t.c. ankara Ün Đvers Đtes Đ sosyal b …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/4193/4673.pdfve ad hoc...
TRANSCRIPT
T.C.
ANKARA ÜN ĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER ANABĐLĐM DALI
OSMANLI ĐMPARATORLU ĞU’NDA
SÜREKLĐ DĐPLOMASĐ’YE GEÇ ĐŞ SÜRECĐ
Doktora Tezi
Gökhan Erdem
Ankara, 2008
T.C.
ANKARA ÜN ĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER ANABĐLĐM DALI
OSMANLI ĐMPARATORLU ĞU’NDA
SÜREKLĐ DĐPLOMASĐ’YE GEÇ ĐŞ SÜRECĐ
Doktora Tezi
Gökhan Erdem
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu
Ankara, 2008
i
ĐÇĐNDEKĐLER
GĐRĐŞ………………………………………………………………………………………..1
I. BÖLÜM:
DĐPLOMASĐ’NĐN TARĐHSEL GEL ĐŞĐMĐ .................................................................7
A) AD HOC DÖNEM.................................................................................................7
1- Diplomasi’nin Ortaya Çıkışı ............................................................................7
2- Ad Hoc Diplomasi Kavramı .............................................................................8
3- Antik Yunan’da Diplomasi...............................................................................9
4- Roma Đmparatorluğu’nda Diplomasi ..............................................................13
5- Bizans Đmparatorluğu’nda Diplomasi.............................................................19
6- Çin Đmparatorluğu’nda Diplomasi ve Evrimi.................................................26
7- Japonya’da Diplomasi ve Evrimi ...................................................................41
8- Đran’da Diplomasi ve Evrimi ..........................................................................51
B) SÜREKLĐ DĐPLOMASĐ’YE GEÇĐŞ ..................................................................69
1- Sürekli Diplomasi Kavramı ...........................................................................69
2- Sürekli Diplomasi’ye Geçişin Nedenleri ........................................................71
a) Siyasal Etkenler…………………………………………………………..71
i) Dış Siyasal Etkenler……………………………………………………71
ii) Đç Siyasal Etkenler……………………..………………………..…….74
b) Ekonomik Etkenler………………………………………………………80
c) Kültürel Etkenler………………………………………………………....84
d) Dinsel Etkenler…………………………………………………………..86
e) Tarihsel Etkenler…………………………………………………………89
3-Sürekli Diplomasi Anlayışının Doğuşu ve Gelişimi………………….……..93
a) Sürekli Diplomasi’ye Geçiş Öncesi Diplomasi’nin Đşleyişi………....…..93
b) Sürekli Diplomasi’ye Geçişin Gerçekleşmesi……………….…….…….98
c) Sürekli Diplomasi Anlayışı’nın Avrupa’ya Yayılışı……………...……..99
ii
II. BÖLÜM:
OSMANLI ĐMPARATORLU ĞU’NDA D ĐPLOMASĐ VE EVRĐMĐ…………....103
A) AD HOC DÖNEM: GELENEKSEL OSMANLI DĐPLOMASĐSĐ………….106
1- Kurumsal Boyut………………………………………………………….106
a) 1299–1453 Dönemi…………………………………………………...106
b) 1453–1699 Dönemi……………………………………………………108
c) 1699–1793 Dönemi……………………………………………………116
2- Üslup Boyutu……………………………………………………………..127
a) 1299–1453 Dönemi……………………………………………………127
i) Osmanlı Diplomasi Anlayışı’nın Teorik Kaynağı Olarak Đslam……128
ii) Gaza/Gazi Devleti Tezi…………………………………………….132
iii) Diplomasinin Yürütülmesi………………………………………...137
b) 1453–1699 Dönemi……………………………………………………141
c) 1699–1793 Dönemi……………………………………………………163
B) OSMANLI DĐPLOMASĐSĐ’NDE DÖNÜŞÜM………………………….….185
1- Sürekli Diplomasi’ye Geçişi Sağlayan Etkenler…………………………185
a) Dış Etkenler ( Uluslararası Konjonktür)………………………………185
i) Siyasal Konjonktür…………………………………………………185
ii) Ekonomik Konjonktür……………………………………………..192
iii) “Do ğu Sorunu”nun Ortaya Çıkışı…………………………………197
b) Đç Etkenler…………………………………………………………….206
i) Đmparatorluğun Çöküş Sürecine Girmesi…………………………..206
- Güçsüzlüğün Farkına Varma:1768 Öncesi Barış Politikası…..…..206
- “Doğu Sorunu”nun Yarattığı Kırılma…………………………….210
- Güçsüzlüğe Karşı Bir Araç/Çare Olarak Diplomasi………………223
ii) Modernleşme………………………………………………………267
iii) Sivil Bürokrasinin Yükselişi…………………………………….. 278
2- Sürekli Diplomasi’nin Oluşturulması……………………………………285
a) Đlk Sürekli Elçiliğin Açılması Đçin Đngiltere’nin Seçilmesi ve
Nedenleri ...…………………………………………………………..286
b) Đlk Sürekli Elçiliğin Kurulma Hazırlıkları……………….……………290
i) Mehmet Raşit Efendi-Ainslie Görüşmesi……………………….….290
iii
ii) Sürekli Diplomasi’yle Đlgili Đlkelerin Belirlenmesi ve Đlk Elçilik
Heyetinin Oluşturulması……………………………………….….295
3- Đlk Đkamet Elçilikleri ve Faaliyetleri…………………………………….301
a) Londra Büyükelçiliği……………………………………………...….301
i) Yusuf Agah Efendi Dönemi……………………………………….301
ii) Đsmail Ferruh Efendi Dönemi……………………………………..320
b) Paris Büyükelçiliği…………………………………………………...330
i) Seyyid Ali Efendi Dönemi………………………………………...330
ii) Mehmet Sait Halet Efendi Dönemi……………………………….338
iii) Abdurrahim Muhib Efendi Dönemi……………………………...347
c) Berlin Büyükelçiliği (Ali Aziz Efendi)………………………………356
d) Viyana Büyükelçiliği (Đbrahim Afif Efendi)………………………....360
4- Sürekli Diplomasi’nin Kesintiye Uğraması……………………………..362
a) Sürekli Diplomasi’nin Kesintiye Uğramasının Nedenleri…………....363
i) Avrupa Diplomasisine Duyulan Güvensizlik………………………363
ii) Avrupa Devletleri’nin Tutumu…………………………………….364
iii) Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đç Sorunları…………………………366
- Genel Sorunlar…………………………………………………..366
- Yunan Đsyanı…. .………………………………………………..368
b) Sürekli Diplomasi’ye Geçişin Osmanlı Diplomasisi’ne Etkileri……..371
i) Diplomasi Anlayışının Değişmesi………………………………….371
ii) Yabancı Elçilere Muamelenin Değişmesi…………………………373
iii) Diplomasi Teşkilatının Gelişmesi………………………………...376
c) Sürekli Diplomasi-Osmanlı/Türk Modernleşmesi Etkileşimi………..378
5- Ara Dönem: Ad Hoc Anlayışın “Restorasyonu”?.....................................381
6- Sürekli Diplomasi’ye Kesintisiz Geçiş: Osmanlı Diplomasisi’nin
Modernleşmesi…………………………………………………………..386
a) Đkamet Elçiliklerinin Yeniden Açılması………………………………386
b) Hariciye Nezareti’nin Kurulması……………………………….…….389
SONUÇ ...........................................................................................................................393
KAYNAKÇA .................................................................................................................402
ÖZET .............................................................................................................................430
ABSTRACT ...................................................................................................................431
1
GĐRĐŞ
Siyasi Tarih çalışmaları, esas olarak, devletler arasındaki diplomatik ili şkileri
ele almaktadır. Aynı oranda olmasa da, bizatihi “diplomasi”nin tarihi de Siyasi Tarih
disiplininin araştırma alanı içindedir. Nitekim, diplomasinin kurumsal ve üslup
boyutlarında gelişiminin incelendiği çok sayıda Siyasi Tarih çalışması
bulunmaktadır.
Tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı Devleti’nin siyasi
tarihi, gerek Türkçe, gerek yabancı literatürde en fazla ele alınan konulardan biridir.
Osmanlı diplomasisinin tarihi üzerine çalışmalar ise –yukarıda belirtilen duruma
uygun biçimde- daha azdır.
Son yıllarda, Osmanlı diplomasisinin tarihiyle ilgili çalışmalar, gene de
önemli ölçüde artmıştır.
Sözkonusu çalışmaların bir kısmında Osmanlı diplomasisinin kurumsal
gelişimi incelenirken, bir bölümünde ise diplomasi anlayışı, diplomasinin
yürütülmesi ve diplomatik usuller gibi, diplomasinin üslup boyutuyla ilgili konular
ele alınmıştır. Diplomasiyi her iki boyutuyla inceleyen çalışmalar da mevcuttur.
Dünyada ve Türkiye’de Osmanlı diplomasisi hakkındaki çalışmalar, uzun
süre “geleneksel” ya da “ortodoks” olarak adlandırılabilecek bir yaklaşıma
dayanmaktaydı. Bu yaklaşım, Osmanlı Đmparatorluğu’nu bir din devleti konumunda
ele almakta ve onu dinî motiflerle şekillenen “kaba bir savaş makinası” olarak
görmekteydi.
Sözkonusu yaklaşıma sahip yazarlar, Osmanlı Đmparatorluğu’nda
diplomasinin çok uzun süre gelişmediğini ileri sürmekteydiler. Bu eğilimdeki
araştırmacılara göre, devlet, güçlü olduğu dönemlerde diplomasiye önem
vermemiştir. Yine onlara göre, bu dönemlerde esas olan askeri güç kullanımıdır.
2
Osmanlı Đmparatorluğu’nda diplomasinin gelişmesi için, devletin gücünü kaybetmesi
ve mevcudiyetini sürdürebilmek için diplomasiye muhtaç hale gelmesi gerekmiştir.
Bu yaklaşımdaki yazarlara göre, Đslam da, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Batılı
Hıristiyan ülkelerle ilişkilerini büyük oranda sınırlandıran, dolayısıyla diplomasinin
gelişmesini engelleyen bir etki yapmıştır. Çünkü, sözkonusu araştırmacılara göre,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun dış dünyaya bakışı mutlak bir Müslüman-Gayrımüslim
ayrımına dayanmaktadır.
Sözkonusu araştırmacılar, Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye,
bu diplomasi anlayışının/uygulamasının ortaya çıktığı tarihten yaklaşık 350 yıl sonra
geçmesini de, Osmanlı yöneticilerinin diplomasiye önem vermemelerine örnek
göstermektedirler. Bu araştırmacılara göre, dini ve askeri saiklerce belirlenen
Osmanlı diplomasi anlayışı ve uygulamaları, sürekli diplomasiye geçişi ve Osmanlı
diplomasisinin modernleşmesini çok uzun süre geciktirmiştir.
Son yıllarda “geleneksel” ya da “ortodoks” yaklaşım, yerini “revizyonist”
veya “heterodoks” olarak adlandırılabilecek yeni bir bakış açısına bırakmaya
başlamıştır. Akademik çevrelerde daha fazla kabul gören bu yaklaşıma sahip
araştırmacılar, Osmanlı Đmparatorluğu’nun tamamen dine dayalı “kaba bir savaş
makinası” olarak ele alınmasını eleştirmektedirler. Revizyonist yaklaşım, öncelikle,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun toplumsal ve siyasal yaşamında Đslam’ın tek belirleyici
olgu olduğu varsayımını reddetmektedir. Ayrıca, Osmanlı toplumsal ve siyasal
örgütlenmesinde Đslam’dan sonra ikinci temel belirleyicinin askeri yapı olduğu
varsayımını da kabul etmemektedir.
Revizyonist ya da heterodoks yaklaşımdaki yazarlara göre, Osmanlı
diplomasisi, mutlak anlamda din tarafından belirlenen bir olgu değildir. Osmanlı
Đmparatorluğu ile Batı dünyası arasında Müslüman-Gayrımüslim ayrımına dayanan
3
bir “demirperde” yoktur. Osmanlı yöneticilerinin Batı’ya bakışı, sadece dini ve
askeri saiklerle belirlenen gaza ve fütühat anlayışı çerçevesinde şekillenmemiştir.
Osmanlı yöneticileri gerek kuruluş, gerek yükseliş, gerekse duraklama dönemlerinde
Hıristiyan devletlerle siyasi, ticari, kültürel vb. ili şkiler kurmaktan kaçınmamışlardır.
Sözkonusu yazarlar Osmanlı diplomasi anlayışının kendine özgü niteliklerini
vurgulayarak, Osmanlı diplomasisinin gelişmişlik düzeyinin sadece sürekli
diplomasiye geçilip geçilmediği ölçütüyle belirlenmesini de eleştirmektedirler.
Đşte bu tezde, yukarıda ele alınan iki yaklaşımdan ikincisi çerçevesinde,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçiş süreci incelenmeye
çalışılacaktır.
Tezin dayandığı temel varsayım ise şudur:
Osmanlı Đmparatorluğu, kurulduğu tarihten itibaren diplomasiye önem
vermiştir. Diplomasi, devletin büyük bir imparatorluğa dönüştüğü özellikle 16.
yüzyıldan itibaren, daha önce tarih sahnesine çıkmış büyük imparatorluklarda olduğu
gibi “üniversalist” bir anlayışla yürütülmeye başlamıştır. Bu anlayış, devletin eski
gücünü kaybettiği 18. yüzyılın başlarından itibaren tedrici bir biçimde değişecektir.
Değişim, 18. yüzyıl sonunda sürekli diplomasiye geçişle yeni bir boyut kazanacaktır.
Osmanlı yöneticileri, sürekli diplomasiyi siyasal amaçlarla olduğu kadar, girilen
reform sürecini beslemesi için de benimsemişlerdir. Bu durum, Osmanlı
yöneticilerinin Osmanlı uygarlığının ve devletinin mutlak üstünlüğü düşüncesinden
ve söyleminden vazgeçmelerinin hem bir sonucudur, hem de en somut
göstergelerinden biridir. Đkamet elçilikleri de reform isteğinin bir sonucu olarak
kurulmuştur. Đkamet elçilikleri zamanla modernleşme sürecini besleyen en önemli
unsurlardan biri haline gelmişlerdir. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren, sürekli
diplomasi ve modernleşme, birbirlerini besleyen olgular/dinamikler olmuşlardır.
4
Osmanlı Đmparatorluğu’nun büyük bir siyasal, ekonomik ve askeri güce sahip
olmasına, gelişmiş bürokrasisine ve köklü devlet geleneğine rağmen, sürekli
diplomasiye geç bir tarihte geçmesi dikkat çekicidir. Osmanlı Đmparatorluğu, Avrupa
devletleriyle karşılaştırıldığında ad hoc diplomasiyi çok daha uzun süre kullanmıştır.
18. yüzyılın sonlarında ikamet elçiliklerinin açılmasıyla, sürekli diplomasiye
geçilmesi yolunda ilk adım atılmıştır. Fakat, ilk deneme uzun ömürlü olmamış,
sürekli diplomasiye tam anlamıyla geçilmesi için bir süre daha beklenmesi
gerekmiştir.
Sürekli diplomasiye geçiş, Osmanlı siyasi tarihinin ve “diplomasisi”nin
tarihinin en önemli gelişmelerinden biridir. Gerçekten de, sürekli diplomasiye geçiş,
hem büyük bir değişimin sonucudur, hem de değişimin daha da büyük bir ivme
kazanmasına neden olmuştur.
Bu nedenlerle, Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçiş
sürecinin incelenmesi büyük önem taşımaktadır.
Tezin I. bölümünün ilk kısmında, konuya genel bir giriş amacıyla, diplomasi
ve ad hoc diplomasi kavramları üzerinde durulmuştur. Daha sonra, Antik Yunan,
Roma ve Bizans uygarlıklarında diplomasinin gelişimi ele alınmıştır. Bu çerçevede,
devletlerarası sistemin yapısı, güç ve üniversalist anlayış gibi hususlar üzerinde
durulmuştur.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçişinin neden geciktiğinin
ortaya çıkartılabilmesi için, özellikle kendisiyle büyük benzerlikler taşıyan Çin,
Japonya ve Đran örnekleriyle karşılaştırılması yerinde olacaktır. Bu varsayımdan
hareketle, tezin I. bölümünde öncelikle sözkonusu ülkelerin geleneksel diplomasi
anlayışları ve uygulamaları ele alınmış, daha sonra sürekli diplomasiye geçiş
süreçleri incelenmiştir.
5
Tezin I. bölümünde daha sonra sürekli diplomasi kavramı ele alınmıştır.
Ardından, Avrupa’da sürekli diplomasiye geçişi sağlayan etkenler üzerinde
durulmuştur. Böylece, sürekli diplomasi anlayışının hangi koşullarda ortaya çıktığı
belirlenmeye çalışılmıştır. I. bölümün son kısmında ise, Đtalya’da sürekli diplomasiye
geçiş süreci ve Avrupa’ya yayılması konusu ele alınmıştır.
Tezin II. bölümünde ise, ilk olarak Osmanlı diplomasisinin ad hoc
dönemdeki işleyişi üzerinde durulacaktır. Böylece, Osmanlı diplomasisinin sürekli
diplomasiye geçiş öncesi nasıl bir evrim yaşadığı belirlenmeye çalışılacaktır. Bu
şekilde, hem sürekli diplomasiye geçişteki gecikmenin nedenleri, hem de sürekli
diplomasiye geçişi sağlayan etkenlerin neler olduğu ortaya konulacaktır.
Ad hoc dönemdeki geleneksel Osmanlı diplomasi anlayışı ve uygulamaları iki
ayrı boyutta ve üç ayrı dönemde incelenmeye çalışılmıştır. Birinci boyutta Osmanlı
diplomasi teşkilatının kurumsal gelişimi ele alınmıştır. Đkinci boyutta ise, Osmanlı
diplomasi anlayışı ve uygulamaları üzerinde durulmuştur. Üç ayrı dönem ise,
Osmanlı diplomasisinin sürekli diplomasiye geçiş öncesinde farklı özellikler
gösterdiği 1299–1453, 1453–1699 ve 1699–1793 devirlerinden oluşmaktadır.
Bu bölümde, yukarıda belirtilen “revizyonist” ya da “heterodoks” yaklaşım
benimsenerek, “geleneksel” veya “ortodoks” yaklaşım eleştirilmi ştir. Bu bağlamda,
“geleneksel” veya “ortodoks” yaklaşım tarafından din ve askeri güç anlayışı ile
diplomasi arasında kurulan bağ sorgulanmaya çalışılmıştır.
II. bölümün ikinci kısmında ilk ele alınan husus, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçişini sağlayan etkenlerdir. Bu çerçevede,
öncelikle uluslararası konjonktür ele alınmış, burada da özellikle 18. yüzyılda
Batı’nın siyasal ve ekonomik olarak tüm dünyayı kontrol altına alma sürecinin
başladığının altı çizilmiştir. Bu kısımda ayrıca, 18. yüzyılda Osmanlı
6
Đmparatorluğu’nun içine düştüğü kötü durumun, dış politikasına ve diplomasisine
nasıl yansıdığı belirtilmeye çalışılmıştır.
II. bölümün bir sonraki kısmında sürekli diplomasiye geçiş hazırlıkları ele
alınarak, ilk ikamet elçiliklerinin kuruluşları ve faaliyetleri incelenmiştir. Bu
kısımda, gerek ilk ikamet elçiliği olması, gerek birincil kaynaklara ulaşılabilmesi
nedeniyle, Yusuf Agah Efendi’nin Londra sefareti üzerinde özellikle durulmuştur.
II. bölümün son kısmında ise, Osmanlı Đmparatorluğu’nun ilk sürekli
diplomasi denemesinin 1821’de sona ermesinin nedenleri araştırılmış, elçiliklerin
tekrar faaliyete geçmeye başladığı 1834’e kadarki dönemin bir “restorasyon” olarak
görülüp görülemeyeceği hususu tartışılmıştır.
Son olarak, ikamet elçiliklerinin tekrar faaliyete geçmeleri ele alınmış,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun 1834’te başlayan ikinci sürekli diplomasi denemesinin,
1836’da Hariciye Nezareti’nin kurulmasıyla artık çok daha sağlam bir temele
dayandığı belirtilmiştir.
7
I. BÖLÜM:
DĐPLOMASĐ’NĐN TARĐHSEL GEL ĐŞĐMĐ
A)Ad hoc Dönem
1-Diplomasi’nin Ortaya Çıkışı
En genel çerçevede “dış ili şkilerin yürütülme biçimine ilişkin kaidelerin
tümü”1 olarak tanımlanabilecek olan diplomasi, tarih öncesi devirlerde insanların
gruplar halinde yaşamaya başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Diplomasinin, toplumsal
örgütlenmelerin görülmeye başladığı dönemle birlikte ortaya çıktığı görülmektedir.2
Nicolson, diplomasinin kökenlerinin farklı insan grupları arasında avlanma
sahalarının sınırlarının belirlenmesi hususunda yapılan anlaşmalarda aranması
gerektiğini belirtmektedir.3
Kökenleri tarih öncesine uzanmasına rağmen, diplomasinin günümüzdeki
anlamına yakın bir biçimde ortaya çıkması için yerleşik hayata geçilmesi ve devlet
olgusunun ortaya çıkması gerekecektir. Nitekim, bu olgunun ilk ortaya çıktığı yer
olan Mezopotamya’da bir devletler sistemi belirecek, diplomasi kurumsal ve üslup
boyutlarında hızla gelişecektir. Mezopotamya ve Yakın Doğu’da MÖ 15. yüzyıl
dolaylarında bir devletlerarası sistemin ortaya çıktığı, bu devletler arasında işleyen
1 Ömer Kürkçüoğlu, “‘Dış Politika Nedir?’ Türkiye’deki Dünü ve Bugünü”, AÜSBF Dergisi, C.
XXXV, No:1-4, (Ocak-Aralık 1980), s. 312. Diplomasi’nin diğer tanımları ve bu tanımların tarihsel
evrimi için bkz. Neville Brand, Satow’s Guide to Diplomatic Practice, 4. Ed., London-New York-
Toronto, Logmans Green and Co, 1957, s. 1-4. 2 Diplomasinin en temelinde müzakereye dayalı olduğu düşünüldüğünde, hiç kuşkusuz insanoğlunun
dilsel yeteneklerinin gelişiminin belirli aşamaya gelmesi çok önemlidir. Dilin uygarlığın gelişimindeki
önemli rolü için bkz. Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Çev:Mete Tunçay ve Alaeddin Şenel, 7.
B., Đstanbul, Alan Yay., 1998, s. 14-17. 3 Harold Nicolson, The Evolution of Diplomatic Method, London, Cassell Publishers, 1954, s. 2.
8
bir diplomatik bağ olduğu, bu ilişkinin gönderilen elçiler ve yapılan siyasal ve
ekonomik anlaşmalarla belirli oranda süreklilik arz ettiği de görülmektedir.4
Ortaya çıkan devletlerarası sistem, diplomasinin gelişimi açısından çok
gerekli olan bir olguya, sistem içi aktörlerin yani devletlerin egemen eşitli ğine
dayanmaktaydı. Bu dönemde hiçbir aktör diğer aktörleri kontrol altına alacak güce
sahip olmadığından, devletler birlikte var olma ve işbirliği yapma durumunda
kalıyorlardı. Dolayısıyla, MÖ 10. yüzyıldan Yakındoğu’da Asur, Babil ve Pers
devletleri gibi ilk imparatorlukların ortaya çıkışına kadar geçen dönemde, diplomasi
devletlerarası ilişkilerde kullanılan temel araçtır. Büyük imparatorlukların ortaya
çıkışı diplomasinin ve barışçı yöntemlerin yerini güç kullanımının almasına neden
olmuştur. 5
2-Ad Hoc Diplomasi Kavramı
Diplomasi, 15. yüzyıla kadar ad hoc nitelik göstermiştir. Ad hoc diplomasi
tek yanlı ve süreklilik göstermeyen bir diplomasi çeşididir. Bu diplomasi anlayışı
4 Marc Van De Mieroop, Antik Yakındo ğu’nun Tarihi , Çev:Sinem Gül, Ankara, Dost Yay., 2006, s.
164-171. Antik Yakındoğu’da diplomatik ilişkileri arkeolojik bulgular çerçevesinde ele alan bir
çalışma için bkz: William L. Moran, The Amarna Letters, Baltimore, Johns Hopkins University
Press, 1992, passim. Antik Yakındoğu’da diplomasinin gelişimi için ayrıca bkz: Joan M. Munn-
Rankin, “Diplomacy in the Western Asia in the Early Second Millennium B. C.”, Diplomacy, Vol. II.,
Chister Jonsson ve Richard Langhorne(ed.), London, Sage Publications, 2004, s. 1-39. Cohen ise,
diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarıyla Yakın Doğu’da ortaya çıktığını, buradan tarihsel süreçte
Antik Yunan’a ve Roma’ya geçtiğini vurgulamaktadır. Raymond Cohen, “The Great Tradition: The
Spread of Diplomacy in Ancient World”, Diplomacy and Statecraft, Vol. 12, No:1, (March 2001), s.
23-38. 5 Bertrand Lafont, “International Relations in the Ancient Near East: The Birth of a Complete
Diplomatic System”, Diplomacy and Statecraft, Vol.12, No:1, (March 2001), s. 41; 42. McNeill
imparatorlukların kurulmasında demir çağı’na geçişin ve süvariye dayalı savaş yöntemlerinin
benimsenmesinin etkili olduğunu vurgulamaktadır. William McNeill, Dünya Tarihi , Çev:Alaeddin
Şenel, 3. B., Ankara, Đmge Kitabevi, 1994, s. 65-70.
9
çerçevesinde, bir devlet tarafından gönderilen elçilerin diplomatik eylemleri sadece
belirli konu ya da konuları ihtiva etmekte, elçiler görevlerini ve amaçlarını yerine
getirdikten sonra ülkelerine dönmektedirler.6 Ad hoc diplomaside, ülkeler arasında
diplomatik temas; kısa süreli, dar kapsamlı ve tek taraflıdır. Bir devletten ötekine,
belli sorunların görüşülmesi, törenlere katılımın veya savaş açıldığının bildirilmesi,
barış koşullarının müzakeresi ya da belli haberlerin iletilmesi amacıyla elçi
gönderilir.7
Sözkonusu anlayış, diplomasinin kesintisiz ve profesyonelleşme gerektiren
kurumsal bir süreç olmadığı görüşüne dayanmaktadır. Bu yüzden, diplomatik
temsilci gönderen ülkenin merkezinde doğrudan diplomasiyle ilgili bir örgütlenmeyi
zorunlu kılmamaktadır. Gönderen ülkenin, gönderilen ülkede sürekli bir temsilcilik
makamı ve örgütü bulundurması da gerekli değildir.
Ad hoc diplomasi anlayışı Avrupa’da hızla gerileyerek, 15. yüzyılda yerini
sürekli diplomasi anlayışına bırakmaya başladı. 19. yüzyıldan itibaren de tüm dünya
ülkeleri tedrici bir biçimde sürekli diplomasiye geçerek, ad hoc diplomasi anlayışını
terk etmiştir.
3-Antik Yunan’da Diplomasi
Yakındoğu’da başlayan diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarındaki
gelişim süreci, Antik Yunan’da daha da büyük bir ivme kazanmıştır. Diplomatik
dokunulmazlık, konsolosluk kurumu, çok yanlı diplomasi, diplomatik temsilci
seçimine ve yetkinliğine gösterilen önem gibi kurumsal özelliklerin yanı sıra, ittifak
sistemi, ilkel anlamda güç dengesi anlayışının ortaya çıkışı gibi üslupla ilgili
6 Hüner Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, 2. B., Ankara, Ümit Yay., 1995, s. 14. 7 Seha L. Meray, Devletler Hukukuna Giri ş, C. II., 4. B., Ankara, AÜ SBF Yay., 1975, s. 12.
10
özellikler de Eski Yunan’da bugünkü anlamına yaklaşmıştır.8 Antik Yunan’da
diplomasinin gelişmişliğinin en önemli göstergesi, bugün kullanılan diplomasi
kelimesinin Yunanca’dan türemesidir. “Đkiye katlanmış yaprak, belge” anlamına
gelen “diploma” Antik Yunan’da ortaya çıkmış ve diğer dillere geçmiştir.
Antik Yunan dünyasında diplomasinin gelişmesinin birkaç nedeni
bulunmaktadır. Bu nedenler ana hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir:
Birincisi, devletlerarası sistemin birbirleriyle yakın ilişki içindeki çok sayıda
aktörden oluşması diplomatik ilişkileri yoğunlaştırmaktaydı. Antik Yunan tarihi
boyunca, çok kısa dönemler haricinde hiçbir güç ya da blok diğer güçler üzerinde
tam hâkimiyet kuramadı ve sistem çok aktörlü yapısını sürdürdü.9 Bu çerçevede, hem
diplomasinin öznesi olan aktörler varlıklarını korudular, hem de diplomasi bizatihi
bu yapının sürdürülmesi açısından sıkılıkla başvurulan bir araç oldu. Aktörler
varlıklarını sürdürmek, güç dengesi anlayışı çerçevesinde ittifak ilişkileri kurmak ve
geliştirmek amacıyla diplomasiyi kurumsal ve yöntemsel açıdan geliştirdiler.10
Bunda Yunanistan’ın coğrafi koşullarının siyasal birliğin kurulmasını engelleyen
özelliklerinin de büyük rolü bulunmaktaydı.
8 Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, s. 16-19. 9 A. Nuri Yurdusev, “Uluslararası Đlişkiler Öncesi”, Devlet, Sistem ve Kimlik, Atila Eralp(der.), 2.
B., Đstanbul, Đletişim Yay., 1997, s. 31. Yunan devletlerarası sisteminin analizi için bkz: K. J. Holsti,
International Politics: A Framework for Analysis , 2. Ed., London, Open University Press, 1974, s.
45-53. Yunan kent-devletleri arasındaki ilişkiler ve diplomasinin işleyişi üzerine ayrıntılı bir çalışma
için bkz: Frank Adcock ve D. J. Mosley, Diplomacy in Ancient Greece, London, Thames and
Hudson, 1975. 10 Bu durum sadece Yunan kent-devletlerinin kendi aralarındaki mücadelelerinde değil, aynı zamanda
dışarıdan gelen bir güce karşı tavırlarında da görülmektedir. Örneğin, MÖ 481’deki Pers saldırısında
birbirlerinin en büyük rakibi olan Sparta ve Atina, diğer kent-devletleriyle beraber bir ittifak
kurmaktan çekinmemişlerdi. Charles Freeman, Mısır, Yunan ve Roma: Antik Akdeniz
Uygarlıkları , Çev:Suat Kemal Angı, Ankara, Dost Kitabevi, 2003, s. 187.
11
Çok aktörlü sistem çerçevesinde devletler arasında en basit anlamda da olsa
egemen eşitli ğin ortaya çıkması ve kabul edilmesi, diplomasinin gelişimi açısından
olumlu etkide bulundu. Nitekim, bu bağlamda devletler arasında ilk örgütlenmeler de
ortaya çıktı. “Amphictyonic Lig” olarak adlandırılan ve Yunan dünyasında ortaya
çıkan kimi sorunların görüşüldüğü bu birlikler, Yunan devletleri arasında -genel ve
sürekli olmasa da- örgütlenme ve kurallaşmanın yolunu açtı. Đlk defa Yakındoğu’da
ortaya çıkmakla birlikte, diplomasinin gelişimi açısından çok önemli bir olgunun,
diplomatik dokunulmazlığın Antik Yunan’da korunduğu ve geliştirildi ği de
vurgulanmalıdır.11
Đkincisi, Antik Yunan ekonomisinin ticarete dayalı yapısı diplomasinin
gelişiminde büyük rol oynadı. Ticaret, toplumlar arasındaki ilişki ve etkileşimi
geliştiren yönü ve çatışma yerine uzlaşmayı temel alan doğası gereği diplomasinin
gelişiminde etkili oldu. Nitekim, bir site devletine gelen tüccarların ticari haklarının
yurttaşlık bağıyla bağlı oldukları site tarafından korunması amacıyla konsolosluğun
ilk örneğini oluşturan “proxenos”luk kurumunun oluşturulmasında, ticaretin büyük
etkisi olmuştur.12 Yunanistan’da ticaretin gelişmesinin diplomasi açısından bir başka
olumlu etkisi de, diplomatik ilişkilerin sadece Yunan kentleri arasında değil aynı
zamanda Yunan kentleri ile Yakın Doğu uygarlıkları arasında da gelişmesini
sağlamasıdır. Akdeniz havzasında kurulan Yunan kolonileri bu gelişimi daha da
arttırmıştır.13
Üçüncüsü, Yunan kent-devletlerinin ortak dile, dine, kültüre ve benzer siyasal
sisteme sahip olmaları diplomasinin gelişiminde çok etkili oldu. Devletlerarası
11 Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, s. 17. 12 Nicolson, The Evolution of Diplomatic Method, s. 8. 13 MÖ 9. yüzyıldan itibaren Yunan kentlerinin Yakın Doğu’yla ticarete ağırlık verdikleri, bu bağlamda
iletişimin ve karşılıklı etkileşimin arttığı görülmektedir. Freeman, Mısır, Yunan ve Roma: Antik
Akdeniz Uygarlıkları , s. 117–124.
12
sistemin kurulması ve işleyebilmesi açısından ortak noktaların fazlalığının önemli bir
avantaj olduğu açıktır.14 Benzer sosyo-ekonomik yapılar; benzer kültürel, dinsel ve
ideolojik yapıların ortaya çıkmasını sağladı. Bu ortaklık ya da benzerlik, kolektif bir
bilincin ve kimliğin ortaya çıkışında büyük rol oynamıştır. Örneğin, yukarıda
belirtilen “Amphictyonic Lig”ler, Antik Yunan’da kent-devletleri gelişim
sürecindeyken, kutsal bir mekânın saldırılara karşı müştereken korunması amacıyla
oluşturulan birliklerdi. Bu lige giren kent ya da kabileler, aralarındaki anlaşmazlıkları
ortadan kalkmış sayarlardı.15
Ayrıca, bu ortaklaşalık/benzerlik, Yunan kent-devletlerinin birbirlerini
etkileyerek ortaya çıkardıkları kurum ve anlayışları ihraç edebilme yolunun
açılmasını da kolaylaştırdı. Yunan kent-devletleri arasındaki diplomatik sistemin
altında kökleşmiş bir sosyo-ekonomik yapının ve bu temelin üzerinde de bir siyasal,
kültürel, askeri ve ideolojik etkileşim ağının olduğu açıkça görülmektedir.
Bütün bu olumlu dinamiklere rağmen, Yunan kent-devletleri açısından
barışın korunmasına önem verildiği söylenemez. Yunan kent-devletleri için savaş
olağan ya da normal durumdu. Bu çerçevede kent-devletleri arasındaki
müzakerelerde tehditlere başvurulması oldukça yaygındı.16 Ayrıca, diplomasinin ve
diplomatlığın bir profesyonel uğraş olarak görülmemesi, diplomasinin temsil, hitabet
incelikleri gibi alanlarda yeterince gelişememesine yol açtı. Diplomasi
günümüzdekinden çok daha doğrudan, uzlaşmayı engelleyecek kadar realist bir
retoriğe dayanmaktaydı. Bu da diplomasinin uzlaşmayı ve barışı sağlamasında
14 Keith Hamilton ve Richard Langhorne, The Practice of Diplomacy: It’s Evolution, Theory and
Administration , London and New York, Routledge, 1995, s. 9. 15 Arif Müfid Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, 6. B., Ankara, TTK Yayınları, 1995, s. 104. 16 Anna Missiou-Ladi, “Coercive Diplomacy in Greek Interstate Relations”, The Classical
Quarterly , Vol.37, No:2, (1987), s. 337.
13
olumsuz rol oynadı.17 Bütün bunların yanısıra, Yunan devletleri arasındaki ortak
siyasal, ekonomik, dinsel, kültürel bağlara rağmen, genel anlamda kent-devletleri
arasında bir kurallaşmaya gidilememesi, ortak bir devletlerarası hukuk
yaratılamaması da dikkat çekicidir.18
4-Roma Đmparatorluğu’nda Diplomasi
Antik Yunan’ın kültürel anlamda en büyük mirasçısı olan Roma’nın,
diplomasinin gelişimi açısından yaptığı katkıların fazla olmadığı görülmektedir. Bu
durum, Roma’nın sosyo-ekonomik, coğrafi, siyasi, askeri ve ideolojik koşullarının
Antik Yunan’dan çok farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu koşullara
bakıldığında şu sonuçlara varılabilir:
Birinci olarak, Roma Đmparatorluğu MÖ 6. yüzyılda küçük bir kent-devleti
olarak tarih sahnesine çıkmasına rağmen, MS 1. yüzyılda tüm Akdeniz havzasını ve
Batı Avrupa’yı kontrol altına alan büyük bir güce dönüştü. Bu coğrafyadaki
neredeyse bütün siyasal aktörleri teker teker tasfiye ederek, bir siyasal sisteme
eklemlenmek yerine kendini bir sisteme dönüştürdü. Dolayısıyla diplomatik ilişkiler,
aktörlerin bizzat Roma tarafından tasfiyesiyle -diplomasinin en azından iki taraflı bir
süreç olduğu düşünüldüğünde- öznelerini kaybetmeye başladı. Roma’nın hızla artan
17 Antik Yunan’la ilgili çeşitli belgeleri inceleyen Grant bu sonuca varmaktadır. J. R. Grant, “A Note
on the Tone of Grek Diplomacy”, The Classical Quarterly, Vol. 15, No:2, (November 1965), s. 261–
266. 18 Amos S. Hershey, “The History of International Relations During Antiquity and Middle Ages”, The
American Journal of International Law , Vol.5, No:4, (October 1911), s. 912.
14
gücü ve genişleme yanlısı dış politikası, diplomasiye ve onun temsil ettiği uzlaşma
ve barış anlayışına değil, çatışma ve güce dayalı siyasal anlayışa dayanmaktaydı.19
Bu anlayış Roma’nın ideolojik anlamda kendini tanımlaması ve bu çerçevede
politika izlemesinin de bir sonucuydu. Sahip olduğu güç çerçevesinde çevresindeki
diğer devletleri eşit olarak görmeyen Roma’nın, diplomasi açısından çok önemli olan
“egemen eşitli ği” kabul etmediği görülmektedir.20 Dolayısıyla, diplomatik ilişkilerin
yürütülmesinde diğer devletlerin bir taraf ya da özne olarak değil, bağımlı ve ileride
ele geçirilecek ülkeler olarak görülmesi diplomasinin ikinci plana atılmasına neden
oldu. “Pax-Romana” (Roma Barışı) olarak adlandırılan bu anlayış Roma
genişlemeciliğinin ideolojik kaynağını oluşturmaktaydı. Sözkonusu ideoloji
çerçevesinde Roma kontrolü dışındaki bütün ülkeler Roma egemenliğine alınması
gereken yerler olarak görülmekteydi. Roma’nın askeri güce dayalı anlayışının,
devletin güçlendiği ve Đtalya yarımadasının ötesine sıçradığı MÖ 3. yüzyıldaki
Kartaca savaşları sonrasında çok daha belirginleştiği gözlenmektedir.
Đkinci olarak, Roma ekonomisinin Antik Yunan’ın aksine esas olarak tarıma
dayandığı görülmektedir.21 Tarıma dayalı ekonomi; sosyal, siyasal ve askeri
örgütlenmenin de tarımsal örgütlenme çerçevesinde şekillenmesini sağladı. Ayrıca,
Roma açısından dış dünyayla yürütülen ticaret çok daha tali bir öneme sahip oldu.
19 Romalılar için barışın korunması doğrudan doğruya ezici askeri gücün korunmasıyla ilgili bir
olguydu. Brian Campbell, “Diplomacy in the Roman World (c.500 BC-AD 235)”, Diplomacy and
Statecraft, Vol.12, No:1, (March 2001), s. 2. 20 Roma, gelişme sürecinde bir kent-devletiyken, çevresindeki kent-devletleriyle egemen eşitli ği ve
karşılıklılı ğı temel alan anlaşmalar yaptı. Bu anlayış çerçevesinde, yarımadadaki diğer devletlerle
oluşturulan Latin Konfederasyonu, zamanla kuruluş ilkelerinden uzaklaşmaya başladı. Bir süre sonra,
Roma Senatosu egemen eşitli ği ve oydaşmayı reddederek bütün kontrolü eline aldı. Nicolson, The
Evolution of Diplomatic Method, s. 16. 21 Robert Lerner, Standish Meacham ve Edward Mcnall Burns, Western Civilizations: Their History
and Culture, 12. Ed., New York and London, W W Norton & Company, 1993, s. 162.
15
Dolayısıyla, diplomasinin gelişimi açısından çok büyük bir öneme sahip bulunan
ticaret, bu gelişimi sağlamakta pek yeterli olamadı.
Bunun yanında, tarıma dayalı ekonomi aynı zamanda fetihçi anlayışı da
beslemekteydi. Savaşlar ve bunun sonucunda yeni topraklar ele geçirme arzusunun
ekonomik temelleri de çok belirgindi. Yeni tarım alanları ve kölelerin ele geçirilmesi
ve fethedilen ülkelerin zenginliklerinin ve kaynaklarının yağmalanması, özellikle
cumhuriyet döneminde gücü elinde tutan aristokrasinin temel arzusuydu. Yeni ele
geçirilen topraklar aynı zamanda artan nüfusun bu bölgelere yerleştirilmesini ve bu
sayede sosyal huzursuzlukların azaltılmasını da sağlıyordu.22 Bu fütuhatçı anlayış,
askeri güçle ekonomi arasında çok belirgin bir bağın ortaya çıkmasına neden olmuş,
ekonomik gücün korunması yeni askeri başarılara, yeni askeri başarılar da toprak
fethine, dolayısıyla yeni kaynakların ekonomiye kazandırılmasına bağlı hale
gelmişti.
Üçüncü olarak, Đtalyan yarımadası MÖ 10. yüzyıldan itibaren yoğun bir göçe
sahne olmuş, değişik halklar yarımada üzerinde farklı uygarlıklar kurmuştur. Eski
Yunan’ın aksine bu topraklar üzerinde ortak bir dil ve kültürün ortaya çıkışı doğal
süreçte olmamıştır. Roma, büyüyüp çevresine yayıldıkça ortak bir dili (Latince) ve
kültürü kendisi dayatmıştır.23 Roma’nın genişledikçe bölgeyi asimilasyonuna
dayanan bu süreç, benzer dile, kültüre, inançlara ve siyasal yapılara sahip
devletlerden oluşan bir sistemin gelişimini önledi. Bütün toplumlar dış sistem
oluşmadan Roma’nın iç sisteminin bir parçası oldular. Dolayısıyla, diplomasinin
konusu olacak bütün sorunlar kısa sürede birer iç siyasal soruna dönüştü. Bu da
diplomasinin gelişimine büyük darbe vurdu.
22 Freeman, Mısır, Yunan ve Roma: Antik Akdeniz Uygarlıkları, s. 384. 23 Halil Demircioğlu, Roma Tarihi, C. I., 3. B., Ankara, TTK Yay., 1993, s. 204.
16
Roma’nın diplomasiyi uzun erimli ve sürekli bir süreç olarak da
görmemekteydi. Bunun da ötesinde, Roma’ya komşu ülkeler ya da bağlı ülkelerle
ilgili bir diplomatik uyuşmazlık ortaya çıktığında, bunun öncelikli olarak askeri bir
konu olduğu düşünülmekteydi. Genelde bu tip konularla askeri makamlar
ilgilenmekteydi. Sorunun önemli bir dış politika konusu olarak görülmesi,
dolayısıyla diplomasinin devreye sokulabilmesi için, krizin büyümesi ve basit askeri
tedbirlerin ötesinde bir boyuta ulaşması gerekliydi.24
Yukarıda vurgulanmaya çalışılan tüm olumsuz dinamiklere rağmen,
Roma’nın bütünüyle diplomatik süreçten uzak olduğunu söylemek de mümkün
değildir. Đmparatorluk en güçlü olduğu dönemde bile diplomatik süreçte yer alarak
diplomasiyi kullanmıştır.25 Burada vurgulanması gereken, Roma’nın diplomasiyi
algılama biçimidir.
Roma, özellikle bir büyük güç haline geldiği MÖ 3.-2. yüzyıldan itibaren dış
politikasını askeri güce ve genişlemeye dayandırdı ve diplomasinin gelişimi
açısından çok önemli olan devletlerarası eşitlik ilkesini tamamen reddetti. Sorunları
mümkün olduğunca askeri yöntemlerle çözme yolunu seçerek, dış politikasını güç
politikası üzerine oturttu. Bu dönemde geliştirilen “Pax-Romana” anlayışı da barışın
ve düzenin sadece Roma hâkimiyeti altında olabileceğinin, dolayısıyla çevre
ülkelerin ortak ya da taraf değil, sadece “henüz kontrol altına alınamamış ülkeler”
olarak görülmesinin ideolojik bir ifadesiydi.
Roma’nın güce dayalı dış politika teorisi ve retoriği, bu güç çerçevesinde
diğer aktörleri küçük görme ve ezme anlayışı kendisini diplomasi uygulamalarında
göstermekteydi:
24 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 13. 25 Campbell, “Diplomacy in the Roman World (c.500 BC-AD 235)”, s. 18.
17
Roma’nın diğer ülkelere ve bağlı devletlere gönderdiği ve Đmparatorluğa
geçişe kadar Senato tarafından belirlenen elçilerin26, genelde senatörler kimi zaman
da üst düzey askeri komutanlardan seçildiği görülmektedir.27 Bu üst düzey görevli
tercihinin, elçinin gönderilen devlet nezdinde itibar görmesi ve Roma’nın
büyüklüğünü yansıtması kaygısına dayandığı ileri sürülebilir. Böylece Roma, elçi
gönderdiği ülkeye gücünü ve azametini bir kez daha göstermiş, gücü temel alan
anlayışını diplomasisine de yansıtmış oluyordu.
Roma’ya gelen yabancı elçilerin ise, ilke olarak diplomatik dokunulmazlığa
sahip olmalarına rağmen, sıkıca kontrol edildikleri, ülkeleriyle özgürce
haberleşmelerinin bile engellendiği bilinmektedir. Roma kanunlarına aykırı
davranışlarda bulunan yabancı elçiler Romalı görevliler eşliğinde zorla sınır dışına
çıkarılmakta ve kendi ülke yetkilileri tarafından cezalandırılmaları sağlanmaktaydı.
Roma’ya gelen elçi ve maiyetlerinin bütün giderlerinin Roma Devleti tarafından
karşılanması da Roma’nın büyüklüğünün gösterilmesi çabası açısından dikkat
çekicidir. Roma devleti güçlendikçe, kimi durumlarda başkente elçi göndermek yerel
Roma generalinin iznine bağlı hale gelecek, bir elçilik heyetinin başkente girmesi
bile “quastor urbanus” adı verilen Roma yetkilisinin onayıyla gerçekleşebilecekti.
Senatoya gelerek mesajını ileten yabancı elçiye Senatörler soru sorabilmekte, hatta
elçi adeta sorguya çekilebilmekteydi.28
Roma’da diplomasi kurumsal olarak da gelişmemiştir. Bu durumun Roma
gibi Antik çağın en önemli ve güçlü bürokratik mekanizmasını oluşturan bir
uygarlıkta olması dikkat çekicidir. Roma bürokrasisi içinde, doğrudan doğruya
26 Roma elçilerine “nuntii” ya da “oratores” adı verilmekteydi. Nicolson, The Evolution of
Diplomatic Method s. 17. 27 Ibid., s. 6. 28 Ibid., s. 18–19.
18
diplomasi ya da daha geniş anlamda dış politika konusunda uzmanlaşmış hiçbir
kurum ya da görevlinin olmadığı görülmektedir.29 Dış politikayla
ili şkilendirilebilecek tek kurum olan “Fetials Koleji” ise savaş ilanına hukuksal
açıdan karar vermek ve bunun biçimsel yönlerini uygulamaktan sorumluydu.30
Sorumluluk sahası sadece bu eylemlerin gelenekler ve kurallar çerçevesinde
uygulanmasını denetlemek ve sağlamak olan bu kurulun 20 üyesinden hiçbirinin dış
politikanın belirlenmesi ve yönetilmesiyle ilgili herhangi bir yükümlülüğü ve hakkı
bulunmamaktaydı.31
Đmparatorluğun özellikle gücünün doruğunda olduğu MÖ 3. ve MS 3.
yüzyıllar arasında egemen olan bu anlayış, zayıflamayla beraber değişmeye başladı.
Her ne kadar Roma, kendi uygarlığının emsalsiz olduğu ve kendisi dışındaki
dünyanın bir taraf olarak kabul edilemeyeceği yönündeki teorisini/iddiasını sürdürse
de, reel-politikanın dayattığı dinamikler Roma’nın rakip güçlerle diplomatik
ili şkilerini daha fazla geliştirmek zorunda kalmasına neden oldu. Pax-Romana
anlayışı resmen olmasa da fiilen geçerliliğini yitirdi. Bu durumun temel göstergesi,
imparatorluğun genişlemeci siyasetini terk ederek, sınırlarını korumaya dayalı
statükocu ve dolayısıyla barışçı bir politikaya dönmesiydi. Kendisini ilk olarak
kuzeyde Germen kabilelerine karşı Ren nehri boyunca sabit bir savunma hattı
kurulmasıyla gösteren bu değişiklik, devletin yeni dış politikasını açıkça
göstermekteydi. Öte yandan, MS. 1. ve 2. yüzyıllarda doğuda beliren Parth tehlikesi,
bu büyük gücün sadece askeri tedbirlerle değil aynı zamanda diplomasinin etkin
29 Campbell, “Diplomacy in the Roman World (c.500 BC-AD 235)”, s. 12. 30 Bu kurulun Senato’nun kontrolü altında olduğu unutulmamalıdır. Hershey, “History of
International Relations”, s. 920. 31 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy s. 14. Tuncer ise bu kurula daha büyük bir
önem vermektedir. Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, s. 19-20.
19
biçimde de kullanılarak dengelenmesini gerektirmişti.32 Đmparatorluk kendisine rakip
olacak unsurları güce dayalı anlayışı çerçevesinde askeri güç kullanarak ele geçirme
ve kendi sistemine katma imkânını kaybetmişti. Bir başka ifadeyle, Pax-Romana’nın
maddi dinamikleri ortadan kalkmış, bu durum dış politikaya, dolayısıyla diplomasiye
de yansımaya başlamıştı. Bu çerçevede, Romalıların, “barbar” olarak adlandırdıkları
Germenleri sadece askeri güçle kontrol yerine, diplomatik yollarla dizginlemeye
çalıştıkları görülmektedir. Bunu da sözkonusu kabilelerle ticari ve diplomatik bağlar
kurma, birleşmelerini engellemek için birbirlerine karşı oynamak, rüşvetle satın
almak gibi yollarla yapmaya çalıştılar.33
Görüldüğü gibi, Roma gücündeki zayıflama ve diğer reel-politik dinamikler,
Roma’nın güce dayalı politikasını değiştirmiş, fütühata dayalı siyaseti terk ederek
statükocu ve barışçı dış siyasete yönelmek zorunda kaldıkça devletin diplomasiyi
kullanma kaygısı artmıştır. Bu durumun, devletin dayandırıldığı ve Roma’nın
biricikli ği ve onun sınırları dışındaki dünyanın devletlerarası sistem açısından bir
özne olamayacağı doğrultusundaki felsefeyi de fiilen ortadan kaldırdığı açıktır.
Dolayısıyla, Roma bir devletlerarası sistemi ve onun öznelerinin varlığını kabul etti
ve bu sistem içinde iletişim kanalı olarak diplomasiyi daha belirgin bir biçimde
kullanmaya başladı. Roma zayıfladıkça, diplomasi bizatihi devletin korunması
açısından merkezi bir önemi haiz olacaktı.
5-Bizans Đmparatorluğu’nda Diplomasi
4. yüzyılda doğu ve batı olarak ikiye ayrılan Roma Đmparatorluğu’nun
doğusu, bir yüzyıl kadar sonra ortadan kalkan batısının aksine varlığını 15. yüzyıla
32 Arther Ferril, “Roma Đmparatorluğu’nun Büyük Stratejisi”, Paul Kennedy(ed.), Savaşta ve Barışta
Büyük Stratejiler , Çev:Ahmet Fethi, Đstanbul, Eti Kitapları, 1995, s. 115-116. 33 Freeman, Mısır, Yunan ve Roma: Antik Akdeniz Uygarlıkları, s. 538.
20
kadar sürdürdü. Helen kültürünün ve Ortodoksluğun etkisiyle geçirdiği değişime
rağmen Bizans34, Roma’nın ana mirasçısıdır. Dolayısıyla, Roma’nın diplomasi
anlayışı bağlamında geçirdiği değişimin incelenmesinin Bizans tarihi çerçevesinde
de yapılması yerinde olacaktır.
Roma açısından diplomasinin tedrici bir biçimde anlam değiştirdiği ve
bunun diplomatik üsluba yansıdığı yukarıda belirtilmişti. Bu çerçevede vurgulanması
gereken ilk nokta, Bizans’ın Roma’nın aksine diplomasiyi kurumsal ve üslup
boyutlarında geliştirdiğidir. Bunun temel nedeni, Bizans’ın Roma’nın sahip
bulunduğu güce hiçbir zaman sahip olamaması ve reel-politik koşulların
diplomasinin yoğun ve etkili bir biçimde kullanılmasını zorunlu kılmasıdır. Bizans
için diplomasi her şeyden önce bir varlığını sürdürme yolu ve çabasıdır.
Roma’nın zayıflayarak parçalanmasına, daha sonra batısının yıkılmasına ve
tarih sahnesine yeni güçlerin girmesine neden olan Kavimler göçüyle başlayan
süreçte, Bizans kendi varlığını koruyabilecek ve rakiplerini tasfiye edecek güçten
yoksun duruma düştü. Bunun yanısıra devletlerarası sistemin o döneme kadar tarihin
hiçbir döneminde olmadığı kadar çok-aktörlü hale gelmesi sorunu daha da
büyütmekteydi. Germen ve Slav kabileleri, Türk boyları ve devletleri, Đslam
devletleri, Persler, Haçlılar gibi çok sayıda ve farklı güçlü düşmanla karşı karşıya
kalan Bizans, aynı zamanda ülke içindeki ayrılıkçı merkezkaç güçlerle de
uğraşmaktaydı. Bu tehditleri ortadan kaldıracak askeri ve ekonomik güce sahip
olamayan Bizans, doğal olarak siyasetin, dolayısıyla diplomasinin kanallarını
kullanma yolunu seçti. 35
34 Aslında tarihte kendini Bizans olarak adlandıran hiçbir devlet yoktur. Doğu Roma kendini Roma
Đmparatorluğu olarak adlandırmaktaydı. Bizans adı imparatorluk yıkıldıktan yüzyıllar sonra Alman
tarihçiler tarafından verilmiştir. 35 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 14–15.
21
Bizans’ın diplomasi anlayışı ve diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarına
yaptığı katkıların analizinden önce vurgulanması gereken bir başka husus daha
bulunmaktadır. Bizans, her ne kadar diplomasi olgusuna ve kullanımına verdiği
önem çerçevesinde Roma’dan farklılaşsa da, devletin dayandığı felsefe anlamında bir
süreklilik göstermekteydi. Bu da, “Roma’nın tek gerçek ve meşru güç olduğu,
sınırları dışında kalan dış dünyanın sadece daha kontrol altına alınamamış, taraf/özne
olamayacak ötekiler olduğu” düşüncesidir.36
Bizans Đmparatorluğu’nun özellikle Nikephoros Phokas, Ionnas Çimiskes ve
II. Basileios yönetiminde güçlendiği ve yeni fetihler yaptığı 10. yüzyılda bu anlayışın
ve söylemin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir.37 Roma’nın dinsel inanışlardan
büyük ölçüde bağımsız, siyaseten ürettiği bu felsefe, Bizans’ta dinsel inanışla
desteklenerek, Ortodoks Hıristiyanlık sözkonusu söylemin kurgulanmasında ve
meşrulaştırılmasında yoğun bir biçimde kullanıldı. Bu söylem esas olarak şöyle
özetlenebilir:
Roma imparatorluğu Đsa’nın dünyada yeniden zuhuruna kadar sürecektir.
Ayrıca, Tanrı takdir ettiği için Batı’da kaybedilen topraklar, kaçınılmaz olarak
imparatorluğa geri dönecektir. Tek bir imparator vardır, o da Konstantinapolis’te
oturan Roma imparatorudur. Diğer ülkelerin liderleri kendilerini sadece kral olarak
adlandırabilirler. Yalnızca Şarlman gibi çok başarılı olanları imparatorun kardeşi
olabilir, diğerleri sadece onun oğulları ya da yeğenleridir. Hıristiyan ailesinin
(oikoumene) başı/babası (paterfamilias) Roma imparatorudur. Tanrı tarafından
36 Uygar dünya-barbar dünyası ayrımına dayanan bu anlayış, Antik Yunan’dan Roma’ya geçmişti.
Dimitri Obolensky, “The Principles and Methods of Byzantine Diplomacy”, Diplomacy, Vol. II.,
Chister Jonsson ve Richard Langhorne(ed.), London, Sage Publications, 2004, s. 121. 37 Bu yeniden güçlenme ve genişleme dönemi için bkz: Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi,
Çev: Fikret Işıltan, 4. B., Ankara, TTK Yay., 1995, s. 264-296.
22
seçilen, taçlandırılan ve korunan imparator, Tanrı kelamının görüntüsü, hükmettiği
imparatorluk da cennetteki krallığın dünyaya yansımasıdır.38
Teorikliğin ötesine neredeyse hiçbir zaman geçemeyen bu söylem Bizans’ın
kurguladığı hiyerarşiyi ve ötekileştirmeyi göstermesi açısından dikkat çekicidir.
“Gentiles” olarak adlandırılan Bizans dışındaki tüm toplumlar, Roma’dakine benzer
bir biçimde ötekileştirilmekteydi. Bu ötekileştirme, devletin gücünü tamamen
kaybettiği 13. yüzyıldan çöküşe kadar geçen dönemde anlamını tamamen kaybetti.
Nitekim, çöküşün son aşamasında Bizans hükümdarları, “Hıristiyan dünyasının
babası imparatorlar”, “oğulları” Batılı kralların ayaklarına giderek yardım için
başvurmakta39, bizzat Roma’ya gidip “sapkın” Papa’dan yardım istemekte, hatta
Katolik inancına geçmekte40, taht mücadelelerinde “kafir” Türklerle ittifak
yapmakta41, “barbar ve kafir” Altınordu devletiyle evlilik yoluyla42 siyasal bağlar
kurmakta tereddüt etmeyeceklerdi.
Güçsüzleşme ve devletin içine girdiği genel kriz, genel devlet felsefesi ve
dolayısıyla diplomasi teorisiyle siyasal pratik arasındaki tezadı gittikçe
derinleştirmişti. Bu durum, devletin, çöküşün son döneminde Katolik Kilisesi ile
Ortodoks Kilisesinin birleştirilmesi sayesinde Batı dünyasının desteğini alma
çabasında ortaya çıktığı gibi, çok güçlü dinsel dogmalara aykırı bir çelişkiyi bile
göze almasına neden olmaktaydı. Siyasal pratikteki değişimin diplomatik eylem
üzerindeki etkisi öylesine belirgindi ki, 10. yüzyılda devletin güçlü olduğu dönemde
38 Donald M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları (1261-1453), Çev: Bilge Umar, 2. B., Đstanbul, Tarih
Vakfı Yurt Yay., 2003, s. 77. Bizans resmi söylemini yansıtan bu hiyerarşik kurgu için bkz: Georg
Ostrogorsky, “The Byzantine Empire and the Hierarchical World Order”, The American Slovanic
and East European Review, Vol. XXXV, No: 84, (1956), s. 1–14. 39 Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 494. 40 Ibid. , s. 495-496. 41 Đsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., 7. B., Ankara, TTK Yay., t.y., s. 134-135. 42 Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları (1261-1453), s. 87.
23
imparator Nikeforos Fokas, Almanya’dan gelen bir elçi kendisine “Roma
imparatoru” yerine “Greklerin imparatoru” diye hitap edince sert tepki göstermiş,
buna mukabil 13. yüzyılda imparatorluk çöküş sürecindeyken, VIII. Mikhael, Papa
kendisine “Konstantinapolis imparatoru” diye hitap edince buna karşı çıkamamıştı.43
Bizans imparatorlarının sözkonusu çelişkiyi aşabilmek ve bu çelişkiye neden
olan siyasal eylemlerini meşrulaştırabilmek için gene siyaset felsefesine
başvurdukları görülmektedir. Bu bağlamda geliştirilen ve kullanılan kavram/ilke
“oikonomia” (uzlaşma) dır. Bu çerçevede, gelecekte daha büyük yararlar elde etmek
için, şimdi küçük ödünler verilmesinin yönetim açısından gerekli olduğu ileri
sürülmektedir.44 Doğu toplumlarındaki “hikmet-i hükümet” anlayışına benzerliği
dikkat çeken bu siyasal pragmatizmin kendini en açık bir biçimde gösterdiği başlıca
alanlardan biri de diplomasi olmuştur. Bizans’ın diplomasinin gelişimine yaptığı
büyük katkılar bu olgu gözönünde tutularak incelendiğinde daha kolay
anlaşılabilecektir.
Bizans’ın diplomasinin kurumsal boyutuna yaptığı katkıları şu şekilde
özetleyebiliriz:
Bizans imparatorları tarihte ilk defa uzmanlık alanı dış ili şkiler olan bir kamu
birimi kurdular. Bu birim yabancı ülkelere gönderilecek elçilerin profesyonel birer
görüşmeci olarak eğitilmelerini sağlıyordu. Bu eğitim çerçevesinde, elçilere
görevlerini yaparken dikkat etmeleri gereken protokol, görüşme metodu gibi hususlar
öğretilmekteydi. Ayrıca, elçilere göreve başlamadan önce verilen yazılı yönergede
dikkat edilmesi gereken genel ve özel hususlar bir kez daha vurgulanmaktaydı.
Benzer bir bürokratikleşmenin protokol ve merasim işleri açısından da
gerçekleştirildi ği görülmektedir. “Skrinion Barbaron” adı verilen bu birim yabancı
43 Ibid. , s. 79-80. 44 Ibid. , s. 79.
24
elçilerin karşılanması, ağırlanması, huzura kabulleri ve hatta kontrol edilmeleri gibi
işlerden sorumluydu.45
Profesyonelleşme, diplomasinin Bizans açısından taşıdığı önemin bürokratik
yapıya da yansıdığını göstermesi açısından önemlidir. Diplomasinin, ülkenin gücünü
ve varlığını korumanın temel yöntemi haline gelmesi, genel bürokratik
örgütlenmenin bu boyut çerçevesinde şekillendirilmesinde rol oynamıştır.
Diplomasinin üslup boyutuna bakıldığında da çeşitli olguların altı
çizilebilecektir:
Öncelikle, ayrıntılı biçimde düzenlenen protokol kuralları ve merasimlerde
yabancı elçilerin imparatorluğun gücü ve ihtişamından etkilenmelerinin sağlanmaya
çalışıldığı görülmektedir. Bu güç ve ihtişam gösterisi, yabancı ülkelere giden Bizans
elçileri açısından da sözkonusudur. Diplomasinin şeklî unsurlarının bile diplomatik
sürecin çok önemli bir parçası olarak görüldüğü, yürütülen diplomasinin hedefi
açısından bir kazanç olması için uğraş verildiği gözlemlenmektedir.46
Đkinci olarak, Roma’nın aksine genel olarak barışçı yöntem ve bu bağlamda
diplomasi, her zaman savaşa yeğ tutulan birinci tercih niteliğindedir. Bu durum,
yukarıda vurgulandığı gibi devletin içinde bulunduğu reel-politik koşullardan
kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla, Bizans için diplomasi, bizatihi dış politikasının
merkezine oturan bir olgu oldu.
Üçüncü olarak, Bizans’ın diplomatik yöntemi her yönüyle kullanmaya
çalıştığı görülmektedir. Bu çerçevede diplomatik yöntem sadece görüşme, pazarlık,
anlaşma gibi “olağan” boyutlarıyla değil, aynı zamanda aldatma, rüşvet, birbirine
saldırtma, entrika, suikast gibi daha “olağandışı” boyutlarıyla da kullanılmıştır.
Nitekim, yabancı adamlarının devletin yüce çıkarları adına satın alınması meşru bir
45 Nicolson, The Evolution of Diplomatic Method, s. 25-26. 46 Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, s. 22.
25
davranış olarak görülmekteydi.47 Bizans açısından parayla satın almanın maliyeti, bir
savaşı kaybetmenin maliyetinden çok daha önemsizdi.48 Bunun yanısıra, o zamana
kadar hiç görülmediği bir biçimde, diplomatik sürecin taraf ülkelerden bilgi
toplamak, yani istihbarat amacıyla da kullanıldığı bilinmektedir.
Dördüncü olarak, Ortodoks Hıristiyanlık dış politika ve diplomasinin
yürütülmesinde işlevsel biçimde kullanılmaktaydı. Bizans 7. yüzyıldan itibaren
doğudan gelen Đslam tehlikesine karşı Hıristiyanlığın savunucusu olduğunu
vurgulayarak, Batılı Hıristiyan güçlerden destek almaya çalıştı. Đstanbul’un Ortodoks
Hıristiyanlığın merkezi olması, Bizans’a ayrı bir güç ve meşruiyet sağlamaktaydı.
Bunun yanısıra, Bizanslı rahipler imparatorluğun hâkimiyet sahası dışındaki
alanlarda Ortodoks inancının yayılması için çabalıyordu. Bu sadece Ortodoksluğun
değil, aynı zamanda Ortodoksluğun merkezi Konstantinapolis’in de diğer toplumlar
üzerinde etkinlik kazanmasının bir yoluydu. Böylece, Bizans Ortodoksluk yoluyla bu
toplumlar üzerinde hegemonya kurabiliyordu. Bizans değerleri, yaşam biçimi ve
düşünce yapısı bu toplumlarda yayılıyordu.49
Görüldüğü gibi, Bizans, diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarında
gelişimi açısından önemli bir tarihsel sürece sahne olmuştur. Tez açısından Bizans
döneminin en önemli etkisi ise, bu deneyimin sürekli diplomasinin doğduğu Đtalya’ya
ve Roma/Bizans geleneğinin en önemli mirasçısı Osmanlı Đmparatorluğu’na etkisidir.
Bu etkiler ileride incelenecektir.
47 Ibid. , s. 22. 48 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 17. 49 Ibid. , s. 16–17.
26
6-Çin Đmparatorluğu’nda Diplomasi Anlayışı ve Evrimi
Kökenleri tarımsal üretimin ve yerleşik hayata geçişin başladığı MÖ 3000
‘lere uzanan Çin uygarlığı, MÖ 11. yüzyılda iktidarı ele geçiren Çou Hanedanı
döneminde merkezi birliğin büyük oranda sağlanmasıyla hızla gelişti. Çin’in birçok
bölgesini kontrol altına alan Çou Hanedanı’nın MÖ 8. yüzyılda zayıflamaya
başlaması, merkezi birliği ortadan kaldırdı ve yerel prenslerin birbirleriyle iktidar
mücadelesine girdiği bir dönemin başlamasına neden oldu.50
MÖ 8. yüzyılda başlayan ve MÖ 5. yüzyıla kadar geçen bu yeni dönem
“Bahar ve Güz” dönemi olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemde, merkezi otoritenin
zayıflamasına paralel olarak feodalizmin ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir.
Feodalleşme süreci Çin’de bağımsız küçük devletçiklerden oluşan bir sistemin
belirmesine yol açtı. Oluşan çok-aktörlü sistemde, aktörler arasındaki güç
mücadeleleri Yunan kent-devletleri arasında olduğu gibi sıklıkla görülmekteydi51 Bu
da, diplomasinin kullanılmasına ve gelişmesine etkide bulunmuştur.52
Güç mücadeleleri Çou Hanedanı’nın tamamen yıkıldığı MÖ 5. yüzyılda
başlayan ve MÖ 3. yüzyıla kadar süren “Savaşan Devletler” döneminde daha da
artmıştır. Bu dönemde sistemdeki aktör sayısı azalmakla birlikte, daha da güçlenen
devletler arasında istikrarlı ittifaklar azalmış, kutuplar gevşemiştir.53 Güç
mücadelelerinin sistem-içi ilişkileri daha esnek hale getirmesi, diplomasinin çok
daha gündelik bir nitelik kazanmasına, dolayısıyla öneminin artışına neden olmuştur.
Ayrıca, Çinli prenslerin Çin kültürü dışındaki “barbar” güçlerden yeni müttefikler
50 William H. Mcneill, Dünya Tarihi , s. 122–123. 51 Holsti, International Politics, s. 31. 52 Adam Watson, Diplomacy: The Dialogue Between States, Routledge, London, 1982, s. 91. 53 Holsti, International Politics, s. 31.
27
bulma yolundaki çabaları da diplomatik ilişkilerin gelişmesine yardımcı olmuş, Çin
kültürü ve değerleri daha geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.54
MÖ 202’de Han Hanedanı’nın bütün kontrolü ele alarak siyasal birliği tekrar
sağlamasıyla, Çin’in 19. yüzyıla kadar varlığını koruyacak olan geleneksel yapısının
temelleri atılmıştır. Bu yapı, imparatorluğun sosyo-ekonomik örgütlenmesi,
dolayısıyla siyaset ve diplomasi anlayışının belirlenmesi açısından büyük önem
taşımaktadır. Şöyle ki:
Çin uygarlığının dış dünya algısı, tıpkı Roma gibi, bir “ötekileştirme”ye
dayanmaktaydı. Bu algının Roma’dakinden farkı, “ötekileştirme”nin siyasal, etnik ya
da teritoryal değil kültürel bir temele dayanmasıdır.55 Çinliler kendi kültürlerinin
dünyanın en üstün kültürü, dolayısıyla Çin’in de dünyanın kültürel merkezi olduğu
söylemini dile getirmekteydiler. Çin kendisini dünyanın kültürel merkezi olarak
görmekte ve dış dünyadaki toplulukları Çin kültüründen, dolayısıyla uygarlıktan
uzak “barbarlar” olarak nitelendirmekteydi. 56 Fakat, barbarların Çin’in uygarlığın
merkezi olma iddiasını kabul etmeleri ve bu çerçevede Çin kültürünü
benimsemelerinin yolu yine de açıktı. “gel ve dönüş”57 olarak özetlenebilecek bu
anlayış, Çin’in siyasal sınırlardan çok kültürel sınırlara sahip bulunduğunu, bu
54 McNeill, Dünya Tarihi, s. 123. 55 John King Fairbank ve Merle Goldman, China: A New History, Enlarged Edition, Cambridge and
London, Harvard University Press, 1999, s. 44. 56 John K. Fairbank (ed.), The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing 1800-1911,
London-New York-Melbourne, Cambridge University Press, 1978, s. 29. Bu anlayış, tarıma dayalı
yerleşik toplumlar ile hayvancılığa dayalı göçebe toplumlar arasındaki ilişki çerçevesinde
yorumlanmalıdır. Uygarlığın geliştiği erken dönemde, Kuzey Çin’deki yerleşik toplumlar kuzeydeki
göçebelerle ilişkilerini kendilerinin kültürel üstünlüğü söylemine dayandırdılar. Bu da kaçınılmaz
olarak “uygar-uygar olmayan” ayrımının belirmesine neden oldu. J. K. Fairbank ve S. Y. Teng, “On
The Ch’ing Tributary System”, Harvard Journal of Asiatic Studies, Vol. 6, No:2, (June 1941), s.
137. 57 J. K. Fairbank, “Tributary Trade and China’s Relations with the West”, The Far Eastern
Quarterly , Vol.1, No:2, (February 1942), s. 29.
28
sınırların da geçişken olduğunu göstermekteydi. Çin kültürünün üstünlüğünün
kabulünün doğal sonucu ise, Çin imparatorunun mutlak egemenliğinin kabulü
olacaktı.
Sözkonusu “üniversal merkezilik söylemi” temelde kültürel bir çerçevede
kurgulanmakla birlikte, doğal olarak siyaset felsefesini de etkilemiştir. Bu etkinin en
önemli boyutunu kurumsal açıdan imparatorluğa verilen anlam ve kişisel olarak
imparatorun sahip olduğuna inanılan misyon oluşturmaktadır. Bu anlam ve misyon
dinsel bir meşruiyete dayandırılmıştır. Kökenleri Çin’de animist inanışların ortaya
çıktığı tarih öncesi dönemlere kadar giden bu anlayış, insani ilişkileri doğayla
açıklamak inancına dayanmaktaydı. Bu inanca göre, Yer, Gök’ün kontrolü
altındaydı. Gök’ün takdiri, Yer’in, dolayısıyla da insanların kaderini tayin
etmekteydi. Gök, Yer’in yönetimini, yani iktidarı özel olarak seçtiği imparatora
vermiştir. Đmparator, “Gök’ün oğlu” olarak dindar ve doğru davrandığı sürece
iktidarını sürdürecek, yeryüzünü yönetecektir.58 Bu inancın siyaset felsefesine
aktarımı, MÖ 11. yüzyılda iktidarı ele geçiren Çou Hanedanı dönemiyle başlamıştır.
Hanedan mensupları bu inanç çerçevesinde kendi iktidarlarının da Gök’ün takdiriyle
olduğunu ileri sürerek, iktidarlarına meşruiyet kazandırmak istemişlerdir.
Sözkonusu erken dönemde, imparatorluğun dayandığı siyaset felsefesi
açısından en büyük etkiyi Konfüçyüsçülüğün ortaya çıkışı yapmıştır. Konfüçyüs
(MÖ 551–479) tarafından ortaya atılan dinsel fikirler kısa zamanda yayılarak,
toplumsal organizasyonun, dolayısıyla siyaset anlayışının da temelini oluşturmuştur.
Konfüçyüs, toplumun ve insanın mutluluğunun Gök ve Yer arasında uyumlu ilişkiler
kurulmasından geçtiğini ileri sürmekteydi. Konfüçyüs’e göre, evrende bir hâkimiyet
hiyerarşisi bulunmaktadır. Çocuklar anne ve babalarına, kadınlar erkeklere bağlıdır.
58 McNeill, Dünya Tarihi, s. 123–124.
29
Bütün insanların yerine getirmek zorunda olduğu bir rolü vardır. Herkesin rolünü
yerine getirmesi toplumsal düzen açısından çok önemlidir. Bu organizmacı
toplum/devlet anlayışında doğal olarak hiyerarşi piramidinin tepesinde Çin
Đmparatoru yer almaktaydı.59
Çin Đmparatoru “Gök’ün oğlu” olarak Gök’ün Yer üzerindeki hâkimiyetinin
simgesidir. Dolayısıyla, egemenliğinin kaynağını bizzat kozmik düzenden alan
imparator, yeryüzünün biricik meşru otoritesidir. Bu da, teorik olarak, imparatorun
egemenliğinin sadece ülkesi için değil, aynı zamanda tüm yeryüzü için geçerlilik
taşıdığı söylemine neden olmuştur. Bu “üniversal krallık”60 söylemi de, Çin’in
yukarıda belirtilen dünyanın merkezi olma iddiasının dinsel ve ideolojik dayanağını
oluşturmaktaydı.
Dünyanın merkezi olma anlayışı, Çin’in diplomasi algılamasını doğrudan
etkilemiştir. Bu anlayışın somutlaşmış biçimi, “haraca dayalı sistem” (tributary
system)’dir. Çin, dış ili şkilerini ve diplomasisini, özellikle MS 13. yüzyıldan 19.
yüzyıla kadar geçen Ming ve Mançu hanedanları döneminde, en gelişmiş biçimde
kurumsallaştırmış ve bu sistem çerçevesinde yürütmeyi başarmıştır. Çin’in Doğu
Asya’da çok uzun bir süre tek büyük güç olması ve bölgenin uzun bir süre dış
etkilerden büyük oranda uzak kalmasının etkisiyle işleyebilen sistem, Çin ve
periferisindeki ülke ve toplumlar arasındaki ilişkilerin içinde aktığı bir kanal
niteliğindedir. Bu çerçevede, Çin’in merkezilik konumunu kabul eden ve bunu
periyodik elçilik ziyaretleriyle somutlaştıran ülke ve topluluklar (barbarlar), Çin
nezdinde meşruiyet kazanmakta ve desteğini alabilmekteydiler.
Aslında, haraca dayalı sistemde periferi ülkelerinin Çin’e bir haraç ya da
vergi vermelerinden, yani maddi boyuttan çok, onun üstünlüğünü ve merkeziliğini
59 Fairbank ve Goldman, China: A New History, s. 51–52. 60 Fairbank, The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing 1800–1911, s. 32.
30
kabul etmelerine dayalı manevi boyut önemliydi.61 Bu çerçevede, vergi ya da haraç
verilmesi değil, bağlılığın bildirilmesi esastı. Saygı ve bağlılık sunumu, Çin
Đmparatorunun adeta lütufta bulunarak bu ülkeleri meşru kabul etmesini ve
desteklemesini sağlayacaktı.
Çin’in dış ili şkilerini dayandırdığı bu sistemin doğal sonucu, diplomasiyi
daha çok tek-taraflı bir süreç olarak algılamasıydı.62 Merkezilik iddiası ve bu iddia
üzerine temellendirilen haraca dayalı sistem, diplomasinin sadece merkezde, yani
imparatorluk sarayında yürütülen ve sistem-içi bir olgu olması sonucunu
doğurmaktaydı. Merkeze, sisteme bağlı çevre ülkelerden düzenli olarak elçiler gelse
de, Çin’in bu ülkelere elçi göndermesi daha nadirdi. Gönderilen elçiler de temelde,
Çin’in haraca dayalı sistem çerçevesindeki “süzeren” rolünün kabulünün sağlanması
ve bunun gösterilmesi işlevini yerini getirmekteydiler.63
Çin, diplomasinin eşitlik ya da çok-taraflılık temelinde algılanmamasının
belki de en bariz örneğidir. Özelikle, haraca dayalı sistemin kurumsallaştığı ve en
belirgin biçimde uygulandığı 13. ve 18. yüzyıllar arasında, Çin’in bütün diplomatik
ili şkilerini tek-taraflı biçimde ve dış dünyadan herhangi bir ülkeyi eşit taraf olarak
görmeden sürdürmeye çalıştığı görülmektedir.
Çin, kendi dışındaki toplulukları esas olarak diplomatik bir taraf gibi
görmekten ziyade, merkeze bağlılığını sunması gereken sistem-içi bir alt birim
biçiminde algılama eğilimindeydi. Roma’dan farklı olarak fütühatı temel alan bir dış
politika izlemediğinden, fiili işgal ya da doğrudan kontrol yerine haraca dayalı sistem
çerçevesinde bir çeşit “süzeren-vassal” ilişkisi kurarak dolaylı denetim ve egemenlik
yolunu seçmiştir.
61 Fairbank, “Tributary Trade and China’s Relations with the West”, s. 133. 62 Yurdusev, “Uluslararası Đlişkiler Öncesi”, s. 30. 63 Fairbank, “Tributary Trade and China’s Relations with the West”, s. 136.
31
Çin’in diplomatik ilişkilerini yüzyıllar boyunca temellendirdiği bu sistem,
aslında devletin daha güçsüz olduğu dönemlerde teorik olarak varlığını sürdüyse de,
pratikte teoriyle çelişen uygulamalar da görülmüştür. Devlet, dışarıdan gelen
saldırıları önleyecek askeri güce sahipken diplomatik yöntemlerin geri plana itildiği,
buna karşılık zayıfsa diplomasiyi kullandığı görülmektedir. Nitekim, MÖ 3. yüzyılda
başlayan Han Hanedanlığı döneminde Çin, saldırgan güçleri yatıştırabilmek için
sıklıkla bunlara tahıl ve ipek gibi maddeler vermiştir. Bunun da ötesinde, sözkonusu
dönemde Çin’in, tıpkı Bizans’ta olduğu gibi evlilik yoluyla akrabalık bağı kurmayı
bir diplomatik yöntem olarak benimsediği de gözlemlenmektedir. Bu çerçevede,
Çinli prenseslerin “barbar” toplumlara gelin olarak verildiği sıklıkla görülmektedir. 64
Fakat, diplomatik yöntemin daha eşitlikçi ve çok-taraflı kullanıldığı bu dönemler,
politik koşullar nedeniyle ortaya çıkmış, Çin 19. yüzyıl sonlarına kadar temel siyaset
felsefesini değiştirmemiştir.
Çin’in haraca dayalı sisteminin diplomasinin kurumsal boyuttaki gelişimine
belli oranda etkisi olmuştur. Çin, 19. yüzyıla kadar gelişmiş bürokratik geleneğine
rağmen, dışişlerinden ve diplomasiden sorumlu özel bir kuruma sahip değildi. Buna
rağmen, sözkonusu sistemin yürütülmesinden sorumlu bir kurumu ise vardı.
“Resepsiyon Bölümü” olarak adlandırılan bu kurum, “barbarların” huzura
kabullerinin törensel boyutlarıyla uğraşan bir protokol örgütüdür. Elçilik heyetlerinin
kabullerinin, hediye ve vergi sunumlarının, ülkeye geliş ve gidişlerinin en ince
ayrıntılarına kadar kurallara bağlandığı, Resepsiyon Bölümü’nün de bu kurallara
uyumdan sorumlu olduğu görülmektedir.65 Sözkonusu kurumsallaşma, Çin’in
diplomasiyi sistem-içi bir olgu olarak gördüğünün bir başka göstergesidir.
64 Fairbank ve Goldman, China: A New History, s. 61. 65 J. K. Fairbank ve S. Y. Teng, “On The Ch’ing Tributary System”, s. 149.
32
Diplomasinin yürütüleceği alan, Çin’den ve onun çevresindeki ülkelerden oluşan
sistemdir.
Çin’in kurduğu haraca dayalı sistem ve bu çerçevede gelişen diplomasi
anlayışının değişiminde en önemli etken, sisteme yeni güçlerin/aktörlerin girmesi
olmuştur. Yeni aktörler ise 16. yüzyılda tüm dünyaya yayılmaya başlayan Batılı
ülkelerdi. 17. yüzyılın başlarından itibaren Đngiliz ve Hollandalı tüccarlar Çin’de
faaliyet göstermeye başladı. Böylece, Çin’in genel anlamda değişim süreci de
başlamış oldu. Batılı aktörlerle ticaret temelinde gelişen temaslar, kaçınılmaz olarak
Çin’in diplomatik ilişkilerinin nitel ve nicel anlamda gelişmesini sağlayacaktır.
Öncelikle, artan ticaret Çin’de Batılı bir ticaret topluluğunun ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Bu çerçevede, daha önce haraca dayalı sistem
çerçevesinde periferideki ülkelerle kurulan diplomatik ili şkiler, hem Đngiltere’den
Papalığa kadar uzanan bir coğrafyayla kurulan yeni diplomatik ilişkilerle muazzam
biçimde genişlemiş,66 hem de Çin’de sürekli ikamet etmeye başlayan Batılı ticaret
topluluğunun ortaya çıkışıyla -kısıtlı da olsa- düzenli ve sürekli bir nitelik
kazanmıştır. Çin’le Batılı ülkeler arasındaki ticaret 18. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren daha da gelişmiş, Kanton bölgesi kıtalararası bir ticaret merkezine
dönüşmüştür. 18. yüzyılda Batı yayılmasının da büyük etkisiyle haraca dayalı
sistemin çatırdamaya başlamasıyla, Çin’in güç kaybettiğini anlamaya başlaması,
Çinli yöneticilerin kıtalararası ticareti geliştirme yolunda adımlar atmasına neden
olmuştu. Çin’li yöneticiler, dış ili şkilerde sınırlı bir ticarete izin vererek iç ve dış
istikrarı sağlamayı amaçlamışlar, bunu da “hikmet-i hükümet” anlayışı çerçevesinde
meşrulaştırmaya çalışmışlardır.67
66 Çin diplomasisindeki büyük hareketlilik için bkz: Ibid. , s. 155–157. 67 Fairbank, The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing 1800-1911, s. 163.
33
Fakat bu değişim tedricidir. Nitekim, Batılı güçler 19. yüzyılın ortalarına
kadar yine de haraca dayalı sisteme uygun hareket etmek ve bu sistemin getirdiği
diplomatik yöntemi benimsemek zorunda kalmışlardır. Komşu devletler gibi Batılılar
da haraca dayalı sistem çerçevesinde Çin’in dünyanın merkezi ve Đmparatorun
Gök’ün oğlu olduğunu kabul eder görünmüşlerdir. Fakat, Batı’nın artan gücü,
zamanla Çin’in geleneksel sisteminden duyulan rahatsızlıkların daha yüksek sesle
dile getirilmesine neden olacaktır. Batılılar, ticarete getirilen kısıtlamaların
azaltılmasını sağlamak ve Çin hukukuna tabi olmalarının yarattığı sıkıntıları aşmak
amacıyla kendileri için kapitüler haklar verilmesini talep etmeye başladılar.
Ayrıca, Đmparatorun lütfuyla Çin’de iş yapabilen “ikinci sınıf barbarlar”
olarak görülmeleri de, Batılılar için büyük bir sıkıntı kaynağıydı. Haraca dayalı
sistem çerçevesinde tabi tutuldukları diplomatik törenler ve protokol da, tepki
kaynağıydı. Örneğin, huzura çıkanların giymek zorunda bırakıldıkları “kotow” adı
verilen giysi Batılıların hayli tepkisini çekmekteydi.68 “Kotow”, Çin uygarlığının
üstünlüğünün kabulünün sembolü olması yanında, Çin Đmparatorunun, giyeni
aşağılamasına da olanak veriyordu.69
Bu çerçevede, Batılılar haraca dayalı sistemi yıkmak ya da en azından onun
dışına çıkmak yolunda girişimlerde bulunmaya başladılar. Bu doğrultuda ilk olarak
diplomatik kanalları kullanma yolunu seçtiler. Öncelikle Çin’le modern yöntemlere
dayalı kurumsal bir diplomatik ilişki kurulması gerekliydi. Bunun için yapılması
gereken, başkent Pekin’de sürekli elçiliklerin kurulmasıydı. Bu yolda ilk adım,
1793’te Doğu Hindistan Kumpanyası tarafından atıldı. Lord George Macarthney
başkanlığındaki bir Đngiliz heyeti, ticaret olanaklarının geliştirilmesi, gümrük
68 Fairbank ve Teng, “On The Ch’ing Tributary System”, s. 190. 69 Giysi konusunda benzer bir uygulama Osmanlı Đmparatorluğu’nda da görülmektedir. Bu hususa
ileride değinilecektir.
34
oranlarının düşürülmesi ve Pekin’de sürekli diplomatik temsilcilik açılmasına izin
verilmesi gibi isteklerde bulundu.70
Bu istekler karşısında Çin Đmparatoru’nun Đngiltere Kralı’na gönderdiği
mektup,71 Çin’in geleneksel anlayışını göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Đmparator mektubunda, başkentte diplomatik temsilcilik bulundurmanın kendi
hanedanlarının devlet sistemiyle uyuşmadığını, geleneksel olarak bazı hizmetleri
yerine getirmek için başkente gelen yabancılara izin verildiğini ama bunların Çin
sarayında Çin kıyafetleri giymeye, belirli yerlerde oturmaya ve kendi onayları
olmadan ülkelerine dönmemeye mecbur olduklarını vurgulamıştır. Mektupta, Çin’in
Đngiltere ile talep edilen çerçevede diplomatik ilişki kurma ihtiyacının olmadığı, hatta
“tenezzül bile etmeyeceği” de belirtilmiştir.72 1816’da Lord Amherst başkanlığında
benzer isteklerle gelen bir başka heyete ise daha sert davranılmış, kabaca muamele
edildikten sonra heyet ülke dışına çıkarılmıştır.73
Çin’in Batı’yla diplomatik ilişkilerindeki bu tavrı, değişen reel-politik şartları
kavramamakta gösterdiği ısrardan ve muhafazakâr tutumundan kaynaklanmaktadır.
Aslında değişen dünya dengeleri ve modernleşmenin, önüne geçilemez bir biçimde
hız kazanması Çin’in arkaik anlayışını sürdürmesinin mümkün olamayacağının
sinyallerini vermekteydi. Çin ve Doğu Asya’nın Avrupa’ya görece uzaklığı, Batı’nın
doğrudan ve dolaylı etkisinin, Yakın Doğu’ya nazaran devreye daha geç girmesine
neden olmuştu. Fakat, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’yle girilen süreçte Batı,
önüne geçilmez biçimde tüm dünyayı, dolayısıyla Doğu Asya’yı da dönüştürecek
adımları atmakta gecikmeyecektir.
70 Fairbank ve Goldman, China: A New History, s. 196. 71 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 8. 72 Yurdusev, “Uluslararası Đlişkiler Öncesi”, s. 30. 73 Fairbank ve Goldman, China: A New History, s. 197.
35
Çin’in, haraca dayalı sistemi Batı’ya karşı devam ettirme çabası, gerekli olan
en kısıtlı reformun bile yapılamamasına neden oldu. Bunun sonucu ise, reform
yerine, dıştan gelen baskılarla büyük bir dönüşümün yaşanması olacaktır. Bu
dönüşüm büyük oranda Batı tehdidi ve baskısıyla şekillenecektir. Batı, haraca dayalı
sistemi ortadan kaldırmayı diplomatik yollardan sağlayamamıştı. Ancak, bunu şimdi
silah zoruyla yapmaktaydı:
Đngiltere’nin, Çin yönetiminin Afyon ticaretini yasaklaması nedeniyle Çin’e
saldırması, sözkonusu sistemin silah zoruyla değiştirilmesinin ilk adımını
oluşturacaktır. 1839-1842 yılları arasında süren Afyon Savaşı sonunda imzalanan
Nanking Antlaşması’yla, Çin, Kanton dışında beş limanın daha uluslararası ticarete,
dolayısıyla yabancılara açmayı kabul etti. Ayrıca, bu limanların her birinde sürekli
Đngiliz konsolosluklarının kurulması da bağıtlandı. Antlaşmada Çin’in diplomatik
yöntemindeki zorunlu değişimin temel göstergesi olarak yer alan madde ise, aynı
rütbedeki resmi görevliler arasında düzenli ve eşit ili şkinin kurulmasıyla ilgiliydi.74
Görüldüğü gibi, Afyon Savaşı’nın Çin’in uluslararası sistemin bir parçası
haline gelmesinde büyük etkisi olmuştur. Çin’in ağır bir yenilgiyle karşılaşması ve
bizatihi varlığının tehlikeye girmesiyle sonuçlanan savaş, haraca dayalı sistemin ve
Çin’in geleneksel anlayışının artık geçerli olmadığını çok açık bir biçimde
göstermiştir.75
74 Fairbank, The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing 1800-1911, s. 211–212. Savaş
sırasında, Đngiliz diplomatların, Osmanlı Đmparatorluğu’yla kurdukları kapitülasyon sistemini örnek
göstererek, kendi uyrukları için Çin hukukundan muafiyet talep etmeleri dikkat çekicidir. Fairbank ve
Goldman, China: A New History, s. 203. 75 Afyon Savaşı’nın, Çinli aydınlar arasında daha erken sayılabilecek bir dönemde reformist fikirlerin
doğmasına neden olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, Batı’ya bakış değişmeye, Çin’in Batı’yla
ili şkilerini daha farklı bir çerçevede kurması gerektiği vurgulanmaya başlamıştır. Örnek için bkz: Fred
W. Drake, “A Mid-Nineteenth-Century Discovery of the Non-Chinese World”, Modern Asian
Studies, Vol.6, No:2, (1972), s. 205–224.
36
Geleneksel siyaset felsefesinin fiili olarak iflası olan bu gelişmeye rağmen,
Çin’de dönüşümün tam olarak başlaması için yaklaşık 20 yıllık bir sürenin daha
geçmesi gerekecektir. Bunu sağlayan gelişme Taiping Đsyanı olacaktır. 1851’de
başlayan ve 1864’e kadar kontrol altına alınamayan Taiping Đsyanı, Çin’in,
geleneksel yapısını ve anlayışını tamamen terk etmek zorunda kalmasına neden
olmuştur. Bu isyan, ortaya çıkışı, gelişimi ve sonuçları itibarıyla Batı etkisinin
belirleyiciliğini ve Çin’in geleneksel anlayışının kofluğunu göstermesi açısından çok
önemlidir. Her şeyden önce, isyanın çıkışında dolaylı bir Batı etkisi bulunmaktadır.
Đsyanın lideri, Nanking Antlaşması’ndan sonra faaliyetleri daha da kolaylaşan
Hıristiyan misyonerlerden etkilenmiştir.76
Đkinci olarak, Đngilizler ve Fransızlar, ilerleyen safhalarında isyanın
bastırılmasında aktif olarak rol oynamışlardır. Çin hükümetine silah satışından,
hükümet güçlerine Batılı subayların komuta etmesine dek uzanan bu durum, 1860’da
Đngiliz ve Fransız ortak gücünün başkent Pekin’i işgal etmesine kadar varmıştır.77
Dünyanın merkezi olduğu söylemini yüzyıllarca dış ili şkilere bakışının temeline
oturtan Çin’in, “barbar” güçlerin desteğini almadan varlığını bile sürdüremediği çok
açık biçimde ortaya çıkmştır. Varlığını sürdürebilmek için Batılı güçlerle ilişkilerini
geliştirme ihtiyacı, doğal olarak Çin diplomasisinin büyük bir değişim sürecine
girmesine neden olmuştur. Üstelik bu değişim, isyanda görüldüğü gibi, sadece dış
dünyadan gelen tehditlere karşı değil, aynı zamanda ülkenin içinden gelen tehditlere
karşı da gerekliydi. Çin artık ülke bütünlüğünü koruma yolunun diplomasiyi
kullanmaktan geçtiğinin farkına varmıştır.
76 Protestan misyonerlerin faaliyetleri ve 19. yüzyılın ortasına kadarki dönemdeki etkileri için bkz:
Suzanne Wilson Barnett, “Protestant Expansion and Chinese Views of the West”, Modern Asian
Studies, Vol.6, No:2, (1972), s. 129–149. 77 Fairbank, The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing 1800-1911, s. 418, 425-427.
37
Bu çerçevede, 1861’de iktidarı ele geçiren yeni Mançu hanedanı farklı bir dış
politika benimseyerek, bu zorunlu dönüşümü bir ölçüde kendi elleriyle yapma
yolunu seçmiştir. Đmparatoriçe Cixi, Prens Gong ve Yüksek Konsey Başkanı
Wenxiang tarafından belirlenen yeni dış politika, Çin’in yabancı güçleri yatıştırmak
için Batı tarafından dayatılan “antlaşmalar sistemi”ni kabul etmesi temeline
oturmaktaydı.78 Çin’in kısa bir sürede yarı-sömürge haline gelmesine neden olacak
antlaşmalar sistemi, Batılı güçlerin Çin’le yaptıkları, tamamen kendi lehlerine eşitsiz
ve kapitüler hakları ihtiva eden ticari anlaşmalara dayanacaktır.
Görüldüğü gibi, eşitsizlik ili şkisi, bu kez tersten söz konusudur. Yeniden
kurulmuş, kendi dışındaki dünyayı muhatap bile almaya kolay kolay tenezzül
etmeyen Çin, yaklaşık 20 yılda -üstü kapalı da olsa- “ikinci sınıflığı” bu kez kendisi
kabul etmek zorunda kalmıştır.
Taiping Đsyanı’nın bastırılmasıyla başlayan dönemde, 1860’ların ikinci yarısı
ve 1870’lerde Çin’de modernleşmeci anlayışın belirgin bir biçimde etkisini arttırdığı
görülmektedir. Dünyanın merkezi olma söylemi tamamen terk edilerek, Batı’yla
temas kurma yolundaki çabalar arttırılmıştır. Bunun temel nedenleri şunlardır:
Đlk olarak, bu dönemde benimsenen “kendi kendine güçlenme” anlayışı,
Çin’in, güçsüzlüğünü görerek kendini modernleştirmesi ilkesine dayanmaktadır.
Batılı güçler karşısında çok açık bir biçimde ortaya çıkan askeri yetersizlikler,
öncelikle ordunun modernleştirilmesi çabalarına önem verilmesine neden olmuştur.
Ordunun modernleştirilmesinin ekonomik gücün arttırılmasına bağlı olduğu da, Çinli
yöneticiler tarafından tespit edilmiştir. 79 Bunu sağlamanın yolu ise, Batı’nın
ekonomik, kültürel, askeri ve siyasi üstünlüğünün kabulüyle, bu reformları Batı
desteği ve vasıtasıyla yapmaktan geçmektedir.
78 Fairbank ve Goldman, China: A New History, s. 212. 79 Fairbank, The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing 1800-1911, s. 491.
38
Đkinci olarak, Batılı güçler tarafından işgal edilen, iç isyanları bile Batılı
güçlerin yardımı olmadan bastıramayan Çin’in yöneticileri, Batı politikalarının
ülkenin birliği ve bağımsızlığı açısından temel belirleyici haline geldiğini görmüştür.
Batı’yla dostluk ilişkilerinin kurulması ve bunların korunması gerekliliği hemen
hemen bütün Çinli yöneticiler tarafından kabul edilmiştir. Çinli yöneticiler ülkede
reformlar yapabilmek için uluslararası çatışmalardan uzak durularak barışın
korunması gereğini benimsemişlerdir.80 Barışın korunması ihtiyacı, Çin’in Batılı
güçlere sürekli olarak tavizler verme politikasının da temel nedenidir.
Bu yeni anlayış diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarında önemli
gelişmelere yol açmıştır:
Üslup boyutuna bakıldığında ilk vurgulanması gereken nokta, Çin’in
geleneksel sistemi çerçevesinde benimsediği diplomatik yöntemleri tamamen terk
etmesidir. Yabancı elçilere uygulanan protokol anlayışı ve diğer kurallar gibi bütün
usuller kesin olarak terk edilmiştir. Çin’e özgü bazı uygulamalar belli oranda korunsa
da, diplomatik biçem büyük oranda Batılılaşmıştır.
Đkinci önemli nokta, Çin’in sürekli diplomasi anlayışını benimsemesidir. Bu
çerçevede, daha önce şiddetle karşı çıkılan Batılı ülkelerin başkentte sürekli elçilik
açma talepleri kabul edilmiş, 1860’da Đngiltere, Fransa, Rusya ve ABD Pekin’de ilk
sürekli elçiliklerini açmışlardır. Çin ise ilk sürekli elçiliğini 1877’de Londra’da
açmıştır. Ertesi yıl ise bunu Washington, St. Petersburg ve Tokyo’da açılan elçilikler
izlemiştir. 81
Üçüncü önemli nokta ise, Çin’in yukarıda belirtilen varlığını ve bütünlüğünü
koruma amacıyla diplomasiyi kullanma politikası çerçevesinde, diplomatik
eylemlerini çağdaş uluslararası hukuk çerçevesinde meşrulaştırmaya çalışmasıdır.
80 Ibid., s. 492. 81 M. S. Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, London and New York, Longman, 1993, s. 108.
39
Çin’in uluslararası sistemin bir parçası olduğunun kabulünün çok açık bir ifadesi
olan bu anlayış, merkezdeki ve dışarıdaki (kurulacak elçiliklerde) Çinli diplomatların
en önemli uğraşlarından biri olacaktır. Uluslararası sistemin içinde yer aldığını artık
hem teorik, hem de pratik olarak kabul eden Çin, bu sistemin kuralları çerçevesinde
hareket etmeyi ve bu kurallardan kendi çıkarları açısından yararlanmayı
diplomasisinin merkezine oturtacaktır.82
Kurumsal boyuttaki en önemli gelişme ise, Büyük Konsey altındaki Özel
Komite yapısı içinde bir dış ili şkiler biriminin oluşturulmasıdır. 1861’de kurulan
“Zongli Yamen” adındaki bu büro, dış ili şkilerin yürütülmesinde bir ölçüde de olsa
etkinlik kazanacaktır. Fakat, ilerleyen dönemde büronun yetkileri kimi zaman başka
kurum ve kişilerce kullanılacaktır. Buna rağmen, 1901’de Dışişleri Bakanlığı’nın
kuruluşuna kadar, dışişleri alanındaki en önemli kurumsallaşma “Zongli Yamen”
olmuştur.83 Bu büronun, diplomatik ilişkilerin yürütülmesi yanında Uluslararası
Hukuk konusunda da çalışmalar yaptığı görülmektedir.
Kurumsallaşma yolunda atılan önemli bir adım da, artan diplomatik ili şkilere
ve Çin’in çağdaş diplomatik yöntemleri benimsemesine paralel olarak, yabancı dil
eğitimine önem verilmeye başlanmasıdır. Bu çerçevede, çevirmen ihtiyacının
karşılanması amacıyla Batı dillerinin öğrenilmesi için, Mançu Hanedanı’nın önemli
ailelerinden 24 genç seçildi. Batı dillerini bilen Çinli bulunamadığından, bu gençleri
82 Emperyalizm çağında Batılıların, Uluslararası Hukuk’un önemini sıklıkla vurgulamalarına rağmen,
kuralları bizzat kendilerinin çiğnemeleri Çinli bürokratlarda hayal kırıklığı yaratmıştır. Batı’nın ahlaki
zafiyet içinde olduğu hususu Çin’de sıklıkla dile getirilmiştir. John Crammer-Byng, “The Chinese
View of Their Place in the World: An Historical Perspective”, The China Quarterly, No:53,
(January-March 1973), s. 69–70. 83 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 113.
40
eğitmek amacıyla önce bir Đngiliz misyoneri görevlendirildi. Daha sonra bir Fransız
rahip ve Rus tercüman da öğretmenliğe başladı. 84
Yabancı dil bilen bürokratlar yetiştirme politikası, atılan bu ilk adımlardan
sonra daha da hız kazandı. Bu çerçevede, yurtdışına öğrenci gönderme fikri de ortaya
çıktı. Çinli yöneticilerin aynı dönemde benzer bir açılım içinde olan Japonya’dan
esinlendikleri anlaşılmaktadır. Đlk kez 1864’de gündeme gelen bu fikir, uzun
hazırlıklar sonucunda uygulamaya konuldu. 1875’de ilk grup ABD’de eğitime
başladı. Bunu takiben, diğer öğrenci grupları da Đngiltere ve Fransa’ya gönderildi.
Bulundukları ülkenin dilini kısa sürede öğrenen bu öğrenciler, Batı kültürünü de
benimsediler. Eğitimlerini tamamladıktan sonra ülkelerinde önemli mevkilere gelen
bu öğrenciler, modernist aydınlar olarak yurtlarının çağdaşlaşmasında çok etkili
oldular.85
Çin’lilerin, o zamana kadar hiç önem vermedikleri barbar dillerini
öğrenmenin önemini de kavradıkları görülmektedir. Bu durum, ilk planda diplomatik
ili şkilerin yürütülmesinde acil çevirmen ihtiyacından doğmuştur. Fakat, temelde çok
daha geniş bir temele oturmakta; Çin’in modernleşme ihtiyaçlarının karşılanmasına,
Batı teknolojisi, kültürü ve uygarlığının ülkeye getirilmesi amacına dayanmaktadır.86
Diplomatik ilişkilerin yürütülmesi ihtiyacı, modernleşmenin ülkeye girmesinde ve
modernist elitlerin oluşumunda büyük rol oynayacaktır.
84 Fairbank, The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing 1800-1911, s. 525–526. 85 Ibid. , s. 537–542. 86 Çin’in özelikle Batılı ülkelerdeki büyükelçilikleri mesailerinin önemli bir kısmını yeni silah,
teçhizat ve gemiler hakkında bilgi toplamaya ve bunların teminini sağlamaya ayırmaktaydılar.
Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 109.
41
7-Japonya’da Diplomasi ve Evrimi
Japonya’da siyasal ve toplumsal örgütlenme esasen MS 2. ve 3. yüzyıllarda
ortaya çıkmıştır. Bu örgütlenmenin feodal bir nitelik taşıdığı görülmektedir. Her ne
kadar MS 7. yüzyıldan itibaren imparator unvanını kullanan bir merkezi otorite
varlığını sürdürdüyse de, 19. yüzyıl sonuna kadar ülkede merkezi birliğin tam
anlamıyla sağlandığı dönemler istisnai olmuştur. Bu istisnai dönemlerde bile feodal
birimlerin güçlerini belli oranda da olsa korudukları görülmektedir. Güçlü feodalizm,
Japonya’nın Osmanlı Đmparatorluğu, Çin ve Đran’dan farklı bir tarihsel süreç
yaşamasına neden olmuştur. Merkezi birliğin tam olarak kurulamaması, Japonya’nın
diplomasi anlayışında ve uygulamasında diğerlerinden farklı özellikler göstermesinin
en önemli nedenlerinden biridir.
Japon uygarlığının dayandığı siyaset felsefesine bakıldığında, dinsel
inanışların Japon siyaset felsefesine de hayli etkide bulunduğu görülmektedir.
Đmparator unvanının kullanılmaya başlandığı 7. yüzyıldan itibaren, Japon kralları
soylarını “Güneş Tanrıçası”na dayandırmışlardır. “Güneş kültü” Japonya’da çok
uzun dönemden beri yaygın olarak benimsenen bir inanıştı. Bu inanışın kullanılması,
“Güneş’in oğlu” olduğunu iddia eden Đmparatora din temelli siyasal meşruiyet
kazandırmaktaydı. Ayrıca, kökenleri Antik döneme uzanan bu inanışa yapılan vurgu,
imparatorluk kurumunun kadim olduğunun da altının çizilmesini sağlamaktaydı.87
Sözkonusu inanış çerçevesinde, Đmparatorların kendilerine doğrudan
tanrısallık atfetmelerinin, Çin’dekine benzer bir siyaset felsefesi ve söylemi
doğurması olasıydı. Japon imparatorları da, ülkelerinin dünyanın merkezi olduğu,
kendilerinin üniversal imparator olduklarını dile getirebilirlerdi. Fakat, Japonya’nın
87 Janet E. Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu: 1853’den Günümüze, Çev:Müfit Günay, Ankara,
Đmge Yay., 2002, s. 17-18.
42
içinde bulunduğu koşullar, bu söylemin daha çok içe yönelik bir nitelik taşımasına
neden olmuştur. Japon Đmparatorları, feodal birimlerin gücü ve bir ada devleti olması
nedeniyle, bu söylemini dış dünyaya karşı da ileri sürebilecek kudretten uzaktılar.
Dolayısıyla, bu söylem Đmparatorun zaten çok da sağlam temellere dayanmayan
egemenliğini koruması ve meşruiyetini sürdürmesi amacıyla kullanılmıştır. Japon
siyaset felsefesi emperyal bir perspektife sahip olmamıştır.
Bu durumun en önemli nedenlerinden biri de, Çin’in bölgedeki gücü ve
etkinliğidir. Japonya, Çin’in kültürel ve siyasal üstünlüğünü ve merkezi konumunu
kabul ederek, bu ülkenin geliştirdiği haraca dayalı sistemin bir parçası olmuştur.
Japonya yüzyıllar boyunca dış ili şkilerini haraca dayalı sistem içinde yürütme yolunu
seçmiştir. Haraca dayalı sistemin kabulünün doğal sonucu, Çin tarafından ileri
sürülen, “uygar dünya ve barbarlar dünyası” ayrımının benimsenmesidir. Ülkeye Çin
yoluyla giren Konfüçyüsçülüğün de yaygın destek bulması, bu anlayışın
benimsenmesinde etkili olmuştur. Japonya, “barbar” bir ülke olarak sistem içinde yer
almayı ve bu yolla uygarlaşmayı seçmiştir.88
Japonya’nın bu tercihi, diplomasi anlayışı üzerinde doğrudan etkilerde
bulunmuştur: Japonya, Çin merkezli sistem içinde yer alarak ikinci sınıf bir güç
olduğunu kabul etmiştir. Bu da Çin’in aksine diplomasinin “yeganelik ve üstünlük”
iddiası çerçevesinde görülmesini engellemiştir. Bu durum, Japonya’nın diplomatik
ili şkilerinin gelişimi ve biçimlenmesinde etkili olmuştur. Çin’e, haraca dayalı sistem
çerçevesinde düzenli olarak elçilik heyetleri gönderilmiş, bu büyük gücün desteğinin
sağlanması için diplomasi yoğun bir biçimde kullanılmıştır.
Ayrıca, yine haraca dayalı sistem içinde yer alan Kore gibi ülkelerle de
düzenli diplomatik ilişkiler kurulmuştur. Bu ilişkilerin ülkeler arasında “eşitlik”
88 Tashiro Kazui ve Susan Downing Videen, “Foreign Relations During the Edo Period: Sakoku
Reexamined”, Journal of Japanese Studies, Vol. 8., No:2, (Summer 1982), s. 285.
43
temelinde kurulması diplomasinin gelişimi açısından büyük önem taşımaktadır.
Ayrıca diplomasinin çok-taraflı bir süreç olduğu anlayışı yerleşmiştir.89
Haraca dayalı sistem çerçevesinde yürütülen diplomatik ili şkiler, sahneye
yeni aktörlerin girmesiyle farklı bir boyut kazanacaktır. Bu yeni aktörler ise ticari
ili şkilerini geliştirmek için Dünyaya yayılan Batılı ülkelerdir:
16. yüzyıl ortalarında Portekizli denizcilerin Japonya’ya gelerek ticari
ili şkiler kurma girişimi ilk aşamada olumlu karşılanmıştır. Japonya haraca dayalı
sistem çerçevesinde Batılarla ticari ilişkileri sınırladıysa da, Çin’den farklı olarak bu
ili şkileri daha eşit bir temelde yürüttü. Bunun temel nedeni, Japonların, Batılıları
Çinliler gibi “barbarlar” olarak görmelerine rağmen, Çin’in üniversal merkez olma
iddiasına Japonya’nın sahip olmamasıdır. Bu yüzden, Japonya ticari ilişkilerin
gelişmesinde çok daha destekleyici ve kolaylaştırıcı bir tavır almıştır.
Batı’yla ilişkilerin hızla gelişimini sağlayan önemli etkenlerden biri de,
Japonya’nın bu dönemde iç karışıklıklar ve çatışmalar içinde bulunmasıdır. Feodal
güç mücadelelerinin arttığı ve Đmparatorun merkezi egemenliğini büyük oranda
kaybettiği sözkonusu dönemde, Batı’yla ticaret konusu feodal beylerin yetkisi altına
girmiştir.
Özellikle Portekizlilerle hızla gelişen ticari ilişkiler, Japonya’da Batı etkisinin
kısa sürede önemli sonuçlar doğurmasına neden olmuştur. Öncelikle, feodal beyler
Batılılarla ticareti geliştirmenin kendi güçlerini arttırmayı sağladığını görmüşlerdir.
Çünkü, Batılılarla yapılan ticaret, Batı’nın üstün silah ve teçhizatlarının hammadde
karşılığında alınabilmesini ve rakip beylere karşı kullanılabilmesini sağlamaktaydı.
Feodal beyler arasında Batı silah ve teçhizatının kullanılmaya başlaması, güç
dengesini hızla değiştirecektir. Savaş alanlarında üstün Batı teknolojisinin ürünü
89 Ibid. , s. 289–290.
44
silahlardan yararlanmanın sağladığı avantaj, kendini kısa sürede gösterecektir.
Ayrıca, daha uzun vadede, artan silahlanma maliyetlerinin sadece geniş ekonomik
kaynaklara sahip beyler tarafından karşılanabilmesi, Japonya’da merkezi birliğin
tesisinde ve istikrarın sağlanmasında büyük rol oynayacaktır. Silahlanma
maliyetlerini karşılayamayan daha küçük feodal beyler tasfiye edilecektir. 90
Đkinci olarak, Batı etkisi kısa sürede toplumsal yaşama doğrudan yansımıştır.
Japonya’nın geleneksel sosyo-kültürel yapısına Batı kökenli olgular girmiştir. Batılı
giyim tarzının Japonlar arasında hızla yayıldığı, başlayan misyoner faaliyetlerinin
hemen etkili olduğu görülmektedir. Kısa sürede çok sayıda Japon Hıristiyanlığı
benimsemiştir.91
Japonya’nın belki de Batılılaşmaya 400 yıl kadar önce başlamasına neden
olacak bu durum, Japon yöneticilerde geleneksel düzenin sarsılmakta olduğu
yönünde endişe doğurdu. Bu endişe, Japon yöneticilerin Batı etkisinin azaltılması
hatta tamamen önlenmesi yolunda adımlar atmasına neden olacaktır.
1582’de, Samuray Hideyoşi’nin Japonya’nın tamamında kontrolü sağlaması,
feodal güç mücadelelerinde Batı silah ve teçhizatına duyulan ihtiyacı büyük oranda
azaltmıştı. Japonya üzerindeki Batı etkisini azaltma yolunda ilk adım da Hideyoşi
tarafından atıldı. 1587’de, Hideyoşi tarafından Hıristiyan misyonerlerin Japonya’dan
sürülmesi yolunda bir buyruk çıkartıldıysa da, Hideyoşi Portekizlilerin ticareti
keserek misilleme yapacağı kaygısıyla bunu kendisi uygulamadı.
17. yüzyıl başından itibaren, misyoner faaliyetlerinden uzak duran Protestan
Hollandalıların da Japonya’yla ticarete başlamaları Japon yöneticilere daha cesur
adımlar atmaları için fırsat veren bir gelişme oldu. Çünkü, o zamana kadar tek Batılı
ortak olan Portekizlilere olan bağımlılık azalmıştı. Japonya’da yaşayan
90 Mcneill, Dünya Tarihi , s. 386. 91 Idem.
45
Hıristiyanların baskı altına alınmalarıyla başlayan süreç, 1637’de Hıristiyanların
ayaklanma çıkarması ve bunun hemen şiddetle bastırılmasıyla devam etti.
Ayaklanmanın bastırılmasıyla Japonya açısından yeni bir dönem başlayacaktı.92
Başlayan yeni döneme damgasını vuran olgu, Japonya’nın dış dünyayla
ili şkilerini en aza indirmeye çalışması olacaktır. Đlişkilerin en aza indirilmeye
çalışıldığı dış dünya ise Batı’dır93 1639’da Tokugawa Bakufuku yönetimi, Batı’yla
ili şkilerin sadece ticaret temelinde yürütülemeyeceği, özellikle Hıristiyan
misyonerlerinin faaliyetlerinde somutlaştığı gibi Batı etkisinin geleneksel yapıyı
ortadan kaldıracağı düşüncesiyle Batı’yla ilişkileri en aza indirme kararı aldı. Bu
karar uyarınca, Batılıların Japonya’daki ikametleri ve ticari faaliyetleri
Nagazaki’deki Deşima adasında bulunan Hollanda ticaret merkeziyle sınırlandırıldı.
Japon yurttaşlarının Avrupalılarla bireysel temasları kesildi ve Batı düşüncesini
taşıyan her türlü sanat eserinin ve kitabın ülkeye sokulması yasaklandı.94 Japon
yöneticiler, bu kararı alırken, içte ve dışta barış ile istikrarın sürdürülmesinin ülkenin
mümkün olduğunca dış etkilerden korunmasına bağlı olduğunu düşünmekteydiler.
Japonya’nın bu tarihten itibaren yaklaşık 250 yıl boyunca izlemeye çalıştığı
ve “sakoku” olarak adlandırılan inziva politikası, aslında dış ili şkilerin, dolayısıyla
diplomasinin geri plana atılması anlamına gelmemekteydi. Merkezi otoritenin
yeniden sağlandığı 1582’den beri, Japonya’nın Çin’le haraca dayalı sistem
çerçevesinde kurduğu ilişkiler bozulmaya yüz tutmuştu. Hideyoşi’nin, 1590’larda
Kore’yi işgal girişimi, Çin’in tepkisini çekmiş ve Japon kuvvetleri geri çekilmek
zorunda kalmıştı. Japonya, izlemeye başladığı “sakoku” politikasıyla geleneksel
92 Ibid. , s. 388. 93 Kazui ve Viedeen, bu dönemde Japonya’nın Doğu Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek
sürdürdüğüne dikkat çekmektedirler. Kazui ve Viedeen, “Foreign Relations During the Edo Period:
Sakoku Reexamined”, s. 284–285. 94 Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 34.
46
ili şkilerini restore etmek ve Çin’le yakınlaşmak istemekteydi. Çin’den alacağı destek,
Hideyoşi’nin ülke içinde de meşruiyet kazanması açısından çok önemliydi.95
Dolayısıyla, Japonya’nın içe kapanma çabası Batı’dan ve Batı kaynaklı etkilerden
kurtulma ihtiyacından doğmuştur. Bu da Japon diplomasinin tekrar geleneksel
yapısına ve anlayışına dönmesine neden olmuştur.
Fakat 18. yüzyılda, Çin’in zayıflamasına paralel olarak haraca dayalı sistemin
de etkinliğini yitirmeye başlaması, Japonya’nın sürdürdüğü geleneksel diplomatik
ili şkilerin de eski önemini kaybetmesine neden olacaktır. Dolayısıyla, 18. yüzyılda
diplomatik faaliyetler Japonya açısından yoğunluğunu daha da kaybetmiştir. Bu
durum ise, yüzyılın sonundan itibaren Batı etkisinin kendini göstermesiyle
değişmeye başlayacaktır.
18. yüzyıl sonlarında Doğu Asya’da, önce Çin üzerinde başlayan Batı baskısı
yavaş yavaş Japonya üzerinde de görülmeye başladı. Bu baskının iki farklı boyutta
ortaya çıktığı görülmektedir: Birinci boyutta, Batılı güçlerin, ticari faaliyetlerini
yürütebilmek için bölge ülkelerine yaptıkları uluslararası ticarete daha fazla açılma
yönündeki genel baskıları yer almaktadır. Doğu Asya’ya yönelik bu baskıdan,
Japonya da payını düşeni alacaktır. Đkinci boyutta ise, özel olarak Japonya’nın
doğrudan doğruya askeri tehditle karşı karşıya kalması bulunmaktadır. Rusya’nın 18.
yüzyıl sonundan itibaren Sibirya üzerinden bölgeye inmeye çalışması, Japonya’nın
toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit oluşturmaya başlamıştır.
Batılı güçler, Çin’deki girişimleriyle eş zamanlı olarak, 1790’lardan itibaren
ticari bağların kurulması yönünde Japonya’dan da isteklerde bulundular. Hollanda,
Đngiltere, ABD ve Rusya’nın çeşitli tarihlerde heyetler göndererek yaptıkları bu
girişimler, Japonya’nın Nagazaki dışında başka bir limanı açmayacağını bildirmesi
95 Ronald P. Toby, “Reopening the Question of Sakoku: Diplomacy in the Legimitation of the
Tokugawa Bakufuku”, Journal of Japanese Studies, Vol.3, No:2, (Summer 1977), s. 329–331.
47
nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı.96 Çin gibi ilk aşamada bu isteklere direnebilen
Japonya üzerindeki baskı, Afyon Savaşı sonrasında daha da artmaya başladı. 19.
yüzyılın ilk yarısını mali sıkıntılar ve iç karışıklıklarla geçiren Japonya’nın
güçsüzleşmesi, baskılara direnmesinin daha fazla mümkün olamayacağını
göstermekteydi.97
Nitekim, Pasifik ticaretini geliştirmek isteyen ve bu yüzden Japon limanlarına
ihtiyacı artan ABD, 1853’te Japonya’ya doğrudan askeri güç kullanma tehdidinde
bulunmaya karar verdi. Amiral Perry yönetimindeki Amerikan donanması Temmuz
1853’te Uraga limanına girdi. Amiral Perry, ABD Başkanı Fillmore’un
mektubunun98 Japon Đmparatoru’na iletilmesini istedi. Başkan Fillmore’un mektubu;
Japon limanlarının ticarete açılması ve Amerikan gemilerinin bu limanlardan ikmal
yapabilmesi gibi hususları içermekteydi. Perry, sözkonusu mektuba ek olarak
gönderdiği kendi mektubunda bu “mantıklı ve barışçı önerilerin” kabul edilmemesi
halinde, gelecek baharda daha büyük bir kuvvetle geri döneceğini belirtiyordu.
ABD’den gelen bu tehditkâr istekler Japonya’da büyük bir dalgalanma
yarattı. Yüzyıllardır süren izolasyona rağmen, 18. yüzyıl sonlarından itibaren Japon
aydınlar ve yöneticiler arasında Batı dünyasına ilgi artmaya başlamıştı. Batılı
güçlerin bölgeye yayılmaları ve sahip oldukları teknoloji Japonların dikkatini
çekmiş, Batı üstünlüğü karşısında Japonya’nın fazla dayanamayacağının farkına
varılmaya başlanmıştı. Dünyanın merkezi olma iddiasındaki kadim Çin uygarlığının,
Afyon Savaşları’yla içine düştüğü durum da Japonlar tarafından dikkatle
izlenmekteydi. Nitekim, Japonya’nın ABD ültimatomu karşısında istekleri kabul
96 W. G. Beasley, The Modern History of Japan, London, Weidenfield and Nicolson, 1963, s. 39-45. 97 L. M. Cullen, A History of Japan, 1582-1941: Internal and External Worlds, Cambridge,
Cambridge University Press, 2003, s. 165-172. 98 Beasley, The Modern History of Japan, s. 57–58.
48
etmesinde, Batı’nın önlenemez gücünün farkında olmasının ve Çin örneğinden ders
çıkartılmasının büyük rolü olacaktı.99 ABD’nin isteklerinin reddedilmesinin,
Japonya’nın bir savaşa girmesine neden olacağı görülmekteydi. Japon yöneticileri
yaklaşık 50 yıldır ABD’nin isteklerine karşı koyabilmelerine rağmen, bu kez
durumun çok ciddi olduğunu, reddin savaş anlamına geleceğini
öngörebilmekteydiler.
Japon yöneticiler 1854 baharında Japonya’ya daha büyük bir güçle geri gelen
Perry’e isteklerinin kabul edildiğini bildirdiler. Bunun üzerine imzalanan bir
anlaşmayla100, birkaç liman Amerikan gemileri için sığınma limanı olarak açıldı. Bu
limanlarda ABD’li konsolosların bulundurulması kabul edildi. Ticaretle ilgili
konuların görüşülmesi ise ileriki bir tarihe bırakıldı. Bu anlaşmanın hemen ertesinde,
Đngiltere ve Rusya da Japonya ile bu yönde anlaşmalar yapacaktır.
Japonya üzerindeki Batı baskısı hızını kaybetmeden devam etti. 1856’da
atanan ilk ABD’li Konsolos Harris’in çabalarıyla, 1858’de ABD-Japonya Dostluk ve
Ticaret Anlaşması imzalandı.101 Çin modelini esas alan bu anlaşmayla, limanlar
yabancı ticaret gemilerine tamamen açılmaktaydı. Söz konusu anlaşmayı, diğer Batılı
güçlerle yapılan benzer “eşitsiz” anlaşmalar izledi. Bu anlaşmalarla Japonya Batı
kapitalizmine eşitsiz bir biçimde açılmakla kalmıyor, Japonya’da bulunan Batılılar
kendi ülke hukuklarına bağlı olmak gibi kapitüler nitelikli haklar da kazanıyorlardı.
1858 Anlaşması’yla başlayan ve daha sonra imzalanan benzer anlaşmalarla
da beslenen süreçte, Japon diplomasisi açısından önemli bir gelişme de, Batılı
ülkelerin Japon topraklarında diplomatik temsilcilikler açmasıdır. Başkent Edo’daki
99 Ibid. , s. 47–52, 59. 100 Hunter, Modern Japonya’nın Doğuşu, s. 36. 101 Ibid. , s. 37.
49
elçiliklerden ve limanlardaki konsolosluklardan oluşan bu temsilciliklerle sürekli
diplomasinin bir ayağı kurulmuştur.
Japonya’nın dış baskılar sonucu dünyaya açılması, modernleşmesinin de
yolunu açmıştır. Japon yönetimi Batı baskısından ve onun simgesi olan “eşitsiz
anlaşmalar sistemi”nden kurtulmanın tek yolunun topyekûn bir modernleşmeden
geçtiğini görmüştür. Özellikle, 1868 yılında imparator Meiji’nin 8 yıl süren iç savaş
sonucunda kontrolü yeniden sağlamasıyla, topyekûn modernleşme anlayışı kesin
olarak yerleşmiştir. Bu modernleşme anlayışı, Batı karşısında siyasal, askeri ve
ekonomik boyutlarda durabilmenin, bizatihi ona benzemekten geçtiği düşüncesine
dayanmaktadır.
Söz konusu anlayış çerçevesinde hızla modernleşmeye başlayan Japonya,
güçsüzlüğünün farkında olarak Batı teknolojisini alabilmek ve Batı baskısından
kurtulabilmek için, dış ili şkilerini hızla geliştirme ihtiyacını duydu. Bu atılımın doğal
sonucu diplomasinin kurumsal olarak ve uslüp açısından gelişmesidir.
Kurumsal boyutta, Meiji Restorasyonu’nun başlamasının hemen ertesinde
(1869’da) kabine sistemine geçilmiş ve bağımsız bir dışişleri bakanlığı
oluşturulmuştur.102 Topyekûn modernleşme anlayışı çerçevesinde Batı ülkelerine
eğitim amacıyla gönderilen öğrenciler, bakanlığın gelişiminde ve etkinlik
kazanmasında büyük rol oynamışlardır.103 Zamanla artan nitelikli eleman sayısı,
bakanlığa girmek isteyen adayların 1894’ten itibaren sınavla seçilmesine olanak
vermiş, böylece profesyonelleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır.104
102 Beasley, The Modern History of Japan, s. 102. 103 Yurtdışına öğrenci gönderilmesi Meiji Restorasyonu’ndan öncedir. 1865’de Satsuma derebeyliği
15 öğrenciyi Đngiltere ve Fransa’ya göndererek bu yolda ilk adımı atmıştır. Cullen, A History of
Japan, 1582–1941, s. 191. 104 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 124.
50
Diplomatik üslup boyutuna bakıldığında, Japon diplomasisinin
modernleşmesinde bu açıdan da kısa sürede büyük adımlar atıldığı görülmektedir.
1850’lerin ikinci yarısından itibaren ülkeye gelen Batılı temsilcilerle kurulan
ili şkiler, Japonya’nın modern diplomatik usulleri benimsemesinde etkili olmuştur.
Batılı ülkelerin diplomatik temsilciliklerinin faaliyete geçmesinden kısa bir süre
sonra, Japonya da sürekli diplomasi anlayışını benimseyerek yabancı ülke
başkentlerinde elçilikler açmıştır. 1873’de Japonya’nın ABD ve önemli Avrupa
ülkelerindeki elçiliklerinin sayısı 9’a ulaşmıştır.105
1870’lerden itibaren çok uzun bir dönem boyunca Japon diplomatların temel
uğraş alanlarının “anlaşmalar sistemi”nin ortadan kaldırılması, ya da en azından
tadili olduğu dikkate alınırsa, Japonya’nın diplomasiyi ulusal çıkarlarını korumak
için temel yol olarak benimsediği görülecektir. Japon diplomatları, Japonya’nın artan
gücüne paralel olarak bu çabalarında zamanla başarılar elde edeceklerdir.
Japonya’nın, uluslararası sistemin önemli aktörlerinden biri haline gelmesi,
Batılıların bu ülkeyle diplomatik ilişkilerini geliştirme yolunda adımlar atmalarına
neden olmuştur. Nitekim, 1904–1905 Rus-Japon savaşındaki galibiyetten sonra,
Batılı ülkelerdeki Japon elçilikleri ve Batılı ülkelerin Japonya’daki elçilikleri
büyükelçilik seviyesine çıkarılacaktır. Bu durum, Japonya’nın uluslararası sistemin
en önemli güçlerinden biri olduğunun Batılı ülkeler tarafından da tanınması anlamına
gelmektedir.106
Görüldüğü gibi, Japonya Çin’den farklı bir yol izleyerek Batı’yla ili şki
kurmayı çok daha barışçı bir çerçevede kabul etmiştir. Japonya’nın, konumu
itibarıyla, Batı emperyalizminin müdahalesinden görece daha uzak kalabilmesi de,
Batı’yla ilişkilerinin daha sorunsuz olmasını sağlamıştır.
105 Ibid. , s. 109. 106 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 113.
51
Fakat, Çin ve Japonya arasındaki temel fark, modernleşmeye bakıştan
geçmektedir. Çin gibi kadim ve gelişmiş bir uygarlığa sahip olmaması, Japonya için
büyük bir avantaj sağlamıştır.107 Bu sayede Japonya hem modernleşme sürecine daha
kolay girebilmiş, hem de Batı’nın gücünün farkında olmasını önleyecek içi boş bir
ideolojik söylem geliştirmemiştir. Modernleşmeyle artan gücü, Japonya’nın
uluslararası sistemde kısa sürede önemli bir aktör olarak belirmesini sağlamıştır. Bu
da Japon diplomasisinin etkinliğinin hem nedeni, hem de sonucudur.
8-Đran’da Diplomasi ve Evrimi
Đran uygarlığının MÖ 6. yüzyılda Pers Đmparatorluğu’nun kurulmasıyla
başlayan gelişim süreci, ülkenin MS 7. yüzyılda Arap egemenliğine girmesiyle yeni
bir boyut kazandı. Bu boyut, Arap egemenliğinin Đran’ı Đslamlaştırmasıdır.
Đslamlaşma, Đran’ın tüm toplumsal kurum ve ilişkilerinin Đslam çerçevesinde yeniden
biçimlenmesini sağlamıştır. Toplumsal ilişki ve kurumların yeniden biçimlenişi
siyasal alana da yansımıştır. Fakat, Đslamlaşmanın siyasal alandaki etkilerinin açık
bir biçimde ortaya çıkabilmesi için, Đran’ın bağımsız bir ülke olarak tarih sahnesinde
yeniden belirmesi gerekecektir.
Arap egemenliğiyle başlayan ve daha sonra Selçuklu ve Timur
Đmparatorluğu’yla devam eden yabancı hâkimiyeti 15. yüzyıldan itibaren çözülmeye
başlamıştır. 15. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Safeviler Đran’da kontrolü tamamen ele
geçirmiş, böylece Đran yeniden bağımsız bir ülke olmuştur. Safevi Hanedanlığı
bugünkü Đran’ın temellerini atarak, günümüze kadar devam eden devlet yapısını
kurmuştur. Dolayısıyla, Đran’ın diplomasi anlayışının evriminin incelenmesinin,
Safevi Hanedanlığı’yla başlatılması uygun olacaktır.
107 Oral Sander, Siyasi Tarih: Đlkçağlardan 1918’e, 9. B., Ankara, Đmge Yay., s. 276-277.
52
Safevi egemenliğindeki Đran’ın, Çin ve Japonya’nın aksine, diplomasiye daha
ilk kurulduğu dönemden itibaren büyük önem verdiği görülmektedir. Bunun temel
nedenleri; dayandığı siyaset felsefesinin olumlu etkisi, jeopolitik konumunun Çin ve
Japonya tarzı bir izolasyona izin vermemesi, ekonomik yapısında ticaretin oynadığı
rol ve heterojen demografik yapısıdır.
Bu nedenler ana hatlarıyla irdelendiğinde şu sonuçlara varılabilir:
Şah Đsmail tarafından kurulan yeni devletin resmi mezhep olarak Şiili ği
benimsemesi, Đran’ın tüm siyasal kurumlarının bu mezhep çerçevesinde örgütlenmesi
sonucunu doğurmuştur. Bu da, doğal olarak, Đran’ın diplomasi anlayışının Şiilik
çerçevesinde şekillenmesine neden olmuştur.
Şiilik, Safevi Hanedanı’nın Đran toplumu üzerinde egemenlik kurmasına
yarayan bir meşruiyet kaynağı olarak benimsenmiştir. Safevi Hanedanı üyeleri, Đran’ı
Şiileştirmiş; bu sayede demografik olarak büyük bir çeşitlilik görülen coğrafyada
ortak dinsel değerlere sahip bir kitle yaratmayı hedeflemişlerdir. Đran’ın
Şiileştirilmesi, Şah’ın Şii doktrinini kendi mutlak egemenliğini sağlaması açısından
da işlevseldi. Şah, “yedinci imamın torunu, Safevi tarikatının bir şeyhi ve kayıp
imamın bir bedene bürünüşü”ydü.108 Đran Şiili ği, kuruluşu itibarıyla daha çok içsel
bir nitelik taşımış, Şah’ın Đran üzerindeki egemenliğinin dinsel ve ideolojik aygıtı
olarak kullanılmıştır.
Đran’ın Şiili ğe geçişinde dış politik etkenlerin de büyük rolü bulunmaktadır.
1501’de kendini Đran Şahı ilan eden Đsmail, Sünni egemenliğindeki bir coğrafyada
ayrı bir siyasal yapı oluşturabilmek için farklı bir meşruiyet kaynağı yaratmanın
108 Ira M. Lapidus, Đslam Toplumları Tarihi Cilt 1: Hazreti Muhammed’den 19. Yüzyıla,
Çev:Yasin Aktay, Đstanbul, Đletişim Yay., 2002, s. 407.
53
gerekliliğini görmüştür.109 Şah Đsmail, o dönemde Đslam dünyasında egemen olan üç
büyük devletin (Osmanlı, Memluk ve Şeybani) Sünniliğe dayandığından hareket
ederek, yeni bir devletin yeni ideolojik temellere oturması gerektiğini düşünmüştür.
Sünni güçler arasında yeni bir siyasal yapının oluşturulması ve devletin dıştaki
meşruiyetinin sağlanması, ancak farklılık yaratılmasıyla mümkün olacaktı. Bunu
sağlamak için de Şiili ğe başvurulmuştur.110
Şiili ğin benimsenmesinin ve Đran’ın siyaset felsefesinin temeline
oturtulmasının çeşitli sonuçları olmuştur:
Öncelikle, Şiili ğin benimsenmesi Đran’ı Sünni Đslam dünyasıyla yüzyıllar
boyunca etkili olacak bir karşıtlığa sokmuştur. 16. yüzyıl başında Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Sünni dünyasının liderliğini kesin bir biçimde almasıyla, Osmanlı
Đmparatorluğu-Đran rekabetiyle somutlaşan Sünni-Şii karşıtlığı, Đran’ın elindeki bütün
imkânları, bu bağlamda diplomasiyi de, kullanmaya çalışmasının yolunu açmıştır.
Şiili ğin benimsenmesinin bir başka önemli sonucu da, Đran’ın tüm Đslam
dünyası üzerinde bir “üniversal merkez” olma iddiasına sahip olmasını
engellemesidir. Đslam dünyasının büyük çoğunluğunun Sünni olması ve Đran’ın
uzlaşmaz ve militan Şii anlayışı, Şah’ın bütün Đslam dünyası üzerinde üniversal bir
imparatorluk kurmak gibi bir söyleme sahip olmasını teoride ve pratikte çok
zorlaştırmaktaydı. Şah Đsmail’in, Safevi yönetimini kurduğu ilk dönemde bu yönde
bir söylemi olsa da, Osmanlı Đmparatorluğu karşısında 1514’te Çaldıran’da alınan
yenilgi bunun geçerliliğini büyük oranda ortadan kaldırdı. Şah Đsmail’in temsil ettiği
109 Gibb ve Bowen, Şah Đsmail ve Safevilerin Sünnilik karşısında büyük oranda güç kaybeden Şiili ği
yeniden dirilterek, adeta ulusal bir kilise kurduklarını belirtmektedirler. H. A. R. Gibb ve Harold
Bowen, Islamic Society and the West, Vol.I., Part II, 4. Ed., London, Oxford University Press, 1969,
s. 73. 110 Mehrdad Kia, “Pan-Đslamism in Late Nineteenth-Century Iran”, Middle Eastern Studies, Vol.32,
No:1, (January 1996), s. 32.
54
“mehdici-sufist” akım, yerini kısa sürede muhafazakâr bir Şiili ğe bıraktı. Mehdici-
sufist anlayışın devrimci yanı, kurulan yeni siyasal düzen açısından da tehlikeli
olabilecekti.111
Şiili ğin muhafazakârlaşması, Safevi Hanedanlığı’nın siyasal söylemini
değiştirmiştir. Bu çerçevede, Đran kendini Đslam dünyasının büyük çoğunluğundan
ayırarak, Đslam dünyası içinde üniversal liderlik söylemini dile getirmekten
kaçınmaya başlamıştır. Bu durum diplomasisinin gelişiminde olumlu rol oynamış,
Đran erken dönemlerden itibaren çok-yanlılığa ve tarafların egemen eşitli ğine dayalı
diplomasi anlayışını benimsemiştir.
Đran’ın jeopolitik konumu da diplomasi anlayışı üzerinde derin etkilerde
bulunmuştur. Đran, coğrafi konumu itibarıyla yüzyıllar boyunca değişik aktörlerin
güç mücadelelerine sahne olmuştur. Bölgenin güç mücadelelerine sahne olması,
Đran’ın çeşitli güçlerin diplomatik ilişkilerinin odağında olması sonucunu
doğurmuştur. Ayrıca, bulunduğu coğrafyanın merkezi konumu ve Doğu ile Batı
arasındaki köprü niteliği, Đran’da hüküm süren bütün yönetimlerin Balkanlar’dan
Çin’e, Orta Asya’dan Hint Körfezi’ne kadar geniş bir coğrafyayla askeri, siyasal,
ekonomik ve kültürel ilişkiler içinde olmasını zorunlu kılmıştır.
Đran’ın jeopolitik konumunun yol açtığı bu tarihsel miras, Safevi devrinde de
dış ili şkilerin -döneme göre önem derecesi değişmekle birlikte- sürekli biçimde ülke
gündeminde en önde yer almasına neden olmuştur. Safevi Hanedanı, kurulduğu ilk
günden itibaren, özellikle Osmanlı Đmparatorluğu’yla güç mücadelesine girdiğinden,
gerek Osmanlı Đmparatorluğu, gerek diğer ülkelerle diplomatik ilişkilerini geliştirme
ihtiyacı içine girmiştir.
111 Lapidus, Đslam Toplumları Tarihi, s. 406.
55
Jeopolitik konumu, Đran’ın dış politika ve diplomasi anlayışının reel-politik
dinamiklerden uzak, idealist bir çerçeveye oturmasını da engelleyen bir etken
olmuştur. Đran, Osmanlı Đmparatorluğu’nun hemen ardından 19. yüzyılın getirdiği
koşulların farkına varmış, dış politikasını yeni konjonktüre uygulamakta Çin ve
Japonya’ya nazaran daha erken davranmıştır.
Jeopolitik konumunun da etkisiyle Đran’ın, dinsel ve ideolojik dogmatizmden
görece daha uzak olduğu da görülmektedir. Kurulduğu dönemden itibaren, Đran da,
tıpkı Osmanlı Đmparatorluğu gibi, ittifak ve işbirliği arayışlarında dinsel ve ideolojik
anlayışını belli oranda aşarak daha pragmatik bir dış politika izleyebilmiştir. Aslında,
Şii anlayışına rağmen Đran da Osmanlı Đmparatorluğu gibi dış politikasını Đslami
temellere dayandırmaktaydı. Bu da, ileride inceleneceği gibi, Đslam hukukçuları
tarafından geliştirilen ve gayrı-Müslim ülkelerle ilişkileri düzenleyen “Dar-ül Harb,
Dar-ül Đslam” anlayışının Đran tarafından da benimsenmesini sağlamıştı. Buna
rağmen, dış politikada Đran’ın da, Osmanlılar gibi, reel-politik kaygılarla hareket
ettiği görülmektedir. Örneğin, Đsmail’in kendini Đran Şahı ilan ettiği 1501’de,
Venedik’le Osmanlılara karşı ittifak görüşmeleri yaptığı ve Venedikliler’den silah
sağladığı bilinmektedir.112 Bu reel-politik anlayış, birkaç yıl sonra Basra Körfezine
gelerek bölgeye yerleşen Portekizlilere karşı da sürdürülmüştür. Nitekim, 1515’de
Đran ve Portekiz arasında Osmanlı Đmparatorluğu’na karşı bir ittifak antlaşması
imzalanmıştır.113 Kuruluşundan itibaren bölgede etkili bütün ülkelerle diplomatik
ili şkilerini geliştiren Đran, bu anlayışını 20. yüzyıla kadar hiç terk etmeden
sürdürecektir.
112 Adel Allouche, Osmanlı-Safevi Đlişkileri: Kökenleri ve Geli şimi , Çev:Ahmed Emin Dağ,
Đstanbul, Anka Yay., 2001, s. 90-91. 113 Abdul Aziz M. Awad, “The Gulf in the Seventeenth Century”, Bulletin (British Society for
Middle Eastern Studies), Vol.12, No:2, (1985), s. 123.
56
Đran’ın diplomasi anlayışını etkileyen bir diğer etken ise, binlerce yıldır
kıtalararası ticaretin geçiş noktası olmasıdır. Đpek ve Baharat yollarının Đran’dan
geçmesi Đran’ı kıtalararası ticaretin en önemli ülkelerinden biri haline getirmiştir.
Ayrıca, Đran’da ipek üretiminin 13. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlaması, 15.
yüzyılda Đran’ın dünya ipek üretimi ve ihracatında çok önemli bir yere sahip olmasını
sağladı. Sözkonusu dönemde ipek ihracatının Đtalya’ya kadar uzandığı
görülmektedir.114 Bu durum, Đran’ın doğusu ve batısındaki birçok ülkeyle ticari
temaslarının, dolayısıyla diplomatik ilişkilerinin artmasına neden olmuştur.
Đran yöneticilerinin genel olarak ticareti teşvik eden tutumları, ticaretin
gelişmesinde rol oynayan bir başka etkendir. Ülkede ticaretin gelişmesi için gerekli
bütün kolaylıkları sağlamada gösterilen özen, Batılıların ticari faaliyetlerde
bulunmak için Đran’a gelişlerini cesaretlendirmiştir. Đran, ülkeyi dış ticarete açmakta
Çin ve Japonya’nın gösterdiği kısıtlayıcı ve engelleyici tutumun aksine, Osmanlı
Devleti gibi istekli ve destekleyici bir tutum takınmıştır.
Bu bağlamda, 1507’de Portekizlilerin Basra Körfezi’nde ticari faaliyetlere
başlamaları, Osmanlı Devleti’ne karşı bir destek sağlama amacını taşımakla birlikte,
aynı zamanda ticaretin geliştirilmesi ve ticaret yollarında Osmanlı Devleti’ne
bağımlılığının azaltılması için de Đranlılarca desteklenmiştir. Özellikle, 16. yüzyıl
sonunda tahta çıkan Şah I. Abbas döneminde, ülke içinde üretimi arttırmak için
önemli adımlar atılmıştır.115
16. yüzyıl başından itibaren Đngiliz tacirlerin bölgeye gelişleri, Đran’ın
Portekizlilere olan bağımlılığını azaltmış, Batı’yla farklı bir kanalla da ticari bağ
kurulabilmesinin yolunu açmıştır. 1616’da Đngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası
114 Ahmad Seyf, “Silk Production and Trade in Iran in the Nineteenth Century”, Iranian Studies,
Vol.XVI, No:1-2, (Winter-Spring 1983), s. 52. 115 Lapidus, Đslam Toplumları Tarihi, s. 400.
57
Đran’da serbest ticaret yapma hakkını elde etmiş, bunun karşılığında Đngilizler,
Portekizlilerin bölgeden uzaklaştırılması için Đran’la askeri işbirliği yapmıştır.116
Đngilizleri, 1645’de Hollandalılar, 1664’te de Fransız Doğu Hindistan
Kumpanyası vasıtasıyla Fransızlar izledi. Bu üç ülke de, bölgede Đranlılar tarafından
sağlanan ticari ve hukuksal imtiyazlardan ve haklardan yararlanarak, üretim ve
ticaret merkezleri kurdular.117 Bu ülkelerin vatandaşı olan tacirlerin, faaliyetlerini
kısa bir sürede Đran’ın diğer bölgelerine de kaydırdıkları görüldü.118
Đran’ın bölge ve Batı ülkeleriyle ticaretinin artması, diplomasinin üslup
boyutunda gelişiminde önemli bir rol oynadı. Đran yöneticileri ticari bağlar kurdukları
ülkelerle diplomatik ilişkilerini de geliştirmiş, bu sayede Osmanlı Đmparatorluğu’na
karşı destek sağladıkları gibi, Batılı güçleri birbirlerine karşı da kullanmışlardır.
Đran’ın sahip olduğu gayri-Müslim nüfus da diplomatik ilişkilerin gelişiminde
rol oynamıştır. Đran’da yaşayan özellikle Ermeni ve Yahudilerin, başka ülkelerdeki
diğer diaspora gruplarıyla bağları ve temasları dolaylı olarak Đran’ın da o ülkelerle
ili şkilerinin gelişmesini sağlamıştır. Bu bağlar, Đranlı yöneticiler tarafından, Đran’ın
ticari ilişkilerinin gelişmesi için kullanılmıştır. Özellikle, himaye edilen Ermeni
tüccarlar, Đran’ın yabancılarla ticari ilişkilerinde arabulucu rolü oynamışlardır.
Bunlar, yakın ilişki içinde oldukları Đngiliz, Hollandalı ve Fransız tüccarlarla
ortaklıklar kurarak, Đran’ın ticaretinde önemli bir yere sahip olmuşlardır.119 Batılı
ülkelere sosyo-kültürel açıdan daha yakın olan gayrı-Müslim topluluklar, Đran’ın
116 Awad, “The Gulf in the Seventeenth Century”, s. 125. 117 Lapidus, Đslam Toplumları Tarihi, s. 401. 118 Batılı tacirlerin artan faaliyetleri için bkz: Rose Greaves, “Iranian Relations with European
Trading Companies to 1798”, The Cambridge History of Iran, Vol.7, Cambridge, Cambridge
University Pres, 1991, s. 350–373. 119 Lapidus, Đslam Toplumları Tarihi, s. 400, 402.
58
Batı’yla ticaret temelinde kurduğu, fakat diğer alanlara da yansıyacak ilişkilerin
gelişiminde önemli rol oynayacaklardır.120
Şah I. Abbas döneminde gücünün doruğuna çıkan Đran, 17. yüzyılın ikinci
yarısında ise gerileme dönemine girmiştir. Bu dönemde artan iç sorunlar, Đran’ın
gerilemesindeki en önemli nedeni oluşturmaktadır. Devletin sürüklendiği iç
karışıklar, 1722’de Safevi Hanedanı’nın doğudan gelen Afgan güçleri tarafından
yıkılmasına yol açtı. Ayrıca, Osmanlı Đmparatorluğu ve Rusya’nın durumdan
yararlanarak Đran’ın çeşitli bölgelerini işgaliyle, Đran’ın bağımsızlığı ciddi bir tehlike
içine girdi. Đran’ı, içine girdiği bu durumdan kurtaracak gelişme ise, Rusya ve
Osmanlı Đmparatorluğu arasında Đran topraklarının paylaşımı konusunda anlaşmazlık
çıkması oldu.
Đran tahtını Safevi Hanedanı adına yeniden ele geçiren Şah Tahmasp Mirza,
ülkeyi içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için bundan yararlanmaya çalıştı.
Tahmasp Mirza, 1723’te Rusya ile bir anlaşma imzalayarak, Rusya’nın askeri destek
karşılığında Azerbaycan topraklarını işgalini kabul etti.121 Bu anlaşma, Đran’ın,
diplomasiyi varlığını sürdürmek için kullanmasının ilk örneğini oluşturmaktadır.
Fakat, Osmanlı Đmparatorluğu’yla Rusya arasında Đran topraklarının geleceği
hususunda Fransa’nın arabuluculuğuyla anlaşma sağlanması, Đran diplomasisinin
başarısının kısa süreli olmasına yol açtı. 1724’te Osmanlı Đmparatorluğu ve Rusya,
Đran topraklarının paylaşımında anlaştılar.122 Ancak, Rusya’nın, bu anlaşmaya
rağmen, Osmanlıların Đran’da önemli alanları denetlemesini istemediği kısa sürede
anlaşıldı. Bu durum, Đran’da dengelerin değişmesini sağlayacaktır.
120 Bu durum, Osmanlı Đmparatorluğu’ndaki gayrı-Müslim azınlıkların oynadığı rolle büyük benzerlik
göstermektedir. 121 F. Kazemzadeh, “Iranian Relations with Russia and the Soviet Union to 1921”, The Cambridge
History of Iran , Vol.7., Cambridge, Cambridge University Press, s. 318–319. 122 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., s. 189–194.
59
Topraklarının önemli bir kısmı Osmanlı, Rus ve Afgan işgalinde bulunan
Đran’da, Nadir Şah’ın 1727’de iktidarı eline almasıyla yeni bir dönem başladı.
Diplomasi ve askeri gücün birlikte kullanımını içeren akıllı bir strateji belirleyen
Nadir Şah, önce doğuya yönelerek Afganlıların elindeki Đran topraklarını geri aldı.
Daha sonra batıya, Osmanlı Đmparatorluğu’na dönen Nadir Şah, Rusya’nın desteğini
alarak saldırıya geçti. O dönemde kendi de iç sorunlarla boğuşan Osmanlı
Đmparatorluğu elindeki Đran topraklarını kaybetmeye başladı. Rusya’yla giriştiği
diplomatik süreç, Đran’ın Osmanlıları yenilgiye uğratmasında çok önemli rol
oynamıştır.
Osmanlılar karşısındaki askeri başarıları, Rusya’nın işgal ettiği Đran
topraklarından çekilmeyi kabul etmesiyle kazanılan diplomatik zafer izledi. Đran,
Rusya’yla 1735’de imzaladığı Gence Antlaşması’yla büyük bir diplomatik başarı
kazandı.123 Bunu, Osmanlı-Đran savaşını sona erdiren ve Osmanlıların işgal ettikleri
Đran topraklarından çekilmesini içeren 1736 tarihli Osmanlı-Đran Antlaşması izledi.124
Nadir Şah, ülkeyi içine düştüğü kriz ve bölünme tehlikesinden kurtardıysa da,
yaşanan bu süreçte Đran’ın güçsüzlüğü kendini göstermeye başlamıştır. Đranlı
yöneticiler ülkenin bütünlüğünü sadece kendi askeri güçleriyle koruyamamış,
diplomatik yolları kullanmak zorunda kalmışlardı. Rusya’nın Osmanlı
Đmparatorluğu’na karşı Đran’ı desteklemesi, Nadir Şah’ın başarısının temel nedeni
olmuştu. Ayrıca, Rusya, Nadir Şah’a sadece siyasal destek vermemiş, Đran’a topçu
kuvveti ve mühendis subaylar göndererek doğrudan askeri yardımda da
123 Rauhollah K. Ramazani, The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, Charlottesville, University
Press of Virginia, 1966, s. 23–25. 124 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. IV., s. 230-234.
60
bulunmuştu.125 Yani, Đran’ın askeri alanda gerilediği yavaş yavaş görülmeye
başlamıştır.
Bu durum, Đran’ın bağımsızlığını korumak için dengeleri gittikçe daha fazla
kolladığı ve yabancı güçlerin Đran üzerindeki etkinliklerini arttırdığı bir döneme
girildiğini göstermekteydi. Aynı dönemde, benzer bir sürece giren Osmanlı
Đmparatorluğu Đran üzerindeki etkinliğini yitirecektir. 18. yüzyıl sonunda
belirginleşeceği gibi, Đran üzerinde belirleyici güçler Rusya ve Đngiltere olacaktır. 19.
yüzyıl başından itibaren, Đran’ın iç ve dış politikası Rusya ve Đngiltere’nin dış
politikaları ve bu iki ülke arasındaki rekabet tarafından şekillendirilmeye, hatta
belirlenmeye başlayacaktır.126
Đran’ın uluslararası sisteme tamamen dâhil olmak zorunda kalmasını başlatan
süreç, 19. yüzyılın hemen başında ortaya çıkmıştır. Đngiltere, Napolyon’un 1798’de
Mısır’ı işgal etmesi ve Rusya ile ortak bir Hindistan seferi projesinden duyduğu
endişe nedeniyle, Đran’la ilişkilerini geliştirme ihtiyacı duydu. 1799’da Tahran’a
gönderilen John Malcom, uzun görüşmeler sonucunda, 1801’de iki ülke arasında bir
ittifakın ve ticaret anlaşmasının imzalanmasını sağlamayı başardı.127 Đran’ın
Afganistan’a karşı Đngiltere’nin desteğini almak istemesi, antlaşmayı
imzalamasındaki en önemli nedendi. Đran, imzaladığı ilk ittifak olan bu antlaşmayla,
çağdaş diplomasi usullerini kullanma yolunda ilk adımı atmıştır.
Bu antlaşmayı Fransa’yla 1807’de imzalanan bir başka ittifak antlaşması
izledi.128 Fransa’yla yapılan ittifakla, Đran, Rusya tarafından ele geçirilmiş olan
Gürcistan topraklarını geri almayı planlamaktaydı. Đttifak antlaşması, Napolyon’un
125 Ramazani, The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, s. 24. 126 Ibid. , s. 36. 127 J. C. Hurewitz, The Middle East and North Africa in World Politics: A Documentary Record,
Vol.I, 2. Ed., New Haven and London, Yale University Press, 1975, s. 122-123. 128 Ibid. , s. 184–185.
61
gücünün doruğunda olduğu bu dönemde, Đranlı yöneticilerin uluslararası dengelerden
yararlanmaya çalıştıklarının önemli bir örneğidir.
Bu antlaşmanın bir başka önemli yanı, Đran’ın, askeri alandaki güçsüzlüğünün
farkına vararak, Fransa’nın desteğiyle ordusunu modernleştirme girişimlerine de
başlamasına olanak sağlamasıdır. Tahran’a gönderilen Fransız diplomatik
misyonunda bulunan General Gardane, Đran ordusunun yeniden organizasyonu ve
modernleştirilmesi çalışmalarını başlatmıştır.129
Đttifak Antlaşması’nın 5. maddesi, Fransa’nın Tahran’da bir sürekli
diplomatik temsilcilik açmasını içermekteydi. Dolayısıyla, bu antlaşma, Đran’da
yabancı bir ülkenin ilk defa diplomatik temsilcilik açmasına olanak sağlaması
itibarıyla da önem taşımaktaydı. Bu antlaşmanın sadece iki yıl yürürlükte kalması
nedeniyle, açılan diplomatik temsilcilik kısa ömürlü olmuştur.130
Fransa’nın Đran üzerinde etkinlik kazanmasından endişelenen Đngiltere, Đran’a
yeni bir ittifak önerdi. Napolyon’un bu sırada Rusya’yla yakınlaşması131 Đran’da
rahatsızlık yaratmıştı. Tilsit Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra Rus
birlikleri Nahçıvan ve Erivan’a girmişti. Bu bölgeleri kendi toprağı olarak sayan Đran,
Fransa’nın Rusya’ya destek verdiğini görmüştü. Bu durum, 1809’da Đran-Đngiltere
ittifakının yeniden doğuşunu sağladı.
Đmzalanan bu ittifak antlaşması132 uyarınca, Đran diğer ülkelerle yaptığı bütün
anlaşmaları iptal edecek, hiçbir ülkenin kendi toprakları üzerinden Hindistan’a
129 Ramazani, The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, s. 40–41. 130 Hurewitz, The Middle East and North Africa in World Politics, s. 184. Fransa, Tahran’daki
sürekli diplomatik temsilciliğini 1855’de yeniden açacaktır. Anderson, The Rise of Modern
Diplomacy, s. 108. 131 1807’de iki ülke arasında imzalanan Tilsit Antlaşması’yla ittifak kurulmuştu. 132 Rose Greaves, “Iranian Relations with Great Britain and British India, 1789–1921”, The
Cambridge History of Iran , Vol.7, Cambridge, Cambridge University Press, s. 384.
62
saldırmasına izin vermeyecekti. Đngiltere ise, Đran’a askeri ve mali destek verecekti.
Đran herhangi bir Avrupa ülkesinin saldırısına uğrarsa, Đngiltere o ülkeyle barıştaysa
önce arabuluculuk yapacak, eğer arabuluculuk başarısızlıkla sonuçlanırsa Đran’a
askeri yardımda bulunacaktı.
Bu anlaşma iki açıdan büyük öneme sahiptir: Birincisi, üstü kapalı da olsa,
antlaşma, Đran’ın, toprak bütünlüğünü korumak için artık bir başka gücün desteğine,
hatta garantisine ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Đran açısından
diplomasi, ülkenin bütünlüğü açısından çok önemli bir nitelik kazanmıştır. Đkincisi,
bu antlaşmanın diplomasinin kurumsal yönden gelişimi açısından da önemi
büyüktür. Çünkü, bu antlaşmayla Đngiltere, Tahran’da “gerçek anlamda” sürekli
diplomatik temsilcilik açan ilk ülke olmuştur. Antlaşmanın imzalandığı yıl bu
temsilcilik faaliyete geçmiştir. Böylece, Đran açısından, sürekli diplomasinin
benimsenmesi yolunda ilk adım atılmış oldu. 1809’da, Đran da, Londra’ya bir
diplomatik heyet göndererek Batılı hükümetlerle doğrudan temasa geçme yolunda ilk
adımı attı. Daha önce Avrupalı güçlerle diplomatik ili şkiler, Körfez bölgesinde
bulunun ticari ve askeri üsler vasıtasıyla yürütülmekteydi.133
1809 Antlaşması’nın ardından, 1812’de Đngiltere’yle yeni bir antlaşma daha
imzalandı.134 Bu antlaşmayla, Đran Hindistan’a herhangi bir Avrupa ülkesi tarafından
yapılacak saldırıyı engellemeyi kabul ederken, Đngiltere de, Đran’ın herhangi bir
Avrupa ülkesinin işgaline uğraması durumunda, askeri ve mali destek sağlamayı
kabul etmiştir.
Fakat, Đngiltere’nin verdiği bu garantinin kağıt üzerinde kaldığı görülecektir.
1812’de Rusya ile Đran arasında Gürcistan meselesi yüzünden çıkan savaşta Đran ağır
133 Peter Avery, Modern Iran , New York and Washington, Frederick A. Praeger Publishers, 1965, s.
36. 134 Greaves, “Iranian Relations with Great Britain and British India, 1789–1921”, s. 385.
63
bir yenilgiye uğradı. O dönemde, Đngiltere ve Rusya, Napolyon’un Rusya’ya saldırısı
nedeniyle müttefik olmuşlardı. Bu yüzden Đngiltere anlaşmayı uygulamadı.135 Sadece
iki ülke arasında barış için arabuluculuk yaptı. 136 Savaş sonunda 1813 ekiminde
imzalanan Gülistan Antlaşması’yla137, Đran, Rusya’nın Kafkasya üzerindeki
egemenliğini tanımak zorunda kaldı. Antlaşma ayrıca, Hazar Denizi’nde Rus
donanması bulunabilmesini ve Rus tüccarlara ticari kolaylıklar sağlanmasını da
içeriyordu. Antlaşma’nın 7. maddesi her iki ülkenin birbirlerinin başkentlerinde
sürekli elçilik açmasını içermekteydi. Fakat bu madde uygulanmadı.
Đran’ın Rusya karşısında aldığı ağır yenilgi, Đngiltere’ye olan ihtiyacını daha
da arttırmıştır. Bu çerçevede, 1814’de, 1809 ve 1812 Antlaşmaları doğrultusunda
yeni bir antlaşma imzalandı.138 Tahran’da imzalanan Đran-Đngiltere Savunma
Antlaşması’yla, 1809 ve 1812 antlaşmalarının hükümleri bir kez daha teyid edildi.
Yeni olan hüküm ise, Đngiltere’nin Đran’a yıllık ödemeler şeklinde mali destek
vermeyi kabul etmesidir. Ayrıca, Đngiltere’nin, Đran’ın daha disiplinli ve güçlü bir
ordu kurma çalışmalarını desteklemesi de kararlaştırılmıştır.
Đran, Gülistan Antlaşması’yla Rusya’nın Gürcistan üzerindeki egemenliğini
tanımak zorunda kaldıysa da, bu antlaşma ülkede memnuniyetsizliklerin artışına
neden oldu. Rusya’nın 1826’da Gökçay bölgesini işgal etmesi üzerine, Şii din
adamlarının öncüğündeki bir grup Rusya’ya karşı cihat ilan edilmesi için Şah’a baskı
yaptı.139
Şah’ın bu kesimlerin baskısına dayanamaması Rusya’yla yeni bir savaşın
başlamasına yol açtı. Đki yıl süren savaş, Đran’ın yenilgisiyle sonuçlandı.
135 Kazemzadeh, “Iranian Relations with Russia and the Soviet Union to 1921”, s. 334. 136 Ramazani, The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, s. 45. 137 Hurewitz, The Middle East and North Africa in World Politics, s. 198. 138 Ibid ., s. 199–201. 139 Ramazani, The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, s. 46.
64
Đngiltere’nin, 1814 Antlaşması hükümleri çerçevesinde Đran’a destek vermekten
kaçınması, Đran’ın Rusya karşısındaki yenilgisini daha da kolaylaştırmıştır.
Savaşı sona erdiren 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması çok ağır hükümler
içermekteydi.140 Antlaşma uyarınca, Đran Rusya’nın Erivan ve Nahçıvan üzerindeki
egemenliğini tanıdı. Đki ülke arasında Rusya lehine kapitüler bir rejim kuruldu.
Rusya’nın Đran’daki Hıristiyanların hamisi olduğu kabul edildi ve Đran ağır bir savaş
tazminatı ödemek zorunda kaldı. Đran tarihindeki “en utanç verici antlaşma”141
olarak nitelendirilen bu antlaşma, Đran’ın artık Rus tehdidini çok daha açık bir
biçimde hissetmesine neden olacaktı.
Bu antlaşmanın içerdiği bir başka önemli hüküm ise, 1813 Gülistan
Antlaşması’nda yer alan, fakat uygulamaya geçemeyen, karşılıklı olarak sürekli
diplomatik temsilcilik açılmasının tekrar bağıtlanmasıdır. Bu hüküm uyarınca, Rusya
1828’de Tahran’da sürekli elçilik açmış, daha sonra bir Đran diplomatik heyeti de St.
Petersburg’a gitmiştir. Antlaşma, Đran’ın sürekli diplomasi anlayışını benimsemesi
açısından çok önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Türkmençay Antlaşması’yla başlayan dönemde, Đran artık tam anlamıyla iki
büyük gücün (Đngiltere ve Rusya’nın) etkisi altına girmiştir. 20. yüzyılın ortalarına
kadar uzanan bu süreçte, Tahran’da bulunan Rus ve Đngiliz elçiliklerinin temel
görevi, Đran’da herhangi bir gücün etkinlik kazanmasını engellemek, bu yönde
Đran’ın iç ve dışişlerine müdahale etmek ve birbirlerini dengelemek olacaktır. 142
Buna rağmen, Đran’ın, özelikle yüzyılın ilk yarısında, sözkonusu yeni reel-
politik durumu anlamak ve o çerçevede hareket etmek açısından çok da başarılı
olduğu söylenemez. Bunun temel nedenleri şunlardır:
140 Hurewitz, The Middle East and North Africa in World Politics, s. 231–237. 141 Ramazani, The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, s. 46. 142 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 108.
65
Öncelikle, Đran’ın sosyo-ekonomik yapısı, dış politikanın kesintisiz biçimde
realist anlayışla belirlenmesi ve izlenmesini engellemiştir. Bunun en önemli nedeni,
Şii din adamlarının siyasal sistem içindeki kırılamayan etkileridir. Genel olarak,
modernleşme sürecine karşı muhalefet yürüten Şii din adamları, yabancı güçlerle
işbirliğine dayalı barışçı bir dış politika anlayışını da sürekli olarak eleştirmişlerdir.
Halk üzerindeki etkileri, Đran yöneticilerinin dış politika konularında ister istemez
daha geleneksel ve Đslami bir tutum almalarına yol açmıştır. Bu da Đran’ın çoğu
zaman gereksiz yere büyük güçlerle sorunlar yaşamasına neden olmuştur.
Đkinci önemli neden ise, bizzat Đran Şahları ve yöneticilerinin eski
imparatorluk anlayışından kopmakta gösterdikleri başarısızlıktır. Çoğu durumda eski
imparatorluk geleneği canlanmış, bu çerçevede, Đran’ın Afganistan ve Kafkasya’daki
irredantist hevesleri kabarmıştır. Đran yöneticileri ve halkında, Đran’ın Şah Đsmail, Şah
Tahmasb, Şah Abbas ve Nadir Şah dönemlerindeki gücü ve sahip olduğu sınırları,
hep yeniden ulaşılması gereken bir hedef olarak görülmüştür. Bu anlayış, özellikle
19. yüzyılın ilk yarısında çok belirgindir.143 Nitekim, Đran’ın 1856-1857’de Herat’ı
ele geçirmek için Đngiltere’yle savaşa girmek zorunda kalmasında, bu anlayışın
etkileri rahatlıkla gözlemlenebilmektedir.144
Bütün bu geleneksel anlayışın etkilerine rağmen, Đran’ın modernleşme
yolunda önemli adımlar attığı/atmak zorunda kaldığı görülmektedir. Her şeyden
önce, Đran’da modernleşme doğrudan doğruya Batı’nın ülke üzerindeki etkisinin
artışının bir sonucudur. Yukarıda vurgulandığı gibi, 19. yüzyıl başında
güçsüzlüğünün farkına varmaya başlayan Đran, Batı’nın askeri üstünlüğü karşısında
modernleşmesini askeri alanda başlatmıştır. Đlk dönemde imzalanan bütün ittifak
143 Ramazani, The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, s. 49. 144 Greaves, “Iranian Relations with Great Britain and British India, 1789-1921”, s. 394–395.
66
antlaşmalarında, Đran’ın, ordusunu modernleştirmek için Batılı ülkelerden askeri
eğitmenler getirtmesi hükmü bulunmaktadır.
Bu dönemde Đran açısından belirginleşmeye başlayan bir diğer olgu da,
Đran’ın kesin bir biçimde, bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumasının Batılı ülkelerle
kuracağı diplomatik bağlardan geçtiğini görmesidir. Đran, Batılı güçlerle ittifaklar
kurarak ülkesel çıkarlarını sağlamaya çalışmıştır. Özellikle Rus tehdidinin
belirginleşmesi, Đran’ın hem Đngiltere’yi bir denge unsuru olarak görmesine, hem de
Rusya’yı yatıştırmak için bu ülkeyle diplomatik ilişkilerini sağlamlaştırma çabalarına
girmesine neden olmuştur. Bu da, Đran diplomasisinin kurumsal boyutta ve üslup
boyutunda gelişmesini sağlayacaktır.
Batı’yla siyasal, ekonomik ve askeri ilişkilerin artışı, Đran’da Batı’nın kültürel
etkisinin de yayılmasına neden olacaktır. Bunu sağlayan temel olgu, modernist
aydınların ortaya çıkışıdır. 1809’da Đngiltere’yle imzalanan antlaşmanın hemen
ertesinde 5 kişilik bir öğrenci grubu Londra’ya gönderilmiştir. Bunu, değişik yıllarda
gene Londra’ya, Paris’e ve St. Petersburg’a gönderilen öğrenci grupları izleyecektir.
Bu öğrenciler ülkeye dönüşlerinde modernleşmenin en önemli yandaşları
olacaklardır.145
Modernist aydınların yetiştirilmesi amacıyla ülkede eğitime önem
verilmesiyle, Đran’ın diplomatik ilişkilerini geliştirmesi ihtiyacı arasında da doğrudan
bir bağ bulunmaktadır. Nitekim, 1851’de Tahran’da kurulan Darülfünun’un
amaçlarından birini de, dış ili şkilerin yürütülmesinde görev alacak, yabancı dil bilen
145 Hafız Ferman Feryaman, “19. yy. Đran’ında Modernleşme Güçleri: Tarihi Mütalaa”, Ortadoğu’da
Modernleşme, William R. Polk ve Richard L. Chambers(ed.), ç.y., Đstanbul, Đnsan Yay., 1995, s. 171-
179.
67
öğrencilerin yetiştirilmesi oluşturmaktaydı.146 Açılan okul, kısa sürede Đran
diplomasi teşkilatının en önemli eleman kaynağı haline gelecektir.
Bu konuyla ilgili bir başka boyut ise, Đran’ın 1830’lardan itibaren yurtdışında
görev yapan diplomatlarının, Đran’da modernleşme yanlısı kesimlerin en önde
gelenlerini oluşturmasıdır. Bu diplomatlar arasında adı ilk akla gelenlerden olan
Malkam Han Londra’da, Mohsen Han ise Đstanbul’da uzun yıllar diplomatik
görevlerde bulunmuşlardı. Bu diplomatlar, bulundukları ülkeleri gözlemleyerek,
Đran’ın içine girdiği olumsuz durumdan kurtulması için modernleşmesi gerektiğini
ileri sürmeye başladılar.147 Özellikle, 19. yüzyılın ikinci yarısında iktidarı alan
Nasriddin Şah’ı reform yapılması konusunda ikna eden grubun büyük çoğunluğu
diplomatlardan oluşmaktaydı.148
Đran’ın 19. yüzyıl ortalarından itibaren sürekli diplomasi anlayışını geri
dönülmez biçimde benimsediği görülmektedir. St. Petersburg ve Londra’da açılan
diplomatik temsilcilikleri, 1849’da Đstanbul’daki elçilik izlemiştir. Aynı yıl Osmanlı
Đmparatorluğu da Tahran’da sürekli elçilik açmıştır. Böylece, tarihte ilk defa iki
Đslam ülkesi arasında sürekli diplomasiye geçilmiştir.149
Diplomasinin kurumsal olarak gelişimine bakıldığında, Đran’ın ülke dışında
sürekli diplomatik temsilcilikler kurmasıyla birlikte bir dışişleri bürokrasisinin ortaya
çıktığı görülmektedir. Yurtdışında okuyan öğrenciler ve açılan Darülfünun’da yetişen
146 Avery, Modern Iran , s. 82. 147 Oluşan modernist aydınlar grubu, Đran’da 1906’da yapılan devrimle anayasal monarşiye geçişin
fikri ve sınıfsal önderliğini yapacaktır. Bu konuda bkz: Abdul-Hadi Hairi, “European and Asian
Influences on the Persian Revolution of 1906”, Asian Affairs, Vol.62, No:2, (1975), s. 155–164. 148 Saul Bakbash, Iran: Bureaucracy and Reform under Quajars, 1858–1896, London, Ithaca
Press, 1978, s. 210–211. 149 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 112. 19. yüzyıl sonunda Đran’ın Osmanlı
topraklarındaki diplomatik temsilcilerinin sayısı 12’ye ulaşacaktır. A. Reza Sheikoleshami, “The Sale
of Offices in Qajar Iran, 1858-1896”, Iranian Studies, Vol. 4, No:2, (1971), s. 107
68
öğrencilerin Batı dillerini öğrenmeleri, Batı kültürünü benimsemeleri ve Batılı tarzda
bürokratik yetenekler kazanmaları, dışişleri bürokrasisini yetkinleştirmiştir. Đran
kamu yönetimi teşkilatı içinde dışişleri bürokrasisi ayrı bir yere sahip olmuştur.
1859’da, Đran’daki modernleşme anlayışı çerçevesinde kabine sistemine
geçilmiştir. Fakat, patrimonyalizmin etkisi kırılamamış, bakanlıklar Şah’ın
sekreterlikleri olma niteliğinden kurtulamamıştır. Oluşturulan başbakanlık
kurumunun etkisizliği ve bakanların doğrudan Şah’a bağlı çalışmaya devam etmeleri,
gerek örgütlenmeleri, gerekse işlevlerini yerine getirebilmeleri açısından istenilen
sonuçların ortaya çıkmasını engellemiştir. 150
Dışişleri Bakanlığı’nın kurulması da bu süreçte gerçekleşmiştir. Đlk kurulan
bakanlıklardan biri olan Dışişleri Bakanlığı, yukarıda değinilen olumsuz durumun
dışında kalmayı diğerlerine nazaran daha fazla başarabilmiştir. Dışişleri Bakanlığı
kurulduğu tarihten itibaren en iyi örgütlenmiş bakanlık olmuştur. Kurulan diğer
bakanlıkların aksine, bakanlık bünyesinde kısa sürede ihtisas daireleri
oluşturulmuştur. Bu da, bakanlığın işlevini yerine getirmedeki başarısında çok etkili
olmuştur.151
Dışişleri Bakanlığı’nın patrimonyalizmin getirdiği olumsuzluklardan daha az
etkilendiğinin en önemli göstergelerinden biri de, o dönemde sıklıkla görülen önemli
kamu görevlerinin “satılması” uygulamasının belli oranda da olsa dışında
kalabilmesidir. Nitekim, Đngiliz ve Rusların da etkisiyle Başbakanlık ve Dışişleri
Bakanlığı, Şah’a en fazla para verenin sahip olduğu makamlar olmamıştır.152 Đran’da,
1906’da yapılan devrimle girilen anayasal monarşi döneminde bile patrimonyal
anlayışın kırılabildiği tek kurum dışişleri bakanlığı olmuştur. Bu dönemde
150 Avery, Modern Iran , s. 84–85. 151 Sheikoleshami, “The Sale of Offices in Qajar Iran, 1858-1896” s. 107. 152 Ibid. , s. 109.
69
modernleşme yanlısı milliyetçilerin liyakata dayalı bir bürokratik yapı oluşturma
girişimleri sadece dışişleri bakanlığında gerçekleştirilebilmiştir.153
Görüldüğü gibi, Batılı güçlerin baskılarının 19. yüzyıl başlarından itibaren
Đran tarafından hissedilmeye başlaması, Đran’ın uluslararası sisteme girişinde temel
etkendir. Đran, Çin ve Japonya’nın aksine Batılı güçlerle yüzyıllardır ticari ve siyasi
ili şkilerini sürdürdüğünden, uluslararası sisteme giriş süreci daha kolay
gerçekleşmiştir. Đran’ın, Batı baskısını, coğrafi konumu nedeniyle, Çin ve
Japonya’dan yaklaşık 40 sene önce hissetmesi, uluslararası sisteme onlardan daha
erken girişinde büyük rol oynamıştır.
Đran ilk bakışta, teorik olarak, kadim imparatorluk geleneği çerçevesinde
küresel bir hâkimiyet anlayışına sahip görünse de, yukarıda belirtildiği gibi bu
söylem hiçbir zaman diplomasi anlayışının merkezine oturmamıştır. Bu yüzden
Đran’ın, diplomasinin gelişimi açısından çok önemli olan iki-yanlılığı çok uzun bir
zamandır benimsediği görülmektedir. Bu da, Đran’ın sürekli diplomasiye geçişi
açısından hayli olumlu bir tarihsel mirasa sahip olmasını sağlamıştır.
B)Sürekli Diplomasi’ye Geçiş
1-Sürekli Diplomasi Kavramı
Kökenleri tarih öncesi dönemlere uzanan diplomasinin, yüzyıllar boyunca ad
hoc bir nitelik gösterdiği yukarıda belirtilmişti. Diplomasi, 15. yüzyılda ad hoc
niteliğinden uzaklaşarak, süreklilik kazanmaya başlamıştır. Süreklilik, devletler
arasındaki diplomatik ilişkilerin belirli bir zaman dilimine bağlı olmayan, devam
eden ve sona ermeyen bir süreç olmasından çok, diplomatik faaliyetlerin yürütülme
153 Avery, Modern Iran , s. 148.
70
biçimiyle ilgilidir. Çünkü, ad hoc diplomasi anlayışında da diplomatik ilişkilerin
zamansal sürekliliği bulunmaktadır. Ad hoc dönemde de çoğunlukla, iki devlet
arasındaki diplomatik ilişkiler, bu devletlerden biri ortadan kalkmadıkça
sürmekteydi. Dolayısıyla, ad hoc dönemde de diplomasinin bu anlamda süreklilik
gösterdiği rahatlıkla söylenebilir.
Sürekli diplomasi anlayışına rengini veren esas olgu, bu anlayışın
benimsenmesiyle oluşturulan kurumsallaşma yoluyla diplomatik ilişkilere süreklilik
kazandırılmasıdır. Bu kurumsallaşma, ülkelerin diğer ülkelerde diplomatik
faaliyetlerini, kurdukları sürekli diplomatik temsilcilikler yoluyla sürdürmelerine
dayanmaktadır. Ad hoc anlayıştan farklı olarak, bu yeni anlayışta, belirli amaçlar için
belirli bir dönem için gönderilen elçilerin yerini, süre ve konu kısıtlamasından
bağımsız elçi, daha doğrusu elçilik almıştır. Bu çerçevede, sürekli diplomaside
bireyden çok kurum, diplomatik temsilciden çok diplomatik temsilcilik ön plana
çıkmıştır. 154
Anderson, sürekli diplomasiyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Diplomatik
temsilcilerin yabancı bir ülkede diplomatik faaliyetlerini yerine getirmek ve o ülke
hakkında bilgi göndermek amacıyla dikkate değer bir süre için-en azından birkaç ay
ya da genellikle birkaç yıl- bulunmasıdır.”155 Bu tanımda, sürekli diplomasinin
belirleyici özelliğinin süre olarak gösterildiği görülmektedir. Oysa, yukarıda
belirtildiği gibi, önemli olan diplomatik temsilcinin diplomatik faaliyetinin süresi
değil, diplomasinin kurumsallaşmasıdır. Diplomatik faaliyetin süresinin temel ölçüt
olarak alınması durumunda, sürekli diplomasinin, ortaya çıktığı kabul edilen 15.
yüzyıldan çok daha önce benimsenen bir uygulama olduğu rahatlıkla ileri
154 Watson, Diplomacy: The Dialogue Between States, s. 100–101. 155 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 5–6.
71
sürülebilecektir. Nitekim, Antik Mezopotamya’da 20 yılı bulan diplomatik
temsilcilik örnekleri görülmüştür.156
Kurumsallaşma, diplomatik faaliyetlerin yürütülmesinin, yani diplomasinin
üslup boyutunda karşılaşılan sıkıntıların aşılması ve bu bağlamda daha etkili bir
diplomatik faaliyet yürütülmesi ihtiyacından doğmuştur. Queller’in de vurguladığı
gibi, sürekli diplomasi anlayışının benimsenmesinde, diplomatik faaliyetlerin daha
ekonomik ve pratik bir biçimde yürütülmesi ihtiyacının büyük etkisi
bulunmaktadır.157 Zamanla diplomasinin iki boyutu birbirini beslemiş, kurumsal
boyut uslüp boyutunda, üslup boyutu da kurumsal boyutta gelişmeye yol açmıştır.
Sürekli diplomasi uygulaması/anlayışı, Đtalya’da ortaya çıkmıştır. Sürekli
diplomasinin ortaya çıkışını sağlayan etkenler aşağıda ana hatlarıyla incelenecektir.
Fakat, öncelikle vurgulanması gereken husus, sürekli diplomasinin Avrupa’da ortaya
çıkan ve siyasetten kültüre, ekonomiden dinsel inanışlara uzanan genel bir değişimin
sonucu/örneği olduğudur. Dolayısıyla, sürekli diplomasiye geçiş 15. yüzyıl Đtalya’sı
koşullarından daha geniş bir çerçevede ele alınmalıdır. 15. yüzyıl Đtalya’sı,
Avrupa’nın yaşamakta olduğu değişimin birçok boyutunun ilk kez görüldüğü yer
olması nedeniyle, bu yeni diplomasi anlayışına öncülük etmiştir.
2-Sürekli Diplomasi’ye Geçişin Nedenleri
a)Siyasal Etkenler
i)Dış Siyasal Etkenler
14. yüzyıl başlarında Batı Avrupa birbirlerinden bir ölçüde bağımsızlaşmış
çeşitli bölgesel alt-sistemlere bölünmüştü. Feodalizmin gücünü kaybetmeye
156 Lafont, “International Relations in the Ancient Near East”, s. 49. 157 Donald E. Queller, The Office of Ambassador in the Middle Ages, Princeton, Princeton
University Press, 1967, s. 82.
72
başlamasının da etkisiyle, yerellik yerini bölgeselliğe bırakmaya başlayacaktır.
Bölgeselleşme, alt-sistemlerin ortaya çıkışının temel nedenidir. Bir alt-sistem içinde
yer alan ülkeler/birimler arasındaki ilişkiler gün geçtikçe daha sıkılaşmış ve düzenli
bir nitelik kazanmıştır.158 Bu durum, özellikle sistem içi diplomatik ilişkilerin artışına
yol açmıştır.
Đtalya, özellikle kuzey Đtalya, bu alt-sistemlerin en fazla sistemsel özellikler
taşıyanıydı. 14. yüzyılın ortalarında Đtalyan yarımadası küçük ve iyi örgütlenmiş
küçük devletlere bölünmüştü. Bu kent-devletlerinin en önde gelenleri; Milan
Düklüğü, Floransa Cumhuriyeti, Napoli Krallığı, Papalık Devleti, Venedik
Cumhuriyeti ve daha ikinci planda kalan Cenova ve Montava kent-devletleriydi.
Đtalyan kent-devletlerinin oluşturduğu bu alt-sistemin ortaya çıkışında dünya
konjonktürünün de büyük rolü bulunmaktadır. 14. yüzyılın ikinci yarısı ve 15.
yüzyılın ikinci yarısında, Đtalya coğrafyası Mattingly’nin tabiriyle “görece izolasyon”
içindeydi.159 Bunu sağlayan temel etken, o dönemde bölgede etkili olabilecek büyük
güçlerin içinde bulundukları durumdu. Bizans’ın çöküş sürecine girmesi, Kutsal
Roma-Germen Đmparatorluğu’nun zayıflaması, Fransa’nın Yüzyıl Savaşları
nedeniyle kendi sorunlarıyla uğraşması, Papalığın o dönemde yaşanan anlaşmazlıklar
nedeniyle bölünmesi gibi olgular, Đtalyan kent-devletlerinin büyük güçlerin
müdahalesi olmadan ilişkilerini yürütmelerinde çok etkili olmuştur.
Sözkonusu izolasyon, bu ülkeler arasında uzunca süren bir güç mücadelesinin
ortaya çıkmasında rol oynamıştır. Mücadele, kısmen ülkelerarası ticarette girişilen
rekabetten kaynaklanmaktaysa da, çoğunlukla bu ülkelerin doğrudan doğruya
varlıklarını sürdürme ve birbirleri üzerinde hâkimiyet kurma çabaları nedeniyle
ortaya çıkmıştı. Kent-devletleri arasındaki güç mücadelesi, yöneticileri bir derin
158 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 2. 159 Garrett Mattingly, Renaissance Diplomacy, 3. ed., London, Butler&Tanner, 1963, s. 61.
73
güvensizliğe sürüklemiştir. Yöneticiler, dışardan gelebilecek her türlü tehdide karşı,
sürekli olarak tetikte olma zorunluluğu hissetmekteydiler. Bu durum, sadece
dışarıdan gelebilecek tehditleri değil, aynı zamanda kendi egemenliklerini
sarsabilecek iç tehditleri de içermekteydi. Đtalyan yöneticileri açısından dış
konjonktürdeki belirsizlik, içeride de sorunlar yaratmaya adaydı. Bu dönemde Đtalyan
siyaset kültüründe, devletin ya da devlet yöneticilerinin sürekli olarak bir “kuşatma
altında” oldukları görüşü yaygındı.160
Đtalyan kent-devletlerinin kendi varlıklarını tek başlarına sürdürecek güce
sahip olmamaları, bu ülkelerin sürekli olarak ittifaklar aramalarına neden olmuştur.
Bu durum, diplomasinin gelişiminde çok etkili olmuştur. Çünkü, bu ülkelerin
varlıklarını korumaları açısından ittifakların asli bir önemi haiz olması, ittifak
arayışının, dolayısıyla bunu sağlamak için diplomatik faaliyetlerin büyük önem
kazanmasına yol açmıştır.161
Dışarıya duyulan güvensizlik ve sürekli olarak dış politik dengeleri kollama
kaygısı, Đtalyan kent-devletlerinin birbirlerini gözleme ve bilgi alma ihtiyacı içine
girmelerine neden olmuştur. Ayrıca, ortaya çıkabilecek gelişmelerde hemen harekete
geçebilme kaygısı, diplomasinin etkinlik, hız ve organizasyon açısından daha etkili
bir şekilde yürütülebilmesi ihtiyacını daha da arttırmıştır. Bu ihtiyaç, sürekli
diplomatik temsilciliklerin kurulmasında çok etkili olmuştur. 15. yüzyılın
ortalarından itibaren, bölge dışı güçlerin de bölgeyle tekrar ilgilenmeye başlamaları
bu ihtiyacın daha da artmasına neden olacak, sürekli diplomasi anlayışı çerçevesinde
Đtalyan alt-sistemi dışında yer alan ülkelerde de sürekli diplomatik temsilcilik
kurulmaya başlanacaktır.162
160 Ibid. , s. 57. 161 Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, s. 23. 162 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 3.
74
Đtalyan kent-devletleri arasındaki güç dengesi, bu devletlerde çok kısa sürede
ortaya çıkan değişimler yüzünden neredeyse sürekli olarak yeniden kurulmak
zorunda kalmaktaydı. Bu durum, diplomatik faaliyetin süreklilik arz etmesinde, hatta
bir anlamda gündelik bir nitelik kazanmasında büyük rol oynamıştır. Nicholson’un
belirttiği gibi, “bu güncel tehlike durumu, uzun dönemli politikalar yerine o günü
kurtarmayı amaçlayan aktüel görüşme sanatının önem kazanmasına neden
olmuştur”.163
Devletler, siyasal ve askeri alandaki güçsüzlüklerini, diplomasinin gücüyle
telafi etmek istemişlerdir. Bu güçsüzlük, devletlerin mensup oldukları Roma
geleneğinin aksine, “üniversalist” bir siyaset felsefesine ve söylemine hiçbir zaman
sahip olmamalarında etkili olmuştur. Bu yüzden Đtalyan kent-devletlerinden hiçbiri
diplomasinin gelişimi açısından çok önemli olan egemen eşitlik anlayışını
reddetmemiştir. Bu da diplomasinin çok-taraflı bir nitelik kazanmasında büyük rol
oynamıştır.
ii)Đç Siyasal Etkenler
Đtalyan kent-devletlerinin önderlik yaptığı, aşağıda incelenecek olan sosyo-
ekonomik dönüşümün kendini doğrudan gösterdiği alanlardan biri de siyaset
olacaktır. Hem siyasal örgütlenme biçimi, hem de siyaset felsefesi büyük bir değişim
geçirecek, birkaç yüzyıldır egemen olan Ortaçağ anlayışı ve örgütlenme tarzı, yerini
yeni bir anlayışa ve tarza bırakacaktır. Bu da, yeni bir diplomasi anlayışı ve
örgütlenme tarzını getirmiştir. Bu değişimin analizi, sürekli diplomasiye geçişin
anlaşılabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır:
163 Nicholson, The Evolution of Diplomatic Method, s. 31.
75
Siyasal örgütlenme boyutuna bakıldığında, gözlemlenebilecek en genel olgu,
feodalizmin ilk ortadan kalktığı coğrafyanın Kuzey Đtalya olduğudur. Feodal
örgütlenme, sosyo-ekonomik dinamiklerin etkisiyle, tedrici biçimde yerini
merkeziyetçi bir örgütlenme tarzına bırakmıştır. Đtalyan kent-devletleri, Avrupa’da
ülkesel otoritenin egemen krallar ya da hükümetlerde toplandığı ilk siyasal birimler
olmuştur. Böylece, feodal güç odaklarının siyasal, askeri, ekonomik ve hukuksal
yetkileri ve imtiyazları merkezi otoriteye geçmiş, feodal yapılar tasfiye edilebilmiştir.
Geleneksel feodal sisteme dayalı feodal meşruiyet, yerini merkezi otoritenin sahip
olduğu ülkesel ve genel bir meşruiyete bırakmıştır.164
Đtalyan kent-devletlerinin –Venedik bir ölçüde bunun dışındadır- sahip
oldukları topraklar açısından küçük olmaları, merkezileşme süreci açısından olumlu
etki yapmıştır. O dönemde, Avrupa’nın geri kalanındaki daha büyük monarşilerin
aksine, Đtalyan kent-devletleri küçük ölçeğe sahip olmanın avantajına sahiplerdi.
Ulaştırma imkânlarının ölçek küçüklüğü nedeniyle kolay olması, vergi toplama,
denetim gibi hususlarda merkezi otoritenin elini güçlendirmekteydi.165 Ayrıca, bu
durum, merkezi otoritenin feodal güç odaklarını tasfiyesini de kolaylaştırmıştır.
Çünkü, Batı ve Orta Avrupa’da olduğu gibi, Đtalya’da da büyük feodal güçler
sözkonusu olsaydı, Đtalyan kent-devletlerinin merkezi otoriteleri, bu büyük yapıları
tasfiye etmekte çok zorlanacaklardı. Bu durum, sözkonusu devletlerin büyük askeri
güçlere sahip olmadığı hususu da hesaba katıldığında daha kolay anlaşılabilecektir.
Nitekim, Avrupa’nın geri kalanında merkezileşme sürecinin başlaması bir yüzyıl
kadar sonra gerçekleşecektir.
164 Feodalizmin ayrıntılı analizi için bkz. March Bloch, Feodal Toplum, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay,
2. B., Ankara, Gece Yayınları, 1995. Ayrıca, feodalizmin çöküşü ve merkezi devletlerin ortaya çıkış
süreci için bkz. Norbert Elias, Uygarlık Süreci, C. II., Çev: Erol Özbek, Đstanbul, Đletişim Yayınları,
2002. 165 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 59.
76
Bu merkezileşme sürecinin dış politikaya ve diplomasiye yansıması ise şu
şekilde olmuştur:
Merkezileşme, merkezi otoritenin diğer dış politik aktörlerle sürekli ve
düzenli ilişkiler geliştirebilme, ittifaklar kurabilme gibi dış politikanın temeline
oturan hususlarda daha sağlam adımlar atabilmesinde büyük rol oynamıştır.166 Her
şeyden önce, merkezileşme sayesinde, dış politikayı neredeyse tamamen kendi
kontrolüne alan etkili ve düzenli bir merkezi yapı ortaya çıkmıştır. Merkezileşme,
ayrıca, yerel güç odaklarının etkisinden büyük ölçüde uzak, senkronize, tutarlı ve
ülkesel bir dış politika izlenebilmesini, dış politikanın tek elde toplanabilmesini
sağlamıştır. Dış politikanın, doğası gereği, ilk çağlardan günümüze kadar merkezi
otoritenin belki de en fazla tekelinde tutmaya çalıştığı alan olduğu gözönüne
alındığında, merkezileşmenin önemi daha kolay anlaşılabilecektir.
Dış politikanın tek elde toplanmaya başlaması, kaçınılmaz olarak
diplomasinin de kurumsal ve uslüp boyutlarında değişimine ve gelişimine yol
açmıştır. Kurumsal boyutta, merkezileşme, diplomatik faaliyetlerin de
merkezileşmesini ve bu bağlamda bir bürokratik yapının ortaya çıkışını sağlamıştır.
Dolayısıyla, sürekli elçiliklerin kurulması, merkezileşmenin getirdiği bir
bürokratikleşme sonucunda gerçekleşmiştir.167 Üslup boyutundaki gelişime
bakıldığında ise, merkezileşme diplomasinin tek elde toplanarak çok daha senkronize
ve tutarlı bir biçimde yürütülmesini sağlamış, ülkesel çıkarların doğrudan doğruya
gözetilebilmesine imkân vermiştir.
Siyaset felsefesi alanına bakıldığında ise, Đtalya’nın Avrupa’da Ortaçağ’a
egemen olan feodalizm ve Hıristiyanlık tarafından biçimlendirilmiş siyaset
166 Watson, Diplomacy: The Dialogue Between the States, s. 96. 167 Michael Mallett, “Italian Renaissance Diplomacy”, Diplomacy & Statecraft, Vol.12, No:1,
(March 2001), s. 63.
77
felsefesinin etkinliğini kaybettiği ilk bölge olduğu görülmektedir. Ortaçağ’a egemen
olan, siyasal meşruiyeti Hıristiyanlığa ve feodal hak ve yükümlülüklere dayandıran
anlayış, Katolik dünyasında etkisini 14. ve 15. yüzyıllara kadar sürdürmüştür. Bu
anlayışın devlete bakışı ise, temelde devlete ikincil bir rol verme olgusuna
dayanmaktadır. Hıristiyanlığın etkisiyle siyasal iktidarın dinsel iktidar karşısındaki
konumu tali bir nitelik kazanmıştır. Bu durum, maddi dünyanın değil, manevi
dünyanın önemli olduğunu vazeden Hıristiyan inancı çerçevesinde, bireylerin dış
dünyayla kurması gereken ilişkinin sonucudur. Zaten bu anlayışa göre, maddi dünya
da manevi dünyanın bir uzantısıdır ve Tanrı tarafından yaratılmıştır. Maddi dünyanın
önemsizleşmesi, bir maddi dünya kurumu olan devletin de önemsizleşmesi anlamına
gelmektedir. Hıristiyanlık çerçevesinde tali bir kurum olarak kurgulanması, devletin
meşruiyetini dinden alan ve din çerçevesinde faaliyet göstermek zorunda olan bir
toplumsal kuruma dönüşmesine neden olmuştur. Bu da, devletin (feodal
örgütlenmenin de etkisiyle) hem güçsüzleşmesine ve etkisizleşmesine, hem de
siyasal iktidarı elinde tutanların Hıristiyanlık tarafından biçimlendirilen bir hukuki-
ahlaki boyutta hareket etmek zorunda kalmalarına neden olmuştur.168
Đtalya, sözkonusu siyaset felsefesinde köklü bir kopuşa sahne olmuş, bu
özelliğiyle de bütün Avrupa’yı etkilemiştir. Đtalya’daki bu gelişim, meşruiyetin dinsel
bağlamından koparılarak sekülerleştirilmesine dayanmaktadır. Böylece, din temelli
meşruiyet, yerini siyasal iktidar sahiplerinin iktidara fiilen sahip olmalarından
kaynaklanan bir meşruiyet biçimine bırakmıştır. Rönesans Đtalyası’nda bu değişim
kendisini “stato” (devlet) kavramındaki anlamsal değişmeyle de göstermektedir.
Buna göre, güç ya da egemenlik, hukuki ve ahlaki ya da bir başka ifadeyle de jure
anlamından çok, de facto anlamıyla değerlendirilmelidir. Yani, siyasal iktidar
168 Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 7. B., Beta Basım Yayım, Đstanbul, 1995, s. 74.
78
açısından önemli olan güç, hukuk ya da din tarafından belirlenmiş bulunan değil,
fiilen ( reel olarak) sahip olunan güçtür. 169
Bu değişim, aynı zamanda, yönetsel erki elinde tutan makamların
“güçlerinin”, ülkesel ölçeğin ötesine geçtiği düşüncesinin de gelişmesine yol
açmıştır. Bu düşünceye göre, güç sahibi prensler/hükümetler daha az güce sahip olan
prensler/hükümetlerle ilişkiye girerler ve onları istediklerini yaptırmaya zorlarlar.
Bunu yaparken kendilerini sınırlandıran tek olgu ise, sahip oldukları gücün
derecesidir. Dinsel ve hukuksal meşruiyet ve bu meşruiyet çerçevesinde ortaya çıkan
kısıtlamalar ve kurallar önem taşımaz. 170
Yeni siyaset felsefesinin benimsenmesi, Đtalyan kent-devletleri arasındaki güç
mücadelelerinin ve egemenlerin otoritelerinin meşrulaştırılmasını sağlayacak teorik
zemini ortaya çıkarmıştır. Bu durumun diplomasinin kurumsal ve uslup boyutundaki
gelişimine de etkilerde bulunması kaçınılmazdır:
Öncelikle, meşruiyeti bizzat kendi gücünden kaynaklanan bir siyasal
otoritenin mutlaklığının kabulü, yukarıda belirtilen merkezileş(tir)me olgusunun
teorik arkaplanını oluşturması açısından büyük önem taşımaktadır. Böylece, siyasal
egemeninin otoritesinin biricikliği ve mutlaklığı üzerine kurulu siyaset felsefesi,
merkezileş(tir)me olgusunun sosyo-ekonomik dinamikleriyle birleşerek diplomasinin
kurumsallaşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Đkinci olarak, siyaset felsefesinin temeline mutlak bir güç anlayışının
oturtulması, siyasal egemenlerin güçlerini, hem içte hem de dışta arttırma çabasına
girmelerine neden olmuştur. Đçte, siyasal egemenlerin bütün diğer merkezkaç güç
169 Machiavelli “Prens” adlı eserinde bu yeni güç anlayışını açıkça savunan ilk yazar olmuştur.
Örneğin, Machiavelli’ye göre, “bir prens yetkisini kurmayı ve sürdürmeyi başarıyorsa, araçları onurlu
sayılacak ve herkesçe onaylanacaktır.” Niccolo Machiavelli, Prens, Çev: Semra Kunt, Alkım
Yayınevi, Ankara, 1997, s. 66. 170 Watson, Diplomacy: The Dialogue Between the States, s. 98.
79
odaklarını tasfiye etmeye çalışmalarına ve toplum üzerinde tekelci bir egemenlik
kurmalarına dayanan bu çaba, dışarıda ise egemenliğin diğer güçlere tanıtılması,
korunması ve genişletilmesine dayanmaktaydı.171 Sözkonusu çabanın, yukarıda
vurgulanan nedenlerle sadece askeri güçle gerçekleştirilemeyeceğinin anlaşılması,
kaçınılmaz olarak diplomasinin bunu sağlamada bir yöntem olarak daha fazla
benimsenmesine neden olmuştur. Bu da, diplomasiye verilen önemin artışını
sağlamış, diplomasinin çok daha gündelik bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Bu
bağlamda diplomasinin sürekli bir temele oturtulması ihtiyacı, sürekli diplomatik
temsilciliklerin kurulmasında önemli bir etkide bulunmuştur.
Üçüncü olarak, siyaset felsefesinin sekülerleşmeye başlaması, ilerde
değinilecek olan Hıristiyanlığın siyasal birimler arasındaki ilişkileri biçimlendiren ve
ona ahlaki ve hukuki bir çerçeve çizen etkisinin ortadan kalkmasına neden olmuştur.
Böylece, evrensel bir Hıristiyan ailesi anlayışına dayanan ve feodalizmden de
beslenen hiyerarşik dünya kurgusu, yerini güç mücadelesine giren ve kendini
Hıristiyanlık’la eskisi kadar bağlı hissetmeyen, dinsel ve siyasal hiyerarşiye karşı
mücadele eden egemen siyasal birimler arası mücadeleye bırakmaya başlamıştır.
Hiyerarşinin teoride ve pratikte reddedilmesi, oluşmaya başlayan sistemin laik,
eşitlikçi ve çok-yanlı bir iç işleyiş dinamiğine kavuşmasına sebebiyet vermiştir.
Sistem içi ilişkilerin kazandığı bu yeni veçhe, diplomasinin gelişimine doğrudan
etkide bulunmuştur. Artık, diplomasi, sistem içinde ilişkilerin yürütülmesinde hiç
171 Nitekim, zamanla elçi göndermek ve kabul etmek bir egemenlik göstergesi olarak kabul edilmeye
başlamıştır. Sadece, egemen hükümdarların ya da hükümetlerin elçi gönderebileceği ve kabul
edebileceği ilkesi benimsenmiştir. Queller, The Office of Ambassador in the Middle Ages, s. 11.
Fakat, sürekli diplomasiye geçildiği 15. yüzyılda, bu ilkenin hemen benimsenmediği, feodalizmin
etkisinin bir süre daha sürdüğü görülmektedir. Bu dönemde de egemen ve bağımsız olmayan
birimlerin elçi gönderdiği ve kabul ettiği bilinmektedir. Anderson, The Rise of Modern Diplomacy,
s. 5.
80
olmadığı kadar önem kazanacaktır. Bu da, diplomasinin kurumsal ve uslüp
boyutundaki gelişimini, bu bağlamda sürekli diplomasi anlayışının benimsenmesini
sağlayacaktır.
b)Ekonomik Etkenler
Roma Đmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Avrupa’nın girdiği ve
yüzyıllarca süren kargaşanın yerini istikrara bıraktığı ilk bölgelerden biri de Đtalya
olmuştur. Đtalya’da bütün Avrupa’ya hakim olan feodal üretim biçimi
benimsenmekle birlikte, ülkenin özellikle kuzeyi sosyo-ekonomik yapılanma
açısından Avrupa’nın çoğu bölgesinden farklılık göstermektedir. Feodalizm tarıma
dayanan bir sosyo-ekonomik sistem olmasına rağmen, Đtalyan kent-devletleri,
Yüksek Ortaçağ’da Avrupa’da dinamikleri ortaya çıkmaya başlayan ticari
kapitalizmin doğduğu bölgelerden biri oldu.
Ticari kapitalizm, Đtalyan kent-devletlerinin tüm toplumsal alanlardaki
örgütlenmesini etkileyecektir. Bu da, Đtalya’nın Avrupa’nın modernleşme sürecinde
yaşayacağı değişimin ilk kez görüldüğü coğrafya olmasını sağlayacaktır. Sürekli
diplomasi anlayışının benimsenmesinin altında bu sosyo-ekonomik değişim
yatmaktadır.
Her şeyden önce, ticari kapitalizm Đtalyan kent-devletlerinin dış politika
anlayışlarında etkilerde bulunmuştur. Bunun temel nedeni, ticari kapitalizmin
etkisiyle sözkonusu kent-devletlerinin ülkesel güç kavramına farklı bir anlam
yüklemeye başlamalarıdır. Antik çağlardan beri ülkeler gücü, sahip olunan topraklar
ve askeri güçle ölçmekteydiler. Bu geleneksel anlayış, teritoryal bir mantığa
dayanmaktaydı. Daha çok toprak sahibi olmak, o ülkenin, daha doğrusu o ülkenin
81
egemenlerinin gücünü artıracak temel olguydu. Bu anlayışın doğal sonucu, fütühatın
dış politikanın merkezine oturmasıydı.
Đtalyan kent-devletleri ise bu teritoryal güç anlayışından uzaklaşarak, gücü,
sahip olunan ekonomik kaynaklarla ölçmeye başladılar. Kapitalizmin bu ülkelere
getirdiği zenginlik ve güç, teritoryal anlamda birer “cüce” olan bu ülkelerin, dünya
siyasetinde sahip oldukları topraklarla hiç de orantılı olmayan bir etkinliğe
kavuşmalarını sağlamıştı. Dolayısıyla, bu devletler açısından askeri güçle kazanılan
teritoryal büyüme ve etkinlik, yerini ticaretle elde edilen ekonomik güce bıraktı. Bu
da, askeri yöntemlere verilen önemin, barışçı yöntemler lehine azalmasına yol açtı.
Dış politikada barışın korunması amacı da, diplomasinin gelişmesinde çok önemli bir
etkiye sahip olmuştur.
Savaş, ticari kazancı azaltacağı ve ülkelerin ekonomik kaynaklarını
aşındıracağı için kapitalist rasyonaliteye aykırıydı. 15. yüzyılın ilk yarısında
sözkonusu kent-devletleri arasında yaşanan uzun çatışmalar, bu bilincin
yayılmasında çok etkili oldu.172 Bu çerçevede, zaman ilerledikçe, Đtalyan kent-
devletleri savaşın getireceği maliyetin, savaş sonunda elde edebilecek kazançtan çok
daha az olduğu düşüncesini daha sağlam bir inançla benimsediler. Bu da, savaşın
önlenmesi ve barış içinde ekonomik zenginliklerin arttırılması çabalarının, dış
politika hedeflerinin başına oturmasına neden oldu. Dış politika hedeflerinde yaşanan
sözkonusu değişim, diplomasinin gelişimine neden olacaktır. Bu değişimin
somutlaşmasıysa, sürekli diplomasi anlayışının benimsenmesiyle olmuştur. 173
172 Michael Mallett, “The Northern Italian States”, The New Cambridge Medieval History, Vol.
VII, Cristopher Allmand(ed.), Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s. 549. 173 Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, Çev:Recep
Boztemur, Ankara, Đmge Yay., 2000, s. 69.
82
Ticari kapitalizmin gelişmesinin bir başka önemli etkisi de, Đtalyan kent-
devletlerinin, gerek kendi aralarında, gerekse diğer ülkelerle kurdukları düzenli ve
sürekli ticari ilişkilerin, diplomatik ilişkilerin gelişiminde yarattığı olumlu etkidir.
Düzenli, sürekli ve yoğun ticari ilişkilerin, siyasal ilişkilerin de benzer nitelikler
kazanmasında etkili olması çok doğaldır. Ticari ilişkiler, siyasal ilişkilerin içinde
akacağı bir kanal rolü oynamıştır. Ticaret, doğası gereği, taraflar arasında iletişim
kanallarının açık tutulmasını sağladığından, siyasal ilişkilerin de gelişimini
sağlamıştır. Arrighi’nin vurguladığı gibi, ”kapitalist oligarşiler tarafından denetlenen
uzun mesafeli ticaret, diplomatik ilişkilerin, üzerine kurulacağı hazır ve kendi
maliyetini karşılayan kurumsal yapıyı sağlamaktaydı”.174
Đtalyan tüccarlar, ticari ilişkilerde bulundukları ülkeler hakkında sürekli
olarak bilgi toplamaktaydılar. Bu bilgiler sadece ticari değil, aynı zamanda politik
nitelikteydi.175 Bu durum, sürekli diplomasiye geçiş açısından çok olumlu etkilerde
bulunmuştur. Zamanla, bilgi toplama işinin örgütlenmesi ihtiyacı sürekli diplomatik
temsilciliklerin açılmasında büyük rol oynayacaktır.
Đtalyan kent-devletleri ekonomilerinde ülkelerarası ticaretin sahip olduğu
önem, kamu yönetiminin örgütlenmesine de etkilerde bulunmuştur. Sosyo-ekonomik
altyapının, siyasal kurumların ortaya çıkışında, değişiminde ve ortadan kalkışında
temel belirleyici olduğu kabul edilirse, bu durum daha iyi anlaşılabilecektir.
Kentlerde iktidarı ellerinde tutan yöneticiler güçlerini ticari zenginliğe
dayandırmaktaydılar. Venedik örneğinde görüldüğü gibi, bu kentlerin önemli bir
kısmında da ticareti denetleyen ailelerin oligarşik yönetimi sürmekteydi. Dolayısıyla,
ülkelerarası ticaretin kontrolüne verilen önem, bürokratik yapının işleyişinde ve
kurumsal gelişiminde merkezi bir öneme sahipti. Ticaretin denetimi ihtiyacının kamu
174 Ibid. , s. 71. 175 Watson, Diplomacy: The Dialogue Between the States, s. 96.
83
yönetimi örgütlenmesinde yarattığı en önemli etki ise, sürekli diplomatik
temsilciliklerin açılmasıydı. Sürekli diplomasi anlayışının benimsenmesi, merkezi
bürokraside de bu yönde yeni örgütlenmelerin ortaya çıkışını tedrici bir biçimde
sağlayacaktır.
Đtalyan kent-devletlerinin ticarete dayalı ekonomileri aynı zamanda
diplomatik faaliyeti yürütecek kişilerin içinden çıktığı sınıfsal tabanı yaratması
açısından da önem taşımaktadır. Oluşmaya başlayan burjuvazi, diplomatik
faaliyetleri yavaş yavaş kontrolü altına almaya başlamış, tüccarlar diplomasinin en
önemli aktörleri haline gelmişlerdir. Yukarıda belirtilen ticari ilişkilerin siyasal
ili şkilerin gelişiminde oynadığı önemli rol göz önüne alındığında, bu durum hiç de
şaşırtıcı değildir. Ticaretin, doğası gereği müzakereye dayanması diplomasinin
mantığıyla örtüşmektedir. Đtalyan tüccarlar, müzakerenin, dolayısıyla sözlerin, çoğu
zaman çatışmadan, dolayısıyla kılıçlardan daha etkili olduğunu bilmekteydiler.176
Tüccarların diplomatik temsilciler olarak kazandıkları önemin yanısıra, bazı
durumlarda diplomatik faaliyetler bizzat onlar tarafından organize edilmekte ve
yürütülmekteydi. Çoğunlukla bağlı oldukları ülkenin yöneticilerinin bilgisi dahilinde
olmakla birlikte, tüccarlar doğrudan doğruya kendi inisiyatifleriyle elçi
göndermekteydiler. Elçilerin masrafları gene tüccarlar tarafından karşılanmakta,
gittikleri ülkelerde, temsil ettikleri tüccar grupları için ticari ve hukuksal avantajlar
ve haklar elde etmeye çalışmaktaydılar.177 Bu durum, ticaretle diplomasi arasındaki
ili şkinin en belirgin örneklerinden birini oluşturmaktadır.
176 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 62. 177 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 4.
84
c)Kültürel Etkenler
Đtalya’da sürekli diplomasi anlayışının benimsenmesinde, bu coğrafyada
yaşayan toplumların ortak bir kültüre sahip olmaları da önemli bir etken olmuştur.
Toplumların ortak ya da benzer kültürel yapılara sahip olmalarının
diplomatik ilişkilerin gelişimi açısından olumlu etkide bulunduğu, yukarıda Antik
Yunan’da diplomasinin gelişimi bahsinde vurgulanmıştı. Đtalyan kent-devletleri ortak
dinsel inanışlara, ortak bir dile, ortak adetlere sahip olduklarından, aralarındaki
toplumsal iletişim diplomatik bağların kolaylıkla kurulmasında olumlu bir rol
oynamıştır.
Sürekli diplomasi açısından bu husus büyük önem taşımaktadır. Çünkü, ortak
kültür, sürekli elçiliklerin kuruldukları ülkenin toplumsal ve siyasal yapısına çok
daha kolay adapte olabilmelerini sağlamıştır. Özellikle, dilsel ortaklık bu süreçte çok
olumlu bir işleve sahip olmuştur.178 Diplomasinin temelde dile dayalı bir süreç
olduğu düşünüldüğünde bu olumlu etki daha kolay anlaşılabilecektir.
Kültürel ortaklığın bir diğer önemli etkisi de, Đtalyan kent-devletleri
arasındaki toplumsal etkileşimi kolaylaştırmasıdır. Bu sayede, bir kent-devletinde
ortaya çıkan yeni bir olgu, diğer kent-devletlerine kolaylıkla ve hızla
ulaşabilmekteydi. Bu durum, diğer alanlarda olduğu gibi, diplomasi alanında da
ortaya çıkan bütün yeniliklerin, diğer kent-devletlerince öğrenilebilmesine ve
benimsenmesine yol açmıştır. Sürekli diplomasiye geçişte gösterilen başarının
altında yatan önemli dinamiklerden biri de budur.
Đtalya’da doğan sürekli diplomasi anlayışının, bir yüzyıl içinde Orta ve Batı
Avrupa’ya yayılmasında da, Avrupa toplumlarının benzer bir kültürel yapıya sahip
olmasının çok büyük etkisi bulunmaktadır. Benzer kültürel yapılar, toplumlar
178 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 31.
85
arasındaki iletişim ve etkileşimi kolaylaştırmıştır. Bunun sonucunda, diplomasinin
gelişimi ve ortak diplomatik kuralların ve adetlerin benimsenmesi, yani bir anlamda
ortak bir “diplomasi kültürü”nün doğması mümkün olmuştur.
Đtalya’nın sürekli diplomasi anlayışına öncülük etmesini sağlayan bir başka
kültürel etken ise, 15. yüzyılda Avrupa’nın kültürel açıdan en gelişmiş bölgesi
olmasıdır. Ortaçağ’ın ilk dönemlerinden itibaren, Avrupa’nın Karanlık Çağ’da içine
düştüğü kültürel gerilemeden kendini en çabuk kurtaran bölge Đtalya olmuştur.
Đtalya’da özellikle elitlerin eğitsel ve kültürel seviyelerinin yüksek olması,
diplomasinin gelişimi açısından olumlu etkide bulunmuştur. Çünkü, iyi eğitimli ve
kültürel açıdan daha donanımlı elitler, hem genel olarak diplomasiye daha önem
veren bir düşünsel olgunluğa, hem de daha sofistike diplomatik usullerin
benimsenmesine yatkın bir entelektüel seviyeye sahip olmuşlardır. Entelektüel
kapasitesi daha yüksek yöneticilerin ülkelerinin çıkarlarını korumak için savaş
dışındaki yöntemleri daha kolay benimseyecekleri düşünüldüğünde, genelde
diplomasiye verilen önemin artışı, özelde ise sürekli diplomasi anlayışının yerleşmesi
daha kolay anlaşılabilecektir. Ayrıca, eğitimli insanların görece fazlalığı, dışişlerini
yürütebilecek bir bürokratik yapılanmanın temellerinin atılabilmesi açısından da
önemlidir. Böylece, hem sürekli elçiliklerde diplomatik faaliyeti yürütebilecek, hem
de merkezde bu faaliyetleri organize edebilecek bir insan kaynağı ortaya
çıkabilmiştir. 179
Yüzyıllar boyunca Đtalya’nın bir kültürel ve entelektüel merkez olması,
öğrencilerden, din adamlarına, sanatçılardan prenslere değişik kesimlerden ve
Avrupa’nın birçok bölgesinden insanın Đtalyan kentlerine akın etmesine yol
179 Ibid. , s. 30.
86
açmıştır.180 Bu durum, Ortaçağ’da Đtalya’nın Avrupa’nın geri kalan bölgelerini
etkileme potansiyeline sahip olmasına neden olmuştur. Đtalya’da ortaya çıkan sürekli
diplomasi anlayışının Avrupa’ya hızla yayılmasını sağlayan önemli etkenlerden biri
de budur.
Rönesans’ın bu coğrafyada doğması, Đtalya’nın sözkonusu kültürel
gelişmişliğinin doğal sonucudur. 14. yüzyıl başlarında ortaya çıkan Rönesans,
Ortaçağ kalıplarına ve anlayışına bir karşı çıkış niteliğindedir. Đnsanın doğaya bakışı
ve doğada konumlandırışında köklü bir değişimi ihtiva etmektedir. Bu çerçevede,
Ortaçağa egemen olan statükonun sürdürülmesi düşüncesi, yerini daha iyiye ulaşmak
için değişim düşüncesine bırakmıştır.181 Bu değişim anlayışı sanattan siyasete tüm
alanlarda etkili olmuştur. Dolayısıyla, diplomasiye de yeni bir bakış getirme
çabasının, Rönesans’ın getirdiği yeni ruhla yakından ilişkili olduğu rahatlıkla ileri
sürülebilir. Nitekim, Mattingly, sürekli diplomasiye geçişle sembolleşen yeni
diplomasi anlayışıyla, Rönesans ruhu arasında doğrudan bir bağ olduğunu, hatta
sürekli diplomasiye geçişin temel nedeninin Rönesans’ın etkisi olduğunu ileri
sürmektedir. Mattingly’e göre, Đtalya’da 1300–1450 yılları arasında yeni kurumların
ve yeni bir anlayışın benimsenmesi yeni bir diplomasi stilinin benimsenmesini
sağlamıştır.182
d)Dinsel Etkenler
Feodalizmle birlikte, Ortaçağ Avrupası’nı şekillendiren iki temel olgudan biri
olan Hıristiyanlık, siyasal birimler arasındaki diplomatik ilişkilerin de
180 Michael Mallett, “Italian Renaissance Diplomacy”, s. 63. 181 Norman Davies, Avrupa Tarihi , Çev: Burcu Çığman (et. al.), Ankara, Đmge Yayınevi, 2006, s.
513. 182 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 55.
87
şekillendirilmesinde çok önemli bir role sahipti. Asıl ilgi çekici nokta ise şudur:
Đtalya’da bu rolün sorgulanması ve Hıristiyanlığın siyasal alandaki etkinliğinin
azaltılması da sürekli diplomasinin gelişiminde etkili olacaktır.
Ortaçağ Hıristiyanlığı’nın dünya kurgusu, keskin bir Hıristiyanlar-Hıristiyan
olmayanlar ayrımına dayanmaktaydı. En somut biçimde St. Augustine tarafından
doktrine edilen bu anlayış, Hıristiyan dünyası içinde bir evrenselliğin olması
gerektiğini vazetmekteydi.183 Buna göre, tüm Hıristiyan dünyası tek ve bütün bir
ülkeye/cumhuriyete (Respublica Christiana) aitti. Bu yapının tepesinde ise Tanrı’yı
temsil eden Kilise bulunmaktaydı. Söz konusu anlayış, siyasal birimler arası
ili şkilerin çerçevesini, din ve onun temsilcisi Kilise tarafından çizilen bir meşruiyet
zeminine oturtma çabası göstermekteydi. Örneğin, savaş gibi, siyasal birimler arası
ili şkilerdeki en temel olgular, din tarafından çizilen meşruiyet sınırları içinde
değerlendirilmekteydi.
Dinin bu kısıtlayıcı çerçevesinin, diplomasinin gelişimi açısından olumlu
etkilerde de bulunduğu görülmektedir. Watson, sürekli diplomasinin köklerinin,
“Respublica Christiana” anlayışı doğrultusunda siyasal birimler arasında gelişen ad
hoc diplomatik ilişkilerde aranması gerektiğini vurgulamaktadır.184 Watson
tarafından ileri sürülen bu tezde haklılık payı bulunmaktadır. Çünkü, bu anlayış
çerçevesinde Avrupa’daki siyasal birimler arasında diplomatik faaliyet sürekliliği
ortaya çıkmış, diplomasi gelişme yolunda üzerine sağlıklı biçimde oturabileceği bir
tarihsel sürece sahip olabilmiştir.
Bu durum, aynı zamanda, Avrupa’da bir ülkelerarası sistem kurulabilmesi
açısından da önem taşımaktadır. Çünkü, siyasal birimler, aralarındaki bütün çatışma
ve çekişmelere rağmen kendilerini büyük Hıristiyan ailesinin bir parçası olarak
183 Yurdusev, “Uluslararası Đlişkiler Öncesi”, s. 36–37. 184 Watson, Diplomacy: The Dialogue Between States, s. 97.
88
görmekteydiler.185 Dolayısıyla, siyasal birimler arasında kolektif bir kimliğin varlığı,
ili şkilerin içinde geliştiği bir sistemin ortaya çıkmasını sağlamaktaydı.
Bu tarihsel miras, modernleşme sürecinin başlamasıyla dinin rolü azalmasına
rağmen, etkisini günümüzde bile kısmen ve dolaylı da olsa hala sürdürmektedir.
Hıristiyanlığın bir başka etkisi ise, ülkelerarası sistemin işleyişi açısından
önem taşıyan düzenlemeler ve kuralların ortaya çıkışına etkide bulunarak, devletler
hukukunun gelişiminde önemli bir rol oynamasıdır. Sekülerleşmeyle paralel biçimde,
bu dinsel etki de zamanla önemini kaybetse de, ülkeler arasındaki ilişkilerin ve bu
bağlamda diplomasinin yürütülmesinde düzenleyici rol oynayan kurallaşmalarda
Hıristiyanlığın büyük katkısı bulunmaktadır. Nitekim, o dönemde gelişmeye
başlayan devletler hukukunun üç kaynağından birini Hıristiyanlık oluşturmaktadır.
Diğer iki kaynak ise Roma ve Germen hukuklarıdır.186
Hıristiyanlığın diplomasinin gelişimi açısından bir başka önemli etkisi de,
Papalığın seküler iktidarları dengeleyerek, “üniversalist” bir söyleme sahip olan bir
büyük gücün oluşumunu engellemesidir. Yukarıda belirtildiği gibi, “üniversalist” bir
gücün oluşumu, kaçınılmaz olarak diplomasinin gelişimi açısından çok gerekli olan
çok-aktörlü ve egemen eşitli ğe dayalı bir sistemin doğuşunu engellemektedir. O
dönemde, sözkonusu “üniversalist” söyleme en fazla sahip olması beklenebilecek
Kutsal-Roma Germen Đmparatorluğu’nun bile, Papalığın da yoğun çabalarıyla, bunu
dile getirecek güce ulaşamadığı görülmektedir.
185 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 18–20. 186 Ibid. , s. 24.
89
e)Tarihsel Etkenler
Đtalya’da sürekli diplomasi’ye geçiş, diplomasinin kurumsal ve uslüp
boyutları açısından çok önemli bir değişime tekabül etse de, hiç kuşkusuz bunun
altında ad hoc dönemin birikimi de yatmaktadır. Yani, özellikle Roma/Bizans
döneminde ve Avrupa’da diplomasi alanında yaşanan önceki deneyimler, Đtalyan
kent-devletlerinin diplomasi anlayışlarının gelişiminde önemli etkilerde bulunmuştur.
Roma/Bizans etkisinin, Batı ve Orta Avrupa’da kendisini en fazla gösterdiği
bölge, Batı Roma Đmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra, uzun bir süre Bizans
Đmparatorluğu’nun kontrolünde kalan Đtalya olmuştur. Zaten, Roma
Đmparatorluğu’nun siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan merkezi de Đtalyan
yarımadasıydı. Ayrıca, özellikle Venedik’in, bağımsız bir siyasal birim olarak ortaya
çıktığı 9. yüzyıldan, yıkıldığı 15. yüzyıla kadar Bizans’la siyasal, ekonomik ve
kültürel ilişkilerini sürdürmesi, Đtalya üzerindeki Bizans etkisinin süreklilik arz
etmesini de sağlamıştır. Kuzey Đtalya’daki kent-devletleri için Doğu ticaretinin
taşıdığı önem, kimi zaman ortaya çıkan ve taraflar arasında savaşa kadar giden
sorunlara rağmen, bu ilişkilerin sürekliliğindeki temel etkendir.187
Yüzyıllar boyunca Batı ve Orta Avrupa’nın içinde bulunduğu görece
izolasyon döneminde, başta Venedik olmak üzere, bütün önemli Đtalyan kent-
devletleri Batı’nın Doğu’yla temasını sağlayan esas aktörler olmuştur. Bu durum,
Doğu’nun siyasal ve kültürel birikiminin temelde Đtalyan kent-devletleri tarafından
Batı’ya aktarımını sağlamıştır. Belirtilen nedenle, Doğu ve Batı arasında bir köprü
niteliği taşıyan Đtalya, Doğu etkisinin kendini Batı Avrupa’da en fazla gösterdiği yer
olmuştur. Sözkonusu etkinin önemli boyutlarından/kanallarından birini de, diplomasi
187 Venedik-Bizans ilişkileriyle ilgili önemli bir çalışma için bkz. Donald M. Nicol, Bizans ve
Venedik: Diplomatik ve Kültürel Đlişkiler Üzerine, Çev:Gül Çağalı Güven, Đstanbul, Sabancı
Üniversitesi Yayınları, 2000, passim.
90
oluşturmaktadır. Bu etkiye bakıldığında vurgulanabilecek başlıca hususlar ise
şunlardır:
Öncelikle, yukarıda “Bizans Đmparatorluğu’nda Diplomasi” başlığı altında
belirtildiği gibi, 11. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başlayan Bizans Đmparatorluğu
açısından diplomasi, ülkenin birliği ve bütünlüğünü koruma bakımından çok büyük
önem kazanmıştır. Bu durum, diplomasinin kurumsal ve üslup boyutundaki
gelişiminde rol oynamıştı. Đşte bu olgu, Bizans diplomasisinde en önemli aktörlerden
biri haline gelen Venedik’in, Bizans’taki gelişimden belki de en fazla etkilenen ülke
olmasını sağlamıştır. Nicolson’un belirttiği gibi, Venedik, Bizans diplomasi teorisini
anlayarak benimseyen ilk Batılı güç olmuştur.188
Diplomasinin üslup boyutu açısından bakıldığında, Bizans’ın diplomasiyi
kullanarak güçleri birbirine düşürme, anlaşmazlıklardan yararlanma, ittifaklar kurma
gibi taktikleri Venedikliler tarafından yakından gözlenmiş, çoğu zaman bizatihi
Venedikliler bu süreçlerin bir parçası olmuşlardır. 189 Zamanla, başta Ceneviz olmak
üzere, diğer Đtalyan kent-devletlerinin de Bizans’la ilişkilerini geliştirmeleri, Bizans
etkisinin Đtalya üzerinde daha da belirginleşmesinde rol oynamıştır. Bizans
diplomasisinin üslup boyutuna ilişkin özellikleri Đtalyan kent-devletleri
yöneticilerince kavranmış, benimsenmiş ve uygulanmaya başlamıştır. Bunun gerek
15. yüzyıl öncesi ad hoc dönem Đtalya’sında, gerek 15. yüzyılda sürekli diplomasiye
geçişte ve sonrasında önemli etkilerde bulunan bir olgu olduğu görülmektedir.
188 Nicolson, The Evolution of Diplomatic Method, s. 27. 189 Bizans ve Venedik arasındaki diplomatik ilişkilerdeki kaygan zemin için bkz: Nicol, Bizans ve
Venedik, s. 80–98.
91
Bizans’la ilişkilerin sürekli diplomasiye geçişteki en önemli etkilerinden biri
de, hiç kuşkusuz “balio”luk kurumunun oluşturulmasıdır.190 “Balio” Đstanbul’da
bulunan Venedik ticaret kolonisinin başı durumunda bulunan ve Venedik yurttaşları
üzerinde siyasal, yönetsel ve hukuksal yetkilere sahip, merkezce atanan bir
memurdu.191 Ticari ilişkiler çerçevesinde oluşan ve temelde ticari işlev gören bu
makam, aslında bir konsolosluktur. Bu özelliğiyle, Đtalyan kent-devletlerinin 12.
yüzyıldan itibaren Doğu limanlarında kurduğu konsolosluklara benzemektedir.
Fakat, Mattingly, Đstanbul’da bulunan “balio”nun farklı durumuna işaret ederek,
diğer konsoloslukların aksine, diplomatik işlevinin süreklilik arz ettiğini ve daha
sonra kurulacak Venedik sürekli elçiliklerinin bir öncülü olarak görülmesi gerektiğini
vurgulamaktadır.192 Gerçekten, genel olarak bütün konsolosluklar, özelde ise
Đstanbul’daki sözkonusu konsolosluk, sürekli diplomasiye geçiş açısından büyük
önem taşımaktadır. Bu konsolosluklar, sürekli elçiliklerin bir prototipi olmuş ve
sürekli diplomasiye geçişte Đtalyan kent-devletlerine esin kaynağı ve model işlevi
görmüştür.
Bizans’la Venedik arasındaki diplomatik bağların diplomasinin gelişimindeki
etkisinin bir başka göstergesi de, diplomatik yazışmaların düzenliliği ve
saklanmasında gösterilen özendir. Roma/Bizans bürokratik geleneğinden gelen
etkiyle, Venedikliler bir devlet arşivi kurarak dış ülkelerle ve konsolosluklarla
yapılan yazışmaları saklamışlardır. Bu düzenli arşiv, 883 yılından Venedik
190 Balio’luk kurumunun ilk kez ne zaman ortaya çıktığı çok açık bir biçimde bilinmemektedir. Fakat,
1268’de Bizans ve Venedik arasında imzalanan bir antlaşmada, bu kurumun oluşturulması ve
statüsüyle ilgili açık ve ayrıntılı düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. Ibid. , s. 180-181. 191 Đstanbul’un ele geçirilmesinden sonra Osmanlı Đmparatorluğu’na da miras kalan bu kurum, Đtalyan
kent-devletlerinin Doğu ticaretine verdikleri ağırlığı ve sürekli diplomasiye geçişte ekonomik
etkenlerin rolünü göstermesi açısından da önemlidir. Tayyip Gökbilgin, “Konsolos”, Đslam
Ansiklopedisi, C. VI, s. 836. 192 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 68.
92
Cumhuriyeti’nin Napolyon tarafından ortadan kaldırıldığı 1797’ye kadar geçen
dönemdeki belgeleri ihtiva etmektedir.193
Bizans’ın Đtalya’da diplomasinin gelişimindeki bir başka etkisi de,
Rönesans’ın ortaya çıkışındaki rolünden kaynaklanmaktadır. Rönesans, temelde
kadim Yunan düşüncesi ve kültürünün restorasyonuna dayanmaktadır. Yunan
düşüncesi ve kültürünün Đtalya’ya girişi ise Bizans üzerinden olmuştur. Dolayısıyla,
yukarıda siyaset felsefesinin değişimi bahsinde değinilen Rönesans’ın diplomasi
anlayışı üzerindeki etkisinde, Bizans’la yüzyıllardır sürdürülen ilişkilerin önemi
ortaya çıkmaktadır.
Đtalya’da sürekli diplomasiye geçişte Avrupa’nın ad hoc dönemden
kaynaklanan mirasının da önemli bir katkısı olduğu görülmektedir. Feodalizmin çok
aktörlü yapısı, Hıristiyanlığın evrenselci niteliği ve Kilisenin düzenleyici etkisi ad
hoc dönemde diplomatik ilişkilerin gelişiminde önemli rollere sahiptir. Temelde
mutlak bir hiyerarşiye dayanmasına rağmen, feodalizm Orta Çağ boyunca Avrupa
siyasal hayatında çok aktörlü bir yapının ortaya çıkışını sağladı. Özellikle,
Avrupa’nın belirli bir istikrara kavuşmaya başladığı 11. yüzyıldan sonra, siyasal
aktörler arasındaki ilişkiler daha düzenli bir nitelik kazanmıştır. Bu durumun sonucu,
en belirgin bir biçimde 13. ve 14. yüzyıllarda diplomatik ilişkilerin ve diplomatik
faaliyetlerin artmasıdır. Bunun da ötesinde, sözkonusu dönemde diplomatik ilişkiler
sadece siyasal birimler arasında değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel, dinsel ve
toplumsal birimler arasında da geliştirilmi ştir. Nitekim, bu dönemde diplomatik
faaliyetler sadece prensler ve özgür şehirler arasında değil, aynı zamanda feodal
beyler, tüccar birlikleri ve hatta üniversiteler arasında da görülmekteydi. Bu aktörler,
193 Nicolson, The Evolution of Diplomatic Method, s. 27.
93
birbirlerine, Mattingly’nin tabiriyle, “yarı-diplomatik temsilciler”194
göndermekteydiler. Bu durum, diplomasinin gelişimi açısından büyük önem taşıyan
çok taraflılığın, Orta Çağ Avrupası’nda sürekli diplomasiye geçiş öncesinde de
görülmeye başladığını göstermektedir. Ayrıca, çok sayıda aktörün diplomatik süreçte
yer alması, o dönemde diplomatik faaliyetlerin önemli bir yoğunluğa sahip olduğunu
da ortaya koymaktadır.
Ad hoc dönemdeki bu yoğunluk, diplomasi alanında belirli kavramların,
kuralların ve kurumların ortaya çıkmasında da etkili olmuştur. Bu kavram, kural ve
kurumlar o dönemde Avrupa’nın uygarlığının köklerini oluşturan Hıristiyan, Roma
ve Germen geleneklerinin etkisiyle ortaya çıkmış ya da şekillendirilmiştir. Nitekim,
elçi dokunulmazlığı, elçi gönderme hakkı, diplomatik protokol gibi diplomasinin
temeline oturan çok önemli kavram ve ilkelerin Ortaçağ Avrupası’nda 15. yüzyıl
öncesinde benimsendiği ve şekillendiği görülmektedir. Bu kurum, ilke ve
kavramların sürekli diplomasiye geçiş öncesinde nasıl algılandığı ve uygulandığı ise
bir sonraki başlık altında incelenecektir.
3-Sürekli Diplomasi Anlayışının Doğuşu ve Gelişimi
a)Sürekli Diplomasi’ye Geçiş Öncesi Diplomasi’nin Đşleyişi
Avrupa 4. ve 5. yüzyılda girdiği istikrarsızlık döneminden, 9. yüzyıldan
itibaren feodal yapının kurumsallaşmasıyla çıkmaya başladı. 15. yüzyıl sonlarına
kadar süren Ortaçağ’ın karakteristik özelliklerinin ortaya çıktığı yeni dönem,
diplomasi açısından da önemli gelişmelere sahne olmuştur. Sürekli diplomasiye geçiş
öncesindeki bu dönemde, diplomasinin kurumsal ve uslüp boyutlarında belirli bir
sürekliliğin ve kurallaşmanın ortaya çıktığı görülmektedir.
194 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 27.
94
Diplomasinin işleyişi açısından en önemli olgu, yukarıda vurgulanan,
“ respublica Christiana” anlayışı çerçevesinde diplomatik aktörler arasında bir
diplomatik alanın/sistemin ortaya çıkmasıydı. Böylece, oluşan ortak diplomatik
alan/sistem, diplomatik faaliyetlerin artmasını, istikrar kazanmasını ve düzenli bir
biçimde yürütülebilmesini sağlamıştır.
Hukuk, oluşan sözkonusu alanın/sistemin ortaya çıkışı ve işleyişi açısından
çok belirleyici bir öneme sahiptir. Ortaçağ boyunca, genelde toplumsal hayata,
özelde ise diplomasiye hakim olan hukuksal yapının Kilise, Roma ve Feodal hukuk
kaynaklarından beslendiği yukarıda belirtilmişti. Özellikle, Kilise ve Roma
Hukuku’nun, Avrupa’da ortaya çıkan diplomatik alan/sistem açısından daha etkili ve
belirleyici olduğu görülmektedir. Bunun nedeni, Kilise ve Roma hukuk sistemlerinin,
Avrupa ölçeğinde üniversal(ist) bir nitelik göstermesiydi. Üniversal(ist) nitelik de,
diplomasinin, kurallaşmalar açısından çok daha elverişli bir yapıya oturmasını
sağlamaktaydı.
Özellikle, 11. yüzyıldan itibaren Kilise hukukçularının ülkeler arası ilişkiler
hakkında çeşitli çalışmalar yapmaya başladıkları görülmektedir. Sözkonusu
çalışmalarda antlaşmaların kutsallığı, barışın korunması, tarafların hakları ve savaşın
olumsuz yönlerinin azaltılması gibi konular üzerinde durulmaktaydı.195 Ortaçağ’ın
sonlarına doğru Kilise’nin prestijinin ve etkinliğinin azalmasıyla, Roma Hukuku
bağlamında gelişen sivil hukuk diplomasi açısından daha ön planda yer almaya
başlamıştır. Bu durum, diplomasinin laik ve daha rasyonel bir temele oturtulmasında
önemli bir etkide bulunmuştur.196 Feodal Hukuk, dayandığı şövalyelik felsefesi
çerçevesinde, habercilere, esirlere ve gayri-muhariplere yapılacak muamele ve
195 Ibid. , s. 22. 196 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 23.
95
anlaşmalara sadakat gibi, diplomasinin de alanına giren konularda düzenlemelerde ve
etkilerde bulunan bir hukuksal kaynak niteliğindeydi.197
Kilisenin, hukuksal bağlamdaki bu etkisinin yanısıra, bir diplomatik aktör
olarak da Avrupa diplomasinin işleyişinde rol oynadığı görülmektedir. Papalık
görevlileri ve Papalık nezdindeki temsilciler, Ortaçağ Avrupası’ndaki en önemli bilgi
ve iletişim kaynağı olmuşlardır.198 Bir başka ifadeyle, Kilise örgütü, diplomatik
aktörler arasında iletişimi, yani diplomasinin yürütülmesini sağlayan bir kanal
niteliği taşımıştır.
Ayrıca, Kilise’yle Kutsal Roma Germen Đmparatorluğu arasında sürüp giden
güç mücadelesi ve Papalığın ikiye bölünmesi sonucunda ortaya çıkan ve 1378–1417
yılları arasında görülen “büyük bölünme”199 döneminde yaşanan diplomatik
hareketlilik, Kilise’nin Avrupa diplomasisinin en faal aktörlerinden biri haline
gelmesini sağlamıştır. Bu durum, zayıflamış da olsa Kilise’nin, toplumlar üzerindeki
etkisi göz önüne alındığında, diplomatik faaliyetlerin tüm Avrupa’da daha da
artmasına neden olmuştur.
Sürekli diplomasiye geçiş öncesinde diplomasinin kurumsal ve uslüp
boyutunda önemli bir gelişme de elçilik olgusunun kazandığı yeni özelliklerdir.
Ortaçağ boyunca tüm diplomatik temsilciler genel olarak “legati” ( legatus) olarak
adlandırılmaktaydı. Ortaçağ’ın sonlarına doğru ortaya çıkan “ambaxiator” kelimesi
de, Roma döneminden miras kalan “legati”yle eş anlama sahipti. Bu eş anlamlılık
yavaş yavaş ortadan kalkacak, “legati” kelimesi, özel olarak Kilise temsilcilerini
nitelendirmek için kullanılmaya başlayacaktır. Böylece, günümüzde de büyükelçileri
197 Idem. 198 Watson, Diplomacy: The Dialogue Between States, s. 96. 199 David Nicholas, The Transformation of Europe 1300–1600, London, Arnold Publishers, 1999, s.
128–129.
96
tanımlamak için kullanılan “ambaxiator” kelimesi diplomatik literatürde yerini
alacaktır. 200
“Ambaxiator” kelimesinin kullanılmaya başlaması, aynı zamanda diplomatik
temsilciliğin hiyerarşik durumu açısından da önemlidir. En yüksek temsilcilik
derecesine sahip diplomatik temsilciler için sözkonusu kelime, daha düşük seviyeli
diplomatik temsilciler için ise “nuncio” (nuncii) ve “procurator” kullanılmaktaydı.
“Nuncio”ların ortaya çıkışı Ortaçağ’ın başlarına kadar uzanmaktadır.201
“Nuncio”lar temelde taraflar arasında mektup iletimini sağlayan birer mesajcı olma
niteliği taşımaktaydılar. Fakat, taraflar arasında iletişimi sağlayan daha önceki
elçilerden farklı olarak, “nuncio”ların gönderen tarafın mesajlarını sözel olarak ifade
ettikleri görülmektedir. Hamilton ve Langhorne’un tabirleriyle birer “canlı
mektup”202 olan bu temsilciler, yüzyıllardır süren diplomatik uslüba yeni bir boyut
kazandırmışlardır. Bu durum, elçilik kurumunun evriminde önemli bir kilometre
taşıdır. Fakat, “nuncio”ların temsil kabiliyetlerinin kısıtlı olduğunun da altı
çizilmelidir. Çünkü, “nuncio”lar sadece kendilerine verilen mesajı iletmeye
yetkiliydiler. Yani müzakere yapmaya yetkili değildiler.
“Nuncio”ların temsil yeteneklerinin ve görev alanlarının kısıtlılığı, diplomatik
aktörler arasındaki ilişkilerin Ortaçağ’ın sonuna kadar sınırlı oluşuyla ilgilidir.203
Diplomatik faaliyetlerin niceliksel ve niteliksel bir atılım gösterdiği sözkonusu
döneme kadar, “nuncio”lar yine de diplomatik faaliyetlerin yürütülmesinde yeterli
olmuştur.
200 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 29. 201 Donald E. Queller, “Thirteenth Century Diplomatic Envoys: Nuncii and Procuratores”, Speculum,
Vol. 35, No:2, (April 1960), s. 196. 202 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 24. 203 Ibid., s. 25.
97
Ortaçağ’ın son döneminde diplomatik ilişkilerin artışı ve diplomatik ilişkiye
konu olan alanların kompleks bir nitelik kazanması, diplomatik faaliyetlerin
yürütülmesini sağlayacak diplomatik temsilcilerin de bu yeni koşullara uyumunu
zorunlu kıldı. Merovenj döneminden beri neredeyse görev alanları ve statüleri hiç
değişmemiş olan “nuncio”ların yerini başka bir diplomatik temsilci türü almaya
başladı. Bu yeni diplomatik temsilcilere “procurator” adı verilmekteydi. Aslında
“procurator”luk yeni bir kurum değildi. Fakat, daha önce bu kurum diplomasiden
çok hukuk işleriyle ilgiliydi. “ Procurator”lar 11. yüzyılın sonlarına doğru Papaların
özel akitler imzalamak için gönderdikleri temsilcilerdi.204
13. yüzyılın başlarından itibaren devletler “nuncio”ların yerine
“procurator”ları göndermeye başladılar. “Procurator”lar, “nuncio”lardan farklı
olarak diplomatik temsil açısından çok daha güçlü bir statüye sahiptiler. Müzakere
yapma yetkileri bulunmaktaydı. Bu durum tarafların artık diplomasiyi daha etkin bir
biçimde kullanabilme isteklerinden kaynaklanmaktaydı. Birbirinden uzaktaki siyasal
birimler arasındaki ilişkiler gelişmeye başlamış ve temsil yeteneği kısıtlı
“nuncio”larla diplomasiden verim alabilmek zorlaşmıştı.
“Procurator”ların temsil güçlerinin yüksekliği ve yetkilerinin artışı, sürekli
diplomasiye geçiş açısından son önemli kilometre taşı niteliğindedir. Çünkü, bu
elçilik türü, sürekli diplomasinin ortaya çıkışı açısından iki önemli etkide
bulunmuştur:
Birinci olarak, “procurator”ların müzakere yapabilmeleri, elçilerin diplomatik
faaliyetlerinin sadece mesaj iletme işlevinden çıkmasını sağlayarak, diplomatik
sürecin uzamasına ve belirli bir süreklilik kazanmasına neden olmuştur.
204 Ibid. , s. 26.
98
Đkincisi, “procurator”lar sahip oldukları temsil gücü sayesinde prestij ve
etkinlik kazanmışlardır. Böylece, diplomatik temsilciliğin profesyonel bir mesleğe
dönüşmesi yolunda çok önemli bir adım atılmıştır.
b)Sürekli Diplomasi’ye Geçişin Gerçekleşmesi
Đtalyan kent-devletleri arasındaki siyasal ve ekonomik güç mücadelesi 13.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren artmaya başladı. Ayrıca, Đtalya, başta Fransa
olmak üzere, diğer Avrupalı güçlerin etkinlik kurmak için gittikçe daha fazla
ilgilendiği bir bölge oldu. Bu durum, Đtalya’da ad hoc diplomasiye çok daha sıklıkla
başvurulmasına ve diplomatik bağların süreklilik kazanmaya başlamasına yol açtı.
Buna paralel olarak, diplomatik aktörler arasında artan ekonomik ilişkilerin
konsolosluk kurumlarının yaygınlaşmasına neden olduğu da görülmektedir. Nitekim,
1380–1450 yılları arasında Kuzey ve Merkezi Đtalya’da, konsolosluk ve ticari
temsilcilik gibi yarı-diplomatik, fakat süreklilik taşıyan birimler hızla artan bir
biçimde yaygınlaştı205
Bu durumun doğal sonucu, diplomatik temsilin de gündelik, kesintisiz ve
sürekli bir biçimde yapılandırılması olacaktır. Bu da sürekli/yerleşik diplomatik
temsilciliklerin açılması sürecini başlatacaktır.
Đlk sürekli elçiliğin ne zaman ve nerede kurulduğu tartışmalıdır. Mattingly,
ilk sürekli elçiliğin Đtalyan kent-devleti Montava tarafından Bavyera Prensi Louis
nezdinde 1341 gibi erken bir tarihte kurulduğunu ileri sürmektedir.206 Gene
Mattingly’e göre, Đtalyan kent-devletleri arasında karşılıklı sürekli elçilik açılması ilk
205 Mattingly, Renaissance Diplomacy, s. 69. 206 Ibid. , s. 71.
99
defa 1375 ve 1379 yılları arasında Milano ve Montava’da gerçekleşmiştir. Fakat bu
deneyim kısa sürmüş, 1379’dan sonra her iki taraf da yerleşik elçi atamamışlardır.207
Mattingly, 1425–1432 yılları arasında Milano Düklüğü ve Macaristan
arasında da karşılıklılık temelinde, yerleşik diplomatik temsilcilerle yürütülen bir
sürekli diplomasi bağı olduğunu belirtmetedir.208 Fakat bu deneyim de belli bir süre
sonra kesintiye uğramıştır.
Anderson ise, fiili olarak ilk sürekli elçiliği Milano tarafından Floransa’ya
1446’da gönderilen ve 20 yıl kadar görev yapan Nicodemus’un kurduğunu
belirtmektedir.209 Bunu 10 yıl kadar sonra Napoli, Cenova, Roma ve Venedik’te
kurulan Milano elçilikleri izlemiştir.210
Sürekli diplomasiye geçiş için en uygun tarih 1460 olacaktır. Çünkü, bu
tarihte Savoy Düklüğü tarafından Roma’ya gönderilen büyükelçi, resmi ve açık bir
biçimde “yerleşik” olarak nitelendirilmiştir (“orator et ambaxiator continuus et
procurator”).211
c-Sürekli Diplomasi Anlayışının Avrupa’ya Yayılışı
Đtalya’da ortaya çıkan ve gelişen bu yeni diplomasi anlayışının, kısa sürede
Batı ve Orta Avrupa’da da yerleştiği görülmektedir. Sürekli diplomasinin bu hızlı
yayılımı, işlevselliğinin bütün siyasal aktörlerce yavaş yavaş anlaşılması sayesinde
gerçekleşmiştir.
207 Ibid., s. 71–72. 208 Ibid. , s. 76–77. 209 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 7. 210 Idem. 211 Ibid., s. 6.
100
15. yüzyılın sonunda Đtalyan kent-devletleri siyasal ve ekonomik sebeplerle
Đtalya dışındaki ülkelerde de sürekli diplomatik temsilcilikler açmaya başladılar. Bu
çerçevede, Đspanya, Đngiltere, Fransa ve Avusturya’da sürekli elçilikler
oluşturuldu.212 Sürekli diplomasi anlayışının Đtalya dışında da tanıtılmasında büyük
rol oynayan bu gelişme, “ikinci dalga” olarak adlandırılabilecek bir etkide
bulunmuştur.
Şöyle ki, 16. yüzyılın başlarına tekabül eden dönemde Batı ve Orta
Avrupa’daki güçler de sürekli diplomasi anlayışını benimsemeye başladılar. Bu
dönemde Batı ve Orta Avrupalı güçler hem Đtalyan kent-devletlerinde, hem de
birbirlerinde sürekli elçilikler açmaya başladılar. Bu gelişme, Avrupalı devletler
arasındaki diplomatik bağın daha önce hiç olmadığı kadar güçlenmesine,
diplomasinin kurumsal ve uslüp boyutlarında büyük bir gelişme göstermesine yol
açtı.213
“ Đkinci dalga” olarak adlandırdığımız süreçte Fransa’nın sürekli diplomasi
anlayışını benimsemekte gösterdiği çekingen tutum, yukarıda sürekli altı çizilmeye
çalışılan güç ve diplomasi arasındaki ilişkinin güzel bir örneğini oluşturmaktadır. 16.
yüzyılın başında Fransa, diğer ülkelerin aksine sürekli elçilikler kurmaktan büyük
oranda kaçınmıştır. Çünkü, bu dönemde Avrupa’nın en güçlü devleti Fransa’ydı.
Fransa’nın 16. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar kurduğu tek sürekli elçilik, 1509’da
Avusturya nezdinde olandır. Kral I. Fransuva’nın 1525’de Pavia Savaşı’nda
Avusturya Đmparatoru V. Charles’a yenilmesi, Fransa’nın ittifak arayışına, bu
çerçevede diplomatik bağlarını geliştirme ihtiyacı içine girmesine neden oldu. Bu
212 Hamilton ve Langhorne, The Practice of Diplomacy, s. 36. 213 Sürekli diplomasi anlayışının bütün büyük güçler tarafından büyük bir istekle benimsendiğini
söylemek mümkün değildir. Sürekli diplomasinin doğası gereği karşılıklılık, egemen eşitlik, eşit ya da
eşitli ğe yakın protokol uygulamaları gibi unsurları barındırması, bu yeni anlayışın benimsenmesinden
yüzyıllar sonra bile taraflar arasında çok önemli sorunların ortaya çıkışını engelleyemeyecektir.
101
durumun doğal sonucu, Fransa’nın sürekli diplomasi anlayışını benimsemesi ve
sürekli elçilikler kurmaya başlamasıydı. Nitekim, 1515’te 1 olan sürekli elçilik
sayısı, Fransuva’nın öldüğü 1547’de 10’a yükselmişti.214
Fransa sürekli diplomasiye geçişte gösterdiği bu çekingenliğe rağmen, yeni
anlayışı hızla benimseyecek ve Đtalyan kent-devletlerinin ardından diplomasi
açısından bir model haline gelecektir. 15. ve 16. yüzyıllar, sürekli diplomasi
anlayışının içinde doğduğu Đtalya tarafından şekillendirildiği dönemdi. Diplomasi,
17. yüzyıldan, “yeni diplomasi”nin ortaya çıktığı 20. yüzyıla kadar ise Fransız
etkisiyle şekillenecektir.215
Fransız etkisi, diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarının tüm
yansımalarında kendini göstermektedir. Kurumsal boyutta örnek vermek gerekirse:
Dışişleri bakanlığının ilk kurulduğu, mesleki profesyonelleşmenin tam anlamıyla
ortaya çıktığı yer Fransa olmuştur. Uslüp boyutunda ise, Fransızca yüzyıllarca
uluslararası diplomasi dili olmuş, müzakereler Fransız modeline göre yapılmıştır.
Görüldüğü gibi, 16. yüzyılda Avrupa’nın büyük güçleri arasında sürekli
diplomasi anlayışının benimsenmesiyle oluşan gelişkin bir diplomatik sistem
bulunmaktaydı. Bu ülkelerde diplomasi kurumsal ve üslup boyutlarında büyük
gelişme göstermişti. Bu diplomatik sistemin dışında kalan Đskandinav ülkelerinde ve
Đskoçya, Portekiz, Polonya, Rusya gibi periferik ülkelerde ise sürekli diplomasi
anlayışının henüz benimsenmediği görülmektedir.216
Bu ülkelerde sürekli diplomasi anlayışının benimsenmesi, özellikle 17.
yüzyılın sonunu ve 18. yüzyılın başını bekleyecektir. Örneğin, Rusya’da sürekli elçi
214 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 9. 215 Nicolson, 17. yüzyıldan sonra diplomasinin gelişimini, “Fransız Sistemi” başlığı altında ele
almaktadır. Nicolson, The Evolution of Diplomatic Method, s. 48–71. 216 Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 27-28.
102
olarak nitelendirilebilecek ilk atamanın yapılması 1673 yılını bulacaktır. Bu tarihte
Rusya ilk defa Varşova’ya sürekli elçi göndermiştir. Fakat Rusya’nın sürekli
diplomasi anlayışını kesin bir biçimde benimsemesi, 18. yüzyıl başında Rus
modernleşmesinin öncüsü I. Petro devrinde olabilmiştir.217
Görüldüğü gibi, Avrupa’nın geri kalanının sürekli diplomasi anlayışını
benimsemesi, 18. yüzyılın başında ortaya çıkan “üçüncü dalga”da gerçekleşmiştir.
Bu tarihten sonra Avrupa’da daha kapsayıcı bir ortak diplomatik sistemden/alandan
sözetmek mümkün olacaktır.
19. yüzyılda ise sürekli diplomasi anlayışı bir “dördüncü dalga” halinde
tüm dünyaya yayılacak, Osmanlı Đmparatorluğu buna katılan ilk devlet olacaktır.
217 Ibid. , s. 69-70.
103
II. BÖLÜM:
OSMANLI ĐMPARATORLU ĞU’NDA
DĐPLOMASĐ VE EVRĐMĐ
Yaklaşık 600 yıl boyunca varlığını korumayı başaran bir devlet olarak
Osmanlı Đmparatorluğu, yüzyıllar boyunca bölgesinin ve dünyanın en önemli
aktörlerinden biri olmuştur. Bu durum, sadece imparatorluğun sahip olduğu büyük
siyasal, askeri ve ekonomik güçle açıklanamaz. Osmanlı Đmparatorluğu’nun bu
başarısının altında hiç kuşkusuz diplomasiyi kullanma becerisi de yatmaktadır.
Osmanlı Đmparatorluğu kuruluşundan yıkılışına kadar, diplomasiyi hem
genişlemek, hem devletlerarası dengenin kendi aleyhine dönmesine mani olmak ya
da kendi lehine çevirmek, hem de varlığını sürdürmek için kullanmıştır. Yukarıda
belirtilen Japonya’nın mutlak izolasyon ya da Çin’in kısmi izolasyon anlayışlarının
aksine, Osmanlı Đmparatorluğu diplomatik ilişkiler kurma ve geliştirmede hayli
istekli davranmıştır. Bunda, hiç kuşkusuz, Osmanlı Đmparatorluğu yöneticilerinin bu
yöndeki politikalarından çok, devletin içinde bulunduğu coğrafi, siyasal, ekonomik,
askeri, toplumsal ve kültürel koşulların etkisi vardır.
Sözkonusu koşulların değişimi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun dış
politikasının, diplomasiye bakışının, diplomasiyi kullanma biçiminin ve diplomatik
örgütlenmesinin de değişimine neden olmuştur. Dolayısıyla, bütün diğer devletlerde
olduğu gibi, Osmanlı diplomasisinde de, tarihsel süreç içinde bir evrim yaşanmıştır.
Bu evrim, Osmanlı Đmparatorluğu’nun yaşadığı genel değişimin diplomasi
bağlamında da görülebilmesi açısından önemli ipuçları vermektedir. Bir başka
ifadeyle, diplomasideki değişim, genel değişimin hem bir sonucu, hem bir simgesi
104
niteliğindedir. Örneğin, 18. yüzyılda Batı karşısında tüm alanlarda belirginleşen
gerileme, diplomasi anlayışı ve örgütlenmesinde hemen akisler yaratmıştır.
Osmanlı siyasi tarihi üzerine birçok çalışmada, sürekli diplomasiye geçişin
bir “kırılma” yarattığı tezi kabul görmektedir.218 Bu çerçevede, Osmanlı diplomasisi
ad hoc ve sürekli diplomasi dönemleri olarak iki alt dönemde incelenmektedir.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun, yüzyıllardır sürdürdüğü ad hoc anlayış yerine, 18.
yüzyıl sonunda sürekli diplomasi anlayışını benimsemesi gerçekten de önemli bir
kırılma noktasıdır.
Sürekli diplomasiye geçilmesi bu tezde de temel alınan önemli bir kırılma
noktası olmakla birlikte, diğer tüm ülkelerdeki değişime paralel olarak, Osmanlı
Đmparatorluğu’nda diplomasinin gelişimi devrimsel değil evrimsel bir çizgi
izlemiştir. Yukarıda, “Sürekli Diplomasi’ye Geçişin Nedenleri” başlığı altında
incelenmeye çalışıldığı gibi, Avrupa’da da sürekli diplomasiye geçiş uzun bir zaman
diliminde, belirli koşulların oluşmasıyla mümkün olabilmiştir. Đleride inceleneceği
gibi, bu durum Osmanlı Đmparatorluğu için de geçerlidir.
Benzer bir evrim Osmanlı diplomasisinin ad hoc döneminde de
görülmektedir. Ad hoc diplomasi anlayışı, imparatorluğun kurulduğu 14. yüzyıl
başlarından, sürekli diplomasiye geçtiği 18. yüzyıl sonuna kadar, kurumsal ve üslup
boyutlarında çeşitli değişimlere uğramıştır. Bu durum, ad hoc dönemin de belirli alt
dönemlere ayrılarak incelenmesini gerekli kılmaktadır.
Hurewitz, Đstanbul’un fethedildiği ve akabinde ikamet elçilerinin kabul
edildiği 1453’den, Đmparatorluğun yıkıldığı 1923’e kadar süren dönemde, Osmanlı
218 Örneğin bkz: Ömer Kürkçüoğlu, “The Adaption and Use of Permanent Diplomacy”, Ottoman
Diplomacy: Conventional or Unconventional?, Nuri Yurdusev(ed.), Basingstoke, Palgrave, 2004, s.
131; Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, s. 50.
105
diplomasisinin 4 döneme ayrılarak incelenmesi gerektiğini ileri sürmektedir.219
Hurewitz’e göre, bu 4 dönem şu şekildedir:
1-1453’den 1699’a, Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasına kadar süren
dönem.
2-1699’dan 1793’e, ilk ikamet elçiliğinin açıldığı ve böylece sürekli
diplomasiye geçilmesine kadar süren dönem.
3-1793’den 1821’e, ikamet elçiliklerinin çalışmalarına ara vermesine kadar
süren dönem.
4-Đkamet elçiliklerinin yeniden açıldığı 19. yüzyıl ortalarından,
imparatorluğun tarihe karıştığı 1923’e kadar süren dönem.
Görüldüğü gibi, Hurewitz ad hoc dönem içinde Osmanlı diplomasisini 2 alt
döneme ayırmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1299’dan 1453’e kadar süren
dönemin de Osmanlı diplomasisi açısından dikkate alınması gerektiği düşünülürse,
Hurewitz’in bu dönemleştirmesine ekleme yapılması zorunluluğu ortaya çıkacaktır.
Bu nedenle, tezde ad hoc dönem 3 alt döneme ayrılarak incelenerek, Osmanlı
diplomasisinin kurumsal ve üslup boyutlarında değişim ve süreklilik gösterdiği
yanları belirlenmeye çalışılacaktır.
219 J. C. Hurewitz, “The Europenanization of Ottoman Diplomacy: The Conversion from
Unilateralism to Reciprocity in the Nineteeenth Century”, Belleten, C. 25, S. 99., (1961), s. 460–461.
106
A)Ad Hoc Dönem: Geleneksel Osmanlı
Diplomasisi
1)Kurumsal Boyut
a)1299–1453 Dönemi
Osmanlı Đmparatorluğu’nun kurulduğu 1299’dan, Đstanbul’un fethiyle bir
imparatorluğa dönüştüğü 1453’e kadar geçen süre, devletin siyasal örgütlenmesinin
temellerinin atıldığı dönem olmuştur. Bürokratik yapı da bu dönemde filizlenmeye
başlamıştır.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun bir beylik olarak ortaya çıktığı ilk dönemde,
toplumsal örgütle(n)me ihtiyacının kısıtlı olması, devletin temel fonksiyonlarının dar
bir çevre tarafından yürütülebilmesine olanak sağlamaktaydı. Yönetici çevreyi de,
Osmanlı Beyi ve çevresindeki savaşçı reisler oluşturmaktaydı. Bu durum, sözkonusu
dönemde dikkate değer bir bürokratik yapının kurulmamasına ve ayrı şubelere
ayrılmış, görevleri farklılaşmış bir yönetici sınıfın ortaya çıkmamasına neden
olmuştur.220
Bürokratik yapının yok derecesinde olması, bu dar kadroyu beyliğin dış
ili şkilerinin yürütülmesinde de tek yetkili durumuna sokmaktaydı. Bu ilk dönemde,
dış ili şkilerle ilgili savaş, barış, anlaşma yapılması gibi temel konularda karar, bey ve
çevresindeki savaşçı reislerden oluşan dar çevre tarafından verilmekteydi. Bu
nedenle, ilk dönemde Osmanlı diplomasisinde karar makamı ve yürütücü makam
arasında büyük oranda bir özdeşlik olduğu görülmektedir.
220 Carter V. Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform: Bâbıâli (1789-1922), Çev:Latif
Boyacı ve Đzzet Akyol, Đstanbul, Đz Yayıncılık, 1994, s. 41.
107
Beyliğin yavaş yavaş bir devlet halini almaya başladığı Orhan Bey
döneminde, daha gelişmiş bir siyasal yapının kurulması ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Nitekim, Orhan Bey döneminde “vezirlik” kurumunun ortaya çıktığı ve devletin
önemli işlerinin görüşülerek karara bağlandığı bir “divan”ın oluşturulduğu
görülmektedir. Oluşturulan vezirlik makamı ve divan, bürokratikleşme yolunda
atılmış önemli bir adımdır. Çünkü bu kurumsallaşma bürokratik bir sınıfın (“katip
sınıfı”nın) doğuşunu sağlamıştır.221
Divan ve buna paralel olarak katip sınıfının gelişmesi, ülkenin genişlemesi
ve toplumun örgütlenmesi ihtiyacının artışına paralel olarak, I. Murat ve Yıldırım
Beyazıd dönemlerinde daha da belirginleşmiştir. Bu dönemde divanın düzenli
toplanan, yürütülen işlerin belirli kurallara bağlandığı bir kurum haline geldiği
görülmektedir. Böylece, dış politikanın belirlenmesinde ve diplomasinin
yürütülmesinde Divan temel bürokratik birim haline gelmiştir.
Bu dönemde Divan içinde diplomatik faaliyetlerin yürütülmesinden
sorumlu en önemli görevlinin Nişancı olduğu görülmektedir. Nişancılık makamının
tam olarak ne zaman oluşturulduğu ve Divan’da yer aldığı bilinmemektedir.
Nişancı’nın temel görevi, ferman, berat, menşur, name, mektup, ahidname, hüküm
gibi resmi devlet evrakının baş tarafına padişahın imzası işlevini haiz tuğrayı
çekmekti.222 Sahip olduğu bu görev, Nişancı’nın Osmanlı yazışmalarını yürüten katip
sınıfının başı olmasını sağlamıştı.223 Diplomasi açısından bakıldığında ise, diğer
ülkelerle yapılan yazışmaların Nişancı’nın sorumluluğunda hazırlanması, kendisini
kısmen dış politikanın belirlenmesinde, çoğunlukla ise diplomasinin yürütülmesinde
ön plana çıkarmıştır.
221 Ahmet Mumcu, Divan-ı Hümayun, Ankara, Phoneix, 2007, s. 2. 222 Tayyip Gökbilgin, “Nişancı”, Đslam Ansiklopedisi, C. IX, s. 299. 223 Mumcu, Divan-ı Hümayun, s. 27–29.
108
Osmanlı Đmparatorluğu’nun bu ilk döneminde diplomasinin kurumsal
boyutta çok önemli bir gelişme göstermediği görülmektedir. Doğrudan doğruya
diplomasinin yürütülmesi konusunda uzmanlaşmış bir birim yoktur.
b)1453–1699 Dönemi
Devletin artık bir imparatorluğa dönüştüğü bu dönemde, Osmanlı
uygarlığının tüm kurum ve kurallarıyla klasik bir nitelik kazandığı görülmektedir.
Özellikle, 16. yüzyılın son çeyreği, birçok açıdan Osmanlı uygarlığının en
karakteristik özelliklerini gösterdiği bir zirve olmuş, daha sonrasında ise değişim
başlamıştır.224 Bu durum Osmanlı Đmparatorluğu’nun diplomasi anlayışının kurumsal
boyutu açısından da geçerlidir.
Bu dönemde Osmanlı Đmparatorluğu’nda diplomasinin kurumsal
boyutundaki gelişmeyi sağlayan birkaç etken bulunmaktadır:
Öncelikle, 1453 sonrası dönem devletin bir imparatorluğa dönüştüğü,
siyasetten ekonomiye, dinden kültüre kadar tüm toplumsal alanlarda büyük bir atılım
yaptığı dönem olmuştur. Bu çerçevede, çok geniş bir coğrafyaya yayılan, büyük ve
heterojen bir nüfus barındıran imparatorluğun yönetimi çok daha geniş kapsamlı bir
kurumsallaşmayı gerektirmiştir. Bu da, tüm bürokratik yapıda olduğu gibi,
diplomasinin yürütülmesiyle ilgili bürokratik birimlerde de gelişime yol açmıştır.
Đkinci olarak, bu dönemde imparatorluğun siyasal yapısının, oluşan yeni
koşullar nedeniyle geçirdiği genel evrim, özelde, diplomasinin yürütülmesiyle
görevli bürokratik yapıda da görülmüştür. Nitekim, dönemin sonuna doğru
224 Halil Đnalcık, Osmanlı Đmparatorlu ğu Klasik Çağ (1300-1600), Çev:Ruşen Sezer, Đstanbul,
YKY, 2004, s. 9-10.
109
diplomasinin yürütülmesiyle ilgili yetkinin, genel evrime paralel olarak el
değiştirdiği gözlemlenmektedir.
Üçüncü olarak, genişlemesine ve gücünün artışına paralel biçimde,
imparatorluğun diğer ülkelerle ilişkileri artmış, siyasal ve ekonomik bağlar
kuvvetlenerek daha gündelik bir nitelik kazanmıştır. Dolayısıyla, diplomatik
faaliyetler Osmanlı merkez bürokrasisinin görev sahasında çok daha büyük bir yer
işgal etmeye başlamıştır. Bu da, bürokrasinin nitel ve nicel olarak -özellikle Batı’da
15. ve 16. yüzyılda görülen gelişmeyle mukayese edildiğinde sınırlı da olsa-
kurumsal bir gelişme göstermesini sağlamıştır.
Son olarak, 15. yüzyıldan itibaren Batılı ülkelerin sürekli diplomasiye
geçmeleri sonucunda Osmanlı Đmparatorluğu topraklarında da mukim elçilikler
açmaları225, Osmanlı diplomasisinin dolaylı da olsa sürekli diplomasiyle tanışmasına
yol açmıştır. Bu gelişme, esas etkisini özellikle 18. yüzyılda göstermeye
başlayacaktır. Fakat, yine de, yabancı elçilerle kurulan diplomatik bağların süreklilik
taşımaya başlaması, Osmanlı diplomasisinin kurumsal anlamda gösterdiği sınırlı
gelişime etkide bulunan bir olgu olmuştur.
Sözkonusu dönemde -önemini kaybetmeye başlayacağı 16. yüzyıl sonlarına
kadar- diplomasinin kurumsal boyutu açısından en ağırlıklı kurum “Divan-ı
Hümayun”226 olmaya devam etmiştir. Divan-ı Hümayun, ülkenin yönetimiyle ilgili
tüm kararların alındığı, dolayısıyla dış politikanın da belirlendiği temel kuruldur.
Ayrıca, dış ili şkilerdeki önemi kendini birkaç noktada daha göstermektedir:227
225 Đlk mukim elçilik 18 Nisan 1453 Osmanlı-Venedik Antlaşması’yla kurulması bağıtlanan ve aynı yıl
faaliyete geçen Venedik Elçiliği’ydi. Mahmut Şakiroğlu, “Venedik Cumhuriyeti’nin Đstanbul’daki
Temsilcileri: Balyoslar, Çalışmaları ve Etkinlikleri”, Tarih ve Toplum, S. 59., (Kasım 1988), s. 46. 226 Divan, II. Mehmet döneminde “Divan-ı Hümayun” adını almıştı. Recep Ahıskalı, “Divan-ı
Hümayun Teşkilatı”, Osmanlı, Güler Eren(ed.), C. VI., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 24. 227 Mumcu, Divan-ı Hümayun, s. 59–60.
110
-Bir devletle siyasal ilişki kurulması Divan’da karara bağlanmakta, oradan
çıkan bir “icazet-i hümayun” ile hukuksal anlamda tanıma gerçekleştirilmekteydi.
-Osmanlı ülkesine gelen yabancı elçilerin ülkede güvenlik içinde seyahat
edebilmelerinin sağlanabilmesi için alınması gereken tedbirlerin görüşüldüğü, karara
bağlandığı ve ilgililere talimat verildiği yer Divan’dı.
-Gelen elçilere, geldikleri ülkeye verilen önem ve değer doğrultusunda
takınılacak tutum -bu çerçevede nasıl bir protokole tabi tutulacakları- Divan
tarafından belirlenerek ilgililere bildirilirdi.
Sultan II. Mehmet’in yaptığı düzenlemelerle Divan’ı güçlendirmesi bu
durumu daha da belirginleştirmiştir.228 II. Mehmet, sadrazamı “padişahın mutlak
vekili” konumuna getirmiş, padişahın divan toplantılarına başkanlık etmesi usulünü
kaldırmıştır. Sadrazamın artan yetkileri, Divan-ı Hümayun’un tedrici bir biçimde
ülke yönetimiyle ilgili işlerin yürütülmesinde tek yetkili organ haline gelmesini
sağlamıştır. Daha öncesinden farklı olarak, ülke yönetimiyle ilgili işler padişahın
doğrudan doğruya içinde yer aldığı bir çerçeveden çıkmıştır. Yürütme erki padişaha
karşı sorumlu olan sadrazama geçmiş, padişah denetleyici bir rol oynamaya
başlamıştır. Özellikle I. Süleyman sonrasında hüküm süren padişahların çoğunun
ülke yönetimini sadrazamlara bırakma eğiliminde olması da, sadaretin etkinliğinin
artışının bir başka önemli nedenidir. Böylece, sadaret zayıflayan padişahlık kurumu
karşısında daha da güçlenmiştir. Bu durumun bir göstergesi ve sonucu olarak,
sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divan toplantıları daha çok önem
kazanmıştır. Böylece, Divan-ı Hümayun toplantıları yavaş yavaş biçimsel hale
gelmiştir. Bu da, bir kurul olarak Divan-ı Hümayun’un önemini ve işlevini
228 Bu düzenlemelerin temelinde, Sultan II. Mehmet’in klasik Osmanlı siyasal yapısını oluşturduğu
temel kuralları barındıran Kanunname’si bulunmaktadır. Bkz: Kânunnâme-i Âli Osman (Tahlil ve
Kar şılaştırmalı Metin) , Abdülkadir Özcan (yay. haz.), Kitabevi, Đstanbul, 2003, passim.
111
kaybetmesine yol açmıştır. 1650’den itibaren, sadrazamlara mahsus sürekli bir konak
tahsis edilmiş, yürütme organının Saray’la bağı çok daha dolaylı bir nitelik
kazanmıştır.229
Doğal olarak, bu durum, sadrazamın dış politikayla ilgili konularda da
yetkisinin ve öneminin artmasına neden olmuştur. Sözkonusu dönemde, dış
politikada esas karar alma yetkisi padişaha ait olarak kalmakla beraber,
sadrazamların dış politika kararlarının alınmasında padişahtan sonra en önemli kişi
oldukları görülmektedir. Ayrıca, sadrazamlar rutin diplomatik faaliyetlerin
yürütülmesinde de çok büyük oranda tek başlarına karar alabilir duruma gelmişlerdir.
Sadrazamların ülke yönetimiyle ilgili bütün meselelerle doğrudan
ilgilenmeleri, tek başlarına altından kalkamayacakları bir yükün altına girmelerine
neden olmuştur. Bu yüzden, sadrazamlar gün geçtikçe daha büyük bir bürokrasiye
ihtiyaç duymuşlardır. Bu da, Osmanlı merkez bürokrasisinin, dolayısıyla diplomatik
faaliyetlerin yürütülmesinden sorumlu bürokratik birimlerin genişlemesine yol
açmıştır. Doğrudan sadrazama bağlı bürokrasinin gelişimini incelemeden önce,
kuruluş döneminde diplomatik faaliyetlerin yürütülmesinden sorumlu en önde gelen
makam olan Nişancılık makamının önemini kaybetmeye başladığının altını çizmek
gerekmektedir.
Nişancılık, Divan-ı Hümayun içinde diplomatik faaliyetlerin
yürütülmesinden sorumlu makam olmaya devam etmiştir. Fakat, Nişancı’nın hukuki
düzenlemelerden arazi işlerine kadar uzanan geniş bir görev sahasının olması,
kendisine bağlı bir makamın -“Reisülküttap”lığın- önem kazanmasına neden
olmuştur. Nişancı’nın birinci yardımcısı olan Reisülküttap hukuken Nişancı’ya bağlı
kalsa da, zamanla fiilen maliye bürokrasisi dışındaki merkezi bürokrasinin gerçek
229 Ahıskalı, “Divan-ı Hümayun Teşkilatı”, s. 24.
112
yöneticisi haline gelmiştir. Reisülküttap, ayrıca Divan-ı Hümayun sekreteri
konumuna da yükselmiştir. 230
Reisülküttap’lığın kazandığı bu önemin altında da, sadrazamlığın padişahlık
karşısında güç kazanması yatmaktadır. 16. yüzyılda başlayan ve 1650’de son
noktasına varan süreçte, sadrazamlığın kurumsal olarak Saray’dan kopuşu,
Reisülküttap’ın Nişancı’ya bağlı görev yapmasını, fiili durumdan uzak, sadece
göstermelik bir hukuki kurala dönüştürmüştür. Çünkü, Reisülküttap Sadrazama bağlı
olarak onun konağında çalışmaya başlamıştır. Böylece, Osmanlı merkez
bürokrasisinin birinci halkasını oluşturan kâtiplerin başı olarak Reisülküttap’ın
önemi ve etkisi artmıştır. Buna mukabil, Saray’da kalarak gerçek iktidar odağından
uzaklaşan Nişancı’nın önemi ve etkinliği hayli azalmıştır.231
Saray’dan ayrılarak sadrazamın maiyetinde görev yapmaya başlayan
Reisülküttap’ın zamanla sadrazamın birçok yetkisini fiilen kullandığı görülmektedir.
Sadrazamın, artan merkezileşmeye paralel olarak iş yoğunluğunun artışı, resmen
olmasa da fiilen birçok iş ve yetkinin Reisülküttap’a devrini zorunlu kılmıştır.
Devletin kendisine bağlı kalemlerce yürütülen gizli ya da açık bütün yazışmalarının,
bürokrasinin işleyiş kuralları gereği Reisülküttaplık makamından geçmesi,
Reisülküttap’ın iç ve dış siyasetle ilgili tüm konularda çok önemli role sahip olmaya
başlamasını sağlamıştır.232
Osmanlı siyasal sistemindeki bu evrimin yanısıra, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun içinde bulunduğu durum da Reisülküttaplık makamının önemini
ve etkinliğini arttırmasında etkide bulunmuştur. Ele aldığımız dönemin ilk 150
230 Recep Ahıskalı, Osmanlı Devlet Teşkilatında Reisülküttablık (XVIII. Yüzyıl) , Đstanbul, Tarih
ve Tabiat Vakfı Yayınları, 2001, s. 9.; Mumcu, Divan- ı Hümayun, s. 40. 231 Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 48. 232 Ahıskalı, Osmanlı Devlet Teşkilatında Reisülküttablık , s. 10–11.
113
yılında Osmanlı Đmparatorluğu en güçlü devrini yaşarken, sonraki 100 yılda bu
durum tersine dönmeye başlamıştır. Đronik biçimde, imparatorluğun yükselişi de,
duraklaması da, Reisülküttap’lığın öneminin tedrici artışında olumlu etkide
bulunmuştur.
Đlk 150 yıllık dönemde imparatorluk çok hızlı biçimde büyüyerek, çok
geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Ayrıca, sözkonusu dönemde imparatorluk dünyanın
en önemli güçlerinden biri haline gelmiştir. Bu da devletlerarası sistemin en önemli
aktörlerinden biri olmasını sağlamıştır. Bu durum imparatorluğun çok sayıda ülkeyle
doğrudan ya da dolaylı olarak ilişki kurmasına neden olmuştur. Diplomatik
ili şkilerdeki bu niceliksel ve niteliksel artışta, hiç kuşkusuz Batılı ülkelerin Osmanlı
Đmparatorluğu’yla siyasal ve ekonomik ilişkilerini geliştirme doğrultusundaki
politikaları ve bu çerçevede Đstanbul’da ikamet elçilikleri açmalarının da büyük etkisi
bulunmaktaydı. Dolayısıyla, imparatorluğun dış politika ve diplomasi gündemi
yoğunlaşmış ve çeşitlilik arz etmeye başlamıştır. Her ne kadar, özellikle 1453–1699
yılları arasındaki dönemde diplomasinin yürütülmesiyle ilişkisi daha sınırlı da olsa,
Reisülküttaplar da bu süreçten etkilenmişlerdir. Diplomatik ilişkilerin artışı,
Reisülküttab’lığın görev alanında diplomatik faaliyetlerin daha fazla yer almasına
neden olmuştur.
150 yıllık yükseliş dönemini takip eden 100 yıllık duraklama devrinde
Osmanlı Đmparatorluğu’nun gücünü kaybetmeye başlaması, Reisülküttap’ın
diplomasi alanındaki öneminin artışı açısından –yukarıda belirtildiği gibi- gene
olumlu etkilerde bulunmuştur. 16. yüzyıl sonlarından itibaren, Đmparatorluğun
siyasal, ekonomik ve askeri yönden duraklama dönemine girmesi ve bunun
sonucunda savaş meydanlarında başarısızlıklarla karşı karşıya kalması, diplomasinin
114
daha yoğun ve etkin bir biçimde kullanılmasını gerektirmiştir. Bu da, Reisülküttap’ın
diplomasiyle ilgili görevlerine daha fazla zaman ayırmasına neden olmuştur.
Görüldüğü gibi, iç ve dış dinamiklerin etkisiyle Reisülküttaplık diplomasi
alanında gittikçe daha fazla önem kazanan bir makam olmuştur. Fakat,
Reisülküttap’lığın yetkileri, görevleri, sorumlulukları ve işlevleri açısından en
gelişmiş biçimde ortaya çıkışı 18. yüzyılda olacaktır. Bu yüzden Osmanlı
diplomasisinin kurumsal boyutu açısından çok önemli bir yere sahip olan bu
makamın daha ayrıntılı biçimde incelenmesi bir sonraki başlık altında yapılacaktır.
Osmanlı diplomasisinin kurumsal boyutu açısından üzerinde durulması
gereken bir başka husus da, diplomatik faaliyetlerin örgütlenmesiyle ilgilidir. Bu
dönemde, Osmanlı merkezi bürokrasisinin diplomatik faaliyetleri yürütmesinde
belirli oranda kurumsallaşma ve kurallaşma sağlanabilmiştir. Sözkonusu dönemde,
Batılılar tarafından kurulan ikamet elçiliklerinde görev yapan diplomatik
temsilcilerin tabi tutulacakları hukuki rejimin en klasik biçimiyle ortaya çıktığı
görülmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, sözkonusu dönem Avrupalı büyük güçlerin
çoğunun imparatorluk topraklarında ikamet elçilikleri açtıkları bir dönem olmuştur.
1454’te Venedik, 1535’de Fransa, 1583’de Đngiltere ve 1612’de Hollanda ikamet
elçilikleri açılmıştır.233 Elçiliklerin tabi olacakları hukuksal rejimin tüm kurum ve
kurallarıyla ortaya çıkışı, Osmanlı diplomasi teşkilatının kurumsallaşmasında önemli
katkılar sağlamıştır. Böylece, protokol, yabancı elçilerin çalışma ve görev sahalarının
belirlenmesi, diplomatik yazışmaların standartlaşması, yazışmaların korunması gibi
hususlarda önemli kurallaşma ve teamüller ortaya çıkmıştır.
233 Kemal Girgin, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemleri Hariciye Tarihimiz (Teşkilat ve Protokol),
3. B., Đstanbul, Okumuş Adam Yayınları, 2005, s. 47.
115
Açılan sürekli diplomatik temsilciliklerin temelde Osmanlı kapitülasyon
sistemi çerçevesinde oluşturuldukları ve bu sistem çerçevesinde faaliyetlerini
yürüttükleri görülmektedir. Yaygın olarak ticaretle ilgili görülse de, kapitülasyonlar
aslında tüm yabancıların Osmanlı toprakları üzerindeki varlıklarının ve
faaliyetlerinin hukuki çerçevesini oluşturan çok daha geniş kapsamlı bir olgudur.
Dolayısıyla, ad hoc ya da sürekli olsun, yabancı ülke tebaası kişilerce yürütülen
bütün diplomatik faaliyetler de kapitülasyon sistemi çerçevesine oturtulmuştur.
Teorik olarak, Đslam ülkesine gelen ve “harbi” olarak tanımlanan tüm
gayrımüslim ülke tebaalarının cezalandırılması ve mallarının yağmalanması
meşrudur. Sözkonusu kişilerin ülkeye girebilmeleri, ikamet edebilmeleri ve her türlü
faaliyette bulunabilmeleri için kendilerine “aman” verilmesi gerekmektedir. Bu ise,
bir izin beratı (ahidname) ile yapılmaktadır. Ahidnameler bir yönleriyle “mütareke
belgesi” niteliği de taşımaktadırlar. Nitekim, Hıristiyan ülkelerle yapılan barış
antlaşmalarına da ahidname adı verilmekteydi.234 Özellikle 1699 Karlofça
Antlaşması’na kadar antlaşmalar bu anlayış çerçevesine oturtulmuş, yapılan
anlaşmaların Osmanlı yöneticileri tarafından ilgili devletlere “ihsan edilen” tek taraflı
bir “lütuf” olduğu izlenimi verilmeye çalışılmıştır.235
Kapitülasyon sistemi, dayandığı bu “üstün gücün verdiği lütuf” anlayışına
rağmen, klasik dönemde Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupalılarla siyasal
ili şkilerinin geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Naff, Osmanlı padişahı
234 Đlber Ortaylı, Türkiye Đdare Tarihi , Ankara, Türkiye ve Orta Doğu Amme Đdaresi Yayınları,
1979, s. 243. Bu konuda, ayrıntılı bir analiz için ayrıca bkz: Viorel Panaite, “Peace Agreements in
Ottoman Legal and Diplomatic View (15th-17th Century)”, Pax Ottomana: Studies in Memoriam
Prof. Dr. Nejat Göyünç, Kemal Çiçek (ed.), Haarlem ve Ankara, Sota ve Yeni Türkiye Yayınları,
2001, s. 277–307. 235 Đsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , 2. B., Ankara, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1984, s. 273.
116
tarafından verilen kapitülasyonlarda -tek taraflılığa dayalı diplomasi anlayışının
aksine- her zaman karşılıklılık olmasına önem verildiğine dikkat çekmektedir.236 Bu
durum, diplomasi anlayışında ve diplomasinin yürütülme biçiminde olmasa da,
kurulan diplomatik bağlar açısından iki yanlılığın ortaya çıkmaya başladığını
göstermektedir. Osmanlı merkez bürokrasisinde, genelde kapitülasyonlar, özelde ise
bu çerçevede yürütülen diplomatik ilişkiler çok daha önemli bir meşguliyet alanı
haline gelmiştir. Osmanlı bürokratları arasında bu tür konularla uğraşanların hem
sayıları hem de önemleri artmıştır. Reisülküttap’ın dış ili şkilerdeki öneminin
artışında bu gelişmenin de hayli etkisi vardır.
1453–1699 döneminde diplomasinin kurumsal boyutundaki bir başka
önemli gelişme de protokolle ilgili hususlarda görülmektedir. Osmanlı
Đmparatorluğuyla diğer devletler arasında gerek kurulan ikamet elçilikleri, gerek
diğer ülkelerce gönderilen ad hoc heyetler, gerekse Osmanlı Đmparatorluğu
tarafından diğer ülkelere gönderilen ad hoc heyetler bağlamında artan ilişkiler,
protokol kurallarının gelişimine etkide bulunmuştur. Osmanlı merkezi bürokrasisi
protokol kurallarının uygulanmasıyla gün geçtikçe daha fazla ilgilenir hale
gelecektir. Protokoldeki bu gelişme daha çok diplomasinin uslüp boyutuyla ilgili
olduğundan ileride incelenecektir.
c)1699–1793 Dönemi
Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasıyla açılan bu yeni devir sadece
Osmanlı Đmparatorluğu’nun siyasal tarihi açısından değil, aynı zamanda genel tarihi
bakımından da bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Bu yaygın yaklaşım, 1699
236 Thomas Naff, “Ottoman Diplomatic Relations with Europe in the Eighteenth Century: Patterns
and Trends”, Studies in Eigteenth Century Islamic History, Thomas Naff ve Roger Owen(ed.),
Carbondale&Edwardsville, Southern Illionis University Press, 1977, s. 98–99.
117
sonrasını, Osmanlı Đmparatorluğu açısından bozulmanın günyüzüne çıktığı ve
çöküşün başladığı bir dönem olarak nitelendirmektedir. Sözkonusu yaklaşım, 18.
yüzyılda Osmanlı Đmparatorluğu’nda belirginleşmeye başlayan modernleşme
çabasını ve bunun siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel vb. alanlardaki
yansımalarını büyük oranda gözardı etmektedir. 18. yüzyıl, Osmanlı modernleşmesi
açısından bu yönde dikkate değer adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Bunun en
somut göstergelerinden birini de, diplomasinin kurumsal boyutunda ortaya çıkan
gelişmeler oluşturmaktadır. Sözkonusu dönemde diplomasinin kurumsal boyutundaki
değişimi ya da gelişimi belirleyen etkenlere bakıldığında şu olgular ön plana
çıkmaktadır:
Birincisi, bu dönem, klasik Osmanlı sisteminin -toprak düzeninden, askeri
örgütlenmeye kadar- büyük oranda ortadan kalktığı, ya da en azından hukuki düzenin
fiili durumla bağdaşmaktan uzaklaştığı bir devir olmuştur. Ayrıca, Osmanlı
yöneticileri yavaş yavaş bozulan klasik düzeni koruma ve yeniden tesis etme yolunda
değil, aksine yeni bir düzen kurma yolunda görüşler ileri sürmeye ve bu yönde
adımlar atmaya başlamışlardır. Klasik düzenin kurumları tedrici biçimde değişime
uğramış, ayrıca yeni kurumlar belirmeye başlamıştır. Tedrici değişimin rahatlıkla
gözlemlenebildiği kurumlardan biri de Osmanlı diplomasi teşkilatıdır.
Đkincisi, sözkonusu dönemde Osmanlı Đmparatorluğu-en gelişmiş örneği
olsa da- bir Ortaçağ imparatorluğu olmaktan çıkmaya başlayarak, Batı’da doğan pre-
modern mutlak monarşilere benzer biçimde, sınırlı da olsa bir evrime girmiştir.
Yoğunlaşan toplumsal ilişkiler nedeniyle artan toplumsal örgütlenme ihtiyacı,
merkezi bürokrasinin niteliksel ve niceliksel gelişimini zorunlu kılmaktaydı. Bu
durum, III. Selim ve özellikle II. Mahmut dönemlerinde ortaya çıkacak
118
merkezileşmenin belirtilerinin daha 18. yüzyılda belirmesini sağladı. Merkezi
bürokrasideki bu gelişme, doğal olarak diplomasi teşkilatını da etkilemiştir.
Üçüncüsü, Osmanlı padişahlarının yürütme erkini büyük oranda
sadrazamlara bırakma yolundaki eğilimlerini bu dönemde de sürdürdükleri
görülmektedir. Böylece, sadrazamın ve ona bağlı çalışan merkezi bürokrasinin devlet
işleri üzerindeki etkinliği daha da artmıştır. “Kalemiye” olarak adlandırılan sivil
bürokrasi, askeri bürokrasinin aleyhine güç kazanmıştır. Bu durum, iç siyasette
olduğu kadar dış siyasette de merkezi sivil bürokrasinin daha fazla işleve sahip
olmasını, bu da diplomasi teşkilatının nitel ve nicel gelişimini sağlamıştır.237
Dördüncüsü, Osmanlı Đmparatorluğu’nun gün geçtikçe artan diplomatik
ili şkileri, diplomatik faaliyetlerin yürütülmesinde daha fazla ve daha yetkin memura
ihtiyaç duyulmasını zorunlu kılmıştır. Bunda, Osmanlı Đmparatorluğu’nda bulunan
ikamet elçiliklerinin ve faaliyetlerinin artışının büyük payı vardır. Ayrıca, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun bu dönemde ad hoc diplomatik faaliyetlere çok daha fazla
başvurduğu ve bu faaliyetlere gittikçe artan bir önem verdiği görülmektedir. Üslup
boyutu incelenirken değinileceği gibi, bu dönemde Osmanlı yönetici elitinin
diplomasiye bakışında ve diplomasinin işlevi konusundaki yaklaşımı değişmeye
başlamış, bu da diplomasi teşkilatının yapılandırılmasında önemli etkilerde
bulunmuştur.
Reisülküttap’lığın, özellikle 17. yüzyıl ortalarından itibaren genelde
Osmanlı merkezi bürokrasisi, özelde ise diplomasi teşkilatı açısından gittikçe daha
fazla önem kazandığı yukarıda belirtilmişti. Reisülküttap’lığın diplomasinin
yürütülmesinde merkezi önemi haiz olması ise 18. yüzyılda olacaktır. Bu dönemde,
237 Findley, 18. yüzyıl sonunda kalemiye memurlarının sayısının 1000 ila 1500 arasında bir rakama
ulaştığını belirtmektedir. Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 49.
119
Reisülküttap gerçek anlamda adı konulmamış bir “dışişleri bakanı” haline
gelecektir.238 Bu gelişmenin birkaç nedeni bulunmaktadır:
Osmanlı diplomasi anlayışındaki değişime önemli etkileri ileride
incelenecek olan 1699 Karlofça Antlaşması’nın görüşmelerinde, Reisülküttap Rami
Mehmet Efendi’nin Osmanlı heyetinin üyesi olarak bulunması ve müzakerelerdeki
başarısı Reisülküttap’lığın prestijini arttırmıştır. Bu durum, Osmanlı yöneticilerinde
Reisülküttap’ların dış ili şkilerin yürütülmesinde başarılı olduğu inancını yerleşmesini
sağlamış ve diplomasi ile ilgili işler bu makama bırakılmıştır.239
Ayrıca, yoğunlaşan diplomatik ilişkiler sonucunda, Osmanlı
Đmparatorluğu’na gelen ad hoc elçilik heyetlerinin artışı ve Batılı ülkelerin ikamet
elçiliklerinin genişleyen faaliyetleri, Reisülküttap’ın sözkonusu diplomatik heyetlerle
ilgili birçok konuda birinci muhatap haline gelmesine yol açmıştır.240 Bu durum,
Reisülküttap’ın dışişleriyle ilgili görev ve yetkilerinin netleşmesini de beraberinde
getirmiştir.
Dış ili şkilerin yürütülmesi açısından çok önemli bir husus olan yabancı
ülkelerle yazışmaların da, 17. yüzyıl başlarından itibaren tedrici bir biçimde
Reisülküttaplar’ın görev alanına girdiği görülmektedir. Bu durum 18. yüzyılda
belirginleşmiştir. Nitekim, bu dönemde, Reisülküttap’ın diplomasinin yürütülmesiyle
ilgili temel görevleri şunlardı: Diğer ülkelere gönderilecek namelerin hazırlanması,
alınan namelerin tercüme ettirilmesi, Osmanlı ülkesine gelen yabancı elçilerle ilgili
238 Carter V. Findley, “The Legacy of Tradition to Reform: Origins of the Otoman Foreign Ministry”,
International Journal of Middle East Studies, Vol.1, No:4, (October 1970), s. 336. 239 Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , s. 245. Karlofça Antlaşması
görüşmelerinde Reisülküttap Rami Mehmet Efendi’nin rolü için bkz: Rifa’at Ali Abou-El-Haj,
“Ottoman Diplomacy at Karlowitz”, Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional?, A.
Nuri Yurdusev(ed.), Basingstoke, Palgrave Macmillan, 2004, s. 89-113. 240 Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , s. 245.
120
izin belgelerinin hazırlanması, bu elçilerin yol ve konaklamalarıyla ilgili
düzenlemeler yapılması, ahidnamelerin saklanması, gerekli durumlarda
ahidnamelerle ilgili bilgi verilmesi.241
Görevlerinden de anlaşıldığı gibi, diplomatik faaliyetlerin yürütülmesinde
en önemli kişi haline gelen Reisülküttap, dış politikanın belirlenmesinde de en
ağırlıklı konumda olmuştur. Bu dönemde de, Divan-ı Hümayun teorik ve hukuksal
olarak dış politikanın belirlenmesi açısından asli niteliğini korusa da, yukarıda
belirtildiği gibi, 17. yüzyılda bu konudaki yetki ve güç fiilen Sadrazama ve onun
Divanı’na geçmiştir.242 Sadaret bürokrasisi içinde görev alanının önemi ve genişliği
nedeniyle tedrici bir biçimde en ağırlıklı ki şi haline gelen Reisülküttap’ın dış politika
konularındaki etkisi arttı. Çünkü, Divan-ı Hümayun üyesi olmayan Reisülküttap,
ülke siyasetinin belirlendiği Sadrazam Divanı’nın en önemli aktörlerinden biri haline
gelmişti. Ayrıca, Osmanlı Đmparatorluğu’nun diplomatik ilişkilere verdiği önemin
artışına ve diplomasiye bakışındaki değişime paralel olarak Reisülküttap’ın
diplomasi alanındaki artan bilgisi ve uzmanlığı, karar verme mekanizmasında önce
yer bulmasına, daha sonra ise mekanizma içinde etkisini arttırmasına neden oldu.243
Reisülküttaplar’ın dış politikada önemlerinin arttığının en önemli
göstergelerinden biri de, 18. yüzyıl sonlarından itibaren başlıca dış politika
kararlarının alındığı kimi toplantılara eskisine nazaran çok daha sıklıkla
katılmalarıdır. Bu nitelikteki toplantılar şunlardı:
—Padişah ve sadrazam arasında yapılan toplantılar.
—Sadrazamın düzenlediği dar katılımlı hususi toplantılar.
241 Ahıskalı, Osmanlı Devletinde Reisülküttablık, s. 200. 242 Mumcu, Divan-ı Hümayun, s. 61. 243 Ahıskalı, Osmanlı Devletinde Reisülküttablık, s. 201.
121
—Devlet ricalinin geniş katılımıyla yapılan ve “meşveret” adı verilen
toplantılar.
—Yüksek dereceli eski memurların da katıldığı “meşveret-i amme” adı
verilen toplantılar.244
Reisülküttaplar’ın dış politikanın belirlendiği bu toplantılarda bilgi vermek
yanında, fikirlerini de bildirdikleri görülmektedir. Özellikle III. Selim’in tahta
çıkışından sonra, Reisülküttaplar saraya daha çok çağrılmaya başlanmış ve padişah
kendilerinden doğrudan bilgi almayı tercih etmiştir. Ayrıca, Reisülküttaplar
izlenmesi gereken dış politika konusunda padişaha “layiha”lar sunarak bir anlamda
danışman rolü de oynamaya başlamışlardır.245
18. yüzyılın son çeyreğinde önemi ve işlevleri artan Reisülküttaplık
kurumsal olarak da en fazla geliştiği döneme girmiştir.246 Bu dönemde,
Reisülküttap’a bağlı olarak çalışan Divan-ı Hümayun kalemlerine bakıldığında,
diplomasi açısından ön plana çıkanların Beylikçi, Mektubi, Amedi kalemleri ile
Divan-ı Hümayun Tercümanlığı olduğu görülmektedir.
Beylikçi Kalemi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun mali konular dışındaki bütün
yazışmalarının yürütüldüğü, yazışma örneklerinin saklandığı birimdir. Yani,
fermanlar, barış antlaşmaları, protokoller, ahidnameler, kanunlar, hattı hümayunlar
gibi dış politikayla ilgili bütün yazışmalar bu kalem tarafından yapılmaktadır.
Ayrıca, yabancı ülke elçiliklerinde çalışan tercümanlar da isteklerini ve sorunlarını
öncelikle Beylikçi Kalemi’ne iletmekteydiler.247
244 Ibid. , s. 212–213. 245 Ibid. , s. 213. 246 Findley, bu dönemde dış politikanın belirlenmesiyle ilgili kurumsal yapıyı şematik olarak ortaya
koymuştur. Bkz: Findley, “The Legacy of Tradition to Reform”, s. 337. 247 Gül Akyılmaz, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı , Konya, y. y., 2000, s. 94-95.
122
Mektubi Kalemi, sadrazamın ülke yönetimiyle ilgili önemli konularda yerel
mercilere gönderdiği emirlerin ve yabancı devletlere gönderilen mektupların
hazırlandığı birimdir. Bu işlevi, içişlerinde olduğu kadar, diplomaside de önem
kazanmasına neden olmuştur.248
Amedi Kalemi, diğer Divan-ı Hümayun kalemlerinden daha geç ortaya
çıkmıştır. Ne zaman ortaya çıktığı konusunda değişik görüşler vardır. Daha çok
kabul edilen görüş, ortaya çıkışının 18. yüzyılın son çeyreğinde I. Abdülhamit
döneminde olduğu yönündedir.249 Bu kalem, temelde sadrazam tarafından padişaha
gönderilen “telhis”lerin hazırlanması işlevini yerine getirmekteydi. Bu işleviyle
Amedi Kalemi, Osmanlı sisteminde yürütmenin iki kanadını oluşturan padişah ve
sadrazam arasındaki bağı sağlayan en önemli organ niteliğindeydi. Osmanlı
Đmparatorluğu’nun yönetimiyle ilgili en önemli ve gizli bilgilerin öncelikle bu odaya
mensup kâtiplerin elinden geçmesi, kurulmasını müteakip çok kısa sürede Divan-ı
Hümayun kalemlerinin en önemlisi haline gelmesini sağlamıştır.
Amedi Kalemi’nin genelde yönetim mekanizması içinde sahip olduğu bu
önemli işlev, özelde diplomasi alanında da kendisini göstermektedir. Amedi Kalemi,
kurulduktan sonra Beylikçi ve Mektubi kalemlerinin dışişleriyle ilgili görevlerini
büyük oranda kendi bünyesine almıştır. Nitekim, sadrazamların yabancı devlet
başkanlarına gönderdiği mektuplar, antlaşma, ahidname ve protokoller, elçi,
konsolos, tercüman ve yabancı tüccarlarla ilgili her türlü evrak bu kalem tarafından
hazırlanmış ve örnekleri saklanmıştır. Kalemin başında bulunan Amedi Efendi,
Reisülküttap’ın yabancı elçilerle yaptığı görüşmelerin “mükaleme mazbatası” adı
verilen tutanaklarının hazırlanması ve saklanmasından da sorumluydu. 1793’te
248 Ibid. , s. 104. 249 Halil Đnalcık, “Reisülküttap”, Đslam Ansiklopedisi, C. IX., s. 678.; Ahıskalı, Osmanlı Devletinde
Reisülküttablık, s. 136-138.
123
sürekli diplomasiye geçilmesiyle birlikte, Amedi Kalemi yurtdışındaki Osmanlı
elçilikleriyle merkez arasındaki yazışmaları da yürüten birim haline gelecektir. Bu
yeni dönemde Amedi Kalemi, elçiliklerden gelen raporların resmi kayıtlarını tutma,
şifrelerini çözerek gerekli cevapları ve merkezin direktiflerini yazarak elçiliklere
gönderme işlevlerini de yerine getirmeye başlayacaktır.250
Divan-ı Hümayun Tercümanlığı ise, diplomatik görüşmelerde çok önemli
bir işleve sahip olmuştur. Osmanlı Đmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde devlet
işlerinin çok dilli yürütülmesi tercümanlığın ilk dönemden itibaren önemli bir görev
olmasını sağlamıştır. 16. yüzyılda Arapça istisna tutulursa, bütün resmi belgelerde
sadece Osmanlıca kullanılması uygulamasına geçilmiştir.251 Divan-ı Hümayun
Tercümanları Đstanbul’daki yabancı elçiliklerden gelen yazıları tercüme etmiş,
Padişah ya da Sadrazamların ve Reisülküttaplar’ın yabancı elçilerle yaptıkları
görüşmelerde taraflar arasında çevirmenlik görevini yerine getirmişlerdir.252
Osmanlı yöneticilerinin 19. yüzyıla kadar Batı dillerini öğrenmekten
kaçınmaları, diplomatik görüşmelerin yürütülebilmesi için bu dilleri bilen
tercümanlara olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştı. Osmanlı Đmparatorluğu’nun ilk
dönemlerinde tercümanlık görevi, ihtida etmiş Batılılar tarafından yerine
getiriliyordu. 17. yüzyıldan itibaren bu görevin Fenerli Rum aileler tarafından yerine
getirilmeye başlandığı görülmektedir. Fenerli Rum ailelere mensup gençler
Avrupa’ya tahsile giderek Batı dillerini öğrenmişler ve böylece “dil oğlanı” 253
olarak Divan-ı Hümayun Tercüme Kalemi’nde yer almaya başlamışlardır. Divan
250 Akyılmaz, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı, s. 108. 251 Gilles Veinstein, “Osmanlı Yönetimi ve Tercümanlar Sorunu”, Osmanlı, Güler Eren(ed.), C. XI.,
Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 256. 252 Akyılmaz, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı, s. 113. 253 Bu konuda ayrıca bkz: Frederic Hitzel, “Dil Oğlanları”, Çev:Aksel Tibet, Toplumsal Tarih, S. 21,
(Eylül 1995), s. 37-43.
124
tercümanlığının, Fenerli Rum ailelerin Osmanlı yönetici sınıfına eklemlenmesi
yolunu açması, bu kaleme olan ilgiyi canlı tutmuştur. Ayrıca, bu kalemden yetişen
Rum gençleri Eflak ve Boğdan voyvodalıklarına atanmaktaydılar. 254
Görüldüğü gibi, sürekli diplomasiye geçiş öncesinde Osmanlı diplomatik
teşkilatı belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaşmıştır. Đmparatorluğun Batı’yla artan
ili şkilerine paralel olarak diplomasi teşkilatı da büyümüştür. Fakat, Osmanlı
diplomatik teşkilatı katettiği bu aşamaya rağmen Batı’daki muadillerinin çok
gerisindedir. Bunun temel sebebi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun siyasal ve toplumsal
örgütlenmesinin çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan gittikçe uzaklaşması, arkaik bir
nitelik taşımasıdır. Osmanlı Đmparatorluğu, Batı ülkelerinde yaklaşık olarak 16.
yüzyılda başlayan ve yönetici elitlerin devleti yeniden şekillendirerek bütün
toplumsal alanları kontrol altına alması ihtiyacı çerçevesinde gelişmiş bir bürokrasi
kurmasına dayanan sürece 19. yüzyılda girebilecektir. Bu çerçevede, bürokraside
esas değişim ve gelişim de 19. yüzyılda, özellikle Tanzimat sonrasında ortaya
çıkacaktır. Dolayısıyla, Osmanlı Đmparatorluğu’nda modernleşme çerçevesinde
devletin işlevlerinin artışı ve bunları yerine getirmek için bürokrasinin niteliksel ve
niceliksel olarak büyümesinin sağlanması temelde 19. yüzyıla ait bir olgudur.
18. yüzyılda, gerilemeye paralel olarak bazı alanlarda reformlar yapılmıştır.
Fakat, ileride inceleneceği gibi, bu yüzyıldaki reform çabaları gayet sınırlı, yetersiz
ve eklektiktir. Reform anlayışı çerçevesinde bürokratik yapıda gerçekleştirilen
düzenlemeler rasyonel planlara dayanmamaktadır. Bu durum diplomasi teşkilatının
gelişiminde de görülmektedir. Findley, diplomasi teşkilatındaki gelişimin, rasyonel
254 Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 79–80. Osmanlı hizmetinde çalışan
tercümanlar konusunda ayrıca bkz: Cengiz Orhonlu, “Tercüman”, Đslam Ansiklopedisi, C. XII, s.
175–181. Yabancı elçiliklerde görevli tercümanlar için ise bkz: Kenan Đnan, “Osmanlı Döneminde
Yabancı Elçilik ve Konsolosluklarda Görevli Tercümanların Statüleri”, Tarih ve Toplum, S. 154.,
(Ekim 1996), s. 4-9.
125
planlardan çok, imparatorluğun çeşitli dönemlerde ortaya çıkan ihtiyaçları
çerçevesinde ortaya çıktığını vurgulamaktadır.255 Findley’in bu tespiti, bir
olumsuzluğa işaret etse de, Osmanlı yönetici elitine hakim olan “pragmatik” anlayışı
göstermesi açısından önemlidir. Pragmatik anlayışın diplomasinin uslüp boyutunda
da önemli etkileri bulunmaktadır. Bu etkilere ileride değinilecektir.
Ele aldığımız dönemde, diplomasinin kurumsal boyutta Osmanlı bürokratik
sisteminin genel yapısından kaynaklanan üç önemli ve olumsuz etkenle daha karşı
karşıya kaldığı görülmektedir. Bu üç önemli ve olumsuz etken, ortadan büyük oranda
kaldırıldığı 19. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar, diplomasi bürokrasisinde
uzmanlaşmanın önünde büyük engel oluşturmuştur:
Bunlardan birincisi, Osmanlı bürokratik sistemine yüzyıllar boyunca
egemen olan ve Findley tarafından “çarkıfelek hareketliliği” 256 olarak adlandırılan
memur atama sistemidir. Bu sistemde, Kalemiye mensubu memurlar, herhangi bir
yüksek rütbeli “hacegan”a intisap ederek memuriyete adım atmaktaydılar.257 Đntisap
ettikleri hacegan’ın siyasal ikbaline paralel olarak da yükselebilmekteydiler. Bu
sistem, Avrupa’daki sınıflar arası hareketliliği engelleyen anlayışın aksine, yönetici
elit açısından sınıfsal bir geçirgenliği ihtiva etmekte, bu bağlamda olumlu bir işlev
görmekteydi. Fakat, çoğu zaman da ehliyetsiz, gerekli liyakatten yoksun kimselerin
önemli görevlere gelebilmesine yol açıyordu. Ayrıca, sistemin memurlar açısından
çok hızlı yükselişleri olduğu kadar çok hızlı düşüşleri de getirmesi, görevlerin
icrasında süreklilik sağlanmasını engellemekteydi. Bürokratik yapıdaki konumun,
255 Findley, “The Legacy of Tradition to Reform”, s. 338. 256 Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 32. 257 Hoca, efendi, ağa gibi anlamlarda kullanılan Hace kelimesinin çoğulu olan Hacegan sözcüğü,
Devlet ricalini oluşturan Divan-ı Âli efendileri manasında kullanılmaktaydı. Ferit Devellioğlu,
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 24. B., Ankara, Aydın Kitabevi Yayınları, 2007, s. 305,
hace ve hacegan kelimeleri.
126
kişinin ya da dahil olunan hizbin siyasal gücüne ve konumuna bağlı olması,
bürokrasinin işleyişinde hayli olumsuz bir durum yaratmaktaydı.258 Her ne kadar,
diğer bürokratik organlara nazaran Divan-ı Hümayun kalemleri -özellikle alt düzeyli
memurlar açısından- sözkonusu sistemin olumsuz etkilerinden daha az etkilenseler
de, bu durum onlar için de geçerliydi.
Osmanlı diplomasisinin karşılaştığı ikinci olumsuz etken, memurların
“aşırı” hareketliliğine neden olan “tevcihat usülü”dür. Bu usüle göre, memurlar birer
seneliğine değişik memuriyetlere atanmakta, başarılı bulunanlar görevlerinde daha
uzun süre kalabilmekteydiler. Tevcihat usulü çerçevesinde memurlar çok değişik ve
birbirleriyle ilgisi olmayan görevlere atanabilmekteydiler. Dolayısıyla, memurlar
daha görevlerini yerine getirebilecek bilgi ve tecrübeye sahip olamadan, başka
görevlere atanabilmekteydiler. Bu durum bürokrasinin genelinde uzmanlaşmayı
önlemekteydi.259
Diplomasi teşkilatı açısından uzmanlaşmayı önleyen bir başka etken de,
Reisülküttaplık ve Divan-ı Hümayun kalemleri incelenirken görüldüğü gibi, ilgili
birimlerin görev alanlarının çok geniş olmasıdır. Ülkenin iç ve dış işlerinin birlikte
yürütülmesi, diplomasi alanında gerçek anlamda bir uzmanlaşmanın olmasını
engellemiştir. Reisülküttaplar -her ne kadar 18. yüzyılda dış ili şkilerle ilgili görevleri
ön plana çıksa da- bu dönemde de devlet yönetiminde çok geniş bir sahada faaliyet
göstermeye devam etmişlerdir.
18. yüzyıl sonunda Batı’da diplomasi, kurumsal olarak büyük bir gelişme
göstermiştir. Batılı büyük güçlerle karşılaştırıldığında, Osmanlı diplomasisinin
kurumsal boyutta geride olduğu açıktır. Fakat, sözkonusu dönemde, Osmanlı
diplomasi teşkilatının aynı kategori içinde değerlendirilebilecek Çin, Japonya ve Đran
258 Ali Akyıldız, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2004, s. 26–27. 259 Ibid. , s. 24–25.
127
örnekleriyle karşılaştırıldığında ise çok daha gelişmiş olduğu görülmektedir.
Dolayısıyla, Osmanlı diplomasisinin yeni şartlara uyum sağlamaya çalıştığı ve bunun
da kurumsal boyutta belirli bir gelişimi beraberinde getirdiği rahatlıkla ileri
sürülebilecektir. Zaten sürekli diplomasiye geçiş de, böylesine bir kurumsal gelişim
ve birikim üzerinde şekillenmiştir. Osmanlı Đmparatorluğu, Avrupa’da yüzyıllar
boyunca şekillenen kurumsal gelişimi yaklaşık 50 yıl içinde büyük oranda kendine
mal edebilmiştir.
2-Uslüp Boyutu
a)1299–1453 Dönemi
Osmanlı Đmparatorluğu’nun kurulduğu ve hızla büyüdüğü bu dönem,
Osmanlı diplomasisinin kurumsal boyutta olduğu gibi, üslup boyutunda da klasik
biçimini aldığı bir devre değildir. Buna rağmen, sözkonusu dönemde, Osmanlı
diplomasinin dayandığı ilkeler, işleyiş biçimi ve belirleyici etkenler açısından daha
sonraki devrelerde de önem taşıyan kimi hususların ortaya çıktığı görülmektedir.
1299–1453 dönemi, Osmanlı diplomasisinin temellerinin atıldığı dönem olmuştur.
Bu çerçevede, genelde tüm Osmanlı diplomasi tarihi, özelde sürekli
diplomasiye geçiş dönemi açısından büyük önem taşıyan bazı hususların bu başlık
altında incelenmeye çalışılması yerinde olacaktır. Bu yüzden, öncelikle Đslam’daki
diplomasi anlayışı ve uygulamalarına değinilecektir. Daha sonra ise, Đslam’la
bağlantılı olan ve özellikle bu dönemin diplomasi anlayışı ve uygulamaları açısından
büyük önem taşıyan “gaza/gazi devleti teorisi” üzerinde durulacaktır.
128
i)Osmanlı Diplomasi Anlayışı’nın Teorik Kaynağı Olarak Đslam
Bütün büyük dinler gibi Đslam dini de, tabiatı gereği, kesin bir
ötekileştirmeye, inananlar-inanmayanlar ayrımına dayanmaktadır. Dünyanın bu
ayrım çerçevesinde ele alınmasının doğal sonucu, Đslami söylem içinde “birlik”,
“evrensellik”, “teklik” ve “bütünlük” gibi unsurların merkezi bir öneme sahip
olmasıdır.260 Çünkü, Đslami söylem, Đslam’ın tek meşru din olduğunu vazederek
teklik ve evrensellik iddiasını, inananların kardeşliğini vazederek de bütünlük
iddiasını bünyesinde barındırmaktadır.
Böylesine bir ayrımın açık bir biçimde vurgulanması, aynı zamanda,
inananlar ve inanmayanlar arasında sürekli rekabet ve çatışma olduğu sonucunu
doğurmaktadır. Đslam’da bu çatışma durumu “cihat” kavramıyla ifade edilmektedir.
Cihat, bir Müslüman’ın kuvvetini Allah yolunda sarfetmesi, Allah inancını yayması
ve O’nun kelamını bu dünyada üstün kılmasıdır.261 Cihat, yaygın olarak sıcak savaş
halini ifade eder biçimde ele alınsa da, aslında barışçı yollarla da sürdürülebilen bir
faaliyettir. Müslümanlara farz kılınan Đslamı yayma görevi, sadece zor yoluyla
yapılması gerekli olan bir faaliyet değildir. Hadduri’nin belirttiği gibi, cihat daimi bir
savaş halinden çok, daimi bir savaş hali doktrinidir.262 Önemli olan, cihat kavramının
Đslami ve Đslami olmayan dünya arasında her zaman mevcudiyetini sürdüren ve kimi
zaman da kendini sıcak çatışma biçiminde gösteren çatışma ve rekabetin teorik ve
potansiyel olarak mutlaklığını ortaya koymasıdır.
Đslam’ın içerdiği bu ayrım, dünyanın iki ayrı çerçevede değerlendirilmesi
sonucunu doğurmuştur: “Dar-ül Đslam” ve “Dar-ül Harb”. “Dar” kelimesi Arapça’da
260 Yurdusev, “Uluslararası Đlişkiler Öncesi”, s. 38. 261 Macid Hadduri, Đslam Hukukunda Savaş ve Barış, Çev:Fethi Gedikli, Đstanbul, Yöneliş
Yayınları, 1999, s. 65. 262 Ibid. , s. 73.
129
“bina, arsa, mahalle ya da bina ve arsaların toplandığı yer” anlamına gelmektedir.
Kelimenin bir diğer anlamı ise, “bir kavmin konakladığı, yerleştiği yer”dir. Bu
anlamıyla ülke kelimesiyle özdeşleşmektedir. Đslam Hukuku’nda bu anlamıyla
kullanılmaktadır.263
Bu iki çerçeve, Đslam dünyasında özellikle laikleşme yolunda adımların
ortaya atıldığı 19. yüzyıla kadar, genelde dış dünyaya bakışı, özelde ise dış dünyayla
kurulan ilişkileri etkileyen çok önemli bir husus olmuştur. Đslam hukukçuları, bu iki
çerçeveyi şöyle tanımlamaktadırlar:
Dar-ül Đslam, Müslümanların egemenliğinde olan, Đslam Hukuku’nun
uygulandığı ve Đslami usullere göre yönetilen ülkeleri kapsamaktadır. Dar-ül Harb
ise, Dar-ül Đslam’ın aksine, Müslümanların egemenliğinde olmayan Đslam
hukukunun uygulanmadığı ve Đslami usullere göre yönetilmeyen ülkeleri
içermektedir.264
Görüldüğü gibi, bu ayrım temelde bir ülkede hukuk sisteminin ve idare
tarzının Đslami olup olmadığı ölçütüne dayanmaktadır. Bu kavramlar, Kuran’da ve
Sünnet’te açık bir biçimde yer almamaktadır. Din alimleri ve hukukçuları tarafından
geliştirilmi ştir. Zaten cihat kavramı gibi, bu kavramların da anlamları, nitelikleri ve
içerdiği hususlar üzerinde tam bir görüş birliği bulunmamaktadır.265 Dolayısıyla, bu
ayrımın ve kavramların temel bir Đslami kaide olduğunu ileri sürmek mümkün
değildir.
Bu kavramların yanısıra bir başka kavram olan “Dar-ül Ahd” (ya da Dar-ül
Sulh) da, Đslam âlimleri ve hukukçuları tarafından kullanılmaktadır. Dar-ül Ahd
263 Ahmet Özel, Đslam Hukukunda Ülke Kavramı: Darül Đslam DarülHarb, Đstanbul, Đz Yayıncılık,
1998, s. 73. 264 Ibid. , s. 82–83. 265 A. Ahmed Ebu Süleyman, Đslam’ın Uluslararası Đlişkiler Kuramı , Çev:Fehmi Koru, Đstanbul,
Đnsan Yayınları, 1985, s. 33-38.
130
kavramı Đmam Şafi tarafından geliştirilmi ştir ve Đslam devletiyle anlaşma yapmış
bulunan gayrı-Müslim ülkeleri tanımlamak için kullanılmaktadır.266 Dar-ül Ahd
kavramı, yukarıda belirttiğimiz mutlak ötekileştirmenin aksine, Đslam’ın dünya
teorisinde bir esnekliğin de sözkonusu olduğunu göstermektedir. Bu esneklik, Đslam
ülkelerinin gayrı-Müslim ülkelerle ilişkilerini sadece savaş ve düşmanlık temelinde
kurmak istemediğinin göstergesidir. Dolayısıyla, bu kavramın kullanılması, Đslam
ülkelerinin gayrı-Müslim ülkelerle diplomatik ilişkiler geliştirirken meşruiyet sorunu
yaşamamalarında etkili olmuştur. Bu durum, politik koşulların zamanla teoride de
yeni açılımları zorunlu kıldığını göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Nitekim, Đslam tarihine bakıldığında bu kavramların farklı dönemlerde
farklı biçimlerde algılandığı ve kullanıldığı görülmektedir. Đslam’ın ortaya çıktığı ilk
dönemde Đslam toplumunun tek bir siyasal örgüte/devlete sahip olması, Dar-ül Đslam
anlayışını bir olgu haline getirecek olan din-devlet özdeşliğini sağlayabilmişti.
Özellikle 1258’de Bağdat’ın Moğollarca ele geçirilmesi sonucu Abbasi Halifeliği’nin
yıkılmasından sonra Đslam dünyasının siyasal birliği ortadan kalkmıştır. Bu durum
hukuki birliği de ortadan kaldırmış, ortaya çıkan yeni siyasal otoriteler,
egemenliklerindeki ülkelerde örfi ve sultani hukuk uygulamalarına çok daha sıklıkla
başvurmuşlardır. Dar-ül Đslam’ın bu şekilde bütünlüğünü yitirerek daha küçük
parçalara ayrılması ve Dar-ül Đslam’ın belirlenmesinde ana ölçüt olarak kabul edilen
hukuk sisteminin -temelde Đslami karakterini korumakla birlikte- gittikçe daha
dünyevi bir nitelik alması, Dar-ül Đslam-Dar-ül Harb ayrımının temellerinin
aşınmasına yol açmıştır. Dolayısıyla, Osmanlı Đmparatorluğu’nun doğduğu 14.
266 Ibid. , s. 34.
131
yüzyıla girerken, Dar-ül Harb-Dar-ül Đslam ayrımının zaten teoride kalan mutlaklığı,
politik dinamiklerin etkisiyle daha da önemsizleşmiştir.267
Đslam dünyasının, Dar-ül Harb-Dar-ül Đslam anlayışı çerçevesinde dış
dünyayla ilişkilerini sadece çatışmaya ve savaşa dayalı bir biçimde yürütmediği de
görülmektedir. Đslam dünyasında Hz. Muhammed’ten itibaren Müslüman olmayan
topluluklarla barışçı yollarla da ilişkiler kurulmuş, bu bağlamda diplomasiden
yararlanılmıştır.268 Örneğin, Hz. Muhammed diplomatik faaliyetler sonucunda gayrı-
Müslim topluluklarla barışçı ilişkiler kurmuş, antlaşmalar imzalamıştır. Benzer bir
anlayışın Dört Halife, Emevi ve Abbasi dönemlerinde de sürdürüldüğü
görülmektedir. Đslam Đmparatorluğu’nun en güçlü olduğu devirlerde bile askeri güç
anlayışı ikinci plana atılarak, Ermenistan, Sasani Devleti ve Bizans Đmparatorluğu
gibi gayri-Müslim devletlerle zaman zaman diplomatik ili şkiler geliştirilebilmiştir. 269
Đslam dünyasında özellikle 8. ve 9. yüzyıllarda, Abbasi ve Endülüs
Emevileri arasında artan rekabet, gayrı-Müslim devletlerle yürütülen diplomatik
ili şkilere yeni bir boyut katmıştır. Sözkonusu dönemde Đslam dünyasının iki büyük
gücü olan Abbasiler ve Endülüs Emevileri birbirleriyle olan rekabette, Avrupa’nın
iki büyük gücü olan Frank Krallığı ve Bizans Đmparatorluğu’ndan destek arama
yolunu seçmişlerdir. Abbasiler Frank Krallığı’yla, Emeviler de Bizans
Đmparatorluğu’yla ili şkilerini geliştirmişlerdir. Sözkonusu devletler birbirlerine çok
267 Hadduri, Đslam Hukukunda Savaş ve Barış, s. 270–271. 268 Hadduri, Dar-ül Đslam – Dar-ül Harb ayrımının mutlak olduğunu ve Müslümanlarla gayri-
Müslimler arasında savaş halinin kesintisiz olarak devam ettiğini belirterek, Đslam tarihinin ilk
dönemlerinde Đslam ülkelerinde diplomasinin barışçıl amaçlara hizmet eden bir araç olarak değil,
savaşa yardımcı bir araç olarak görüldüğünü ileri sürmektedir. Ibid. , s. 239. Đslam Hukuku’nda
diplomatların korunması yönünde güvenceler içeren düzenlemeler bulunmaktadır. Bu konuda bkz: M.
Cherif Bassiouni, “Protection of Diplomats under Islamic Law”, The American Journal of
International Law , Vol. 74., No:3, (July 1980), s. 609-633. 269 Bu faaliyetler için bkz: Yasin Đstanbuli, Diplomacy and Diplomatic Practice in the Early
Islamic Era, Karachi, Oxford University Press, 2001, s. 36–51.
132
sayıda elçi göndermişlerdir.270 Açık bir biçimde, denge arayışının ifadesi olan ve
taraflar arasında örtülü bir ittifaka yol açan bu durum, Dar-ül Harb- Dar-ül Đslam
anlayışının çok erken tarihlerde bile sözde kalabileceğini göstermesi bakımından
hayli önem taşımaktadır.
ii)Gaza/Gazi Devleti Tezi
Osmanlı Devleti’nin küçük bir uç beyliğiyken Đmparatorluğa dönüştüğü bu
dönemde gerçekleştirdiği muazzam büyüme, dayandığı fütühatçı anlayışı
göstermektedir. Fütühatçı anlayışı benimseyen Roma Đmparatorluğu’nun dış
politikasının temeline askeri gücü oturttuğu, bu yüzden diplomasiyi ikinci planda
algıladığı yukarıda belirtilmişti. Osmanlı Đmparatorluğu’nun da kuruluşundan
itibaren, benzer biçimde fütühatçı anlayışı benimsediği görülmektedir. Osmanlı
fütühatının analizi, diplomasiyi nasıl anlamlandırdığını ve konumlandırdığını
görebilmek açısından hayli önem taşımaktadır. Bu bağlamda, Osmanlı fütühatının
analizinin yapılabilmesi açısından ortaya atılan ve özellikle son dönemlere kadar
ilgili literatürde büyük kabul gören “gaza tezi” üzerinde durmak gerekmektedir:271
Wittek tarafından ortaya atılan, “gaza tezi” ya da “gazi devleti tezi”,
Osmanlı Beyliği’nin kısa sürede gerçekleştirdiği fütühatı, Đslami değerler
çerçevesinde Hıristiyan güçlere karşı savaşı kutsallaştıran, toprak ve ganimet
kazanmak için savaşan gazilerin varlığına bağlayan bir yaklaşıma dayanmaktadır.272
270 Hadduri, Đslam Hukukunda Savaş ve Barış, s. 246–248. 271 Osmanlı Đmparatorluğu’nun kuruluş dönemini bu çerçevede ele alan çalışmalar için örneğin bkz:
Đnalcık, Osmanlı Đmparatorlu ğu Klasik Çağ, s. 12-13; Stanford Shaw, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve
Modern Türkiye , C. I., Çev:Mehmet Harmancı, Đstanbul, E Yayınları, 1982, s. 32-33; Oral Sander,
Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, Ankara, Đmge
Yayınları, 1993, s. 30-31. 272 Paul Wittek, Osmanlı Đmparatorlu ğu’nun Doğuşu, Çev:Fatmagül Berktay, 2. B., Đstanbul,
Pencere Yayınları, 2000, s. 47-68.
133
Buna göre, fanatik bir dinsel bağlılık taşıyan savaşçılar/gaziler, devletin topraklarını
genişleterek Đslamı egemen kılmaya ve ganimet kazanmaya çalışmışlardır. Osmanlı
Beyliği’ni, Anadolu’daki diğer beyliklerle mukayese edildiğinde öne çıkaran, gaza
yaparak, yeni ganimetler kazanabilecekleri imkânlar sağlayarak gazileri kendisine
çekebilmeyi ve örgütleyebilmeyi en fazla başaran beylik olmasıdır.
Görüldüğü gibi, sözkonusu yaklaşım, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
dayandığı siyaset felsefesini Đslami esasa oturtmakta, bunun sosyo-ekonomik
temellerini yağma ekonomisinde aramaktadır. En genel anlamda, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun siyaset felsefesinin Đslami bir çerçeveye oturduğu ileri sürülebilir.
Çağdaşı diğer devletler gibi, Osmanlı Đmparatorluğu’nda da, hukuktan siyasete tüm
toplumsal kurum ve ilişkilerde, dinin çok merkezi ve belirleyici bir öneme sahip
olduğu açıktır. Fakat, Osmanlı Beyliği’nin, kuruluşundan itibaren siyaset felsefesinde
ve toplumsal örgütlenmesinde dinin yeni yorumlarını kullandığı, din tarafından
muğlak bırakılmış ya da bırakıldığı düşünülen konu ve alanlarda yeni anlayışlar
geliştirdiği, kimi zaman da din dışı, hatta dine aykırı uygulamalarda bulunduğu
bilinmektedir. Bu durumun en somut göstergesi, devletin hukuk sisteminde din
kaynaklı olmayan “örfi” ya da “sultani” kuralların yer alabilmesidir.273
“Gaza” tezini merkeze alan yaklaşımın ileri sürdüğü hususlardan biri de, ilk
dönemde Osmanlı Beyliği’nin sadece askeri güce dayandığı ve özellikle komşu
273 Osmanlı toplumunun siyaset anlayışında ve siyasal örgütlenmesinde dinin belirleyiciliğinin çok da
fazla olmadığı, hukuk sisteminin Şer’i değil, Örfi olduğu yolunda görüşler bulunmaktadır. Özellikle,
kamu hukuku alanında örfi hukukun ve sultani hukukun çok büyük önem taşıdığı görülmektedir. Bu
doğrultudaki görüşler için örneğin bkz: Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı Đmparatorluğu Teşkilat ve
Müesseselerinin Şer’ili ği Meselesi”, Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. XI, S.3-
4., (1945), s. 203-224; Đnalcık, Osmanlı Đmparatorlu ğu Klasik Çağ, s. 76-82. Bu konuda daha farklı
yeni bir çalışma için ayrıca bkz: Ümit Hassan, Osmanlı: Örgüt-Đnanç-Davranış’tan, Hukuk-
Đdeoloji’ye, 5. B., Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, passim.
134
olduğu Hıristiyan toplumlarla barışçı yollarla ilişki kurmaktan kaçındığıdır.274
Böylece, Osmanlılar açısından savaş mutlaklaştırılmakta, Dar-ül Đslam-Dar-ül Harb
anlayışının kesin bir biçimde benimsendiği öne sürülmektedir. Buradan hareketle,
çok sayıda yazar, Osmanlı diplomasisinde Dar-ül Đslam- Dar-ül Harb anlayışının bu
dönemden 18. yüzyıla kadar en belirleyici olgu olduğunu iddia etmektedirler.275
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sadece askeri güce dayalı bir savaş mekanizması olarak
görülmesi, barışçı yöntemleri -dolayısıyla diplomasiyi- tamamen geri plana attığı
gibi bir sonuca varılmasına neden olmaktadır. Oysa, aşağıda inceleneceği gibi,
Osmanlılar fütühatı temel almalarına rağmen, diğer toplumlarla barışçı ilişkiler de
kurmuşlardır. Bu da, Osmanlıların daha ilk dönemden itibaren diplomatik yöntemleri
benimsediklerini göstermektedir.
Bunun birkaç nedeni bulunmaktadır:
Birincisi, Osmanlı Đmparatorluğu bu dönemde kuruluş aşamasında
olduğundan, mutlak askeri güce dayalı bir dış politika anlayışını benimseyecek
durumda değildir. Sözkonusu dönem, siyasal, askeri ve ekonomik açıdan devletin
gücünü arttırmaya çalıştığı bir dönemdir. Dolayısıyla güçsüzlük, varlığını
sürdürebilmek ve güçlenebilmek için diplomasiye başvurulmasını zorunlu
kılmaktadır.
Đkincisi, bu dönemde Osmanlı Beyliği’nin bulunduğu coğrafyada
devletlerarası sistem çok-aktörlüdür. Nitekim, Bizans gibi çöküş sürecinde olan
274 Örneğin, Lybeyr, Osmanlı yönetimi ile ordusu arasında ayniyet olduğunu belirterek, hükümetin -
dolayısıyla ordunun- dışarıdaki belirleyici ve temel işlevinin savaş olduğunu ileri sürmektedir.
Gressimos Karabelias, “The Evolution of Civil-Military Relations in Post-War Turkey”, Middle
Eastern Studies, Vol. 35, No:4, (October 1999), s. 130’dan Albert Lybeyr, The Goverment of the
Ottoman Empire in the Time of the Suleiman the Magnificent, Cambridge, MA, 1913, s. 90–91. 275 Örneğin, Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 71–72.; Thomas Naff, “The Ottoman
Empire and the European States System”, The Expansion of International Society, Hedley Bull ve
Adam Watson(ed.), New York, Oxford University Press, 1985, s. 144.
135
kadim bir imparatorluk, Anadolu’daki çok sayıda Türk beyliği, gelişmeye çalışan
Sırp ve Bulgar Krallıkları ve Bizans Đmparatoru’ndan bağımsız hareket etmeye
çalışan Bizans tekfurlukları gibi onlarca farklı aktör bulunmaktadır. Üstelik bu
aktörler sadece niceliksel olarak değil, aynı zamanda niteliksel olarak da büyük bir
çeşitlili ğe sahiptir. Farklı kültürlere, dinlere ve siyasal yönetimlere sahip çok sayıda
aktörün bulunduğu bir devletlerarası sistem sözkonusudur. Eski Yunan ve Ortaçağ
Đtalyası örneklerinde gördüğümüz gibi, sistemin çok-aktörlü olması diplomasinin
gelişiminde pek olumlu bir rol oynamaktadır.
Üçüncüsü, Osmanlı Đmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren sadece tarıma
ve hayvancılığa dayalı bir ekonomik yapıya sahip olmaması (ticarete de önem
vermesi), diğer toplumlarla ekonomik bağlar kurmasını sağlamıştır. Ekonomik bağlar
kurma ve ticareti geliştirme yönündeki anlayış, Anadolu Selçuklularının Batı’yla
diplomatik ilişkilerinde de önemli rol oynamıştı.276 Osmanlı Beyliği de, diğer çoğu
Anadolu beyliği gibi bu politikayı devam ettirmiştir. Ekonomik bağlar kaçınılmaz
olarak diplomatik ilişkileri de olumlu yönde etkilemiştir. Dolayısıyla, Osmanlı
Beyliği değişik toplumlarla ticari bağlarını arttırmasına paralel olarak, diplomatik
ili şkilerini de geliştirme yolunu seçmiştir.
Dördüncüsü, Osmanlı yöneticilerinin kuruluştan itibaren farklı kültürlerden
ve devlet anlayışlarından etkilenmeye dönük olmaları, diğer ülkelerle ilişkilerini
geliştirme konusuna olumlu bakmalarını sağlamıştır. Zaten, Osmanlı uygarlığı Arap,
Đran, Bizans ve Türk uygarlıklarının sentezidir. Osmanlı yöneticileri pragmatik ve
eklektik bir anlayışa sahip olduklarından, diğer uygarlıklarla ilişki kurarak, onların
değerlerini, kurumlarını, yöntemlerini ve anlayışlarını kendi bünyelerine katma
konusunda çok istekli davranmışlardır. Bu yaklaşım, diplomasinin farklı uygarlıklara
276 Melek Delilbaşı, “The First Relations Between the Turkish States and West”, Turkish Review, C.
I., S. 3., (1986), s. 59-66.
136
açılan ve oralardan çeşitli ögelerin ithal edilmesini sağlayan bir kanal oluşturmasını
sağlamıştır.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun kurulduğu ilk dönemden itibaren dış dünyaya
bakışında din tek belirleyici etken değildir. Dolayısıyla, Dar-ül Đslam – Dar-ül Harb
ayrımı çerçevesinde geliştirilen “gaza/gazi devleti” teorisinin, Osmanlı
Đmparatorluğu’nu dış dünyayla sadece “(kutsal) savaşa dayalı ilişki kuran devlet”
olarak ele alan yaklaşım geçerli değildir. Kaldy-Nagy’in belirttiği gibi, Osmanlı
fütühatının gaza ve cihat kavramları çerçevesinde betimlenmesi sonraki dönem
Osmanlı tarihçileri tarafından yapılmıştır.277 Bu yaklaşım, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Anadolu’daki Müslüman Türk beylikleri aleyhine genişlemesini
de açıklayamamaktadır.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun gelişim dinamiğinin ve dış dünyaya bakışının
sadece dinsel bir temele oturtulması, diplomasisiyle ilgili kimi yorumlarda da dinin
temel belirleyici olduğu sonucuna varılmasına neden olmuştur. Böyle bir sonuç da,
Osmanlı diplomasinin gelişiminde dinin olumsuz bir rol oynadığı tezini içermektedir.
Bu yüzden, dinin rolünün kısmi olduğunun, politik koşulların ve güdülerin dış
politikanın belirlenmesinde ve diplomasinin yürütülmesinde çok daha belirleyici
nitelik taşıdığının altının çizilmesi gerekmektedir.278 Bu tespit, Osmanlı
277 Gyula Kaldy-Nagy, “Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đlk Yüzyıllarında Kutsal Savaş (Cihat)”,
Söğüt’ten Đstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kurulu şu Üzerine Tartışmalar, Oktay Özel ve
Mehmet Öz(der.), 2. B., Ankara, Đmge Yayınları, 2005, s. 402. 278 Bu doğrultuda bir görüş için bkz: A. Nuri Yurdusev, “The Ottoman Attitude toward Diplomacy”,
Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional?, A. Nuri Yurdusev(ed.), Basingstoke,
Palgrave, 2004, s. 16. Arı, Osmanlı diplomasisinin, Đslami prensiplere saygı çerçevesinde, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun -politik koşullarınca yürütüldüğünü ve kendine özgü bir nitelik taşıdığını
vurgulamaktadır. Bülent Arı, “Early Ottoman Diplomacy: Ad Hoc Period”, Ottoman Diplomacy:
Conventional or Unconventional?, A. Nuri Yurdusev(ed.), Palgrave, Basingstoke, 2004, s. 37.
137
Đmparatorluğu’nun sadece kuruluş dönemi için değil, sonraki devirleri için de
geçerlidir.
iii)Diplomasinin Yürütülmesi
Osmanlı yöneticilerinin diplomasiyi temelde üç ayrı bağlamda kullandıkları
görülmektedir:
-Fütühat politikasının bir aracı olarak diplomasinin kullanılması.
-Güç dengesinin sağlanması, aleyhe dönmesinin önlenmesi ve lehe
çevrilmesi amacıyla diplomasinin kullanılması.
-Devletin ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla diplomasinin
kullanılması.
Fütühat politikasının bir aracı olarak diplomasinin kullanılması,
Đmparatorluğun gücünün zayıflamasına paralel olarak fütühat politikasını terk etmek
zorunda kaldığı 17. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir.
Đleride inceleneceği gibi, diplomasi, Đmparatorluğun en güçlü olduğu
devirlerde bile, güç dengesi anlayışı çerçevesinde de kullanılmıştır. 18. yüzyıl
sonlarından itibaren ise bu çerçevede yürütülen diplomasi, Osmanlı diplomasisinin
temel bağlamı haline gelmeye başlamıştır. Bu durum 19. yüzyılda çok açık biçimde
ortaya çıkmıştır.
Ekonomik ihtiyaçlar bağlamında yürütülen diplomasi ise, devletin
kuruluşundan yıkılışına kadar varlığını sürdürmüştür. Özellikle, Batı’yla ekonomik
bağların arttığı 17. yüzyıldan itibaren bu durum daha da belirginleşmiştir.
Đlk bağlama bakıldığında, Osmanlı Đmparatorluğu’nun, diplomatik
yöntemleri fütühat siyasetini desteklemek amacıyla kuruluş döneminden itibaren
kullandığı görülmektedir. Bu çerçevede, çeşitli devletlerle ittifaklar yapma, iktidar
138
mücadelelerinde kimi kişilere destek vererek çıkar sağlama, evlilikler yoluyla
diplomatik ilişkileri güçlendirme ve bu sayede yeni topraklar kazanma gibi yollar
fütühat politikasının barışçıl yönlerini oluşturmaktaydı.
Bu çerçevede çeşitli örnekler verilebilir:
Devletin kurucusu olan Osman Bey, Bizans Đmparatorluğu aleyhine
genişlemeyi sürdürürken, Bizans tekfurları arasındaki güç mücadelelerinden
yararlanmayı başarmıştır. Osman Bey’in tekfur Mihail’le geliştirdiği ittifak bu
yöndeki ilk girişimlerden biridir. Kimi zaman Osmanlı Sultanları Bizans
Đmparatorları ile benzer ittifaklar yapmış, özellikle Balkanlar’da Sırp, Bulgar ve yerel
Rum despotlarıyla savaşlarında askeri destek sağlamışlardır. Böylece yeni topraklar
kazanmışlar ve Osmanlı yönetimine giren Türkmen savaşçılara ganimet ve iş
sağlayarak daha da güçlenmişlerdir.279
Osmanlılar, gün geçtikçe zayıflayan ve iç kargaşaya düşen Bizans
Đmparatorluğu’nun içişlerine daha fazla etkide bulunmaya başlamışlardır. Orhan Bey
döneminde, taht mücadelesi yapan Kantakuzen’in yardım talebi kabul edilmiş,
Kantakuzen’in başarılı olması sonucunda Bizans ve Osmanlı arasında kısa süreli bir
ittifak oluşmuştur. Đttifak döneminde Osmanlılar, Kantakuzen’e askeri yardımda
bulunmuşlardır. Yardımın karşılığı olarak, Đmparatorun Çimpe kalesini Orhan Bey’e
vermesi, Osmanlıların Rumeli’ye geçmelerini sağlamıştır. Bu gelişme de,
Rumeli’deki fütühatın başlangıç noktasını teşkil etmiştir.280
Orhan Bey’in Đmparator Kantakuzen’in kızıyla evlenerek, akrabalık yoluyla
siyasal bağların güçlendirilmesi, Bizans’ın diplomatik yöntem olarak hanedanlar
279 Halil Đnalcık, “Osmanlı Đmparatorluğu’nun Doğuşu Meselesi”, Söğüt’ten Đstanbul’a: Osmanlı
Devleti’nin Kurulu şu Üzerine Tartışmalar, Oktay Özel ve Mehmet Öz(der.), 2. B., Ankara, Đmge
Yayınları, 2005, s. 229. 280 Sander, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü, s. 36.
139
arası evlilikleri kullanmasının en güzel örneklerinden biridir. Osmanlı Devleti
açısından da, evliliğin fütühat için doğrudan ya da dolaylı olarak kullanılmasının ilk
örneğidir. Osmanlı yöneticileri sözkonusu politikayı daha sonra da devam
ettirmişlerdir. Nitekim, I. Murad, Yıldırım Beyazıt gibi sultanlar hem Bizans
hanedanıyla, hem Balkanlardaki Hıristiyan devlet hanedanlarıyla, hem de
Anadolu’daki Anadolu Beylikleri hanedanlarıyla akrabalık bağları kurmuştur.281
Böylece, Osmanlılar, sözkonusu ülkelerin yönetimleri üzerinde etkide bulunmaya,
toprakları üzerinde hak iddia etmeye başlamışlardır. Yıldırım Beyazıt’ın
Germiyanoğulları Beyi’nin kızıyla evlenmesi sonucunda, çeyiz olarak Kütahya ve
civarının alınmasında görüldüğü gibi, evlilik nedeniyle doğrudan toprak bile
kazanmışlardır.
Osmanlıların devletlerarası güç dengesini sağlama ve koruma bağlamında
da diplomasiyi kullanmaları konusuna ilişkin olarak da şunlar eklenebilir: Bu
çerçevede, Bizans tekfurları arasındaki güç mücadelesinde kimi tekfurlara destek
verilmiştir. Bazen Bizans Đmparatoru desteklenirken, kimi zaman da Bizans’a karşı
olan güçlere arka çıkılmıştır. Ayrıca, Venedik’e karşı Cenevizlilerle işbirliğine
gidilmesi de Osmanlı denge politikasının en güzel örneklerinden biridir.
Osmanlıların, devletin ekonomisini güçlendirme çerçevesinde diplomatik
ili şkiler kurma çabalarına gelince: Osmanlı siyaset anlayışında -Ortadoğu siyaset
felsefesi geleneğinden kaynaklanan- devletin gücünün reayanın ekonomik gücüne
bağlı olduğu ilkesi önemli bir yer tutmaktaydı. Buna göre, iktidar askeri güce, askeri
güç de reayanın ürettiği ekonomik zenginliğe bağlıydı.282 Osmanlı yöneticileri de
281 Donald Quataert, Osmanlı Đmparatorlu ğu: 1700-1922, Çev:Ayşe Berktay, 3. B., Đstanbul, Đletişim
Yayınları, 2004, s. 57. 282 Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition , New York, Alfred A. Knopf, 1972,
s. 88.
140
ekonomik zenginliğin artması ve toplumun ihtiyaçlarının sağlanması için ticaretin
geliştirilmesine hayli önem vermişlerdir. Goffman, Osmanlılar ile Avrupalılar
arasındaki ilişkilerin kimi konularda düşmanlık öğeleri barındırsa da, iki dünyayı
birbirine en kuvvetli biçimde bağlayan alanın ekonomi olduğunu vurgulamaktadır.283
Gerçekten de, Avrupa’yla artan ticari bağlar diplomatik ilişkilerin geliştirilmesinde
büyük rol oynadı. Nitekim, Venediklilerle siyasal ilişkiler zaman zaman sıcak
çatışmalara dönüşse de, Osmanlıların 14. yüzyıl sonlarından itibaren bu ülkeyle
diplomatik ilişkilerini geliştirdikleri görülmektedir. 284
Ele aldığımız dönemde, Osmanlılar, diplomatik yöntemleri devletin
gelişmesine ve daha farklı siyasal aktörlerle ilişki kurmasına paralel biçimde, artan
bir yoğunlukla kullanmışlardır. Sözkonusu dönemde Osmanlı yöneticilerinin,
diplomatik ilişkilerin gelişimi açısından büyük önem taşıyan “çok-taraflılık” ve
“egemen eşitlik” gibi olgulara hiç de soğuk bakmadıkları görülmektedir. Hatta,
diplomatik ilişkilerini genel olarak bu çerçevede sürdürmüşlerdir.
Fakat, sözkonusu dönemde Osmanlı yöneticilerinde esasen güçlülük
devrinde ortaya çıkacak anlayış değişiminin ilk işaretleri de kendini göstermeye
başlamıştır. Nitekim, Sırbistan ve Bulgaristan gibi bu dönemde fethedilen ülkelerle
yürütülen ilişkiler tedrici bir biçimde değişmiştir. Önce büyük oranda eşitlik
temelinde yürütülen ilişkiler, bu ülkelerin fethinden sonra himaye kurulmasıyla, belli
283 Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa: 1300–1700, Çev:Ülkün Tansel, Đstanbul, Kitap
Yayınevi, 2004, s. 25. 284 Maria Pia Pedani-Fabris, “Ottoman Diplomats in the West: The Sultan Ambassadors to the
Republic of Venice”, Tarih Đncelemeleri Dergisi, S. 11., (1996), s. 187. Ticaretin Osmanlı-Venedik
ili şkilerindeki rolü ile ilgili olarak bkz: Şerafettin Turan, “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi”, Belleten,
S. 125., (Ocak 1968), s. 247-283; Fatma Mansur Coşar, “Venedik ve Osmanlı Arasındaki Bağ:
Tüccarlar”, Toplumsal Tarih, S. 2., (Şubat 1994), s. 17-21. Venedik, 17. yüzyılın ortalarına kadar, Batı
dünyasının Osmanlı Đmparatorluğu ile ilgili temel bilgi kaynağı olacaktır. Bu hususta bkz: Robert
Mantran, XVI-XVIII Yüzyıllarda Osmanlı Đmparatorlu ğu, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara,
Đmge Yayınevi, 1995, s. 85–90.
141
bir süre sonra da sözkonusu ülke hanedanlarının tasfiye edilerek doğrudan yönetim
kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 285
Kuruluş döneminde Osmanlı sarayının yabancı elçilik heyetlerinin kabulü
ve elçilik heyetleri gönderilmesi açısından gittikçe daha faal hale geldiği
görülmektedir. Sürekli diplomasi anlayışının ortaya çıkmadığı bu dönemde, Osmanlı
padişahlarının diğer ülkelere çok sayıda ad hoc elçi göndermesi ve elçi kabul etmesi,
diplomasinin fütühatçı anlayışla güzel bir biçimde bağdaştırıldığının ve
desteklendiğinin önemli bir göstergesidir.
Osmanlılar tarafından kabul edilen ilk elçilik heyetinin -Bizans’dan gelenler
dışında- I. Murat döneminde gelen Raguza heyeti olduğu sanılmaktadır.286 Unat,
Osmanlı topraklarına katılan ülkelere -Bizans’a, Erdel’e ve Mısır’a- gönderilen
elçilik heyetlerini dâhil etmediği listesinde, ilk Osmanlı elçilik heyetinin 1417’de (I.
Mehmet döneminde) Venedik’e gittiğini belirtmektedir.287 Fakat, Osmanlı
kaynaklarında sözkonusu dönemle ilgili belgelerin çeşitli nedenlerle ortadan
kalkmasından dolayı288, gönderilen ve kabul edilen elçilik heyetleri hakkında yeterli
bilgi bulunmamaktadır.
b)1453–1699 Dönemi
Döneme rengini veren temel olgu, Osmanlı Devleti’nin bir imparatorluğa
dönüşmesidir. Bu dönüşümün altında, devletin hızla genişleyerek siyasal, askeri,
285 Halil Đnalcık, “Osmanlı Fetih Yöntemleri”, Söğüt’ten Đstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kurulu şu
Üzerine Tartışmalar, Oktay Özel ve Mehmet Öz(der.), 2. B., Ankara, Đmge Yayınları, 2005, s. 443. 286 Onur Kınlı, Osmanlı’da Modernleşme ve Diplomasi, Ankara, Đmge Yayınları, 2006, s. 113–114. 287 Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara, TTK Yayınları, 1992, s. 221. 288 Devletin Đstanbul’dan önceki başkentleri olan Bursa ve Edirne’deki arşivlerin Timur Đstilası ve
çıkan yangınlar sebebiyle yok olduğu tahmin edilmektedir. Necati Aktaş, “Osmanlı Dönemi
Arşivciliğimiz”, Osmanlı, Güler Eren (ed.), C. VI., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 304.
142
ekonomik ve kültürel açıdan büyümesi olduğu kadar, II. Mehmet’in devleti bir
imparatorluğa dönüştürme yolundaki politikası ve icraatları da yatmaktadır. II.
Mehmet Osmanlı Đmparatorluğu’nun gerçek kurucusu olarak görülmektedir.289
II. Mehmet tarafından temelleri atılan imparatorluk kurumları ve geliştirilen
“emperyal” anlayış, Osmanlı Đmparatorluğu tarihinde klasik ya da kadim olarak
nitelendirilebilecek dönemin başlamasını sağlamıştır. Osmanlı diplomasisinin
tarihinde de klasik dönemin II. Mehmet’le başlatılması yerinde olacaktır.
II. Mehmet’le başlayan klasik dönemin 1699 Karlofça Antlaşması’na kadar
sürdüğü söylenebilir. Fakat, sözkonusu dönem de kendi içinde iki ayrı alt döneme
indirilebilecektir:
-15. yüzyılın ilk yarısından 17. yüzyıl başına kadar süren mutlak güçlülük
dönemi.
-17. yüzyıl başından 18. yüzyıl başına kadar süren görece güçlülük dönemi.
Đlk dönemde imparatorluk geleneksel yapısını korumuş, fütühatçı anlayış
çerçevesinde sürekli olarak büyümüş ve gelişmiştir. Đkinci dönemde ise, geleneksel
yapı bozulmaya başlamış, fütühatçı anlayış sürse de fetihler hayli azalmıştır. Đkinci
dönemde ortaya çıkan bu gelişme, ileride incelenecek olan 1699–1793 dönemini
etkileyecek dinamiklerin de filizlenmeye başlamasını sağlamıştır.
Sözkonusu dönemde, Osmanlı diplomasinin üslup boyutunda üç dinamiğin
asli bir öneme sahip olduğu görülmektedir:
Osmanlı Đmparatorluğu’nun diplomasi anlayışında ve diplomasinin
yürütülmesinde en belirleyici olgu, sahip olduğu güçtür. Kendini en somut biçimde
savaş meydanlarındaki başarılarla gösteren bu olgu, imparatorluğun siyasal,
ekonomik, askeri ve toplumsal alanlardaki gücünden kaynaklanmaktadır. 17. yüzyıla
289 Đnalcık, Osmanlı Đmparatorlu ğu Klasik Çağ, s. 34.
143
kadar, Osmanlı Đmparatorluğu yapılan hemen hemen bütün savaşlarda (1529’daki I.
Viyana Kuşatması’ndaki başarısızlık, 1571’de Đnebahtı’da alınan ağır yenilgi gibi
istisnalar dışında) başarılı olmuştu. Bu durum diplomasinin daha geri plana
düşmesine sebebiyet vermişti. Çünkü, Osmanlılar dış politik hedeflerini büyük
oranda diplomasinin barışçı yöntemlerine ihtiyaç duymadan askeri yollarla
gerçekleştirebilmeyi başarmışlardı. Bu dönemde diplomatik yöntemlere ihtiyacı olan
taraf, Osmanlı Đmparatorluğu karşısında askeri alanda başarısız olan ve onunla
ekonomik ilişkiler kurmak isteyen Batılı devletler olacaktır.
Nitekim, Batılı devletler diplomatik yöntemlere duydukları ihtiyaca binaen,
Osmanlı Đmparatorluğu’na çok sayıda ad hoc elçi gönderecekler ve Đstanbul’da
ikamet elçilikleri kuracaklardır. Böylece, Batı’yla Osmanlı arasındaki diplomatik
süreçte aktif konumda bulunan Batı olacaktır.
Đkinci olarak, Osmanlı Đmparatorluğu’nun sahip bulunduğu güç, devletin dış
politika söylemine de yansımıştır. Sözkonusu dönemde, Osmanlı padişahlarının
“üniversalist” bir söylemi benimsedikleri görülmektedir. Bu söylemin en genel
olarak ifadesi “nizam-ı alem”di. Bu kavramın da işaret ettiği gibi, Osmanlı
padişahları dünyaya düzen getirmeyi vazetmekte, bunun da bütün dünyanın Osmanlı
yönetimi altına alınmasıyla mümkün olacağını düşünmekteydiler. Barış ve düzen
sadece Osmanlı yönetimi altında sağlanabilecekti. Meşru olan Osmanlı yönetimi ya
da Osmanlı barışı (Pax Ottomana) idi.290 Fütühatçı anlayışın Đslami bir çerçevede
sunulmasına dayanan bu söylem, doğal olarak Osmanlı sınırları dışında kalan
dünyadaki siyasal yönetimlerin meşru olmadığı tezini de içermekteydi. Dolayısıyla,
devletin temel görevi “Pax-Ottomana”nın üniversal bir olgu haline getirilmesiydi.
290 Đlber Ortaylı, “Osmanlı Barışı”, Osmanlı Barışı, 4. B., Đstanbul, Ufuk Kitapları, 2004, s. 11-22.
144
Roma’daki diplomasi anlayışı incelenirken görüldüğü gibi, Roma’nın dış
dünya algısına çok benzeyen bu yaklaşımın geliştirilmesinde, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Roma/Bizans mirasına sahip çıkma ve bu geleneği sürdürme
politikasının da büyük rolü bulunmaktadır. Özellikle, bu anlayışın mimarı olan II.
Mehmet’in Roma/Bizans geleneğini sürdürme konusunda çok açık bir politika
izlediği görülmektedir. Nitekim, II. Mehmet “kayzer-i Rum” unvanını kullanmakta
hayli ısrarlı olmuştur. Dolayısıyla, Roma/Bizans’ın, kendi imparatorluklarının
dünyanın merkezini teşkil ettiği ve dünyayı yönetme hakkına sahip tek meşru güç
oldukları doğrultusundaki söylemleri, Osmanlılar tarafından da büyük oranda
benimsenmiştir.291
Osmanlıların dış dünyaya bakışını gösteren bu anlayış, doğal olarak
diplomasiye de yansımıştır. Bu anlayış çerçevesinde, Osmanlı Đmparatorluğu
dışındaki ülkeler meşru bir taraf olarak görülmemektedir. Bu yüzden, Osmanlılar
diplomasi açısından çok önemli olan “egemen eşitlik”li ği klasik dönemde kabul
etmemişlerdir. Dolayısıyla, diplomasi daha çok tek taraflı bir süreç olarak
algılanmıştır. Fakat, Osmanlıların diplomasiyi Çinliler gibi mutlak anlamda tek
taraflı bir süreç olarak da görmedikleri açıktır. Nitekim, ad hoc nitelikte çok sayıda
elçi, taraf kabul edilmeyen ülkelere gönderilmiştir.292 Bu çerçevede, diğer taraflar,
eşit olarak görülmese ve diplomatik süreçte bu eşitsizlik her boyutta gösterilmeye
291 Ortaylı, Roma/Bizans mirasının Osmanlı Đmparatorluğu’nun şekillenmesinde çok temel bir rol
oynadığını ileri sürmektedir. Osmanlıların üniversal imparatorluk anlayışı, Roma/Bizans geleneğinin
sürdürülmesiyle ortaya çıkmıştır. Ortaylı’ya göre, Osmanlı Đmparatorluğu bizatihi 3. Roma’dır. Đlber
Ortaylı, “Osmanlı: Üçüncü Roma Đmparatorluğu”, Osmanlı Barışı, 4. B., Đstanbul, Ufuk Kitapları,
2004, s. 45-47. Köprülü ise, Osmanlı Đmparatorluğu’nun üniversal imparatorluk anlayışının
Roma/Bizans mirası olduğu görüşünü eleştirmektedir. Köprülü’ye göre, bu anlayış Türk-Đslam
geleneğinden kaynaklanmaktadır. Fuat Köprülü, Bizans Müesseslerinin Osmanlı Müesseselerine
Tesiri, 3. B., Đstanbul, Kaynak Yayınları, 2002, s. 113-125. 292 Örneğin, 1384–1672 yılları arasında sadece Venedik’e 150’den fazla elçilik heyeti gönderilmiştir.
Pedani-Fabris, “Ottoman Diplomats in the West”, s. 187.
145
çalışıldıysa da, diplomatik ilişkilerin yürütülmesinde mutlak anlamda teorik bir
katılığın olmadığı söylenebilecektir.
Üçüncü olarak, sözkonusu dönemde Osmanlı Đmparatorluğu’nda Đslam’ın
ağırlığını arttırması, diplomasi anlayışına da etkilerde bulunmuştur. Aslında, II.
Mehmet, 1453 sonrasında çok daha kozmopolit bir devlet ve toplum yapısı
oluşturmaya çalışmıştı. Bu politika yukarıda belirtilen Roma/Bizans geleneğini
sürdürme anlayışının bir uzantısıydı. Fakat, II. Mehmet’ten sonra tahta çıkan II.
Beyazıt’la beraber Osmanlı siyaset anlayışı ve devlet yönetiminde Đslam’ın etkisi
artmaya başlamıştır. I. Selim döneminde Suriye, Mısır ve Hicaz’ın ele geçirilmesiyle,
siyaset anlayışında ve devlet yönetiminde Đslam’ın o zamana kadar olmadığı ölçüde
önem kazandığı görülmektedir.293 Bunun temel nedeni, sözkonusu ülkelerde yaşayan
milyonlarca Müslüman’ın imparatorluğa katılması sonucunda, Đslam’ın birleştirici
bir unsur olarak daha fazla kullanılmasına ihtiyaç duyulmasıdır. Đslamileşme’nin
diğer nedenleri, Hilafetin Osmanlı padişahlarına geçmesi ve Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Đslam dünyası içinde Şii Đran’la artan mücadelede Sünni Đslam’ın
lideri rolüne soyunmasıdır. Ayrıca, Osmanlılar Memluk Devleti’nin ve bu ülkede
bulunan Abbasi Halifeleri’nin tasfiyesiyle Hıristiyanlığa karşı -Şii Đran’ı bir kenara
bırakacak olursak- temel Müslüman güç haline gelmişlerdi.
Osmanlı Đmparatorluğu’nda Đslam’ın etkisinin artması, dış politikada din
unsurunun daha merkezi bir konuma gelmesini sağlamıştır. Üniversalist söylemde
Müslüman-gayrı Müslim ayrımı daha fazla vurgulanır hale gelmiş, özellikle
Hıristiyan ülkelere yönelik fütühat, Đslam’ın hâkimiyetinin sağlanması çerçevesine
293 I. Selim dönemindeki Đslamileşme eğiliminin analizi için bkz: Andrew C. G. Hess, “The Ottoman
Conquest of Egypt (1517) and the Beginning of Sixteenth-Century World War”, International
Journal of Middle East Studies, Vol. 4., No:1., (January 1973), s. 70-74.
146
oturtulmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla, fütühat artık çok daha belirgin bir biçimde
Đslami meşruiyet zemininde ifade edilmeye başlamıştır.
Bu gelişmenin doğal sonucu, diplomasinin ikinci planda kalmasıdır. Çünkü,
artan biçimde Đslami değerlerle beslenen fütühat anlayışı, Hıristiyanlarla barışın değil
savaşın esas olmasını getirmekteydi. Özelikle kuruluş döneminin başlarında
Hıristiyan devletlerle daha eşitlikçi bir temelde yürütülen diplomasi, Đslam’ın
Hıristiyanlık üzerindeki mutlak üstünlüğünü vazeden Đslami söylemden etkilenmiş ve
görece eşitlikçi anlayış tamamen terk edilmiştir.
Yukarıda belirtilen dinamiklerle beslenen ve savaş meydanlarındaki büyük
başarılarla somutlaşan Osmanlı Đmparatorluğu’nun emperyal anlayışının doğal
sonucu, diğer ülkelerle ilişkilerin mutlak bir üstünlük temelinde kurgulanmasıdır. Bu
anlayışa göre, Osmanlı Đmparatorluğu diğer ülkelerden siyasal, ekonomik, askeri,
kültürel vb. açıdan mutlak anlamda üstündür. Dolayısıyla, diğer ülkelerle diplomatik
ili şkiler de bu mutlak üstünlük çerçevesinde yürütülmelidir. Üstünlük kurgusunun en
somut örneklerinden biri, I. Süleyman’ın Fransa Kralı I. Fransuva’ya gönderdiği
mektupta görülmektedir. Sözkonusu mektupta, I. Süleyman sahip olduğu onlarca
ülkeyi sayarak, kendisinin bir dünya hâkimi olduğu vurgusunu yaparken, I. Fransuva
için sadece “Fransa Kralı” unvanını kullanmaktaydı. Bu şekilde, 16. yüzyılda
Avrupa’daki en önemli iki güçten biri olan Fransa Krallığı’nın aşağılandığı, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun mutlak üstünlüğünün ise çok açık bir biçimde vurgulandığı
görülmektedir.294
Mutlak üstünlük anlayışı, Osmanlı Đmparatorluğu’nun bu dönemdeki başka
diplomasi uygulamalarına bakıldığında da rahatlıkla görülmektedir.295 Örneğin,
294 Yurdusev, “The Ottoman Attitude toward Diplomacy”, s. 19. 295 Roosen, diplomatik törenlerin devletler açısından sahip olduğu anlamı ele aldığı makalesinde,
egemenlik ve güç vurgusuna verilen önem ile diplomatik törenler arasındaki bağı çok açık bir biçimde
147
yabancı elçilerin kabullerinde Osmanlı’nın gücünün ve üstünlüğünün yansıtılmasına
hayli önem verilmekteydi.296 Yabancı elçilerin Osmanlı sarayına kabullerinde
uygulanan bazı kurallar üzerinde biraz daha durmak yerinde olacaktır:
Öncelikle, yabancı elçileri kabul şekilleri ve kabul sırasında yapılan
merasimler- Osmanlı saray görevlileri tarafından büyük bir özenle uygulanan genel
kurallara bağlı olsa da- elçinin gönderildiği ülkeye verilen önem çerçevesinde yine
de bazı değişiklikler göstermekteydi. Osmanlı Đmparatorluğu’yla elçi gönderen ülke
arasındaki ilişkiler iyiyse ya da sözkonusu ülke Osmanlı yöneticileri tarafından özel
önem verilen bir ülkeyse, elçiye yapılan muamele çok daha sıcaktı. Gönderen ülkeyle
ili şkiler kötüyse ya da bu ülkeye verilen önem az ise muamele daha soğuktu.297
Osmanlı Đmparatorluğu’na gelen ad hoc nitelikli yabancı elçiler, sınırda
karşılandıktan sonra Osmanlı topraklarından çıkışlarına kadar masrafları Osmanlı
hazinesi tarafından karşılanırdı.(Tayinat Usülü)298 O dönemde Avrupa’dakinin tam
aksine olan bu uygulamayla, padişahın yabancı elçilerin masraflarını bile
karşılayarak onlara ihsanda bulunduğu izlenimi verilmekte, dolayısıyla devletin
büyüklüğü gösterilmekteydi.
ortaya koymaktadır. Roosen’e göre, diplomatik törenlerin evrimiyle egemen ulus-devletin evrimi
arasında yakın bir ilişki vardır. William Roosen, “Early Modern Diplomatic Ceremonial: A Systems
Approach”, The Journal of Modern History, Vol. 52., No:3, (September 1980), s. 452-476. 296 Bu konuda aşağıda atıfta bulunulan kaynaklar dışında ayrıca bkz: Olga Zigoreviç, “Yabancı
Elçilerin Osmanlı Memleketlerinde Seyahatleri ve Huzura Kabulleri”, Belgelerle Türk Tarih
Dergisi, S. 4., (1968), s. 45-49. 297 Hakan T. Karateke, Padişahım Çok Yaşa!, Đstanbul, Kitap Yayınevi, 2004, s. 123. Aslında,
diplomatik ilişkilerdeki bu yaklaşım diplomasinin kurumsallaştığı ve geliştiği Avrupa’dan pek de
farklı değildi. Avrupa’da da, diplomasi sürekli diplomasiye geçiş sonrasında büyük bir gelişme
göstermişti. Fakat, 1815 Viyana Kongresi’ne kadar diplomasinin yürütülmesi hususunda çok önemli
bir uluslararası kurallaşma sağlanamamıştır. Meray, Devletler Hukukuna Giri ş, C. II., s. 14. 298 Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, s. 277.
148
Elçilerin huzura kabullerinin de benzer bir anlayışla yapıldığı görülmektedir.
Bir teamül olarak, elçilerin huzura kabulleri Kapıkulu ocaklarına ulufe dağıtıldığı
Salı gününe dek getirilir, bu vesileyle yapılan görkemli törenlerden elçilerin
etkilenmesi sağlanırdı.299 Devletin gücünün gösterilmesi için olumsuz olayların da
elçilere seyrettirildiği görülmektedir. Bu amaçla, yüksek düzeyli bir Osmanlı
memurunun rütbesinin indirilmesi, sürgün edilmesi, hatta idam edilmesi gibi olaylar
da kullanılmaktaydı.300
Elçilere, huzura kabul edilmeden önce “hil’at” adı verilen bir kürk
giydirilirdi. Aslında bu uygulama onur vermek amacıyla yapılsa da, özellikle Batılı
elçilerce aşağılayıcı bir uygulama olarak görülmekteydi. Çünkü, üstü kapalı bir
biçimde, elçilerin “kendi kıyafetleriyle huzura kabul edilemeyecek kadar düşük
seviyede oldukları” izlenimi verilmekteydi. Padişahın huzuruna çıkabilmek için
“medeni” bir kıyafet giyilmesi gerekmekteydi.301 Huzura kabul edilen elçinin iki
koluna birer kapıcıbaşı girer, elçinin padişah karşısında eğilmesini sağlarlardı.
Padişahların “itimatname”sini sunan elçilere döneme göre farklı davrandıkları
görülmektedir. Örneğin, Osmanlı Đmparatorluğu’nun gücünün doruğunda olduğu
devirde hüküm süren I. Süleyman elçilerle hiç konuşmamıştır. Đmparatorluğun
zayıflamasının etkisiyle diplomasiye ihtiyacın arttığı sonraki devirlerde ise,
299 Ibid. , s. 289. Fakat, bazı acil durumlarda elçinin kabulü için Ulufe Divanı’nın beklenmediği de
görülmektedir. Ahıskalı, Osmanlı Devlet Teşkilatında Reisülküttaplık , s. 239. Elçi kabul törenleri
ile ilgili Batılıların gözlemleri için örneğin bkz: s. 87-89. Antonie Galland, Đstanbul’a Ait Günlük
Anılar (1672-1673), C. II., Çev:Nahid Sırrı Örik, 3. B., Ankara, TTK Yayınları, 1998, s. 62-65;
Edmund D. Chishull, Türkiye Gezisi ve Đngiltere’ye Dönüş, Çev:Bahattin Orhon, Đstanbul, Bağlam
Yayınları, 1993, s. 86-89. 300 Karateke, Padişahım Çok Yaşa!, s. 123. 301 Benzer bir uygulamanın Çin’de de yapıldığı ilgili başlık altında belirtilmişti.
149
padişahların elçilerle konuşarak, kendilerinin ve mensubu oldukları ülkenin kralının
hatırını sordukları görülmektedir. 302
Batılı ülkelerden gelen elçilerin, kabul törenlerindeki uygulamaları
aşağılayıcı buldukları bilinmektedir. Örneğin, Baron de Tott, 18. yüzyılın ortası gibi
Osmanlı Đmparatorluğu’yla Batılı devletler arasındaki ilişkilerin fiilen çok daha
eşitlikçi bir temele oturduğu devirde bile, büyükelçilerin huzura kabul törenlerinde
karşılaştıkları “aşağılayıcı” hareketlerin ortadan kaldırılması gerektiğini
vurgulamaktaydı.303
Osmanlı Đmparatorluğu’nun, diplomasi uygulamalarında somutlaşan
“üniversal bir imparatorluk” olarak gücü esas alan yaklaşımının, diplomasinin
gelişimi açısından olumsuz etkide bulunduğu açıktır. Fakat, Osmanlı Đmparatorluğu
en güçlü olduğu sözkonusu devirde bile diğer devletlerle diplomatik ilişkiler
kurmaktan kaçınmamıştır. Çin örneğinde görüldüğü gibi kısmi izolasyon, Japonya
örneğinde görüldüğü gibi mutlak bir izolasyon herhangi bir zaman sözkonusu
olmamıştır.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun diplomasiyi sürekli ya da ad hoc nitelikli yabancı
elçilik heyetlerini kabul etmek ve diğer ülkelere elçilik heyetleri göndermek şeklinde
her iki şekilde de kullandığı görülmektedir. Osmanlı Đmparatorluğu elçilik heyetleri
göndermek ya da kabul etmek yoluyla Avrupa diplomasi sahnesinde çok önemli ve
canlı bir aktör olmuştur. Goffman, modern diplomasinin temellerinin atıldığı
Rönesans döneminde Osmanlıların çok silik bir unsur olarak ele alınmasını
eleştirerek, Đtalya’da diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarında gelişiminde çok
302 Ibid. , s. 124. 303 Baron De Tott, 18. Yüzyılda Türkler: Türkler ve Tatarlara Dair Hat ıralar , Çev:M. Reşat
Uzmen, Đstanbul, Elips Kitap, 2004, s. 17.
150
önemli bir rolleri olduğunu ileri sürmektedir.304 Goffman’a göre, balyosluk kurumu
ve Đtalyan kent-devletleri tarafından Osmanlı topraklarında kurulan konsolosluklar
sürekli elçiliklerin birer proto-tipidir. Ayrıca, Osmanlılar tarafından verilen
kapitülasyonlar, Avrupa ülkelerine, diplomasinin temel taşlarından olan “elçilik
hakkı”, “diplomatik dokunulmazlık” gibi hususları içermesi nedeniyle örnek
oluşturmuştur. “Osmanlı tehdidi”ne karşı Batılıların ittifak yapmaları ihtiyacı da bu
ülkeler arasındaki diplomatik temasların sıklaşmasına neden olmuştur. Böylece, bu
ülkeler arasında gelişen diplomatik ilişkiler Avrupa diplomasisinin
kurumsallaşmasını, dolayısıyla sürekli diplomasi anlayışını benimsemelerini
sağlamıştır.
Bu dönemde Osmanlı Đmparatorluğu ad hoc diplomasi anlayışı çerçevesinde
birçok ülkeye diplomatik heyetler göndermiştir. Bu heyetlerin gönderiliş nedenleri
çeşitlilik göstermektedir:305
-Barış görüşmelerinde bulunmak.
-Padişahların tahta çıkışlarını, kazanılan zaferleri bildirmek.
-Tahta çıkan kralları tebrik etmek ve taç giyme törenlerinde bulunmak.
-Vergi, siyasal ya da askeri destek istemek.
-Yapılan antlaşmalarla ilgili görüşmelerde bulunmak.
-Padişahların mektuplarını iletmek.
-Diğer devletlerin Osmanlı Devleti hakkındaki görüşlerini almak.
Osmanlıların çevresindeki ülkeler dışında, Avrupa’daki diğer güçlerle de
diplomatik ilişkilerini geliştirmeye başlamaları 15. yüzyılın sonlarında olmuştur. Bu
durum, Osmanlı iç siyasetindeki gelişmelerin sonucudur:
304 Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa, s. 216-221. 305 Hüner Tuncer, “Osmanlı Devletinde Đlk Diplomasi Uygulamaları”, Tarih ve Toplum, S.12,
(Aralık 1984), s. 57–58.
151
II. Mehmet’in ölümünden sonra, şehzadeler Beyazıt ve Cem arasındaki taht
mücadelesini Beyazıt kazandı. Bunun üzerine Cem Rodos’a kaçmak zorunda kaldı.
Adayı ellerinde tutan Rodos Şövalyeleri, Cem’i Osmanlılara karşı bir pazarlık unsuru
olarak kullandılar. Cem’in tekrar Anadolu’ya geçerek iktidar talebiyle harekete
geçmesinden korkan II. Beyazıt, Rodos Şövalyeleri’yle iyi ilişkiler kurmak istedi. Đki
taraf arasında yoğun bir diplomatik süreç yaşandı.306 Cem, daha sonra önce
Fransa’ya, oradan Papalığın merkezi olan Roma’ya götürüldü. Hıristiyan güçler,
Cem’i ellerinde tutarak Osmanlı Đmparatorluğu’na şantaj yapmak, bu sayede tavizler
koparmak istiyorlardı. II. Beyazıt, Avrupa’da Cem’in salıverilmesini önlemek için
etkili bir diplomasi yürüttü. Osmanlı Đmparatorluğu’yla Papalık arasında bir
antlaşma307 imzalanmasıyla somutlaşan bu diplomatik süreç, Osmanlıların “zafiyet”
durumunda diplomasiyi kullanmak zorunda kalmalarının o tarihe kadarki en güzel
örneğiydi. Đnalcık’a göre, diplomatik temasların yoğunlaştığı bu devir, Osmanlı
tarihinde Avrupa devletleriyle sıkı ilişkiler kurma bakımından bir dönüm
noktasıdır.308
Cem Sultan meselesi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun bir anlamda “istem dışı”
biçimde Avrupa diplomasi sahnesinde yer almasına neden olmuştur. Üstelik,
diplomatik faaliyetlerin sıklığı, Osmanlıların diplomasi sahnesindeki en aktif
ülkelerden biri olmasını sağlamıştır. Yaklaşık 30 yıl sonra, Osmanlılar bu sefer
istekleri doğrultusunda Avrupa diplomasi sahnesinde çok aktif bir biçimde yer
almaya başlayacaklardır. Sözkonusu gelişmede, sadece Osmanlıların bu yöndeki
306 Bu süreç için bkz: Nicolas Vatin, Rodos Şövalyeleri ve Osmanlılar: Doğu Akdeniz’de Savaş,
Diplomasi ve Korsanlık, Çev:Tülin Altınova, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004, s. 151–197. 307 Bu antlaşma için bkz: Halil Đnalcık, “A Case Study in Renaissance Diplomacy: the Agreement
between Innocent VIII and Bayezid II on Djem Sultan”, Ottoman Diplomacy: Conventional or
Unconventional?, A. Nuri Yurdusev(ed.), Basingstoke, Palgrave, 2004, s. 72-80. 308 Halil Đnalcık, “Avrupa Devletler Sistemi, Fransa ve Osmanlı”, Doğu Batı, S.14, (2001), s. 123.
152
iradeleri değil, Avrupa’daki gelişmeler sonucunda Avrupalı devletlerin Osmanlı
Đmparatorluğu’na bakışlarını tedrici bir biçimde değiştirmelerinin de hayli etkisi
vardır. Şöyle ki, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
fiilen Avrupa devletler sisteminin bir parçası haline geldiği görülmektedir. Osmanlı
Đmparatorluğu, artan gücü çerçevesinde kendisine daha saygın bir konum edinmeye
başlamıştır. Avrupalı devletler, Osmanlı Đmparatorluğu’nu kendi aralarındaki güç
mücadelelerinde önemli bir aktör olarak görmeye başlamışlardır. Bunun iki ana
nedeni bulunmaktadır:
Birincisi, Avrupa’da feodalizmin çöküşüyle beraber ulusal monarşilerin
yükselmesidir. Ulusal monarşiler daha laik temellere oturmaktaydılar. Ayrıca,
Protestanlığın ortaya çıkışıyla Hıristiyan dünyasının bir kez daha bölünmesi,
Hıristiyan birliği anlayışının temellerine büyük bir darbe vurmuştu. Bu nedenle,
Avrupalı güçler artık çok daha açık bir biçimde, Hıristiyan birliği yerine kendi
çıkarlarını merkez alan politikalar izlemeye yöneldiler. Böylece, Osmanlı
Đmparatorluğu’na karşı izlenen politika da değişmeye başladı. Artık, Papalık
önderliğinde yapılan Osmanlı aleyhtarı ittifaklar ve Müslümanlara karşı mutlak savaş
politikası eskisi kadar taraftar bulamayacaktı.
Nitekim, 16. yüzyıl başlarında Osmanlılarla ilişkiler konusunda farklı fikirler
ortaya çıktı. Habsburg Đmparatoru Şarlken, Avrupa Hıristiyan dünyasını tek bir
imparatorluk altında birleştirmek ve bu bağlamda Osmanlılara karşı Haçlı seferi
başlatmak eğilimindeydi. Ortaçağ Avrupası’nın “respublica Christiana” anlayışının
uzantısı olan bu politika, Avrupa’daki bazı ülkeler tarafından benimsenmedi. Hatta,
tam aksine, bazı ülkeler Osmanlılarla işbirliği yapma eğilimindeydiler. Fransa,
Đngiltere ve Alman Prenslikleri Habsburg hegemonyasından rahatsızlık
duymaktaydılar. Bu yüzden, Şarlken’e karşı bağımsızlıklarını destekleyecek
153
“herhangi” bir devletle işbirliği yapmaktan çekinmediler. Đşbirliği yapılan devletin,
“sürekli düşman” olarak görülen Osmanlı Đmparatorluğu olmasında da bir sakınca
yoktu. Nitekim, Habsburglara karşı Avrupa’da denge arayan ülkeler, bunu sağlamak
için, 16. yüzyılın en güçlü devleti olan Osmanlı Đmparatorluğu’na ya başvurdular ya
da başvurma tehdidinde bulundular. Özellikle Fransa’nın Osmanlıların desteğini
alma yolundaki çabalarıyla açık bir biçimde ortaya çıkan bu durum, Osmanlıların
Avrupa açısından sadece bir sistem-dışı “öteki” olarak değil, aynı zamanda sistem-içi
“aktör” olarak görüldüğü anlamına gelmekteydi. 309
Đkincisi, Avrupa’da ticari kapitalizmin yükselmesi yeni politikaların ortaya
çıkmasına neden oldu. Özellikle, Batı Avrupa ülkeleri ticari ilişkilerini geliştirmek ve
dünyanın diğer bölgeleriyle iktisadi bağlar kurmak istediler. Bu çerçevede, ticari
anlamda ilk girilecek bölgelerden biri de Akdeniz olacaktı. 16. yüzyıla kadar,
Akdeniz - ya da genel olarak Doğu-Batı- ticareti temelde Đtalyan kent-devletleri
tarafından yürütülmekteydi. Ticaret sonucunda ortaya çıkan büyük kazançtan pay
almak isteyen Fransa, Hollanda ve Đngiltere gibi ülkeler, Osmanlılarla ilişkilerini
geliştirme ihtiyacı duydular. Bu yüzden Osmanlı Đmparatorluğu’yla diplomatik
bağlar kurdular. Ekonomik çıkarlar, Avrupalı güçlerin Osmanlılara karşı sadece
savaşı temel alan bir Hıristiyan birliği politikası izlemesine engel oluşturmaya
başlamıştı. Osmanlılar artık sadece bir düşman değil, aynı zamanda ticari ortaktı.
Osmanlılar da, Batılı ülkelerin kendileriyle ilişkilerini geliştirerek diplomatik
bağlar kurma yönündeki politikalarına kayıtsız kalmamışlardır. Nitekim, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun en güçlü devrinde I. Süleyman, Fransa Kralı I. Fransuva’dan
gelen yardım isteğini kabul etmiştir. 1530’ların başında, Osmanlılar Akdeniz’de
Habsburg ve Venedik donanmaları karşısında güç durumda kalmışlardı. Bunun da
309 Ibid. , s. 127.
154
etkisiyle, iki ülke arasında fiili bir askeri ittifak kurulması fikri Osmanlılar tarafından
da benimsenmiştir. Karşılıklı elçi ziyaretleriyle yürütülen görüşmeler, bir ittifak
antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlandı. Đki ülke Akdeniz’de eşzamanlı hatta ortak
askeri harekâtlar yaptılar. I. Fransuva’nın oynak politikası nedeniyle, 1540’ların
ortalarına kadar süren bu ittifak tam hedefine ulaşamadı. Çünkü, I. Fransuva bir
yandan Osmanlılarla ittifak yaparken, diğer yandan bu ittifakın getirdiği
yükümlülüklere uymakta isteksiz davranıyordu. I. Fransuva, Şarlken’in “Fransa’nın
Osmanlılarla işbirliği yaparak Hıristiyanlığa ihanet ettiği” propagandası nedeniyle
zor duruma düşmüştü. Avrupa’daki desteğini kaybetmemek için, ittifakı gizlemekte
ve kimi yükümlülükleri yerine getirmemekteydi. Fransa’nın ikircikli tutumu ve
ortaya çıkan ciddi sorunlara rağmen, I. Süleyman’ın ittifakı koruma, bu sayede
Hıristiyan dünyasını bölme politikasını izlemeye devam ettiği görülmektedir.310
Osmanlıların güç dengesini kendi lehlerine çevirme doğrultusundaki
diplomatik faaliyetlerinin bir başka örneğini de, Protestan hareketini desteklemeleri
oluşturmaktadır. I. Süleyman, Katolik Habsburglulara karşı savaşan Protestan Alman
Prenslerine gönderdiği mektupta311 Papalığa ve Şarlken’e karşı Fransa’yla işbirliğini
sürdürmelerini tavsiye etmiş, Osmanlı ordusunun da bu savaşta kendilerini
destekleyeceğini vurgulamıştı.312 Itzkowitz’in belirttiği gibi, sözkonusu dönemde -
Fransa, Protestanlar ve Đspanya’dan kovulan Yahudi ve Müslümanlar gibi- Habsburg
karşıtlarının desteklenmesi, Osmanlı Devleti’nin Avrupa politikasının temel taşını
310 Ibid. , s. 129–131. Bu konuda ayrıca bkz: De Lamar Jensen, “The Ottoman Turks in Sixteenth
Century French Diplomacy”, Sixteenth Century Journal, Vol. 16., (Winter 1985), s. 451-470. 311 Đnalcık, Osmanlı Đmparatorlu ğu Klasik Çağ, s. 42. 312 I. Süleyman’ın Protestanlara destek politikası ve bu politikanın Avrupa’daki etkileri için bkz:
Stephen A. Fischer-Galati, Ottoman Imperialism and German Protestanism: 1521–1555, New
York, Octagon Books, 1972, passim.
155
oluşturacaktı.313 Görüldüğü gibi, Osmanlılar güç dengesini kendi lehlerine çevirmek
ve Avrupa’da genişlemeyi kolaylaştırmak için diplomatik yolları kullanmaktan
kaçınmamışlardır. Đmparatorluğun en güçlü olduğu, yani fütühatın en çok görüldüğü
devirde bunun yapılması, Osmanlıların, çıkarlarını korumak için diplomasiyi
maharetle kullanabildiklerinin güzel bir örneğidir.
Osmanlı Đmparatorluğu, 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren rakipleri
karşısındaki mutlak üstünlüğünü kaybetmeye başlamıştır. Bu durum, sadece Batı’nın
güçlenmesiyle ilgili değildi, aynı zamanda imparatorluğun siyasal, ekonomik ve
askeri açıdan içine düştüğü krizin de etkisiyle ortaya çıkmıştı. Đç ve dış etkenler
nedeniyle geleneksel düzeninin bozulmaya başlaması, Đmparatorluğun 16. yüzyıl
sonlarından itibaren büyük bir krize girmesine neden olmuştur. Bu kriz, Osmanlı
Đmparatorluğu’ndaki sosyal uyumu da bozmuş, yüzyılın sonlarında ortaya çıkan
Celali Đsyanları Osmanlı yöneticilerini yıllarca uğraştırmıştır.314
17. yüzyılda, özellikle Batı karşısında askeri başarıların azalması ve buna
bağlı olarak fetihlerin hemen hemen durması, Osmanlılara gücü temel alan
yaklaşımın artık gerçeklikle bağdaşmadığını göstermekteydi. Dolayısıyla, Osmanlı
diplomasinin yeni bir çerçeveye oturtulması gerekliliği ortaya çıkmaktaydı. Fakat, bu
durumun Osmanlı diplomasi anlayışında çok temel bir değişiklik ya da kırılma
yaratmadığı görülmektedir. Bunun temel nedenleri ise şunlardır:
Birincisi, sözkonusu dönemde Batı karşısındaki gerileme çok açık bir
biçimde ortaya çıkmamıştır. Osmanlı Đmparatorluğu, Batı karşısındaki görece
üstünlüğünü, tedrici bir biçimde azalmasına rağmen sürdürmektedir. Dolayısıyla,
313 Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition , s. 34. 314 Celali Đsyanları özelinde Osmanlı Đmparatorluğu’nda sözkonusu dönemde yaşanan büyük bunalımı
ve etkilerini ele alan önemli bir çalışma için bkz: William J. Griswold, Anadolu’da Büyük Đsyan:
1591-1611, 2. B., Çev:Ülkün Tansel, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, passim.
156
Osmanlıların, Batı’yla ilişkilerinde, savaş meydanlarındaki ağır yenilgilerle
somutlaşacak ve geleneksel yaklaşımlarını değiştirmesine neden olacak bir kırılma
daha ortaya çıkmamıştır.
Đkincisi, 17. yüzyılın başlarında Avrupalı büyük güçler arasında çatışmaların
ortaya çıkması, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Batı karşısında gerilemeye başladığını
erken bir tarihte görmesini belli oranda engellemiştir. Osmanlı Đmparatorluğu’nun
Batılı rakipleri, 1618–1648 yılları arasında süren 30 Yıl Savaşları sırasında, Avrupa
içi meselelerle ilgilendiklerinden Osmanlılar Batılı güçler karşısında genel olarak
rahat bir dönem geçirmişlerdir.315 Avrupalı güçlerin kendi aralarındaki sorunlarla
ilgilenmeleri, sözkonusu devirde büyük iç karışıklar yaşayan Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Batılılar karşısında yenilgiler almasını engellemiştir. Dolayısıyla,
1683–1699 yılları arasında alınan ağır yenilgiler sonucunda imzalanacak Karlofça
Barış Antlaşması’nın, Osmanlıların diplomasi anlayışında yarattığı büyük kırılma
benzeri bir gelişme bu dönemde ortaya çıkmamıştır.
Üçüncüsü, sözkonusu dönemde Osmanlıların Batı’yla ilişkilerinde siyaset
felsefelerinde bir değişim yapmamaları diplomasi anlayışlarında kırılma yaratacak
önemli bir farklılaşmanın ortaya çıkışını engellemiştir. Batı karşısında üstünlüğün
siyasal, ekonomik, askeri, teknolojik vb. dinamikleri ortadan kalktıysa da,
Osmanlılar “dünyanın merkezi” oldukları söylemine ve diğer ülkelerle mutlak
eşitsizliğe dayanan anlayışlarını değiştirmemişlerdir. Hâlbuki, aşağıda görüleceği
gibi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun diğer ülkelerden üstün olduğu anlayışı, 1606’da
Avusturya ile imzalanan Zitvatorok Antlaşması’yla açık bir biçimde ortadan
kalkmıştı. Buna rağmen, 17. yüzyılda, mutlak üstünlük teorisi ve söylemi varlığını
korumuştur. Bu yüzden, Osmanlıların diplomasi anlayışı, Osmanlı
315 Sander, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü, s. 112.
157
Đmparatorluğu’nun mutlak üstünlüğünü temel alan klasik çağ siyaset felsefesinin bir
uzantısı olmaya devam etmiştir.
Dördüncü olarak, Osmanlı yöneticilerinin devletin gerilemesi hususundaki
muhafazakâr yaklaşımları da diplomasi anlayışında kırılma yaşanmasını
engellemiştir. Đleride ortaya konulmaya çalışılacağı gibi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
diplomasi anlayışındaki ve uygulamalarındaki değişim, sadece dış politik koşulların
zorlamasıyla değil, aynı zamanda reform çabalarının bir sonucu olarak da ortaya
çıkmıştır. 18. ve özellikle 19. yüzyıldakinin aksine, 17. yüzyılda, Osmanlılar farkına
varmaya başladıkları gerilemenin nedenini dünyadaki gelişimde değil, kendi
geleneksel yapılarındaki değişimde aramışlardır.316 Osmanlı yöneticilerine göre,
gerileme, devletin yeniden I. Süleyman dönemindeki yapısına ve işleyişine (yani
klasik ya da kadim çağa) dönmesiyle sona erecek, Batı karşısındaki mutlak üstünlük
yeniden sağlanabilecektir. Bu çerçevede, 17. yüzyıldaki ıslahat çabalarının odak
noktasında “yenilik” değil, “restorasyon” anlayışı bulunmaktadır. Batı’nın en
azından askeri ve teknolojik anlamda üstünlüğünün kabul edilmeye başlaması, 18.
yüzyıl sonlarında ortaya çıkacak bir olgudur.
Sözkonusu anlayış, Osmanlıların Batı uygarlığının maddi ve manevi öğelerini
bir bütün olarak küçümsemeleri sonucunu doğurmuştur. Osmanlı uygarlığının
“biricikli ği”nin ve üstünlüğünün hiçbir şekilde tartışma konusu yapılmaması ve
sorunun sadece klasik yapının bozulması şeklinde görülmesi, Batı’nın uygarlık
öğelerinden faydalanmanın sözkonusu bile edilmemesi sonucunu doğurmuştur. Çoğu
kez Đslami bir çerçevede vazedilen mutlak üstünlük ve uzlaşmaz karşıtlığa dayanan
316 Bu anlayışın en bilinen örneği Koçi Bey Risalesi’dir. IV. Murat’a sunulan bu risalede, kötüye
gidişin önlenmesinin Sultan Süleyman dönemindeki düzenin yeniden kurulmasıyla mümkün olacağı
vurgulanmaktadır. Koçi Bey Risalesi, Haz: Ali Kemali Aksüt, Đstanbul, Vakit Matbaası, 1939, s. 61-
64.
158
söylem, aslında dinsel bir bağnazlıktan değil, olgunluk döneminin ileri aşamalarında
olan her uygarlıkta ortaya çıkan doğal muhafazakârlıktan kaynaklanmaktaydı.
Nitekim, Osmanlı Đmparatorluğu’nun kuruluş döneminde eklektik anlayışın nasıl
içtenlikle benimsendiği unutulmamalıdır. Yükselme dönemindeki büyük gelişmenin
Osmanlı yönetici sınıfına verdiği özgüven ve “bilinç”, Batı uygarlığının mutlak bir
“öteki” olarak görülmeye devam etmesini sağlamıştı.317 Bu nedenle, Batı’yla
diplomatik ilişkilerin gelişiminde sonraki devirlerde çok önemli bir rol oynayacak
olan “Osmanlı’ya Batı uygarlığının öğelerini diplomasi yoluyla taşıma” anlayışı
sözkonusu dönemde ortaya çıkmamıştır.
17. yüzyılda, Osmanlı yöneticilerinin diplomasi anlayışında kırılma olarak
nitelendirilebilecek bir değişim, belirtilen nedenlerle gerçekleşememiştir. Ancak,
politik koşullar diplomasi uygulamalarında dikkate değer bir değişimi zorunlu
kılmıştır. Đmparatorluğun giriştiği savaşlarda eski görkemli başarıların elde
edilememesi, diğer devletlerle ortaya çıkan sorunların çözümünde diplomasinin çok
daha belirleyici bir önem kazanmasına neden olmuştur. Bu nedenle, Osmanlı
diplomasisi niteliksel bir değişime uğramıştır.
Đmparatorluğun parlak devirlerinde, savaşlar sonucunda yapılan barış
görüşmeleri, tamamen Osmanlıların rakipleri karşısında muharebe meydanlarında
kazandıkları askeri başarıların bir uzantısıydı. Doğal olarak, diplomatik çözüme, yani
barışa yönelinmesi, çoğunlukla yenilen rakiplerin isteği üzerine gerçekleşmekteydi.
Barış da, Osmanlıların rakiplerine verdikleri bir “ihsan” anlamındaydı. Kazanılan
askeri başarı, yenik güçler tarafından görüşmelerde adeta tescil edilmekteydi.
Böylece, barış görüşmeleri, Osmanlılar lehine yeni bir statüko yaratılmasının siyasi
ve hukuki boyutunu oluşturmaktaydı.
317 Şerif Mardin, Đdeoloji, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1995, s. 120.
159
17. yüzyılda Osmanlıların savaş meydanlarındaki mutlak üstünlüklerini
kaybetmeye başladıkları görülmektedir. Osmanlı Đmparatorluğu, Avusturya ya da
Đran gibi büyük güçler bir yana, gittikçe zayıflayan ve diğerleriyle karşılaştırıldığında
ikinci planda kalan Venedik gibi bir güç karşısında bile başarısız olmaya
başlamışlardı. Bu başarısızlıklar, Osmanlı diplomasisinin niteliksel bir değişime
uğramasına neden olmuştur. Diplomasi, Osmanlıların askeri başarılarının görüşme
masasında teyidi olmaktan gittikçe belirginleşen bir biçimde çıkmıştır. Diplomasi,
rakip devletlerin Osmanlılarla güç dengesini sağlamalarına paralel olarak, statükonun
Osmanlılar lehine yeniden oluşturulması değil, statükonun korunması işlevini haiz
hale geldi. Böylece, diplomasi, asli anlamına uygun olarak karşılıklı ödünlerle ve
pazarlıklarla yürüyen bir şekle büründü.318
Kaçınılmaz olarak, diplomasinin aldığı bu yeni şekil Osmanlılarla rakipleri
arasındaki ilişkinin çok daha eşitlikçi bir çerçeveye oturmasını sağladı. Barış
antlaşmaları Osmanlıların rakiplerine bahşettiği bir “ihsan” olmaktan çıktı. Her ne
kadar Osmanlılar mutlak üstünlük anlayışını ve söylemini korumaya devam ettiyseler
de, bu anlayışın ve söylemin dayandığı koşulların aşınmaya başladığı görülmektedir.
Nitekim, daha 17. yüzyılın başlarında, 1606’da imzalanan Zitvatorok Antlaşması’yla,
artık yeni koşulların ortaya çıktığının ilk işaretleri belirmişti:
Zitvatorok Antlaşması319 Osmanlılarla Avusturyalılar arasında 1592’de
başlayan ve iki tarafın da, belirleyici bir başarı kazanamadıkları için kendi lehlerine
sonuçlandıramadıkları uzun süreli bir savaşın sonunda imzalandı.320 Avrupa
318 Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa, s. 274. 319 Antlaşma metni için bkz: Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C. I.
(Osmanlı Đmparatorlu ğu Andlaşmaları), Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları,
1953, s. 19–21. 320 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. IV., s. 190-191.
160
devletleriyle Osmanlılar arasında “Devletler Hukuku’na uygun olarak yapılan bir
ilk” 321 diye nitelenen Antlaşma, özelikle 3 açıdan önem taşımaktadır:322
Birincisi, Antlaşma tarafsız bir yer olan Macaristan’da imzalanmıştır.
Sözkonusu Antlaşma’ya kadarki bütün antlaşmalar, karşı tarafın gönderdiği elçilerle
yapılan görüşmeler sonucunda, Đstanbul’da imzalanmaktaydı. Bu durum,
Osmanlıların cihan hâkimiyeti çerçevesinde geliştirdikleri “dünyanın merkezi” olma
anlayışının bir sonucuydu. Yenilen taraf, Đstanbul’a gelerek padişahtan barış ihsan
etmesini dilemeliydi. Zitvatorok Antlaşması’nın tarafsız bir yerde imzalanması, bu
anlayışın ilk kez geçerliliğini yitirdiğini göstermesi açısından çok önemliydi.
Görüşmeler sonucunda varılan bu barış antlaşması, bir lütuf ya da ihsana değil,
uzlaşmaya dayandığı izlenimini çok açık biçimde vermekteydi.
Đkincisi, Osmanlı padişahları Zitvatorok Antlaşması’yla Avusturya
Đmparatoru’nun “kayzer” unvanını kullanmasını ilk defa kabul etmişlerdi. Oysa,
Osmanlılar, o tarihe kadar Avusturya Đmparatoru için sadece “Nemçe Kralı” unvanını
kabul etmekte ve resmi yazışmalarda da bu unvanı kullanmaktaydılar. Osmanlı
Sultanı ile Avusturya Đmparatoru arasında unvan açısından bir eşitli ğin olduğu
Osmanlılar tarafından ilk defa kabul edilmişti. I. Süleyman’ın Fransa Kralı I.
Fransuva’ya sadece “Fransa Kralı” diye hitap ettiği ve Osmanlı hükümdarlarının, I.
Mehmet’ten beri “Kayzer-i Rum” unvanını kullandıkları hatırlanırsa, bu durumun
önemi daha iyi anlaşılabilecektir.
Zitvatorok Antlaşması’nın üçüncü önemi süresiyle ilgilidir. Osmanlı
Đmparatorluğu’yla diğer ülkeler arasındaki daha önceki antlaşmalar ya kısa süreliydi;
ya da, Osmanlı’nın üstünlüğünü gösterir biçimde, “karşı taraf ateşkesi ihlal edene
kadar” hükmü yer almaktaydı. Buna mukabil, Zitvatorok Antlaşması 20 yıl gibi uzun
321 Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, s. 18. 322 Sander, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü, s. 113–114.
161
bir süre için imzalanmıştır. Dolayısıyla, bu özelliğiyle de, Osmanlıların Hıristiyan
güçlere bir lütuf olarak verdiği “geçici” bir ateşkes değil, bir barış antlaşması niteliği
kazandığını göstermektedir. Ayrıca, antlaşma gerçekte 20 yıl değil yaklaşık 60 yıl
yürürlükte kalmıştır. Bu da Osmanlı dış politikasında dikkate değer bir değişimin
ortaya çıktığını göstermektedir.
Nitekim, Osmanlıların, Zitvatorok Antlaşmasıyla girilen yeni devirde
geleneksel fütühat politikalarını yavaş yavaş terk etmek zorunda kaldıkları, temelde
statükoyu bozmaya değil korumaya yöneldikleri görülmektedir.
Bu yüzden, 16. yüzyılın aksine 17. yüzyıl, barış dönemlerinin daha fazla
yaşandığı bir asır olmuştur. IV. Murat dışında, bu devirde hüküm süren padişahlar
eski gaza geleneğini sürdür(e)memişler, seferlerde ordularının başında yer
almamışlardır. Yürütme erkinin sadarete geçmesine paralel olarak, dış politikanın
belirlenmesinde daha belirgin bir rol oynamaya başlayan ve Köprülü Mehmet Paşa
gibi sözkonusu devrin önde gelen sadrazamları da, daha çok, gittikçe ağırlaşan iç
meselelerle uğraşmak zorunda kaldıklarından barışçı bir dış politika çizgisini
benimsemişlerdir.323
Bir yandan Osmanlı Đmparatorluğu’nun daha barışçı bir dış politika çizgisi
izlemesi, öte yandan ise Avrupa devletlerinin açtıkları ikamet elçilikleri ve
gönderdikleri ad hoc elçilik heyetleri vasıtasıyla diplomatik faaliyetlerini arttırmaları,
Osmanlı diplomasi gündeminin daha da yoğunluk kazanmasını sağlamıştır.
Osmanlılar da sözkonusu devirde değişik ülkelere ad hoc elçilik heyetleri
göndermişlerdir.324
323 Naff, “Ottoman Diplomatic Relations with Europe in the Eighteenth Century”, s. 88. 324 Bu heyetler için bkz: Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, ekli liste, s. 225-
229.
162
Osmanlı diplomasisinin yoğunlaşan gündeminin bir göstergesi, yabancı
elçilerle ilgili düzenlemeleri içeren bir kanunnamenin çıkarılmasıdır. “Kanun-ı
Elçiyan”325 olarak da adlandırılan 1657 tarihli Tevkii Abdurrahman Paşa
Kanunnamesi’nde yabancı elçilere uygulanacak protokol ayrıntılı biçimde
düzenlenmiştir. Daha önce teamüller çerçevesinde yürütülen teşrifat işleri, ilk defa
çok açık bir biçimde kurallara bağlanarak kanunlaştırılmıştır.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupa’da ortaya çıkan diplomatik kuralları ve
teamülleri de sözkonusu dönemde yavaş yavaş benimsemeye başladığı
görülmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri ise, yabancı elçilerin ikametiyle
ilgili yeni düzenlemeler yapılmasıdır. Osmanlı Đmparatorluğu’na gelen elçiler I.
Đbrahim’in saltanat devrine kadar, Đstanbul’da Çemberlitaş’ın karşısında bulunan
“Elçi Hanı”nda ikamet ederlerdi.326 1646 yılından itibaren Galata’ya yerleşmelerine
ve burada elçilik binaları yapmalarına izin verildi. Elçilik binalarının korunması
görevi de “yasakçı” denilen yeniçerilere verildi. Elçi Hanı ise Eflak, Boğdan, Erdel
ve Raguza gibi bağlı devletlerin maslahatgüzarları tarafından kullanılmaya devam
etti.327 Yabancı elçilerin kendi binalarına taşınmalarına izin verilmesi, o devirde
Avrupa’da da benimsenen “elçilik hakkı”, “elçilik binalarının dokunulmazlığı” gibi
ilkelerin Osmanlı yöneticileri tarafından da benimsendiğini göstermesi açısından
önemlidir.
325 Bu kanunname için bkz: Kınlı, Osmanlı’da Modernleşme ve Diplomasi, s. 161–162. 326 Elçi Hanı için bkz: Semavi Eyice, “Elçi Hanı”, Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, S. 24, (1970), s. 93–130. 327 Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , s. 278.
163
c)1699–1793 Dönemi
Osmanlı Đmparatorluğu 17. yüzyılın başlarından itibaren fütuhatçı politikasını
artık terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat, aynı yüzyılın ortasında işbaşına gelen ve
on yıllarca bu makamı ellerinde tutan Köprülü ailesine mensup sadrazamlar, başarılı
icraatlarıyla iç sorunların belli oranda üstesinden gelinmesini sağladılar. Sander’in
belirttiği gibi, “Köprülüler dönemi Osmanlı devleti için içeride istikrarın sağlanması,
dışarıda ise prestij ve gücün göreli olarak artması dönemidir”.328 Köprülülerin
icraatlarıyla devletin güçlenmesi Osmanlı yöneticilerinde fütühat yönünde yeni bir
girişim yapılması isteğini canlandırdı. Bu bağlamda 17. yüzyılın üçüncü çeyreğinde,
Avusturya, Venedik ve Polonya ile savaşlar yapıldı. Savaşlar sonucunda,
Kandiye’nin alınmasıyla Girit adasının tamamen Osmanlı topraklarına katılması ve
Podolya’nın ele geçirilmesi dışında önemli bir başarı kazanılamadı. Hatta,
Osmanlılar, 1663’te, Avusturya ile Erdel meselesi yüzünden çıkan savaştaki St.
Gotthard muharebesinde ağır bir yenilgi de almışlardı. Belirtilen toprak kazanımları,
özellikle 16. yüzyılın fetihleriyle karşılaştırıldığında çok sönük kalmaktaydı.
Osmanlıların sözkonusu devirdeki başarılarının çok sönük olduğu, bu
savaşlar sonunda imzalanan barış antlaşmalarında da görülmektedir Osmanlılarla
Avusturyalılar arasında 1606 tarihli Zitvatorok Antlaşması’yla kurulan ve iki ülke
arasında çeşitli görüşme ve antlaşmalarla yaklaşık 60 yıl korunan barış 1662’de
bozulduysa da, iki yıl süren savaş statükoda herhangi önemli bir değişiklik
yaratmadan sona ermiştir. Nitekim, savaş sonunda imzalanan 1664 tarihli Vasvar
Antlaşması temelde Zitvatorok Antlaşması’nın yenilenmesiydi.
Vasvar Antlaşması Osmanlı diplomasisi açısından bir başka olguyu daha
gözler önüne sermekteydi: Antlaşma’nın imzalanması ve taraflarca onaylanması
328 Sander, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü, s. 116.
164
sırasında yaşanan diplomatik süreç, Osmanlıların Batılı diplomatik teamülleri gün
geçtikçe daha çok benimsediğini göstermesi açısından da önem taşımaktadır.
Osmanlıların Zitvatorok Antlaşması’yla Avusturya ile ilişkilerini artık çok daha
eşitlikçi bir temelde yürütmeyi kabul ettikleri, Vasvar Antlaşması’yla ilgili
görüşmeler sırasında ve Antlaşma’nın hükümlerinde bir kez daha teyit edilmiştir.
Nitekim, Vasvar Antlaşması imzalandıktan sonra her iki taraf da birbirlerine
ad hoc heyetler göndermişlerdir. Osmanlı tarafında “Rumeli Beylerbeyi” payesi
verilen büyükelçi Kara Mehmet Paşa’nın, Avusturya tarafında ise Büyükelçi Walter
de Leslie’nin başkanlığındaki heyetler ülkelerin başkentlerinde önemli diplomatik
faaliyetlerde bulunmuşlardır. Her iki taraf da birbirlerine önemli hediyeler
göndermiş, heyetler gerek Osmanlı Sultanı, gerek Avusturya Đmparatoru nezdinde
büyük itibar görmüşlerdir.329 Her iki tarafın da diplomatik teamüllere uygun hareket
ettikleri görülmektedir.
Osmanlıların yukarda belirtilen savaşlarda çok küçük başarılar
kazanabilmeleri, Osmanlı yöneticileri tarafından yeterince analiz edilememiştir.
Osmanlılar, Avrupalı güçlerin, 30 Yıl Savaşları’nın sona ermesiyle yeniden
güçlenmeye başladıklarını anlayamamışlardır. Ayrıca, devletin içteki reformlarla bir
süreliğine krizi atlatması, reformların çok daha yapısal olması gerekliliğinin de
anlaşılamamasına yol açmıştır. Bu da, özellikle bazı Osmanlı yöneticilerinde devletin
yeniden güç kazandığı intibaını uyandırmıştır.
Osmanlı yöneticilerinin, fütühat politikasının artık iç ve dış koşullar itibarıyla
geçerliliğini yitirdi ğini tam olarak anlayamadıkları, 1683’te girişilen II. Viyana
kuşatmasıyla330 çok belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Köprülü ailesinden
329 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. IV., s. 200–201. 330 Kuşatma’nın askeri ve siyasi boyutlarıyla anlatımı için bkz: John Stoye, Viyana Kuşatması, Çev:
Selahattin Atalay, Đstanbul, Dilek Matbaası, 1983, passim.
165
Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın, Viyana gibi çok önemli bir kenti ele geçirerek 16.
yüzyıldaki fütühat politikasını canlandırma, hatta aşma isteği, o tarihlerde Osmanlı
yöneticilerinin en azından bir kısmındaki yanlış algılamayı ortaya koymaktadır.
Ayrıca, Viyana’yı ele geçirme hareketi, Osmanlıların en güçlü oldukları I. Süleyman
döneminde bile izledikleri “Avrupa’nın Osmanlı’ya karşı ortak hareket etmesinin
önlenmesi” politikasının artık dikkate alınmadığını da göstermektedir.
II. Viyana kuşatmasının büyük bir yenilgiyle sonuçlanması ve bu kuşatma
sonrasında Papalık, Avusturya, Venedik, Alman Prenslikleri, Lehistan ve Rusya’nın
bir ittifak oluşturmaları (Kutsal Lig), Osmanlıların (15. yüzyıl başındaki Timur işgali
bir kenara bırakılacak olursa) o tarihe kadar karşı karşıya kaldıkları en büyük krize
neden olmuştur. Yaklaşık, 16 yıl süren savaş Osmanlı ordularının ardarda gelen
yenilgileriyle sonuçlanmış, çok büyük miktarda Osmanlı toprağı ittifak kuvvetlerinin
eline geçmiştir.
Osmanlılar, aldıkları ağır yenilgiler sonucunda barış istemek zorunda
kaldılar. Aslında, Osmanlı yöneticileri, savaşın ağır yenilgilerle devam ettiği
sıralarda da barış girişimlerinde bulunmuşlardı. Sadrazamlar Melek Đbrahim Paşa ve
Sarı Süleyman Paşa devirlerinde barış isteği Avusturyalılara iletilmiş, fakat,
Avusturya Đmparatoru I. Leopold, ordularının kazandığı başarılar nedeniyle bu
girişimlere sıcak bakmamıştı. Osmanlıların, savaşın olumsuz seyrine paralel olarak,
barış yapma konusundaki çabalarını daha da arttırdıkları görülmektedir. 1687’de, II.
Süleyman’ın tahta çıkışını bildirmek ve bu vesileyle mümkün olursa bir barış
antlaşması imzalamak için Zülfikar Efendi başkanlığında bir Osmanlı heyeti
Viyana’ya gönderilmişti. Heyetin Viyana’da yaptığı görüşmeler Avusturyalıların ağır
koşullarda ısrar etmeleri yüzünden başarılı olamadı. 331
331 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. III., s. 586.
166
Savaş esnasında, savaş dışında kalan bazı Avrupalı güçlerin de Osmanlılar
üzerinde diplomatik yoldan etkide bulunmaya çalıştıkları görülmektedir:
Đstanbul’daki Fransa büyükelçisi ise savaşın sürdürülmesi yönünde
diplomatik faaliyetlerde bulunmuştur. Bunun nedeni, Fransa’nın o sırada Đngiltere ve
Hollanda’nın da içinde bulunduğu bazı ülkelerle savaş halinde olmasıydı. Fransa, en
önemli rakibi Avusturya’nın Osmanlılarla savaşı sürdürerek gücünü ikiye bölmek
zorunda kalmasına çalışıyordu. Đngiltere ve Hollanda ise, Avusturya’nın doğu
cephesinde savaşı sona erdirerek, bütün gücüyle batı cephesinden Fransa’ya
yüklenmesini istemekteydi. 332
Đngiltere ve Hollanda’nın barış çabaları başarısızlıkla sonuçlandıysa da,
sözkonusu girişimler iki açıdan önem taşımaktadır:
Birincisi, Đngiltere, Fransa ve Hollanda’nın girişimleri, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Avrupa devletler sisteminin hukuken olmasa da, fiilen bir parçası
olduğunu açık biçimde göstermektedir. Avrupalı büyük güçler, güç dengesini
sağlamak açısından Osmanlı Đmparatorluğu’nu çok önemli bir faktör olarak
görmektedirler. Aslında, Osmanlılara karşı kurulan Kutsal Lig’in, Papa’nın
önderliğinde olması, dolayısıyla Haçlı seferlerini anımsatan bir Hıristiyan ittifakı
özelliği taşıması, bu yönüyle respublica Christiana anlayışının devam ettiği yolunda
bir kanıt bile sayılabilirdi. Ancak, Đngiltere, Fransa ve Hollanda’nın Hıristiyan birliği
anlayışı çerçevesinde değil, kendi çıkarları doğrultusunda bir politika yürüttüğü
açıktır. Zaten, bu durum 1648 Westphalia Antlaşmasıyla ivme kazanan dış
politikanın sekülerleşmesi sürecinin de güzel bir örneğini oluşturmaktadır.
332 1692 haziranında Đngiliz Büyükelçisi Paget ve Hollanda Büyükelçisi Henskerke, Sultan II.
Ahmet’in huzuruna çıkarak Osmanlılarla-Avusturyalılar arasında barış yapılması önerisinde
bulunmuşlardı. Sultan II. Ahmet’in önerilen şartları kabul etmemesi nedeniyle bu girişim akim kaldı.
Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. III., s. 549.
167
Đkincisi, sözkonusu girişimler Đstanbul’da bulunan ikamet elçiliklerinin
Osmanlı diplomasisindeki önemlerinin arttığını göstermektedir. Artık, elçiler
Osmanlı yöneticileriyle çok daha sık ve yoğun bir görüşme trafiğine girmeye
başlamışlardır. Osmanlı Đmparatorluğu’nun dış politikasının belirlenmesindeki
etkileri daha da artmıştır. Ayrıca, bu tarihten başlayarak Đstanbul’daki büyükelçiler,
Osmanlı Đmparatorluğu’yla savaş halinde bulunan devletler arasında bir köprü rolü
oynamışlar, savaşlar sırasında kesilen diplomatik bağların dolaylı olarak yeniden
kurulmasını arabuluculuk yoluyla sağlamışlardır. Böylece, Avrupalı devletlerin
büyükelçileri, Osmanlıların sürekli diplomasiye henüz geçmemesinin yarattığı
olumsuzlukların giderilmesinde belli ölçüde ikame edici bir işlev görmüşlerdir.
Osmanlı yöneticilerinin de, Osmanlı Đmparatorluğu’nun savaş
meydanlarındaki başarısızlıklarının artmasına ve statükonun korunması yolundaki dış
politikalarına paralel olarak, bu durumdan yararlanmaya çalıştıkları görülmektedir.
Nitekim, 18. yüzyılın başlarından Đmparatorluğun yıkıldığı 20. yüzyıla kadar,
Osmanlı diplomasisinde büyük güçlerin arabuluculuk rolü, gittikçe artan bir biçimde
kendisini gösterecektir.
Kutsal Lig üyesi müttefik ülkeler, Osmanlılar tarafından yapılan barış
girişimlerine sıcak bakmasalar da, Avusturya Đmparatoru savaşın son döneminde
fikrini değiştirmeye başladı. Avusturya ve Fransa arasındaki savaş, 1697’de
imzalanan Ryswick Barışı ile sona ermişti. 333 Avusturyalılar, bu sayede iki cephede
savaşma zorunluluğundan kurtulmuşlardı. Sözkonusu gelişme Avusturya’ya
Osmanlılarla daha rahat savaşma fırsatı vermişti. Fakat, I. Leopold Fransa’yla
yapılan barış antlaşmasının geçici olduğunu anlamıştı. Bu nedenle Osmanlılarla barış
yapılması fikrine sıcak bakmaya başladı.
333 William Doyle, The Old European Order: 1660-1800, 2. Ed., New York, Oxford University
Press, 1992, s. 272.
168
Osmanlı tarafında ise, Đngiltere ve Hollanda büyükelçilerinin barış yapılması
için girişimlerini sürdürdükleri görülmektedir. Özellikle, Đngiliz Büyükelçisi Paget,
kendisiyle aynı fikirde olan Kırım Hanı’yla birlikte Veziriazamı etkilemeyi
başarmıştı. Veziriazam da, Padişah II. Mustafa elden çıkan yerlerin en azından bir
kısmını geri almadan barış yapmak istememesine rağmen, hemen barış fikrini dile
getirmeye başladı. Veziriazam, Padişah ve devlet ricali ile yaptığı görüşmelerde; 16
yıldır süren savaşın devletin iç durumunu bozduğunu, mali vaziyetin ve asayişin
kötüleştiğini, bu yüzden savaşı devam ettirmek için gerekli askeri kaynakların
tedarikinin mümkün olmadığını vurguladı. Yapılan uzun tartışmalar sonucunda, barış
yapılması fikri, Padişah ve devlet ricali tarafından da benimsendi.334
Osmanlılar ve karşısındaki müttefiklerin barış için görüş birliğine varmaları
sonucunda, barış görüşmelere uygun bir yer belirlenmesi çalışmalarına başlandı.
Ancak, bu konuda anlaşmazlık çıktı. Müttefikler, görüşmelerin Viyana’da veya
Yukarı Macaristan’da bulunan Dobreçin kasabasında yapılmasını isterken,
Osmanlılar hududa yakın bir yerde ısrar etmekteydiler. Sonunda Osmanlı tarafının
isteği ağır bastı ve Belgrad yakınlarındaki Karlofça kasabasında karar kılındı.335
Yerin belirlenmesi hususunda Osmanlı görüşü kabul edildiyse de, artık barış
görüşmelerinin Osmanlı başkentinde yapıldığı günlerin geçmişte kaldığı bir kez daha
görülmektedir.
Barışın esaslarına ilişkin olarak Avusturya ve Venedik delegelerinin
gönderdikleri beyanname Osmanlı tarafınca kabul edildi. Reisülküttap Rami Mehmet
Efendi ve Divan-ı Hümayun Tercümanı Đskerletzade Aleksandro Mavrokardoto
delege tayin edildi. Rami Mehmet Efendi başkanlığındaki bir heyet Karlofça’ya
gönderildi. Görüşmelere Avusturya, Polonya, Rusya ve Venedik delegelerinin
334 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. III, s. 587–588. 335 Ibid. , s. 589.
169
yanısıra, barış yapılması için uzun süredir çaba gösteren Đngiliz ve Hollanda
büyükelçileri de katılmaktaydı. Đngiliz büyükelçisi Paget ve Hollanda büyükelçisi
Colliere görüşmelerde arabulucuk görevini üstlenmekteydiler.336
Görüşmeler başlamadan önce, uygulanacak protokol kuralları konusunda
büyük bir anlaşmazlık yaşandı. Taraf devletler arasında, delegelerin oturma düzeni,
hangi sırayla toplantı salonuna girecekleri, görüşmelerin yapılacağı masanın biçimi
gibi hususlarda ortaya çıkan görüş ayrılıkları büyük bir krize neden oldu. Görüşmeler
yapılamaz hale geldi. 337
Protokol krizi, Osmanlı delegesi Mavrokardato’nun çabalarıyla aşılabildi.
Mavrokardoto’nun önerileri doğrultusunda toplantı salonuna delege sayısı kadar kapı
açıldı. Açılan her bir kapı ayrı bir ülke delegesinin salona girişine ayrıldı. Delegeler,
çadırlarını kendi kullanımları için açılan kapının yanına kuracaklardı. Delegeler
görüşme salonuna kendi kullanımlarına ayrılan kapıdan “aynı anda” girecekler,
böylece bir eşitlik durumu yaratılacaktı.338 Çünkü, dönemin protokol teamülleri
gereği salona son giren temsilcinin diğerlerinden üstün olduğu izlenimi doğmaktaydı.
Görüşme masası da bir üstünlük izlenimi vermeyecek biçimde yuvarlak olacak,
böylece delegeler (dolayısıyla devletler) arasında gene bir eşitlik durumu
sağlanacaktı.
13 Kasım 1698’de başlayan barış görüşmeleri yaklaşık 2,5 ay sürdü.
Görüşmelerde büyük tartışmalar yaşandı. Barış görüşmelerinin ağır bir yenilgi
sonrasında yapılması Osmanlı tarihinde ilk defa gerçekleşiyordu. Bu nedenle,
Osmanlı tarafının diplomatik görüşmelerde pek de başarılı olamaması beklenirdi.
336 Dimitri Kantemir, Osmanlı Đmparatorlu ğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi , C. II., Çev:Özdemir
Çobanoğlu, 6. B., Đstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2005, s. 826. 337 Ibid. , s. 827. 338 Idem.
170
Oysa, Osmanlı delegesi Rami Mehmet Efendi görüşmeler sırasında hayli başarılı
olmuştur. Rami Mehmet Efendi görüşmelerde Osmanlı tarafının görüşlerini çok iyi
savunmuş, müttefik delegelerinin önerilerine yerinde ve yetkin itirazlarda
bulunmuştur. Kısacası, müttefik delegeleri üzerinde hayli olumlu bir izlenim
bırakmıştır.339
Görüşmeler sonunda 26 Ocak 1699’da imzalanan Karlofça Barış
Antlaşması340 Osmanlılar açısından çok ağır şartlar içermekteydi. Ancak, Osmanlı
Đmparatorluğu o tarihe kadarki en ağır yenilgisini almasına rağmen, müttefik
devletlerin bu ağır koşulları adeta “dikte ettirmeleri” sözkonusu olmamıştı. Yani,
dişe diş bir müzakere cereyan etmiş, dolayısıyla Osmanlı Devleti görüşmelerde
önemli bir diplomatik başarı kazanmıştır.341 Bu durum, Osmanlıların diplomasiyi
kullanma açısından çok da yetersiz olmadıklarını göstermektedir.
Sonuç olarak, Karlofça Antlaşması Osmanlı diplomasi tarihi açısından birkaç
açıdan önem taşımaktadır:
Birincisi, Osmanlı tarihinde sözkonusu antlaşmayla yeni bir devir
başlamıştır. Artık, fütühat politikası geçerliliğini neredeyse tamamen yitirmiş,
Osmanlılar Đmparatorluğu için statükonun sürdürülmesi, 17. yüzyılda olduğundan
çok daha fazla önem kazanmıştır. Bu nedenle, Osmanlılar, barışın korunması
doğrultusunda bir dış politikayı 18. yüzyılda çok daha belirgin bir biçimde izlemeye
başlamışlardır. “Dar-ül Đslam -Dar-ül Harb” ayrımına dayanan ve Avrupalı güçlerle
mutlak bir savaş durumunu içeren dış siyaset felsefeleri teoride değişmese de, artık,
339 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. III, s. 590. 340 Barış Antlaşması’nın maddeleri için bkz: Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih
Metinleri, s. 27–35. 341 Abou-El-Haj, “Ottoman Diplomacy at Karlowitz”, s. 107.
171
pratikte bir savunma durumu sözkonusudur.342 Aktif bir savaş durumu ve anlayışı
geçerliliğini yitirmi ştir. Sözkonusu değişim, ilk defa Karlofça Antlaşması’yla
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sınırlarının çok açık ve ayrıntılı bir biçimde
düzenlenmesinde kendini göstermektedir. Daha önceki antlaşmalarda sınırlar çok
daha muğlak bir biçimde belirlenirken, Karlofça’da ayrıntılı düzenlemeler
yapılmıştır. Antlaşma uyarınca, Osmanlı ve Avusturya delegelerinden oluşan ortak
bir komisyon daha sonra sınırların belirlenmesi çalışmalarını yürütmüştür. Abou-El-
Haj’a göre, sınırların böylesine ayrıntılı ve kesin bir biçimde belirlenmesi,
Osmanlıların Avrupalılarla savaş halinin mutlaklığı yolundaki anlayışlarındaki büyük
kırılmayı göstermektedir. Çünkü fütühat süreklilik arz eden bir olgudur. Yani,
sınırların belirlenmesi, Osmanlıların fütühatçı anlayışlarının sona erdiğini gözler
önüne sermektedir. 343
Karlofça Antlaşması’ndan sonra ortaya çıkan barış politikasının sonucu
olarak, 18. yüzyılda Osmanlı Đmparatorluğu ile Avrupalı güçler arasında uzun süreli
barış dönemleri görülmüştür: 1718–1736, 1739–1768, 1774–1787 ve 1792–1798
sözkonusu barış dönemleridir.344
Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasından sonra 1703’te tahta çıkan III.
Ahmet barışın korunması politikasını açık bir biçimde benimseyen ilk padişahtır. III.
Ahmet, Osmanlı Đmparatorluğu’nun yeni bir savaşa katılmasını istemiyordu. Bu
nedenle, Đspanya tahtına kimin oturacağı konusundaki anlaşmazlık nedeniyle
1702’de çıkmış bulunan savaşa girilmesini istemedi. Sözkonusu dönemde sadrazam
olan Çorlulu Ali Paşa da, Osmanlıların Avrupalı güçler arasındaki savaşlara
342 Sander, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü, s. 125. 343 Rıfat A. Abou-El-Haj, “The Formal Closure of the Ottoman Frontier in Europe: 1699–1703”,
Journal of the American Oriental Society, Vol. 89, No:3, (July-September 1969), s. 467–475 ve
Anderson, The Rise of Modern Diplomacy, s. 99. 344 Naff, “Ottoman Diplomatic Relations with Europe in the Eigteenth Century”, s. 89.
172
katılmasına karşıydı. Sadrazam, Osmanlı yönetici elitindeki -Kırım Hanı gibi- savaş
yanlılarının görüşlerine itibar etmemekteydi.345
Osmanlıların 1699’dan sonra yeniden savaşa girmeleri kendi isteklerinden
çok, şartların zorlaması nedeniyle olacaktır: 1710’da Rus birliklerinin Đsveç Kralı’nı
izlemek bahanesiyle Osmanlı topraklarına girmesi sonucunda Rusya’ya savaş
açılmak zorunda kalındı. Rusya’yla yapılan savaşta başarı kazanılması Osmanlılarda
fetihçi ruhu yeniden canlandırdı ve 1699’da kaybedilen toprakların geri alınabileceği
düşüncesinin taraftar kazanmasına yol açtı. Sözkonusu düşünceyi savunan grubun
önde gelen ismi Silahtar Damat Ali Paşa sadrazamlığa getirildi. Dirilen fetih ruhu
çerçevesinde, kaybedilen Mora’nın geri alınması amacıyla Venediklilere savaş ilan
edildi. Başlangıçta, eski gücünü kaybeden Venedikliler karşısında önemli başarılar
kazanılıp Mora’da birçok kale ele geçirildiyse de, Avusturyalıların devreye girmesi
durumu değiştirdi.
1716’da Avusturya ve Venedik’in Osmanlılara karşı yeni bir ittifak kurmaları
sonucunda, Osmanlı ordusu ağır yenilgiler almaya başladı. Durumun gittikçe
kötüleşmesi nedeniyle, Avusturya ve Venedik’le barış yapılması düşüncesi kabul
gördü. Bunun üzerine, Đngiliz ve Fransız büyükelçileri, Karlofça Antlaşması
öncesinde olduğu gibi tekrar arabuluculuk yaptılar. Sonuçta, 1718’de, Osmanlı
Đmparatorluğu ile Avusturya ve Venedik arasında Pasarofça Antlaşması imzalandı.346
Osmanlıların çok geniş toprak kaybına uğradığı bu antlaşma, fütühatın geçerliliğini
tümüyle yitirdiğini göstermekteydi.
345 Shaw, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Modern Türkiye, C. I., s. 313; Akdes Nimet Kurat, “XVIII.
Yüzyıl Başı ‘Avrupa Umumi Harbi’nde Türkiye’nin Tarafsızlığı”, Belleten, C. VII., S. 26., (1943), s.
262. Barışın korunması düşüncesi sadece yönetici elit içinde değil, toplumda da büyük destek
bulmaktaydı. Bu konuda bkz: Ali Fuat Bilkan, “Đki Sulhiyye Işığında Osmanlı Toplumunda Barış
Özlemi”, Türkler , C. XII., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s. 598-605. 346 Antlaşma metni için bkz: Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, s. 63–71.
173
Karlofça Antlaşması sonrasında benimsenen barışçı politikaların esas alındığı
yeni dönem, görüldüğü gibi aslında Pasarofça Antlaşması’yla başlamaktadır. Ruslara
karşı Prut’ta kazanılan zafer geçici bir “restorasyon” denemesine imkan sağlamıştır.
Fakat bu girişim büyük bir başarısızlıkla sonuçlandığından, Osmanlı yöneticileri
statükocu ve barışçı politikaları çok daha belirgin bir biçimde benimsemeye
başlamışlardır. Pasarofça sonrasında Osmanlılar için kural barışın ve statükonun
korunması, istisna ise savaş ve revizyonizm olacaktır. Şimdi bu gelişmeleri ele
alalım:
1718’de Pasarofça Antlaşması’nın imzalanmasıyla başlayan ve 1736’daki
Patrona Halil Ayaklanması’yla sona eren “Lale Devri”, savaş ve fetih düşüncesinin
Osmanlı yöneticilerinin dış politika vizyonlarından büyük oranda çıktığı ilk dönem
olmuştur. Lale Devri’nde sadrazamlık görevini yürüten Damat Đbrahim Paşa,
Osmanlı yönetici elitindeki barış yanlılarının önde gelenlerindendi. Sadarete gelişi de
1717’de, Avusturya karşısında ağır yenilgiler alınmasından sonra olmuştu.347
Yaklaşık 12 yıl sadaret makamında kalan Damat Đbrahim Paşa, izlediği barışçı dış
politika nedeniyle Avrupalı güçlerle daha sıkı ilişkiler kurma yolunda çaba gösteren
o tarihe kadarki en kararlı sadrazam olmuştur. Bu bağlamda, diplomasiyi kullanma
yolunda çok istekli davranmıştır.348
Karlofça Antlaşması’nın Osmanlı diplomasisi tarihi açısından diğer bir önemi
de, Osmanlıların diplomasi anlayışlarında ve uygulamalarında yarattığı değişimle
ilgilidir. Karlofça Antlaşması, çıkarlarını koruma açısından Osmanlı
Đmparatorluğu’nun diplomasiye artık çok daha fazla ihtiyacı olduğunu
göstermektedir. Askeri alandaki güçsüzlük, statükonun korunması için diplomasiden
daha fazla yararlanılmasını zorunlu kılmıştır. Avrupalı güçlerle güç dengesinin gün
347 Shaw, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Modern Türkiye, C. I., s. 316. 348 Ibid. , s. 317.
174
geçtikçe Osmanlılar aleyhine daha da bozulması, askeri alanda oluşan açığın
kapatılabilmesi için diplomatik yöntemlerin kullanılmasını zorunlu kılmıştır.
Osmanlıların bir müttefik olmadan başarı kazandıkları son savaş 1738–1739
yılları arasında Avusturya ile yapılmıştır. Osmanlılar artık Avrupa güç dengesine çok
daha bağımlı hale gelmişlerdir.349 Dolayısıyla, Avrupa devletler sisteminin bir
parçası olduklarının farkına daha fazla varmaya başlamışlardır. Avrupa sistemine
bağımlılığın her geçen gün artması ve Osmanlı yöneticilerinin bu durumun bilincine
varmaları, kaçınılmaz biçimde Avrupa diplomasi anlayışının ve diplomatik
kurallarının Osmanlılar tarafından da benimsenmesinde çok etkili olmuştur. Böylece
Osmanlıların mutlak üstünlüğü söylemine dayanan kadim diplomasi anlayışı ve
diplomatik gelenekleri yavaş yavaş geçerliliğini yitirmeye başlamıştır.350
Ortaylı, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupa devletler sistemine, Viyana
Kongresi’nden önce katılmış olarak görülebileceğini ileri sürmektedir. 351 Ortaylı’ya
göre, Osmanlılar uluslararası hukuk kurumlarına, ticari ve konsolosluk bağlarına
saygı göstermekte, misyonerlere kendi topraklarına serbestçe yerleşme hakkı
tanımakta ve seyrüsefain güvenliği gibi konulardaki uluslararası kuralları kabul
etmekteydi. 18. yüzyılda Osmanlıların Avrupalı diplomatik teamülleri ve kurumları
benimsediklerinin ve sözkonusu dönemde gelişmeye başlayan uluslararası hukuk
kurallarını kabul ettiklerinin en önemli göstergesi, imzalanan antlaşmalarda bu yönde
hükümler bulunmasıdır. Nitekim, Avusturya’yla imzalanan 1718 tarihli Pasarofça ve
1739 tarihli Belgrad Antlaşmaları’nda352 dönemin uluslararası hukuk ve diplomasi
kurallarına uygun olarak, “seyrüsefain özgürlüğü”, “Osmanlı karasularında bayrak ve
349 Naff, “Ottoman Diplomatic Relations with Europe in the Eigteenth Century”, s. 90. 350 Sander, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü, s. 126. 351 Đlber Ortaylı, “Ottoman-Habsburg Relations 1740–1770, and Structural Affairs of Ottoman State”,
Ottoman Studies, Đstanbul, Bilgi University Press, 2004, s. 112–113. 352 Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, s. 83–92.
175
taşımacılık hakkı”, “konsolosların hukuksal statüleri ve vergi yükümlülükleri” ve
“esirlerin değişimi” gibi hususlarda düzenlemeler yer almaktaydı.353
Osmanlı Đmparatorluğu’nun geleneksel diplomasi anlayışında önemli bir
değişim olduğunun bir başka göstergesi de, Avrupalı devletlerle yürütülen
diplomatik temasların biçimsel değişikli ğe uğramasıdır. Yukarıda belirtildiği gibi,
daha önce Osmanlı’nın dünyanın merkezi olduğu ve diplomatik temasın
Osmanlıların verdiği bir lütuf olduğu düşüncesi çerçevesinde yürütülen diplomatik
ili şkilerde “elçilerin aşağılanması” uygulaması süreklilik taşımaktaydı. Elçiler de
aşağılanmayı kabul etmek zorunda kalmaktaydı. Çünkü, diplomatik süreçte
“talepkar” ve “güçsüz” taraf çok büyük oranda Batılılardı. Bu yüzden, sözkonusu
muameleler Batılı elçilerce sineye çekilmekteydi. 18. yüzyılla birlikte, Osmanlıların
Batılılarla diplomatik bağlar kurmaya olan ihtiyaçlarının artmasıyla ve Batı
karşısındaki üstün konumlarını kaybetmeye başlamalarıyla, elçilere uygulanan
protokol kuralları ve gösterilen muamele değişmek zorunda kalacaktır. Seydi Ali
Bey’in belirttiği gibi, Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasından sonra elçilere çok
daha fazla hürmet edilmeye başlanmıştır.354
18. yüzyılda gelen elçilerin saygınlıklarının korunmasına önceki
yüzyıllardakine oranla daha fazla çalışıldığı görülmektedir. Đstanbul’a gelen
fevkalade elçiler görevlerinin önemine ve rütbelerine binaen “alâ”(iyi), “evsat”(orta)
veya “ednâ”(zayıf) olarak değerlendirilip, buna göre hüsnü kabul görüyorlardı. Bu
değerlendirme çerçevesinde bazen sultanın huzuruna çıkmalarına izin veriliyor,
353 Bu konuda ayrıca bkz: Đlber Ortaylı, “1727 Tarihli Osmanlı-Avusturya Seyrüsefain Sözleşmesi”,
AÜ SBF Dergisi, C. XXVIII, S. 3–4, (1973) s. 97–110. 354 Đbrahim Şirin, Osmanlı Đmgeleminde Avrupa, Ankara, Lotus Yayınevi, 2006, s. 131-132’den: Ali
Seydi Efendi, Teşrifat ve Teşkilatımız , Đstanbul, y.y., t.y., s. 140-142.
176
bazen de sadece Sadrazam ve Kaymakam Paşa’yla Babıali’de görüşmek zorunda
kalıyorlardı.355
Elçiler arasında belirgin bir biçimde ayrım yapılmasına rağmen, yine de tüm
elçiler sözkonusu dönemde Avrupa’da gelişen protokol ve teşrifat kurallarından daha
fazla yararlandırılmaktaydı. Dolayısıyla, Osmanlı diplomasisinin üslup boyutunda
asıl 19. yüzyılda yaşanacak büyük değişimin tarihsel kökleri 18. yüzyılda uç vermeye
başlamıştır.
Osmanlıların diplomasi anlayışlarındaki ve diplomasinin işlevi konusundaki
değişimin kendisini gösterdiği bir başka boyut da, gönderilen elçilere verilen yeni
görevlerle ilgiliydi. 16. yüzyılda, esas itibariyle Osmanlılarca tek taraflı olarak
“lütfedilen” barış koşullarını “bildirme” görevini yerine getiren elçilerin görevlerinin
kapsamı değişmiş ve genişlemiştir. 17. yüzyılda elçiler, artık barış koşullarını çok
daha eşit koşullarda “müzakere etme” görevini yerine getirmeye başlamışlardır. 18.
yüzyılda ise Osmanlı elçilerinin sözkonusu müzakere görevlerinin yanısıra, yeni bir
görevi/işlevi daha yerine getirmeye başladıkları görülmektedir: Batı’nın üstünlüğünü
sağlayan olguları bulmak ve Osmanlı’ya getirmek.
Aslında Osmanlılar en güçlü oldukları devirde bile çevrelerindeki gelişmeleri
izlemeye çalışmaktaydılar. Bu çaba, hem çevredeki ülkelerdeki siyasal gelişmeleri
izlemek, hem de teknolojik gelişmelerden haberdar olmak -mümkünse bu gelişmeleri
Osmanlı bünyesine katmak- şeklindeydi. Osmanlıların sözkonusu çabalarında
yararlandıkları esas bilgi kaynakları ise, Eflak, Boğdan ve Raguza gibi bağlı ya da
haraca dayalı ülkelerden gelen raporlardı.356 Ayrıca, Avrupa’da Osmanlılar için
355 Karateke, Padişahım Çok Yaşa!, s. 124. 356 Arı, “Early Ottoman Diplomacy”, s. 45. Osmanlı istihbaratında Raguza’nın büyük bir öneme sahip
olduğu görülmektedir. Bu konuda bkz: N. H. Biegman, “Ragusan Spying for the Ottoman Empire”,
Belleten, C. 27., S. 106, (1963), s. 237-255. Raguza, aynı zamanda Doğu ve Batı arasında bir
177
çalışan casuslar bulunmaktaydı.357 Osmanlı elçileri de bulundukları ülke hakkında
edindikleri bilgileri döndüklerinde Padişaha ve Sadrazama verdikleri raporlarla
sunmaktaydılar.358
Osmanlıların 16. yüzyılın sonlarından itibaren içe döndükleri ve çevrelerine
olan ilgilerinin azaldığı görülmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, 17. yüzyılda
Batı karşısındaki mutlak üstünlüğün kaybedilmesine ve devletteki gerilemenin
Osmanlı yöneticilerince de hissedilmesine rağmen, Batı’nın yükselişinin değil,
Osmanlı sisteminin bozulmasının nedenleri analiz edilmeye çalışılmıştır. Kurtuluş
çaresi Đmparatorluğun kadim dönemine, II. Süleyman devrindeki işleyişe dönüş
olarak sunulmuştur.
Sözkonusu “restorasyoncu” yaklaşım, 18. yüzyıla girilmesiyle çok yavaş ve
sathi de olsa değişmeye başlamıştır. Yönetici elit içinde farklı fikirler ortaya
çıkmıştır. Batı’nın Osmanlı karşısında en azından bazı açılardan üstün olduğu fikri,
üstü örtülü bir biçimde de olsa kabul edilmeye başlamıştır. Đşte bu noktada,
diplomasi, Batı üstünlüğünü sağlayan unsurları bulmak ve Osmanlı’ya getirmek
işlevini yüklenmiştir. Dolayısıyla, özellikle Batı’yla ilişkilerde “bilgi”, salt istihbari
istihbarat köprüsü niteliği kazanarak, bağımsızlığını kaybettiği 19. yüzyıl başlarına kadar dünya
istihbaratında çok önemli bir yere sahip olmuştur. Stevan Dedijer, “Ragusa Intelligence and Security
(1301–1806): A Model for the Twenty-First Century?”, International Journal of Intelligence and
Counter Intelligence, Vol.15, No:1, (2002), s. 101–114. 357 Osmanlılar için Avrupa’da casusluk faaliyetlerinde bulunan kişiler genellikle Yahudiler’den ve
özel olarak yetiştirilmi ş Hıristiyanlar’dan seçilmekteydi. “Martalos” adı verilen bu casuslar, özellikle
Avrupalı güçlerin askeri durumları ve savaş teknikleri konusunda Osmanlı Sarayı’na bilgi
aktarmaktaydılar. Abdülkadir Özcan, “Türk Devletlerinde Casusluk”, Đslam Ansiklopedisi, C. VII, s.
168. Osmanlı Đmparatorluğu’nda istihbarat faaliyetlerinin doğuşu ve gelişimi için ayrıca bkz: Hamit
Pehlivanlı, “Osmanlılarda Đstihbaratçılık”, Türkler , C. XIII., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002,
s. 653-667. 358 Örneğin bkz: John E. Woods, “Turco-Iranica I: An Otoman Intelligence Report on Late
Fifteenth/Ninth Century Iranian Foreign Relations”, Journal of Near Eastern Studies, Vol. 38.,
No:1., (January 1979), s. 1-9.
178
bağlamından ötede, Batı’yı tanıma anlamını da kazanmıştır. Bir başka ifadeyle
“bilgi”, dar anlamda sadece “malumat” olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır.
Osmanlı diplomasi tarihinde bu yeni anlayış çerçevesinde ilk diplomatik
faaliyetin, 28 Mehmet Çelebi’nin 1720–1721 yılları arasındaki Paris elçiliği sırasında
yürütüldüğü görülmektedir. Dönemin güçlü Sadrazamı Damat Đbrahim Paşa,
Osmanlıların Avrupa’daki iç sorunlara müdahil olmaması yolunda bir politika izlese
de, Avrupa’daki gelişmeleri de yakından takip etmek istemekteydi. 28 Mehmet
Çelebi de Sadrazamın sözkonusu politikası çerçevesinde görevlendirilmiştir. 28
Mehmet Çelebi’nin bir başka ülkeye değil de Fransa’ya gönderilme nedeni ise,
sözkonusu devirde Fransa ile ilişkilerin sıcak olmasıydı. Osmanlılar Fransa ile
ili şkileri daha da geliştirmek istemekteydiler.359
Dönemin Fransız Büyükelçisi Bonnac, Sadrazam Damat Đbrahim Paşa’yla
yakın bir dostluk kurmuştu. Bonnac, Sadrazama, Padişahın Fransa’ya bir elçi
göndermesinin iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da gelişmesini sağlayacağı
telkininde bulundu. Bonnac’ın sözkonusu tesiri, Đstanbul’da bulunan ikamet
elçilerinin Osmanlı diplomasisinin tedrici değişiminde oynadıkları rolün güzel bir
örneğidir. Sadrazam Damat Đbrahim Paşa’nın 28 Mehmet Çelebi’yi seçmesinde
kendisinin hacegan mensubu olması ve Pasarofça Antlaşması görüşmelerinde ikinci
delege olarak görev yapması nedeniyle diplomasi deneyiminin olmasının hayli etkisi
bulunmaktaydı.360
Zaten, 28 Mehmet Çelebi’nin elçi olarak seçilmesinin taşıdığı önem de bu
hususla ilgilidir. Daha önce, Osmanlıların yabancı ülkelere gönderdikleri elçiler
“çavuş”, “müteferrika”, “kapıcıbaşı” gibi düşük rütbeli devlet görevlilerinden
seçilmekteydi. Đlk aşamada Fransa’ya Đnci Kara adında bir kapıcıbaşının atanması
359 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. IV., s. 150. 360 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 54–55.
179
düşünülmekteydi. Bonnac, Sadrazam’la görüşerek gönderilecek kişinin “bilinen bir
saygınlığı olan ve başka görevlerle kendini daha önce göstermiş” biri olması
gerektiğini belirtmiştir. Bunun üzerine, istenen niteliklere uygun olan 28 Mehmet
Çelebi görevlendirilmiştir.361 Böylece, bu tarihten itibaren Osmanlıların
gönderdikleri elçiler yüksek rütbeli kişilerden seçilmeye başlamıştır. Sözkonusu
durum, Osmanlı Đmparatorluğu’nun, azalan gücü ve diplomasiye verdiği önemin
artışına paralel olarak diplomasinin egemen eşitlik ilkesini daha açık bir biçimde
benimsemeye başladığını göstermektedir.
28 Mehmet Çelebi’nin resmi görevi Fransa ile diplomatik ilişkileri
geliştirmek gibi gözükse de, aslında Fransa’ya farklı bir amaçla daha
gönderilmekteydi: Sadrazam, 28 Mehmet Çelebi’ye “vesait-i umran ve maarifine
dahi layıkıyla kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanlarının takriri” (bayındırlık ve
eğitim araçları konusunda da gereğince bilgi edinerek, uygulanabilir olanlarının
yazıyla bildirilmesi) talimatını vermişti.362 Sözkonusu talimat iki açıdan önem
taşımaktaydı:
Đlk olarak, Osmanlıların dış dünyaya ve özellikle Hıristiyanlara karşı
benimsedikleri mutlak üstünlük söylemleri bizzat Osmanlı yöneticileri tarafından
geçersiz hale getiriliyordu. Üstelik, 17. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlılar’ın
diplomasi pratiklerine yansımaya başlayan devletlerarası eşitlik, artık üstü örtülü
biçimde uygarlık sahasında da gündeme gelmiştir. Osmanlı’nın her alandaki mutlak
üstünlüğü anlayışının ortadan kalkmaya başladığı görülmektedir. O döneme kadar
sürekli olarak hakir görülen Batı uygarlığının, bazı yönlerinin Osmanlı uygarlığına
361 Gilles Veinstein, Đlk Osmanlı Sefiri 28 Mehmet Çelebi’nin Fransa Anıları: Kafirlerin Cenneti ,
Çev: Murat Aykaç Erginöz, Đstanbul, Ark Kitapları, 2002, s. 21, 23. 362 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Do ğuşu, Çev:Metin Kıratlı, 8. B., Ankara, TTK Yay., 2000,
s. 46–47; Lord Kinross, The Ottoman Centuries: The Rise and Fall of the Turkish Empire, New
York, Morrow Quill Paperbacks, 1977, s. 380.
180
nazaran üstün olduğu düşüncesi kabul görmüştür. Batı uygarlığının bazı unsurlarının
alınabileceği düşüncesi yerleşmeye başlamıştır. Osmanlı modernleşmesinin başlangıç
noktasını teşkil eden bu husus ileride daha ayrıntılı incelenecektir.
Đkincisi, Batı uygarlığının özelikle maddi kültür unsurları açısından üstün
olabileceği düşüncesinin belirginleşmeye başlamasıyla, Osmanlı diplomasisi yeni bir
işlev kazanmıştır. Bu da, Batı uygarlığına ait unsurların Osmanlı’ya geçişinde
diplomasinin bir kanal rolü oynamasıdır.
Batı uygarlığının Osmanlı’ya getirilmesinde diplomasinin oynadığı rol,
yabancı ülkelere gönderilen Osmanlı elçilerinin dönüşlerinde kaleme aldıkları
“sefaretnameler”le somutlaşmaktadır. Sefaretnameler, Osmanlı diplomasisinin özgün
bir kurumunu oluşturan, Osmanlı elçilerinin gittikleri ülkelerde vazifelerini nasıl ifa
ettiklerini, gözlemlerini ve izlenimlerini içeren raporlardır. 363
Osmanlı tarihinde sefaretnamelere ancak 17. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren tesadüf edilmekteydi. Bilinen ilk sefaretname, Vasvar Antlaşması’ndan
sonra Avusturya ve Osmanlı Đmparatorluğu arasında dostluk münasebetlerini yeniden
kurmak amacıyla 1665’de Viyana’ya gönderilen Kara Mehmet Paşa’nın
Sefaretnamesi’dir.364 28 Mehmet Çelebi’nin sefaretnamesine kadarki bütün
sefaretnameler Osmanlı’nın Batı’ya bakış açısını yansıtan ve Batı karşısında
Osmanlı’nın bir devlet ve bir uygarlık olarak mutlak üstünlüğü söylemi çerçevesinde
yazılmış metinlerdi. Bu özellikleriyle Batı’yı tanıma ve Batı uygarlığından
yararlanmayı değil, gidilen ülkelerle ilgili malumat verme işlevini haizdiler.
363 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 1; Hadiye Tuncer ve Hüner Tuncer, Osmanlı
Diplomasisi ve Sefaretnamaler, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1998, s. 47. 364 Şirin, Osmanlı Đmgeleminde Avrupa, s. 149. Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 47–
49.
181
Kara Mehmet Paşa’nın elçilik heyetinde bulunan Evliya Çelebi’nin
Seyahatnamesi’nde de benzer bir yaklaşımın egemen olduğu görülmektedir.365 Kara
Mehmet Paşa’nın resmi bir rapor şeklinde hazırladığı sefaretnamesinin
yüzeyselliğine karşın, Evliya Çelebi, seyahatnamesinde heyetin gidiş, karşılanış,
ağırlanış ve dönüşünü kapsayan süreci çok daha ayrıntılı bir biçimde anlatmıştır.
Ayrıca, Viyana hakkındaki gözlemlerini de edebi bir dille aktarmıştır. Avusturya’nın
kültür ve sanat alanındaki gelişmişliği Evliya Çelebi tarafından övülse de,
seyahatnamede Osmanlı uygarlığının büyüklüğü ve üstünlüğü sürekli olarak
vurgulanmıştır. Dolayısıyla, Evliya Çelebi de geleneksel Batı’yı küçük görme
anlayışından pek kopamamıştır.
28 Mehmet Çelebi’nin Sefaretnamesi ise, mutlak üstünlük anlayışının ve
bunun türevi olan Batı’dan alınacak hiçbir unsur olmadığı düşüncesinin açık bir
biçimde ortadan kalktığı ilk sefaretnamedir. Sözkonusu sefaretnameyi öncekilerden
farklı kılan temel olgu, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Karlofça Antlaşması’yla girdiği
yeni dönemin getirdiği farklı koşullardır. Yukarıda belirtildiği gibi, Đmparatorluğun
Batı karşısındaki üstün konumunu kaybettiğinin çok açık bir biçimde ortaya çıkması
ve bundan daha önemlisi Osmanlı yönetici elitinin sözkonusu durumun farkına
varmaya başlaması, 28 Mehmet Çelebi’ye ve sefaretnamesine de yansımıştır. 28
Mehmet Çelebi, Sadrazam Damat Đbrahim Paşa’nın kendisine verdiği talimat
doğrultusunda, Fransa üzerinden Batı’ya -tabiri caizse- “alıcı gözle bakan” ilk
Osmanlı elçisidir.
365 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. VII., Đstanbul, Devlet Matbaası, 1928, s. 202-225.
182
28 Mehmet Çelebi Sefaretnamesi’ni Evliya Çelebi Seyahatnamesi’yle
karşılaştıran Tanpınar, yukarıda vurgulanan durumu çok güzel bir biçimde analiz
etmektedir:366
“ (…) Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi 1721’de gittiği Parisi,
Evliya Çelebi’nin Viyana’yı seyrettiği gibi Kanuni asrının şanlı hatıraları
arasından ve bir serhat mücahidinin mağrur gözü ile görmez. O, XVIII. asır
Paris’ine Karlofça’nın ve Pasarofça’nın milli şuurda açtığı hazin gediklerden
ve devlet işlerinde pişmiş zeki bir memurun tecrübesiyle bakar. Filhakika
aradaki zaman zarfında imparatorluk iki büyük ve kanlı macera geçirmiş,
cihangir muharip ve mücahit gururu yaralanmış, üstüste Budin’i ve Belgrat’ı
kaybetmiş velhâsıl, şartlar muhim bir surette ve aleyhimizde olarak değişmiş
bulunuyordu.”
Tanpınar, ayrıca, sefaretnamenin Batılılaşma tarihimizde bir milat olarak
görülmesi gerektiğini ileri sürmektedir:367 “Hiç bir kitap garplılaşma tarihimizde bu
küçük Sefaretname kadar mühim bir yer tutmaz. (…) hemen her satırında gizli bir
mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikatte bu sefaretnamede bir
program gizlidir.”
Lewis’in belirttiği gibi, aslında Fransa ile Osmanlı arasındaki mukayese
Sefaretname’de çok açık bir biçimde yer almamaktadır. 368 Fakat, 28 Mehmet Çelebi
Fransa’da gördüğü, tiyatro ve opera gibi kültürel faaliyetleri, bayındırlık alanındaki
gelişmeleri, sosyal hayatı hep hayranlıkla ve uzun uzadıya aksettirmekte, böylece,
366 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi , 9. B., Đstanbul, Çağlayan Kitabevi,
2001, s. 43-44. 367 Ibid. , s. 44. 368 Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa’yı Ke şfi , Çev:Nimet Yıldırım, Erzurum, Birey
Yayıncılık, 1997, s. 154.
183
üstü kapalı bir biçimde Osmanlı uygarlığının sözkonusu alanlardaki durumuna
göndermeler yapmaktadır.369
28 Mehmet Çelebi ve kaleme aldığı sefaretname, Osmanlı modernleşmesinde
çok önemli bir rol oynamışlardır. 28 Mehmet Çelebi’nin Lale Devri’nin en önemli
kişilerinden biri olduğu ve elçilik heyetinde bulunan oğlu Sait Çelebi’nin matbaanın
Osmanlı’ya getirilmesindeki rolü hatırlandığında bu durum daha iyi
anlaşılabilecektir. Yazdığı Sefaretname, döneminde en fazla okunan kitaplardan biri
olmuştur. Fransa izlenimleri, Osmanlı başkentinde bir Fransız modasının doğmasına
yol açmış, sözkonusu dönemde girişilen ıslahat hareketlerinde yönetici elite -başta
Sadrazam Damat Đbrahim Paşa- esin kaynağı olmuştur.370
Böylece, Osmanlı Đmparatorluğu’nda diplomasi, Batı’ya sadece siyasal ve
askeri değil aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir köprü rolü oynamaya
başlayacaktır. 28 Mehmet Çelebi’den sonra Batı’ya gönderilen elçiler -ölçüsü
zamanla değişmekle birlikte- Batı uygarlığına ait maddi ve manevi unsurların
Osmanlı’ya taşınmasında en önemli rolü oynayacaklardır. Artık, Osmanlı dünyasında
Batı imgesi değişmeye başlayacak, Osmanlı Đmparatorluğu’nun mutlak üstünlüğü
anlayışı ve söylemi büyük oranda kağıt üzerinde kalacaktır.371
Batı’ya giden Osmanlı elçilerinin yazdıkları sefaretnameler, yönetici elitin
zihniyetlerinin değişiminde hayli etkili olacaktır. 18. yüzyılın bir “sefaretnameler
asrı” olarak görülmesinde bu etkinin payı büyüktür. Elçiler, sefaretnamelerde gittikçe
369 28 Mehmet Çelebi’nin hayranlığı Marly Sarayı ve çevresindeki bahçelere yaptığı gezide en çarpıcı
biçimde ortaya çıkmaktadır: “Bu bahçeyi görünce, ‘Dünya mü’minlerin zindanı; kafirlerin cennetidir’
buyuran Hz. Muhammed’in sözünün anlamını daha iyi kavramış oldum.” Veinstein, Đlk Osmanlı
Sefiri 28 Mehmet Çelebi’nin Fransa Anıları: Kafirlerin Cenneti, s. 105. 370 Lewis, Modern Türkiye’nin Do ğuşu, s. 47. 371 Bu doğrultuda bir görüş için bkz: Namık Sinan Turan, “Osmanlı Diplomasisinde Batı Đmgesinin
Değişimi ve Elçilerin Etkisi (18. ve 19. Yüzyıllar)”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.
V., S. 2., (Aralık 2004), s. 57-86.
184
daha fazla “Batı üstünlüğünün nedenleri” sorunsalı üzerinde durmaya
başlayacaklardır. Zaten, Osmanlı Sarayı da elçilere bu yönde talimatlar verecektir.
Batı uygarlığının Osmanlı uygarlığından en azından bazı yönlerden üstün
olduğu, dolayısıyla Batı uygarlığından bazı unsurların alınması gerekliliği, Osmanlı
elçilerinin zihinlerine diğer bürokratik zümrelerden çok daha önce yerleşmiştir.
Ortaylı’nın belirttiği gibi, 18. yüzyılda Osmanlı Đmparatorluğu’ndaki “adı
konulmamış Batılılaşma”, bu yüzyılda yazılan sefaretnamelerde somutlaşmaktadır.372
Bu başlık altında analiz edilmeye çalışıldığı gibi, 18. yüzyılda Osmanlı
diplomasisi üslup boyutunda da önemli bir değişim geçirmiştir. Osmanlı
Đmparatorluğu’nun mutlak üstünlüğü söylemine dayanan kadim diplomasi
geleneğinin ve bu gelenek çerçevesindeki diplomasi uygulamalarının tedrici bir
değişime uğradığı görülmektedir. Osmanlı Đmparatorluğu’nun diğer devletlerle
diplomatik temasları, özellikle bir içe kapanış yaşanan önceki yüzyıla (17. yüzyıla)
oranla hayli artmıştır. Osmanlılar, 1703–1774 tarihleri arasındaki dönemde kayıtlara
geçmiş 68 antlaşma ve sözleşme imzalamışlardır.373 Bu durum Osmanlı
diplomasisindeki hareketliliği göstermektedir. Osmanlılar 18. yüzyılın sonuna kadar
sürekli diplomasiye geçmeseler de, sözkonusu diplomatik hareketlilik ad hoc
çerçevede diplomasinin yoğun ve etkili biçimde uygulandığının bir kanıtıdır.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun 18. yüzyılda uzun sayılabilecek barış dönemleri
geçirmesi de, Osmanlı diplomasisinin hiç de küçümsenemeyecek bir başarıya sahip
olduğunu göstermektedir. Daha önceki devirlerde güce dayalı anlayış çerçevesinde
372 Đlber Ortaylı, “Osmanlı’da 18. Yüzyıl Düşünce Dünyasına Dair Notlar”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, C. I. Tanzimat ve Meşruiyet’in Birikimi , Mehmet Ö. Alkan(ed.), Đstanbul, Đletişim
Yayınları, 2001, s. 40. 373 Quataert, Osmanlı Đmparatorlu ğu: 1700–1922, s. 125.
185
yürütülen diplomatik faaliyetler, artık ikincil konumdan çıkmaya başlayarak bizatihi
gücün bir parçası olarak görülmeye başlamıştır.
B) Osmanlı Diplomasisi’nde Dönüşüm
1-Sürekli Diplomasi’ye Geçişi Sağlayan Etkenler
a)Dış Etkenler (Uluslararası Konjonktür)
18. yüzyılın son çeyreği Avrupa ve Dünya tarihi açısından çok önemli
gelişmelerin ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Avrupa’da kökenleri 15. yüzyıla
uzanan değişim, 18. yüzyılın son çeyreğinde doruk noktasına ulaşmış, bu dönemde
ortaya çıkan siyasal, ekonomik ve sosyal devrimlerle modern Avrupa’nın ve
Dünya’nın temelleri atılmıştır.
i)Siyasal Konjonktür
Siyasal alandaki gelişmelere bakıldığında, konumuz açısından öncelikle
vurgulanması gereken olgu, uluslararası sistemin yeniden şekillenmesidir:
Uzun bir süre devam eden savaş ve karmaşa döneminden sonra, 1648 yılında
imzalanan Westphalia Antlaşması’yla temelleri atılan modern uluslararası sistem,
Avrupa’ya düzen ve istikrar getirmişti. Avrupa’daki düzen ve istikrarın sürmesi için,
güç dengesi politikasına başvurulmaktaydı. Böylece sistem içinde yer alan çok
sayıda aktör, denge politikası çerçevesinde birbirlerine karşı ittifaklar kurabilmekte
ve bir büyük gücün ya da ittifakın bağımsızlıklarını ortadan kaldırmasını
engelleyebilmekteydiler. Aynı dönemde Avrupa’da yaşanan sekülerleşme ve
rasyonelleşme süreci de, dış siyasetin dinsel dogmalardan daha da uzaklaşmasına, bu
186
sayede devletlerin güç dengesi anlayışı çerçevesinde politikalar izleyebilmelerine
yardımcı olmaktaydı.374
Avrupa’daki uluslararası sistemin güç dengesine dayalı yapısı, kaçınılmaz
olarak diplomasinin önem kazanmasına neden olmuştu. Çünkü, denge arayışlarına
dayalı Avrupa sisteminin kendini yeniden üretebilmesi için, sürekli değişen dengeler
nedeniyle ülkeler arasındaki temasları sağlayacak bir mekanizmaya ihtiyacı vardı. Bu
mekanizma ise diplomasiydi. Tezin “Sürekli Diplomasi’ye Geçiş” başlığı altında da
belirtildiği gibi, 17. ve 18. yüzyıllarda diplomasi kurumsal boyutta ve üslup
boyutunda büyük bir gelişme gösterdi ve yeni diplomasi anlayışı Avrupa’nın
batısından kuzeyine ve doğusuna doğru yayıldı. Sürekli diplomasi temsilciliklerinin
kurulmasından, elçi hak ve ayrıcalıklarına, dışişleri bakanlıklarının
oluşturulmasından, arşivleme ve şifrelemeye kadar modern diplomasinin çoğu
kavramı ve olgusu sözkonusu dönemde ortaya çıktı, gelişti ve yayıldı.375
Avrupa’da diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarında gelişmesi, Osmanlı
Đmparatorluğu’nu önce dolaylı olarak, sonra ise doğrudan etkiledi. Daha önce de
belirtildiği gibi, Avrupa ülkelerinin Đstanbul’daki temsilcilikleri Osmanlı devlet
adamlarının çağdaş diplomasiyle tanışmasında büyük rol oynamıştı. 18. yüzyılda
Batı’yla artan temaslara paralel olarak ad hoc nitelikli Osmanlı elçileri de Avrupa
ülkelerinde görev yapmış, bu sayede Avrupa tarzı diplomasi hakkında -bir ölçüde-
bilgi ve deneyim sahibi olmuşlardı. Bu nedenle, Osmanlı devlet adamları sürekli
diplomasiye geçişe karar verdiklerinde, az ve yetersiz de olsa bir miktar bilgi ve
deneyime sahiptiler.
374 Sander, Siyasi Tarih, C. I., s. 76. 375 Sözkonusu dönemde diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarında gelişimi için bkz: Anderson,
The Rise of Modern Diplomacy, s. 41–102.
187
Đlk kez açık bir biçimde Ahmet Resmi Efendi’nin dile getirdiği gibi, 18.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı devlet adamları Avrupa’daki sistemin güç
dengesine dayandığını, güç dengesinin de ittifaklar yoluyla sürdürüldüğünü ve
Avrupalı güçlerin ulusal çıkarları uğruna dinsel yargılarını bile bir kenara
atabildiklerini gördüler. Osmanlı Đmparatorluğu, içine düştüğü krizden ancak bir
yandan reformlar yaparak öte yandan da barışı ve statükoyu sürdürmek için ittifaklar
kurarak çıkabileceği düşüncesinin Devlet katında kabul görmesiyle, Avrupa
sisteminin bir parçası olmaya çalışacaktır. Dolayısıyla, Osmanlı devlet adamlarının
dönemin ruhuna uygun biçimde güç dengesi anlayışını benimsemeleri, Avrupa
sisteminden ne kadar etkilendiklerini göstermektedir.
18. yüzyılın sonunda uluslararası ilişkilerin girdiği yeni süreç, Osmanlı
yöneticilerinin statükonun ve uluslararası dengelerin korunmasının ne kadar önemli
olduğunu daha iyi anlamalarını sağlamıştır.
18. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa devletler sistemi revizyonist meydan
okumalarla karşı karşıya kalmış, sistem içinde dengeleri kendi lehine çevirerek ve
sistem içindeki küçük aktörleri tasfiye ederek genişlemek isteyen büyük güçler
ortaya çıkmıştır. Özellikle, Prusya ve Rusya genişleme politikası izleyerek dengeleri
değiştirmeye çalışmışlardır.
Polonya’nın parçalanarak, bağımsızlığına son verilmesi uluslararası ilişkilerin
girdiği yeni sürecin en önemli örneğidir. Rusya ve Prusya’nın Avusturya ile
anlaşarak Polonya’yı üç seferde paylaşmaları ve Đngiltere ile Fransa gibi diğer büyük
güçlerin bunu desteklemeleri ya da engelleyememeleri Osmanlı ricalinde derin bir
endişe yaratmıştır. Polonya gibi köklü ve büyük bir devletin kısa zamanda ortadan
kaldırılabilmesi, gerilemenin farkına varan Osmanlı yöneticilerinin benzer bir
durumun Osmanlı Đmparatorluğu açısından sözkonusu olabileceğini düşünmelerine
188
neden oldu.376 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nın, Babıâli’nin, Polonya’nın Rusya
tarafından işgaline tepki göstermesiyle başladığı göz önüne alındığında sözkonusu
durum daha iyi anlaşılmaktadır. Đleride ele alınacağı gibi, Osmanlı Đmparatorluğu,
Polonya meselesi nedeniyle girdiği savaştan büyük bir yenilgiyle ayrılmış, çok ağır
şartları ihtiva eden Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı.
Babıâli’yi savaşa teşvik eden Fransa ise söz verdiği desteği sağlamamış, Rusya ile
anlaşma yolunu seçmişti.
Diğer taraftan, Osmanlı yöneticileri Đsveç ve Prusya ile ittifak görüşmelerinde
de sözkonusu ülke yöneticilerinin nasıl “kaypak” politikalar izlediklerine şahit
olmuş, diplomasinin pragmatik/oportünist yanını görmüşlerdi. Osmanlı
yöneticilerinin uluslararası ilişkilerin değişken yapısını bir ölçüde de olsa anlamaları,
ülkenin hesapsızca girilen 1768–1774 ve 1787–1792 savaşları nedeniyle içine
düştüğü krizle bütünleşince, dış politikada dengelerin mümkün olduğunca korunması
düşüncesinin benimsenmesini sağlamıştır.377
18. yüzyılın sonlarında uluslararası ilişkilerdeki değişimi sağlayan esas
gelişme ise, 1789 Fransız Devrimi’dir. Devrim ilk ortaya çıktığı andan itibaren
Avrupa’da büyük bir kaos yaratmış, etkilerini kısa sürede kıtanın her yanında
376 Ahmet Cevdet Paşa, Polonya’nın 1793’te birkez daha paylaşılması haberinin Đstanbul’a
ulaşmasından sonra, “bundan ibret alınarak gerekli düzenin yerine getirilmesine bir kat daha aşırı
derecede yapışmak lazım geldiğininin” düşünüldüğünü belirtmektedir. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i
Cevdet, C. III., sadeleştiren: Dündar Günay, Đstanbul, Üçdal Neşriyat, 1993, s. 1478. 377 1768’de Polonya meselesi nedeniyle Rusya’yla alelacele savaşa giren Osmanlı yöneticileri,
Polonya’nın Prusya ve Rusya tarafından bir kez daha bölüşülmesi üzerine Polonyalı milliyetçiler
tarafından 1794’te başlatılan isyana bu defa destek vermediler. Fransız elçisinin ve Polonyalı
milliyetçilerin bütün girişimlerine rağmen, Babıâli isyanı açıkça desteklemekten özenle kaçındı.
Osmanlı yöneticileri, yardım isteklerini “Osmanlı Đmparatorluğu’nun içinde bulunduğu durumun
Rusya’nın tepkisini çekecek bir yardıma izin vermediği” gerekçesiyle reddetmişlerdi. Jan Reychman,
“1794 Polonya Đsyanı ve Türkiye”, Belleten, C. XXXI., S. 131., (1967), s. 85-91.
189
göstermeye başlamıştı.378 Avrupa’da dengeleri tamamen değiştiren Fransız Devrimi,
Avrupa ülkelerinin hem iç, hem de dış politikalarında etkilerde bulundu. Devrim
sonrasında oluşturulan Fransız yönetimine karşı yeni bir denge kurulması amacıyla
yapılan girişimler, Avrupa diplomasisinin en önemli ve sürekli uğraşısı haline geldi.
Avrupa devletleri arasındaki diplomatik temaslar arttı ve diplomasi çok daha
gündelik bir nitelik kazanmaya başladı.379
III. Selim’in tahta çıkışından birkaç ay sonra gerçekleşen Fransız Devrimi’nin
Osmanlı Đmparatorluğu’na da etkilerde bulunması kaçınılmazdı. Aslında, Osmanlı
Đmparatorluğu Avrupa ülkelerinden çok farklı bir siyasal, ekonomik ve toplumsal
yapıya sahip olduğundan, Fransız devriminin etkilerini farklı biçimde yaşadı.
Devrimin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ilkeleri çerçevesinde şekillendirilen siyaset
felsefesi, Avrupa ülkelerinde görüldüğünün aksine Osmanlı Đmparatorluğu’nu hemen
değil bir süre sonra etkiledi. Bu etki de, kendini öncelikle Đmparatorluğun Hıristiyan
unsurları arasında milliyetçi, liberal ve laik fikirlerin yayılmasıyla gösterdi.
Sözkonusu etki, Đmparatorluğun egemen unsuru olan Müslümanlar arasında ise esas
itibariyle 19. yüzyılın ortalarında ortaya çıkacaktı.380
378 Fransız Devrimi’nin ortaya çıkışı ve çeşitli ülkelerdeki etkileri için bkz: R. R. Palmer, The World
of French Revolution, New York, Harper and Row Publishers, 1972, passim. 379 Fransız Devrimi aynı zamanda diplomasiye de yeni bir boyut kazandırmıştır. Devrim yönetimi,
Rousseau gibi radikaller tarafından savunulan dış politikanın hanedan kontrolünde değil, ulusal
denetim altında olması düşüncesini benimsemiştir. Milliyetçilik dı ş politikanın sadece izlenen politika
boyutuna değil, aynı zamanda kurumsal boyutuna da etkide bulunmuştur. Patricia Chastain Howe,
“Charles-Francois Dumouriez and the Revolutionizing of French Foreign Affairs in 1792”, French
Historical Studies, Vol. 14., No:3, (Spring 1986), s. 377-378. 380 Şerif Mardin, “The Influence of the French Revolution on the Ottoman Empire”, International
Social Science Journal, Vol. 41, No:1, (February 1989), s. 17. Fransız Devrimi’nin belirtilen yöndeki
etkileri kısa bir süre içinde Osmanlı Đmparatorluğu’na ulaşacaktır. 19. yüzyılın başından itibaren
Osmanlı anasırı (ulusları) arasında başlayan milliyetçi ayaklanmalar, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
dağılış sürecini başlatacaktır. Fransız Devrimi’nin sözkonusu etkileri, 19. yüzyılda Osmanlı
diplomasisinin en önemli meşguliyet sahasının, “milliyetçi taleplere Avrupalı güçlerin destek
190
Fransız Devrimi’nin Osmanlı Đmparatorluğu’na hemen baştaki önemli etkisi
ise dış politika alanında oldu:
Osmanlı yöneticileri, doğal olarak Fransız Devrimi’nin ilkelerinden pek de
hoşlanmamışlardı. Fakat, Osmanlı yöneticileri Devrimin öncelikle Fransa’nın ve
Avrupa Hıristiyan dünyasının bir iç işi olduğunu düşündüklerinden, bu konuyla çok
da ilgilenmediler.381 Zaten, Osmanlı yönetiminin sözkonusu dönemde en önemli
uğraşısı Avusturya ve Rusya ile sürdürülen savaştı.
Devrim’in Fransa’da yerleşmesi ve yeni yönetimin devrimin hemen ertesinde
izlemeye başladığı statükocu politikayı terk ederek daha aktif bir politikaya
yönelmesi nedeniyle, Avusturya’nın Osmanlı Đmparatorluğu’yla barışa yanaşması
Osmanlı yöneticilerinde memnuniyet yarattı. 1791’de Avusturya’yla barışın
imzalanmasından sonra, 1792’de Rusya’nın da –yine Fransız Devrimi’nin etkisiyle-
Osmanlı Đmparatorluğu’yla savaşı sona erdirmek istemesi, Osmanlı yöneticilerinin
Devrim’in Avrupa devletler sistemindeki etkilerini çok daha iyi anlamalarını sağladı.
1792’de Fransa’nın Avusturya önünde kazandığı zafer Đstanbul’da sevinçle
karşılandı.382 Rusya ve Avusturya’nın güç kaybetmeleri ve dikkatlerinin Osmanlı
Đmparatorluğu’ndan uzaklaşması, doğal olarak, Osmanlı yöneticilerini memnun
ediyordu.383 Babıâli, Fransız Devrimi sonrasında Avrupa’da başlayan genel savaşta
vermesini gene Avrupalı güçlerden destek alarak engellemek” olmasına sebebiyet verecekti. Fransız
Devrimi, bu boyutuyla da Osmanlı diplomasisinin gelişiminde orta ve uzun vadede hayli etkide
bulunmuştur. 381 Örneğin, dönemin Fransız elçisinin Đstanbul’da bir basımevi kurarak devrimle ilgili haberleri ve
Đnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’ni Türkçe, Arapça, Yunanca, Sırpça gibi dillerde yayınlamasına
hiç müdahale edilmemiştir. Orhan Koloğlu, “Doğu’nun Fransız Devrimi’ne Bakışı”, Tarih ve
Toplum, S. 68., (Ağustos 1989), s. 95. 382 Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., Ankara, TTK Yayınları, y.y., s. 22. 383 Nitekim, III. Selim’in sırkatibi şöyle bir temennide bulunmuştu: “Hemen hazret-i Hak Françe
Đhtilalini, Devleti Aliyye’nin düşmanı olanlara dahi sirayet ettirip ve çok zaman birbirine düşürüp,
191
tarafsız kalmayı seçtiyse de, Fransa’nın yeni yönetiminin kalıcı olduğunun
anlaşılmasıyla, Fransa’yla ilişkilerini geliştirmeye başladı.384 Avusturya ve
Đngiltere’nin bütün protestolarına rağmen, hem Osmanlı Đmparatorluğu’nda bulunan
Fransızların Devrim yönetimini destekleyen faaliyetlerine izin verildi, hem de
Fransa’nın yeni yönetimi fiilen tanınarak diplomatik ili şki kuruldu.385
Böylece, Fransız Devrimi uluslararası sistemde yarattığı değişikliklerle,
Osmanlı yöneticilerine dış politikada dengeleri kullanma yönünde çok önemli bir
fırsat sunarken, Osmanlı diplomasisinin kurumsal ve üslup boyutlarında gelişiminde
de önemli katkılar sağladı:
Birincisi, Fransız Devrimi sonucunda Avrupa’da diplomatik temasların artışı
ve gündelik bir nitelik kazanması Osmanlı Đmparatorluğu’nun da diplomatik
gündeminin yoğunluğunu arttırdı. Fransız Devrimi’nin etkilerinin tüm Avrupa’ya
ulaşmasıyla gerek Fransa, gerek bu ülkeye karşı oluşturulan Koalisyon Güçleri
(Đngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya) Osmanlı Đmparatorluğu nezdindeki
Devleti Aliyye’ye hayırlı neticeler müyesser eyleye”. Koloğlu, Doğu’nun Fransız Devrimi’ne Bakışı”,
s. 95. 384 Fransa’yla ilişkilerin güçlendirilmesinde başka etkenlerin de payı vardır: Osmanlı
Đmparatorluğu’nun 16. yüzyıldan itibaren Fransa’yı Avrupa’da kendisine en yakın güç olarak görmesi,
III. Selim’in Fransa’ya olan yakınlığı ve giriştiği reform hareketlerinde bu ülkenin desteğine ihtiyacı
gibi. Gerçekten de, Osmanlı yöneticilerinin 18. yüzyıldaki reformlarının çoğunda Fransa’nın katkısı
bulunmaktaydı. Fransa ve Fransızca Osmanlı Đmparatorluğu’nun Batı’ya açılan en önemli
penceresiydi. Lewis, Modern Türkiye’nin Do ğuşu, s. 57–58. 385 Fransa’nın yeni yönetimiyle ilişkiler güçlendirilse de, Osmanlı yönetiminin dış politikada
Đmparatorluğu büyük sıkıntılara sokabilecek maceralara girmenin yaratabileceği sıkıntıyı anladığı
anlaşılmaktadır. Özellikle, Osmanlı Đmparatorluğu’nun geleneksel düşmanları olan Rusya ve
Avusturya’ya karşı Fransa’yla ilişkilerin güçlendirilmesinin stratejik yararları görüldüyse de, savaşa
neden olabilecek ittifaklardan ve sözkonusu ülkelere karşı sert bir dış politika izlenmesinden -
Fransa’nın bu yöndeki çabalarına rağmen- özenle kaçınılmıştır. Avrupa’nın içinde bulunduğu durum,
Osmanlı yöneticilerinin başlattıkları Nizam-ı Cedit reformlarını yapabilmeleri açısından bir fırsat
olarak görülmüştür. Osmanlı yöneticilerinin, Đmparatorluğun içinde bulunduğu koşulları fark ederek
rasyonel bir dış politika izledikleri görülmektedir.
192
diplomatik faaliyetlerini arttırdılar. Đstanbul’daki elçilerle yürütülen diplomatik
temasların artması hem Osmanlı diplomasisinin çağdaş diplomatik usüllerle daha da
yakından tanışmasını sağladı, hem de diplomatik temasların sadece Đstanbul’daki
yabancı elçilikler ve zaman zaman gönderilen ad hoc elçilerle yürütülemeyeceğinin
anlaşılmasına neden oldu.
Đkincisi, Fransız Devrimi’nin yarattığı karmaşa aynı zamanda Osmanlı
yöneticileri arasında yeni bir ayrışmaya neden oldu. Daha önce hiç olmadığı biçimde,
Osmanlı yöneticilerinin bir kısmı Fransa, bir bölümü ise Đngiltere yanlısı bir
politikayı savunmaktaydılar.386 Đmparatorluğun hangi ülkeyle ittifak yapması
gerektiği konusunda 19. yüzyılda çok açık bir biçimde ortaya çıkacak ayrışma ilk
defa açık biçimde sözkonusu dönemde görüldü.
Üçüncüsü, Fransız Devrimi’nin Avrupa’da yarattığı kaos sonucunda
uluslararası ilşkilerin her gün farklı bir biçim alması, Osmanlı yöneticilerinin
Avrupa’dan daha sağlıklı bilgi alma ihtiyacı içine girmesine neden oldu. Uzun
yıllardan beri kullanılan geleneksel bilgi kaynaklarının (Đstanbul’daki yabancı elçiler,
ad hoc Osmanlı elçileri, Eflak ve Boğdan’dan gelen raporlar, Osmanlı hizmetine
giren yabancılar, Avrupa’da bulunan Osmanlı casusları ve tüccarları gibi) yetersiz
kalması, yeni bir bilgi kaynağı aranmasına neden oldu. Yeni bilgi kaynağı, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun yabancı ülkelerde kuracağı sürekli elçilikler olacaktır.387
ii)Ekonomik Konjonktür
Yukarıda belirtilen siyasal etkenlerle birlikte, dönemin uluslararası
konjonktürünü şekillendiren ekonomik etkenler de, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
386 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yay. Haz: Ahmet Kuyaş, 6. B., Đstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2004, s. 120. 387 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1480.
193
sürekli diplomasiye geçişinde etkili olmuştur. Bu yüzden sözkonusu dinamikler
üzerinde de durmak yerinde olacaktır:
18. yüzyılın son çeyreği siyasal alanda olduğu kadar, ekonomik alanda da
büyük bir devrime sahne oldu. Sözkonusu devrim, buhar makinesinin bulunmasıyla
başlayan Sanayi Devrimi’ydi. Sanayi Devrimi üretimin kitleselleşmesini sağlamış,
artan üretim pazar ve hammadde ihtiyacını hayli arttırmıştır. Böylece, Avrupa’da 15.
ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkan ticari kapitalizm yerini sınaî kapitalizme bırakmaya
başlamıştır.388 Ticari kapitalizmin ortaya çıkışıyla tüm dünyaya yayılan Batılı güçler,
sınaî kapitalizme geçişle tüm dünyayı pazar ve hammadde kaynağı olarak kontrol
etme ihtiyacı içine girdiler.389 Sözkonusu ihtiyaç, büyük güçler arasındaki
çatışmaların da zamanla en önemli nedenini oluşturacaktır.
16. yüzyılda başlayan globalleşme sürecinde bir üst aşamaya geçişi sağlayan
Sanayi Devrimi, doğrudan ve dolaylı yollardan, önce Avrupa’daki daha sonra ise tüm
dünyadaki geleneksel yapıların çözülmesine neden oldu.390 Sanayi Devrimi’nin bu
dönüştürücü etkisi kendisini çok kısa bir sürede gösterecekti. Batılı güçler
dikkatlerini geleneksel siyasal birimlere yönelttiler.
18. yüzyılın sonlarında, Batılı güçlerin geleneksel siyasal birimleri kontrol
altına alma çabaları, öncelikle ülke pazarlarının Batılı tüccarlara tamamen
açılmasının sağlanması ve Batılı ülke tüccarlarının yerli tüccarlar karşısında eşitlik,
hatta ayrıcalık kazanması yönündeydi. Bunu sağlamanın yolu da, geleneksel siyasal
birimler üzerinde öncelikle diplomatik baskı kurulması, bu yöntemin başarısız olması
388 Eric Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, Çev:Bahadır Sina Şener, 2. B., Ankara, Dost Kitapevi
Yayınları, 2000, s. 37-38. 389 Avrupa’nın 17. yüzyılın ortalarından 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanan dönemde geçirdiği
değişim ve bunun etkileri için bkz: Jeremy Black, Europe and the World: 1650–1830, London and
New York, Routledge, 2002, passim. 390 Sander, Siyasi Tarih, C. I., s. 109-110.
194
durumunda ise, askeri yollara başvurmaktı. Çin, Japonya ve Đran’ın sürekli
diplomasiye geçiş süreçleri incelenirken belirtildiği gibi, önce Batılı ülkeler
çıkarlarını korumak için sürekli diplomatik temsilcilikler açmak yolunda baskı
yapmıştı. Sonra da sözkonusu ülkeler sürekli diplomatik temsilcilikler açmak
zorunda kalmışlardı. Batılı ülkelerin geleneksel yapıya sahip ülkelerdeki baskılarının
18. yüzyılın sonunda başlaması, sınai kapitalizme geçişle doğrudan bağlantılıydı.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun -özellikle Çin ve Japonya’yla
karşılaştırıldığında- 18. yüzyıl sonunda yaşanan ekonomik değişimden etkilenmesi
daha farklı olmuştur. Kuruluşundan itibaren izolasyonist bir politika izlemeyen ve
Avrupa’yla siyasi, ekonomik, askeri hatta belli oranda kültürel bağlarını hiç
kesmeyen Osmanlı Đmparatorluğu, Batılı güçlerin ekonomik faaliyetlerini özgürce
yürütmelerine büyük ölçüde izin vermekteydi. Özellikle kapitülasyon mekanizması
Batılı güçlerin ihtiyaç duyduğu ticari hak ve ayrıcalıkların korunmasında çok
etkiliydi.
18. yüzyılda Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupa ekonomik sistemine
eklemlenmesiyle ilgili önemli gelişmeler olmuştu. Bu gelişmelerde, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun dış politikasının ve diplomasisinin de çok belirleyici bir rolü
vardı. Alınan yenilgiler sonucunda imzalanan antlaşmalarda Avusturya ve Rusya gibi
devletler, tüccarlarının serbestçe ticaret yapabilmeleri ve çeşitli ayrıcalıklardan
yararlanmaları yönündeki maddeleri antlaşma metinlerine sokmuşlardı.391 Ayrıca,
Fransa ve Đngiltere gibi devletler de, barış görüşmelerinde arabuluculuk yaparak
kapitüler haklarını genişletme şansı elde etmişlerdi. Süreç içinde, kapitülasyon
sistemi genişletilmiş, başka ülkelere de kapitülasyonlar verilmişti. Böylece, Osmanlı
391 Örneğin, Avusturya ile 1739’da imzalanan Belgrad Antlaşması’nda ve Rusya ile 1774’te
imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nda, sözkonusu ülke tüccarlarının faaliyetlerini ve haklarını
genişleten hükümler yer almaktaydı.
195
Đmparatorluğu, Sanayi Devrimi öncesinde Avrupa ülkeleriyle ekonomik bağlarını
geliştirmişti.
18. yüzyılda ortaya çıkan bir başka gelişme ise, Avrupa ülkeleriyle Osmanlı
Đmparatorluğu arasındaki ticaretin artışıydı. Ticaret artışının nedeni, sadece Avrupa
devletlerinin kapitülasyonlar sayesinde Osmanlı Đmparatorluğu’na yaptıkları ihracatı
arttırmaları değildi. Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupa’ya yaptığı ihracatta da
büyük artışlar ortaya çıkmıştı. 18. yüzyılın başlarında Osmanlı Đmparatorluğu’nun
Balkan vilayetlerinden Avrupa’ya yönelik kaçak tahıl ihracatıyla başlayan süreçte
ihracat, 18. yüzyılın ikinci yarısında hem Sanayi Devrimi’nin yarattığı talep, hem de
Avrupa devletleri arasındaki savaşlar nedeniyle pamuk, tütün, üzüm gibi maddelerle
daha da gelişti.392
Osmanlı Đmparatorluğu’yla Avrupa ülkeleri arasındaki resmi ya da gayrı
resmi yollardan gelişen ticaret, kaçınılmaz olarak her iki taraf arasındaki bağları daha
da güçlendirdi. Batılı ülkeler artan ticari faaliyetlerine paralel olarak, Osmanlı
topraklarındaki konsolosluklarını arttırma yolunu seçtiler.393 Bunun sonucu, taraflar
arasındaki diplomatik temasların artışı, dolayısıyla diplomatik bağların güçlenmesi
olacaktı. Avrupa’yla gelişen ticaret Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye
geçişinde dolaylı bir etki yaptıysa da, 19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin Avrupa
392 Reşat Kasaba, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Dünya Ekonomisi, Çev:Kudret Emiroğlu, Đstanbul,
Belge Yayınları, 1993, s. 23. Osmanlı Đmparatorluğu ile Avrupa arasında gelişen ticaret;
Balkanlardaki Hıristiyan unsurların bundaki rolleri ve gelişen ticaretin sözkonusu unsurlar üzerindeki
etkileri için bkz: Traian Stoianovich, “The Conquering Balkan Ortodox Merchant”, The Journal of
Economic History, Vol. 20., No:2, (June 1960), s. 234-313. 393 Örneğin, Osmanlı Đmparatorluğu’ndaki Đngiliz konsolosluklarının sayısı, 17. yüzyıldaki ve 18.
yüzyıl başlarındaki gerilemeden sonra, 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hızla artmaya başladı. 19.
yüzyılın ilk çeyreği biterken, 11 Osmanlı kentinde Đngiliz konsolosluğu bulunmaktaydı. Bu sayı
Đngiltere’nin Fransa’daki konsolosluklarıyla eşitti. Bu konuda bkz: Uygur Kocabaşoğlu,
Majestelerinin Konsolosları: Đngiliz Belgeleriyle Osmanlı Đmparatorlu ğu’ndaki Đngiliz
Konsolosları (1580–1900), Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2004, s. 27–39.
196
ekonomik sistemine eklemlenmesiyle iktisadi faktör, siyasal ilişkilerin
şekillenmesinde çok daha belirleyici bir rol oynamaya başlayacaktır.394
Sözkonusu dönemde, Avrupa’yla artan ticaretin ve Osmanlı
Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçişi açısından daha önemli olan ve kısa
vadede ortaya çıkan etkisi ise, Osmanlı yönetici elitinin Avrupa’ya bakışındaki
değişim üzerindeki rolüdür:
18. yüzyıldan itibaren, Sanayi Devriminin bir sonucu olarak, ucuz ve kaliteli
Batı mallarının Osmanlı pazarlarına girmesi, özellikle Osmanlı sivil bürokrasisinde
Batı’nın sadece askeri alanda değil, aynı zamanda ekonomik alanda da üstün olduğu
düşüncesinin yerleşmesinde etkili olmuştur. Böylece, 18. yüzyılın sonundan itibaren
sivil bürokrasi Avrupa modelinden esinlenmiş reformlarla Avrupa kapitalizmi
arasında bir bağ kurmuştur. Avrupa kapitalizmiyle bütünleşme ve Avrupa modeli
çerçevesinde reform yapma politikası birbirini besleyen dinamikler haline
gelmiştir.395
Öte yandan, Osmanlı pazarına giren Avrupa malları, Osmanlı halkının bunları
edinebilen çeşitli kesimleri arasında tüketim kalıplarının değişmesini sağlamıştır. 18.
yüzyılın başlarında başlayan süreçte, “Batı mallarına sahip olmak ve Batılı formlar
kullanmak, statü sembolü diğer eşyaları gölgede bırakan bir önem kazandı.”396
Değişen tüketim kalıpları zamanla Osmanlı Đmparatorluğu üzerindeki Batı etkisini
arttırmıştır. Özellikle, hayat tarzı ve tüketim kalıpları değişmeye başlayan sivil
394 Osmanlı Đmparatorluğu’nun 19. yüzyılda uluslararası kapitalist sisteme eklemlenme süreci için
bkz: Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisi’nde Bağımlılılık ve Büyüme: 1820-1913, 3. B., Đstanbul
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005, passim. Ayrıca, Orta Doğu merkezli bir çalışma için bkz: Roger
Owen, The Middle East in the World Economy 1800-1914, London and New York, Methuen, 1981,
passim. 395 Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 6. B., Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000, s. 43. 396 Fatma Müge Göçek, Burjuvazinin Yükseli şi, Đmparatorlu ğun Çöküşü: Osmanlı Batılılaşması
ve Toplumsal Değişme, Çev: Đbrahim Yıldız, Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999, s. 89.
197
bürokrasi, hem Batı’yla diplomatik bağları kuran ve yürüten kesim haline gelecek,
hem de sözkonusu ilişkilerin arttırılmasını savunacaktır.
iii)”Do ğu Sorunu”nun Ortaya Çıkışı
“Doğu Sorunu”, ilk bakışta Osmanlı Đmparatorluğu’nun gücünü kaybetmeye
başlamasıyla ortaya çıkmış bir sorun gibi gözükse de, aslında, paradoksal biçimde
Osmanlı Đmparatorluğu’nun daha kuruluşu ve yükselişiyle doğmuş da sayılabilir.
Avrupa Hıristiyan Dünyası, Doğu’dan gelen Osmanlı yayılmasını çok uzun bir süre
en önemli tehdit olarak görmüştür. Osmanlı Đmparatorluğu’na karşı girişilen Haçlı
ittifakları bu tehdite karşı geliştirilen ortak çabanın bir sonucuydu.
Yine de yaygın bilinen biçimiyle, “Doğu Sorunu”, esas olarak Osmanlı
Đmparatorluğu’nun çöküş sürecine girmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, “Doğu
Sorunu, Osmanlı Devleti’nin gücünü kaybetmeye başlamasıyla birlikte, bulunduğu
bölgede ortaya çıkan otorite boşluğundan doğan sorunlara ve bu durumdan kendi
lehlerine sonuçlar çıkarmak isteyen Avrupa devletlerince yürütülen politikaların yol
açtığı gelişmelerin bütününe verilen addır”. 397
“Doğu Sorunu” birbiriyle bağlantılı iki farklı unsurdan kaynaklanan
gelişmelerin sonucudur:398
Sözkonusu iki unsurdan birincisi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun iç
dinamikleridir. Osmanlı Đmparatorluğu’nun, 17. yüzyılın başlarından itibaren siyasal,
ekonomik, askeri, kültürel vb. açılardan gerilemeye başlaması, merkezi otoritenin
zayıflamasına ve sosyal barışın bozulmaya yüz tutmasına neden olmuştur. Bu
397 Çağrı Erhan, Türk-Amerikan Đli şkilerinin Tarihsel Kökenleri , Ankara, Đmge Kitabevi, 2001, s.
245. 398 Ibid. , 245–246.
198
yüzden, Đmparatorluğun parçalanma sürecine girmesine sebebiyet verecek iç dinamik
ortaya çıkmaya başlamıştır.
“Doğu Sorunu”nu ortaya çıkaran diğer unsur ise, dış dinamiklerdir:
Uluslararası sistemde 18. yüzyılın son çeyreğinde meydana gelen gelişmeler, “Doğu
Sorunu”nun ortaya çıkışında hayli etkili olmuştur. Rusya’nın 18. yüzyılın başından
itibaren Avrupa politikasının en önemli aktörlerinden biri haline gelmesi,
Đngiltere’nin hegemon bir dünya gücüne dönüşmeye başlaması, Fransa’nın eski
etkinliğini ve gücünü kaybetmesi ve Prusya’nın yükselişi gibi gelişmeler, “Doğu
Sorunu”nun ortaya çıkışına ve gelişimine etkide bulunmuştur. Avrupalı büyük güçler
küresel boyutta yürüttükleri mücadeleye paralel biçimde, Osmanlı Đmparatorluğu
üzerinden de güç yarışına girdiler. 19. yüzyılda çok daha açık bir biçimde ortaya
çıkacağı gibi, Osmanlı Đmparatorluğu’yla ilgili gelişmeler ve meseleler Avrupa
diplomasisinin en önemli mesai alanlarından biri olmaya başlamıştır. Bunda en
önemli pay, hiç kuşkusuz Rusya’ya aittir. Şöyle ki:
18. yüzyılın başlarında, I. Petro yönetiminde büyük bir Avrupa gücü haline
gelmeye başlayan Rusya, komşuları Đsveç, Polonya ve Osmanlı Đmparatorluğu
aleyhine genişleme politikası izlemeye yöneldi.399 Rusya, izlediği genişleme
politikasında arzuladığı başarıyı 18. yüzyılın ilk yarısında yakalayamadıysa da,
Đsveç’le yapılan savaşlar sonucunda Baltık Denizi kıyılarının ele geçirilmesi gibi
önemli kazanımlar elde etti. Sözkonusu dönemde, Rusya’nın Osmanlı
Đmparatorluğu’yla yapılan savaşlarda toprak kazançları sınırlı olsa da, Çarlık,
Osmanlı Đmparatorluğu için gelecekte en büyük tehdit olacağının sinyallerini
vermeye başladı. Nitekim, daha 1730’lardaki Çariçe I. Katerina devrinde, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun tamamen yok edilerek, Osmanlı Ortodoks halklarının Rus Kilisesi
399 Stephen J. Lee, “Onsekizinci Yüzyılda Rus Dış Siyaseti”, Avrupa Tarihinden Kesitler: 1494–
1789, Çev: Ertürk Demirel, Ankara, Dost Kitabevi, 2002, s. 225–226.
199
ve Çarlığı etrafında bağımsızlıklarını kazanması düşüncesi dile getirilmeye
başlandı.400
Fakat, Rusya’da Osmanlı Đmparatorluğu’nun paylaşılması yönündeki
düşüncelerin çok açık bir biçimde vurgulanması ve bu yönde bir politika izlenmeye
başlanması esas itibariyle 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında olmuştur. “Doğu
Sorunu”ndan sözedilmeye başlanması da bu savaşın hemen ertesinde olacaktır. Bu
husus, Rusya’nın “Doğu Sorunu”nun ortaya çıkışındaki ve gelişimindeki asli rolünü
göstermektedir.
1768–1774 Savaşı’nda, Osmanlı Đmparatorluğu’nun çok ağır bir yenilgi
alması, Osmanlı gücünün büyük bir zafiyet içinde olduğunu göstermiştir. Bu da,
Rusya ve Avusturya’nın topraklarını Osmanlı Đmparatorluğu aleyhine genişletme,
hatta Osmanlı Đmparatorluğu’nu tamamen ortadan kaldırma “cüretini” göstermeye
başlamasına neden olmuştur. Avusturya, Osmanlı Đmparatorluğu ve Rusya arasındaki
savaşa iştirak etmediyse de, 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması’nın
imzalanmasının hemen ardından bir “oldu bitti” yaratarak Osmanlı toprağı olan
Bukovina’yı ele geçirmiştir. Babıâli de bu “oldu bitti”yi kabul etmek zorunda kalmış,
iki ülke arasında 1775’de imzalanan bir antlaşmayla, Bukovina’nın Avusturya
tarafından ilhakı tanınmıştır.
Rusya ve Avusturya, Bukovina’nın ele geçirilmesiyle başlayan dönemde,
Osmanlı Đmparatorluğu’na karşı müttefik olarak hareket etmişlerdir.401 Rusya ve
Avusturya arasındaki ittifakın amacı, Osmanlı Đmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak,
ya da en azından topraklarından daha büyük parçalar koparmak olacaktır. Aynı
400 Albert Sorel, The Eastern Question in the Eigteeenth Century, New York, Howard Fertig, 1969,
s. 9. 401 Sander, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü, s. 143.
200
dönemde iki ülkenin Polonya’nın paylaşılması meselesinde de anlaşma sağlamaları,
aralarındaki ittifakı daha da kolaylaştırmıştır.
Avusturya, Osmanlı Đmparatorluğu’ndan daha büyük parçalar koparılması
konusunda Rusya’yla ortak hareket etse de, Osmanlı Đmparatorluğu’na karşı radikal
teklifler hep Rusya’dan gelmiştir. 1782’de, Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya
arasında Kırım meselesi nedeniyle ilişkiler gerginleşirken, Rusya Avusturya ile olan
ittifakını daha da sağlamlaştırmıştı. Đttifakla ilgili temaslar sırasında, dönemin Rus
Çariçesi II. Katerina tarafından ortaya atılan Osmanlı Đmparatorluğu’nun
paylaşılması projesi, Rusya’nın “Doğu Sorunu”na verdiği anlam açısından önemlidir.
“Grek Projesi” olarak bilinen ve Avusturya Đmparatoru II. Joseph’e sunulan öneri,
Osmanlı topraklarının büyük bir bölümünün Rusya ve Avusturya tarafından
paylaşılmasına dayanmaktaydı. Projeye göre, sadece Osmanlı Đmparatorluğu’nun
Rum nüfusunun yaşadığı yerleri değil, aynı zamanda Bulgaristan, Trakya,
Makedonya ve Đstanbul’u da kapsayan ve Rus Kraliyet ailesinden Grandük
Konstantin’in hükümdar olacağı bir Yunan Đmparatorluğu kurulacaktı. Rusya, Bug
ve Dinyester nehirleri arasındaki toprakları alacak, Eflak ve Boğdan ise Rus
etkisinde bağımsız devletler haline gelecekti. Avusturya ise, Eflak Eyaleti’nin batı
kısmını, Sırbistan’ın Belgrad dahil olmak üzere önemli bir bölümünü ve Adriyatik
kıyısındaki bazı bölgeleri alacaktı.402
II. Katerina’nın teklifi, II. Joseph tarafından ilke olarak kabul edildiyse de,
Avusturya -Prusya faktörü nedeniyle- bu konuda önemli bir adım atmaktan çekindi.
Prusya’nın Osmanlı Đmparatorluğu’yla ili şkilerini geliştirmeye başlaması ve
Avusturya’nın Prusya’ya karşı destek aldığı Fransa’nın “Grek Projesi”ne sıcak
402 Mathew Smith Anderson, Doğu Sorunu 1774–1923: Uluslararası Đli şkiler Üzerine Bir
Đnceleme, Çev: Đdil Eser, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 28.
201
bakmayacağının bilinmesi, II. Joseph’i ihtiyatlı bir politika izlemeye mecbur
bırakmaktaydı.
1783’de Kırım meselesi nedeniyle Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya bir
savaşa giderken, Avusturya verdiği ültimatomla Babıâli’nin Rus tarafının isteklerini
kabul etmesi gerektiğini bildirmiş ve aksi halde olası bir savaşta Avusturya’nın
Rusya’yı “aktif bir biçimde” destekleyeceğini vurgulamıştı. Babıâli, Avusturya’nın
ültimatomunun da büyük etkisiyle Rusya’nın isteklerini kabul etmek zorunda
kalmıştı.403
Rusya ve Avusturya arasındaki -Osmanlı Đmparatorluğu’na yönelik- ittifak,
1787’de başlayan Osmanlı-Rus savaşında bir kez daha uygulamaya sokuldu.
Avusturya savaşın başlamasından yaklaşık 6 ay sonra, 1788’de Osmanlı
Đmparatorluğu’na karşı savaşa girdi. Avusturya ve Rusya’nın Osmanlı
Đmparatorluğu’na büyük bir darbe daha indirme hesapları, 1789’da Fransız
Devrimi’nin bütün dengeleri değiştirmesi nedeniyle tutmadı.
“Doğu Sorunu” nun ortaya çıkışını sağlayan Rusya-Avusturya ittifakı,
1792’de sona erdi. Đttifakın sona ermesinde, Avusturya’nın Fransız Devrimi’nin
etkisiyle iç ve dış sorunlara odaklanmak zorunda kalmasının, II. Joseph’in yerine
tahta çıkan II. Leopold’un dış politikayı değiştirmesinin ve Rusya ile Avusturya
arasında Balkanlar üzerinde rekabetin tedrici bir biçimde başlamasının rolü vardı.
Bundan sonra, 18. yüzyılın son on yılından itibaren, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun yıkıldığı 20. yüzyılın başlarına kadar, “Doğu Sorunu”nu
gündemde tutacak temel güç Rusya olacaktır. Rusya sürekli olarak, (1830’larda
ortaya çıkan Kavalalı Mehmet Ali Paşa ayaklanması gibi istisnalar haricinde) “Doğu
403 Ibid. , s. 30.
202
Sorunu”nun Osmanlı Đmparatorluğu’nun paylaşılması ve ortadan kaldırılması yoluyla
çözülmesini talep edecektir.
“Doğu Sorunu”nun Avrupa diplomasisinin en önemli meselelerinden biri
haline geldiği yukarıda belirtilmişti. Rusya’nın “Doğu Sorunu”nu istediği biçimde
çözememesinin en önemli nedeni de, sorunun niteliği ve çözümü hususunda büyük
güçler arasındaki anlaşmazlıklardı. Anlaşmazlığın ortasındaki zıt eğilimli ülkeler ise,
Rusya ve Đngiltere’ydi. Đngiltere, Rusya’nın aksine “Doğu Sorunu”nun çözümünü
Osmanlı Đmparatorluğu’nun paylaşılmasında ve ortadan kaldırılmasında görmüyordu.
Bilakis Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü korunmalıydı.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması ilkesinin Đngiliz
dış politikasına yerleşmesi esasen 18. yüzyıl sonunda ortaya çıkan bir gelişmedir.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun geleceği konusunda Đngiltere ve Rusya arasındaki
anlaşmazlık da aynı dönemde ortaya çıkmıştır.
Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma
politikası, temelde ekonomik etkenlerle ilgilidir:
Đngiltere, 18. yüzyılın son çeyreğine kadar ticari faaliyetlerini temelde
Atlantik Okyanusu üzerinden yürütmekteydi. Akdeniz havzası ve Osmanlı
Đmparatorluğu ile yapılan ticaret ise, Đngiliz dış ticaretinin bütününde çok küçük bir
yere sahipti.404 Zaten, Fransa Akdeniz ticaretini 16. yüzyıldan beri elinde tutmakta ve
bölgeye yeni aktörlerin girmesini engellemeye çalışmaktaydı. Bu nedenle, 1780’lerin
404 Đngiltere Kralı III. George 1760’ta tahta çıktığında, Osmanlı Đmparatorluğu ile Đngiltere arasındaki
ticaret en düşük düzeye inmişti. Ali Đhsan Bağış, “III. George Döneminde Đngiltere’nin Osmanlı
Đmparatorluğundaki Ekonomi Siyaseti”, Türk- Đngiliz Đli şkileri: 1583–1984 (400. Yıldönümü),
Ankara, Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 1985, s. 43. Osmanlı
Đmparatorluğu ile Đngiltere arasındaki ticaretin 18. yüzyıldaki gerilemesi ve bunun nedenleri için bkz:
Alfred C. Wood, History of Levant Company, 2. ed., London, Frank Cass, 1964, s. 134-178.
203
sonuna kadar hiçbir Đngiliz hükümeti Yakındoğu’ya ciddi bir ilgi göstermemişti.405
Đngiltere, Rusya’yla Baltık üzerinden yaptığı ticarete, Osmanlı Đmparatorluğu’yla
Akdeniz yoluyla yürüttüğü ticarete nazaran çok daha büyük önem vermekteydi.
Đngiltere ve Rusya arasındaki ilişkilerin 18. yüzyıl boyunca hayli sıcak olmasında
sözkonusu hususun çok büyük etkisi vardı.
Akdeniz ticaretinin Đngiltere açısından önem kazanması 18. yüzyılın son
çeyreğinde ortaya çıkan gelişmeler nedeniyle olmuştur:
Đngiltere’nin 18. yüzyıl ortalarında Hindistan’a sadece ticari olarak değil aynı
zamanda siyasi ve askeri anlamda da yerleşmesi Đngiliz Đmparatorluğu’nun ağırlık
merkezini Atlantik’ten Hint Okyanusu’na kaydırmıştı.406 Buna ek olarak;
Đngiltere’nin 1756–1763 Yedi Yıl Savaşları’nda Fransa’yı yenerek Akdeniz
havzasına girebilmek için en önemli engeli bir ölçüde aşabilmesi, 1774–1776
Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda alınan yenilgi nedeniyle Atlantik ticaretinin darbe
alması ve Sanayi Devrimi nedeniyle artan pazar ve hammadde ihtiyaçları, Akdeniz
havzasının -dolayısıyla Osmanlı Đmparatorluğu’nun- önemini arttıracaktır.
Belirtilen genel etkenler yanında, daha özelde Đngiltere ve Rusya arasındaki
ili şkilerin eski sıcaklığını kaybetmeye başlamasının da, Đngiltere’nin bölgeye
ilgisindeki artışta etkili olduğu görülmektedir. Rusya’da 1762’de tahta çıkan II.
Katerina’nın, daha pragmatik bir dış politika izlemeye karar vermesi, bu doğrultuda
Rusya’nın ittifaklar konusunda daha esnek bir tutum benimsemesi407 Đngiltere’yle
ili şkileri etkilemiştir. Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında Avrupa’nın bütün
denize kıyıdaş devletlerinin Đngiltere’ye karşı tavır alarak “silahlı tarafsızlık” içine
405 Anderson, Doğu Sorunu, s. 35. 406 P. J. Marshall, “The British in Asia: Trade to Dominion, 1700–1765”, The Oxford History of the
British Empire, The Eigteenth Century, P. J. Marshall(ed), New York, Oxford University Press,
2001, s. 487 407 Lee, “Onsekizinci Yüzyılda Rus Dış Siyaseti”, s. 231.
204
girmeleri ve bu politikanın Rusya tarafından da benimsenmesi, Đngiliz ileri gelenleri
arasında egemen olan “Rusya’nın Đngiltere’nin doğal müttefiki olduğu” düşüncesinin
ortadan kalkmasına yol açmıştır.408 Özellikle, Rusya’nın Đngiltere’yle 1766’da
imzaladığı 20 yıl süreli ticaret anlaşmasını 1786’da yenilememesi ve Fransa’yla “en
çok gözetilen ülke ilkesi”ne dayalı bir ticaret anlaşması imzalaması409 Đngiltere’nin
ileri gelen çevrelerinde sıkıntı yaratmıştır. Rusya’nın, 1774 Küçük Kaynarca ve 1783
Aynalıkavak Antlaşmaları’yla Karadeniz’de ticaret yapma hakkını kazanması
sonucunda Đngiltere’ye ihtiyacının azaldığı, Đngiliz hükümetince gözlenmiştir.
Aynı dönemde, Đngiliz tüccarları Osmanlı pazarının önemine işaret eden
görüşleri ihtiva eden raporlarını Đngiltere hükümetine iletmeye başlamışlardır.
Raporlarda, Osmanlı ülkesinin Đngiltere’nin ticareti açısından önemli olduğu,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun kapitülasyon politikasının Đngiliz tüccarları bakımından
büyük bir fırsat yarattığı gibi unsurların yanısıra, Rusya’nın Osmanlı topraklarını ele
geçirmesi halinde sahip olacağı kaynaklarla Đngiltere’nin dünya üzerindeki ticari
hâkimiyetine büyük bir tehlike oluşturacağı hususları da yer almaktaydı.410
Đngiliz tüccarlarından gelen bu yöndeki raporların da etkisiyle Đngiltere’nin
dış politikasındaki değişimin ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı. 1784’de,
Đngiltere’de başbakanlık görevine gelen William Pitt, başlarda Amerikan Bağımsızlık
Savaşı’nın yarattığı olumsuzluklar nedeniyle ülkenin iç meseleleriyle ilgilenmeye
öncelik verdi ve Rusya’yla iyi ilişkileri sürdürme doğrultusundaki geleneksel Đngiliz
dış politikasını sürdürdü. Ancak, Pitt 1780’lerin sonuna doğru bu politikayı
değiştirmeye başladı. Faaliyetleri Đngiltere Dışişleri Bakanlığı tarafından da hararetle
408 Anderson, Doğu Sorunu, s. 36. 409 Ali Đhsan Bağış, “Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu’nun Toprak Bütünlüğü Politikası ve Türk
Diplomasisinin Çaresizliği”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Sempozyuma Sunulan
Tebliğler 15-17 Ekim 1997, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999, s. 46. 410 Ibid. , s. 46–47.
205
desteklenen Đstanbul’daki Đngiliz elçisi Sir Robert Ainslie, 1787–1792 Osmanlı-Rus
Savaşı’nın hemen öncesinde, savaş açılması konusunda Babıâli’yi cesaretlendirmişti.
Ayrıca, Đngiliz Hükümeti, 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’ndakinin aksine, Rus
donanmasına Baltık Denizi’nden Akdeniz’e gitme konusunda yardım etmeyi de
reddetmişti.411
Sözkonusu gelişmelerin ardından, Đngiltere’nin Rusya’ya karşı açık bir
biçimde tavır alması da gecikmedi. Rus yayılmacılığına ilk açık karşı çıkış 1791
yılında ortaya çıkan “Ochakov sorunu” nedeniyle gerçekleşmiştir: Ochakov, Bug ve
Dinyester nehirlerindeki ticareti kontrol etme açısından büyük önem taşıyan ve
1788’de Rus kuvvetleri tarafından ele geçirilen bir Polonya kalesiydi. Rusya, kalenin
düşürülmesiyle Doğu Avrupa ve Karadeniz ticaretini ele geçirme yönünde çok
önemli bir adım atacaktı. Bu durumun Rusya’yı Đngiltere aleyhine çok
güçlendireceğini düşünen Đngiliz Hükümeti, Rus yönetimine kalenin terk edilmesini
içeren bir ültimatom gönderdi.412
Başbakan Pitt’in 1791 ilkbaharında Rusya’yla ilişkilerin bozulmasına yol
açan kuvvet kullanma tehdidi, o dönemde Đngiliz kamuoyu tarafından eleştirildi ve
Pitt de verdiği ültimatomu geri almak zorunda kaldı. Ancak, sözkonusu ültimatom
Đngiltere’nin Rusya’ya ve Osmanlı Đmparatorluğu’na yönelik politikası açısından
önemli bir aşamaya geçişi ifade etmektedir.
411 Anderson, Doğu Sorunu, s. 36. 412 Ibid. , s. 36–38. Đngiliz hükümetinin Rus yayılmasından endişelenmeye başlamasının altında yatan
temel etkenlerden biri de, Đngiltere’nin 18. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa güç dengesi sisteminde
oynamaya başladığı “dengeleyici” roldür. Fransa’nın Avrupa üzerinde hegemonya kurmasını
engellemek amacıyla büyük bir Avrupa koalisyonu kurmayı başaran Kral Oranj’lı William
yönetimindeki Đngiltere, Avrupa devletler sistemi içindeki dengeleyici rolünü sürdürmüş, Avrupa’da
herhangi bir gücün etkisinin artmasına karşı önlemler almayı dış politikasının temel ilkelerinden biri
haline getirmişti. Henry Kissinger, Diplomasi, 3. B., Çev:Đbrahim H. Kurt, Đstanbul, Türkiye Đş
Bankası Kültür Yayınları, 2002, s. 63-64. Rus yayılmasının engellenmesi, sözkonusu dengeleyici
rolün bir gereğiydi.
206
Gerçi, Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma
politikasının 1791’de başladığını ileri sürmek çok da doğru olmayacaktır. Çünkü,
Osmanlı Đmparatorluğu’na yönelik Đngiliz politikası, 19. yüzyılın başlarından itibaren
Palmerston, Canning ve Disraeli gibi başbakanlar tarafından izlenen politikalarla
gerçek anlamını bulacaktır. Buna rağmen, Đngiltere’de 18. yüzyılın sonundan itibaren
Rusya’ya yönelik bir güvensizliğin ortaya çıktığını ve Đngiliz hükümetinin
Yakındoğu ile o zamana kadar hiç olmadığı kadar ilgilenmeye başladığını söylemek
yerinde olacaktır. 413
b)Đç Etkenler
i)Đmparatorluğun Çöküş Sürecine Girmesi
—Güçsüzlüğün Farkına Varma:1768 Öncesi Barış Politikası
16. yüzyılın sonlarından itibaren hasımları karşısındaki mutlak üstünlüğünü
kaybetmeye başlayan Osmanlı Đmparatorluğu’nun dış politikası 18. yüzyılda tedrici
bir değişim yaşamıştır. Đmparatorluğun eski gücünü kaybettiği gerçeğinin Osmanlı
yöneticileri tarafından kabulüne dayanan yeni dış politika, esas olarak statükonun
korunmasına yönelikti. Đmparatorluğun güçsüzlüğü de, statükonun korunmasının
sadece askeri güçle değil aynı zamanda diplomasiyle de yapılmasını zorunlu
kılıyordu. Diplomasi statükonun korunmasının dolayısıyla barışın korunmasının en
önemli aracı haline gelmekteydi.
Daha önce de belirtildiği gibi, 18. yüzyılın Osmanlı Đmparatorluğu açısından
en barışçı yüzyıl olması bu yargıyı desteklemektedir. Özellikle 1739 Belgrad 413 Anderson, Doğu Sorunu, s. 39. 1791 krizini Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprak
bütünlüğünü koruma politikasının “başlangıcı” olarak gören yazarlar da bulunmaktadır. Örneğin,
Süleyman Kocabaş, Türkiye ve Đngiltere: Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar , Đstanbul,
Vatan Yayınları, 1985, 18–19. ve Rlfkı Salim Burçak, Türk-Rus-Đngiliz Münasebetleri (1791-1941),
Đstanbul, Aydınlık Matbaası, 1946, s. 13.
207
Antlaşması’yla girilen ve 1768’e kadar devam eden dönem, imparatorluk tarihindeki
en uzun barış dönemi olmuştur. Bu durum sadece Osmanlı Đmparatorluğu’nun temel
hasımları olan Rusya ve Avusturya’nın, Avusturya Taht Savaşları (1740–1748) ve
Yedi Yıl Savaşları (1756–1753) ile meşgul olmalarından kaynaklanmamaktadır.
Sözkonusu dönemde iş başına gelen Osmanlı sadrazamlarının çoğu imparatorluğu
savaşlardan uzak tutma yönünde kararlı bir politika izlemişlerdir. Savaşlara
katılmama politikası sadece Batılı güçlere karşı değil, Osmanlı’yla benzer bir
gerileme süreci yaşayan Đran’a yönelik olarak da kararlılıkla izlenmiştir.414
Barış politikası kendisini iki boyutta göstermektedir:
-Osmanlı Đmparatorluğu’nun savaşa girmemesi.
-Osmanlı Đmparatorluğu’nun, kendisini savaşa sokacak ya da sokabilecek
ittifaklara girmemesi.
18. yüzyılın en önemli sadrazamlarından olan Koca Ragıp Paşa, barış
politikasının önde gelen savunucularından biridir. 1736–1739 Osmanlı-Rus Savaşı’nı
bitiren Belgrad Antlaşması görüşmelerinde Mektupçu ünvanıyla görev yapan Koca
Ragıp Paşa, diplomasiyle ilgilenmesi (müzakerecilik yapması ve yabancı
diplomatlarla temasları) nedeniyle bu alanında önemli bir birikime sahipti. Bu
özelliği 1741’de Reisülküttap’lığa getirilmesinde büyük rol oynamıştı.415 Sultan’ın
kızkardeşiyle evlenerek Saray içindeki konumunu daha da sağlamlaştıran Koca
Ragıp Paşa, ölümüne kadar Osmanlı devlet yönetiminde çok etkili olmuştur. Sahip
olduğu güç ve etkinlikle, kendisi gibi reformist olan Damat Đbrahim Paşa’yla
benzeşmekteydi.
414 Shaw, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Modern Türkiye, C. I., s. 334. 415 Virginia Aksan, Savaşta ve Barışta Bir Osmanlı Devlet Adamı: Ahmed Resmi Efendi (1700–
1783), Çev:Özden Arıkan, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997, s. 16.
208
Koca Ragıp Paşa ve benzer görüşlere sahip hacegan mensupları, askeri ve
mali vaziyeti düzeltmeden savaşlara katılmanın imparatorluğu çok olumsuz
durumlarla karşı karşıya bırakacağının bilinciydiler. Koca Ragıp Paşa’nın, savaş
yanlısı olan III. Mustafa’yı birçok kez engellediği bilinmektedir. Cevdet Paşa,
Sadrazam’ın, savaşa katılmak isteyen III. Mustafa’ya şu şekilde uyardığını
belirtmektedir:416
“Büyük Devletimiz zaferler kazanmışken harbin ve birçok büyük
olayların geçmişi yabancıların gözünde korkacakları kadar vardır. Ancak
şimdiki halde zaferden yoksun olup muharebe sırasında burası herkesce
bilindiğinden düşman anlarsa hal müşkül ve dönülmez olur, hemen askere
nizam verilsin de, sonra bu davranışlara düşülsün (…)”
1763’te ölen Koca Ragıp Paşa’nın halefi olan Hamid Hamza Paşa da aynı
doğrultuda bir politika izlemiştir. O sırada Prusya’nın ittifak teklifine neden olumlu
cevap verilmediğini soran Padişah III. Mustafa’ya cevabı ilgi çekicidir.417 Söz
konusu cevap, Osmanlı yöneticilerinin, devletin içindeki olumsuz durumun, savaşta
başarı kazanacak bir güce sahip bulunmadığının ve bu yüzden barışın korunmasının
Osmanlı Devleti için bir zorunluluk olduğunun ne kadar farkında olduklarını
gösteren bir başka örnektir:
“Ve Prusyalu’nun ittifakında olan mahzurların had ü hasrı [hadd-i
hesabı] olmayıp bizim düşmanlar ile mukabaleye kudretimiz ne derecede
idüğü malûm. Cümlesi birlik olup bahren adalar ve berren memâlik-i
hüsrevaniyi taksim niyetinde olmalarından ve neticesinde Allah göstermesin
mülk-i mevrûs-ı şahânenin düşman eline gideceği mülâhazasından havf
olunur; kulları ve cümleten, ittifakı istihsan etmeyip (yani müttefikân Prusya
ile ittifaka karar vermeyip) mücerred şer’in hilafına söz söylemekten hazar
eylemiş olduğumuzu tekrar huzûr-ı hüsrevaniyi arz ve beyan ederiz (…)”
416 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. I., s. 77. 417 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. IV., s. 349-350, dipnot 1.
209
Avrupa ittifaklar sisteminden uzak kalma kaygısı 1750’ler ve 1760’larda
izlenen dış politikada çok etkili olmuştur. Prusya’nın, Rusya ve Avusturya’ya karşı
ittifak teklifleri, dönemin Osmanlı padişahı III. Mustafa’nın Prusya yanlısı çizgisine
rağmen kabul görmemiştir. Prusya ile yapılan görüşmelerde Osmanlı yöneticileri
diplomatik ustalık göstermişlerdir. Görüşmelerde ittifak teklifi kabul edilmemekle
birlikte açıkça reddedilmemiş, Prusya Kralı Büyük Frederick’e gönderilen cevapta
“iki tarafa hayırlı olan bazı maddelerin mahzurdan âri olacak şekilde derc ve ilhakı
muvafık olduğu kaydıyle nameye kapalı ve mübhem bir ibare kaydolunmuştur.” 418
Ayrıca, önerilen ittifak yerine bir ticaret ve dostluk antlaşmasının imzalanmasının
daha iyi olacağı belirtilmiştir. Sonuçta, 1761 Temmuz’unda bir iki ülke arasında bu
yönde bir antlaşma imzalanmıştır. 419
Sadrazam Koca Ragıp Paşa’nın ve haleflerinin kararlılıkla izlediği barış
politikası, Osmanlı yüksek bürokratlarının önemli sayıdaki bir bölümü tarafından da
desteklenmekteydi. Buna mukabil, Sadrazam’ın ve taraftarlarının siyasal muhalifleri,
Osmanlıların savaşa girmesini istemekteydi. Koca Ragıp Paşa’nın ölümünden sonra
savaş yanlılarının etkinliklerini arttırmaları, Osmanlı Đmparatorluğu’nu büyük
yıkımla sonuçlanacak bir savaşın içine sokacaktır.
418 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 346. 419 Kinross, 1761 Antlaşması’nı Ragıp Paşa’nın Avusturya ve Rusya’ya karşı denge arayışının bir
ürünü olarak görmektedir. Kinross’a göre, Koca Ragıp Paşa sözkonusu antlaşmayı ileride bir ittifaka
dönüştürmek için imzalamıştır. Kinross, The Ottoman Centuries, s. 394. III. Mustafa’nın ve Prusya
Elçisi’nin tüm ısrarına rağmen, Koca Ragıp Paşa’nın bu antlaşmayı Osmanlı Đmparatorluğu’nu savaşa
sokacak bir ittifaktan kaçınmak için bir ortayol çözümü olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Bu
doğrultuda bir görüş için bkz: Kemal Beydilli, Büyük Frederick ve Osmanlılar: XVIII. Yüzyılda
Osmanlı-Prusya Münasebetleri, Đstanbul, Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1985,
s. 55.
210
-“Doğu Sorunu”nunYarattığı Kırılma
Osmanlı Đmparatorluğu’nun tarihinde büyük bir dönüm noktası olan Küçük
Kaynarca Antlaşması, 1768–1774 Osmanlı-Rus savaşını sona erdirmiştir. Sözkonusu
savaş Osmanlı Đmparatorluğu’nun yaklaşık 30 yıldır tutarlı bir biçimde izlemeye
çalıştığı “statükonun ve barışın korunması” politikasına aykırı ilk ve en önemli
gelişmedir:
Aslında, 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı yöneticilerinin savaş
çıkarma isteklerinin sonucu değildir. En azından Osmanlı yönetici elitinin önemli bir
bölümünün isteği bu yönde olmamıştır. Osmanlılar Lehistan meselesi nedeniyle
çıkan savaşa adeta sürüklenmişlerdir. Fakat, başta Sultan III. Mustafa olmak üzere
Osmanlı yönetici elitindeki savaş yanlısı grup, Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya
arasında çıkan bunalımı kullanarak, savaş yanlısı politikalarının benimsenmesini
sağlamışlardır. Böylece barış yanlısı grup ve uzun bir zamandır Osmanlı dış
politikasının saptanmasında belirleyici olan görüşleri, bir süreliğine etkisini
kaybetmiştir. Şimdi, Savaş’a varan gelişmelere biraz daha yakından bakalım:
Osmanlı Đmparatorluğu’nun barışçı dış politikasında değişim yaratan süreç,
Lehistan’ın Prusya ve Rusya tarafından işgal edilmesiyle başlamıştır.
1764’te Avusturya’nın onayını alan Prusya’nın ve Rusya’nın Polonya’yı işgal
etmeleri ve bu ülkede kukla bir yönetim kurmaları Osmanlıların tepkisine yol açtı.420
Osmanlı yöneticileri Polonya’nın paylaşılması üzerine başlangıçta Rusya’ya karşı
temkinli bir politika izledi. Bunun temel sebebi, sadarette bulunan Koca Ragıp
420 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 365. Osmanlılar 16. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren, Lehistan Krallığına seçilecek olan kişilerin Avusturya ya da Rusya’nın desteklediği kişiler
olmamasına yönelik bir politika izlemekteydiler. Osmanlı Devleti bu politikasında hayli başarılı da
olmuştu. Özellikle, Rusya’nın Lehistan’ın içişlerine karışması önlenmeye çalışılmaktaydı. Nitekim,
1711 tarihli Prut Antlaşması’na Osmanlıların ısrarıyla, Rusya’ya Lehistan’ın içişlerine karışmamaları
yükümlülüğü getiren bir hüküm konulmuştu.
211
Paşa’nın, barış yanlısı politikada ısrar etmesiydi. Koca Ragıp Paşa’nın savaş yanlısı
III. Mustafa’nın bu yöndeki isteğine verdiği cevap, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
gücünü kaybettiğinin ve bu yüzden barış politikası izlemesi gerektiğinin Osmanlı
elitindeki bir grubun nasıl da farkında olduğunu göstermesi bakımından dikkat
çekicidir:421
“Devlet-i aliyeniz eskiden beri yapmış olduğu savaşlarda bir muharip
aslan olduğunu düşmanlarına göstermiştir. Fakat şimdiki halde tırnakları
aşınmış olup muharebe esnasında düşman bu halini anlarsa vaziyet müşkil
olur, askere nizam verdikten sonra bu iş düşünülsün.”
Osmanlı Đmparatorluğu’yla Rusya arasındaki bunalım sürerken vefat eden
Koca Ragıp Paşa’nın yerine geçen Muhsinzade Mehmet Paşa da barışın korunması
yanlısıydı. Muhsinzade Mehmet Paşa, Osmanlı yönetici elitindeki savaş yanlısı gruba
direnmekte, Rusya gibi büyük bir devlete hazırlıksız savaş ilan edilmesinin büyük
sıkıntılar doğuracağını belirtmekteydi. Bu sırada, Lehistan’dan kaçan Rusya karşıtı
Bar Konfederasyonu mensuplarını izleyen Rusların Osmanlı topraklarına girerek
Lehlileri ve Müslümanları öldürmeleri savaş yanlısı gruba istediği fırsatı verdi. Bu
olaylar gelişirken, Sadrazam Muhsinzade Mehmet Paşa’yı barış yanlısı
politikalarıyla destekleyen Şeyhülislam Veliyüddün Efendi’nin ölmesi ve yerine
savaş yanlısı Pirizade Mehmet Molla’nın geçmesi, savaş yanlısı grubu daha da
güçlendirdi. Savaş yanlıları Sadrazamı “korkaklıkla” suçlayarak III. Mustafa
tarafından azledilmesini sağladılar.422
Savaş yanlısı grup halk arasında da propaganda faaliyetinde bulunuyordu.
Özellikle Leh sığınmacılara karşı halkta uyanan ilgi, savaşa girilmesinin Đstanbul
halkı tarafından da desteklenmesini sağladı ve savaş yanlısı grup kamuoyunun
421 Ibid. , s. 366. 422 Ibid. , s. 367-368.
212
desteğini alarak durumunu daha da kuvvetlendirdi. Dönemin önemli şahsiyetlerinden
olan Ahmet Resmi Efendi savaş yanlısı grubun propagandasıyla ilgili gözlemlerini şu
şekilde aktarmaktadır:423
“Otuz seneden beru sulh u mütâreke müstemirr olmak [barış ve silah
bırakışması sürdüğünden] takribi ile evvelki cenkleri görmüş tekellüme kâdir
[konuşabilecek] âdem kalmadığından gayrı, mevcud olanlar dahi sakalı
değirmende ağartmış tecrübeden bi-nâsib, encâm-ı kârı [işin sonunu]
mülâhazadan behresi olmayup [nasibini almamış] gün bu gündür dimeğe
alışmış kurnazlar, seferi seyre gitmek gibi zann idüp, ne güçlük var
meydanda, düşman yok, muhasara olunacak kal’a yok, üç ayda gider, üç ayda
gelürüz, mansıb [makam] alur, pâye kat ideriz, lillahilhamd asker çok, hazine
çok, bir ye’s yok diyerek yeleklenüp padişahı tergib [isteğe yöneltip] ve
himmetine imdad ider oldular”
Đçerideki savaş yanlısı grubun yanısıra dışarıdan da bu yönde etkiler
gelmekteydi. Bu dış etkinin kaynağı Fransa’ydı. Fransa’nın Osmanlıları Rusya’ya
karşı savaşa sokma çabaları daha da öncelere dayanmaktaydı. Yedi Yıl Savaşları
(1756–1763) sırasında Đstanbul’da bulunan Fransız Büyükelçisi Vergennes,
Osmanlıları Rusya ve Avusturya’ya karşı savaşa sokmaya çalışmıştı.424 Fransa’nın o
dönemdeki çabaları başarılı olmasa da, yaklaşık 10 yıl sonra Fransız Dışişleri Bakanı
Choisel, Osmanlıları Rusya’ya karşı kullanma politikasını yeniden uygulamaya
koydu. Yedi Yıl Savaşları’nın intikamını almak için Đngiltere’yle mücadeleyi tekrar
başlatma niyetinde olan Choisel, Đsveç’i, Lehistan’daki Bar Konfederasyonu’nu ve
Osmanlı Đmparatorluğu’nu, Avusturya ve Rusya’nın dengelenmesi için kullanmayı
planlamaktaydı. Avusturya ve Rusya, oluşturulması planlanan Fransa yanlısı ittifakla
uğraşmak zorunda kalacağından Đngiltere’ye yardım edemeyeceklerdi. Choisel,
423 Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 123. 424 Sorel, The Eastern Question, s. 20.
213
büyükelçilik görevini yerine getirmeye devam eden Vergennes’e Osmanlı’yı
Rusya’ya karşı harekete geçirmek amacıyla, Osmanlı Sarayı’nda faaliyetlerde
bulunma görevi vermişti. Ayrıca Vergennes’in emrine bu amaçla kullanılmak
amacıyla 3 milyon lira para da tahsis edilmişti.425
Vergennes’in bu yöndeki çabaları başlangıçta çok etkili olmadıysa da426,
yukarıda belirtilen dinamikler Osmanlıların Fransa’nın isteğine uygun olarak savaşa
girmesine neden oldu. Savaş yanlısı grubun halk tarafından da desteklenmesi
sonucunda, Osmanlı-Rus Savaşının fitili ateşlendi. Padişah huzurunda 4 Ekim
1768’de yapılan bir toplantıda, Rusya’nın mevcut antlaşmalara aykırı davranmak
suretiyle barışı bozduğu tespit edilerek, Rusya’ya savaş açılması kararlaştırıldı.
Sözkonusu toplantıda, Muhsinzade Mehmet Paşa’nın yerine sadarete getirilen
Silahdar Mahir Hamza Paşa’nın ısrarıyla, savaş ilanından önce Rus sefirine bazı
teklifler yapılması ve ancak bunların reddi halinde savaşa gidilmesi kabul edildi.427
Sadrazam’ın Rus sefiri Alexio Obreskov’la yaptığı görüşmede, Osmanlı
tarafının istekleri kendisine iletildi. Bu istekler, Rusya’nın Lehistan’dan çekilmesi,
Rusya’nın Lehistan’ın içişlerine karışmaması ve Osmanlı Đmparatorluğu’yla yaptığı
antlaşmalara sadık kalması ve Danimarka, Prusya, Đngiltere ve Đsveç hükümetlerinin
kefalet vermesi hususlarını içeriyordu. Yapılan görüşmede Rus sefirinin sadece
425 Ibid. , s. 24–25. 426 Osmanlı Đmparatorluğu’nun Rusya’ya savaş ilanında Vergennes’in Osmanlı Sarayı’nda yürüttüğü
faaliyetlerin de payı vardır. Vergennes’in faaliyetleri, 18. yüzyılda Đstanbul’da bulunan yabancı
elçilerin Osmanlı dış politikasında hayli önem kazandıklarını göstermesi bakımından önemlidir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Đstanbul’daki mukim yabancı elçiler, 16. yüzyılın başlarından itibaren,
Osmanlı diplomasisinde etkili olmaya başlamışlardır. Yabancı elçilerin Osmanlı Đmparatorluğu’yla
Avrupalı devletler arasında arabuluculukla başlayan etkinlik kazanma süreci, zamanla karar verme
mekanizmasına etki edecek güce kavuşmaları derecesine kadar ulaşacaktır. 19. yüzyılda ise yabancı
elçilerin Osmanlı Đmparatorluğu’nun içişlerine bile müdahale etmelerinin sayısız örneği görülecektir. 427 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 368.
214
zaman kazanmak istediğine hükmedilmesi sonucunda Rusya’ya savaş ilan edilmiş ve
1769 ilkbaharında ordunun sefere çıkması kararlaştırılmıştır. 428
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Rusya’ya savaş ilan etmesi üzerine, Đngiltere
Kralı II. George III. Mustafa’ya 12 Kasım 1768’de gönderdiği bir mektupla, savaşı
önlemek amacıyla arabuluculuk teklifinde bulundu.429 II. George, sözkonusu
mektubunda, Rusların Lehistan’dan kaçan Lehlileri takip ederek Osmanlı
topraklarına girdikleri sırada vermiş oldukları zararın tazmin edilmesini
sağlayacağını belirtmekteydi. Rusya’yla savaş konusunda kararlı olan III. Mustafa,
Ocak 1769’da gönderdiği cevapta, bu teklifi memnuniyetle karşıladığını bildirmekle
beraber, Rusya’nın antlaşmalara aykırı davranışları ve Osmanlı topraklarındaki
eylemleri nedeniyle şer’an savaş ilanına karar verildiğini belirterek, (savaş ilanı ile
ilgili olarak çıkarılmış) fetvaya aykırı hareket edilemeyeceğini ileri sürmüş ve
bundan dolayı teklifi reddetmiştir. 430
Özellikle 18. yüzyılın başından itibaren, Avrupa devletlerinin arabuluculuk
tekliflerini kabul ederek, dış politika sorunlarını büyük bunalımlara ve savaşlara
sebebiyet verecek kadar tırmandırmama yolunu seçen Osmanlı yöneticilerinin savaş
politikasındaki kararlılıklarını göstermeleri, dış politika ve diplomasi anlayışlarındaki
değişimi yansıtması bakımından önemlidir. Buna mukabil, III. Mustafa’nın
Đngiltere’nin arabuluculuk teklifini “memnuniyetle” karşıladığını belirtmesi, Osmanlı
diplomasisinde Avrupalı güçlerin oynadıkları rolün ve kazandıkları önemin hayli
dikkat çekici bir örneğidir. Görüldüğü gibi, Osmanlı ricali Avrupa’yla ilişkilerinde
arabuluculuk gibi diplomatik yöntemleri benimsemiş, daha da önemlisi bunları
428 Ibid., s. 368-370. 429 Ibid., s. 370–371. 430 Ibid. , s. 371 dipnot: 2.
215
kullanma alışkanlığını kazanmıştır. Bu da Osmanlı diplomasisindeki olgunlaşmayı
göstermektedir.
Osmanlı ordusunun, kararlaştırıldığı gibi 1769 ilkbaharında sefere çıkmasıyla
başlayan savaş, özellikle 1770 yılında ardı ardına alınan ağır mağlubiyetlerle kısa
sürede büyük bir bozguna dönüştü. Rus ajanlarının başlangıçta genel olarak
Balkanlar’da ve ertesi yıl özellikle Mora’da örgütlediği ayaklanmalar, Osmanlı
ordusunun Rus ordusu karşısındaki durumunu daha da zorlaştırmaktaydı. Rus
ordusunun 1770 ağustosunda Kartal’da kazandığı görkemli zafer sonucunda Eflak’ı
işgal etmesiyle, Bulgaristan üzerinden Đstanbul’a giden yol da Rusya’ya açılmış
oldu.431
Baltık’tan gelen ve Đngiltere’de ikmal yapan Amiral Orlov komutasındaki bir
Rus donanmasının Akdeniz’de görülmesi ve 1770 temmuzunda Çeşme’de Osmanlı
donanmasına çok ağır bir darbe vurması Osmanlı Đmparatorluğu açısından durumu
daha da kötüleştirdi. Rus donanmasının Çanakkale Boğazı’na yönelmesi Đstanbul
halkında büyük endişe yarattı. Rus donanmasının Çanakkale’den geçmesi,
Đstanbul’un büyük bir tehlike içine girmesine neden olacaktı. Böyle bir durum,
yüzyıllardan beri dünya hâkimiyeti iddiasında bulunan bir imparatorluğun başkentini
bile koruyamayacak duruma geldiğini gösterecekti.432 De Tott’un gayretleriyle
Çanakkale Boğazı’ndaki savunmanın kuvvetlendirilmesi, Rus donanmasının
Đstanbul’a yönelme planlarını gerçekleştirmesine engel oldu. Ege’de kazanılan bu
431 Shaw, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Modern Türkiye, s. 337. 432 III. Mustafa’nın isteğiyle Çanakkale Boğazı’ndaki savunmayı örgütleyen Baron De Tott,
hatıratında Rus donanmasının Çanakkale’de görünmesinin Đstanbul’da yarattığı durumu şu şekilde
tasvir etmektedir: “Kainata hükmetmek ümidinden pek kısa bir zaman sonra mahvolma fikri galebe
çaldı. Rusların göründüğü haberi üzerine bütün Đstanbul aklını kaybetti. Başarıya ulaşmam için toplu
dualar yapılıyor ve gayretime inanmış olan fakat ne yazık ki şu an için hiçbir şey yapamayan Padişah
da ancak ben hareket ettikten sonra rahat nefes alabiliyordu.” De Tott, Türkler , s. 189.
216
sınırlı başarıya rağmen, aynı tarihlerde Rus ordularının Kırım’ı işgali Osmanlılar için
çok büyük bir darbeydi. Rusların, işgali Tatar soylularıyla anlaşarak
gerçekleştirmeleri bu darbenin etkisini daha da arttırdı.
Đmparatorluğun savaş nedeniyle içine düştüğü büyük bunalım, III.
Mustafa’nın fikrini değiştirerek, barış yapılmasını istemesine yol açtı. 1771 sonunda,
barış politikasını savunanlardan biri olan Muhsinzade Mehmet Paşa’nın ikinci kez
sadarete getirilmesi, hem III. Mustafa’nın politika değişikli ğinin bir sonucuydu, hem
de Osmanlı ricali içinde savaş yanlılarının gücünü kaybettiğini göstermekteydi.
Osmanlı tarafında barış yapılması görüşü ağırlık kazanırken, Rusya’da da
eğilim aynı yöndeydi.433 Çariçe II. Katerina Rusya’nın elde ettiği kazanımların
yeterli olduğunu düşünüyor, Avrupa’da Rusya aleyhine bir gelişmenin doğmasından
çekiniyordu. Lehistan’ın paylaşılması konusunda Avrupalı büyük güçler arasındaki
görüş ayrılıkları sona erdirilememişti.434 Arabuluculuk teklif eden Avusturya ve
Prusya’nın çabalarıyla 30 Mayıs 1772’de Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya arasında
bir ateşkes anlaşması yapıldı.435
433 Uzunçarşılı, Çariçe II. Katerina’nın, Ruslara esir düşen Kırım Seraskeri Đbrahim Paşa vasıtasıyla
III. Mustafa’ya barış yapılması için mektup gönderdiğini ileri sürmektedir. Uzunçarşılı, Büyük
Osmanlı Tarihi, C. V., s. 413. Unat ise, Đbrahim Paşa’nın maiyetinde bulunan Necati Efendi’nin
sefaretnamesinden hareket ederek, Đbrahim Paşa’nın böyle bir rol oynamadığını belirtmektedir. Unat,
Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 128. 434 Nitekim, Avusturya ve Rusya arasında Lehistan meselesi nedeniyle süren görüş ayrılıkları
Avusturya’nın Osmanlı Đmparatorluğu’nu desteklemesine neden olmuştu. 6 Temmuz 1771’de
imzalanan gizli bir antlaşmayla, Eflak’ın bir bölümünün Avusturya’ya verilmesi ve 20 bin kese akça
ödenmesi karşılığında, Viyana Hükümeti Rusya tarafından ele geçirilen bütün Osmanlı topraklarının
iadesini ve Lehistan’ın bağımsızlığını kazanmasını sağlamayı kabul etmişti. Fakat, Avusturya’nın
1772 nisanında Lehistan’ın paylaşılması hususunda Rusya ve Prusya’yla anlaşması sonucunda bu
antlaşma geçersiz olmuştu. Đsmail, Hami Danişment, Đzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi , 4. C., 2. B.,
Đstanbul, Türkiye Yayınevi, 1961, s. 53 435 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 413–414.
217
Ateşkes anlaşmasını müteakip, barış görüşmelerinin başlatılması için taraflar
arasında diplomatik temaslar yürütüldü. Görüşmelerin yapılacağı yerin Eflak-Boğdan
sınırında bulunan Fokşani kasabası olması kararlaştırıldı. Osmanlı tarafında eski
Reisülküttap Osman Efendi ile Đstanbul Kadısı Yasinzade Osman Efendi müzakereci
olarak atandılar. Rus tarafının müzakerecileri ise, Đstanbul Büyükelçisi Obreskov ve
Kont Gregory Orlov’du. Görüşmelerde ayrıca arabulucu olarak Avusturya ve
Prusya’nın Đstanbul elçileri de yer alacaktı.436
Rus tarafı, 19 Ağustos 1772’de başlayan görüşmelerde, barış antlaşması
yapılabilmesi için ön şart olarak Kırım Tatarlarına bağımsızlık verilmesi gerektiğini
belirtti ve Osmanlı Đmparatorluğu Kırım Tatarlarının bağımsızlığını kabul etmediği
sürece diğer hususlarda müzakere yapmayacaklarını bildirdi. Osmanlı tarafı ise,
Kırım Tatarlarının bağımsızlığını ilke olarak kabul etmekle birlikte, Kırım Hanları ve
kadılarının seçiminin Osmanlı Sultanı tarafından yapılması gerektiğini dile getirdi.
Rus delegeleri bunu kabule yanaşmadı. Yaklaşık bir ay süren görüşmelerde
meselenin çözülememesi üzerine, konferans sonuç alınamadan dağıldı.437
Görüşmeler sonucunda barışın tesis edilememesi karşısında Osmanlı Serdar-ı
Ekrem’i Mehmet Paşa endişeye kapıldı ve Rus orduları başkomutanı Romanzov’a bir
mektup göndererek müzakerelere yeniden başlanması isteğini iletti. Romanzov’un
sözkonusu isteğe olumlu bakması sonucunda, Kasım 1772’de Bükreş’de yeni bir
konferans toplandı. Osmanlı delegesi bu kez Reisülküttap Abdürrezzak Bahir
Efendi’ydi. 6 ay gibi hayli uzun bir süre devam eden ve şiddetli tartışmalara sahne
olan Bükreş Konferansı da, Osmanlıların Kerç ve Yenikale’nin Ruslara terkini ve
436 Ibid. , s. 414. 437 Ibid. , s. 414-415.
218
Rus ticaret gemilerinin Akdeniz’de ve Karadeniz’de seyrüsefain özgürlüğüne sahip
olması hususlarını kabul etmemesi üzerine sonuç alınamadan dağıldı.438
Osmanlı delegelerinin barış yapılması için gerek Fokşani, gerek Bükreş
görüşmelerinde gösterdikleri yoğun çabaya rağmen, müzakerelerin sonuçsuz
kalmasının en önemli nedeni, Đstanbul’da bulunan savaş yanlısı grubun etkili
kesimlerinden birini oluşturan ulema sınıfı mensuplarının olumsuz tavrıdır.439
Özellikle Müslümanların yaşadığı Kırım’ın terki konusu, Đslami hassasiyetleri
yüksek olan sözkonusu kesimde sert bir muhalefete neden olmaktaydı. Ulemanın
halk üzerindeki etkisini bilen ve ulema ile Yeniçeriler arasında daha önce sıklıkla
görülen ittifakların yeniden belirmesinin kendi durumlarını tehlikeye sokacağını
tahmin eden Padişah ve yüksek bürokratlar, böylesine önemli bir adımı atmaktan
çekinmekteydiler.440
Barış görüşmelerinin sonuçsuz kalması üzerine 1773 ilkbaharında yeniden
başlayan savaşta, Osmanlı ordusu yapılan muhaberelerde çok ağır yenilgiler almaya
devam etti. Rus orduları Bulgaristan’a girdi ve Edirne’yi tehdit etmeye başladı.
Osmanlı Ordu karargâhında kurulan Sadrazam divanına katılan herkes
muhaberelerde alınan ağır yenilgiler nedeniyle savaşa devam etmenin mümkün
olmadığı yolunda görüş bildirmiş, barış yapılmasının zorunlu olduğunu belirtmişti.
Durumun vehameti Osmanlı tarafının barış yapılması için yeniden girişimlere
başlamasını zorunlu kıldı. Osmanlı Sarayı’ndaki savaş yanlısı grubun lideri
438 Ibid. , s. 415-417. 439 Ahmet Resmi Efendi, savaş yanlısı grubun önde gelenlerinden biri olan eski elçi Osman Efendi
örneği çerçevesinde, savaş yanlısı grubun irrasyonel görüşlerini şiddetle eleştirmektedir. Ahmet Resmi
Efendi’ye göre, Osman Efendi III. Mustafa’yı süslü konuşmalarıyla etkileyerek, Bükreş görüşmeleri
çerçevesinde bir barış antlaşması imzalanmasını engellemiştir. Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 161–
162. 440 Kinross, The Ottoman Centuries, s. 403–404.
219
durumundaki Padişah III. Mustafa’nın 1774 ocağında ölümü ve yerine daha ılımlı bir
çizgide olan I. Abdülhamit’in tahta çıkması da sözkonusu girişimleri
kolaylaştırmaktaydı.
Osmanlı tarafından gelen barış teklifi Rusya tarafından da kabul edildi. Rus
tarafının, elde ettikleri başarılara ve Osmanlı ordusunun ciddi bir mukavemet
gösterebilecek durumda olmamasına rağmen barış teklifini kabul etmesinin nedeni, o
dönemde Rusya’nın karşı karşıya kaldığı iç sorunlarıyla ilgilidir.441
Barış görüşmelerinin başlaması hususunda tarafların görüş birliğine
varmalarının ardından, Sadaret Kethüdası Ahmet Resmi Efendi nişancı rütbesiyle
birinci, Reisülküttap Đbrahim Münib Efendi ise ikinci delege olarak tayin edildiler.
Osmanlı delegeleri 12 Temmuz 1774’de yola çıkıp, görüşme yeri olarak belirlenen
Küçük Kaynarca kasabasına geldiler. Rus tarafının delegesi ise General Repnin
idi.442
Fokşani ve Bükreş’te yapılan uzun müzakerekelerin aksine, Küçük
Kaynarca’daki görüşmeler hayli kısa sürmüştür. Ahmet Resmi Efendi ve General
Repnin arasında 16 Temmuz’da yapılan ilk görüşmeden sonra, 21 Temmuz’da barış
antlaşması imzalanmıştır. Görüşmelerin bu kadar kısa sürmesinin nedeni, Rus
tarafının belirttikleri şartlar dışında herhangi bir antlaşmayı kabul etmeyeceklerini
çok kesin bir biçimde ifade etmesidir. Aslında, Osmanlı tarafı görüşmelerde
441 Osmanlı Đmparatorluğu’yla yapılan savaşın olumsuz etkileri, köylülerin Çariçe II. Katerina
yönetimine olan sadakatini zayıflatmıştı. 1773’te Pugaçev isimli bir Kazak’ın başlattığı ayaklanma
hızla yayıldı. Kendisini “Çar” ilan eden Pugaçev kısa sürede ayaklanmayı büyük bir sosyal harekete
dönüştürecek güce ulaştı. Yaklaşık iki yıl süren ve 1775’de Pugaçev’in yakalanarak idam edilmesiyle
sonuçlanan ayaklanma, Rusya’nın Osmanlı Đmparatorluğu’yla barışa yanaşmasındaki en önemli
nedendi. II. Katerina barış yaparak hem ayaklanmayı bastırmak için daha fazla askeri kuvvetten
yararlanmak, hem de savaşın halk üzerindeki olumsuz etkilerini azaltarak ayaklanmanın sosyal
dinamiğini ortadan kaldırmak istiyordu. Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi: Başlangıçtan 1917’ye
Kadar , 3. B., Ankara, TTK Yayınları, 1993, s. 283-284. 442 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 422; Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 165.
220
öncelikle bir ateşkes sağlamayı, barış görüşmeleri devam ederken de durumlarını
biraz daha düzeltmeyi amaçlamaktaydı. Fakat, Rus ordularının komutanı olan
Mareşal Romazonov, ateşkes teklifini redderek derhal nihai bir barış antlaşması
imzalanması gerektiğini bildirdi.
Bu durumda, Osmanlı delegesi Ahmet Resmi Efendi’ye göre Rus tarafı ne
önerirse kabul etmekten ve teslim olmaktan başka bir çare yoktu.443
Sonuçta, Osmanlı tarafı temelde kendisine dikte ettirilen bir barış
antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Küçük Kaynarca Antlaşması, tazminat
şartları dışında büyük ölçüde Abdürrezzak Efendi ile Obreskov’un Bükreş
görüşmeleri sırasında önerdiği şartlara dayanarak hazırlanmıştı. 28 madde ve iki ek
maddeden oluşan sözkonusu antlaşmadaki en önemli düzenlemeler şunlardı:444
-Rusya Karadeniz’in kuzey kıyısında bulunan Kılburun, Yenikale ve Kerç
limanlarını alacak; buna mukabil savaş sırasında işgal ettiği Boğdan, Eflak, Bucak,
Gürcistan ve bazı Ege adalarından çekilecekti.
-Karadeniz, Akdeniz ve Boğazlarda Rus ticaret gemileri seyrüsefain
özgürlüğünden yararlanacaklardı.
-Kırım Tatarları bağımsızlıklarını kazanacaklardı.
-Osmanlı Devleti savaş tazminatı olarak toplam 15 bin kese akçe ödeyecekti.
Küçük Kaynarca Antlaşması’nın çok önemli bir boyutunu da Rusya’nın
Osmanlı Ortodoks tebası üzerinde koruyuculuk rolü kazanması oluşturmaktadır.
Rusya, özellikle 19. yüzyılda, Antlaşma’nın 7. ve 14. maddeleri çerçevesinde
443 Ahmet Resmi Efendi, Osmanlı ordusunun kuşatılmış olduğunu, ihanet eden askerlerin firar etmekle
kalmayıp kendi karargahlarını bile yağmaladıklarını, orduya komuta eden Sadrazamın ağır hasta
olmasının durumu daha da güçleştirdiğini, bu nedenler yüzünden Osmanlıların direnme gücünün
olmadığını belirtmektedir. Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 166. 444 Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C. I., s. 121-137.
221
Ortodokslar üzerinde hamilik iddiasında bulunmuştur.445 Rusya’nın, antlaşma nasıl
yorumlanırsa yorumlansın, Ortodoks Hıristiyanların hamisi olma söylemini, 19.
yüzyılda dış politikasının merkezine oturttuğu görülmektedir. Antlaşma hükümleri
uyarınca Rusya’nın Đstanbul’da sürekli elçilik kurma hakkını elde etmesi de
önemlidir. Osmanlılar yüzyıllarca Rusya’nın daimi elçilik açmasına izin vermemiş,
bunu Osmanlıların evrensel üstünlüğü anlayışına aykırı bulmuşlardı. Küçük
Kaynarca Antlaşması’yla Rusya’nın bu hakkı kazanması, Osmanlı-Rus ili şkilerinin
artık çok daha eşitlikçi bir çerçeveye oturduğunu göstermesi bakımından dikkat
çekicidir. Bu durum, Osmanlı Đmparatorluğu’nun 18. yüzyıl boyunca tedrici bir
biçimde terk etmek zorunda kaldığı mutlak üstünlük anlayışında açılan çok önemli
bir gedik niteliğindedir.
Küçük Kaynarca Antlaşması’nın ve bu antlaşmayla ortaya çıkan “Doğu
Sorunu”nun, Osmanlı diplomasisi açısından önemli bir kırılmaya tekabül ettiği ileri
sürülebilir. Bunun nedenlerine bakıldığında şu hususlar ön plana çıkmaktadır:
Birincisi, Küçük Kaynarca Antlaşması’yla girilen süreçte büyük güçler tedrici
bir biçimde Osmanlı Đmparatorluğu’nun içişlerine müdahale edebilme imkânlarını
arttıracaklardır. Bunun nedeni sadece Rusya’nın Ortodoks teba üzerindeki hamilik
iddiası değildir. Devletin gücünü kaybetmeye başlaması, Batılıların Osmanlı
coğrafyasına yönelik ilgisiyle çakışınca, büyük güçler Osmanlı Đmparatorluğu’nun
içişlerine daha fazla karışacaklardır. Dolayısıyla, 18. yüzyıl boyunca Osmanlı
Đmparatorluğu’nun dış politikasını etkileme güçlerini arttıran büyük güçler,
445 Antlaşma’nın sözkonusu maddeleri tarihçiler tarafından farklı yorumlanmaktadır. Bu konuda
mevcut görüşleri ele alan farklı ve eleştirel bir görüş için bkz: Roderic H. Davison, “Rus Becerisi ve
Türk Aptallığı: Küçük Kaynarca Antlaşması’nın Gözden Geçirilmesi”, Osmanlı Türk Tarihi (1774–
1923), Çev: Ömer Moralı, Đstanbul, Alkım Yayınları, 2003, s. 61–86.
222
etkinliklerini daha da yoğunlaştıracaklar, bu çerçevede Osmanlı Đmparatorluğu’nun
içişlerinin de bir anlamda uluslararasılaştığı bir döneme girilecektir.
Đkincisi, Küçük Kaynarca Antlaşması’nın Osmanlı modernleşmesi açısından
önemli bir başlangıç teşkil etmesidir. Osmanlı Đmparatorluğu’nun 1768–1774
Savaşı’nda aldığı ağır yenilgiler, onlarca yıldır süren barış döneminde çok da farkına
varamadığı, “Batı karşısında gücünü tamamen kaybettiği” gerçeğini çok açık
biçimde gözler önüne sermiştir. Lale Devri’nde başlayan reformlar, hem
muhafazakâr güçlerin muhalefeti nedeniyle devam ettirilememiş, hem de sözkonusu
reformlar hayli yüzeysel kalmıştır. Batı’nın teknolojik alandaki bariz üstünlüğünün,
Osmanlı ricali tarafından görülmesi 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’yla olmuştur.
Savaş sırasında başlayan askeri alandaki reformlar, I. Abdülhamit döneminde
artmıştır. Osmanlı modernleşmesinin köklerini oluşturan sözkonusu reformların
diplomasiyle yakından ilişkisi bulunmaktadır. Bu ilişki ileride incelenecektir.
Üçüncüsü, Osmanlı yöneticileri, fütuhat politikasının realiteyle hiçbir şekilde
bağdaşmadığını 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’yla çok acı bir biçimde görmüştür.
Yukarıda belirtildiği gibi, aslında barışın ve statükonun korunmasının Osmanlı
Đmparatorluğu açısından bir zorunluluk olduğu, Osmanlı yönetici elitinin özellikle
sivil bürokrasi kanadı (Kalemiye) tarafından bilinmekteydi. 18. yüzyılın başından
beri, barış yanlısı grup, Osmanlı dış politikasının belirlenmesinde görüşlerini kabul
ettirmiş ve bu yönde bir politika izlenmesini sağlamışlardı. Fakat, 1768–1774
Savaşı’nda özellikle askeri bürokrasi (Seyfiye) ve ulema tarafından benimsenen
savaş yanlısı politika anlayışının, barış yanlısı grubun tüm muhalefetine rağmen
benimsenmesi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun büyük bir felaketle karşılaşmasına neden
olmuştu. Karşı karşıya kalınan büyük felaket, Osmanlı yönetici eliti içindeki barış
yanlılarının haklılığını ortaya çıkardı ve sözkonusu grubun itibarı daha da arttı. Buna
223
mukabil, savaş yanlısı askeri bürokrasi ve ulema gibi muhafazakâr güçlerin itibarı
azaldı. Barış yanlısı grubun kazandığı itibar, Osmanlı dış politikasının şekillenmesine
doğrudan etkide bulundu. Bu çerçevede, 1774 sonrası süreçte kadim dönemin fütuhat
politikası çerçevesinde dile getirilen savaş yanlısı dış politika anlayışı tedrici bir
biçimde ortadan kalktı. 19. yüzyıl Osmanlı dış politikası barışın ve statükonun
korunmasını temel alacaktır.
— Güçsüzlüğe Karşı Bir Araç/Çare Olarak Diplomasi
1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı Đmparatorluğu’nun güçsüzlüğünün
ortaya çıkması bakımından katalizör işlevi görmüştü. Osmanlı yöneticilerinin
devletin içinde bulunduğu güçsüzlüğün farkına varmaları, 18. yüzyıl başından
itibaren tedrici bir değişim gösteren diplomasi anlayışlarında önemli bir olgunlaşma
sağlayacaktır.446 1774 sonrasında Osmanlı diplomasisi olgunlaşsa da, dış politika
anlayışında kısa süreli bir geriye dönüş de sözkonusu olmuştur. Gerçekten de,
1774’ten 1792’e kadar süren devirde Osmanlı yöneticilerinin fütuhata dayalı
geleneksel dönem anlayışlarının zaman zaman yeniden ortaya çıktığı görülmektedir.
Statükonun Osmanlı Đmparatorluğu lehine değiştirilmesine dayanan ve bu yönüyle
fütuhata dayalı anlayışın tesisi anlamına gelen sözkonusu revizyonist yönelimin
ortaya çıkışının temel sebebi Kırım’ın geri alınması isteğidir.
Aslında bu revizyonist yaklaşım yeni de değildir. 1699 Karlofça
Antlaşması’yla kaybedilen toprakların geri alınması için 18. yüzyılın ilk yarısında
Venedik, Avusturya ve Rusya’yla yapılan savaşlar da benzer bir revizyonist eğilimin
sonuçlarıydı. Yukarıda belirtildiği gibi, sözkonusu savaşlar neticesinde revizyonist
446 Ahmet Resmi Efendi, Osmanlı Đmparatorluğu açısından statükonun korunmasının taşıdığı önemi şu
şekilde ifade ediyordu: “Ömürleri uzun ve adları yaygın olan devletler, çöküş yaşlarına yaklaştıkları
sıralarda kendi topraklarıyla yetinmek zorundaydı.” Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 193.
224
girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanması, barışın ve statükonun korunması
politikasının uygulanmaya başlamasına yol açmış, uluslararası konjonktürün de
olumlu etkisiyle, yaklaşık 30 yıl süren barış dönemi yaşanabilmişti.
Đşte, 1774 sonrasında dış politikadaki revizyonist yönelim, ilk bakışta
geleneğin restorasyonu gibi gözükmektedir. Fakat dış politikadaki revizyonist
yönelim hem çok kısa süreli olmuş, hem de kadim dönemdekinden çok daha farklı
bir nitelik taşımıştır. Osmanlı diplomasisi ise paradoksal biçimde revizyonizmden
olumlu etkilenmiştir. Bunun temel nedeni, Osmanlı yöneticilerinin devletin
güçsüzlüğünü ikame etmek için diplomasiyi çok daha fazla kullanma ihtiyacı içine
girmeleridir. Temelde askeri güce dayanan revizyonist anlayış bile diplomasiyi
revizyonist hedeflere ulaşmak için olmazsa olmaz bir olgu olarak görmüştür.
Osmanlı yöneticilerinin sözkonusu devirde diplomasiyi kullanmaları temelde
iki bağlamda gerçekleşmiştir:
Birincisi, Osmanlılar dış politikalarını uluslararası konjonktürün realitelerini
gözönünde tutarak belirlemeye çalışmışlar, diplomasiyi uluslararası konjonktürü
çözümleyebilmek ve kendi lehlerine çevirmek için kullanmaya yönelmişlerdir.
Đkincisi, Osmanlılar diplomasiyi kullanarak çeşitli devletlerle ittifak
arayışlarına girmeye başlamışlardır.
1774’ten 1792’ye kadar Osmanlı dış politikası temelde revizyonist bir
çerçeveye otursa da, diplomatik yöntemlerin dış politikanın merkezine yerleştiği
görülmektedir. 1774 sonrasında, Osmanlı diplomasisinin olgunlaşmasının altında dış
politika anlayışının temellendirildiği üniversalizm düşüncesinin büyük oranda terk
edilmesi yatmaktadır. 18. yüzyıl boyunca yavaş yavaş etkisini kaybeden üniversalist
söylem -en azından teorik olarak- Osmanlıların, dış politika sürecini uluslararası
konjonktürden kopuk bir olgu olarak görmelerine neden olmaktaydı. Bu çerçevede,
225
uluslararası sistemin varlığı -gene teorik olarak- reddedilmekteydi. 1774 sonrasında
bu anlayış tamamen terk edilecek ve diplomasi, doğasına uygun olarak çok aktörlü
bir olgu olarak görülecektir.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun dış politikasındaki ve diplomasisindeki yeni
açılım kendisini ilk olarak Kırım meselesinde göstermiştir. Dolayısıyla yeni açılımı
Kırım meselesinin çerçevesinde izlemek yerinde olacaktır:
Küçük Kaynarca Antlaşması’nın 3. maddesi uyarınca Kırım’ın bağımsızlığını
kazanması Osmanlı elitinde ve toplumunda derin bir üzüntü yaratmıştı. Kırım Hanı
III. Selim Giray’ın 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Đstanbul’a kaçması
nedeniyle, hanlığa Rusya’nın desteğini alan Sahip Giray gelmişti. Kırım toplumunda
da Kırım’ın Osmanlı Đmparatorluğu’ndan ayrılmasından ve ülkede Rus etkisinin
artışından rahatsızlık duyan büyük bir kitle vardı. Kırım ulemasından ve Kırım
mirzalarından oluşan bir heyet Küçük Kaynarca Antlaşması’nın imzalanmasını
müteakip Đstanbul’a geldi. Heyet, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Kırım Hanlığı’nı
himaye etmesi, hanların Osmanlı Sultanı tarafından tayin edilmesi ve Kırım’da
okutulacak hutbe ve kesilecek sikkelerin Sultan adına olması gibi isteklerde
bulundu.447 Sahip Giray, hanlığının Osmanlı Sultanı tarafından tanınmasını
sağlayarak meşruiyet kazanmak da istemekteydi.
Osmanlı tarafı sözkonusu isteklerin, imzalanmasına rağmen henüz taraflarca
tasdik edilmemiş Küçük Kaynarca Antlaşması hükümlerine aykırı olduğunu bilmekle
beraber, sözkonusu antlaşma hükümleri arasında yer alan “din işlerinin halife olan
Osmanlı Padişahı tarafından görülmesi” maddesini kullanma kararını verdi. Fakat
Sadrazam, bir oldu bitti yaratmak yerine, konuyu Rus orduları başkomutanı olan
447 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 443.
226
Mareşal Romanzov’a sundu. Romanzov’un onayının alınmasından sonra, Sahip
Giray’ın hanlığı onaylandı ve kendisine berat gönderildi.448
Bu gelişmeler yaşanırken, Kırım’da çıkan bir ayaklanmayla Sahip Giray
hanlıktan indirildi. Ayaklanmanın arkasında eski Hanlardan olan III. Devlet Giray
bulunmaktaydı. III. Devlet Giray Kırım’da yaptığı propagandada, Kırım’ın tekrar
Osmanlı Đmparatorluğu’na bağlanmasını ve Kerç, Yenikale ve Kılburun kalelerinin
Ruslardan alınmasını sağlayacağını iddia ediyordu. 449
III. Devlet Giray’ın böylece tekrar tahta çıkmasının ardından Đstanbul’a yeni
bir Kırım heyeti geldi. Heyet, III. Devlet Giray’ın sözkonusu isteklerinin Osmanlı
tarafınca da benimsenmesini ve bu doğrultuda kendilerine destek verilmesini istedi.
Osmanlı tarafı Kırımlılara destek verilmesinin Küçük Kaynarca Antlaşması’nı
geçersizleştireceğini ve Rusya ile yeni bir savaşa sebebiyet vereceğini görüyordu.
Öte yandan, Kırım Tatarlarına red cevabı verilmesinin Tatarları Osmanlılardan
koparacağı da bilinmekteydi. Bu yüzden, Kırım Heyeti’ne kati bir cevap verilmeyip,
konunun Đstanbul’a gönderilecek olan Rus elçisiyle görüşüleceği bildirildi. 450
Rus elçisiyle daha sonra yapılan görüşmelerde Kırım Heyeti’nin talepleri
gündeme getirilse de bu konuda herhangi bir gelişme olmadı.451
Sahip Giray’ın yerine III. Devlet Giray’ın tahta çıkmasına başta karşı
koymayan Rusya, Kırım’da yeni bir darbe örgütledi. “ Đç karışıklıklar nedeniyle III.
Devlet Giray’ı desteklemek” bahanesiyle Kırım’a asker sokan Rusya’nın gerçek
niyetinin Şahin Giray’ı tahta çıkarmak olduğu kısa sürede anlaşıldı. III. Devlet
448 Ibid. , s. 443-444. 449 Ibid. , s. 444-445. 450 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. I., s. 314. 451 Ibid. , s. 364.
227
Giray’ın Đstanbul’a kaçmasıyla Rusya’nın desteğini alan Şahin Giray Kırım Hanı
oldu.452
Şahin Giray’ın Kırım tahtına oturmasının Rusya’nın Kırım’ı örtülü bir
biçimde kontrol altına alması anlamına geldiğini gören Osmanlı yöneticileri, önceki
tutumlarının aksine bu sefer çok daha büyük bir tepki gösterdiler.453 Kırım halkı da
Şahin Giray’ın Rus yanlısı politikalarından ve Rus kültürünü benimsemesinden
rahatsızlık duymakta, Osmanlı Sultanı’nın tercih edeceği her Hanı kabul etmeye
hazır olduklarını Osmanlı Sarayı’na gönderdikleri elçiler vasıtasıyla bildirmekteydi.
Osmanlı ricali içinde, Kırım meselesinde ılımlı bir politika izlenmesini savunanlar
etkinliklerini kaybetmeye başladılar. Divan şahinlerin kontrolüne girmekteydi.454
Osmanlı yönetimi, Rusya’ya karşı sert bir politika izlenmesi görüşü ağırlık
kazanmasına rağmen, öncelikle diplomatik yolları kullanmaya karar verdi. Bu
çerçevede, Rusya’nın Kırım’ın bağımsızlığı hilafına yaptığı girişim, Đstanbul’daki
Rus elçisi vasıtasıyla şiddetle protesto edildi. Bunu müteakip, 1778 başında yapılan
bir toplantıda, Kırım halkına yardımcı olmak amacıyla askeri hazırlıklara başlanması
kararı alındı. Karar Đstanbul’da bulunan diğer yabancı elçilere de bildirildi. Osmanlı
tarafının askeri hazırlıklara başlaması üzerine Ruslar da aynı şekilde davrandılar.455
Fakat, hem Osmanlılar hem de Ruslar henüz büyük bir savaşa hazır durumda
değillerdi. Nitekim, Prusya elçisi De Goffron’un aracılığıyla Reisülküttap ve Rus
elçisi arasında meseleyi çözmek için yapılan görüşmelerde, her iki tarafın da
452 Sahip Giray’ın kardeşi olan Şahin Giray, daha önce görevi nedeniyle Rus Sarayı’nda bulunmuştu
ve Rusya taraftarı olan bir kişiydi. Tahta çıkmasının ardından bir Rus subayını da yaver olarak
atamıştır. Idem. 453 Şahin Giray’ın Kırım Hanı olduğunu öğrenen I. Abdülhamit vezirine yazdığı bir hattı hümayunda,
“Şahin Giray bir alet-i mülahazadır, Rusyalunun meramı Kırım’ı zabt eylemektir” ifadesini
kullanmıştı. Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 446. 454 Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 173. 455 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 447.
228
diplomatik süreci uzatmak yönünde çaba gösterdikleri anlaşılmaktadır.456 Fakat,
görüşmelerde sonuç alınamamıştır.457
Diplomatik görüşmelerde başarı sağlanamaması üzerine, beş kalyondan
oluşan bir Osmanlı donanmasının Kırım’a gönderilmesi kararlaştırıldı. Bu askeri
müdahale kararına rağmen, 1774 Küçük Kaynarca barışının Osmanlı tarafınca
bozulmadığını göstermek için Rusya’ya savaş ilan edilmemesi de dikkat çekicidir.458
Osmanlı yönetimi, kendi içinde savaş yanlılarının ağırlık kazandığı ve askeri
müdahale seçeneğinin uygulamaya sokulduğu bir aşamada bile diplomasi kapısını
açık bırakmaya çalışmaktaydı.
Osmanlı yönetiminin Rusya’yla açık bir savaştan kaçındığının bir başka
göstergesi de, “örtülü savaş” yolunu kullanmaya çalışmasıydı: Divan’da alınan karar
uyarınca, Đstanbul’da bulunan eski Kırım Hanlarından Selim Giray, Şahin Giray’a
karşı başlayan ayaklanmayı yaygınlaştırmak amacıyla Kırım’a gönderildi. Mart 1778
başlarında küçük bir Osmanlı deniz gücünün Kırım’da giriştiği harekat Rusya
tarafından kolaylıkla savuşturuldu. Selim Giray da Kırım’a geldiğinde isyanın
Ruslarca bastırıldığını gördüğünden geri dönmek zorunda kaldı.
Osmanlı Đmparatorluğu ve Rusya arasında sıcak çatışma başlamasına rağmen,
her iki taraf da resmen bir savaş içinde değildi. Çünkü her iki taraf da birbirlerine
savaş ilan etmekten kaçınmaktaydılar. Zaten Reisülküttap ile Rus elçisi arasındaki
müzakereler de devam etmekteydi.459
456 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. I., s. 366. 457 Yorga, Osmanlı Tarihi, C. V., Çev:Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, Ankara Üniversitesi Yayınları,
1948, s. 17. 458 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. I., s. 368. 459Ahmet Resmi Efendi, Osmanlı Đmparatorluğu’yla Rusya arasındaki “savaş olmayan savaş”
durumunu göstermek ve Reisülküttap ile Rus elçisi arasındaki müzakerelerin “garipliğini” şu şekilde
yorumlamaktaydı: “Moskov üzerine seferimiz var disek evvelki gibi olur, Tatar üzerine yürisek şürut-
229
Kırım’a gönderilen deniz kuvveti başarısız olmasına karşın, Divan içindeki
şahin kanat daha büyük bir kuvvetle yeni bir girişimde daha bulunulmasını
istemekteydi. Bunun üzerine Hasan Paşa komutasındaki bir donanmanın Kırım’a
gönderilmesi kararlaştırıldı. Ancak, hazırlanan donanma, rüzgâr durumu uygun
olmadığından, denize açılmak için 6 hafta kadar beklemek zorunda kaldı.
Hasan Paşa, Kırım’a varıldığında, bu kadar gecikmeden sonra başarının
mümkün olmadığını görerek karaya asker çıkarmaktan kaçındı. Denizden yapılan
küçük saldırılar da etkili olmadı. Dolayısıyla, bu girişim de önceki gibi başarısızlıkla
sonuçlandı ve Osmanlı donanması kışın yaklaşması nedeniyle Đstanbul’a dönmek
zorunda kaldı. Böylece, Kırım’ı kurtarmak için yapılan son askeri girişim de
başarısızlıkla sonuçlanmış oluyordu.460
Görüldüğü gibi, 1778 ilkbaharından itibaren taraflar arasındaki kriz sıcak
çatışmaya dönse de, ilginç bir şekilde ne Osmanlı Đmparatorluğu, ne de Rusya
birbirlerine savaş ilan etmemişlerdir.
Osmanlı tarafı, Rusya karşısında Batılı güç ya da güçlerden destek almadan
başarılı olamayacağını bilmekteydi. Özellikle Osmanlı Đmparatorluğu’na destek
vermesi muhtemel olan Fransa’nın, Amerikan bağımsızlık savaşı nedeniyle Đngiltere
ile savaş durumunda olması Osmanlıların bu ülkeyle ittifak şansını çok
azaltmaktaydı. Fransa, 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki politikasının aksine,
bu defaki krizde Osmanlıların Rusya’yla savaşmasını engellemeye çalışmaktaydı.
Đstanbul’daki Đngiliz elçisi -Đngiltere o sırada Fransa’ya karşı Rusya’nın desteğini
kazanmak istediğinden- Kırım meselesinin Rusya lehine barışçı yollarla çözülmesini
sağlamak amacıyla Babıâli nezdinde girişimlerini sürdürmekteydi. Avusturya ise
u müsalemeye [barış koşullarına] muhalif olmağla yine bozuşmak iktizâ ider. Bu rey-i fasid [bozuk
görüş] olduğun kimse lisana getürmeğe kadir olmadı.” Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 174. 460Anderson, Doğu Sorunu, s. 25–26.
230
Bavyera veraset sorunu nedeniyle Prusya ile gerginlik yaşadığından, barış yapılması
yönünde Babıâli’ye öneride bulunmuştu.
Uluslararası konjonktürün farkında olan ve gelen telkinleri kabul etmek
zorunda kalan Osmanlı yöneticilerinin, revizyonizm çerçevesinde askeri güç
kullanma yönünde bir harekette bile diplomatik kanalları hep açık tutmaya
çalıştıkları görülmektedir. Yukarıda vurgulanan “diplomasinin olgunlaşması” yargısı
bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Rus Çariçesi II. Katerina da iç sorunlarla uğraştığından ve Kırım’daki durum
kendi lehine olduğundan meselenin barışçı yollarla çözülmesini istemekteydi.461
Sonunda, Osmanlı tarafının meseleyi diplomatik yollarla çözmeyi kabul
etmesi üzerine, Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya arasında görüşmelerin başlaması
Fransız elçisi Saint-Priest’in arabuluculuğuyla kararlaştırıldı. 1778 sonunda
Đstanbul’daki Aynalıkavak Sarayı’nda başlayan görüşmelerde Osmanlı tarafını temsil
eden heyette, Abdürrezzak Bahir Efendi ve Küçük Kaynarca Antlaşması’nı
imzalayan Đbrahim Münib Efendi de bulunmaktaydı.462
Fransız elçisi Saint-Priest’in de önemli katkılarda bulunduğu görüşmeler 21
Mart 1779’da antlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. Küçük Kaynarca
Antlaşması’nın yeniden onaylanması anlamına gelen Aynalıkavak Antlaşması’nın
(Tenkihnâme) içerdiği en önemli hususlar şunlardı: 463
- Her iki tarafın da Kırım’ın bağımsızlığına saygı göstermesi.
-Osmanlı Đmparatorluğu’nun Şahin Giray’ı Kırım Hanı olarak tanıması.
461 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 451; Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. I., s.
384–385; Anderson, Doğu Sorunu, s. 26. 462 Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 174–175. 463 Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C. I., s. 151-158.
231
-Tahta çıkacak her Han’ın Osmanlı Padişahı tarafından onaylanması.464
-Osmanlı tarafının Kırım Tatarlarına yönelik bütün hak ve himaye talebinden
vazgeçerek, bir daha hiçbir surette hak ve himaye talebinde bulunmamayı kabulü.
-Osmanlı Đmparatorluğu ve Rusya arasında bir anlaşmazlık vuku bulduğunda
tarafların diplomatik temasa geçmeden hiçbir tedbire başvurmamayı kabul etmeleri.
-Rusya’nın Kırım’da bulunan kuvvetlerini çekmesi.
Aynalıkavak Antlaşması ilk bakışta çok ağır şartlar taşımıyor görünmesine
rağmen, bu antlaşma ile Osmanlı Đmparatorluğu’na zayıf, ihtiyarlamış ve kendini
savunmaktan aciz bir devlet muamelesi yapılmış, yaşamasının Rusya tarafından
gösterilecek iyi niyete ve merhamete bağlı olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu
durum, Osmanlı yöneticileri arasında devletin gücünü tamamen kaybettiği
düşüncesinin daha da belirgin biçimde dile getirilmesine neden olmuştur. I.
Abdülhamit’in itibarı halk arasında da azalmış, yaşlı padişahın devleti yeniden
kuvvetlendiremeyeceği düşüncesi egemen olmaya başlamıştır.465
Osmanlı yönetici eliti içinde devletin gücünü kaybettiği düşüncesini
benimseyenlerin artması özellikle önemlidir. Daha önce vurgulandığı gibi, 18.
yüzyılın başından itibaren Osmanlı yöneticileri içinde savaş ve barış yanlısı gruplar
olmuştur. 1768–1774 Osmanlı- Rus Savaşı’ndan itibaren Osmanlı Đmparatorluğu’nun
girdiği her savaş çok olumsuz sonuçlar doğurmuş, bu da savaş yanlısı grubun
itibarını daha da azaltmıştır. Savaş yanlıları bile, Osmanlı Đmparatorluğu’nun gücünü
kaybettiğini bildiklerinden, uluslararası dengelerin gözetilmesi ve bu çerçevede
464 Aslında sözkonusu onay hakkı semboliktir. Çünkü, antlaşmaya göre Osmanlı Padişahı’nın
kendisine sunulan kişiyi onaylamama gibi bir hakkı bulunmamaktadır. 465 Yorga, Osmanlı Tarihi, C. V., s. 23.
232
diplomasinin kullanılması zorunluluğunu takdir etmeye başlamışlardır. Aynalıkavak
Antlaşması bu süreçteki en önemli kilometre taşlarından biridir.466
Nitekim, 1779 sonrasında Kırım meselesinin girdiği süreç Osmanlı
Đmparatorluğu’nun, tüm revizyonist çizgisine rağmen, mümkün olduğunca iç ve dış
konjonktürü dikkate alan bir dış politika izlemeye çalıştığını, diplomatik yöntemleri
de bu çerçevede kullandığını göstermektedir.
Kırım ile Osmanlı Đmparatorluğu arasındaki bağ Aynalıkavak
Antlaşması’ndan sonra gün geçtikçe zayıfladı. Osmanlı Đmparatorluğu’nun içinde
bulunduğu olumsuz durumu bilen Rusya, Fransa’nın da üstü kapalı desteğini alarak
Kırım üzerindeki nüfuzunu daha da arttırdı. Kırım’ı topraklarına katmak isteyen Rus
Çariçesi II. Katherina, Tatarlar arasında Şahin Giray’a karşı olan tepkiyi kullanmıştır.
1782 ortalarında ayaklanan halk Şahin Giray’ı devirerek yerine kardeşi Bahadır
Giray’ı hanlığa getirdi. Bahadır Giray Đstanbul’a bir heyet göndererek hanlığının
tanınmasını istedi. Bahadır Giray’ın hanlığa getirilmesinden memnuniyet duyan
Babıâli, yeni hanı tanıma amacıyla bir teşrifat heyeti göndermeyi kararlaştırdıysa da,
Fransız Büyükelçisi’nin devreye girmesi üzerine bu girişimini askıya aldı.467
Rusların desteğini alan Şahin Giray, Kırım’a tekrar giderek hanlığı geri almak
için hazırlık yaparken, Babıali de diplomatik yöntemleri kullanmaya başladı. Bu
çerçevede, Đstanbul’da bulunan Rus elçisi vasıtasıyla Rus Sarayı ile görüşmelere
466 Aynalıkavak Antlaşması’nı imzalayan Abdürezzak Bahir Efendi’nin, görüşmeler sırasındaki
hizmetleri nedeniyle başarılı bulunarak Reisülküttaplığa atanması dikkat çekicidir. Ahmet Cevdet
Paşa, Tarih-i Cevdet, C. I., s. 395. 467 Fransız büyükelçisinin Babıâli’ye gönderdiği mesaj, Osmanlı yöneticilerinin uluslararası dengeleri
gözetmekte nasıl özen gösterdiklerini göstermesi açısından dikkat çekicidir: “Üç ay mukaddem Fransa
padişahının emriyle bana başvekilimizden bir mektup geldi; mealinde devlet-i aliye canibine göz
kulak ol; şu aralıkta olur olmaz birşey için bir muharebe ve sefer küşad eylemesinler, hakimane
muamele ve mümkün mertebe müdara [yalandan dostluk] semtini tutsunlar, zira cenk açılacak vakit
değildir (…)” Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 487-488.
233
girişilmiştir. Görüşmeler sürerken 1782 ekiminde Rus kuvvetleriyle birlikte Kırım’a
giren Şahin Giray, Bahadır Giray’ı tahttan indirerek yeniden Han oldu.468
Rusların Küçük Kaynarca ve Aynalıkavak antlaşmalarına aykırı olarak,
Kırım’ın içişlerine müdahale etmeleri Babıâli’yi zor durumda bıraktı. Babıâli ya
Şahin Giray’ın hanlığını tanıyacak, ya da Rusya’ya savaş ilan edecekti. Bu sırada,
1782 aralığında Babıâli’ye bir Rusya-Avusturya ortak notası verildi.469 Notada,
Babıâli’den Rus gemilerinin boğazlardan geçişini engellememesi, Eflak ve
Buğdan’la ilgili yükümlülüklerini yerine getirmesi ve Şahin Giray’ı bağımsız
Kırım’ın meşru Hanı olarak tanıması isteniyordu. Babıâli notaya yönelik sert bir
tepki vermekten özenle kaçındı ve bu konularda müzakereler yapılmasını önerdi.470
1783 nisanında II. Katherina’nın Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edildiğini
açıklaması, ne Osmanlı tarafında, ne de Tatarlar için büyük bir sürpriz olmadı. Fakat,
Đstanbul halkı ve Osmanlı Sarayı içindeki şahin kanat bu gelişmeye karşı sert tepki
gösterilmesini istemekteydi. Sadrazam Halil Hamit Paşa’nın başını çektiği ılımlı ve
barış yanlısı kanat ise, Rusya’ya sert tepki gösterilmesinin mümkün olmadığını,
bunun Osmanlı Đmparatorluğu’nu hiç de hazır olmadığı bir savaşın içine sokacağını
biliyordu. Konuyu değerlendirmek için yapılan toplantıda, şahin kanattan olan
Şeyhülislam ile Kaptan-ı Derya Hasan Paşa, ilhakı hemen kınamama yolundaki
politikası nedeniyle Sadrazamı şiddetle eleştirdiler. Toplantıya katılan şahinler,
468 Ibid. , s. 489. 469 Avusturya-Rusya ortak notası, iki ülkenin Osmanlı Đmparatorluğu’na karşı ortak hareket ettiğini
göstermekteydi. Đki ülke arasındaki -zaten varlığından kuşku duyulan- ittifak somutlaşmıştı. Bu
durum, Babıâli’nin savaş yerine diplomatik yöntemlere başvurma alternatifini kullanmaya
çalışmasında hızlandırıcı bir etki yaptı. 470 Yorga, Osmanlı Tarihi, C. V., s. 29-30.
234
Sadrazam’ın derhal sefer hazırlıklarına başlamasını istemekteydiler. Sonuçta, şahin
kanadın baskısıyla ilhakın resmen kınanması kararlaştırıldı.471
Alınan karara rağmen, Babıâli sorunu askeri yöntemlerle değil, diplomatik
yoldan halletmeye çalıştı. Nitekim, öncelikle –yine kararlaştırıldığının hilafına-
kınama belgesinin Rus Sarayı’na gönderilmesi geciktirildi. Buna paralel olarak,
Đngiliz ve Fransız elçilerinin arabuluculuğu sağlanmaya çalışıldı.472 Diplomatik süreç
devam ederken, Babıâli’de yapılan toplantılarda kınama belgesinin gönderilmesinin
1783 yılı sonuna kadar bir kez daha ertelenmesi kabul edildi.473 Babıâli’nin ilhak
karşısında tepki gösteremediğini gören Çariçe II. Katherina, Đstanbul’daki
büyükelçisi Bulgakov vasıtasıyla Kırım, Kuban ve Taman’ın Rusya tarafından
ilhakının Osmanlı Đmparatorluğu’nca kabul ve tasdik edildiğine dair bir senet istedi.
Böylece kriz daha da büyüdü.474
Divan’da şahin kanadın en önemli temsilcisi olan Kaptan-ı Derya Hasan Paşa
da, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Rusya’yla bir savaşı kazanamayacağı düşüncesini
benimsemeye başladı ve Sadrazamın görüşlerine yaklaştı. Babıali bir savaş
durumunda Avusturya’nın Rusya ile ortak hareket edeceğini bilmekteydi. Đngiliz ve
Fransız büyükelçileri de Kırım, Kuban ve Taman’ın Rusya’ya bırakılması yönünde
baskı yapmaktaydılar.475
Kasım 1783’te yapılan bir toplantıda konu bir kez daha ele alındı. Toplantıda
başta Sadrazam Halil Hamit Paşa olmak üzere devlet ricali Kırım’ın ilhakını
tanımamanın Osmanlı Đmparatorluğu’nu sadece Kırım’da değil, aynı zamanda
471 Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 179. 472 Ali Đhsan Bağış, Britain and the Struggle for Integrity of the Ottoman Empire: Sir Robert
Ainslie’s Embassy to Đstanbul: 1776–1794, Đstanbul, Isis Yayınları, 1984, s. 14. 473 Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 179–180. 474 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 493. 475 Aksan, Ahmet Resmi Efendi, s. 180.
235
Balkanlar’da da savaşmak zorunda bırakacağını ve ordunun hem Rusya hem de
Avusturya ile savaşacak hazırlıklara sahip olmadığını dile getirdi. Görüşmeler
sonucunda “ilhakın reddedilmesi, ama görüşmelere ağırlık verilmesi” kararı alındı.
Bu çerçevede, Kaptan-ı Derya Hasan Paşa Đngiltere Büyükelçisi Ainslie vasıtasıyla,
Sadrazam Halil Hamit Paşa da Fransa Büyükelçisi Saint Priest kanalıyla bu ülkelerin
arabuluculuğunu sağlamaya çalıştılar.476
Đngiltere ve Fransa’nın arabuluculuk girişimleri ise Rusya tarafından kesin bir
dille reddedildi. Diplomatik yöntemlerin Kırım meselesinin Osmanlı tarafının
istediği biçimde çözülmesini sağlayamadığının görülmesi üzerine, Sadrazam 1783
aralığında yeni bir toplantıda konunun tekrar görüşülmesini istedi. Toplantıda, uzun
tartışmalar sonucunda Osmanlı ordusunun olası bir savaşta başarı sağlayamayacağı
konusunda ortak bir kanaat doğdu. Divanın muhafazakâr kanadını temsil eden
ulemanın da mevcut durumda barışın “ehven-i şer” olduğu fetvasını vermesi
sonucunda, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakının kabul edilmesi yönünde görüş
birliğine varıldı.477 Çariçe II. Katherina’nın istediği Kırım, Kuban ve Taman’ın
Rusya tarafından ilhakının kabulüne ilişkin senet büyükelçi Bulgakov’a 9 Ocak 1784
tarihinde yapılan bir görüşmeyle verildi.478
Görüldüğü gibi, başta Sadrazam olmak üzere Osmanlı yöneticileri devletin
güçsüzlüğünü ve hem Rusya hem de Avusturya’yla savaşmasının ağır bir yenilgiye
uğramasına neden olacağını bildiklerinden, sorunu diplomasi yoluyla çözmek
zorunda kalmışlardı. Avrupa’daki siyasal konjonktürün Osmanlı Đmparatorluğu
aleyhine olduğu görülmüş, bu çerçevede Fransa, Đngiltere ve Prusya’dan destek
alınamaması kuvvet kullanma seçeneğinin rafa kaldırılmasına neden olmuştu. Yani,
476 Bağış, Britain and the Struggle, s. 16–18. 477 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 590-600. 478Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 493-494.
236
Osmanlı yöneticileri 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde olduğunun aksine,
devletin çıkarları açısından barışı korumanın çok daha akıllıca olduğunu
görmüşlerdi. Dış politikada “rasyonelleşme”nin geldiği seviyenin önemli bir
göstergesi olan bu durum, yukarıda belirtilen “diplomasinin olgunlaşması” olgusuyla
birlikte değerlendirilmelidir.
Osmanlı diplomasisindeki bu olumlu değişikli ğe rağmen, sözkonusu
gelişmenin çizgisel olmadığı, yani zaman zaman geri dönüşler de yaşandığı
unutulmamalıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi, 1774’den 1792’ye kadarki devirde
Osmanlı dış politikasında esas itibariyle revizyonist çizginin egemen olduğu bir
süreç yaşanmıştır. Bunun da temel nedeni, Kırım’ın kaybedilmesinin yarattığı
travmadır.
Osmanlı yöneticilerinin birer Đslam ülkesi olan Kırım, Koban ve Taman’ı
ilhak etmelerini onaylamak zorunda kalması, ülkede büyük bir heyecan yarattı. Halk,
Rusya’nın bu ilhakına büyük bir tepki duymaktaydı. 479 Sadrazam Halil Hamit Paşa
halk nezdindeki itibarını kaybetmekteydi. Oluşan büyük tepkinin temel nedeni,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun ilk defa Müslümanların yaşadığı toprakları
kaybetmesiydi. Osmanlılar, 1699’dan beri önemli toprak kayıpları yaşamaktaydı.
Ancak, Kırım’ın kaybedilmesi kadar büyük bir üzüntüyü o zamana kadar
yaşamamışlardı. Gerçekten de Kırım’ın kaybı büyük bir utanç ve üzüntü kaynağı
olarak görüldü.
Osmanlı yönetici eliti içindeki barış yanlısı grubun mensuplarından biri olan
Sadrazam Halil Hamit Paşa, ordunun ıslahı çabalarına ağırlık vererek devleti
Rusya’yla muhtemel bir savaşa hazırlamaya başladı. Sadrazamın, barışçı ve
statükocu çizgisine rağmen bunu yapmasının iki nedeni bulunmaktaydı:
479 Ibid. , s. 499.
237
Öncelikle, yönetici elit içindeki şahin kanat, alınan başarısızlıklara rağmen
etkinliğini hala sürdürmekteydi. Üstelik halk da Kırım’ın geri alınmasını
istemekteydi. Sadrazamın, halkın tepkisini kullanan şahin kanadın isteklerini
yatıştırması gerekmekteydi. Aksi halde, zaten azalan itibarını büsbütün
kaybedebilirdi. Đkincisi, ne kadar barış ve statükonun korunması yanlısı olursa
olsunlar, bütün Osmanlı ricali Rusya’nın Kırım’ı ele geçirmekle yetinmeyeceğini,
nihai hedefinin Osmanlı Đmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak olduğunu biliyordu.
Rusya ve Avusturya’nın Osmanlı topraklarını paylaşmak, böylece “Doğu Sorunu”nu
çözmek yönünde anlaştıkları bilinmekteydi. Bu yüzden, çok kötü durumda olan
Osmanlı ordusunun çıkması muhtemel bir savaş için, ıslahı ve kuzey sınırlarının
güçlendirilmesi zorunluluktu.
Aynalıkavak Antlaşması’nı takip eden yaklaşık üç yıl boyunca Osmanlı
yöneticileri sınırlı ve yüzeysel de olsa ordunun ıslahı çalışmalarına yöneldiler. Halil
Hamit Paşa’dan sonra sadarete getirilen Koca Yusuf Paşa da bu yöndeki çalışmaları
sürdürdü. Ordunun ıslahında az da olsa belli bir mesafe alınması, Osmanlıların askeri
açıdan 1783–1784 bunalımına oranla daha güçlü olmalarını sağladı. Bu da, Osmanlı
elitindeki şahin kanadı cesaretlendirdi ve Kırım bağlamındaki revizyonist taleplerin
daha da belirgin bir biçimde dile getirilmeye başlamasına sebep oldu. Başta padişah
I. Abdülhamit olmak üzere, Sadrazam ve devlet ricalinin çoğunluğu savaşa
karşıydılar. Fakat, halkın bu yöndeki baskısı gün geçtikçe artmaktaydı. Yaşlı bir
padişah olan I. Abdülhamit’e duyulan inanç azalmaktaydı. Halk I. Abdülhamit’in
Osmanlı Đmparatorluğu’nu içine düştüğü durumdan kurtaracağına ve Kırım’ın
kaybedilmesinin yarattığı utancı sileceğine inanmıyordu. Halkın, hatta Osmanlı
ricalinin içinde Şehzade III. Selim’in tahta çıkarılması gerektiği düşüncesi büyük bir
desteğe sahipti. Dolayısıyla, I. Abdülhamit halk desteğini korumasının Rusya’ya
238
savaş açılmasına dayanan revizyonist talepleri yatıştırmakla mümkün olabileceğini
görmekteydi. Koca Yusuf Paşa da, Rusya’ya savaş açılması hususunda çekingen
davranan I. Abdülhamit’e, halkın galeyanına atıfta bulunarak, bu yönde adım
atmazsa hükümdarlıkta kalamayacağını açık bir biçimde belirtmişti.480 Bu durum,
1787’de başlayacak Osmanlı-Rus-Avusturya savaşının temel nedeni olacaktı.
Đçteki baskılara rağmen, I. Abdülhamit ve Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın
uluslararası konjonktürün kendi lehlerine olduğuna kani olmadan adım atmak
istemedikleri görülmektedir. Nitekim, Rusya’nın genişlemesinden endişe duyan
Prusya ve Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu’na destek vereceklerini bildirmeleri
ve Rusya’ya karşı savaş için kışkırtmaları, Sadrazam’ın savaş açılması noktasına
gelmesini sağlamıştır. Sadrazam’ın, özellikle Đngiliz Büyükelçisi Robert Ainslie’yle
yaptığı uzun görüşmeler sonucunda savaş yanlısı politikasını belirginleştirdiği
anlaşılmaktadır.481
Osmanlı yöneticilerinin kesin olarak savaş yanlısı bir tutum almalarını
sağlayan ve Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya arasındaki ilişkileri krize sokan
gelişme 1787 yılında ortaya çıkmıştır. Đki ülke arasında 1774 Küçük Kaynarca ve
1784 Aynalıkavak Antlaşmalarının uygunlanmasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle
zaten sorunlar bulunmaktaydı. Özellikle, Eflak ve Boğdan ile Kafkasya konularına
ek olarak, Rus tüccarlarının Osmanlı topraklarındaki faaliyetleri ve Rusya’nın
Osmanlı topraklarında açtığı ve açmak istediği konsolosluklarla ilgili sorunlar
bunların en önemlileriydi.482 1787 başlarında Rus elçisi Rusya’nın bu konulardaki
480 Ibid. , s. 500–501. 481 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 867-870. Görüşmeler için bkz: Bağış, Britain and
the Struggle, s. 29-31, 34-35. 482 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Balkanlarda Rus konsolosluklarının kurulması,
faaliyetleri ve Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya ilişkilerine etkileri için bkz: Osman Köse,
239
isteklerini içeren bir mektubu Babıâli’ye iletti. Babıâli barışı korumak istediğinden
sözkonusu isteklere ilk anda ılımlı bir cevap verme yolunu seçti. Nitekim, Şubat
ayında Rus elçisi Bulgakov ve Reisülküttap Süleyman Feyzi Efendi arasında yapılan
görüşmelerde genel olarak Rus tarafının isteklerinin yerine getirileceği bildirildi. 483
Baştaki bu olumlu havaya rağmen, Đskenderiye’de bulunan Rus konsolosun
Mısır’daki bazı Çerkez beylerini Osmanlı yönetimi aleyhine kışkırttığının ortaya
çıkması durumu tamamen değiştirdi. Rus tarafının yukarıda belirtilen istekleri
arasında yer alan Varna’da konsolosluk açma isteği Babıâli tarafından kabul
edilmedi. Bir süreden beri Rusya ile savaşa taraftar olan Sadrazam Koca Yusuf Paşa,
Rus Elçisi Bulgakov’a Osmanlı tarafının isteklerini iletmesini Reisülküttap
Süleyman Feyzi Efendi’den istedi. Bu istekler arasında firari Eflak Voyvodası’nın
teslimi, Eflak ve Boğdan’daki Rus konsolos vekilinin azli ve Rus kuvvetlerinin
Gürcistan’dan çekilmesi gibi hususlar bulunmaktaydı. 484
Rus elçisinin Osmanlı tarafının taleplerini Rus Sarayı’na ileteceğini
bildirmesine rağmen, Sadrazam kendisi gibi savaş taraftarı olan Şeyhülislam
Müftizade Ahmet Efendi’nin fetvasını alarak, Divan’da üç gün içinde Rusya’ya
savaş ilan edilmesi kararı verilmesini sağladı.485
Divan’ın aldığı savaş kararı onay için I. Abdülhamit’e sunulduğunda, padişah
tereddüt etmiş, barışın korunması yolundaki görüşünü bir kez daha belirtmiştir.
Fakat, savaş yanlısı görüşün halkın büyük bir çoğunluğu tarafından benimsendiğini
“Balkanlarda Rus Konsolosluklarının Kuruluşu ve Faaliyetleri”, Turkish Studies/Türkoloji Dergisi ,
C. I., S. 2., (2006), s. 141-155. 483 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 501. 484 Ibid. , s. 502. 485 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 875. Rus elçisine iletilen taleplerin ağırlığı ve
Sadrazam’ın diplomatik görüşmelerin sona ermesini bile beklemeden Divan’dan savaş kararı
çıkartması göz önüne alındığında, Osmanlı yöneticilerinin savaş açılması yönünde daha önceden karar
verdikleri ve iki ülke arasındaki bunalımı bir bahane olarak kullandıkları anlaşılmaktadır.
240
ve yönetici elit içindeki savaş yanlılarının kazandığı gücü gören I. Abdülhamit,
çıkardığı bir hattı hümayunla kararı onaylamak zorunda kalmıştır.486 Barış yanlısı
Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa’nın, çıkan bir isyanı bastırmak amacıyla Mısır’da
bulunması da, Divan’daki savaş yanlılarını dengeleyebilecek güçlü bir kişinin
müdahale edememesine sebebiyet vermişti.487 Sonuçta, savaş yanlıları Osmanlı
Đmparatorluğu’nu sonu felaketle sonuçlanabilecek yeni bir maceraya daha sürüklemiş
oluyorlardı.
Savaş ilanı, her ne kadar temelde konsolosluk meselesi yüzünden yapılmış
gibi görünse de, Osmanlı yöneticileri ve halkının Kırım’ın kaybedilmesine gösterdiği
tepkinin doğal sonucudur. Öte yandan, bu krizde 1783–1784’dekinin aksine
Đngiltere’nin ve Fransa’nın Babıâli’yi önleyici değil, bilakis teşvik edici biçimde
etkilemeleri de önemli rol oynamıştır. Yukarıda belirtildiği gibi, özellikle Đngiliz
hükümeti, Đstanbul’daki büyükelçisi Ainslie vasıtasıyla Rusya’ya karşı sertlik
politikası izlenmesini tavsiye etmiş, Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu’na destek
vereceğini bildirmiştir. Ayrıca, Đsveç’in savaş ilanı öncesi 1788 temmuzunda
Rusya’ya savaş açması ve Đsveç ordularının savaşın başlarında başkent St.
Petersburg’u tehdit edecek kadar başarı kazanmaları da Rusya’nın zor durumda
kalmasına neden olmuştu.488
Yani, Osmanlı yöneticilerinin savaş ilanına karar vermelerinde şüphesiz bu
gelişmeler de rol oynamıştır.
Sözkonusu savaş kararı Osmanlı yöneticilerinin uluslararası dengeleri ne
kadar gözetmek zorunda olduklarını göstermekte, denge arayışlarını ve uluslararası
486 Idem., s. 875. 487 Shaw, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Modern Türkiye, C. I., s. 349. Gazi Hasan Paşa, Đstanbul’a
dönüşünde, Sadrazam’ı savaşın açılmasında gösterdiği acelecilik yüzünden suçlamıştır. Ahmet Cevdet
Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 876. 488 Anderson, Doğu Sorunu, s. 33.
241
konjkonktürü dış politikada karar mekanizmasının merkezine yerleştirdiklerini ortaya
çıkarmaktadır. Denge arayışları çerçevesinde, savaş ilanı öncesinde yürütülen
diplomatik temaslar Osmanlı diplomasisindeki olgunlaşmanın bir başka önemli
işaretidir. Osmanlı Đmparatorluğu adım adım Avrupa devletler sisteminin -resmen
olmasa da- fiilen bir üyesi haline gelmektedir.
Nitekim, savaş ilanı kararının I. Abdülhamit tarafından onaylanmasıyla ilgili
hattı hümayunla birlikte, savaş ilanına neden olan gelişmeleri içeren bir bildiri de
kaleme alınarak Đstanbul’da bulunan elçilere gönderilmiştir.489 Babıâli, bildiriyle hem
diğer devletlerden destek almak, hem de savaş ilanının haklı sebeplere dayandığını
bildirerek bir anlamda eylemini meşrulaştırmak istemekteydi.
Savaş ilanı açısından bir başka dikkat çekici husus da, savaş ilanını müteakip
Rus elçisinin Yedikule’de zorunlu ikamete tabi tutulmasıyla ilgilidir. Aslında, savaş
ilan edilen ülkenin elçisinin Yedikule’de hapsedilmesi Osmanlı diplomasisinin
geleneksel yöntemlerinden biridir. Burada ilginç olan husus, Fransız ve Avusturya
elçilerinin Rus elçisinin serbest bırakılmasına ilişkin taleplerine başlangıçta sıcak
bakılması, fakat Đngiliz elçisinin isteğiyle bundan vazgeçilmesidir.490 Elçi
dokunulmazlığıyla ilgili uluslararası teamüllerin Osmanlılar tarafından
benimsenmeye başladığının önemli bir göstergesi olan bu durum, Osmanlı
diplomasisinin üslup boyutundaki gelişimini de gözler önüne sermektedir.
1787 ağustosunda başlayan savaşta, iki tarafın da büyük bir taarruz
yapabilecek hazırlıklara sahip olmaması nedeniyle, 1788 ilkbaharına kadar önemli
bir askeri harekât ve muharebe olmamıştır. Kış boyunca her iki taraf da askeri
hazırlıklarını sürdürürken, 1788 şubatında Avusturya’nın Rusya yanında savaşa
girmesi durumu tamamen değiştirmiştir.
489 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 875-876. 490 Ibid. , s. 875.
242
Osmanlı yöneticileri Rusya ve Avusturya arasında Osmanlı Đmparatorluğu
aleyhine bir ittifakın olduğunu bilmelerine rağmen, özellikle Fransız büyükelçisinin
Avusturya’nın Rusya yanında yer almayacağı teminatı üzerine savaş ilanına karar
vermişlerdi. Fakat, 9 Şubat 1788’de Avusturya elçisi Herbert Rathkeal Babıâli’ye bir
takrir gönderek, Avusturya’nın, Rusya ile olan ittifakı uyarınca Osmanlı
Đmparatorluğu’na savaş ilan ettiğini bildirdi. Bu durum, Osmanlı yönetici elitindeki
savaş taraftarlarında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Zira, başta Sadrazam olmak
üzere savaş yanlısı grup böyle bir gelişmeyi beklemiyordu ve Osmanlı
Đmparatorluğu’nun her iki ülkeyle aynı anda savaşacak güce sahip olmadığını da
biliyordu. Buna rağmen Sadrazam geri adım atmalarının mümkün olmadığını
belirterek savaşı sürdürme kararı verdi.491
Avusturya’nın savaş ilanının yarattığı şaşkınlık, Osmanlı yöneticilerinin
uluslararası dengeleri gözetmekteki çabalarını, aynı zamanda bunu yaparken
karşılaştıkları başarısızlığı da göstermektedir. Avusturya’nın Rusya yanında savaşa
gireceğini hiç düşünmeyen Osmanlı yöneticileri böylece hem ittifak siyasetinin
önemini, hem Avrupa devletler sistemindeki oynaklığı, hem de Đstanbul’daki elçilerle
yürütülen diplomatik temasların uluslararası dengeleri kavramakta yetersiz kaldığını
görmüşlerdir.
Kış boyunca hazırlıklarını tamamlayan Osmanlı ordusu ve donanmasının
baharda sefere çıkmasıyla savaş şiddetlenmeye başladı. 1788’deki ilk muhaberelerde
her iki taraf da çok büyük bir zafer kazanamadı. Rusya askeri hazırlıklarını
tamamlayamaması yüzünden büyük bir taarruza geçemedi. 1774’ten beri orduda
yapılan çeşitli reformlara ve hazırlıklara rağmen Osmanlı ordusundaki yetersizliğin
devam ettiği de kısa sürede görüldü. Bunun etkisiyle, Osmanlı ordusu genelde
491 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 522-523.
243
savunma ağırlıklı bir savaş stratejisi benimsemek zorunda kaldı. Özellikle merkezi
otoritenin zayıflaması sonucunda yeteri kadar askerin seferber edilememesi büyük
sıkıntılar yarattı. Yorga’nın belirttiği gibi, savaş taraftarı grup bile, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun topraklarının genişliğine ve egemenliği altında tuttuğu halkların
çokluğuna rağmen, başarılı olabilecek bir ordu hazırlayacak kudretten yoksun bir
hale geldiğini kısa sürede anlamıştı.492
Osmanlı tarafı, Avusturya ve Rusya ile iki cephede savaşmanın yarattığı
sorunlar, ordusunun yetersizlikleri ve Rusya’nın hazırlıklarını tamamlayarak daha
büyük kuvvetleri cepheye sürmesi neticesinde, 1788 sonlarından itibaren önemli
yenilgiler almaya başladı. 1789 ocağında Özi kalesinin düşmesiyle durum daha da
kötüleşti. Savaşın başından itibaren buranın muhafazasına özel bir önem veren I.
Abdülhamit kalenin düşmesi haberinin gelmesiyle rahatsızlandı ve birkaç ay sonra da
(Nisan’da) öldü.493
Amcası I. Abdülhamit’in ardından tahta çıkan III. Selim, şehzadeliğinden beri
devletin iç ve dış durumu üzerinde düşünmekte ve kendisini padişahlığa hazırlamaya
çalışmaktaydı. Kafes hayatını I. Abdülhamit’in yumuşak karakterli bir kişi olması
nedeniyle hayli rahat geçirmişti. Bu nedenle, devlet işleriyle daha fazla ilgilenme
fırsatı bulmuş, devlet ricalinden kimi kişilerle görüşmeler yapabilmişti. III. Selim
Đmparatorluğun içinde bulunduğu kötü durumun giderilebilmesi için, tahta geçtiği
sırada yapacağı işleri daha şehzadeyken tasarlamaya başlamıştı. III. Selim bu
492 Yorga, Osmanlı Tarihi, C. V., s. 58. 493 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 543. Yaşlı ve hasta bir padişah olan I. Abdülhamit,
1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nda alınan ağır yenilgi ve Kırım’ın kaybedilmesi nedeniyle halk ve
yönetici elit nezdindeki itibarını büyük oranda kaybetmişti. Nitekim, Osmanlı yöneticilerinin bir
kısmının kendisini tahttan indirerek yerine Şehzade III. Selim’i getirmek istemeleri üzerine, I.
Abdülhamit bu darbe girişimini haber alıp başta Sadrazam Halil Hamit Paşa olmak üzere sorumluları
tasfiye etmiş ve Şehzade üzerindeki kontrolünü biraz daha arttırmıştı. Enver Ziya Karal, III.Selim’in
Hatt-ı Hümayunları, Ankara, TTK Yayınları, 1942, s. 10.
244
yöndeki çabasını Fransa Kralı XVI. Louis ile mektuplaşmaya kadar vardırmıştı. III.
Selim’in XVI. Louis’le mektuplaşmaları konumuz açısından iki açıdan önem
taşımaktadır:
Birincisi, III. Selim mektuplarında I. Abdülhamit’i -babası III. Mustafa’nın
aksine- Fransız dostluğuna önem vermemekle eleştirmekteydi. III. Selim, XVI.
Louis’e Osmanlı Đmparatorluğu’nun içinde bulunduğu zor durumdan dost devletlerin
ve özellikle Fransa’nın yardımıyla çıkabileceğini bildirmekteydi. III. Selim’e göre,
Osmanlı Đmparatorluğu “dost ülkeler”le işbirliğini geliştirmek ve ittifak yapmak
zorundadır. III. Selim’in bu yazdıkları, Osmanlı Đmparatorluğu’nun artık kendi
gücüne dayanarak varlığını koruyamayacağını, padişah olacak bir kişinin ilk defa çok
açık bir biçimde ifade ettiğini göstermektedir. Bu durum aşağıda değinilecek olan III.
Selim döneminde Osmanlı Đmparatorluğu’nun ittifak arayışlarının anlaşılabilmesi
açısından hayli önemlidir.
Đkincisi, III. Selim, XVI. Louis’e yolladığı mektuplarda yakın çevresinden bir
kişiyi Fransa’ya gönderme isteğinden bahsetmişti. XVI. Louis’in bu isteği kabul
etmesi neticesinde, dönemin Fransız elçisi Ch. Gouffier vasıtasıyla Đshak Bey
1786’da Fransa’ya gönderilmiştir. Bir anlamda “gelecekteki padişahın elçisi” olarak
Fransa’ya gönderilen Đshak Bey, hem III. Selim’le XVI. Louis arasındaki
haberleşmeyi sağlayacak, hem de Fransız ordu ve donanmasıyla ilgili önemli bilgileri
yerinde gözleyerek öğrenecekti.494 III. Selim’in bu girişimi de Avrupa’yla diplomatik
bağlar kurma doğrultusundaki fikirlerinin daha tahta çıkmadan önce şekillendiğini
göstermesi açısından önemlidir. Osmanlı tarihinde hiç görülmedik şekilde bir
şehzadenin tahta çıkmadan elçi göndermesi, sürekli diplomasiye geçişin neden III.
494 Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları , s. 12–13.
245
Selim döneminde gerçekleştiğinin anlaşılmasında mutlaka dikkate alınması gereken
bir olgudur. 495
III. Selim tahta çıktığında Rusya ve Avusturya ile devam eden savaşta
sıkıntılı bir aşamaya girilmişti. Özi kalesinin düşmesi nedeniyle Osmanlı ordusunun
durumu daha da zorlaşmıştı. III. Selim tahta çıkar çıkmaz bir bildiri yayınlayarak
orduya moral vermek istemişti.496 Bildiri III. Selim’in savaşı sürdürme kararlılığını
göstermekteydi. III. Selim de Kırım’ın kaybedilmesinden büyük bir üzüntü
duymakta, geri alınmasını istemekteydi. Bu hedefi doğrultusunda bizzat ordunun
başına geçmek için cepheye gitmeye niyetlendiyse de, bu girişimi devlet ricali
tarafından engellenmişti.
III. Selim’in tahta çıkışı, uzun bir süredir bunu bekleyen halkta, devlet
ricalinde ve orduda yeni bir heyecan yarattıysa da, 1789 yılı boyunca ordu, padişahın
bütün çabalarına rağmen ağır yenilgiler almaya devam etti. Rus orduları Boğdan’ın
içlerine kadar ilerlerken, Avusturyalılar ise Belgrad’ı ve Eflak’ın bir bölümünü ele
geçirdiler.497
Bu gelişmelerin sonucunda, bütün çabalarına rağmen Osmanlı ordusunun
yetersiz kaldığını gören III. Selim, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Rusya ve
Avusturya’ya karşı tek başına başarılı olamayacağını anladı. Ordunun aldığı
yenilgilerin yarattığı olumsuzluğun yanında devletin mali vaziyetinin de bozulması
sıkıntıyı daha da arttırmaktaydı. Zaten, 1787’de savaş ilanına karar verildiğinde ülke
hazinesi 1768’deki durumun aksine savaşın yükünü kaldıracak durumda değildi.
Savaşın başlamasıyla ortaya çıkan mali sıkıntılar, savaş uzadıkça daha da artmıştı.
495 Đsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Selim III’ün Louis XVI ile Muhabereleri”, Belleten, C. II., S. 5-6,
(1938), s. 191-246. 496 Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları , s. 25–27. 497 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 547-559.
246
Aslında, daha I. Abdülhamit döneminde, mali sıkıntıların aşılabilmesi için
yapılan toplantılarda dost Avrupalı ülkelerden borç alınması gibi o zamana kadarki
Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir öneri bile gündeme gelmişti. Dış borç
alınması konusu I. Abdülhamit’e arz edilmişti. Borç alınması düşünülen ülke
Hollanda’ydı. Đstanbul’daki Hollanda elçisiyle bu konuda görüşmelere bile başlandı.
Fakat nihai bir karar verilemediğinden konu bir süreliğine kapandı.498
Yukarıda belirtildiği gibi, III. Selim de, tahta çıkışının hemen ertesinde mali
sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. Ordunun artan harcamalarının finansmanı gün
geçtikçe zorlaşmaktaydı. Dış borç konusu bir kez daha gündeme geldi. III. Selim’in
isteğiyle, bu kez Đspanya elçisiyle görüşme yapıldı. Yapılan görüşmede, Đspanya
elçisi ülkesinin tarafsız olduğunu bildirerek borç talebini reddetti. Bunun üzerine,
borç almak amacıyla Fas Sultanı’na başvurulduysa da bu girişimden de bir sonuç
alınamadı. Mali bunalım, altın ve gümüş eşyaların toplanarak bunlardan sikke
kesilmesi yoluna gidilmesiyle, bir süreliğine atlatıldı.499
Ülkenin mali vaziyetinin büyük bir savaşı kaldırabilecek durumda
olmadığının açık bir biçimde ortaya çıkması, barışın korunmasının Osmanlı
Đmparatorluğu için önemini bir kez daha göstermekteydi. Bu husus, III. Selim’in
ittifak politikasına yönelmesinde de etkili oldu. Hem askeri alanda, hem de ekonomik
alanda gücünü yitiren Osmanlı Đmparatorluğu için mevcudiyetini sürdürmenin
yegâne yolu; uluslararası dengelere oynamak, dengeyi korumak için ittifaklara
girmek ve bunları sağlamak için de diplomasiyi etkin bir biçimde kullanmak
olacaktı.500
498 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 989-991. 499 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 600-602. 500 Naff, “The Otoman Empire and the European State System”, s. 161.
247
Daha önce de belirtildiği gibi, aslında Osmanlı Đmparatorluğu en güçlü
döneminde bile ittifak ve denge siyaseti izlemiştir. III. Selim devriyle ortaya çıkan
durumun yeniliği, ittifak ve denge siyasetinin Osmanlı dış politikasının merkezine
oturmasından kaynaklanmaktadır. O döneme kadar kendi gücüne dayanabilen,
mevcudiyetini sürdürebilen Osmanlı Đmparatorluğu artık bu yeteneğini/özelliğini
kaybetmiştir. Dolayısıyla, denge politikası artık etkinliğini artırmanın değil, bizatihi
gücünü ve mevcudiyetini korumanın bir aracı haline gelecektir. Daha önce üstü
kapalı ve fiili olan ittifaklar artık resmi bir nitelik kazanacaktır. Devletin geleneksel
üniversalist söyleminin tamamen terki anlamına gelen bu gelişme, sürekli
diplomasiye geçiş açısından çok önemli bir dönüm noktası olacaktır.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun III. Selim döneminde izlediği ittifak siyaseti
birbiriyle ili şkili 2 eksende gelişmiştir: Đsveç ve Prusya’yla yapılan ittifaklar. Aslında
her iki ittifakın temelleri de I. Abdülhamit döneminde atılmıştır. Fakat, ittifak
antlaşmalarının bağıtlanması III. Selim döneminde olmuştur.
Đsveç’le yapılan ittifak, 1787’de, Osmanlı-Rus Savaşı’nın başlamasının
hemen ertesinde gündeme geldi. Rusya’nın genişleme politikalarından ve
Avusturya’yla ortak hareket etmesinden rahatsız olan müttefik devletler (Đngiltere ve
Prusya), mali ve askeri yardım sözü vererek Đsveç’in Rusya’ya savaş ilan etmesini
sağladılar.501 Đsveç de, Rusya’nın kendi yönetiminde bulunan Finlandiya halkını
ayaklandırma girişimlerinden rahatsızlık duymaktaydı. Rusya’ya karşı harekete
geçme kararı alan Đsveç Kralı III. Gustav, Đstanbul’daki elçisi vasıtasıyla Babıâli’ye
işbirliği teklifinde bulunmayı kararlaştırdı. Bunun üzerine, Đsveç elçisi,
Reisülküttap’la yaptığı görüşmede, Đsveç’in Rus sınırına asker kaydırarak ve Baltık
501 1787’de imzalanan Đngiltere-Prusya-Hollanda ittifakı, aynı zamanda, üç devletin Fransa’ya karşı
ortak hareket etme isteklerinin de bir sonucuydu. Franklin L. Ford, Europe: 1780-1830, 2. Ed.,
London and New York, Longman, 1989, s. 69.
248
Denizi’ne donanma indirerek Rus kuvvetlerini meşgul edeceğini, buna karşılık
Osmanlı tarafının da hükümetinin askeri masraflarını karşılaması için senede 3 bin
kese akçe vermesi gerektiğini bildirdi. Reisülküttap Süleyman Efendi ise Đsveç’in
askeri yığınak yapmasının yeterli olmayacağını, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
istenilen mali yardımı bu ülkenin Rusya ile savaşa girmesi halinde yapacağını
belirtti. Bunun üzerine, Đsveç elçisi savaşa girilmesi karşılığında yardımın
arttırılmasını, savaş yıllarında yılda 8 bin, savaşın sona ermesinden sonra da 10 yıl
boyunca yılda 3 bin kese akçe verilmesini istedi. Reisülküttap bu isteği olumlu
karşıladı.502
Đngiltere ve Prusya’dan olduğu gibi Osmanlı Đmparatorluğu’ndan da olumlu
mesajlar alan III. Gustav, görüşmenin ertesinde, taleplerini içeren bir ültimatomu
Rusya’ya verdi. Ültimatomun reddedilmesi üzerine de savaş ilan etti. Rusya’nın
başkenti St. Petersburg’a ilerleyen Đsveç kuvvetleri, Rusların kısa sürede durumu
düzeltmeleri nedeniyle başarılı olamadı. Bu sırada, Rusya’yla ittifak yapan
Danimarka’nın Đsveç’e savaş ilan etmesi Đsveç’in durumunu daha da güçleştirdi.
Dolayısıyla, Đsveç’in Rusya’ya savaş açması Osmanlı Đmparatorluğu açısından
istenilen faydayı sağlayamasa da, Rus donanmasının Akdeniz’e inişinin önlenmesi
yine de önemli bir rahatlık sağlamıştır. 503
Öte yandan, Đsveç’in Rusya’ya savaş ilan etmesi, Osmanlı Đmparatorluğu’nu
bu ülkeye mali yardım yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakmıştı. Fakat, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun mali vaziyetinin kötülüğü, vaat edilen meblağın Đsveç’e
verilebilmesini çok zorlaştırmaktaydı. Osmanlı Đmparatorluğu kendi ordusunun temel
ihtiyaçlarını bile karşılayabilecek mali kaynaklara sahip değildi. Đsveç elçisinin, vaat
502 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 980. 503 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C.V., s. 545. Đsveç donanmasına karşı Baltık denizini
korumak zorunda kalan Rus donanması, Akdeniz’deki harekât planlarını ertelemek zorunda kalmıştı.
249
edilen 8 bin kese akçenin gönderilmesi yönündeki talepleri Babıâli tarafından
sürüncemede bırakılarak geçiştirilmeye, bu sayede de zaman kazanılmaya
çalışılıyordu. Đsveç’e gerekli yardımın yapılamaması, iki ülke arasında imzalanması
planlanan ittifak antlaşmasını da geciktirmekteydi.504
Babıâli, Đsveç’e vaat edilen maddi yardımların verilmesinin mümkün
olmadığını görmesine rağmen, özellikle, Đsveç’in savaşı sürdürmesinin Rus
donanmasının Akdeniz’e inişini engellemesi nedeniyle görüşmeleri mümkün
olduğunca uzatmak, böylece Đsveç’in Osmanlı Đmparatorluğu’ndan ümidi keserek
Rusya ile barış yapmasını engellemek istiyordu.505
III. Selim’in 1789 nisanında tahta çıkmasından sonra, Đsveç’le ittifak
yapılması konusunda daha fazla çaba gösterilmeye başlandı. Aşağıda değinileceği
gibi, tahta çıkışından sonra Prusya ile de ittifak yapılması doğrultusundaki girişimleri
hızlandıran III. Selim, I. Abdülhamit’in ittifaklar konusundaki çekingen politikasını
tamamen terk etmiştir. III. Selim, ittifaklar kurarak özellikle Rusya’ya karşı savaşı
sürdürmek istemekteydi. III. Selim’in Kırım’ın geri alınması isteği, savaşı sürdürme
yanlısı tutumunun en önemli nedeniydi. Bu nedenle, Fransız elçisinin Rusya’yla
barış yapılması doğrultusundaki girişimlerine, Fransa’ya olan yakınlığına rağmen
sıcak bakmadı.506
Cephede bulunan Sadrazam’ın divanında, Đsveç’e mali yükümlülüklerin
yerine getirilmesinin ordunun zaten sınırlı olan kaynaklarının ısrafı olacağı yönünde
504 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 993. 505 Konunun ele alındığı Divan toplantılarında, Rus donanmasının Akdeniz’e inmesinin büyük bir
tehlike yaratacağı, Rus donanmasına karşı Akdeniz’e bir donanma göndermenin ise çok pahalıya mal
olacağı hususu üzerinde sıklıkla durulmuştu. Yapılan toplantıların birinde, Kaptan-ı Derya’ya
Akdeniz’e donanma göndermenin ne kadara mal olacağı sorulmuş, ancak, Đsveç’in istediği meblağın
verilerek Rus donanmasının Akdeniz’e inmesinin engellenmesinin daha ucuza mal olacağı
anlaşılmıştır. Đsveç’e verilecek meblağın düşürülerek ittifak yapılması kararı alınmıştır. Ibid. , s. 1045. 506 Ibid. , s. 1109-1110.
250
karar alınmasına rağmen, III. Selim Đstanbul’daki Divan toplantılarında oluşan ittifak
fikrini destekledi. Böylece ittifak görüşmeleri yeniden hızlandı. Đsveç tarafının da
isteklerini azaltma yoluna gitmesi sonuca ulaşılmasında büyük rol oynadı. 1789
yazında Osmanlı tarafının ittifakın yapılması için gerekli yükümlülükleri yerine
getiremediğini gören Đsveç, mali yardım konusundaki talebini tadil ederek, zaten
fiilen devam eden ittifaka resmiyet kazandırmak istedi. Đsveç Elçisi ile yapılan
görüşmeler sonucunda 11 Temmuz 1789’da ittifak antlaşması imzalandı.507
Đsveç’le imzalanan ittifak antlaşmasının da etkisiyle cephede başarılar
kazanmak isteyen III. Selim, ittifak siyasetini genişletme çabası içine girdi. III.
Selim’in amacı, Đngiltere ve Prusya ile de ittifak antlaşmaları yaparak Osmanlı
Đmparatorluğu, Đngiltere, Prusya ve Đsveç arasında bir ittifak sistemi kurmaktı.508
III. Selim’in ittifak sistemi kurma politikası, Osmanlı dış politikasındaki
büyük değişimi göstermesi açısından önemlidir. Đttifak politikası, aşağıda görüleceği
gibi, başarısızlıkla sonuçlansa da artık Osmanlı dış politikasında yeni bir dönem
açılmaktadır. Osmanlı Đmparatorluğu, Avrupa devletler sisteminin bir parçası olma
yolunda çok daha belirgin biçimde ilerlemeye başlamıştır.509
Osmanlı Đmparatorluğu’nun ittifak siyasetinin ikinci, ama daha önemli
ekseninde ise Prusya’yla yapılan ittifak yer almaktadır. Daha önce de değinildiği
gibi, Osmanlı Đmparatorluğu ile Prusya arasındaki ilişkiler özellikle 18. yüzyılın
ortalarından itibaren hızla gelişmiş, III. Mustafa döneminde iki ülke arasında bir
507 Ibid. , s. 1115. Đttifak antlaşması uyarınca, Osmanlı tarafı Đsveç’e toplam 20 bin kese mali yardım
yapacaktı. Rusya’yla savaş devam ettiği sürece yıllık 2 bin kese verilecek, savaş sonrasında bakiye
eşit taksitlere bölünerek on taksitte ödenecekti. Sözkonusu antlaşmayla her iki taraf da yalnız başlarına
Rusya’yla barış yapmama yükümlülüğü altına girmekteydiler. Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi ,
C. V., s. 546, dipnot: 1. 508 Stanford J. Shaw, Between Old and New: The Ottoman Empire under the Sultan Selim III
1789–1807, Cambridge, Harvard University Press, 1971, s. 37. 509 Naff, “The Ottoman Empire and the European State System”, s. 161.
251
ittifak yapılması bile gündeme gelmişti. Her ne kadar Prusya Kralı II. (Büyük)
Frederick’in ihtiyatlı politikası nedeniyle iki ülke arasında bir ittifak yapılması fikri
hayatiyet kazanmadıysa da, Prusya Osmanlı dış politikasında artan bir öneme sahip
olmuştur. Osmanlı Đmparatorluğu’nun 18. yüzyıl sonlarına doğru Avusturya ve
Rusya’ya karşı denge arayışının hızlanması ve Fransa’nın geleneksel dengeleyici
rolünü yerine getirememesi Prusya’ya verilen önemi arttırmıştır.510
Yukarıda belirtildiği gibi, II. Frederick Rusya ve Avusturya’nın tepkisini
çekmemek için ihtiyatlı bir politika izleyerek Osmanlı Đmpararatorluğu’na doğrudan
destek vermekten kaçınmaktaydı. Buna karşılık, Prusya Başbakanı Graf von
Hertzberg Prusya’nın Babıâli nezdinde daha aktif bir politika izlemesi gerektiği
düşüncesindeydi. II. Frederick’in 1786’da ölmesinden sonra Prusya tahtına oturan II.
Frederick William, selefinin ihtiyatlı dış politikasını tedrici biçimde değiştirme kararı
aldı. Bu çerçevede, öncelikle Đstanbul’daki Prusya temsilciliği maslahatgüzarlıktan
ortaelçiliğe yükseltildi. Bu karar Babıâli tarafından memnuniyetle karşılandı ve
Prusya’nın artık daha aktif bir politika izleyeceği şeklinde yorumlandı.511
Prusya dış politikasındaki değişim sinyallerini gören Babıâli, Rusya’ya karşı
Prusya’yla işbirliğini geliştirme yönünde adım atma kararı aldı. 1787 şubatında
göreve gelen Reisülküttap Süleyman Feyzi Efendi Prusya ile ittifak fikrinin en
önemli savunucularından biriydi. Süleyman Feyzi Efendi Đstanbul’daki Prusya elçisi
von Diez’le yaptığı görüşmelerde, şartlarını bizzat Prusya Kralı’nın belirleyeceği bir
ittifaka Babıâli’nin hazır olduğunu bildirdi. Zaten Prusya’nın daha aktif bir politika
izlemesinden yana olan Diez, Berlin’e Osmanlı Đmparatorluğu’yla yapılacak bir
510 18. yüzyılda, Osmanlı-Prusya ilişkilerinin kurulması ve gelişimi ile III. Mustafa döneminde ittifak
kurulması meselesi için bkz: Salahaddin Tansel, “Osmanlı-Prusya Münasebetleri Hakkında”,
Belleten, C. 10., S. 38., (1946), s. 271-292 ve Salahaddin Tansel, “Büyük Friedrich Devrinde
Osmanlı-Prusya Münasebetleri Hakkında”, Belleten, C. 10., S. 37., (1946), s. 133-165. 511 Beydilli, Büyük Frederich ve Osmanlılar, s. 150–151.
252
ittifakın Prusya’ya önemli kazanımlar sağlayabileceği yönünde destekleyici raporlar
gönderdi. Fakat, o sırada Hollanda meselesi ile uğraşan Prusya hükümeti, Osmanlı
Đmparatorluğu’yla ittifak yapılmasını kabul etmedi. Diez’e gönderilen talimatlarda
Babıâli’ye ittifak konusunda ümit verilmemesi, ama Osmanlı yöneticilerinin hiçbir
şekilde küstürülmemesi bildirildi.512
Osmanlı Đmparatorluğu ve Rusya arasında 1787 yazında ortaya çıkan krizde
Prusya, Babıâli’ye itidal politikası izlenmesini tavsiye ettiği ve başlayan savaşta bir
an evvel barış yapılması isteğini ilettiği halde, Hollanda meselesinin çözülmesi ve
Avusturya’nın da savaşa girmesi nedeniyle, politikasını aynı yılın sonlarından
itibaren değiştirmeye başladı. Yani, Prusya daha aktif bir politika izlemeyecekti.
Osmanlı Đmparatorluğu ve Rusya arasında barışın Prusya’nın arabuluculuğuyla
sağlanması ve bu arada Prusya’nın menfaatlerinin de korunması yönünde bir çaba
içine girildi.
Tam bu sırada Von Hertzberg gizli bir plan hazırladı. Plan, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Eflak ve Boğdan’ı Avusturya’ya, Kırım, Özi ve Besarabya’yı ise
Rusya’ya bırakmasını; Tuna ve Unna nehirlerinin Osmanlı Đmparatorluğu ile
Hıristiyan dünyası arasında “ebedi sınır” olmasını, Prusya, Fransa ve öteki
devletlerin bu yönde garanti vermelerini içeriyordu. Ayrıca, plan uyarınca Rusya,
Gürcistan ve Kuban’ın öte tarafındaki bütün topraklarındaki egemenlik hakkından
vazgeçecek ve Osmanlı Đmparatorluğu’nun içişlerine müdahale etmemeyi taahhüt
edecekti.513
Von Hertzberg tarafından gizli tutulan sözkonusu plan II. Frederick William
tarafından da onaylandı. Ancak, böylesine cüretkâr bir planın Babıâli tarafından
kabul edilmesinin kolay kolay mümkün olmadığı da bilinmekteydi. Alınan karar
512 Ibid. , s. 152. 513 Ibid. , s. 154–157.
253
uyarınca, Prusya elçisi von Diez planı Babıâli’ye sunma işini, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun savaşta ağır yenilgiler alması sonrasına bırakmaktaydı.
Plan konusunda gizli hazırlıklar yapılmaya devam edildi. Barış yapılması için
Đspanya ve Fransa’nın 1788 sonunda Babıâli nezdinde girişimlere başlamaları
Prusya’da endişe yarattı.514 Çünkü, Đspanya’nın veya özellikle Fransa’nın
arabuluculuğuyla barış yapılması hem Prusya’nın etkinlik ve kazanç sağlamasını
önleyecek, hem de planın uygulanmasını engelleyecekti.
Đspanya ve Fransa elçilerinin arabuluculuk girişimlerinin duyulması üzerine
harekete geçen von Diez, Reisülküttap’la 1788 aralığında bir görüşme yaptı. Von
Diez, görüşmede, Prusya’nın sınıra yığdığı kuvvetlerle Avusturya ordusunun bir
bölümünü bağladığı ve Prusya, Đngiltere ve Hollanda arasındaki ittifak nedeniyle Rus
donanmasının Akdeniz’e inemediği hususlarını ileri sürerek, Prusya dostluğunun
Osmanlılar açısından ne kadar önemli olduğunu göstermeye çalıştı. Von Diez daha
sonra Lehistan meselesinden söz açarak, Babıâli’nin Lehistan hükümetine Rusya ile
ittifak yapmaması yönünde bir uyarı mektubu göndermesini istedi. Von Diez’e göre,
Rusya o sırada Osmanlı Đmparatorluğu’yla savaştığından, Prusya’nın Lehistan’daki
eylemlerine mukabele edememekteydi. Fakat, muhtemelen, Osmanlı
Đmparatorluğu’yla süren savaşın bitmesinden sonra Rusya Prusya’yla savaş
durumuna gelecekti. Bu yüzden, Osmanlı Đmparatorluğu Prusya ve Đngiltere’nin
haberi olmadan düşmanlarıyla barış yapmamalı ve bunu vereceği bir “senet” ile
514 Đspanya ve Fransa elçilerinin girişimleri için bkz: Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s.
994-998.
254
taahhüt etmeliydi. Diez, hükümetinin istediği senedin bir taslağını da görüşme
sonrasında tercümanı vasıtasıyla Babıâli’ye gönderdi.515
Prusya’nın bu isteği Osmanlı tarafında büyük bir şaşkınlık yarattı. Osmanlı
tarihinde böyle bir senedin verilmesi hiç görülmemiş bir uygulamaydı. Konu I.
Abdülhamit’e arz edildiğinde, padişah senedin verilmesi yönünde görüş bildirmekle
birlikte, meşveret meclislerinde de ele alınmasını istedi. Aylarca süren görüşmelerde
ise bu konuda kesin bir karar alınamadı. Müzakereler sürerken Đsveç ve Fransa
elçilerinin görüşlerine de başvuruldu.516 Osmanlı yöneticilerinin tamamına yakını
Prusya’yla ittifakı desteklemekle birlikte, ortada bir ittifak antlaşması henüz yokken
Osmanlı Đmparatorluğu’nun tek taraflı bir yükümlülüğe girmesinin mahzurlu
olduğunu ileri sürmekteydiler. Ayrıca, Prusya’nın politik tutumunun istikrarsız, bu
yüzden güvenilmez olduğu da belirtilmekteydi.517
Fakat yine de kati bir red cevabı verilmekten özenle kaçınıldı ve çerçevesi
çok belirgin olan bir ittifak antlaşmasının imzalanması şartıyla senet verilmesinin
kabul edileceği von Diez’e bildirildi.
I. Abdülhamit döneminde bir türlü sonuçlandırılamayan senet verilmesi
meselesi, III. Selim’in tahta çıkmasıyla tekrar gündeme geldi. 1789 yılı boyunca
Osmanlı ordusunun ağır yenilgiler alması, savaşı sürdürmek isteyen III. Selim’de
derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Cephede bulunan devlet yöneticileri ve ordu
515 Beydilli, Büyük Frederich ve Osmanlılar, s. 171-174; Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C.
II., 999-1009 Von Diez’le yürütülen görüşmelerde, Osmanlı tarafının üzerinde en fazla durduğu
hususlardan biri de, Prusya’nın arabuluculuğunun “mecburi” değil, “ihtiyari” olmasıydı. 516 Beydilli, Büyük Frederich ve Osmanlılar, s. 177–178. Yabancı elçilerin Osmanlı dış
politikasında kazandıkları önem açısından dikkat çekicidir. 517 Görüşmeler sırasında, bazı Osmanlı devlet adamlarının ileri sürdükleri şu fikir, dönemin diplomasi
anlayışı açısından çok önemlidir: “Hıristiyan devletlerin her zaman Osmanlı Devleti’ni aldatma
kaydında oldukları farz olsa bile, bu devletlerden hangisinin Osmanlı Devleti’ni aldatmasının işine
çok gelmediğinin araştırılarak, o devletin sözüne daha fazla itibar etmek gerekmektedir.” Ahmet
Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. II., s. 1013.
255
komutanları da barış yapılması yönünde görüş bildirmekteydiler. 1789 Fransız
Devrimi’nin uluslararası alandaki etkilerini gün geçtikçe arttırdığı bir ortamda Rusya
ve Avusturya da barış yapılmasında istekli bir tutum takınmışlardı.
Padişahın da onayını alan Sadrazam Gazi Hasan Paşa, Bender’de bulunan
Rus ordusu komutanı Prens Potemkin’e ön görüşmeler yapmak amacıyla Kapıcıbaşı
Hacı Bekir Ağa’yı gönderdi. Bu sırada Prusya ile ittifak yapılması konusunda
Saray’dan görüş sorulmuştur. Divan’da bulunan bütün devlet ricali ittifak yönünde
olumsuz görüş dile getirerek, biran önce barış yapılması gerektiğini
bildirmişlerdir.518
III. Selim ise Prusya ittifakına meyilliydi. Tam bu sırada Bender kalesinin
Rusların eline geçmesi, Prusya’yla ittifak yanlılarını güçlendirdi. III. Selim, mağlup
bir padişah olarak barış yapmak zorunda kalmış gibi görünmek istemediğinden,
ittifak için adım atmaya karar verdi. Meşveret meclisindeki görüşmelerde de, Ruslara
karşı bir zafer kazanıldıktan sonra barış yapılması düşüncesi öne çıktı.
Prusya ile ittifak yapılmasına karar verildikten sonra, ittifakın dinen uygun
olup olmadığı sorusu gündeme geldi. Dönemin Şeyhülislamı Hamizade Mustafa
Efendi, Prusya ile ittifak yapılmasının dinen uygun olduğunu, Hz. Muhammet’in
Hıristiyan Arap kabileleriyle yaptığı antlaşmaları örnek vererek belirtti ve bu yönde
fetva verdi.519
Đttifak kararının alınmasından sonra, Rumeli Kazaskeri Aşir Efendi ve
Reisülküttap Raşid Efendi, Prusya elçisi von Diez’le görüşmeler yapmak için
518 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1159-1160. 519 Ibid. , s. 1161. Đttifakın dinen uygunluğu konusu görüşülürken, kazaskerlerden bazıları Hıristiyan
bir devletle ittifakın meşru olmadığını çeşitli ayet ve hadisler çerçevesinde ileri sürmüşlerdi. Buna
karşılık, Şeyhülislam sözkonusu itirazları cevaplandırmış ve ittifak akdinin dinen meşru olduğunu
bildirmişti. Prusya ittifakına büyük önem veren III. Selim bu izahdan çok memnun olmuştur.
Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi , C. V., s. 560-561, dipnot:2.
256
görevlendirildi. Görüşmeler sonucunda, 1 Şubat 1790’da beş maddelik Osmanlı-
Prusya ittifak antlaşması imzalandı.520
Đttifak antlaşmasının en önemli maddeleri şu düzenlemeleri içeriyordu:
Birinci madde uyarınca, Prusya; Rusya ve Avusturya kuvvetlerinin Tuna’nın
güney sahiline geçmeleri durumunda, 1790 yılı ilkbaharında bütün gücüyle Rusya ve
Avusturya’ya savaş açacak ve Osmanlı Đmparatorluğu iyi bir barış elde edinceye
kadar karada ve denizde yardım yaparak Đstanbul’un emniyetini sağlayacaktı.
Osmanlı Đmparatorluğu ise, Leh hükümetine ait olup Avusturya işgalinde bulunan
Galiçya’nın tekrar Lehistan’a verilmesini Avusturya ve Rusya ile yapılacak barış
görüşmeleri sırasında sağlamaya çalışacaktı.
Üçüncü madde uyarınca, Osmanlı Đmparatorluğu Rusya ve Avusturya ile
barış yapmadıkça Prusya da bu iki ülkeyle barış yapmayacaktı. Buna karşılık,
Prusya, Đsveç ve Lehistan; Rusya ve Avusturya ile birlikte ya da ayrı ayrı barış
yapmadıkça Osmanlı Đmparatorluğu da Rusya ve Avusturya ile barış yapmayacaktı.
Ayrıca, barış yapılmasından sonra Avusturya ya da Rusya; Prusya, Đsveç veya
Lehistan’a saldıracak olursa Osmanlı Đmparatorluğu bu saldırıyı kendine yapılmış
sayarak sözkonusu devletlere savaş açacaktı. Prusya da; Avusturya ve Rusya
Osmanlı Đmparatorluğu, Đsveç veya Lehistan’a saldırırsa bu devletlere karşı savaşa
girme yükümlülüğüne girmişti.
Dördüncü madde uyarınca, Prusya, Osmanlı Đmparatorluğu ile Rusya ve
Avusturya arasında imzalanacak barış antlaşmasında Osmanlı tarafının elinde
bulunan toprakları koruyacağını garanti etmekteydi. Prusya ayrıca sözkonusu
520 Ibid. , 560-561. Shaw ve Yorga gibi kimi yazarlar ise, antlaşmanın imza tarihini 31 Ocak 1790
olarak göstermektedirler. Shaw, Between Old and New, s. 46; Yorga, Osmanlı Tarihi, C. V., s. 93.
Naff ise, antlaşmanın tarihinde büyük bir yanlışlık yaparak, 31 Ocak 1791 biçiminde vermiştir. Naff,
“Ottoman Diplomatic Relations with Europe”, s. 105. Naff, bu yanlışlığı daha ileri tarihli bir
çalışmasında da sürdürmüştür. Naff, “The Ottoman Empire and the European States System”, s. 161.
257
garantiye Đngiltere, Felemenk, Đsveç ve Lehistan’ın katılmasını sağlamayı da vaat
etmekteydi.
Osmanlı-Prusya ittifakı, 1789’da yapılan Osmanlı-Đsveç ittifakıyla birlikte
Osmanlı diplomasisinde önemli bir dönüm noktasıdır.521 Her iki ittifak da Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Avrupa devletler sisteminin bir üyesi olmasını perçinleştirmiştir.
Tezin başından beri sıklıkla vurgulanmaya çalışıldığı gibi, Osmanlı yöneticileri
devletin en güçlü döneminde bile “fiili ittifaklar” yapmış, Hıristiyan güçler
arasındaki çelişkilerden yararlanmış, Avrupa’daki güç dengesini kendi lehlerine
çevirmeye çalışmışlardır. Avrupa en azından teorik olarak bir Hıristiyan bütünlüğü
şeklinde algılanmış, Hıristiyan güçlerle yapılan fiili ittifaklara stratejik değil daha
çok taktik önem verilmiştir.522 Temelleri I. Abdülhamit döneminde atılan ve III.
Selim döneminde gerçekleşen ittifaklarla, sözkonusu anlayış tamamen terk
edilmiştir. 1787’de başlayan savaşta, başta Kırım olmak üzere kaybedilen
Đmparatorluk topraklarının büyük bir güçle işbirliği yapmadan geri alınmasının
mümkün olmadığının anlaşılması, kısa bir süreliğine de olsa depreşen fütühat
politikasının ve bu çerçevede “Osmanlı revizyonizmi”nin ilginç bir biçim almasına
neden olmuştur: “Batı’ya karşı, ama Batı’yla birlikte.”
Osmanlı dış politikasındaki rasyonelleşmenin önemli bir aşamasına tekabül
eden ittifak politikası, kaçınılmaz olarak diplomatik temasların ve faaliyetlerin
521 1790 Osmanlı-Prusya Đttifakı’nın, Osmanlı Đmparatorluğu’nun bir Hıristiyan güçle yaptığı ilk resmi
ittifak olduğu belirtilmektedir. Oysa 1789 yılında Đsveç’le yapılan ittifakın, muhtevası itibariyle ilk
olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Aslında, Osmanlılar yüzlerce yıl boyunca birçok Hıristiyan
devletle “fiili ittifaklar” yapmıştır. 522 Ahmet Cevdet Paşa’nın Prusya ile yapılan ittifakı değerlendirdiği şu satırları dikkat çekicidir:
“Eskiden Avrupa’nın durumunu bilen olmadığından bütün Hıristiyan devletlere birleşmiş kuvvet
olarak bakılırdı. Gerekse bile ittifak yapmaya yanaşılmazdı. (..) Avrupa devletleri ise tutumları ve
mezhep anlaşmazlıkları nedeniyle birbirlerine muhalif olduklarından başka, bir süredir din ve mezhep
muharebelerini bırakıp savaş ve kavgaları özel menfaatleri davasına bağlı olacak ittifak, aralarında
mülk menfaatlerine iştirakden ibaret kalmıştır.” Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1160.
258
artmasına ve bu nedenle daha modern diplomatik yöntemlerin benimsenmesini
sağlamıştır. Daha rasyonel bir dış politika arayışı, daha olgun bir diplomasi
anlayışını, dolayısıyla diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarında gelişmesini
beraberinde getirmiştir. Đttifak politikasının benimsenmesinden çok kısa bir süre
sonra gerçekleşecek olan sürekli diplomasiye geçiş, bu çerçevede
değerlendirilmelidir.523
Đsveç’le ve özellikle Prusya’yla ittifak yapılmasından sonraki gelişmeler,
ittifak politikasının ilk dönemde nasıl bir çerçeveye oturtulduğunu göstermektedir:
Tahta çıkışından itibaren, 1774’te kaybedilen toprakların geri alınması
amacıyla savaşı sürdürmede kararlı ve inatçı bir tutum alan III. Selim, Prusya’yla
itifak yapılır yapılmaz Avusturya ve Rusya’ya yeni bir saldırı için ordunun
hazırlanmasına -savaşın kötü seyrine rağmen- başladı. III. Selim, cephede bulunan
devlet ricalinin barış yapılması yönündeki görüşlerine rağmen Prusya ittifakını barış
için değil savaş için kullanma kararı almıştır.524 Bir süreliğine gizli tutulan ittifak
antlaşmasının 22 şubatta açıklanmasıyla, Şumla’daki Osmanlı karargahında Osmanlı
temsilcileri ile Avusturya ve Rusya temsilcileri arasında sürdürülen ön barış
görüşmeleri de kesilmiştir.525
Đttifakın imzalanmasının ardından, Prusya tarafından onaylanmasını bile
beklemeden saldırıya geçme kararı almış olan III. Selim, Đngiliz Elçisi Robert
Ainslie’nin arabuluculuk çabalarını ise, ittifak hükümlerini ileri sürerek ve Prusya ile
523 Benzer bir görüş için bkz: Kürkçüoğlu, “The Adaption and Use of Permanent Diplomacy”, s. 132. 524 Bu durum, III. Selim’in ve devlet ricalinin bir bölümünün, ittifak politikasını ilk anda “savunmacı”
değil “saldırgan” bir çerçeveye oturttuğunu göstermektedir. Aşağıda görüleceği gibi saldırgan saiklere
dayanan ittifak politikası kısa sürede iflas edecek, artık savunmaya dayalı ittifak politikası
benimsenecektir. Đttifak ve denge arayışlarının savunmaya yönelik olarak belirlenmesi,
Đmparatorluğun yıkıldığı 1. Dünya Savaşı’na kadar genel olarak sürecektir. 525 Shaw, Between Old and New, s. 47.
259
Đsveç Avusturya ve Rusya’yla anlaşmadan hiçbir şey yapamayacağı gerekçesiyle
reddetmiştir.526 Savaşın sürdürülmesi kararı doğrultusunda, bir süreden beri Osmanlı
Đmparatorluğu ile barış yapılması fikrinde olan Avusturya ve Rusya’nın tekliflerine
de itibar edilmemiştir.
Avusturya’ya karşı sertlik politikası izlemeye karar veren Prusya Kralı II.
Frederick William savaş hazırlıklarını sürdürürken, bu sırada Avusturya’nın uzlaşma
yolunda adım atması uluslararası dengeleri tamamen değiştirmiştir. 1790 şubatında
ölen II. Joseph’in yerine Avusturya tahtına çıkan II. Leopold, selefinin aksine
genişleme politikası yanlısı değildi. II. Leopold, imparatorluğunun çok da iyi
durumda olmadığını bildiğinden, sürdürülen genişleme politikasının Avusturya’nın
Prusya’yla savaşa sürüklenmesine yol açmasından endişe ediyordu. Ayrıca, Rus
Çariçesi II. Katerina’ya da güven duymuyordu. 1789 Fransız Devrimi’nin “olumsuz”
etkilerinin ülkesine de sıçramasını engellemek istiyor, Osmanlı Đmparatorluğu’yla
barış yaparak dikkatini ve kaynaklarını Fransa’daki yeni rejime yönlendirmeyi
planlıyordu.527
Bu nedenlerle, II. Leopold, II. Frederick William’a bir mektup göndererek iki
ülke arasındaki sorunların barışçı yollarla çözülmesi yönündeki dileğini iletti.
Avusturya’ya karşı sertlik yanlısı politikasını bir anda terk eden II. Frederick, II.
Leopold’un uzlaşma isteğini olumlu karşıladı. Bunun üzerine, iki ülke ile Đngiltere,
Đsveç ve Polonya temsilcilerinin katılımıyla 1790 haziranında Reihenbach’ta bir
konferans toplandı.
526 Bağış, Britain and the Struggle, s. 89. III. Selim, evvelce kaybedilen toprakları, devam eden
savaşta Prusya ile ittifak yaparak başarı kazanmak suretiyle, geri alabileceği umudunun ne uluslararası
konjonktürle, ne de Đmparatorluğun içinde bulunduğu durumla bağdaşmadığını kısa sürede görecektir. 527 Anderson, Doğu Sorunu, s. 35.
260
Konferanstan olumlu sonuç alınması üzerine, iki ülke arasında 27 Temmuz
1790’da imzalanan antlaşmayla, II. Leopold Đngiltere, Prusya ve Hollanda’nın
aracılığıyla Osmanlı Đmparatorluğu ile barış yapmayı kabul etti.528
Osmanlı Đmparatorluğu Reihenbach Konferansına ne davet edilmiş, ne de
konferans görüşmeleri sırasında kendisine bilgi verilmiştir. Babıâli, Prusya
temsilcilerinin kendi haklarını da koruyacağını sadece ümit etmekteydi.529 Osmanlı
Đmparatorluğu’nun, kendisinin ana gündem maddesi olduğu bir konferansa davet
edilmemesi dikkat çekicidir. Osmanlıların, resmen girmeye çalıştıkları Avrupa
devletler sisteminin “oynaklığını” anlamaları açısından bir ilk olan bu gelişme, III.
Selim’in ittifaklar aracılığıyla başarı kazanma hevesine de büyük bir darbe
indirecektir. Bu durum, Osmanlıların; diplomasinin günlük değişimlere açık
olduğunu ve geleneksel diplomatik yöntemlerinin yetersiz kaldığını anlamaları
açısından da önemli bir örnek olacaktır. 530
Reihenbach Antlaşması 18 Ağustos’da Osmanlı karargahına gelen Prusya’nın
Viyana elçisi tarafından Sadrazam Yusuf Paşa’ya bildirildi. Prusya elçisi,
Sadrazamdan ordusunu Tuna’nın güneyine çekmesini ve Avusturya ile barış
528 Ibid. , s. 36. 529 Shaw, Between Old and New, s. 53. 530 Beydilli, Osmanlı ricalinin devletlerarası ilişkilere bakışlarındaki değişime işaret ederek, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun güçlü olduğu dönemde antlaşmaların devletler arasındaki güç ilişkilerinin bir
sonucu olarak görüldüğünü belirtmektedir. Sözkonusu dönemde “ahde vefa” ilkesine önem
verilmemiştir. 1699 Karlofça Antlaşması sonrasında ise devletlerarası antlaşmalara uyulmasının ve
“ahde vefa” gösterilmesinin devletin çıkarları açısından gerekli olduğu düşüncesi benimsenmiştir.
Kemal Beydilli, “Osmanlı ve Avrupa Devletleri Arasındaki Đttifaklar”, Çağdaş Türk Diplomasisi:
200 Yıllık Süreç, Sempozyuma Sunulan Tebliğler 15-17 Ekim 1997, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1999, s. 35-37. Osmanlı ricalinin dış politika anlayışı, başta ahlaki olmayan realist bir
felsefeye dayanmaktayken, daha sonra realist saiklerle benimsense de ahlaki ve idealist bir felsefeye
dayandırılmıştır.
261
görüşmelerini başlatmasını istedi. Sadrazamın Padişaha Prusya elçisinin isteklerini
iletmek üzere gönderdiği haberci 24 Ağustos’da Đstanbul’a ulaştı.
Reihenbach Antlaşması ve Prusya’nın istekleri, Padişah ve devlet ricalinde
büyük bir şaşkınlık ve kızgınlık yarattı. Osmanlı yöneticileri Prusya tarafından
aldatıldıklarını ve Prusya’nın Osmanlı Đmparatorluğu’nu “dizleri üzerine çöktürmek
için” düşmanla anlaştığını düşündüler.531
Tam bu sırada Osmanlı Đmparatorluğu’nun ittifak politikası ikinci bir darbe
daha yedi: Rusya karşısında başarı kazanamayan Đsveç, Valara’da bir antlaşma
imzalayarak savaştan çekildi. Đsveç’in Rusya’yla anlaşması hem Osmanlı-Đsveç
ittifak antlaşmasına aykırıydı, hem de batı cephesindeki Rus birlikleri bu durumda
serbest kalarak güney cephesine çekilebilecekti. Ayrıca, Osmanlı ricali 1768–1774
Osmanlı-Rus Savaşı’nda Akdeniz’e inen Rus donanmasının neden olduğu felaketi
unutamadığından, Rusya’nın açılan Baltık yolunu kullanarak tekrar Akdeniz’e
sarkmasından hayli endişe etti. Fransız elçisinin Osmanlı Sarayına sunduğu Rus
donanmasının tekrar Akdeniz’e gönderilebileceği yönündeki takriri endişeyi
arttırmıştı. Đsveç’in savaştan çekildiği haberi III. Selim’i çok kızdırmış, sadaret
kaymakamına gönderdiği hatt-ı hümayunda, “Đsveçli’ye bu kadar akçe verildi; böyle
bivefalık olur mu? Bu keyfiyeti tahkik edin, aslı var mıdır?” ifadesini kullanmıştı.
Haberin doğru olup olmadığını anlamak için Đsveç elçisiyle yapılan görüşmelerde,
Valara Antlaşması’nın gerçekten imzalandığının öğrenilmesiyle, Osmanlı
Sarayı’ndaki kızgınlık ve endişe iyice arttı.532
III. Selim’in isteğiyle, Ağustos ayı sonlarında, bu iki gelişmenin ele alınması
amacıyla genişletilmiş bir Divan toplantısı düzenlendi. Toplantıya katılan devlet
adamlarının bir kısmı savaşa devam edilmesi, bir kısmı ise bir an önce barış
531 Shaw, Between Old and New s. 55. 532 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1213.
262
yapılması yönünde görüş bildirdiler. Ulema ve bazı Divan üyeleri, savaşın
sürdürülmesi gerektiğini; Avusturya’nın iç meselelerle uğraştığını belirttiler. Bu
görüşte olanlara göre, Avusturya Osmanlı Đmparatorluğu’yla mecburen anlaşmak
isteyecek, savaşta ele geçirdiği yerleri ve hatta kendi sınırları içinde bulunan Galiçya
ve Bukovina’yı dahi Osmanlı Đmparatorluğu’na geri vermek zorunda kalacaktı.
Sözkonusu görüşe rağmen, Divan’da Avusturya ile Reichenbach Antlaşması kararları
çerçevesinde barış görüşmelerine başlanılması kararı alındı.533
Avusturya’yla barış görüşmelerine başlanmadan önce çatışmaları sona
erdirecek bir mütareke yapılması gerekliydi. Bunun için görevlendirilen Reisülküttap
Abdullah Berri Efendi, Avusturya temsilcisiyle görüşerek 9 ay geçerli olacak
mütarekeyi 18 Eylül 1790’da imzaladı.534
Pek istemese de Avusturya’yla mütareke yapılmasını kabul eden III. Selim,
Avusturya’yla savaş durumunun en azından 9 aylığına ortadan kalkmasından
yararlanarak bütün gücüyle Rusya’ya saldırmaya karar verdi. Ordu komutanlarının
Rusya ile de barış yapılması yönündeki görüşlerine ise iltifat etmedi.535 Osmanlı
Đmparatorluğu’nun yeni politikası “Avusturya’yla barış, Rusya’yla savaş”tı.536 III.
Selim, Reichenbach Antlaşması nedeniyle yaşadığı büyük hayal kırıklığına rağmen,
Prusya’nın Rusya’ya karşı harekete geçeceğini hala ümit edebiliyordu.537 Prusya’yı
533 Shaw, Between Old and New, s. 56. 534 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 570. 535 III. Selim, cephede bulunan ve barış yapılması görüşünde olan Sadrazam’a gönderdiği mektupta,
“Kırım alınmadıkça Devleti Aliyyenin asıl düşmanı olan Rusyalu ile sulh yoktur” diyordu. Karal,
Selim III.’ün Hatt-ı Humayunları , s. 43. 536 Shaw, Between Old and New, s. 57. 537 III. Selim’in Sadrazam’a gönderdiği bir başka mektupta, Prusya ile ittifaka hala ümitle baktığı ve
her şeye rağmen antlaşmaya uymaya kararlı olduğu açıkça görülmektedir: “Ayrı olarak Ruslarla sulh
antlaşması yapılırsa Prusya ittifakı ortadan kalkar. Bir kez olsun düşünmez misiniz, böyle tedbir mi
olur?”. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1204.
263
Rusya’ya karşı savaşa sokabilmek amacıyla, Berlin’e elçi olarak Ahmet Azmi Efendi
gönderildi.538
Ancak, III. Selim’in Prusya’yı savaşa sokma girişimi başarılı olamadı. Prusya
elçisi de Rusya’yla barış yapılmasını sürekli olarak Babıâli’ye telkin ediyordu. III.
Selim, 1789 Fransız Devrimi sonrasında Avrupa’da ortaya çıkan durumu
görememişti. Yani, Avrupa monarşilerinin Fransa’nın devrimci yönetimine karşı
birleşme ihtiyacı içinde olduklarını anlayamamıştı.
III. Selim’in bütün çabalarına rağmen, Osmanlı ordusu 1790 yılının
sonbaharında Rusya’yla Balkan ve Kafkas cephelerinde yapılan savaşlarda başarılı
olamadı, hatta bazı bölgeler Rus kuvvetlerince ele geçirildi. Özellikle, 1791 yılı
başında Đsmail Kalesi’nin kaybı Osmanlı ordusunu büyük bir sıkıntıya soktu.539
Öte yandan, Avusturya ile barış müzakereleri de Aralık 1790’da Ziştovi’de
başlamıştı.540 Osmanlı tarafını Reisülküttap Abdullah Berri Efendi başkanlığındaki
bir heyet temsil etmekteydi. Yoğun tartışmalara sahne olan müzakereler yaklaşık 9
538 Ahmet Azmi Efendi’nin faaliyetleri ve sefaretnamesi için bkz: Unat, Osmanlı Sefirleri ve
Sefaretnameleri, s. 149–153. 539 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 574–584. 540 Babıâli ile Avusturya arasında müzakerelerin başlamasından önce, toplantı yeri konusunda görüş
ayrılıkları çıkmıştı. Avusturya tarafının, görüşmelerin Bükreş’te yapılması yolundaki önerisi,
Bükreş’in o sırada Avusturya’nın işgalinde olması nedeniyle Babıâli tarafından reddedilmişti. Çünkü,
dönemin diplomasi anlayışına göre, müzakere yapılan yer hangi tarafın kontrolündeyse, karşı taraf
yenik addedilmekteydi. Osmanlı tarafı, müzakere yerinin kendi kontrolünde bulunan Ziştovi kasabası
olmasını, yapılan ön müzakereler sonucunda kabul ettirdi. Geleneksel Osmanlı diplomasi anlayışının
belirli ölçüde de olsa etkisini sürdürdüğünü gösteren bu durum, Osmanlı tarafını ummadığı bir
sıkıntıya da sokacaktır. Tezin geleneksel Osmanlı diplomasisiyle ilgili kısmında da belirtildiği gibi,
ülkeye gelen diplomatların maddi ihtiyaçlarının Osmanlı tarafınca karşılanması esastı. III. Selim
devrinin ileriki yıllarında sürekli diplomasiye geçişle terk edilecek bu uygulama, o sırada zaten mali
vaziyeti çok kötü olan Osmanlı Đmparatorluğu’na büyük bir yük getirmiştir. Görüşmelerin uzun
sürmesi yükü daha da arttırdı. Ziştovi’de bulunan Osmanlı temsilcilerinin artan para talepleri zorlukla
karşılanabildi. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1208–1210. Tezin ilerleyen
kısımlarında da görüleceği gibi, mali sıkıntılar sürekli diplomasiye geçildikten sonra da etkili oldu ve
sürekli diplomasiden beklenen faydanın sağlanamamasında rol oynadı.
264
ay sürdü. Bir ara Avusturya tarafı müzakereleri terk etmişti. Ancak, Avusturya Kralı
II. Leopold’un bir an önce barış yapılmasını istemesi üzerine müzakereler tekrar
başlayabilmişti.541
Müzakereler 4 Ağustos 1791’de imzalanan barış antlaşmasıyla sonuçlandı. 14
maddelik antlaşma 50 yıl geçerli olacaktı. Antlaşma uyarınca, iki ülke arasındaki
sınırlar savaş öncesindeki gibi olacak, sadece bazı yerlerde küçük düzeltmeler
yapılacaktı.
Rusya’yla barış konusuna gelince:
Avusturya ile nihai barış antlaşması sürecine girildiği sırada, beklenildiğinin
aksine, Osmanlılar Rusya’yla da barış yapılması fikrine sıcak bakmaya başladılar.
Aslında, Osmanlı orduları Avusturya cephesinin getirdiği yükten artık tamamen
kurtularak yalnızca Rusya ile savaşma fırsatı elde edecekti. Fakat, Osmanlı
ordusunun vaziyeti ve alınan yenilgiler barış yanlısı grubun fikirlerini kabul
ettirmesine yol açtı. Yukarıda da belirtildiği gibi, özellikle cephede bulunan devlet
ricali uzun zamandır barış yanlısı görüşlerini padişaha iletiyorlardı. Ordunun vaziyeti
nedeniyle büyük bir askeri başarı kazanma ümidini yitiren III. Selim, hiç olmazsa
küçük de olsa bir muhabere kazanılmasını, böylece Ruslarla görüşme masasına daha
güçlü oturulabilinmesini istiyordu. Kazanılacak küçük bir muharebeyle devletin
saygınlığını koruyacağını düşünüyordu. Fakat, sonunda Prusya’dan beklediği Rusya
saldırısının da artık gerçekleşmeyeceğini anlayan III. Selim, Rusya’yla mütareke
yapılması için Sadrazam’a izin verdi.542
Sadrazam’ın elçi olarak görevlendirdiği Vasıf Efendi Rus karargâhında Rus
orduları komutanı Prens Repnin’le görüşmeler yaptı. Repnin, mütareke ve barış için
541 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 571. Görüşmelerin ayrıntılı anlatımı için bkz:
Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1293-1342. 542 Karal, Selim III’ün Hatt-ı Humayunları , s. 45.
265
bazı ön koşullar ileri sürdü: Küçük Kaynarca Antlaşması ve sonrasında yapılan
Osmanlı-Rus antlaşmalarının geçerli olduğu kabul edilecek ve Turla (Dinyester)
nehri iki ülke arasında sınır olacaktı. Bunlara karşılık, Rusya, işgalinde bulunan
Eflak ve Boğdan’ı Osmanlı Đmparatorluğu’na iade edecekti. 543
Rus tarafının ön koşulları hem Sadrazam Divanı’nda, hem de Đstanbul’daki
Meşveret Meclisi toplantılarında uzun süre müzakere edildi. Müzakereler sonunda
Repnin’in ileri sürdüğü koşulların kabul edilmesi ve mütareke yapılması
kararlaştırıldı. 1791 ağustosunda Ziştovi Antlaşması’nın imzalanmasından da birkaç
gün önce önce Osmanlı-Rus mütarekesi imzalandı.544
Barış antlaşması için toplantı yeri olarak Yaş kasabasının belirlenmesinin
ardından, Ziştovi Antlaşması görüşmelerini yeni bitirmiş olan Osmanlı heyeti Rusya
ile de müzakere etmek üzere görevlendirildi. Kasım ayında başlayan müzakereler
Ocak 1792’ye kadar devam etti. General Repnin’in barışın çerçevesini oluşturan ön
şartları zaten önceden kabul edildiğinden, Ziştovi barış görüşmelerinin aksine
sözkonusu müzakereler çok daha kısa sürmüştür. Rus tarafının savaş tazminatı isteği
bir süreliğine sıkıntıya neden olduysa da, daha sonra bundan vazgeçilmesiyle
müzakereler sonuçlandırılabilmiştir.545
10 Ocak 1792’de imzalanan 14 maddelik Yaş Antlaşması’nın en önemli
hükümleri şunlardır:546
Đkinci Madde uyarınca, Osmanlı tarafı 1774 Küçük Kaynarca ile 1779 ve
1784 Aynalıkavak Antlaşmaları’nı bir kez daha teyid ediyor, Kırım ve Taman’ın
Rusya tarafından ilhakını onaylıyordu.
543 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s.1285. 544 Ibid. , s. 1285-1288. 545 Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, C. V., s. 591. 546 Hurewitz, The Middle East and North Africa in World Politics , Vol. I., s. 106-109.
266
Üçüncü Madde’ye göre, iki ülke arasındaki sınır Turla nehri olacaktı.
Dördüncü Madde uyarınca, Küçük Kaynarca Antlaşması’nın Boğdan’la ilgili
hükümleri geçerli olacak, Boğdan’ın Babıâli’ye olan bütün borçları silinecek, iki yıl
boyunca buradan vergi alınmayacaktı.
Ziştovi ve Yaş Antlaşmaları Osmanlı dış politikası ve diplomasisi açısından
hayli önemli etkilerde bulunmuştur:
Öncelikle, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması sonrasında Kırım’ın geri
alınması hedefi çerçevesinde yürütülen revizyonist açılım büyük bir başarısızlıkla
sonuçlanmış oluyordu. Bundan sonra Osmanlı dış politikasında revizyonizm değil,
statükoculuk esas alınacaktır. Babıâli, Avrupa sorunlarına -kendisini etkilemediği
sürece- müdahil olmama çabası içine girecektir.547
Đkincisi, revizyonist hedefler çerçevesinde girişilen ittifak politikası da
başarısızlığa uğramıştır. Bu tarihten sonra ittifak politikası saldırgan ve revizyonist
hedefler çerçevesinde değil, statükoyu korumaya dönük savunmacı amaçlar
doğrultusunda yürütülecektir. Đttifak politikası ve bunun beraberindeki denge
arayışları, 19. yüzyılda Osmanlı Đmparatorluğu’nun bizatihi varlığını koruma
amacının temel aracı haline gelecektir. Đttifak politikası ve denge arayışları da,
kaçınılmaz olarak diplomatik temasların arttırılmasına neden olacaktır. Osmanlı
diplomasisinin temel uğraşı bu arayışlar olacaktır.
Gerçekten de, Babıâli 1774–1792 yılları arasında belki de o zamana kadar hiç
görülmediği kadar diplomatik faaliyete sahne olmuştur. Yabancı elçilerin Osmanlı
dış politikası üzerindeki etkilerini ve hatta belirleyiciliklerini arttırdıkları sözkonusu
dönemde, Osmanlı diplomatları da Batılı tarzda diplomasinin inceliklerini belirli
ölçüde de olsa öğrenme fırsatı bulmuşlardır. Osmanlı tarafının, Prusya ve Đsveç’le
547 Naff, “The Otoman Empire and European States System”, s. 161–162.
267
yapılan ittifaklarda oyalandığını ve aldatıldığını görmesi, Batı tarzı diplomasinin
olumsuz yanlarının da çok daha açık bir biçimde fark edilmesini sağlamıştır.
Diplomasinin büyük oranda Đstanbul’da bulunan yabancı elçiler eliyle
yürütülmesinin çok da mümkün olmadığı anlaşılmış, diplomatik sürecin iki taraflılık
ve süreklilik kazanması fikri ortaya çıkmıştır.
ii)Modernleşme
Osmanlı Đmparatorluğu’nda reform ve değişim fikri/ihtiyacı, aslında 18.
yüzyılın sonunda ortaya çıkmamıştır. Đmparatorluğun 17. yüzyılın başından itibaren
savaşlarda eski başarıları kazanamaması, idari ve mali sistemin bozulması, sosyal
huzursuzlukların artışı gibi olumsuzluklar, reform fikrinin/ihtiyacının devletin
gündemine yerleşmesine neden olmuştur. Özellikle, muharebe meydanlarında eski
görkemli başarıların kazanılamaması ve fütühatın büyük oranda durması, reformun
gündeme gelmesinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Gerçekten de, Osmanlı devlet adamlarının, sistemin sağlıklı biçimde işleyip
işlemediğini esas olarak savaşlarda kazanılan başarılara endekslemesi, reform
girişimlerinin doğrudan doğruya askeri alanla ilişkilendirilmesine yol açmıştır.548 Bu
nedenle, Osmanlı Đmparatorluğu’nda reform girişimleri orduda başlamış ve uzun bir
süre de ordu ile sınırlı tutulmak istenmiştir.549 Sınırlı ve yüzeysel kalan reformlara
548 Ortaylı, Osmanlı-Türk modernleşmesinin bir askeri modernleşme hareketi olarak doğduğunu
vurgulamaktadır. Ortaylı’ya göre, “askeri modernleşme, kuşkusuz Osmanlı modernleşmesinin
çekirdeği ve itici gücü olmuştur (…)” Đlber Ortaylı, Đmparatorlu ğun En Uzun Yüzyılı, 3. B.,
Đstanbul, Hil Yayınevi, 1995, s. 37. 549 Mevlüt Bozdemir, Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları , Ankara, AÜSBF Yayınları, s. 65.
268
sahne olan Lale Devri bir kenara bırakılacak olursa, sözkonusu eğilim 18. yüzyıl
sonlarına kadar devam etmiştir.550
17. yüzyılın başından itibaren, Osmanlı ordusunun Batılı ülkeler karşısında
yetersizliğinin ve güçsüzlüğünün ortaya çıkması ve bunun sonucunda toprak
kayıplarının da başlaması, reform çabalarının tedrici biçimde nitelik değiştirmesine
neden olmuştur. Şöyle ki, daha önce ordudaki reform çabaları içteki imkân ve
kaynaklarla sürdürülmeye çalışılırken, artık Batılı askeri teknolojinin ve tekniklerin
üstünlüğü kabul edilmiş, Batılı askeri uzmanlardan yararlanılmaya başlanmıştır.551
18. yüzyıl boyunca Avrupa’ya giden Osmanlı elçilerinden, gittikleri ülkelerdeki
askeri örgütlenme tarzı, silah ve araç modelleri gibi hususları dönüşlerinde iletmeleri
istenmiştir.
III. Selim devrinde ise, reform politikasının genel olarak değişim
göstermesine paralel biçimde, askeri reform farklı bir boyut kazanacak, önceki
reformların aksine askeri eğitim ve örgütlenme tamamen değiştirilmeye
çalışılacaktır. Reform düşüncesi askeri alanda doğmuş ve ilk adımlar sözü edilen
alanda atılmış olsa da, III. Selim dönemine kadar, bunlar “ince bir Batılılaşma cilası
çekme”nin ötesine geçememiştir.552
Osmanlı Đmparatorluğu’nun 18. yüzyılın son çeyreğinde gerek içte, gerek
dışta büyük bir kriz içine girmesi, reform ihtiyacının o tarihe kadar hiç görülmediği
biçimde aciliyet ve önem kazanmasına neden olmuştur. Đmparatorluğun artık
550 III. Selim devri öncesinde yapılan reformların kısa bir özeti için bkz: Necdet Hayta ve Uğur Ünal,
Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri (XVII. Yüzyıl Ba şlarından Yıkılı şa Kadar), 2. B.,
Ankara, Gazi Kitapevi, 2005, s. 9-62. 551 Örneğin, 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osmanlı Đmparatorluğu’nda bulunan Baron De
Tott, Rus donanmasına karşı Çanakkale savunmasını örgütlemek için III. Mustafa tarafından tam
yetkiyle ordu komutanlığına getirilmişti. De Tott, Türkler , s. 188–189. 552 Roderic Davison, Osmanlı Đmparatorlu ğu’nda Reform, 1856–1878, Çev:Osman Akınhay,
Đstanbul, Agora Kitaplığı, 2005, s. 22.
269
yüzeysel ve sınırlı reformlarla Batı karşısında başarılı olamayacağının ve hatta
varlığını dahi koruyamayacağının anlaşılmasıyla reform girişimlerine hız verilmiştir.
Artık, reform yapılması hedefiyle devletin varlığının korunması hedefi
özdeşleşmiştir. Osmanlı ricalinin en azından bir bölümü, reformun eski güçlü
dönemlere dönüş için değil, her şeyden önce Đmparatorluğun daha fazla toprak
kaybetmemesi ve ortadan kalkmaması için gerekli olduğunu anlamıştır. Batı’ya karşı
direnebilme ihtiyacına dayanan ve Rustow tarafından “savunmacı modernleşme”553
olarak adlandırılan bu reform anlayışı, doğal olarak çok daha köktenci bir yaklaşımı
ihtiva edecektir.
Osmanlı modernleşmesi açısından çok önemli bir kırılma noktasını da,
Osmanlı ricaline egemen olan, “Osmanlı Devleti ve uygarlığının mutlak üstünlüğü”
felsefesi ve söyleminin, 18. yüzyılın başlarından itibaren tedrici biçimde terk
edilmesi oluşturmaktadır. Dış politikada daha önce terk edilmek zorunda kalınan
sözkonusu felsefe ve söylem 19. yüzyıl başında etkisini tamamen kaybedecektir.
Bunun temel nedeni, Osmanlı ricalinin reformların Osmanlı Đmparatorluğu’nun en
güçlü dönemine dönüş (özellikle Kanuni Sultan Süleyman dönemi) için yapılmasının
gerçeklikle bağdaşmayacağını anlamış olmalarıdır.554 Artık, Batı’nın Osmanlı
Đmparatorluğu karşısındaki üstünlüğü kabul edilmiş, reform çabaları eskiye dönüş
553 Dankwart Rustow, “The Military”, Political Modernization in Japan and Turkey, Robert E.
Ward ve Dankwart A. Rustow(ed.), Princeton and New Jersey, Princeton University Pres, 1964, s.
353. 554 18. yüzyılda yazılan layiha ve risaleleri inceleyen Savaş, bunlarla daha önceki yüzyıllardakiler
arasında tespit ve öneriler açısından büyük bir benzerlik olduğunu vurgulamaktadır. Ali Đbrahim
Savaş, “Layiha Geleneği Đçinde XVIII. Yüzyıl Osmanlı Islahat Projelerindeki Tespit ve Teklifler”,
Bilig , S: 9., (Bahar 1999), s. 109-110. 18. yüzyıl sonuna gelinceye kadar, reformun eskinin
restorasyonu tarzında değil, yenilik çerçevesinde olması gerektiğini açık biçimde vurgulayan yegane
kişi Ahmet Resmi Efendi olacaktır. Ahmet Resmi Efendi’nin kaleme aldığı eserlerde ileri sürdüğü
görüş, hem çağdaşlarını hem de kendisinden sonra gelenleri hayli etkilemiştir. Aksan, Ahmet Resmi
Efendi, s. 200–201.
270
hedefine değil, Batılı örnekler çerçevesinde yenilenme amacına yönelmiştir.
Yaklaşık 200 yıldır sürdürülen, kadim Osmanlı sisteminin “restorasyonu”na dayalı
reform çabaları sona ermiştir.
Đlk kez III. Selim döneminde açık bir biçimde kendini gösteren sözkonusu
değişim, reform çabalarının artık çok daha genel ve kapsamlı bir çerçeveye
oturtulmasını sağlayacaktır. Bu nedenle, Osmanlı reform çabaları artık bir
modernleşme süreci halini alacaktır. Modernite’nin Avrupa’nın bir ürünü olduğu
gözönüne alınırsa, Osmanlı modernleşmesinin, Avrupa uygarlığının üstünlüğünün
kabul edilmesiyle ve Avrupa uygarlığına ait unsurların benimsenmesiyle başladığı
ileri sürülebilir. Đlk aşamada Batı’nın öğretim, teknoloji, askeri örgütlenme gibi
maddi kültür öğelerinin Osmanlı Đmparatorluğu’na getirilmesiyle başlayacak olan
Osmanlı modernleşmesi, 19. yüzyılda nitelik değiştirecektir. Batı’nın sadece maddi
kültür alanında değil, uygarlığın tüm alanlarında üstün olduğu kabul edilecektir.
Osmanlı modernleşmesinin belirtilen biçimde şekillenmesinde diplomasinin
çok önemli bir rolü bulunmaktadır. 18. yüzyılın başından itibaren, Đstanbul’daki
Avrupalı elçiler -Osmanlı iç ve dış siyasetinde artan önemlerine paralel olarak-
reform girişimlerini desteklemişlerdir. Reform yanlısı padişahlar ve devlet ricali,
elçilerin görüşlerine başvurmuş, elçiler de çeşitli biçimlerde reform girişimlerine
katkıda bulunmuşlardır. Đstanbul’daki yabancı elçilikler, çok uzun bir dönem
boyunca Osmanlı Đmparatorluğu’nun Batı’ya açılan başlıca pencerelerinden biri
olmuştur.
Fakat, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Batı’ya ve modernleşmeye açılan en
önemli penceresi Avrupa’ya gönderilen ad hoc nitelikli Osmanlı elçileri olmuştur.
Osmanlı elçilerinin 18. yüzyılın ortalarında gittikleri yerlerdeki gözlemleri çoğu
zaman sadece askeri olgularla sınırlı kalmamış, Batı’nın maddi kültür alanındaki
271
gelişmişliği de elçiler tarafından yansıtılmaya çalışılmıştır. 18. yüzyıla ait
sefaretnamelerin çoğunda sözkonusu hayranlık az ya da çok
gözlemlenebilmektedir.555 Sefaretnamelerde 18. yüzyılın sonuna doğru daha bir
kararlılıkla vurgulanmaya başlayan Batı’nın gelişmişliği hususu, onları okuyan
Osmanlı ricalinde reform fikrinin daha da güçlenmesini sağlamıştır. Avrupa’ya giden
Osmanlı elçileri hem döndüklerinde Osmanlı yönetici eliti içinde reform
düşüncesinin önde gelen savunucuları haline gelmişler, hem de yazdıkları
sefaretnamelerle yönetici eliti reform düşüncesiyle tanıştırmışlardır.
Modernleşme çerçevesinde atılmaya başlanan ilk adımlarda Viyana’ya
gönderilen Ebu Bekir Ratip Efendi’nin büyük katkısı vardır:
Şehzadeliğinden itibaren devletin kurtuluşu için mutlaka radikal reformlar
yapılması görüşünü benimseyen III. Selim, devlet ricali içinde reform fikrinin en
önemli destekçilerinden olan Ebu Bekir Ratip Efendi’yi Zi ştovi Barış Antlaşması’nın
imzalanmasından sonra Viyana’ya gönderdi. Ebu Bekir Ratip Efendi’nin görevi,
Avusturya’nın durumunu incelemek ve diğer Avrupa ülkeleri hakkında bilgi almaktı.
1791’de Viyana’ya giden ve burada yaklaşık 1 yıl kalan Ebu Bekir Ratip Efendi,
555 Şirin, Osmanlı’nın Batı’ya bakışındaki değişimi, Osmanlı elçilerinin Batı’ya yaptıkları seyahatlar
sonucunda kaleme aldıkları raporların açık bir biçimde gösterdiğini belirtmektedir. Osmanlı
Đmparatorluğu’nun güçlü devirlerinde Batı karşısındaki üstünlüğünü yansıtan ve mutlak bir
ötekileştirmeye dayanan “gazevatname” egemendir. Osmanlı Đmparatorluğu ile Avrupa arasında
dinsel anlamdaki karşıtlığı yansıtan gazevatnamelerde, Batı uygarlığı sürekli olarak hor görülmekte ve
Osmanlı uygarlığının her açıdan üstünlüğü vurgulanmaktadır. 18. yüzyılda ise gazevatnameler yerini
sefaretnamelere bırakmıştır. Osmanlı Đmparatorluğu’nun Batı karşısındaki gücünü belli oranda
sürdürdüğü dönemde yazılan sefaretnamelerde ise, çok daha dengeli bir bakış açısı göze çarpmaktadır:
Osmanlı Đmparatorluğu’nun üstünlüğü vurgulansa da, Batı imgesi değişmeye başlamış, Batı
uygarlığının gelişmişliği çoğu zaman üstü kapalı da olsa yansıtılmaya çalışılmıştır. Şirin, Osmanlı
Đmgeleminde Avrupa, s. 353–356.
272
dönüşünde başta Avusturya olmak üzere Avrupa’daki devletlerin askeri ve siyasal
sistemleri ve sosyal durumları hakkında ayrıntılı bir rapor sundu.556
Ebu Bekir Ratip Efendi, sözkonusu raporu da ihtiva eden Nemçe
Sefaretnamesi’nin yanısıra “Tuhfe-tü’s Sefare” başlıklı geniş hacimli bir başka eser
daha kaleme almıştır. Sözkonusu eserde Avusturya’nın askeri, hukuki, ekonomik ve
siyasal durumu anlatılmakta, ayrıca Prusya, Fransa ve Rusya hakkında da kısa
bilgilere yer verilmekteydi.557
Ebu Bekir Ratip Efendi’nin Nemçe Sefaretnamesi ve yukarıda belirtilen eseri
diğer sefaretnamelerden hayli farklıdır. Öncelikle, Ebu Bekir Ratip Efendi doğrudan
doğruya Avrupa ülkelerinin sosyal sistemlerini incelemek ve bir reform programı
sunmak amacıyla elçi olarak Avusturya’ya gönderilmiştir.558 Dolayısıyla, o zamana
kadar gönderilen hiçbir Osmanlı elçisine verilmemiş bir göreve sahipti.
Ebu Bekir Ratip Efendi, kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmiş,
“Tuhfe-tü’s Sefare” başlıklı eseriyle “Osmanlı Devleti tarihinde Avrupa’nın askeri,
556 Abdullah Uçman, Ebubekir Ratip Efendi’nin Nemçe Sefaretnamesi, Đstanbul, Kitabevi, 1999, s.
29-94. 557 Đsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Tosyalı Ebubekir Ratip Efendi”, Belleten, C. 39., S. 153., (1975), s. 58-
59. Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı elçileri kaleme aldıkları sefaretnamelerde gittikleri ülkeler
hakkındaki gözlemlerini aktarmaktaydılar. Osmanlı devlet adamlarının Batı’ya bakışını yansıtan
sefaretnamelerde, Osmanlı Đmparatorluğu’nun mutlak üstünlüğü anlayışı sürdüğünden, Batı model
olarak alınması gereken bir yer olarak görülmüyordu. Dolayısıyla, elçilerin sefaretnamelerinde ve
ülkelerine döndüklerinde sundukları raporlarında verdikleri Batı’yla ilgili bilgiler daha çok istihbari
nitelikteydi. Elçiler, gittikleri ülkelerde Batı’nın teknolojik üstünlüklerini gözlemlemeye
çalışmaktaydı. Özellikle askeri teknolojinin Osmanlı Đmparatorluğu’na getirilmesi hedefi
güdülmekteydi. Ayrıca, sözkonusu sefaretnameler tarz itibarıyla daha çok “seyahatname”yi
andırmaktaydı. Çünkü elçiler, yolculuk hikâyelerini ve gittikleri ülkelerde gördüklerini bir gezi
anlatımı tarzında kaleme almaktaydılar. 558 Aslında, görünüşte Ebu Bekir Ratip Efendi’nin elçi olarak gönderilme nedeni, Ziştovi
Antlaşması’nın 13. maddesinde Osmanlı Đmparatorluğu ve Avusturya’nın elçi teatisini bağıtlamış
olmalarına dayanmaktaydı. III. Selim kendisini Reisülküttap olarak atamayı düşündüğünden, önce
Avrupa’yı yakından tanımasını istemişti. Ibid. , s. 55, 61.
273
idari ve mali teşkilatı hakkında mahallinde yapılmış esaslı ve en mufassal ilk tetkiki”
yapmıştır”.559 Sözkonusu eserinde, Osmanlı Đmparatorluğu’nun, Batı karşısındaki
mutlak üstünlüğü anlayışını ve söylemini neredeyse tamamen terk ederek, artık
Batı’nın üstün olduğunu, Osmanlı Đmparatorluğu’nun eski gücüne kavuşabilmesi için
Batı kurumlarını ve anlayışını benimsemesi gerektiğini çok açık bir biçimde dile
getirmiştir. Ebu Bekir Ratip Efendi’ye göre, Osmanlı Đmparatorluğu klasik/kadim
döneme dönerek değil, Batı’ya benzeyerek ve eskiden tamamen uzaklaşarak
güçlenebilecektir. Bu görüşleriyle Osmanlı modernleşmesinin öncü isimlerinden biri
olmuştur.
Ebu Bekir Ratip Efendi’nin Osmanlı diplomasi tarihinde önemli bir yere
sahip olmasında, kişisel özelliklerinin de hayli etkisi vardır. Ebu Bekir Ratip Efendi
18. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı ricali içinde bilgisi ve yeteneğiyle en önde
gelen simalardan biriydi. Avrupa siyaseti hakkında büyük bir bilgi birikimi
bulunmaktaydı. Az da olsa Fransızca bilmesi ve bu dildeki kitaplardan yararlanması
da çok önemliydi.560 Zira, Osmanlı yönetici eliti içinde bir Batı dilini –biraz da olsa-
öğrenen ilk kişilerdendir. Kişisel özellikleri, kendisine verilen görevi büyük bir
başarıyla yerine getirmesini sağlamıştı. Nitekim, Viyana’da bulunduğu sürede
yöneticiler üzerinde çok olumlu bir izlenim bırakmış, Osmanlı-Avusturya
ili şkilerinin normalleştirilmesinde büyük katkısı olmuştu. Tuncer’in belirttiği gibi,
Ebu Bekir Ratip Efendi Osmanlı diplomasisinde “yeni diplomat tipini”
simgelemekteydi.561 Elçiliği sırasında teşrifat gibi ayrıntılarla değil, Avusturya’nın
kurumlarının ve sisteminin gözlemlenmesi gibi çok daha önemli hususlarla
559 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnamaleri, s. 158. 560 Uzunçarşılı, “Tosyalı Ebubekir Ratip Efendi”, s. 49. 561 Hüner Tuncer, “Osmanlı Elçisi Ebubekir Ratip Efendi’nin Viyana Mektupları (1792)”, Belleten, C.
43., S. 169., (1979), s. 73.
274
ilgilenmişti. Ebu Bekir Ratip Efendi’den itibaren, Avrupa’ya gönderilen Osmanlı
elçilerinin en önemli görevlerinden biri, Batı düşüncesinin, sisteminin ve
teknolojisinin Osmanlı’ya tanıtılması ve getirilmesi olacaktır.
Osmanlı modernleşmesi açısından Ebu Bekir Ratip Efendi’ye kurucu bir rol
biçen Şirin, onun sefaretnamesiyle ve diğer eseriyle Nizam-ı Cedit ve Tanzimat’ın
fikri altyapısını oluşturduğunu ileri sürmektedir.562 Şirin’in bu tezi hayli iddialı
görünse de, Osmanlı modernleşmesi açısından bir milat olan “Nizam-ı Cedit”
kavramının ilk kez Ebu Bekir Ratip Efendi tarafından kullanılmış olması, onun
modernleşme açısından çok önemli bir rol oynadığının en somut göstergesidir. Ebu
Bekir Ratip Efendi, Avusturya’daki devlet düzenini “Nizam-ı Cedit” olarak
adlandırmıştı. 563 Daha önce Osmanlı tarihinde bu kavram sadece Sadrazam Fazıl
Mustafa Paşa tarafından “devlete verilen iç düzen” anlamında 17. yüzyılda
kullanılmıştı. Dolayısıyla, III. Selim dönemi reformlarının tümünün Nizam-Cedit
olarak adlandırılmasında Ebu Bekir Ratip Efendi’nin etkili olması çok güçlü bir
olasılıktır.564
562 Şirin, Osmanlı Đmgeleminde Avrupa, s. 206. 563 Karal, “Nizam-ı Cedit” kavramının dar ve geniş olarak iki anlama sahip olduğunu belirtmektedir:
Nizam-ı Cedit dar anlamda, “III. Selim devrinde Avrupa usülünde yetiştirilmek istenen talimli
asker”dir. Geniş anlamda ise, “III. Selim’in yeniçeri ocağını kaldırmak, ulemanın nüfuzunu kırmak,
Osmanlı Đmparatorluğu’nu Avrupa uygarlığının bilim, sanat, ekonomi gibi alanlardaki gelişmişliğine
ortak yapmak için giriştiği yenilik hareketlerinin tümüdür”. Karal, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., s.
61. Berkes, Nizam-ı Cedit kavramını dar anlamda kullanmayı tercih etmekte ve sadece talimli
birliklerden ordu kurulması olduğunu ileri sürmektedir. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 94.
Osmanlı modernleşmesinin askeri niteliği çok açık olsa da, Nizam-ı Cedit devri reformlarının çok
daha geniş bir çerçeveye oturması, bu kavramın sadece dar anlamda yorumlanmasını geçersiz
kılmaktadır. 564 Ebu Bekir Ratip Efendi’nin Nizam-ı Cedit açısından en önemli kişi olduğu görüşünü savunan
Karal, buradan hareketle, III. Selim’in reformlarında sanıldığının aksine Fransa’nın değil,
Avusturya’nın etkili olduğunu ileri sürmektedir. Enver Ziya Karal, “Ebu Bekir Ratip Efendi’nin
Nizam-ı Cedit Islahatı’ndaki Rolü”, V. Türk Tarih Kongresi 12–17 Nisan 1956, Ankara, TTK
Yayınları, 1961, s. 352.
275
Ebu Bekir Ratip Efendi’nin Osmanlı modernleşmesi açısından kurucu bir rol
oynadığını söylemek pek doğru olmayabilir. Ancak, reform çabalarında çok önemli
bir role sahip olduğu rahatlıkla ileri sürülebilecektir. Padişah ve devlet ricali üzerinde
hayli etkili olan eserlerinin yanı sıra, hem Viyana elçiliği öncesinde hem de
sonrasında III. Selim’in en yakınındakilerden biri olması bu yargıyı
desteklemektedir. Ayrıca, Viyana’dan dönüşünde devlette üst düzey görev alarak,
Nizam-ı Cedit reformlarının uygulayıcılarından biri olmuştur.
Ebu Bekir Ratip Efendi’nin 1795’de Reisülküttaplığa atanması kendisine
Padişah tarafından verilen önemin en güzel kanıtıdır.565 Kısa süren Reisülküttaplığı
sırasında Osmanlı ordusunu yetiştirmek üzere Fransa, Đsveç ve Đngiltere’den subay ve
öğretmenler getirtilmesinde de rol oynamıştır.566
Son olarak, sürekli diplomasiye geçişle ilgisi nedeniyle, Nizam-ı Cedit
devrinin nasıl başladığına bakalım;
III. Selim’in reform hareketinin gerçek anlamda başlaması 1792 yılında
olacaktır. Avusturya ile savaşın sona ermesi, Rusya ile savaşın ise sona ermek üzere
olması III. Selim’e içte radikal reformlar yapabilme fırsatı verecektir. Osmanlı
Đmparatorluğu’nun savaşlarda başarı kazanamayacağının anlaşılması, hem
statükonun korunması politikasının yerleşmesine neden olmuş, hem de reformların
ancak savaşların ağır yüklerinin olmadığı barış döneminde yapılabileceğini ortaya
çıkarmıştı.
III. Selim, Đmparatorluğun güçlenebilmesi için ne tür reformlar yapılması
gerektiği hususunda Osmanlı ricalinin görüşlerini almak istedi. Bu çerçevede, sivil-
565 Ebu Bekir Ratip Efendi, Reisülküttaplığı sırasında III. Selim’in kendisine verdiği desteğe
güvenerek pervasızca hareket etmiş, bu da rakiplerinin elini kuvvetlendirmiştir. Rakiplerinin olumsuz
propagandaları sonucunda 1796’da azledilmiştir. Uzunçarşılı, “Tosyalı Ebubekir Ratip Efendi”, s. 61. 566 Enver Ziya Karal, “Tanzimattan Evvel Garplılaşma Hareketleri”, Tanzimat I, Đstanbul, 1999, s.
26.
276
asker bürokratlardan ve ulemadan gelen önemli devlet adamlarından imparatorluğun
zayıflığının nedenlerini ve bu zayıflığı giderebilmek için ne gibi reformlar yapılması
gerektiğini, yazacakları layihalarla bildirmeleri istendi. Đlginç bir şekilde,
kendisinden layiha yazması istenen kişiler arasında, Osmanlı ordusunda hizmet veren
Bertrand adlı bir Fransız subay ile Đstanbul’daki Đsveç Elçiliği’nin Ermeni tercümanı
Mouradgea d’Ohsson da bulunmaktaydı.567 III. Selim tarafından layiha yazması
istenen kişilere gönderilen emirde, “kimsenin haddi ve vazifesi aranmayıp, hatasının
gözetilmeyeceği” de önemle vurgulanmıştı.568
III. Selim’e iletilen layihalarda çok çeşitli görüşler yer almaktaydı:569
Layihaların ortak noktasını askeri reform yapılmasının zorunluluğu hususu
oluşturmaktaydı. Fakat, askeri reformun nasıl yapılacağı konusunda görüş ayrılıkları
bulunmaktaydı. Bu çerçevede layiha sahiplerini 3 ana gruba ayırmak mümkündür:
Birinci gruptaki layiha sahipleri eski Osmanlı sistemine geri dönülmesini önerirken,
ikinci gruptakiler Batılı silahların ve askeri eğitimin orduya yavaş yavaş
benimsetilmesini önermekteydiler. Üçüncü gruptakiler ise, en radikal görüşü
savunmakta, tamamen Batılı tarzda eğitilmi ş ve donatılmış yeni bir ordu kurulmasını
önermekteydiler.570
III. Selim’in devlet ricalinin reform konusundaki görüşlerine başvurması
sadece reform politikasının hangi unsurları içermesi gerektiği hususunda basit bir
zihin yoklaması değildi. Daha önce de belirtildiği gibi, genç padişah şehzadeliğinden
itibaren reform yanlısı görüşlere sahipti. Dolayısıyla, III. Selim’in devlet ricalinin
etkisinde kalarak reform yapma kararı almadığı açıktır. III. Selim’in amacı, devlet
567 Lewis, Modern Türkiye’nin Do ğuşu, s. 58–59. 568 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1407. 569 Layihalar için bkz: Ibid. , s. 1411-1449. 570 Lewis, Modern Türkiye’nin Do ğuşu, s. 59.
277
ricalinin bir bütün olarak reform politikasına nasıl baktığını görebilmekti. III. Selim
reformlarının temelde ordunun düzeltilmesi hedefine yönelik olduğu
unutulmamalıdır. Kendisinden önce ordudaki her reform girişiminin Yeniçerilerin
muhalefeti sonucu başarısız olduğunu bilen III. Selim, devlet ricalinin reform
konusundaki tutumunu öğrenmek ve onları da işin içine katarak desteklerini
kazanmak istemekteydi.
Reform yanlısı kesimlerin zayıflığı, III. Selim’i mümkün olduğunca yavaş ve
kontrollü adımlar atmak zorunda bırakacaktır. Ayrıca, reform yanlısı kesimlerin
zayıflığı ve ilk başta çoğunun bu konuda çok da net fikirlerinin olmaması, reformun
kaynağını oluşturan Batı düşüncesi ve tekniğinin ülkeye getirilmesinde diplomasinin
bir süreliğine neredeyse “tek kanal” işlevi görmesine sebebiyet vermiştir. Bu
nedenle, III. Selim ve reform yanlısı devlet adamları diplomasi kanalının
genişletilmesi ve zenginleştirilmesinin önemini anlamışlardır. Osmanlı
imparatorluğu’nda bulunan yabancı elçilerle yürütülen temaslar ve reform
konusundaki destekleri ile ad hoc nitelikli Osmanlı elçilerinin sefaretname, rapor ve
sözlü bildirimlerinin, diplomasi kanalının genişletilmesi açısından yeterli olmadığı
kısa sürede görülmüştür. Reform ihtiyacının çok kısıtlı olduğu önceki dönemde
yeterli olan bu geleneksel iletişim biçimleri, reformizmin aldığı yeni boyut nedeniyle
işlevlerini görmekten uzaklaşacaklardır. Artık, diplomasi kanalının genişletilmesi
için yeni bir diplomasi anlayışının benimsenmesi ve diplomatik üslubun da
yenilenmesi gerekecektir. Sözkonusu adım için de fazla beklenilmeyecek, Nizam-ı
Cedit devrinin gerçek anlamda başladığı, ordudan maliyeye kadar çeşitli alanlarda
278
reformların uygulamaya sokulduğu, “düzenlemeler yılı”571 olarak adlandırılan
1793’te Osmanlı diplomasisi çok önemli bir değişime sahne olacaktır.
iii)Sivil Bürokrasinin Yükselişi
Osmanlı siyasal sisteminin merkezinde yer alan padişahlık kurumu, Osmanlı
geleneksel yapısının değişimine paralel olarak, güç kaybetmeye başlamıştır. II.
Mehmet devrinde başlayan ve I. Süleyman devrinde doruk noktasına ulaşan,
padişahın bütün siyasal aktörlerin aleyhine iktidarını mutlaklaştırma süreci, özellikle
17. yüzyılın ortalarından itibaren tersine dönmeye başlamıştır. Aynı yüzyılın
başında, IV. Murat’ın büyük zorluklarla yeniden güçlendirmeye çalıştığı padişahlık
kurumu, kendisinin ölümünden sonra gücünü tekrar kaybetmiştir.
Osmanlı padişahlarının, 17. yüzyıldan itibaren, siyasal iktidarı siyasal ve
dinsel elitlerle paylaşmak zorunda kalması, bir bütün olarak bürokrasinin (askeri sınıf
ve ilmiye sınıfının) önemini ve etkinliğini arttırmasının sonucudur.572 Böylece,
geleneksel Osmanlı sisteminin en gelişmiş döneminin yaşandığı 16. yüzyıldaki
sosyal ve siyasal yapı değişmiştir. 17. yüzyılda sipahiler tarafından temsil edilen
taşra bürokrasisi ortadan kalkarken, ilmiye sınıfı (ulema) ise tamamen
bürokratikleşmiştir. Bu nedenle, siyasal güç; padişah, askeri bürokrasi (Yeniçeri
Ocağı) ve sivil bürokrasinin iki kanadını oluşturan Kalemiye ve Đlmiye tarafından
paylaşılır hale gelmiştir.
571 Ahmet Rasim, Osmanlı’da Batışın Üç Evresi: III. Selim, II. Mahmut, Abdülmecit , bas. haz. H.
V. Velidedeoğlu, 3. B., Đstanbul, Evrim Yayınları, t. y., s. 68. 572 Klasik Osmanlı toplumsal sistemi temelde yönetenler-yönetilenler ayrımına dayanıyordu.
Yönetenlere genel olarak “askerî”, yönetilenlere ise “reaya” adı verilmekteydi. Osmanlı sınıf yapısı ve
geçirdiği evrimin şematik bir özeti için bkz: Sina Akşin, “Siyasal Tarih (1789-1908)”, Türkiye
Tarihi C. III., Sina Akşin(yay. yönetmeni), 5. B., Đstanbul, Cem Yayınevi, 1997, s. 186.
279
Osmanlı toplumsal sisteminin en önemli özelliklerinden biri de, ekonomik
gücün siyasal güçle elde edilebilmesidir. Sözkonusu sınıflardan oluşan yönetici elit
de siyasal konumunu ekonomik kaynakları kontrol etme amacıyla kullanmıştır.
Yönetici elit mensupları ekonomik kaynakları kontrol ederek, diğer toplumsal sınıf
ve kesimler üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir.573
18. yüzyılla birlikte Osmanlı Đmparatorluğu’nun değişen şartları, yönetici elit
içinde yer alan unsurlar arasındaki uyumu bozmaya başlamıştır. Tezin, Kurumsal
Boyut başlıklı kısmında belirtildiği gibi, 17. yüzyılın ortalarından itibaren önem
kazanmaya başlayan Kalemiye, 18. yüzyılda devlet yönetiminde en etkili kesim
haline geldi. Bunun altında yatan en büyük etken, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
fütühat yapabilme imkânını tamamen kaybetmesidir. Fütühat devrinde doğal olarak
askeri bürokrasi önemliyken, fütühatın sona ermesiyle sivil bürokrasi ağırlık
kazanmıştır. Đmparatorluk artık fütühat yoluyla yeni ekonomik kaynaklar elde
edemediğinden, eldeki kaynakların daha iyi kullanılması gerekmekteydi. Dolayısıyla,
bürokratlar arasında askeri yeteneklere sahip olanlar değil, mali ve idari konularda
liyakatı bulunanlar tercih edilir oldu. Mali ve idari konularda yetenekli olan sivil
bürokratların yetişme yerleri ise Sadrazam ve Paşa konaklarıydı. Sadrazam ve
Paşaların hizmetine giren gençler, bir okul görevi gören bu konaklarda mali ve idari
meselelerle ilgili işleri öğreniyor, böylece maiyetlerinde yer aldıkları kişilerin siyasal
geleceklerine bağlı olarak zamanla daha üst görevlere yükseliyorlardı. Kariyerleri
boyunca evlilik gibi yollarla Sarayla ve nüfuzlu çevrelerle bağlar kuran bu
bürokratlar, kontrollerinde bulunan vakıflar, malikâneler ve tacirlerle oluşturdukları
ortaklıklar yoluyla ekonomik hayatın içinde de yer alıyorlardı. Sahip oldukları güç ve
kendilerine duyulan ihtiyaç nedeniyle hızla yükselen sivil bürokratlar, tedrici
573 Kemal Karpat, Osmanlı Modernleşmesi: Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus, Çev: Akile
Zorlu Durukan ve Kaan Durukan, Ankara, Đmge Kitabevi, 2002, s. 37–38.
280
biçimde devletin iç ve dış politikasının belirlenmesinde ve yürütülmesinde asli unsur
haline geldiler.574
Özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısındaki savaşlarda alınan ağır yenilgiler ve
ordunun perişan durumu askeri bürokrasinin prestijine büyük bir darbe vurdu. 17.
yüzyıldan itibaren, iktidar mücadelesinde sürekli olarak ulema ile ittifak yapan askeri
bürokrasi, buna rağmen sivil bürokrasinin yükselişini engelleyemedi. Fakat, hem
zaman zaman padişahları tahttan bile indirecek şekilde kullandığı silahlı gücü, hem
ulema ile ittifakı nedeniyle bir nevi dinsel meşruiyete sahip olması, hem de Đstanbul
esnafıyla kurduğu organik bağ sayesinde halkın geniş kesimlerini harekete
geçirebilmesinden dolayı en azından bir veto gücü olarak etkinliğini korumaktaydı.
Daha önce de vurgulanmaya çalışıldığı gibi, Kalemiye mensupları barış
politikasının yönetici elit içindeki en önemli savunucularıydı. Đlk bakışta, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun dış politikası ve diplomasi anlayışı bağlamında düşünülecek bu
durum, aslında iç politikayla da yakından ilişkiliydi. Barış politikasını ve Avrupalı
güçlerle diplomatik ilişkilerin geliştirilmesini savunan Kalemiye mensuplarının bu
düşünceleri askeri bürokrasiyle sürdürdükleri iktidar mücadelesinin yansımasıydı.
Doğal olarak, savaşlar askerlerin etkinliklerini arttırıp iktidarlarını pekiştirirken, barış
dönemlerinde ise kâtiplerin etkinlikleri artmaktaydı. Dolayısıyla, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun barış politikasını benimsemesinde ve Avrupa ülkeleriyle
diplomatik ilişkilerin güçlendirilmesinde Kalemiye mensuplarının iktidarı kontrol
etme isteklerinin hayli etkisi vardır.575
Osmanlı Đmparatorluğu’nda 18. yüzyılın özellikle 2. yarısında ortaya çıkan
bir başka önemli gelişme de, merkezi yönetimin ülke üzerindeki kontrolünü
kaybetmesidir.
574 Quataert, Osmanlı Đmparatorlu ğu, s. 81. 575 Şirin, Osmanlı Đmgeleminde Avrupa, s. 138.
281
Merkezi otoritenin zayıflaması süreci aslında 17. yüzyılda başlamıştır.
Sipahiliğin kaldırılması ve böylece tımar sisteminin kuruluş ilkelerinden tamamen
uzaklaşması sonucunda taşrada iktidar ayanın eline geçmişti. Ayan, yıllar içinde
merkezi yönetim aleyhine iktidarlarını daha da kuvvetlendirdiler. Özellikle 1768–
1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı merkezi kuvvetlerinin büyük bir darbe
yemesi, Đstanbul’un taşra üzerindeki kontrolünü daha da azalttı. Ayanın Đstanbul’dan
gün geçtikçe daha bağımsız hareket etmeleri padişahı ve merkezde bulunan devlet
yöneticilerini çok rahatsız etmekteydi. Zaten büyük bir mali bunalım yaşayan
merkezi yönetim, ekonomik kaynakların ayanın eline geçmesi nedeniyle daha da zor
bir duruma düştü. 576
Yaşanan bu feodalleşme sürecinin önlenebilmesi için ayanı dize getirecek bir
askeri harekât yapılması gerekmekteydi. Fakat, elde bunu başarabilecek bir ordu
yoktu. Merkezi yönetimin ordusu olan Yeniçerilerin böylesi zor bir işi başarması
mümkün değildi. Zaten, 1768–1774 ve 1787–1792 savaşlarında Osmanlı ordusunun
çok büyük bir bölümü ayan tarafından gönderilen kuvvetlerden oluşmuştu.
Bu olumsuz durum karşısında, III. Selim ve devlet ricali Nizam-ı Cedit
hareketinin temelini oluşturan politikayı belirlediler. Yeni politikanın amacı; tahta
tamamen sadık yeni bir ordu kurulması, bu sayede ayanın gücünün kırılması ve
ülkenin ekonomik kaynakları üzerinde Đstanbul’un tam hâkimiyetinin yeniden tesis
edilmesiydi. 577 Belirtilen hedefler, özellikle Kalemiye mensupları tarafından verilen
layihalarda kimi zaman doğrudan kimi zaman ise dolaylı olarak yer almıştı. Askeri
bürokrasiye karşı yaklaşık yüzyıldır reformizmin bayraktarlığını yapan Kalemiye,
askeri alanda reform yapılmasını ve bu bağlamda yeni bir ordu kurulmasını isteyen
III. Selim’in tam desteğini aldı.
576 Shaw, Between Old and New, s. 103. 577 Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, s. 79.
282
Yeni bir ordu kurulması kaçınılmaz olarak askeri bürokrasinin tepkisini
çekecekti. Yönetici elit içindeki diğer önemli bir kesimi oluşturan ulemanın da,
geleneksel müttefiki Yeniçeri Ocağı’nın tasfiyesine yol açabilecek bu girişime pek
de sıcak bakmayacağı açıktı. Ortak çıkarlara sahip olan III. Selim ve sivil bürokrasi
arasında ilk planda/aşamada ayanlara karşı, aslında ise stratejik olarak askeri
bürokrasiye yönelmiş bir ittifak kuruldu. III. Selim devrinde kurulan sözkonusu
ittifak, gerçek hedefine II. Mahmut devrinde ulaşacak ve askeri bürokrasiyi tasfiye
edecektir.
Böylece, III. Selim devri, yönetici elit içinde yer alan askeri ve sivil bürokrasi
arasında 17. yüzyılda başlayan ayrışmanın son aşamaya girmesine sahne olmuştur.
19. yüzyılda kesin bir biçimde gerçekleşecek olan ayrışma “Osmanlı
modernleşmesinin getirdiği yapısal bir özelliktir”.578 Bürokrasinin iki kanadı
arasındaki ayrışma sonucunda sivil bürokrasi, iktidarın (Padişah’ın) en önemli ortağı
haline gelecektir.
Sivil bürokrasinin askeri bürokrasi ve ulema aleyhine güç kazanması,
kaçınılmaz olarak Osmanlı dış politikasına ve diplomasisine de etkilerde
bulunmuştur:
Öncelikle, sivil bürokrasinin devlet yönetiminde edindiği güç ve etkinlik,
sivil bürokratların, Osmanlı Đmparatorluğu’nun başta Avrupalı devletler olmak üzere
diğer ülkelerle ilişkilerinde barışçı yolları esas alması gerektiği yönünde uzun bir
süredir sürdürdüğü görüşlerini artık çok daha kolay biçimde uygulama fırsatı
kazanmasını sağlamıştır. Sivil bürokratlara göre, Osmanlı Đmparatorluğu’nun barışı
ve statükoyu koruyabilmesinin temel yolu ise diplomasiyi çok daha etkili bir biçimde
kullanabilmesidir. Diplomasinin etkili biçimde kullanılabilmesi, hem diğer
578 Ortaylı, Đmparatorlu ğun En Uzun Yüzyılı, s. 119.
283
devletlerle olan sorunların barışçı yollarla çözümünü sağlayacak, hem de böylece
Osmanlı Đmparatorluğu ittifaklara girebilecekti. Bu sayede, toprak kayıplarını kendi
gücüyle önleyemeyen Osmanlı Đmparatorluğu güçlü Batılı devletlerle ittifaklar
kurarak küçülmeyi durduracaktı.
Bu bağlamda, diplomasiyi temel yöntem olarak benimseyen sivil bürokrasi,
reformun devletin ana gündem maddesini oluşturduğu Nizam-ı Cedit devrinde,
diplomasinin kurumsal ve üslup boyutlarında yenilenmesini önerecektir. Sivil
bürokrasi, bu düşüncesini III. Selim’e de benimsetecektir.
Đkincisi, sivil bürokrasi Osmanlı modernleşmesinin ideolojik önderliğini
yaparak, Avrupa uygarlığının başlangıçta maddi öğelerinin, daha sonra ise manevi
öğelerinin Osmanlı Đmparatorluğu’na getirilmesinin en büyük savunucusu olacaktır.
Ahmet Resmi Efendi, Ebu Bekir Ratip Efendi, Ahmet Azmi Efendi gibi Kalemiye
mensupları 18. yüzyılın ortalarından beri, Osmanlı uygarlığının biricikliği ve mutlak
üstünlüğü anlayışını ve söylemini sorgulayan düşüncelerini gerek
sefaretnamelerinde, gerek yazılı ve sözlü raporlarında, gerekse diğer eserlerinde dile
getirmekteydiler. Sivil bürokrasi içinden çıkan bu görüşler zamanla bu kesimin
neredeyse tamamı tarafından benimsenir hale gelecektir.
Nizam-ı Cedit devri, “kadimden cedide geçişin” ilk aşaması olarak, ıslahat
düşüncesinin ülke gündemine geri döndürülemez bir biçimde yerleşmesine neden
oldu. Bu gelişmede, hiç kuşkusuz sözkonusu politikanın ve düşüncelerin en önemli
savunucusu olan sivil bürokrasinin asli rolü vardı. Sivil bürokrasi ıslahatın teorik ve
pratik kaynağı olan Batı’yla daha sıkı bağlar kurulması gerektiğini düşünmekteydi.
Batı’nın tanınması ve Batı biliminin ve kurumlarının ülkeye getirilmesi için bu
gerekliydi. Batı’yla bağların sıkılaştırılmasının ve yeni iletişim kanalları açılmasının
en önemli yollarından birini de diplomatik bağların arttırılması oluşturacaktı. Bu
284
çerçevede, diplomasi, Batı’yla Osmanlı Đmparatorluğu arasında “yeni”nin aktığı bir
kanal olacaktı. Osmanlı reform hareketlerinin başarı kazanabilmesi için sözkonusu
kanalın “sürekliliğinin” sağlanması gerekliydi. Bunun da doğal sonucu, Batı’yla
diplomatik temasa süreklilik kazandırılmasıydı.
Üçüncüsü, Batı’yla ilişkilerin sıkılaştırılması gerektiğini düşünen sivil
bürokrasi, bu fikrin sadece savunucusu olmakla kalmayıp, aynı zamanda
somutlaşmış halini almaya başladı. Bir başka ifadeyle, sivil bürokrasi
modernleşmenin sadece nesnesi değil, aynı zamanda öznesi haline gelecektir.579 18.
yüzyılın sonundan 19. yüzyılın sonuna uzanan süreçte, sivil bürokratlar Osmanlı
toplumu içinde Batılı hayat tarzını, tüketim kalıplarını, düşüncesini ilk benimseyen
toplumsal kesim oldular.
Sürekli diplomasiye geçiş öncesinde sözkonusu dinamik, görece zayıf ve
muğlâk olsa da, yine de sürekli diplomasiye geçişte etkili olmuştur. Gerek
Đstanbul’da bulunan Batılı elçilerle yürütülen temaslar ve kurulan bağlar, gerek
Avrupa ülkelerine yapılan ad hoc nitelikli diplomatik seyahatler, gerekse 18. yüzyıl
boyunca Batı’dan ithal edilen tüketim malları ve ortaya çıkan tüketim kalıplarının
sivil bürokrasi tarafından benimsenmesi gibi etkenler sivil bürokrasinin Batıcı
yönünün ortaya çıkışında çok etkili olmuştur. Dolayısıyla, sivil bürokrasi Osmanlı
toplumu içinde Batı’ya en yakın duran kesim olarak, Batı’yla bağların
geliştirilmesine destek vermiştir.
Sürekli diplomasiye geçişle Batı’yla çok daha sıkı ve doğrudan bağlar
kurulmaya başlanması, sivil bürokrasinin Batıcı niteliğinin daha da belirginleşmesini
sağlayacaktır. Gerek kurulan sürekli elçilikler, gerek merkezde diplomasiyle uğraşan
sivil bürokrasinin etkinliğinin artmasıyla Hariciye bürokrasisi sivil bürokrasi içindeki
579 Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, s. 19–20.
285
en Batıcı ve reformist kesim haline gelecektir. 19. yüzyılda, Osmanlı
modernleşmesinin en önemli mimarlarının Hariciye bürokrasisi içinden çıkması
çıkması da şaşırtıcı olmayacaktır.
Görüldüğü gibi, sivil bürokrasinin yükselişiyle, savunduğu Batı’yla ilgili
düşüncelerin yükselişi arasında doğrudan bağ vardır. Sivil bürokrasi, reform ve barış
politikalarının başlıca savunucusu olarak, sözkonusu fikirlerin bir devlet politikası
haline gelmesini sağlamıştır. Devlet politikası haline gelmesi ise bu politikanın
uygulayıcısı olarak sivil bürokrasinin öneminin ve etkinliğinin artmasını sağlamıştır.
2)Sürekli Diplomasi’nin Oluşturulması
Osmanlı yönetiminin yurtdışında sürekli elçilikler hususunda kesin kararını
ne zaman aldığı kesin olarak bilinmemektedir. Fakat, bu yönde prensip kararının
1792 başlarında alındığı düşünülmektedir.580
Askeri, ekonomik vb. alanlardaki Nizam-ı Cedit reformlarındakinin aksine,
diplomasi alanındaki reformun ve bu doğrultuda yurtdışına sürekli elçiler
gönderilmesi kararı büyük oranda bizzat III. Selim tarafından alınmıştır. Daha önce
incelendiği gibi, Nizam-ı Cedit reformlarıyla ilgili olarak sunulan layihalarda
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini barışçı zemine oturtması
düşüncesi dile getirilmesine rağmen, yurtdışında sürekli elçilik açılması hakkında bir
öneri bulunmamaktaydı.
580 Enver Ziya Karal, Selim III’ün Hat-tı Humayunları: Nizam-ı Cedit 1789 –1807, Ankara, TTK
Basımevi, 1946, s. 165-166; Đsmail Soysal, Fransız Đhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi
Münabesetleri (1789-1802), 2. B., Ankara, TTK Yayınları, 1987, s. 106; Ercümend Kuran,
Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu ve Đlk Elçilerin Siyasi Faaliyetleri, 1793–
1821, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1968, s. 13 ve Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, “Bir
Avrupa Diplomasi Merkezi Olarak Đstanbul: 1792-1798 Dönemi Đngiliz Kaynaklarına Göre”,
Osmanlı, Güler Eren(ed.), C. I., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 663.
286
Daha önce de belirtildiği gibi, III. Selim şehzadeyken Fransa’ya Đshak Bey
isimli bir elçi göndermişt. Şehzadeliğinde ve padişahlığında özellikle Fransız
elçileriyle yakın ilişki kurarak onlardan reformlar konusunda görüş almıştı. 1791’de
Viyana’ya gönderilen Ebu Bekir Ratip Efendi’nin sürekli elçilik kurulması yönünde
III. Selim’e muhtemelen tavsiyede bulunması veya uzun süreli Viyana elçiliğinin en
azından başarılı olması gibi etkenler Padişahın bu yönde bir karar almasında etkili
olmuştur. Ayrıca, III. Selim’in tüm alanlarda Avrupa tarzının benimsenmesi
görüşünde olması, doğal biçimde Avrupai diplomatik usüllerin de benimsenmesini
beraberinde getirmiştir.581
Sürekli diplomatik temsilcilik kurulması kararının alınmasından sonra, ilk
elçiliklerin “nerede ve nasıl” olacağı hususu gündeme gelmiştir.
a)Đlk Sürekli Elçiliğin Açılması için Đngiltere’nin Seçilmesi ve
Nedenleri
Osmanlı Đmparatorluğu’nun ilk sürekli elçilik yeri olarak seçmesi en
muhtemel yer Fransa’ydı. Osmanlı Đmparatorluğu’yla Fransa arasında kökenleri 16.
yüzyıla uzanan işbirliği ve Fransa’nın çok uzun bir süredir Osmanlı diplomasisindeki
en önemli aktör olması, ilk sürekli elçiliğin bu ülkede açılmasının doğal sebepleriydi.
Ayrıca, III. Selim’in Fransa’ya olan sempatisi ve yakınlığı da, yukarıda belirtilen
genel etkenlerle birlikte düşünülmesi gereken bir özel faktördü. Nizam-ı Cedit
reformlarında da Fransa en önemli esin kaynağı olarak görülmekteydi. 582
Osmanlı yöneticilerinin sözkonusu nedenlerle ilk sürekli elçiliğin açılması
hususunda Fransa’yı tercih etmeleri doğal olacaktı. Fakat, Fransa ilk sürekli elçiliğin
581 Karal, Selim III’ün Hat-tı Humayunları: Nizam-ı Cedit , s. 165–166. 582 Cevdet Paşa, sürekli elçilikler açılması hususunda önce Fransa’yla görüşmeler yapıldığını
belirtmektedir. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1480.
287
açılmasında tercih edilmemiştir. Fransa’nın tercih edilmemesinin nedenleri
şunlardır:583
Birincisi, Fransa’da 1789’daki devrimden sonra genel bir karmaşa
yaşanmaktaydı. Devrimi yapan gruplar arasındaki görüş farklılıkları ve güç
mücadeleleri, yeni rejimin istikrar kazanmasını engellemekteydi. Ayrıca, Fransız
Devrimi’nden ve devrimin dayandığı fikirlerden rahatsız olan Avrupalı büyük güçler,
Fransa’da eski rejimin yeniden kurulmasını -askeri müdahale de dahil olmak üzere
çeşitli yöntemleri kullanarak- sağlamaya çalışmaktaydılar. Fransa’daki belirsiz
ortam, Osmanlı yöneticilerinin sürekli diplomasiye geçiş gibi çok önemli bir adımı,
Paris’e sürekli elçi göndererek atmamalarında etkili olmuştur.
Đkincisi, Osmanlı yöneticileri sözkonusu dönemde tüm Avrupa ülkelerinin
cephe aldığı ve yeni rejimini tanımadığı bir ülkeye sürekli elçilik açmanın
Fransa’daki yeni rejimi “resmen” tanımak anlamına geleceğini, bunun da diğer
ülkelerin tepkisini çekeceğini düşünüyorlardı. Yukarıda da belirtildiği gibi, Osmanlı
Đmparatorluğu aslında Fransa’daki yeni rejimi “fiilen” tanımaktaydı. Osmanlı
Đmparatorluğu belki de Avrupa’da Fransızların devrimci fikirlerini engellemeden
ifade edebildikleri yegâne ülke durumundaydı. Osmanlı yöneticileri sürekli elçilik
açma gibi önemli bir adımın, Osmanlı Đmparatorluğu’nun izlemeye çalıştığı denge
politikasına halel getirmesini asla istememekteydiler. Zaten, denge politikası
izlenmeye çalışılmasının sürekli diplomasiye geçişte hayli etkisi vardı.584
583 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1480; Kürkçüoğlu, “The Adaptation and Use of
Permanent Diplomacy”, s. 133; Kuran, Avrupa’da Đlk Đkamet Elçiliklerinin , s. 13; Tuncer, Eski ve
Yeni Diplomasi, s. 50. 584 Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk
Đkamet Elçisinin Rolü”, Toplumsal Tarih, S. 32., (Ağustos 1996), s. 46.
288
Dolayısıyla, Fransa’nın seçilmemesinde Osmanlı yöneticilerinin -politik kaygıları rol
oynamıştır.585
Đlk sürekli elçinin gönderilmesi hususunda Fransa’nın belirtilen nedenlerle
benimsenmemesinden sonra, yeni bir alternatif arayışına girilmiştir. Osmanlı
yöneticileri bu kez Đngiltere’yi düşünmüşlerdir. Đngiltere’nin seçilme nedenleri ise
şunlardır:586
Birincisi, Đngiltere, Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra en büyük rakibi Fransa’nın
yenilmesinin de sayesinde Avrupa’nın en güçlü ülkesi haline gelmeye başlamıştır.
Sahip olduğu ekonomik güç, Avrupa devletler sisteminindeki dengeleyici ve
düzenleyici rolünü pekiştirmiştir. Đngiltere’nin Avrupa diplomasisinin “yükselen
yıldızı” olması, Osmanlı yöneticileri tarafından da dikkate alınmıştır. Sürekli
diplomasiye geçişte hem Đngiltere’nin uluslararası politikadaki ağırlığı hem de Đngiliz
diplomasisinin kurumsal olarak gelişmişliği etkili olmuştur.
Đkincisi, Osmanlı Đmparatorluğu ile 16. yüzyılın sonlarında diplomatik bağ
kuran ve 1583’de Đstanbul’daki sürekli elçiliğini açan Đngiltere’nin, Osmanlı dış
politikası ve diplomasisi üzerindeki etkisi özellikle 18. yüzyılın başlarından itibaren
artmaya başlamıştır.587 Daha önce de değinildiği gibi, Đngiliz hükümetlerinin ve
585 Shaw, Fransa Kralı XVI. Louis’in idamının, şehzadeliğinde kendisiyle mektuplaşan III. Selim’de
tepki yarattığını, bunun da ilk sürekli elçiliğin açılacağı yer olarak Fransa’nın tercih edilmemesinde
rol oynadığını ileri sürmektedir. Shaw, Between Old and New, s. 187. Koloğlu ise, III. Selim’in,
padişahların tahttan indirilmelerinin ve hatta öldürülmelerinin “olağan” kabul edildiği Osmanlı
Đmparatorluğu’nda, Avrupa krallarına benzer bir tepki göstermesinin mümkün olmadığını
belirtmektedir. Koloğlu ayrıca, III. Selim’in XVI. Louis’in tahttan indirilmesi ve idamına tepki
gösterdiğine dair hiçbir belgenin bulunamadığını da vurgulamaktadır. Koloğlu, “Doğu’nun Fransız
Devrimi’ne Bakışı”, s. 95 586 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1480; Kürkçüoğlu, “The Adaptation and Use of
Permanent Diplomacy”, s. 133. 587 Osmanlı-Đngiliz diplomatik ilişkilerinin kurulması ve Đstanbul’daki Đngiliz elçiliğinin açılması
hususunda bkz: Susan Skilliter, “William Harborne: Đlk Đngiliz Elçisi, 1583-1583”, Türk- Đngiliz
289
Đstanbul’daki sürekli elçilerinin, Osmanlı Đmparatorluğu’yla -başta Avusturya ve
Rusya olmak üzere- diğer Avrupa güçleri arasındaki sorunlarda ve savaşlar sonrası
barış görüşmelerinde arabuluculuk yapması 18. yüzyılda çok sıklıkla görülmüştür.
Bunun da ötesinde, Đstanbul’daki Đngiliz elçileri Osmanlı dış politikasının
belirlenmesinde ve şekillenmesinde önemli roller oynamaya başlamış, Osmanlı
yöneticileri üzerindeki etkilerini arttırmışlardır. Aşağıda değinileceği gibi Osmanlı
yöneticilerinin sürekli elçiliğe geçiş hazırlıklarında Đngiltere elçisinden
yararlanmalarında Osmanlı-Đngiliz ili şkilerinin böylesine bir geçmişe sahip olmasının
hayli etkisi vardır.
Üçüncüsü, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đngiltere’yle ilişkilerinin iyi olması ve
iki devlet arasında o devre kadar hiçbir savaş yaşanmaması da, Osmanlı
yöneticilerinin ilk sürekli elçiliğin açılması hususunda Đngiltere’yi seçmelerinde
etkide bulunmuştur.588
Đlişkileri, 1583-1984, Ankara, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 1985, s.
21-31; Đ. Hakkı Uzunçarşılı, “On Dokuzuncu Asır Başlarına Kadar Türk-Đngiliz Münesabatına Dair
Vesikalar”, Belleten, C. XIII., S. 51., (1949), s. 573-579; Susan A. Skilliter, “ The Organization of the
First English Embassy in Đstanbul in 1583”, Asian Affairs, Vol. 10., No:2, (June 1979), s. 159-165;
Arthur Leon Horniker, “William Harborne and the Beginning of Anglo-Turkish Diplomatic and
Commercial Relations”, The Journal of Modern History, Vol. 14., No:3, (September 1942), s. 289-
316; V. L. Menage, “The English Capitulation of 1580: A Review Article”, International Journal of
Middle East Studies, Vol. 12., No:3, (November 1980), s. 373-383 ve Wodd, A History of the
Levant Company, s. 7-14. 588 Cevdet Paşa, Đngiltere’nin sadece Osmanlı Đmparatorluğu’yla değil, genel olarak Müslümanlarla
yüzyıllardır dostane ve barışçı ilişkilere sahip bulunmasının Đngiltere’nin seçiminde etkili olduğunu
belirtmektedir. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1480. Đki devlet arasında 18. yüzyılın
sonuna kadar “doğrudan” bir savaş olmamasına rağmen, iki devlet daha önce “dolaylı” olarak
çatışmaya girmişlerdir: 1396’da Osmanlı Devleti’ne karşı Macar Kralı Sigismund komutasında
toplanan ve Niğbolu Savaşı’nda mağlup olan Haçlı Ordusu’nda, bin kişilik bir Đngiliz birliği de
bulunmaktaydı. Đ. Hakkı Uzunçarşılı, “On Dokuzuncu Asır Başlarına Kadar”, s. 573. Daha önce
belirtildiği gibi, 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Baltık Denizi’nden gelen Rus donanması
Đngiliz limanlarında ikmal edilmiştir. Bu donanma daha sonra Akdeniz’e inerek Osmanlı donanmasına
Çeşme’de çok ağır bir darbe vurmuştur.
290
Sürekli elçilik kurulan bir devletle çok kısa bir süre sonra savaşa girilmesi, ilk
deneyimin başarı şansını ortadan kaldıracaktı. Đngiltere ise, Osmanlı yöneticileri
tarafından Rusya ve Avusturya gibi hasım ya da düşman olarak görülmemekteydi.
Bu nedenle, ilk sürekli elçiliğin açılacağı bir ülkeyle olası çatışma riski en aza
indirilebilecekti. Üstelik, Đngiltere’den sürekli diplomasiye geçiş hususunda da bilgi
desteği alınabilecekti. Ayrıca, “Dar-ül Harb-Dar-ül Đslam” anlayışı çerçevesinde,
“Dar-ül Harb”te açılacak ilk elçiliğin göreli olarak dost kabul edilen bir ülkede
açılması çok doğaldı.589 Đlk sürekli elçiliğin Đngiltere’de açılması kararlaştırıldıktan
sonra, bu karar uyarınca çalışmalar yapılması gerekecekti. Bu yönde atılacak ilk
adım da, Đstanbul’daki Đngiliz elçisiyle temas kurulması olacaktı.
b)Đlk Sürekli Elçiliğin Kurulma Hazırlıkları
i)Mehmet Raşit Efendi-Ainslie Görüşmesi
Sürekli diplomasiye geçiş kararı alındığı sırada, Đngiltere’nin Đstanbul elçisi
Sir Robert Ainslie’ydi. Đskoçya’nın köklü ailelerinden birine mensup olan Ainslie,
1776’dan beri Đstanbul’da görev yapmaktaydı.590 Ainslie, göreve başladığı tarihten
kısa bir süre sonra Osmanlı devlet adamlarıyla sıcak ili şkiler kurmuş, onların
güvenini kazanmıştı. Đngiltere’nin Osmanlı diplomasisindeki etkisinin ve öneminin
artışına paralel olarak, Ainslie de kurduğu bağlarla bu yönde başarılı katkılarda
bulunmaktaydı.
Osmanlı yöneticileri, hem sürekli diplomasiye geçiş konusunda bilgi almak,
hem de ilk sürekli elçiliği Londra’da açma niyetlerini bildirmek amacıyla 1793
yazında Ainslie’yle temasa geçtiler. 30 Haziran 1793’te Reisülküttap Mehmet Raşit
589 Geleneksel anlayışın belli oranda da olsa halâ etkili olduğunu dikkate almak gereklidir. 590 Bağış, Britain and the Struggle, s. 1.
291
Efendi Babıâli’nin ikamet elçiliği açma talebini Đngiliz elçiliği tercümanı aracılığıyla
Ainslie’ye iletti.591 Reisülküttap’ın gönderdiği mesajda, Sultan III. Selim’in sürekli
elçilik açılmasındaki kararlılığı ve hemen adım atılması isteği vurgulanmakta,
Ainslie’nin bu konudaki görüşünün ne olduğu ve sürecin nasıl işlemesi gerektiği
hususları da yer almaktaydı.
Ainslie, Reisülküttap’a gönderdiği cevapta -elçinin statüsü ve teşrifatla ilgili-
gerekli hazırlıklar yapılıncaya kadar, elçi gönderilmesinin ertelenmesini önerdi.
Ayrıca, -veba tehlikesi nedeniyle- gönderilecek Osmanlı elçisinin kara yolculuğunu
tercih etmesini salık verdi.
Ainslie, daha sonra Đngiliz Dışişleri Bakanı Lord Grenville’e yolladığı
raporda, Osmanlı elçisinin gönderilmesinin “gerekli hazırlıklar yapılıncaya kadar
ertelenmesi” yolundaki önerisinin Osmanlı tarafınca kabul görmediğini
bildirmektedir.592
Reisülküttap Mehmet Raşit Efendi, 9 Temmuz’da Ainslie’ye bir mesaj daha
gönderdi. Mehmet Raşit Efendi, sürekli elçilik açılması hususunu Ainslie’yle
görüşmesi konusunda Sultan’dan talimat aldığını ve mümkünse 13 Temmuz’da bu
görüşmeyi yapmak istediğini bildirmekteydi. Ainslie, Reisülküttap’ın görüşme
teklifini kabul etti.593
Mehmet Raşit Efendi ile Ainslie arasındaki görüşme Bebek bahçesinde
bulunan Reisülküttaplık köşkünde 13 Temmuz’da yapılmıştır.594 Görüşmeye, Rumeli
591 PRO, FO 78/14 No:17, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 July 1793. 592 PRO, FO 78/14 No:17, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 July 1793. 593 PRO, FO 78/14 No:17, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 July 1793. 594 Naff, görüşme tarihini yanlışlıkla 10 Temmuz 1793 olarak vermektedir. Naff, “Reform and
Conduct of Ottoman Diplomacy”, s. 303.
292
Kazaskeri Tatarcık Abdullah Efendi de katılmıştır. Görüşmede, temelde üç husus
üzerinde durulmuştur:595
-Sürekli elçiliklerin gereği ve önemi
-Elçinin tayininde yerine getirilmesi gereken formaliteler
-Elçinin Đngiliz Hükümeti nezdinde göreceği itibar.
Đlk konuda taraflar özet olarak şu görüşleri dile getirdiler:
Ainslie, diplomasinin ve elçilerin devletler arasındaki dostluklar açısından
çok önemli olduğunu bildirdi. Ayrıca, devletler arasındaki ilişkilerin artışı nedeniyle
ad hoc diplomatik temsilciliklerin yetersiz kaldığını dile getirdi. Ainslie’ye göre,
yabancı devletlerde sürekli elçi bulundurmak devletlerin menfaatlerini korumalarını
sağlıyordu. Sürekli elçiler, bulundukları ülke ve komşuları hakkında bilgi sahibi de
oluyorlardı. Dolayısıyla, Babıâli’nin sürekli elçilik açması önemli yararlar
sağlayacaktı. Reisülküttap da Ainslie’nin sözlerinden memnuniyet duyduğunu,
Babıâli’nin sürekli elçi göndermekteki amacının, iki ülke arasındaki ilişkilerin
geliştirilmesi ve diplomatik temasın arttırılması olduğunu söylemiştir.596
Taraflar, bundan sonra elçi tayinin biçimsel yönleriyle ilgili görüşmelere
geçtiler:
Mehmet Raşit Efendi gönderilecek elçi hususunda Đngiliz yönetiminden kime
mektup yazılması gerektiğini Ainslie’ye sordu. Ainslie, Đngiltere’de yabancı elçilerin
dışişleriyle ilgili konuları Đngiliz dışişleri bakanıyla görüştüğünü söyledi. Mehmet
595 Karal, Selim III’ün Hat-tı Humayunları , Nizam-ı Cedit, s. 169. Görüşme tutanağı için bkz:
BOA, HH15090A Mükaleme Mazbatası, 4 Zilhicce 1207. Karal, sözkonusu görüşme tutanağını
günümüz Türkçesi’ne çevirmiştir. Karal, Selim III’ün Hat-tı Humayunları , Nizam-ı Cedit, s. 190–
198. (Bu kısmın yazımında Karal’ın çevirisi kullanılmıştır.) Ainslie de, Đngiliz Dışişleri Bakanı’na
gönderdiği raporda görüşmeyle ilgili bilgiler vermiştir. PRO, FO 78/14 No: 18, “Ainslie’den
Grenville’e”, 25 July 1793. 596 Karal, Selim III’ün Hat-tı Humayunları , Nizam-ı Cedit, s. 170–171.
293
Raşit Efendi ise, mektubun Sadrazam tarafından yazılacağını, bu nedenle dışişleri
bakanına hitaben kaleme alınmasının protokole uygun olmayacağını belirtti.597
Sadrazam’ın mektubu Kral’a ya da başbakana yazmasını önerdi. Ainslie,
Reisülküttap’ın önerisine sıcak bakarak, bu konunun Osmanlı yönetiminin takdirinde
olduğunu söyledi. Ainslie’den aldığı olumlu cevapla rahatlayan Mehmet Raşit
Efendi, konuyu Sadrazam’a arz edeceğini bildirdi.598
Protokolle ilgili görüşmelerden sonra, Mehmet Raşit Efendi, Babıâli’nin
gönderilecek elçinin Londra’da çok iyi muamele görmesi yönündeki isteğini ifade
etti. Mehmet Raşit Efendi’ye göre, Londra’ya gönderilecek elçinin göreceği
muamele, Osmanlı Đmparatorluğu ile Đngiltere arasındaki dostluğu pekiştirecek, bunu
“çekemeyenleri” ve “haset edenleri” müteessir edecekti. Ainsilie, Reisülküttap’a
garanti vererek, bu hususla bizzat ilgileneceğini bildirdi.599
Daha sonra, tayin edilecek Osmanlı elçisinin hangi yolla Đngiltere’ye gideceği
konusuna geçildi:
Mehmet Raşit Efendi, Osmanlı elçisinin hangi yolu kullanması gerektiği
hususunda Ainslie’nin düşüncelerini öğrenmek istedi. Ainslie, kara ve deniz yolu
olmak üzere iki alternatif olduğunu söyleyerek, deniz yolunu kullanmanın sıkıntılar
yaratabileceğini vurguladı. Ainslie’ye göre, deniz yolu kullanılırsa, elçi çok uzun bir
süre Malta ya da Venedik’te karantinada tutulabilecek, bu da Londra’ya varışının 3-4
597 Osmanlı Đmparatorluğu’nda dışişleri bakanlığı ya da ona muadil bir makamın bulunmaması, elçi
tayinindeki önemli sorunlardan birine neden olmaktaydı. Çünkü, dışişlerinin yürütülmesinden sorumlu
olan Reisülküttap, direkt Sadrazam’a bağlı çalıştığından, doğrudan bir sorumluluğa ve yetkiye sahip
değildi. Dışişleri’yle ilgili bütün sorumluluk ve yetki Sadrazam’a aitti. Bu yüzden, Babıâli’nin
herhangi bir ülkeye elçi gönderme hususunu bildirmesi gibi bir işlem, ancak Sadrazam tarafından
yapılabilirdi. Fakat Sadrazam’ın bir ülkenin dışişleri bakanıyla doğrudan muhabere etmesi protokol
açısından uygun değildi. Ibid. , s. 171. 598 Ibid. , s. 172. 599 Ibid. , s. 172–173.
294
ay kadar sürmesine neden olacaktı. Deniz yolu kullanılacaksa, hasım devletlerin olası
düşmanca eylemleri nedeniyle tarafsız ülke gemileri tercih edilmeliydi. Ainslie,
ayrıca, elçinin unvanını kullanmamasını, elçiliğinin Londra’ya varıncaya kadar gizli
tutulmasını önerdi. Çünkü, elçinin görevi resmen ilan edilirse, geçtiği heryerde
kendisine merasim düzenleneceğinden Londra’ya gitmesi çok uzun sürecekti.
Ayrıca, elçi merasimler nedeniyle çok da yorulacaktı.600
Ainslie’nin gizlilik önerisi Mehmet Raşit Efendi’nin itirazına neden oldu.
Mehmet Raşit Efendi, devlet kuralları gereği elçiye törenle hil’at giydirileceğini, bu
durumda gizliliğin olamayacağını dile getirdi. Ainslie, ise, hil’at giydirilmesinin
gizlili ğe mani olmayacağını, gizliliğin seyahat için gerekli olduğunu belirtti.601
Görüşmenin son bölümünde ise, Londra’ya gönderilecek Osmanlı elçisinin
rütbe ve payesinin ne olacağı hususu üzerinde duruldu:
Görüşmede ele alınan önceki hususların aksine, sözkonusu nokta Ainslie
tarafından gündeme getirildi. Ainslie, Londra’ya gönderilecek Osmanlı elçisinin
yüksek bir rütbeye sahip olması gerektiğini vurguladı. Ainslie’ye göre, Osmanlı
elçisi yüksek bir rütbeye sahip olursa, Londra’da görev yaptığı sürece protokolde
önde yer almada hiçbir şekilde sıkıntı çıkmazdı. Osmanlı elçisinin protokolde
Avusturya ve Rusya elçilerinin önünde yer alması için “nazır” (minister) rütbesine
sahip olması gerekliydi. Fakat, Osmanlı devlet düzeninde nazırlık rütbesi
bulunmadığından, gönderilecek elçinin büyükelçi olması yeterliydi. Londra’ya
ortaelçi yerine büyükelçi rütbesinde birisinin gönderilmesi, Osmanlı hazinesine yıllık
250 kese altın fazladan bir yük getirecekti. Bu yüzden, Babıâli protokol sorunlarını
aşmak için, bir başka yolu daha kullanabilirdi: Büyükelçilik ile ortaelçilik arası bir
nitelik taşıyan “olağanüstü orta elçi” rütbesinde birisinin görevlendirilmesi halinde,
600 Ibid. , s. 173. 601 Ibid. , s. 174.
295
Londra’daki Avusturya ve Rusya elçileri protokolde önde yer alma hususunda
itirazda bulunamayacaklardı.602
Mehmet Raşit Efendi, Osmanlı elçisinin protokolde önde yer alması için
hangi yolun seçilmesi gerektiğini Ainslie’ye sordu. Ainslie, Babıâli’nin senelik 250
kese altın fazladan masrafa katlanıp büyükelçi rütbesinde bir elçi göndermesinin
daha doğru olacağını belirtti. Mehmet Raşit Efendi bu hususu da Sadrazam’a arz
edeceğini belirterek görüşmeyi sona erdirdi.603
ii)Sürekli Diplomasi’yle Đlgili Đlkelerin Belirlenmesi ve Đlk Elçilik Heyetinin
Oluşturulması
Babıâli, Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçişinde çok büyük
önem taşıyan bu görüşmenin ardından, elçi gönderilmesi için gerekli olan hazırlıklara
hemen başladı.
Đlk olarak, yurt dışına gönderilecek elçilerle ilgili ilkeler belirlendi:
Yurtdışına gönderilecek elçiler 3 yıllık süre için görevlendirilecekti.604
Elçilerin maiyetlerinde memurlar ve tercümanlar da olacaktı. Maiyet memurları
602 Ibid. , s. 174–175. 603 Ibid. , s. 175. 604 Babıâli, elçilerin görev sürelerini 3 yılla sınırlayarak, daha fazla Osmanlı memurunun Avrupa
ülkeleri hakında bilgi sahibi olmasını sağlamayı amaçlıyordu. Bunun da ötesinde, 3 yıllık sürenin bir
“Osmanlı diplomat zümresi” yaratma hedefine yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Kuran, Avrupa’da
Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 11–12; Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik
Reform, s. 109 ve Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri s. 168.
Yaçınkaya, elçilerin görev süresinin 3 yıl olarak belirlenmesinde, Babıâli’nin Đstanbul’daki yabancı
elçiliklerin uygulamalarından etkilenmiş olabileceğini ileri sürmektedir. Özellikle, Đstanbul’daki
Venedik Balyosu’nun -1503’de Osmanlı Đmparatorluğu ile Venedik arasında yapılan anlaşma
uyarınca- görev süresinin 3 yıl olarak belirlenmiş olması Babıâli tarafından dikkate alınmıştır.
Yalçınkaya’ya göre, Babıâli sürekli diplomasiye geçerken, Avrupa’da mevcut olan diplomatik usülleri
takip etme eğilimindedir. Yalçınkaya, “Bir Avrupa Diplomasi Merkezi Olarak Đstanbul”, s. 663.
Yalçınkaya’nın sözkonusu tespiti, ilk elçiliğin açılması hususunda Ainslie’yle yapılan görüşme
296
özellikle gençlerden seçilecekti. Bu memurların temel görevi ise, yabancı lisan ile
devlet hizmetinde yarar sağlayacak diğer bilgileri öğrenmek olacaktı.
Đlk sürekli elçiliklerin açılmasıyla ilgili temel ilkelerin belirlenmesinden
sonra, Londra’ya gönderilecek elçilik heyetinin kimlerden oluşacağı da
kararlaştırılmıştır. Londra’ya gönderilmesi kararlaştırılan kişi, o sırada Kalyonlar
Katibi605 olarak görev yapmakta olan Yusuf Agah Efendi’dir.606
1744’te Mora’nın Trapoliçe kentinde doğan Yusuf Agah Efendi, I.
Abdülhamit devri ricalinden Süleyman Penah Efendi’nin oğludur. Ağabeyi Osman
Efendi defterdarlık yapmıştır. Eniştesi Seyyid Ali Efendi ise Fransa’ya gönderilen ilk
sürekli Osmanlı elçisi olacaktır. Yusuf Agah Efendi’nin ailesi dönemin yazarları
tarafından “Moralı” ve “Moraviyülasl” olarak zikredilmektedir. Osmanlı Kalemiye
sınıfı içinde yer alan ve önemli memuriyetlere getirilen köklü bir ailedir. Yusuf Agah
Efendi daha sonra Đstanbul’a gelerek Kalemiye sınıfına dahil olmuştur. 1774’te
Sadaret Mektubi kalemine giren Yusuf Agah Efendi kısa sürede yükselmiş ve
hacegan rütbesini almıştır. 1780’de Mevkufatçı, 1784’de Enderun Emini olan Yusuf
Agah Efendi, 1792’de Kalyonlar Katibi tayin edilmiştir.607
dikkate alındığında daha da güçlenmektedir. Gerçekten de, Ainslie’yle yapılan görüşmede, sadece
Londra’ya elçi gönderilmesi değil, daha geniş bir çerçevede sürekli diplomasiye geçişin usülü
hakkında bilgiler edinilmeye çalışılmıştır. 605 Kalyonlar Katipliği, kalyonlarda görev yapan askerlerin özlük ve mali işlerini yürütmekle ve
kalyonların bütün levazım ve ihtiyaç defterlerini tutmakla görevli üst düzey bir memuriyetti.
Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , s. 430. 606 Ainslie, Londra’ya gönderilecek kişinin Yusuf Agah Efendi olduğunun Babıâli tarafından
kendisine 23 Temmuz günü bildirildiğini belirtmektedir. PRO, FO 78/14, No:18, “Ainslie’den
Grenville’e”, 25 July 1793. 607 “Yusuf Agah Efendi”, Türk Ansiklopedisi , C. I., Đstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1968, s. 198;
Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 168-169; Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden
Yapılanması”, s. 46. Unat, diğer yazarlardan farklı olarak, Yusuf Agah Efendi’nin Girit doğumlu
olduğunu belirtmektedir.
297
Yusuf Agah Efendi, Londra elçiliğine atanmadan önce, diplomasiyle
doğrudan ilgili bir görev almamıştır. Fakat, döneminin en açık görüşlü ve işbilir
devlet adamlarından biri olduğu bilinmektedir.608
Yusuf Agah Efendi, III. Selim tarafından 23 Temmuz 1793’te atanmasının
hemen ardından, 24 Temmuz’da Sultan’ın huzurunda yapılan hil’at giydirme
töreninden sonra resmen görevine başlamıştır.609
Yusuf Agah Efendi sözkonusu tarihte elçi olarak atanmasına rağmen, elçilik
payesinin ne olacağı ise belirlenmemişti. Yukarıda belirtildiği gibi, Ainslie, 13
Temmuz’da yapılan Bebek toplantısında Londra’ya atanacak Osmanlı elçisinin
büyükelçi payesine sahip olması yönündeki görüşünü Reisülküttap’a iletmişti.
Reisülküttap Mehmet Raşit Efendi de, konuyu Sadrazam’a arz edeceğini bildirmişti.
Konuyu görüşen Osmanlı yöneticileri, 6 Ağustos’ta Yusuf Agah Efendi’ye büyükelçi
payesini verdiler.610
Đngiltere’ye gönderilecek elçinin atanmasından sonra, elçiye eşlik edecek
elçilik heyetinin belirlenmesi çalışmaları başlamıştır. Bu hususta da hızlı hareket
edilmiştir. 10 Ağustos gibi erken bir tarihte Ainslie, Grenville’e gönderdiği raporda,
608 Göreve atanmasından sonra Yusuf Agah Efendi ile tanışan Ainslie de, hakkında olumlu izlenimler
edinmiştir. Ainslie, Yusuf Agah Efendi’yi, “canlı”, “içten” ve “açık fikirli” sıfatlarıyla betimlemiştir.
Ainslie’ye göre, “daha kaba davranışlı olan Türkler arasında bu özellikleriyle pek görülmeyen bir
karaktere sahiptir.” Ainslie, Yusuf Agah Efendi’nin bu “farklı” durumunu, “doğum yeri nedeniyle
Yunanlılar arasında yaşamış olmasına" bağlamaktadır. Ainslie, ayrıca Yusuf Agah Efendi’nin çok iyi
derecede Yunanca ve biraz da Đtalyanca bildiğini belirtmektedir. PRO, FO 78/14, No: 19, “Ainslie’den
Grenville’e”, 10 August 1793. 609 PRO, FO 78/14, No:18, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 July 1793. 610Ainslie, Osmanlı Sarayı’nın, Majesteleri’nin Đstabul’daki elçisine benzer bir paye verdiğini,
Grenville’e gönderdiği raporda satırlarından hissedilen bir mutlulukla vurgulamaktadır. PRO, FO
78/14, No: 19, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 August 1793.
298
elçilik heyetinin yaklaşık 10 kişiden oluştuğunu ve 20 kişilik bir yardımcılar
grubunun da heyete ayrıca katılacağını bildirmekteydi.611
Yusuf Agah Efendi’den sonra elçilik heyetindeki en önemli kişi, elçilik
sekreteri olarak görev yapacak, Mahmut Raif Efendi’diydi. Mahmut Raif Efendi 12
Ağustos’da hil’at giydirilerek “sırkatibi” olarak atandı.612 Mahmut Raif Efendi,
Yusuf Agah Efendi gibi kalemiye sınıfına mensup bir Osmanlı memuruydu. Küçük
yaşta Mektub-i Sadr-i Âli Kalemi’ne giren Mahmut Raif Efendi, yetenekli ve başarılı
birisi olarak tanınmaktaydı. Ayrıca, inşa ve kitabetteki (kaleme alma ve kâtiplikteki)
başarıları yanında, coğrafya ve musiki alanında da geniş bir bilgiye sahipti. Musiki
alanındaki bilgisi ve yeteneği “tanburi” ünvanını kazanmasını sağlamıştı.613
Yusuf Agah Efendi ve Mahmut Raif Efendi dışında, Osmanlı elçilik
heyetinde görev yapacak önemli kişilerden biri de Baştercümanlığa atanan Emanuel
Persiani’ydi. Đstanbullu bir Rum olan Persiani Đtalya’da Padua Üniversitesi’nde
öğrenim görmüştü. Doğu dillerinin yanı sıra Latince, Fransızca ve Đtalyanca da
bilmekteydi.614
611 PRO, FO 78/14, No: 19, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 August 1793. 612 PRO, FO 78/14, No: 20, “Ainslie’den Grenville’e”, 24 August 1793. Ainslie, Mahmut Raif
Efendi’nin atanmasında yeteneklerinin yanısıra, Reisülküttap Mehmet Raşit Efendi’ye yakınlığının da
rol oynadığını belirtmektedir. Ainslie, Mahmut Raif Efendi’nin yükselmeyi hedefleyen hırslı bir kişi
olduğunu yazmaktadır. Ergin de, Mahmut Raif Efendi’nin Babıâli’de üst düzey görevlere gelmek
arzusunda olduğunu, bu nedenle Avrupa’ya seyahat ederek bir yabancı dil öğrenmek istediğini
belirtmektedir. Vahdettin Engin, “Mahmut Raif Efendi Tarafından Kaleme Alınmış Đngiltere Seyahati
Gözlemleri”, Prof. Dr. Đsmail Aka’ya Armağan, Đzmir, 1999, s. 136. 613 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 178. Mahmut Raif Efendi hakkında ayrıca bkz:
Đhsan Sungu, “Mahmud Raif ve Eserleri”, Hayat Mecmuası, S. 16, (1929), s. 9–12. 614 PRO, FO 78/14, No: 19, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 August 1793.
299
Ağustos ayı içinde kesinleştirildi ği anlaşılan Osmanlı elçilik heyetinde
memur statüsünde görevlendirilenler şu kişilerden oluşmaktaydı:615
Yusuf Agah Efendi (Büyükelçi)
Mahmut Raif Efendi (Sırkatibi)
Mehmet Derviş Efendi (Hazinedar ve Ataşe)
Mehmet Tahir Efendi (Ehl-i Đslam Kişizadesi)
Emanuel Persiani (Tercüman-ı Evvel)
Gregorio Valerianus (Tercüman-ı Sani)
Yanko Savrud (Zımmi Kişizadesi)
Elçilik heyetinde bulunanlara rütbeleri nispetince harcırah ve yolluk da
bağlandı: Yusuf Agah Efendi 50.000 kuruş maaş, 15.000 kuruş harcırah; Mahmut
Raif Efendi 10.000 kuruş maaş, 4.000 kuruş harcırah; Mehmet Derviş Efendi 3.000
kuruş maaş, 2000 kuruş harcırah; Mehmet Tahir Efendi 3.000 kuruş maaş, 2000
kuruş harcırah; Emanuel Persiani 8.000 kuruş maaş, 3.000 kuruş harcırah; Gregorio
Valerianus 6.000 kuruş maaş, 2.500 kuruş harcırah ve Yanko Savrud 2.500 kuruş
maaş, 1.500 kuruş harcırah alacaklardı.616
615 Mehmed Alaaddin Yalçınkaya, “Mahmud Raif Efendi as the Chief Secretary of Yusuf Agah Efendi:
The First Permanent Ottoman-Turkish Ambassador to London (1793-1797)”, OTAM , S. 5., (1994), s.
406. Mehmet Tahir Efendi ve Yanko Savrud, Avrupa ahvalini ve dillerini öğrenmek amacıyla
gönderilmiş gençlerdi. Yukarıda belirtildiği gibi, III. Selim’in sürekli diplomasiye geçişteki
amaçlarından biri de, ikamet elçiliklerinde görevlendirilecek gençlerin Avrupa’yı tanımaları ve
yabancı dil öğrenmelerinin sağlanmasıydı. Ainslie de, raporunda bu hususu belirtmektedir. PRO, FO
78/14, No: 22, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 September 1793. 616 BOA, Name-i Hümayun Defteri 9, varak 302. Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden
Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”, s. 46; 52 dipnot:11. Belirtilen belge üzerinde
çalışan Yalçınkaya, bazı yazarların maaşlar ve harcırahlar hususunda yanlışlık yaptığını
vurgulamaktadır. Örneğin, karşılaştırmak için bkz: Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s.
1480; Karal, Selim III.’ün Hat-tı Humayunları-Nizam-ı Cedit- , s. 176.
300
Londra’ya vardığında, Đngiliz Hükümeti yol harçlığı teklif ederse, bunu kabul
etmemesi de Yusuf Agah Efendi’ye sıkı sıkıya tenbihlenmişti.617
Elçilik heyetinde yer alacak kişilerin belirlenmesine paralel olarak,
Đngiltere’de Kral ve ailesi ile Başbakan Pitt ve Dışişleri Bakanı Grenville’e sunulacak
hediyelerin hazırlanması işine de girişildi. Hazırlanan hediyeler şu şekildeydi: Kral
III. George’a sunulmak üzere, kılıç, tüfek, çeşitli cinste kumaşlar; Kraliçe’ye
sunulmak üzere elbise ve sorguç; Veliaht Prens’e sunulmak üzere çeşitli cinste
kumaşlar ve kılıç; Başbakan’a Pitt’e ve Dışişleri Bakanı Grenville’e sunulmak üzere
ise çeşitli cins kumaşlar. Bu hediyelere ek olarak, Kral’a, veliaht Prens’e, Başbakan’a
ve Dışişleri Bakanı’na sunulmak üzere pahalı koşum takımlarıyla süslenmiş atlar da
hazırlandı.618
Elçilik heyetinin Londra’ya karayoluyla gidişinin kesinleşmesinden sonra,
hazırlanan hediyelerin ise çok olması nedeniyle denizyoluyla gönderilmesi
kararlaştırıldı. Bu nedenle kiralananan “La Colombo Fortuna” adlı bir Raguza
gemisine, gönderilecek hediyeler yüklendi. Gemi 12 Ekim’de Đstanbul’dan denize
açıldı.619
Ainslie de Osmanlı heyetinin karayolu vasıtasıyla Londra’ya gidişiyle ilgili
hazırlıklara çok aktif bir biçimde katılmaktaydı. Reisülküttap, hazırlıklarla ilgili
olarak Ainslie’ye sürekli bilgi vermekte ve fikirlerini almaya çalışmaktaydı.620 Öte
yandan, Ainslie, Osmanlı heyetinin gidiş güzergâhının belirlenmesinde de etkili
617 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1514. 618 Bu husustaki Hattı-Humayun Uzunçarşılı tarafından günümüz Türkçesi’ne çevrilmiştir: Bkz:
Uzunçarşılı, “On Dokuzuncu Asır Başlarına Kadar Türk-Đngiliz Münesabatına Dair Vesikalar”, s.
584–589. Ainslie de, Grenville’e gönderdiği raporda, Đngiltere’de önde gelen kişilere verilmek üzere
Sultan III. Selim tarafından hazırlatılan hediyeler hakkında bilgi vermektedir. PRO, FO 78/14, No: 19,
“Ainslie’den Grenville’e”, 10 August 1793. 619 PRO, FO 78/14, No: 24, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 October 1793. 620 PRO, FO 78/14, No: 24, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 October 1793.
301
olmakta ve heyetin rahat bir yolculuk yapması için girişimlerde bulunmaktaydı.
Ainslie, heyetin özellikle Osmanlı sınırlarından çıktıktan sonra Londra’ya kadar olan
yolculuğunun düzenlemesinde rol oynadı. Bu çerçevede, Đngiltere’nin Viyana
Büyükelçisi Sir Morton Eden’la haberleşerek, elçilik heyetinin Viyana’dan Ostend’e
kadar yapacağı seyahatte yardımcı olmasını kendisinden istedi. 621
Osmanlı elçilik heyetinin Londra’da konaklaması için gerekli yerin
ayarlanması için de hazırlıklar Đstanbul’da yapılmıştı. Ainslie’nin bildirdiğine göre,
Yusuf Agah Efendi’nin Đstanbul’da bankerliğini yapmakta olan Peter Tooke adlı bir
Đngiliz, Londra’da oturan vatandaşı William Robinson’u Osmanlı heyetinin
konaklaması için otel kiralamakla görevlendirdi. 622 Tooke, Osmanlı elçilik heyetinin
maaş ve harcırahlarının Đstanbul’dan Londra’ya transfer edilmesinde de yardımcı
olmuştu.623
Hazırlıkların tamamlanmasının ardından, Yusuf Agah Efendi başkanlığındaki
Osmanlı heyeti 14 Ekim 1793’te Đstanbul’dan Londra’ya doğru yola çıktı.624
3-Đlk Đkamet Elçilikleri ve Faaliyetleri
a)Londra Büyükelçiliği
i)Yusuf Agah Efendi Dönemi
14 Ekim 1793’te Đstanbul’dan yola çıkan Osmanlı heyeti 9 günde Rusçuk’a
vardı.625 Rusçuk’tan Tuna’yı geçen Heyet, daha sonra Eflak Beyi Alexander
621 PRO, FO 78/14, No: 24, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 October 1793. 622 PRO, FO 78/14, No: 24, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 October 1793. 623 Yalçınkaya, “Mahmud Raif Efendi as the Chief Secretary of Yusuf Agah Efendi: The First
Permanent Ottoman-Turkish Ambassador to London (1793–1797)”, s. 405–406. 624 PRO, FO 78/14, No: 24, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 October 1793.
302
Moussi’nin gönderdiği arabalarla 2 günde Bükreş’e ulaştı, Heyet, seyahate devam
etmek için gerekli malzemeleri temin etmek amacıyla 1 hafta orada kaldı. Eflak
Beyi, Heyet’in Bükreş’ten Hermannstadt’a kadar yapacağı yolculukla ilgili
hazırlıkları yürütmekteydi. Ayrıca, Eflak Beyi, yolculuk hazırlıklarının yanısıra
Heyet’in sınırda Avusturya yetkililerince karşılanması ve Avusturya’ya girişte
karantinaya alınması hususunda da temaslar yaptı.626 Heyet, hazırlıkların
tamamlanmasından sonra, Transilvanya üzerinden Avusturya topraklarına girdi.
Burada 10 gün karantinada kalan Heyet, Hermannstadt üzerinden Viyana’ya vardı.
Viyana’ya ulaşan Osmanlı Heyeti, burada Đngiltere’nin Viyana Büyükelçisi
Sir Morton Eden’in yardımlarından yararlandı. Yukarıda belirtildiği gibi, Ainslie
daha Heyet yola çıkmak üzereyken Eden’a mektup göndererek yardımcı olmasını
istemişti. Zaten, Eden’in gönderdiği bir uşak, Heyeti daha Hermannstadt’tayken
karşılamış ve Viyana’ya kadar olan yolculuğunda eşlik etmişti.627
Viyana’da kısa bir süre kalan Heyet, Kasım ayı sonlarında kentten ayrıldı.
Eden’in görevlendirdiği bir Đngiliz’in rehberliğinde, Prusya ve Belçika üzerinden
Ostend’e doğru yola çıktı. Yusuf Agah Efendi ve beraberindekiler, yolculuk
sırasında Nüremberg, Koblenz, Bonn, Köln, Liege, Brüksel, Gent ve Brugges gibi
şehirlerden geçtiler. Sonunda, 13 Aralık’da Ostend’e varıldı. Burada birkaç gün
625 Yolculuğun ayrıntıları, Mahmut Raif Efendi’nin Đngiltere seyahatini ve oradaki faaliyet ve
izlenimlerini anlatmak amacıyla Fransızca olarak kaleme aldığı “Journal du Voyage de Mahmoud Raif
Efendi en Angleterre Ecrit par Lay Meme” başlıklı eserden yararlanılarak anlatılmaktadır. Sözkonusu
eserin tam metin olarak Türkçe’ye çevirisi Vahdettin Engin tarafından yapılmıştır. Engin, “Mahmud
Raif Efendi Tarafından Kaleme Alınmış Đngiltere Seyahati Gözlemleri”, s. 140–151. Mahmut Raif
Efendi’nin eseri, sadece Yusuf Agah Efendi’nin Londra elçiliği ve faaliyetleri açısından önemli
değildir. Mahmut Raif Efendi, bir Batı diliyle eser yazan ilk Osmanlı devlet adamıdır. 626 PRO, FO 78/14, No: 24, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 October 1793. 627 Babıâli de, Eden’in Osmanlı Heyeti’nin karşılanması hususunda yardımcı olmasından memnundu.
Reisülküttap, Eden’le yazışmaları hakkında Ainsilie’den bilgi almak istemekteydi. PRO, FO 78/14,
No: 25, “Ainslie’den Grenville’e”, 12 November 1793.
303
kaldıktan sonra, Manş Kanalı’nı geçmek üzere bir gemiye binen Heyet, deniz
yolculuğu sırasında kopan fırtına nedeniyle sıkıntılı bir yolculuk yaptı.
Gemi yolculuğunun ardından Dover’de Đngiltere topraklarına ayak basan
Osmanlı Heyeti, burada büyük bir törenle karşılandı. Heyeti, Đngiliz Hükümeti adına
General Smith karşıladı. Karşılama töreninden sonra bir otele yerleşen Heyet, Albay
Bastard tarafından General Smith’in vereceği kahvaltıya davet edildi. Kahvaltı
sırasında General Smith’le tanışan Heyet mensupları, aynı gün (20 Aralık 1793)
Londra’ya doğru yola çıktılar. Heyetin kentten ayrılışı sırasında da askeri birliklerce
uğurlama töreni düzenlendi. 628
Canterbury’de geceleyen ve burada da askeri birliklerce karşılanan ve
uğurlanan Osmanlı Heyeti, ertesi gün (21 Aralık 1793) Londra’ya vardı. Heyet, Pall-
Mall semtinde bulunan Royal Hotel’e yerleşti. Ertesi gün, Đngiliz Dışişleri Bakanı
Grenville’in özel sekreteri Goddard, Bakan’ın iyi dileklerini iletmek için otele geldi.
Goddard’la, Mahmut Raif Efendi görüştü. Bu, Heyetin Đngiltere’de yaptığı ilk
diplomatik görüşmeydi.629
Sözkonusu görüşmeden birkaç gün sonra, Osmanlı Heyeti Lord Grenville’i
ziyaret etti. Ziyarette, Lord Grenville “bütün samimiyeti ile, Babıâli’nin
büyükelçisini görmekten duyduğu memnuniyeti belirterek, Kralın da merasim
gününden önce (…) görüşmek arzusunda bulunduğunu ifade etti”.630
628 General Smith, Grenville’e yolladığı mektupta Osmanlı Heyetinin karşılanışı ve uğurlanışıyla ilgili
bilgiler vermektedir. Smith, Osmanlı Heyeti hakkındaki izlenimlerini de aktarmıştır. Smith’e göre,
Yusuf Agah Efendi, “samimi”, “saygıdeğer” ve “eski tip” birisidir. Mahmut Raif Efendi ise, “genç” ve
“zeki” bir kişidir. PRO, FO 78/14, “Smith’den Grenville’e”, 21 December 1793. 629 Engin, “Mahmud Raif Efendi Tarafından Kaleme Alınmış Đngiltere Seyahati Gözlemleri”, s. 142;
Yalçınkaya, “Mahmud Raif Efendi as the Chief Secretary of Yusuf Agah Efendi: The First Permanent
Ottoman-Turkish Ambassador to London (1793–1797)”, s. 410. 630 Engin, “Mahmud Raif Efendi Tarafından Kaleme Alınmış Đngiltere Seyahati Gözlemleri”, s. 142.
304
8 Ocak 1794’te Yusuf Agah Efendi, Mahmut Efendi ve Persiani ile birlikte
güven mektubunu sunmak amacıyla III. George’un huzuruna çıktı. Kral, Osmanlı
Heyetini özel bir odada kabul ederek, kendileriyle uzun süre görüştü. Heyet, Ocak
ayı içinde Kraliçe ve Veliaht Galler Prensi tarafından da kabul edildi. 631
Osmanlı Heyeti Đngiliz Sarayı’na yapılan ilk ziyaretlerin yanısıra, Đngiltere
Hükümeti’nin önde gelen isimleriyle de görüşmeler yaptı. Bu çerçevede, Yusuf Agah
Efendi 15 Ocak 1794’te başbakanlık binasında Başbakan Pitt’i ziyaret etti.
Görüşmeye Mahmut Raif Efendi ve Persiani de katıldılar. Aynı günün akşamı,
Osmanlı Heyetine Londra Tavernası’nda (London Tavern) Pitt, Grenville, birkaç üst
düzey devlet yöneticisi ve Levant Company üyelerinin katıldığı görkemli bir akşam
yemeği verildi. Yemek Levant Company tarafından Yusuf Agah Efendi şerefine
verilmişti. 18 Ocak’ta ise, Lord Grenville kendi evinde Heyete bir yemek verdi. 632
Yusuf Agah Efendi, Londra’ya varışının daha ilk ayında sözkonusu ziyaretler
ve etkinlikler vasıtasıyla çok sayıda kişiyle tanıştı. Yusuf Agah Efendi’nin tanıştığı
kişiler arasında -yukarıda belirtilenlerin dışında- Lordlar Kamarası üyeleri, Kral’ın
kardeşleri olan dükler ve Londra’da bulunan misyon şefleri de bulunmaktaydı.633
Londra’daki ilk temaslardan sonra, Osmanlı Heyetindekiler kaldıkları otelden
ayrılarak, kendilerine tahsis edilmiş olan evlere yerleştiler. Heyete tahsis edilen evler,
Londra’nın Adelphi semtinde, Thames nehri kıyısındaydı. 634
III. Selim tarafından Đngiliz yönetiminin ileri gelenlerine sunulmak üzere
hazırlatılan hediyelerin deniz yoluyla gönderildiği yukarıda belirtilmişti. Yusuf Agah
631 Idem. 632 Yalçınkaya, “Mahmud Raif Efendi as the Chief Secretary of Yusuf Agah Efendi: The First
Permanent Ottoman-Turkish Ambassador to London (1793–1797)”, s. 412–413. 633 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 47. 634 Engin, “Mahmud Raif Efendi Tarafından Kaleme Alınmış Đngiltere Seyahati Gözlemleri”, s. 142.
305
Efendi, hediyelerin Londra’ya ulaşması geciktiği için görevine resmen başlayamadı.
Fakat, Osmanlı Heyeti Londra’ya gelişinden, resmi takdim töreni yapılıncaya kadar
geçen dönemde, kentteki törenler, davetler, kabuller gibi diplomatik etkinliklere
katılmaya özen gösterdi.635
Đstanbul’dan 1793 ekiminde yola çıkarılan hediyeler, 8 ay gibi hayli uzun bir
sürenin sonunda 1794’ün yaz başlarında Londra’ya ulaşabildi. Hediyelerin gelişinden
sonra da, önce Kral’ın tatilde olması nedeniyle, ardından da tören hazırlıklarının iyi
bir biçimde yapılabilmesi amacıyla resmi takdim merasimi yaklaşık 6 ay daha
gecikti.636
Sonunda, Yusuf Agah Efendi, 29 Ocak 1795’te yapılan görkemli bir törenle,
III. Selim’in III. George’a gönderdiği name-i hümayunu637 ve hediyeleri takdim
etmek üzere St. James Sarayı’nda huzura çıktı. III. Selim, name-i hümayunda,
Osmanlı Devleti’yle Đngiltere arasındaki dostluğu daha da kuvvetlendirmek istediğini
belirtiyordu. Name-i humayunda, ayrıca, Yusuf Agah Efendi’nin ikamet elçisi olarak
atanma amacının iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin geliştirilmesinin, iki ülke
uyruklarının birbirlerinin topraklarında rahat seyahat edebilmelerinin ve ticaret
yapabilmelerinin sağlanmasına katkıda bulunmak olduğu da ifade edilmişti.
Yusuf Agah Efendi misyonunun Đngiltere’deki faaliyetleri temelde 5
boyutta olmuştur:
635 “(…) her hafta düzenli olarak sefir günlerinde saraya gitmeye ve aristokrat toplantılarına katılmaya
başladık”. Idem. Osmanlı Heyetinin çok kısa bir sürede Avrupa tarzı faaliyetleri benimsemesi,
Londra’da bulunan Đngiliz soyluları ve yabancı diplomatlarla ilişkilerini geliştirmesi dikkat çekicidir.
Bu durum, Osmanlı diplomasisinin 18. yüzyılda olgunlaşmaya ve Avrupai diplomatik usüllerin
benimsenmeye başladığını göstermektedir. 636 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 47. 637 BOA, Name-i Humayun Defteri, No:9, s. 296, 11 Safer 1208. Sözkonusu name-i humayun
Uzunçarşılı tarafından günümüz alfabesine çevrilerek yayınlanmıştır. Bkz: Uzunçarşılı, “On
Dokuzuncu Asır Başlarına Kadar Türk-Đngiliz Münesabatına Dair Vesikalar”, s. 624–626.
306
-Osmanlı Đmparatorluğu’yla Đngiltere arasındaki diplomatik ilişkilerin
yürütülmesi.
-Đngiltere ve Avrupa ile ilgili haberlerin Babıâli’ye iletilmesi.
-Osmanlı Đmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu maddelerin ve uzmanların
temin edilmesi.
-Londra’da bulunan diğer diplomatlarla temas kurulması.
-Diğer yarı-diplomatik faaliyetler.
Yusuf Agah Efendi’nin iki ülke arasındaki diplomatik ili şkilerle ilgili
faaliyetleri, Avrupa konjonktürünün uygunluğu ve Osmanlı Đmparatorluğu’nun o
dönemde izlediği dış politika nedeniyle, nispeten önemli sıkıntılarla karşılaşılmadan
sürdürülebilmiştir. Bu yüzden, öncelikle şu tespitte bulunmak yerinde olacaktır:
Avrupa devletlerinin Fransız Devrimi nedeniyle kendi iç sorunlarıyla
uğraştığı ve uluslararası ilişkilerin gündelik değişimlere açık olduğu bir
konjonktürde, Osmanlı yönetimi önceki deneyimlerin (savaş ilan etmek ve ittifaklara
katılmak gibi) olumsuz sonuçlarından ders çıkararak, Fransa ve Müttefikler
arasındaki savaşta tarafsız kalmayı tercih etmekteydi. Savaşa iştirak edilerek
girişilebilecek yeni bir maceranın, Osmanlı Đmparatorluğu’nun yok olmasıyla
sonuçlanabileceği gerek III. Selim, gerek Osmanlı ricalinin büyük çoğunluğu
tarafından bilinmekteydi. Bu nedenle, Osmanlı Đmparatorluğu Avrupa’da savaşa
girmesine yol açacak bir ittifak yapmaktan da özenle kaçınmaktaydı. Avrupa’nın
içinde bulunduğu kaotik durum, aynı zamanda III. Selim’e ve reformcu kadrolara,
dış tehdit ve savaşın yaratabileceği olumsuzluklar olmadan Nizam-ı Cedit
reformlarını yapabilme fırsatı da vermişti.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun çok önemli bir uluslararası sorun olmadan
geçirdiği bir dönemde görev yapan Yusuf Agah Efendi de, elçili ği sırasında büyük
307
bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmadı. Zaten, Osmanlı-Đngiliz ili şkilerinde yüzyıllardır
genel olarak büyük bir sorun yaşanmamıştı.
Yusuf Agah Efendi’nin büyükelçiliği döneminde, Osmanlı Đmparatorluğu ile
Đngiltere arasındaki en önemli sorunlar ise Fransa nedeniyle ortaya çıktı:
1794 yazında Đzmir limanına sığınan “Sybille” adlı bir Fransız fırkateyni,
limandan çıktıktan sonra beraberindeki ticaret gemileriyle birlikte Miknos (Mikonos)
adası önünde Đngiliz filosu tarafından esir alındı. Mikonos o dönemde Osmanlı
toprağıydı ve gemiler de Osmanlı karasularında esir alınmıştı. Mikonos’ta bulunan
Osmanlı tebası da bu çatışma sırasında zarar görmüştü. Bu durum, Osmanlı
egemenlik haklarının çiğnenmesiydi ve dolayısıyla devletler hukuku ilkelerine açıkça
aykırıydı.638
Babıâli, Đstanbul’daki Đngiliz elçiliği kanalıyla gemilerin iadesi ve tazminat
ödenmesi için girişimlerde bulundu.639 Yusuf Agah Efendi de bu konuda Đngiliz
Hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmakla görevlendirildi. Bunun üzerine, Yusuf
Agah Efendi Dışişleri Bakanı Lord Grenville’le yaptığı çeşitli görüşmelerde konuyu
gündeme getirdi. Osmanlı büyükelçisi, gemilerin iadesini ve tazminat olarak 400
kese altın verilmesini talep etti. 640 Lord Grenville, Yusuf Agah Efendi’ye konunun
ele alınacağını bildirdi. Yusuf Agah Efendi de Reisülküttap’a gönderdiği raporda,
gemilerin iadesi ve tazminat hususlarını Grenville’e ilettiğini, Đngiliz tarafından
cevap gelirse Đstanbul’a durumu bildireceğini belirtti. Yusuf Agah Efendi,
638 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 17. Fransa’nın, Mikonos
hadisesiyle ilgili olarak Babıâli nezdindeki girişimleri için bkz: Soysal, Fransız Đhtilali ve Türk-
Fransız Diplomatik Münasebetleri, s. 126. 639 Örneğin, PRO, FO 78/16, No:5, “Linston’dan Grenville’e”, 25 February 1795. 640 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere, Yusuf Agah Efendi Tahriratı Külliyatı, Fatih Millet
Kütüphanesi, Ali Emiri Kitapları, No:840. “Yusuf Agah Efendi Sefaretnamesi” olarak da bilinen bu
eserde, Yusuf Agah Efendi’nin Đngiltere’deki faaliyetleri, Đstanbul’a gönderdiği haberler ve
Babıâli’yle yazışmaları yer almaktadır.
308
Đngiltere’den olumlu yanıt gelmesinin beklenmemesi ve Babıâli’nin Fransız gemi
sahiplerine 400 kese altını ödemesi tavsiyesinde de bulundu.
1796 yılı başlarında ise bu sefer bir Fransız gemisi bir Đngiliz gemisini Đzmir
limanı açıklarında ele geçirdi. Fransızlar ele geçirdikleri Đngiliz gemisini Đzmir’e
getirdiler. Babıâli, olayın tahkikatı sonuçlanana kadar gemilerin Đzmir limanını terk
etmemesi yönünde bir emri Đzmir’e gönderdi. Ayrıca, Babıâli, Đngiliz Hükümeti’ne
konuyla ilgili bilgi verilmesi için Yusuf Agah Efendi’yi görevlendirdi. Bunun
üzerine, Yusuf Agah Efendi, Lord Grenville’le yaptığı görüşmede konuyla ilgili
tahkikatın devam ettiğini ve Fransız yetkililerin Đngiliz gemisinin Osmanlı karasuları
dışında (3 milin dışında) zapt edildiğini bildirdiklerini söyledi.641 Lord Grenville de,
Osmanlı Devleti’nin tarafsız olması nedeniyle tahkikatın ehil kişilerce ve
Fransızların iddialarına itimat edilmeksizin yapılmasını istedi.
Kuran, tahkikatın Đngiltere lehine sonuçlandığını kaydetmektedir. Bunu da,
Yusuf Agah Efendi’nin bir süre sonra Mikonos hadisesiyle ilgili olarak Đngiltere’den
tazminat girişimlerini yeniden gündeme getirmesine bağlamaktadır.642 Nitekim,
Babıâli Đngiliz Hükümeti’ne verilmek üzere bir takrir göndermiştir.643 Takrirde,
Đngiltere ve Osmanlı Devleti arasındaki dostluğa ve Babıâli’nin savaşta tarafsızlığını
sürdürmesine rağmen, sorunun yaklaşık 2 seneden beri çözülemediği
belirtilmekteydi. Osmanlı Devleti’nin zarar görenlere ödeyeceği tazminat bir an önce
Babıâli’ye teslim edilmeliydi.
641 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere. Sözkonusu hadise, o sırada Đstanbul’da
maslahatgüzar olarak görev yapmakta olan Spencer Smith’in en önemli uğraşısı haline gelmişti. Smith
konuyla ilgili olarak Osmanlı Devleti nezdinde birçok girişimde bulundu. Örneğin, bkz: PRO, FO
78/17, No:5, “Smith’den Grenville’e”, 2 February 1796 ve PRO, FO 78/17, No:1, “Smith’den
Grenville’e”, 10 February 1796. 642 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 18. 643 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere.
309
Đngiliz Hükümeti’nin resmi bir cevap vermesi çok uzun sürmüştür. Sonunda,
1797 ekiminde karar açıklanarak, Yusuf Agah Efendi’nin yerine Londra
Büyükelçiliğine atanan Đsmail Ferruh Efendi’ye bildirilmiştir.644 Yazıda, Osmanlı
Devleti’nin tarafsız olmasına rağmen bazı Osmanlı memurlarının buna uymayarak
Đngiltere’nin düşmanı olan Fransa’ya ait gemilerini korudukları vurgulanmaktaydı.
Fransızların Osmanlı karasularında Đngilizlere verdikleri zarar daha fazla
olduğundan, Babıâli’nin Mikonos hadisesi nedeniyle istediği tazminatın verilmesi
mümkün değildi.
Babıâli de Đngiliz Hükümeti’nin kat’i cevabından sonra bu hususta bir daha
girişimde bulunmamıştır.
Yusuf Agah Efendi’nin elçiliği döneminde Osmanlı-Đngiliz ili şkilerinde
gündeme gelen bir başka husus ise, 1795 başlarında Đngiltere ve Rusya arasında
imzalanan ittifak antlaşmasıdır.645 Đttifak antlaşması, iki devletin topraklarına
yönelecek bir saldırıya karşı birbirlerine yardım etmeleri ilkesine dayanmaktaydı.
Antlaşma’nın Fransa’ya karşı olduğu açıktı.
Yusuf Agah Efendi, antlaşmanın metnini Babıâli’ye gönderdi. Đstanbul’da
bulunan Đngiliz Elçiliği Maslahatgüzarı Spencer Smith de, antlaşmanın Fransa’ya
karşı olduğunu ve Osmanlı Đmparatorluğu aleyhine hiçbir maddeyi ihtiva etmediğini
Babıâli’ye bildirdi. Fakat, Osmanlı ricali sözkonusu antlaşmayla ilgili iki nokta
yüzünden tereddüt içindeydiler. Bunlardan birincisi; Đspanya ve Portekiz antlaşma
hükümleri dışında tutulurken, Osmanlı Đmparatorluğu’nun istisna edilmemiş
olmasıydı. Đkincisi ise, Đngiltere’nin, Rusya ile Asya devletleri arasında çıkacak bir
644 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 18. 645 Ibid. , s. 19.
310
savaşta Rusya’ya yardım etmek zorunluluğunda olmamasıydı. Đstanbul’da “Asya
devletleri” tabirinden Đran ve Çin’in kast olunduğu söylentileri dolaşmaktaydı.646
Babıâli, bu yöndeki endişelerini gidermek amacıyla Yusuf Agah Efendi’nin
Lord Grenville’le görüşmesini istedi. Yusuf Agah Efendi de, 1796 martında
Grenville’i ziyaret ederek Babıâli’nin endişelerini dile getirdi. Grenville ise Yusuf
Agah Efendi’ye cevabında, antlaşmanın Fransa’ya karşı olduğunun altını çizerek,
antlaşmada Đspanya ve Portekiz’den başka Đtalya’nın da istisna tutulduğunu, fakat
sözkonusu ülkelerle ilgili bir durumun ortaya çıkması durumunda antlaşmanın asker
göndermek yerine para yardımı şeklinde uygulanacağını ifade etti. Grenville, ayrıca,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun bir Asya devleti olmadığını, Avrupa’da da toprakları
olduğunu ekledi. Grenville’e göre, bu nedenle antlaşmada yer alan “Asya devletleri”
ifadesi, Osmanlı Đmparatorluğu’yla ilgili değildi.647
Yusuf Agah Efendi, Grenville’le yaptığı görüşmeyi bir raporla Babıâli’ye
bildirdi.648 Yusuf Agah Efendi, raporunda bu konudaki kendi görüşünü de ifade etti.
Rusya, Osmanlı Đmparatorluğu’na saldırırsa Đngiltere kesin olarak Rusya’ya yardım
etmeyecekti. Osmanlı Đmparatorluğu’nun Rusya’ya saldırması durumunda ise,
Đngiltere Rusya’ya yardım edecekti. Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu hakkındaki
iyi niyetine inanılabilirdi. Bu devletin Rusya’yı rakip olarak görmesi, Babıâli
açısından emniyet subabı teşkil ediyordu.
646 Idem. 647 Ibid. , s. 20. Grenville’in Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa Devleti olduğu cevabı, tezde sıklıkla
vurgulanmaya çalışılan Osmanlı Đmparatorluğu’nun “fiilen” Avrupa devletler sisteminin bir parçası
olduğu yönündeki görüşü desteklemektedir. 648 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere. Yusuf Agah Efendi, raporunda Đngiltere hakkındaki
olumlu düşüncelerine rağmen, “küfrü milletün vahide” [kafirler tek millettir] düsturunun hep nazarı
dikkate alınacağını da vurgulamaktan kaçınmamıştı.
311
Yusuf Agah Efendi’nin Londra’daki faaliyetlerinin 2. boyutunu da, Đngiltere
ve Avrupa’yla ilgili haberleri Babıâli’ye iletmesi oluşturmaktadır:
Yusuf Agah Efendi ve elçilikteki görevliler, edindikleri haberleri düzenli
olarak Đstanbul’a göndermekteydiler. Elçiliktekilerin haber kaynaklarının başlıcaları
ise; Đngiltere basınında çıkan haberler, Đngiliz ileri gelenleriyle ve Londra’daki diğer
diplomatlarla yapılan görüşmelerdi.649
Yusuf Agah Efendi’nin Babıâli’ye gönderdiği haberler incelendiğinde, Fransa
ile Müttefikler arasındaki savaştaki gelişmeler, Avrupa devletleri arasındaki
diplomatik temaslar, Avrupa’nın çeşitli ülkeleriyle ilgili gelişmeler, Đngiliz
Hükümeti’nin faaliyetleri, Đngiliz ordusunun durumu ve Đngiltere Kralı’nın
Parlamento’da yaptığı konuşma gibi Đngiltere’deki iç gelişmelerin raporlarda en fazla
yer alan hususlar olduğu görülmektedir.650
Yusuf Agah Efendi’nin Londra’daki faaliyetlerinin 3. boyutunu ise, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu malzeme ve yabancı uzmanların temin edilmesi
oluşturmaktaydı:
Osmanlı Đmparatorluğu savaş sanayii açısından çok önemli olan bazı
maddelerde dışa bağımlıydı. Sözkonusu maddelerin başta gelenlerinden biri de
kalaydı. Kalay çok uzun bir süredir Đngiltere’den temin edilmekteydi. Daha önce, bu
maddenin temini Đngiliz tüccarları vasıtasıyla yapılıyordu. Londra’da ilk ikamet
elçiliğinin kurulması, kalay ve benzeri maddelerin doğrudan temin edilmesini
sağlayacaktı.
649 Yusuf Agah Efendi, özellikle Đsveç Büyükelçisi M. De Asp ve Danimarka Büyükelçisi De Wadel
ile çok sıcak ilişkiler kurmuştu. M. De Asp, Londra’dan önce bir süre Đstanbul’da Đsveç elçisi olarak
görev yapmıştı. Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet
Elçisinin Rolü”, s. 48. 650 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere.
312
Yusuf Agah Efendi de kendisine verilen talimat uyarınca, kalay madeninin
satın alınması işini Londra’dan takip etmiştir. Yusuf Agah Efendi’nin girişimleri
sonucunda, 900 yüz kantar kalay satın alınmıştır. Đlk partide 100 kantarı Đstanbul’a
gönderilmiş, geri kalan kısmı ise bir Raguza gemisiyle Đzmir’e yollanmıştır. Babıâli
de, satın alınan kalayın bedeli olarak 50 bin kuruşu Yusuf Agah Efendi’ye
göndermiştir.651
Yusuf Agah Efendi, elçiliği sırasında, Osmanlı Đmparatorluğu’na gerekli olan
yabancı askeri uzmanların bulunarak Đstanbul’a gönderilmesi işiyle de meşgul oldu:
Daha önce de belirtildiği gibi, gerek genel olarak Osmanlı/Türk
modernleşmesinin, gerek özel olarak Nizam-ı Cedit reformlarının merkezinde askeri
reform düşüncesi yer almaktadır. Askeri reformlar ise Nizam-ı Cedit adlı yeni bir
ordu kurulması652 ve Osmanlı ordusu ve donanmasının modern silah ve cephaneyle
teçhiz edilmesi gibi birbirinden ayrılamaz iki unsurdan oluşmaktaydı. Osmanlı
yönetimi, hem yeni ordunun kurulması ve modern usüllerle eğitilmesi, hem de
Osmanlı ordu ve donanması için modern silahlar ve cephane sağlanması için Batılı
uzmanlara ihtiyaç duymaktaydı. Bu çerçevede, Fransız, Đngiliz, Prusyalı, Đsveçli,
Avusturyalı, Đspanyol, Đtalyan gibi birçok farklı millete mensup uzmandan
yararlanılmaya çalışıldı.653 Fransa, Đngiltere, Prusya ve Đsveç monarkları da III.
Selim’e hediye olarak savaş araçlarına ait planlar ve modeller, bombalar, toplar ve
tüfekler göndermekteydiler. Avrupalı monarkların sözkonusu hediyeleri
göndermekteki amaçları, Avrupa’nın Fransız Devrimi’yle girdiği kaotik ortamda
651 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere. 652 Nizam-ı Cedit ordusunun kurulması, gelişimi ve lağv edilmesiyle ilgili olarak bkz: Stanford J.
Shaw, “The Origins of Ottoman Military Reform: The Nizam-ı Cedid Army of Sultan Selim III”, The
Journal of Modern History , Vol. 37., No:3, (September 1965), s. 291-306. 653 Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, “Nizam-ı Cedid Döneminde Osmanlı Devleti’nin Modernleşmesinde
Đngilizlerin Rolü”, Osmanlı, Güler Eren, (ed) C. VI, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 685.
313
Osmanlı Đmparatorluğu’nun desteğini alabilmekti.654 III. Selim de, değişik ülkelerin
uzmanlarından ve teknolojik desteklerinden yararlanmaya özellikle dikkat etmiştir.
Tek ülkeye bağlı kalmamak, Osmanlı yöneticilerinin önem verdikleri bir husustu.655
Đngiltere, Osmanlı yöneticilerinin askeri reformlarını Fransa’yla birlikte en
dikkatli izleyen ve askeri reformlara katkı yapan ülkelerin başında gelmekteydi.
Daha Nizam-ı Cedit ordusunun kurulma hazırlıkları yapılırken, Đstanbul’da bulunan
Đngiliz Büyükelçisi Ainslie -Đngiliz Hükümetinin III. Selim’e yardımcı olunması
talimatına uygun tarzda -Osmanlı yöneticilerine “resmi” olmayan biçimde bazı yeni
tüfekler ve süngüler sağlamıştı.656 Đngilizlerin Nizam-ı Cedit ordusuna ve askeri
reformlara ilgileri ve katkıları daha sonra da devam etti.657
Đstanbul’daki Đngiliz Büyükelçiliği hem askeri reformlar konusunda
Babıâli’ye danışmanlık, hem de gerekli uzmanların ve silahların temin edilmesinde
aracılık yapmaktaydı.658 Yusuf Agah Efendi’nin Londra’da göreve başlamasından
654 Shaw, Avrupalı güçlerin Osmanlı Đmparatorluğu’nun desteğini bu yolla alma girişimlerinin, III.
Selim’i bazı açılardan büyük güçler arasındaki mücadeleleri manipüle eden ve sözkonusu güç
mücadelesini kendi ülkesinin gelişmesini sağlamak için avantaja çeviren bir monark yaptığını
belirtmektedir. Bu yönüyle III. Selim gelişmekte olan ülkelerin yöneticileri arasında tarihsel olarak bir
ilktir. Shaw, Between Old and New, s. 141. III. Selim’in askeri reformlar konusundaki bu siyaseti,
Osmanlı Đmparatorluğunun -19. yüzyılda gerçek anlamını bulacak olan- büyük güçler arasındaki çıkar
çatışmalarından yararlanma politikasının ilk örneklerinden biridir. 655 19. yüzyılda da büyük oranda korunacak bu politika, Osmanlı silahlı kuvvetlerinin eklektik bir yapı
taşımasına sebebiyet vermesi nedeniyle olumsuz sonuçlar doğurmuştur. 19. yüzyılın başlarından I.
Dünya Savaşı’na kadar süren dönemde, kara kuvvetleri Prusya, donanma Đngiltere, jandarma ise
Fransız etkisinde kalmış ve buna göre örgütlenmiştir. Bu durum, Osmanlı Đmparatorluğu’nun genel
denge politikasının doğal bir sonucudur. 656 Shaw, “The Origins of Ottoman Military Reform”, s. 293. 657 Đngiliz Büyükelçisi Liston, Nizam-ı Cedit ordusu ve askeri reformlarla ilgili olarak Đngiliz
Dışişlerine sürekli biçimde ayrıntılı bilgiler vermektedir. Örneğin bkz: PRO FO 78/15 No:31,
“Liston’dan Grenville’e”, 25 December 1794 ve PRO FO 78/16 No:24, “Liston’dan Grenville’e”, 25
June 1795. 658 Yalçınkaya, “Nizam-ı Cedid Döneminde Osmanlı Devleti’nin Modernleşmesinde Đngilizlerin
Rolü”, s. 686.
314
sonra, Đstanbul’daki Đngiliz Büyükelçiliği Osmanlı Đmparatorluğu’yla Đngiltere
arasında yabancı uzmanların ve silahların temini açısından tek kaynak olmaktan
çıkmıştır.
Yusuf Agah Efendi, görevi sırasında Osmanlı ordusunun ve donanmasının
modernleştirilmesi için gerekli uzmanların sağlanması amacıyla aşağıdaki doğrudan
girişimlerde bulunmuştur:
Babıâli, 1788–1793 yılları arasında Osmanlı ordusunda çalışan ve daha sonra
ülkesine giden Alman kökenli Đngiliz yurttaşı Yarbay Koehler’in yeniden Osmanlı
hizmetine dönmesinin sağlanması amacıyla 1794 yılı ortalarında Yusuf Agah
Efendi’yi görevlendirdi.659 Yusuf Agah Efendi de, Lord Grenville’le temasa geçti.
Yusuf Agah Efendi’nin isteğine rağmen Koehler’in Osmanlı hizmetine girmesi
gerçekleşmedi.
Yusuf Agah Efendi, bu ilk girişiminde başarılı olamadıysa da, daha sonra
bazı Đngiliz uzmanların Osmanlı hizmetine girmelerini sağladı. Bu çerçevede, bir
gemi mühendisi olan White, havuz mimarı Olaf ve daha önce Osmanlı hizmetinde
çalışmış Daniel gibi isimler Yusuf Agah Efendi’nin girişimleriyle Osmanlı
Devleti’nde görev almışlardır. 1796 yılı başlarında Yusuf Agah Efendi Đstanbul’a
gelen Đngiliz Mühendis Nathaniel Cooke da, bizzat Yusuf Agah Efendi’yle
Londra’da yaptığı mukavele uyarınca, 5000 kuruş harcırah ve 1000 kuruş maaşla
Osmanlı hizmetine girmiştir. Yusuf Agah Efendi sadece Đngilizlerin değil, başta
Fransız Devrimi’nden kaçan Fransız sığınmacılar olmak üzere Đngiltere’de ikamet
eden birçok ulustan uzmanın da Đstanbul’a gönderilmesini sağlamıştır.660
659 Ibid. , s. 690. 660 Ibid. , s. 690–691.
315
Yusuf Ağah Efendi, yabancı uzman temini konusunda hayli çaba sarfettiyse
de, Đstanbul’a gelen Đngiliz uzmanların çokbüyük kısmının mesleki yetersizlik gibi
nedenlerle pek kısa bir sürede ülkelerine geri döndükleri anlaşılmaktadır.
Yusuf Agah Efendi’nin Londra’daki faaliyetlerinin 4. boyutunu ise,
Londra’da bulunan diğer büyükelçilerle temaslar oluşturmaktadır:
Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı Elçilik Heyeti Londra’ya varışından
itibaren çok kısa bir sürede, Đngiliz ileri gelenleri ve yabancı diplomatlardan oluşan
topluluğa dahil olabilmeyi başarmıştı. Başta Đsveç ve Danimarka büyükelçileri olmak
üzere çeşitli ülke diplomatlarıyla kurulan ilişkilerin de etkisiyle, Avrupa
devletlerindeki gelişmeler hakkında bilgiler alınmış ve Babıâli’ye iletilmiştir.
Yusuf Agah Efendi, yabancı diplomatlarla iyi ilişkiler kurmasına paralel
olarak, Babıâli’den gelen talimatlar doğrultusunda, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
Avrupa’daki duruma bakışını diğer ülkelerin büyükelçilerine aktarma görevini de ifa
etmeye çalıştı. Örneğin, Babıâli, Yusuf Agah Efendi’ye 19 Nisan 1796 tarihli (11
Şevval 1210) bir “tenbihname”661 gönderdi. Tenbihname’de, Babıâli’nin Đsveç,
Fransa ve Danimarka arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesinden yana olduğu,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Danimarka’ya yakınlık ve dostluk duyduğu
belirtilmekteydi. Tenbihname’de, ayrıca, Babıâli’nin sözkonusu görüşlerinin
Đstanbul’da bulunan Danimarka Maslahatgüzarı’nın “deneyimsizliği” nedeniyle bunu
sızdırabileceğinden kendisiyle konuşulamadığı belirtilmekteydi. Bu nedenle, Yusuf
Agah Efendi Londra’da bulunan Danimarka elçisine Osmanlı Devleti’nin Đsveç,
Fransa ve Danimarka arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi görüşünü dile getirerek,
Danimarka’ya dostluğunu bildirecek ve Danimarka tarafından verilecek cevabı da
Babıâli’ye iletecekti.
661 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere.
316
Yusuf Agah Efendi, Londra’da bulunduğu sürede sadece Avrupalı
diplomatlarla temas etmemiştir. Osmanlı Đmparatorluğu’na bağlı olan Tunus’un
yönetimi tarafından önce Fransa’ya, daha sonra Đngiltere’ye gönderilen Tersane
Emini Mehmed Hoca’yla temasa geçerek kendisine Londra’daki diplomatik
faaliyetlerinde yardımcı olmuştur.662
Yusuf Agah Efendi’nin Londra’daki faaliyetlerinin son boyutunu ise, yarı-
diplomatik etkinlikler oluşturmaktaydı:
Yusuf Agah Efendi ve Osmanlı Elçilik görevlileri sadece diplomatik
faaliyetlere değil, temsil görevlerine uygun olarak çeşitli kültürel ve sanatsal
etkinliklere de katılmışlardır. Tiyatro oyunları ve konserler Osmanlı Elçilik
görevlilerinin katıldığı sanatsal faaliyetlerden biridir.663
Yusuf Agah Efendi maiyetiyle birlikte çeşitli sohbetlere ve davetlere de
katılmış ve Đngiliz sosyetesi mensuplarıyla sıcak ilişkiler kurmuştur.664
Osmanlı Elçilik Heyeti’nin Londra’da genel olarak iyi bir izlenim bıraktığı
görülmektedir. Heyet, Londra’ya gelişinden itibaren ahalinin yoğun ilgisiyle
karşılaşmıştır. Đngiliz halkında Osmanlı adetlerine ilgi başlamış; şerbet, oyalı
662 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 49. 663 Mahmut Raif Efendi, eserinde Londra’daki tiyatrolar hakkında kısaca bilgi vererek onlardan
övgüyle sözetmektedir. Engin, “Mahmud Raif Efendi Tarafından Kaleme Alınmış Đngiltere Seyahati
Gözlemleri”, s. 149–150. 664 Sözkonusu toplantılara Đngiliz kadınları da katılmış, Yusuf Agah Efendi onlarla da samimi ilişkiler
kurmuştur. Bu toplantıların birinde, bir Đngiliz kadın Osmanlı Đmparatorluğu’nda çok kadınla evliliğe
izin verildiğini söyleyince, Yusuf Agah Efendi çok ince bir cevap yöneltmiştir: “Sizin sahip
olduğunuz cazibe ve hüneri ancak birden fazla kadında bulma şansına sahibiz”. Yalçınkaya, “Osmanlı
Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”, s. 48.
317
mendiller gibi maddi kültür unsurları ahali arasında çok popüler olmuştur. Türk tarzı
sigara ve nargile içimi de Londra halkının çok ilgisini çekmiştir.665
Yusuf Agah Efendi başta Dışişleri Bakanı Grenville olmak üzere dönemin
Đngiliz yönetiminin ileri gelenleriyle sıcak ilişkiler kurmuştur. Özellikle Lord
Grenville’le kurduğu yakın ilişkiler, karşı karşıya kaldığı çeşitli zorluklarda
Grenville’den yardım almasını kolaylaştırmıştır. Osmanlı yönetiminin ilk ikamet
elçiliği açmak için Londra’yı seçmesi Đngiliz Hükümeti’nde büyük bir memnuniyet
yaratmış, bu da Yusuf Agah Efendi’nin başarısında etkili olmuştur.666
Yusuf Agah Efendi’nin Londra elçiliği, o tarihe kadar Osmanlı
Đmparatorluğu-Đngiltere ilişkilerindeki tek kanal olan Đstanbul’daki Đngiliz elçiliğinin
önemini bir miktar azaltmıştır. Babıâli, Đstanbul’daki Đngiliz elçiliğini tamamen
devreden çıkarmasa da, daha önce Đngiliz elçiliği kanalıyla gerçekleştirilen birçok
faaliyet -yukarıda da belirtildiği gibi- Londra’daki Osmanlı elçiliği yoluyla
uygulanmaya başlamıştır.667
665 Idem., W. P. R. Cope isimli bir müzisyen de, Yusuf Agah Efendi’nin Londra’ya gelişi anısına
“Türk Elçisi’nin Büyük Marşı” isimli bir marş bestelemiştir.
http://www.ottomanist.nl/laocm/pages/the_music.htm#top (Erişim tarihi: 7 Mayıs 2007) 666 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 49. 667 Đngiliz Büyükelçisi Robert Liston, Grenville’e 1794 kasımında gönderdiği raporda Londra’da
açılan Osmanlı ikamet elçiliğinin Đstanbul’daki Đngiliz elçiliğinin işlevini azaltacağını belirtmişti. PRO
FO 78/15 No:24, “Liston’dan Grenville’e”, 24 November 1794. Babıâli’nin Londra elçiliğinin
açılmasıyla iki ülke arasındaki ilişkilerde mütekabiliyeti ön plana çıkaran bir yaklaşımı benimsemeye
başlaması, Đngiliz Hükümeti’ni rahatsız etmiştir. Liston’ın elçilik görevini tamamlamasından sonra bir
süre yerine atama yapılmamış, diplomatik temsil düzeyi fiilen maslahatgüzarlığa indirilmiştir.
Yalçınkaya, “Bir Avrupa Diplomasi Merkezi Olarak Đstanbul”, s. 669. Babıâli bu durumdan rahatsız
olmuştur. Yusuf Agah Efendi’ye gönderilen bir talimatta, Đngiliz Elçisi’nin [Liston] Amerika’ya
[ABD] tayin olduğu, yerine ise atama yapılmadığı belirtilerek, Đngiltere’nin Rusya’nın isteğiyle
Đstanbul’a artık elçi yerine maslahatgüzar yollayacağı yönünde duyumlar alındığı ifade edilmekteydi.
Talimat uyarınca, Yusuf Agah Efendi, böyle bir durumun iki dost ülke arasında kötü sonuçlar
318
Yusuf Agah Efendi, elçiliği sırasında Osmanlı dış politikasının
belirlenmesinde de etkilerde bulunmuştur. Yukarıda belirtilen Đngiltere ve Rusya
arasındaki ilişkilerle ilgili analizi dışında, iki konuda daha Babıâli’yi uyarma ihtiyacı
görmüştür:
Bunlardan birincisi, Babıâli’den gelen ve Danimarka’yla ili şkilerin
geliştirilmesi yolundaki –yukarıda değinilen- talimata cevaben yazdığı rapordur.668
Yusuf Agah Efendi, Babıâli’ye gönderdiği raporda Danimarka gibi küçük bir ülkenin
dostluğundan çok fazla bir şey beklenmemesi gerektiğini bildirmiştir.
Đkincisi, Yusuf Agah Efendi Đstanbul’a yeni tayin edilen Fransa
büyükelçisinin, kabulü sırasında Osmanlı yöneticileri tarafından “aşırı” iltifat ve
yakınlık gördüğünün Avrupa gazetelerinde yer aldığını, eğer doğruysa bunun uygun
olmadığını Babıâli’ye bildirmiştir.669
Daha önce de belirtildiği gibi, Londra’ya gönderilen elçilik heyetinde yer alan
gençlerden Avrupa ahvali hakkında bilgi sahibi olmaları ve bunun için de yabancı dil
öğrenmeleri istenmişti. Mahmut Raif Efendi, Mehmet Derviş Efendi ve Mehmet
Tahir Efendi Londra’da görev yaptıkları sırada diplomatik çevreden Fransızca
öğrenmeye muvaffak olmuşlardır. Sözkonusu elçilik mensupları kaleme aldıkları
birer Fransızca risaleyi III. Selim’e göndermişler, Sultan da kendilerini maddi olarak
ödüllendirmiştir.670 Özellikle Mahmut Raif Efendi Fransızca’sını hayli
geliştirmiştir.671
vereceğini belirterek acilen bir elçi atanması hususunu Đngiliz Hükümeti’ne bildirecekti. Yusuf Agah
Efendi, Havadisname-i Đngiltere. 668 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere. 669 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1618. 670 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 51. 671 Yalçınkaya, “Mahmud Raif Efendi as the Chief Secretary of Yusuf Agah Efendi”, s. 419.
319
Yusuf Agah Efendi 3 yıllık görev süresinin bitimiyle birlikte yerine yeni bir
atama yapılmasını ısrarla Babıâli’den talep etti. Maaşlarının yetersiz kalması
nedeniyle Londra’da büyük maddi sıkıntılar yaşayan Yusuf Agah Efendi ve Elçilik
görevlileri, ülkeye dönmek için sabırsızlanıyorlardı.672 Ayrıca, Đngiltere’nin yağışlı
havası ve ülkelerine olan özlemlerinin artması da, dönüş hususunda Babıâli’den
sürekli talepte bulunmalarında rol oynamaktaydı.673
Babıâli, Yusuf Agah Efendi’nin talebine olumlu cevap verdi. Sadrazam
tarafından Yusuf Agah Efendi’ye 1796 kasımında gönderilen yazıyla674, yerine
Đsmail Ferruh Efendi’nin atandığı, ikinci katibin ise birinci katip olarak Londra’da
kalmasının uygun görüldüğü bildirildi.
Yusuf Agah Efendi, Babıâli’den aldığı talimat uyarınca, Đsmail Ferruh Efendi
gelinceye kadar elçilik görevini sürdürdü. 1797 temmuzunda Đsmail Ferruh
Efendi’nin Londra’ya ulaşmasından sonra da, gene aldığı talimat uyarınca, kendisini
elçilik işlerinin yürütülmesi ve Avrupa’daki durum hakkında bilgilendirdi.675
19 Temmuz’da Kral’a veda ziyareti yapan Yusuf Agah Efendi, Đsmail Ferruh
Efendi’nin 26 Temmuz’da -Kral’a- güven mektubunu sunarak göreve başlamasının
ardından yolculuk hazırlıklarına girişti. Ostendt’e gitmek için bir gemi tedarik
olunmasını Lord Greenville’den rica eden Yusuf Agah Efendi, isteğinin kabulünden
672 Yusuf Agah Efendi elçiliği sırasında yaşanan mali sıkıntılarla ilgili çok sayıda mektubu Babıâli’ye
göndermişti. Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere. Yusuf Agah Efendi’nin, yaşadığı maddi
sıkıntılar nedeniyle Reisülküttap’a yazdığı bir mektupta, Babıâli tarafından gönderilen meblağın
yetersizliğini vurgulamak için, yollanan miktarı komedi ve dram tiyatrosu biletlerinin fiyatlarıyla
mukayese etmesi dikkat çekicidir. Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s.
21, dipnot: 28. 673 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 51. 674 Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere. 675 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 50.
320
sonra 1 Ağustos’ta heyetiyle birlikte Londra’dan ayrıldı. Osmanlı heyeti Eylül
ortalarında Đstanbul’a vardı.676
Yusuf Agah Efendi, Đstanbul’a dönüşünden sonra Sadrazam’ın ve
Reisülküttap’ın da bulunduğu bir kabulde III. Selim’in huzuruna çıktı. Yusuf Agah
Efendi, III. George’un gönderdiği mektubu677 kabulde III. Selim’e sunmuş ve elçiliği
hakkındaki hususları şifahen aktarmıştır.678
ii)Đsmail Ferruh Efendi Dönemi
“Tersane-i Amire Anbarları Emiri” Đsmail Ferruh Efendi, 1796 ekiminde
“Süvari Mukabelecisi”679 ünvanıyla Yusuf Agah Efendi’nin yerine Londra
Büyükelçisi olarak tayin edilmiştir.680
Đsmail Ferruh Efendi, büyükelçi olarak atandıktan sonra, maiyetini Yusuf
Agah Efendi’yi örnek alarak oluşturmuştur.681 Đsmail Ferruh Efendi’nin maiyetinde
676 Idem. Đstanbul’da bulunan Đngiliz maslahatgüzarı Smith Yusuf Agah Efendi’nin “mükemmel bir
sağlıkla” döndüğünü bildirmektedir. PRO FO 78/18 “Smith’den Grenville’e”, 16 September 1797. 677 Sözkonusu mektup Tuncer tarafından yayınlanmıştır. Bkz: Tuncer, Eski ve Yeni Diplomasi, s.
105–107. Fakat, mektubun tarihi hususunda yanlışlık vardır: 20 Temmuz 1794 olması mümkün
değildir. 678 Yalçınkaya, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”,
s. 50. 679 Süvari Mukabelecisi Kalemi Osmanlı Maliye teşkilatı kalemlerinden biriydi. Kapıkulu
süvarilerinin ve Saray ağalarının maaş defterleri bu kalemde tutulurdu. Süvari Mukabelecisi, 4. sınıf
hacegandandı. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , s. 69, 356. 680 Đsmail Ferruh Efendi’nin ilmi meselelere vakıf biri olduğu ve çok sayıda kitap yazdığı
bilinmektedir Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1602. Dönemin Đngiliz maslahatgüzarı
Smith, Đsmail Ferruh Efendi’nin önemli bir tüccarın oğlu olduğunu, babası gibi ticarete atılarak bu
alanda ün kazandığını bildirmektedir. PRO FO 78/18 “Smith’den Grenville’e” No:6, 10 April 1797. 1
Kasım 1796 tarihli raporuyla Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra Büyükelçisi olarak tayin edildiğini
Grenville’e bildiren Smith, Đsmail Ferruh Efendi’yi orta yaşlı, yetenekli ve Batılılarla kolay temas
kurabilen birisi olarak tasvir etmekteydi. PRO FO 78/17 “Smith’den Grenville’e” No: 21, 1 November
1797.
321
sırkatibi olarak Yusuf Efendi yer aldı. Londra’ya gidecek heyette ayrıca, Hacı
Süleyman Efendi adında bir imam, Đsmail Ferruh Efendi’nin yeğeni olan Hasan
Beyzade isimli bir Đslam kişizadesi, John ve George Arghiropolo isimli Rum
tercümanlar ve yabancı dil öğrenmesi için gönderilen bir genç bulunmaktaydı.682
Đsmail Ferruh Efendi, Yusuf Agah Efendi’nin aksine, Londra’ya gitmek için
deniz yolunu seçti. Đsmail Ferruh Efendi ve maiyeti 1797 nisanında Đstanbul’dan
hareket etti. Elçilik Heyeti, bir Đngiliz kaptan tarafından kumanda edilen ve Osmanlı
bayrağı taşıyan “Ramazan” isimli gemiyle Marsilya’ya ulaşmıştır.683 Burada bir süre
karantinada kalan Heyet 1797 Haziran sonunda (ya da Temmuz başında) Paris’e
doğru yola çıktı. Paris’te bir süre kalan Heyet, Temmuz sonlarında Dover üzerinden
Londra’ya vardı.684
Daha önce de belirtildiği gibi, 26 Temmuzda Kral III. George’a güven
mektubunu sunan Đsmail Ferruh Efendi görevine resmen başladı.
Đsmail Ferruh Efendi’nin büyükelçilik dönemi, tıpkı Yusuf Agah
Efendi’ninki gibi çok da sıkıntılı olmamıştır. Bunun temel nedeni, Büyükelçi’nin
görev süresi içinde Osmanlı-Đngiliz ili şkilerinde büyük bir kırılma yaratacak gelişme
olmamasıdır. Aşağıda görüleceği gibi, Đsmail Ferruh Efendi’nin elçilik döneminde iki
681 Đsmail Ferruh Efendi’nin Elçilik Heyeti’nin bileşimi ile memurların aldıkları maaş ve harcırahlar
da Yusuf Agah Efendi misyonunun örnek alındığını göstermektedir. Gerçekten de, Heyet’teki
görevlilerin ünvanları ve aldıkları maaş ve harcırahlar Yusuf Agah Efendi’nin heyetindekilerle çok
benzerdir. Bkz: Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, “Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra Büyükelçiliği ve
Siyasi Faaliyetleri (1797–1800)”, Pax Ottomana: Studies in Memoriam Prof. Dr. Nejat Göyünç,
Kemal Çiçek(ed.), Haarlem ve Ankara, Sota ve Yeni Türkiye Yayınları, 2001, s. 387. 682 PRO FO 78/18 “Smith’den Grenville’e” No: 6, 10 April 1797. 683 Đsmail Ferruh Efendi Marsilya’da karantinada bulunduğu sırada, kendisini ziyaret eden Fransa’daki
ilk Osmanlı ikamet elçisi Seyid Ali Efendi ile de görüşmüştür. Maurice Herbette, Fransa’da Đlk
Daimi Türk Elçisi: Moralı Esseyit Ali Efendi (1797–1802), Çev:Erol Üyepazarcı, Đstanbul, Pera,
1997, s. 28. 684 Yalçınkaya, “Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra Büyükelçiliği ve Siyasi Faaliyetleri (1797–1800)”,
s. 387.
322
ülke arasında güçlü ittifak bağları da tesis edilmiştir. Ayrıca, Đsmail Ferruh Efendi de
Yusuf Agah Efendi gibi, başta Dışişleri Bakanı Grenville olmak üzere Đngiltere
Hükümeti’nin önemli isimleriyle yakın sayılabilecek ili şkiler kurabilmeyi
başarabilmiştir.685 Yusuf Agah Efendi’nin Londra’dan ayrılmasından önce,
Avrupa’daki ve Đngiltere’deki durum ile elçilik işlerinin yürütülmesi hakkında Đsmail
Ferruh Efendi’yi bilgilendirmesi, işini gerçekten kolaylaştırmıştır.
Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra’daki en önemli diplomatik faaliyeti, 1
Temmuz 1798’de Napolyon komutasındaki bir Fransız ordusunun Mısır’ı işgali
nedeniyle ortaya çıkan gelişmelerle ilgili oldu. 1792’den beri izlemeye çalıştığı
denge ve savaşa katılmama politikasını terk etmek zorunda kalan Osmanlı
Đmparatorluğu, Fransa’ya karşı önce 23 Aralık 1798’de Rusya’yla, daha sonra 5
Ocak 1799’da Đngiltere’yle ittifak antlaşmaları imzaladı.686 Đngiltere ile imzalanan
ittifak antlaşmasının görüşmeleri Đstanbul’da yapılmış ve Đsmail Ferruh Efendi’nin bu
süreçte önemli bir işlevi olmamıştı. Fakat, 24 Ocak 1800’de El-Ariş’te, Osmanlı
Đmparatorluğu’yla Fransa arasında Mısır’ın boşatılmasına ilişkin bir Sözleşme687
imzalanmasından sonra, Đsmail Ferruh Efendi Londra-Đstanbul arasındaki ilişkilerde
daha fazla rol oynamaya başladı.
Babıâli, El-Ariş Sözleşmesi’nin Đngiltere tarafından da onaylanmasının
sağlanması için Đsmail Ferruh Efendi’ye bir talimat gönderdi. Bunun üzerine, Đsmail
Ferruh Efendi Lord Grenville’le görüşmek istedi. Grenville görüşme isteğine uzun
685 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 41. 686 Sözkonusu antlaşmalar için bkz: Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C. I., s.
195-204. Đngiltere’yle imzalanan Đttifak Antlaşması’nın imza ve onaylanmasıyla ilgili belgeler,
Uzunçarşılı tarafından günümüz alfabesine çevirilerek yayınlanmıştır. Uzunçarşılı, “On Dokuzuncu
Asır Başlarına Kadar Türk-Đngiliz Münesabatına Dair Vesikalar”, s. 590–592; 628–631. 687 El-Ariş Sözleşmesi için bkz: Hurewitz, The Middle East and North Africa in World Politics ,
Vol. 1., s. 142-145.
323
süre cevap vermedi. Sonunda, Grenville, 6 Mart 1800’de yapılan görüşmede
hükümetinin El-Ariş Sözleşmesi’ni kabul etmediğini Đsmail Ferruh Efendi’ye
bildirdi. Đngiltere Hükümeti’ne göre, sözkonusu sözleşme hükümlerinin aksine,
Mısır’da bulunan Fransız kuvvetleri Fransa’ya nakledilmemeli, esir alınmalıydı.688
Grenville’in bu cevabı Đsmail Ferruh Efendi’de büyük bir hayal kırıklığı
yarattı. Đngiltere Hükümeti’nin El-Ariş Sözleşmesi’ni kabul etmemesi, Babıâli’ye
yapılmış büyük bir saygısızlıktı. Çünkü, El-Ariş Sözleşmesi Mısır’da bulunan Đngiliz
kuvvetlerinin komutanı olan Sydney Smith tarafından önerilen şartlar esas alınarak
hazırlanmış, Smith de sözleşmeyi onaylamıştı.689
Babıâli tarafından Viyana büyükelçisi Đbrahim Efendi’nin bir kuryesi
vasıtasıyla Đsmail Ferruh Efendi’ye gönderilen bir başka mektup ise Nisan 1797
sonlarında Londra’ya ulaştı. Babıâli tarafından gönderilen mektup 5 Mart 1797
tarihliydi, yani Đsmail Ferruh Efendi’nin Grenville’le yukarıda belirtilen
görüşmesinden önce gönderilmişti. Đngiltere Hükümeti’nin El Ariş Sözleşmesi’nin
onaylanması hususundaki cevabının gecikmesi üzerine gönderilen mektupta, Đngiliz
tarafının görüşünün ne olduğu bir kez daha soruluyordu. Đsmail Ferruh Efendi de
sözkonusu mektubu tercüme ettirerek bir üst yazıyla ve hiç bekletmeden Grenville’e
iletti. Grenville, cevabı gene geciktirdi. 13 Mayıs 1800’de Đsmail Ferruh Efendi’ye
gönderilen cevap yazısında, Đngiltere Hükümeti’nin El-Ariş Sözleşmesi’ni reddetmek
hakkına sahip olduğu bildirilmekle beraber, “Osmanlı Devleti’ne hürmeten”
sözleşmeye aykırı davranmamaları hususunda Đngiliz komutanlarına talimat verildiği
belirtiliyordu.690
688 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 39. 689 Soysal, Fransız Đhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri, s. 292–293. 690 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 39.
324
Đngiltere Hükümeti bu cevabıyla Babıâli’nin talebini kerhen de olsa kabul
etmiş görünmekle beraber, Đngiliz donanması komutanı Amiral Keith, daha önce
Mart ayında Hükümeti’nin El-Ariş Antlaşması’nı tanımadığını Mısır’daki Fransız
kuvvetlerinin komutanı General Kléber’e bildirmişti. Bunun üzerine Fransız
kuvvetleri savaşa tekrar başlamış ve Mısır’da bulunan Osmanlı ordusuna saldırmıştı.
Saldırı sonucunda, Fransız kuvvetleri Osmanlı ordusunu bozguna uğratarak Filistin’e
çekilmek zorunda bırakmıştı.691 Dolayısıyla, El-Ariş Sözleşmesi geçerliliğini zaten
yitirmişti.
Babıâli, Mısır’daki durumun tekrar kendi aleyhine dönmesi nedeniyle,
Đngiltere Hükümeti’ne yeniden başvurdu. Đsmail Ferruh Efendi, kendisine gönderilen
talimat uyarınca, 27 Haziran 1800’de Lord Grenville’le bir kez daha görüştü.
Grenville, görüşmede hükümetinin El-Ariş Sözleşmesi hükümlerine hiçbir itirazı
olmadığını söyledi. Đsmail Ferruh Efendi, Grenville’den aldığı cevabı Babıâli’ye
iletti. Kendisi, meselenin sadece müzakere yoluyla çözülemeyeceğini, Mısır’ı geri
almanın ancak Fransız ordusunun yenilgiye uğratılmasıyla mümkün olacağını
düşünüyordu.
Grenville’in, misafirlerine evinde verdiği yemekte Đsmail Ferruh Efendi,
Mısır meselesinden söz açarak, Đngiliz donanmasının Mısır’daki Fransız kuvvetlerine
yardıma gelmesinin engellenmesinin önemini vurguladı. Đsmail Ferruh Efendi’nin bu
isteğine o sırada cevap vermeyen Grenville, daha sonra 27 Haziran’daki bir
görüşmede, Mısır’a Fransa’dan yardım ulaşmasının engellenmesi için Akdeniz’deki
Đngiliz komutanlarına talimatlar yollandığını bildirdi.692
Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra’daki önemli faaliyetlerinden bir diğeri ise,
Babıâli’nin Đngiltere’den borçlanma isteğiyle ilgilidir:
691 Soysal, Fransız Đhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri, s. 297–298. 692 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 40.
325
1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan bu yana büyük mali sıkıntılar yaşayan
Osmanlı Đmparatorluğu’nun mali vaziyeti, Mısır’ın işgali yüzünden Fransa’yla
yürütülen savaş nedeniyle daha da bozulmuştu. Bu nedenle, Babıâli, “dost ve
müttefik” bir ülke olan Đngiltere’den gayrı-resmi yoldan borç istenmesi teşebbüsünde
bulundu. Đsmail Ferruh Efendi’ye Đngiliz yetkililerle bu konuda görüşmeler yapılması
doğrultusunda bir talimat gönderildi. 1799 aralığında Đsmail Ferruh Efendi ve
Grenville arasında yürütülen gayrıresmi görüşmeler sonucunda, Osmanlı
Đmparatorluğu’na -gümrük hasılatından geri ödenmesi şartıyla- %6 faizle 1 milyon
Sterlin borç verilmesi yönünde prensip kararı alındı. Olumlu cevap üzerine,
Reisülküttap, Đsmail Ferruh Efendi’ye yeni bir talimat göndererek, Babıâli’nin, borç
miktarının 2 milyon Sterlin’e çıkartılması talebini iletmesini istedi. Fakat, 6 Mart’ta
yapılan görüşmede, Grenville Đngiltere’deki bütçe sıkıntısı nedeniyle bu kez borç
verilmesinin mümkün olamayacağını Đsmail Ferruh Efendi’ye bildirdi. Buna rağmen,
III. Selim 1800 ağustosunda III. George’a bir mektup693 yazarak borçlanma isteğini
tekrarladı. Fakat sonuç alınamadı ve zamanla konu gündemden tamamen çıktı.694
Đsmail Ferruh Efendi Londra’da bulunduğu sırada diğer ülke diplomatik
temsilcileriyle de görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmelerin en önemlileri ise Portekiz
ve ABD elçileriyle yaptığı görüşmelerdir:
Londra’daki Portekiz elçisi Almieda, 1798 yılı ortalarında Đsmail Ferruh
Bey’e iki ülke arasında bir dostluk ve ticaret anlaşması yapmayı teklif etti. Đsmail
Ferruh Efendi sözkonusu teklifi Babıâli’ye iletti. Babıâli, Portekiz elçisinin teklifini
693 Mektup, Uzunçarşılı tarafından günümüz alfabesine çevirilerek yayınlanmıştır. Bkz: Uzunçarşılı,
“On Dokuzuncu Asır Başlarına Kadar Türk-Đngiliz Münesabatına Dair Vesikalar”, s. 594–596. 694 Yalçınkaya, “Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra Büyükelçiliği ve Siyasi Faaliyetleri (1797–1800)”,
s. 405.
326
reddetmemekle birlikte, o dönem için kabul de etmemeyi kararlaştırdı. Bu yöndeki
talimat da Đsmail Ferruh Efendi’ye iletildi.
Babıâli’den olumsuz cevap alan Portekiz yönetimi, bu sefer 1799 yılı
başlarında Lizbon’da çalışan Đngiliz tüccarlardan birini Osmanlı konsolosu olarak
atadı. Atama kararı Đsmail Ferruh Efendi’ye bildirilerek, Babıâli’nin sözkonusu
atamayı tanıması istendi. Đsmail Ferruh Efendi bu oldu-bitti karşısında, ancak iki ülke
arasında bir anlaşma imzalandığı takdirde Lizbon’a konsolos tayin edilebileceğini,
konsolosu da Osmanlı Sultanı’nın belirleyeceğini belirten bir yazı kaleme alarak
Portekiz elçisine gönderdi. Bu esnada, Lord Grenville Portekiz’le Osmanlı
Đmparatorluğu arasında bir anlaşma yapılması için devreye girdi, Grenville, bu
yöndeki görüşünü Đsmail Ferruh Efendi’ye iletti. Babıâli, Đngiliz Hükümeti’nin de
ısrarlarına rağmen bu yönde adım atmamakta direndi. Đsmail Ferruh Efendi’nin görev
süresinin sona ermesinden sonra da konu gündemden çıktı.695
ABD’nin Đngiltere elçisi olan Rufus King de, ABD ve Osmanlı Đmparatorluğu
arasında bir ticaret anlaşması imzalanması için 1799 haziranında Đsmail Ferruh
Efendi’yle görüştü. King, bu konuda Đngiltere Hükümeti’nin desteğini sağlamak
amacıyla Lord Grenville’le de görüştüğünü söyledi. Grenville ise daha sonra Đsmail
Ferruh Efendi’yle yaptığı görüşmede bu konuda hiçbir şey söylemedi. Grenville’in
ABD’nin bu yöndeki isteğini desteklememesi, hatta üstü kapalı bir biçimde olumsuz
bakmasının da etkisiyle, sözkonusu teklif de kısa sürede gündemden düştü.696
Đsmail Ferruh Efendi de, Londra’da bulunduğu sürede, Yusuf Agah Efendi
gibi yarı-diplomatik faaliyetlere, sosyal ve kültürel etkinliklere katılmıştır. Bu
695 Ibid. , s. 392–395. 696 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 40.
327
etkinliklerin başlıcaları; çeşitli diplomatik davetlere, Londra sosyetesince verilen
davetlere ve çeşitli tiyatro oyunlarına katılımdı.697
Đsmail Ferruh Efendi’nin görev süresi 1800 yılı Temmuz ayında sona erdi.
Yerine yeni bir büyükelçi atanmaması üzerine 1-2 ay daha görevini sürdürdü. Yeni
bir büyükelçi atanmayınca, Đsmail Ferruh Efendi ikinci tercüman olarak görev yapan
John Argiropolos’u Babıâli’den aldığı talimat çerçevesinde maslahatgüzar olarak
bırakıp, Đstanbul’a dönüş için yola çıkmıştır. Đsmail Ferruh Efendi Eylül ortalarında
Đstanbul’a ulaşmıştır.698
Yusuf Agah Efendi’le karşılaştırıldığında, Đsmail Ferruh Efendi’nin
büyükelçilik dönemi çok da etkili olamamıştır. Bunun temel nedeni, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun izlemeye çalıştığı denge politikasının Fransa’nın Mısır’ı işgali
nedeniyle sona ermek zorunda kalmasıdır.
697 Yalçınkaya, “Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra Büyükelçiliği ve Siyasi Faaliyetleri (1797–1800)”,
s. 388. Đsmail Ferruh Efendi ve Sırkatibi Yusuf Efendi’yle alakalı ilginç bir bilgi daha bulunmaktadır:
Türk kökenli Đranlı bir prens olan Mirza Abu Talip Han, 1799–1803 yılları arasında Asya, Afrika ve
Avrupa ülkelerini kapsayan bir geziye çıkmıştır. Gezideki gözlemlerini 1808’de Kalküta’da Farsça
kaleme aldığı bir eserde yazmıştır. Abu Talip Han sözkonusu eserde 1800–1801 yılları arasında
Londra’da bulunduğu sırada, mason olması için teklifler aldığını, fakat bu teklifleri kabul etmediğini
belirtmektedir. Abu Talip Han’a göre, Đsmail Ferruh Efendi ve Yusuf Efendi ise kendilerine yapılan
teklifi kabul ederek mason olmuşlardır. Orhan Koloğlu, “Masonluk Karşısında Đlk Doğulu Tepkisi
[Mirza Abu Talip Han’ın Konuyla Đlgili Bir Kitabı Hakkında]”, Tarih ve Toplum, S. 29, (Nisan
1986). Abu Talip Han’ın aktardıkları doğruysa, Đsmail Ferruh Efendi ve Yusuf Efendi’nin
Londra’daki ileri gelenlerle ilişkilerinin ne dereceye vardığı belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Masonluk gibi Müslüman toplumlarda dinsizlik olarak görülen bir cemiyete katılım, aynı zamanda
Osmanlı diplomatlarının kurum ve adetleriyle Batı’ya kısa zamanda nasıl adapte olabildiklerini de
göstermektedir. Osmanlı toplumunda bilinen ilk Müslüman masonun 1720–1721 yılları arasında
Paris’te elçi olarak görev yapan Yirmisekiz Mehmet Çelebi olması da bu durumu doğrulamaktadır.
Đlhami Soysal, Türkiye ve Dünyada Masonluk ve Masonlar, 2. B., Đstanbul, Der Yayınları, 1978, s.
173. 698 Yalçınkaya, “Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra Büyükelçiliği ve Siyasi Faaliyetleri (1797–1800)”,
s. 406.
328
Đngiltere’yle geniş kapsamlı bir ittifak antlaşması imzalanmasına rağmen, El-
Ariş Sözleşmesi’nin uygulanması meselesinde olduğu gibi, Đngiliz Hükümeti kendi
çıkarlarını gözeterek Osmanlı Đmparatorluğu’nun menfaatlerini gözardı edebilmiştir.
Ayrıca, Mısır’ın işgali nedeniyle, Osmanlı-Đngiliz ili şkilerinin yürütülmesinde ağırlık
büyük oranda Đstanbul’a kaymıştır. Konunun aciliyeti nedeniyle, görüşmeler
doğrudan Đstanbul’daki Đngiliz Büyükelçiliği kanalıyla yapılmaya başlamıştır. Bu
gelişmede, dönemin Đngiliz maslahatgüzarı Spencer Smith’in Babıâli nezdindeki
etkinliğinin de hayli etkisi bulunmaktadır.
Paris’e, Berlin’e ve Viyana’ya gönderilen ilk ikamet elçilerinin faaliyetlerine
geçmeden önce, Osmanlı yönetiminin Londra dışındaki diğer ikamet elçiliklerinin
açılma kararını nasıl aldığı hususu üzerinde durmak gerekmektedir:
Babıâli, 1793’te Yusuf Agah Efendi’nin Londra’ya gönderilmesinin ardından
Avrupa’nın diğer bazı ülkelerinde de ikamet elçilikleri açılmasını planlamaktaydı.
Yusuf Agah Efendi’nin ilk ikamet elçiliğinin başarılı olması, Babıâli’yi bu yönde
adım atmak için daha da cesaretlendirdi. Bu çerçevede, 1795’de, Đbrahim Afif
Efendi’nin Viyana’ya, Seyyid Ali Efendi’nin de Berlin’e ikamet elçileri olarak
atanmaları kararlaştırıldı. Fakat, Đstanbul’da bulunan Fransa elçisi Verninac’ın,
Fransa’ya da bir büyükelçi atanması yönünde Babıâli’ye yaptığı baskılar nedeniyle,
Đbrahim Afif Efendi ve Seyyid Ali Efendi’nin görev yapacakları ülkelere gitmeleri
ertelendi. Gerçekten de, Fransız elçisi Fransa’nın Osmanlı Đmparatorluğu’na
yakınlığının ve dostluğunun diğer yabancı devletlerden daha fazla olduğunu
belirterek, Babıâli’yi sürekli biçimde etkilemeye çalışmaktaydı.699
699 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1602. Fransa Hükümeti, Yusuf Agah Efendi’nin
büyükelçi olarak Londra’ya gönderileceğinin haber alınması üzerine, Đstanbul’daki elçisi
Descorches’e bir talimatname göndermişti. Talimatnamede, Osmanlı Đmparatorluğu-Fransa
ili şkileriyle ilgili di ğer bazı hususların yanısıra, Osmanlı yönetiminin Londra’ya bir ikamet elçisi
329
Verninac’ın çabaları sonucunda, Babıâli -Viyana ve Berlin’e olduğu gibi-
Fransa’ya da bir ikamet elçisi göndermeye karar verdi. Karar, III. Selim tarafından da
onaylandı. O sırada Fransız Hükümeti’nin Đstanbul’a yeni bir büyükelçi atayacağı
yönünde haberler gelmesi üzerine, Fransa’ya gönderilecek elçinin belirlenmesi işi
biraz daha geciktirildi. Buna paralel olarak, Đbrahim Afif Efendi ve Seyyid Ali
Efendi’nin ülkeden ayrılmaları da ertelendi.700
Bir süre sonra, Fransa Hükümeti tarafından Đstanbul’a büyükelçi olarak
atanan Aubert du Bayet’in Osmanlı sınırlarına ulaştığı haberinin alınması üzerine,
Paris büyükelçiliğine yapılacak tayin konusu bir kez daha gündeme geldi. Babıâli,
Fransa’ya gönderilecek zatın diğer ülkelere gidecek olanlardan daha zeki ve bilgili
olmasını istiyordu. Yapılan istişare sonucunda, Osmanlı devlet adamları arasında
böyle niteliklere sahip birisinin olmadığına kanaat getirilerek, daha önce Berlin’e
tayin edilmiş bulunan Seyyid Ali Efendi’nin Paris’e atanması kararlaştırıldı.701
Berlin’e ise Ali Aziz Efendi tayin edildi.
Böylece 1796 yılı sonlarında tayinleri tamamlanan yeni ikamet elçileri, 1797
yılı başlarından itibaren Đstanbul’dan ayrılarak görev yerlerine gittiler.
göndermesinin engellenmesi hususu da yer almaktaydı. Yusuf Agah Efendi’nin Londra’ya
hareketinden sonra Decorches’e ulaşması nedeniyle, sözkonusu talimat geçerliliğini yitirmi şti. Kuran,
Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 23; Soysal, Fransız Đhtilali ve Türk-
Fransız Diplomasi Münasebetleri, s. 123. 700 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s. 1602. 701 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 24, dipnot:4. Kuran, Osmanlı
devlet adamları arasında Paris’e büyükelçi olarak gönderilecek liyakatta bir zatın bulunamamasını,
kendilerinin “ikbal merkezi” olan Đstanbul’dan ayrılmak istememelerine ve elçiliğin itibarlı bir görev
sayılmamasına bağlamaktadır.
330
b)Paris Büyükelçiliği
i)Seyyid Ali Efendi Dönemi
Mora’lı bir aileye mensup olan Seyyid Ali Efendi, daha önce de belirtildiği
gibi Yusuf Agah Efendi’yle de akrabaydı.702 Mora’dan Đstanbul’a gelerek
Kalemiye’ye intisap eden Seyyid Ali Efendi, Babıâli’nin maliye kalemlerinde görev
yapmıştır.703
Seyyid Ali Efendi, Paris büyükelçiliğine 1796 ekiminde resmen atanmış ve
III. Selim kendisine “Muhasebe-i Evvel”704 ünvanı vermiştir.
1797 martında Đstanbul’dan yola çıkan Seyyid Ali Efendi ve maiyetindekiler,
Marsilya’ya kadar deniz yoluyla gittiler. Marsilya’da bir süre karantinada kalan
Heyet, Temmuz ayında Paris’e ulaştı. 28 Temmuz da görkemli bir törenle Direktuvar
Hükümeti’ne güven mektubunu sunan Seyyid Ali Efendi, böylece büyükelçilik
görevine resmen başladı.705
Seyyid Ali Efendi’nin büyükelçilik döneminin, diğer ikamet elçilerinin
durumlarıyla karşılaştırıldığında çok daha zor koşullarda geçtiği görülmektedir.
Fransa’nın neredeyse bütün Avrupa ülkeleriyle çatışma içinde bulunması, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Fransa ile ilişkilerinde de sorunlara neden olmaktaydı. Çünkü,
hem Fransa Hükümeti Osmanlı Đmparatorluğu’nu kendi tarafına çekmeye
702 Mora’lı olması nedeniyle, gayet iyi Rumca konuşan Seyyid Ali Efendi’nin çok az derecede
Fransızca da bildiği yönünde iddialar vardır. Dönemin Đstanbul’daki Fransa elçisi Verninac, Seyyid
Ali Efendi’yi “açık ve uysal tabiatlı” olarak betimlemekteydi. Ibid. , s. 25. 703 Herbette, Moralı Esseyit Ali Efendi, önsöz ,s. XXIII. 704 Osmanlı Maliye teşkilatının en önemli kalemi olan Muhasebe-i Evvel Kalemi, Osmanlı Devleti’nin
bütün irad ve masrafının kaydının tutulduğu birimdi. Muhasebe-i Evvel de, sözkonusu kalemin
yöneticisine verilen addı. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , s. 346–
347. 705 Seyyid Ali Efendi’nin yolculuğu ve kabul töreninin ayrıntıları için bkz: Herbette, Moralı Esseyit
Ali Efendi, s. 14–86.
331
çalışmaktaydı, hem de Fransa karşıtı Koalisyon güçleri Osmanlı Đmparatorluğu’yla
Fransa arasındaki ilişkilerin belli bir seviyede tutulması için Babıâli’ye sürekli olarak
baskı yapmaktaydılar. Babıâli, sözkonusu zıt baskılar nedeniyle tarafsızlık siyaseti
izlemekte büyük güçlükler yaşamaktaydı. Aşağıda değineceğimiz gibi, Seyyid Ali
Efendi’nin büyükelçilik görevine başlamasından yaklaşık 1 yıl sonra, Napolyon
komutasındaki Fransız kuvvetlerinin Mısır’ı işgal etmesi nedeniyle, Osmanlı
Đmparatorluğu’yla Fransa arasında savaş çıkması ise Seyyid Ali Efendi’nin
durumunu büsbütün kötüleştirecektir.
Seyyid Ali Efendi, büyükelçiliğinin ilk yılında, Babıâli’ye Fransa ve diğer
ülkelerle ilgili haberleri mutad biçimde nakletmek görevi dışında, iki ülke arasındaki
ili şkilerle ilgili konularda da diplomatik faaliyetlerde bulundu:
Sözkonusu faaliyetlerden ilki, hayli önemli bir meseleyle ilgiliydi. Seyyid Ali
Efendi, Fransa Dışişleri Bakanı Talleyrand’la yaptığı bir görüşmede706, Fransız
tüccarların Osmanlı topraklarında sahip olduğu hakların, aynı şekilde Fransa’da
faaliyet gösteren Osmanlı tüccarlarına da verilmesini istedi. Seyyid Ali Efendi’ye
göre, Osmanlı-Fransız Ticaret Anlaşması “mütekabiliyet esası” çerçevesinde
yenilenmeliydi. Kapitülasyonların ortadan kalkması ya da en azından nitelik
değiştirmesi anlamına gelecek bu öneriye Fransa Hükümeti’nin olumlu cevap
vermesi pek olası değildi. Nitekim, Talleyrand’ın soğuk bakması üzerine, Seyyid Ali
Efendi bir daha bu yönde bir girişimde bulunmadı.
Seyyid Ali Efendi’nin Paris’teki bir diğer önemli faaliyeti ise, Fransız
Hükümeti tarafından önerilen, Osmanlı Đmparatorluğu ile Fransa arasında bir dostluk
antlaşması imzalanması hususuyla ilgiliydi:
706 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 26-27.
332
Babıâli, Talleyrand tarafından Seyyid Ali Efendi’ye iletilen öneriye ne
olumlu, ne de olumsuz bir cevap verdi. Seyyid Ali Efendi’nin Talleyrand’a
Babıâli’nin bu çekingen tutumunu bildirmesi Fransız Hükümeti’ni rahatsız etti.707
Fransa, bir daha da böyle bir teklifte bulunmadı.
1797’ye kadar, tarafsızlık siyaseti izlemeyi ısrarla sürdürmek isteyen
Osmanlı Devleti, hem Avrupa ülkelerinin birbirleriyle uğraşmaları, hem de
Babıali’nin düşman olarak gördüğü Avusturya’nın Fransız ordularına yenilmesi
nedeniyle, Fransa’daki yeni yönetime üstü kapalı bir sempati beslemekteydi. Fakat,
Fransa’nın 1797 Campo Formio Antlaşması’yla Dalmaçya kıyılarını almasıyla
Osmanlı Đmparatorluğu’na komşu olmasından ve yayılma yönündeki girişimlerinden
endişe eden Osmanlı yöneticileri, bu ülke hakkındaki düşüncelerini değiştirmeye
başladılar.708 Fransa’ya karşı Đngiltere ve hatta Rusya’yla ilişkilerin daha da
geliştirilmesi kararı alındı.
Osmanlı ricalinin, Fransa’nın Osmanlı topraklarında yayılma niyetleri
bulunduğu hususundaki endişelerinin hiç de temelsiz olmadığı kısa sürede anlaşıldı.
1798 baharından itibaren, Fransa’dan, Doğu’ya yapılacak bir sefer için Toulon
limanında bir donanma hazırlandığı haberleri gelmekteydi. Seyyid Ali Efendi de
ortalıkta dolaşan söylentilerle ilgili bir raporu Babıâli’ye gönderdi.709 Raporda,
hazırlıklarından bahsedilen seferin iki amacı olabileceği yönünde farklı şaiyalar
707 Ibid. , s. 27-28. 708 Dönemin Reisülküttap’ı Atıf Efendi’nin 1797’de kaleme aldığı bir raporda, Fransa’nın güç
kazanmasının ve Fransızların özellikle Mora’daki Hıristiyan unsurlar üzerindeki faaliyetlerinin
yaratacağı tehlikelere işaret ettiği görülmektedir. Atıf Efendi’ye göre, Fransız Devrimi’nin yıkıcı
hareketlerinin önlenebilmesi için Osmanlı Đmparatorluğu da “vargücüyle” çaba harcamalıydı. Ahmet
Rasim, Osmanlı’a Batışın Üç Evresi, s. 80-88. 709 Rapor, Karal tarafından günümüz alfabesine çevrilerek yayınlanmıştır. Bkz. Enver Ziya Karal,
Fransa-Mısır ve Osmanlı Đmparatorlu ğu (1797–1802), Đstanbul, Đstanbul Üniversitesi Yayınları
No:63, 1938, s. 149–150.
333
bulunduğu bildirilmekteydi. Bazı şaiyalara göre, sefer Hindistan’daki Đngiliz
kuvvetlerine yönelikti. Đskenderun’da karaya çıkacak birlikler, Irak ve Đran yoluyla
Hindistan’a saldıracaklardı. Diğer şaiyalara göre ise, sefer Akdeniz’deki Đngiliz
donanmasına yönelik olacaktı. Fransız kuvvetleri Sicilya’daki isyanı bastırarak
Malta’yı Đngilizlerin elinden alacaktı. Seyyid Ali Efendi raporunun sonuna kendi
görüşünü de ekledi. Ona göre, seferin amacı “Đngilterenin Akdenizle alakasını
kesmek, yani Đngilizlerin elinden Cebelüttarığı [Cebelitarık’ı] almak, yahut Sicilya
ceziresine [adasına] hücuma hazırlanmak”tı.710
Napolyon komutasındaki Fransız donanmasının Toluon’dan hareket ettikten
sonra Malta’yı kuşatarak ele geçirmesi, Seyyid Ali Efendi’yi memnun etti. Çünkü,
raporunda ileri sürdüğü görüşün doğru olduğu ortaya çıkmıştı. Fakat, tam bu sırada
Babıâli’den, Napolyon’un aslı hedefinin Mısır olduğu yolunda haberler alındığı, bu
konunun Đstanbul’daki Fransa maslahatgüzarı Ruffin’e sorulduğu ve kendisinin bunu
açıkça yalanlayamadığı hususlarını içeren bir mektup geldi.711 Babıâli, Seyyid
Efendi’ye bu hususları Talleyrand’la görüşmesi talimatını vermekteydi.
Seyyid Ali Efendi de, Babıâli’nin talimatı doğrultusunda 21 Temmuz
1798’de Talleyrand’la bir görüşme yaptı.712 Seyyid Ali Efendi, gazetelerde Fransız
kuvvetlerinin asıl hedefinin Mısır’ın işgali olduğu yönünde haberler bulunduğunu
ifade ederek, Mısır’a yapılacak bir saldırıya Padişah III. Selim’in kayıtsız
kalmayacağını belirtti. Talleyrand ise seferin amacının Malta’nın zaptı olduğunu
söyledi. Bir korsan yatağı olan Malta’nın zaptından Babıâli’nin memnuniyet duyması
gerektiğini belirtti. Direktuvar Hükümeti’nin amacının sadece Malta’yı fethetmek
olduğunu tekrar çok açık bir biçimde ifade etti.
710 Ibid. , s. 62. 711 Mektup, Karal tarafından günümüz alfabesine çevrilerek yayınlanmıştır. Bkz: Ibid. , s. 154-157. 712 Görüşme için bkz: Herbette, Moralı Esseyit Ali Efendi, s. 142–146.
334
Taleyrand’ın açıklamalarına ve samimi tavırlarına kanan Seyyid Ali Efendi,
Fransız kuvvetlerinin Mısır’a çıkmayacağına inandı. Halbuki, sözkonusu
görüşmeden günler önce (1 Temmuz’da) Fransız kuvvetleri Đskenderiye’ye çıkmıştı.
Gelişmeden haberi olmayan Seyyid Ali Efendi, Babıâli’ye bir mektup yazarak,
Malta’yı ele geçiren Fransızların Müslüman esirleri serbest bıraktıklarını, bunun
karşılığında Osmanlı ülkesinde bulunan Maltalı esirlerin de serbest bırakılmasını
istediklerini Babıâli’ye bildirmekteydi.713
Mısır’ın Fransız kuvvetleri tarafından işgal edildiği haberi Eylül ayı
başlarında Paris’e ulaşmıştır. Gazetelerdeki haberler üzerine Seyyid Ali Efendi de
hemen Talleyrand’la görüşmek istedi. Yapılan görüşmede Talleyrand bu hususta bir
bilgisi olmadığını söyledi.714
Seyyid Ali Efendi Mısır’ın işgal edildiğini Eylül ayı ortalarında kesin bir
biçimde öğrenecektir. Talleyrand tarafından defalarca kandırılmış bulunması
kendisine çok acı gelmiş olmalıydı.
Fransa Hükümeti, Mısır’a asker çıkartmasının Osmanlı Đmparatorluğu’na
karşı bir hareket olmadığı propagandası yaptığından, resmen savaş bile ilan
etmemişti. Osmanlı yöneticileri de Fransa’ya savaş ilanını, gerekli hazırlıkları
yapmak amacıyla Eylül ayına kadar geciktirmişlerdi. Bu dönemde Seyyid Ali Efendi
Fransız hükümetiyle diplomatik temaslarına devam etti. Fakat, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Fransa’ya savaş ilan ettiği ve Fransız elçilik görevlilerinin
Yedikule’de zindana atıldığı haberleri Paris’e ulaşınca, Seyyid Ali Efendi’nin
durumu da değişti.
713 Mektup, Karal tarafından günümüz alfabesine çevirilerek yayınlanmıştır. Bkz: Karal, Fransa-
Mısır ve Osmanlı Đmparatorlu ğu (1797–1802), s. 176–177. Kendisine arz edilen mektubu okuyan
III. Selim, Seyyid Ali Efendi’nin aymazlığı karşısında hiddetlenmiş, mektubun kenarına “ne eşek
herifmiş” diye not düşmüştür. 714 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 31.
335
Sözkonusu haberlerin gelmesini müteakip, Seyyid Ali Efendi eşyalarını
topladı ve 13 Ekim 1798’de Talleyrand’la görüşmeye gitti.715 Talleyrand, görüşmede
Đstanbul’dan “can sıkıcı haberler” geldiğini, bunların doğru çıkması halinde
Direktuvar Hükümeti’nin “mukabele-i bilmisil” ilkesi uyarınca Osmanlı elçisini
hapsetme hakkı olacağını belirtti. Seyyid Ali Efendi de cevabında elçilik görevinin
devam ettiğini ve Direktuvar Hükümeti’nin kendisi hakkındaki her türlü tasarrufuna
razı olduğunu söyledi.
Seyyid Ali Efendi, 1 Kasım’da da Babıâli’nin Fransa’ya savaş ilan edildiği ve
kendisinin geri dönmesi yolundaki talimatını aldı.716 Bunun üzerine, Seyyid Ali
Efendi Talleyrand’la bir kez daha görüşerek Fransa’yı terk etmesine izin verilmesini
talep etti. Talleyrand konuyu Direktuvar Hükümeti’ne sunacağını söyledi. Kasım
sonlarında Seyyid Ali Efendi’ye gönderilen yazılı cevapta, memleketine dönebilmesi
için Osmanlı ülkesinde hapsolunmuş elçilik erkânından başka, Fransa
konsoloslarının ve memurlarının da iade edilmesi şart koşuluyordu.
Babıâli’nin sökonusu şartı kabul etmemesi nedeniyle, Seyyid Ali Efendi
maiyetiyle birlikte birkaç yıl daha Paris’de ikamet etmek zorunda kaldı. Bu süre
zarfında Fransız Hükümeti’yle yazışmalarında “eski Osmanlı Elçisi” ünvanını
kullandı.717 Fransa Hükümeti kendisine genellikle iyi muamele yaptıysa da, mali
kaynaklarının kuruması Seyyid Ali Efendi ve maiyetindekilerin büyük sıkıntılar
çekmesine neden oldu. Seyyid Ali Efendi’nin maiyetindekilere yönelik hırçın
davranışları, mali sıkıntının yarattığı olumsuzlukla birleşince, elçilikte görevli
memurlar üzerindeki otoritesi de gün geçtikçe azaldı.718
715 Ibid. , s. 32. 716 Ibid. , s. 33. 717 Herbette, Moralı Esseyit Ali Efendi, s. 153. 718 Ibid., s. 158–162.
336
Seyyid Ali Efendi, özellikle, Osmanlı Đmparatorluğu ile Fransa arasındaki
ili şkilerin en kötü durumda olduğu 1799 yılında çok büyük sıkıntılar çekti. Fransız
polisi tarafından da yakından izlenmekteydi. Đki ülke arasındaki ilişkilerin 1800’den
itibaren yumuşamaya başlamasıyla, Seyyid Ali Efendi’nin üzerindeki baskı hafifledi.
Fransa Hükümeti’nin Mısır’dan çekilme kararı almasından sonra, Seyyid Ali Efendi
“dondurulan” diplomatik faaliyetlerine yeniden başladı.
Bu çerçevede, Seyyid Ali Efendi Babıâli’den gelen talimat uyarınca
Fransa’yla barış antlaşması imzalanması için Talleyrand ve Napolyon’la görüşmeler
yaptı. Seyyid Ali Efendi’nin sözkonusu faaliyetleri, El-Ariş Sözleşmesi’nin
hükümsüz kalması üzerine bir neticeye varamadı.719 Seyyid Ali Efendi 1800
şubatında yaptığı görüşmeleri Babıâli’ye gönderdiği raporlarla bildirdi.
1800 yılı sonlarında, Fransa Hükümeti’yle barış antlaşması imzalanması
amacıyla öngörüşmeler yapılması yolunda talimat alan Seyyid Ali Efendi, bu konu
üzerinde yoğun biçimde çalıştı. 9 Ekim 1801’de de Talleyrand’la bir ön antlaşma
hazırladı. Bu sırada, 1802’de Amiens’de Fransa ile Koalisyon Güçleri arasında
yapılacak konferansa, Babıâli tarafından Osmanlı delegesi olarak atandı. Ancak,
Napolyon’un Osmanlı tarafının konferansa katılımına muhalefet etmesi nedeniyle
Seyyid Ali Efendi bu görevi de yerine getiremedi. Seyyid Ali Efendi ve Talleyrand
tarafından hazırlanan ön antlaşma da gündemden düştü.720
Böylece, elçiliğinin ikinci döneminde de önemli bir başarı kazanamayan
Seyyid Ali Efendi, Babıâli nezdindeki itibarını iyice kaybetti. Ayrıca, Babıâli, Seyyid
719 Soysal, Fransız Đhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri, s. 315-316. 720 Ibid. , s. 318–327.
337
Ali Efendi’nin baştercümanı Codrika’nın Fransa hesabına casusluk yaptığını da
öğrendi.721
Bütün bunlar karşısında, Babıâli de, 1802’de Fransa’yla Paris’te yapılacak
barış görüşmelerinde Osmanlı Đmparatorluğu’nu temsil etmek üzere yeni bir kişiyi
Paris’e gönderme kararı aldı. Amedi Galip Efendi “fevkalede büyükelçi” olarak
Paris’e gönderildi. Amedi Galip Efendi’nin gelişinden sonra da, Seyyid Ali Efendi
Đstanbul’a dönmek üzere 1802 temmuzunda yola çıktı.722
Seyyid Ali Efendi, iyi niyet sahibi, yenilik yanlısı ve Batı’ya olumlu gözle
bakan bir kişi olmasına rağmen, diplomatlık için gerekli sezgilere sahip bulunmadığı
için, ilk dönem Osmanlı ikamet elçileri içindeki belki de en başarısızı sayılabilir.
Seyyid Ali Efendi’nin başarısızlığında Osmanlı Đmparatorluğu ile Fransa arasındaki
ili şkilerin çok kötü bir döneminde olmasının kuşkusuz belirleyici etkisi vardır.
Ayrıca, Talleyrand gibi usta bir diplomatla muhatap olması, kendisinin en büyük
talihsizliklerinden biridir.
Seyyid Ali Efendi’nin, özellikle büyükelçiliğinin ilk aylarında Paris
ahalisinden büyük ilgi görmesi, kendisinin de bunu karşılıksız bırakmayarak çok
sayıda etkinliğe katılması, elçiliğin “temsil” yönüne ve yarı-diplomatik faaliyetlere
gereksiz bir ağırlık vermesine neden olmuştur.723 Bu husus da başarısızlığındaki
önemli etkenlerden biri olarak görülebilir.
721 Seyyid Ali Efendi Codrika’nın casusluk yaptığını anlayamamış, hatta mükâfatlandırılmasını
Babıâli’den istemişti. Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 34. 722 Ibid. , s. 34–35. 723 Seyyid Ali Efendi’nin Paris ahalisinde yarattığı ilgi ve merak için bkz: Herbette, Moralı Esseyit
Ali Efendi, s. 96–105. Seyyid Ali Efendi Paris elçiliğini anlattığı bir sefaretname de kaleme almıştır.
Bkz: Belkıs Altuniş-Gürsoy, “Seyyid Ali Efendi’nin Sefaretnamesi”, Erdem, C. XII, S. 36., (Mayıs
2000), s. 711-812.
338
Yukarıda belirtildiği gibi, Elçilik baştercümanı Codrika’nın Fransa Hükümeti
hesabına casusluk yapması da başarı şansını tamamen ortadan kaldırmıştır.
ii)Mehmet Sait Halet Efendi Dönemi
Seyyid Ali Efendi’nin ayrılışından sonra Paris’teki diplomatik temsilcilik
görevi bir süre Amedi Galip Efendi tarafından yerine getirildi. Amedi Galip Efendi,
Paris’te kaldığı yaklaşık 4 aylık süre zarfında Osmanlı Đmparatorluğu ile Fransa
arasındaki barış antlaşması görüşmeleriyle meşgul oldu. Amedi Galip Efendi’nin
Napolyon ve Talleyrand’la yaptığı görüşmeler sonucunda, 25 Temmuz 1802’de
imzalanan Barış Antlaşması Eylül ayında her iki tarafça da onaylanarak yürürlüğe
girdi. 724
Amedi Galip Efendi, Barış Antlaşması’nın imzalanmasının ardından, 1802
sonlarına doğru Đstanbul’a döndü. Bu sırada Osmanlı Đmparatorluğu’nun Londra,
Berlin ve Viyana büyükelçiliklerine henüz yeni atamalar yapılmamıştı ve diplomatik
temsilcilik görevi maslahatgüzarlar tarafından yerine getirilmekteydi. Diğer ülkelere
henüz büyükelçi atanmadığı bir sırada, Paris’e ise yeni bir büyükelçi tayini
gerçekleştirilecektir. Bunun temel nedeni, Babıâli’nin o sırada gücünün zirvesinde
olması nedeniyle Fransa’ya özel bir önem vermesiydi. Ayrıca, Rusya’nın Gürcistan,
Eflak-Boğdan ve Mora’daki faaliyetlerinden çok rahatsız olan Babıâli, Fransa’yla
724 Amedi Galip Efendi’nin Paris’teki faaliyetleri ve Osmanlı Đmparatorluğu’yla Fransa arasında
imzalanan Barış Antlaşması için bkz: Đsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Âmedi Galip Efendi’nin
Murahhaslığı ve Paris’ten Gönderdiği Şifreli Mektuplar”, Belleten, C. I., S. 2., (1937), s. 357-363;
Soysal, Fransız Đhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri, s. 330-337 ve Karal, Fransa-
Mısır ve Osmanlı Đmparatorlu ğu, s. 139-143. Amedi Galip Efendi, günümüze sadece bir bölümü
ulaşabilmiş bir sefaretname de kaleme almıştır. Bkz: Belkıs Altuniş-Gürsoy, “Âmedi Galip Efendi
Sefaretnamesi”, Erdem, C. IX., S. 27., (Ocak 1997), s. 911-941.
339
ili şkilerini geliştirerek, ittifak antlaşmalarıyla bağlı olduğu Rusya ve Đngiltere’ye
karşı elini güçlendirmek istemekteydi.
Böylece, 1802 sonbaharında Halet Efendi, selefi Seyyid Ali Efendi gibi
“Muhasebe-i Evvel” payesiyle Paris’e büyükelçi olarak atandı. Kırımlı Đlmiye
sınıfına mensup bir aileden gelen Halet Efendi, babasının yönlendirmesi sonucunda
Đlmiye içinde yetişmişti. Fakat, bir süre sonra hatırlı dostları sayesinde, Kalemiye
sınıfına intisap etmiş ve kısa sürede hacegan rütbesine yükselmeyi başarmıştı.725
1802 sonbaharında büyükelçi olarak atanmasına rağmen, Halet Efendi’nin
Paris’e gidişi hazırlıklar nedeniyle biraz gecikti. 1803 temmuzunda Đstanbul’dan yola
çıkan Halet Efendi ve maiyetindekiler karayoluyla yaptıkları yaklaşık 70 günlük bir
seyahatin sonunda 22 Eylül 1803’de Paris’e ulaştılar. Heyet Fransa sınırında resmi
bir mihmandar tarafından karşılanmamıştı. Ayrıca, Heyet’in Paris’e girişinde
karşılama töreni de yapılmamıştı. Fransa Hükümeti’nin ilgisiz tavrı Halet Efendi’yi
çok hiddetlendirdiyse de, bu durumu diplomatik krize döndürecek bir adım da
atmadı.726
Buna rağmen, iki ülke arasında teşrifat nedeniyle bir krizin çıkması da
gecikmedi. Halet Efendi, Paris’teki elçilik binasına yerleşmesinden hemen sonra,
gelişini bildirmek üzere başkâtibi ve tercümanını Dışişleri Bakanı Talleyrand’a
gönderdi.727 Talleyrand, Elçilik görevlilerini çok uzun bir süre bekletti. Nihayet,
başkentten ayrılacağını bildirdiği Napolyon’un, Halet Efendi’yle hemen görüşmek
istediğini söyledi. Yani, Halet Efendi hemen Napolyon’la görüşmeye gitmeliydi.
725 Abdurrahman Şeref, Tarih Konu şmaları, Bas. Haz. Eşref Eşrefoğlu, Đstanbul, Kavram Yayınları,
1978, s. 23-24; Enver Ziya Karal, Halet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği (1802-1806), Đstanbul,
Đstanbul Üniversitesi Yayınları, 1940, s. 9. 726 Ibid. , s. 12. 727 Ibid. , s. 11–14.
340
Elçilik görevlileri, Talleyrand’ın kendilerine yaptığı muameleyi ve sözkonusu
isteğini Halet Efendi’ye bildirdiler. Halet Efendi ise, Talleyrand’ın isteğini kati
biçimde reddeden bir cevap yolladı. Talleyrand da bu isteği tekrar iletmek üzere bu
kez kendi başkâtibini Osmanlı Büyükelçiliği’ne gönderdi. Halet Efendi de -Osmanlı
elçilik görevlilerine Talleyrand’ın davrandığı gibi- Fransız başkâtibe çok soğuk bir
muameleyle, daveti bir kez daha reddetti.
Talleyrand, Halet Efendi’yi korkutmak niyetinde olduğundan, tehdit etmeye
karar verdi. Bu kez de gönderdiği bir başka görevli vasıtasıyla, Halet Efendi’ye
kendisiyle görüşmeye gelmemesi halinde “sonucun kötü olacağı” mesajını iletti.
Halet Efendi ise, tehdite boyun eğmeyerek, istenilirse hemen Đstanbul’a
dönebileceğini bildirdi ve Fransa Hükümeti’nin pasaportunu vermesini istedi.
Halet Efendi’nin Seyyid Ali Efendi gibi kolaylıkla manipüle edilemeyecek
bir kişi olduğunu anlayan Talleyrand, sonunda tavrını değiştirdi ve Halet Efendi’yi
evine yemeğe davet etti. Halet Efendi de teklifi kabul ederek yemeğe katıldı. Yemek
sırasında yapılan görüşmede, Talleyrand ortada bir yanlış anlama olduğunu
söyleyerek özür diledi. Böylece, kriz Halet Efendi’nin istediği şekilde aşılmış
oldu.728
Krizin böylece aşılmasından sonra, Halet Efendi 2 Ekim 1803’de Napolyon’a
güven mektubunu729 sundu. Tören sırasında Halet Efendi, Đstanbul’dan Fransız
ricaline gönderilen hediyeleri de verdi.730
728 Halet Efendi’nin krizdeki tavrı dikkat çekicidir. 1802 Barış Antlaşması sonucunda iki ülke
arasındaki ilişkilerin yeniden normalleştirilmeye çalışıldığı ve Babıâli’nin Fransa ile yakınlaşma
ihtiyacı içinde olduğu bir dönemde, Halet Efendi protokol hususunda çok kararlı bir tavır almış, gayet
onurlu çıkışlar yapmıştır. 729 Güven mektubunda, Halet Efendi’nin en önemli vazifesinin Fransa’daki Osmanlı tüccarlarına,
faaliyetlerini Osmanlı topraklarındaki Fransız tüccarlarına tanınan şartlarla yürütmesinin sağlanması
olduğu belirtiliyordu. Görüldüğü gibi, Osmanlı yönetimi mütekabiliyet ilkesinin sağlanmasını
amaçlamaktaydı. Ibid. , s. 51-52.
341
Güven mektubunu sunduktan sonra görevine resmen başlayan Halet
Efendi’nin ilk diplomatik girişimi, Osmanlı-Đmparatorluğu ile Fransa arasındaki
ticari ilişkilerle ilgiliydi. Halet Efendi 21 Aralık 1803’de Talleyrand’la yaptığı
görüşmede731, Fransız tüccarlarının Osmanlı topraklarındaki ticari faaliyetleri için %
3 gümrük resmi ödemelerini talep etti. Talleyrand ise mevcut düzenleme uyarınca
Fransız tüccarların % 1.5 gümrük resmi ödemelerinde diretti. Sonuçta, bu mesele bir
netice alınamadan gündemden düştü.
Halet Efendi’nin büyükelçiliği döneminde iki ülke arasındaki ilişkilerde
gündemi en fazla işgal eden hususlardan ilki, Fransa’nın Osmanlı Đmparatorluğu’yla
bir ittifak antlaşması imzalamak isteğiydi. Đstek, 25 Şubat 1804’de yapılan bir gizli
görüşme sırasında ilk olarak Napolyon tarafından Halet Efendi’ye bildirildi.732
Napolyon, görüşmede Rusya’nın Osmanlı topraklarında gözü olduğunu belirterek,
ittifak teklifini Sadrazam’a bildirmesini Halet Efendi’den istedi. Halet Efendi de,
Napolyon’un ittifak önerisini Babıâli’ye iletti. Babıâli, hem Mısır Seferi nedeniyle
Fransa’ya duyulan güvensizliğin sürmesi, hem Đngiltere ve Rusya’yla ittifakın devam
etmesi, hem de Osmanlı Đmparatorluğu’nun bu iki ülkeyle bir savaşa sürüklenmek
zorunda kalabileceği endişesiyle sözkonusu teklife sıcak bakmadı. Nitekim, Temmuz
ayında Halet Efendi vasıtasıyla Napolyon’a gönderilen mektupta733, III. Selim
“Fransa’ya karşı duyduğu dostluk hislerini belirtmekle beraber, topraklarının
emniyeti hususunda herhangi bir endişesi olmadığını” bildiriyordu. Yani, Osmanlı
Devleti’nin Fransa’yla ittifaka ihtiyacı yoktu.
730 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 48–49. 731 Ibid. , s. 49. 732 Idem. 733 Idem.
342
Osmanlı yönetiminin ittifak teklifini reddetmesinden rahatsızlık duyan
Napolyon, buna rağmen çok da ısrarcı olmadı. Zaten, o sırada iki ülke arasındaki
ili şkilerde büyük bir kriz yaratacak bir başka mesele de ortaya çıkmıştı:
Fransa’da yönetimi elinde tutan Napolyon, 1804 mayısında Paris’te Papa’nın
da katıldığı bir törenle taç giyerek imparator oldu.734 Napolyon’un imparator ünvanı
başta Đngiltere olmak üzere Avrupa’daki birçok devlet tarafından tanınmadı. Osmanlı
yöneticileri Napolyon’u imparator olarak tanımaya sıcak baksalar da, Đngiltere ve
Rusya’nın tepkisinden çekindiklerinden bu yönde bir adım atmaktan
sakınmaktaydılar.735 Nitekim, Fransa’nın Đstanbul Büyükelçisi General Brune,
Napolyon’un imparator olarak tanınmasını Osmanlı Dveleti’den isteyince, kendisine
Babıâli’nin konuya ilke olarak olumlu baktığı, Avrupa devletleri arasında bu hususta
bir anlaşmaya varılması halinde Babıâli’nin de memnuniyetle uyacağı bildirilmi şti.736
Napolyon’un imparatorluk ünvanının Babıâli tarafından tanınmamasından
rahatsız olan Fransa Hükümeti, girişimlerini Halet Efendi kanalıyla da sürdürdü.
Talleyrand, Halet Efendi’yle 1804 ağustosunda yaptığı bir görüşmede konuyu tekrar
gündeme getirdi.737 Halet Efendi, diğer Avrupa devletlerinin imparatorluk ünvanını
tanımaları halinde Osmanlı yönetiminin de hemen bu yönde adım atacağını belirterek
Babıâli’nin görüşünü tekrarladı.
Hem Đstanbul’daki Fransa büyükelçisi, hem de Halet Efendi vasıtasıyla
girişimlerini sürdüren Talleyrand, 1804 yılı içinde Halet Efendi’yle yaptığı çeşitli
734 David Thompson, Europe Since Napoleon, London, Penguin Books, 1990, s. 60. 735 Đstanbul’daki Đngiltere ve Rusya büyükelçileri, Babıâli’nin Napolyon’un imparatorluk ünvanını
tanıması halinde ittifak antlaşmalarının geçerliliğini yitireceğini çok açık bir biçimde bildirmişlerdi.
Karal, Halet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği (1802–1806), s. 69. 736 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. IV., s. 1956. 737 Karal, Halet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği (1802–1806), s. 71–72.
343
görüşmelerde konuyu hep gündeme getirdi.738 Halet Efendi ise sürekli olarak
Babıâli’nin görüşünü tekrarladı ve zaman kazanmaya çalıştı.739
Aralık 1804’te Büyükelçi General Brune’in, Babıâli’nin Napolyon’un
imparatorluk ünvanını tanımamasını protesto ederek Đstanbul’dan ayrılmasından
sonra iki ülke arasındaki ilişkiler iyice gerildi.740 Divan, III. Selim’in isteğiyle
toplanarak konuyu uzun süre görüştü. Görüşmeler sonucunda Halet Efendi’ye bir
talimat741 gönderilmesi kararlaştırıldı. Talimatta, Babıâli’nin Napolyon’un imparator
ünvanını tanımak istediği, fakat Đngiltere ve Rusya’nın baskısı nedeniyle bunu
yapamadığı belirtiliyordu. Halet Efendi bu hususları Talleyrand ve diğer Fransa
yöneticilerine bildirerek onları ikna etmeliydi.
Fakat, Halet Efendi’nin bu konuda bir girişimde bulunması mümkün
olmamış, hatta büyükelçilik görevini “fiilen” icra edemez duruma gelmiştir. Çünkü,
1805 yılı boyunca Fransa Hükümeti, Halet Efendi’yi mutad siyasi toplantılara ve
haftalık resmi geçitlere bile davet etmemiştir. Bu dönemde, Halet Efendi Talleyrand
ile görüşme fırsatı da bulamamıştır. Halet Efendi kendisine yönelik tavrı Babıâli’ye
aksettirmemiş, yaklaşık 1 yıllık dönemi ilişkilerin düzeltileceği ve normal görevlerini
yerine getirebileceği umuduyla geçirmiştir.742
738 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 50-51. 739 Halet Efendi, Babıâli’ye gönderdiği bir raporda, Prusya, Đspanya ve Portekiz’in Napolyon’un
imparatorluk ünvanını kabul ettiklerini, Avusturya’nın da tanımak üzere olduğunu belirterek, Osmanlı
Devleti’nin de Rusya’yı razı ederek bu yönde adım atmasını önermişti. Halet Efendi’nin bu görüşünü
beğenen III. Selim rapora “Halet Efendi’nin mütalaası şayanı dikkattir” notunu düşmüştür. Karal,
Halet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği (1802–1806), s. 73. 740 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 51. 741 Talimat, Karal tarafından günümüz alfabesine çevrilerek yayınlanmıştır. Bkz: Karal, Halet
Efendi’nin Paris Büyükelçili ği (1802–1806), s. 77–78. 742 Ibid. , s. 80.
344
Sözkonusu dönemde Halet Efendi daha çok Avrupa’daki olayları ve
Napolyon’un askeri ve siyasi faaliyetlerini izlemekle geçirmiştir. Önemli bulduğu
haberleri Prusya’nın Paris Elçisi Luccehesini vasıtasıyla Babıâli’ye ulaştırmıştır.743
1806 ilkbaharından itibaren, Fransa Hükümeti Halet Efendi’ye tekrar itibar
göstermeye başladı. Bunun temel nedeni, Napolyon’un Osmanlı Đmparatorluğu’na
yönelik sert bir politika izlemekten vazgeçmesidir. 1805’de Fransa’nın Avusturya’yı
Austerlitz Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğratması nedeniyle Babıâli’nin Paris’le daha
yakın ilişkiler kurmak isteyeceğini düşünen Napolyon, bu tahmininde yanılmamıştır.
Nitekim, Avusturya’nın ağır bir yenilgiye uğraması Osmanlı ricalinde büyük bir
sevinç yaratmış, Fransız ordularının doğuya (Lehistan’a) doğru ilerlemesi
memnuniyetle karşılanmıştır.744
Yeni şartlar karşısında politikasını değiştirme kararı alan Babıâli, Fransa’yla
ili şkilerini geliştirmek istedi. Bu yolda atılacak ilk adım, hiç kuşkusuz Napolyon’un
imparator ünvanının tanınması olacaktı. Durumu öğrenen Đstanbul’daki Fransa
Maslahatgüzarı Ruffin, sözkonusu tanımanın Babıâli tarafından Paris’e özel bir elçi
gönderilerek yapılmasının daha uygun olacağını söyledi.745
Ruffin’in önerisinin Babıâli’ce uygun bulunması üzerine, Abdurrahim Muhib
Efendi yeni Paris büyükelçisi olarak atandı. 1806 martında Đstanbul’dan ayrılan
743 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 51. 744 Napolyon Austerlitz zaferini bir mektupla III. Selim’e bildirerek, Rusya barışa yanaşmazsa
Lehistan’a da saldıracağını belirtti. Napolyon’un mektubu alınmadan 1 gün önce, Rusya ile Osmanlı
Đmparatorluğu arasında 1798 Đttifak Antlaşması’nın süresini uzatan yeni bir antlaşma imzalanmıştı.
Osmanlı yöneticileri Rusya ve Đngiltere’nin baskısıyla imzalamak zorunda kaldıkları Antlaşmanın,
Austerlitz zaferi haberinin gelmesinden 1 gün önce imzalanmasına çok üzüldüler. Çünkü, bu zafer
Avrupa’daki dengeleri tamamıyla değiştirecekti. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. IV., s. 1889-
1990. 745 Ibid. , s. 1990.
345
Muhib Efendi 20 Mayıs’ta Paris’e vardı. Muhib Efendi’nin gelişinden sonra birkaç
ay daha Paris’te kalan Halet Efendi, Đstanbul’a dönmek için Ekim’de yola çıktı.746
Halet Efendi, görev yaptığı dönemde başarılı sayılabilecek faaliyetlerde
bulunmuştur. Gerçi, “diplomatik zafer” sayılabilecek bir başarı kazanamadı. Ancak,
Napolyon’un imparator ünvanının tanınması meselesinde Babıâli’nin zaman
kazanmasındaki katkısı gibi başarılı hizmetleri olmuştur.747 Halet Efendi, selefi
Seyyid Ali Efendi’nin aksine Talleyrand’ın manipülasyon girişimlerine de
kanmamıştır. Protokol gibi hususlarda, mümkün olduğunca devletlerarası
mütekabiliyet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde hareket etmeye çalışmıştır. Fransız
muhataplarıyla yaptığı görüşmelerde sert ve sağlam kişili ğini bir silah olarak
kullanabilmiştir.
Halet Efendi, Avrupa’daki ve Fransa’daki gelişmeleri mümkün olduğunca
takip etmeye çalışmış ve önemli bulduklarını sürekli biçimde Babıâli’ye
göndermiştir.748 Elbette, Halet Efendi’nin katkısı sadece malumat sağlamak olmamış,
gönderdiği raporlarda öne sürdüğü düşüncelerle Osmanlı dış politikasının
belirlenmesinde de etkide bulunmuştur. III. Selim, Halet Efendi’nin faaliyetlerini
yakından takip etmiş, ifade ettiği görüşlerden hoşnut olmuştur.
Halet Efendi, Avrupa’ya gönderilen ilk Osmanlı ikamet elçileri içinde,
Avrupa uygarlığı hakkında en olumsuz görüşlere sahip olanıdır. Görev yaptığı sürece
gönderdiği raporlarda Avrupa uygarlığını sürekli biçimde eleştirmiş, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun teknoloji ve eğitim dışında her açıdan Avrupa’dan üstün
746 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 51. 747 Halet Efendi, ilk ikamet elçileri içinde mali sıkıntıyı en fazla yaşayan/dile getiren olmuştur.
Mektuplarında para talebini sürekli olarak Babıâli’ye iletmiştir. Halet Efendi, elçiliği sırasında
Napolyon’dan bile borç almıştı. Halet Efendi’nin mali sıkıntılarıyla ilgili olarak bkz: Karal, Halet
Efendi’nin Paris Büyükelçili ği (1802–1806), s. 18–30. 748 Halet Efendi’nin Babıâli’ye gönderdiği gazete tercümelerinden örnekler için bkz: Ibid. , s. 36-37.
346
olduğunu belirtmiştir.749 Avrupa uygarlığını çözümleyebilecek zeka ve bilgi
seviyesinde olmasına rağmen, Halet Efendi’nin Avrupa medeniyetine mutlak
biçimde karşı görüşler ileri sürmesi, politik tercihleri ve sınıfsal konumuyla
alakalıdır:
Halet Efendi, büyükelçi olarak Paris’e gönderilmeden önce, Osmanlı ricali
içinde Nizam-ı Cedit’e muhalefet eden muhafazakâr kesimin bir üyesiydi.
Büyükelçiliği sırasında da Avrupa uygarlığını sürekli eleştirerek, içinde olduğu
zümrenin propagandasına yardımcı olmaktaydı.750 Böylece, kendisini destekleyen
Nizam-ı Cedit karşıtı devlet adamlarını hoşnut etmekte, ülkeye dönüşünde politik
kariyerinde yükselebilme imkânını arttırmaktaydı.
Halet Efendi’nin Avrupa uygarlığıyla ilgili olumsuz değerlendirmelerinde
sınıfsal konumunun hayli etkisi de şundan ileri geliyordu: Đlmiye sınıfı içinden
gelmesi, Mevlevi Dergahı’nın bir üyesi olması ve Yeniçeri Ocağı’yla yakın ilişkiler
içinde bulunması, Nizam-ı Cedit karşıtı grubun içinde yer almasında çok etkili
olmuştu.751 Halet Efendi, hem Paris’ten gönderdiği raporlarla, hem de ülkeye
dönüşünden sonraki faaliyetleriyle Nizam-ı Cedit hareketine büyük zarar vermiştir.
Bu durum, Osmanlı modernleşmesinde ilk ikamet elçilerinin oynadığı olumlu rolle
büyük bir tezat teşkil etmektedir.
749 Örnekler için bkz: Ibid. , s. 31–37. 750 Ibid. , s. 38–39. 751 Şirin, Osmanlı Đmgeleminde Avrupa, s. 201–202.
347
iii)Abdurrahim Muhib Efendi Dönemi
Đstanbul’lu olan Abdurrahim Muhib Efendi Divan-ı Hümayun’dan yetişmişti.
Beylikçi Kalemi’nde yükselerek hacegan rütbesine ulaşmıştı. Kuvvetli bir kalemi
olan Muhib Efendi, siyasi konularda geniş bilgi birikimine ve yetkinliğe de sahipti.752
Yukarıda da belirtildiği gibi, 1806 yılı başlarında “Nişancı” payesiyle
büyükelçi olarak atanan Muhib Efendi’ye, Đstanbul’dan ayrılmadan önce bir
talimatname verilmişti.753 Talimatname’de, Muhib Efendi’nin elçilik görevini yerine
getirirken gözetmesi istenen hususlar yer almaktaydı.
Muhib Efendi, Paris’e gelişinden hemen sonra diplomatik faaliyetlerine
başlayıp, 21 Mayıs’ta Talleyrand’la ve Đstanbul’a büyükelçi olarak atanan Sebastiani
ile görüştü.754 Bu görüşmelerin ardından iki ülke arasında diplomatik bir kriz ortaya
çıktı:
Muhib Efendi’nin getirdiği güven mektubunda Napolyon’un imparatorluk
ünvanı tanınmakla birlikte, “Đtalya Kralı” ünvanı yer almamaktaydı.755 Napolyon’un
imparatorluk ünvanını tanıyan Osmanlı yönetiminin, Đtalya Kralı ünvanını
tanımaması sözkonusu olamazdı. Bu durum bir unutkanlık sonucunda ortaya
çıkmıştı.
752 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 185. 753 Talimatname’de yer alan hususların başlıcaları şunlardı: Muhib Efendi’nin; Paris’e girerken tören
yapmaması, Fransa Hükümeti’nden tayinat kabul etmemesi, maiyetindeki memurların disiplinlerine
gereken özeni göstermesi, Fransız ricali ve halkıyla iyi ilişkiler kurmaya çalışması, Osmanlı
Devleti’nin Nizam-ı Cedit’le kuvvetlendiğini temasta bulunduğu kişilere anlatması (propaganda
yapması), Fransa’daki mülki ve askeri sistem hakkında bilgi edinerek Đstanbul’a aktarması ve elçilik
memurlarının yabancı dil öğrenmesinin sağlanması. Karal, Selim III’ün Hat-tı Hümayunları-
Nizam-ı Cedit, s. 180–182. 754 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 187–188. 755 Karal, Halet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği (1802–1806), s. 83
348
Talleyrand, güven mektubuna Đtalya Kralı ünvanının da eklenmesini talep
etti.756 Muhib Efendi ise, Talleyrand’ın isteğini reddederek, padişahının mektubuna
yeni bir eklemenin mümkün olmayacağını belirtti. Bunun üzerine, Talleyrand, Muhib
Efendi’yi tehdit ederek, Osmanlı Elçisi’nin sözkonusu isteği reddi halinde Fransız
ordularının Osmanlı topraklarına gireceğini Sebastiani vasıtasıyla bildirdi. Muhib
Efendi ise, bu tehdide karşı geri adım atmadı ve “Padişah’ın mektubuna bir kelime
bile eklemektense ölümü tercih edeceğini” Sebastiani’ye söyledi.
Büyük bir kriz çıkmasına neden olan bu mesele, Fransız tarafının geri adım
atmasıyla aşılabildi. Artık ısrar edilmeyeceğini Talleyrand’dan öğrenen Muhib
Efendi rahatladı. Krizin aşılmasının ardından, 5 Haziran’da yapılan kabul töreninde
Muhib Efendi güven mektubunu Napolyon’a sundu. Güven mektubuna Đtalya Kralı
ünvanını da eklemedi.757
Muhib Efendi bu krizde ciddi tehditlere rağmen, gayet dirayetli bir tutum
takınmış ve ülkesinin onurunu korumaya çalışmıştı. Fakat, Fransa ile dostluğun bir
an önce sağlamlaştırılmasını isteyen III. Selim, sözkonusu meseleden haberdar
olduğunda, Muhib Efendi’ye kızmış ve böyle “önemsiz bir meselede kararlı
davranmasını yersiz bulmuştu”.758 Đronik biçimde, Muhib Efendi’nin Osmanlı
Đmparatorluğu’nun onurunu koruması, kendi Hükümeti nezdindeki prestijinin
azalmasına sebebiyet vermiştir.
756 Idem. 757 Fakat, Fransız tarafı diplomatik bir oyun oynamaktaydı. 6 Haziran’da çıkan “Monitor” isimli resmi
gazete, Muhib Efendi’nin güven mektubunu yayınladı. Yayınlanan metinde Napolyon için “Đtalya
Kralı” ünvanı da kullanılmıştı. Ibid. , s. 84. 758 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 53. Konuyla ilgili olarak
kendisine gönderilen telhisi inceleyen III. Selim, Sadrazam’a gönderdiği hattı humayunda şu ifadeleri
kullanmıştır: “Böyle vakitde Paris’e gidecek elçi değilmiş. Đtalya krallığını nutka alma deyû bu herife
tenbih mi olundu? Fesübhanallah ne acaib adem imiş”. Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri,
s. 190.
349
Krizin aşılmasından sonra diplomatik faaliyetlerine yeniden başlayan Muhib
Efendi, 7 Haziran’da Napolyon’un yaptığı kapalı bir görüşmede, III. Selim’in gizli
bir mektubunu sundu.759 Mektupta, III. Selim, Rusya ile barış yapılırken Osmanlı
Đmparatorluğu ile Rusya arasında imzalanan Đttifak Antlaşması’nın ilgası ile Eflak ve
Boğdan eyaletlerinin Rusya vesayetinden çıkarılarak, eskiden olduğu gibi Osmanlı
hâkimiyetine bırakılması hususlarını Napolyon’dan rica etmekteydi. Napolyon da,
III. Selim’in ricasını dikkate alacağını Muhib Efendi’ye söyledi.
Muhib Efendi, Napolyon’la görüşmesinin ardından Fransa’nın Dubrovnik’i
ele geçirmesiyle ilgili haberlerin gazetelerde yer alması nedeniyle, Talleyrand’la da
görüşmeler yaptı.760 Raguza Cumhuriyeti yüz yıllardan beri Osmanlı
Đmparatorluğu’na tâbi bir kent-devletiydi. Fakat, görüşmelerden bir sonuç alınamadı.
Fransa ve Rusya arasındaki barış görüşmeleri 20 Temmuz’da imzalanan bir
antlaşmayla sonuçlandı. Fakat, Rus Çarı I. Alexandre’ın antlaşma şartlarını kabul
etmemesi nedeniyle, yürürlüğe giremedi. Napolyon da Prusya ve Rusya’ya karşı
askeri bir harekât başlatmak üzere doğuya hareket etti.761
Fransa-Rusya ilişkilerinin tekrar gerginleşmesi Muhib Efendi’nin Paris’deki
diplomatik faaliyetlerinin daha da artmasına yol açtı. Üstelik, tam da o sıralarda
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đngiltere ve Rusya’yla ilişkileri de hızla bozulmaktaydı.
Đstanbul’daki Fransa Büyükelçisi Sebastiani -Napolyon’un kendisine verdiği
talimatlar doğrultusunda- Osmanlı Đmparatorluğu’nun sözkonusu iki ülkeyle
ili şkilerinin bozulması ve Fransa’nın Babıâli üzerindeki etkinliğinin arttırılması
759 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 53-54. 760 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 188-189. 761 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, (1789-1914), 2. B., Ankara, TTK Yayınları, 1999, s.
65-66.
350
hususlarında başarılı olmuştu.762 Babıâli’nin, Sebastiani’nin çabalarıyla, Boğazları
Rus gemilerinin geçişine -Đttifak Antlaşması hükümlerine aykırı biçimde- kapatması
Rusya’nın tepkisini çekmişti. Ayrıca, Babıâli, Rusya yanlısı Eflak ve Boğdan
beylerini görevden almış, Rusya’nın sert tepkisi nedeniyle daha sonra göreve iade
etmek zorunda kalmıştı. Fakat, Babıâli’nin Fransa’nın kontrolüne girdiğini düşünen
Rus Çarı, Ekim ayında ordularına Osmanlı topraklarına girmeleri talimatını verdi.
Rusya’nın ardından Đngiltere de Osmanlı Đmparatorluğu’na saldırdı.763
Bu gelişmeler, Osmanlı Đmparatorluğu’yla Fransa arasındaki ilişkilerin hızla
yakınlaşmasına yol açtı. Daha önce Napolyon’un ittifak tekliflerine soğuk bakan
Osmanlı yönetimi, ittifak talebini bu kez kendisi dile getirmeye başladı.
Bu çerçevede, Muhib Efendi de 1806 yılı sonlarında ve 1807 başlarında
çeşitli görüşmeler yaptı. Görüştüğü kişiler arasında Fransa Đmparator Vekili Prens
Kanitzer ve Paris’teki Avusturya Büyükelçisi Metternich de bulunmaktaydı.764
Muhib Efendi sözkonusu görüşmeleri kendi düşüncelerini de ekleyerek raporlarla
Babıâli’ye iletmekteydi. Ayrıca, Paris’te çeşitli kaynaklardan elde ettiği bilgileri de
Babıâli’ye iletmeye azami gayret göstermekteydi.
Bu sırada, Babıâli’nin birinci dış politika önceliği, Fransa’yla bir ittifak
antlaşması imzalanmasıydı. Đttifak antlaşmasına özel bir önem veren Osmanlı
yöneticileri, 1806 yılı sonlarında fevkalade büyükelçi ünvanını haiz Vahit
Efendi’yi765 Napolyon’un karargâhını kurduğu Varşova’ya gönderdiler. Vahit
Efendi, önce Varşova’da, daha sonra Paris’te Napolyon ve diğer Fransız yöneticilerle
762 Napolyon’un Sebastiani’ye verdiği talimatlar için bkz: Azmi Süslü, “Osmanlı-Fransız Diplomatik
Đlişkileri, 1798-1807”, Belleten, C. 47, S. 185, (1983), s. 269-270. 763 Karal, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., s. 50-51. 764 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 190–191. 765 Vahit Efendi hakkında daha geniş bilgi için bkz: Azmi Süslü, “Fransa’ya gönderilen Türk Elçileri
ve Vahid Paşa”, Türk Kültürü , C. XXVII., S.318., (1989), s. 613-622.
351
görüşmeler yaptıysa da, Fransız tarafının oyalamaları nedeniyle bir sonuç
alınamadı.766 Vahit Efendi’nin fevkalade büyükelçi olarak görev yaptığı bu dönemde,
Muhib Efendi ikinci plana düştü.
Napolyon’un Rusya seferinden vazgeçerek Rus Çarı’yla 7 Temmuz 1807’de
Tilsit Antlaşması’nı imzalaması, Babıâli’de büyük bir endişe yarattı.767 Rusya’ya
karşı Fransa’nın yardımına güvenen Babıâli, çok sıkıntılı bir duruma düşmüştü.
Vahit Efendi’nin Babıâli tarafından geri çağrılmasından sonra, Muhib Efendi bir
türlü sonuç alınamayan Osmanlı-Fransız ittifak antlaşması görüşmelerini
sürdürmekle görevlendirildi. Muhib Efendi’nin diğer görevi de, Tilsit Antlaşması
hükümleri uyarınca Osmanlı Đmparatorluğu’yla barış görüşmeleri yapmak üzere
Paris’e gelecek Rus elçisiyle müzakereleri yürütmek olacaktı. 768
Tam o sıralarda Đstanbul’da çıkan bir ayaklanma sonucunda III. Selim’in
tahttan indirilerek, yerine IV. Mustafa’nın padişah olması, Muhib Efendi’nin IV.
Mustafa tarafından gönderilen yeni bir güven mektubunu Napolyon’a sunmak
zorunda kalmasına sebebiyet verdi.769 Bu amaçla 1 Kasım 1807’de yapılan törende,
Napolyon diplomatik teamüllere aykırı biçimde Muhib Efendi’ye çok sert davrandı:
Napolyon, III. Selim’in tahttan indirilmesi sırasında Đstanbul’da meydana gelen
olaylarda Fransız yurttaşlarına kötü davranıldığını belirterek, Yanya Valisi
Tepedelenli Ali Paşa’nın Fransa karşıtı hareketlerinden şikâyet etti.
766 Süslü, “Osmanlı-Fransız Diplomatik Đlişkileri, 1798-1807”, s. 275-276. 767 Tilsit Antlaşması görüşmeleri sırasında en önemli gündem maddelerinden biri de Osmanlı
Đmparatorluğu’nun geleceği konusuydu. Napolyon, I. Alexandre’la yaptığı görüşmelerde Osmanlı
topraklarının paylaşılması hususunda yeşil ışık yaktı. Azmi Süslü, “Osmanlı Đmparatorluğunu
Paylaşma Projeleri, 1807-1812”, Belleten, C. 47., S. 187, (1983), s. 747-752. 768 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 192. 769 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 55.
352
Muhib Efendi’nin 1807 kasımından itibaren uzun bir süre temel diplomatik
faaliyeti, Rus elçisiyle yapılacak barış antlaşması görüşmelerinin başlamasını
sağlamaya çalışmak oldu. Fakat, görüşmeler bir türlü başlayamadı. Rus tarafı sürekli
çeşitli gerekçeler ileri sürerek görüşmelere başlanmasını ertelemekteydi. Muhib
Efendi, Rus tarafının tavrından şikâyet etmek amacıyla çeşitli defalar Fransa
makamlarıyla görüşmeler yaptıysa da, Fransız yetkililer de Muhib Efendi’yi
oyaladılar.770
Rusya’yla yapılan mütarekenin bozulmasından endişe eden Babıâli,
Rusya’yla barış antlaşmasının neden hala imzalanmadığını Muhib Efendi’ye
sormaktaydı.771 Babıâli, barış antlaşmasının hala imzalanamamasını Muhib
Efendi’nin yetersizliğine ve başarısızlığına bağlamaya başlamıştı. Yani, Muhib
Efendi’nin Babıâli nezdindeki prestiji önemli bir darbe daha aldı. Babıâli Fransa’yla
temaslarını Đstanbul’daki Fransız Büyükelçisi Sebastiani kanalıyla yürütmeye
başladı. Bundan sonra Muhib Efendi’ye Babıâli tarafından çok uzun bir süre hiçbir
talimat ya da bilgi gönderilmedi.
Muhib Efendi bu dönemde Rus elçisiyle barış görüşmelerine başlamak ve
Rusya ile Fransa arasındaki müzakereler hakkında bilgi edinmek için büyük bir
gayret gösterdiyse de, çabalarında başarılı olamadı. Fransa ve Rusya arasında
Osmanlı Đmparatorluğu üzerinden yürütülen pazarlıklar Muhib Efendi’nin başarı
şansını ortadan kaldırmaktaydı.
Üstelik, 1808 yılı sonlarından 1809 yılı başlarına kadar, Muhib Efendi’nin
diplomatik temsil görevi de “meşruiyetini” bir ölçüde kaybetmişti: IV. Mustafa’nın
tahttan indirilerek yerine II. Mahmut’un getirildiği haberlerinin Paris’e ulaşmasından
sonra, Fransız yetkililer yeni bir güven mektubu Napolyon’a sunuluncaya kadar
770 Ibid. , s. 56-58. 771 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 196–197.
353
Muhib Efendi’ye itibar etmemeye karar vermişlerdi. Fransız yetkililer Muhib
Efendi’yi uzun bir süre hiçbir resmi kabule davet etmediler. 772
Muhib Efendi, Rus elçisiyle barış görüşmelerine bir türlü başlayamaması
nedeniyle de büyük bir sıkıntı içindeydi. Neyse ki, 1809 şubatında Babıâli tarafından
gönderilen bir mektup, Muhib Efendi’nin sıkıntısını büyük oranda ortadan
kaldırdı.773 Mektupta, Đngiltere ile barış antlaşmasının (Kala-i Sultaniye Antlaşması)
imzalandığı ve Reisülküttap Galip Efendi’nin Rusya’yla barış görüşmeleri yapmak
üzere Bükreş’e gittiği belirtilerek, Muhib Efendi’nin Rus temsilcilerle müzakereleri
yürütme görevinin artık sona erdiği bildiriliyordu.
Bu sırada Muhib Efendi’nin 3 yıllık görev süresi sona ermek üzereydi.
Babıâli’ye bir mektup gönderdi ve Đkinci Tercüman Panayotaki Argiropulos’u yerine
maslahatgüzar olarak bırakıp Đstanbul’a dönmesine izin verilmesini talep etti.774
Babıâli’nin gönderdiği cevapta ise Đngiltere ile barış antlaşması imzalandığı bir
sırada, Osmanlı Büyükelçisi’nin Paris’den ayrılmasının Fransa’ya karşı bir hareket
olarak algılanacağını, bu yüzden 1-2 ay daha kalması gerektiği ifade ediliyordu.
Babıâli tarafından belirtilen süreye rağmen, Muhib Efendi Paris’de yaklaşık
2 yıl daha kaldı. Bu dönemin başlarında Fransız yetkililerinden kaynaklanan
sıkıntıları sürdü. Napolyon, Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đngiltere ile barış antlaşması
imzalaması nedeniyle, Muhib Efendi’yi resmi kabullere çağırmadı. Fransa ve Rusya
arasındaki ilişkilerin çok iyi olduğu ve Osmanlı Đmparatorluğu’nun paylaşılması
772 Ibid. , s. 198-199. 773 Ibid. , s. 199. 774 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 61.
354
hususunda pazarlıklar yapıldığı bu dönemde Fransa Hükümeti Babıâli’ye karşı çok
mesafeliydi.775
Muhib Efendi büyükelçiliğinin son zamanlarında ise, Fransa Hükümeti
nezdindeki itibarını yeniden kazandı. Bunun temel nedeni, Erfurt Antlaşması’ndan
sonra Fransa ve Rusya arasındaki ilişkilerin bozulmaya başlamasıydı.776 Ayrıca,
Osmanlı Đmparatorluğu’yla Rusya’nın Bükreş’te yaptıkları barış görüşmeleri
sonuçsuz kalmış, iki ülke arasında savaş yeniden başlamıştı.
Napolyon, değişen konjonktür gereği Fransa Hükümeti nezdindeki itibarını
yeniden kazanan Muhib Efendi’yi 1809 aralığında Saray’da düzenlenen bir baloya
uzun bir aradan sonra davet etti.777
Ertesi yıl, Muhib Efendi, Napolyon’un Avusturya Đmparatoru’nun kızı Marie-
Louise’le evlenmesi nedeniyle Paris’e gelen Avusturya Başbakanı Metternich’le
görüştü. Metternich, başbakan olmadan önce Paris’te büyükelçilik görevinde
bulunduğundan Muhib Efendi ile sıkı bir dostluk kurmuştu.778
Muhib Efendi, uzun süreden beri Babıâli’den beklediği dönüş iznini 1811
başında aldı. Dönüş hazırlıklarına başlayan Muhib Efendi, yeni güven mektubunu II.
Mahmut’un hala göndermemiş olması nedeniyle Napolyon’a veda ziyaretinde
bulunamadı. Buna karşın, Napolyon Muhib Efendi’ye hediye olarak 60 bin frank
göndermiştir.779 Muhib Efendi ise hediyeyi kabul etmemiştir.
775 Bu sırada (1808’de) Fransa ve Rusya arasında Erfurt Antlaşması da imzalanmıştı. Antlaşma’yla,
Fransa Rusya’nın Eflak ve Boğdan üzerinde egemenlik kurmasını kabul etmişti. Süslü, “Osmanlı
Đmparatorluğunu Paylaşma Projeleri, 1807-1812”, s. 765. 776 Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 71; 95 777 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 61. 778 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 199. 779 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 62-63.
355
Yerine maslahatgüzar olarak Sırkatibi Galip Efendi’yi bırakan Muhib Efendi,
Ağustos ortalarında Paris’den ayrıldı. Yaklaşık 4 ay süren bir kara yolculuğu
sonunda Aralık sonuna doğru Đstanbul’a döndü.780
Muhib Efendi, büyükelçilik görevini elinden geldiğince iyi yapmaya, Fransız
devlet adamlarının tehditlerine ve kötü muamelelerine rağmen soğukkanlılığını
korumaya çalışmıştır. Sürekli olarak Avrupa’daki ve Fransa’daki gelişmeleri takip
etmeye çalışan Muhib Efendi, elde ettiği bilgileri düzenli biçimde Babıâli’ye
göndermiştir. Muhib Efendi, Fransız devlet adamlarıyla ve diğer yabancı
büyükelçilerle görüşmeler yapmaya çalışmıştır. Hem bu görüşmeleri hem de kendi
kanaatlerini, gönderdiği raporlarla Babıâli’ye aktarmıştır. Yukarıda değinildiği gibi,
Muhib Efendi’nin daha göreve başlar başlamaz karşı karşıya kaldığı Napolyon’un
Đtalya Kralı ünvanı meselesindeki tavrı, Babıâli nezdindeki itibarını zedelemişti.
Rusya ile barış görüşmelerine bir türlü başlanamamasının faturası da haksız bir
biçimde kendisine çıkarılmıştı. Muhib Efendi, Fransa’nın ikiyüzlü dış politikası
nedeniyle büyük başarılar kazanamamıştır.
Muhib Efendi’nin büyük başarılar kazanamamasında Babıâli’nin kendisine
yönelik tavrının da hayli etkisi bulunmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi,
kendisine çok uzun süre güven mektubu gönderilmemiştir. Hatta bir ara kendisiyle
muhabere tamamen kesilmiştir. Muhib Efendi Paris’te yalnız bırakılmıştır. Buna
rağmen diplomatik faaliyetlerini mümkün olduğunca yerine getirmeye çaba
göstermiştir.
Muhib Efendi de, diğer ikamet elçileri gibi mali sıkıntılar çekmiştir. Örneğin,
Babıâli’ye gönderdiği bir mektupta, kuryelere yol parası bulmakta çektiği
sıkıntılardan bahsederek, Paris sarraflarından birinde kendisi adına kredi hesabı
780 Ibid. , s. 62.
356
açılmasını talep etmişti. 781 Muhib Efendi, Elçilik binasının satılması üzerine,
masrafları kısmak için daha mütevazı bir binaya taşınmayı da kabul etmişti.782
Muhib Efendi, selefi Halet Efendi’nin aksine Batı uygarlığına büyük bir ilgi
göstermiştir. Fransa’daki sosyal hayatla ve kurumlarla ilgili gözlemlerini bir
sefaretname yazarak aktarmıştır.783 Sefaretnamede, Fransa’daki sosyal hayat ve
kurumlardan övgüyle sözedilmektedir.
c) Berlin Büyükelçiliği (Ali Aziz Efendi)
Girit’li bir aileye mensup olan Ali Aziz Efendi, “Anadolu Muhasebecisi”784
payesiyle büyükelçi olarak atandığı Berlin’e Haziran 1797 başlarında ulaştı. Ali Aziz
Efendi’nin maiyetinde, sırkatibi olarak görev yapan oğlu ve iki tercümanı da
bulunmaktaydı.785
Ali Aziz Efendi’nin büyükelçilik dönemi de önemli bir protokol sorunuyla
başladı:
Ali Aziz Efendi ne Prusya sınırında, ne de Berlin’e girişinde mihmandar
tarafından karşılanmamış, kendisine hiçbir tören yapılmamıştı. Ali Aziz Efendi,
781 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 196. Muhib Efendi, Paris’den ayrılırken nadide
şalları rehin bırakarak, Paris esnafından 60 bin frank borç almak zorunda kalmıştı. Kuran, Avrupa’da
Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 63, dipnot: 59. 782 Ibid. , s. 61. Osmanlı Elçilik Binası, o dönemde Paris’in en şık mahallesi olan Saint Dominique
Sokağı’nda bulunuyordu. Osmanlı Elçiliği, “Monaco Konağı” olarak adlandırılan bu binadan 1810’da
ayrılarak, Lille Sokağı’nda bulunan başka bir binaya taşınmıştır. Taner Timur, “1789’dan Günümüze
Paris’te Osmanlı Elçilikleri”, Tarih ve Toplum, S. 93., (Eylül 1991), s. 31-32. 783 Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, s. 185. 784 Anadolu Muhasebesi Kalemi, padişahların ve vezirlerin Anadolu’da bulunan vakıfların
hesaplarının tutulduğu kalemdi. Tımar tezkirelerinin tetkik ve ihraç edilmesi ile Erzurum dışındaki
Anadolu kalelerinin maaş ve berat işleri de burada görülürdü. Anadolu Muhasebesicisi de kalemin
yöneticisiydi. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , s. 341. 785 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 41.
357
kaldığı otelde 2 gün geçirmesine rağmen Prusya Hükümeti’nden haber gelmemesi
üzerine, Berlin’deki Fransa Büyükelçisi’ne başvurdu. Fransa Büyükelçisi de, Ali
Aziz Efendi’ye tercümanını göndererek, gelişini Prusya Hükümeti’ne bildirmesini
tavsiye etti. Ali Aziz Efendi Fransa Büyükelçisi’nin tavsiyesine uydu. Prusya
Hükümeti yetkilileriyle kurulan temas sonucunda, Ali Aziz Efendi’nin resmi bir
törenle karşılanmamasının nedeni anlaşıldı: Prusya Hükümeti, Ali Aziz Efendi’nin
büyükelçi değil, ortaelçi olduğunu zannetmişti. Yerleşik diplomatik teamüllere göre,
ortaelçiler mihmandar tarafından karşılanmamakta ve kendilerine resmi tören
yapılmamaktaydı. Đstanbul’daki Prusya Büyükelçisi, Ali Aziz Efendi’nin büyükelçi
ünvanı taşıdığını Prusya Hükümeti’ne bildirmemişti.786
Ortada bir yanlış anlama olduğunun anlaşılmasından sonra, Prusya Hükümeti
Ali Aziz Efendi’den özür diledi. Bu şekilde sorunun aşılmasından sonra, 15
Haziran’da Ali Aziz Efendi güven mektubunu, beraberinde getirdiği hediyelerle
birlikte II. Friedrich William’e sunarak görevine resmen başladı.787
Ali Aziz Efendi kısa süren büyükelçiliği sırasında çok önemli bir diplomatik
faaliyette bulunmadı. Elçiliği dönemindeki en önemli diplomatik faaliyeti, Osmanlı
yönetiminin Napolyon’un Mısır seferi nedeniyle yayınladığı beyannameyi 11 Ekim
1798’de Prusya Hükümeti’ne sunmasıdır.788 O sıralarda Fransa ile iyi ilişkilere sahip
olan Prusya Hükümeti beyannameye çok da sıcak bakmadı.
786 Idem. Cevdet Paşa, bu durumu Ali Aziz Efendi’nin diplomasi bilgisinden yoksun olmasına
bağlamaktadır. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., 1626. Ali Aziz Efendi’nin Berlin’e
gelişiyle ilgili olarak ayrıca bkz: Ahmed H. Schmiede, “Prusya Kaynaklarına Göre Giritli Ali Aziz
Efendi’nin Berlin’e Gelişi,” Türk Edebiyatı , S. 224., (Haziran 1992), s. 40-41. 787 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 42. 788 Idem.
358
Ali Aziz Efendi, önemli bulduğu gazete haberlerinin çevirilerini de
Babıâli’ye iletmiştir.789
Ali Aziz Efendi’yi diğer ikamet elçilerinden ayıran temel husus, büyükelçilik
dönemini siyasi faaliyetlerden çok edebi ve akademik etkinliklerle geçirmesidir. Ali
Aziz Efendi, Berlin’de bulunduğu sırada “Muhayyelat-ı Ledün Đlahi” başlıklı bir
hikâye külliyatı yazmıştır.790
Yurtdışına gönderilen diğer ikamet elçilerinin çoğu gibi Ali Aziz Efendi’nin
de Batı uygarlığına olumlu baktığı anlaşılmaktadır. Berlin’de bulunduğu sırada
Prusya’nın eski Đstanbul Büyükelçisi Von Diez’le temas kurmuştur.791 Önemli bir
Şarkiyatçı olan Von Diez, Ali Aziz Efendi’ye bir mektup göndererek Doğu
edebiyatıyla ilgili bazı soruları cevaplandırmasını dilemişti. Von Diez’in sorularını
cevaplandıran Ali Aziz Efendi, Berlin’de bunaldığını belirterek ondan yeni sorular
sormasını istemişti.
Von Diez’in bir başka mektupla gönderdiği yeni soruları da cevaplandıran
Ali Aziz Efendi, yanıtlarını elçilik tercümanına Fransızca’ya çevirterek bir risale
şeklinde Von Diez’e yolladı. Ali Aziz Efendi risaleyi bastırmak niyetinde
olduğundan, Von Diez’in metni gözden geçirerek gerekli düzeltmeleri yapmasını
istiyordu. Von Diez ise, Ali Aziz Efendi’nin risalesinde Batı felsefesiyle ilgili birçok
eksiklik ve yanlışlık buldu ve gönderdiği mektupta risaleyi bastırmamasını tavsiye
789 Idem. 790 Ercüment Kuran, “Osmanlı Daimi Elçisi Ali Aziz Efendi’nin Alman Şarkiyatçısı Friedrich Von
Diez Đle Berlin’de Đlmi ve Felsefi Muhaberatı”, Belleten, C. XXVI., S. 105., (Ocak 1963), s. 46. Ali
Aziz Efendi’nin sözkonusu eseri, 19. yy’da matbaanın verdiği imkanlar sayesinde çok sayıda basılmış
ve Osmanlı şair ve yazarları tarafından çok okunan bir yapıt olmuştur. Tanpınar, 19 uncu Asır Türk
Edebiyatı Tarihi , s. 26. 791 Kuran, “Osmanlı Daimi Elçisi Ali Aziz Efendi’nin Alman Şarkiyatçısı Friedrich Von Diez Đle
Berlin’de Đlmi ve Felsefi Muhaberatı”, s. 47–50.
359
etti. Ali Aziz Efendi de Von Diez’in tavsiyesine uyarak risaleyi bastırmaktan
vazgeçti.
Ali Aziz Efendi, daha görev süresinin 1.5 yılını doldurmadan 29 Ekim
1798’de aniden vefat etti ve Berlin’de defnedildi.792 Ali Aziz Efendi’nin vefat
haberinin Đstanbul’a ulaşmasından sonra, Babıâli Berlin’e yeni bir büyükelçi
yollamayı kararlaştırdı. Fakat, Prusya Hükümeti’nin yeni bir büyükelçi
gönderilmesine sıcak bakmaması nedeniyle, Esad Efendi maslahatgüzar olarak
Berlin’e yollandı.793
Ali Aziz Efendi’nin kısa süren büyükelçilik dönemi diplomatik açıdan çok
sönük geçmiştir. Bunun nedenleri siyasal ve kişisel olarak ikiye ayrılabilir:
Siyasal nedenler olarak şunlar belirtilebilir: Osmanlı Đmparatorluğu ile Prusya
arasındaki ilişkiler, daha önce değinilen ittifak antlaşmasının başarısızlığından sonra
eski sıcaklığını ve yoğunluğunu kaybetmişti. Prusya’nın gündeminde Lehistan’ın
paylaşılması meselesi vardı. Ayrıca, 1795’te Fransız karşıtı koalisyondan ayrılan
Prusya, o dönemde Fransa’ya yakın bir politika izlemekteydi.794 Ali Aziz Efendi’nin
büyükelçiliğinin son dönemine denk gelen Temmuz-Ekim 1798 arasında ortaya
çıkan Mısır’ın işgali meselesinde Prusya’nın Fransa’yı desteklediği anlaşılınca,
ili şkilerde soğuma olması kaçınılmazdı.
Ali Aziz Efendi’nin büyükelçilik döneminin çok sönük geçmesinin kişisel
nedenlerine gelince: Ali Aziz Efendi ilk ikamet elçileri içinde siyasi meselelere en
uzak kişiydi. Berlin’deki mesaisini diplomatik faaliyetlerden çok kendi akademik ve
edebi çalışmalarına ayırmıştır. Bu nedenle, Ali Aziz Efendi ilk ikamet elçileri
792 Bu konuda bkz: Ahmed H. Schmiede, “Berlin’de Bir Türk Yatırı [Giritli Ali Aziz Efendi’nin
Mezarı]”, Türk Edebiyatı , S. 144, (Ekim 1985), s. 49–51. 793 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 42–43. 794 Davies, Avrupa Tarihi , s. 770.
360
arasında kişisel özellikleri bakımından diplomatlığa en az uygun kişi olarak göze
batmaktadır.
d)Viyana Büyükelçiliği (Đbrahim Afif Efendi)
Viyana’ya gitmek üzere 1797 nisanında Đstanbul’dan yola çıkan Đbrahim Afif
Efendi’ye de, Ali Aziz Efendi gibi “Anadolu Muhasebecisi” payesi verilmişti.
Viyana’ya varmasından sonra, Đbrahim Afif Efendi önce 7 Eylül’de Sadrazam’ın bir
mektubunu Avusturya Başbakanı Thugut’a sundu. Daha sonra 13 Eylül’de yapılan
törenle de güven mektubunu Đmparator II. Franz’a sunarak görevine resmen
başladı.795
Đbrahim Afif Efendi’nin Viyana’daki ilk önemli faaliyeti, Fransa ile
Avusturya arasında imzalanan Campo Formio Antlaşması’nı Babıâli’ye bildirmesi
oldu.796
Đbrahim Efendi’nin Viyana’daki en önemli faaliyeti ise, 1798 Osmanlı-Rus
Đttifak Antlaşması’na Avusturya’nın da katılımını sağlamaya çalışmasıdır:
Đbrahim Afif Efendi, Babıâli’den aldığı talimat797 uyarınca sözkonusu ittifak
antlaşmasının metnini Thugut’a takdim ederek, Avusturya’yı da ittifaka katılmaya
çağırdı. Thugut da ittifaka girmeyi vaad ederek, bu hususta Đstanbul’daki
büyükelçileri Herbert’e talimat gönderileceğini söyledi.798 Herbert, aldığı talimat
uyarınca Osmanlı yetkileriyle görüşmeler yaptıysa da, bir sonuç alınamadı.799
795 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 43. 796 Idem. 797 Talimat için bkz: Karal, Fransa-Mısır ve Osmanlı Đmparatorlu ğu, s. 104. 798 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 43. 799 Ibid. , s. 44.
361
Babıâli, ittifak görüşmelerinin başarısız olmasına rağmen ümidini
kaybetmedi. 1800 eylülünde ittifak antlaşması önerisinin Avusturya Hükümeti’ne
iletilmesi Đbrahim Afif Efendi’ye tekrar emredildi. Đbrahim Afif Efendi öneriyi bir
kez daha iletmesine rağmen, bu defa Thugut’tan kesin bir cevap alamadı.800 Đttifak
meselesi kısa bir süre sonra Fransa ile Avusturya’nın barış antlaşması imzalaması
nedeniyle gündemden tamamen çıktı.
Đbrahim Afif Efendi, görevi süresince diğer ülkelerin Viyana’da bulunan
diplomatik temsilcileriyle de temaslar yürüttü:
Bu çerçevede, Babıâli’den gelen talimatlar uyarınca Đstanbul’daki Đsveç elçisi
Mouradgea d’Ohsson’un ve Đspanya Maslahatgüzarı Bouligny’nin görevden
alınmaları hususunu Viyana’daki Đsveç ve Đspanya diplomatları aracılığıyla
hükümetlerine iletti.801 Her iki diplomat da, Fransa yanlısı görüş ve faaliyetleri
nedeniyle Babıâli’nin tepkisini çekmekteydiler. Đbrahim Afif Efendi’nin de
katkılarıyla, Mouradgea d’Ohsson ve Bouligny görevlerinden alınarak yerlerine yeni
atamalar yapıldı.
Đbrahim Afif Efendi, Adriyatik kıyılarına yerleşen Fransız kuvvetlerine karşı
savaşan Osmanlı ve Rus donanmalarını ihtiyaçlarının karşılanmasıyla da meşgul
oldu. Bir defasında, iki fırkateynin levazımının tedarik edilmesi için Trieste’ye bizzat
gitti.802
Đbrahim Efendi’nin Viyana büyükelçisi olarak bir diğer önemli görevi de,
Babıâli’yle Londra, Paris ve Berlin’de bulunan elçiler arasındaki muhaberatı
800 Idem. 801 Ibid., s. 44–45. 802 Ibid. , s. 45.
362
sağlamasıydı. Viyana’nın Avrupa’nın merkezinde olması nedeniyle, sözkonusu
muhaberat oradaki Osmanlı Büyükelçiliği vasıtasıyla yapılıyordu.803
Đbrahim Afif Efendi de Viyana’da duyduğu haberleri ve gazete havadislerini
Babıâli’ye düzenli olarak iletti. 804
Viyana’daki görev süresini 1800 eylülünde dolduran Đbrahim Afif Efendi
Đstanbul’a dönüş için Babıâli’den izin aldı. Yerine tercümanı Dibalto’yu
maslahatgüzar olarak bırakarak, 1800 yılı sonlarında Viyana’dan ayrıldı.805
Đbrahim Afif Efendi’nin büyükelçiliği hayli sönük geçmiştir. Bunun temel
nedeni, iki ülke arasındaki ilişkilerde yukarıda belirtilen ittifak görüşmeleri dışında
kayda değer bir gelişme olmamasıdır. Avusturya Hükümeti’nin görüşmeleri
Đstanbul’daki büyükelçileri kanalıyla yürütmek istemeleri de, Đbrahim Efendi’nin
önemli bir rol oynamasını engellemiştir.
4-Sürekli Diplomasi’nin Kesintiye Uğraması
Abdurrahim Muhib Efendi’nin 1811’de görevini tamamlayarak Fransa’dan
ülkeye dönmesinden sonra, Osmanlı Đmparatorluğu’nun yurtdışında görev yapan
hiçbir büyükelçisi kalmadı. Zaten, Londra ve Viyana elçiliklerine 1800’den, Berlin’e
ise 1798’den beri büyükelçi atanmamıştı.
Son olarak Paris elçiliğinin de eklenmesiyle, bütün elçiliklerde diplomatik
temsilcilik görevi maslahatgüzarlara bırakıldı. Maslahatgüzarların çoğunluğunu da
Fenerli Rumlar oluşturuyordu. Maslahatgüzarlar temsil seviyeleri düşük olmasına
rağmen, büyükelçilerin bazı görevlerini yerine getirdiler. Bu görevlerin başında,
bulundukları ülke hakkındaki haberleri Babıâli’ye iletmek geliyordu.
803 Idem. 804 Idem. 805 Idem.
363
Diplomatik temsilin Londra, Viyana ve Berlin’de yaklaşık 20, Paris’de ise 10
yıl maslahatgüzarlarla yürütüldüğü dönem, 1821’de II. Mahmut’un bütün elçilikleri
kapatma kararı alması nedeniyle sona erdi. Elçiliklerin 1821’den 1834’te tekrar
açılmaya başlamasına kadarki dönemde, Osmanlı Đmparatorluğu büyük ölçüde ad
hoc diplomasiye geri döndü.
a)Sürekli Diplomasi’nin Kesintiye Uğramasının Nedenleri
i)Avrupa Diplomasisine Duyulan Güvensizlik
Osmanlı yöneticileri 1792’de Yaş Antlaşması’nın imzalanmasının ardından,
Đmparatorluğu, içteki reform çalışmalarını yürütmek için ihtiyaç duydukları barış
dönemine sokabilmeyi başarmışlardı. Fransız Devrimi nedeniyle Avrupa’nın kendi iç
sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalması da, Osmanlı yöneticilerine dışta bir
süreliğine çok büyük gailelerle uğraşmadan içe dönebilme imkanı vermişti. Fakat,
1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesiyle, Babıâli hiç beklemediği bir anda
kendisini dış tehditle karşı karşıya bulmuştu. Tarafsızlık ve barış siyasetinin
mecburen sona ermesine neden olan bu gelişme sonucunda, Osmanlı Đmparatorluğu
tekrar ittifak politikasına dönmek zorunda kalmıştı.
1790’ların başlarında izlenen ittifak politikasının başarılı olamaması ve
Osmanlı ricalinin Avrupa diplomasisinin oynak ve kaypak yapısıyla tanışması, kötü
bir deneyim yaşanmasına yol açmıştı. 1790’ların sonundan, 1810’ların ortalarına
kadar geçen dönemde de, sürekli değişen iç ve dış konjonktür nedeniyle farklı ittifak
ve yakınlaşma arayışlarına giren Osmanlı yöneticileri, ilk dönemdeki gibi kötü
sonuçlarla karşı karşıya kaldılar. Avrupa’nın büyük güçlerinin, Osmanlı
Đmparatorluğu’na karşı diplomatik oyunlarla ikiyüzlü politikalar izlemesi, Osmanlı
yöneticilerinde Avrupa tarzı diplomasiye karşı bir güvensizlik yarattı.
364
Đlk ikamet elçileri, diplomatik oyunlarla en fazla karşı karşıya kalan Osmanlı
görevlilerinin –doğal olarak- başında gelmekteydiler. Seyyid Ali Efendi’nin Mısır’ın
işgali meselesinde Talleyrand tarafından kandırılması örneğinde en belirgin biçimde
görüldüğü gibi, ilk ikamet elçileri sürekli olarak Avrupalı mahir diplomatların
aldatma girişimleriyle karşı karşıya kaldılar. Bu durum, Osmanlı yöneticilerinde
Avrupa tarzı diplomasiye karşı duyulan güvensizliği daha da arttırdı. Avrupa tarzı
diplomasiye karşı duyulan güvensizliğin artması, Osmanlı tarihi boyunca ilk kez
girişilen sürekli diplomasi uygulamasının daha fazla devam ettirilmemesinde –
kaçınılmaz biçimde- etkili oldu.
ii)Avrupa Devletleri’nin Tutumuı
Babıâli, ilk ikamet elçiliklerinin açılmasıyla, yüzyıllardır Avrupa ülkeleriyle
ili şkileri temelde Đstanbul’daki Avrupa diplomatik temsilcilikleri üzerinden yürütme
politikasını/uygulamasını terk etmek istiyordu. Avrupa’da açılan ikamet elçilikleri,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sözkonusu ülkelerle ilişkilerinin yürütülmesinde yeni
(ikinci) kanal olacaktı. Fakat, Osmanlı ikamet elçilikleri bu amacı/işlevi yerine
getiremediler. Çünkü, Avrupa hükümetleri Osmanlı ikamet elçilikleriyle açılan yeni
kanalı kullanmakta isteksizlik duydu. Sözkonusu elçiliklerin açılmasından sonra
ortaya çıkan gelişmeler de bu kanalları işlevsizleştirdi.
Gerçekten de, Osmanlı yönetiminin ikamet elçilikleri açtığı Avrupa
ülkelerinin hükümetleri başta memnuniyet duydularsa da, elçiliklerin yukarıda
belirtildiği gibi yeni bir kanal olma işlevlerini yerine getirme çabalarını pek de hoş
karşılamadılar. Osmanlı elçilerinin mütekabiliyet esasını ileri sürmeleri ve ülke
çıkarlarını korumak amacıyla ellerinden geldiğince çıkışlar yapmaları diplomatik
krizlere de sebebiyet vermekteydi. Avrupalı yöneticilerin Osmanlı elçilerini
365
manipüle etme girişimleri de çoğu zaman sonuçsuz kaldı. Bunun üzerine, Avrupa
hükümetleri Osmanlı Đmparatorluğu’yla ili şkilerini -eskiden olduğu gibi-
Đstanbul’daki elçileri vasıtasıyla yürütmeye, böylece kendi başkentlerindeki Osmanlı
elçilerini de etkisizleştirmeye/işlevsizleştirmeye çalışmak yolunu seçtiler. Bu
çerçevede, Avrupalı yetkililer, önemli meselelerde, Đstanbul’daki elçilerinin Osmanlı
yöneticileriyle -başta Sadrazam ve Reisülküttap olmak üzere- doğrudan temasa
geçmesini tercih ettiler.
Özellikle Fransa’yla ilişkilerde görüldüğü gibi, Osmanlı elçileri, Osmanlı
Đmparatorluğu’yla ilgili bir mesele ortaya çıktığında, bulundukları ülkenin
yöneticileriyle çok uzun dönemler görüşme imkânı dahi bulamadılar. Seyyid Ali
Efendi, Halet Efendi ve Muhib Efendi’nin büyükelçilik görevlerini çok uzun
dönemler fiilen yapamadıkları hatırlanırsa, ilk ikamet elçilerinin görevlerini yerine
getirmede karşı karşıya kaldıkları zorluklar daha iyi anlaşılacaktır.
Đlk ikamet elçiliklerinin işlevlerini yerine getirememesinde, Fransa’nın
Mısır’ı işgaliyle girilen süreç de etkili olmuştur. Fransa’ya karşı Đngiltere ve Rusya
ile birlikte yürütülen savaş, Osmanlı Đmparatorluğu’nun diplomatik faaliyetlerinin
odak noktasının kaçınılmaz olarak Osmanlı coğrafyasına kaymasına neden oldu.
Savaş nedeniyle diplomasinin çok daha gündelik bir niteliğe bürünmesi sonucunda,
diplomatik temaslar aciliyet kazandı. Đlk ikamet elçileriyle muhabere imkânları zaten
iyi olmayan Osmanlı yöneticileri, müzakereleri daha çok Đstanbul’daki yabancı
elçilikler vasıtasıyla yürütmek zorunda kalmıştır. Bu da, ilk ikamet elçiliklerinin
işlevlerini kaybetmesinde hayli etkili olmuştur.
Böylece, Babıâli ilk ikamet elçiliklerine verdiği önemi tedrici bir biçimde
azalttı. Üstelik, Muhib Efendi döneminde Fransa’yla ittifak antlaşması imzalanması
meselesinde görüldüğü gibi, Osmanlı elçileri Babıâli tarafından verilen önemli
366
görevlerde başarılı da olamamışlardı. Başarısızlık da, Babıâli’nin Muhib Efendi’yle
muhaberatı uzun bir süre kesmesi gibi kötü bir durumun ortaya çıkmasına neden
olmuştu. Babıâli, yeni ikamet elçileri atamama kararı alırken bu gibi
“başarısızlıklardan” etkilendi.
iii)Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đç Sorunları
-Genel Sorunlar
Osmanlı Đmparatorluğu’nun iç siyasetindeki gelişmeler de sürekli
diplomasinin kesintiye uğramasında etkili oldu. 1792’de Rusya’yla savaşın sona
erdirilmesinden sonra Nizam-ı Cedit dönemini başlatan III. Selim, birçok alanı
kapsayan hızlı bir reform programını uygulamaya sokmuştu. Fakat, III. Selim’in
reformları daha sonuçları bile tam olarak alınamadan rafa kaldırılmaya başladı.
Zira, 1798’de Mısır’ın işgal edilmesi, reformları uygulamak için Osmanlı
yönetimine gerekli olan barış ortamını ortadan kaldırmıştı. Ayrıca, Vahabi isyanının
bir türlü bastırılamaması, Balkanlar’da milliyetçi fikirlerin kök salması ve bunun ilk
sonucu olarak 1804’de Sırpların isyan etmesi Osmanlı yönetimini daha da büyük
sıkıntılara soktu. Bu gelişmelere paralel olarak, ayanın hızla güç kazanmaları
sonucunda merkezi yönetimden bağımsızlaşmaları da, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
içten parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açmıştı.806
Đmparatorluğun karşı karşıya kaldığı tehlikeler, Osmanlı yönetiminin
mecburen iç sorunlara yönelmesine sebep oldu. Osmanlı yönetimi dikkatini,
enerjisini ve kaynaklarını iç sorunlara odaklamaya başladı. Đkamet elçiliklerine
ayrılan dikkat, enerji ve kaynaklar kaçınılmaz biçimde çok daha az olacaktı. Aslında
bu durum, Đmparatorluğun, birliğini, hatta mevcudiyetini korumak için diplomasiye
806 Ayanın merkezi yönetim aleyhine güç kazanmalarıyla ilgili olarak bkz: Shaw, Between Old and
New, s. 211–246 ve 283–317.
367
daha fazla ihtiyaç duymakta olmasıyla çelişmektedir. Yine de, Avrupalı güçlerle
ili şkiler eskiden olduğu gibi Đstanbul’daki elçilikleri vasıtasıyla sürdürülebilirdi.
Dolayısıyla, ikamet elçiliklerine önem verilmemesiyle ortaya çıkacak olumsuzluk bir
şekilde telafi edilebilirdi.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun 19. yüzyıl başlarında karşı karşıya kaldığı bu
sıkıntılar, Nizam-ı Cedit reformlarının kesintiye uğramasına neden oldu. Daha da
önemlisi, III. Selim ve Osmanlı yönetimi içindeki reformcu kadrolar prestij kaybına
uğradılar. III. Selim, Nizam-ı Cedit karşıtı güçlere daha fazla taviz vermek zorunda
kaldı: Halk üzerindeki etkilerini, dinsel temaları da kullanarak hızla arttıran reform
karşıtı muhafazakâr muhalefet, yönetim aygıtı içinde yeni mevziler kazandı. III.
Selim de, ülkenin birliğini ve kendi saltanatını koruyabilmek için, muhafazakâr
kesimlerin Nizam-ı Cedit karşıtı isteklerini belli ölçüde de olsa yerine getirdi.
Muhafazakâr kesimler, devlet yönetiminde reformcuların aleyhine etkinliklerini
tedrici bir biçimde arttırdılar.807
Sözkonusu gelişme, Nizam-ı Cedit reformlarının önemli bir parçası olan
sürekli diplomasi uygulamasının büyük bir darbe yemesine yol açtı. Daha önce de
vurgulanmaya çalışıldığı gibi, sürekli diplomasiye geçilmesinin en önemli
nedenlerinden biri de, Avrupa’nın üstünlüğünü sağlayan unsurların neler olduğunun
incelenmesi ve bu unsurların -en azından bir kısmının- Osmanlı Đmparatorluğu’na
getirilmesiydi. Bizatihi reform girişimlerinin ve düşüncesinin geri plana itildiği bir
ortamda, sürekli diplomasi uygulamasından beklenen bu işlev anlamını kaybetmişti.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun 1768–1774 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan beri mali
vaziyetini bir türlü düzeltememesi, sürekli diplomasi uygulamasının kesintiye
uğramasında bir ölçüde de olsa etkide bulundu. Daha önce belirtildiği gibi,
807 Ibid. , s. 367–377.
368
Avrupa’ya gönderilen ikamet elçilerinin karşılaştığı en önemli sorunlardan biri de,
mali kaynaklarının yetersizliğiydi. Zaten mali açıdan sıkıntılar çeken ve Nizam-ı
Cedit reformları çerçevesinde özellikle askeri alanda büyük harcamalar yapan
Babıâli’nin yukarıda belirtilen işgal ve isyanlar nedeniyle mali vaziyeti daha da
bozulmuştu. Üstelik, ayanın güç kazanarak taşradaki mali kaynaklara el koymaları,
merkezi yönetimin mali sıkıntılarını büsbütün arttırmıştı.
Đlk ikamet elçiliklerinin temsil seviyesinin büyükelçilik düzeyinde olması,
Babıâli’ye belli bir mali külfet getirmekteydi. Mali vaziyetin kötüleşmesi, en çok
önem verilen askeri harcamalar dururken ikamet elçilikleri gibi “tali” bir alana
kaynak aktarılmasının sorgulanmasına yol açacaktı.
-Yunan Đsyanı
Temsil düzeyi maslahatgüzarlığa indirilen Osmanlı ikamet elçiliklerinin
tamamen kapatılmasına neden olan gelişme Yunan Đsyanı’dır. 1820 sonlarında Eflak
ve Boğdan’da başlayan isyan, 1821’de Mora’ya sıçradı ve Babıâli için büyük bir
sorun haline geldi. Đsyan hazırlıkları hakkında gerek yabancı kaynaklardan gerek
yerel yöneticilerden çeşitli uyarılar gelmesine rağmen,808 Osmanlı yöneticileri
hazırlıksız yakalandılar. Đsyanı bastırmak isteyen Osmanlı yöneticileri
hazırlıksızlıklarının da etkisiyle çok sert tedbirler almaya çalıştılar. Hatta, isyan
haberinin alınmasıyla çok hiddetlenen II. Mahmut, Đmparatorluk topraklarında
yaşayan bütün Rumların katledilmesi yönünde bir emir verdiyse de, Şeyhülislam ve
Sadrazam’ın araya girmesiyle emir geri alındı. Bunun yerine, sadece sorumluların
bulunarak ağır bir şekilde cezalandırılmaları kararlaştırıldı.809
808 Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. VI., s. 2723-2728. 809 Ibid. , s. 2743-2744.
369
II. Mahmut’un verdiği “Rumların katledilmesi emri”, uygulanmamasına
rağmen Osmanlı ricalinin Osmanlı Đmparatorluğu’nda yaşayan Rumlara duyduğu
tepkiyi göstermesi açısından önemlidir. Đsyanın başlamasından sonra başta Rum-
Ortodoks Patriği olmak üzere birçok Rum idam edilmiştir. Đsyanın liderliğini önemli
Fenerli Rum ailelerine mensup kişilerin yapması, Osmanlı yöneticilerinin hiddetini
daha da artırmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, Fenerli Rum ailelerine mensup
kişiler yaklaşık 100 yıldan beri Eflak ve Boğdan beyleri olarak atanmaktaydılar.
Ayrıca, Divan-ı Hümayun Tercümanlığı başta olmak üzere, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun dışişleriyle ilgili tercümanlık makamları da Fenerli Rum ailelere
mensup kişiler tarafından doldurulmaktaydı. Đlk ikamet elçiliklerindeki tercümanlar
da Rumlardan seçilmişti.
Đsyanın liderliğinin Osmanlı sistemine bu derece eklemlenmiş kişiler
tarafından yapılması, Rumlara duyulan güvensizliği daha da arttırdı. Bunun
sonucunda, devlet hizmetinde çalışan Rumların çoğunun görevden uzaklaştırılması
kararı alındı. Rumların en fazla istihdam edildiği alanın –donanma dışında-
tercümanlık olduğu dikkate alınırsa, tasfiyenin doğrudan Osmanlı diplomasi
teşkilatını etkilemesi kaçınılmazdı. Nitekim, isyanın liderliğini yapan Fenerli Rum
ailelerden Ipsilantilerle akraba olan Divan-ı Hümayun Tercümanı Kostaki Bey
(Constantine Mourouzi), isyancılarla bağlantısı tesbit edilerek idam edildi.810 Kostaki
Bey’in yerine Mühendishane’de öğretmenlik yapan Bulgarzade Yahya Efendi811 ve
oğlu Ruhu’l Din Efendi, Rumca ve Fransızca belgeleri tercüme etmek ve 1 ya da 2
yardımcıyı eğitmek amacıyla tayin edildiler. Fakat, bu atamalarla istenilen sonucun
810 Ibid. , s. 2758-2759. 811 Ortaylı, Yahya Efendi’nin ihtida etmiş bir gayrı-Müslim olduğunu belirtmektedir. Đlber Ortaylı,
“Osmanlı Diplomasisi ve Dışişleri Örgütü”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, C.
I., Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1985, s. 278.
370
alınamayacağı görüldüğünden, güvenilir bir kişi olduğu düşünülen Rum Stavraki
Aristarchi, kısa bir süre sonra Divan-ı Hümayun Tercümanlığı’na getirildi.
Aristarchi, Yahya Efendi tarafından denetlenecekti.812
Đşlerin yürümemesi nedeniyle mecburen yapılan bu atama da kısa süreli
olmuş, Aristarchi Efendi 1822 Nisanında azledilerek sürgüne gönderilmiştir.813 Bu
tarihten sonra hiçbir Rum, Divan-ı Hümayun Tercümanlığı görevine getirilmedi.
Kendilerine duyulan güvensizliğin büyüklüğü gözönüne alındığında,
Rumların devlet hizmetinden tasfiyesinin sınırlı kalması düşünülemezdi. Daha önce
de belirtildiği gibi, Avrupa ülkelerinde bulunan Osmanlı elçiliklerinde görev yapan
maslahatgüzarların çoğu Rum’du. Üstelik, Rum görevlilerin bir kısmının Avrupalı
güçlerle ve Rum isyancılarla bağlantısı olduğu düşünülüyordu. Bu düşünce -Seyyid
Ali Efendi’nin baştercümanı Codrika’nın Fransa hesabına casusluk yaptığı
hatırlanırsa- pek de yersiz değildi. Yunan Đsyanı başlayınca, Rum maslahatgüzarların
yanlış haberler gönderdiğinin anlaşılması, bardağı taşıran son damla oldu.814 II.
Mahmut, Rum maslahatgüzarları da azletti ve ikamet elçiliklerini kapattı.
Burada, II. Mahmut’un, azlettiği Rum maslahatgüzarlar yerine Müslüman
maslahatgüzarlar atayarak, yani ikamet elçiliklerini kapatmadan sürekli diplomasi
uygulamasına neden devam etmediği sorusu akla gelmektedir:
Bunun nedeninin; sürekli diplomasi uygulamasından yeterli verimin
alınamaması dışında, Rumların Osmanlı diplomasisinin yürütülmesindeki asli
işlevlerinin o anda ikame edilememesi olduğu ileri sürülebilir. Đlk ikamet elçilerinin
faaliyetleri bahsinde belirtildiği gibi, büyükelçilerin ve maiyetlerinde yer alan
Müslüman memurların yabancı dil ve diplomatik usülleri bilmemeleri nedeniyle,
812 Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 114. 813 Idem. 814 Kuran, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu, s. 64.
371
Rum tercümanlar diplomatik faaliyetlerin her aşamasında çok önemli rollere
sahiptiler. Büyükelçilerin, faaliyetlerini tercümanları olmadan yürütmesi mümkün
değildi. Yunan Đsyanı’nın başlamasından sonra, Đstanbul’da bulunan Rum
memurlarların çoğu görevden alınmıştı. Rumlara duyulan genel güvensizlik sonucu,
yerlerine yeni Rum memurların atanması da artık sözkonusu olamazdı. Osmanlı
yönetici sınıfı içinde yabancı dil ve diplomatik usülleri bilen Müslümanların
neredeyse hiç olmaması, Babıâli’yi ikamet elçiliklerinde istihdam edilebilecek insan
kaynağından mahrum bırakmaktaydı. Üstelik, yabancı dil bilgisine sahip sınırlı
sayıdaki Müslüman da, Nizam-ı Cedit reformları çerçevesinde açılan Mühendishane
ve Topçu Okulu gibi yerlerde kullanılmaktaydı. Dolayısıyla, ikamet elçiliklerinin
faaliyetlerini yeni atamalarla sürdürebilmeleri hayli zordu.
b)Sürekli Diplomasi’ye Geçişin Osmanlı Diplomasisi’ne Etkileri
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasi uygulaması -özellikle
büyükelçilik düzeyinde- hayli kısa sürdüyse de, Osmanlı diplomasisine -bazıları orta
ve uzun vadede görülecek- etkiler yapmıştır:
i)Diplomasi Anlayışının Değişmesi
Sürekli diplomasiye geçiş Osmanlı yöneticilerinin diplomasi anlayışını geri
döndürülemez bir şekilde değiştirmiştir. Bu dönemde, artık Osmanlı
Đmparatorluğu’nun üniversalist büyüklük anlayışı ve söylemi kesin olarak ortadan
kalkmıştır. Sürekli diplomasiye geçişin hemen öncesinde belirginleşen bu durum,
aslında sürekli diplomasiye geçişin de bir nedenidir. Sürekli diplomasiye geçiş de,
sözkonusu kadim diplomasi anlayışının terk edilmesini hızlandırmıştır.
372
Osmanlı yöneticileri, önce ittifak politikası uygulamaya çalıştıkları dönemde
karşı karşıya kaldıkları Avrupa diplomasisinin oynak zeminine, ilk ikamet elçilerinin
faaliyetleri sırasında bir kez daha şahit olmuşlardır. Özellikle, Paris’e gönderilen
Osmanlı elçilerinin yaşadıkları sıkıntılar, Osmanlı yöneticilerinin Avrupa
diplomasisinin “mahiyeti”yle çok daha yakından tanışmalarına neden olmuştur. 18.
yüzyılın sonunda Đstanbul’daki diplomatik hareketliliğin yarattığı tecrübeye paralel
biçimde, ilk ikamet elçilikleri de Osmanlı yöneticilerinin Avrupa diplomasisi
hakkında bilgi edindikleri ikinci kanal olmuştur.
Osmanlı yöneticilerinin çağdaş diplomasiyle tanışmaları sıkıntılı sonuçlar
doğurduysa da, bu süreç Osmanlı diplomasisinin olgunlaşmasına ve dış politikasının
rasyonelleşmesine de olumlu ve önemli katkılar yaptı. Osmanlı yöneticileri, Avrupa
diplomasisinin “yalan”, “aldatma” ve “oyalama” gibi yöntemleriyle karşı karşıya
kalarak “mağdur” oldular. Ancak, Osmanlı yöneticileri de sözkonusu yöntemleri
Avrupalılara karşı kullanmaya başladılar. Örneğin, 1797’de Fransa’nın Osmanlı
Đmparatorluğu’nu kendi yanına çekme girişimleri oyalama taktikleriyle
savuşturulabilmişti.815 Babıâli, 1792 sonrasında titizlikle izlemeye çalıştığı tarafsızlık
politikası çerçevesinde Avrupa’nın büyük güçlerinden gelen ittifak tekliflerini
diplomatik manevralarla savuşturabilmekte hayli başarılı olmuştu. Eğer, Fransa
Mısır’ı işgal ederek, Osmanlı Đmparatorluğu’nu Đngiltere ve Rusya ile ittifak kurmak
zorunda bırakmasaydı, Babıâli diplomatik manevraların yardımıyla muhtemelen
tarafsızlık politikası izlemeye devam edecekti. Ortaylı’nın ifade ettiği gibi, “kritik
815 Cevdet Paşa, Fransa’nın ittifak teklifinin “Đstanbul’da yeni icad edilen diplomat diliyle bazı
anlaşılmaz sözlerle geçiştirildi ğini” belirtmektedir. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. III., s.
1646.
373
dönemlerde müzakere ve oyalama politikası da Osmanlı diplomasisinin bir taktiği
olarak gelişti.” 816
Sürekli diplomasiye geçişle birlikte, mutlak üstünlük anlayışının ve
söyleminin yerini, mütekabiliyet ve eşitlik almaya başlamıştır. Zaten, 1792’de III.
Selim tarafından Reisülküttaplığa getirilen Mehmet Raşid Efendi de, Avrupa
devletleriyle ilişkilerin devletlerarası hukuk kuralları çerçevesinde mütekabiliyet
esasına göre belirlenmesini Osmanlı yönetimine kabul ettirmişti.817 Đlk Osmanlı
ikamet elçilerinin faaliyetleri kısmında belirtildiği gibi, Osmanlı büyükelçileri sürekli
olarak mütekabiliyet esasını ön plana çıkarmaya çalışmışlardı. Mütekabiliyet ve
eşitlik esaslarının vurgulanması, hiç kuşkusuz Osmanlı Đmparatorluğu’nun ikamet
elçilikleri açmasıyla doğrudan ilişkiliydi. Çünkü, artık Babıâli’nin de Đstanbul’daki
yabancı elçilerle aynı haklara sahip olmasını istediği elçileri bulunmaktaydı.
ii)Yabancı Elçilere Muamelenin Değişmesi
Sürekli diplomasiye geçiş, yukarıda belirtildiği gibi, Đstanbul’daki yabancı
elçilere uygulanan teşrifat kurallarında ve yapılan muamelede de değişikler yarattı:
Sözkonusu değişimin kendisini ilk gösterdiği alan, tayinat usülünün
kaldırılmasıdır. Yusuf Agâh Efendi’nin Londra büyükelçiliğine atanması, Osmanlı
hazinesine ağır yük getiren tayinat usülünün kaldırılması için büyük bir fırsat olarak
görülmüştü. Tezin ilgili kısmında belirtildiği gibi, yola çıkmadan önce, Đngiltere
Hükümeti’den para kabul etmemesi Yusuf Agâh Efendi’ye sıkıca tenbih edilmişti.
Tam da bu sırada, tayinat usulünün kaldırıldığı açıklandı ve Đngiltere’nin Đstanbul
816 Ortaylı, “Osmanlı Diplomasisi ve Dışişleri Örgütü”, s. 279. 817 Yalçınkaya, “Bir Avrupa Diplomasi Merkezi Olarak Đstanbul,” s. 666. Mehmet Raşid Efendi ve
faaliyetleri için ayrıca bkz: Mehmet Ali Yalçınkaya, “Türk Diplomasisinin Modernleşmesinde
Reisülküttab Mehmed Raşit Efendi’nin Rolü”, OTAM , C. XXI, (2001), s. 109–134.
374
büyükelçisi olarak Ainslie’nin yerine atanan Liston tayinat verilmeyen ilk büyükelçi
oldu.818
Daha önce de belirtildiği gibi, 18. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı
yöneticileri özellikle Batılı ülkelerin diplomatik temsilcilerine eskisine nazaran daha
iyi muamele etmeye başlamışlardı. Batılı diplomatik temsilcilere yapılan
muameledeki olumlu değişim, sürekli diplomasiye geçildiği dönemde çok daha
belirginleşmiştir. Elbette, sözkonusu değişimi sadece sürekli diplomasiye geçilmiş
olmasına bağlamak doğru olmayacaktır. Değişim, Osmanlı Đmparatorluğu’nun eski
gücünü kaybetmesi ve birliğini hatta, mevcudiyetini korumak için Batılı büyük
güçlere her geçen gün daha bağımlı hale gelmesinin bir sonucudur. Fakat, sürekli
diplomasiye geçilmesiyle, Osmanlı Đmparatorluğu ile Batılı ülkeler arasında her iki
tarafın da birbirlerinde sürekli diplomatik temsilcilikleri olması anlamında tam bir
denklik meydana gelmiştir. Seyyid Ali Efendi’nin Paris’ten ayrılmasına izin
verilmemesi örneğinde açık bir biçimde görüldüğü gibi, artık Babıâli’nin
Đstanbul’daki elçilere karşı her fiili hemen karşılık bulacaktır.
Batılı elçilere yönelik kadim Osmanlı geleneğinden gelen ve Osmanlı
Đmparatorluğu’nun büyüklüğünü elçilerin aşağılanmasıyla vurgulamayı esas alan
teşrifat kurallarının ve uygulamalarının, III. Selim devriyle birlikte büyük oranda
yumuşatılmaya başladığı görülmektedir. Artık, elçiler artık çok daha iyi muamele
görüyorlar, kabul merasimlerinde “onur kırıcı” ve “aşağılayıcı” uygulamalara daha
az yer veriliyordu.
Bu durum, sadece Osmanlı yöneticilerinin uygulamaları yumuşatma
tercihleriyle de ilgili değildi. Osmanlı Đmparatorluğu’nun gün geçtikçe zayıfladığını
ve Avrupalı büyük güçlere muhtaç hale geldiğini gören Batılı elçiler de, eski teşrifat
818 Yalçınkaya, “Bir Avrupa Diplomasi Merkezi Olarak Đstanbul,” s. 664.
375
uygulamalarının değiştirilmesini sıklıkla talep etmeye başladılar. Yabancı elçilerin
bazı durumlarda büyük diplomatik krizler çıkartan talepleri Osmanlı yöneticilerinin
tavizler vermesiyle sonuçlandı.819 Bunun da ötesinde, Babıâli, yabancı elçilerin kimi
zaman diplomatik teamüllere uymayan kaba ve küstahça davranışlarına da katlanmak
zorunda kalmaya başladı.820
Osmanlı yöneticilerinin sürekli diplomasiye geçişle birlikte Avrupa tarzı
diplomatik uygulamaları benimsemeye başladıklarının en önemli göstergelerinden
biri de, elçilerin hapsedilmesi usülünün terk edilmesidir. Daha önce de belirtildiği
gibi, Osmanlı Đmparatorluğu’yla herhangi bir ülke arasında savaş çıkması
durumunda, o ülkenin elçisi ve maiyetindekiler savaş sona erenceye kadar
Yedikule’de hapsedilmekteydiler. Avrupa ülkelerinin tepkisini çeken ve dönemin
diplomatik teamüllerine de aykırı olan bu uygulamaya 1806’da son verildi. O yıl
819 Örneğin, 1796 sonlarında Đstanbul’a gelen Fransa Büyükelçisi Aubert Dubayet’in, güven
mektubunu sunması sırasında uygulanacak teşrifat kurallarıyla ilgili istekleri Babıâli’de büyük bir
şaşkınlık yarattı. Çünkü, Dubayet Osmanlı Sarayı’na büyük bir askeri alayla ve mızıka çaldırarak
girmek istiyordu. Dubayet, ayrıca huzura kabulü sırasında kapıcıbaşıların kendisinin ve
maiyetindekilerin koluna girmemesi gibi isteklerde de bulundu. Osmanlı yöneticileri, geleneksel
teşrifat kurallarının sadece Padişah’ın hatt-ı hümayunuyla değişebileceğini bildirerek Dubayet’in
taleplerini reddetiler. Elçi eski kurallara uymayı kabul ettiyse de, saraya girişi sırasında “oldu bittiler”
yaparak, isteklerinin fiilen gerçekleşmesini sağladı. Huzura kabul töreninde de buna benzer “oldu
bittiler”le karşılaşmak istemeyen Osmanlı yöneticileriyle Dubayet arasında tören sırasında
uygulanacak kurallarla ilgili yazılı bir anlaşma yapıldı. Dubayet, bu sayede isteklerinin bir kısmını
resmen kabul ettirmeyi başardı. Böylece, elçilerini “küçük düşürücü” olarak algılanan geleneksel
Osmanlı teşrifat uygulamalarından kurtaran ilk devlet Fransa oldu. Karateke, Padişahım Çok Yaşa!,
s. 130-137. Fakat, yabancı elçiler için yapılan törenlerde uygulanan geleneksel teşrifat kurallarının
neredeyse tamamen ortadan kalkması II. Mahmut ve Abdülmecit devirlerinde olacaktır. 19. yüzyılın
ortalarından itibaren, Osmanlı Đmparatorluğu’nun teşrifat kuralları, Avrupa ülkelerinde uygulananlarla
çok büyük oranda benzeşecektir. 820 Örneğin, 1799’da Rusya ve Đsveç elçilerinin Süleymaniye Camii’ne yaptıkları ziyaret sırasında Rus
elçisinin yere tükürmesi medrese öğrencilerini çok sinirlendirmiş, öğrenciler elçiyi camiden zorla
çıkarmışlardı. Bu olay nedeniyle Rusya Hükümeti’yle bir kriz yaşanmasını istemeyen Osmanlı
yöneticileri telaşlanmış, elçiyi camiden çıkartan medrese öğrencileri tutuklanarak dövülmüş, bir kısmı
da sürgüne gönderilmişti. Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C. IV., s. 1798.
376
başlayan Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle Rusya’nın Đstanbul Büyükelçisi
Ditaninski’nin Yedikule’ye hapsedilmesi sözkonusuyken, Fransa Büyükelçisi
Sebastiani’nin Babıâli nezdindeki girişimleri sonucunda bundan vazgeçilmiştir.
Ditaninski, Babıâli’ye çağrılarak, kendisine iyi muamale edilmiş ve 10 gün içinde
ülkeden ayrılması istenmiştir.821
Babıâli, Avrupa’da egemen olan diplomatik kurallara uyma konusunda çok
kısa sürede önemli adımlar atmıştır. Nitekim, 1815 Viyana Kongresi’nde diplomatik
temsil ile ilgili olarak alınan kararlar –Kongre’ye temsilci gönderilmemesine
rağmen- Osmanlı yöneticileri tarafından benimsenerek uygulanmaya başlamıştır.
Karateke’nin belirttiği gibi,822 “elçilere yönelik törenlerde uluslarüstü düzenlemelere
uymuş olmak, ister istemez Osmanlı Devletinin bu çeşit merasimlerde ve uluslararası
protokolde rasyonalizasyonu anlamına gelmişti.”
Batılı elçilere gösterilen ilgi ve saygının artışı, elçilerin Osmanlı
yöneticileriyle çok daha doğrudan ve yakın ilişkiler kurabilmesini sağlamıştır.
Kendilerine gösterilen saygı ve ilginin hem bir nedeni, hem de sonucu olarak, Batılı
elçiler daha önce sahip olmadıkları bir konuma ulaşmışlardır. Tezin ilgili
kısımlarında da belirtildiği gibi, yabancı elçiler Osmanlı Đmparatorluğu’nun dış
politikasının belirlenmesinde çoğu zaman dolaylı, kimi zaman da doğrudan etkilerde
bulunmaya başlamışlardır. Hatta, yabancı elçilerin etkisi, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun içişlerine doğrudan müdahaleye kadar varacaktır.
iii)Diplomasi Teşkilatının Gelişmesi
Sürekli diplomasiye geçiş, Osmanlı diplomasi teşkilatının gelişimini de
etkilemiştir:
821 Ibid. , s. 2034-2035. 822 Karateke, Padişahım Çok Yaşa!, s. 186.
377
Bu çerçevede, sürekli diplomasiye geçişle birlikte atılan en önemli adım,
1797’de Mühimme Odası’nın kurulmasıdır. Mühimme Odası’nın kurulmasına kadar,
devletin en mahrem yazışmaları Beylikçi ya da ona bağlı olarak çalışan güvenilir
birkaç kâtip tarafından yürütülmekteydi. Fakat, Beylikçi Kalemi’ne yabancı elçilerin
tercümanları serbestçe girip çıkabiliyorlardı. Elbette devletin mahrem ve önemli
evrakının gözönünde yazılması sakıncalıydı. Bu nedenle, mahrem yazışmaların
yürütüleceği ayrı bir odanın kurulması düşünüldü ve Mühimme Odası kuruldu.
Tecrübeli kâtiplerin görev yapacağı Mühimme Odası’nın tek işlevi, mahrem ve
önemli devlet meseleleriyle ilgili belgelerin kaleme alınmasıdır. Mühimme Odası’na
yabancı elçilik tercümanlarının ve diğer yabancı vatandaşların girmesi yasaklandı.823
Mühimme Odası, Osmanlı yöneticilerinin bu birime çok büyük önem ve destek
vermeleri sonucunda kısa sürede büyüdü ve personel sayısı 30’u aştı.824
Mühimme Odası’nın kurulmasıyla, önemli bir kalem daha Osmanlı diplomasi
teşkilatına eklenmiş oldu.
Sürekli diplomasiye geçişin Osmanlı diplomasi teşkilatındaki bir başka etkisi
de, Osmanlı tebasının ticari çıkarlarının korunması için konsoloslukların
(şehbenderliklerin) kurulmaya başlamasıdır.825 1802 yılından itibaren belirli
823 Akyılmaz, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı , s. 122–123. 824 Hamit Ersoy, “Batılılaşma Girişimleri ve Osmanlı Hariciye Nezareti’nin Kuruluşu”, Osmanlı, C.
VI., Güler Eren(ed.), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 267. 825 Aslında, III. Selim devrinden önce de Osmanlı Đmparatorluğu’nun konsoloslukları bulunmaktaydı.
Đmparatorluk tebası Ortodoks tüccarlar, aralarındaki ihtilafları çözüme bağlayacak bir konsolosun
başkanlığında ticari ortaklıklar ve tüccar loncaları kurmuşlardı. Fakat, bu konsoloslar kısmen resmi bir
statüye sahiptiler. III. Selim döneminde, kısmen resmi olan bu konsolosluklara tamamen resmi bir
statü verildi. Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 109–110.
378
merkezlere konsolos tayinleri yapıldı. Malta’ya Thodoraki, Marsilya’ya Selanik’li
Dimitrios ve Trieste’ye Kiryaki Thodori konsolos olarak atandılar.826
c)Sürekli Diplomasi-Osmanlı/Türk Modernleşmesi Etkileşimi
Daha önce de belirtildiği gibi, sürekli diplomasiye geçiş, bizatihi –sınırlı ve
adı konulmamış da olsa- değişim ve modernleşme isteğinin bir sonucudur. Avrupa
başkentlerine gönderilen Osmanlı ikamet elçileri ve maiyetlerindekiler, Avrupa’nın
Osmanlı Đmparatorluğu karşısındaki üstünlüğünün nedenlerini bulmaya çalışacak ve
gözlemlerini Đstanbul’a ileteceklerdi. Böylece, III. Selim ve reform yanlısı Osmanlı
elitleri tarafından başlatılan reformlara yeni boyutlar kazandırılmasına çalışacaklardı.
Dolayısıyla, Osmanlı reformları sadece Đstanbul’dan değil, aynı zamanda Londra,
Paris, Berlin ve Viyana’dan da şekillendirilecekti. Đkamet elçilikleri Osmanlı
Đmparatorluğu’nun Batı’ya açılan pencereleri olacaktı.
Đkamet elçilikleri, ilk sürekli diplomasi denemesinde reformlara ilham ve
bilgi desteği verme hususunda beklenilen başarıyı gösteremediler. Bunun temel
nedenleri ise; ilk sürekli diplomasi denemesinin çok kısa süreli olması, Đstanbul’da
yürütülen reformların muhafazakâr kesimlerin muhalefeti nedeniyle önce hızını
kaybetmesi, daha sonra neredeyse tamamen rafa kaldırılması ve elçilik görevlilerinin
Avrupa uygarlığını derinden anlayabilecek bilgi ve kültür birikiminden büyük oranda
yoksun bulunmalarıydı.
Đkamet elçiliklerinin işlevi, sadece yapılacak reformlar için bilgi sağlamak
olmayacaktı. Çünkü Osmanlı elçiliklerinde görev yapan özellikle genç memurlar,
826 “Konsolos”, Đslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, s. 179. Nevşehirli Damat Đbrahim Paşa,
1725’de Viyana’ya konsolos olarak Ömer Ağa’yı atamıştı. Fakat, bu atamanın arkası gelmemişti.
Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 109.
379
bizatihi reformun bir nesnesi olacaklardı. Gönderilen memurlara Avrupa dillerini ve
usüllerini öğrenmeleri salık verilmişti.
Đlk ikamet elçiliklerinin önemi de tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Đlk
ikamet elçilerinin tamamına yakını, Avrupa uygarlığının özellikle maddi unsurlarına
gayet olumlu bakmıştır. Elçiler, yazdıkları sefaretnamelerle ve ülkeye
döndüklerindeki faaliyetleriyle Avrupa uygarlığının üstün yanlarını devletin yönetici
katmanlarına aktardılar. Bu dönemde gönderilen ad hoc elçiler de aynı şekilde
davrandılar. Böylece, yönetici elit içinde III. Selim’in modernleşmeci reformlarının
bir anlamda propagandasını yaptılar.827 Elçiler ve maiyetlerindekiler, yönetici elit
mensuplarının zihinlerindeki Avrupa imgesinin olumlu yönde değişiminde önemli
etkilerde bulunmuşlardır. Bu durumun tek istisnası ise Halet Efendi’dir:
Daha önce de belirtildiği gibi, politik hırsları nedeniyle Halet Efendi, Nizam-ı
Cedit hareketine muhalefet eden Yeniçeri Ocağı ve Đlmiye sınıfıyla ilişkilerini iyi
tutmaktaydı. Diğer ikamet elçilerinin aksine, Halet Efendi gerek Paris’den
gönderdiği mektuplarla, gerek ülkeye dönüşünden sonraki faaliyetleriyle hep
olumsuz bir Avrupa imgesi çizmiş, reform karşıtlarının propagandalarına hizmet
etmiştir. Ülkeye dönüşünden sonra politik yetenekleriyle hızla yükselen ve
Nişancılık görevini 13 sene gibi hayli uzun bir süre elinde tutan Halet Efendi,
Yeniçeri Ocağı’nın da desteği sayesinde II. Mahmut üzerinde büyük nüfuz
kurmuştu.828 Reformların büyük oranda hız kestiği 1808–1826 arasındaki dönemde
yönetici elitin en önde gelen kişilerden birinin Halet Efendi olması tesadüf değildir.
827 Osmanlı elçilerinin sefaretnameler yoluyla aktardıkları görüş ve izlenimlerinin analizi için bkz:
Belkıs Altuniş Gürsoy, “Türk Modernleşmesinde Sefir ve Sefaretnamalerin Rolü”, Bilig , S. 36, (Kış
2006), s. 139–165. 828 Abdurrahman Şeref, Tarih Konu şmaları, s. 26–27.
380
Halet Efendi önemli bir istisna olarak değerlendirme dışı bırakılırsa, Osmanlı
ikamet elçiliklerinde görev yapan diplomatların, “Osmanlı aydın tipinin ilk
temsilcileri” 829 konumunda görülmesi hiç de zor değildir. Bu yönde verilebilecek en
iyi örnek de, hiç kuşkusuz, Mahmut Raif Efendi’dir. Daha önce de belirtildiği gibi,
Yusuf Agâh Efendi’nin sırkatibi olarak Londra’da görev yapan Mahmut Raif Efendi,
orada Fransızca öğrenmişti. Đstanbul’a dönüşünden sonra Fransızca bir kitap da
kaleme almıştı. Avrupa uygarlığına, kendisine “Đngiliz Mahmut” lakabı verilecek
ölçüde olumlu baktığı anlaşılan Mahmut Raif Efendi, hem kaleme aldığı Đngiltere
gözlemleriyle, hem de ülkeye döndükten sonraki faaliyetleriyle Osmanlı elitinin
Avrupa’ya bakışının müspet yönde değişiminde çok önemli bir rol oynamıştır.
Ayrıca, Mahmut Raif Efendi 1800–1805 yılları arasında hayli uzun bir süre
Reisülküttap olarak görev yaparak Osmanlı diplomasisinin modernleştirilmesinde de
etkili olmuştur.830
Đkamet elçilikleri, Osmanlı toplumunun Batı uygarlığıyla tanışmasında 18.
yüzyılın son çeyreğinde açılmaya başlanan ve Batılı tarzda eğitim veren
Mühendishane gibi okullarla birlikte, rol oynayan unsurlardan biri oldu. Fakat
Elçiliklerin Osmanlı toplumunu kısa sürede etkilediğini ileri sürmek de pek mümkün
değildir. Hiç kuşkusuz, yeni fikirlerin ve uygulamaların devlet yöneticileri tarafından
benimsenebilmesi ve bunların toplumda filizlenebilmesi için belirli bir sürenin
geçmesi gereklidir. Yeni Avrupa tarzı fikirlerin ve usüllerin, tamamen farklı bir
829 Ekrem Işın, “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye
Ansiklopedisi, C. II., Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1985, s. 352. 830 Mahmut Raif Efendi, 1807’de başlayan Kabakçı Mustafa Ayaklanması’nda öldürülen ilk kişidir. O
sırada “Boğaz Nazırı” olarak görev yapan Mahmut Raif Efendi, Đstanbul Boğazı’nı koruyan
yamakların Nizam-ı Cedit tarzı üniforma giymelerini sağlamak için gittiği karargahta öldürülmüştür.
Bu olayla başlayan isyan kısa sürede yayılarak III. Selim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanmıştır.
Karal, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., s. 81-83.
381
düşünsel iklime ve paradigmaya sahip olan Osmanlı uygarlığında filizlenmesinin pek
kolay olmayacağı da aşikârdır. Yine de, yeni fikirler ve reform düşüncesinin etkisi
kendisini bir süre sonra gösterecek, yaşanan paradigmal kırılma sonucunda
modernleşmenin yolu açılacaktır.
5-Ara Dönem: Ad Hoc Anlayışın “Restorasyonu”?
Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun ilk sürekli
diplomasi denemesi 1821’de bütün ikamet elçiliklerinin kapatılmasıyla sona erdi.
1821’den, sürekli diplomatik temsilciliklerin yeniden açıldığı 1834’e kadarki
dönemde, Babıâli çeşitli vesilelerle değişik ülkelere ad hoc elçiler göndermeye
devam etti.
Bu durum, Osmanlı Đmparatorluğu’nun geleneksel ad hoc diplomasi
anlayışına dönüşü müdür; ya da bir başka ifadeyle ad hoc anlayışın “restorasyonu”
mudur? Hemen belirtmek gerekir ki, elbette öyle değildir. Her şeyden önce, Osmanlı
yöneticilerinin artık sürekli diplomatik temsilci göndermemelerinin nedeni, şartların
uygun olmamasıyla ilgilidir:
Öncelikle, Osmanlı diplomasi teşkilatında çok önemli görevler yapan
Rumların Yunan Đsyanı nedeniyle tasfiyesi sonucunda, sürekli elçiliklerde
çalıştırılacak nitelikli memur bulmak çok zorlaşmıştır. Elçiliklerde görev yapabilecek
nitelikli Müslümanların yetiştirilebilmesi için daha beklemek gerekliydi.
Đkincisi, Osmanlı Đmparatorluğu önce Yunan Đsyanı, daha sonra –aşağıda
değineceğimiz- 1831’de Mehmet Ali Paşa Đsyanı nedeniyle büyük bir krize girmişti.
Ülkenin içten parçalanmaya başladığını ve Osmanlı yönetiminin buna engel
olamadığını gösteren sözkonusu isyanlar, büyük bir karmaşa yarattı. 1826’da
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla sonuçlanan olaylar, karmaşayı daha da körükledi.
382
Böylesine sıkıntılı bir dönemde Osmanlı yönetiminin dikkatinin iç gelişmelere
yönelmesi kaçınılmazdı.
Son olarak, Avrupa’nın büyük güçlerinin (Đngiltere-Fransa-Rusya) 1827’de
Navarin’de Osmanlı donanmasını yakarak Yunan Đsyanı’na -Osmanlı Đmparatorluğu
aleyhine- müdahale etmeleri, Babıâli’yi sözkonusu ülkelerle karşı karşıya bıraktı.831
Navarin’deki askeri müdahaleye rağmen, Osmanlı Đmparatorluğu Đngiltere ve
Fransa’yla savaşa girmediyse de, 1 yıl sonra Osmanlı-Rus harbi başladı. Osmanlı
Đmparatorluğu’nun ağır yenilgisiyle sonuçlanan savaş 1829’da Edirne’de imzalanan
barış antlaşmasıyla sona erdi.832 Böylece, Osmanlı egemenliğindeki bir ülke ilk defa
Batılı büyük güçlerin yardımıyla bağımsızlığını kazanmış oldu. Batılı ülkelerin
Yunan Đsyanı’nı desteklemeleri Osmanlı yöneticilerinde derin bir hayal kırıklığı
yarattı ve onlara olan güvensizliği daha da arttırdı. Üstelik Babıâli’nin Avrupalı
güçler arasında geleneksel olarak kendisine en yakın bulduğu Fransa da, Osmanlı
Đmparatorluğu’na bağlı bir devlet olan Cezayir’i 1830’da işgal etmişti.833 Batılı
güçlere ve diplomasiye karşı güvensizliğin arttığı böyle bir konjonktürde, sürekli
elçililiklerin yeniden açılması pek de mümkün değildi.
Fakat II. Mahmut gibi, ikamet elçiliklerinin gerek Batı uygarlığına açılan
pencereler olarak toplumsal, gerek siyasal anlamdaki yararlarını bilen bir padişahın,
sürekli diplomasiden vazgeçmesi ve geleneksel ad hoc uygulamalara dönmesi pek de
olası değildi. Nitekim 1821–1834 yılları arasındaki dönemde ortaya çıkan gelişmeler
831 Batılı ülkelerin Yunan Đsyanı’ndaki politikaları ve isyanın gelişimi için bkz: Hüner Tuncer,
Metternich’in Osmanlı Politikası (1815–1848), Ankara, Ümit Yayıncılık, 1996, s. 60-76 ve
Anderson, Doğu Sorunu, s. 73-95. 832 Osmanlı-Rus Savaşı’nın gelişimi ve Edirne Antlaşması için bkz: Alexander Bıtıs, “1828-1829
Türk-Rus Savaşı ve Edirne Antlaşması”, Türkler , C. XII., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s.
703-720 ve Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, s. 279-286. 833 Karal, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., s. 124.
383
-sürekli diplomasiye bu kez hiç kesintiye uğramadan- dönülmesinin yolunu
açacaktır. II. Mahmut devrinde sürekli diplomasiye tekrar dönülmesi açısından en
önemli gelişmeler şunlardı:
1831 yılında, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, Yunan Đsyanı’nı bastırması
karşılığında II. Mahmut tarafından kendisine vaat edilen Suriye, Girit ve Trablusşam
valiliklerinin verilmesini istedi.834 II. Mahmut’un, Mehmet Ali Paşa’nın isteklerini
reddetmesi üzerine, Mısır Valisi’nin emriyle harekete geçen oğlu Đbrahim Paşa
1831’de, Yafa, Gazze ve Kudüs’ü işgal etti. Bununla da yetinmeyen Đbrahim Paşa,
1832’de Akra ve Şam’ı da ele geçirdi. Sözkonusu işgaller Đstanbul’da büyük bir
sıkıntı yarattı. Đbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusunun üzerine gönderilen
Osmanlı kuvvetleri yenildi. 1832 ortalarında Anadolu’ya giren Mısır ordusu,
karşısına çıkan Osmanlı kuvvetlerini bir kez daha yenerek hızla ilerledi. 1832
sonlarında Kütahya’ya giren Mısır ordusunun Đstanbul’a kadar ilerlemek niyetinde
olduğu anlaşıldı.
Đbrahim Paşa’nın Đstanbul’a girerek saltanatını sona erdirmesini
engelleyemeyeceğini anlayan II. Mahmut, mecburen dış destek aramaya başladı.
Aranan dış destek de Rusya ve Avusturya’dan geldi. Böylece sorun bir anda
uluslararasılaştı. Mısır ordusunun Đstanbul’a yürümesinin Avrupalı büyük güçlerin
çabalarıyla önlenebilmesi, Babıâli’nin diplomasinin ne kadar önemli olduğunu bir
kez daha anlamasını sağladı. Üstelik Batı müdahalesi Yunan Đsyanı’ndakinin tersine,
bu kez Babıâli lehine sonuçlanmıştı. Bu da, Avrupa diplomasisine duyulan
güvensizliğin bir ölçüde de olsa azalmasını sağladı.
Đkincisi, muhafazakâr muhalefet 1807’de III. Selim’in tahttan indirilerek
yerine IV. Mustafa’nın geçirilmesiyle reform sürecine büyük bir darbe vurmayı
834 Mehmet Ali Paşa ayaklanmasının gelişimi için bkz: Anderson, Doğu Sorunu, s. 95–104.
384
başarmıştı. Fakat, daha sonra Bayraktar (Alemdar) Mustafa Paşa’nın ve çevresindeki
“Rusçuk Yaranı” olarak adlandırılan reform yanlısı kişilerin desteğiyle II. Mahmut
IV. Mustafa’nın yerine tahta çıkarıldıysa da, reformlar uzun bir süre III. Selim
devrindeki hızına ulaşamadı.
Zaten, II. Mahmut, saltanatının ilk 4 yılını iktidarını sağlamlaştırmakla
geçirmişti. 835 Bu dönemde iktidar devlet ricalinin çeşitli kesimleri arasında
paylaşılmaktaydı. II. Mahmut, ilk dönemde konumunu belli ölçüde sağlamlaştırdıysa
da, iktidarı tam anlamıyla ele geçirebilecek kudretten hala yoksundu. Yeni bir reform
süreci başlatmanın iktidarını kaybetmesine yol açacağını bildiğinden, uzun bir süre,
güvendiği kişileri önemli devlet memuriyetlerine yerleştirerek iktidarı tam olarak
alacağı anın gelmesini beklemekle yetindi.836
II. Mahmut’un 18 yıl süren bekleyişi, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasıyla sona erdi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla, sadece reformlara karşı
çıkan muhafazakâr muhalefetin en önemli bileşenlerinden biri tasfiye edilmekle
kalmadı, aynı zamanda muhalefetin iktidara karşı kullandığı temel silahlı unsur da
bertaraf edilmiş oldu. Artık, II. Mahmut’u ve Osmanlı yönetici elitindeki
reformcuları durdurabilecek bir güç kalmamıştı.
Bu gelişmenin sonucunda, II. Mahmut, reform sürecini –üstelik III.
Selim’den çok daha radikal hamlelerle- tekrar başlattı. II. Mahmut, Avrupa
uygarlığının sadece maddi unsurlarının değil, manevi unsurlarının da alınmasının
zorunlu olduğunu anlayan ilk padişahtı. 1839’a kadar süren iktidarı boyunca, bir
835 II. Mahmut’un ilk dönemi ve iktidarını sağlamlaştırma çabaları için bkz: Avigdor Levy, “Merkezde
Đktidar Politikaları, 1808-1812 Osmanlı Padişahlığının Silkinişi”, Tarih ve Toplum, S. 41., (Mayıs
1987), s. 52-56. 836 Stanford Shaw, “Osmanlı Đmparatorluğu’nda Geleneksel Reformdan Modern Reforma Geçiş:
Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmud Dönemleri”, Türkler , C. XII., Ankara, Yeni Türkiye
Yayınları, 2002, s. 620.
385
“aydınlanmacı despot”837 olarak Osmanlı/Türk modernleşmesinin belki de en önemli
adımlarını attı.
Radikal bir modernleşme pojesini uygulamaya sokan II. Mahmut’un,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Batı’ya açılan pencerelerinden biri olan ikamet
elçiliklerini yeniden açmaması düşünülemezdi.
Daha önce de belirtildiği gibi, eskiden beri Rumların elinde bulunan Divan-ı
Hümayun Tercümanlığı’na 1821’de ilk defa bir Müslüman atanmıştı. Divan-ı
Hümayun Tercümanlığı’na, Müslüman öğrencilere Fransızca öğretilmesi
emredilmişti. Bu bağlamda, Divan-ı Hümayun Tercümanlığı bünyesinde oluşturulan
Tercüme Odası 1824’te faaliyetlerine başladı.838 Kısa sürede, çok sayıda Müslüman
gencin eğitildi ği Tercüme Odası, Babıâli’ye diplomasinin yürütülmesinde ihtiyaç
duyduğu kadrolara sahip olma imkânı verdi. Böylece, ikamet elçiliklerinin
faaliyetlerine yeniden başlamasının önündeki önemli engellerden biri daha kalktı.
Üstelik Avrupa başkentlerine gönderilecek diplomatlar, dil bilmeleri ve Avrupa
kültürüne -en azından okudukları kitaplar nedeniyle- çok daha aşina olmalarından
dolayı artık daha başarılı çalışmalar yapabileceklerdi.
Tercüme Odası’nda çalışan görevlilere 1830’ların başlarından itibaren yüksek
maaşlar verilmeye başlanması, bu birime ilgiyi daha da arttırdı. Tercüme Odası, kısa
837 “Aydınlanmacı despotizm” kavramı için bkz: Lee, “Aydınlanmış Despotizm: Genel Bir Bakış”
Avrupa Tarihinden Kesitler 1494–1789, s. 260–268. Ayrıca bkz: H. M. Scott(ed.), Enlightened
Despotism: Reform and Reformers in Late Eighteenth-Century Europe, Ann Arbor, University
of Michigan Press, 1990, passim. 838 Tercüme Odası’yla ilgili olarak bkz: Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, s.113-
115; Akyılmaz, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı , s. 154-158. Faik Reşit Unat, “Başhoca
Đshak Efendi”, Belleten, C.XXVIII., S.109, (1964), s.89-115.
Tercüme Odası’nın kurulma tarihiyle ilgili farklı görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşler için bkz:
Kınlı, Osmanlı’da Modernleşme ve Diplomasi, s. 130–132.
386
sürede “yeni Müslüman Kalemiye memuru tipinin oluşumunda ana merkez”839
niteliği kazandı. Üstelik, Tercüme Odası sadece Osmanlı diplomasisinin ihtiyaç
duyduğu nitelikli elemanları değil, aynı zamanda Osmanlı/Türk modernleşmesini
yürütecek kadroları da yetiştirmiştir. Alî Paşa, Fuat Paşa, Safvet Paşa gibi 19. yüzyıla
damgasını vurmuş Sadrazamların ve Hariciye Nazırlarının Tercüme Odası’ndan
yetişmiş olması bu yargıyı desteklemektedir.
Yukarıda belirtilen gelişmeler sonucunda, sürekli diplomasi uygulamasına
yeniden dönülmesi için gerekli konjonktür ve imkanlar ortaya çıkmış oluyordu.
6-Sürekli Diplomasi’ye Kesintisiz Geçiş: Osmanlı
Diplomasisi’nin Modernleşmesi
a)Đkamet Elçiliklerinin Yeniden Açılması
Mehmet Ali Paşa Đsyanı’nın yarattığı kriz 1832’de tam anlamıyla uluslararası
bir nitelik kazanmıştı. Yukarıda da belirtildiği gibi, Mehmet Ali Paşa Đsyanı sırasında
Babıâli’ye en fazla destek veren ülkelerin başında Avusturya ve Rusya gelmekteydi.
Özellikle, Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunmasını Avrupa
sisteminin en önemli unsurlarından biri olarak gören Avusturya Dışişleri Bakanı
Metternich’in Babıâli’ye verdiği destek çok açıktı.840
Metternich’in bu dönemde Babıâli’yle gayet sıcak ilişkiler kurması, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiyi bir kez daha benimsemesinde de rol oynadı.
1832’de, Avusturyalı yetkililer Viyana’daki Osmanlı elçiliğinin yeniden faaliyete
839 Findley, Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform, s. 113. 840 Tuncer, Metternich’in Osmanlı Politikası , s. 90.
387
geçirilmesini Babıâli’ye önerdiler.841 Babıâli, sözkonusu öneriye sıcak baktı ve
Yanko Mavroyeni842 maslahatgüzar olarak Viyana’ya gönderildi.
Mavroyeni, Avrupa’daki tek Osmanlı sürekli diplomatı olması nedeniyle, bir
süre sadece Avusturya Hükümeti nezdinde görev yapmadı. Viyana’da göreve
başlayışından kısa bir süre sonra, Babıâli’den Londra’ya gitmesi talimatını aldı.843
Babıâli’nin Mavroyeni’yi Londra’ya göndermesinin nedeni, bu kentte yapılan ve
Osmanlı Đmparatorluğu ile Yunanistan arasındaki sınırın belirlenmesiyle ilgili
konuların görüşüldüğü konferansta alınacak kararları etkilemekti. Ayrıca,
Mavroyeni, 1830’da Fransa tarafından işgal edilen Cezayir’in Osmanlı yönetimine
tekrar girmesi için Đngiltere Hükümeti’nin desteğini de almaya çalışacaktı.
Mavroyeni, Babıâli’nin istekleri çerçevesinde diplomatik faaliyetlerde bulunduysa da
başarılı olamadı.
Mavroyeni’nin Londra’ya gönderilmesiyle yetinmeyen Babıâli, Avrupa’da
başlattığı diplomasi atağını 1832 sonlarında bu kez Mehmet Namık Paşa’nın “özel
görevli elçi” (sefaret-i mahsusa) ünvanıyla Londra’ya gönderilmesiyle sürdürdü.844
Mehmet Namık Paşa da Mavroyeni’ye verilen görevler çerçevesinde faaliyetler
yapacaktı. Mavroyeni, Mehmet Namık Paşa’nın Londra’ya ulaşmasıyla, onun
maiyetine katıldı.
841 Carter V. Findley, “The Foundation of the Ottoman Foreign Ministry: The Beginnings of
Bureaucratic Reform under Selim III and Mahmud II”, International Journal of Middle East
Studies, Vol. 3., No:4, (October 1972), s. 404. 842 Mavroyeni, 1821’de ilk ikamet elçiliklerinin faaliyetlerine son verilmeden önce Viyana’da
maslahatgüzar olarak görev yapmaktaydı. 843 Findley, “The Foundation of the Ottoman Foreign Ministry”, s. 404, dipnot: 4 844 Mehmet Namık Paşa, bir Batı dilini (Fransızca) bilen ilk Osmanlı devlet adamlarından biriydi.
1826’da Osmanlı Đmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Akkerman Antlaşması görüşmelerine
tercüman olarak katılmıştı. Mehmet Namık Paşa, ayrıca iki ülke arasında 1829’da imzalanan Edirne
Antlaşması’dan sonra St. Petersburg’a gönderilen Osmanlı elçilik heyetinde de yer almıştı. Ibid. , s.
404, dipnot: 5.
388
Mehmet Namık Paşa Londra’daki faaliyetlerinde başarılı olamadı. Bir süre
sonra, Londra’dan St. Petersburg’a gönderildi.845 Bu sırada, Babıâli Mısır ordusunun
Kütahya’yı ele geçirmesi üzerine Rusya’nın yardımını istemiş, Rus kuvvetleri de
Đstanbul’a gelmişti. Mehmet Namık Paşa, St. Petersburg’a giderek Rusya’yla gelişen
ili şkilerin daha iyi yürütülmesini sağlayacaktı.
Rusya’yla gelişen ilişkilere paralel olarak, 1833’de bu kez Ahmet Fevzi Paşa
özel görevli elçi ünvanıyla St. Petersburg’a gönderildi.846 Mehmet Namık Paşa ise St.
Petersburg’da yaklaşık 1 yıl kaldıktan sonra Londra’ya döndü. II. Mahmut, Avrupa
başkentlerine özel görevli elçiler göndermeye devam etti. Amedi’lik görevini yürüten
ve II. Mahmut’un yakın çevresinden olan Mustafa Reşit Bey 1834 haziranında özel
görevli elçi ünvanıyla Paris’e atandı.847 Mustafa Reşit Bey, elçiliği sırasında
Amedi’lik ünvanını da kullanmaya devam edecekti. Mustafa Reşit Paşa’ya verilen
temel görev, Osmanlı Đmparatorluğu’nun, Mısır meselesi nedeniyle Avrupa
kamuoyunda doğan olumsuz imajını silmeye ve meselenin hukuk ve Babıâli’nin
çıkarları çerçevesinde çözülmesine çalışmaktı.
Mustafa Reşit Bey, Paris’e giderken Viyana’ya da uğradı ve Metternich ile
görüştü.848 Paris’de yaklaşık 1 yıl görev yaptıktan sonra, yerine maslahatgüzar olarak
Ruhiddin Efendi’yi bırakarak 1835’de Đstanbul’a döndü. II. Mahmut’a, temasları ve
Avrupa’daki durum hakkında bir layiha sundu. Mustafa Reşit Bey’in fikirlerini çok
845 Idem. 846 Sâlnâme-i Nezâret-i Umur-ı Hâriciyye: Osmanlı Dışişleri Bakanlığı Yıllığı (1306/1889), C. II.,
Ahmed Nezih Galitekin (Haz.), Đstanbul, Đşaret Yayınları, 2003, s. 73. 847 Reşit Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, 3. B., Ankara, TTK Yayınları, 1991, s. 63. 848 Idem.
389
beğenen II. Mahmut, kendisini bu defa büyükelçi payesiyle bir kez daha Paris’e
gönderdi.849
Babıâli, Mustafa Reşit Bey’in Paris’e büyükelçi olarak atanmasıyla sürekli
diplomasiye yeniden dönmüş oluyordu. Fakat sürekli diplomasi uygulamasına tam
anlamıyla dönülebilmesi için daha atılması gereken adımlar vardı. Bu adımların
atılması da gecikmedi:
1835’de Nuri Efendi Londra’ya, Ahmet Fethi Paşa ise Viyana’ya özel görevli
elçiler olarak gönderildi. Ahmet Fethi Paşa’ya 1836’da büyükelçi ünvanı verildi.
Yine 1836’da Nuri Efendi Londra’dan Paris’e, Mustafa Reşit Bey ise Paris’ten
Londra’ya büyükelçi olarak atandılar.850
1837’de Kamil Paşa’nın Berlin’e elçi olarak gönderilmesiyle, 1821’den önce
faaliyet gösteren tüm elçilikler yeniden açılmış oluyordu.851 Artık, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun ikinci sürekli diplomasi denemesi başlamıştı. Bu ikinci deneme,
ilkinin aksine başarılı olacak ve ikamet elçilikleri, Đmparatorluğun tarih sahnesinden
çekildiği tarihe kadar faaliyetlerini sürdüreceklerdi.
b)Hariciye Nezareti’nin Kurulması
II. Mahmut, 1826’da başlattığı reformlarla sadece devleti güçlendirmeyi
hedeflememekteydi. Devleti güçlendirme amacı, Sultan’ın toplum üzerinde mutlak
bir otorite kurma hedefine içkindi. Bu çerçevede, II. Mahmut, 18. yüzyılın son
çeyreğinde güçleri çok artan ayanı tekrar egemenliği altına almak için harekete geçti.
849 Mustafa Reşit Bey de Paris’e hemen dönmek istediğini II. Mahmut’a bildirmişti. Kaynar, Mustafa
Reşit Paşa ve Tanzimat, s. 79–80. 850 Babıâli, Nuri Efendi’nin Londra’ya uyum sağlayamaması nedeniyle bu şekilde bir yer değiştirmeyi
uygun bulmuştu. Sâlnâme-i Nezâret-i Umur-ı Hâriciyye: Osmanlı Dışişleri Bakanlığı Yıllığı
(1306/1889), C. II., s. 66, 69-70. 851 Ibid. , s. 72.
390
II. Mahmut’un merkeziyetçi politikaları yerel güç odaklarına yönelik
eylemlerle de sınırlı kalmadı. Sultan, aynı zamanda Đstanbul’daki askeri/sivil
bürokrasiyi ve diğer güç odaklarını da kontrol altına almak istemekteydi. Bunu
sağlamak için de, doğrudan padişaha bağlı yeni kadroların işbaşına geçirilmesi
gerekmekteydi.852
Hem yerel güçlere, hem de Đstanbul’daki geleneksel güç odaklarına karşı
uygulamaya konulan merkeziyetçi politikalar, kaçınılmaz olarak kamu bürokrasisinin
de yeniden yapılandırılmasına yol açacaktı. II. Mahmut’un yönetici elit içinde
kendisine en yakın bulduğu Kalemiye, yeni yapılanmada yıldızı parlayacak sınıf
olacaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, 18. yüzyıldan itibaren tedrici bir biçimde
güçlenen Kalemiye sınıfı, II. Mahmut’un merkeziyetçi politikalarıyla, kısa sürede
yönetici elit içinde başat konuma gelecektir. Kalemiye, II. Mahmut’un kurmaya
çalıştığı çağdaş devlet yapısı içinde görev yapacak modern(ist) bürokratları
oluşturacaktır.853 Kalemiye’nin Mülkiye’ye dönüşümü olarak tanımlanabilecek
süreç, Osmanlı/Türk modernleşmesinin en önemli aşamalarından birini teşkil
etmektedir.
Yukarıda belirtilen dönüşümü sağlayan en önemli gelişmelerden biri de,
Osmanlı Đmparatorluğu’nun kabine sistemine geçmesiydi. II. Mahmut kabine
sistemine geçerek yeni modern(ist) elite örgütsel bir temel oluşturdu. Kurulacak ilk
nezaretlerden birinin Hariciye Nezareti olması doğaldı. Çünkü, II. Mahmut’un yeni
852 Seyitdanlıoğlu, merkezi otoriteyi güçlendirme politikasının önemli bir boyutuna dikkat
çekmektedir: II. Mahmut gibi aydın mutlak bir monark, merkezi güçlendirirken, şahsında topladığı
yetkileri, kendisi adına kullanacak kurumlara devretmeğe başlamıştır. Mehmet Seyitdanlıoğlu,
“Yenileşme Dönemi Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Türkler , C. XIII. Ankara, Yeni Türkiye Yayınları,
2002, s. 564. 853 Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 108.
391
yönetici elitinde ön plana çıkacak memurların çoğu Tercüme Odası’ndan ya da yurt
dışında görev yapan diplomatlardan oluşmaktaydı. 854
II. Mahmut, 11 Mart 1836’da yayınladığı hatt-ı hümayunla855 Sadaret
Kethüdalığı’nı Umur-u Mülkiyye (daha sonra Dâhiliye) Nezareti’ne, Reisülküttaplığı
da Hariciye Nezareti’ne dönüştürdü.856 1832’den beri Reisülküttaplık görevini
yürüten Mehmet Akif Efendi, ilk Hariciye Nazırı olarak atandı.
Hariciye Nezareti’nin kurulmasından sonra, örgütsel yapısının
oluşturulmasıyla ilgili adımlar da birbiri ardına atılmaya başladı:
1836 kasımında Hariciye Nazırı’na bağlı bir müsteşarlık makamı oluşturuldu.
Yine aynı yıl, Mülkiye ve Hariciye nazırlıklarının rütbelerin “en mühimi ve
mutenası” olduğu belirtilerek her iki nazıra da paşalık rütbesi verildi. 857
1837’de ise en önemli adım atılarak, Hariciye Nezareti’nin sadece dışişleriyle
ilgili faaliyetleri yürütmesi sağlandı.858 Şöyle ki, 1836’da Mülkiye ve Hariciye
Nezaretleri kurulmasına rağmen, örgütsel anlamda tam bir ayrışma olmamıştı.
Devletin tüm yazışmaları, Hariciye Nazırı’na bağlı kalemler tarafından
yürütülmekteydi. Fakat, Mülkiye ve Hariciye nazırlarına bağlı olarak çalışacak
kalemlerin ve katiplerin kesin biçimde ayrılması zorunlu hale gelmişti. Nitekim,
1837’de yapılan başka bir düzenlemeyle her iki nezarette görev yapan memurlar
kesin olarak ayrıldı. Amedi ve Mektubi Kalemleri personeli Mülkiye ve Hariciye
olarak ikiye bölündü. Daha sonra diğer kalemlerde de benzer düzenlemeler yapılarak
854 Ibid. , s. 118–119. 855 Hatt-ı Hümayun için bkz: Đsmail Soysal, “Umûr-ı Hariciye Nezâretinin Kurulması (1836)”,
Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara, TTK Yayınları, 1999, s. 74–75. 856 Sâlnâme-i Nezâret-i Umur-ı Hâriciyye: Osmanlı Dışişleri Bakanlığı Yıllığı (1301/1885), C. I.,
s. 152. 857 Akyılmaz, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı , s. 167. 858 Ibid. , s. 168–169.
392
her iki nezaretin kesin biçimde ikiye ayrılması sağlandı. Daha sonra,
profesyonelleşme açısından çok önemli bir adım atılarak tevcihat usülü de 1838’de
terk edildi.859
Hariciye Nezareti’nin kurulması, Tercüme Odası’yla başlayan
“profesyonelleşme” sürecinin ikinci ve en önemli aşamasına geçilmesini sağlamıştır.
Artık, Osmanlı diplomasi teşkilatı, gerek nitelikli insan kaynağı, gerek daha tutarlı ve
etkili bir dış politika izlenebilmesi açısından çok daha sağlam temellere oturmuştur.
Đmparatorluğun parçalanma sürecine girdiği bir dönemde, Hariciye Nazırı, kısa
sürede Sadrazam’dan sonra en saygın ve önemli kabine üyesi haline gelecektir. 860
Hariciye Nezareti, kurulmasından kısa bir süre sonra, Avrupa tarzı
diplomasinin Osmanlı Đmparatorluğu tarafından benimsenmesini sağlamıştır. 19.
yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı diplomasisi gerek kurumsal, gerek üslup
boyutunda Avrupa’daki muadilleriyle büyük oranda benzeşir hale gelmiştir.
Gerçekten de, Hariciye Nezareti’nin kurulması ve gelişmesi Osmanlı
diplomasisinin modernleşmesi açısından bir milat niteliğindedir.
859 Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform (1836-1856), Đstanbul,
Eren Yayınları, 1993, s. 82-83. 860 Kürkçüoğlu, “The Adoption and Use of Permanent Diplomacy”, s. 137.
393
SONUÇ
Diplomasi, özünde barışçı bir anlam taşımasına rağmen, ilk ortaya çıktığı
dönemden beri “güç” kavramıyla yakından ilişkili olmuştur. Bu ilişkinin, “güçlü olan
diplomasiyi kullanmaz” biçiminde algılanması elbette doğru değildir. Bütün siyasal
birimler, insanlığın ortaya çıktığı ilk dönemden itibaren, güç dereceleri ne olursa
olsun, diplomasiden yararlanmışlardır. Tarih boyunca, güçlü siyasal birimleri, daha
zayıf siyasal yapılardan ayıran özellik, diplomasiden yararlanıp yararlanmamaları
değil; diplomasiyi nasıl gördükleri ve diplomasi anlayışının ve uygulamalarının ne
gibi farklılıklar gösterdiğidir.
Devletlerarası siyasal sistemi büyük oranda kontrol edebilen güçler,
büyüklüklerini temel alan siyaset felsefeleri geliştirmişlerdir. Bu siyaset
felsefelerinin ortak özelliği, içinde doğdukları uygarlığın ve devletin mutlak
üstünlüğünü, yegâneliğini ve kadimliğini vazetmeleriydi. Dolayısıyla, bu felsefe
kaçınılmaz olarak, dış dünyanın ötekileştirilmesine yol açacaktı. Sözkonusu
ötekileştirme, dış dünyanın “henüz” ele geçirilememiş bir yer olarak görülmesini
sağlayacaktır. Büyük güçlerin siyaset felsefeleri, aynı zamanda, ele geçirmenin
meşruiyetini sağlayacak dinsel, siyasal ya da kültürel motifleri de içinde
barındırmaktadır.
Dış dünya algısı, diplomasi anlayışı ve uygulamalarını da belirleyecektir.
Büyük güçler için diplomasi, mevcudiyetini koruma değil, daha küçük güçlerin
varlığını sona erdirme aracıdır. Diplomatik ilişkiler, küçük güçlere verilen bir
lütuftur. Büyük devletlerin diplomasi uygulamaları, sürekli olarak kendi
üstünlüğünün vurgulanması ve küçük devletlerin aşağılanması ilkesine
dayanmaktadır. Diplomatik süreçte talepkar olan taraf büyük güçler değildir.
394
En belirgin örneklerini Roma ve Bizans Đmparatorluklarında gördüğümüz bu
anlayış, kadim geleneği sürdüren Osmanlı Đmparatorluğu’nda da mevcuttur. Osmanlı
Đmparatorluğu da, mutlak üstünlüğü, yegâneliği ve kadimliği temel alan bir siyaset
felsefesi geliştirmişti. Üstelik, bu üniversalist söylem, Đslam’ın Dar’ül Harp, Dar’ül
Sulh teorisinde, dini açıdan da sağlam bir meşruiyet zemini buluyordu. Osmanlı
Devleti, özellikle büyük bir imparatorluğa dönüştüğü 15. yüzyılın sonlarından
itibaren, sözkonusu anlayışı ve söylemi siyaset felsefesinin temeline yerleştirdi.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sözkonusu anlayışı ve söylemi benimsemesi,
diplomasi anlayışını ve uygulamalarını da şekillendirdi. Diplomasi, Avrupa’dan
Asya’ya uzanan geniş bir coğrafyada, Osmanlı etkisinin artması için kullanıldı.
Üstelik, diplomasinin, sahip bulunulan büyük askeri gücün sağladığı muhkem bir
zemini de vardı.
Osmanlı Đmparatorluğu, tarihinin her döneminde -siyasal ilişkilerin en kötü
olduğu dönemlerde bile- Batı’yla sıkı ekonomik ilişkiler içindeydi. 15. yüzyıl
ortalarından itibaren Batılı büyük güçlerin Osmanlı Đmparatorluğu’nda sürekli
elçilikler açmaları da, sadece siyasal nedenlere değil, aynı zamanda ekonomik
nedenlere dayanmaktaydı.
Avrupa’da 15. yüzyılda ortaya çıkan sürekli diplomasi anlayışı Osmanlı
Đmparatorluğu tarafından hemen benimsenmemiştir. Çünkü, sürekli diplomasi
Avrupa’nın kendine özgü şartlarında doğmuştu. Đtalya’nın ve Batı Avrupa’nın gerek
siyasal, gerek sosyo-ekonomik dinamikleri, sürekli diplomasi anlayışını ortaya
çıkarmıştı.
Osmanlı Đmparatorluğu ise, Batı Avrupa’da ortaya çıkan şartların hiçbirine
sahip değildi. Ayrıca, 18. yüzyılın başına kadar, diplomasinin geliştirilmesini
gerektirecek reel-politik şartlar da yoktu.
395
Çin ve Japonya ise, Osmanlı Đmparatorluğu’nun aksine, Batı’yla siyasal ve
ekonomik ilişkiler kurmak istemediler. Hatta, mevcut ekonomik ilişkilerini bile en alt
seviyeye indirdiler. Özellikle, Osmanlı Đmparatorluğu gibi üniversalist anlayışa sahip
olan Çin, Batılıların ticari ve diplomatik temsilcilikler açma girişimlerini reddetmişti.
Osmanlı Đmparatorluğu ise üniversalist anlayışı çerçevesinde diplomasi anlayışını ve
uygulamalarını sürdürmesine rağmen, Batı’yla ve diğer ülkelerle ilişkilerini hiçbir
zaman kesmemiştir. Dolayısıyla, Osmanlı Đmparatorluğu’nda -farklı çerçevesine
rağmen- diplomasi tamamen gözardı edilen bir olgu değildir.
Osmanlı Đmparatorluğu, hiçbir döneminde, çevresindeki gelişmeleri takip
etmeyen, tamamen izolasyonist bir politika izlememiştir. 16. yüzyılda -en güçlü
devrinde- bile, Avrupa’daki gelişmeleri izlemiş, kimi zaman -Fransa’yla kurulan
ittifak ve Protestan hareketinin desteklenmesi gibi- olaylara doğrudan müdahale de
etmiştir.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupa’ya olan ilgisinin 17. yüzyılda belirgin
bir biçimde azalmasının nedeni, kendi iç sorunlarına dönmek zorunda kalmasıdır. Bu
yüzyılda, Batı’nın yükselişi tam olarak anlaşılamamıştır. Buna karşılık, Osmanlı
yöneticileri imparatorluğun artık eski gücünde olmadığını da görmeye başlamışlardı.
Bu nedenle, gerileyişin önlenmesiyle ilgili görüşler, “kadim”e -II. Süleyman dönemi
düzenlemelerine ve politikalarına- dönüşü esas almaktaydı.
17. yüzyıldaki bu görece içe kapanma döneminden sonra, Karlofça
Antlaşması’yla başlayan süreçte, Osmanlı Đmparatorluğu açısından dış politika ve
dolayısıyla diplomasi, devlet gündeminin en önemli maddesi haline gelmiştir.
Đmparatorluğun gücünü kaybettiğinin artık çok açık biçimde görülmesi, Osmanlı
diplomasisinin, kurumsal ve üslup boyutlarında tedrici bir değişim sürecine
girmesine neden oldu.
396
Bu çerçevede, Reisülküttaplık büyük bir önem kazandı. Reisülküttaplar,
dışişlerinin yürütülmesinde çok daha fazla yetki ve sorumluluk almaya başladılar. Bu
gelişme, kurumsallaşma yolunda atılan ilk adımlardan birini oluşturdu. Bu dönemde,
geleneksel fütühat politikası büyük oranda terk edildi ve barışın korunmasına
çalışıldı. Sözkonusu politika değişikli ğinin doğal sonucu, Batılı ülkelerle barışçıl
ili şkilerin geliştirilmesi için diplomasiden yararlanılması olmuştur.
Yine bu yüzyılda, anlaşmazlıkların ve savaşların sona erdirilebilmesi için
Batılı ülkelerin arabuluculuk yapması, Babıâli tarafından sıklıkla talep edildi. Bu
dönemde, Đstanbul’daki Batılı ikamet elçileri Osmanlı dış politikasının
belirlenmesinde artan bir önem kazandılar. Bunun sonucu ise, Batılı elçilerin -daha
önce olmadığı kadar- iyi muamele görmeleriydi. Yabancı elçilere uygulanan
“aşağılayıcı” davranışlar bir ölçüde de olsa azaldı. Batılı elçiler de, Osmanlı
yöneticilerinin, Avrupai diplomatik usullerle daha yakından tanışmasını sağladılar.
Batı’yla artan temaslar, diplomasinin büyük bir canlılık kazanmasına neden
oldu. 18. yüzyılda çok sayıda ad hoc elçi yurtdışına gönderildi. 28 Mehmet Çelebi
gibi bazı Osmanlı elçileri gittikleri ülkelerde daha önce olmadığı kadar uzun süreler
kaldılar. Artan diplomatik temaslar, Batı’yı tanımaya yönelik adımların -başta
çekingen de olsa- atılmasını sağladı. Özellikle sefaretnameler, Batı’nın Osmanlı
yöneticilerince tanınmasında rol oynadı.
Bu yönüyle diplomasi, Osmanlı/Türk modernleşmesinde ilk kıvılcımların
çakılmasını sağladı. Çünkü, Batı, geleneksel Osmanlı uygarlığının mutlak üstünlüğü
açısından bakılan bir yer olmaktan yavaş yavaş çıkmaktaydı. Artık, Batı’nın Osmanlı
uygarlığından üstün yanları olduğu görülmekteydi. Sefaretnameler vasıtasıyla,
sözkonusu üstünlüğün öncelikle maddi unsurları –ordu, teknoloji, bayındırlık gibi-
Osmanlı toplumuna aksettirilmeye başlandı.
397
1768–1774 Osmanlı-Rus savaşında alınan ağır yenilgi, Osmanlı Devleti’nin
Batılı ülkeler karşısında mevcut durumuyla askeri başarılar kazanmasının mümkün
olmadığını artık çok açık bir biçimde göstermişti. Bu durum, Osmanlı
diplomasisinin, sürekli diplomasiye geçiş öncesindeki son evreye girmesine neden
oldu. 17. yüzyıldan itibaren gündemde bulunan, gerilemenin çaresinin “kadim”e
dönüş olduğu düşüncesinin yetersiz kaldığı da anlaşılmıştı. Üstelik, Batı’ya giden
Osmanlı elçileri de, Batı’nın üstünlüğünün mutlaklığı hususunda çok daha doğrudan
bilgiler getirmişlerdi.
Reform yanlısı Osmanlı yöneticileri, bu krizi aşmak için iki ayrı ama
bağlantılı politikayı uygulamaya sokmayı denediler:
18. yüzyılın başlarından itibaren, devlet ricalinin bir kesimi tarafından sürekli
olarak savunulan barış politikası sürdürülmeye çalışılacak, ayrıca, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun geleneksel düşmanları Rusya ve Avusturya’ya karşı Batılı
güçlerle ittifaklara girilecekti. Aslında, ittifak politikası çok da yeni bir politika
değildi. Kuruluştan itibaren, Osmanlı yöneticileri -Hıristiyan devletler de dahil-
çeşitli güçlerle ittifaklar yapmışlardı. 18. yüzyılın son çeyreğindeki ittifak
politikasının yeniliği, bunun resmi bir çerçeveye oturtulması ve Osmanlı dış
politikasının temel ilkelerinden biri haline getirilmesiydi.
Osmanlı yöneticilerinin krizi aşmak için uygulamaya soktukları ikinci
politika ise, Batı’nın üstünlüğünü sağlayan unsurların neler olduğunun belirlenmesi
ve bunların ülkeye getirilmesiydi. Kurtuluş çaresi olarak “kadim”e dönüşün
gündemden tamamen çıkması anlamına gelen bu politika, doğal olarak, Batı’yla
iletişim kanallarının -açılan okullar, ülkeye gelmeye başlayan yabancı uzmanlar ve
Avrupa’ya gönderilen elçilerle- açılmasını gerektirmekteydi.
398
Batı’nın üstünlüğünü sağlayan unsurların birinci elden görülmesi ihtiyacı ve
ittifak arayışları, kaçınılmaz olarak, diplomasinin ve diplomatların ön plana
çıkmasını sağlayacaktı.
III. Selim’in tahta çıkmasıyla, devlet ricali içinde bu görüşleri savunan
reformist gruplar önemli bir destek elde etmiş oldu. Özellikle Kalemiye mensupları,
Đlmiye ve Seyfiye sınıflarıyla girdikleri iktidar mücadelesinde, reformizmin
bayraktarlığını yaparak ön plana çıkmaktaydılar. Reformların konumlarını
sarsacağını bilen muhafazakâr kesimler ise, III. Selim’in reform hazırlıklarına karşı
çıkmaktaydılar. III. Selim de muhafazakâr muhalefete karşı destek alabileceği yeni
bir sınıf bulmuştu.
1787’de başlayan Osmanlı-Rus-Avusturya savaşı sırasında, yukarıda
belirtilen ittifak politikası çerçevesinde Đsveç ve Prusya’yla kurulan ittifaklardan da
bir sonuç alınamamıştı. Babıâli’nin, Avrupa diplomasisinin “oynak” ve “kaypak”
zeminini görmesini sağlayan sözkonusu ittifaklar, bu yönüyle olumlu bir rol
oynamıştır. Babıâli’nin uğradığı hayal kırıklığı, Osmanlı dış politikasının
rasyonelleşmesi ve diplomasisinin olgunlaşması açısından müspet bir etki yapmıştı.
Savaşın -Fransız Đhtilali’nin yarattığı konjonktürde- sona erdirilmesi, III.
Selim’e ve onu destekleyen devlet ricaline reformların başlatılması imkânını
sağlamıştır. Uygulamaya sokulan Nizam-ı Cedit reformları, temelde askeri saiklerle
yapıldıysa da, Osmanlı/Türk modernleşmesinin ilk büyük atılımını başlatmıştır.
Nizam-ı Cedit reformlarının en önemlilerinden biri, sürekli diplomasiye
geçilmesidir. 1793’te Yusuf Agah Efendi’nin Londra’ya gönderilmesini müteakip,
1797’de Paris, Berlin ve Viyana’ya da elçiler atanmıştır. Đkamet elçiliklerinin
açılmasında hem siyasal, hem de toplumsal yararlar gözetilmiştir:
399
Siyasal boyutta, Osmanlı Đmparatorluğu’yla Batılı güçler arasındaki
ili şkilerin güçlendirilmesi hedeflenmiştir. Başta III. Selim olmak üzere, Osmanlı
yöneticilerinin önemli bir bölümü, Avrupalı büyük güçlerin desteğini almadan
imparatorluğun gerilemesinin önlenemeyeceğini, özellikle Rusya’nın yayılmacı
politikalarının engellenemeyeceğini görmüşlerdi. Fransız Đhtilali’nin Avrupa’daki
konjonktürü sık sık ve çok kısa sürelerde değiştirmesi, Osmanlı yöneticilerinin,
ikamet elçilikleri açarak durumdan daha çabuk ve sağlıklı biçimde haberdar
olabilmelerini sağlama yolunu seçmelerinde etkili oldu.
Toplumsal boyutta, Batı kültürünün maddi unsurlarının ülkeye getirilmesi
amaçlanmıştır. Đkamet elçilikleri, Nizam-ı Cedit reformlarını destekleyecek, Batı’ya
açılan pencereler olacaktı. Üstelik, bu elçiliklerde görevlendirilen memurlar -
özellikle genç elemanlar- yabancı dil öğrenerek Batılı anlayışın, ülkeye getirilmesini
de sağlayacaklardı.
Görüldüğü gibi, ikamet elçilikleri, Osmanlı Đmparatorluğu’nun siyasal ve
toplumsal hedeflerinin kesişiminden doğmuştu.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçişinde dış dinamiklerin
çok önemli bir etkisi vardır. Osmanlı yöneticilerinin, sürekli diplomasiye geçişi de
barındıran reformlarında “Doğu Sorunu”nun ortaya çıkışı çok belirleyici olmuştur.
“Doğu Sorunu” ortaya çıkmasaydı, Osmanlı yöneticileri reform sürecini başlatma
ihtiyacını muhtemelen duymayacaktı.
Yine de, Osmanlı Đmparatorluğu’nda, genelde reform ve modernleşme,
özelde sürekli diplomasiye geçiş, Çin ve Japonya örneklerinin aksine, Batı’nın zor
kullanımıyla ya da zor kullanımı tehdidinde bulunmasıyla gerçekleşmemiştir.
Osmanlı yöneticileri, devletin varlığını sürdürmesinin ancak reformlarla ve Avrupa
diplomasisinin dengelerine oynanmasıyla mümkün olabileceğini çok daha önceden
400
gördüler. Dolayısıyla, sürekli diplomasiye geçiş, Osmanlı yöneticilerinin değişen
şartlara uyum gösterme yeteneğiyle yakından ilişkilidir. Bu durum, Osmanlı
yöneticilerinin büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarını ustaca kullandığı ve bu
sayede devletin ömrünü bir süre de olsa uzatabildiği 19. yüzyıl gelişmeleri dikkate
alındığında çok daha açık bir biçimde görülmektedir.
Đlk sürekli diplomasi denemesi kısa ömürlü olmuştur. 1811’de Paris’teki
elçinin ülkeye dönüşüyle maslahatgüzarlar eliyle yürütülmeye başlayan sürekli
diplomasi, 1821’de elçiliklerin kapatılmasıyla tamamen sona erdirilmiştir. Yunan
Đsyanı, sürekli diplomasiye kısa vadede büyük bir darbe vurduysa da, aslında orta
vadede çok olumlu bir etkide bulunmuştur: Yunan Đsyanı nedeniyle, Rum
memurların görevden alınmaları, Müslüman elemanların yetiştirilmesinin yolunu
açmıştır. Tercüme Odası’nın kurulmasıyla da gerçek anlamda bir profesyonelleşme
süreci başlamıştır. Bu süreç, 1834’de ikamet elçiliklerinin yeniden açılmasıyla ve
1836’da Hariciye Nezareti’nin kurulmasıyla daha da büyük bir ivme kazanacaktır.
Đlk ikamet elçileri, ellerindeki imkânlar ölçüsünde görevlerini yürütmeye
çalışmışlardır. Fakat, diplomasi konusunda bilgi ve deneyimlerinin çok kısıtlı olması,
başarılarını engellemiştir. Mısır’ın işgali meselesinde olduğu gibi, çok büyük
başarısızlıklarla da karşı karşıya kalmışlardır. Maddi imkânlarının yetersizliği,
Babıâli’nin bazen elçilerle muhabereyi kesecek kadar ilgisiz davranması,
maiyetlerinde bulunan Rum tercümanların bazılarının başka ülke hesabına casusluk
yapması gibi etkenler de bu başarısızlıkta etkili olmuştur. Üstelik, Avrupa’nın usta
diplomatlarıyla muhatap kalmaları, zaten çok yabancısı oldukları diplomaside daha
da zor durumlara düşmelerine yol açmıştır. Fakat, Osmanlı ikamet elçilerinin etkili
olmalarını engelleyen en önemli neden, Osmanlı Đmparatorluğu’nun içine girdiği
çöküştür. Đçten parçalanma süreci yaşayan ve mevcudiyetini dahi Batılı ülkelerin
401
desteğini almadan koruyamayacak duruma giren Osmanlı Đmparatorluğu’nun elçileri,
devletinin itibarı kadar saygınlık görmüş, devletinin gücü kadar etkili olmuşlardır.
Sürekli diplomasiye geçilmesi, bu ilk dönemde, siyasal boyutta istenilen
sonuçları vermediyse de, toplumsal boyutta etkili olmuştur. Đlk ikamet elçiliklerinde
görev yapan Mahmut Raif Efendi gibi yenilikçi kişiler, Batı uygarlığının sadece
maddi değil, aynı zamanda düşünsel unsurlarının da Osmanlı toplumuna
tanıtılmasında etkili olmuşlardır. Đlk Osmanlı aydınlarının, yurtdışındaki elçiliklerde
ve Tercüme Odası’nda yetişen memurlar arasından çıkması tesadüf değildir.
402
KAYNAKÇA
I-ARŞĐV BELGELER Đ:
PRO, FO 78/14 No:17, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 July 1793.
PRO, FO 78/14, No:18, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 July 1793.
PRO, FO 78/14, No: 19, “Ainslie’den Grenville’e”, 10 August 1793.
PRO, FO 78/14, No: 20, “Ainslie’den Grenville’e”, 24 August 1793.
PRO, FO 78/14, No: 22, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 September 1793.
PRO, FO 78/14, No: 24, “Ainslie’den Grenville’e”, 25 October 1793.
PRO, FO 78/14, No: 25, “Ainslie’den Grenville’e”, 12 November 1793.
PRO, FO 78/14, “Smith’den Grenville’e”, 21 December 1793.
PRO FO 78/15 No:24, “Liston’dan Grenville’e”, 24 November 1794.
PRO FO 78/15 No:31, “Liston’dan Grenville’e”, 25 December 1794.
PRO, FO 78/16, No:5, “Linston’dan Grenville’e”, 25 February 1795.
PRO FO 78/16 No:24, “Liston’dan Grenville’e”, 25 June 1795.
PRO, FO 78/17, No:5, “Smith’den Grenville’e”, 2 February 1796.
PRO, FO 78/17, No:1, “Smith’den Grenville’e”, 10 February 1796.
403
PRO FO 78/18 “Smith’den Grenville’e” No: 6, 10 April 1797.
PRO FO 78/18 “Smith’den Grenville’e”, 16 September 1797.
PRO FO 78/18 “Smith’den Grenville’e” No: 21, 1 November 1797.
Yusuf Agah Efendi, Havadisname-i Đngiltere, Yusuf Agah Efendi Tahriratı
Külliyatı, Fatih Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Kitapları, No:840.
II-K ĐTAPLAR:
Adcock, Frank ve D. J. Mosley, Diplomacy in Ancient Greece, London, Thames
and Hudson, 1975.
Ahıskalı, Recep, Osmanlı Devlet Teşkilatında Reisülküttablık (XVIII. Yüzyıl) ,
Đstanbul, Tarih ve Tabiat Vakfı Yayınları, 2001.
Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, 6 Cilt., sadeleştiren: Dündar Günay, Đstanbul,
Üçdal Neşriyat, 1993.
Aksan, Virginia, Savaşta ve Barışta Bir Osmanlı Devlet Adamı: Ahmed Resmi
Efendi (1700–1783), Çev: Özden Arıkan, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
1997.
Akyıldız, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform (1836-
1856), Đstanbul, Eren Yayınları, 1993.
Akyıldız, Ali, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, Đstanbul, Đletişim Yayınları,
2004.
Akyılmaz, Gül, Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Teşkilatı , Konya, y. y., 2000.
404
Allouche, Adel, Osmanlı-Safevi Đlişkileri: Kökenleri ve Geli şimi , Çev: Ahmed
Emin Dağ, Đstanbul, Anka Yay., 2001.
Anderson, M. S., The Rise of Modern Diplomacy, London and New York,
Longman, 1993.
Anderson, M. S., Doğu Sorunu 1774–1923: Uluslararası Đlişkiler Üzerine Bir
Đnceleme, Çev: Đdil Eser, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, (1789-1914), 2. B., Ankara, TTK
Yayınları, 1999.
Arrighi, Giovanni, Uzun Yirminci Yüzyıl: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri,
Çev:Recep Boztemur, Ankara, Đmge Yay., 2000.
Avery, Peter, Modern Iran , New York and Washington, Frederick A. Praeger
Publishers, 1965.
Bağış, Ali Đhsan, Britain and the Struggle for Integrity of the Ottoman Empire:
Sir Robert Ainslie’s Embassy to Đstanbul: 1776–1794, Đstanbul, Isis Yayınları,
1984.
Bakbash, Saul, Iran: Bureaucracy and Reform under Quajars, 1858–1896,
London, Ithaca Press, 1978.
Beasley, W. G., The Modern History of Japan, London, Weidenfield and Nicolson,
1963.
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, yay. haz. Ahmet Kuyaş, 6. B., Đstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2004.
Beydilli, Kemal, Büyük Frederick ve Osmanlılar: XVIII. Yüzyılda Osmanlı-
Prusya Münasebetleri, Đstanbul, Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları,
1985.
405
Black, Jeremy, Europe and the World: 1650–1830, London and New York,
Routledge, 2002.
Bloch, March, Feodal Toplum, 2. B., Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, Gece
Yayınları, 1995.
Bozdemir, Mevlüt, Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları , Ankara, AÜSBF
Yayınları, 1982.
Brand, Neville, Satow’s Guide to Diplomatic Practice, 4. Ed., London-New York-
Toronto, Logmans Green and Co, 1957.
Burçak, Rıfkı Salim, Türk-Rus-Đngiliz Münasebetleri (1791-1941), Đstanbul,
Aydınlık Matbaası, 1946.
Childe, Gordon, Tarihte Neler Oldu, Çev:Mete Tunçay ve Alaeddin Şenel, 7. B.,
Đstanbul, Alan Yay., 1998.
Chishull, Edmund D., Türkiye Gezisi ve Đngiltere’ye Dönüş, Çev: Bahattin Orhon,
Đstanbul, Bağlam Yayınları, 1993.
Cullen, L. M., A History of Japan, 1582-1941: Internal and External Worlds ,
Cambridge, Cambridge University Press, 2003.
Danişment, Đsmail Hami, Đzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi , 4. C., 2. B., Đstanbul,
Türkiye Yayınevi, 1961.
Davies, Norman, Avrupa Tarihi , Çev: Burcu Çığman (et. al.), Ankara, Đmge
Yayınevi, 2006.
Davison, Roderic, Osmanlı Đmparatorlu ğu’nda Reform, 1856–1878, Çev: Osman
Akınhay, Đstanbul, Agora Kitaplığı, 2005.
Demircioğlu, Halil, Roma Tarihi , C. I., 3. B., Ankara, TTK Yay., 1993.
406
Doyle, William, The Old European Order: 1660-1800, 2. Ed., New York, Oxford
University Press, 1992.
Ebu Süleyman, A. Ahmed, Đslam’ın Uluslararası Đlişkiler Kuramı , Çev:Fehmi
Koru, Đstanbul, Đnsan Yayınları,1985.
Elias, Norbert, Uygarlık Süreci, C. II., Çev:Erol Özbek, Đstanbul, Đletişim Yayınları,
2002.
Erhan, Çağrı, Türk-Amerikan Đlişkilerinin Tarihsel Kökenleri , Ankara, Đmge
Kitabevi, 2001.
Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C. I. (Osmanlı
Đmparatorlu ğu Andlaşmaları), Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Yayınları, 1953.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. VII., Đstanbul, Devlet Matbaası, 1928.
Fairbank, John K. (ed.), The Cambridge History of China, Vol. 10 Late Ch’ing
1800-1911, London New York Melbourne, Cambridge University Press, 1978.
Fairbank, John King ve Merle Goldman, China: A New History, Enlarged Edition,
Cambridge and London, Harvard University Press, 1999.
Findley, Carter V., Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform: Bâbıâli (1789-1922),
Çev:Latif Boyacı ve Đzzet Akyol, Đstanbul, Đz Yayıncılık, 1994.
Fischer-Galati, Stephen A., Ottoman Imperialism and German Protestanism:
1521–1555, New York, Octagon Books, 1972.
Ford, Franklin L., Europe: 1780-1830, 2. ed., London and New York, Longman,
1989.
407
Freeman, Charles, Mısır, Yunan ve Roma: Antik Akdeniz Uygarlıkları , Çev:Suat
Kemal Angı, Ankara, Dost Kitabevi, 2003.
Galand, Antonie, Đstanbul’a Ait Günlük Anılar (1672-1673), C.2, 3. B., Çev:
Nahid Sırrı Örik, Ankara, TTK Yayınları, 1998.
Gibb, H. A.R. ve Harold Bowen, Islamic Society and the West, Vol.I., Part II, 4.
Ed., London, Oxford University Press, 1969.
Girgin, Kemal, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemleri Hariciye Tarihimiz (Teşkilat
ve Protokol), 3. B., Đstanbul, Okumuş Adam Yayınları, 2005.
Goffman, Daniel, Osmanlı Dünyası ve Avrupa: 1300–1700, Çev: Ülkün Tansel,
Đstanbul, Kitap Yayınevi, 2004.
Göçek, Fatma Müge, Burjuvazinin Yükseli şi, Đmparatorlu ğun Çöküşü: Osmanlı
Batılılaşması ve Toplumsal Değişme, Çev: Đbrahim Yıldız, Ankara, Ayraç
Yayınevi, 1999.
Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 7. B., Đstanbul, Beta Basım
Yayım, 1995.
Griswold, William J., Anadolu’da Büyük Đsyan: 1591-1611, 2. B., Çev: Ülkün
Tansel, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002.
Hadduri, Macid, Đslam Hukukunda Savaş ve Barış, Çev: Fethi Gedikli, Đstanbul,
Yöneliş Yayınları, 1999.
Hamilton, Keith ve Richard Langhorne, The Practice of Diplomacy: It’s Evolution,
Theory and Administration , London and New York, Routledge, 1995.
Sâlname-i Nezâret-i Umur-ı Hâriciyye: Osmanlı Dışişleri Bakanlığı Yıllığı
(1301/1885), C. I., Ahmed Nezih Galitekin (Haz.), Đstanbul, Đşaret Yayınları, 2003.
408
Sâlname-i Nezâret-i Umur-ı Hâriciyye: Osmanlı Dışişleri Bakanlığı Yıllığı
(1306/1889), C. II., Ahmed Nezih Galitekin (Haz.), Đstanbul, Đşaret Yayınları, 2003.
Hassan, Ümit, Osmanlı: Örgüt-Đnanç-Davranış’tan, Hukuk- Đdeoloji’ye, 5. B.,
Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005.
Hayta, Necdet ve Uğur Ünal, Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri (XVII.
Yüzyıl Başlarından Yıkılı şa Kadar), 2. B., Ankara, Gazi Kitapevi, 2005.
Herbette, Maurice, Fransa’da Đlk Daimi Türk Elçisi: Moralı Esseyit Ali Efendi
(1797–1802), Çev: Erol Üyepazarcı, Đstanbul, Pera, 1997.
Hobsbawm, Eric, Devrim Çağı: 1789-1848, 2. B., Çev: Bahadır Sina Şener, Ankara,
Dost Kitapevi Yayınları, 2000.
Holsti, K. J., International Politics: A Framework for Analysis , 2. Ed., London,
Open University Press, 1974.
Hunter, Janet E., Modern Japonya’nın Doğuşu: 1853’den Günümüze, Çev:Müfit
Günay, Ankara, Đmge Yay., 2002.
Hurewitz, J. C., The Middle East and North Africa in World Politics: A
Documentary Record, Vol. I, 2. Ed., New Haven and London, Yale University
Press, 1975.
Itzkowitz, Norman, Ottoman Empire and Islamic Tradition , New York, Alfred A.
Knopf, 1972.
Đnalcık, Halil, Osmanlı Đmparatorlu ğu Klasik Çağ (1300-1600), Çev:Ruşen Sezer,
Đstanbul, YKY, 2004.
Đstanbuli, Yasin, Diplomacy and Diplomatic Practice in the Early Islamic Era,
Karachi, Oxford University Press, 2001.
409
Kantemir, Dimitri, Osmanlı Đmparatorlu ğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi , C. II.,
6. B., Çev: Özdemir Çobanoğlu, Đstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2005.
Karal, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi , C. I., Ankara, TTK Yayınları, y.y.
Karal, Enver Ziya, Fransa-Mısır ve Osmanlı Đmparatorlu ğu (1797-1802),
Đstanbul, Đstanbul Üniversitesi Yayınları No:63, 1938.
Karal, Enver Ziya, Halet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği (1802-1806), Đstanbul,
Đstanbul Üniversitesi Yayınları, 1940.
Karal, Enver Ziya, III. Selim’in Hatt-ı Hümayunları, Ankara, TTK Yayınları,
1942.
Karal, Enver Ziya, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları: Nizam-ı Cedit 1789 –1807,
Ankara, TTK Basımevi, 1946.
Karateke, Hakan T., Padişahım Çok Yaşa! Osmanlı Devletinin Son Yüz Yılında
Merasimler, Đstanbul, Kitap Yayınevi, 2004.
Karpat, Kemal, Osmanlı Modernleşmesi: Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus,
Çev: Akile Zorlu Durukan ve Kaan Durukan, Ankara, Đmge Kitabevi, 2002.
Kasaba, Reşat, Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Dünya Ekonomisi, Çev: Kudret
Emiroğlu, Đstanbul, Belge Yayınları, 1993.
Kaynar, Reşit, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, 3. B., Ankara, TTK Yayınları,
1991.
Keyder, Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 6. B., Đstanbul, Đletişim Yayınları,
2000.
Kınlı, Onur, Osmanlı’da Modernleşme ve Diplomasi, Ankara, Đmge Yayınları,
2006.
410
Kinross, Lord, The Ottoman Centuries: The Rise and Fall of the Turkish
Empire, New York, Morrow Quill Paperbacks, 1977.
Kissinger, Henry, Diplomasi, 3. B., Çev: Đbrahim H. Kurt, Đstanbul, Türkiye Đş
Bankası Kültür Yayınları, 2002.
Kocabaş, Süleyman, Türkiye ve Đngiltere: Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna
Yapılanlar , Đstanbul, Vatan Yayınları, 1985.
Kocabaşoğlu, Uygur, Majestelerinin Konsolosları: Đngiliz Belgeleriyle Osmanlı
Đmparatorlu ğu’ndaki Đngiliz Konsolosları (1580–1900), Đstanbul, Đletişim
Yayınları, 2004.
Koçi Bey Risalesi, Ali Kemali Aksüt (Haz.), Đstanbul, Vakit Matbaası, 1939.
Köprülü, Fuat, Bizans Müesseslerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, 3. B.,
Đstanbul, Kaynak Yayınları, 2002.
Kuran, Ercümend, Avrupa’da Osmanlı Đkamet Elçiliklerinin Kurulu şu ve Đlk
Elçilerin Siyasi Faaliyetleri, 1793–1821, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü, 1968.
Kurat, Akdes Nimet, Rusya Tarihi: Başlangıçtan 1917’ye Kadar, 3. B., Ankara,
TTK Yayınları, 1993.
Lapidus, Ira M., Đslam Toplumları Tarihi Cilt 1: Hazreti Muhammed’den 19.
Yüzyıla, Çev:Yasin Aktay, Đstanbul, Đletişim Yay., 2002.
Lewis, Bernard, Müslümanların Avrupa’yı Ke şfi , Çev: Nimet Yıldırım, Erzurum,
Birey Yayıncılık, 1997.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Do ğuşu, Çev: Metin Kıratlı, 8. B., Ankara,
TTK Yay., 2000.
411
Machiavelli, Niccolo, Prens, Çev: Semra Kunt, Ankara, Alkım Yayınevi, 1997.
Mansel, Arif Müfid, Ege ve Yunan Tarihi, 6. B., Ankara, TTK Yayınları, 1995.
Mantran, Robert, XVI-XVIII Yüzyıllarda Osmanlı Đmparatorlu ğu, Çev: Mehmet
Ali Kılıçbay, Ankara, Đmge Yayınevi, 1995.
Mardin, Şerif, Đdeoloji, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1995.
Mattingly, Garrett, Renaissance Diplomacy, 3. ed., London, Butler&Tanner, 1963.
McNeill, William, Dünya Tarihi , Çev: Alaeddin Şenel, 3. B., Ankara, Đmge
Kitabevi, 1994.
Meray, Seha L., Devletler Hukukuna Giri ş, C. II., 4. B., Ankara, AÜ SBF Yay.,
1975.
Moran, William L., The Amarna Letters, Baltimore, Johns Hopkins University
Press, 1992.
Mumcu, Ahmet, Divan-ı Hümayun, Ankara, Phoneix, 2007.
Nicholas, David, The Transformation of Europe 1300-1600, London, Arnold
Publishers, 1999.
Nicol, Donald M., Bizans ve Venedik: Diplomatik ve Kültürel Đlişkiler Üzerine,
Çev:Gül Çağalı Güven, Đstanbul, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2000.
Nicol, Donald M., Bizans’ın Son Yüzyılları (1261-1453), 2. B., Çev: Bilge Umar,
Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2003.
Nicolson, Harold, The Evolution of Diplomatic Method, London, Cassell
Publishers, 1954.
412
Ortaylı, Đlber, Türkiye Đdare Tarihi , Ankara, Türkiye ve Orta Doğu Amme Đdaresi
Yayınları, 1979.
Ortaylı, Đlber, Đmparatorlu ğun En Uzun Yüzyılı, 3. B., Đstanbul, Hil Yayınevi,
1995.
Ostrogorsky, Georg, Bizans Devleti Tarihi, 4. B., Çev: Fikret Işıltan, Ankara, TTK
Yay., 1995.
Owen, Roger, The Middle East in the World Economy 1800-1914, London and
New York, Methuen, 1981.
Özcan, Abdülkadir (Yay. Haz.), Kânunnâme-i Âli Osman (Tahlil ve
Kar şılaştırmalı Metin) , Đstanbul, Kitabevi, 2003.
Özel, Ahmet, Đslam Hukukunda Ülke Kavramı: Darül Đslam DarülHarb , Đstanbul,
Đz Yayıncılık, 1998.
Palmer, R. R., The World of French Revolution, New York, Harper and Row
Publishers, 1972.
Pamuk, Şevket, Osmanlı Ekonomisi’nde Bağımlılık ve Büyüme: 1820-1913, 3. B.,
Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005.
Quataert, Donald, Osmanlı Đmparatorlu ğu: 1700-1922, 3. B., Çev: Ayşe Berktay,
Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2004.
Queller, Donald E., The Office of Ambassador in the Middle Ages, Princeton,
Princeton University Press, 1967.
Ramazani, Rauhollah K., The Foreign Policy of Iran: 1500–1941, Charlottesville,
University Press of Virginia, 1966.
413
Rasim, Ahmet, Osmanlı’da Batışın Üç Evresi: III. Selim, II. Mahmut,
Abdülmecit, bas. haz. H. V. Velidedeoğlu, 3. B., Đstanbul, Evrim Yayınları, t. y.
Sander, Oral, Anka’nın Yükseli şi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine
Bir Deneme, Ankara, Đmge Yay., 1993.
Sander, Oral, Siyasi Tarih: Đlkçağlardan 1918’e, 9. B., Ankara, Đmge Yay., 2001.
Scott, H. M. (ed.), Enlightened Despotism: Reform and Reformers in Late
Eighteenth-Century Europe, Ann Arbor, University of Michigan Press, 1990.
Shaw, Stanford J., Between Old and New: The Ottoman Empire under the
Sultan Selim III 1789–1807, Cambridge, Harvard University Press, 1971.
Shaw, Stanford J., Osmanlı Đmparatorlu ğu ve Modern Türkiye, C. I., çev:
Mehmet Harmancı, Đstanbul, E Yayınları, 1982.
Sorel, Albert, The Eastern Question in the Eigteeenth Century, New York,
Howard Fertig, 1969.
Soysal, Đlhami, Türkiye ve Dünyada Masonluk ve Masonlar, 2. B., Đstanbul, Der
Yayınları, 1978.
Soysal, Đsmail, Fransız Đhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-
1802), 2. B., Ankara, TTK Yayınları, 1987.
Stoye, John, Viyana Kuşatması, Çev: Selahattin Atalay, Đstanbul, Dilek Matbaası,
1983.
Şeref, Abdurrahman, Tarih Konu şmaları, Bas. Haz: Eşref Eşrefoğlu, Đstanbul,
Kavram Yayınları, 1978.
Şirin, Đbrahim, Osmanlı Đmgeleminde Avrupa, Ankara, Lotus Yayınevi, 2006.
414
Tanpınar, Ahmet Hamdi, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi , 9. B., Đstanbul,
Çağlayan Kitabevi, 2001.
Thompson, David, Europe Since Napoleon, London, Penguin Books, 1990.
Tott, Baron De, 18. Yüzyılda Türkler: Türkler ve Tatarlara Dair Hat ıralar , Çev:
M. Reşat Uzmen, Đstanbul, Elips Kitap, 2004.
Tuncer, Hadiye ve Hüner Tuncer, Osmanlı Diplomasisi ve Sefaretnameler,
Ankara, Ümit Yay., 1998.
Tuncer, Hüner, Eski ve Yeni Diplomasi, 2. B., Ankara, Ümit Yay., 1995.
Tuncer, Hüner, Metternich’in Osmanlı Politikası (1815–1848), Ankara, Ümit
Yayıncılık, 1996.
Uçman, Abdullah, Ebubekir Ratip Efendi’nin Nemçe Sefaretnamesi, Đstanbul,
Kitabevi, 1999.
Unat, Faik Reşit, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara, TTK Yayınları,
1992.
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi , 6 Cilt, 7. B., Ankara, TTK Yay.,
t.y.
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı , 2. B.,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984.
Van De Mieroop, Marc, Antik Yakındo ğu’nun Tarihi , Çev:Sinem Gül, Ankara,
Dost Yay.,2006.
Vatin, Nicolas, Rodos Şövalyeleri ve Osmanlılar: Doğu Akdeniz’de Savaş,
Diplomasi ve Korsanlık, Çev: Tülin Altınova, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2004.
415
Veinstein, Gilles, Đlk Osmanlı Sefiri 28 Mehmet Çelebi’nin Fransa Anıları:
Kafirlerin Cenneti , Çev: Murat Aykaç Erginöz, Đstanbul, Ark Kitapları, 2002.
Watson, Adam, Diplomacy: The Dialogue Between States, London, Routledge,
1982.
Wittek, Paul, Osmanlı Đmparatorlu ğu’nun Doğuşu, 2. B., Çev: Fatmagül Berktay,
Đstanbul, Pencere Yayınları, 2000.
Wood, Alfred C., History of Levant Company, 2. ed., London, Frank Cass, 1964.
Yorga, Osmanlı Tarihi , C. V., çev: Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, Ankara Üniversitesi
Yayınları, 1948.
III-MAKALELER ve K ĐTAP BÖLÜMLER Đ
Abou-El-Haj, Rıfat A., “The Formal Closure of the Ottoman Frontier in Europe:
1699–1703”, Journal of the American Oriental Society, Vol. 89, No:3, (July-
September 1969).
Abou-El-Haj, Rifa’at Ali, “Ottoman Diplomacy at Karlowitz”, Ottoman
Diplomacy: Conventional or Unconventional?, A. Nuri Yurdusev(ed.),
Basingstoke, Palgrave Macmillan, 2004.
Ahıskalı, Recep, “Divan-ı Hümayun Teşkilatı”, Osmanlı, C. VI., Güler Eren(ed.),
Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
Akşin, Sina, “Siyasal Tarih (1789-1908)”, Türkiye Tarihi C. III., Sina Akşin (yay.
yönetmeni), 5. B., Đstanbul, Cem Yayınevi, 1997.
Aktaş, Necati, “Osmanlı Dönemi Arşivciliğimiz”, Osmanlı, C. VI., Güler Eren (ed.),
Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
416
Arı, Bülent, “Early Ottoman Diplomacy: Ad Hoc Period”, Ottoman Diplomacy:
Conventional or Unconventional?, A. Nuri Yurdusev(ed.), Basingstoke, Palgrave
Macmillan, 2004.
Awad, Abdul Aziz M., “The Gulf in the Seventeenth Century”, Bulletin (British
Society for Middle Eastern Studies), Vol.12, No:2, (1985).
Bağış, Ali Đhsan, “III. George Döneminde Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğundaki
Ekonomi Siyaseti”, Türk- Đngiliz Đlişkileri: 1583–1984 (400. Yıldönümü), Ankara,
Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 1985.
Bağış, Ali Đhsan, “Đngiltere’nin Osmanlı Đmparatorluğu’nun Toprak Bütünlüğü
Politikası ve Türk Diplomasisinin Çaresizliği”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200
Yıllık Süreç, Sempozyuma Sunulan Tebliğler 15-17 Ekim 1997, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1999.
Barkan, Ömer Lütfi, “Osmanlı Đmparatorluğu Teşkilat ve Müesseselerinin Şer’ili ği
Meselesi”, Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. XI, S.3-4.,
(1945).
Barnett, Suzanne Wilson, “Protestant Expansion and Chinese Views of the West”,
Modern Asian Studies, Vol.6, No:2, (1972).
Bassiouni, Cherif, “Protection of Diplomats under Islamic Law”, The American
Journal of International Law , Vol. 74., No:3, (July 1980).
Beydilli, Kemal, “Osmanlı ve Avrupa Devletleri Arasındaki Đttifaklar”, Çağdaş
Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Sempozyuma Sunulan Tebliğler 15-17 Ekim
1997, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999.
Bıtıs, Alexander, “1828-1829 Türk-Rus Savaşı ve Edirne Antlaşması”, Türkler , C.
XII., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
417
Biegman, N. H., “Ragusan Spying for the Ottoman Empire”, Belleten, C. 27., S. 106,
(1963).
Bilkan, Ali Fuat, “Đki Sulhiyye Işığında Osmanlı Toplumunda Barış Özlemi”,
Türkler , C. XII., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
Campbell, Brian, “Diplomacy in the Roman World (c.500 BC-AD 235)”, Diplomacy
and Statecraft, Vol.12, No:1, (March 2001).
Cohen, Raymond, “The Great Tradition: The Spread of Diplomacy in Ancient
World”, Diplomacy and Statecraft, Vol. 12, No:1, (March 2001).
Coşar, Fatma Mansur, “Venedik ve Osmanlı Arasındaki Bağ: Tüccarlar”, Toplumsal
Tarih , S. 2., (Şubat 1994).
Crammer-Byng, John, “The Chinese View of Their Place in the World: An Historical
Perspective”, The China Quarterly, No:53, (January-March 1973).
Davison, Roderic H., “Rus Becerisi ve Türk Aptallığı: Küçük Kaynarca
Antlaşması’nın Gözden Geçirilmesi”, Osmanlı Türk Tarihi (1774–1923), Çev:
Ömer Moralı, Đstanbul, Alkım Yayınları, 2003.
Dedijer, Stevan, “Ragusa Intelligence and Security (1301–1806): A Model for the
Twenty-First Century?”, International Journal of Intelligence and Counter
Intelligence, Vol.15, No:1, (2002).
Delilbaşı, Melek, “The First Relations Between the Turkish States and West”,
Turkish Review, C. I., S. 3., (1986).
Drake, Fred W., “A Mid-Nineteenth-Century Discovery of the Non-Chinese World”,
Modern Asian Studies, Vol.6, No:2, (1972).
Ergin, Vahdettin, “Mahmut Raif Efendi Tarafından Kaleme Alınmış Đngiltere
Seyahati Gözlemleri”, Prof. Dr. Đsmail Aka’ya Armağan, Đzmir, y. y., 1999.
418
Ersoy, Hamit, “Batılılaşma Girişimleri ve Osmanlı Hariciye Nezareti’nin Kuruluşu”,
Osmanlı, C. VI., Güler Eren(ed.), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
Eyice, Semavi, “Elçi Hanı”, Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Dergisi, S. 24, (1970).
Fairbank, J. K. ve S. Y. Teng, “On The Ch’ing Tributary System”, Harvard Journal
of Asiatic Studies, Vol. 6, No:2, (June 1941).
Fairbank, J. K., “Tributary Trade and China’s Relations with the West”, The Far
Eastern Quarterly, Vol.1, No:2, (February 1942).
Ferril, Arther, “Roma Đmparatorluğu’nun Büyük Stratejisi”, Savaşta ve Barışta
Büyük Stratejiler , Paul Kennedy(ed.), Çev:Ahmet Fethi, Đstanbul, Eti Kitapları,
1995.
Feryaman, Hafız Ferman, “19. yy. Đran’ında Modernleşme Güçleri: Tarihi Mütalaa”,
Ortadoğu’da Modernleşme, William R. Polk ve Richard L. Chambers(ed.), ç.y.,
Đstanbul, Đnsan Yay., 1995.
Findley, Carter V., “The Legacy of Tradition to Reform: Origins of the Ottoman
Foreign Ministry”, International Journal of Middle East Studies, Vol.1, No:4,
(October 1970).
Findley, Carter V., “The Foundation of the Ottoman Foreign Ministry: The
Beginnings of Bureaucratic Reform under Selim III and Mahmud II”, International
Journal of Middle East Studies, Vol. 3., No:4, (October 1972).
Gökbilgin, Tayyip, “Konsolos”, Đslam Ansiklopedisi, C. VI.
Gökbilgin, Tayyip, “Nişancı”, Đslam Ansiklopedisi, C. IX.
Grant, J. R., “A Note on the Tone of Greek Diplomacy”, The Classical Quarterly,
Vol. 15, No:2, (November 1965).
419
Greaves, Rose, “Iranian Relations with European Trading Companies to 1798”, The
Cambridge History of Iran , Vol.7, Cambridge, Cambridge University Press, 1991.
Greaves, Rose, “Iranian Relations with Great Britain and British India, 1789–1921”,
The Cambridge History of Iran, Vol.7, Cambridge, Cambridge University Pres,
1991.
Gürsoy, Belkıs Altuniş, “Âmedi Galip Efendi Sefaretnamesi”, Erdem, C. IX., S. 27.,
(Ocak 1997).
Gürsoy, Belkıs Altuniş, “Seyyid Ali Efendi’nin Sefaretnamesi”, Erdem, C. XII, S.
36., (Mayıs 2000).
Gürsoy, Belkıs Altuniş, “Türk Modernleşmesinde Sefir ve Sefaretnamelerin Rolü”,
Bilig , S. 36, (Kış 2006).
Hairi, Abdul-Hadi, “European and Asian Influences on the Persian Revolution of
1906”, Asian Affairs, Vol.62, No:2, (1975).
Hershey, Amos S., “The History of International Relations During Antiquity and
Middle Ages”, The American Journal of International Law, Vol.5, No:4, (October
1911).
Hess, Andrew C. G., “The Ottoman Conquest of Egypt (1517) and the Beginning of
Sixteenth-Century World War”, International Journal of Middle East Studies,
Vol. 4., No:1., (January 1973).
Hitzel, Frederic, “Dil Oğlanları”, Toplumsal Tarih , Çev:Aksel Tibet,S. 21, (Eylül
1995).
Horniker, Arthur Leon, “William Harborne and the Beginning of Anglo-Turkish
Diplomatic and Commercial Relations”, The Journal of Modern History, Vol. 14.,
No:3, (September 1942).
420
Howe, Patricia Chastain, “Charles-Francois Dumouriez and the Revolutionizing of
French Foreign Affairs in 1792”, French Historical Studies, Vol. 14., No:3, (Spring
1986).
Hurewitz, J. C., “The Europenization of Ottoman Diplomacy: The Conversion from
Unilateralism to Reciprocity in the Nineteeenth Century”, Belleten, C. 25, S. 99.,
(1961).
Işın, Ekrem, “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, Tanzimattan Cumhuriyete
Türkiye Ansiklopedisi , C. II., Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1985.
Đnalcık, Halil, “Avrupa Devletler Sistemi, Fransa ve Osmanlı”, Doğu Batı, S.14,
(2001).
Đnalcık, Halil, “A Case Study in Renaissance Diplomacy: the Agreement between
Innocent VIII and Bayezid II on Djem Sultan”, Ottoman Diplomacy: Conventional
or Unconventional?, A. Nuri Yurdusev(ed.), Basingstoke, Palgrave Macmillan,
2004.
Đnalcık, Halil, “Osmanlı Fetih Yöntemleri”, Söğüt’ten Đstanbul’a: Osmanlı
Devleti’nin Kurulu şu Üzerine Tartışmalar, 2. B., Ankara, Đmge Yayınları, 2005.
Đnalcık, Halil, “Osmanlı Đmparatorluğu’nun Doğuşu Meselesi”, Oktay Özel ve
Mehmet Öz(der.), Söğüt’ten Đstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kurulu şu Üzerine
Tartı şmalar, 2. B., Ankara, Đmge Yayınları, 2005.
Đnalcık, Halil, “Reisülküttap”, Đslam Ansiklopedisi, C. IX.
Đnan, Kenan, “Osmanlı Döneminde Yabancı Elçilik ve Konsolosluklarda Görevli
Tercümanların Statüleri”, Tarih ve Toplum, S. 154., (Ekim 1996).
Jensen, De Lamar, “The Ottoman Turks in Sixteenth Century French Diplomacy”,
Sixteenth Century Journal, Vol. 16., (Winter 1985).
421
Kaldy-Nagy, Gyula, “Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đlk Yüzyıllarında Kutsal Savaş
(Cihat)”, Oktay Özel ve Mehmet Öz(der.), Söğüt’ten Đstanbul’a: Osmanlı
Devleti’nin Kurulu şu Üzerine Tartışmalar, 2. B., Ankara, Đmge Yayınları, 2005.
Karabelias, Gressimos, “The Evolution of Civil-Military Relations in Post-War
Turkey”, Middle Eastern Studies, Vol. 35, No:4, (October 1999).
Karal, Enver Ziya, “Ebu Bekir Ratip Efendi’nin Nizam-ı Cedit Islahatı’ndaki Rolü”,
V. Türk Tarih Kongresi 12–17 Nisan 1956, Ankara, TTK Yayınları.
Karal, Enver Ziya, “Tanzimattan Evvel Garplılaşma Hareketleri”, Tanzimat I,
Đstanbul, 1999.
Kazemzadeh, F., “Iranian Relations with Russia and the Soviet Union to 1921”, The
Cambridge History of Iran , Vol.7, Cambridge, Cambridge University Press., 1991.
Kazui, Tashiro ve Susan Downing Videen, “Foreign Relations During the Edo
Period: Sakoku Reexamined”, Journal of Japanese Studies, Vol. 8., No:2, (Summer
1982).
Kia, Mehrdad, “Pan-Đslamism in Late Nineteenth-Century Iran”, Middle Eastern
Studies, Vol.32, No:1, (January 1996).
Koloğlu, Orhan, “Doğu’nun Fransız Devrimi’ne Bakışı”, Tarih ve Toplum, S. 68.,
(Ağustos 1989).
Koloğlu, Orhan, “Masonluk Karşısında Đlk Doğulu Tepkisi [Mirza Abu Talip Han’ın
Konuyla Đlgili Bir Kitabı Hakkında]”, Tarih ve Toplum, S. 29, (Nisan 1986).
Köse, Osman, “Balkanlarda Rus Konsolosluklarının Kuruluşu ve Faaliyetleri”,
Turkish Studies/Türkoloji Dergisi , C. I., S. 2., (2006).
422
Kuran, Ercümend, “Osmanlı Daimi Elçisi Ali Aziz Efendi’nin Alman Şarkiyatçısı
Friedrich Von Diez Đle Berlin’de Đlmi ve Felsefi Muhaberatı”, Belleten, C. XXVI., S.
105., (Ocak 1963).
Kurat, Akdes Nimet, “XVIII. Yüzyıl Başı ‘Avrupa Umumi Harbi’nde Türkiye’nin
Tarafsızlığı”, Belleten, C. VII., S. 26., (1943).
Kürkçüoğlu, Ömer, “‘Dı ş Politika Nedir?’ Türkiye’deki Dünü ve Bugünü”, AÜSBF
Dergisi, C. XXXV, No:1-4, (Ocak-Aralık 1980).
Kürkçüoğlu, Ömer, “The Adaption and Use of Permanent Diplomacy”, Ottoman
Diplomacy: Conventional or Unconventional?, Nuri Yurdusev(ed.), Basingstoke,
Palgrave Macmillan, 2004.
Lafont, Bertrand, “International Relations in the Ancient Near East: The Birth of a
Complete Diplomatic System”, Diplomacy and Statecraft, Vol.12, No:1, (March
2001).
Lee, Stephen J., “Aydınlanmış Despotizm: Genel Bir Bakış” Avrupa Tarihinden
Kesitler 1494–1789, Çev: Ertürk Demirel, Ankara, Dost Kitabevi, 2002.
Lee, Stephen J., “Onsekizinci Yüzyılda Rus Dış Siyaseti”, Avrupa Tarihinden
Kesitler: 1494–1789, Çev: Ertürk Demirel, Ankara, Dost Kitabevi, 2002.
Lerner, Robert, Standish Meacham ve Edward Mcnall Burns, Western
Civilizations: Their History and Culture , 12. Ed., New York and London, W W
Norton & Company, 1993.
Levy, Avigdor, “Merkezde Đktidar Politikaları, 1808-1812 Osmanlı Padişahlığının
Silkinişi”, Tarih ve Toplum, S. 41., (Mayıs 1987).
Mallett, Michael, “The Northern Italian States”, The New Cambridge Medieval
History , Vol. VII, Cristopher Allmand(ed.), Cambridge University Press,
Cambridge, 1998.
423
Mallett, Michael, “Italian Renaissance Diplomacy”, Diplomacy & Statecraft,
Vol.12, No:1, (March 2001)
Mardin, Şerif, “The Influence of the French Revolution on the Ottoman Empire”,
International Social Science Journal, Vol. 41, No:1, (February 1989).
Marshall, P. J., “The British in Asia: Trade to Dominion, 1700–1765”, The Oxford
History of the British Empire, The Eigteenth Century (ed) P. J. Marshall, New
York, Oxford University Press, 2001.
Menage, V. L., “The English Capitulation of 1580: A Review Article”, International
Journal of Middle East Studies, Vol. 12., No:3, (November 1980).
Missiou-Ladi, Anna, “Coercive Diplomacy in Greek Interstate Relations”, The
Classical Quarterly, Vol.37, No:2, (1987).
Munn-Rankin, Joan M., “Diplomacy in the Western Asia in the Early Second
Millennium B. C.”, Diplomacy, Vol. II., Chister Jonsson ve Richard Langhorne(ed.),
London, Sage Publications, 2004.
Naff, Thomas, “The Ottoman Empire and the European States System”, Hedley Bull
ve Adam Watson(ed.), The Expansion of International Society, New York, Oxford
University Press, 1985.
Naff, Thomas, “Ottoman Diplomatic Relations with Europe in the Eighteenth
Century: Patterns and Trends”, Studies in Eigteenth Century Islamic History,
Thomas Naff ve Roger Owen(ed.), Carbondale&Edwardsville, Southern Illionis
University Pres, 1977.
Obolensky, Dimitri, “The Principles and Methods of Byzantine Diplomacy”,
Diplomacy, Vol. II., Chister Jonsson ve Richard Langhorne(ed.), London, Sage
Publications, 2004.
Orhonlu, Cengiz, “Tercüman”, Đslam Ansiklopedisi, C. XII.
424
Ortaylı, Đlber, “1727 Tarihli Osmanlı-Avusturya Seyrüsefain Sözleşmesi”, AÜ SBF
Dergisi, C. XXVIII, S. 3–4, (1973).
Ortaylı, Đlber, “Osmanlı Diplomasisi ve Dışişleri Örgütü”, Tanzimattan
Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, C. I., Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1985.
Ortaylı, Đlber, “Osmanlı’da 18. Yüzyıl Düşünce Dünyasına Dair Notlar”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Tanzimat ve Meşruiyet’in Birikimi, C. I. Mehmet Ö.
Alkan(ed.), Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2001.
Ortaylı, Đlber, “Ottoman-Habsburg Relations 1740–1770, and Structural Affairs of
Ottoman State”, Ottoman Studies, Đstanbul, Bilgi University Press, 2004.
Ortaylı, Đlber, “Osmanlı Barışı”, Osmanlı Barışı, 4. B., Đstanbul, Ufuk Kitapları,
2004.
Ortaylı, Đlber, “Osmanlı: Üçüncü Roma Đmparatorluğu”, Osmanlı Barışı, 4. B.,
Đstanbul, Ufuk Kitapları, 2004.
Ostrogorsky, Georg, “The Byzantine Empire and the Hierarchical World Order”,
The American Slovanic and East European Review, Vol. XXXV, No: 84, (1956).
Özcan, Abdülkadir, “Türk Devletlerinde Casusluk”, Đslam Ansiklopedisi, C. VII.
Panaite, Viorel, “Peace Agreements in Ottoman Legal and Diplomatic View (15th-
17th Century)”, Pax Ottomana: Studies in Memoriam Prof. Dr. Nejat Göyünç,
Kemal Çiçek (ed.), Haarlem ve Ankara, Sota ve Yeni Türkiye Yayınları, 2001.
Pedani-Fabris, Maria Pia, “Ottoman Diplomats in the West: The Sultan Ambassadors
to the Republic of Venice”, Tarih Đncelemeleri Dergisi, S. 11., (1996).
Pehlivanlı, Hamit, “Osmanlılarda Đstihbaratçılık”, Türkler , C. XIII., Ankara, Yeni
Türkiye Yayınları, 2002.
425
Queller, Donald E., “Thirteenth Century Diplomatic Envoys: Nuncii and
Procuratores”, Speculum, Vol. 35, No:2, (April 1960).
Reychman, Jan, “1794 Polonya Đsyanı ve Türkiye”, Belleten, C. XXXI., S. 131.,
(1967).
Roosen, William, “Early Modern Diplomatic Ceremonial: A Systems Approach”,
The Journal of Modern History, Vol. 52., No:3, (September 1980).
Rustow, Dankwart, “The Military”, Robert E. Ward ve Dankwart A. Rustow(ed.),
Political Modernization in Japan and Turkey, Princeton and New Jersey,
Princeton University Press, 1964.
Savaş, Ali Đbrahim, “Layiha Geleneği Đçinde XVIII. Yüzyıl Osmanlı Islahat
Projelerindeki Tespit ve Teklifler”, Bilig , S: 9., (Bahar 1999).
Schmiede, Ahmed H., “Berlin’de Bir Türk Yatırı [Giritli Ali Aziz Efendi’nin
Mezarı]”, Türk Edebiyatı , S. 144, (Ekim 1985).
Schmiede, Ahmed H., “Prusya Kaynaklarına Göre Giritli Ali Aziz Efendi’nin
Berlin’e Gelişi,” Türk Edebiyatı , S. 224., (Haziran 1992).
Seyf, Ahmad, “Silk Production and Trade in Iran in the Nineteenth Century”,
Iranian Studies, Vol.XVI, No:1-2, (Winter-Spring 1983).
Seyitdanlıoğlu, Mehmet, “Yenileşme Dönemi Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Türkler , C.
XIII. Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
Shaw, Stanford J., “The Origins of Ottoman Military Reform: The Nizam-ı Cedid
Army of Sultan Selim III”, The Journal of Modern History, Vol. 37., No:3,
(September 1965).
426
Shaw, Stanford J., “Osmanlı Đmparatorluğu’nda Geleneksel Reformdan Modern
Reforma Geçiş: Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmud Dönemleri”, Türkler , C.
XII., Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
Sheikoleshami, A.Reza, “The Sale of Offices in Qajar Iran, 1858-1896”, Iranian
Studies, Vol. 4, No:2, (1971).
Skilliter, Susan A., “The Organization of the First English Embassy in Đstanbul in
1583”, Asian Affairs, Vol. 10., No:2, (June 1979).
Skilliter, Susan A., “William Harborne: Đlk Đngiliz Elçisi, 1583-1583”, Türk- Đngiliz
Đlişkileri, 1583-1984, Ankara, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel
Müdürlüğü, 1985.
Soysal, Đsmail, “Umûr-ı Hariciye Nezâretinin Kurulması (1836)”, Çağdaş Türk
Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara, TTK Yayınları, 1999.
Stoianovich, Traian, “The Conquering Balkan Ortodox Merchant”, The Journal of
Economic History, Vol. 20., No:2, (June 1960).
Sungu, Đhsan, “Mahmud Raif ve Eserleri”, Hayat Mecmuası, S. 16, (1929).
Süslü, Azmi, “Osmanlı-Fransız Diplomatik Đlişkileri, 1798-1807”, Belleten, C. 47, S.
185, (1983).
Süslü, Azmi, “Osmanlı Đmparatorluğunu Paylaşma Projeleri, 1807-1812”, Belleten,
C. 47., S. 187, (1983).
Süslü, Azmi, “Fransa’ya gönderilen Türk Elçileri ve Vahid Paşa”, Türk Kültürü ,
C. XXVII., S.318., (1989).
Şakiroğlu, Mahmut, “Venedik Cumhuriyeti’nin Đstanbul’daki Temsilcileri: Balyoslar,
Çalışmaları ve Etkinlikleri”, Tarih ve Toplum, S. 59., (Kasım 1988).
427
Tansel, Salahaddin, “Büyük Friedrich Devrinde Osmanlı-Prusya Münasebetleri
Hakkında”, Belleten, C. 10., S. 37., (1946).
Tansel, Salahaddin, “Osmanlı-Prusya Münasebetleri Hakkında”, Belleten, C. 10., S.
38., (1946).
Timur, Taner, “1789’dan Günümüze Paris’te Osmanlı Elçilikleri”, Tarih ve
Toplum, S. 93., (Eylül 1991).
Toby, Ronald P., “Reopening the Question of Sakoku: Diplomacy in the Legimitation
of the Tokugawa Bakufuku”, Journal of Japanese Studies, Vol.3, No:2, (Summer
1977).
Tuncer, Hüner, “Osmanlı Elçisi Ebubekir Ratip Efendi’nin Viyana Mektupları
(1792)”, Belleten, C. 43., S. 169., (1979).
Tuncer, Hüner, “Osmanlı Devletinde Đlk Diplomasi Uygulamaları”, Tarih ve
Toplum, S.12, (Aralık 1984).
Turan, Namık Sinan, “Osmanlı Diplomasisinde Batı Đmgesinin Değişimi ve Elçilerin
Etkisi (18. ve 19. Yüzyıllar)”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. V.,
S. 2., (Aralık 2004).
Turan, Şerafettin, “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi”, Belleten, S. 125., (Ocak 1968).
Unat, Faik Reşit, “Başhoca Đshak Efendi”, Belleten, C.XXVIII., S.109, (1964).
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, “Âmedi Galip Efendi’nin Murahhaslığı ve Paris’ten
Gönderdiği Şifreli Mektuplar”, Belleten, C. I., S. 2., (1937).
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, “Selim III’ün Louis XVI ile Muhabereleri”, Belleten, C.
II., S. 5-6, (1938).
428
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, “On Dokuzuncu Asır Başlarına Kadar Türk-Đngiliz
Münesabatına Dair Vesikalar”, Belleten, C. XIII., S. 51., (1949).
Uzunçarşılı, Đsmail Hakkı, “Tosyalı Ebubekir Ratip Efendi”, Belleten, C. 39., S. 153.,
(1975).
Veinstein, Gilles, “Osmanlı Yönetimi ve Tercümanlar Sorunu”, Osmanlı, C. XI.,
Güler Eren(ed.), Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
Woods, John E., “Turco-Iranica I: An Otoman Intelligence Report on Late
Fifteenth/Ninth Century Iranian Foreign Relations”, Journal of Near Eastern
Studies, Vol. 38., No:1., (January 1979).
Yalçınkaya, Mehmed Alaaddin, “Mahmud Raif Efendi as the Chief Secretary of
Yusuf Agah Efendi: The First Permanent Ottoman-Turkish Ambassador to London
(1793-1797)”, OTAM , S. 5., (1994).
Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, “Osmanlı Devleti’nin Yeniden Yapılanması
Çalışmalarında Đlk Đkamet Elçisinin Rolü”, Toplumsal Tarih , S. 32., (Ağustos
1996).
Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, “Bir Avrupa Diplomasi Merkezi Olarak Đstanbul:
1792-1798 Dönemi Đngiliz Kaynaklarına Göre”, Osmanlı, C. I., Güler Eren (ed.)
Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, “Nizam-ı Cedid Döneminde Osmanlı Devleti’nin
Modernleşmesinde Đngilizlerin Rolü”, Osmanlı, C. VI, Güler Eren(ed.), Ankara,
Yeni Türkiye Yayınları, 1999.
Yalçınkaya, Mehmet Alaaddin, “Đsmail Ferruh Efendi’nin Londra Büyükelçiliği ve
Siyasi Faaliyetleri (1797–1800)”, Pax Ottomana: Studies in Memoriam Prof. Dr.
Nejat Göyünç, Kemal Çiçek(ed.), Haarlem ve Ankara, Sota ve Yeni Türkiye
Yayınları, 2001.
429
Yalçınkaya, Mehmet Ali, “Türk Diplomasisinin Modernleşmesinde Reisülküttab
Mehmed Raşit Efendi’nin Rolü”, OTAM , C. XXI., (2001).
Yurdusev, A. Nuri, “Uluslararası Đlişkiler Öncesi”, Devlet, Sistem ve Kimlik, Atila
Eralp(der.), 2. B., Đstanbul, Đletişim Yay., 1997.
Yurdusev, A. Nuri, “The Ottoman Attitude toward Diplomacy”, Ottoman
Diplomacy: Conventional or Unconventional?, A. Nuri Yurdusev(ed.),
Basingstoke, Palgrave Macmillan, 2004.
Zigoreviç, Olga, “Yabancı Elçilerin Osmanlı Memleketlerinde Seyahatleri ve Huzura
Kabulleri”, Belgelerle Türk Tarih Dergisi, S. 4., (1968).
IV-D ĐĞER KAYNAKLAR
“Konsolos”, Đslam Ansiklopedisi, C. 26., Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2002.
“Yusuf Agah Efendi”, Türk Ansiklopedisi , C. I., Đstanbul, Milli Eğitim Basımevi,
1968.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 24. B., Ankara, Aydın
Kitabevi Yayınları, 2007.
http://www.ottomanist.nl/laocm/pages/the_music.htm#top (Erişim tarihi: 7 Mayıs
2007)
430
ÖZET
Bu tezde, Osmanlı Đmparatorluğu’nun 18. yüzyıl sonlarında sürekli
diplomasiye geçişi ele alınmaktadır. Bu çerçevede, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
sürekli diplomasiye geçişini sağlayan faktörler, ilk ikamet elçilikleri ve faaliyetleri,
ilk sürekli diplomasi uygulamasının kesintiye uğraması ve nedenleri ile 19. yüzyılda
sürekli diplomasiye yeniden geçiş incelenmiştir.
Tezin birinci bölümünde, diplomasinin gelişimi tarih süreç içinde ele alınmış,
Osmanlı Đmparatorluğu’yla benzer nitelikler taşıyan Çin, Japonya ve Đran’ın
geleneksel diplomasi anlayışları ve sürekli diplomasiye geçişleri araştırılmıştır. Daha
sonra, sürekli diplomasi kavramı üzerinde durulmuş, sürekli diplomasiyi ortaya
çıkartan etkenler belirlenmiştir.
Tezin ikinci bölümünde ise, öncelikle geleneksel Osmanlı diplomasi anlayışı
ve uygulamalarının ortaya çıkışı ve bunların değişimi ele alınmıştır. Đkinci bölümün
sonraki kısmında ise, tezin ana konusunu oluşturan sürekli diplomasiye geçiş süreci
analiz edilmiştir.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçişinin hem iç, hem de dış
etkenler sonucunda ortaya çıktığı, sürekli diplomasinin özellikle 18. yüzyılda doğan
Osmanlı diplomasi anlayışı ve uygulamalarındaki değişimle hayatiyet kazanan bir
olgu olduğu sonucuna varılmıştır. Đlk sürekli diplomasi denemesi, gene iç ve dış
etkenler nedeniyle çok da başarılı olmamıştır. Fakat ilk denemenin en önemli etkisi,
Osmanlı/Türk modernleşmesindeki olumlu katkısı olmuştur.
431
ABSTRACT
This thesis has discussed the transition into permanent diplomacy in the
Ottoman Empire at the end of the 18th century. In this context, the factors ensuring
the Ottoman Empire to have passed into the permanent diplomacy, the first residence
missions and their activities, interruption in the implementation of the permanent
diplomacy and its reasons and also the retransition into the permanent diplomacy in
the 19th century, have been highlighted.
The first chapter of this thesis, has discussed the development of the
diplomacy in historical evolution and analyzed traditional diplomacy concept and
transition into the permanent diplomacy of China, Japan and Iran which carry the
same characteristics with the Ottoman Empire. Then, the concept of the permanent
diplomacy has been deliberated and the factors revealing the permanent diplomacy
have been presented.
In the second chapter of this thesis, appearing of traditional Ottoman
diplomacy concept and practices and also its changes have been firstly discussed. In
the other part of the second chapter, evolution of transition into the permanent
diplomacy process as the main subject of this thesis, has been analyzed.
It has been concluded that transition into the permanent diplomacy in the
Ottoman Empire revealed as the result of internal and external factors and the
permanent diplomacy was a fact which gained vitality by changes in Ottoman’s
diplomacy understanding and practices in the 18th century.
The first permanent diplomacy attempt was not enough to have been
successful due to both internal and external factors. But, most important effect of the
first attempt had been its positive contribution to Ottoman/Turkish modernization.
Erdem, Gökhan, Osmanlı Đmparatorluğu’nda Sürekli Diplomasi’ye Geçiş Süreci,
Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, 431 s.
Bu tezde, Osmanlı Đmparatorluğu’nun 18. yüzyıl sonlarında sürekli diplomasiye
geçişi ele alınmaktadır. Bu çerçevede, Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye
geçişini sağlayan faktörler, ilk ikamet elçilikleri ve faaliyetleri, ilk sürekli diplomasi
uygulamasının kesintiye uğraması ve nedenleri ile 19. yüzyılda sürekli diplomasiye yeniden
geçiş incelenmiştir.
Tezin birinci bölümünde, diplomasinin gelişimi tarih süreç içinde ele alınmış,
Osmanlı Đmparatorluğu’yla benzer nitelikler taşıyan Çin, Japonya ve Đran’ın geleneksel
diplomasi anlayışları ve sürekli diplomasiye geçişleri araştırılmıştır. Daha sonra, sürekli
diplomasi kavramı üzerinde durulmuş, sürekli diplomasiyi ortaya çıkartan etkenler
belirlenmiştir.
Tezin ikinci bölümünde ise, öncelikle geleneksel Osmanlı diplomasi anlayışı ve
uygulamalarının ortaya çıkışı ve bunların değişimi ele alınmıştır. Đkinci bölümün sonraki
kısmında ise, tezin ana konusunu oluşturan sürekli diplomasiye geçiş süreci analiz
edilmiştir.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun sürekli diplomasiye geçişinin hem iç, hem de dış
etkenler sonucunda ortaya çıktığı, sürekli diplomasinin özellikle 18. yüzyılda doğan
Osmanlı diplomasi anlayışı ve uygulamalarındaki değişimle hayatiyet kazanan bir olgu
olduğu sonucuna varılmıştır. Đlk sürekli diplomasi denemesi, gene iç ve dış etkenler
nedeniyle çok da başarılı olmamıştır. Fakat ilk denemenin en önemli etkisi, Osmanlı/Türk
modernleşmesindeki olumlu katkısı olmuştur.
Erdem, Gökhan, The Transition Period to Permanent Diplomacy in the Ottoman
Empire, Phd Thesis, Advisor Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, 431 p.
This thesis has discussed the transition into permanent diplomacy in the Ottoman
Empire at the end of the 18th century. In this context, the factors ensuring the Ottoman
Empire to have passed into the permanent diplomacy, the first residence missions and their
activities, interruption in the implementation of the permanent diplomacy and its reasons
and also the retransition into the permanent diplomacy in the 19th century, have been
highlighted.
The first chapter of this thesis, has discussed the development of the diplomacy in
historical evolution and analyzed traditional diplomacy concept and transition into the
permanent diplomacy of China, Japan and Iran which carry the same characteristics with
the Ottoman Empire. Then, the concept of the permanent diplomacy has been deliberated
and the factors revealing the permanent diplomacy have been presented.
In the second chapter of this thesis, appearing of traditional Ottoman diplomacy
concept and practices and also its changes have been firstly discussed. In the other part of
the second chapter, evolution of transition into the permanent diplomacy process as the
main subject of this thesis, has been analyzed.
It has been concluded that transition into the permanent diplomacy in the Ottoman
Empire revealed as the result of internal and external factors and the permanent diplomacy
was a fact which gained vitality by changes in Ottoman’s diplomacy understanding and
practices in the 18th century.
The first permanent diplomacy attempt was not enough to have been successful due
to both internal and external factors. But, most important effect of the first attempt had
been its positive contribution to Ottoman/Turkish modernization.