları kullanmak
olmalıdır. Tıpkı Talibana karşı, suçları onlardan aşağı kalmayan kuzey ittifakını
kullandıkları veya Saddama karşı Irak muhalifleri ve yine kuzey ittifakını kullandıkları
gibi (Fisk, 2001e: 284-286; Fisk, 2001c: 39-41).
Robert Fisk 11 Eylül sonrası Afganistan’daki durumu ele alırken, sonuçta
dünyanın en gelişmiş askeri gücünün dünyanın en fakir Müslüman ülkesini
bombaladığını belirtmekte ve “her zaman ki gibi Afganlıların bizim düşmanımız
olmadığını söyleniyor. 1991 (ve 2003’de) Irak’ı bombalamadan öncede böyle
söylenmişti, 1985’te Libya’yı bombalamadan öncede, 1982 de Lübnan’ı füzelemeden
öncede böyle denildi. Aslında 1956’da Mısırlıları Süveyş kanalında bombalamadan
öncede böyle denmişti, Müslümanlar artık buna inanırlar mı?” Tahmin edilebileceği
gibi bu saldırılarından en fazla zararı gören her zaman ki gibi masum siviller ve
özelliklede çocuklar olmuştur (Fisk, 2001: 338) Bu çerçevede N. Chomsky’in dediği
gibi “Eğer şüpheli teröristlere yataklık etmek bombardımanı gerektiren bir suç ise, o
zaman ABD de dahil dünyanın hemen hemen bütün ülkeleri derhal bombalanmalı. Bu
yorum bile gerektirmeyecek kadar açık” bir durumdur (Chomsky, 2001a: 349).
Bu bağlamda ABD, saldırılarına meşruiyet kazandırmak için üç yol
kullanmaktadır. İlki, demokrasi, insan hakları ve özgürlük adına müdahale ettikleri
167
bahanesidir. İkincisi, İslam ülkelerinin nükleer tehdit taşıdıkları ile ilgili öne sürdüğü
bahanelerdir. Üçüncüsü ise terörizm tehdididir.
Bu çerçevede çoğu zaman enformasyon araçları ile gerçekleştirdikleri
propaganda ve kamuoyunu aldatıcı fabrikasyon bilgilerin, bir süre sonra o ülkeyi işgal
için uydurulmuş bilgiler olduğu açıkça ortaya çıkmış ve çıkmaya devam etmektedir.
Başka ülkelerin iç işlerine karışma hakkını kendinde bulan ABD, demokrasiyi tehdit ve
şantajla uygulamaya çalışıyor. Demokrasi ise bu şekilde kendi kendini sabote
etmektedir (Baudrıllard, 2002: 370). En güzel örneklerini Irak işgalinde yaşadığımız ve
daha önce bunun bir provası olan Sudan’ın nükleer santral diye o ülkenin tek ilaç
fabrikasının bombalanmasını görmedik mi?
19. yüzyılda İngiltere hegemonyası güçler dengesine dayanırken 20. yüzyılda
ABD yüksek teknolojili silah gücüne, yani şok ve dehşet dengesine dayandırmaktadır
(Yılmaz, 2004: 377). Amerikalıların zannettiği gibi demokrasiyi, insan haklarını,
özgürlüğü, savunduğu için nefret edilmediğini, geçmişte ve bugün dünyanın birçok
yerinde uyguladıkları haksız politikalar nedeniyle nefret edildiğini bilmelidirler. Esasen
onlar, bugün terör olarak dönen politikaların yarın nükleer terör (Yılmaz, 2004: 365)
olarak dönebileceği ihtimalini de göz ardı etmemelidirler. Bu çerçevede adalet ilkesi
yok olduğunda şiddetin her türlüsü uluslar arası hukukun muhtemel kurucusu olacaktır.
Nitekim bu gün uluslar arası hukukta adalet ilkesi pek işler gözükmemektedir.
Küreselleşme ile dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışan ABD, Birleşmiş
Milletler gibi küresel kurumları bazen Afganistan’da olduğu gibi kullanırken bazen de
Irakta olduğu gibi iradesine tâbi olmadığı zamanlar kolayca göz ardı edebilmektedir.
Amerika küresel bir dünya düzeni kurma yerine küresel bir imparatorluk peşindedir. Bu
savaşta ülkelerin iç işlerine karışmama hakkı çiğnenmiştir. Müdahale için BM kararları
beklenmemiş, hukuk hiçe sayılmıştır. Hiçbir delil göstermeden saldırılan ve gösterilen
delillerinden boş çıkması bize ABD’nin saldırganlığından kimsenin muaf olmadığı
göstermektedir (Chomsky & Herman & Gerry & George, 1999: 15). Uzaktan
kumandayla savaş, fertleri vicdanen yoksun kılmış bir nevi katliamdan sorumlu
tutulmamışlar. Bu tür politikalar amerikan yaşam tarzını ve demokrasisini tehdit ettiği
gibi tüm dünya içinde tehlikedir. Bu çerçevede küresel dünyaya asıl tehdit yerel küçük
alt grup teröristlerinden değil, amerikan faşizminden gelmektedir (Yılmaz, 2004: 386;
bkz: McGowan, 2005).
Her terör eylemi masum sivillere yönelik olduğundan kabul edilemez derecede
ahlak dışıdır. Çnkü o, insan haklarının en temeli olan, insanın yaşam hakkını elinden
168
almaktadır. İnsanların güven içinde yaşaması engellenirken korku ve kaos ortamına
sokulmaktadırlar. Terörizmin nedeni her ne olursa olsun hiçbir şekilde haklılaştırılamaz.
Ancak bu eylemi insanlık suçu kabul edip, diğer yandan sivil ve masum insanların yok
olmasına yol açan bir şekilde savaşla cevap vermek de aynı şekilde kabul edilemez bir
eylemdir. Başka bir ifadeyle bireysel ve grup terörü kabul edilemeyeceği gibi devlet
eliyle terörde bizler açısından kabul edilemez bir durumdur.
BM Güvenlik Konseyinde işgal, yeni yerleşimler, sivillerin bombalanması
konusunda İsrail aleyhine alınan her kararın ABD tarafından veto edilmesi, ABD’li
vatandaşlar için bir şey ifade etmeyebilir ancak bir Filistinli, bir Lübnanlı veya bir
Mısırlı tarafından asla unutulmayacak ve ciddi yaralar açan bir olgu olarak kalacaktır
(Said, 2001a: 238). Küreselleşmenin mevcut egemen güçlerinin güçlerini kötüye
kullanmaları (adilane değil) ile çifte standart uygulamaları, Bosna ve Filistin’de olduğu
gibi insanların gözünde hakkaniyet ve adalet duygusunu ve bu egemen güçlere olan
güvensizliği artırmıştır. Bunun yanında tepkilerde küresel anlamda yayılarak artmaya
devam edecektir. Bu tür ulus çaptaki çatışmaların bu kez global çapta ortaya çıkmasına
neden olacaktır. Bu anlamda küreselleşmeyle ilgili temel sorunlardan biri süper terörizm
korkusudur. Küreselleşme dünyayı bir köy haline getirirken, küreselleşmeye tepki de
küreselleşmekte ve şiddetini artırmaktadır. Terör örgütleri de gelişen teknoloji
imkanlardan yararlanmakta, biyolojik silahlardan, canlı bombalara, uçaklardan kitle
imha silahlarına ulaşılabilmekte (Japon sarin gazı), bilgisayar virüsü saldırılarına doğru
bir dönüşüm geçirmektedir (Yılmaz, 2004: 349-352; Arıboğan, 2005: 148-149, 183).
5.3. Küreselleşme Din İlişkisi Bilimin, teknolojinin, felsefenin ve ahlakın nihai olarak sabit sınırları yoktur.
Bunlar tek bir halkın, uygarlığın ya da dinin tekelinde değildir. Benzer olarak
uygarlıklar da yekpare ve durağan değildir. Sürekli değişen, gelişen ve farklılaşan
toplumlarda dini anlayış da değişir, gelişir ve zamana uyum sağlar. Diğer taraftan dinler
bulundukları toplumun şeklini almaya da müsaittirler. Bundan dolayıdır ki küreselleşme
ile birlikte değişime uğrayan, ekonomi, siyaset, kültür, hukuk, devlet gibi, evrensel bir
fenomen olan din kurumunun da etkilenmesi elbette ki doğaldır (Esposito, 2003: 152-
153).
Evrensel iddia taşıyan her din, tanımı gereği küresel vizyona taliptir ve
yayılmayı hedefler (Uşak, 2003: 88, 124). Bu çerçevede İslam dini dünyanın birçok
169
yerinde olduğu gibi Batı’ya da geçmiştir. Bu süreçte bir fetih ya da kitlesel bir biçimde
din değiştirme ile değil, Batı’da iş ya da daha iyi yaşam koşulları aramaya giden
Müslüman toplulukların gönüllü yer değiştirmesi sonucunda olmuştur (Roy, 2003: 11,
50-63). Küreselleşme sürecinde dinler, doğdukları yerde ve belli bir nüfuz alanında
değil dünyanın hemen hemen her yerinde serbestçe dolaşmaktadırlar. Daha önceleri
çoğunlukla bir bölgede yoğunlaşan din ve dinsel grup şimdi her yerde olabilmektedir.
Bu sebeple gelişmiş telekomünikasyon araçları, bizleri diğer kültür ve dinlerden doğal
olarak haberdar etmektedir.
Din, bugün olduğu gibi, insanlığın başlangıcından beri küreselleşmenin ve
küreselleştirmenin en eski fakat en etkili nedenidir. Hatta bazı antropologlar ve kültür
tarihçilerine göre, din başlangıçta insanın her şeyiydi. Devlet, hukuk, ahlak, felsefe,
bilim ve sanat hepsi dinden neşet etmiştir. Yahudilikte yeryüzü krallığı,
Hıristiyanlıktaki yeryüzünü incilleştirmek demek olan ekümenizm ve misyonerlik
hareketi, İslam’daki ümmetçilik anlayışı bunun en tipik örnek öğeleridir (Bayrakdar,
2003: 151). Esasen ana dinlerin hepsi zorunlu olarak küresel süreçlere dâhil olmuştur
(Turner, 2002: 121).
Modern dönem dinin, toplumsal alandaki etkisini zayıflatmakta ve dini daha çok
kişisel alana itmekte, genel olarak bireylerin vicdan meselesi olarak görmektedir (Falk,
2003: 44, 55, 71). Bu süreçte dinin marjinalleşip neredeyse nostalji görünümü arz
etmesine rağmen, dinin artık kaybolacağına dair ön görüler geride kalmıştır (Alperen,
2003). Esasen modernlik tartışmaları içerisinde oluşan dinin kaybolmaya yüz tutmaya
başlanacağı iddiası da küreselleşme süreci içinde geçerliliğini yitirmiştir (Falk, 2003:
44, 78). Genel olarak dinlerin toplumsal gelişmeye karşısında kendilerini yeniden
yorumlama gücünü potansiyel olarak içlerinde barındırdıklarından dolayı bu gün hala
ayakta kalmışlardır (Amin, 1993: 15).
Modern dönemden farklı olarak, küreselleşme süreci bir yandan sekülerleşmeyi
içerirken diğer yandan geleneksel dinlerin (etnik, ulusal gibi) canlanmasına ve yeni dini
hareketlerin doğmasına yol açacak sosyo-kültürel zemin hazırlamıştır. Nitekim farklı
dinlerden iyi eğitim almış bir çok ferdin din ile modernite arasındaki ilişkiyi yeniden
düşünme ve değerlendirmeleri, dinin küresel anlamda yeniden canlanışını
hızlandırmıştır (Esposito, 2003: 153-154).
Bu çerçevede İslam dünyasında sömürgeciliğin gelişimi, Batıda eğitim görmüş
ve batılı bakış açılarını benimsemiş, ancak hiçbir zaman batı sistemiyle bütünleşememiş
bir yeni yerel memur bir entelektüeller gurubun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu
170
haliyle batılılaşma ve sömürgecilik karşıtı milliyetçilikler yaşanmıştır. Böylelikle Batı
sömürgeciliğine bir tepki de İslami kaynaklara dönüşle meşrulaştırılan kasıtlı bir
sekülarizasyon politikasının benimsenmesi olmuştur (Turner, 2002: 134). Turner bu
süreci sömürgecilikten köktenciliğe dönüş olarak tanımlamaktadır. Dini canlanma daha
çok, bu batılı tarz eğitim görenler arasında oluşmuştur (Roy, 1995: 57, 124; Alperen,
2000: 477). Esasen modern İslami hareketler, İslami yeniden canlanışın ardındaki itici
güç olmuştur (Esposito, 2003: 110). Modernizmin dini ferdin vicdanına hasretme
sürecinden farklı olarak, küreselleşme sürecinde dinsel canlanma sanıldığı gibi çok da
olumlu bir gelişme değildir. Çünkü belli bir dinin yine belli gruplarını veya
mezheplerini marjinalleştirerek veya etnik ulusal dinleri tekrar yeşerterek onu dünyadan
soyutlama çabası gözden kaçmamaktadır. Bu durumda hemen hemen birçok dinde
ortaya çıkan fundemantalist akımlar göze çarpmaktadır. Buna rağmen din ve dini
dirilişlerin hepsi sevindirici olmasa bile dinsel canlanmalar kesinlikle tehdit biçiminde
de algılanmamalıdır (Falk, 2003: 1). Olumlu veya olumsuz, dinin küresel yeniden
canlanışı özellikle uluslar arası siyasette apaçıktır. Soğuk Savaş sonrası dünyada barış
ve sükûnetin yer bulacağına dair öngörüler yapılmaktaydı. Bunun aksine küresel süreçte
etnik ve dini çatışmaların eskitye nazaran daha fazla arttığı ve yoğunlaştığı dönem
olmuştur. Somali, Ruanda, Lübnan, Bosna, Kosova, Irak, Afganistan, Keşmir,
Hindistan, Sri Lanka gibi bitmez tükenmez kimlik çatışmaları yaşanmıştır ve hâla
yaşanmaktadır (Esposito, 2003: 156).
Batının etkisi ve onun el altından yaydığı modernlik ideolojisi, günümüz İslam
dünyasında bilinç parçalanmalarına, kültürel kimlik çatışmalarına ve çeşitli direniş
alanlarına yol açmıştır (bkz: Shayegan, 1991). Henüz birçok ülke modernlik hakkında
oturmuş bir görüşe malik değilken, bunun üzerine postmodernlik ve hemen akabinde
küreselleşme tartışmaları girince hatta bunların tam göbeğine din oturunca, durum iyice
garip bir hal almış oldu. Esasen hızla değişen ve dönüşen dünyada, toplumlar
değişimleri oldukça sancılı geçirmektedirler. Bu anlamda din, hem meşru direnişin, hem
milliyetçiliğin ve kimliğin muhafazası hem küreselleşme karşıtı hem de küreselleşme
amili çerçevesinde birbirine oldukça zıt roller biçilmektedir.
Din Sosyolojisi perspektifinden, modern İslam kültürlerinde iki ayrı, ama
bağlantılı süreç vardır. İlki global İslam politik sisteminin ortaya çıkış ve ikincisi de
İslam köktenciliğinin, Batıcılık ve tüketim kültürüne karşı kültürel reaksiyonudur. İslam
köktenciliği, kültürel ve sosyal ayrımcılık ve bölünmeye karşı bir reaksiyon olarak
171
görülmektedir. Bu anlamda köktencilik, ayrımcılığın ortadan kaldırılması teşebbüsüdür
(Turner, 2002: 121).
Bu çerçevede küreselleşme ile fundamentalist eğilimlerde de oldukça artış
gösterdiği görülmektedir. İslami köktencilik, sosyal krizlere karşı (kimlik krizi,
meşruiyet krizi, hatalı yönetim/baskı, sınıf çatışması, askeri güçsüzlük, kültürel kriz
gibi) tepki olarak ortaya çıkan bir olay olarak görülebilir (Dökmeciyan, 1992, 16, 39).
Bunun sonucunda İslam dünyasında her çöküş dönemi dirilişçi bir tepkiyi, yani
karizmatik bireylerin sevkinde bir İslami köklere dönüş hareketini ateşlemiştir
(Dökmeciyan, 1992, 23, 31). Fundamentalizm toplumsal tabanı, İslamcılığın tabanını
oluşturan modern eğitimli sınıflardan kopmuş aydınlar ve yakın zamanda kentli yaşama
katılmış kalabalıklar ile geleneksel fundamentalizmin tabanını (tüccarlar, küçük kent
burjuvazisi) bir araya getirmektedir (Alperen, 2000: 477; Esposito, 2003: 153-154).
Siyasal İslam’ın taraftarları esas olarak modern eğitim sisteminden çıkmış, ancak
toplumsal bakımından sınıflarından kopmuşlardır. Bu gruplar geleneksel ulemayı
eleştirirken bile onlar kadar İslami bilgiye vakıf değillerdir (Roy, 1995: 57, 124).
Fundamentalizm akımı içerisinde gelenekçiler ve reformcular vardır. Gelenekçi
ekol, temel olarak taklidi alır ve hemen hemen kendinden önce söylenen her şeyi kabul
etmekle beraber en küçük yeniliğe karşı çıkarlar. Çoğunlukla fıkhi, kelami ve tasavvufi
bağları kuvvetlidir. Temel metinlere (Kur’an ve Sünnet) dönmeyi isteyen reformcu
fundamentalizm ise geleneği, şerhi, halk dindarlığını, bidat ve hurafeleri şiddetle
eleştirmişlerdir. Fundamentalizm ve İslamcılık arasında geçişi sağlayan selefiye adlı
fundamentalist akım ve onun çizgisinde yeşermiş olan vehhabilik, reformcu
fundamentalizm çizgide ortaya çıkmıştır (Roy, 1995: 50). Ancak selefiye ekolü hiçbir
zaman siyasal bir harekete dönüşmemiştir (Roy, 1995: 54, 147). Buna rağmen
köktencilik olayı temel metinlere, öze dönüş hareketi olarak her zaman Peygamber
ortamının hayat tarzının kör taklidi anlamına gelmez. Günümüz köktenci hareketlerden
bazıları, modern şartlara uygulanabilirliklerini güçlendirmek için, farklı oranlarda yeni
uygulama ve değerleri benimsemeye çalışırlar (Dökmeciyan, 1992, 56).
Küreselleşmenin nimetlerinden en iyi şekilde yararlanmayı bilen bu gruplar
telekomünikasyon araçlarından da faydalanmaktadırlar. Bu çerçevede, internet
ortamındaki yoğun etkinlik, sanal bir ümmet oluşturmuştur. Tüm uluslardan, tüm
topluluklardan, hatta her türlü toplumsal durumdan kopuk, bireyci, bir müminler
cemaati şekillenmiştir. Bu sitelerin birçoğunda takdim edilen İslam, kuralcı ve
172
fundamentalist köktenci bir İslam’dır (Roy, 2003: 152, 158, 169). Bir anlamda
küreselleşen din, özelde İslam dininin fundamentalist biçimidir.
Küreselleşme süreci dünyanın küçük bir köye dönmesini sağlamış ve
nerwedeyse sınırları kaldırmıştır. Bu değişim ise yeni fundamentalistre büyük imkanlar
yaratmıştır. Bu imkânlardan biri de göçebe cihatçılık anlayışıdır. Afganistan’da cihat
eden ve dünyanın birçok yerinden gelen Müslüman savaşçılar, buranın kurtulmasından
sonra dünyanın birçok yerine (Bosna-Hersek, Çeçenistan, Sudan, Cezayir, Filistin, Irak
gibi) dağıldılar (Roy, 2003: 175; Roy, 2001a: 72; Esposito, 2003: 191-193). Şu halde
köktencilik ve militan İslam’ın doğuşu 1970 ve 1980’li yıllar olduğu söylenebilir
(Turner, 2002: 137). Bu çerçevede kendilerini geniş grubun (İslam Ümmeti) bir parçası
olarak gören ve bu gruba karşı sorumlu hisseden fundamentalist guruplar, küreselliğin
sunduğu imkânları kullanarak, küresel ölçekte propagandalarını yapmaktadırlar.
Küreselleşme ile birlikte İslamcılar için devlet gitgide daha az hedef olmaktadır.
Köktendinci saldırıların temelinde bir İslami devlet kurma modeli bulunmamaktadır
(Roy, 2003: 7). Bu anlamda yeni fundamentalizm hareketinin Türkiye’de doğrudan
devleti ele geçirmesine yönelik bir strateji izlemekten ziyade tabandan gelişen bir
hareketler toplumun ve devletin İslamileştirilmesini hedef almaktadır. Siyasal İslam
yukarıdan aşağıya İslamlaşmayı öne sürerken, kültürel İslam aşağıdan yukarıya doğru
gelişen bir İslamileştirme çizgisi takip etmektedir (Alperen, 2000: 489). Bu çizgiden
hareketle yeni fundamentalistler birbirlerinden genelde kopuk olmasına rağmen (Roy,
2003: 170), küreselleşme ile at başı gitmektedirler (Roy, 2003: 129, 134). Soğuk
Savaşın bitmesi, bir nevi ideolojilerinde sonunu getirmiştir (Heywood, 2006: 91-92). Bu
bakımdan ideolojileştirilen din anlayışında da çözülmeler olmuştur. Şu halde
küreselleşme sürecinde yeniden İslamileşen Müslüman bireyler, siyasal İslam’dan
kültürel İslam’a kaymışlardır. Zira 1980’li yıllar boyunca siyasal İslamcılığın bir yeni
fundamentalizme kaydığı da bir gerçekliktir. O güne kadar İslam devrimi için çalışan
militanlar, artık aşağıdan yukarıya bir yeniden İslamileşme süreci içine girmiştir (Roy,
1995: 107; Roy, 2003).
Gerek militan, gerekse pasif şekliyle çağdaş İslami köktencilik üç genel niteliğe
sahiptir. Yaygınlık, çok merkezlilik ve ısrar. İslami köklere dönüş hareketi, değişik milli
ortamlarda bulunan özel kriz şartlarına bir tepki olarak yerel bir karakter kazandı.
Ancak, farklı toplumlarda kriz durumlarının benzer olduğu ölçüde, İslami hareket
sonunda gerçekten ulusal sınırları aşan bir karaktere bürünebildi. Son olarak, İslami
köktencilik son asır ve önceki dönemler boyunca evrimi şekillendiren sosyo-politik
173
süreci aşma eğilimiyle birlikte, alışılmışın dışında bir ısrarlılık gösterdi (Dökmeciyan,
1992, 14).
Küresel dönemde fundamentalizmin yükselişinin bir başka nedeni ise Amerikan
globalizminin küreselleştirici etkisine karşı, ezilenlerin alt sınıflarının yükselen
tepkileridir. Ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda da hakim globalizm tarafından
devamlı dışlanmaya ve kaybetmeye mahkum edilenler, temel metinlere yani kökenlere
geri dönme özlemi içerisine girerler (Thurow, 1997: 195; Giddens, 2000a: 61-62).
Fundamentalist hareketlerin güçlenmesine yol açan faktörlerin biri de halkın
modernizmin sonuçlarına duyduğu tepki (Alperen, 2000: 478) ve batı kültürünün diğer
kültürleri yozlaştırıcı etkisidir (Roy, 1995: 115). Bu çerçevede toplumsal hoşnutsuzluk
İslami dirilişin filizlenmesinin şüphesiz önemli bir parçasıdır (Watt, 1997: 78). Etnik
temele dayalı milliyetçilik hareketlerinin önemli kültürel oluşturucularından birinin din
olduğundan kuşku yoktur. Şu halde etnik temele dayalı mücadelelerin de fundamentalist
akımları güçlendirdiği söylenebilir (Alperen, 2000: 479). Esasen birçok milliyetçi tepki,
din görünümlü ortaya çıkabilmektedir (bkz: Dökmeciyan, 1992). Kısaca küresel süreçte
köktendinci hareketler, küreselliğin ortaya çıkardığı anlamsızlık, başıboşluk, değersizlik
ve belirsizlik, hâkim globalizmin sekülerleşme yönündeki baskısı gibi nedenlerden
dolayı, bu grupları dinsel metinlere yönlendirmiştir. Bu gruplar kendilerinin
diğerlerinden farklı olduklarını tepkisel bir şekilde ortaya koymuşlardır.
Modern dönemde İslamcı alternatifin veya dinin cazibesini Dökmeciyan (1992:
65) şu şekilde sıralamıştır: a) Sosyal-manevi anlamda yollarını kaybeden yabancılaşmış
bireylere yeni bir kimlik kazandırması. b) İyi ve kötü kaynaklarını teşhis ederek,
inananların dünya görüşlerini çok açık bir şekilde tanımlaması. c) Acımasız bir ortamda
baş edecek alternatif yollar göstermesi. d) Yerleşik düzene karşı bir isyan ideolojisi
sağlaması. e) Bir onur ve ait olma veyahut da belirsizlikten manevi bir kurtuluş duygusu
bahşetmesi. f) Muhtemelen dünyada ve kesinlikle cennette daha iyi bir yaşam vaat
ediyor olmasıdır.
Küreselleşen dünyamızda fundemantalist hareketlerin artması ve yükselişe
geçmesi yukarıda saydığımız sebeplerin yanında şu temel temel nedenlere
dayanmaktadır. Küreselleşme ile dünyanın, özelde ise İslam coğrafyasının yeniden
şekillenmesinden, yaygınlaşan insani ve ekonomik eşitsizlikten dolayı; a) Din, kimliğin,
geleneğin, kültürün, ulusun muhafazasını sağlamakta ve küreselleşmeye verilecek
tepkiyi meşrulaştırma görevi üstlenmektedir. Bunlar çoğu zaman din adı altına
gizlenmiş milliyetçi, ekonomik ve kültürel tepkilerdir. b) Hızla küreselleşen ve
174
bütünleşen dünyada birey daha çok yalnızlaşmış ve anlam yitimine uğramıştır. Bu
süreçte birey tükettiği ölçüde varolabilmiştir. Bundan dolayıdır ki anlamsızlaşan ve
değerlerini yitiren, maddeleşen insan, kimliğin muhafazası için dine müracaat hissi
yaşamaktadır. Küreselliğin çoğulcu yapısı, toplumların sosyo-kültürel alanlarında
belirsizlik durumu oluşturmuş, bu potada erimek istemeyenler din, milliyetçilik ve
kültür ön plana çıkmıştır. c) Küreselleşme ile toplumun ve bireyin diğer dinlerden
haberdar olup tanıdığı, kimi zaman ise diyalog ve hoşgörü çağrılarıyla melezleşme
korkusunun, dinin giderek eriyip gitmesi veya bu anlamda metalaşmasına duyulan
tepkiden dolayı, dinin temel metinlerine sıkı sıkı sarılma şeklinde kendini gösteren dinin
kendisini koruma eğilimleri. d) Fundamentalist artış veya köktenciliğin bu dönemde
artması ve yaygınlık göstermesinin en önemli nedenlerinden biri de, Amerikan
globalizminin küreselleştirici etkisine karşı, ezilenlerin, alt sınıf grupların, hor
görülenlerin yükselen tepkilerine, din meşruluk sağlamaktadır. e) Köktendinci
hareketler, egemen kültürün küreselleştiricisi etkisine, onun maddeleşme yönündeki
sekülerleşme etkisine ve bütün bunların ahlakilikten yoksun olmasına tepki
duymaktadırlar. Bu ise onları yaygın bir şekilde dinselliğe itmektedir. Nitekim dinin bu
süreçte metalaşması dindarları harekete geçirmektedir.
Türkiye’de dahil olmak üzere hemen hemen hiçbir İslam ülkesinin batılı
anlamda bir modernleşme tecrübesi yaşamadığı bilinmektedir (bkz: Alperen, 2003).
Dolayısıyla Batıda ve özellikle ABD’de Hıristiyanlık içinde modern zaman neşet eden
fundamentalizm akımını, diğer dinlerde de var mı? ve onları da kapsar mı? Çağdaş
İslami hareketleri fundamentalizm olarak değerlendirmek mümkün müdür? Bu
çerçevede ortaya çıkan İslami hareketlerin batılı kıstaslara göre değerlendirilmesi ne
kadar da doğrudur? diye soran A. Alperen (2000: 482), haklı olarak dikkatleri bu
noktaya çekmektedir.
Küreselleşme, bireyselleşme ve batılılaşma olguları, halk İslamı denen biçimleri
de etkilemektedir. Yeni tarikatlar diye adlandırdığımız, çoğunun kurucusu hala
yaşamakta olan, yakın zamanda kurulmuş olan birçok tarikat gün yüzüne çıkmıştır.
Bunlar genellikle Lübnan, Suriye, Türkiye ve Almanya’da yaygınlık kazanmışlardır
(Roy, 2003: 118).
Din insanlık tarihinin büyük bölümünde tek bir ideoloji olma özelliğini
sürdüregelmiş ve toplumsal kurumların temel meşruluk kaynağını oluşturmuştur.
Siyasal, toplumsal ve ekonomik çatışmalar, iktidar mücadeleleri, yayılmacılık
politikaları, uygarlık tarihinin büyük bölümünde din sancağı ve dinsel kavramlar altında
175
yapılmıştır. Toplum ve kültür alanlarının dini kurumlar ve sembollerin egemenliğinden
çıkarıldığı süreç anlamına gelen sekülerizm (Berger, 1993: 163; Thompson, 2004: 31-
51) ise yeryüzünün dar bir coğrafyasına, Batı’nın ulus-devlet oluşumlarına tekabül eden
oldukça yeni bir olgudur (Özbudun, 2001b: 307). Bundan dolayıdır ki modern döneme
ait sekülerleşmenin bu gün gerilediği gerçeği gözden kaçmamaktadır. Dinin kamusal
profilindeki bu değişimler modernleşme modellerinin laik beklentilerine meydan
okumakta ve onları çürütmeye çalışmaktadır. Laikleşme kuramının önemli
sözcülerinden önde gelen din sosyologu Peter Berger, sekülerizmin gerilemesinden
bahsederek düşüncelerini aksi yönde değiştirdiği bilinmektedir (Kirman, 2005: 60-72;
Berger, 2002; Luckmann, 2003). Nitekim uluslar arası ilişkilerden din giderek anahtar
öğe olarak kabul edildikçe, toplumun laiklikten uzaklaşması üstünde artık daha çok
durulmaktadır (Esposito, 2003: 156; Coşar, 2000: 12).
Bu çerçevede İslamiyet küreselleşme önünde engel teşkil etmemektedir, ancak
küreselleşme sürecine direnebilecek ve kendini yeniden üretebilecek bir alternatif
kaynak olarak görülebilir (Uşak, 2003: 114). Esasen İslam’a bağlanana tepkiselliğin
dinamiklerini irdelerken bakılması gereken bir başka nokta, İslam’ın bir yönetim
ideolojisi oluşturma kapasitesini potansiyel olarak içinde barındırmasıdır. İslam,
yalnızca bireylerin Kutsal ile ilişkilerini düzenlemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal
ve siyasal yaşama ilişkin bütünsel bir proje sunar. Bununla beraber İslam dünyası
ezilenler-dışlananlar coğrafyasında olduğu ve ikinci sınıf muamelesi gördüğü de
bilinmektedir (Özbudun, 2001b: 311).
Bu noktada A. Erkilet iki seçenek ile karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, İslam
dünyası SSCB’nin dağılmasıyla birlikte küresel kapitalist sistem karşısındaki yegâne
muhalefet odağı olarak kalmıştır (Erkilet, 2004: 10). İkincisi ise, muhalefetleri yalnızca
anti-emperyalist, sömürgecilik karşıtı siyasal ve askeri bir muhalefet yahut karşı çıkış
olmayıp, küresel kapitalizmin tüm değerleri için gerçek bir alternatif olma potansiyeli
taşımaktadır. Afganistanın ve Irakın işgali ile başlayıp, İran ve Suriyenin tehdit
edilmesiyle süren ve İslam dünyasının dört bir yanının askeri üslerle kuşatılması ile
perçinlenen bir saldırı dalgasının başlamasına neden olan da bu potansiyeldir (Erkilet,
2004: 11; Güngör, 1989: 19). Bununla beraber “dünyanın her yerinde laik ve
fundamentalist kamplarda, önümüzdeki elli yılın en önemli siyasal-toplumsal
mücadelesini öngörüyorum” diyen I. Wallerstein (2004: 112), tarzında düşünceler de
azımsanmayacak kadar çoktur. Bu düşünce tarzı özellikle sekülerizmin gerilediğine
inanan yazarlar arasında yaygındır.
176
Diğer yandan küresel dönemde kaybolan, anlamsızlaşan bireyin amaç, ilke, ideal
yokluğunun da dinin canlanmasına yol açtığı da görülmektedir. Bununla birlikte
geçmişte din ile modernlik arasında var olduğu sanılan çatışma ve uyumsuzluğun bugün
olmadığı ifade edilmektedir (Yılmaz, 2004: 209). Bu gün Nietszche’nin (1999) aksine
Tanrının Ölümü değil, Gilles Kepel’in (1992) deyimiyle Tanrının İntikamından
bahsedilebilir. J. M. Gueherno’dan nakleden Yılmaz’a göre (2004: 187), bugün
şebekeler çağının insanı iletişim kuruyorum o halde varım demektedir. Birey yok
olurken amaçsızlık ve anlamsızlık öne çıktı. Anlamı olmayan insan da kendini
göstergeler dünyasında bir gösterge haline getirmektedir. Her şeyin bir işleve sahip ama
anlamının olmadığı bir çağda son anlam sığınağı olarak belirsizlik oluşmaktadır. Bu
süreçte tek evrensel değer paradır.
Bu çerçevede dinsel inanca karşı asıl tehdit günlük hayatın ticarileşmesidir.
İnsanlar inanç sistemlerini sadece entelektüel açıdan uygun olup olmadıkları gibi
gerçekçi gerekçelerle benimsemiyor ya da reddetmiyorlar. İnançlar, günlük ihtiyaç ve
sorunlara cevap verip vermediğine göre benimseniyor ya da reddediliyor. Globalleşen
postmodern bir toplumda dinsel inanç ya da dinsel sadakati problem haline getiren
husus, günlük hayatın, politik liderler, entelektüeller ya da dini liderler tarafından
kolaylıkla etkilenemeyen (Turner, 2002: 27) bir ticari malların değişimine ilişkin global
bir sistem parçası haline gelmesidir. Eski inançların yozlaşmasına, rasyonel tartışmalar
ya da varsayımların rasyonel şeklinde incelenmesi ve Batı sekülarizmin anlaşılır hale
gelmesi değil, Tina Turner ve Coca Cola neden olacaktır (Turner, 2002: 28). Bu
anlamda pek çok yazar post-modern döneme tekabül eden küreselleşme sürecine
tüketim kültürü demektedir. Ulus, din, dil gibi değerler yerine tüketim, moda, marka, tad
gibi hususların ön plana çıktığı binmektedir.
Din bu süreçte muhtemelen üç şekilde değerlendirilecektir. İlki Cangızbay’ın da
belirttiği gibi, her şeyin pazar için olduğu, pazar içinse önemli olanın müşteri
memnuniyeti, kar etmek ve arz-talep dengeleridir. Her şeyin Pazar için olması kimin
işine yarar, elbetteki kimin pazarlık gücü daha yüksekse ona yarar. Bundan dolayı güçlü
daha güçlü, zengin daha zengin fakir daha fakirdir (Cangızbay, 2003: 18-19, 81).
Küreselleşme sürecinde herşey ancak taşıdığı değişim değeri kadar dikkate
alınmaktadır (Cangızbay, 2003: 27). Hal böyle iken bırakın dini, canın bile ölçütü
budur. Canlar pazar için üretilir (canımı pazarda bulmadım-atasözü), pazara sunulur,
pazardan alınır, kısacası değişim değeri üzerinden hesaba katılan bir meta
konumundadir (Cangızbay, 2003: 28-29). Bu anlamda dini gelenek şimdi artık
177
pazarlanmalıdır. O bundan böyle “satın almak” zorunda olmayan bir müşteriye
“satılmalıdır”. Çoğulcu konum her şeyden önce bir pazar konumudur. Orada dini
kurumlar birer teşhir merkezleri haline gelirken (global sistemde dinler sergi alanına
çıkmış) dini gelenekler ise birer tüketici malları haline dönüşür. Bu durumda her nasıl
olursa olsun hatırı sayılır bir ölçüde dini aktivite Pazar ekonomisinin mantığına göre
belirlenmeye başlar (Berger, 1993: 201). Bu çerçevede din, günlük sosyal yaşamlarına
ne kadar cevap verebildiği, fert ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayabildiği ölçüde, yani
tüketilebildiği ölçüde ve tüketicinin isteklerini göz önünde bulunduğu sürece rağbet
görecektir. Bu çerçevede vaizin malını müşteriye sattığı bir din piyasasının ortaya
çıktığı bile söylenebilinir (Roy, 2003: 105). Esasen dinsel inanç ve değerlerin
parçalanmasına temel oluşturan neden, tüketici hayat biçimlerinin hızla çoğalmasıdır
(Turner, 2002: 140).
Küreselleşme ile toplumların karşılıklı bağımlığının artması sonucu oluşan çok
kültürlü yapı, değişik dinsel ve dünyevi dünya görüşlerin birbirleriyle rekabete
girmelerine zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda Turner, “İnsanlar yalnızca rasyonel
eleştirinin bir sonucu olarak Tanrı’ya inanmaktan vazgeçmiş değillerdir. İnsanlar daha
çok dini inancın; inancı imkânsız ya da gündem dışı hale getiren günlük hayat
dönüştürmeleri yüzünden yıprandığı zaman inanmaktan vazgeçmektedirler.” Kültürün
postmodernleşmesi, sunilik deneyimi yaratırken, ayrıca dinin günlük yaşam düzeyinde
de sorgulanmasını gündeme taşımaktadır. Çok kültürlü bir toplumda dinsel inançların
çoğalması, bu günlük yaşam dünyasında köklü bir göreceleştirme etkisine sahiptir. Bu
görecelik Ernest Gellner’in Postmodernism, Reason and Religion (1992)’da yazdığı eski
ateist türden değildir. Postmodern kültürlerin göreceliliği daha çok, global (küresel)
çeşitlilik ve farklılık konteksi içinde günlük tüketim deneyimine ilişkindir” (Turner,
2002: 273). Batı tüketim kültürü, geleneksel yaşam tarzlarının temellerini yıpratmakta
ve bu nedenle geleneksel dinsel uygulamaları, bilinç düzeyinde değil, Ancak Pierre
Bourdieu’nun adlandırdığı şekliyle alışkanlıklar düzeyinde çürütmektedir (Turner,
2002: 274).
Tüketim kültürü bağlamında küreselleşmenin din, bu arada İslam üzerindeki
muhtemel etkilerinden ikincisi, onu küresel bütüne çekerek geçmişte özdeşleşmiş
olduğu gelenekten uzaklaştırması ve sosyal alanda etkisinin azaltılmasıdır (Sarıbay,
1998b: 26). Küreselleşme ve din her ikisi de sosyal alanı inşaya talip, bu çerçevede
küreselleşme dini özelleştirmekte ve izafileştirme sürecine sokmaktadır (Uşak, 2003:
88). Din ise bu süreçte doğal olarak dönüşüme uğrayarak marjineleşmektedir. Bir
178
üçüncüsü ise, din kontrolden çıkmış tüketimciliğin ve sahte evrenselciliğin
homojenleştirici etkilerine karşı panzehir (Falk, 2003: 2) olarak görülebilir. Bu
çerçevede beklenenin aksine dünya sathında yükselen dini canlanış, küreselleşmenin
homojenleştirici etkilerine tepki durumundadır (Falk, 2003: 82). İslam, modernizasyona
bir sıkı çalışma ve disiplin asketik (zühdi) etiği geliştirerek cevap verirken, çağdaş İslam
ise, postmoderniteye, köktenci global cemaat politikaları aracılığıyla ve klasik İslam
doktrinine dayalı, tüketim kültürü karşıtı ahlaki saflık etiği ile cevap vermektedir
(Turner, 2002: 142). Din, küreselleşme karşısında kaybolmaya yüz tutan birey, toplum,
millet gibi değerlerin yok olmasına karşı korumacılık kalkanı ve kimliğin muhafazası
rolünü üstlenmektedir. Sonuçta saydığımız bu üç durumda dahi en fazla etkilenen
kurumun din olduğunu söylememiz gerekir yani bu şekil altında dini anlayış dönüşüme
uğramaktadır.
Daha farklı bir bakış açısıyla dinin (İslam) küreselleşme karşısındaki durumunu
üç kategoride ele almak mümkündür. İlki, küreselleşmeye bizatihi karşı olma ya da
küreselleşme karşıtlığının dinden yararlanması. İkincisi, küreselleşmeyi destekleyici
olma ya da küreselleşme taraftarlığına destek oluşturması (Usta, 2003: 180). Üçüncüsü
ise küreselleşmenin dine ihtiyacının olmasıdır. Küreselleşme çağında en önemli ve en
pahalı gereksinim güvenliktir. Teknik, hukuk, yasa gibi etmenler suç unsurunu caydırıcı
olmaya, azaltmaya çalışırlar ancak yeterli olamamaktadırlar. Dinler inanç, ibadet ve
ahlak fonksiyonları itibariyle insanlığa huzur ve güven vermeye çalışırmanın yanında
beşerin vicdani eğitimini üstlenirler. Kısaca küreselleşmenin muhtaç olduğu ahlakiliği
beslemesi itibariyle son derece kullanışlıdır. Din, suç işleme eğilimini metafizik ve
ahlaki bağlantılarla asgari düzeyde tutmakta önemli bir potansiyele sahiptir (Usta, 2003:
181).
R. Robertson’un görüşlerini benimseyen Y. Coştu’ya göre globalleşme
sürecinde, homojen ve heterojen olmak üzere çift kutuplu bir etkileşim süreci takip
etmektedir. Birinci süreçte “küreselleşme, özelleştirme ve izafileştirme süreçleriyle
dinin ontolojik temellerini tahrip etmekte ve toplumsal alandaki etkisini
zayıflatmaktadır” (Coştu, 2003: 71). İkinci süreçte ise küreselleşme, “geleneksel
dinlerin canlanmasına veya yeni dini hareketlerin doğmasına zemin hazırlamakta ve
böylelikle küresel arenanın şekillenmesinde dine önemli bir imkân sunmaktadır (Coştu,
2003: 74). Globalleşme süreci, din konusunda günümüz insanını, muhafazakâr ve
liberal tercih yapma durumunda bırakılmıştır (Coştu, 2003: 73).
179
Küreselleşmenin din alanında asıl etkisi, yeni dini hareketlerin ortaya çıkması ve
çoğalmasında göstermektedir. Elbetteki bu yeni dini hareketlerin hepsi olumlu anlamda
değildir (Özkan, 2006). Bu çerçevede küreselleşmenin din alanındaki yansıması kısaca,
bir yandan dini bağlılık ve sınırlı bir kesim için radikallikte artış iken diğer yandan
dünya dinlerinin giderek daha çok ilişkiye girmesidir. Dini çoğulculuk, diyalog ile
hoşgörü bu dönemin bir başka özelliğidir (Yılmaz, 2004: 81). Dünyanın sayılı yerlerinin
bombalanması medeniyetler çatışmasının aksine medeniyetler ittifakını ve diyalogunu
devletler düzeyinde ön plana çıkarmıştır. BM’nin, 2006 yılını medeniyetler ittifakı yılı
ilan edeceği söylenmektedir. İspanya ve Türkiye’nin önderlik ettiği medeniyetler ittifakı
ve Hatay’daki hoşgörü sempozyumları bunun örnekleridir.
Özellikle Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra din sık sık kimliği ve geleneği
muhafaza etme, iltica ve direnme mekânı haline gelmiştir (Falk, 2003: 80). Dinin
dışlayıcı ve kapsayıcı rolü vardır. Dışlayıcı yönü, ötekine göre kendini tanımlamak ve
kimliğin muhafazasıdır. Dışlanmış, aşağılanmış, fakir ve unutulmuşlar için din esas
olarak tepkici ve koruyucudur. Kapsayıcı ve uzlaşmacı yönü ise diyalog ve hoşgörü
çalışmalarıdır. Her türlü faklılığın bir arada, insanca yaşamasını arzu eder ve bu yönüyle
küreselleşmeye açıktır (Falk, 2003: 84-85). Küresel gelişmeler sonucu ortaya çıkan
sorunlara bir cevap olarak dini değerler, etnik kültür vb ön plana çıkmaktadır.
Küreselleşme ile eski değerleri yitirme duygusu ve bunun kimlik krizi yarattığı buna en
iyi şekilde dinin cevap verdiği; (kendilerinin yöresel ve bölgesel kültürlerine sahip
çıkma) dolayısıyla dinin küresel canlanması yine bu sürecin bir sonucudur.
BM 1995 yılını “Hoşgörü Yılı” ilan etti, UNESCO da 16 Kasım 1995 tarihinde
hoşgörünün ilkeleri bildirgesini yayınladı. Dünyada barış, adalet ve özgürlük için en
ciddi tehditlerden biri de din ve inanca dayalı hoşgörüsüzlüktür. Bunu göz önüne alan
BM, “din ya da inanca dayalı her türlü hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığın kaldırılmasını”
öngören bir bildirge kabul etti. Bildirge, din ve inanç özgürlüğüne ilişkin konularda
anlayış, hoşgörü ve saygıyı geliştirmeyi ve bu konuda ortaya çıkan hoşgörüsüzlüğü her
biçim ve görünüşüyle ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bu çerçevede ırkçılık, etnik ve
dinsel ayırımcılık şiddeti besleyen yaklaşımlardır (Helvacı, 2002: 412). Dini çoğulculuk
ve dinler arası diyalogda bu dönemin belirgin özelliğidir. Zahirde din savaşlarını
önlemeye, dinler arası kardeşliğin tesisi, en azından karşılıklı saygıyı kurabilme
çalışmaları, devletler, cemaatler ve milletler arası yapılabilmektedir. Elbette aralarında
art niyetliler her zaman bulunması (Bayrakdar, 2003: 156) sürecin ana fikrine (karşılıklı
saygı) zarar vermeyecektir.
180
Dönemin bir başka özelliği ise geçmişte din adına verilen yerel tepkiler bu gün
küreselleşme ölçeğinde işlemektedir. Örneğin, Hz. Peygambere hakaret içeren
karikatürlerin Hollanda’da yayımlanmasıyla birlikte bu ülkeye Müslümanlardan global
ölçekte tepki yağmıştır.
Bu madde başlığı altında son olarak söyleyeceğimiz, çağdaş toplumdaki
anlamlılık sorununu (Turner, 2002: 140) din çözebilecek güçtedir. Duygudan ve
ahlaktan yoksun yırtıcı küreselleşmeyi (Falk, 2001) ancak din, insani kılabilir (Falk,
2003: 92).
5.4. Küreselleşme Sürecinde Din ve Terörizm Küresel terörizm insandan ve sistemden kopuk değildir, bizzat bu sistemin bir
ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik bu olgu yaşadığımız dünyada kendine
kalıcı bir yer edinmiş ve birçok fonksiyonu icra etmekle vazifelendirilmiştir.
Yaşadığımız dünyada terörizm birçok kimseye bir savaş aracı olarak hizmet etmektedir.
Bu hizmetten bireyler, gruplar, devletler, istihbarat servisleri yararlanmaktadır. İslam
dini ise, özünde fitne, kaos ve şiddeti barındıran, masum sivil üzerinden tarzı siyaset
icra etmeye izin vermemiş, hiçbir şart altında meşru kılmamıştır.
Bilindiği üzere din, yapılan eyleme meşruluk verme işlevine de sahiptir.
Veyahutta yapılan bir dini olmayan eylem, din kisvesi altında sunulabilir. Çünkü burada
esas amaç, asıl niyeti kamufle etmek olabilmektedir. Çünkü insani bir fiil eğer toplum
tarafından kabul görmüyorsa; a) ya devrin en geçerli konjöktörü ile meşrulaştırılır, b) ya
da aklileştirilerek bahaneler üretilir. Her ikisinde de asıl amaç gizlidir. Binaenaleyh
insanoğlunun içkin bulunan şiddet ve saldırganlık dürtüsü her devrin konjoktörüne göre
ortaya çıkmakta ve ona göre biçim almaktadır. Örneğin, devir ekonomiyi veya
ideolojiyi popüler kılsaydı terör örgütlerinin birçoğu bu görünümde ortaya çıkacaktı.
Çıkarlarına hizmet ettiği sürece din her kesimin istismarına açıktır (yeşil kuşak,
türk hizbullahı, gurbetçi parasını dolandıranlar, sahte şeyhler, oy peşindeki siyasetçiler
gibi). Bugün de doğru veya yanlış olsun, ılımlı İslam ile radikal İslam’ın önünü kesmeyi
amaçlamak da (Brezinski, 2001a: 213; Ercan, 1997: 131) dini din ile istismar etmektir.
Bu çerçevede İslam dininin herhangi bir biçimde terörün kamufle aracı olarak
kullanılması ve terörist bir grubun sırf Müslüman diye desteklenmesi ciddi bir hatadır.
Bunun dışında, Batı dünyasının bu tür bahanelerle İslam’a saldırması daha büyük bir
yanlıştır. Yani terörist bir grubu bahane ederek tüm Müslümanların batıya düşman
181
olduğunu, terörist olduğunu, insan haklarına riayet etmediğini, çoluk çocuk katlettiğini
söylemeleri halinde asıl amaç terörü lanetlemek değil, İslam dinini karalamak
olmaktadır (Kaynak, 2003: 44). Ayrıca bu saldırıları yapanlara ve bu yakıştırtmaları
yapanlara, kastettiğiniz hangi İslam ve kimin İslam’ı? diye sormak gerekir (Esposito,
2003: 194).
Terör bugün kutsal olanı sadece bir paravan olarak kullanmaktadır. Aynı şekilde
bunu dine karşı saldırıda ve karalamada malzeme olarak kullananlarda dine aynı şekilde
davranmaktadırlar. Bu davranış şekilleri tezimizde görüldüğü üzere islamophobia veya
din düşmanlığından kaynaklanan davranışlardır. Bunun için bizce bu iki taraf veya bu
iki anlayış arasında herhangi bir fark yoktur. Biri dini, yaptığı şiddete alet etmekte,
diğer ise bunu fırsat bilip o dini ve o dine inananları karalamakta, aşağılamakta,
psikolojik baskı yapmakta hatta şiddet uygulamaktadırlar. Bu çerçevede terörist bir grup
sırf Müslüman veya sırf Hıristiyan diye o dini tümden hiçe sayıp kötülemenin bir
manası yoktur. Unutulmamalıdır ki her iki durumdan da rant sağlayan ve fayda görenler
bu durumunun devam etmesini sağlayacaklardır.
Bu çerçevede terör olgusu, tarih anlayışından yoksun dinsel ve siyasal
soyutlamalarla, genelleyici veya indirgemeci efsanelerle ilişkilendirildiği zaman yanlış
değerlendirmelere yol açacaktır. 11 Eylül gibi büyük eylemlere girişenler, üstelik bunu
da çok küçük bir grup üstlenildiği ve bu insanlar gerçekten hakları olmadığı halde bir
davanın temsilcisi olduklarını iddia ettikleri zaman, masum insanların topluca
katledilmesini hiç bir dava, hiç bir tanrı ve hiçbir soyut fikir haklı gösterilemez (Said,
2001: 145). Kaldı ki, Müslümanlarda kendi aralarında bir sürü kavgaya tutuştuklarından
görüleceği üzere, tek bir İslam yoktur (Türk-Arap Müslümanlığı gibi, Mezhep, Tarikat,
Cemaat hatta siyasi görüş ayrılıkları gibi). Nasıl bir sürü Amerika varsa, aynı şekilde
çok sayıda İslam vardır. Bu çeşitlilik, bazı yandaşları umutsuzca etraflarına sınırlar
çizmeye çalışsalar ve kendi inançlarını tek bir çizgide göstermeye çalışsalar bile bütün
gelenekler, diller ya da uluslar içinde geçerlidir (Said, 2001: 144).
Küreselleşme sürecinde İslam’a ve Müslümanlara karşı içeride ve dışarıda adeta
modern bir cadı avı başlatılmıştır (Özbudun, 2001a: 14-19; Demirer, 2001b: 32-33;
Gündüz, 2002: 42; Cangızbay, 2003: 103; Ercan, 1997: 69-118). Bu av geçmişten daha
boş dayanaklara dayanmakta, daha fazla şiddet içererek bu kez dünya sathında kendini
göstermektedir. Zaten amaç üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olunca binbir türlü
bahane üretilebilir.
182
Bu durum kimi Müslümanlarca şiddetli tepkiye sebep olmaktadır. Kimileri
eğitim seferberliği ile karşılık vererek, kimi hoşgörü ve sükûnet çağrısı yapmakta, kimi
İslam’da bu tür şeylerin olmadığı ve İslam’ın imajını düzelmeye çalışmakta gibi farklı
türden tepkilerle vermektedirler. Her nasıl tepki verilirse verilsin ama özellikle de şiddet
yüklü bir tepki verildiği vakit, bu Batı tarafından, İslam’ın terör dini Müslümanların da
terörist olduklarını kanıtlamak için kullanılır. Her halükarda onlar Müslüman’ı
potansiyel terörist olarak görmekten vazgeçmeyeceklerdir. Her durumda da ister içerden
ister dışardan kaynaklansın, Müslüman kişi yoğun psikolojik baskılarla zorla terörün
içine çekilmektedir. Bunu böyle bilen kimi Müslümanlar ise “zaten öyle biliyorlar o
halde öyle olalım” demektedirler. Batı ise bu durumun sonucunda tepkisini ortaya
koyan Müslüman’a karşı, “bakın dememiş miydik, bütün bunlar terörist diye” demek
için fırsatı hiç kaçırmamaktadırlar. Bütün bunlara rağmen, terörizmin İslam’ın özüne
terstir ve terör davranışı meşru sayılmamaktadır.
Terörizm, olmaması gereken ama olan insani bir tepkidir. Esasen terörizm
günümüzde bir savaşma aracı olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda o, insanlık
suçudur. Kendisini Müslüman addeden şiddet yanlısı bir grup veya kişi teröre başvurma
gerekçelerini açıklamamız oldukça zordur. Ancak empati kurarak ve ihtimaller öne
sürerek olguyu belki anlayabiliriz. Fiilleri din tarafından kesinlikle yasaklanmış olan
terör ve terörizm davranışlarına kendisini Müslüman addeden bir kimsenin başvurma
gerekçesinin olası ihtimalleri şunlardır. a) Terör yeni konsept içinde zaten savaş biçimi
olarak kabul edilmiştir. O halde meşru müdafaa yapılmaktadır. b) Kastedilen masum
sivillerin kaybı ise, karşı taraf Müslümanlardan katbekat fazla masum kişi
katletmektedir. c) Karşı taraf kadar ekonomik ve teknolojik üstünlükleri olmadığından
dolayı bu savaşı asimetrik olarak yürütmektedirler. Terörizm, burada orantısız süren
savaşları dengede tutan savaşma aracıdır. d) İslam coğrafyasının birçok kaynakları,
zenginlikleri ve özgürlüğü Batı dünyası tarafından ipotek altına alınmıştır. Bu yerlerin
birçok bölgesinde çatışmalar sürmekte ve Müslümanlar haksız yere katledilmektedir.
Adına ne derseniz deyin Müslümanlar sadece karşılık vermektedirler. Çoğu zaman
ekonomik ve siyasal gibi nedenlerden beslenen bu tepkilerini din ile de temellendirerek
meşruluk sağlamaktadırlar. Yani terörizm olarak adlandırılmış bu tepkilerini, insani
bulmakta ve meşru müdafaa olarak değerlendirmektedirler. e) Cihad çağrısı
yapmalarının nedeni kendilerine kamuoyu yaratmak ve taraftar bulmak içindir. Herkese
duyurulan bu çağrı, kamuoyunda desteklerini artırmak ve haklı olduklarını göstermek
içindir. Bu aynı zamanda en güzel reklâm aracıdır. f) İslam dünyası zaten üçüncü dünya
183
vatandaşı gözüyle bakılmakta, değersiz ve fakir görülmekte, böylelikle canlarını,
mallarını, namuslarını ve vatanlarını koruyamamakta ve zillet altında yaşamaktadırlar.
Şu halde “anlamlı bir şekilde yaşayamıyorsak anlamlı bir şekilde ölürüz” anlayışı
doğmakta ve yaygınlaşmaktadır.
Esasen yukarıda sayılan maddeler tamamen düşünme amaçlı faraziyelerdir.
Görüleceği üzere bu maddeleri sayarken haklı gibi görünebilirler. Ancak daha önemli
bir mevzu ortaya çıkmaktadır. O da bu tür kıyasların yanlış olduğu, çünkü “onlar
yapıyor diye biz yapalım” dendiği vakit hem karşı tarafın kıyas ve ölçütlerini
kullanılmış olacak hem de karşı tarafın yaptığı haksızlığı siz de yapacaksınız. Bu bir
açmazdır. Oysa Müslüman kendi dinin iç dinamiklerinden hareket etmeli başkasından
değil, haklılığını kendi kaynağından almalıdır, başkası yapıyor diye değil. Bu çerçevede
İslamın lanetlediği bir fiili Müslümanın yapması bu durumu değiştirmez yani dine bir
halel gelmez. Öte taraftan bu tür fiilleri Müslüman aleminin hepsine genellediğimiz
zaman, bu fiilleri icra edenlerin azınlıkta kalacağı görülecektir. Yine bundan dolayı tüm
İslam alemini ve İslam dinini sorumlu tutmak gibi genelleme yapılması ise açık bir
islamophobia davranışıdır.
Esasen küreselleşme sürecinde asıl tehlikeli olan şey, terörün dinin içine itilmesi
yönünde gelişen anlayışlardır. Böylelikle dine ve dindarlara en büyük kötülük
yapılmaktadır (Cirhinloğlu, 2004: 180). Küreselleşme sürecinde en önemli
kavramlarından biri haline gelmiş olan terörle mücadele esasen dinsel terörle mücadele
şeklinde cereyan etmektedir. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen İslam ve Müslüman
düşmanları ise İslam ve Müslüman alemi ile mücadele etmektedir.
Küreselleşme ile birlikte her ne kadar dinsel canlanma olmuş olsa bile İslam
artık kişisel tercih noktasındadır (Roy, 2003: 78). Nitekim bu süreçte fetva, bir emir ya
da hüküm değil, yetkili bir görüş, basit bir hukuki danışmanlık haline gelmektedir.
Eninde sonunda kararı mümin vermektedir, yasa ya da toplum değil (Roy, 2003: 79).Bu
aynı zamanda İslam dünyasının yekpare olmadığının da kanıtıdır. Çünkü Kahire
müftüsünün verdiği fetva Diyaneti, Diyanetin verdiği fetva Tahran dini liderlerini ve
halklarını bağlamamaktadır. Esasen artan kitle iletişim alanlarından özellikle de internet
üzerinden sanal cemaatler oluşmakta bu çerçevede ferdin toplumla bağı kopmaktadır.
Terörizmi şiddet ve baskıyla uygulayarak ezeceğini düşünenler genelde
yanılmışlardır. Terörizm hastalığın belirtisidir, kendisi değil. Terörizmin ülkesi yoktur.
Ulusal sınırların ötesine uzanır, büyük şirketler gibi küresel bir kurumdur. Sorun
çıkacağı belli olunca ve küreselleşmenin de nimetlerinden faydalanarak, teröristler tası
184
tarağı toplayıp daha iyi bir iş olanağı için, iş yerlerini bir ülkeden öteki ülkeye
taşıyabilirler, tıpkı çok uluslu şirketler gibi. Bu çerçevede terörizm bir olgu olarak hiç
bitmeyebilir (Roy, 2001a: 75). Öte yandan bir terör eyleminin temelinde kaçınılmaz
olarak arz-talep kanunu, pazarlama teknik ve yöntemlerinin bulunduğu dikkate
alınmadığı sürece, terörizmle mücadelede sağlıklı yöntemler geliştirilmesi çok da
olanaklı görülmemektedir (Çitlioğu, 2005: 22).
Terör bir sonuçtur, neden değildir. Bu çerçevede onunla mücadele ederken arka
planını da görmek lazım gelir. Bu çerçevede terörizmi anlamak veya kavramın üzerinde
ittifaka varılması onu ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü terörizmle mücadele ağırlıklı
olarak sonuç üzerine yapılmakta ve daha etkili olan uzun vadeli yatırımı gerektiren
nedenler üzerinde pek de durulmamaktadır. Kısaca bir olayın daha başlarına 5N’i (Ne,
Nerede, Ne Zaman, Neden, Nasıl) üzerinde fazlaca durulmadan ve araştırılmadan, 1K
(Kim) üzerinde oyalanılmamalıdır. Yani olgunun 5N+1K sıralaması önemlidir. Dikkat
edilirse bir olay olduğunda sadece kim yaptığı üzerinde durulur (11 Eylül Saldırıları,
Ülkemizde işlenen birçok faili meçhul cinayetler gibi), aysbergin suyun altında kalan
kısmı kurcalanmamaktadır.
11 Eylülde yeniden ilan edilen teröre karşı savaş ilk kez 20 yıl önce aşağı yukarı
aynı retorikle (iyinin ve kötünün savaşı, dünya artık eskisi gibi olmayacak) ve yüksek
mevkide birçoğu aynı insan tarafından ilan edilmişti (Chomsky, 2003: 107, 111).
Etzioni’den nakleden Cirhinlioğluna göre, ABD 1982 yılında Reagan’ın ağzından
SSCB’nin Şeytan İmparatorluğu ilan etmişti. Aynı şekilde başkan Bush da 11 Eylül
olayından sonra Ortadoğu ki bazı ülkeleri şeytani ülkeler (evildoers) şeklinde
tanımlamıştı. Bu iki terimde İncil de geçmekte ve yoğun dinsel içerik taşımaktadır.
Acaba her iki başkanında dinsel terimler kullanarak düşmanlarını tanımlamaları tesadüfî
midir? (Cirhinlioğlu, 2004: 177-178). Bu çerçevede iyinin kötüye karşı mücadelesinde
öldürülen hep sıradan insanlar olmuştur (Galeano, 2001: 280). Kahramanlar canavara
dönüşürken canavarlar da ansızın kahraman oluverirler. Bu yeni bir şey değildir. Alman
bilim adamı Werner Von Braun, Hitlerin Londra’ya karşı kullandığı V-2 bombardıman
uçaklarını icat ettiği için kötüydü ama yeteneklerini ABD’nin hizmetine sununca birden
iyi oluverdi. Stalin II. Dünya Savaşında iyiydi, fakat savaş bitip şer imparatorluğunun
lideri haline gelince kötü oldu. Bir zamanlar Saddam Hüseyin kimyasal silahlarını
Kürtlere ve İranlılara karşı kullanırken iyiydi, sonra şeytan Saddam oluverdi. Ladin,
Afganistan’da komünizme karşı savaşırken özgürlük savaşçılarının önde geleniydi.
Başkan Regan bu kahramanları, ahlaki açıdan azizler kadar kutsal ilan ettiğinde baba
185
Bush başkan yardımcısıydı. Hollywood yapımcıları Rambo tarzı filmler çekerken de
aynı fikirdeydiler. Oğul Bush döneminde ise kötünün kötüsü oldular (Galeano, 2001:
281). Hollywood filmlerinde kötü adam daha düne kadar Ivan’ken bugün Muhammet,
Mustafa, Ahmet gibi Müslüman isimler olmaktadır. Tarık Ali’ye (2002) göre, “… Allah
bizden yana ve tanrı ABD’yi korusun gibi sloganlarla, dinsel sembollere dayalı bir
savaş çılgınlığı tarihe geri getiriliyor. Bilmek gerekir ki, fundamentalizm İslama özgü
değildir, dinsel fundamentalizmin yanında din dışı fundamentalizmler vardır ve tarihe
baktığımızda Yahudi ve Hıristiyan fundamentalizmi çok daha kan dökücü ve zalimdir”.
Yüzyıllar boyu, kan akıtan bütün dini savaşlar ateşli duygulardan ve biz-onlar, iyi-kötü,
beyaz-siyah gibi basit karşıtlıklardan doğmuştur (Eco, 2001b: 319). 11 Eylül Sonrasını
hatırlayacak olursak Başkan Bush, bunun iyi ve kötünün savaşı olduğunu söylüyordu.
Bizimlesiniz ya da bize karşısınız. Ama bu tam da Bin Ladin’in söylediği şey değil
miydi? (Fisk, 2001b: 349). Örneğin kimin için İlahi Adalet ya da Sürekli Özgürlük?
Amerikanın bu savaşı, Amerikadaki teröre karşı mı yoksa genel olarak teröre karşımı
(Roy, 2001a: 70) olduğu hususunda çok ciddi şüpheler vardır.
Bu çerçevede elbette ki dünya artık eskisi gibi olmayacaktı. Savaşlar, açlık ve
hastalıklar, etnik ve dini çatışmalar, istikrarsızlıklar, kargaşa ve kaos, yaratılan bu
gerilimli ortamlarda muhtemelen artacaktır. Bu belirsizlik içerisinde çok net olan bir şey
var, o da artık dünyada demokrasi, insan hak ve özgürlüklerinin daralacağı (Sever,
2001: 67) gerçeğidir. Bu bağlamda “ya güvenlik ya da özgürlük” ikileminden
güvenliğin öne çıkması kuvvetle muhtemel (Sever, 2001: 68) bir gelişme olacaktır.
Bunun iki sakıncası vardır. İlki zaten terörizmin amacı insan hak ve özgürlükleri rafa
kaldırmaktır. Bir diğeri ise devletler totaliter, faşist, diktatöryel ya da askeri yönetimlere
kayabilmektedir. Bu bağlamda dünya neredeyse olağan üstü hal veya sıkıyönetimle
yönetilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilmektedir.
11 Eylül ve ondan sonra gelen saldırılardan sonra (İspanya, İngiltere, Mısır,
Türkiye), Batı dünyası başta olmak üzere birçok devlet kendi iç hukukunda özgürlükleri
kısıtlama yönüne gitmiştir (Yılmaz, 2004: 383-384). Bütün bir toplumu hapishaneye
çevirmenin anlamı yoktur. Terör fobisiyle dünyayı yaşanmaz hale getirmeye kimsenin
hakkı yok, öte yandan bu baskıcı rejim doğuracaktır, demokrasiyi yıkacaktır, ya da bir
süre askıya alacaktır. Korkutulmuş dünyamız savunma ve güvenlik için akıl almaz
harcamalar yapılıyor. Oysa nedenler üzerinde durulsa, daha adil ve insani yönde
atılacak adımlar terörü engelleyecek, terörü besleyen sosyal ve siyasal ortamın
düzeltilmesi de terörü azaltır. Terör eylemlerinden ziyade yöneticilerin toplulukları
186
söylemleriyle germesi, kasıtlı olarak ortaya atılan güvenlik mi özgürlük mü ikilemine
sokulmuştur insanlar.
Siyasal iktidarlar, terörizmi önleme gayesiyle kendileri teröre başvurdukları
hallerde, terör daha da şiddetlenmektedir. Bu çerçevede çıkarılan baskı yasaları ve
anayasal özgürlüklerin kısıtlanması, derde deva olmaktan uzaktır (Ankay, 2002: 47).
Binaenaleyh kanuna ve hukuka riayet etmeden (o zamanda mücadele ettiğiniz şeyden
farkınız kalmaz) terörle mücadeleyi herkes yürütebilir. Önemli olan ise kanuna, hukuka,
insan hak ve özgürlüğüne riayet ederek bu mücadeleyi her alanda verebilmektir.
Bu çerçevede artan anti emperyalizm, anti sömürgecilik, hızla globalleşen
dünyada daha da yaygınlaşan zengin-fakir uçurumuna tepki, artan sağlık ve çevre
sorunları, hızla gelişen ve değişen teknoloji ve toplumlar karşısında artan kimlik
bunalımları, eğitim yoksunluğu, yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik ve toplumsal
buhranlar gibi daha sayacağımız pek çok neden veya nedenlerden ötürü fundamentalist
söylemler güçlü bir şekilde artmakta ve radikalleşmektedir. Yaşadığımız dünyada
Batı’nın karşısında baskın ve rakip ideoloji olmadığından, yine batı tarafından öteki
seçilen İslam bu fonksiyonu icra etmeye yöneltilmiştir.
Hemen hemen hiç bir devletin İslami stratejisi yoktur. Bu çerçevede ortaya çıkan
cihatçıların da devlet stratejisi yoktur. Şu halde devlete yönelik herhangi bir tehdit
yoktur (Roy, 2003: 189, 191). Esasen terörizmle suçlanan şebekelere karışan İslamcı
militanlar, batılılaşma ve küreselleşmenin kusursuz ürünleridir (Roy, 2003: 182). Yani
Allah adına kutsal savaşa zemin hazırlayan şey, ABD’nin Ortadoğu’daki kıyımlarıdır
(Galeano, 2001: 283; Esposito, 2003: 187). Sadece Ortadoğu değil, nerdeyse dünyanın
birçok yerinde geçmişten günümüze yürüttüğü şiddet yüklü merhametsiz politikalarında
aranmalıdır (Jameson, 2001: 282-283). Esasen durumun böyle olması tasvip edilecek
bir durum değildir. Nitekim masum sivillerin öldürülmesi Kur’anda özellikle
yasaklanmış olan bir fiildir. Kur’anda tek bir masum insanın öldürülmesi tüm insanlığın
öldürülmesiyle aynı anlama gelir (Ahmed, 2001: 167). Nitekim her terör eylemi suçlu
suçsuz ayrımı yapmadığından ahlak dışı bir eylemdir. İnsan haklarını hiçe sayan bir
insanlık tarajedisidir. Bu nedenle de kabul edilemez. Hiçbir şekilde haklılaştırılamaz.
Ancak bu eylemi insanlık suçu kabul edip diğer yandan sivil ve masum insanların yok
olmasına yol açan bir şekilde savaşla cevap vermek de aynı şekilde kabul edilemez bir
eylemdir (Yılmaz, 2004: 352).
ABD’nin Afganistan ve Irakı bombalaması ve işgali salt 11 Eylül Saldırılarının
intikamını almak için değildir. ABD’nin açtığı savaş, elbette politik ve ekonomik
187
hedefler olmadan çıkmazdı (Demirer, 2001b: 157). Umberto Eco, Amerikan işgali ve bu
konudaki çifte standarda dikkat çekerek “ acaba Bahama adalarını da bombalar mıydık”
demekte, sırf Üsame Bin Ladin ile ilişkisi var diye Irak ve Afganistanın işgalinin
gerçekçi olmadığını onunla iş yapmamış neredeyse hiçbir ülke kalmadığı, parasının
Bahama ve İsveç bankalarında olduğu için buraların neden bombalanmadığı ya da işgal
edilmediğini sormaktadır (Eco, 2001a: 182). Nitekim kendi çılgınlıklarını
meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç duyanlar, sadece dinsel fanatikler değillerdir. Silah
endüstrileri ve bunları tekelinde bulunduran, başta ABD olmak üzere Batının devasa
silah sanayisi de varlığını meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç duyarlar (Galeano, 2001:
280).
188
SONUÇ ve ÖNERİLER
Günümüz dünyasında düşük maliyetli, yüksek etkide bir savaş stratejisi olarak
ortaya çıkmış olan terörizme, gruplardan devletlere kadar her kesimce
başvurulabilmektedir. Bu çerçevede terörizmi, masum insanlar üzerinden şiddeti bilfiil
kullanarak tarzı siyaset gütmek olarak tanımlayabiliriz.
“Yeryüzününde masum bir kimseyi öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir”,
İslam anlayışından hareketle, masum birini katletmeyi hiçbir dava, hiçbir ideoloji hiçbir
amaç ve hiçbir inanç meşru gösteremez, haklılaştıramaz. Sadece bu İslami dustur göz
önüne alındığında bile İslam dininin terör durumuna ve terörizme ne kadar uzak olduğu
görülecektir. Buradan hareketle terörist sıfatı taşıyan Müslüman öncelikle İslama ve
Müslümanlara zarar vermiş olacaktır. Dolayısıyla genelde dünyanın özelde ise Batı
dünyasının bunu bahane ederek İslama ve Müslümanlara saldırmalarını önlemek
gerekir. İslamcı teörist, dinci terör, İslami terör gibi yanlış anlamlarda ve yanlış olarak
kullanılan bu kavramların, en kısa zamanda tekrar ele alınarak revize edilmeli, daha
doğru bir şekilde açıklanmalıdır.
Terörizm yaşadığımız dünyada bir fonksiyon icra etmektedir. Nitekim terörizm
insandan ve sistemden kopuk değil bizzat sistem içidir. Bu bağlamda terörizm
endüstrisinden fayda sağlayanlar ve onun bitmesini istemeyenler var olacaktır. En açık
ifadeyle, merkez ülkelerin çevre ülkeleri sömürme ve kendilerinde bağımlı tutmak için
zaman zaman strateji değişikliğine gitmişlerdir. Merkez ülkeler bu stratejiler ile kendi
haksız fiillerine meşruiyet sağlamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla Batı dünyası, kendi
çıkarlarını korumak için öncelikle medeniyetlerinin üstün olduğunu dikte eder daha
sonra ise her şeyi insanlık için doğru olanı yaptıklarını savunur. Böylelikle dünyanın
birçok yerine müdahale hakkını kendinde bulur. Şimdilerde bu fonksiyonu yerine
getiren araç, insan hakları ve demokrasi adına terörle mücadele, küresel terörle
mücadele özel olarak ise İslami terör ile mücadele olarak ifade edilebilir. Bu çerçevede
savaşlarda sivil kayıp göze alınabilir bir durumdur. Ancak sivil kayıp, askeri kaybı
katbekat aşıyorsa bu ya soykırım ya katliam ya da terörizmdir. Öte yandan, terörizmle
mücadelede, teröristlerce benimsenen ve kullanılan yöntem ve taktikler benimsenip
kullanılabiliyor ve aynı şekilde misillemede bulunuluyor, hukukun dışına çıkılıyorsa bu
da bir çeşit terörizm olmaktadır.
189
Soğuk Savaş sonrası Batı dünyası ve ABD, ötekisiz ayakta kalamayacağının
farkındadır. Bu çerçevede kendilerine düşman yaratma ihtiyacından dolayı İslamcı
Terör olgusunu meydana getirmişlerdir. İslamcı terör kavramını 11 Eylül 2001 tarihli
saldırıdan sonra kasıtlı olarak, özellikle de Batılı politikacı, stratejistler ve medya
tarafından kullanılıp yaygınlaştırılmıştır.
Yaşadığımız dünyayı tanımlama iddiası taşıyan küreselleşme süreci her ne kadar
bu güne has oluşumlarıyla ortaya çıkmış ise de o Batı tarihinin, sömürgeciliğin ve
emperyalizmin bir devamı olarak görülebilmektedir. Soğuk Savaş sonrası küresel
dünyada çok kutuplu bir dünya düzeninin yansımaları ortaya çıkmıştır. Esasen
küreselleşme sürecinin her ne kadar nereye varacağı kestirilemezse de bugün onun
kendi başına işleyen bağımsız bir süreç olmadığı, ona yön veren, etki eden amillerin
varlığı muhakkaktır. Şu halde bu tarz işleyen bir küreselleşme sürecinde, İslam dini ve
terörizmin bir arada zikredilmesi tesadüfî değildir. Buradan hareketle İslami terör
kavramı, bu tarz işleyen küreselleşme sürecinden menfaat umanların beklentilerine
uygun olmaktadır. Aslında küreselleşme ile birlikte eşitlik, insan hakları ve
demokrasiden çok önce yoksulluk, hastalık, terör gibi insanlığın baş belaları
küreselleşmiştir.
Küreselleşme, bir taraftan homojenleşmeyi içerirken diğer taraftan yerelleşmeyi
kapsayarak birbirine zıt iki fonksiyonu içinde barındırmaktadır. Bugün Soğuk Savaş
dönemi gibi dünya iki kutuplu değil çok kutupluludur. Çok kutuplu bir dünya düzeninin
ise nereye doğru yol aldığı belirsizdir ve dengeler yerine henüz yeterince oturmamıştır.
Bu çerçevede ulus devlet ile küresel sermaye arasında ciddi mücadeleler yaşanmaktadır.
Küreselleşme sürecine paralel ortaya çıkan küresel terör tehdidi nedeniyle birçok
ülke başta kendi uluslarını olmak üzere başka ulusları güvenlik-özgürlük ikilemine
sokmakta hatta kasıtlı olarak gerginlikler yaratılmaktadır. Nasıl ki demokrasi,
demokrasiyi yıkma özgürlüğünü kapsamıyor veya ülkeyi bölme hürriyetini içermiyor
ise terörle mücadele de insan hak ve özgürlüklerini rafa kaldırmamalıdır. Nitekim
terörizmin amacı da özgürlüklerin kalkması, korku, endişe ve kaosun hâkim olmasıdır.
Terörle mücadelenin olmazsa olmaz şartı; a) Bir kere terörizm, sadece silahlı mücadele
ile değil, sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda da mücadele edilmesi gerekn bir
olgudur. b) Terörle mücadelede esas olan yasallık ve hukukiliktir. Bu çerçevede verilen
mücadele ile insan hak ve özgürlükleri korunmuş olmakla birlikte terörist taktik ve
hedefler reddedilir ve terörist ile aynı kefeye girilmesi engellenilir. Bu çerçevede hem
terörle mücadele edilir hem de ülkenin meşru müdafa hakkı kullanılmış olur.
190
Öte yandan küreselleşme süreci, haklı olanın güçlü olduğu bir devir değil, güçlü
olanın haklı olduğu devir olarak karşımıza çıkmaktadır. Uluslar arası arenada
yagınlaşan çifte standartlar, halkların küçük görülmesi, ekonomik ve sosyal eşitsizliğin
yaygınlaşması ve derinleşmesi insanları düşündürmekte ve öfkeli bir duruma
sokmaktadır. Dolayısıyla küresel dünyada, eskiye nazaran daha ciddi sosyal adalet
mücadelesi öngörülebilinir. Çünkü dünyada inanılmaz derecede eşitsizlik ve
adaletsizlikler yaygınlaşmış durumdadır. Bir taraf lüks içinde ve güvenli bir şekilde
yaşarken diğer taraf açlık, susuzluk, hastalık ve yaşam savaşı içerisinde yaşamaktadır.
Kitle iletişim araçlarının da artmasıyla dünyaki büyük bir çoğunluk eskiye nazaran
bütün bu olan biteni izlemekte, kızgınlık duymakta ve her an patlamaya hazır bomba
gibi beklemektedir.
Çalışmamız esnasında, sami dinlerin özlerinde şiddet barındırmadığı ve bu
yüzden dinlerin esasen şiddete kaynaklık etmediğini, şiddetin insani bir fiil olarak
meşruiyetini her yerden alabileceği kanaati gelişti. Aslında dinler, çatışma ve şiddeti
körüklemekten ziyade uyum ve bütünleşmeye vurgu yaparlar.
İslam dini barış ve hoşgörünün dinidir. İslam dininde terör davranışların ve
terörizme yol açacak nedenlerin dahi Kur’an tarafından yasaklandığını çalışmamız
esnasında kaleme aldık. Şu halde İslam ve terör davranışlarını özellikle bir arada
zikredenler ve Müslüman alemine çifte standart ile yaklaşanlar, klasik İslam düşmanlığı
dediğimiz islamophobia davranışları sergilemektedirler.
İslam dünyası yekpare değildir, bir bütün değildir. Bundan dolayı farklı
Müslüman kesimlerin yaptıkları yanlışların tüm İslam âlemine ve İslama ve tüm
Müslümanlara mal edilemeyeceği kanaatindeyiz. Dini kendine has çerçevesi içinde
değerlendirmek gerektiği, bu bağlamda ona yorumda bulunan ve o dine inananların
yaptıkları hata veya yanlışları dinin kendisine mal etmenin doğru olmayacağı ortaya
çıkmaktadır. Dini din olarak değerlendirmek lazım ona yorumda bulunan ve o dine
inananların yaptıkları hata veya yanlışları dine mal etmenin faydası yoktur. Bu o dine
zarar vermemelidir. Müslümanlar da bu konulara dikkat etmeli başkalarının oyununa
gelmemelidir. Şu halde terörist sıfatı taşıyan Müslüman, İslam dünyasının ve
Türkiye’nin zararınadır
Din insana bir hayat tarzı sunar. Şu halde din insanın dünyayı anlamlandırma ve
ona göre yaşamasına yardım eder. Bu çerçevede insan kendi fiillerini meşrulaştıracak
bir dayanağı her zaman arar ve bulur. Din bir insanın fiillerini kolaylıkla meşruiyet
zeminine çekmesine yardımcı olabilecek güçtedir. Din insanın doğru veya yanlış
191
fiillerini, yine insani yorumlar çerçevesinde meşruiyet sağlayan en önemli dayanaktır.
Dinsel görünümlü birçok şiddet hareketinin temelinde etnik, ideolojik ve ekonomik
sebepler yatmaktadır. Dolayısıyla Müslüman âlemindeki birçok şiddet hareketi İslami
olmaktan çok etnik, siyasi, ekonomik ve antiemperyalisttir.
Bu bağlamda İslam dini terör üretir anlayışının çözümlemesini üç şekilde
yapabiliriz.
a) İslam dini insanda var olan şiddet ve saldırganlık dürtüsünü inkâr etmez onu
ehlileştirmek veya iyiliğe kanalize etmek için kullanmak ister. Bu insanın fıtratına
(doğasına) aykırı bir durum olmayıp gayet doğal ve makuldür. Esasen bu sebepten ötürü
İslam dininin şiddet dini olduğunu söylemek öncelikle insani güdüleri inkâr anlamı
gelir. Sonra bu yaklaşımın propagandist ve subjektif niteliğini ortaya çıkarır.
Dolayısıyla insanı bir bütün olarak ele alan İslam, beşerin neleri yapıp neleri
yapmayacağını bildiğinden yap-yapma (ödürmeyeceksin… zina etmeyeceksin… kul
hakkı yemeyeceksin… fitne çıkarmayacaksın… doğru sözlü olacaksın… iyilik ve
ihsanda bulunacak, yardım edeceksin… düşüneceksin…) tarzında sistem getirmiştir. Bu
çerçevede eğer kıyaslama yapacak olursak Hırıstiyanlığın ve Yahudiliğin, hem teoride
hem de pratikte İslam dininden daha fazla şiddet içerdiği görülecektir. Esasen o dinin
mensuplarınca işlenmiş fiilleri cımbızla seçip dinin kendisini itham etmemek gerekir.
b) Eğer birinci maddeyi elersek (islamın şiddete kaynaklık ettiği, dinin
kendisinde şiddet barındırdığı) ikinci olarak önümüze sürülen İslam dinine mensup
kişilerin fiilleridir, yani Müslüman kimsenin bu tarz eylemlerini ne ile açıklarsınız.
Konumuz gereği aşağı yukarı şunu öğrendik. İslam dünyası yekpare değildir.
Müslümanlar arası düşünüş ve uygulama biçimleri vardır. Ancak Müslüman kişi farklı
yorumlardan dolayı şiddet hareketini girişmez. Salt radikal anlayış dahi bunun için
yeterli değildir. O sosyal, siyasal, tarihsel, kültürel ve ekonomik sebeplerle birleşince
ortaya böyle bir görüntü çıkmaktadır. Bunun göstergesi ise sıkça yapılan cihad çağrısına
tüm Müslümanların iştirak etmediğini, bütün Müslümanlar aynı inanca bağlandıkları
halde aynı davranışları sergilemedikleridir. Şu halde aşırı genelleme ve indirgemeci
durum olan bu tutumlara itibar edilmemelidir.
Kısaca insani bir güdü olan şiddet ve saldırganlık, diğer sosyal şartlarında
oluşmasıyla kendini her şekil altında ortaya çıkarabilmektedir. Bu eleştiriyi yapanlar,
terör davranışlarının kendi dini mensupları tarafından gerçekleştirildiğinde, bunu
Hıristiyan terörizmi olarak mı adlandırmakta? yoksa işin içine insani faktörlerin
girmesinden dolayı bağımsız bir olay olarak mı değerlendirilmektedir?
192
c) Yine konumuz içerisinde belirttiğimiz üzere küresel dönemde şiddet
hareketlerinin İslam coğrafyasında yaygınlaşması, genellikle bu bölgelerin stratejik
önem ve doğal zenginliklerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca İslam, bu yeni dönemde
Batının öteki (düşman) ihtiyacını karşılamaktadır. Kanaatimizce İslam dünyasından
gelen terör tehditleri bu anlamda Batı dünyasının çıkarlarına hizmet etmektedir.
Esasen bugünün teröristi geçmişten farklı olarak küreselleşmenin verdiği tüm
imkânlardan en iyi şekilde yararlanmaktadırlar. Tepkilerini terörizm stratejisiyle ortaya
koyan bu kimseler geçmişten farklı olarak bugün çifte standartları açıkça görüyorlar.
Dolayısıyla düşmanlarını iyi tanıyorlar, teknolojiyi kullanabiliyorlar ve birbirlerinden
bağımsız hareket edebiliyorlar. Esasen düşündürücü olan, bu kimselerin birçoğu batılı
eğitim sisteminden geçmiş iyi eğitimli insanlar olmalarıdır.
Küresel dünyada Türkiye Cumhuriyetine düşen görev ise dünyadaki yerine
karar vermek ve her ne pahasına olursa olsun uygulamak olacaktır. Yani bu konu
Türkiyenin, Ortadoğu ve dünyadaki rolünü nasıl oynayacağı ile ilgilidir. Türkiye, ABD
çizgisinde mi? NATO perspektifinden mi? AB vizyonundan mı? Çin ve Rusyanın bakış
açılarıyla mı? Batı’da mı Doğu’da mı? yer alacağı, yoksa kendi bir karar mercii mi
olacağına karar vermelidir. Çünkü büyük ve güçlü devlet olma koşulu, ileriye dönük
planlamalar yapmak, stratejiler geliştirmek ve bununla da dünyada söz hakkına sahip
olmak gibi esaslardır. Yoksa başkalarının verdiği kararı uygulamak acizlik, basiretsizlik
ve güçsüzlük olduğu gibi büyük satranç tahtasında sadece bir piyon vazifesini görür.
Piyonlar ise savaşta ilk feda edilenlerdir.
Sonuç olarak terörizm, disiplinler arası incelenmesi gereken bir olgudur. Esasen
onun küreselleşme-din ilişkisini incelemek bunu zorunlu kılmaktadır. Bu olguların
birbiriyle olan ilişkilerinin, disiplinler arası incelenmesi sonucunda ortaya çıkacak
sonuçlara göre yapılacak terörle mücadele muhtemelen en etkili mücadele şekli
olacaktır. Yani eğitimci, hukukçu, siyasetçi, psikolog, ilahiyatçı, psikiyatr, biyolog,
antropolog, sosyolog, kriminolog, iktisatçı, sivil toplum örgütleri, uzman yazar ve
akademisyenler, emniyet birimleri ve askeri yetkililer kısaca alanlarında uzman ve bu
konuyla yakından uzaktan ilgisi olan herkesin geniş katılımıyla gerçekleşecek
çalışmalar veya alt komisyonlar bu olguları hem anlamada hem de terörle mücadelede
etkili olacaktır. Bu çerçevede araştırmacılara her türlü maddi ve manevi destek
verilmelidir.
193
KAYNAKÇA
Abdülbaki, M. Fuad (Tarihsiz). El Mucemul Müfehres Lielfazil Kur’an, Çağrı
Yayınları.
Acluni, Muhammed b. İsmail (1988). Keşfü’l Hafâ ve Müzilu’l İlbas, Beyrut:
Daru’l Kütübi’l İlmiyye, Cilt: I, 1362 Nolu Hadis.
Adam, Baki (2004). “Kutsal Toprak, Mesih ve Terör”, Ankara: Dini
Araştırmalar, Cilt: 7, Sayı: 20.
Adıvar, A. & Arat, R. & Ateş, A. & Kafesoğlu, İ. & Yazıcı, T. (1997). İslam
Ansiklopedisi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi, MEB Yayınları, Cilt: 3.
Ahmed, Ekber (2001). “Hayatımı İslam’ın İmajını Onarmaya Çalışmakla
Geçirdim; Hepsi Boşuna Mıydı?”, Der.: Metin Sever & Ebru Kılıç,
Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest Yayınları.
Ahmed, İkbal (2002). “Terörizm: Bizimki ve Onlarınki”, Der.: Yücel Demirer &
Sibel Özbudun, İsyanın Adı: Filistin-İntifada Kazanacak, Ankara:
Ütopya Yayınevi.
Akarsu, Bedia (1988). Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Akarsu, Bedia (1994). Çağdaş Felsefe, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Akseki, Ahmet Hamdi (1993). İslam Dini: İtikad-İbadet-Ahlak, Ankara: Nur
Yayınları.
Akyol, Taha (2000). Hariciler ve Hizbullah; İslam Toplumunda Terörün
Kökenleri, İstanbul: Doğan Kitap.
Akyol, Taha (2005). Politikada Şiddet, İstanbul: Truva Yayınları.
Albayrak, Fatih Mehmet (1997). İslam Hukukunda Terör Niteliği Taşıyan
Suçlar, Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Blimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
Alexander, Yonah & Myers, Kenneth A. (2002). “Avrupa’da Terörizm”, Haz.:
Cemal Güzel, Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç
Yayınevi.
Ali, Tarık (2001). “Askeri Değil, Siyasal Çözüm”, Der.: Mehmet Ali Civelek,
Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği, Ankara:
Ütopya Yayınları.
194
Ali, Tarık (2002). Fundamentalistler Çatışması, Çev.: Abdullah Yılmaz,
İstanbul: Everest Yayınları.
Alkan, Necati (2002). Gençlik ve Terörizm, Ankara: TEMÜH Yayınları.
Alperen, Abdullah (2000). “Türkiye’de İslami Modernleşme ve Fundamentalist
Eğilimler Üzerine Bir Araştırma”, Kayseri: Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 9.
Alperen, Abdullah (2003). Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslam ve Modernleşme,
Adana: Karahan Kitabevi.
Altuğ, Yılmaz (1995). Terörün Anatomisi, İstanbul: Altın Kitaplar.
Amin, Samir (1992). Üçüncü Dünya Demokrasisi ve Sosyalizm, Çev.: Y. Bener,
Fikret Başkaya, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.
Amin, Samir (1993). Avrupa Merkezcilik, Çev.: Mehmet Sert, Ankara: Ayrıntı
Yayınları.
Amin, Samir (1999). Küreselleşme Çağında Kapitalizm, Çev.: V. Erenus,
İstanbul: Sarmal Yayınları.
Anıl, Yaşar Şahin (2003). Alamut Terörünün Kaynakları ve Hasan Sabah,
İstanbul: Gendaş Kültür Yayınları.
Ankay, Aydın (2002). Psiko-Sosyal Yönüyle Saldırganlık ve Terör, Ankara:
Turhan Kitabevi.
Arendt, Hannah (1997). Şiddet Üzerine, Çev.: Bülent Peker, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Arendt, Hannah (1998). Totalitarizmin Kaynakları-2: Emperyalizm, Çev.:
Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları.
Arkonaç, Sibel Ayşen (1998). Psikoloji, İstanbul: Alfa Yayınları.
Arslan, Hüsamettin (2002). Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler, İstanbul:
Paradigma Yayınları.
Arıboğan, Deniz Ülke (2005). Tarihin Sonundan Barışın Sonuna & Nefretten
Teröre, Ankara: Ümit Yayıncılık.
Arvasi, Seyyid Ahmed (2000). Doğu Anadolu Gerçeği, İstanbul: Burak
Yayınları.
Aslanoğlu, Rana A. (1998). “Bir Kültürel Karışım Olarak Küreselleşme”, Der.:
E. Fuat Keyman, Ali Yaşar Sarıbay; Küreselleşme Sivil Toplum ve
İslam, Ankara: Vadi Yayınları.
195
Ateş, Toktamış (2001). Türk Devrim Tarihi, İstanbul: Der Yayınları.
Atkinson, Richard C. & Atkinson, Rita L. & Smith, Edward E. & Bem, Daryl J.
& Hqeksema, Susan Nolen (2002). Psikolojiye Giriş, Çev.: Yavuz
Alagon, Ankara: Arkadaş Yayınları.
Aydın M. & Erdoğan M. & Sarıbay A. Y. & Bolay S. H. & Altan M. (2002).
Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme, İstanbul:
Ufuk Kitapları.
Aydın, Mehmet (2005). Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Konya: Din Bilimleri
Yayınları.
Aytaç, Önder (1997). Medyanın Gözüyle Çeteler ve Susurluk, Ankara: Sam
Yayınları.
Ayten, Ali (2006). Psikoloji ve Din, İstanbul: İz Yayıncılık.
Bal, Mehmet Ali (2003). Savaş Stratejilerinde Terör, İstanbul: IQ Kültür-Sanat
Yayıncılık.
Balcıoğlu, İbrahim (2001). Şiddet ve Toplum, İstanbul: Bilge Yayınevi.
Başkaya, Fikret (2005). Kavram Sözlüğü & Söylem ve Gerçek, Ankara: Özgür
Üniversite Yayınları.
Baştürk, Rabi (2005). Psikolojik Harp ve Kültür Savaşları, İstanbul: IQ Kültür-
Sanat Yayıncılık.
Baudrillard, Jean (2002). “Amerikanın Terör Karşı Başlattığı Harekât”, Haz.:
Cemal Güzel, Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç
Yayınevi.
Baudrillard, Jean (2004). Tüketim Toplumu, Çev.: Hazal Deliçaylı, Ferda
Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bauman, Zygmunt (1999). Küreselleşme-Toplumsal Sonuçları, Çev.: Abdullah
Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bayet, Albert (2000). Bilim Ahlakı, Çev.: Vedat Günyol, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Yayınları.
Bayrakdar, Mehmed (1995). İslamda Düşünce Özgürlüğü, Ankara: Türk
Demokrasi Vakfı Yayınları.
Bayrakdar, Mehmed (2003). “Küreselleştirme ve Küreselleşme”, Ankara: Dini
Araştırmalar, Cilt: 6, Sayı: 17.
Bayraktar, Köksal (1982). Siyasal Suç, İstanbul: İÜHF Yayınları.
196
Berger, Peter L. (1993). Dinin Sosyal Gerçekliği, Çev.: Ali Coşkun, İstanbul:
İnsan Yayınları.
Berger, Peter L. (2002). “Sekülerizmin Gerilemesi”, Haz.: Ali Köse, Sekülarizm
Sorgulanıyor, İstanbul: Ufuk Kitapları.
Berman, Marshall (1994). Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, Çev.: Ümit Altuğ,
Bülent Peker, İstanbul: İletişim Yayınları.
Beşe, Ertan (2002). Terörizm, Avrupa Birliği ve İnsan Hakları, Ankara: Seçkin
Yayınları.
Beşer, Faruk (1987). İslamda Sosyal Güvenlik, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları.
Bilgin, Mert (2005). Avrasya Enerji Savaşları, İstanbul: IQ Kültür-Sanat
Yayıncılık.
Bilgiseven, Amiran Kurtkan (1985). Din Sosyolojisi, İstanbul: Filiz Kitabevi.
Boratav, Korkut (1997). “Ekonomi ve Küreselleşme”, Der.: Işık Kansu;
Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, Ankara: İmge Kitabevi.
Boratov, Korkut (2000). “Emperyalizm mi? Küreselleşme mi?”, Der.: Ahmet
Tonak, Küreselleşme, Ankara: İmge Yayınları.
Bozdağ, İsmet (2006). Basın Kurt mu? Kuzu mu?, İstanbul: Emre Yayınları.
Bozkurt, Veysel (2000); Küreselleşmenin İnsani Yüzü, Bursa: Alfa Yayınları.
Bölügiray, Nevzat (1996). Anarşi ve Terör Nasıl Önlenir?, İstanbul: Tekin
Yayınları.
Brecher, Jeremy & Costello, Tim & Smith, Brendan (2002). Aşağıdan
Küreselleşme, Çev.: Berna Kurt & Zeynep Kutluata & Şirin Özgün
& Aysel Yıldırım, İstanbul: Aram Yayınları.
Brzezınski, Zbigniew (2001a). “Çok Yönlü Misilleme Lazım”, Der.: Mehmet
Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve
Savaş, Ankara: Ütopya Yayınları.
Brzezinski, Zbigniew (2001b). “Bir Siyasal Savaş Planı”, Der.: Metin Sever &
Ebru Kılıç, Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest Yayınları.
Brzezinski, Zbigniew (2005a). Büyük Satranç Tahtası, Çev.: Yelda Türedi,
İstanbul: İnkılap Yayınları.
Brzezinski, Zbigniew (2005b). Tercih; Küresel Hakimiyet mi? Küresel Liderlik
mi?, Çev.: Cem Küçük, İstanbul: İnkılap Yayınları.
197
Buhari, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail (1982). El-Cami’u’s Sahih, İstanbul:
Çağrı Yayınları, Cilt: I-VIII.
Bulut, Faik (2002). Hasan Sabbah Gerçeği, İstanbul: Berfin Yayınları.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi (1992). İstanbul: Milliyet Yayınları.
Cilt: 9, 22, 23.
Canbolat, İbrahim S. (2003). Savaş ve Barış arasında Dünya, İstanbul: Alfa-
Aktüel Yayınları.
Candansayar, Selçuk (2002). “Terörizm ve Psikiyatri”, Haz.: Cemal Güzel,
Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Cangızbay, Kadir (1998). “Globalleşme ve Kamusal Alan”, Der.: E. Fuat
Keyman & Ali Yaşar Sarıbay, Küreselleşme Sivil Toplum ve İslam,
Ankara: Vadi Yayınları.
Cangızbay, Kadir (2003). Globalleştirme Terörü, Ankara: Odak Yayınları.
Cemal, Hasan (2005); Cumhuriyeti Çok Sevmiştim, Doğan Kitap, İstanbul.
Cevizci, Ahmet (2002). Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yayınları.
Cevizci, Ahmet (2003). Felsefe Ansiklopedisi-1, İstanbul: Etik Yayınları.
Chomsky, Noam & Herman, Edward S. & Gerry, O’sullivan & George,
Alexander (1999). Terörizm Efsanesi, Çev.: Bahadır Sina Şener,
Ankara: Ayraç Yayınları.
Chomsky, Noam (2001a). “Amerikanında Bombalanması Lazım”, Der.: Mehmet
Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Chomsky, Noam (2001b). “Seni Besliyorum, Seni Öldürüyorum”, Der.: Mehmet
Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve
Savaş, Ankara: Ütopya Yayınları.
Chomsky, Noam (2001c). “Şimdi Karşımızda Daha Korkunç Olasılıklar Var”,
Der.: Mehmet Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terörizm,
Saldırganlık ve Savaş, Ankara: Ütopya Yayınları.
Chomsky, Noam (2002); Medya Gerçeği, Çev.: Abdullah Yılmaz, Osman
Akınhay, İstanbul: Everest Yayınları.
Chomsky, Noam (2003). İmparatorluğa Karşı Durmak, Çev: Nuri Ersoy,
İstanbul: Aram Yayınları.
198
Chomsky, Noam (2004). 11 Eylül ve Sonrası; Dünya Nereye Gidiyor?, Çev.:
Taylan Doğan, Nuri Ersoy, Ali Kerem, Mehmet Kara, İstanbul:
Aram Yayınları.
Chossudovsky, Michel (1999). Yoksulluğun Küreselleşmesi: IMF ve Dünya
Bankası Raporlarının İçyüzü, Çev.: Neşenur Domaniç, İstanbul:
Çivi Yazıları Yayınları.
Cirhinlioğlu, Zafer (2004). Terör ve Toplum, İstanbul: Gündoğan Yayınları.
Civelek, Mehmet Ali (2001a). Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve
Gerçeği, Ankara: Ütopya Yayınları.
Civelek, Mehmet Ali (2001b). Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık
ve Savaş, Ankara: Ütopya Yayınları.
Clautswitze, Carl Von (1999). Savaş Üzerine, Çev.: H. Fahri Çeliker, İstanbul:
Özne Yayınları.
Coady, C. A. J. (2005). “Terörün Ahlakı”, İstanbul: Cogito, 6-7, Kış-Bahar,
Yapı Kredi Yayınları.
Cooper, Robert (2005). Ulus Devletin Çöküşü, Çev.: Berrin Karahan, İstanbul:
Güncel Yayınları.
Coşar, Fatma Mansur (2000). Din Savaşları, İstanbul: Büke Yayınları.
Coştu, Yakup (2003). “Homojenlik ve Heterojenlik Arasında Küreselleşme Din
İlişkisi”, Ankara: İslamiyat, Cilt: 6, Sayı: 2.
Cüceloğlu, Doğan (1999). İnsan ve Davranışı, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Çaha, Ömer (2004). Açık Toplum Yazıları, Ankara: Liberte Yayınları.
Çalık, Mustafa (2006). Ermeni Soykırımı İddiaları, Ankara: Cedit Neşriyat.
Çeşme, Ahmet (2005). Psikolojik Hareket ve PKK, İstanbul: IQ Kültür-Sanat
Yayıncılık.
Çınar, Bekir (1997). Devlet Güvenliği, İstihbarat ve Terör, Ankara: Sam
Yayınları.
Çimen, Ali (2003). Echelon, İstanbul: Timaş Yayınları.
Çitlioğlu, Ercan (2001). Tahran-Ankara Hattında Hizbullah, Ankara: Ümit
Yayıncılık.
Çitlioğlu, Ercan (2005). Gri Tehdit: Terörizm, Ankara:Ümit Yayınları.
Çubukçu, Mete (2006). Ortadoğunun Yeniden İşgali, İstanbul: Kal-Kedon
Yayınları.
199
Çuhadar, Cengiz & Çoşar, Hakan (2003). “Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay ile
Küreselleşme Üzerine”, Ankara: Dini araştırmalar, Cilt: 6, Sayı:
17.
Delibaş, Kayhan (2004). “İslam Fundamentalizmden İslam Fobisine: Batı
Dünyasında Gelişmekte Olan Islamophobia, Yeni Bir Eşitsizlik
Kaynağı Olarak Görülebilir mi?”, Sakarya: Bilgi, Sosyal Bilimler
Dergisi, Sayı 9.
Demir, Ömer & Acar, Mustafa (1993). Sosyal Bilimler Sözlüğü, İstanbul: Ağaç
Yayınları.
Demirel, Emin (2002). Terör, İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık.
Demirer, Temel (2001a). “Tehlikeli Bir Labirent”, Der.: Mehmet Ali Civelek,
Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve Savaş, Ankara:
Ütopya Yayınları.
Demirer, Temel (2001b). “Terörist mi Dediniz? Küreselleşme ve Terör”, Der.:
Mehmet Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve
Gerçeği, Ankara: Ütopya Yayınları.
Demirer, Temel (2005). “Terör”, Editor: Fikret Başkaya Kavram Sözlüğü &
Söylem ve Gerçek, Ankara: Özgür Üniversite Yayınları.
Denker, M. Sami (1997). Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK, İstanbul:
Boğaziçi Yayınları.
Dökmeciyan, Hrair R. (1992). Arap Dünyasında Köktencilik, Çev.: Muhammed
Karahanoğlu, İstanbul: İlke Yayınları.
Dönmezer, Sulhi (1984). Kriminoloji, İstanbul: Filiz Kitabevi.
Dönmezer, Sulhi (1996). YORUM “Hukuk Devletinde Terör ve Örgütlü Suçla
Mücadele”, İstanbul: Umut Vakfı Yayınları.
Dönmezer, Sulhi (2005). “Çağdaş Toplumda Şiddet ve Mafia Suçları”, Cogito,
6-7, Kış-Bahar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Dursunoğlu, Alptekin (2005). Dördüncü Dünya Savaşı ve Ortadoğu, İstanbul:
Anka Yayınları.
Durugöl, Esma (2002). “Küreselleşme ve Toplumlar”, Haz.: İhsan Sezal,
Sosyolojiye Giriş, Ankara: Martı Yayınları.
Duverger, Maurice (2002). Metodoloji Açısından Sosyal Bilimlere Giriş, Çev.:
Ünsal Oskay, İstanbul: Bilgi Yayınevi.
200
Ebu Zehra, Muhammed (1983). İslam’da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Çev.: Hasan Karakaya & Kerim Aytekin, İstanbul: Hisar
Yayınevi.
Ecer, Ahmet Vehbi (2001). Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Ankara,
ASAM Yayınları.
Eco, Umberto (2001a). “Bahama Adalarını da Bombalar mıydık?”, Der.: Metin
Sever & Ebru Kılıç, Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest
Yayınları.
Eco, Umberto (2001b). “Tarih İki Uçlu Bir Kılıçtır”, Der.: Mehmet Ali Civelek,
Küreselleşme ve Terör II; Terör Kavramı ve Gerçeği, Ankara:
Ütopya Yayınları.
el-İsfehani, El-Hüseyin b. Muhammed er Rağıb el İsfehani (Tarihsiz). El
Müfredat fi Garibil Kur’an, Tahkik: Muhammed Seyyid Kilani,
Darul Marife, Beyrut.
Elliade, Mircae (1990). Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, Çev.: Mehmet
Aydın, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları No: 1236.
Emre, Halil Can (2004). “Guatemala: Orta Amerika’da Sonu Gelmeyen
İdeolojik Çatışma” Editörler: Kemal İnat & Burhaneddin Duran &
Muhittin Ataman, Dünya Çatışma Bölgeleri, Ankara: Nobel
Yayınları.
Ercan, Ferhan (1997). Dinsel Şiddet, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
Erdin, Murat (1999). Hizbullah ve Hamas, İstanbul: Sarmal Yayınları.
Ergil, Doğu (1980). Türkiye’de Terör ve Şiddet, Ankara: Turhan Kitabevi.
Erkal, Mustafa E. & Baloğlu, Burhan & Baloğlu, Filiz (1997). Ansiklopedik
Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: Der Yayınları.
Erkal, Mustafa E. (2003). “Küreselleşme, Değişme ve Dini Hayat”, Ankara: Dini
Araştırmalar, Cilt: 6, Sayı: 17.
Erkilet, Alev (2004). Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Ankara:
Hece Yayınları.
Ertekin, Bülent Aydın (2005). Amerikanın Küresel Hakimiyeti ve Saldırı Planı,
İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık.
Erten, Yavuz & Ardalı, Cahit (2005). “Saldırganlık, Şiddet ve Terörün
Psikososyal Yapıları”, Cogito, 6-7, Kış-Bahar, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
201
Eslen, Nejat (2005). Küresel Hamleler, Anahtar Stratejiler, Ankara: Tek Ağaç
Yayınları.
Esposito, John L. (2003). Kutsal Olmayan Savaş; İslamcı Terör, Çev.: Nuray
Yılmaz, Ertan Yılmaz, İstanbul: Oğlak Yayınları.
Eymür, Mehmet (2006). Sentez, İstanbul: Milenyum Yayınları.
ez-Zebidi, Muhammed Murteza el Hüsyn (1980). Tacul Arus, Tahkik: Abdus
Sabur Muhammed Harun, Cilt: IIV, Beyrut: Darul Hidaye.
Fahri, Macid (2004). İslam Ahlak Teorileri, Çev.: Muammer İskenderoğlu,
Atilla Arkan, İstanbul: Litera Yayıncılık.
Falk, Richard (2002a). Yırtıcı Kürselleşme: Bir Eleştiri, Çev.: Ali Çaksu,
İstanbul: Küre Yayınları.
Falk, Richard (2002b). “Son Dönem ABD Dış Politikasının Terörist Temelleri”,
Haz.: Cemal Güzel, Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara:
Ayraç Yayınevi. 304-331.
Falk, Richard (2003). Küreselleşme ve Din, Çev.: Hasan Tuncay Başoğlu,
İstanbul: Küre Yayınları.
Faraç, Mehmet (2001). Batmandan Beykoz’a Hizbullahın Kanlı Yolculuğu,
İstanbul: Günizi Yayınları.
Featherstone, Mike (2005). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Çev.: Mehmet
Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Fisk, Robert (2001). “ABD’ye Kim İnanır”, Der.: Mehmet Ali Civelek,
Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği, Ankara:
Ütopya Yayınları.
Fisk, Robert (2001a). “Canlı Bomba Aramızda”, Der.: Mehmet Ali Civelek,
Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve Savaş, Ankara:
Ütopya Yayınları.
Fisk, Robert (2001b). “Bush ve Bin Ladin’in Söylemi Aynı”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Fisk, Robert (2001c). “Savaş mı Adalet mi?”, Der.: Mehmet Ali Civelek,
Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve Savaş, Ankara:
Ütopya Yayınları.
202
Fisk, Robert (2001d). “Bu Savaş Teröre Karşı Değil, Amerikanın Düşmanlarına
Karşı Bir Savaştır”, Der.: Metin Sever, Ebru Kılıç; Düşmanını
Arayan Savaş, İstanbul: Everest Yayınları.
Fisk, Robert (2001e). “Batının Tecavüzcü ve Katil Müttefikleri”, Der.: Mehmet
Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Fisk, Robert (2001f). “Usame Bin Ladin, Terörün Babası Mı?”, Der.: Metin
Sever, Ebru Kılıç, Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest
Yayınları.
Fisk, Robert (2001g). “Bush Bir Kapana Doğru İlerliyor”, Der.: Metin Sever &
Ebru Kılıç; Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest Yayınları.
Fisk, Robert (2001h). “ABD İçin Savaşmamız İsteniyor”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Foster, John Bellamy (2005); İmparatorluk ve Yeni Emperyalizm, Çev.: Çiğdem
Çidamlı, İstanbul: Devin Yayınları.
Frankl, Victor E. (2000). İnsanın Anlam Arayışı, Çev.: S. Budak, Ankara:
Edesos Yayınları.
Friedman, Thomas (1999). Küreselleşmenin Geleceği, Çev.: Elif Özsayar,
İstanbul: Boyner Holding Yayınları.
From, Eric (1993). İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri-1, Çev.: Şükrü Alpagut,
İstanbul: Payel Yayınları.
From, Eric (1994). Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Çev.: Yurdanur Salman &
Nalan İçten, İstanbul: Payel Yayınları.
From, Eric (1995a). İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri-2, Çev.: Şükrü Alpagut,
İstanbul: Payel Yayınları.
From, Eric (1995b). Sevme Sanatı, Çev.; Yurdanur Salman, İstanbul: Payel
Yayınları.
From, Eric (1996). Özgürlükten Kaçış, Çev.; Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel
Yayınları.
Fukayama, Francis (2003). Tarihin Sonu Mu?, Der.: Mustafa Aydın, Ertan
Özensel, Ankara: Vadi Yayınları.
203
Galeano, Eduardo (2001). “Şeytan ve Meleğin Dansı”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
George, Bruce & Watson, Timothy (2002). “1992 Sonrası Terörizmle
Uluslararası Mücadele”, Haz.: Cemal Güzel, Silinen Yüzler
Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Gerger, Haluk (2004). Kan Tadı-Belgelerle ABD’nin Kanlı Tarihi, İstanbul:
Ceylan Yayınları.
Giddens, Anthony (1998). Modernliğin Sonuçları, Çev.: Ersin Kuşdil, İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Giddens, Anthony (2000a). Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Çev.: Osman
Akınhay, İstanbul: Alfa Yayınları.
Giddens, Anthony (2000b). Sosyoloji, Çev.: Hüseyin Özel, Cemal Güzel,
Ankara: Ayraç Yayınevi.
Giddens, Anthony (2001). Üçüncü Yol ve Eleştirileri, Çev.: Nihad Şad, Ankara:
Phoenix Yayınları.
Girard, Rene (2003). Şiddet ve Kutsal, Çev.: Nemciye Alpay, İstanbul: Kanat
Yayınları.
Göçeri, Nebahat (2004). Dini Grupların Eğitim Anlayışı, Adana: Karahan
Kitabevi.
Göka, Erol (2004). Topluluklar ve Zihniyetleri, Ankara: Odak Yayınları.
Gökçe, Birsen (1992). Toplumsal Bilimlerde Araştırma, Ankara: Savaş
Yayınları.
Gökdemir, Orhan (2005). Faili Meçhul Cinayetler Tarihi, İstanbul: Çivi Yazıları
Yayınları.
Grossman, Zoltan (2001). “Wounded Knee’den Afganistan’a… Yüz Yıllık ABD
Askeri Müdahaleleri”, Der.: Mehmet Ali Civelek, Küreselleşme ve
Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği, Ankara: Ütopya Yayınları.
Güçlü, Abdülbaki & Uzun, Erkan & Uzun, Serkan & Yolsal, Ümit Hüsrev
(2003). Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Günay, Ünver (1998). Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları.
Gündüz, Şinasi (1998). Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara, Vadi Yayınları.
Gündüz, Şinasi (2002). Dinsel Şiddet: Sevgi Söyleminden Şiddet Realitesine
Hristiyanlık, Samsun: Etüt Yayınları.
204
Güngör, Erol (1989). İslamın Bugünkü Meseleleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Gürsoy, Barış (2005). Soğuk Savaştan Günümüze Asimetrik Tehdit, İstanbul: IQ
Kültür Sanat Yayıncılık.
Güvenç, Nazım (1998). Küreselleşme ve Türkiye, İstanbul: BDS Yayınları.
Güzel, Cemal (2002). “Korkunun Korkusu: Terörizm”, Haz.: Cemal Güzel,
Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Hall, Stuart (1998). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”, Der.:
Anthony D. King; Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sitemi,
Çev.:Ümit Hüsrev Yolsal & Gülcan Seçkin, Ankara: Bilim Sanat
Yayınları.
Hamilton, Malcolm B. (2000). “Din ve Anlam”, Çev.: Vahap Taştan, Kayseri:
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 9.
Hard, Michael & Negri, Antonio (2002). İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Harvey, David (2004). Yeni Emperyalizm, Çev.: Hür Güldü, İstanbul: Everest
Yayınları.
Hazır, Hayati (2001). Siyasal Şiddet ve Terörizm, Ankara: Nobel Yayınları.
Helvacı, Nevzat (2002). “Şiddet, Yoksulluk ve İnsan Hakları (Silahlanma,
Savaş, Terör, İşkence)”, Editör: Yasemin Özdek; Yoksulluk, Şiddet
ve İnsan Hakları, Ankara: (TODAİE) Türkiye Ortadoğu Amme
İdaresi Enstitüsü, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi.
Heywood, Andrew (2006). Siyaset, Çev.:Bekir Berat Özipek & Bican Şahin &
Mete Yıldız & Zeynp Kopuzlu & Bahattin Seçilmişoğlu & Atilla
Yayla, Editör: Buğra Kalkan, Ankara: Liberte Yayınları.
Hoffer, Eric (1998). Kesin İnançlar, Çev.: Erkıl Günur, İstanbul: Toplum Bil-İM
Yayınları.
Hourani, Albert (1994). Batı Düşüncesinde İslam, Çev.: Celal A. Kanat,
İstanbul: Sarmal Yayınevi.
Huntington, Samuel P. (2001). “İslam Bütünleşebilmiş Değil”, Der.: Mehmet
Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terörizm Saldırganlık ve
Savaş, Ankara: Ütopya Yayınları.
Huntington, Samuel P. (2002). Medeniyetler Çatışması, Der.: Murat Yılmaz,
Ankara: Vadi Yayınları.
205
Işık, Kansu (1997). Emperyalizmin Yeni Masalı: Küreselleşme, Ankara: İmge
Yayınları.
İbn Manzur (1994). Lisanül Arab, Darus Sadr, Cilt: III, Beyrut.
İçli, Tülin Günşen (2002). “Toplumdan Kopuş: Suç ve Şiddet”, Haz.: İhsan
Sezal; Sosyolojiye Giriş, Ankara: Martı Yayınları.
İlhan, Suat (2002). Terör: Neden Türkiye?, Ankara: ASAM Yayınları.
İsen, Galip & Batmaz, Veysel (2006). Ben ve Toplum, İstanbul: Salyangoz
Yayınları.
Jameson, Fredric (2001). “Saldırının Tohumları, Amerikanın Sol’a Yönelik
Toplu Katliamlarında Aranmalıdır”, Der.: Metin Sever & Ebru
Kılıç, Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest Yayınları.
Karagöz, Emel Öztürk (2003). Max Weber’de Anlayış Sosyolojisi ve Din Olgusu,
İstanbul: Derin Yayınları.
Karasar, Niyazi (1998). Bilimsel Araştırma Yöntemi, Ankara: Nobel Yayın
Dağıtım.
Karlsson, Ingmar (2005). Din, Terör ve Hoşgörü, Çev.: Turhan Kayaoğlu,
İstanbul: Homer Kitabevi.
Kartopu, Saffet (2006). Dini Yaşayışta Hayatı Sorgulama, Adana: Çukurova
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi.
Kaynak, Mahir (1999). Komplo Yok, İstanbul: Timaş Yayınları.
Kaynak, Mahir (2003). Sil Baştan, İstanbul: Timaş Yayınları.
Keane, John (1998). Şiddetin Uzun Yüzyılı, Çev.: Bülent Peker, Ankara: Dost
Kitabevi.
Kefe, Patrick Radden (2006). Echelon- Dünyayı Dinleyen İstihbarat Örgütleri,
Çev.: Sinem Gül, İstanbul: Defne Yayınları.
Kehrer, Gühter (1992). Din Sosyolojisi, Çev.: Semahat Yüksel, İstanbul:
Kubbealtı Neşriyat.
Kehrer, Günter (1998). Din ve Toplum, Çev. ve Der.: Yasin Aktay & M. Emin
Köktaş, Ankara: Vadi Yayınları.
Keleş, Ruşen & Ünsal, Artun (2005). Kent ve Siyasal Şiddet, Cogito, 6-7, Kış-
Bahar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Kepel, Gilles (1992). Tanrının İntikamı, Çev.: Selma Kırmızı, İstanbul: İletişim
Yayınları.
206
Keyman, E. Fuat & Sarıbay, Ali Yaşar (1998a). Küreselleşme Sivil Toplum ve
İslam, Ankara: Vadi Yayınları.
Keyman, E. Fuat (1998b). “Globalleşme Söylemleri ve Kimlik Talepleri: Türban
Sorununu Anlamak”, Der.: E. Fuat Keyman & Ali Yaşar Sarıbay;
Küreselleşme Sivil Toplum ve İslam, Ankara: Vadi Yayınları.
Keyman, E. Fuat (1998c). “Globalleşme ve Türkiye: Radikal Demokrasi
Olasılığı”, Der.: E. Fuat Keyman & Ali Yaşar Sarıbay;
Küreselleşme Sivil Toplum ve İslam, Ankara: Vadi Yayınları.
Kışlalı, Mehmet Ali (1996). Güneydoğuda Düşük Yoğunluklu Çatışma, Ankara:
Ümit Yayınları.
Kızılçelik, Sezgin & Erjem, Yaşar (1994). Açıklamalı Sosyoloji Terimler
Sözlüğü, Ankara, Atilla Kitabevi.
Kızılçelik, Sezgin (1994). Sosyoloji Teorileri 1, Konya, Emre Yayınları.
Kızılçelik, Sezgin (2003). Küreselleşme ve Sosyal Bilimler, Ankara: Anı
Yayınları.
King, Anthony D. (1998). “Kültür Mekanları, Bilgi Mekanları”, Der.: Anthony
D. King; Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sitemi, Çev.:Ümit Hüsrev
Yolsal & Gülcan Seçkin, Ankara: Bilim Sanat Yayınları.
Kirman, Mehmet Ali (2004). Din Sosyolojisi Terimler Sözlüğü, İstanbul: Rağbet
Yayınları.
Kirman, Mehmet Ali (2005). Din ve Sekülerleşme, Adana: Karahan Kitabevi.
Klare, Michael T. (2004). Kaynak Savaşları, Çev.: Özge İnciler, İstanbul: Devin
Yayınları.
Knightley, Philip (2001). “Dezenformasyon Kampanyası”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Koçdemir, Kadir (2002). Küreselleşme, İstanbul:Ötüken Yayınları.
Kongar, Emre (2002). Küresel Terör ve Türkiye, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Köknel, Özcan (1996). Bireysel ve Toplumsal Şiddet, İstanbul: Altın Kitaplar
Yayınları.
Köylü, Mustafa (2002). “Küresel Bir Sorun Olarak Savaş Endüstri ve Dengesiz
Ekonomik Dağılım”, Editör: Yasemin Özdek, Yoksulluk, Şiddet ve
İnsan Hakları, Ankara: TODAİE Yayınları.
207
Kuçuradi, İoanna (2002). “İnsan Haklarından Devlet Kavramına”, Haz.: Cemal
Güzel, Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi
Kurt, Şahin (1998). Uygulamada Terör Suçları ve İlgili Mevzuat, Ankara:
Seçkin Yayınevi.
Laquer, Walter (2002a). “Bomba Felsefesi”, Haz.: Cemal Güzel, Silinen Yüzler
Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Laquer, Walter (2002b). “Terörizmin Yorumlanması”, Haz.: Cemal Güzel,
Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Long, David E. (2002). “Terörist Davranışı Anlamak”, Haz.: Cemal Güzel,
Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Luckmann, Thomas (2003). Görünmeyen Din / Modern Toplumda Din
Problemi, Çev.: Ali Coşkun, Fuat Aydın, İstanbul: Rağbet
Yayınları.
Mahçupyan, Etyen (1997). “Devlet-Liberalizm ve Kapitalizm”, Doğu-Batı
Dergisi, Ankara: Sayı:1, FSK Yayıncılık.
Mamdani, Mahmood (2005). İyi Müslüman Kötü Müslüman, Çev.: Sevinç
Altınçekiç, İstanbul: 1001 Kitap Yayınları.
Manaz, Abdullah (2005). Türkiye’ye Yönelik Terör Odakları, İstanbul: IQ
Kültür-Sanat Yayıncılık.
Mango, Andrew (2005). Türkiye’nin Terörle Savaşı, Çev.: Orhan Azizoğlu,
İstanbul: Doğan Kitap.
Marshall, Gordon (2003). Sosyoloji Sözlüğü, Çev.: Osman Akınhay, Derya
Kömürcü, Ankara: Bilim-Sanat Yayınları.
McGowan, David, Amerikan Faşizmi, Çev.: M. Bahadır Gülle, İstanbul: Okul
Yayınları.
Medjalkova, Anna (2003). Kim Korkar Küreselleşmeden, Çev.: Ahmet Hüseyin.
Mensching, Gustav (1994). Dini Sosyoloji, Çev.: Mehmet Aydın, Konya: Din
Bilimleri Yayınları.
Mercan, Şeref (2006). Dünya Tarihini Etkileyen Gizli Örgütler ve Tarikatlar,
İstanbul: Nokta Kitap.
Mısır, Mustafa Bayram (2005). “Postmodernizm”, Editor: Fikret Başkaya;
Kavram Sözlüğü & Söylem ve Gerçek, Ankara: Özgür Üniversite
Yayınları.
208
Morris, Brıan (2004). Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev.: Tayfun Atay,
İstanbul: İmge Kitabevi.
Moses, Rafael (2005). “Şiddet Nerede Başlıyor?”, Cogito, 6-7, Kış-Bahar,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Müslim, Ebu’l Huseyn Müslim b. Haccac el-Kuşeyri (1982). El-Cami’u’s Sahih,
Tahkik: M. Fuad Abdülbaki, İstanbul: Çağrı Yayınları, Cilt: I-III.
Nietzsche, Friedrich (1999). Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev.: A. Turan Oflazoğlu,
İstanbul: Cem Yayınevi.
Noth, Albrecht (1999). Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta Kutsal Savaş ve
Mücadele, Çev.: İhsan Çatay, İstanbul: Özne Yayınları.
Oran, Baskın (2000). Küreselleşme ve Azınlıklar, Ankara: İmaj Yayınları.
Önder, Ali Tayyar (2002). Türkiye’nin Etnik Yapısı, İstanbul: Pozitif Yayınları.
Önder, Tuncay (2003). Ekoloji, Toplum ve Siyaset, Ankara: Odak Yayınları.
Örgün, Faruk (2001). Küresel Terör, İstanbul: Okumuş Adam Yayınları. s: 16.
Özakıncı, Cengiz (2005). Euro-Dolar Savaşı, İstanbul. Otopsi Yayınları.
Özbudun, Sibel (2001a). “Modern Dünyadaki Cadı Avı”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Özbudun, Sibel (2001b). “Uygarlıklar/Dinler Çatışması mı?”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve
Savaş, Ankara: Ütopya Yayınları.
Özbudun, Sibel (2002). Küresel Bir “Yoksulluk Kültürü” Mü?, Editör: Yasemin
Özdek; Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, Ankara: TODAİE
Yayınları.
Özcan, Nihat Ali (1997). PKK Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi, Ankara: ASAM
Yayınları.
Özdağ, Ümit (2005). Türkiye’de Düşük Yoğunluklu Çatışma ve PKK, Ankara: 3
OK Yayıncılık.
Özdek, Yasemin (2002). “Küresel Yoksulluk ve Küresel Şiddet Kıskacında
İnsan Hakları”, Editör: Yasemin Özdek, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan
Hakları, Ankara: TODAİE Yayınları.
Özkan, A. Rafet (2006). Kıyamet Tarikatları ve Yeni Dini Hareketler, İstanbul:
IQ Kültür Sanat Yayıncılık.
209
Özmen, Süleyman (2002). Ortadoğu’da Etnik, Dini Çatışmalar ve İsrail,
İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık.
Öztürk, Osman Metin (2000). “Avrupa ve Ortadoğu Ülkelerinin Terör
Karşısındaki Konumları”, Der: Ümit Özdağ & Osman Metin
Öztürk, ASAM Yayınları.
Paul Hirst, & Thomson, Graheme (2000). Küreselleşme Sorgulanıyor, Çev.:
Çağla Erdem, Elif Yücel, Ankara: Dost Kitabevi.
Pazarlı, Osman (1982). Din Psikolojisi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Perşembe, Erkan (1991). Toplumsa Değişme ve Din İlişkileri Üzerine, Samsun:
O.M.Ü.İ.F. Yayınları, V. Sayı.
Pilger, John (2001a). Peki ya “Değersiz Kurbanlar”lar, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve
Savaş, Ankara: Ütopya Yayınevi.
Pilger, John (2001b). “Beklemiyorduk Ama Kapı Çalındı Sonunda”, Der.:
Mehmet Ali Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve
Gerçeği, Ankara: Ütopya Yayınlar.
Poloma, Margaret M. (1993). Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev.: Hayriye Erbaş,
Ankara: Gündoğan Yayınları.
Ponting, Clive (2000). Dünyanın Yeşil Tarihi – Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü,
Çev.: Ayşe Başçı Sander, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
Ramonet, Ignacıo (2001). “Muhalif”, Der.: Mehmet Ali Civelek, Küreselleşme
ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği, Ankara: Ütopya Yayınları.
Riches, David (1989). Antropolojik Açıdan Şiddet, Çev.: Dilek Hattatoğlu,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Ritzer, George (1998). Toplumun McDonaldlaştırılması, Çev.: Şen Süer Kaya,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Robertson, Roland (1996). “Glokalleşme: Zaman-Mekan ve Homojenlik-
Heterojenlik”, Der.: Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay;
Postmodernizm ve İslam-Küreselleşme ve Oryantalizm, Ankara:
Vadi Yayınları.
Robertson, Roland (1999). Küreselleşme-Toplum Kuramı ve Küresel Kültür,
Çev.: Ümit Hüsrev Yolsal & Gülcan Seçkin, Ankara: Bilim Sanat
Yayınları.
210
Roy, Arundhati (2001a). “Sonsuz Adaletin Matematiği”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör II; Terörizm, Saldırganlık ve
Savaş, Ankara: Ütopya Yayınevi.
Roy, Arundhti (2001). “Lütfen Savaşı Durdurun”, Der.: Mehmet Ali Civelek,
Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği, Ankara:
Ütopya Yayınevi.
Roy, Oliver (1995). Siyasal İslamın İflası, Çev.: Cüneyt Akalın, İstanbul: 1995.
Roy, Oliver (2003). Küreselleşen İslam, Çev.: Haldun Bayrı, İstanbul: Metis
Yayınları.
Runciman, Steven (2005). Haçlı Seferleri, İstanbul: Nokta Kitap.
Said, Edward (2001). “İslam ve Batı Yetersiz Bayraklardır”, Der.: Metin Sever
& Ebru Kılıç, Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest
Yayınları.
Said, Edward (2001a). “Kuşkuculuğun Zorunluluğu, Tepkiler ve Geriye İz
Sürme”, Der.: Metin Sever & Ebru Kılıç, Düşmanını Arayan Savaş,
İstanbul: Everest Yayınları.
Said, Edward (2002). “Barış Süreci Çifte Standarttan İbaret”, Der.: Yücel
Demirer & Sibel Özbudun, İsyanın Adı: Filistin-İntifada
Kazanacak, Ankara: Ütopya Yayınevi.
Said, Edward W. (2004). Şarkiyatçılık & Batı’nın Şark Anlayışları, Çev.: Berna
Ülner, İstanbul: Metis Yayıncılık.
Sarıbay, Ali Yaşar (1998a). Türkiye’de Demokrasi ve Sivil Toplum, Ankara:
Vadi Yayınları.
Sarıbay, Ali Yaşar (1998b). “Küreselleşme, Potsmodern Uluslaşma ve İslam”,
Der.: E. Fuat Keyman & Ali Yaşar Sarıbay; Küreselleşme Sivil
Toplum ve İslam, Ankara: Vadi Yayınları.
Sever, Metin (2001). “Şiddet ile Demokrasi Arasındaki Dünya”, Der.: Metin
Sever, Ebru Kılıç, Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest
Yayınları.
Sezen, Yümni (1990). Sosyolojide ve Din Sosyolojisinde Temel Bilgiler ve
Tartışmalar, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları No: 39.
Sezen, Yümni (1998). Sosyoloji Açısından Din, İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, No: 22.
211
Sezen, Yümni (2004). İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İstanbul: İz Yayıncılık.
Shayegan, Daryush (1991). Yaralı Bilinç, Çev.: Haldun Bayrı, İstanbul: Metis
Yayınları.
Spranger, Eduard (2001). İnsan Tipleri, Çev.: Ahmet Aydoğan, İstanbul: İz
Yayıncılık.
Sontag, Susan (2001). “Katiller Korkak Değildi”, Der.: Metin Sever & Ebru
Kılıç; Düşmanını Arayan Savaş, İstanbul: Everest Yayınları.
Soros, George (2005). Amerikan Üstünlüğünün Hayali, Çev.: Doğan Selçuk
Öztürk, İstanbul: Truva Yayınları.
Soyak, Alkan (2002). Küreselleşme, İstanbul: OM Yayınları.
Sökmen, Müge Gürsoy (2006). Irak Dünya Mahkemesi & Nihai İstanbul
Oturumu, İstanbul: Metis Yayınları.
Şahin, Adil (2001). İslam ve Sosyoloji, İstanbul: Bilge Yayıncılı.
Şaylan, Gencay (2003). Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni işlevi, Ankara:
İmge Kitapevi.
Şehirli, Atilla (2000). Türkiye’de Bölücü Terör Hareketleri, İstanbul: Burak
Yayınları.
Şen, Sabahattin (1993). Ortadoğu’da Terör & Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu,
İstanbul: Bağlam Yayınları.
Şen, Y. Furkan (2004). Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik ve Ulus Trendleri,
Ankara: Yargı Yayınları.
Şerif, Muzaffer & Şerif, Carolayn W. (1996). Sosyal Psikolojiye Giriş I-II, Çev.:
Mustafa Atakay & Aysun Yavuz, İstanbul: Sosyal Yayınları.
Taplamacıoğlu, Mehmet (1983). Din Sosyolojisi, Ankara: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları No: 156.
Tapper, Richard (1993). Çağdaş Türkiye’de İslam, Çev.: Özden Arıkan,
İstanbul: Sarmal Yayınevi
Tarhan, Nevzat (2003). Psikolojik Savaş & Gri Propaganda, İstanbul: Timaş
Yayınları.
Testas, Guy & Testas, Jean (2003). Engizisyon: Ortaçağ Hıristiyan Dünyasında
Dinsel Şiddet, Çev.: Ali Erbaş, İstanbul: İnsan Yayınları.
Tezcan, Mahmut (1984). Sosyal ve Kültürel Değişme, Ankara: Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, No: 129.
Tezcan, Mahmut (1995). Toplumsal Değişme, Ankara: Feryal Matbaası.
212
The Oxford English-Turkish Dictionary (1991). Oxford-İnkılap Yayınları, 1991
İstanbul.
Thompson, Grahame & Hırst, Paul (2003). Küreselleşme Sorgulanıyor, Çev.:
Çağla Erdem & Elif Yücel, Ankara: Dost Kitabevi.
Thompson, Ian (2004). Odaktaki Sosyoloji–Din Sosyolojisine Giriş, Çev.: Bekir
Zakir Çoban, İstanbul: Birey Yayıncılık.
Thurow, Lester C. (1997). Kapitalizmin Geleceği, Çev.: M: Küpüşoğlu, İstanbul:
Sabah Kitapları.
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa (1981). Sünen, İstanbul: Çağrı Yayınları,
Cilt: I-V.
Tood, Paul & Bloch, Jonathan (2006). Küresel İstihbarat, Çev.: Enver Günsel,
İstanbul: Truva Yayınları.
Turan, Ömer (2002). İslami Hareketler & Tarihi, Fikir Örgüsü ve Metodları,
İstanbul, (ISBN: 975-92554-0-5).
Turhan, Talat (1999). Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri,
İstanbul: Sorun Yayınları.
Turner, Bryan S. (1997). Max Weber ve İslam, Çev.: Yasin Aktay, Ankara: Vadi
Yayınları.
Turner, Bryan S. (2002). Oryantalizm Postmodernizm ve Globalizm, Çev.:
İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul: Anka Yayınları.
Tümer, Günay & Küçük, Abdurrahman (1997). Dinler Tarihi, Ankara: Ocak
Yayınları.
Türkdoğan, Orhan (1996). Sosyal Şiddet ve Türkiye Gerçeği, İstanbul: Timaş
Yayınları.
Usta, Niyazi (2003). “Küreselleşme ve Din”, Dini Araştırmalar, Ankara: Cilt: 6,
Sayı: 17.
Uşak, Cemal (2003). Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme,
İstanbul: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları. 5. Abant
Toplantısı.
Ünsal, Artun (2003). Anadolu’da Kan Davası, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Vatandaş, Aydoğan (2003). Armagedon Türkiye İsrail Gizli Savaşı, İstanbul:
Timaş Yayınları.
Volkan, Vamık D. (1999). Kanbağı Etnik Gururdan Etnik Teröre, İstanbul:
Bağlam Yayınları.
213
Volkan, Vamık D. (2005). Körü Körüne İnanç (Kriz ve Terör Dönemlerinde
Geniş Gruplar ve Liderleri), Çev.: Özgür Karaçam, İstanbul:
Okuyanus Yayınları.
Wach, Joachim (1995). Din Sosyolojisi, Çev.: Ünver Günay, İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları No: 98.
Wallerstein, Imanuel & Frank, A. G. & Arrighi, G. & Amin, Samir (1984).
Genel Bunalımın Dinamikleri, Çev.: F. Akar, İstanbul: Belge
Yayınları.
Wallerstein, Immanuel (2001). “11 Eylül 2001, Niçin?”, Der.: Mehmet Ali
Civelek, Küreselleşme ve Terör I; Terör Kavramı ve Gerçeği,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Wallerstein, Immanuel (2004). Amerikan Gücünün Gerileyişi: Kaotik Bir
Dünyada ABD, Çev.: Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları.
Wallerstein, Immanuel (2005). Modern Küresel-Sistem, Çev.: M. Kürşad Atalar,
İstanbul: Pınar Yayınları.
Watt, W. Montgomery: (1997). İslami Hareketler ve Modernlik, Çev.: Turan
Koç, İstanbul: İz Yayıncılık.
Wilkinson, Paul (2002a). “Terör ve Terörizm: Kavramlar, Özellikler ve
Tipoloji”, Haz.: Cemal Güzel, Silinen Yüzler Karşısında Terör,
Ankara: Ayraç Yayınevi.
Wilkinson, Paul (2002b). “Terörist İdeolojiler ve İnançlar”, Haz.: Cemal Güzel,
Silinen Yüzler Karşısında Terör, Ankara: Ayraç Yayınevi.
Yalom, Irwin (2001). Varoluşçu Psikoterapi, Çev.: Z. İ. Babayiğit, İstanbul:
Kabalcı Yayınevi.
Yalvaç, Gürsel (2005). TC Anayasası (TCK, CMK, CGTİK), İstanbul: Adalet
Yayınları.
Yapıcı, Asım (2004). Biz ve Onlar: Din Kimlik ve Önyargı, Adana: Karahan
Kitabevi.
Yaraşır, Volkan (2005). İmparatorluğun Yeni Av Sahaları, İstanbul: Kurumsal
Kitaplık-Mefisto Yayınları.
Yavuz, Kerim (1982). “Din Psikolojisinin Araştırma Alanları”, Erzurum:
Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 5.
Yazır, Elmalılı M. Hamdi (1992). Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Azim
Yayınları, Cilt: 1.
214
Yıldırım, Mustafa (2005). Sivil Örümceğin Ağında, Ankara: Ulus Dağı
Yayınları.
Yılmaz, Aytekin (2003). Çağdaş Siyasal Akımlar, Ankara: Vadi Yayınları.
Yılmaz, Aytekin (2004). İkinci Küreselleşme Dalgası, Ankara: Vadi Yayınları.
Yusufoğlu, Yalçın (2005). Küreselleşme-Emperyalizm, İstanbul: Belge
Yayınları.
Zileli, Gün (2005). “Anarşizm”, Editor: Fikret Başkaya; Kavram Sözlüğü &
Söylem ve Gerçek, Ankara: Özgür Üniversite Yayınları.
Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali (1994). Elmalılı M. Hamdi Yazır, İstanbul:
Huzur Yayınları.
Kitab-ı Mukaddes (1976). İstanbul: Ser Ofset, Kitab-ı Mukaddes Şirketi.
Gazeteler
Cumhuriyet
Milliyet
Radikal
Zaman
www.sanalterör.gen.tr
215
ÖZGEÇMİŞ
KİŞİSEL BİLGİLER
Adı Soyadı : Hüseyin SALUR
Doğum Yeri ve Yılı : Mardin -1978
Medeni durumu : Evli
Adres : Yeniyurt Mah. 33. Sok. No: 1. Seyhan / Adana
Telefon : 0505 2617524
E mail : [email protected]
EĞİTİM DURUMU
2002-2006 Yüksek Lisans, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Adana.
1996-2001 Lisans, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Adana.
1992-1996 Lise, İmam Hatip Lisesi, Diyarbakır.
1989-1992 Ortaokul, İmam Hatip Lisesi, Diyarbakır.
1984-1989 İlkokul, Birlik İlköğretim Okulu, Diyarbakır.
Yabancı Dil : Arapça, İngilizce.
İş Durumu : İşsiz.