sosyal bİlİmler dergİsİ recep tayyip erdogan...
TRANSCRIPT
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
RECEP TAYYIP ERDOGAN
UNIVERSITY JOURNAL OF
SOCIAL SCIENCES
ISSN: 2149-2239
CİLT 1 SAYI 2 (TEMMUZ 2015)
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Adına Sahibi
Owner on Behalf Of Recep Tayyip Erdogan University
Prof. Dr. Şevket TOPAL
Editör / Editor
Doç. Dr. Selami YANGIN
Editör Yardımcıları / Subeditors
Doç. Dr. Cem TOPSAKAL
Yrd. Doç. Dr. Hacı Yusuf ACUNER
Yayın Kurulu / Editorial Board
Prof. Dr. Alaattin KIZILTAN
Prof. Dr. Hasan Ali ESİR
Prof. Dr. Mehmet KÜÇÜK
Prof. Dr. Yavuz KÖKTAŞ
Yrd. Doç. Dr. İhsan ARSLAN
Yrd. Doç. Dr. Mustafa SAVCI
Dergi Sekreteri / Editorial Secretary
Araş. Gör. Musa TÜRKAN
Araş. Gör. Ali Haydar BÖLÜKBAŞ
Araş. Gör. Enes BÜYÜK
Bilim Danışma ve Hakem Kurulu / Science Advisory and Reviewer Board
Abdullah OKUMUŞ (İstanbul Üniversitesi)
Abdurrahman HAÇKALI (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Adem BELDAĞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Adil TÜRKOĞLU (Adnan Menderes Üniversitesi)
Ahmet İshak DEMİR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ahmet ÖGKE (Akdeniz Üniversitesi)
Ahmet TEKBIYIK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ali Faruk YAYLACI (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ali Murat SÜNBÜL (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)
Ali Rıza ABAY (Yalova Üniversitesi)
Ali Rıza AKDENİZ (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Ali Rıza SANDALCILAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ali Sait ALBAYRAK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ali Sabri İPEK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ali SEYYAR (Sakarya Üniversitesi)
A. Tansu SAY (Kocaeli Üniversitesi)
Ayfer KOCABAŞ (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Ayşe Zişan FURAT (İstanbul Üniversitesi)
Bahadır NAMDAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Barış ÇAYCI (Niğde Üniversitesi)
Bekir BULUÇ (Gazi Üniversitesi)
Betül Aydın (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üniversitesi)
B. Zafer ERDOĞAN (Anadolu Üniversitesi)
Cahit PESEN (Siirt Üniversitesi)
Cem TOPSAKAL (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Cemalettin İPEK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Cemalettin KALAYCI (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Coşkun TOPAL (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Çavuş ŞAHİN (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi)
Demet Sancı UZUN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ebru GÜVELİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Emre ÜNAL (Niğde Üniversitesi)
Emre Yıldırım (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Enes GÖK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ercan ATASOY (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ercan GEGEZ (Marmara Üniversitesi)
Erol DURAN (Uşak Üniversitesi)
Eyüp ŞİMŞEK (Atatürk Üniversitesi)
Fatih CAMADAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Fazıl KIRKBİR (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Fikret KARAPINAR (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)
Firdevs GÜNEŞ (Bartın Üniversitesi)
Gülhiz PİLTEN (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)
Halil DİNDAR (Gazi Üniversitesi)
Halil İbrahim TURHAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Halil İbrahim SAĞLAM (Sakarya Üniversitesi)
Halis DEMİR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Hasan AKTAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Hasan AYYILDIZ (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Havva Tunç ÇELEBİ (İstanbul Üniversitesi)
Hayati AKYOL (Gazi Üniversitesi)
H. Sabri KURTULDU (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
İbrahim COŞKUN (Trakya Üniversitesi)
İhsan ARSLAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
İhsan SAFİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
İlhan TURAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
İsrafil BALCI (Ondokuz Mayıs Üniversitesi)
Kader Birinci KONUR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Kemal YILDIZ (Marmara Üniversitesi)
Kenan AYDIN (Yıldız Teknik Üniversitesi)
Kenan ÇELİK (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Macit YILMAZ (Atatürk Üniversitesi)
Mehmet Kaan DEMİR (Çanakkale Onsekiz Mart Üniv.)
Mehmet Şamil BAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Muhammet YILMAZ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Muharrem ÖNDER (Akdeniz Üniversitesi)
Mustafa ERSUNGUR (Atatürk Üniversitesi)
Mustafa TATÇI (Gazi Üniversitesi)
Müge ASLAN (Marmara Üniversitesi)
Müjdat ÖZMEN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi)
Nagihan YILDIRIM (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Nazihan URSAVAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Namık Kemal OKUMUŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Nihal SÜTÜTEMİZ (Sakarya Üniversitesi)
Nil Yıldız DUBAN (Afyon Kocatepe Üniversitesi)
Nimet PIRASA (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Nurettin ÖZGEN (Ankara Üniversitesi)
Nurullah ALTAŞ (Atatürk Üniversitesi)
Orhan Kemal TAVUKÇU (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Osman KARAMUSTAFA (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ömer Faruk URSAVAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ömer TORLAK (Konya KTO Üniversitesi)
Pusat PİLTEN (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)
Remzi ALTUNIŞIK (Sakarya Üniversitesi)
Sabri SİDEKLİ (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi)
Salih Sabri YAVUZ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Selahattin KAYMAKÇI (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Selçuk URAL (Kafkas Üniversitesi)
Serdarhan Musa TAŞKAYA (Mersin Üniversitesi)
Serkan Volkan Sarı (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Sevil KURT (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Seyfettin ARTAN (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Seymur AĞAYEV (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Sima NART (Sakarya Üniversitesi)
Sinan ÇINAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Süleyman TURAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Şengül ATASOY(Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Şuayip ÖZDEMİR (Afyon Kocatepe Üniversitesi)
Turan TEMUR (Dumlupınar Üniversitesi)
Tülay YENİÇERİ (Aksaray Üniversitesi)
Uğur SİVRİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Ümit ALNIAÇIK (Kocaeli Üniversitesi)
Veli TOPTAŞ (Kırıkkale Üniversitesi)
Yasin GÖKBULUT (Gaziosmanpaşa Üniversitesi)
YAVUZ AKBAŞ (Ege Üniversitesi)
Yılmaz GEÇİT (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Zafer ERGİNLİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)
Zafer TANGÜLÜ (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi)
ISSN:2149-2239
Baskı / Printing
www.sbe.erdogan.edu.tr/sbedergi/web Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Rektörlüğü Matbaası
Recep Tayyip Erdoğan University Rectorate Press
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi yılda iki kez (Ocak-Temmuz) yayınlanan hakemli bir dergidir. Bu dergide yayınlanan makalelerin bilim, etik ve dil bakımından sorumluluğu yazarlara aittir. Dergide yer alan makalelerdeki görüş ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nin veya Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün görüşlerini yansıtmaz. Tüm hakları saklıdır. Derginin adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz. Recep Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences is a refereed journal and published biannually (January-July). Authors are responsible for the content and linguistic of their articles. Articles published here could not be used without referring to the Journal. The opinions in the articles published belong to the authors only and do not reflect those of Recep Tayyip Erdoğan University and Recep Tayyip Erdoğan University, Graduate School of Social Sciences. No part of this publication may be reproduced or utilized in any form without referring the name of the journal.
ISSN: 2149-2239
İÇİNDEKİLER
EDİTÖR VE YAYIN KURULU
BİLİM DANIŞMA VE HAKEM KURULU
BASKI
Sayı Başlık Yazar(-lar)
1 Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye Uzanan Ortadoğu
Barış Misyonu’na Yeniden Bakmak Mehmet Hişyar KORKUSUZ
2 Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları Muhammet YILDIZ
3 Batı’da Hz. Muhammed Algısı - Karen Armstrong Örneği - İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU
4 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile Düşünce Okulu’nun Ecel,
Ömür Ve İlim Anlayışı Namık Kemal OKUMUŞ
5 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankalarının Geleceği İsmail ÇELİK
6 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı Üzerine Bir
Uygulama Ensar LOKMANOĞLU
7 Yapısal Dönüşüm Ve Dönüşümün Yapısı: Türkiye Örneği Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ
8 Doğu Karadeniz Bölgesi Lojistik Köyünün Bölgesel
Entegrasyonu Ve Uluslararası Rekabet Gücü: Türkiye Filiz KARPUZ
9 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Çiğdem KARAÇAY
10 Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik Aytaç ÖREN
11 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar: Kadınların Kariyer
İlerlemelerinde Karşılaştıkları Engeller Ve Etkili Liderlik Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL
12 Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı Yaklaşıma
Yönelik Tutumlarının İncelenmesi Yılmaz GEÇİT
13 Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik
Öz-Yeterliklerinin Çeşitli Değişkenler Bakımından İncelenmesi
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ
MAKALE YAZIM İLKELERİ
ISSN: 2149-2239
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 1-10
[201?]
Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye Uzanan Ortadoğu Barış
Misyonu’na Yeniden Bakmak
A New Approach to Salah ad-Din’s Middle East Peace Mission which
Extending from Nile to Dicle (Tigris)
Mehmet Hişyar KORKUSUZ
ÖZ: Ortadoğu, verimli su kaynakları ve bereketli toprakları ile insanlığın sosyo-ekonomik gelişiminde
önemli bir yer tutmuştur. Tek Tanrılı dinlerin de ortaya çıktıkları yer olan Ortadoğu, medeniyetler arasında bir
kavşak konumundadır. Ortadoğu, 12. yüzyılda Kudüs merkezli olarak temelde müslümanlar ile hristiyanlar arasında
çok önemli bir askeri mücadeleye sahne olmuştur. Bu mücadelenin en önemli tarihsel aktörü hiç şüphesiz
Selahaddin Eyyubi’dir. O yaşadığı dönemde sadece askeri alanda başarılı bir komutan olarak kalmamıştır. O aynı
zamanda taşıdığı barış ve kardeşlik misyonu ile yüzyıllardır hem doğuda ve hem de batıda tüm insanlık tarafından
bir bilge devlet adamı olarak kabul görmüştür. İslam Dünyası’nın yetiştirdiği bu çok özel şahsiyetin dünya vizyonu,
farklı inançlara karşı hoşgörüsü ve özgün uygulamaları bugün Ortadoğu ve birçok farklı coğrafyada yaşanan çıkar
ve güç çatışmalarının sona erdirilmesi için ihtiyaç duyulan bir yol haritası olabilecektir.
Anahtar sözcükler: Ortadoğu, Selahaddin Eyyubi, Kudüs, Haçlı seferleri, İslam, Barış
ABSTRACT: Middle East takes an important place for socio-economic development of human being with
its plentiful water resources and fertile soil. As a place where monotheistic religions emerges, Middle East is an
junction among the civilizations. In 12. century throughout, Middle East has witnessed a significant military
struggle mainly between muslims and christians, based in Jerusalem. Undoubtedly the most important historical
actor of this fight was Salah ad-Din. He was not just a successful military commander in his time. At the same time,
he is accepted as a wise statesman by all humanity both east and west for ages with the mission of peace and
brotherhood that he carries out. As a very special personality who brought up in Islamic World, Salah ad-Din’s
vision on World, his tolerance towards different faiths and his original applications can be a needed road map for
ending the conflicts of interest and power that occured in Middle East and in many different geographies
Keywords: Middle East, Salah ad-Din, al-Quds (Jarusalem), The Crusades, Islam, Peace
1. GİRİŞ
Mezopotamya ve Nil vadisi gibi bereketli toprakları kendi yapısında bulunduran
Ortadoğu, Mısır, Sümer, Babil, Asur gibi nehir eksenindeki medeniyetlere kaynaklık etmiştir.
Tarım başta olmak üzere ticaret ve şehirleşmenin temelleri buradan dünyaya yayılmıştır. M.Ö.
1278 yılında imzalanan en eski barış anlaşması yine bu bölgenin ürünüdür. Yazılı tarih de
buradan başlar. Dünyanın en büyük dinler ve kültürlerarası kavşak noktası olan Ortadoğu
kültür ve medeniyetlerin en yoğun yüzleşme noktası olmuştur (Turan: 2003, s. 18).
Çandar’a göre, Ortadoğu’nun eşsiz jeopolitik bir değeri vardır: “Yeryüzünün en önemli
kara ve suyollarına kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer,
Ortadoğu'yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin -her
kim olursa olsun- birincil hedefi haline getirmiştir. Ortadoğu'da etkili bir varlık kuramayan
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden Siyaset ve Sosyal Bilimler Doktoru olarak (24.01.2011)
mezun olmuştur. Daha sonra Arel Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümüne Yardımcı Doçent
ataması gerçekleştirilmiştir (10.05.2012). Akademik çalışmalarını üniversite dışında sürdürmektedir. e-mail:
Mehmet Hişyar KORKUSUZ 2
hiçbir güç dünya egemenliği üzerinde iddia ileri süremez. Bu bölgede varlık sağlayan ya da
sağlayacak herhangi bir güce, karşı koyabilecek durumda bulunmayan güçler ise peşinen
yenilgiyi kabul ederler” (Çandar: 1984, s. 8). Bu konum ve değer tarih boyunca bölgeye
dışarıdan müdahaleleri de beraberinde getirmiştir.
Ortadoğu’da değişiklikler genellikle Ortadoğu’nun yerli geleneklerine çok yabancı olan
toplumlardan ve kültürlerden yani dışarıdan bir etkiden kaynaklanmaktadır (Lewis: 2011, s. 3).
Bu durum Ortadoğu’nun jeostratejik önemi kadar dinlerin ve kültürlerin anayurdu olması ile de
ilişkilidir. Mesela Hz.İbrahim hem yahudilerin hem hristiyanların hem de müslümanların ortak
ata mesabesinde gördükleri bir büyük dini manevi önderdir. Genellikle Ortadoğu’nun kendi
içinden çıkardığı önder ve kahramanlar bu dış müdahalelere karşı bir direniş odağı ve güç
merkezi oluşturmuşlardır.
Tarihteki bazı olayların etkisi bölgesel değil global ve bazı liderlerin etkisi de dönemsel
değil kalıcı olmaktadır. Bu farklılıkta rol oynayan temel parametreler, hadiselerin karmaşıklığı
karşısında geliştirilen derin bir vizyon ve vicdanla birlikte insanlığın gerçek ihtiyaçlarının ve
beklentilerinin karşılanma derecesiyle de ilişkilidir. Kısa vadeli dar sokak siyasetlerinin
ötesinde çağın ruhunu doğru okuyan bir bilgi ve tutumla gelişip güçlenen erdemli ve olgun
davranışların tarihe, topluma ve insanlığa bıraktığı miras elbette iyilikle ve pozitif olarak
anılacaktır. Güç politikasını aşan etik, estetik ve entellektüel yönelimler zihinlere yerleşerek
kalplerde kök salacaktır. Doğu’da ve Batı’da adı hala hayırla anılan gerçek kahramanlardan
birisi olan ‘Selahaddin’ de onlardan birisidir. Bu yazıda onun siyasetinin temel yönelimleri ele
alınıp yansıtılmaya çalışılacaktır.
2. SELAHADDİN EYYUBİ’Yİ ORTAYA ÇIKARAN TARİHSEL VE
TOPLUMSAL ŞARTLAR
Tarihte Batı Dünyası’nın İslam Dünyası’yla ilişkilerde hem anahtar hem de kilit rolü
oynamış en temel süreç Haçlı Seferleri’dir. Bizans ordusunun 1071’de Selçuklu Sultanı
Alparslan’ın karşısındaki kesin mağlubiyeti önce 1074’de Papa VII. Greorius’un haçlı seferleri
fikrini işlemeye başlamasına yol açar. Onun yapamadığını 1095’de Clermont konsülünde Papa
II.Urban gerçekleştirir. 1.Haçlı seferi 1096-1099 tarihleri arasında gerçekleşir ve 1099’da
haçlılar halkını kılıçtan geçirerek Kudüs’ü ele geçirirler. 2.Haçlı seferi 1147-1149 arasında
olmuştur. Halep Atabeyi İmameddin Zengi 1144’te Edessa’yı (Urfa) Haçlılardan geri alır.
Bundan endişelenen Papa harekete geçse de sonuç alamaz. İmameddin’in başlatmış olduğu
mücadeleyi oğlu Nureddin Zengi sürdürür. Ancak Haçlılara karşı en büyük darbeyi başlangıçta
Zengi’lerin komutanı olarak tarih sahnesine çıkan ve aşamalı bir şekilde stratejisini uygulayan
Selahaddin Eyyubi vuracaktır. Mısır’daki Fatımi hanedanına son veren Selahaddin Eyyubi
devletini kurar (1171-1250) ve onu tarihe taşıyacak olan en büyük başarısını Hıttin’de frank
ordusunu bozguna uğratarak 1187’de Kudüs’ü kurtararak sağlar (Turan: 2003, s. 60-61).
Bernard Lewis, Selahaddin Eyyubi’yi ortaya çıkaran tabloyu şu şekilde tasvir
etmektedir: “Haçlılar ile Zengiler arasındaki çekişme noktalarından birisi de, Fatımi
halifeliğinin çökmek üzere olduğu Mısır’ın kontrolünü ele geçirmekti. Batı’da Selahaddin
olarak tanınan Salah el-Din1 adlı bir Kürt subayı Mısır’a gönderilerek hem Fatımiler’in veziri
hem de Nureddin’in çıkarlarının temsilcisi oldu. Nureddin’in 1174’te ölümünden sonra
Selahaddin, Müslüman Suriye’yi onun halifelerinin elinden alarak Haçlılar’a karşı 1187’deki
cihada hazırlandı. 1193’te öldüğünde Kudüs’ü ele geçirmiş, Haçlılar’ı dar bir kıyı şeridi
dışında her yerden atmıştı. Haçlı devletlerin dayanmaları ancak Suriye-Mısır
İmparatorluğu’nun Selahaddin’in halifeleri arasında bölünmesiyle mümkün oldu. 13. yüzyılda
Memluklar yönetimiyle kurulan bir Suriye-Mısır Devleti, Suriye’nin diğer devletleriyle
haçlıların da sonunu getirdi” (Lewis: 2011, s. 116). Bu konuda Colin McEvedy durumu biraz
daha farklı bakış açısıyla ele almaktadır: “Nureddin Mısır’ı fethettikten sonra da Musul’da
1 Bu isimlendirmeler alıntı yapılan kaynaklara göredir.
Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 3
ikamet etti. Mısır’ı onun adına bir Kürt komutanı olan Selahaddin yönetiyordu. Bu bir hataydı,
çünkü boynuz kulağı geçmişti; Nureddin ölür ölmez Selahaddin sultanlığı ele geçirdi (1174).
Yönetimin ve kurduğu Eyyubi hanedanının başarısı Hıttin zaferiyle (1187) pekişti; böylece
müslümanların Levant’taki Latinlere karşı taaruzu muzaffer bir sonuca erdi. Kudüs
Krallığı’nın ordusu hemen hemen yok edildi, krallık artık Sûr (Tyre) limanından ibaretti”
(McEvdey: 2005, s. 68). Selahaddin’in Kudüs’ün fethinden sonra ortaya koyduğu icraatlar da
çok dikkat çekici olmuştur. Onun Filistin’de müslümanların hakimiyetini tam olarak
kurmasından sonra yaptığı çağrı üzerine yahudiler de tekrar Filistin’e dönmeye başlamışlardır.
Mısır, Suriye, Mezopotamya, Fransa, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinden birçok yahudi
Kudüs’e göç etmiştir (Arı: 2005, s. 110). Görüldüğü gibi Selahaddin’in günümüzde diplomasi
literatüründe önemi sıkça vurgulanan insani ve kültürel kaynaklı diplomatik insiyatifi
kullandığı gayet iyi bir şekilde anlaşılmaktadır. O, insani diplomatik etkinlikte öncü vizyoner
kişiliğe sahiptir. Elbette bunda Selahaddin’in hakiki bir müslüman olarak dindar kişiliği rol
oynamakla beraber ileriyi gören vizyonu da devlet adamlığı vasfına ek olarak tezahür
etmektedir.
İbn-i Haldun’un Selahaddin Eyyubi ve Eyyubiler ile ilgili tespitleri dikkat çekicidir. İbn-
i Haldun’a göre küllî devletler ‘nesep (soy) veya vela (ittifak) asabiyesi’yle yönetilirler. Küllî
devlet; hükümdarların uzun bir zaman süresince, birbiri ardınca geldiği devletlerdir. Sahip
oldukları ‘asabiyeleri’yle üstünlüğü başka hak sahiplerinin ellerinden çekip alırlar, önceki
devletin elindeki işleri üstlenirler. ‘Asabiye’ kuvvetiyle kurdukları düzen vergilerin ve servetin
artışı onları dünyevi tutkulara, israfa ve şımarıklığa iter. Sonuçta gelir gideri karşılamaz olur,
yönetimde olmayan güç sahipleri harekete geçerek devleti (mülkü) bir başka aşiretin
öncülüğünde elde ederler bu süreçle birlikte âdeta yeni bir devlete dönüşürler, bu da bir süre
yaşar, bunun da başına ilkinin başına gelenler gelir. İbn-i Haldun; Selahaddin Eyyubi’nin Türk-
Memluk Devleti içinden yeni bir usulle süreç içerisinde Mısır ve Suriye’ye de hâkim olacak
Beni Hazan adındaki Kürt kökenli aşiretiyle başlangıçta ‘asabiye’si zayıf olmasına rağmen
Selahaddin’in yapmış olduğu cihad çağrısıyla birlikte diğer Müslümanların da geniş katılımıyla
‘asabiyesi’ni büyüttüğünü ve çağrısını her yana duyurduğunu ve Allah’ın dini onun eliyle
muzaffer kılarak Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı haçlıların elinden aldığını vurgulamaktadır.
Selahaddin’den sonra Eyyubi’lerin mülkü yukarıda anılan nedenlerle durumları iyice bozularak
oğulları ve kardeşinin oğulları arasında bölüşüldü (İbn-i Haldun, 2004: s. 200-201).
Devlet ve yönetim, hükümdar ile uyruğu arasındaki yani taraflar arasındaki karşılıklı
ilişkinin tayin ettiği nisbî işlerdendir. Devletin halkına karşı sert ve katı olması ona zarar verir
ve düzeni bozar, idarecilerin kendi tebaasına (bağlılarına) bolluk ve refah içinde bir hayat
sağlaması ve onları koruması gerekmektedir. Şefkatli ve merhametli olunmalı ve iyi
davranılmalıdır. Halkın, insanların kaldıramayacağı sorumluluklar onlara yüklenmemelidir.
Burada İbn-i Haldun, Hz. Muhammed‘in “En zayıfınızın yürüyüşüne göre yürüyün!” sözünü
aktarır (İbn-i Haldun, 1997: s. 474-477; İbn-i Haldun, 2004: s. 267-268). Burada halkın mevcut
verili durumunun temel alınması gerektiği gözlenmektedir. Bir zincirin kuvvetinin, en zayıf
halkasının kuvvetiyle ölçüleceği bilinen hususlardandır. Zincir zayıf halkadan kopacağı gibi bir
sistemin, devletin gücü ve kuvveti de halkın, sade vatandaşların, zayıfların, yoksulların,
mahrumların ve mağdurların durumuna bağlıdır.
Kahır ve galibiyetle, kuvvet ile devletin başına geçen yönetimler halktan yüz çevirerek
haktan ve gerçekten uzaklaşırlar ve insanları fakirliğe ve yoksulluğa düşürürler. Akılcı bir
siyasetle hukuk ve kanun hâkimiyeti sağlanmalı ve akılcı bir yaklaşımla insanların yararına
olan şeyler gerçekleştirilmeli zararına olan şeyler de onlardan uzaklaştırılmalıdır (İbn-i Haldun,
1997: s. 478-481; İbn-i Haldun, 2004: s. 269-270). Buradaki akılcı siyaset yaklaşımı ‘siyaset-i
akliye’ günümüzde de ortak akıl ve iletişimsel akıl gibi yaklaşımlarda kendini ortaya
koymaktadır. Yani yöneticiler, yönetilenleri, yönetim sürecine dâhil edecek bir kıvam ve
olgunluk sahibi olmalıdırlar.
Nesep ve akrabalık bağları çok az kimsenin dışında insanlar için tabii bir durumdur.
Nesep bağı aslında hakikati olmayan vehmî bir şeydir. Faydası da insanlar arasındaki
birleşmeyi sağlamaktan ibarettir (İbn-i Haldun, 2004: s. 171). Burada ‘nesep asabiyesi’nin
Mehmet Hişyar KORKUSUZ 4
vehmi bir şey olduğu vurgulanırken âdeta ‘hayâli cemaat’ yaklaşımının özüne ışık
tutulmaktadır. Toplum yaşamında insanların alışkanlıklarının önemi büyüktür. İbn-i Haldun
“insan alışkanlıklarının oğludur, onunla alışıp kaynaşmıştır” demektedir (İbn-i Haldun, 1997:
s. 314). Bu sözle İbn-i Haldun insanın alıştığı bir durumun giderek onun karakteri haline
dönüşeceğini vurgulamaktadır.
Yine İbn-i Haldun ilginç bir şekilde çok fazla kabile ve asabiyelerin bulunduğu yerlerde
kuvvetli ve devamlı bir devletin az görüleceğini vurgulamaktadır. Farklı görüş yöneliş, çeşitli
arzu ve dilekler dolayısıyla her bir görüş ve yönelişin diğer görüşlerle mücadele etmesinden
dolayı, devlete karşı isyan ve ihtilâller hiç eksik olmaz (İbn-i Haldun, 1997: s. 417; İbn-i
Haldun, 2004: s. 231). Burada İbn-i Haldun’un ‘nesep asabiyesi’nden ‘sebep asabiyesi’ne
geçişe vurgu yaptığı düşünülebilir. Süreç içerisinde devletin bedevîlikten yerleşik hayata doğru
geçişi söz konusudur. Medeniyet servet ve nimetin, bolluk ve genişliğin bir neticesidir.
Medeniliğin açığa çıkışı lüks ve rahatlık biçiminde olmaktadır. Bu ise zenginlik, servet ve
imkânlara bağlıdır. Bunların her biri devletin büyüklüğüne ve gücüne göredir (İbn-i Haldun,
1997: s. 441; İbn-i Haldun, 2004: s. 246). Burada ekonomik imkânlar ile siyasal güç arasındaki
karşılıklı etkileşim ve korelasyonu ortaya koymaktadır. Bir bakıma ekonomik bağımsızlık
olmadan siyasî bağımsızlık söz konusu olmayacaktır.
Dünyanın en meşhur Eyyubi dönemi tarih araştırmacıları olan M.C.Lyons ve
D.E.P.Jackson, Selahhadin-i Eyyubi’nin Mısır’a yerleşmesinden önceki siyasî karışıklıkla
ilişkili olarak “İbn-i Haldun’a göre, asabiyenin zayıflamasının ardından gelmesi kaçınılmaz
olan dejenerasyonun örneği olabilirdi” derken ilginç bir noktaya temas etmiş oluyorlardı.
Selahaddin’in ordusunun çoğunluğunu meydana getiren Türkler ve Kürtlerle birlikte doğal
olarak, daha doğuya doğru uzanan bir İslami ağırlık merkezi düşünmüş olabilirdi (Lyons,
Jackson, 2006: s. 72-73).
Selahaddin-i Eyyubi’nin annesinin Türk babasının Kürt kökenli olmasının avantajını da
kullanarak hem ‘nesep asabiyesi’ni -Türklük ve Kürtlük unsurunu devreye sokabilme
maharetini göstermek- hem de ‘sebep asabiyesi’yle -Araplık unsurunu da devreye sokarak- o
dönemin hâkim kültürel kodu ve ortak aklı kapsamında İslam Dini’nin birlik hedeflerini büyük
bir ustalıkla harekete geçirebilme yeteneğine sahip olduğunu görüyoruz.
Mısır’daki başarılı yönetimini takiben Selahaddin ileriki safhalarda aşama aşama
Yemen, Hicaz ve Suriye’yi de bugünkü doğu, güneydoğu Anadolu’yu da topraklarına katarak
Kudüs’ü bir yüzüğün taşı biçiminde bütünüyle içine alacak şekilde çevrelemişti. Kardeşi Turan
Şah Yemen’den Suriye’ye gelince yaptığı konuşmada Kuran-ı Kerim’den alıntıyla “Ben
Yusuf’um, bu da kardeşim” diyerek hitabına başladı (Lyons, Jackson, 2006: s. 131). O
dönemin arşiv, belge ve el yazmalarına varıncaya kadar geniş bir araştırmayı yürüten bu
yazarlar ilginç bir noktaya daha vurgu yaparak, Frenklerle yeni bir harbe çıkılacağı esnada
Memlükler Selahaddin’e Kudüs’te ya kendisinin ya da ailesinden birinin kalmasında ısrar
ediyorlardı, çünkü aksi halde “ne Kürtler Türklerden ne de Türkler Kürtlerden emir almazdı”
diyorlardı (Lyons, Jackson, 2006: s. 426-427). Jackson ve Lyons’un bu aktarımı –subjektif
unsurları içermekte olan-, Selahaddin’in misyonunun zorluğuna ve başarısının ustalığına işaret
edebilir. Zaten, Selahaddin’in başarısını, farklı unsurları bir araya getirmedeki bilgelik, incelik
ve ustalıkta ve insan tabiatıyla uyumlu çözüm ve alternatifleri mümkün kılacak uygulamalarda
aramak gerekir. 1187 Hıttin Savaşı’ndan sonra Kudüs’ün müslümanlar tarafından yeniden
alınabilmesi bu stratejik yönetim ve taktik adımlarla ancak gerçekleştirilebilirdi.
Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 5
3. SELAHADDİN EYYUBİ’DEN ÇAĞIMIZA BARIŞ VE
BİR ARADA YAŞAMA DENEYİMİ
Uluslararası ilişkilerde ülke, devlet, millet ve halkların politik hedeflerine ulaşabilmek
için meşruluk temelinde en çok başvurdukları yöntem ve mekanizma ‘diplomasi’ ve
diplomatlar üzerinden yürütülse bile klasik dış politika ve strateji unsurları günümüzdeki
medya ve kamuoyunun egemenliğindeki karmaşık ve ‘düzensiz’ ve hatta asimetrik dış ilişkiler
çerçevesinde beklenen etkiyi sağlayamamaktadır. Bu durum diplomasinin içeriğinde,
süreçlerinde ve yöntemlerinde değişikliği beraberinde getirmiştir. Aktörlerin ve diplomatik
kanalların çeşitlenmesi söz konusu olmaktadır. Egemenlik kavramıyla birlikte diplomasi
kültürünün de değişimi söz konusudur. Uluslararası toplum ve ilişkilerin demokratik bağlamda
ilerletilmesi ve bunlara ilaveten uluslararası güvenlik sorunları kapsamında diplomatik
normların farklılaşması gündeme gelmektedir (İskit: 2012, s. 349-358). Modern diplomasinin
çevre, insan hakları, insani ve enerji diplomasisi olmak üzere dört temel alanda yeni işlevlere
sahip olmaya başladığını görmekteyiz (İskit: 2012, s. 363-376). Uluslararası politikanın ve
diplomasinin adı geçen alanlarda etkin, başarılı ve sürdürülebilir sonuçlara ulaşması ilgili
toplum ve toplulukların tarihsel ve kültürel arka plan muvacehesindeki deneyim ve birikimlerin
tüm bu süreçlere aktif bir şekilde dahil edilmesiyle mümkündür.
Özellikle Ortadoğu’da hala canlı ve dipdiri özelliğini sürdüren din ve inanç konularında
kültürel çoğulculuğa ve dini hoşgörüye en önemli örnek olarak gösterilebilecek Selahaddin
Eyyubi’nin tutum ve davranışları bu makalenin ana eksenini oluşturmaktadır. Tevhid, barış,
adalet, özgürlük ve eşitlik temelinde -tabi ki kendi çağının şartları kapsamında ele alınmak
kaydıyla- bir uluslararası toplumun barış vizyonunun çekirdek enerjisini bu dönemde görmek
mümkündür. Elbette tarihte dönemleri kendi şartları içerisinde ele alarak ‘Anakronizm’
olgusunu gözardı etmeden değerlendirmek gerekir. Ancak tarihi Batılı düşünce okullarının
modernist, düz çizgisel seyir rotasında ilerlemeci bir mantıkla ele almak ideolojik tarih
okumasından başka da bir şey değildir. Kadim zamanlardan modern zamanlara ve içinde
bulunduğumuz postmodern ya da global çağa ulaşıncaya dek Tarih’in temel tanımının değişim
ve süreklilik güçlerinin gerilimi sonucunda ortaya çıkan tablo olduğunu unutmamak gerekir.
Geleneksel, modern ve modern sonrası toplumların tümünde insan ve ona ait öz ve gerçeklik
saklıdır.
Bir devletin dünyadaki konumunun belirleyici faktörü, “mukayeseli avantajlarından en
üst düzeyde yararlanma yeteneği” olarak tanımlanabilir. 21. yüzyılın merkez sahnesini
Avrasya oluşturacak ve Asya ile Avrupa karşılıklı bağımlılık içerisinde yeni ekonomik ve
politik açılımlara gidebilecektir. Bu süreçte enerji kaynakları ve koridorları üzerindeki etki
belirleyici pozisyondadır. Soğuk savaş sonrasında Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da ortaya
çıkan yeni devletler Türkiye’nin tarih, inanç ve dili paylaştığı topluluklardan teşekkül
etmektedir. Bu durum tarih ve kültür boyutları olan bir ortamı Türkiye’ye hazırlamıştır.
Paylaşılmış bir tarihin ve türdeş kültür özelliklerinin işlevi öne çıkmaktadır. Tarih boşlukta
yaşanan bir deney değildir. Mazi teori’yi hazırlar ve bugünü biçimlendirir. Günümüz ise
teori’yi hayata geçirirken geleceği öngörerek tanımlamaya çalışır (Cem: 1998, s. 3-4).
Türkiye’nin üç temel ekseninde birini diğerine asla feda edemeyeceği uluslararası bölgeler
Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’dır. Bunların içerisinde başta petrol, doğalgaz ve su
kaynakları gözönüne alınacak olursa Ortadoğu’nun hala yüzüğün taşı mesabesinde olduğu
görülecektir.
Jeopolitik, politik seviyede veri, data üretmek için coğrafi ve beşeri değerleri kullanır.
Bir bakıma siyasi coğrafyanın beşeri değerlerle aktif hale gelmesidir. Siyasetin iki temel
dayanağı olan güç ve hedefi coğrafya açısından değerlendirir. Dr. Erich Obest “Jeopolitik iyice
öğrenilmeden meşgul olunursa tehlikeli yolların ve polemiklerin açılmasına neden olur.
Jeopolitik devletin coğrafi vicdanı olmak ister” tespitiyle bu konudaki endişesini dile
getirmektedir. Akademisyenler bu kavramın iyice açık bir şekilde tanımlanması gerekliliğini
vurgulamaktadırlar. Bu kavramın çerçevesinin belirlenip içeriğinin tam olarak doldurulması
Mehmet Hişyar KORKUSUZ 6
uluslararası politika teorisi bakımından gerekli görünse de daha çok realist okulun gölgesinde
algılandığı ifade edilebilir. Jeopolitiğin 1967 yılından beri güç merkezlerine göre yapılan
değerlendirmeleri yeni teorilerin üretimine geçit vermemektedir. Coğrafi unsurlar stratejide
‘mekan’ ile beşeri unsurlar ise stratejide ‘güç’ komşuluğu ile tezahür eder. Her ikisi için konu
ve düşünceleri akıcı kılan ‘zaman’dır. Güç merkezlerinin oluşumunu sağlayan iki mühim unsur
insan ve kaynaklardır. İnsanı değerli kılan eğitim ve kültür, kaynakları ise değerlendiren bilgi
ve teknolojidir. Güç merkezleri nitelikli insan ile stratejik kaynağın elverişli coğrafyada
buluşmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bütün bu unsurların bir bütün olarak değerlendirilmesi
coğrafi sınırlar içerisinde ulusal gücü; ulusal gücün küresel ölçekli etki ve kontrol kapasitesi de
küresel potansiyel ortaya çıkarır (Aktaran Çiftçi: 2008, s. 215-220).
1990’lardan itibaren Batı Dünya’sında İslam karikatürize edilerek Sovyetlerin ‘kızıl
tehdit’i yeşil renge dönüştürme eğilimine girildi. Sömürgeci imparatorlukların dağılmasından
sonra küresel ve derinlikli olarak İslam’ın dirik ve patlayıcı bir güç olarak her yerde ortaya
çıkması umut ve kimi sınırlarda da paniği beraberinde getirdi. Batı’yla İslam dünyası arasında
antagonizm (zıtlık) çemberinin popüler kültürden ve entellektüel ön yargılardan kaynaklanan
karşılıklı sebepleri vardır. Buna çağdaş, siyasi, sosyal ve kültürel unsurlar ile antipatinin derin
tarihsel köklerini de başta Haçlı seferleri olmak üzere dahil etmek mümkündür. Bu tutum ve
davranışları değiştirmek güç olsa bile yapıcı bir tutum değişikliği çözümde rol oynayabilir
(Braibanti: 1995, s. 3-29).
Günümüz Ortadoğusu’ndaki kriz ve çatışmalarda da toplum ve toplulukların karşılıklı
tanıma, anlama ve kabul süreciyle başlayan diyalog ve iletişime geçmeyle ilerleyen müzakere
yol haritasıyla kuvvet kazanan çözüm süreci iradesi ve icraatlarına ihtiyaç vardır. Güven,
anlayış temelinde insani ve kültürel ortak değerler hemen her konudaki kilitlenmeyi açacak
anahtar tutum ve davranış setidir.
Selahaddin Eyyubi, günümüzde Ortadoğu’da ve tüm dünyada ihtiyaç duyulan özgün
insani uygulamaları tarihin sayfalarına yazmayı başarmıştır. Selahaddin, fakir müslümanlara,
hristiyanlara ve yahudilere eşit olarak dağıtılmak üzere vasiyetnamesinde miraslar ayırmıştır.
Böylece, bütün insanların kardeş olduklarını, onlara yardım etmek için inançlarını değil,
ıstıraplarını göz önünde tutmak gerektiğini anlatmak istemiştir (Voltaire, 1975: s. 62).
19. yüzyılın ikinci yarısında vatan ve hürriyet kavramları ile birlikte din ve modernliği
de birlikte ele alan bireysel ve toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin unutulmaz simalarından
Namık Kemal 1885’te İstanbul’da yazdığı ‘Evrak-ı Perişan’ adlı eserinde Selahaddin Eyyubi
ile ilgili olarak; onun kendisini ilim ve irfan sohbetlerine vermesi ahlâkı, adaleti, yeteneği ve
aziz hatırasıyla ve dünya devletini bir gölgeye benzeterek halkı ve insanlarıyla bütünleşmesini
vurgular ve onun bütün çabalarında halkının refah ve saadetini sağlamaya yönelmesine, büyük
bunalımlar karşısındaki sağlam duruşuna ve çıkış yolları bulmadaki maharetine işaret eder.
Onun unvan-ı azametinin (azametli ünvanının) dünyanın yedi harikasının şöhreti gibi dünya
durdukça baki olduğunu belirtir (Kemal, 2010: s. 29-77). Namık Kemal’in de gayet ustaca
tasvir ettiği gibi aslında Türkiye’nin üzerinde biçimlendiği coğrafya ve kültür kan, soy ve dil
bağlarının çok üzerinde bir çeşitlilik ve zenginliği içeren ve ‘asabiyeler’ arasındaki geçişkenliği
mümkün kılan bir ortak akıl, bilgi görgü ve nezaket çerçevesi sunmaktadır. Namık Kemal belki
de ustaca kurtuluşun yeniden sadelik, tabiilik, samimiyet ve tecrübeyle köklere dönüşü
içerecek, ama çağı da yakalayacak bir bütüncül bakış açısının kökleşmesinden geçtiğini
görmekteydi.
Nil Nehri üzerine kurulu Mısır Valiliğinden hedefine doğru adım yürüyen Selahaddin ve
yol arkadaşları planlarını aşama aşama gerçekleştirerek Urfa, Diyarbekir ve Hasankeyf’i de
alarak Nil’den Dicle’ye bir açılım ve genişleme siyaseti izleyecekti. Siyasetinin odak
noktasında insan vardı ve bunu barışı sağlamak adına yürütmekteydi. Elbette o da zaman
zaman kimi hata ve yanılgılardan uzak değildi bu süreçte. Ancak kendini sürekli hesaba çeken
ve eleştiriye açık kişiliği, kinden uzak affedici, merhametli oluşu; cömert ve yardımsever
yapısı ve alçakgönüllü, insancıl yönü büyük resmin onun lehine olmasını sağlıyordu.
Barış’a ihtiyaç her zaman için Savaş’a olan ihtiyaçtan daha fazla olmuştur. Ancak tarih
boyunca Barış’ın kahramanları sayıca yine de çok azdır. Fakat insanların, milletlerin ve
Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 7
halkların kalbini kazanan - bu Barış, Birlik ve Kardeşlik ruhunu besleyip büyüten onurlu ve
özverili Bilgi’de üstün, Onur’da yüce ve İnanç’ta kuvvetli düşünür ve eylemci kişilikleri ile
erdem-irade-eylemi bütünleştirebilen - örnek şahsiyetler de eksik olmamıştır. Hiç şüphesiz
aklı, kalbi ve bileğiyle Hak’tan ve Aşk’tan başkasına eğilmeyen Şark’ın kudretli hükümdarı
Selahaddin bu şahsiyetlerden birisi olmuştur. Barış için savaşanların daima galip geldiğini
söylemek mümkündür. Selahaddin’in portresi de bu tabloyla birebir örtüşmektedir.
Tarihin akışı içerisinde birçok farklı başlangıç noktası seçilebilir. Ancak modern
Ortadoğu için tek bir çıkış noktasından söz etmek olanaklı değildir. Ortadoğu’da modernleşme
teorileri çift yönlü bir etkiyle artı ve eksi kutupları harekete geçirse bile beklenen ve umulan
hedefe ulaşmadı. Batı ve Batılı olmayan toplumlar arasındaki etkileşim kültürel antropoloji ve
edebiyat eleştirileri üzerinden ikiz etkilerin bir sentezi olarak alternatif değerlendirmelere yol
açtı. Parçalanan imparatorluklar, milliyetçilikler, sömürgecilik ya da kapitalizmin ürkütücü
gücü insanların yaşamlarını etkiledi. Bu etkiler kırsal ve kentsel alanlarda farklı düzeylerde
oldu. Ortadoğu’ya modernleşme de bir ideoloji olarak tesir etti. Bugün için Ortadoğu’nun ne
ölçüde İslami ya da modern Batılı olduğunu söylemek kategorik olarak kolay
görünmemektedir (Pappé: 2009, s. 1-17).
Ortadoğu’ya bölge dışı müdahalede bulunan küresel güçlerin başında ABD ve AB
gelmektedir. Ortadoğu her iki büyük gücün sürtünme ve tıkanma merkezini de teşkil eder.
ABD askeri ve güvenlik konusunda İsrail’i öncelerken AB’nin diplomatik olarak “pro-Arab”
ya da Filistin öncelikli bir diş politika içerisinde olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte
ABD’de bölgede Arap ülkeleriyle olan ekonomik ve ticari ilişkilerini korumaktadır. ABD’nin
soğuk savaş döneminde SSCB’nin etki ve kontrolü altına giren kimi Arap rejimlerine karşı
“pro-Israel” (İsrail taraftarı) yönelimine rağbet ettiği bilinmektedir. Avrupa’nın bölgedeki eli
zayıftır ve belki de bu onların seçimidir. Bölgede değişen dengeler bağlam’ın çözülmesini
beraberinde getirmiştir (Haass: 1997, s. 61-68). Yevgeni Primakov, Rusların gözüyle Ortadoğu
kitabında şu ilginç tespitlere yer vermektedir: “...Barzani’nin kışlık karargâhına gidiyorduk.
Kürt bölgesine gelmiştik. Kendimi tutamayarak bir küçük lirikten konu dışı söz etmek
istiyordum. Bu masal diyarı gibi bölgede iki bin küsur yıldır gururlu bir halk yaşamaktadır.
Bazen onlara ‘Doğunun şövalyeleri’ de derlerdi. Haçlıların yenemedikleri Selahaddin Eyyubi
de Kürttü. Ama Nuri Said’in de bir Kürt olması onlara fazla kıvanç getirmemişti. Fakat doğa
muhteşemdi. Göklere uzanan dağlar, şarıldayan duru sular. Renklerin cesur birleşimi...”
(Primakov: 2009, s. 384).
Ortadoğu’ya ilişkin kullanılan metaforların en ilginçlerinden birisi de Philippe
Lannois’in ‘Şaşkın Doğu’ kavramsallaştırmasıdır. 20. yüzyıl Ortadoğusu’na bakarken ‘şaşkın,
afallamış, yolunu şaşırmış’ ifadeleriyle özetlenebilecek bu yaklaşımda Lannois dini ve
toplumsal köken farklılığının etkilerini tartışarak Ortadoğu’daki karışıklıkların özünde mevcut
sosyal yapının karmaşıklığının mevcut olduğunu öne sürer. Ortadoğu’daki küçük sosyal ve dini
gruplar bölge dışındaki ülkeler tarafından manipüle edilmektedir (Aktaran Dursun: 1995, s.
311-313).
Günümüzün Ortadoğu realitesinde başat faktörler olan dış güçler her zaman için konuyu
kendi jeostratejik önceliklerine göre reel politik çıkarları bağlamında ve enerji ve petrol odaklı
olarak ele almaktadırlar. Selahaddin’in kendi çağında gerçekleştirdiği bölgenin zenginliğini
bölge halkıyla paylaşma ve onlara dağıtma prensibine tam manasıyla sahip çıkacak bir siyasi
irade ve merkez hali hazırda ortaya çıkmamıştır. Bunda elbette monarşik zengin petrol
şeyhlerinin etkisi kadar demokrasi dışı yollarla iş başına gelen darbeci sivil ve askeri cuntaların
da rolü vardır.
D. Acemoğlu ve J. A. Robinson “Why Nations Fail” (Milletler niçin başarısız olur) adlı
eserlerinde ‘teoriler mevcut haliyle işlemez’ bölümünde Ortadoğu’daki yoksulluk ile İslam dini
arasında kurulmak istenen ilişkinin geçersiz olduğunu söylerler ve bu kanaatin kültür
hakkındaki yanlış düşüncelerden kaynaklandığını belirtirler. Coğrafya ve Kültür hipotezlerinin
bütünüyle açıklayıcı olmadığını vurgularlar. Bilgisizlik ve cehaletin dünyanın yoksulluk
sarmalındaki ülkelerde etkili olduğunu belirtmekle beraber asıl sorunun fakir ülkelerdeki güç
ve iktidar sahiplerinin yoksulluk üreten politik tercihler yapmalarından kaynaklandığını
Mehmet Hişyar KORKUSUZ 8
vurgularlar. Geleneksel olarak ekonomistler politikayı önemsemezler ancak siyaset ve yönetim
yetersizliği dünyadaki eşitsizliğin açıklanmasında temel bir faktördür (Acemoğlu ve Robinson:
2013, s. 61-69). Zaten tarihin hiçbir döneminde dünyanın belli başlı bölgeleri sürekli bir
zenginlik ya da yoksulluk üretmemiştir. Kaldı ki İslam Dünyası Abbasi, Eyyubi, Selçuklu ve
Osmanlı tecrübelerinde görüldüğü gibi kültür ve medeniyet bakımından en zengin ve görkemli
dönemlerin ortaya çıkışına da sebep olmuşlardır. İslam Dünyası’ndaki modern zamanlarda
gözlenen spazm ve içe kapanma 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte açılım ve toparlanma
dönemi denilebilecek dinamiklerin önce sosyo-kültürel sonra ekonomik ve ardından politik
yeniden dirilişe ve yapılanmaya doğru gittiğini gözlemlemek olanaklıdır. Gecikme ve faz
farkının birçok nedeni vardır ve bun unsurlar derinlikli ve çok yönlü olarak ele alınmayı hak
etmektedir.
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Reel politik faktörlerin ötesinde insani ve etik temelli bir küresel vicdan okuyuşuna başta
Ortadoğu olmak üzere tüm dünyanın ihtiyacı kaçınılmaz bir seviyeye gelmiştir. Ekonomik
gereklilik diyerek Kapitalizmin postulalarını (önermelerini) yegâne bilimsel varsayım olarak
kabul etmek nasıl ideolojik bir yönelim ise aynı şekilde uluslararası ilişkileri güç ve çıkar
eksenli realist okulun görüş ve değerlendirmeleri temelinde ele almak yine ideolojik bir
tutumdur. Günümüzde insan hakları ve insani diplomasi eğiliminin yükselmesini başta
Ortadoğu, Afrika ve Asya olmak üzere bugünkü Küresel Sistem’in kolonyalist ve yayılmacı
geçmişine bir tepki olarak yorumlamak daha sağlıklı olacaktır. Tek Tanrılı dinlerin birbirine
yakın temel öğretileri insanlık ailesi için bir barış ve kardeşlik iklimi sunsa bile icraatta bu,
‘yüksek stratejik çıkarlar söylemi’yle devreden çıkarılabilmektedir. Elbette Selahaddin’in
uygulamalarında da bazı eleştirilebilecek yönler bulunabilir. Ancak bir bütün olarak
bakıldığında üzerinden sekiz asır geçtiği halde hala tüm insanlık için bir ortak simge ve sembol
olarak adil yönetici niteliğini imaj ve hakikat olarak sürdürmeye devam etmektedir. Bu
durumun tipik göstergelerinden birisi de onu Arap kökenlilerin Arap, Türk kökenlilerin Türk
ve Kürt kökenlilerin Kürt olarak görüp içtenlikle sahip çıkması onun gerçek anlamda irfan ve
vicdan sahibi adaletli bir müslüman yönetici olmasından kaynaklanmaktadır. Onun Fatımilere
karşı mücadelesini de klasik anlamda bir sünni refleks ve tepki olarak görmek yerine o
dönemdeki Fatımi yönetiminin Kuran ve Sünnet referanslarının çok uzağına düşen tutum ve
davranışlarında aramak gerekir. Ancak elbette bu konuda çevresinin kimi yönlendirmeleri ile
tartışılabilecek uygulamaları söz konusu edilebilir.
Türkiye’nin Eyyubi, Selçuklu ve Osmanlı mirası üzerinde yükselen geniş ve engin
siyaset birikimi ve devlet deneyimi Kudüs başta olmak üzere Filistin-İsrail meselesi ve diğer
bölgesel sorun başlıkları ile alâkalı olarak hem Dışişleri Bakanlığı hem de İKÖ (İslam
Konferansı Örgütü) kapsamında Selahaddin Eyyubi Ortadoğu Barış ve İnsiyatifi ve Platformu
teşekkülü ile bu bilge devlet adamının kazanımlarını insanlık ve dünya için sürekli kılacak
gelişmeye vesile olması önemli bir adım olacaktır. Hem çözüm süreci açısından hem de İslam
Dünyası’nın kendi sorunlarını kendi iradesiyle çözebilecek bir yetkinliğe ulaştığını gösterme
bakımından bu girişim çok verimli ve yararlı sonuçlar doğuracaktır.
Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 9
KAYNAKLAR
Acemoğlu, Daron & James A. Robinson (2013). Why Nations Fail. Second Published. London: Profile
Books Ltd.
Arı, Tayyar. (2005). Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi. 2.Basım.
İstanbul: Alfa Yayınları.
Braibanti, Ralph. (1995). The Nature and Structure of the Islamic World. First Published. Chicago:
International Strategy and Policy Institute.
Cem, İsmail. (1998). Türkiye ve Dünya 2010-2020. İstanbul: Divak Yayınları.
Çiftçi, Hakkı. (2008). “Türkiye ve Ortadoğu’nun Politik ve Ekonomik Önemi ve Geliştirilecek
Politikalar”. Türkiye’nin Ortadoğu Politikası. (Editör: Sedat Aybar). İstanbul: Kadir Has
Üniversitesi Yayınları, 209-244.
Çandar, Cengiz. (1984). Ortadoğu Çıkmazı. 2.Bası. İstanbul: Hil Yayın.
Dursun, Davut. (1995). Ortadoğu Neresi. İstanbul: İnsan Yayınları.
Haass, Richard N. (1997). “The United States, Europe, and the Middle East Peace Process”. Allies
Divided: Transatlantic Policies for the Greater Middle East. (Ed. Robert D. Blackwill, Michael
Stürmer). London: The MIT Press Cambridge, 61-78.
İbn-i Haldun. (2004). Mukaddime I-II. Halil Kendir (çev.). İstanbul: Yeni Şafak Yayınları.
İbn-i Haldun (1997) Mukaddime I-II-III. Zakir Kadiri Ugan (çev.). İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları.
İskit, Temel. (2012). Diplomasi: Tarihi, Teorisi, Kurumları ve Uygulaması. 4.Baskı. İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kemal, Namık. (2010). Selahaddin. İstanbul: Avesta Basın Yayın.
Korkusuz, Mehmet Hişyar. (2012). Mukaddime’den Muahhire’ye: Modern Dünya’nın, Ulus-
Devlet’in, Din’in ve Milliyetçiliklerin Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası. 2.Baskı. İstanbul:
Bilge Kültür Sanat Yayıncılık.
Lewis, Bernard. (2011). Ortadoğu: İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi. 8.Baskı. Selen Y. Kölay (çev.).
Ankara: Arkadaş Yayınevi.
Lyons, Malcolm Cameron ve D.E.P.Jackson. (2006). Selahaddin: Kutsal Savaşın Politikaları. 1.Baskı.
Zehra Savan (çev.). İstanbul: Pınar Yayınları.
McEvedy, Colin. (2005). Ortaçağ Tarih Atlası. 2.Baskı. Ayşen Anadol (çev.). İstanbul: Sabancı
Üniversitesi Yayınları.
Pappè, Ilan. (2009). Ortadoğu’yu Anlamak. 1.Baskı. Gül Atmaca (çev.). İstanbul: NTV Yayınları.
Primakov, Yevgeni. (2009). Rusların Gözüyle Ortadoğu. 1.Baskı. Olga Tezcan (çev.). İstanbul: Timaş
Yayınları.
Turan Ömer. (2003). Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu. İstanbul: Yeni Şafak Yayınları.
Voltaire. (1975). Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler. Osman Yenseni (çev.). Ankara: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Mehmet Hişyar KORKUSUZ 10
Extended Abstract
Middle East is a special region due to its historical, social, cultural, religious, economical and
political characteristics. It stretches from Egypt to Iran, it contains the Nile River and Mesopotamia, it
expands from Morocco to Pakistan. It is a geographical region that contains the cultural richness of
humankind, the belonging of civilization, the petrol, the desert climate and the Mediterranean. Middle
East is one of the most important place that takes an substantial role for socio - economic development
of human being. Recorded history begins in the Middle East. Middle East has also a unique value for
believers. Monotheistic religions emerged in the Middle East. Middle East could be characterized as an
junction among the civilizations. Middle East always has a great geostrategic importance. In Modern
Times, the need of change in established traditions in Middle East came from outer sources. Changes in
Middle East were often shaped by the societies and cultures that were strangers to local traditions.
Crusaders has played an important role in relations between the Muslim World and the Western
World. First crusade was organized between 1069 – 1099 and the crusaders overran the al – Quds
(Jarusalem). In 12. century throughout, Middle East has witnessed a crucial military struggle mainly
between muslims and christians, based in Jerusalem. Salah ad - Din was the most important historical
actor of this fight. Salah ad – Din saved Jerusalem in 1187. But the effects of some of the leaders are
permanent. Salah ad - Din was one of them. He was not just a successful military commander. Salah ad -
Din’s actions after the conquest of Jerusalem have also been very remarkable. After the call he did, Jews
and other believers began returning to Palestine again. Salah ad - Din was able to bring different social
groups together. Salah ad – Din is accepted as a wise statesman by all humanity both east and west for
ages with the mission of peace and brotherhood that he carries out. He was a very special personality and
he reached the targets of Islam.
Middle East is both the lock and the key of the world in geocultural, geoeconomical and
geopolitical aspects. It is a hinterland that none of the world powers can ignore. Middle East is the key of
global economy and political-strategic balances. Middle East region is divided by political conflicts
whose reason is unresolved issues that are both national and international. These issues exist due to the
features of this region. In recent times, especially the factors of ethnic conflicts and tensions affected the
world and changed it drastically. Probably, the place where this effect and change were the most severe
and fastest was the Middle East geography. In recent times, Islam has come to the forefront once again
and this has caused the questioning of European based nation-state models. Between the nation-state
nationalism and ethnic nationalism (moreover including some sectarian factors) there are many
problems ranging from the tension to the conflicts. In the context of personal and collective identities,
the questions and problems increased. Nationalisms still exists like a syndrome. The political, social and
psychological reflections of the nationalist debates and some other relioguos motivated groups are
observed everywhere. The need of integration is needed more than ever. There are very serious humane,
economic and political losses caused by nationalism and it is not restricted to the Middle East. In this
article we tried to handle new challenges of middle east with historical and cultural aspect of views.
The solutions for social problems should be traced back to their origins first. However, it should
be noted that the impact and dosage of the interdependence is increasing not only within but also among
the countries; thus, the problems should be handled in a multi-directional dynamic and active approach,
and the options for solutions and alternatives should be increased. The importance of common sense,
political and social cooperation, mutual understanding and dialog will be perceived better; and under the
impact of a momentum, this process will be able to overcome the mental and social obstacles against
accepting ‘the other’ as a reality without marginalizing, alienating and degrading them. The scientific
research and studies along with free thoughts to be employed in the solution of all global and local
problems play the role of a key that would unlock all the locks. A real enlightenment would be possible
only when science, mind and experience are re-explored in terms of the innate and transcendent
dimensions of belief, culture and tradition. Salah ad - Din’s vision on World, his tolerance towards
different faiths and his original applications can be a needed road map for ending the conflicts of interest
and power that occured in Middle East and in many different geographies.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 11-20
[201?]
Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları
Armenian Policies Of The Western Powers
Muhammet YILDIZ
ÖZ: Dünya siyasetinde altı asırdan fazla yer alan Osmanlı Devleti, yirminci asrın son dünya düzeninde
belirleyici rol oynamıştır. Bu düzen, Osmanlı topraklarının genişlemesinin getirmiş olduğu hâkimiyet zorluğu ve
devletin uzun süre yıpranmışlığının da etkisiyle yıkılmıştır. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti’nin
milletler yapısı kesin olarak çözülmeye başlamış ve bu çözülme ile birlikte Ermeni Sorunu da devlet içinde geniş yer
bulmuştur. Türk-Ermeni sorununun günümüze kadar gelmesi ise bu meselenin çözülememesinden
kaynaklanmaktadır. Bu çalışma ile Türk-Ermeni sorununun tarihi boyutu ve Avrupalı devletlerin bu mesele
üzerinden yaptığı siyaset üzerinde durulacaktır.
Anahtar sözcükler: Ermeni, Osmanlı, Avrupa.
ABSTRACT: Ottoman Empire appeared in world politics more than six centuries played a crucial role in
the last world order of 20ᵗͪ century. This order wasended with having difficulty of sovereignty as a result of Ottoman
Empire’s widened land sandlong-lasting wear out of the empire. World War I brought about a crash in multi-
national structure of Ottoman Empire and this crash revealed out armenian question with a widespread coverage.
The inability of solving this problem, armenian question, brought the issue until today. This study focuses on the
historical dimension of Turkish-Armenian problem and will focus on the politics of the European states made over
this issue.
Keywords: Armenian, Ottoman, Europe.
1. GİRİŞ
Asırlarca her dil, din ve ırktan milletleri bir arada refah ve barış içerisinde yaşatabilme
başarısını göstermiş olan Osmanlı Devleti’nin yapısı adeta bir milletler mozaiği gibidir.
Osmanlı Devleti’nin içinde yaşayan her farklı unsur bu mozaiğin bir parçası durumundadır.
Bütün bu unsurlar Osmanlı Devleti’nin adil yönetimi altında asırlarca ahenk içinde
yaşamışlardır. Ancak Osmanlı milletler sistemi 1683 yılı askeri bozgun ve akabinde imzalanan
Karlofça Antlaşmasıyla bozulmaya başlamıştır. Nitekim askeri ve siyasi sorunlar, gelişen
dünya düzeni içerisinde devam ederken, asıl sorun dünyada meydana gelen ihtilaller ile
meydana çıkmıştır. Çünkü Rönesans ve Reform hareketleri dünya içerisinde çoktan yayılmış
ve değişik unsurları bünyesinde barındıran devletleri, milliyetçi amaçlar doğrultusunda
sarmıştır. Fransız İhtilali bu doğrultuda ulusal bir ihtilal gibi gözükse de, aslında etkileme
bakımından uluslararası bir sonuç doğurmuştur. İşte bu amaçla söylenebilir ki tarih ve süreç,
bazı devletlerin bu durumdan faydalanmasını sağlamıştır. Ekonomik, siyasi, içtimai, kültürel
ve coğrafi olarak üstünlük mücadelesinin kendilerine geçtiğini anlayan Batı, dünya
coğrafyasında iktidarın Osmanlı topraklarından geçtiğini fark edip bu siyasi gelişmeleri de
kullanmaya başlamışlardır.
1815 Viyana Kongresinin içeriği yukarıda anlatılan gerçeklerle örtüşür niteliktedir ve
bilhassa İngiltere, Fransa ve Rusya’nın konuyla alakalı yakından ilgilenmesi de bu durumu
aşikâr kılmaktadır. Osmanlıyı dünyada gelişen milliyetçi akımlarla vurmayı hedefleyen Batı,
bu durumu kendi çıkarlarını da göz önüne alarak gerçekleştirmek istemiştir. Bütün bu
Okt. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, Rize-Türkiye,
Muhammet YILDIZ 12
anlatılanlar sebebi ile Osmanlıyı her türlü sorunda öncelik sırasına alan Avrupa, menfaatler
doğrultusunda
Anadolu’ya hâkim olmanın Balkanlara, Ortadoğu’ya, Trans Kafkasya’ya, Akdeniz ve
Ege’ye hâkim olmaktan geçtiğini anlarmışlarcasına saldırıya geçip tüm Osmanlı anasırını
birbirlerine karşı kışkırtarak hamilik yapmaya soyunmuştur. Bu şartlar içinde Ermenilerin
Osmanlıyla sorun yaşamasının ilk dönemi 1815 Viyana Kongresi ile başlamıştır demek tarihi
bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun temel sebebi ise Albert Sorel’in de deyimi ile
yakışıklı beyaz tenli Türklerin İslam’ı seçmesi ve batıya karşı koruyucu tavır takınması tam bir
Avrupa hasımlığı idi. Bunun sonucu ise Osmanlıyı parçalamak olacaktı. Dolayısıyla Osmanlıyı
parçalamanın en önemli yolu da ülkede yaşayan milletleri ayaklandırmak ve gerekirse nüfusu
fazla olan milletlere Anadolu’da vatan vermekti. İşte bu oyundan nasibini alan Ermeniler,
bağımsız olmak isteyen her millet gibi Osmanlı idaresine karşı isteklerde bulunmaya
başlamışlardır.
2. OSMANLI TOPLUMUNDA ERMENİLER
Kafkasya bölgesindeki çok milletli ve çok dinli karışık yapının bir unsuru olan
Ermenilerin bu bölgeye ne zaman ve nereden geldikleri hakkında fikir birliği yoktur.
Ermenilerin bölgeye yerleşmeleri hakkındaki en dikkate değer görüş, M.Ö. IV. Yüzyılda
batıdan gelerek şu anda yaşadıkları coğrafyaya dağınık bir şekilde ve düzenli bir teşkilat
kuramadan kabile yapısı içinde yerleştikleridir. Ufak derebeylikler halinde ve aralarında bir
birlik olmadan yasayan Ermeniler Kafkasya Bölgesindeki tarihleri boyunca Bizans, İran,
Makedonya, Roma, İslâm ve Türk devletlerinin hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Etrafı sürekli
büyük devletlerle çevrili olan Kafkasya, her zaman için bu devletler arasında mücadele sahası
olmuştur. Önceleri muhtelif dönemlerde Makedonya, Roma, Bizans ve İran devletleri arasında
yaşanan bu mücadele, daha sonra Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İran devletleri arasında devam
etmiş, XVI. yüzyıldan sonra devreye Rusya faktörü girmiştir. Böyle büyük mücadelelerin
yaşandığı bu coğrafyada, bölgenin birçok etnik unsurundan biri olan Ermenilerin, derebeylik
yapısını kıramamış olmalarından dolayı, etkili olamadıkları ve devletleşmeyi başaramadıkları
görülmektedir.
Selçuklular zamanında Türklerle tam manasıyla münasebete giren Ermenilerin, tarih
boyunca birbirlerine vatan bağıyla bağlılıkları olmadığı gibi, aralarında siyasî bir bağ da
mevcut değildir. Aralarındaki irtibatı sadece gelenekleri, dilleri ve dinleri sağlamıştır. Mezhep
yönünden de bir birliğe sahip olmayan Ermenilerin çoğunluğu Gregoryen Kilisesine tâbi idi.
Ondan sonra Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi gelmekteydi. Ermeniler Doğu Anadolu köy
ve kasabalarında genellikle kendi topraklarında çiftçilik, zanaat ve küçük çapta ticaretle meşgul
idiler. Şehirlerde ise iç ve dış ticaret, sarraflık, bankerlik, müteahhitlik ve mültezimlik gibi
işlerle meşgul oluyorlar ve Türklerden daha müreffeh bir hayat sürüyorlardı.
Selçuklularla başlayan iyi ilişkiler daha sonra Osmanlı Devleti ile devam etmiştir.
Osmanlı Devleti Ermenilerin siyasi, sosyal ve ekonomik bakımdan kaderlerini değiştirmiştir.
Nitekim Osmanlı hâkimiyeti altında asırlarca yaşayan Ermeniler, devlet içinde önemli
mevkilerde bulunmuşlar ve ticari bakımdan ileri seviyelere gelmişlerdir. Özellikle Fatih Sultan
Mehmet’in daha Bursa’da iken Ermenilerle kurduğu dostluk, 1461 yılında Ermenilerin bir
millet olarak tanınması ile daha da gelişmiştir. Aynı yıl Fatih Sultan Mehmet, Ermeni ileri
gelenlerinden Yovakim’i ve altı aileyi İstanbul’a davet etmiş, ayrıca Anadolu’nun çeşitli
şehirlerinden çok sayıda Ermeni’yi İstanbul’a getirterek, burada altı cemaatli bir Ermeni
toplumu meydana getirmiştir. Başlarına da millet başı olarak Yovakim’i tayin etmiştir. Ermeni
dini liderlerinin Patrik unvanı alması ise muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman zamanında
olmuştur. Aynı tarihte gerçekleşen ilginç bir tarihi olay da, Kozan’daki Ermeni Patrikliğinin
Eçmiazin’e taşınmasıdır.
Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 13
Osmanlı milletlerinden birisi olarak Ermeniler çok huzurlu bir dönem yaşamışlar ve
İmparatorluğun büyümesinde her bakımdan önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Devlete
bağlılık ve hizmetlerinden dolayı ise “Millet-i Sadıka” ile tanımlanmışlardır. Nitekim 1835-
1839 yılları arasında Türkiye’de bulunan Helmut’von Moltke İstanbul’da Serasker Hüsrev
Paşa’nın Ermeni tercümanı Mardiraki ve ailesinden "Bu Ermenilere, hakikatte, Hıristiyan Türk
denilebilir. Rumların kendi özelliklerini korumalarına karşılık bunlar Türk adetlerini, hatta
dilini benimsemişlerdir. Dinleri onların, Hıristiyan olarak, tek kadınla evlenmelerine izin verir,
fakat onlar Türk kadınlarından fark edilemez, ayrılmaz. Bir Ermeni kadını sokakta sadece
gözlerini ve burnunun üst kısmını gösterir, diğer tarafını kapatır" der . Pek çok gözlemci ve
seyyah Ermenilerin Türkçeden başka dil bilmediklerini kaydetmişlerdir. Amerikan
misyonerleri de mezhep değiştirdikleri Ermenilere bile Türkçe olarak ayin yapmak zorunda
kalmışlardır.
Türkler ile kaynaşmaları ve geliştirdikleri bu dostluk sayesinde Ermeniler Osmanlı
Devleti’nde önemli görevler üstlenmişlerdir. Osmanlı arşiv belgeleri Ermenilerin tercüman,
vergi toplayıcısı, mimar, zanaatkâr, hazinedar ve hatta bakan olarak her türlü göreve ön
yargısız olarak tayin edildiklerini göstermektedir. Böylece pek çok aristokrat Ermeni ailesi
ortaya çıkmıştır. Kuyumcu olan Düzyan ailesi, mimar olan Balyan ailesi tekstilci Bezciyan
ailesi, ressam Manus ailesi, mühendis ve diplomat çıkaran Dadyan ailesi akla ilk gelenlerdir.
Ayrıca özellikle Tanzimat sonrasında pek çok Ermeni de bakanlık seviyesine kadar yükselerek
Osmanlı İmparatorluğunu dış ülkelerde temsil etmişlerdir. Bunlardan G. Noradonkyan Dışişleri
bakanı olarak ünlenmiştir. Dahası Osmanlı sultanları sağlık ve geleceklerini Ermeni doktorlara
emanet etmekten de çekinmemişlerdir. Nitekim Bogos Sasyan (1744–1814), Avedis
Nakkaşyan (1915), Manuel (1775–1858) ve Pavlaki (1806-1887) gibi bazı Ermeniler saray
hekimliği yapmışlardır.
Tüm bu muhabbet ve sıcaklığa rağmen Ermeniler, özellikle 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren, emperyalist devletlerin teşvik ve tahrikleriyle, memleket içerisinde
karışıklıklar çıkarmaya ve Osmanlı Hükümeti için problem olmaya başlamışlardır. Nitekim dış
güçlerin yardımıyla oluşturulan Ermeni komiteleri aracılığı ile memleketin her yerinde
kulüpler ve kitaplıklar açılmış, buralara devam eden kişilere Ermeni Tarihi ve Ermeni
büyükleri hakkında bilgiler verilerek, Ermeni milliyetçiliği aşılanmaya çalışılmıştır. Bu arada
Türklüğe ve Türklere karşı Ermeni halkında nefret uyandıracak eserler de neşredilmiştir.
Ermeni Patrikhanesi ise, dini yükümlülüğünü bir tarafa bırakıp, bütün mevcudiyeti ile
komitecilerin karargâhı haline gelmiştir. Rus Çarlığı da, Kilikya (Adana, Maraş, İskenderun)
bölgesindeki Ermenileri Ortodoks mezhebine geçirerek kendisine bağlamayı ve bu yolla
Akdeniz’e çıkmayı hedeflediği için, devamlı olarak Ermenileri kışkırtmaktan geri kalmamıştır .
3. ERMENİ SORUNUNUN ORTAYA ÇIKIŞINDA KİLİSENİN ROLÜ
Osmanlı Ermenilerinin büyük çoğunluğu Gregoryen Ermeni Kilisesi’ne bağlı olmakla
birlikte Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır. Osmanlı Devleti içerisinde ki Ermeniler
gerek misyonerlik faaliyetleri sonucu gerekse ticari ve ekonomik imtiyazlardan yararlanmak
için Gregoryen Kilisesi’nden ayrılıp Protestan ve Katolik mezheplerine bağlanmaya
başlamışlardır. Özellikle Rusya Gregoryen Ermenilerin hamiliğini üstlenmiştir.
Ermeni Milleti Nizamnamesinin 1863 yılında ilan edilmesiyle Ermeni Milleti’nin işlerini
düzenlemek üzere bir Ermeni Meclisi kurulmuştur. Meclisin fermanda belirtilen görevi
“Ermenilerin idare-i emval ve Umur-ı Diniyeleri ile ilgilenmektir.” Bir sure sonra bu meclis
politik mevzuların görüşüldüğü bir yer halini almıştır. 140 üyeli bu meclisin 20 üyesi ruhban
120 üyesi ise halktan oluşmaktadır. Böylece Ermeni cemaatinde laikleşme ve siyasileşme
birlikte başlamıştır. Ancak toprağa dayalı bağımsız bir egemenlik olmayışı, Ermeni cemaatinin
tam anlamıyla millet olmasının tek eksiği haline gelmiştir. Bu sebepten dolayı kilise, çareyi
özerk ya da bağımsız bir Ermenistan’ın kuruluşunda görmeye başlamıştır. Patrikler Osmanlı
Muhammet YILDIZ 14
Devleti’ne yönelik faaliyetlerinde Rusya başta olmak üzere büyük devletlere yanaşarak siyasi
hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır. Bu nedenlerle Patrikler 1863 Nizamnamesinden sonra
daha çok siyasi alanda çalışma yapmışlardır.
Ermeni sorununda büyük güçlerin hamiliğinin kazanılmasında olduğu gibi, Müslüman
halkın Hıristiyan Ermenileri katlettiği şeklindeki yalan haberleri yayarak ve propaganda
yaparak bu ülkelerin kamuoylarını harekete geçirme görevini de kilise üstlenmiştir. Ermeni
Kilisesinin milliyetçilik hareketlerinde ve Ermeni sorununda ön safta yer almasının siyaset
sosyolojisi acısından izahı ise, giderek laikleşen ve etnik temeli daha belirginleşen Ermeni
Milliyetçiliği hareketinde ve ayrılıkçı faaliyetlerde kilisenin kurum olarak siyasi ve sosyal
tabanını kaybetme endişesi seklinde değerlendirilebilir.
Avrupa’daki milliyetçilik fikirleri, sosyalist hareketler ve büyük güçlerin Osmanlı
Devleti üzerindeki emperyalist politikalarından etkilenerek gelişen Ermeni milliyetçiliği ve
onun talepleri karşısında kilise de, gelişen toplumsal ve siyasi cereyanların gerisinde kalarak
toplumdaki konumunu tehlikeye sokmak yerine, oluşum sürecindeki hareketlere önderlik
vazifesini üzerine alarak toplum liderliği fonksiyonunu bu şekilde sürdürmeyi tercih etmiştir.
Tüm bu süreçler Türk-Ermeni ilişkilerinin tamamen gerilmesine sebep olmuştur.
Böylece ileride işleyeceğimiz üzere gerek ermeni kilisesinin etkisi gerekse Batılı güçlerin
tahriki ile günümüze değin sürecek olan tarihi meselenin temelleri atılmıştır.
4. BATILI GÜÇLERİN ERMENİ SORUNU İLE İLGİLİ POLİTİKALARI
Yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde meselenin yalnızca bir Ermeni meselesi
olmadığını aslında bir uluslararası sorun olduğunu ortaya konan veriler kanıtlamaktadır. Batılı
devletlerin bu mevzuyu devamlı gündemde tutmak istemesi Türk-Ermeni sorununun Batı
eksenli olmasını mecbur kılmış ve Osmanlı siyaseti dönemin olumsuz koşulları neticesinde bu
mevzunun uzamasına engel olamamıştır. Böylece Anadolu’nun Türklerin elinden alınması
veya Türklerin Anadolu’ya hapsedilmesi şeklinde bir amaca dayanan bu sorun, diğer sebepler
içerisinde de gündemini hala korumaktadır.
Viyana Kongresi’nin 1815 yılında ele aldığı önemli meseleler, genel olarak Osmanlı
Devleti’ne müdahale niteliğini taşıdığından ilerideki yüzyıl içerisinde bu mevzuların
gerekçelere dayanılması hasebiyle, bu saplantının önemli bir kısmı Ermeni sorununa
indirgenecektir. İşte günümüzde de uluslararası kamuoyunu meşgul eden ve Türkiye
Cumhuriyeti’ne saldırı niteliği taşıyan bu sorun aslında Batı orijinli bir sorundur.
Batılı devletlerin Ermeni sorununa bakışı ve kendi içinde ermeni sorununu geliştirmesi
ise incelenmesi gereken önemli bir başlık olması muhakkaktır.
4.1. İngiltere ve Ermeni Sorunu
İngiltere'nin XVIII. yüzyıldan itibaren Doğu'yu ve İslam Dünyası'nı elde etmek için
yaptığı mücadeledeki durumunu tayin eden hususlardan birincisi, Hindistan'ın muhafazası
kaygısı, ikincisi İngiltere'nin 90 milyondan fazla Müslüman tebaayı elde tutma çabası idi. Bu
sebeplerle, XVIII. Yüzyılın ikinci yarısından sonra İngiliz siyasetinin temelini, Doğu'da
Hindistan, Batı'da ise Mısır oluşturacaktır. İngiltere'nin Osmanlı Devleti’nin "Sadık Tebaası"
olarak bilinen Ermeni unsuru üzerinde güttüğü siyaset ve onun Doğu Anadolu'da bir Ermeni
Devleti kurmak için giriştiği diplomatik faaliyet, işte bu siyası temele dayandırılmıştır.
18. Yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlıya karşı yakın ve sessiz siyaset güden
İngilizlerin yukarıda da belirtildiği gibi Mısır ve Hindistan sömürgeleri için Anadolu
topraklarının Osmanlının elinde kalmasını istemesi, Osmanlının Fransa ve Rusya gibi
devletlere tampon görevi görmesinden kaynaklanmıştır.
Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 15
1870'den sonra Avrupa'da olduğu gibi, Osmanlı Devletinde de yeni bir dönem açıldı.
İtalyan ve Alman milli birliklerinin kurulması üzerine Avrupa'nın batısındaki milliyetçi
akımların başarıya ulaşmasına paralel olarak, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Asya
topraklarında milli devletlerin kurulma süreci başladı. Sırpçılık, Yunancılık, Bulgarcılık gibi
asıl konumuzu ilgilendiren Ermenicilik de Rusya'nın tahrikleri sonucu ortaya çıkıyordu.
İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikası takip ettiği için önce bu
ayrılıkçı cereyanlar karşısında sessiz kalıyor, hatta Osmanlı Devleti'ni destekler politika takip
ediyordu. Rusya'nın sürekli tahrikleri sonucu gittikçe kuvvet kazanan bu cereyanlar karşısında
İngiltere, bunların aleyhinde bulunmanın kendi menfaatine aykırı olduğunu görmeye
başlayacaktır. Nitekim İngiltere bu milletleri menfi netice ile kendi emellerini gerçekleştirmek
uğrunda Rusya'ya karşı kullanmaya ve zayıf Osmanlı Devleti'nden kopararak Hindistan yolu
üzerinde Rus tehlikesine karşı yeni tampon devletler olarak teşkilatlandırmaya yönelik
politikalar geliştirdi. İşte Ermenicilik de böyle bir gidişatın sonucu olarak XIX. yüzyılın son
çeyreğinde İngiltere'nin elinde Rusya'ya karşı silah olarak kullanılmaya başlanacaktı. Böylece,
İngiltere'nin XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak
politikasından vazgeçip, XIX. yüzyıl son çeyreğinde onun parçalanmasına yönelik politikalar
yürürlüğe koyduğu görülecektir.
1856 Paris Antlaşması ile Batılı devletlerin Doğu Anadolu’yu Ermenistan olarak tabir
etmesi İngiltere’nin Osmanlı siyasetinde değişikliğe gitmesine sebep olmuştur. Nitekim
bölgesel olarak Doğunun siyasi bir projeye konu olması Rusya’nın işine gelecekti. Çünkü
bölgesel olarak yakınlığı ve dinsel olarak da temas kurulabilecek bir yapının Doğuda
devletleşmesi, Rusya’nın Doğuya yerleşmesi ve İngiltere’nin planlarının sekteye uğraması
manasına geliyordu. Dolayısıyla bunun farkına varan İngiltere, siyasetini buna göre yapmış ve
Rusya’nın Ermeniler üzerindeki planına engel olmaya çalışmıştır.
Anlaşıldığı üzere İngiltere, Rusya'nın Doğu Anadolu'yu da Balkanlaştırmaya
çalışacağını ve burada yarattığı nüfuzdan yararlanarak sıcak denizlere inme planını anladı.
Buna karşılık Rusya'nın, Osmanlı Devleti’ndeki milliyetçi cereyanları sürekli olarak tahrik
ettiğini gören İngiltere de, imparatorluk içerisindeki “Gayr-i Müslim” unsurları, kendi
emellerini gerçekleştirmek uğrunda Rusya'ya karşı kullanmaya, zayıf Osmanlı Devleti'nden
kopacak bu unsurları Hindistan yolu üzerinde Rus tehlikesine karşı yeni tampon devletler
olarak teşkilatlandırmaya yönelik politikalar geliştirdi. Böylece, İngiltere, güdümlü bağımsız
bir Ermeni Devleti'nin Doğu Anadolu'da Osmanlı Devleti'nden daha sağlam bir set olacağını
düşünerek, Ermeniliği Rusya'ya karşı silah olarak kullanmaya başladı .
İngilizler aynı zamanda Osmanlının Türk-İslam milletleriyle de bağlantısını kesmek
amacıyla Doğu Anadolu’da bir Ermeni varlığını uygun görmüştür. Ancak 1919 yılına kadar
Ermenilere destek veren İngiliz siyaseti Rusya’nın ihtilal ile uğraşması ve dengelerin
değişmesiyle bu desteği Ermenilerden geri çekerek onları kaderine terk etmiştir.
4.2. Rusya ve Ermeni Sorunu
Osmanlı Devletinin yıkılması gerektiğini hasta adam tabiri ile ortaya koyan Rusya, kendi
menfi siyasetini birinci derecede Osmanlı toprakları üzerinde uygulamıştır. Tekrar olsa da
sıcak denizlere inme programını Balkanlar ve doğudan denemek isteyen Rusya, aslında
İngiltere Almanya ve Fransa arasındaki sömürge yarışında kendine yer bulmak istemiştir.
Bugün olduğu gibi Batının Ortadoğu’da bulunmasını kendine hakaret sayan Rusya, bunun
önlemini Osmanlı üzerinden almak istemiş ve bu hususta da Osmanlı yıkımını uygulamaya
koymuştur. XIX. Yüzyıla kadar İngiltere’nin Osmanlıyı koruması ve Osmanlıyı Rusya’ya karşı
denge unsuru olarak görmesi Rusya’nın psikolojisini bozmuş olacak ki Rusları başka çareler
aramaya itmiştir.
Muhammet YILDIZ 16
Bu çerçevede 1856 Paris Konferansı ile başlayan Ermeni devlet adının gündeme gelmesi
Ermenileri de teşvik etmiştir. Nitekim 1878’e kadar birçok dernek ve siyasi oluşum içinde
çalışan Ermeni ileri gelenleri Rusya’nın bu desteği karşısında ellerinden geleni yapmış ve
milliyetçi akımların içinde kendine yer bulmuştur. Tüm bu çabalar içinde Rusya'nın
Balkanlar'da Panslavizm’i sağlamak amacı ile 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlılar aleyhine
Balkanlar ve Kafkaslarda başlatmış olduğu 1877-1878 savaşında alınan yenilgi sonrasında
imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşmasının ayrı bir yeri vardır. Ayastefanos’ta devam
eden barış görüşmeleri sırasında bizzat Ermeni Patriği Nerses Varjebedyan ve bazı Ermeni ileri
gelenleri, Rus Murahhas Heyeti Başkanı, Çar'ın kardeşi Grandük Nikola ile görüşerek,
antlaşmaya Ermeniler ile ilgili bir madde koydurmaya muvaffak olmuşlardı.
3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Ayastefanos
Antlaşması'nın 16. Maddesi Ermenilere ayrılmıştı. Bu Maddede Rusya, Rus askerinin Doğu
Anadolu'yu boşaltması ve Osmanlı Devleti'ne iadesi, o bölgede iki devlet ilişkilerinde
karışıklıklara yol açabileceği ileri sürülerek, Osmanlı Devleti'nin Ermenilerin de içinde
bulunduğu mevcut mahallerde derhal ıslahat yapmayı ve Ermenilerin bölgedeki diğer etnik
unsurlar olan Kürtlere ve Çerkezlere karşı korunmalarını sağlamayı taahhüt ettiği
belirtiliyordu.
Bu antlaşma ile Ermeni adı, ilk defa milletlerarası bir antlaşmaya geçirilmiş oluyordu.
Ayrıca bu antlaşma, Osmanlı-Rus ilişkilerinde de bir dönüm noktasıdır. Kars, Ardahan ve
Batum’un terk edilmesi ile Rusya, büyük tehlike arz eden bir kuvvet haline gelmiş bulunmakta
idi. Böylece, Rusya bir taraftan Doğu Anadolu'dan Orta Doğu'ya ulaşmak için önemli bir
köprübaşı ele geçirirken, diğer taraftan da Ermeniler üzerinde nüfuzunu kuvvetlendirmiş
oluyordu. Durum itibariyle bu antlaşma Rusya’nın Ermenilerin hamisi konumunu
güçlendiriyordu. Ancak bu antlaşma İngiltere ve diğer batılı güçlerin tepkisini çekiyordu.
Özellikle İngiltere’nin doğu planları bu antlaşmayla suya düşüyordu. Bu konuya özellikle
dikkat çeken İngiltere’nin İstanbul elçisi Layard da, ,Ayastefanos Antlaşması ile ortaya çıkan
durumu ve endişelerini hükümetine bildiriyor, Batum, Kars ve Ardahan sancaklarının Rusya'ya
verildiğini, böylece İngiltere'nin yüzyıllarca Karadeniz'den Kuzey İran'a gitmekte olan ticaret
yolunun tehlikeli bir rakibin eline geçmiş olduğunu belirtiyordu.
Sonuçta İngiltere’nin bu antlaşmayı kabul etmemesi ve Rusya’ya yaptığı tehditler sonuç
bulmuş, Rusya bu antlaşmanın geçersiz olduğunu kabul etmiştir. Ancak İngiltere ile yaptığı
gizli görüşmeler neticesinde Rusya’yı ikna teşebbüsünde Osmanlıyı kullanmış ve Kıbrıs’ta üst
kurmayı kabul ettirmiştir. Gelişmeler birbirini izlemiş ve Rusya milletlerarası bir toplantının
düzenlenmesini kabul etmiştir.
Bu arada boş durmayan Ermeniler siyasi girişimlerini sürdürüyor ve ileride yapılacak
olan milletler toplantısına hazırlıklı gitmek istiyordu. Nitekim 17 Mart 1878 tarihinde Patrik
Nerses, İstanbul'da İngiliz Büyükelçisi Layard'ı ziyaret ederek, "Bir yıl önce Osmanlı
idaresinden şikâyetimiz yoktu, ancak; Rus zaferi şimdi durumu değiştirdi. Doğu'da bağımsız
bir Ermenistan istiyoruz. Eğer siz yardım edemezseniz bunu gerçekleştirmek için Rusya'ya
müracaat ederiz" demiş, elçi Ermenistan'dan nereyi kastettiğini sorunca, "Van, Sivas,
Diyarbakır ve Kilikya" diye cevap vermişti. Elçinin, "Evet ama bu yerlerin hiçbirinde
çoğunlukta değilsiniz" demesi üzerine de, "Bunu biliyoruz, ama şimdi Rusya, Doğu'da
topraklar kazanıyor. Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki güç dengesi değişti. Biz de
geleceğimizi düşünmeliyiz" diye Ermenilerin amacını açıklamıştı.
Ermeni ileri gelenlerinin tüm girişimlerine rağmen yeni bir Ayestefanos gerçekleşmemiş
ve Ermeni sorunu Berlin’de gündeme gelmemiştir. 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin
Antlaşması’nda bir sorun olarak ele alınmayan Ermeni meselesi, Ayestefanos içinde 16. Madde
olarak kendine yer bulabilmiştir. Yalnız bu amaçla aynen kabul edilen 16. Madde, Berlin
Antlaşması’ndan sonra 61. Madde olarak Osmanlıyı zor duruma sokuyordu. Çünkü Doğu
vilayetlerinde yaşayan Ermenilerin Kürtler ve Çerkezler tarafından rahatsız edilmesinin önüne
Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 17
geçilmesi Osmanlı Hükümetine dikta ediliyordu. Bundaki asıl amaç ise ileride olacak sorunlara
gerekçe oluşturmaktı. Osmanlı ıslahatının artık Ermenileri kapsaması da bu doğrultuda kabul
edilmiş oluyordu.
Sonuç olarak bu antlaşmalar neticesinde Birinci Dünya Savaşına gidilmesi ve
Ermenilerin Osmanlı içinde isyancı tavırlara girmesi, Rusya’nın uygulamış olduğu bu nifak
tohumlarının bir ürünü olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı içinde Doğu Anadolu’nun
Erzurum, Muş, Van ve Bitlis gibi illerinden Rusların çekilmesi tam manasıyla Ermeni
mezalimlerinin başlamasına sebep olmuştur. Özellikle bölgede yapılan kazı çalışmaları bu
durumu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim Erzurum, Cinis, Van ve Muş illerinde yapılan
kazılarda çıkarılan toplu mezarların Müslüman ahaliye ait olduğu ulusal ve uluslararası
medyanın gözleri önünde kanıtlanmıştır. Rusya’nın Bolşevik İhtilali sonrasında Doğu
illerinden çekilmesi ve bütün mühimmatlarını Ermeni çetecilere bırakması ile Ermeni
katliamları tarif edilemez boyutlara ulaşmıştır. Özellikle Ermeni komutanlarından Antranik
Çelebiyan’ın hatıralarında hangi silah deposundan ne kadar silah alıp hangi Türk köylerine
baskın yaptıkları kendisi tarafından itiraf edilmektedir. Doğu Anadolu Bölgesi’nde Ermeni
katliamlarına karşılık verilememesinin sebebi ise Birinci Dünya Savaşının olması dolayısıyla
Osmanlı cephelerinin genişlemesi ve genç erkek nüfusunun bu cephelerde savaş halinde
olmasından kaynaklanmaktadır. Doğal olarak bölgede savunmasız kalan Müslüman ahali
Ermeni tecavüzlerine karşılık verecek dinamik yapıda olmadığından bu harekâta maruz
kalmıştır.
4.3. Diğer Devletlerin Ermeni Sorununa Bakışı
Ermeni meselesinin resmi olarak ortaya çıkışının 1878 Ayestefanos ve akabinde
imzalanan Berlin Antlaşmasıyla olduğunu daha önce belirtmiştik. İngiltere ve Rusya’nın bunda
etkili rol üstlenmesi diğer devletlerinde duruma kayıtsız kalamayacağı sonucunu çıkarmış,
ticari ve siyasi merkezde bulunan tüm batılı devletler duruma müdahil olmuşlardır. Böylece
Fransa, İtalya Almanya ve ABD gibi devletler konuyla yakından ilgilenmiş, devamlı bu
mevzuyu gündemde tutarak bundan nemalanmaya çalışmışlardır.
1535 yılında Osmanlı-Fransa ahitnamesi ile başlayan Türk-Fransız ilişkileri Fransa’ya
Osmanlı içinde ticaret yapma ve serbestlik hakkı tanımıştır. Böylece Fransızların deyimi ile
Kapitülasyonlar Kanuni Sultan Süleyman’ın deyimi ile Ticari ve dostluk ilişkileri başlamıştır.
Ancak Fransa’nın, çoğu zaman, Osmanlı Devleti’ne karşı dostça olmayan davranışlarda
bulunduğu, elçilik ve konsolosluk raporlarında sık sık görülmektedir. Nitekim XVII. Yüzyıl
başlarında Kudüs ve Halep konsolosları, IV. Murat ve IV. Mehmet zamanlarında bölgedeki
ayrılıkçı grupları tahrik etmişlerdi. Bu yüzden her iki devirde, Fransa ile ilişkiler, bir müddet
askıya alınmıştır. Buna rağmen Fransa bu konudaki tutumunu bırakmamış, aksine, devletin
zayıf olduğu zamanlarda daha da ileri gitmiştir. Bu konuda Fransa’nın, XVIII. Yüzyılda, elçilik
ve konsolosluk faaliyetleri, Osmanlı Devletinin ekonomik ve siyasi bakımlardan gerilemesine
paralel olarak daha da artmıştır.
Bu girişimlerden nasibini alan Ermeniler, özellikle Fransız İhtilali sonrasında milliyetçi
tavırlarla Fransız ileri gelenleri tarafından kışkırtılmıştır. Fransa Osmanlı toprağına gelen
seyyah ve tüccarlar tarafından da ayrılıkçı fikirleri Osmanlı milletleri içinde yaymaya
çalışmıştır. Bunların yanında Fransız misyoner ve dini kuruluşlar da Ermeni milletleri
tarafından ilgi görmüş ve bu kuruluşlar gizliden Ermeni propagandasına destek vermişlerdir.
Ayrıca Fransız İhtilali’nden sonra Fransa da Ermeni meselesi ile alakalı 200 den fazla
yayın çıkarılarak bu makale ve kitaplarla halk galeyana getirilmiş ve ayrılıkçı tohumlar
ekilmiştir.
Fransızlar tüm bu sistemle Birinci Dünya Savaşından sonra Anadolu’ya saldırarak
önceden başlatmış olduğu Ermeni destekli propagandayı Milli Mücadele zamanında Kilikya’da
Muhammet YILDIZ 18
sürdürmüştür. Bölgede yaşayan Ermeni nüfusunu devlet vaadiyle Müslümanların üzerine
saldırmaya teşvik etmiştir. Neticede birbirleriyle barış içinde yaşayan halk arasında hasımlık
başlamış ve Fransa’nın bu girişimleri gibi diğer büyük devletlerde bu oyunun içinde yer
almışlardır. Örneğin Almanya Birinci Dünya Savaşında Müttefiki olan Osmanlıya karşı
devamlı olarak bu konuyu gündemde tutmuştur. Savaştan yenik çıkması faaliyetlerini aksatsa
da Bismarc’ın Ayastefanos ve Berlin’deki düşünceleri açıktır. Yine İtalya’nın ticari faaliyetleri
doğrultusunda Ermenilere verdikleri destekler açıktır.
ABD’nin bu konudaki tarihi sürecine bakacak olursak 1900’lü yıllara uzanmamız
gerekecektir. Çünkü o yıllarda Osmanlıdan ABD’ye yoğun bir Ermeni akını başlamıştır. Bu
durum ABD içinde kurulan ayrılıkçı derneklerle ileri seviyelere taşınmıştır. Ermeni Diasporası
ABD’den sık sık Türkiye’ye gelerek olaylara karışmışlar ve olaylarda elebaşılığı yapmışlardır.
1830 yılında Osmanlı-ABD yasasına göre gelişen bu olaylar neticede iki devlet arasında
hukuki sorunlara yol açmış ve ABD’nin bunlara engel olmaması da desteklediğinin açıkça
kanıtı olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ile yayınlanan Wilson Prensiplerinin 12. Maddesi ise
Doğu Anadolu’yu kana bulayacaktır. Nitekim milletlerin çoğunlukta olduğu toprakların sahibi
olması ilkesi Ermeni çetecileri faaliyete geçirecek ve Müslüman nüfusun azaltılması için kıyım
başlayacaktı. Yapılan bilimsel çalışmalarda Doğu Anadolu Bölgesi’nde 500.000 Müslüman’ın
bu yolla katledildiği saptanmıştır.
Sonuç olarak başka ülkelerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasının hangi
durumlara yol açtığı açıktır. Bugün hala devam eden bu sorunun baş mimarı işte bu
devletlerdir.
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Ermeni Meselesinin ortaya atılmasında ve desteklenmesinde Batılı devletlerin esas
gayeleri gerçekte bir Ermeni devleti meydana getirmekten çok Türkiye’de ekonomik ve siyasi
hâkimiyet kurmaktı. Aralarındaki çekişme ve rekabet yüzünden bu hâkimiyeti kuramadıkları
gibi, mesele, Ermenilerin beklediği sonucu vermemiştir. Ancak, bu devletler tarafından, kendi
çıkarları uğruna, yüzyıllarca, Türk idaresinde Türklerle birlikte kardeşçe yaşamış olan
Ermeniler, Türklere düşman edilerek, 1880’lerden 1920’lere varıncaya kadar, isyana itilmişler
ve desteklenmişlerdir. Sonunda mesele, 1920 Gümrü Antlaşması ile kapanmıştır. Fakat
neticede, Türkler ve Ermeniler büyük zarar görmüşlerdir. Binlerce Ermeni vatandaşı tahrik
edildikleri ülkelere göç etmiş ve faaliyetlerini gittikleri yerlerde intikam duyguları ile
sürdürmüşlerdir. Örneğin günümüzde Fransa, ekonomisini ve nüfusunu yeniden güçlendirmek
amacıyla Ermeni sorununu ele alarak Türkiye üzerinde baskı kurmak istemesi aşikar olan bir
durumdur. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, Türklere karşı Ermeni terörünün ortaya
çıkması ile meselenin kapanmadığı anlaşılan bir durumdur. Ancak, Ermeni meselesinin ortaya
çıkmasında rolü olan devlet ve milletlerin, Ermeni terörünün de ortaya çıkmasında büyük rolü
ve sorumluluklarının olduğu da bilinmektedir.
Tarih tedbirini almayan milletler için tekerrür eder cümlesinin gerçekleşmemesi için bu
meselenin nasıl neden ve kimler tarafından ortaya çıkarıldığı bilinmesi ve önlemlerin muhatap
devletler tarafından alınması gerekmektedir. Bu halde Türkiye’nin elinde olan en büyük delil
ise Türk Tarihi’nin insana verdiği değerin kanıtlanması ve bunun tüm kamuoyuna
açıklanmasıdır. Bu konuda siyasetin gücü de devletin istikrarı da çok önemlidir. Bu amaçlar
doğrultusunda tarih boyunca kullanılmaya çalışılan Ermeniler ve bunlara aslında en büyük
düşmanlığı eden Avrupa’nın bu meseleden elini çekmesi için Türk ve Ermeniler tarafından iyi
tezler ortaya konmalı ve akademik olarak hazır bulunulmalıdır. Yüzyıllarca milletleri esir eden
Batı’nın bu politikalarını eleştirmek ve Türk-Ermeni dostluğunun yeniden kurulması için
Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan devletleri barışın ve gerçeğin peşinde koşarak bu sorunu
karşılıklı iletişim halinde çözmelidir.
Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 19
KAYNAKLAR
Abdülhaluk Mehmet Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, 1993.
Dündar Aydın, “Ermeni Meselesinin Ortaya çıkmasında Fransa’nın Rolü”, Tarih Boyunca Türklerin
Ermenilerle İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s. 285–295.
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: ıslahat Fermanı Devri (861–1876), Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1956.
Erdal İlter, “Ermeni Meselesinin Doğuşunda ve Gelişmesinde İngiltere’nin Rolü”, Ankara Üniversitesi
Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara, 1995, S. 6, s. 1.
Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa Yayınları, Ankara, 1950.
H. Kemal Türközü, Türkmen Ülkesi (Doğu Anadolu) Adı ve Emperyalizmin Etkileri, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1985.
Haluk Selvi, “Ermeşe (Akmeşe) Manastırı ve Ermeni Olaylarındaki Yeri”, Sakarya Üniversitesi Dergisi,
2006, s. 1-3.
Helmuth’von Moltke, Briefe über Zustande und Begebenheiten in der Türkei aus den Jahren 1835-1839,
Berlin 1917.
İsmail Yılmaz,Ermeni Meselesini Hazırlayan Sebepler, (Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler
Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi), Van, 2010.
İsmet Binark, “Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, 1915–1920”, Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü,
Ankara, 1995, s. 1.
Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları,Ankara, 1983.
Necati Gültepe, “Ermeni Meselesi ile İlgili Dış Tertipler”, Yeni Türkiye Dergisi, Ocak-Şubat, 2001, S.
37, s. 216.
Nejat Göyünç, Ermeniler ve Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2005.
Pars Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Batılılaşma Dönemi ve Balyan Ailesi, Yeni Çığır Yayınları,
İstanbul, 1993.
Rh. Y. G. Çark, Osmanlı Devleti Hizmetinde Ermeniler, Yeni Matbaa Yayınları, İstanbul, 1953.
Yuluğ Tekin Kurat, Henry Layard'ın İstanbul Elçiliği, 1877–1880, Ankara 1968.
Zekeriya Kaya, Tarihin Yansıması Erzurum’dan Hocalıya Ermeni Soykırım Hareketi Belgeseli, (Kültür
ve Turizm Bakanlığı Katkılarıyla) Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Erzurum, 2010
Muhammet YILDIZ 20
Extended Abstract
Since the second half of the 19th century, with the encouragement and agitation of imperialist
states, the Armenian began to make disordinance in the country and cause problems for the Ottoman
Government. Thus, with the help of Armenian Committees, there have been clubs and libraries all over
the state opened and to the people who attend here being given know ledge about Armenian History and
Armenian old people, Armenian nationalismus has been inocutated to them meanwhile, new works have
been published to make the Armenian hate the Turks and Turkishness.
The Armenian Patriarchute has left the religious liability one side and has been the military
quarter of all the committees with all its presence.
The significant issues that Wien Congress approached, generally sustaining the eligibility of
intervention, in the next centuries, a significant part of this obsession has degreded to Armenian Issue,
well, this issue that keeps the international public opinion occupied and has the eligibility of attac
towards the Turkish republic, is a west origined problem.
As it is understand, this issue that has engraued between Ottaman and Armenian, holds an both
religious and sociological. The glance of the western state towards the Armenian Issue and to improve
that issue is a significant subtitle that issue is a significant subtitle that shoult also be researched and
assessed on.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 21-42
[201?]
BATI’DA HZ. MUHAMMED ALGISI -Karen Armstrong Örneği-
*
PERCEPTION OF HZ. MUHAMMED IN WESTERN -Example of Karen Armstrong-
İhsan ARSLAN
**, Muhammet Ali KESTİOĞLU
***
ÖZ: Batı dünyası asırlardır mücadele verdiği İslam dünyası ile hem savaş meydanlarında hem de fikrî
alanda mücadele içinde bulunmuştur. Haçlı Seferleriyle İslam beldelerini ele geçirmeye çalışan Batılılar, aynı
zamanda Hz. Peygamber (s.a.v) üzerinden İslam dinini yıpratmaya ve kendi dinlerinin üstün olduğu imajını vermeye
çalışmışlardır. Bu seferlerin askeri ve siyasi yönden başarısızlığa uğramasından bu yana özellikle Hz. Peygamber’e
yönelik fikri saldırılar artarak devam etmiş, böylece onun üzerinden İslam ve Müslümanlar karalanmak istenmiştir.
Buna rağmen son yıllarda (özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren) bazı müsteşrikler daha ılımlı ve
İslam Tarihi kaynaklarına uygun eserler vermeye başlamışlardır. İşte bu oryantalistlerden biri de Karen
Armstrong’tur. Armstrong, Batılı bir yazar olmasına rağmen Hz. Peygamber’in hayatına ilgi duymuş, onu objektif
bir bakış açısıyla ele almaya çalışmış ve gerektiği yerlerde Batı zihniyetini onun hakkındaki mesnetsiz ve insafsız
fikirleri nedeniyle eleştirmiştir. Armstrong, Hz. Muhammed’in beşerî yönünden ve barışçı yapısından oldukça
etkilenmiştir. Onun Mekke gibi kaotik bir atmosfere sahip şehirde ortaya çıkmasına rağmen -zorunlu yaptığı
savaşlar dışında- işlevsel bir barış politikası ortaya koyarak o toplumu kuşattığını ifade etmeye çalışmıştır.
Anahtar sözcükler: Armstrong, Oryantalizm, Hz. Muhammed, İslam, Batı.
ABSTRACT: Western world has struggled both mental area and war area with islamic world for centuries.
Westerns who wanted to gain islamic places with the Crusaders excursion tried to wear out Islam belief on Holiness
Prophet. Also they tried to surpass their beliefs. Since these military and political excursion failed, espicially mental
attacks to Holiness Prophet have continued by getting more and more, so Islam and Muslims are asked to
defamation. However in recent years (especially since the second half of twentieth century) some orientalists started
to write productions which are suitable to Islam Historic sources and more soft-shelled. Already one of these
orientalists is Karen Armstrong. Although Armstrong is a western writer, she is interested in Holiness Prophet’s life,
she tried to deal with him an objective perspective and when necessary she criticised Western mentality because of
their baseless and relentless thoughts. Armstrong was impressed quitely from Muhammad’s humanity sence and
peaceful structure. As he came up in a fighter and complicated city such as Mecca, he attempted to indicate bringing
the community to heel with applying peace politics.
Keywords: Armstrong, Orientalism, Holiness Muhammad, Islam, West.
*Bu makale “Karen Armstrong’un Siyer ve İslam Tarihine Bakışı” adlı yüksek lisans tezimizden yararlanılarak
oluşturulmuştur (RTEÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü-Rize. 2011).
**Yrd. Doç. Dr. RTEÜ. İlahiyat Fakültesi, Rize-Türkiye, [email protected]
***Doktora Öğrencisi, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Erzurum-Türkiye, [email protected]
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 22
1. GİRİŞ
Batı dünyası rakip din olarak gördüğü İslâm’a, onun temel unsurlarından biri olan Hz.
Peygamber’e asırlarca ön yargıyla yaklaşarak, O’nu araştırma ve inceleme zahmetinden
kaçınmıştır. İslâm’a karşı yapılan fikri saldırıların çoğu Hz. Peygamber üzerinden olmuştur.
Herhangi bir insana yakıştırılamayacak ifadeler bu dinin kurucusu hakkında kullanılmıştır. Bu
söylemlerden beslenen Haçlı Seferleriyle Müslümanlar hem fikrî, hem de askerî açıdan baskı
altına alınmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla pratik saldırıların şekillenmesi için teorik zemin
hazırlayan oryantalistlerin çalışmaları daha anlamlı ve dikkate şayan hale gelmiştir.
Oryantalizm, Doğu Bilimi, Doğu Dünyası Bilimi ya da Şark ilmi demektir. Bu bilim
dalı genel anlamıyla, Yakın, Orta ve Uzak Doğu’yu, dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle bir
bütün olarak incelemeye çalışan Batılı ilim dalı için kullanılan bir isimdir. Oryantalist ise bu
bilimle uğraşan bilim insanı demektir (Zakzuk, 2006, s. 23-24; Said, 1993, s. 13).
Watt’a göre, Haçlı Seferlerinin başladığı 1100’lü yıllarda Batı Avrupa’da İslâmiyet
hakkında hemen hemen hiç doğru bilginin olmaması ve birçok yanlış anlayışın mevcut olması,
İslam’a dönük bilimsel ilginin artmasını sağlamıştır (Watt, 1992, s. 413). Ortaçağ
Avrupa’sında görülmüş olan bu bilimsel ilginin amacı da Hristiyanlığı geliştirmek
Müslümanlığı zayıflatmak düşüncesidir. Bu ilgiyi, oryantalizmin doğmasına etki eden dini
faaliyet olarak görebiliriz (Bayraktar, 2004, s. 21, 25). Hem bilgi eksikliği ve zihniyet farklılığı
(Hourani,1996, s. 85-86), hem de kısa zaman içinde tarihte bir eşine daha rastlanmayacak
büyüklükte fetihlerin gerçekleşmesi, Hristiyan Batının sadece Müslüman fâtihlere değil,
onların hareket noktalarını besleyen inançlarına da saldırıyı beraberinde getirmiştir (Kara,
2005, s. 148-149).
Avrupa, Haçlı seferleri sırasında İslâm medeniyetinin hayat tarzı, şehirleri, yolları,
güvenlik sistemi, tarımı, bağ-bahçeleri, teknolojisi, bilimi ve idari yapısı gibi konularda ilk
defa doğrudan müşahedeye dayalı bilgiye ulaşmıştır (Sarıçam-Erşahin, 2007, s. 7). Bu
müşahededen sonra Doğu’nun üstün vasıflarıyla karşılaşan Batılılar, teknik olarak geri
kalmışlıklarını dinî düzlemde tolore etmeye çalışmışlardır. Bu üstünlük kurma düşüncesi
sebebiyle Avrupalıların İslâmiyet hakkındaki düşünceleri çarpıtılmış İslâm imajının
tahakkümünde kalmış, Müslümanlara karşı duyulan kin ve düşmanlık Haçlı seferleriyle doruğa
ulaşmıştır (Kara, 2005, s. 149). Ancak Haçlı seferleri, İslâm kültürünün yok edilmesini bir
sevap ve Tanrı’nın hoşuna gidecek bir iş sayan fanatik gruplarca yöneltildiğinden olumlu ve
kalıcı bir etki yapmaktan uzak kalmıştır (Bebel, 2011, s. 89). Bu seferlerin askerî ve siyasî
yönden hezimetle sona ermesinden bu yana Batılılar, İslâmiyet’ten farklı şekillerde intikam
alma fikrinden bir an olsun vazgeçmemiştir (Sibai, 1993, s. 95).
Ortaçağ Hristiyan yazarları, yani ilk oryantalistler, Haçlı savaşlarında Müslümanları
karalamak amacıyla İslâm dini ve onun Peygamberi hakkında iftira ve kötülemeyi esas alan bir
yaklaşım benimsemişlerdir. Hz. Muhammed’i Mekke’nin putlarından biri, bir kabilenin tanrısı,
şeytanın cisimleşmiş şekli veya pek çok evlilik yapmış şehvet düşkünü biri olarak
tanıtmışlardır. Yine onlara göre, eşi Hz. Hatice’nin de Onunla evlenmeden önce şato, şehir ve
köylere sahip bir baron gibi çok zengin olduğundan ve Hz. Muhammed’in onun yanında
çalıştığından söz etmişlerdir (Hakyemez, 2006, s. 166). Hatta İtalyan şair Dante Alighieri
(1265-1321), İlahi Komedya (The Divine Comedy) adlı eserinde Hz. Peygamber ve Hz. Ali’yi
cehennemin en alt tabakasında azap çekiyor halde tasvir etmiştir (Palacios, 1968, s. 103;
Görgün, 2005, XXX, s. 476). Dolayısıyla oryantalistlerin İslâm konusundaki çalışmaları, onu
anlamak için değil, gözden düşürmek için olmuştur (Hüseyin, Olsen ve Kureşi, 1989, s. 18).
Schimmel’e göre, 18. yüzyıldan itibaren Hz. Muhammed Batı’da ciddi olarak
araştırılmaya başlanmış, her ne kadar kendisine “müşriklerin başı” sıfatı verilmişse de bazı
aydınlanma düşünürleri onu akla dayanan bir dinin temsilcisi olarak görmüşlerdir. 19.
yüzyıldan itibaren Arapça kaynak eserler ilmi olarak incelenmeye başlanmıştır. Ancak o
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 23
dönemde yazılan biyografilerin ön yargılarla dolu olması nedeniyle Hz. Muhammed’e biçilen
rol, asla bir mü’minin Hz. Peygamber’e bakışı gibi olmamıştır (Schimmel, 2007, s. 15).
İslâm tarihi çalışmalarında umumiyetle Müslüman tarihçilerin bakışı ve
Oryantalistlerin bakışı olmak üzere iki temel görüş söz konusudur (Ağarı, 2006, s. 417).
Oryantalistler tamamen Batılı kavramlara göre ve İslâm tarihini göz ardı eden bir tarih anlayışı
meydana getirmişlerdir (Asaf, 1989, s. 25). Bu tek yönlü tavır tarih ilminin Avrupa merkezli
işlerlik kazanmasını amaç edinmiştir. Nitekim Oryantalistler bu amaçla kongreler tertip
etmişlerdir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte oryantalizm, kolonicilik ve
sömürgecilikle beraber yürütülmeye çalışılmıştır (Davutoğlu, 2003, s. 28).
19. yüzyılın ortalarındaki emperyalist tutum Avrupa ülkelerinin Doğu’ya bakışlarına
tesir etmiştir. Böyle olunca, sömürgeci siyasetçiler, maksatlarına hizmet etmeleri için bazı
oryantalistlerden istifade etmişlerdir. Örneğin Hollandalı Snouck Hurgronje, Rus Barthold,
Alman H. Becker gibi isimler bu tür oryantalistlerden olmuşladır. Keza Fransa ve İngiltere’de
bir kısım oryantalistler Dışişleri Bakanlıklarında danışman olarak görev yapmışlardır.
Görünüşte dinî, arka planında ise emperyalizmin teorik düzlemden pratik düzleme çıkmasının
bir aracı olan Haçlı savaşlarının uzantısı diyebileceğimiz sömürgecilik, Batılıların siyasi ve
askeri anlamda istilâ ettikleri İslam ülkelerine her anlamda bir boyun eğdirme politikası olarak
kullanılmıştır. (Yıldırım, 2003, s. 28).
Burada şunu belirtmemiz gerekir ki, 20. yüzyılın bilhassa ikinci yarısından itibaren
klasik oryantalistlerle yeni oryantalistler arasında metod ve üslup farklılıkları göze
çarpmaktadır. İlk grup Hz. Peygamber’e alenî olarak hakaret etmeyi ve doğruları çarpıtarak
anlatmayı patolojik bir tavır haline getirirken, ikinci grup ise, aynı Peygambere karşı daha
ılımlı yaklaşımda bulunmaktadır. Daha farklı biçimde ifade etmek gerekirse, savundukları
olumsuz yargıları rencide edici tarzda değil, bilimsellik düşünce adı altında Müslümanların
rahatsız olmayacağı bir şekilde dile getirmektedirler. Bu durum, kuşkusuz oryantalist
zihniyetin Müslümanlara karsı daha yakın durmalarından ya da onları incitmelerini insanlık
değeri açısından doğru bulmadıklarından kaynaklanmamaktadır. Söz konusu yumuşamanın
hedefi doğrudan emperyalist amaçlarına yöneliktir (Kara, 2005, s. 160).
Kara’ya göre, Oryantalistler arasında gerçekten bilimsel arzularla Doğu kültür ve
inançlarına yaklaşanlar olmakla beraber, objektif kriterlere göre yazan oryantalistler diğerlerine
oranla hiç kuşkusuz çok azdır. İyi niyetli olanları da vardır (Kara, 2005, s. 160). Sıbaî ise,
oryantalistler arasında iyi niyetli olanlarının tam manasıyla olmasa bile araştırmalarında
tarafsız kalabildiklerini, böylelerinin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini ifade etmiştir
(Sıbaî, 1995, s. 15). Özellikle son zamanlarda Hz. Muhammed’in hayatını asıl kaynaklara
dayanarak ele almaya çalışan, ön yargıdan ve bilgisizlikten kaynaklanan tutumlara karşı bir
duruş sergileyen, toplumların birbirini anlamasına yardımcı olmak için ortak zemin arayan,
kendi kamuoylarını karşı taraf hakkında olumlu düşüncelerle beslemeye ve doğru
bilgilendirmeye matuf; diyalog bağlamında çalışma yapanlar da bulunmaktadır (Sarıçam, 2013,
s. 24). Mahmut Aydın, bu bağlamda değerlendirilebilecek iki ismin (Montgomery Watt ve
Hans Küng) fikirlerini ele almış ve onların görüşlerini İslam-Hristiyan diyaloğuna katkısı
açısından değerlendirmiştir (Aydın, 2003, s, 271).
İşte objektif kriterlere ve İslam Tarihinin temel eserlerine bağlı kalmaya çalışarak Hz.
Peygamber’in hayatını yazan son dönem oryantalistlerinden biri de Karen Armstrong’dur.
Batılı olmasına rağmen, Batı’nın geçmişten günümüze İslâm’a bakışını çok ince tahlillerle
eleştirmesi, kendi kamuoyunun kabul edeceği şekilde mantıklı açıklamalar yapması ve Hz.
Muhammed hakkında yazdığı eserlerde O’nu çok iyi yansıtmaya çalışması nedeniyle onun
Allah Resulü’ne bakışını inceleyeceğiz.
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 24
1.1. Karen Armstrong’un Hayatı
Karen Armstrong, 14 Kasım 1944 yılında İngiltere’de Birmingham yakınlarındaki
Worcestershire kasabasında İrlandalı bir aileye mensup olarak dünyaya geldi. İkinci Dünya
Savaşı’nın sonunda doğması hasebiyle çocukluğu yokluk içinde geçti. Ortaöğretim
sürecindeyken ailesi Oxford’a gitmesini çok istemesine rağmen o bir rahibe olmayı tercih etti
(Armstrong, 1981, s. 7-8;21;44). Karen Armstrong 1962’de zeki ve idealist olan, ama tam
olgunluğa erişmemiş bir genç olarak 1969’a kadar sürecek manastır hayatına başladı. Ancak
zamanla manastırda dostluğa izin verilmemesi, oradaki atmosferin soğuk ve bazen incitici
olması hasebiyle bulunduğu ortamdan sıkılmaya, bunun da ötesinde manastırların bir reforma
ihtiyacı olduğunu düşünerek onları eleştirmeye başladı. 1968’de bu duyguları açıkladığı zaman
artık devam edemeyeceğine hemen hemen karar vermişti ve bunun sonucu olarak Ocak 1969
sonunda rahibeliğe girişte yaptığı yeminlerden feragat ettiğini belirterek kilise hayatından
ayrıldı (Armstrong, 2004, s. 11-12).
Karen Armstrong küçüklüğünden beri modern edebiyata olan ilgisi ve okumaya
düşkünlüğünden dolayı rahibelik hayatı esnasında Oxford Üniversitesi St. Anne Fakültesi (St.
Anne’s College) giriş sınavını kazanarak okula kabul edildi (Armstrong, 2004, s. 15).
Armstrong Edebiyat lisans dönemini başarıyla bitirip diplomasını aldıktan sonra Londra
Üniversitesi’nde modern edebiyat dersleri vermeye başladı. 1982’ye gelindiğinde serbest
yazarlığa ve görsel yayıncılığa başladı.1 The Guardian başta olmak üzere çeşitli gazeteler ve
dergiler için dinler hakkında makaleler yazdı. 2
Karen Armstrong’un şu ana kadar yayınlanmış 20 kitabı, çeşitli gazetelerde makaleleri
ve televizyon programları bulunmaktadır. Eserlerini İslâm ile ilgili olanlar, İslâm ve diğer
dinlerle ilgili olanlar, sadece diğer dinlerle ilgili olanlar, kişisel biyografiler, çeşitli konular,
gazete makaleleri ve görsel yayınlar olarak tasnif edebiliriz.
Peygamberimizle ilgili yazdığı eserler şunlardır: Hz. Muhammed/İslâm Peygamberinin
Biyografisi, İslâm/Kısa Bir Tarih, Muhammed/Prophet for Our Time, Encyclopedia of
Religion’da “Muhammad” maddesi ve diğer ilahi dinlere de yer verdiği Tanrı’nın Tarihi adlı
eserlerdir.
1.2. Armstrong’u Hz. Peygamber’in Hayatını İncelemeye Götüren Sebepler
Karen Armstrong Hz. Peygamber’in hayatını neden yazmıştır? Onun hayatını yazmaya
götüren sebepler nelerdir?
Armstrong, Batılıların İslâm’a karşı hoşgörülü olmayı beceremediklerini, bu inanç
sistemiyle ilgili fikirlerinin daima kabaca, baştan savma ve kibirli olduğunu belirtmiş, bu tür
cahilce ve ön yargılı tutumu sürdürmemeleri gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre, yirmi birinci
yüzyılda Batılı halkların aynı gezegeni paylaştıkları Müslümanları anlamayı, onların
inançlarına, ihtiyaçlarına, öfkelerine ve amaçlarına saygı duymayı öğrenmeleri gerektiğini
belirtmiştir. Ayrıca Armstrong, gerçekten bunu yapmak istiyorsak özgün dehası ve bilgeliğiyle
tüm zamanları aydınlatabilecek Hz. Muhammed’in hayatını incelemekten daha iyi bir
başlangıç düşünülemeyeceğini de ifade etmiştir (Armstrong, 2005, s. 15).
Armstrong, Hz. Muhammed’in hayatını yazmasının diğer bir nedeni olarak da; Batılı
insanların çoğunun İslâm ile ilgili bilgilerinin Selman Rüşdi’nin ‘Şeytan Âyetleri’ adlı kitabına
dayandığını ifade etmiştir. Ayrıca o, dünya tarihi boyunca gelmiş geçmiş en önemli
şahsiyetlerden biri olduğuna inandığı Hz. Muhammed’in gerçek hayat öyküsünün okurlara
sunulması gerektiğini dile getirmiştir (Armstrong, 2005, s. 10).
Armstrong, Hz. Muhammed’in Arabistan’da savaşı tam anlamıyla barışa çevirmek için
mücadele ettiğini, onun hayatının hırsa, adaletsizliğe, kibre karşı yorulmaz bir çaba içerisinde
1 https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Karen_Armstrong, (28/08/2015). 2 https://www.theguardian.con/profile/karenarmstrong, (28/08/2015).
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 25
geçtiğini, O’nun kişiliğini, iç dünyasını ve etrafını yorumlamada hem Müslümanlar hem de
Batılılar için önemli bir ders olduğunu ifade etmektedir (Armstrong, 2007, s. 19).
2006 yılında New York Public Radio’da yaptığı bir söyleşide Hz. Muhammed’e olan
ilgisini onun beşeriyetine bağlayan Armstrong, onun hayatı hakkında bilinenlerin başka hiçbir
peygamber hakkında bilinmediğini, İsa’dan uzun yıllar sonra geldiği için hayatı hakkında
ayrıntılı bilgilerin var olduğunu ve ilk siyercilerin O’nun hayatının her yönünü yazdıklarını
ifade etmiştir. 3
Armstrong, aynı söyleşide Hz. Muhammed’in zorluklarla mücadele edişini sevdiğini,
onun şiddetin, ümitsizliğin, vahşetin hâkim olduğu bir topluma gelmesine rağmen böyle bir
topluma şiddet kullanmadan barış ve huzur getirmeyi başardığını ifade etmiştir. Yine
Armstrong’a göre, Hz. Muhammed Mekkeli müşriklerin Müslümanları kökten yok etmek
istemeleri nedeniyle zorunlu olarak beş altı sene boyunca onlarla savaşmış ancak mücadeleyi
şiddetle değil, şiddete karşı olmakla kazanmıştır. Ayrıca Armstrong, Hz. Muhammed’in şiddet
kullanmadan sabırla mücadele vermesini Gandi gibi barış telkin eden liderlerin yaptığından
geri kalır bir yanı olmadığını da belirtmiştir.4
Bu ifadelerden anlıyoruz ki Armstrong, 1). Batı’nın İslam’a karşı olan hoşgörüsüzlüğünü
gidermek ve Müslümanlarla iyi diyalog kurmak için Hz. Peygamber’in hayatını incelemiştir.
2). Batılıların, Hz. Muhammed’in hayatını Selman Rüşdî gibi yanlış bilgi veren insanların
eserlerinden öğrenmelerini istemediği için -doğru bilgi vermek amacıyla- onun hayatını
yazmıştır. 3). Hz. Peygamber’in sabırlı ve barışçı politikasından, zorluklarla mücadele
edişinden, beşer olarak üstün kişiliğinden etkilenmiştir. Bu izlenimler onu İslâm’ı ve Hz.
Peygamber’i araştırmaya sevk etmiştir.
1.3. Batı’daki Hz. Muhammed Algısına Bakışı
Armstrong, kendilerinin Batı kültüründe Haçlı Seferlerinden bu yana İslâm korkusuna
sahip olduklarını, Müslümanlar ve Batılılar arasındaki acı ilişkinin başlangıcı olarak da
özellikle Müslüman İspanya’da Hz. Muhammed’e düzenlenen saldırının gösterilebileceğini
vurgulamış tır. Perfectus adındaki bir rahibin Kurtuba’da Hz. Muhammed’e yaptığı ağır
hakaretler sonucunda hapse atılmasının bu süreci başlattığını beyan etmiştir (Armstrong, 2005,
s. 22).
Armstrong’a göre, 12. yüzyılda Avrupa’daki Hristiyan rahipler İslâm’ı, kılıcın ve
saldırganlığın inancı olarak görmüşler ve Hz. Muhammed’i de dünyaya silah gücü ile inancını
kabul ettirmeye çalışan biri, hatta onun çapkın ve cinsi sapık olduğunu bile iddia etmişlerdir
(Armstrong, 2007, s. 17-18). Ayrıca o, ortaçağ zihniyetine sahip Hristiyanların, İslâm inancını
Hristiyanlık dininin yanlış ve saptırılmış bir biçiminden ibaret olarak gördüklerini de
belirtmiştir (Armstrong, 2005, s. 43). Hz. Muhammed’in, dünyayı aldatmak için peygamberlik
ilan eden bir şarlatan, iğrenç yalanların içinde yüzen bir sapık ve insanları kılıcının gücüyle
dinlerinden döndüren biri şeklinde ifade edildiğini beyan etmiştir. Armstrong, Hz.
Peygamber'in hayatı hakkındaki bu çarpık iddiaların Batı fikriyatında kabul edilir hale
geldiğini ve Batılı zihniyetin daima Hz. Muhammed’i objektif bir şekilde değerlendirmede
zorlandığını zikretmiştir (Armstrong 2007, s. 17-18). Bu algının bir ara durulduğunu fakat
Avrupa’nın uluslararası arenaya çıkmak istemesiyle O’na olan saldırıların tekrar kullanılmaya
başlandığını ve ortaya çıkmakta olan yeni Batılı kimliğin en büyük düşmanının Hz.
Muhammed olarak görüldüğünü ifade etmiştir (Armstrong, 2005, s.27).
O dönemde (ortaçağda) Avrupa, barbar kabilelerin tehdidi altında kültürel bir lağım
haline gelirken, İslâm müthiş bir dünya gücü olarak varlığını sürdürüyordu. Bu durum
dünyanın küresel manada, İslam dinine yönelmesi endişesini doğurmuştur. Bu nedenle on
3 http://www.tumgazeteler.com/?a=2617652, (03/05/2009). 4 http://www.tumgazeteler.com/?a=2617652, (03/05/2009).
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 26
sekizinci yüzyıla kadar İslâm, Batı için sürekli bir sorun oluşturmuştur (Armstrong, 2005, s.
26).
Armstrong, 11 Eylül 2001’de, Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasıyla eski ortaçağ
zihniyetinin ortaya çıktığını ifade etmiştir. ABD’deki Evangelistler ile bazı Batı medyasının
geleneksel düşmanlık fikriyle hareket ederek Hz. Muhammed’i bir savaş bağımlısı olarak
gösterdiklerini, bazılarının ise; onun bir terörist ve sübyancı olduğunu iddia ettiklerini dile
getirmiştir (Armstrong, 2007, s. 17-18). Bu olaydan sonra İslâmiyet’in cinayet ve şiddeti
vurgulayan fanatik bir inanç sistemi olduğu yönündeki tüm olumsuz fikirlerin yeniden
alevlendiğini, Batılıların bu fikirlerin teyidi için Kur’ân-ı Kerîm’deki ateşli bölümleri bulup
çıkardıklarını, âyetlerin aşırılığı ve fanatizmi kolayca teşvik edebileceğinin savunulduğunu
belirtmiştir. Öte yandan Musevi ve Hristiyan kutsal metinlerinin de aynı derecede kavgacı
özellik gösterdiğini hiç kimsenin dikkate almadığını, hatta İncil’in bir yerinde Hz. İsa’nın
barışı değil, kılıcı getirmek için geldiğini ifade etmiştir. Daha da önemlisi Armstrong, Hristiyan
Sırplar, Sırbistan’da sekiz bin Müslüman’ı katlederken kimsenin bu ayetlerden bahsetmediğini,
kimsenin Hristiyanlık dinini tehlikeli ve şiddet eğilimli bir inanç sistemi olarak görmediğini de
zikretmiştir (Armstrong, 2005, s. 10-11).
Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasından sonra Batı dünyasının İslâm dünyasına karşı
yeni bir Haçlı Seferi içinde olduğunu ispat etmek için aşırı uç görüşteki insanların sarf ettikleri
düşüncelerin kendileri tarafından daha fazla desteklenemeyeceğini vurgulamıştır. O, Hz.
Muhammed’in zorba bir adam olmadığını, çünkü ona yakıştırılan yargıların Batı kültürünü
karakterize eden hoşgörü, özgürlükçü düşünce ve merhamet gibi düşüncelere zarar verdiğini
ifade etmiştir. Dolayısıyla kendilerinin Hz. Muhammed’in pek çok başarısını takdir etmek ve
onun hayatına daha tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşmak zorunda olduklarını; liberal ilkelerin,
düşüncelerin tekrardan Ortaçağ zihniyetindeki ön yargılarla savunulmasının yanlışlığını
zikretmiştir (Armstrong, 2007, s. 18).
Armstrong: “İncil’i okuduğunuzda, İsa’nın güldüğü bir sahneye rastlanılmadığını, ama
Hz. Muhammed’in sık sık gülümsediğini ve insanlarla zaman zaman şakalaştığını
görebilirsiniz” demektedir. Ayrıca o, İslâm tarihi kaynaklarında onu çocuklarla oynarken,
eşleriyle tartışırken, bir dostu öldüğünde acı ile ağlarken, herhangi bir baba gibi sevinçten yeni
doğmuş çocuğu gururla etrafındakilere gösterirken gördüğümüzü ifade etmektedir (Armstrong,
2005, s. 69). Bu ifadeleriyle Armstrong, İncil’deki peygamber anlayışını eleştirirken
muhtemelen kendi görmek istediği peygamber algısını Hz. Peygamberin hayatında bulmuştur.
Batılıların, İslâmiyet’i âdil bir şekilde yargılayacak veya bu konuları yapıcı bir şekilde
tartışacak kadar derin bir anlayışa sahip olmadıklarını belirten Armstrong (Armstrong, 2005,
s.11), bu olumsuz bakış açısının düzeltilmesinde ne gibi katkısı olduğunu anlamak için ondört
yüzyıl önce Mekke’nin hemen dışında bir dağın zirvesinde yalnız kalan bir Peygamber’in
bulunduğu trajik dünyaya gitmek gerektiğini vurgulamıştır (Armstrong, 2007, s. 20).
2. MEKKE DÖNEMİ
2.1. Risâlet Öncesi Hz. Peygamber’in Hayatına Bakışı
2.1.1 Mekke’de Genel Durum
Armstrong’a göre, Mekke’nin coğrafi konumu, arazi ve iklim şartları tarım yapmaya
müsait değildi. Arapların çoğu Sâsâni ve Bizans İmparatorluklarında olduğu gibi fazla ürüne
sahip olamadıkları için açlık sınırında yaşamaktaydı. (Armstrong, 2008, s. 20). Bu nedenle
çölde pek çok Arap, sürülerini bir su kuyusundan diğerine götürerek, yiyecek ve gıda için diğer
kabilelerle umutsuzca yarışarak yaşam savaşı veriyordu (Armstrong, 2005, IX, s. 6220).
Kureyş kabilesinin bu zor şartlar yüzünden çevre ülkelerle ticaret yapmaya başladığını ve bu
şekilde zenginleştiğini, Mekke’nin giderek bir ticaret merkezi haline geldiğini, ama saldırgan
ve açgözlü zenginlik arayışı sırasında kabilenin bazı eski geleneklerinin kaybolduğunu ileri
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 27
sürmektedir. Göçebe yaşam prensiplerinin gerektirdiği gibi kabilenin daha zayıf üyeleriyle
ilgilenmek ve onları korumak yerine, Kureyşliler’in şimdi daha yoksul aile grupları veya
klanları ezme pahasına para kazanmaya çalıştıklarını, bundan dolayı Mekke’de ve bütün
yarımadada bir huzursuzluğun var olduğunu dile getirmektedir (Armstrong, 2008, s. 15).
Yazarımız, Kâbe’nin kutsallığından dolayı Mekke’de ve çevresinde şiddetin yasak
olduğunu, bu durumun Arap steplerine iyice yerleşmiş olan kronik kabile savaşlarından uzak
bir şekilde, orada barış içinde ticaret yapmayı mümkün kıldığını belirtmektedir (Armstrong,
2005: IX, 6220). Ayrıca o, bölgenin büyük güçleri olan Sâsâni ve Bizanslılar’ın Arabistan’ın
bu zorlu arazisine ilgi duymadıkları için, Kureyşliler’in Mekke’de büyük güçlerin kontrolü
dışında modern bir ekonomi yarattığını ifade etmektedir (Armstrong, 2007, s. 34). Ona göre,
Mekke’deki bu aşırı kapitalizm, Hz. Muhammed’in kendi kabilesi olan Haşimoğulları’nı da
içeren bazı zayıf kollarına pahalıya mal oluyor ve diğer kollarının aşırı zenginleştiği
görülüyordu. Eski değerler kayboluyor yeni hiçbir şey onların yerini almıyordu ve Kureyş’in
daha başarılı mensupları bu gelişmelerle doğal olarak mutluyken, zayıf kollar tehlikeye düşmüş
ve kaybolmuş olduklarını hissediyorlardı (Armstrong, 2005, IX, s. 6220).
Armstrong, Hz. Muhammed’in Kureyş’in parayı din edindiğini bildiğini, fakat Kureyş’in
maddiyatçı olmasının şaşırtıcı olmadığını, çünkü her Bedevî aşiretinin her gün yok olmakla
karşı karşıya olduğu Arap çölünde elde ettikleri zenginliklerin onlar için çok önemli olduğunu
belirtmiştir. Bu ticaret sayesinde elde edilen zenginliğin Arapları göçebe yaşamın
tehlikelerinden kurtardığını ve salgın aşiret şiddetinden de koruduğunu beyan etmiştir
(Armstrong, 2008, s.216). Armstrong, Hz. Muhammed’in, bu yeni maddiyat düşkünlüğünün
kabilesinin dağılmasına, ahlakî açıdan parçalanmasına ve siyasal olarak birbiriyle mücadele
eder duruma düşüreceğine emin olduğunu ifade etmektedir. Bu düşüncelere ek olarak, İslâm
öncesi dönemin Müslümanların cahiliye adını verdiği son aşamasında, Mekke toplumunda
yaygın bir tatminsizlik ve ruhsal huzursuzluğun bulunduğunu da vurgulamaktadır (Armstrong,
2008, s. 216;218). Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Armstrong eserlerinde
genellikle, Mekke toplumunda sosyal ve siyasî hayatın şartlarını ekonomik durumun
belirlediğini vurgulamaya çalışmış, Hz. Peygamberi de öncelikle bu durumu düzeltmek adına
hem kendi kabilesi hem de diğerleri için çözüm arayan biri olarak lanse etmiştir.
2.1.2 Mekke’de Cahiliye İnanç Sistemi
Yazarımıza göre, Arapların geleneksel anlamda dinle uyuşacak durumları yoktu. Pagan
ilahlar olarak benimsedikleri putlara taparlardı. Fakat Araplar, bu ilahların ve kutsal yerlerin
ruhsal yaşamdaki yerlerini açıklayan bir mitoloji geliştirmiş değillerdi. Armstrong, o dönemde
Araplar’ın ölümden sonraki hayata inanmadıklarını, bunun yerine, zaman veya kader olarak
çevrilebilecek olan dehr’in üstünlüğüne inandıklarını, ölüm oranının çok yüksek olduğu bir
toplumda bunun önemini anlamanın da zor olmadığını vurgulamaktadır (Armstrong, 2008, s.
217). Kur’ân-ı Kerîm’ de buyurulduğu üzere onlar “Hayat, ancak bu dünyada yaşadığımızdır,
ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr) helak eder” (Câsiye,45/24) diyorlar ve bu şekilde
ahireti inkar ediyorlardı.
Armstrong, putperestliğe rağmen Arapların, tanrıların içinde en önemlisi olduğunu
düşündükleri Allah’a inandıklarını ve Kâbe’nin sahibi olarak O’na taptıklarını zikreder. Onlara
göre Allah dolaylı olarak ulaşılan bir figür, sorumsuz ve eve gelmeyen ilgisiz bir baba gibiydi
(Armstrong, 2007, s. 40). Burada şunu ifade etmeliyiz ki, Kur’ân-ı Kerîm’de, müşriklerin,
putlardan ayrı olarak, kendilerini, gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu bildikleri (Zümer,
39/38), yağmur yağdıran ve toprağı canlandıranın Allah olduğuna inandıkları (Ankebut,
29/63), Allah’a yaklaştırsın diye putlara taptıkları (Zümer, 39/3) buyrulmaktadır.
Araplar, yaşamın sürebilmesi için zorunlu olan toplumsal ruhun halk arasında
gelişmesine yardımcı olmaya yönelik olarak mürüvvet adıyla anılan bir ideoloji geliştirmişlerdi
ve bu ideoloji dinin işlevlerinden çoğunu yerine getirmekteydi (Armstrong, 2008, s. 217).
Mürüvvet kavramı, cesaret, sabır ve katlanmayı; kabilenin zayıf üyelerini korumayı,
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 28
düşmanlarına meydan okumayı; kabileye herhangi bir yanlış hareket yapıldığında öç almak
için kendini adamayı içeren bir sistemdi (Armstrong, 2007, s. 24).
Bütün bunlara rağmen Armstrong, Arapların, Bizans ve Pers İmparatorluklarında
sürdürülen Musevilik ve Hristiyanlık inançlarının kendi pagan dinlerinden daha gelişmiş ve
güçlü olduğunu bildiklerini iddia eder. Kureyşlilerden bazılarının Musevi ve Hristiyanların
taptığı Tanrı’nın kendi mabetlerindeki en yüce Tanrı olan Allah olduğuna inanmaya
başladıklarını ama Allah’ın, o zamana kadar Araplara kendi dillerinde bir kitap ya da bir
peygamber göndermediğini ifade etmektedir (Armstrong, 2008, s. 15-16). Başka bir
oryantalist’e göre, Araplar arasındaki bu tektanrıcılık önsezileri, esas itibariyle Hristiyan ve
Yahudi etkilerinden kaynaklanmaktadır. Arapların Hristiyan Bizans, Habeş ve hatta Pers
İmparatorluklarıyla olan temasları onlarda bu fikri oluşturmuştur (Watt, 1986, s. 33-34).
2.1.3 Hz. Muhammed’in Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği
Karen Armstrong, Hz. Muhammed’in 570 yılında Arabistan’ın Hicaz bölgesindeki
Mekke’de, yönetici kabile Kureyş’in en seçkin aile gruplarından biri olan Hâşimoğulları’na
mensup olarak 12 Rabi’ülevvel’de doğduğunu belirtmektedir (Armstrong, 2005, s. 103).
Armstrong’un vermiş olduğu 570 tarihi İslâm tarihi kaynaklarına uygun değildir. Muhtemelen
Montgomery Watt’dan etkilenmiştir. Çünkü Watt’da 570 tarihini vermektedir (Watt, 1986, s.
39).
Hz. Peygamberin çocukluk ve gençlik dönemiyle ilgili ise; doğumundan kısa süre önce
babasının vefat edişini, sütanneye verilişini, altı yaşına kadar süt ailesinin yanında kalıp çetin
bedevi yaşam hakkında tecrübe kazanışını, Mekke’ye getirildikten kısa bir süre sonra annesinin
vefat etmesi nedeniyle gençliğinde çok başarılı bir tüccar olan dedesi Abdülmuttâlib’in
himayesine verilişini, onun vefat etmesiyle amcası Ebû Tâlib’in yanında yaşamaya başlayışını
ise kaynaklarımıza uygun olarak vermektedir (Armstrong, 2005, s. 103; Armstrong, 2007, s.
35-36).
2.1.4 Hz. Hatice ile Evlenmesi ve Diğer Evlilikleri
Arabistan’da çokeşlilik yaygın olmasına rağmen, Hz. Muhammed Mekke’de bulunduğu
sürece sadece Hz. Hatice ile evli kalmıştı. Medine’de Hz. Muhammed büyük bir şef olmuştu ve
büyük bir hareminin olması bekleniyordu. Hz. Âişe ve Hz. Hafsa dışındaki eşlerinden çoğu
hâmileri olmayan daha yaşlı kadınlar veya ümmetin müttefiği haline gelen kabilelerin
şeflerinin akrabalarıydı. Yani evliliklerinin çoğu politikti (Armstrong, İslâm, s. 28-29).
Armstrong, Hz. Muhammed’in çok sayıda eşinin olmasının, Batı’da genellikle şehvet
düşkünlüğü olarak algılandığını, ama Peygamber’in daha sonraki bazı İslâm hükümdarlarının
yaptığı gibi kendisini cinsel zevke kaptırdığını düşünmenin kesinlikle yanlış olduğunu
vurgulamaktadır (Armstrong, İslâm, s. 28). Başka bir oryantalist Delcambre de, Hz.
Peygamberin evliliklerinin çoğunun kökeninde, ya bir siyasi neden ya da çölün yasasına saygı
olduğunu belirtmektedir (Delcambre, 2004, s. 106).
Armstrong’un göre, İslâm öncesi cahiliye döneminde çoğu kadın kölelerle eşit
sayılmasına rağmen Hz. Hatice gibi bazı kadınlar önemli derecede iktidar ve ayrıcalık sahibi
olabilmiştir. İslam’ın gelmesiyle kadınlar, bu dinî ilk seçenler arasında olmuşlar ve hiçbir
şekilde köle gibi algılanmamışlardır. Yine o, Kur’ân’ın, kız çocuklarının diri diri gömülmesini
kesinlikle yasakladığını ve Arapların kız çocukları dünyaya geldiğinde pişmanlık duymalarını
engellediğini, ayrıca yine Kur’an’da kadınlara miras ve boşanma konularında yasal haklar
verildiğini vurgulamaktadır. Ona göre, çoğu Batılı kadın 19. yüzyıla kadar buna benzer haklara
sahip olamamasına rağmen Batı’da İslâm’ı kalıtımsal olarak kadın düşmanı bir din olarak
tanımlamak yaygınlaşmıştır. (Armstrong, 2008, s. 250).
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 29
2.2 Peygamberlik Hayatına Bakışı
2.2.1 İlk Vahiy
Armstrong, Hz. Muhammed’in 40 yaşına gelene kadar düzenli bir şekilde her yıl ruhsal
bir çekilme dönemi yaşayarak kendini ibadete adadığını ve Peygamberliğin gelişine yakın
zamanlarda “sabahın ilk ışığı gibi umut ve vaat yansıtan rüyalar” görmeye başladığını ifade
etmektedir. Armstrong’a göre muhtemelen bu rüyalar ve düşünceler Hz. Muhammed’in
Mekke’deki olumsuzluğu doğru bir şekilde teşhis etmesine yardımcı oluyordu. Bu aynı
zamanda Araplar’ın tehannus dediği ruhsal bir egzersizdi (Armstrong, 2005, s. 113). Hz.
peygamber her sene ramazan ayında bir ay Hira mağarasında itikâfa girerdi. Araplar buna
tehannüs derlerdi (İbn Hişam, 1936, I, s. 251).
İlk vahiyle ilgili olarak Armstrong, Hz. Muhammed’in 610 yılı Ramazan ayının 17. günü
böyle bir inziva esnasında ezici bir gücün varlığını hissederek uyandığını belirtmektedir
(Armstrong, 2008, s. 15-16). Ancak Ramazanın 17. günü ifadesi kaynaklarımıza uygun
değildir. Resûl-i Ekrem’e 40 yaşındayken Hira mağarasında, Ramazan’ın 27. gecesi meleğin
geldiği zikredilmektedir (İbn Sa’d, ty, I, s. 194; Belâzûrî, 1996, I, s. 115; Taberî 1987, II, s.
376-377).
Hz. Muhammed’e bir meleğin göründüğünü, meleğin “Oku!” diye kısa emir verdiğini
buna karşılık Yahudi peygamberlerin genellikle Tanrı kelamını söylemekten çekinmeleri gibi,
Hz. Muhammed’in de “Ben okuma bilmem” diyerek itiraz ettiğini açıklamaktadır. Devamında
Armstrong, bunun üzerine meleğin Hz. Peygamber’i çok büyük bir güçle sardığını ve Hz.
Muhammed’in bütün soluğunun kesildiğini, melek tarafından bu şekilde üç kere sıkıldıktan
sonra ağzından Kur’ân adıyla bilinecek olan yeni bir kitabın ilk sözlerinin döküldüğünü
belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 222). Kaynaklarımızda bu olay aynı şekilde ifade
edilmektedir (İbn Hişâm, 1936, I, 252-253).
Armstrong, Hz. Muhammed’in bu vahiy alma sürecinin akabinde korktuğunu ve
kendisinin insanların develeri kaybolduğunda başvurduğu bir kâhin’e dönüşmüş olabileceği
düşüncesiyle sarsıldığını ifade etmiştir (Armstrong, 2008, s. 222-223). Armstrong’a göre Hz.
Muhammed, kâhin ve ozanlara ilham veren ve yalnız avlanan bir cin tarafından saldırıya
uğradığını düşünmüş, hatta bu nedenle yaşama isteğini kaybedip kendisini dağdan aşağı atmak
istemiştir (Armstrong, 2007, s. 21; Armstrong, 2008, s. 223). Bu cin hikâyesi Delcambre ve
Marshall Hodgson’un eserlerinde de geçmektedir (Delcambre. 2004, s. 22; Hodgson, 1993, s.
94). Kur’ân-ı Kerîm de, Arapların bazılarının cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul
ettikleri ve cinlere taptıkları ( Sebe, 34/41), Allah ile cinler arasında akrabalık bağı olduğunu
ileri sürdükleri (Sâffât, 37/158), cinleri Allah’a ortak koştukları belirtilmektedir (En’am,
6/100). Kaynaklarımızda oryantalistlerin söylemlerine malzeme olacak bilgiler mevcuttur.
Şöyle ki, Hz. Muhammed’in endişe ve korkusunun, mâhiyetini bilmediği bir durumla
karşılaşmasından kaynaklandığı, bu nedenle bunun bir cinnet alâmeti, bir kehânet başlangıcı
olabileceği kaygısını taşıdığı belirtilmektedir (İbn Sa’d, ty, I, 195; Belâzûrî, 1996, I, 115).
Muhammed Hamidullah’a göre, halk tarafından bir yalancı, bir büyücü, bir meczup ya da
kâhinmiş gibi nitelendirilme korkusu doğaldı. Zira o dönemde bazı insanlarda görülen
bilinçlenmelere rağmen, ülkede hiç kimse, hatta en başta Allah’ın elçisi bile, ilâhi tebliğin ne
olduğunu bilmiyor, şeytanî bir aldatmaca ile rahmanî ilham arasında ince ayırım yapamıyordu
(Hamidullah, 2014, s. 82). Ancak şunu belirtmeliyiz ki; bazı müsteşriklerin cin hikâyesi ve
intihar düşüncesi üzerinde ısrar etmesinin nedeninin hem vahyi bulandırmak hem de Hz.
peygamber’i âciz göstermek amaçlı olduğunu düşünmekteyiz.
Hz. Muhammed’in iki yıl boyunca başka vahiyler de gelmesine rağmen bu deneyimden
eşi Hatice ve onun kuzeni Varaka bin Nevfel’den başka kimseye söz etmediğini iddia eden
Armstrong, o ikisinin vahiylerin Tanrı’dan geldiğine emin oldukları bilgisini de eklemektedir
(Armstrong, 2008, s. 16). Bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, Armstrong yukarıdaki ifadelerinde
zaman ve kişiler hakkında eksik bilgi vermiştir. Çünkü kaynaklarımızda İslâm’a davetin üç yıl
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 30
gizlice sürdüğü, bu dönemde önce eşi Hz. Hatice, sonra yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû
Tâlib, Zeyd b. Hârise, kızları Zeynep, Rukiyye ve Ümmü Gülsûm ile başka kişilerin de
Müslüman oldukları ile ilgili bilgiler mevcuttur (İbn Hişâm, 1936, I, s. 257-279; Mustafa
Fayda, 2005, XXX, s. 411).
Armstrong, Hz. Muhammed’in Mekke’de tebliğe başladığında, rolü konusunda çok
kapsamlı bir düşüncesi olmadığını, yeni evrensel bir dinin kurucusu olduğuna inanmadığını,
Kureyş’e eski tek Tanrı dinini getirdiğini düşündüğünü iddia etmektedir. Ona göre Hz.
Muhammed, başlangıçta öteki Arap aşiretlerine tebliğ edeceğini bile düşünmemiş, yalnızca
Mekke ve çevresindeki halka hitap edeceğini düşünmüştü (Armstrong, 2008, s. 227).
Armstrong’un yukarıdaki yargıya varmasının nedeni Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyettir:
“Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe
olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’ân vahyettik.
(İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir” (Şûra, 42/7).
Yukarıdaki ifadelerde Varaka b. Nevfel’e ve eski tek Tanrı inancına yapılan vurgunun
oryantalistler tarafından kasıtlı yapıldığı düşüncesindeyiz. Ekrem Ziya Ümerî’ye göre,
oryantalistler eserlerinde her şeyden önce Hz. Muhammed’in İslâmiyet’i, Yahudilik,
Hristiyanlık, hatta Sabiîlikten pek çok şey alarak oluşturduğunu iddia etmektedirler. İslâm’ın
tüm –genel kabul gören- güzelliklerinin, Yahudiliğin veya Hristiyanlığın bir esasına
dayandırılmaya çalışılması, başından beri uygulanan hatta günümüzdeki çağdaş oryantalistlerin
ifadelerinde de görülen bir usuldür. Bunlar eserlerinde Allah’ın birliği ve dini inançlar ile ilgili
konularda, Rahip Bahîra ve Varaka b. Nevfel’in etkisine işaret etmektedirler (Ümerî, 2003, s.
238).
Armstrong’a göre, Hz. Muhammed ilk başlarda küçük bir inanan grubu toplamış ve kısa
zaman içinde yetmiş kadar aile İslâm’a girmiştir. Başlangıçta Mekke’deki en güçlü kişiler
Müslümanlara aldırmamış, ama 616 yılına gelindiğinde babalarının dinine küfrettiğini ve
Peygamber olduğunu iddia eden bir şarlatan olduğunu düşündükleri Hz. Muhammed’e gittikçe
kızmaya başlamışlardı (Armstrong, 2008, s. 24-25).
Armstrong, Kur’ân’ın nuzûlü, derlenmesi ve toplanması hususunda önemli bilgiler
vermektedir. Ona göre, Hz. Muhammed 23 yıl boyunca Tanrıdan doğrudan mesajlar alan ve
bunları Kur’ân adı verilen kitapta toplayan biridir. Ona göre Kur’ân, Tevrat ya da Yasa’nın
Sina Dağında Hz. Musa’ya indiği gibi tek seferde inmemiştir. Kur’ân, Hz. Muhammed’e satır
satır, âyet âyet, bölüm bölüm inmiştir (Armstrong, 2005, s. 64). Her yeni bölüm indiğinde,
okur-yazar olmayan Hz. Muhammed, bunları yüksek sesle tekrarlamış ve Müslümanlar bunları
ezberlemiş ve okur-yazar olan bir azınlık da kaleme almıştır. Hz. Muhammed’in ölümünden
yirmi yıl kadar sonra vahiyler ilk kez resmi olarak bir araya getirilmiştir (Armstrong, 2008, s.
226). Bize göre Armstrong’un dile getirmiş olduğu bu ifadeler, Kur’ân-ı Kerîm’in orijinal bir
metin olduğunu kabul açısından son derece önemlidir.
Burada şunu belirtmeliyiz ki, âyetlerin nuzûlü konusunda Armstrong’un yukarıda
vurguladığı konu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilmektedir: “İnkar edenler, Kur’ân-ı Kerîm
ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? Dediler. Biz onu senin kalbine iyice
yerleştirmek için parça parça indirdik ve onu tane tane okuduk” (Furkan, 25/32). Ayrıca o
dönemde Kur'ân-ı Kerîm’in iki kapak arasına alınmamasının sebebi, Hz. Peygamber’in hayatta
olması nedeniyle vahyin ne zaman kesileceğinin bilinmemesidir. Resûlullah’ın vefatından
sonra Yemâme savaşı ile diğer bazı savaşlarda hâfız sahâbilerin şehit olması Hz. Ömer’i
telaşlandırmış ve Kurân’ın toplanması (cem’) fikrini Hz. Ebu Bekir’e açarak onu razı etmiştir.
Hz. Ebubekir, Zeyd b. Sabit’i görevlendirerek bu işi tamamlatmıştır.(Birışık, 2002, XXVI, s.
385).
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 31
2.2.2 Garânîk Hadisesi
Armstrong’a göre, şeytan âyetleri öyküsü ne Kur’ân’da ne de herhangi eski sözlü veya
yazılı kaynakta yer almaktadır. Hz. Peygamber’in en yetkin biyografisi olan İbn İshâk’ın
Sîreti’nde de yoktur. Ancak onuncu yüzyıl tarihçisi Ebû Câfer et-Taberî’nin (ö. 923) eserinde
sözü edilir (Armstrong, 2008, s. 236). Garânîk hadisesinden sadece Taberî’nin eserinde değil
(Taberî, 1987, II, 420-424), İbn Sa’d’ın eserinde de bahsedilmektedir (İbn Sa’d, ty, I, s. 205-
206).
Bazı İslâm tarihi kaynaklarında yer alan ve ‘Garânîk Kıssası’ diye bilinen bu habere göre
Hz. Peygamber Kâbe’nin yanında Necm Sûresi’ni okurken, “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı?
Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı”(Necm, 19-20) âyetlerini okuduktan sonra, “Bunlar yüksek
kuğulardır, onların şefaatleri umulur” sözlerini şeytanın telkiniyle söylemiş. Secde ayetine
gelince secdeye gitmiş, bütün kâfirler de secde etmişlerdir. Müşrikler, putların Hz. Peygamber
tarafından övülmesine sevinmişlerdir. Akşam olunca Cebrâîl gelerek Hz. Peygamber’e “Allah
tarafından vahy edilmeyen sözleri söylediğini” bildirmiş, Hz. Peygamber buna çok üzülmüş ve
şeytanın söylediği sözleri iptal etmiştir (İbn Sa’d, ty, I, s. 205-206; Taberî, 1987, II, s. 420-
424). Ahmed Hamdi Aksekili, İslâm dininin hasımları olan ve kalın bir taassup perdesiyle göz
ve basîretleri örtülmüş olan ecnebîlerin, Müslümanlığı tenkit ederken daima vahyi ve tebliğ
görevini bulandırmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Ayrıca Müslümanlar arasında da muhakeme
ihtiyacı hissetmeksizin nakilleri hemen alanların ve eserlerine yazanların bulunduğunu ifade
etmiştir. Garânîk hikâyesinin rivâyet ve dirâyet açısından tenkîde uğradığını, naklen ve aklen
reddedildiğini vurgulamıştır (Aksekili, 1992, s. 125-128). İsmail Cerrahoğlu, bu konuda gelen
haberlerin lafızlarındaki ihtilaflar, rivayetlerindeki zayıflıklar ve senedlerindeki kopukluklar
nedeniyle araştırmacıların, Kur’ân, sünnet ve aklî delillere dayanarak hikâyenin bâtıl ve
merdûd olduğuna hükmettiklerini beyan etmiştir (Cerrahoğlu, 1981, s. 69-71; Cerrahoğlu,
1996, s. 361-366; Şimşek, 1993, s. 149-153).
Armstrong’un ifadesine göre, Garânîk olayı gerçek olsa bile, Hz. Muhammed bu olayda
çok tanrıcılıkla herhangi bir uzlaşma yapmış değildir. Şeytan’ın rolünden bahsetmekle de
Kur’ân’ın şeytan tarafından herhangi bir zamanda bulandırıldığı anlamını çıkarmak doğru
değildir (Armstrong, 2008, s. 237). Bu ifadelerle Armstrong, Garânîk Kıssası’nın bir anlamda
uydurma olduğunu teyit etmiştir.
2.2.3 Boykot
Armstrong’a göre, yaklaşık iki yıl süren boykot esnasında yaşanan yiyecek kıtlığı,
muhtemelen Hz. Muhammed’in sevgili eşi Hz. Hatice’nin ölümünün en önemli nedeniydi.
(Armstrong, 2008, s. 25-26; Armstrong, 2008, s. 244). Kaynaklarımızda ise boykotun üç yıl
sürdüğü (616-619) ifade edilmektedir (Belâzûrî, 1996, I, s. 270-271; Sarıçam, 2005, s. 106).
Ayrıca kaynaklarımızda boykotun sona ermesinden sonra, Hz. Peygamber’i koruyan ve seven
amcası Ebû Tâlib ve Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hatice’nin kısa süre arayla vefat ettikleri5 ifade
edilmiştir. Ebû Tâlib boykotun kalkmasından sekiz ay yirmi gün sonra, Hz. Hatice de ondan
kısa bir süre sonra, bi’setin 10. yılında, 10 Ramazan/ 19 Nisan 620’de vefat etmişlerdir. (İbn
Hişâm, 1936, II, s. 57; Belâzûrî, 1996, I, 273; İbn Kesîr, 1992, II, s. 120; M. Yaşar
Kandemir, 1997, XVI, s. 466; Sarıçam, 2005, s. 107). Dolayısıyla şunu diyebiliriz ki, Hz.
Hatice’nin boykottan sekiz ay sonra vefat etmesi nedeniyle Armstrong’un onun açlıktan ölmüş
olabileceği yargısı zorlama bir yorum olarak gözükmekle birlikte üç yıl boyunca aç kalmanın
Hz. Hatice’ye zarar verdiği gerçeği de göz ardı edilmemelidir.
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 32
3. MEDİNE DÖNEMİ
3.1 Medine’ye Hicret
Armstrong’a göre, Akabe Biatları’nda Medine’den söz alan Hz. Muhammed, kendisine
inananları, amacı sadece coğrafi değişiklik olmayan Mekke’den Medine’ye hicret etmeye
hazırlamıştı. Mekke’deki Müslümanlar Kureyşliler’i geride bırakacak ve kendileriyle hiçbir
kan bağı bulunmayan yabancı bir kabilenin sürekli koruması altına gireceklerdi. Daha önce
benzeri görülmemiş olan bu durum, Araplar için en az kendi putperest tanrıçalarının
aşağılanması kadar hakaret anlamı taşımaktaydı (Armstrong, 2005, s. 216).
Armstrong’a göre hicret, Hz. Muhammed’in Kur’ân idealini tam olarak uygulamaya
başlayabildiği ve İslâm’ın tarihte önemli bir unsur haline geldiği Müslüman çağının
başlangıcını işaret etmektedir. Dolayısıyla hicret sadece adres değişikliği değildir. Aynı
zamanda bir lider olarak Hz. Muhammed, birbirleriyle kan bağı olmayan insanları ortak bir
ideoloji etrafında bir araya getirerek Arap toplumunda son derece çarpıcı bir yenilik ortaya
koymuştur. Hicretten sonra Medine’de ise Müslümanlar, müşrikler ve Museviler tek bir
topluma dâhil edilmişlerdir. Bunlar birbirlerine saldırmayacaklarına hatta birbirlerini
koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Bu sıra dışı yeni ‘süper kabile’ haberi yayılınca, o
dönemde kimse hareketin uzun ömürlü olacağına inanmamıştı. Ama hicretten on yıl sonra
-632’de Hz. Muhammed ölmeden önce- bunun bütün Arabistan’ı birleştirebilecek bir başlangıç
olduğu anlaşılmıştı (Armstrong, 2008, s. 27). Hz. Peygamber’in Muhacirler ile Ensâr
arasında kardeşlik tesis etmesi ve Yahudilerle saldırmazlık antlaşması yapması ile ilgili
bakınız (İbn Hişâm, 1936, II, s. 151-152; İbn Kesîr, 1992, III, s. 222-224).
3.2 Seriyyeler
Yine onun ifadelerine göre, Hz Muhammed ve Mekke’den göç eden Müslümanların
çoğu tüccar ve iş adamı oldukları için Medine’de para kazanmak hususunda zorluk
çekmişlerdir. Ensar olarak bilinen Medineliler onlara sürekli yemek veremedikleri için de
göçebeler, o dönemde Arabistan’da bir tür ulusal spor olarak kabul gören akıncılığı meslek
edinmişlerdir. Aynı zamanda bu spor, ekilecek yeterince alan olmayan bir yerde kaynakların
yeniden dağıtılmasını sağlamak için de kabaca bir yol kabul edilmektedir. Kureyşliler’in
ellerinde zulüm görmüş ve evlerinden uzaklaşmaya zorlanmış olan muhacirler zengin Mekke
kervanlarına saldırmaya ve gelir elde etmeye başlamışlardır. Ancak kişinin kendi kabilesine
saldırması önceden benzeri görülmemiş bir değişikliktir (Armstrong, 2008, s. 32-33).
Armstrong eserlerinde, seriyyeleri ve gazveleri yağmacılık olarak nitelemektedir. Hatta
daha ileri giderek Hz. Ömer’in fetihlerinin tamamen pragmatik olduğunu ve o fetihlere
katılanların sadece kazanç istediklerini belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 45). Armstrong’un
bu ifadelerinin temelini Montgomery Watt’ta görmekteyiz. Watt’a göre, hicretten sonra Hz.
Muhammed’in ashabından bir kısmı ‘yağmacılık’ denen bir işle meşgül olmaya başlamışlardır.
Belki de bu, Kur’ân-ı Kerîm’de ‘Allah yolunda savaşmak’ veya ‘Allah yolunda cihâd etmek’
diye zikredilen bir mücadeleye diğerlerini teşvik etmek içindir. Ayrıca Watt; cihadın
bedevilerin yağmacılığı yüzünden çıkması nedeniyle iştirakçilerin çoğunun dinî bir maksattan
ziyade maddî gayelerle hareket ettiklerini belirtmiştir (Watt, 2000, s. 23).
Yukarıdaki ifadeler Armstrong’un bu konudaki fikri temelleri hususunda açık bir bilgi
vermektedir. Seriyye, gazve ve fetihlerin çıkar amaçlı olduğunu düşünmek İslam’ın cihad ve
fetih anlayışına aykırıdır. Armstrong’da, Kur’ân-ı Kerîm’in asla savaşı kutsal saymadığını,
öldürmeyi, saldırganlığı ve talancılığı lanetlediğini belirtmesine (Armstrong, 2008, s. 46)
rağmen yine de yağmacılıktan ve çıkarcılıktan bahsetmesi içinde bulunduğu ikilemi gözler
önüne sermektedir.
Başka bir oryantalist olan Marshall Hodgson ise, Müslümanların baskına çıkmasının
normal Arap baskınlarından ayıran iki önemli sebebi olduğunu belirtmektedir. 1). Bu gazveler,
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 33
mutlaka gerekli olmasa da, Hz. Muhammed’in kendi adamlarının Medine’de bağımsız bir
iktisadî konuma erişmeleri için önemli bir araçtı. Bu iktisadî bağımsızlık gerçekleşmezse,
Medine’deki yeni cemaatin hayat ve cemiyet düzeni yapmacık kalacaktı. 2). Baskınlar belki
ilahi gazap taşıyan fiillerle, hatta bizâtihi Kur’ân-ı Kerîm’de emredilen bir mücâhedenin
tezahür ediyor olacağı fiillerle Kureyşliler’in kibrini kırmaya yönelikti. Hz. Muhammed,
ticaretlerini tahrip etmek ve onları İslâm’la beklediklerinden daha fazla bir şey olarak
karşılaştırmak istemiş olmalıdır (Hodgson, 1993, s. 115).
Muhammed Hamidullah, Müslümanların hicretten sonra Mekke’de yağmalanan
mallarına karşılık Kureyşliler’e ekonomik baskı uyguladıklarını, kervanların, kontrol ve etkileri
altındaki topraklardan geçişlerini yasaklayarak misillemede bulunduklarını ifade etmektedir.
Ayrıca Kureyş kervanlarına yapılan saldırıların basit bir çapulculuk şeklinde
değerlendirilmemesi gerektiğini, ne Kureyşliler’in masum, ne de saldırganların çapulcu çetesi
olduğunu vurgulamıştır (Hamidullah, 2012, s. 38). Hamidullah başka bir eserinde, Hz.
Peygamberin Medine’ye gelişinden yaklaşık bir yıl sonra ilk Müslüman askerî birliğini
göndererek, onlara “artık Kureyş kervanlarının İslâmî nufûz bölgelerinden geçemeyeceklerini”
bildirdiğini ifade etmiştir. Ona göre, burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu ve daha sonraki
seferlerde (seriyyelerde) Müslümanlar sadece –o sıralarda savaş halinde oldukları- Mekkeli
kervanlara saldırı düzenlemişler, ülkedeki diğer gayri-müslim topluluklara ilişmemişlerdir.
Yani ortada basit yağmalama ve çete faaliyetlerinden farklı olarak, tam bir savaş hukuku söz
konusu idi. (Hamidullah, 2014, s. 186-187; Mahmudov, 2010, s. 47-61 ).
3.3 Kıble Değişikliği
Armstrong’a göre, Ocak 624’te Hz. Muhammed en yaratıcı hareketlerinden birini
yaptı. Namaz sırasında, cemaate Kudüs yerine Mekke’deki Kâbe’ye doğru ibadet etmelerini
söyledi. Armstrong’a göre, kıblenin bu şekilde değişmesi bir bağımsızlık işaretiydi. Kudüs
yerine Hristiyanlık ve Mûsevilik ile hiçbir ilgisi olmayan Kâbe’ye dönülmesi İncil ve
Tevrat’tan çok önce yaşamış olan Hz İbrahim’in gerçek tektanrıcı dinine döndüklerini
gösteriyordu (Armstrong, 2008, s. 31-32). Armstrong, ilk zamanlar Müslümanların Kâbe ile
sembolize edilen putperest dine sırtlarını döndüklerini ve bu olaydan sonra takip etmeye kararlı
oldukları monoteist geleneğe doğru uzandıklarını, Müslümanların namaza duruşunun, onların
köklü tutum ve davranışlarını değiştirmek için tasarlandığını ifade etmiştir (Armstrong, 2005,
IX, s. 6221).
3.4 Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları
Armstrong’a göre, 13 Mart 624’te (h. 2/Ramazan 17) Hz. Muhammed, büyük bir
Mekke kervanının yolunu kesmek için muhacirlerden oluşan ekibiyle birlikte sahil şeridine
hareket etmişti. Bu cüretkârlığı duyduklarında, Kureyşliler kervanı savunmak için bir ordu
gönderdiler, ama Müslümanlar Bedir kuyusunun başında Mekkelilere karşı şaşırtıcı bir zafer
kazandılar (Armstrong, 2008, s. 33).
Yine Armstrong’a göre, Ebû Süfyan Bedir Savaşı’ndan sonra Medine’deki
Müslümanlara karşı iki büyük saldırı gerçekleştirmişti. Amacı, sadece Müslümanları savaşta
yenmek değil, onları tamamen ortadan kaldırmaktı. Dolayısıyla ilk Müslüman toplumu
tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 625 yılında (h. 3/Şevval 7), Mekkeliler Uhud
Savaşı’nda Müslümanları ağır bir yenilgiye uğrattılar (Armstrong, 2008, s. 34). Uhud
Savaşı’nda Müslümanların içine düştüğü durumun yenilgi olarak değerlendirilmemesi gerekir.
Müslümanlar yetmiş şehit vermelerine rağmen düşmana teslim olmamışlar, savaşmaktan
yılmamışlar ve toprak da kaybetmemişlerdir. Daha da önemlisi düşman ordusu
Müslümanlardan esir ve ganimet elde edememiştir. Hatta Medine’ye saldırmaya bile cesaret
edemeyip Mekke’ye dönmüşlerdir (Sarıçam, 2005, s. 177). Bu savaşta Müslümanların
yenilmediğini ve büyük yara almadığını ispat eden de bir gün sonra Hz. Peygamber ve
ordusunun Mekke’ye dönen müşrikleri takip etmesi ve onlara gözdağı vermesidir. Tarihte bu
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 34
hâdiseye Hamrâülesed gazvesi denmektedir (Hişam, 1995, III, s. 92-93; Fayda, 2005, XXX, s.
417).
Marshall Hodgson, Uhud savaşında Hz. Muhammed’in belli siperleri korumakla
görevli adamlarının, onun emirlerinin aksine ganimet toplamaya katılmak için bulundukları
siperleri terk etmeleri nedeniyle, savaşın bir yenilgiye dönüştüğünü, ama Hz. Muhammed’in
yaralanmasına rağmen yerini terk etmeyerek geri çekilmek için bir yer oluşturduğunu ifade
etmektedir. Kureyşliler’in kendilerini Medinelilerin istihkamlarına saldıracak kadar güçlü
hissetmeyerek, biraz prestij kazanmış olarak, ama Hz. Muhammed’e boyun eğdiremeden
döndüklerini vurgulamaktadır (Hodgson, 1993, s. 130).
Armstrong’a göre, iki yıl sonra (Zilkade 5/Nisan 627) Medine’de yapılan savaşta
Müslümanlar onları ilginç bir sürprizle karşılamıştı. Hz. Muhammed, Medine’yi korumak için
şehrin etrafına çok derin ve geniş bir hendek kazdırmıştı. Savaşları hâlâ bir süvari oyunu gibi
gören Kureyşliler, böyle bir stratejiyle atlarının etkisiz kaldığını görünce ne yapacaklarını
şaşırmışlardı. Yine ona göre, Hz. Muhammed’in onbin Mekkeli’ye karşı üç bin Müslüman ile
karşı durduğu bu savaşta kimsenin burnu kanamamıştı (Armstrong, 2008, s. 34).
Kaynaklarımıza göre bu savaş esnasında altı Müslüman şehit düşmüş, müşriklerden de üç kişi
ölmüştür (İbn Hişâm, 1936, III, s. 264; Vâkidî, 2004, I, s. 421-422).
Armstrong’a göre, dönüm noktası olan Hendek savaşından sonra göçebe kabileler, Hz.
Muhammed’in yükselişini kabul etmişler, uğrunda savaştıkları tanrıların etkisiz olduklarına ve
Kureyş tahakkümünün geride kaldığına inanmışlardı. Bu nedenle birçok kabile Müslüman
toplumla ittifak kurmak istememişti. Ölümcül tehlikelerle dolu beş yıldan sonra Hz.
Muhammed artık Müslüman toplumun hayatta kalacağına inanabilirdi (Armstrong, 2008, s. 34-
35).
3.5 Kaynuka, Nadir ve Kureyza Kabileleri
Medine’de olan üç Yahudi kabilesi, Kaynukâ, Nadr ve Kureyzâ, Hz. Muhammed’i yok
etmek için Mekke ile ayrı ayrı ittifak kurmuşlardı (Armstrong, 2008, s. 35) İkamet yerleri bir
kuşatma anında kolaylıkla Mekke ordusuna katılabilme ve ümmete içeriden saldırabilme
imkânı verdiği için gizli bir tehlike oluşturmaktaydılar. 625 yılında Benî Kaynukâ, Hz.
Peygamberle aralarında olan ittifakı bozunca Arap geleneklerine uygun olarak Medine’den
sürülmüşlerdir (Armstrong, 2005, IX, s. 6225).
Hz. Muhammed, kendileriyle özel bir anlaşma yaparak güvence verdiği Nadîr
kabilesinin de kendisini öldürtmek için komplo kurduğunu öğrenince, onlar da Medine’den
sürüldüler ve yakınlardaki Yahudi yerleşim merkezine göç ederek, kuzey Arap kabileleri
arasında Ebû Süfyan için destek toplamaya başladılar. Böylece Nadir kabilesi, Medine dışında
da tehlikeli olduğunu kanıtlamıştı (Armstrong, 2008, s. 35).
Hendek Savaşı’nda Kureyzâ kabilesinin Mekke’nin tarafını tutması ve Müslümanların
yenilgiye uğrayacak gibi görünmesinden sonra Hz. Muhammed’in Kureyzâ’ya merhamet
göstermediğini zikreden Armstrong, bu olay sonucunda bu kabileden yedi yüz erkeğin
öldürüldüğünü ve çocuklarla kadınların köle olarak satıldığını belirtmiştir (Armstrong, 2008, s.
35). Kaynaklarımıza uygun olan bu ifadelerle ilgili geniş bilgi için bakınız (İbn Hişâm, 1936,
III, s. 251-253; Taberî, 1987, III, s. 179-181; Fayda, 2005, XXX, s. 417). Resûlullah
Kaynukâoğulları ve Nadîroğullarına gösterdiği af ve hoşgörüyü – yani yurtlarından
ayrılmalarına izin vermesi- Kureyzâoğullarına göstermemiştir. Çünkü onlar Müslümanlara
savaşın tam ortasında ihanet ederek çok zor anlar yaşatmışlardır. İki ateş arasında kalan
Müslümanlar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bundan dolayı
Kureyzâoğullarına en ağır ceza verilmiştir. Bu gazvedeki önemli nokta, kararın Sa’d b. Muâz
tarafından Kur’ân-ı Kerîm’e göre değil, Tevrat’a göre verilmesidir (Arslan, 2014, s. 228-229;
Tesniye, 20: 10-15).
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 35
Armstrong, Kureyzâ katliamının korkunç bir olay olduğunu, ama o günkü ilkel toplum
kurallarını günümüzün standartlarıyla değerlendirmenin yanlış olacağını beyan etmiştir. Ona
göre Hz. Muhammed’in Kureyzâ’yı sürgün etmekle yetinmemesinin nedeni, onların
Hayber’deki Yahudi kuvvetlerine katılıp Müslüman toplum üzerine yeni bir savaş getirme
ihtimali olarak değerlendirmiştir. Yedinci yüzyılda Arabistan’da, bir Arap şefin Kureyzâ gibi
hainlere merhamet göstermesinin beklenmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca Armstrong,
Hz. Muhammed’in Kureyzâ’ya karşı verdiği kararların, düşmanlıkları olabilecek en çabuk
şekilde sona erdirme amacını taşıdığını ve onun, yarımadada sağlamaya çalıştığı değişikliğin
kan dökmeden başarılamayacağını da vurgulamıştır (Armstrong, 2008, s. 35-36).
Marshall Hodgson’a göre, birçok eski halklar arasında olduğu gibi Arap geleneklerine
göre de düşman esir alınınca, kadınlar ve çocuklar köleleştirilir, ama yetişkin erkekler
kendilerine köle olarak güvenilmeyeceğinden ya öldürülür ya da fidye için tutulurlardı. Hz.
Muhammed’in bu defa fidyeye izin vermediğini ve sayıları 600 kadar olan erkeklerin tümünün
öldürülmesine ısrar ettiğini iddia etmektedir (Hodgson, 1993, s. 131). Başka bir oryantalist
olan Maxim Rodinson, Kureyzâ’nın Medine’de kalmasının sürekli tehlike arz ettiğini, onların
Medine’den gitmelerine izin vermenin ise, Hayber’deki İslâm karşıtı entrika yuvasını
güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağını belirterek yukarıdaki ifadeleri bir anlamda teyid
etmiştir (Rodinson, 1994, s. 165).
İhsan Arslan’a göre, Medine’de bulunan üç Yahudi kabilesinin cezalandırılma
sebepleri şunlardır: “Hz. Peygamber ve Müslümanlarla alay etmeleri, İslâm devletini ve
davetini tehdit etmeleri, Hz. Peygamber’i ve otoritesini itibarsızlaştırmaya çalışmaları, iç ve
dış güçlerle işbirliği yaparak onları İslâm aleyhinde kışkırtmaları, iç huzuru bozarak ülkenin
birlik ve beraberliğini zedelemeleri, Müslüman hanımlara sarkıntılık etmeleri, devlet
başkanına suikast girişiminde bulunmaları, yaptıkları anlaşmayı bozmaları, vatana ihanet
etmeleri suretiyle İslâm toplumunun geleceğini tehlikeye atmalarıdır” (Arslan, 2014, s. 229).
3.6 Hudeybiye Seferi
Armstrong’a göre, Hendek Savaşı’ndan sonra Hz. Muhammed Mekkelileri yenilgiye
uğratmış, Medine’de isyancıları bastırmıştı. Artık daha barışçıl bir yöntem izleme zamanının
geldiğini düşünmekteydi. Bu nedenle o, Zilkade 6/Mart 628’de, çatışmayı sonuca ulaştıran
cüretkâr bir planı uygulamaya koyarak Mekke’ye hacca gideceğini ilan etmiş ve gönüllülerden
kendisine eşlik etmelerini istemişti. Hacıların silah taşıması yasak olduğundan, Müslümanlar
aslanın inine girecek ve kendilerini öfkeli Kureyşliler’in merhametine bırakacaklardı. Bu
amaçla bin kadar Müslüman beyaz hac kıyafetlerini giyerek Mekke’ye doğru yola
koyulmuşlardı. Kureyşliler, silahsız hacıları şiddetin yasak olduğu bölgeye ulaşmadan önce
saldırmak için hareket etmişlerdi, ama Hz. Peygamber onları yanıltmış ve Hudeybiye’de kamp
kurmuştu. Kureyşliler bu barışçıl gösteri sayesinde Müslümanlar ile bir anlaşma yapmak
zorunda kalmışlardı (Armstrong, 2008, s. 37). Hudeybiye öncesi Mekke’ye umre amaçlı yola
çıkılması, katılanların sayısı ve üzerlerindeki silahlarla ilgili olarak bakınız (İbn Hişâm, 1936,
III, 321-322; İbn Sa’d, ty, II, s. 95).
Hudeybiye barış antlaşması iki taraf için de istenmeyen bir gelişmeydi. Müslümanların
çoğu eyleme geçmek istemekte ve anlaşmanın utanç verici olduğunu düşünmekteydi. Hz.
Muhammed ise zaferi barışçıl yöntemlerle kazanmaya kararlıydı. Hudeybiye antlaşması
sonrası daha fazla bedevî etkilendi ve İslâm inancına girmek güçlü bir eğilim haline geldi
(Armstrong, 2008, s. 37). Başka bir oryantalist olan Marshall Hodgson, Hudeybiye’de yapılan
antlaşma gereği Kureyşliler’in, bedevî müttefiklerine kendilerini terk etme izni vermek
zorunda kaldıklarını ve bunun sonucunda Kureyşle önceden ittifak kurmuş bazı kabilelerin
anlaşmalarını bozup hemen Hz. Muhammed’in saflarına katıldığını ifade etmektedir (Hodgson,
1993, s. 134). Delcambre ise, Hudeybiye’nin sahâbeler için gerçek bir hayal kırıklığı olduğunu,
fakat önderleri Hz. Muhammed’in bu anlaşmada olumlu sonuçlar gördüğünü, çünkü
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 36
Mekkelilerle Müslümanların ilk kez eşit şartlarda barış masasına oturduğunu belirtmiştir
(Delcambre, 2004, s. 96).
3.7 Mekke’nin Fethi
Armstrong, Kureyşliler’in Hz. Muhammed’in müttefiklerinden bir kabileye saldırıp
Hudeybiye antlaşmasını çiğnediklerini, bu nedenle Hz. Muhammed’in onbin kişilik bir orduyla
Mekke’ye yürüdüğünü belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 38). Kaynaklarımızda,
Müslümanlarla ittifak halinde olan Huzaa kabilesi ile Kureyşle ittifakı olan Benû Bekr kabilesi
arasında bir savaş çıktığı, Kureyşliler’in Hudeybiye Antlaşması’na aykırı davranarak Benû
Bekr’e silah yardımı yaptığı ve onlarla beraber gece savaştığı belirtilmektedir (İbn Hişâm,
1936, IV, s. 31-32).
Bu ezici güç ve taşıdığı anlam karşısında ezilen Kureyşliler’in, şehir kapılarını
açtıklarını ve kan dökülmeden Mekke’nin fethedildiğini ifade eden Armstrong, Hz.
Muhammed’in Kâbe’nin içindeki ve etrafındaki putları kırıp Kâbe’yi Allah’a adadığını,
belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 38). Yukarıda geçen ‘kan dökülmeden’ ifadesi
kaynaklarımızla örtüşmemektedir. Mekke’nin fethi esnasında Resûl-i Ekrem kumandanlarına
mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralıları ve esirleri
öldürmemelerini bildirmiştir. Buna rağmen harekâtın sonunda direniş gösteren 12 veya 13
müşrik öldürülmüş, iki veya üç Müslüman da şehit olmuştur (İbn Hişâm, 1936, IV, s. 50;
Fayda, 2005, XXX, s. 419). Vâkıdî, Mekke’nin fethi esnasında ondört müşriğin öldürüldüğünü,
iki Müslüman’ın da şehit olduğunu belirtmektedir (Vâkidî, 2004, I, s. 293). Mekke’ye girişte
Sa’d b. Ubâde’nin: “Bugün ölüm günüdür. Kutsalın ihlal edildiği bir gün ve Allah’ın Kureyş’i
alçalttığı bir gündür” demesi üzerine Hz. Peygamber’in kendisini görevden alıp yerine oğlu
Kays b. Sa’d’ı tayin etmesi, onun kan dökmek istemediğini, kansız bir şekilde sulh yoluyla
şehre girmek istediğini göstermektedir. Ayrıca Resûlullah’ın bu hareketi düşmanları olsa dahi
insana ne kadar değer verdiğini ortaya koymaktadır. Allah Resûlü fetih günü geniş bir hoşgörü
örneği göstererek, kendisine her türlü eziyet ve işkenceyi yapıp sonunda kendisini doğup
büyüdüğü şehirden kovan insanları bir çırpıda affetmiştir. Acaba dünya tarihi, halkı tarafından
kovulup daha sonra oraya muzaffer olarak giren bir kumandanın, Hz. Peygamber’in gösterdiği
bu âlicenaplığı göstermesine tanık olabilmiş midir? (Arslan, 2014, s. 109-110) diyerek
Resûlullah’ın hoşgörüsünün sınırlarını vermeye çalışmıştır.
3.8 Vefâtı ve Sonrası
Armstrong, olağanüstü zekâ sahibi olan Hz. Muhammed’in ölümüne kadar Arabistan’ın
neredeyse bütün aşiretlerini yeni bir ümmet çatısı altında topladığını, Araplara kendi
geleneklerine uyan özgün bir mâneviyat getirdiğini ve kendisinden sonraki yüzyıl içinde
Himaliyalardan Pireneler’e kadar kurulacak bir İmparatorluğun güç kaynaklarını harekete
geçirdiğini ifade etmiştir (Armstrong, 2008, s. 219).
Armstrong’a göre, Hz. Muhammed 8 Haziran 632’de (13 Rebîülevvel) sevgili eşi
Âişe’nin kollarında vefat ettiğinde, Arabistan’daki kabilelerin neredeyse hepsi Arap
konfederasyonuna katılmış veya İslâm’a girmişti. Hz. Muhammed’in yaşamı ve başarıları,
Müslümanların ruhsal, politik ve ahlakî vizyonlarını sonsuza kadar etkileyecekti. Hz.
Muhammed ümmetine ilahi güce mükemmel teslimiyet konusunda ideal örnek olmuştu ve
Müslümanlar, ruhsal ve sosyal yaşamlarında bu standartlara ulaşmaya çalışacaklardı. O’na
göre, Hz. Muhammed asla ilahi bir varlık olarak görülmemiştir, ama ‘Mükemmel İnsan’ olarak
kabul edilmiştir. Allah’a teslimiyeti öylesine tamdır ki, bu teslimiyet onun Arap dünyasını
sonsuza kadar değiştirmesini ve Arapların uyum içinde yaşamasını sağlamıştır (Armstrong,
2008, s. 38-39).
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 37
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Batı dünyası yüzyıllardır mücadele verdiği İslam dünyası ile hem savaş meydanlarında
hem de fikrî alanda mücadele içinde bulunmuştur. Haçlı Seferleriyle İslam beldelerini ele
geçirmeye çalışan Batılılar, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber üzerinden İslam
dinini yıpratmaya ve kendi dinlerinin üstün olduğu imajını vermeye çalışmışlardır. Bu
seferlerin askeri ve siyasi yönden başarısızlığa uğramasından bu yana özellikle Hz.
Peygamber’e yönelik fikri saldırılar artarak devam etmiş, böylece onun üzerinden İslam ve
Müslümanlar karalanmaya çalışılmıştır. Yakın zamanda Fransa’da yaşanan karikatür krizi
bunun en somut örneğidir. Bu bağnaz yaklaşımlara rağmen yirminci yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Hz Peygamberle ilgili ifadelerin daha yumuşadığını ve ılımlı hale geldiğini
söyleyebiliriz. Son yıllarda ise bazı müsteşrikler daha ılımlı ve İslam Tarihi kaynaklarına
uygun eserler vermeye başlamışlardır. İşte bu oryantalistlerden biri de Karen Armstrong’tur.
Armstrong, Batılı bir yazar olmasına rağmen Hz. Peygamber’in hayatına ilgi duymuş,
onu objektif bir bakış açısıyla ele almaya çalışmış ve gerektiği yerlerde Batı zihniyetini onun
hakkındaki mesnetsiz ve insafsız fikirleri nedeniyle eleştirmiştir. Armstrong, Hz.
Muhammed’in beşerî yönünden ve barışçı yapısından oldukça etkilenmiştir. Onun Mekke gibi
kavgacı ve karışık bir şehirde ortaya çıkarak -zorunlu yaptığı savaşlar dışında- o toplumu, barış
politikası uygulayarak dize getirdiğini belirtmeye çalışmıştır.
Batılıların aynı gezegeni paylaştıkları Müslümanları anlamayı, onların inançlarına,
ihtiyaçlarına, öfkelerine ve amaçlarına saygı duymayı öğrenmeleri gerektiğini ifade etmiştir.
Bunun özgün dehası ve bilgeliğiyle karanlık ve korkutucu zamanları aydınlatabilecek Hz.
Muhammed’in hayatını anlamaktan geçtiğini belirtmiştir. Ortaçağ boyunca İslam’ı bir hedef
olarak gören Batının, barbar kabilelerin tehdidi altında kültürel bir lağım halinde olduğunu,
ama İslam’ın müthiş bir dünya gücü olarak varlığını sürdürdüğünü vurgulamıştır. Batı’da temel
eleştiri konularından biri olan Hz. Peygamber’in evliliklerine olumlu yaklaşmış ve Mekke gibi
çokeşliliğin yaygın olduğu bir toplumda Hz. Muhammed’in sadece Hz. Hatice ile evli kaldığını
vurgulamıştır. Medine’deki diğer evliliklerinin de politik olduğunu, şehvetinden dolayı harem
kurmak gibi bir düşüncesi olmadığını ifade etmiştir. Günümüzde Batı’da bu konuda bazı kişiler
ve gruplarca yapılmaya çalışılan Hz. Peygamber’e iftira ve karalama çalışmalarına en güzel
cevabı bu ifadeleriyle vermiştir.
Armstrong, Hz. Peygamber’in Cebrâil vasıtasıyla vahye muhatap olduğunu ve Allah’ın
Araplar’a kendi dillerinde bir kitap ile kendilerinden olan birini uyarıcı gönderdiğini ifade
etmiştir. Ancak Arapların aşırı putperestliklerinden dolayı Hz. Peygamber’e ve ilk inananlarına
sert karşılık verdiklerini beyan etmiştir. Garânîk olayı hususunda, bu olayın varlığı gerçek olsa
bile, Kur’ân’ın herhangi bir anda şeytan tarafından bulandırıldığını düşünmenin doğru
olmadığını ifade ederek bir anlamda bu olayı reddetmiştir. Hicretle ili olarak ise, Hicretin
sadece bir adres değişikliği değil, Hz. Muhammed’in Kur’ân idealini tam olarak
gerçekleştirebilmesi için bir dönüm noktası olduğunu vurgulamıştır. Ancak Hicret edenlerin
geçimlerini sağlamak için akıncılık adı verilen bir meslek geliştirerek kendi kabilelerinin
kervanlarına saldırdıklarını ve onları yağmaladıklarını iddia etmiştir. Yani seriyye ve gazveleri
“yağmacılık” olarak nitelendirmiştir.
Armstrong, Batı’da Hz. Muhammed’in zorla İslam’ı kabul ettirmeye çalışan bir savaş
önderi olarak tanıtıldığını, oysa gerçeğin farklı olduğunu, onun yaşamı için savaştığını ve
kimseyi dinini değiştirmeye zorlamadığını vurgulamıştır. Ayrıca, Bedir, Uhud ve Hendek
savaşlarından sonra Kureyş tahakkümünün geride kaldığına inanan çevre kabilelerin Hz.
Muhammed’in üstünlüğünü kabul ettiklerini belirtmiş ve ölümcül tehlikelerle dolu bu beş
yıldan sonra Müslüman toplumun hayatta kalma ümidinin arttığını ifade etmiştir. Medine’de
meskûn bulanan üç Yahudi kabilesinin ikâmet yerlerinin bir kuşatma anında kolaylıkla Mekke
ordusuna katılabilme ve ümmete içeriden saldırabilme imkânı verdiği için gizli bir tehlike
oluşturduklarını ifade etmiştir. Kaynukâ’nın anlaşmayı bozması sonucunda, Nadiroğullarının
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 38
da Hz. Peygamber’e suikast düzenleme teşebbüsünden sonra Medine’den sürüldüklerini, Benû
Kurayzâ’nın ihanetinin ise, yediyüz erkeğin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının ise köle olarak
satılmasıyla son bulduğunu belirtmiştir. Birçok oryantalist tarafından vahşet olarak nitelenen
bu olayı Armstrong, kendi şartları içerisinde değerlendirmiş ve o dönemde Arap bir şefin
Kureyzâ gibi hainlere merhamet göstermesinin beklenmemesi gerektiğini vurgulamıştır.
Armstrong, Hz. Muhammed’in çatışmayı sonuca ulaştıran cüretkâr bir planı uygulayarak
umre için Mekke’ye yöneldiğini, sonuçta Kureyşliler’in Müslümanlar ile anlaşma yapmak
zorunda kaldıklarını, bu antlaşmadan sonra daha fazla bedevî kabilesinin etkilendiğini ve
İslam’a girmenin güçlü bir eğilim haline geldiğini vurgulamıştır. Kureyşliler’in Hudeybiye
antlaşmasına aykırı davranmaları nedeniyle Hz. Muhammed’in onbin kişilik bir orduyla
Mekke’ye yöneldiğini, bu güce karşı koyamayacaklarını anlayan Kureşlilerin şehir kapılarını
açtıklarını, kan dökülmeden şehrin fethedildiğini vurgulamıştır. Olağanüstü zekâ sahibi olan
Hz. Muhammed’in ölümüne kadar Arabistan’ın neredeyse bütün aşiretlerini yeni bir ümmet
çatısı altında toplandığını, Araplara kendi geleneklerine uyan özgün bir mâneviyat getirdiğini
ve kendisinden sonraki yüzyıl içinde Himalayalardan Pireneler’e kadar kurulacak bir
imparatorluğun güç kaynaklarını harekete geçirdiğini ifade etmiştir.
Armstrong, Hz. Muhammed’in yaşamı ve başarılarının Müslümanların ruhsal, politik ve
ahlaki vizyonlarını sonsuza kadar etkileyeceğini, mükemmel insan ve ideal örnek olması
nedeniyle inananlarının onun standartlarına ulaşmaya çalışacaklarını belirtmiştir.
İfade etmeye çalıştığımız şudur ki; Karen Armstrong, hem oryantalizm geçmişini
sorgulamış hem de Batının Müslümanlarla kuracağı olumlu ilişkilerde kilit noktanın Hz.
Peygamberi anlamak olduğunu vurgulamıştır. Onun peygamberliğini ve insanî boyutunu
kaynaklarımıza uygun ifadelerle vermeye çalışmıştır. Hatalı ve eksik olduğu bazı noktalar hem
bu makalede hem de tezimizde yorumlanmıştır.
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 39
KAYNAKLAR
Ağarı, M. (2006). Oryantalist tarihçiliğe karşı oksidental tarihçilik. Marife, 3, ss. 413-423.
Aksekili, A. H. (1992). Hâtemu’l-enbiyâ hakkında en çirkin bir iftiranın reddiyesi. İslâmî Araştırmalar
Dergisi, VI,(2), ss. 125-141.
Armstrong, K. (2005). Hz. Muhammed: İslâm peygamberinin biyografisi, (S. Yeniçeri, Çev.). İstanbul:
Koridor Yay.
________. (2008). İslâm: Kısa bir tarih, (S. Yeniçeri, Çev.). İstanbul: Koridor Yay.
________. (2008). Tanrı’nın tarihi. (O. Özel, H. Koyukan, K.Emiroğlu, Çev.). Ankara: Ayraç Kitabevi
Yay.
________. (1981). Through the narrow gate. New York: St. Martin Press.
________. ( 2004). The spiral staircase: My climb out of darkness. New York: Knopf.
________. (2007). Muhammed: Prophet for our time. Londra:Published by Harper Perennial.
_______ . (2005). Muhammad. Encyclopedia of religion, (Second Edition), IX, NewYork, ys., ss. 6220-
6225.
Arslan, İ. (2014). Beşerî ve siyasî yönleriyle Hz. Peygamber’in hoşgörüsü. Rize: Sts Yayınları.
Aydın, Mahmut (2003). Bazı çağdaş Hristiyan düşünürlerine göre Hz. Muhammed’in Peygamberliği.
Diyanet İlmi Dergi, (Özel Sayı). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. ss. 271-296.
Bayraktar, İ. (2004). Müsteşrikler ve Hz. Peygamber’e bakışları. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 21, ss. 7-61.
Bebel, A. (2011). Hz. Muhammed ve Arap İslâm kültürü, (S. Çelik, H. Erdem, Çev.) İstanbul: Arya
Yay.
Belâzûrî (1996). Ensâbi’l-Eşrâf, (S. Zekkar, R. Zirikli, Tahk.). I-XXIII, Beyrut:Daru’l-Fikr.
Birışık, A. (2002). Kur’ân. TDV İslam ansiklopedisi, XXVI, Ankara: TDV Yay. ss. 385-388.
Cerrahoğlu, İ. (1981). Garânîk meselesinin istismarcıları. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
24, ss. 69-91.
________. (1996). Garânîk. TDV İslam ansiklopedisi. XIII, İstanbul: TDV Yay. ss. 361-366.
Davutoğlu, A. (2003). Batı’da İslâm çalışmaları üzerine. Batı’da İslâm Çalışmaları Sempozyumu,
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. ss. 23-39.
Delcambre, A. (2004). Allah’ın Resulü Hz. Muhammed. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Fayda, M. (2005). Muhammed. TDV İslam Ansiklopedisi. XXX, İstanbul: TDV Yay. ss. 408-423.
Görgün, H. (2005). Batı dünyası. TDV İslam Ansiklopedisi. XXX, İstanbul: TDV Yay. ss. 476-478.
Hakyemez, C. (2006). Oryantalistlere göre Hz. Muhammed. İslâmi İlimler Dergisi, 1, ss. 161-176.
Hamidullah, M. (2012). Hz.Peygamber’in savaşları. (E. Y. Nazire, Çev.). İstanbul: Beyan Yay.
________. (2014) İslam Peygamberi. (Y. Mehmet, Çev.). İstanbul: Beyan Yay.
Hodgson, M. G.S. (1993). İslâm’ın serüveni. (İ. Akyol ve diğr. Çev.). İstanbul: İz Yay.
Hourani, A. (1996). Batı düşüncesinde İslâm. (M. Kürşat Atalar, Çev.). İstanbul: Pınar Yay.
Hüseyin, A., Olsen, R., Kureşi, Cemil, C. (1989). Oryantalistler ve İslâmiyatçılar. İstanbul: İnsan Yay.
İbn Hişâm (1936). es-Sîretü’n-Nebeviyye. I-IV, Beyrut: Mektebetu’l-Asriyye.
İbn Kesîr (1992). el-Bidâye ve’n-Nihâye. I-VIII, (M. es-Sıbbıka ve diğr. Tahk.). Beyrut: Mektebet’ul-
Me’arif.
İbn Sâ’d (ty). et-Tabakâtü’l-Kübrâ. I-VIII, Beyrut: Daru’l-Sadr.
İbnü’l-Esîr (1982). el-Kâmil fi’t-Târih. I-XII, Beyrut: Daru’l-Sadr.
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 40
Mahmudov, E. (2010). Sebepleri ve sonuçları açısından Hz. Peygamber’in savaşları. İstanbul: İsam
Yay.
Kandemir, M. Y. (1997). Hatice. TDV İslam Ansiklopedisi. XVI, İstanbul: TDV Yay. ss. 465-466.
Kara, S. (2005). Hz. Peygamber’e karşı oryantalist bakış ve bu bakışın kırılması. Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 23, ss. 145-169.
Palacios, M. (1968). İslam and divine comedy. London: Frank Cass.
Rodinson, M. (1994). Hz. Muhammed, (A. Tokatlı, Çev.). İstanbul: Sosyal Yay.
Said, Edward W. (1999). Şarkiyatçılık, (Berna Ülner, Çev.). İstanbul: Metis Yay.
Sarıçam, İ. (2005). Hz. Muhammed ve evrensel mesajı. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
________. (2013) Batı oryantalizminin İslam Peygamberine fenomenolojik bakışı. Modern Türklük
Araştırmaları Dergisi, X, (2), ss. 23-42.
Sarıçam, İ., Erşahin, S. (2007). Batı oryantalizminin Hz. Peygamber’e bakışı. Eski Yeni Dergisi, 5, ss. 5-
21.
Schimmel, A. (2007). Hz. Muhammed. (O. Aytolu, Çev.). İstanbul: Profil Yay.
Sıbai, M. (1993). Oryantalizm ve oryantalistler. İstanbul: Beyan Yay.
Şimşek, M. S.,(1993). Garanik rivâyetinin tarihi değeri. Bilgi ve Hikmet Dergisi, 2, ss. 147-162.
Taberî (1987). Târihu’l-ümem ve’l-mulûk. I-XIII, (M. Ebu’l-Fazl İbrahim, Tahk.). Beyrut: Daru’l-Fikr
Ümeri, Ekrem Ziya (2003). Oryantalizmin sünnet ve Siyer ilmine yaklaşımı, (A. Yavuz, Çev.). Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 16, ss. 231251.
Vâkidî (2004). Kitâbu’l-meğazî. I, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Âlemiyye.
Watt, W. M. ( 1986). Muhammed Mekke’de. (M. Rami Ayas-A. Yüksel, Çev.). Ankara: Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay.
________.(1992). Oryantalistlerin İslâm araştırmaları. (T. Küçükcan, Çev.). Dokuz Eylül Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 7, ss. 411-421.
_________.(1998). İslâm düşüncesinin teşekkül devri, İstanbul: Birleşik Yay.
________.(2000). İslâm Avrupa’da. (H. Yavuz, Çev.). İstanbul: Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Yay.
Zakzuk , M. Hamdi (2006). Oryantalizm veya medeniyet hesaplaşmasının arka planı, (A. Hatip, Çev.)
İzmir: Yeni Akademi Yay.
Yıldırım, S. (2003). Oryantalistlerin yanılgıları. İstanbul: Ufuk Kitapları.
Ansiklopedik Sözlük/Bilgi Sayfası. https://tr.m.wikipedia.org. Erişim Tarihi: 28.08.2015.
Guardian Sayfası. https://www.theguardian.com. Erişim Tarihi: 28.08.2015.
Gazete Haberleri Sayfası. http://www.tumgazeteler.com. Erişim Tarihi: 03.05.2009.
Ansiklopedik Sözlük/Bilgi Sayfası. http:/www.turkcebilgi.com. Erişim Tarihi: 28.08.2015.
Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 41
Extended Abstract
Western world has struggled both mental area and war area with islamic world for centuries.
Westerns who wanted to gain islamic places with the Crusaders excursion tried to wear out Islam belief
on Quran and Holiness Prophet. Also they tried to surpass their beliefs. Since these military and political
excursion failed, espicially mental attacks to Holiness Prophet have continued by getting more and more.
So Islam and Muslims have been tried to defame. Caricature crise is the most concrete example wich
came out in France in near past. Despite these bigote d things, since the second half of twentieth century,
we can say that the expresses about Holiness Prophet are getting soft shelled. Especially last years, some
orientalists started to write productions which are suitable to Islam Historic sources and more soft-
shelled. Already one of these orientaists is Karen Armstrong.
Although Armstrong is a western writer she is interested in Holiness Prophet’s life, she tried to
deal with him an objective perspective and when necessary she criticised Western mentality because of
their baseless and relentless thoughts. Armstrong was impressed quitely from Muhammad’s humanity
sence and peaceful structure. As he came up in a fighter and complicated city such as Mecca, he
attempted to indicate bringing the community to heel with applying peace politics.
Armstrong expressed that western people need to understand Muslims whom they shared the
same planet and to respect their beliefs, needs, angers and aims. She expressed that it was possible to
understand it with the help of Prophet’s life wich was able to lighten to darkness and frightening times
with his original mastermind and wisdom. During middle age, Armstrong emphasised that western
which had seen to Islam as a target, has become a cultural sewer under barbarian tribes threat, but Islam
as a great world power, has continued its existence. Armstrong found favourable Holiness Prophet’s
marriages which of the main critic subjects in Western and she emphasised that Holiness Prophet stayed
married with only Holiness Hatice in a community which is common polygamy such as Mecca. She
expressed Holiness Prophet’s other marriages were, politics, not cause of his lustfulness and there wasn’t
an idea making a hareem. Today Armstrong gave the best answer with these expresses to slander and
defamation workings to Holiness Prophet which are been tried to be done by some people and groups in
this subject in Western.
Armstrong expressed that Holiness Prophet was an interlocuter to divine inspiration via Gabriel,
and God sent o book which was in their language to Arabs with a collocutor who was one of themselves.
However Arabs declared that they responded harshly to Holiness Prophet and the first believers because
of pagan rituals with the cause of their not having a suitable position with religion. Armstrong expressed
about Garanik event that it wasn’t true the thinking of Quran was blurred in any time by devil even if
this event’s existence was real and in a manner of speaking she denied this event. Armstrong expressed
that not only Hejira is a change of adress but also it is a milestone for exactly realising of Muhammad’s
Quran ideal. Armstrong claimed that emigress attacked and plundered their own tribes’ camel trains as
improving a job named raider for their livelihood. I mean she described Seriyye and Gazve as plunder.
We have thought that she was affected by other orientalists’ expreses.
Armstong emphasised that Holiness Muhammad is being introduced as a war leader who imposed
to establish Islam forcely whereas reality is different and he fought for his life and he didn’t impose
anybody for changing somebody’s religion. Also she declared that after Badr, Uhud and Trench wars
neighbourhood tribes wich believed Quraysh domination stayed behind, accepted Muhammad’s
distinction. She expressed that after these five years when are full of mortal dangerous, Muslim
community’s existence hope increased. Armstrong expressed that tree Jewish tribes’ place of residence
which are residential in Medina, can participate in Mecca army in a surrounding moment and they can
be a secret dangerous cause of giving an attack innerside to Muslim ummah. She expressed that
Qaynuka’ died consequence of like an infidelity and after Nadirsons’ initiative regulation of an
assassination to Prophet they were exiled to out of Medina, Benu Qurayzah’s infidelity finished with
being killed of seven hundred men and being sold their women and children as a slave. Armstrong
evaluated this event which was described a forecity by many orientalists, in her situation and she
emphasised that, in that term, it wasn’t needed to wait an Arab chief showed mrcy to treacherous like
Qurayzah. Armstong emphasised that as Muhammad was applying a courageous plan to carry out a
conflict for visiting Kabah in any time. He directed to Mecca and in consequence; Qurayshis had to
make convention with Muslims, after this convention more Bedouin tribes were affected and it became
tendency to attend Islam.
İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 42
Armstong emphasised that Qurayshis had directed to Mecca with a ten thousand peopled army
because of behaving eccentricly to Hudaybiyyah convention and Qurayshis opened the door of city
against this overwhelming power and its consisting mean, the city was conquered without shedding
blood. Armstrong expressed that untill Holiness Muhammad who had a predigious intelligence died, he
collected almost all nomadics of Arabia under a new ummah framing, he brought authentic spirituality
which was suitable for Arabs’ own traditions and next century after himself he moved off power source
of an empire which would be built from Himalayas to Pirenes.
Armstrong indicated that Holiness Muhammad’s life and successes affects Muslim’s spiritual and
moral visisons forever and cause of being perfect human and ideal example, people who believe struggle
to reach his standarts.
Our things we want to Express are that, Karen Armstrong emphasised both she interrogated the
past of orientalism and the key factor was understanding to Holiness Prophet about Western’s setting up
positive relationship with Muslims. She studied to give his prophethood and his humanity dimension
with the suitable expresses to our sources. Some points which were wrong and lacking were commented
both in this our article and our thesis.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 43-79
[201?]
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile Düşünce Okulu’nun
Ecel, Ömür Ve İlim Anlayışı
In The Context Of Fatal, Death And Knowledge Mentality Of
Mutazila School
Namık Kemal OKUMUŞ
ÖZ: Çalışmamız süresince Mu’tezile Düşünce Okulu’nun ezelî yazgı bağlamında ecel düşüncesini ele
aldık. Zira ecel konusu, kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda bulunmaktadır. Öyle ki, İslâmî
geleneğin büyük bir kısmında ezelde takdir edilmiş olan ecel ve ömür algısı, yine ezelde yazılmış olan kader
düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmüştür. Her ne kadar Mu’tezile ekolü, klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesinden
farklı olarak insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi tanımlamıştır denilebilirse de, son tahlilde onların kader
anlayışları da ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde kalmış gibidir. Bu yüzdendir ki, beşer tasavvurunu derinden
etkilemiş olan bu kadîm sorun, sağlıklı bir çözüme kavuşturulamadığı gibi, hâlâ insanlığın başat problemi olmaya
devam etmektedir.
Anahtar sözcükler: Ezelî takdir, kader, ecel, ömür, ilim, rızık, lütuf.
ABSTRACT: During our work, we have discussed Mutazila School’s death idea in the concept of
primordial destiny. Because death is located as a central location in the idea of fate. It is appreciated that the
perception of life and death is a continuation of the idea of past eternity, whose fate has been written. Mu'tazila
school, as opposed to the classical idea of Ahl al-Sunnah, explained the topic by considering human responsibility.
However, their way to understand fate has remained in the shadow of their understanding of primordial knowledge.
That’s why, this ancient issue which effected human conception deeply and not resolved yet, is still one of the
biggest problems.
Keywords: Primordial destiny, knowledge, fate, death, lifetime, livelihood, grace.
1. GİRİŞ
İslâm kültür tarihi içerisinde kaderci eğilimin temel unsurlarından birisi olarak kabul
edilmiş olan ecel algısı, kişisel özgürlük bağlamında ele alınması gereken önemli bir meseledir.
Düşünce geleneği itibariyle konunun ezelî yazgı bağlamında ele alınmış olması, kanaatimizce
ilgili sorunun çözümüne de herhangi bir katkı sağlamayacaktır. Bu nedenledir ki, Mu’tezile
Düşünce Okulu’nun kurucu ataları,1 bahse konu olan algıyı, ezelî takdir alanı içerisinde değil,
Yrd. Doç. Dr. Namık Kemal OKUMUŞ, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi. 1Meşhur olan görüşe göre Mu’tezile Mezhebi’nin kurucu atası Vâsıl b. Ata (ö. 131/748)’dır. Onun mezhebin kurucu
fikri mesabesinde olan el-menzile açılımı ise, ekolün hem fikrî anlamda doğuşundaki hem de mezhepleşmesindeki
ana sâik olarak kabul edilebilir. Rivâyete göre büyük üstad Hasan Basrî (ö. 110/728)’ye Haricîler, büyük günâh
işleyenler hakkında Mürcie’nin yaklaşımlarını sorduklarında, Vâsıl hocasının cevabını beklemeden hemen ileri atılır
ve bu husustaki fikrini söyler. Ona göre büyük günâh işleyen ne Haricîlerin dediği gibi kâfirdir, ne de Mürcie’nin
iddia etmiş olduğu gibi mü’mindir. Bilâkis ikisi arasında bir yerde yani el-menzile beyn’el-menzileteyn’dedir.
Bununla kalmayan Vâsıl, fikrini ifade ettikten sonra hocasından ayrılıp kenara çekildiğinde, durumun nezaketinin
farkında olan Hasan Basrî de bunu üzerine: Vâsıl bizden ayrıldı! (Kad i’tezele annâ’l-Vâsıl) demek suretiyle
gerçekleşen oluşuma adını vermekten geri durmamıştır. Bunun üzerine Vasıl ve mezhebin önde gelen
şahsiyetlerinden olan Amr b. Ubeyd (ö. 144/761) o meclisten ayrılmışlardır. İlginç olan şudur ki, hayatının kırk
kusur yılını Mu’tezile içerisinde geçiren Eş’arî’de Vâsıl’ın ortaya koymuş olduğu bu yaklaşımla paralel olan bir
eylem tarzıyla Mu’tezîle’den ayrılmıştır. Belki de bu yüzden, içerisinde yetiştikleri ana bünyeden kopup gelen
şahsiyetlerin fikrî keskinliğinin diğerlerinden daha etkin konumda seyretmesinin sebepleri oldukça anlaşılır
durmaktadır. (Bkz. İbn Nedim, Fihrist, Beyrut 1994, s. 206; Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Kitâbu’l-Luma fi’r-Reddi Âlâ
Ehli’z-Ziyâğ ve’l-Bidea, Beyrut 1952, s. 76; Abdulkâhir Bağdâdî, el-Fark Beyn’el-Firâk, s. 20-21; Abdulkerim eş-
Namık Kemal OKUMUŞ 44
daha ziyade kişisel özgürlükler bağlamında ele almaya özen göstermişlerdir. Onların bu çabası
sayesindedir ki, özgürlük-sorumluluk değeri üzerinden misak alınmış olan beşerin haddizatında
kendini ifade edebileceği güçlü bir düşünsel alan da ortaya çıkmıştır. Mamafih adı geçen
mezhebin kurumsal anlamda gelişim basamaklarına göre farklılaşmış olan fikrî eğilimlerden
olan Basra ve Bağdat Okulları da konuyu bu bağlam dışına taşırmamıştır. Bu yüzden, Mu’tezîlî
gelenekte bireysel sorumluluk düşüncesi içerisinde ele alınmış olan ezelî yazgı fikri, ilgili
kabulün mâkul sınırlarını da tayin edecektir kanaatindeyiz.
Mu’tezile Mezhebi, tarihsel olarak İslâm düşüncesinin gelişmesinde büyük katkıları
olmuş olan bir düşünce okulu’dur.2 Bu mezhep, gelişim itibariyle birbirini bütünleyen iki farklı
kola da ayrılmıştır. Beş esas adıyla Mezhebin temel esasları olarak bilinen meşhur ilkeler,3
kolları oluşturan düşünce adamları vasıtasıyla geliştirilmiş ve de sistemli bir hâle getirilmiştir.
Mu’tezile’nin iki büyük kolu arasında temel esaslar hususunda belirgin bir fark olmasa da, tâlî
konularda bazı görüş ve değerlendirme farklılıklarının olduğu da bir gerçektir. Tâbir caiz ise bu
ayrılıklar, genel olarak mezhebin düşünsel çizgisini değiştirebilecek temel esasları ilgilendiren
ana konularda değil, bazı ikincil alanlarda baş göstermiştir.4 Mezhep içi tartışma konuları
olarak da görülebilecek olan bu farklılıklar, Mu’tezîlî düşüncenin ana karakterine bir halel de
getirmemiştir. Bu yüzden sistematik eleştirilerimiz bâkî kalmak kaydıyla iddia edebiliriz ki,
mezhep içerisinde oluşmuş olan bazı ayrılıklara rağmen yine de Mu’tezile Mezhebi, özgür
Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, Beyrut, 1992, I, 38, 39; Ebu’l-Muzaffer İsferâyînî, et-Tabsır fi’d-Dîn ve Temyîzu’l-
Fırkati’n-Nâciye ani’l-Firâki’l-Hâlikin, Mısır 1940, s. 65; İbnü’l- Murtazâ, Tabakâtu’l-Mu’tezile, Beyrut 1961, s. 4-
5). 2 Mu’tezile ismi, ilk defa Hz. Ali dönemindeki kargaşa ortamında hiçbir gruba katılmayan ve tarafsız kalanlar için
kullanılmıştır. Bu dönem için itikâdî farklılaşma çok belirgin olmadığından esas ayrışma daha sonra olmuştur.
Mu’tezile olarak, hicri II. asırdan itibaren Basra’da oluşan Müslüman düşünürler topluluğu ifade edilmektedir.
Mu’tezile Mezhebi, H. II. Asrın ortalarından itibaren ortaya çıkan ilk düşünce okuludur. Abbasîler döneminde ise
Bağdat ekolün önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Bu nedenledir ki, onların, akâid ve kelâmla ilgili olan her
kavramın oluşmasında şu veya bu şekilde katkıları olmuştur. (Bkz. Osman Aydınlı, Mu’tezile’nin Beş Esasının
Teşekkülünde Ebü’l-Hüzeyl’in Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1998, s. 12). Bu düşünce okulu, hem kelâm,
hem de akâid sahasında varlığını sürdürmüştür. Mu’tezile kavramının kendisinden doğmuş olduğu itîzâl kelimesi,
uzaklaşmak, ayrılmak, bir tarafa çekilmek anlamlarına gelen (a-z-l) kelime kökünden türetilmiştir. (Bkz. Ebu’l-Fazl
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1988, XI, 440; Abdulkerim eş-Şehristânî, age, I, 38; Ebu’l-Abbas Makrîzî,
Kitâbu’l-Mevâizu ve’l-İtîbâr bi-Zikri’l-Hitât ve’l-Âsâr, Londra 1995, II, 164-165; Abdurrahman es-Samedî, el-Adl-i
İlâhî, Beyrut 1996, s. 85-86; Ebu’l-Kasım el- Belhî, Fazlu’l-İtîzâl ve Tabakâtu’l-Mu’tezile, Tunus 1974, s. 108-109).
Grubun adlandırılmasıyla ilgili olarak da geleneksel olan kabule göre, Vâsıl b. Ata’nın büyük günâh (mürtekibu’l-
kebîre) meselesinde hocası Hasan Basrî’den ayrılması neden olarak gösterilir. Başka bir görüşe göre ise, mezhebin
büyüklerinden olan Amr b. Ubeyd’in, büyük bilgin Katâde (ö. 118/736)’nin meclisini terk ettiği için ayrılanlar, yan
çizenler anlamında meşhur olduğu ifade edilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise bu kişiler, tarafsızlar anlamında, Hz.
Ali dönemindeki iç savaşlarda hiç kimsenin yanında durmayanlar olarak bilinir. (Bkz. İbn Nedim, age, s. 206;
Eş’arî, age, s. 76; Bağdâdî, age, s. 20-21; Şehristani, age, I, 38-39, 65; İbn Murtazâ, age, s. 3-5; İsferâyînî, age, s.
65; Kemal Işık, Mu’tezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara 1967, s. 59; İrfan Abdulhamid, İslâm’da İtikâdi
Mezhepler ve Akâid Esasları, İstanbul 1983, s. 94-95). Kendileri ise, bu ismin Kur’an’dan alındığını çeşitli âyetleri
delil göstererek ileri sürmektedirler. Bu iddiaya göre onlar bu ismi, dalâlet topluluğu olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
ile Haricîler’den ayrıldıkları için almışlardır. (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, el-Mecmû Li’l-Muhît bi’t-Teklîf , Kahire ts.,
s. 422; Makrizî, age, II, 476; İbn Manzur, age, XI, 440). 3 Mu’tezile Mezhebi’nin beş esası olarak bilinen ana ilkeleri şunlardır: 1-Adl, 2-Tevhid, 3-İnfâzu’l-vaîd, 4-El-
Menzile Beyne’l-Menzileteyn, 5-El-Emr Bi’l-Ma’ruf Ve’n-Nehy Ani’l-Münker. (Bkz. İbn Ebi’l-İzz el-Hanefî, age,
s. 643). 4 Mezhebin iki büyük kolundan biri olan Bağdat Kolu, Basra Kolu’ndan farklı olarak Hz. Ali’yi dört halifenin en
üstünü olarak görmektedir. Ayrıca Bağdat ekolü, dönemleri itibariyle siyasetle de iç içe olmuş ve mezheplerinin
görüşlerini iktidar eliyle yaymayı öncelikli olarak ele almışlardır. Kişisel özgülüğü kendisine miyar edinmiş olan bir
düşünce okulunun iktidara eklemlendiği bu süreç, Mu’tezîlî düşünceye yarardan çok zarar getirmiştir. Belki de ilgili
düşünce okulunun halkın gözünden düşmesinin nedenlerinin başında, bu dönemde devlet aygıtı kanalıyla yapmış
oldukları fikrî baskılar gelmektedir. Zira onların bu baskıcı uygulamaları, zaman içerisinde büyük bir mağdur
kitlesinin doğmasına da zemin hazırlamıştır. O kadar ki, hadis okullarının zaferi olarak görülebilecek olan devirler,
bahsi geçen bu sürecin peşi sıra gelen zaman dilimleridir. Bunun yanı sıra Bağdat ekolü, imamet anlayışı hususunda
Şia’ya yakın bir eğilim içerisinde de olmuştur. Hatta onlar, Basra Ekolü’nün genel düşünce eğiliminin aksine,
sadece Yüce Allah’ın sıfatları hususuna değil, varlık meselesi’ne de büyük bir önem vermişlerdir. Son olarak ifade
edilebilir ki Bağdat Okulu, Yunan felsefesiyle de Basra Okulu’ndan önce tanışmıştır.” (Bkz. Ramazan Altıntaş,
Sistematik Dönem Kelam Okulları Mu’tezile-Önemli İsimler, Temel İlkeler Ve Ana Eserler, Ankara 2012, s. 72).
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 45
düşünce taraftarları anlamında tarihsel kimliğini koruyarak günümüze kadar devam ede gelen
yegâne hür düşünce mektebi olarak kabul edilmelidir.
Mu’tezîlî Düşünce Okulu’nun ezelî yazgı anlayışını daha iyi kavrayabilmek için,
öncelikle ekolü oluşturan iki büyük kolun temsilcilerinin genel fikrî eğilimleri üzerinde durmak
gerekmektedir. Bu noktada kurucu atalardan sayılan düşünürler ile ilgili gruplardan daha
bağımsız bir karakterde düşünce serdeden bir kısım Mu’tezîlî aydının da yazgı anlayışlarına
daha yakından bakmamız gerekmektedir. Zira ekolün hâlihazırdaki fikrî müktesebâtı, daha
ziyade bu düşünürlerin fikirleri üzerinden teorik bir karakter kazanmış gibidir. Tarihsel olarak
Mu’tezile’nin iki büyük kolu arasındaki düşünsel farklılıklar, küçük detaylar’dan ibaret olduğu
düşüncesi genel bir kabul olsa da, kanaatimizce ezelî yazgı konusunda ilgili düşünce ekolleri
arasında oluşan farklılıklar, ilerleyen bölümlerde değineceğimiz gibi hafife alınacak cinsten
şeyler değildir.
Ezelî yazgı bağlamında denilebilir ki, diğer düşünce okullarında olduğu gibi Mu’tezile
Düşünce Ekolü’nün Tanrısal Bilgi’ye yaklaşımları da, kaza ve kader anlayışlarının paralelinde
şekillenmiştir. Bu algıdan dolayıdır ki, ilgili düşünce ekolünün ezelî yazgı ve ecel
anlayışlarının da, genel hatlarıyla ilim ve irade anlayışı üzerinde kurgulandığı görülmektedir.
Bu yüzden Mu’tezîlî düşüncede var olan ezelî takdir anlayışı, Yüce Allah’ın ezelî ilmine uygun
olarak yorumlanmış ve ezelî olan bu ilmin sonradan olacak olan her türlü değişimi de
kapsadığı kanaatine ulaşılmıştır. Netice olarak denilebilir ki, insan özgürlüğünü temsil etme
iddiasında olan bu yeni anlayış, kulların iradeli fiillerinin aidiyeti konusunda Yüce Yaratıcı’ya
dönük güçlü bir açılımı da beraberinde getirmekle beraber, İslâm kültüründeki genel kaderci
eğilimin dışına da çıkabilmiştir. Öyle ki bu açılım, kitlelerde güçlü bir farkındalığı da
beraberinde getirerek, sorunun bireysel sorumluluk ilkesi üzerinden tartışılmasının da işaret
fişeği olmuştur. Bugün itibariyle ilâhî irade’den bağımsız mânâda bir ifade özgürlüğünden
bahsedilebiliyorsa, bunda ilgili okulun düşünce ve eylem planında büyük bir katkısının olduğu
da akıllardan çıkarılmamalıdır.
Geneli itibariyle Mu’tezîlî düşünürler için söylenecek şey, onların ezelî yazgı konusunu
ahlâki açıdan değerlendirme eğilimin sahip oldukları yönündeki kanaattir Mu’tezile Düşünce
Okulu’nun genel kanaatine göre, Yüce Allah’ın ezelî ilmi, kulların davranışları üzerinde
zorlayıcı bir karakterde değildir. Bu yönüyledir ki onların ilim anlayışları, diğer düşünce
okullarından bütünüyle farklı bir sistematik içerisinde ele alınmıştır. İlgili okulun ekser
düşünürlerinin kanaatine göre, Yüce Allah’ın ezeldeki bilgisine dayalı olarak takdir etmiş
olduğu bütün olgular, kulların eylemleri üzerinde baskıcı bir nitelik arzetmediğinden, kullar
kendi iradeleri ile işledikleri fiillerden mutlak mânâda sorumlu tutulacaklardır. Kulların işlemiş
oldukları fiillerin, ezelî ilmin münderecâtıyla mütenasip bir şekilde takdir edilmiş olması da,
son tahlilde Cenâb-ı Allah’ın ezelî olan bilgisinin, kulların bilgisine göre öncelikli oluşuyla da
açıklanmıştır. Ezelî olan bu bilgiye dayalı olarak kaleme alınan Levh-i Mahfuz’daki kayıtlı
durum, dünya hayatındaki olası değişikliklerden etkilenmeyecek kesinlikte ifadeler
içermektedir. Bu yazgı anlayışının kümülâtif bir şekilde değerlendirilmesi ise ilgili düşünce
okulu içerisinde şu doktriner sonucun doğmasına kapı aralamıştır: “Ne şekilde olursa olsun
insanın eceli, Allah’ın ezelî olan ilmindeki bir takdire göredir ve bu yazgıyı insanın sonradan
oluşan davranışları bozamaz.”5
İnsan fiillerini Yüce Allah’ın ezelî ilminin kapsamında değerlendirme alışkanlığı, İslâmî
ekollerin genel bir düşünce karakteristiği olarak görülmektedir. Hür düşünce ile birlikte
sorgulama ve mantıklı düşünebilme yeteneklerini temel ilke olarak benimsemiş olan Mu’tezîli
düşünürlerin, insan sorumluluğunu iptal eder şekilde bir ezelî ilim anlayışına sahip olmaları
düşünülemez. Bu nedenledir ki ekol içerisinde Ehl-i Sünnet’in ilim algısına yakın düşünenler
olduğu gibi, ezelî ilmin kapsama alanını ilâhî irade üzerinden değerlendirenler de vardır. İkinci
5 İbnü’l- Murtazâ, Tabakatu’l-Mu’tezile, Beyrut 1961, s. 98; İbn Hazm, Kitâbu’l-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-
Nihâl, Mısır 1902, III, 84-85; A. Mahmud Subhi, ez-Zeydiyye, Kahire 1984, I, 371; Ebû Bekr Bakıllânî, et-Temhid
fi’r-Reddi Ale’l-Mülhidi’l-Muattıla ve’r-Râfıza ve’l_Havâriç ve’l-Mu’tezile, Kahire 1947, s. 332; Abdurrahman
Bedevî, Mezâhibu’l İslâmiyye, Beyrut 1979, I, 623.
Namık Kemal OKUMUŞ 46
düşünüş şekliyledir ki, ilgili algının varmış olduğu son nokta, insan sorumluluğunu ön plana
çıkarmış olmasıdır. Mamafih gerek Mu’tezîlî düşüncede, gerekse de klâsik Ehl-i Sünnet
düşüncesinde temel bir çelişki olan kişinin iradeli fiillerinin ezelî ilme dayalı olarak takdir
edilmiş olması algısı, zaman zaman zihinleri de bulandırmamış değildir. Adı geçen zihinsel
bulanıklığı Mu’tezile ekolünün düşünce kalıpları üzerinden kritik eden Watt, hür düşünce
okulunun mensuplarıyla ilgili olan eleştirilerini şu şekilde ifade etmektedir:“Kaza ve kadere
inanıyorsak maktulun ecelinin de tayin ve takdir edilmiş olduğunu, kişilerin bu bilgiye uygun
olarak ölmesini kabul etmeliyiz. Çünkü ilâhî bilgi, sonradan olan değişimleri kabul etmez. Bu
yüzden “Allah bilir” ifadesi şeklen Allah’a iman kabilinden olup, gerçekte ise faili açıkça belli
olmayan, üstelik hadiseleri tayin ve takdir eden bir bilgiyi değil de ancak bunları tavsif eden
bir bilgiyi ima eder. İnsanın kabiliyet ve kudretinin kendi kaderini tayin edebileceği anlayışı da
bu açıklıktan çıkarılmıştır. Bu ilim anlayışı ile fatalizm aşılamaz. Zira insanın kaderi
konusunda tespit ve gözlem rolü hariç bütün takdiri Allah’a bırakan bir ilim anlayışına sahip
oldukları görülmektedir. Hâlbuki teklif bir kudret’i gerekli kılmış olmalıydı.”6
Mu’tezile’nin ilim anlayışını Ehl-i Sünnet’in ilim anlayışından ayıran temel fark, ezelî
ilmin karakteri hakkındaki yaklaşım farklarıdır. Zira Mu’tezile Mezhebi’nin ekser ulemasına
göre Yüce Allah’ın ezelî ilmi, kişilerin iradeli eylemleri üzerinde zorlayıcı bir karakterde
olmadığı için, kişilerin iradeli fiillerinin ezeldeki ilmin kapsamında biliniyor olmuş olması bir
eksiklik olarak görülemez. Bu anlayışın paralelinde sistemleştirmiş oldukları maktul’un eceli
yaklaşımları da, temelinde Yüce Allah’ın değişmez ilim ve bilgi anlayışı üzerinden tesis
edilmiştir. Konuyu daha da detaylandırmış olan Mu’tezile: “Bizim bir insanın katl-öldürme-
fiilini işleyeceğini önceden bilip, bir tarafa yazmamız, nasıl ki o kişinin fiiline icbarî anlamda
bir etkisi yoksa, Yüce Allah’ın tespiti de böyledir. Çünkü O’nun ilminin insan davranışlarına
göre öncelikli oluşu, fiilin Allah’a aidiyetini doğrulamaz” derken, hem ezelî ilme uygun bir
şekilde belirleme yapmış olmanın Yüce Allah’ın ilminin mahiyetine uygun oluşunu, hem de
akabinde bu ilmin tarafsız olabileceğini işleri sürmüşlerdir. Onlara göre Yüce Allah’ın ezeldeki
bilgisi, O’nun kudret ve adâletiyle uyumlu bir tarz oluşturduğu zamandır ki, ezelî olan o
bilgiye uygun içerikte işler yapılmaktadır.
Tarihsel süreç içerisinde Mu’tezile Mezhebi adıyla tesmiye edilmiş olan bütünüyle
homojen bir düşünce topluluğundan bahsedilemediği içindir ki, bu isimle anılan ve da
birbirinden çok farklı düşünen kelâmcıların olduğu da bir gerçektir.7 Bu nedenle, muhaliflerin
onları tanımlarken kullanmış oldukları toptancı ifadeler, hemen her konuda paralel düşünen ve
yeknesâk bütünlük arzeden fikrî bir teşekkülü ifade etmez. Zira adı geçen bu okul içerisinde
hem fikrî anlamda, hem yapısal olarak, hem de bölgesel kaynaklı pek çok uyuşmazlık noktaları
da bulunmaktadır. O kadar ki, ezelî yazgı ve ecel konusu da bu zihinsel karmaşanın ya da
çeşitliliğin dışında ele alınamaz. Haddizatında Mu’tezile’nin yapmış olduğu veçhile insanın
iradeli fiillerini kişisel sorumluluk bağlamında değil de, ezelî tespit bağlamında ele almak,
Yüce Allah’ın tenzîhî değerlerine bir katkı da sağlamayacaktır. Kanaatimizce onların iddia
ettikleri şey de, insanı köleleştirmekten maada, bundan daha ötesini yani Yüce Allah’ın
konumunu ilgilendirmektedir. Hâlbuki Mu’tezile Mezhebi, esas olarak, fiillerin ezelî ilimle
olan bağından çok, kimin tarafından yaratıldığıyla ilgiliydiler. Bu yüzden de onlar, kişisel
sorumluluğu iptal eden kesb anlayışına da şiddetle karşı çıkmışlardır. Netice olarak denilebilir
ki, fikrî yapı anlamında muarızları olan Ehl-i Sünnet Ekolü’nden hiç de farklı olmayan şu
6 Montgomery Watt, Hür İrade ve Kader, İstanbul 1996, s. 86-89, 196. Batı felsefesinin büyük filozoflarından kabul
edilen Kant’ da teklif kavramının kudret içermesi gerektiğini ifade eder. (Bkz. Halife Keskin, İslâm Düşüncesinde
Kader ve Kaza, İstanbul 1997, s.196). 7 Siyasî ve itikâdî farklılaşmanın tazyikiyle Mu’tezile Mezhebi mensuplarına Kaderiyye, Cehmiyye ve Muattıla gibi
isimler de verilmiştir. Bu isimlendirmelerin ortak özelliği ise, bütünüyle muhalifler tarafından verilmiş olmasıdır.
(Bkz. Bağdâdî, age, s. 107-108; Samedî, age, s. 85, 113; Işık, age, s. 57; Abdulhamid, age, s. 94). Onların
tanımlamalarına göre Kaderiyye ezelî takdir konusunda şöyle düşünmektedir: “Kaderiyye, maktul, ecelinden önce
ölür, der. Bu Kitab’ın âyetine ( A’raf, 7/34) aykırıdır. Ölüm, sebeplere bağlıdır. Kâtil de bir sebeptir. Hastalık vb.
gibi.” (Bkz. Bağdâdî, Usûl, s. 143; Sabûnî, Matüridiyye Akaidi, Ankara 1991, s. 159; Ebu Muhammed el-Irakî, el-
Fıraku’l-Müfterika Beyne Ehli’z-Zeyğ ve’z-Zanadika, Ankara 1961, s. 451).
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 47
değerlendirme, okulun tamamını temsil etmese de Mu’tezile Düşünce Ekolü’nun ecel
anlayışını büyük ölçüde ortaya koymaktadır düşüncesindeyiz: “Allah’ın malumu olan bir
bilgiyi katil ters çeviremez. Zira Yüce Allah’ın ilmindeki bilginin değişmesi mümkün değildir.
Öyleyse hem “katl”, hem “kâtil”, hem de “maktul”, Yüce Allah’ın malumu olan ve ezelde
takdirli bir yazıyı içeren ilme göre oluşan sonuçlar olara kabul edilmelidir. Neticede ecellerin
tayin ve takdirle oluşu, Yüce Allah’ın ilmiyle tespitli oluşunu anlatır ki, kâtilin buna
müdahalesi imkânsızdır.”8
Sadece Ehl-i Sünnet düşüncesi ile değil, neredeyse bilumum Müslüman ekoller ile
Mu’tezile düşüncesi arasında süreç içerisinde oluşan fay, epistemolojik bir ayrışmayı da
beraberinde getirmiş gibidir. Ne gariptir ki, Sünnî dünya, ya da daha spesifik anlamıyla Ehl-i
Sünnet topluluğu, kimliklerin aidiyeti noktasında müzmin muhâlif tabiriyle ifade edilebilecek
olan bir fikrî eğilim içerisinde olmayı kendileri için normal bir davranış olarak görmüşlerdir.
Bu eğilimin başat karakteri ise aidiyet hissinin kader, ecel ve ezelî ilim bağlantısı noktasından
hareketle tesis edilmiş olmasıdır. Bu meyanda onlar, Mu’tezile’nin onulmaz muhalifi olmayı
kendileri için bir çıkış yolu olarak da görmüşlerdir. Hâlbuki eleştirdikleri bu durum, kendi fikrî
eğilimlerinden pek de farklı olmayan yeni bir düşünce simetrisine kapı aralamıştır. Öyle ki bu
düşünsel eğilim, paralel fikrî kodlarından hareket ettiği için, yazgı algısı noktasında paydaş bir
durumun ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Bu itibarladır ki Ehl-i Sünnet uleması, katl-
öldürme/öldürülme fiili üzerinden, ebedî muhalifleri gibi gördükleri Mu’tezîlî düşünceyi eksik
bir anlayışla eleştirme cihetine gitmişlerdir. Zira bu hareket tarzıyla onlar, irâdî fiillerin Yüce
Allah’ın ezelî ilmiyle olan bağı konusunda kendi düşünce tarzlarıyla benzeşen bir yaklaşımı da
görmezden gelebilmişlerdir. Onların Mu’tezile’yi tanımlarken içerisine düşmüş oldukları şu
toptancı yaklaşım, hükümlerinin isabeti konusunda kuşku uyandırmakta gibidir: “Mu’tezile,
hem kesb’i hem de yaratma’yı insana vererek, Allah’ın ilmine uygun olmayan bir yaklaşım
içerisinde olmuştur. Hâlbuki Yüce Allah, taat ve masiyeti de önceden bildiği için bu şekilde
takdir etmiştir.”9
Ezelî yazgı konusunda insanın iradeli eylemlerindeki sorumluluğunu devre dışı bırakan
geleneksel kabuldeki bu açmazdan kurtulmak için farklı çözüm yolları da aranmıştır.10
İlgili
çözüm yollarından biri olarak, bilme ile yazma’nın niteliksel olarak farklı oluşundan hareketle
sorun aşılmaya çalışılmıştır. Bu noktada Yüce Allah’ın insanın iradeli eylemlerini bilmesi’ni
nötr kabul edip, aynı şekilde Allah’u Teâla’nın ezelde yazmış olmasını’nı ise mümkün
görmeyenler,11
kişisel fiiller konusunda insanın serbest iradesini ön plana çıkarmak
istemişlerdir. Bu çözüm sahipleri, öncelikli olarak şer bir eylem olan katl ve maktûl olayında
insanın fiillerine dönük olarak ortaya konulmuş olan bu eğilimi, kişisel sorumluluk
çerçevesinde ele almışlardır. Yoksa onların bu tercihi, kişinin bütün yaşamsal alanlarını kapsar
şekilde ihata edilmemiştir. Bu aşamada konunun bağlamsal çerçevesinde ileri sürülebilir ki, söz
konusu insan hürriyeti olduğunda, asıl kaynak kişilerin sözleri değil, temel esaslar olmalıdır.
Kur’an’ın açık verileri göz önünde dururken hiçbir beşerî söz onu ta’til edemez ve de o sözün
üstünde ilke ihdas edemez.
Ezelî yazgı algısını Yüce Allah’ın küllî ilmiyle bütünleştiren düşünceye göre, katilin katl
olayını ve maktûlun katledilmiş olacağını önceden bilmek, ölümü ve eceli oluşturan şartları
nasıl olacaksa öyle biliyor olmayı da kapsayacağından, sürecin ifadesi için temel olarak ezelî
bilgi’ye dayalı bir yazgı formu kabul edilmiştir denilebilir. Hâlbuki yukarıdaki kabul, insana
sorumluluk alanı bırakmamaktadır. Eğer bu düşünce kendi içerisinde tutarlı bir şekilde
8 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, Kahire 1969, I, 170, II, 517; Sırrı Giridi, Nakdu’l- Kelâm Fi Akaidi’l-
İslâm, İstanbul 1324, s. 229-230; Osman Karadeniz, Ecel Üzerine, İzmir 1992, s. 21. 9 Ramazan Efendi, Akaid Şerhi, İstanbul 1965, s. 212. 10 Mu’tezile Mezhebi’nin genel çözümlerinden birisi, iyiliği-hayr Yüce Allah’a, kötülüğü-şerr de insana ait fiiller
olarak hamletmiş olmasıdır. Bu anlayışa göre kötülük kula nispet edilince, kulun işlemiş olduğu fiil de kendi irade
ve kudretine müteallik olarak oluşmaktadır. (Bkz. Muhammed Fuzûlî, Matlau’l-İtikâd fî Mârifeti’l-Mebdeî ve’l-
Meâd, Ankara 1962, s. 49). 11 Saduddîn Taftâzânî, Şerhu’l-Akaid, İstanbul 1304, s. 64; Hasan Hanefi, Mine’l-Akide, Kahire 1988, III, 347;
Mustafa İslamoğlu, İman Risalesi, İstanbul 1993, s. 229.
Namık Kemal OKUMUŞ 48
kodlanmış olsaydı, yani diğer bir deyişle bu kabul, sistemli bir düşüncenin ürünü idiyse bu
noktada şu sorunun açık yüreklilikle sorulması gerekirdi: “Cenâb-ı Allah’ın ezelî olan bilgisi,
sonradan meydana gelecek olan şeylerin takdirinin de yegâne kaynağı ise, insanın iradeli
eylemlerinin ezelde takdir edilmesinin ne anlamı olabilir ki?” Zira bu tespitin yedeğinde ileri
sürülebilir ki, ezeldeki yazgı inancının insan sorumluluğuna getirmiş olduğu karmaşadan başka
bir kazanımı bulunmamaktadır. Hem, Yüce Allah’ın bir şeyi ezelde yazmasıyla, süreç
içerisinde yazması arasında kişisel sorumluluklar açısından olmasa da, O’nun takdiri açısından
herhangi bir fark da bulunmamaktadır. Zaten hiç kimse Yüce Allah’ın ezelî olan mutlak
bilgisini sorgulamamaktadır. Problemin kaynağı, insanın irâdî eylemlerinin bütünüyle kendi
istek, arzu ve fiilleri dışında muhayyel bir tasavvurla belirlendiğinin ileri sürülmesidir. Hâsılı,
varlıkla ilişkisinde merkez duygusu adalet, merhamet ve ahlâk olan yüce bir Tanrı’nın insan
için bu denli itiraz alanı bırakacağı düşünülmemelidir.
Ancak klâsik Sünnî gelenek, yazgı anlayışının temeline önceden bilme öğesini
yerleştirdiği için, insanın fiilleri konusunda farklı bir sonuca varabilmelerinin de önünü
tıkamıştır. Nitekim de bu durumun kabulü, kendi fikrî rasyonalitesi içerisinde bile çelişik bir
durum arzetmektedir denilebilir. Zira ilgili düşüncenin genel eğilimine göre ölüm bilgisi,
ezeldeki bilginin tespitli bir hâlinden başka bir şey değildir. Zaten süreç de, bu ezelî bilgiye
uygun olarak işlemektedir. Durumun nazikliğini gösteren şu ifade ise bahsedilen yazgı
anlayışının kişilerin iradelerini de bağlayıcı bir mahiyet taşıdığını haber vermektedir: “Ölüm,
kaderin takdirli oluşundaki bir bilgidir. Bu bilgi insanı bağlayıcı niteliktedir.”12
Bu noktadan hareketle denilebilir ki mesele, ahlâkî açıdan pek çok güçlüğü beraberinde
taşımaktadır. Ezelî yazgının mahiyeti konusundaki şu soru, disipliner anlamda cevaplanmadığı
sürece, düşünce kodlarımızdaki çelişik durum ilânihâye devam edecektir: “Ezelî ilme uygun
düşen, fiilin önceden yaratılması mıdır? Yoksa yazılması mıdır? Yoksa kâtilin, kendisi için
yaratılanı tercih etmesi midir?”13
Hâlbuki insanın iradeli eylemlerindeki sorumluluk ilkesini
dışarıda bırakmayacak şekilde bir ilim anlayışı ortaya konulabilseydi, süregelen zihinsel güçlük
kendiliğinden bertaraf edilmiş olabilirdi. O zaman bu güçlüğü aşmak için çeşitli çareler aramak
zorunda da kalınmazdı. Belki de sırf bu nedenden ötürü geleneksel düşünce, ölümün ve hayatın
ecelini birbirinden ayırma yolunu da tercih etmiştir. Onlar hayatın ecelini potansiyel olarak
Yüce Allah’ın ilmiyle bilip tespit ettiği müddet 14
olarak açıklamışlardır. Bu çaba ise nihayetinde
insanın fiillerinden sorumlu olmasına bir katkı sunmamış, hatta probleminin makyajından öte
bir sonuç da doğurmamıştır. Kanaatimizce çözüm mercii olarak ortaya konulmuş olan bu
yaklaşım, esas itibariyle ölüm eceli’nin ezelî bilgiyle olan ilişkisinin sınırlarını da kapsadığı
için, hesaba müteallik kişisel iradenin etkinliği konusunda yine de eksik bir yaklaşım olarak
karşımızda durmaktadır.
Mu’tezile Mezhebi’nin ecel konusundaki genel kanaati, ekolün bütünü için ortak bir
kanaati ifade etmezse de, düşünürlerin bireysel eğilimlerindeki ufak tefek farklılıkları dışarıda
tutulacak olursa, şöyle bir paragrafta toparlanabilir düşüncesindeyiz:“Ecel, vakit demektir.
Yüce Allah’ın her insan için çizdiği bir hayat müddeti vardır. Ecel de bu müddetin adı ve
vaktin sonudur. Bu vakti Yüce Allah ezelde bildiği için, O’nun bilmiş olduğu bu vakit de
insanın eceli olmaktadır. Buna göre insan ve hayvan aynıdır. Tıpkı borç vb. de aynı olduğu
gibi. Öyleyse, insan hayatının eceli, hayatın vakti ve süresi, ölümü ise, öldüğü zamandır.”15
Bazı müteahhîr Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, taât’e binaen yapılmış olan ömür
artışları, (40+70+X yıl) gibi farklı seçenekleri içeren bir dizgede ele alınmış olması, ilk bakışta
kişisel özgürlükler lehinde bir durum olarak görülse de, son tahlilde bu rakamların da ezelî
bilgiyle ilişkilendirilme geleneği umut kırıcı olarak görülmektedir. Hâlbuki ömür artırıcı veya
12 İgnaz Goldziher, Ecel md, MEBİA, İstanbul ts., IV, 104; Keskin, age, s. 197. 13 İbrahim İsferâyînî, Haşiye Ala Şerh-i Akaid-i Nesefi li’l- Taftâzânî, İstanbul 1288, s.176-177. 14 Ebu Ya’la el- Ferrâ, Kitabu’l- Mu’temed Fî Usulu’d-Din, Beyrut 1974, s. 148. 15 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh Usulu’l-Hamse, Kahire 1988, s. 780, 781; el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl, Mısır
1962, XI, 4; İbn Ebi’l-Hadîd, Şerh Nehcu’l-Belâğâ, Beyrut 1965, V, 133; Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu
Musallîn, Weisbaden 1980, I, 321; Bakıllânî, Temhîd, s. 333; Bedevî, age, I, 623; Semih Dugaym, Felsefetu’l-Kader
fî Fikri’l-Mu’tezile, Beyrut 1985, s. 318.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 49
ömür eksiltici eylemlerin kişisel iradeye dayalı fiiller olması kadar doğru bir seçenek olamaz.
Tamamiyle kişisel tercihlere dayalı olması gereken bir artışı, ezelî takdir formunda ifade etmiş
olmak, insanlığa kurtuluşu için açık bir kapı da bırakmamıştır. Üstelik de kâtilin eceli kesmiş
olma ihtimali, Mu’tezîlî düşünce içerisinde bile bütün detaylarıyla tartışılırken, Ehl-i Sünnet’in
bu grubu homojen bir düşünce ekolü olarak tanıtması, doğru bir yaklaşım değildir.16
Hâlihazırdaki bulgulara göre ise Mu’tezile Ekolü’nün bu kadîm sorunu, Yüce Allah’ın ilim,
kudret ve irade sıfatlarıyla çözmek istemiş olduğunu göstermektedir. Câlib-i dikkat olan bu
çaba neticesinde onlar, Yüce Allah’ın iradesi ile ezelî yazgının mahiyetini zaman olarak farklı
yorumlayarak insanoğluna bir nebze olsun nefes alma imkânı sağlamışlardır. Kanaatimizce
Ehl-i Sünnet’in Mu’tezile’yi eleştirirken kullandığı argümanlardan biri olan: “Bunu iddia
edenler, öncelikle Allah’ın bilgisinin neleri kapsadığını, sonra da insanın ömrünün suresini
bilmeliler ki, böyle bir hükme varabilsinler”17
ifadesi, ilgili ekolün genelini kapsayan bir
değerlendirme değil, bazı Mu’tezîlî düşünürlerin ileri sürdükleri fikirlerden ibarettir. Gerçi Ehl-
i Sünnet Düşünce Ekolü, böyle kesin bir hükmü ifade etmekle, Mu’tezîlî düşünürler tarafından
ortaya konulmuş olan insanî birikime olan güvensizliğini ifşâ etmiştir.18
Netice-i kelâm olarak denilebilir ki bu gibi teorik gerçekliklerden hareketle görünür
vakaların izahının zorluğu, Mu’tezile Ekolü’nü oluşturan âlimleri sistematik olarak te’vil
anlayışına19
sürüklemiştir. Onlara göre, gaybe ait olmayan bu sorunun, insanlığın düşünce
dünyasını bu denli kuşatmış olması, çözüm yollarında karşılaştıkları pek çok güçlüğün
üstesinden gelmelerini de engellemiştir. Mu’tezile düşünce okulunun pek çok düşünürü de bu
genel hükmün içerisinde yer almaktadır. Onların yaklaşımlarına göre ise bu sorun, hem Yüce
Allah’ın adâletine hâlel getirmeyecek şekilde, hem de insanı memnun edecek tarzda bir
çözüme kavuşturulmalıdır ki, bu durum anlamlı bir çözümü ifade etsin. Ne hikmettir ki
Mu’tezile Okulu da ilgili soruna nihâi bir çözüm geliştiremediği için, geleneksel anlayışın
güçlü izleğinde kaybolup gitmiştir. Teorik bazda epeyce farklılık içeren bu düşünceleri, onları
halkın kabulüne mazhar kılmamış, bilâkis ana gövdeyle farklı düşünmelerinin bedelini de
sosyal katmanlardan dışlanmakla ödemişlerdir.
Bize göre metafizik bir değer olan Allah’ın önceden bilmesi ile, tamamen bireysel
tercihlere dayalı olarak oluşan ölüm vakası arasında zorunlu bir korelasyon aramak doğru
değildir. Bu ikisi arasında birbirini tetikleyen bir zorunluluk yoktur, olması da ahlâkî değildir.
Yüce Allah’ın ölen kişinin canını melekleri aracılığıyla alıyor olması,20
bu hususta herkes için
bağlayıcı ve genel geçer bir yasanın olmasını da gerekli kılmalıdır. Ölüm vakasının teorik bir
planlamayla ezelî bilgiye dayalı olarak önceden düzenlenmiş olması başka bir şey, onun ezelî
yazgı haline getirilerek günlük hayat içerisinde bütün ayrıntılarıyla beraber takdir edilmiş
olduğunu kabul etmek bambaşka bir şeydir. Çünkü iki durum da aynı anlama gelmemektedir.
Hatta iddia edilebilir ki, diğer varlıklardan müstesna olmak üzere, kişisel hesabını doğrudan
16 Mu’tezile Mezhebi’nin yeknesâk bir şekilde tanıtımındaki asıl amaç, ilgili ekolün düşünce kamuoyundaki
değerini düşürmeye yönelik bir hamle olarak da görülebilir. Zira bu konudaki yanlış ve de eksik tanımlamalar,
halkın bu düşünce eğiliminden uzaklaşmasını, hatta yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir. Akılcı ve de
hürriyetçi bir eğilime sahip olan bu düşünce ekolü, aslında insanın temel bir sorununu çözme iştahından hareket
etmiş olduğu için, bu kadar hoşgörüyü de hak ediyor kanaatindeyiz. Nitekim de bu yanlış algıyı eleştiren Uludağ,
şöyle bir tespit yapmaktadır: “Mu’tezile, ecel konusunda bir değil, birçok görüşe sahiptir. Bazıları Eş’ariye ve
Mâtüridiye’ye uygundur. Hâlbuki Sünnî Ekol, Bağdat kolunu dikkate alarak eleştiri yapmıştır. Bu da onların yanlış
ve eksik bilinmesine sebep olmuştur. Kendi kaynak ve eserlerine dayanarak fikirlerini vermek, ilmî ve fikrî mânâda
dürüstlüğün gereğidir. Mu’tezile, eksik tanıtıldığı için, eleştiriler de eksiktir.” (Bkz. Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi
ve İslâm Akaidi, İstanbul 1982, s. 225). 17 Ebu Abdurrahman eş-Şarânî, el-Yevakıt ve’l- Cevâhir Fî Beyâni Akâidi’l-Ekabîr, Mısır 1889, I, 134. 18 Mu’tezile Mezhebi ile Ehl-Sünnet ekolü arasındaki esas ayırım, temel ilkeler üzerindeki yaklaşım farklılığı yani
ilkesel uyuşmazlık yatmaktadır denilebilir. Zira Mu’tezile, şer ifade eden eylemlerdeki esas sorumluluğu bireye
vermekle, katl/maktul olayındaki bütün sorumluluğu insana yüklemiş olmaktadırlar. Bu düşünceye göre eğer kul şer
ifade eden bu fiilini yaratıyor ise, ölümün-öldürmenin sebeplerini de kendisi oluşturmuş olmaktadır. (Naşi el-Ekber,
age, s. 95-96; Muhammed A. Tahanevî, Keşşâf Istılahâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, I, 84; Birgili Mehmet Efendi,
Tuhfetu’l-Müsterşidîn fî Beyân-i Fırak-ı Mezâhibi’l-İslâmiyyîn, DEÜİFD, İzmir 1989, VI, 185). 19 İbn Rüşd, Faslu’l- Makâl, İstanbul 1992, ss. 77-78, 110-111. 20 İlhami Güler, Allah’ın Ahlakîliği Sorunu, Ankara 1998, s. 125.
Namık Kemal OKUMUŞ 50
ilgilendiren bu sonucun pratik düzenlemesini insan yapmalıdır ki, bu eyleminden hesaba
çekilecek olan insanın Âhiret hayatındaki sorumluluğundan bahsedilebilsin.
2. BASRA EKOLÜ VE ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Bu makale içerisinde Mu’tezile Düşünce Okulu’nun kurucu ataları mesabesinde olan
Basra ve Bağdat Ekolü ile nispeten daha bağımsız düşünebilen Mu’tezîlî aydınların ezelî yazgı
bağlamında ecel, ömür ve ilim düşüncesini ele aldık. Binaenaleyh ecel konusu, ezelî yazgı
fikriyâtının omurgasını teşkil eden kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda
bulunmaktadır. Zira özgür düşüncenin neredeyse bütün veri tabanlarının aşikâr olduğu
zamanımızda bile insanlığın ortak algısı gibi dayatılan ve de güçlü bir şekilde ezelde takdir
edilmiş olan ecel ve ömür algısını besleyen kadîm tasavvur, yine ezelde yazılmış olan kader
düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmektedir. Ne var ki, genelde Mu’tezile düşünce
okulu, özelde ise Basra ve Bağdat ekolü, bahse değer meselede insanlığın önünü açacak
derecede güçlü bir gelenek de oluşturamamıştır. O kadar ki, Mu’tezile düşünce okulu, klâsik
Ehl-i Sünnet düşüncesinden farklı olarak insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi
tanımlamıştır denilebilir. Ancak onların kader anlayışları da ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde
kaldığı içindir ki, bu kadîm sorun hâlâ insanlığın başat problemi olmaya devam etmektedir
denilebilir.
Bilindiği kadarıyla Mu’tezîlî düşünce geleneği, gerek oluşum, gerekse de gelişim tarihi
itibariyle kendisine iki ana kol üzerinden varlık alanı bulmuş gibidir. Diğer bir deyişle
Mutezile Ekolü, ana izlek olarak Basra ve Bağdat okulu adıyla yaygınlık kazanmıştır.21
Çalışmamızın daha önceki bölümlerinde Mu’tezile ismiyle meşhur olmuş olan bu düşünce
okulunun ezelî yazgı anlayışına genel hatlarıyla değinmiştik. Bu noktada ise ekolü oluşturan iki
büyük kol üzerinden giderek, Mu’tezîlî düşüncenin ilgili kabullerine değinmek istiyoruz. 22
Kanaatimizce Mu’tezîlî düşüncenin neşvü nemâ bulmasının iki başat nedeni vardır.
Bunlardan ilki, kurucu zihniyet olarak adı geçen kolu daha ziyâde ilmî planda geliştirmiş olan
Basra Ekolü,23
diğeri ise, bazı dönemler itibariyle siyasî erkle olan yakınlığıyla da bilinen
Bağdat Ekolü’dür.24
Haddizatında gerek Basra ve gerekse de Bağdat ekolüne ait olan
21 Kurucu Ata olarak Hasan Basrî’ye dayanan Basra ekolü, daha çok ilmî plandaki çalışmalarıyla tezâhür etmiştir.
Beş esasın teşekkülünde önemli rolleri vardır. H. II. Asrın başlarında Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gibi iki büyük
düşünüre sahip olan bu kol, başlangıçta Ebu’l-Hasen el Eş’arî’ye de fikir yuvası olarak destek vermiştir. Bugün
itibariyle çok da meşhur olmayan pek çok düşünür bu kolun düşünsel plandaki desteğinden yararlanmıştır
denilebilir. Osman et-Tavîli, Hafs b. Salim, Hasan b. Zukvân, Halid b. Safvân, İbrahim b. Yahya, el-Medenî, Ebû
Bekr el Asâm, Muammer b. İbâd, Sahhâm, Fuvatî, Esverî, Abbâd b. Süleyman, Amr b. Dırar ve İbnu’l-Ayya bu gibi
isimler arasında sayılabilir. (Bkz. Samedî, age, s. 109-110; İbn Nedim, age, s. 206, 216; İbn Hazm, age, IV, 192-
204; Malâtî, Kitâbu’t-Tenbîh ve’r-Reddu Âlâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bedâ, Beyrut 1968, ss.36-41). 22 Mu’tezîlî düşüncenin kaynak kişilerinden birisi olan Hasan Basrî, insanın iradeli işlerine taalluk eden konularda
ezelî takdir fikrini kabul etmez. Bu nedenledir ki onun düşüncesine göre yazgı, şartlı bir şekilde kodlandığı için,
fiilin oluş anında gerçekleşmektedir. (Bkz. Hasan Basrî, Risâle fi’l-Kader, Kahire 1971, s. 85-86). Bu yaklaşımıyla
Hasan Basrî, alınyazısı düşüncesine ilmî bir tepki ortaya koymakla kalmamış, siyasî veçheleriyle inşâ edilmiş olan
itaat kültürüne de karşı çıkmıştır. Daha sonraları Mu’tezile düşüncesine de sirayet etmiş olan bu özgürlükçü algıya
göre, kişinin iradeli eylemlerinde önceden yazgı belirleyici değildir. Çünkü bu konu, ezelî takdire dönük bir şekilde
anlaşılamaz. İnsanın hesap verebilmesini rasyonel hâle getirmiş olan bu eğilim, hür düşüncenin bayrak yarışı olarak
görülmelidir. Zira her şeyin Allah tarafından irade edildiğini beyan eden bir siyasî otoriteye karşı, ancak bu şekilde
bir özgürlükçü tavırla karşı konulabilirdi. Belki de sırf bu nedenden dolayıdır ki Mu’tezile Ekolü, kötü olan şeyleri
Allah’a değil, başta siyasî oluşumun iradesi olmak üzere kişisel iradeye taalluk eden bir husus olarak görmüşlerdir.
Hâlbuki siyasî otorite, bu anlamda insan düşüncesinin bir vekili olmadığı için, insanın işlemiş olduğu şer eyleminin
Yüce Allah’ın yaratıcılık sahasından çıkarılmış olması, kendi içerisinde tutarsız bir durum yaratmış gibidir.
Kanaatimizce özgürlükçü bir algının oluşabilmesi için, iyilik ve kötülük insanın iradeli eylemlerinin bir mahsulü
olarak görülmeliydi. Çünkü Yüce Allah’ın mutlak olan iradesi, bu konuda ahlâki uyarılardan öte bir şey takdir
etmez. 23 Mu’tezile Mezhebi’nin Basra Kolu olarak bilinen grubu genel olarak şu meşhur şahsiyetlerden oluşmaktadır:
Hasan Basrî (ö.110/728), Vâsıl b. Ata (ö.131/748), Amr b. Ubeyd (ö.144/761), Ebu’l- Hüzeyl el-Allâf (ö.227/841),
İbrahim en-Nazzâm (ö.231/845), Amr b. Bahr el- Câhız (ö.255/868), Ebu Ali el- Cübbâî (ö.303/915), Ebu Hâşim
el- Cübbâî (ö.321/933). 24 Mu’tezile Mezhebi’nin Bağdat kolu, hicrî. III. Asrın başlarında Bişr b. Mu’temir (ö. 210/825) tarafından
kurulmuştur. Bağdat grubu adıyla da meşhur olmuş olan bu kol, zaman zaman ilgili kişilerin adlarıyla da
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 51
şahsiyetler, ilk etapta Emevî iktidarına karşı siyasî bir tavır takınarak imâmet-siyaset konusu
üzerinden bir muhalif kimlik de geliştirmişlerdir.25
Keza, H. II. Asır itibariyle siyasî iktidarla
olan mücadelelerinin de esas olarak itikâdî değil, siyâsî bir veçhesi bulunmaktaydı. Yani o
dönem itibariyle ulema ile umera arasındaki çekişme, öz olarak imâmet/siyaset doktrini
etrafında şekillenmekteydi. Dönem itibariyledir ki, bu baskıcı siyasî yapılanmanın ideolojik ve
sosyal temelleri, Mu’tezîle gibi dînî ve felsefî bir ekolün doğuşunu da hazırlamıştır. Dahası,
mezkur ekolün iman ilkeleri sayılabilecek olan beş esas’ı da Basra Kolu zamanında
sistemleştirilmiştir. Bunun yanı sıra Yunan felsefesinin etkisiyle felsefî tartışmaların içerisine
dalan Bağdat kolu ise, halku’l-Kur’an meselesinde tabir caiz ise hadlerini aşarak siyasi erkle
bütünleşerek gerek bir kısım ulemaya, gerekse de onların yanında saf tutan halka kendilerinden
beklenmeyen bir baskı uygulamışlardır.26
O yüzdendir ki, Mu’tezîle düşünce sistematiğinin
bânisi olan iki ekol arasında hem kurumsallaşmada, hem de düşünce yönelimlerinde bazı temel
farkların oluşmasını da bu gibi fikrî ve eylemsel arka planda aramak gerekmektedir.
Gelinen bu aşamada Mu’tezile Mezhebi özelinde denilebilir ki, kollarının ezelî yazgı
hususundaki fikirleri, ekolü oluşturan kişilerin düşüncelerinden bağımsız olarak ele alınamaz.
Zira günümüz ölçeğinde bile Mu’tezîlî düşünce okulu, hâlâ kurucu ataların fikirleri üzerinden
tanımlanmaktadır. Bu nedenle denilebilir ki, Mu’tezîlî düşünce okulu, ekolün ilk kurucularının
düşünsel iradeleri gereği olarak, genel hatlarıyla özgür bir insan modeli üzerinde inşâ
edilmiştir. Bunun içindir ki ilgili beşerî eğilim, kısa bir panorama ile geçiştirilecek bir birikim
de değildir. Aşağıdaki bölümlerde bu düşüncenin izsüren takibini kişiler bağlamında ele almak
istiyoruz.
Hasan Basrî (ö. 110/728), Mu’tezile Düşünce Okulu’nun gelişmesinde fikrî kaynaklık
bakımından kurucu atası sayılmaktadır. Onun asıl mücadelesi, siyasî otoritenin insan algısının
totaliter yapısı üzerinde yapmış olduğu düzenleyici faaliyetleridir. Hasan Basrî, zaman zaman
Ehl-i Sünnet düşüncesiyle teğet fikirler serdetmiş olsa da,27
ezelî yazgının mahiyetini değiştiren
görüşleri, insanlığın düşünce tarihinde hâlâ bir şaheser gibi durmaktadır.
Basra Ekolü’nün düşünce sistematiği dışında görüş belirtmiş olan Hasan Basrî, bu
ekolün ileri sürmüş olduğu ne şekilde olursa olsun maktûl, eceliyle ölmüş ve ömrünü
tamamlamıştır28
tezinin yanlışlığını, Emevî İktidarı’nın uygulamalarına karşı güçlü bir tez
mahiyetinde olan kader risâlesi’nde ortaya koymuştur. Meşhur risâle’nin temel vurgusu ise,
insanın kaderi olgusunun esas belirleyicisinin, bireyin iradeli seçimleri olduğudur. Bu tema,
insan sorumluluğunu ortaya çıkardığı için, Basra Ekolü’nün takdirli ecel anlayışıyla
uyumsuzluk içerisindedir.29
anılmaktadır. Kolu oluşturan başlıca şahsiyetler şunlardır: Ebu Sehl Bişr b. El- Mutemir (ö.210/825), Ebu Musa b.
El- Murdar (ö.226/840), Sümame b. Eşres (ö.213/828), el- Cafereyn: 1-Cafer b. Harb (ö.236/851), Ebu Muhammed
Cafer b. Mübeşşir es- Sakâfî (ö.234/848), Ahmed b. Ebi Duad (ö.240/854), Ebu Süleyman el- Hayyât (ö.300/912),
Ebu’l Kasım el- Belhî el Ka’bî (ö.319/931), Zürkân, Kâdî Abdulcabbâr (ö.415/1024), Zemahşerî (ö. 538/1143).
(Bkz. Samedî, age, s. 110; Ebû Muhammed Nevbahtî, Kitâbu Fıraku’ş-Şia, İstanbul 1931, s. 25-26. 25 Muhammed Ammara, Mu’tezile ve Devrim, İstanbul 1988, s. 63, 65, 99; Bağdâdî, age, s. 82. Mu’tezile Ekolü, Şiî
düşünce eğilimiyle benzeşen fikrî eğilimlere da sahiptir. Zira bu ekol, Şia’nın temel düşüncelerinden birisi olan,
imametin nass ve tayinle oluştuğu inancına destek vermişlerdir. Onların ileriye sürmüş oldukları fâdıl-mefdûl
ayırımı, imamet düşüncesi üzerinden okunmalıdır. (Arif Tamer, Mu’cem Fıraku’l-İslâmiyye, Beyrut, ts., s. 23-24;
Naşî el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme ve Muktefât Mine’l-Kitâbi’l-Evsât fi’l-Makâlât, Beyrut 1971, s. 50-51). 26 İbn Nedim, age, s. 216; Malâtî, age, s. 40-41; İbn Küteybe et-Dîneverî, Te’vîlu Muhtelifu’l-Hadis, İstanbul 1979,
s. 17, 51; T. J. De Boer, İslâm’da Felsefe Tarihi, Ankara 1960, ss. 96-106; Louis Gardet, Dieu et La Destine de
L’Homme, Paris 1976, s. 135; W. Montgomery Watt, age, ss. 83-108; İslâmî Tetkikler, Ankara 1968, s. 61. Watt,
Mu’tezile’ye atfedilmiş olan hür düşünürler sıfatını eleştirir. Öyle olsaydı mihne süreci yaşanmazdı demektedir.
(Bkz. Watt, İslâm Tedkikleri, s. 61; İ. Agâh Çubukçu, Mu’tezile ve Akıl Meselesi, AÜİFD, Ankara 1964, XII, 61. 27 Hasan Basrî’nin sonraki devirler itibariyle de Sünnî olduğu ileri sürülmektedir. Bkz. Hüseyin Atay, İbn Sina’da
Varlık Nazariyesi, Ankara 1983, s. 13; Osman Karadeniz, Hasan Basrî ve Kelâmi Görüşleri, DEÜİFD, İzmir 1985,
II, 137-139. 28 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid fî Tashîhi’l-Akâid, Beyrut, ts., s. 98; Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, Dimeşk 1993, II,
686; Eş’arî, Makalât, s. 257; Abdülmelik Cüveynî, Kitabu’l-İrşâd İlâ Kevati’il-Edilleti Fî Usuli’l-İtikâd, Beyrut
1996, s. 361. 29 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; İbn Hazm, Kitâbu’l-Fasl, III, 84-85; Bakıllânî, Temhîd, s. 332; Subhî,
Zeydiyye, I, 371.
Namık Kemal OKUMUŞ 52
Hasan Basrî’ye göre ecel ve ölüm yazılmış olan bir gerçekliktir.30
Zira En’âm Suresi’nin
2. âyetinde belirtilmiş olan ilk ecel, kişinin yaratılışı ile ölümü arasındaki ecelidir. Bu ecel
dünya üzerindeki bir süreyi kapsamaktadır. Müsemmâ ecel ise, ba’s yani diriliş ve kıyamet
ecelidir.31
Yüce Allah’ın olacak olanları ezelde bilmiş olması, O’nun ilminin bir gereğidir.
Ancak bu bilginin insanın iradeli tercihleri üzerinde bir müdahalesi söz konusu değildir.32
Hasan Basrî, Bakara Suresi’nin 57 ve 58. âyetleri ile Hud Suresi’nin 43. âyetini bu meyanda
yorumlayarak insanın sorumluluğuna dair etkili bir kapı aralamak istemiştir. Ona göre yazgı,
insanın iradeli fiilleri için oluş anındaki tespitler üzerinde belirginleşmektedir. Yani insanın
iradeli işleri, oluş anında tespit edilip kayıt altına alınmaktadır.33
Onun bu eğiliminin altında
yatan ana saik, devrin siyasî otoritesinin kaderci anlayışının iptaline yönelik itiraz gerekçesi
oluşturma isteğidir.34
Zira siyasî otorite, yapmış olduğu her şeyi, ezelî yazgı içerisinde
kesinleşmiş olan tespitler üzerinden tanımladığı için, kendi eylemlerinin de bir nevi ilâhî kader
olduğunun kabulünü istemiştir. Hasan Basrî’nin itirazı, bu dayatmaya karşı durmakla inşâ
edilmiştir denilebilir.
Basra ekolünün kurucu şahsiyetlerinden birisi olan Ebu’l- Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/852)35
ise Mu’tezîlî düşünce içerisinde önemli bir yere sahip büyük bir düşünür olarak da
bilinmektedir. Onun bilinen en önemli yönü ise, ilgili Mezheb’in amentüsü sayılan Beş Esas’ın
teşkilindeki entelektüel katkısıdır.36
Mu’tezile Düşünce Ekolü’nün büyük şahsiyetlerinden olan düşünür Ebu’l-Hüzeyl, ecel
anlayışı hususunda Eş’arî Ekolü’ne yakın fikirler serdeden bir âlim olarak bilinir. Allâf’a göre
ecel: “Bir kimsenin hayatının önceden tayin edilmiş müddeti” dir.37
Bu nedenledir ki Allâf,
kişilerin ölüm vakitlerini, Yüce Allah’ın ezelî olan ilmiyle doğrudan bağlantılı bir konu olarak
değerlendirmektedir. Ona göre kişilerin eceli, ezeldeki bilgiye matuf olarak düzenlenmiş ve
takdir edilmiştir. Zira insan davranışlarına önceliği olmuş olan bu bilginin, kişilerin ölüm
vakitlerini de içermesi kadar doğal bir şey olamaz. Bu nedenle katl, yani öldürme olayı,
ezeldeki bilginin tabîi bir sonucundan ibarettir. Ezelî ilme göre oluşan kişisel hayatlarımızda
ise, takdir edilmiş olan ömürlerimizin artması veya eksilmesi söz konusu olamaz. Bu konuda
bir artışın düşünülmesi de dinen caiz değildir. Neticede bu düşüncelerine dayalı olarak Ebu’l-
Hüzeyl, maktûl konusundaki görüşünü şu şekilde formüle etmiştir: “ Maktûl öldürülmemiş olsa
bile, onun ölüm vakti, Yüce Allah’ın onun için ilmiyle bildiği ve takdir ettiği vakittir.”38
30Hasan Basrî, Tefsîru Hasan Basrî, Kahire, ts., I, 254; İbn Abd Rabbîh, Kitâbu İkdu’l-Ferîd, Beyrut 1992, II, 203,
205. 31 Hasan Basrî, Tefsîr, I, 350. 32 Hasan Basrî, Risâle fi’l-Kader, s. 79; Tefsîr, II, 360; Karadeniz, age, s. 147. 33 Hasan Basrî, Risâle fi’l-Kader, s. 86; Yahya el-Hüseynî, Resâilu’l-Adl ve’t-Tevhid, 1971, Yy., II, 85; Lütfü
Doğan-Yaşar Kutluay, Hasan Basrî’nin Kader Hakkında Halife Abdulmelik b. Mervan’a Mektubu, AÜİFD, Ankara
1954, III, 83. 34 Hasan Basrî, bu mektubunda, siyasî otoritenin gerçekleştirmek istediği itaat kültürü’nü reddederek, gelişmeler
karşısında insanın sorgulayıcı karakterini öne çıkarmak istemiştir. Bu düşünceden hareketle o, Hud Suresi’nin 102,
105 ve 106. âyetlerini insan özgürlüğü lehinde yorumlayarak, kaderci anlayışın tesisine olan itiraz gerekçelerini
oluşturmuştur. (Bkz. Hasan Basrî, Risâle, s. 86; A. Mahmud Subhi, Fî İlm-i Kelâm, Beyrut 1985, I, 272). 35 Ebu’l-Hüzeyl el- Allâf (135-235/752-852). Abbasilerin dokuz halifesi döneminde yaşamıştır. Ancak onun aktif
ilim hayatı, dönemleri itibariyle Harun Reşit(786-809), Me’mun (813-833), Mu’tasım (833-842) ve Vâsık (842-
847) dönemleridir. Allâf, Mu’tezile-Mu’tezîlîlik düşüncesinin iktidar olduğu mihne dönemlerinde (198-232/813-
847) Abbasî Halifeleri Me’mun, Mutasım ve Vâsık ile bu düşüncenin önde gelen teorisyeni olarak uzun süre birlikte
çalışmıştır. Allâf’ın diğer bir yönü de, Mu’tezîlî düşünce içerisinde kelâm ilminin incelikli konularını felsefi
yaklaşımla beraber ele alıp, sistemleştirmiş olmasıdır. Buna ek olarak Ebu’l-Hüzeyl, Basra Mu’tezilesi’nin felsefî
eğiliminin de kurucu babalarından sayılır. Kendi döneminde gnostik eğilimlerden olan Mecusîlik ve Senevîyye’nin
ileri gelen düşünürleriyle de büyük tartışmalara girmiştir. (Bkz. Osman Aydınlı, Mu’tezile’nin Beş Esasının
Teşekkülünde Ebu’l-Hüzeyl’in Yeri, Ankara 1998, s. 66-69, 97-98). 36 Aydınlı, age, s. 97-98. 37 Samedî, age, s. 94; Mes’ûdi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut 1988, III, 380; İbn Hazm, age, III, 84. 38 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-783; el-Mecmu, s. 405, 411; Daniel Gimaret, La Doctrine da’l Ashari, Paris 1990,
s. 42; Şehristânî, Milell, I, 46; İbn Ebi’l- Hadîd, Şerh Nehcu’l- Belağa, V,1347; Bağdâdî, Usûlu’d-Din, s. 143; Watt,
İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Ankara 1981, s. 292.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 53
Mu’tezîlî düşüncenin kurucu atalarından sayılan Allâf, bu şekildeki klâsik yaklaşımıyla,
ekolün diğer önemli şahsiyetleriyle temel değerlere yaklaşım bakımından görünür bir ayrılığa
da düşmüştür denilebilir. Onun temel düşüncesine göre ecellerin artması ya da eksilmesinin
imânsız olduğu fikri, insan hayatında takdirli bir alanın oluştuğunu göstermektedir. Ecelle ilgili
olan her ayrıntı ezeldeki bu takdirin içerisine girmektedir. Kâtil-maktul olayı da bu alanda
değerlendirilmelidir. Çünkü kâtil, kendi iradesine binaen seçmiş olduğu fiiller nedeniyle,
maktûl’un ezelde tespit edilmiş olan ecelini kesemez. Sünnî düşüncenin temel paradigmalarını
deruhte etmiş olan bu klâsik kanaat, düşünürümüzde hâkim bir değer olarak ön planda
gözükmektedir. Zira bu algıyı destekler şekilde Allâf: “Maktûl öldürülmeseydi bile Allah’ın
onun için bildiği aynı vakitte mutlaka ölürdü” demek suretiyle, “ne şekilde olursa olsun kişinin
öldüğü vakit, onun ecelidir” şeklindeki görüşü kabul etmiş olmaktadır. Bu yüzdendir ki,
Mu’tezile Mezhebi’nin tarihsel gelişimi hakkında muhalled bir eser kaleme almış olan büyük
düşünür İbn Murtazâ, onu Cebriye’nin sahip olmuş olduğu mücbir anlayışa yakın olmakla
suçlamıştır.39
Çünkü Allâf: “Maktûl öldürülmeseydi yine de kendisi için takdir edilmiş olan
aynı vakitte ölürdü, ancak bu durumda yine onun ecel-i müsemma’sı kesilmemiştir, der ki, bu
da muhâldir.”40
demektedir.
Basra mevâlisinden olan Ebu’l- Hüzeyl, günümüzde Eş’arîlik olarak bilinen düşüncenin
paralelinde fikirler de öne sürmüştür. Bu meyanda onun serdetmiş olduğu ecellerin takdir
edilmiş olduğu fikri, 41
Ehl-i Sünnet’in kaderci yaklaşımını andırmaktadır. Düşünürümüz Allâf,
ecel ve maktûl konusunda yukarıdaki açıklamalarına ek olarak devamla, eleştirilerine mâruz
kalmış olduğu Mu’tezîli düşünür olan Ka’bî’nin aksine, ecelin kesilmesi vakasına ve bunun
karşılığında oluşacak olan cezanın onayına uygun aklî bir yaklaşımı bulmak için şu izahatı da
vermektedir: “ Maktûl öldürülmeseydi, ölüm yine mutlak olarak vuku bulacaktı. Böyle olmazsa,
katil maktûlun ecelini kesmiş olurdu ki, bu mümkün değildir.”42
Yukarıdaki görüşüyle Allâf, hem kendisini eleştirmiş olan Ka’bi’ ye itiraz etmekte, hem
de Ka’bî’nin düşüncesine yakın olanlara da kendi düşünce eğilimine uygun olarak yeterli
gördüğü bir cevabı da vermiş olmaktadır. Düşünürümüz Allâf, kendisini eleştiren Ka’bî’yi
düşünsel eğilim olarak Ehl-i Sünnet’e yakın olmakla suçlayarak, böylelikle ezelde tayin ve
tespit edilmiş olan ecelin ziyade ve noksan kabul etme düşüncesini reddetmiş olmaktadır.
Neticede ise o, ezelde kişiler için takdir edilmiş olan ecel vaktinin kesin olduğunu ve bu vaktin
hiçbir durumda şaşmazlığını kabul etmiştir. 43
Aynı düşünceye ek olarak Allâf, maktûl için şu
değerlendirmeyi yapmaktan da geri durmamıştır: “Maktûl kendisi için tayin edilmiş olan o
vakitte eğer ölmeseydi- ölüm olayının mutlak olarak oluşması gerekmeseydi-, Yüce Allah’ın
ilminin cehl’ e dönüşmesi ve katilin, maktûlun ecelini kesmiş olması gerekirdi ki bu ise ilâhî
ilmin muktezasınca imkânsız bir durumdur.”44
demekle suretiyle maktûle, ne şekilde olursa
olsun ecel vaktinde ölüm hakkı tanımıştır. Zira Allâf’ın düşüncesine göre ölüm, iki durumda da
kaçınılmaz bir sondur.45
Son olarak ileri sürülebilir ki cedel ilminin üstadı sayılan Allâf’ın bu
yaklaşımını sebeplilik-determinizm ilkesine uygun olarak zorunlu sebep-netice çıkarımına
uygun olduğunu ileri süren düşünürler de yok değildir. 46
Mutezile Mezhebi’nin büyük reislerinden olan filozof Allâf, ezeldeki takdirin bazı
şeyleri dışarıda bıraktığı düşüncesindedir. Onun Mezhebin genel kanaatine de uygun bir
şekilde, fiil anlayışına esas olarak gelişen bu düşüncesi, insanların dünya üzerinde işlemiş
oldukları kötülüklerin yaratılmasının Yüce Allah’a isnadının iptaline yönelik bir manevra
39 İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalâid, s. 98; Tabakât, s. 44-45. 40 İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalâid, s. 98; Tabakât, s. 44-45. 41 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-783. 42 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-783; Eş’arî, Makalât, s. 257; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Bağdâdî, Usûl, s. 142;
Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd, s. 361; Şehristânî, Milel, II, 66-67. 43 Sabûnî, el-Bidâye Fi Usûli’d- Din, ts., s. 159; Maturidiyye Akaidi, s. 240; Watt, Hür İrade, s. 85. 44 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Eş’arî, Makâlât, s. 257; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Şehristânî, Milel, II, 66-67. 45 Kâdî Abdulcabbâr, Muğni, XI, 3; Bağdâdî, Usûl, s.142; Şehristânî, Milel, I, 46; Aydınlı, age, s. 171; Watt, Hür
İrade, s. 85. 46 Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi, Ankara 1967, s. 115-116.
Namık Kemal OKUMUŞ 54
olarak görülmelidir. Bu kabulüne göre Allâf, şer bir eylem olan ölüm şeklinin ezelde tayin ve
tespit edildiğine açık olarak inanmaz. Ona göre Yüce Allah, insana fiilini gerçekleştirmek için
irade ve kudreti fiilden önce vermiştir. Çünkü Yüce Allah’ın kendisi şerri yani kötü olan bir
fiili kul için tercih etmez. İnsan ise kendi mutluluğu için hayrı işlemek zorundadır.47
Allâf’ın dağınık gibi görünen ecel ve rızık fikirleri, Mu’tezile’nin genel düşünce ekseni
içerisinde kabul edilemez giriftlikler de içermektedir. Haram olan şeylerin, kullar için ezelde
takdir edilmiş olan bir rızık olmadığını kabul eden Allâf,48
Mu’tezîlî düşüncenin genel
kodlarına göre hareket etmektedir denilebilir. Onun bu düşüncesi, ezelî yazgı anlayışına uygun
bir şekilde ifade edilmiş olsaydı, aslında haram olayının da bir çeşit insan fiilinden neş’et
ettiğini kabul etmesi daha doğru olurdu. Zira en nihayetinde gerek helal, gerekse de haram
insanın iradeli tercihleri sonucunda oluşan fiilî bir durumdan ibarettir. Ezelî yazgıyla hüküm
anlamı dışında bir bağıntısı yoktur. Geneli itibariyle denilebilir ki, Mu’tezile Mezhebi’nin
ekser düşünürlerine sirayet etmiş olan bu tutarsız görünüm, tenzih fikrinin abartısından başka
bir şey değildir. Bu fikrin çelişik yönlerine vurgu yapan Watt, ezelî yazgı anlayışı üzerinden
tesis etmiş olduğu eleştirilerini şu şekilde dile getirmektedir: “Allâf, ecel ve rızık gibi
kavramları sahte bir bağlılıkla incelemiştir. Yorumları da sınırsızdır. O ölüm şeklinin önceden
tayin edildiğine inanmaz görünür, ancak ecelin vaktinin şaşmazlığını ve kaçınılmazlığını iddia
eder gibidir. Sanki önceden kararlaştırılmış şeklini düşünüyor.”49
Ebu’l- Hüzeyl, dünya üzerinde insan için tek ecel’in olduğunu savunmaktadır. Ona göre:
“Her ne şekilde olursa olsun kişi ezelde takdir edilmiş olan ecelinin vaktinde ölür.” 50
Allâf,
bu yaklaşımıyla Ehl-i Sünnet’in tek ecel anlayışına uygun olarak kendi ecel düşüncesini
konuşlandırmakta, hatta daha da ileri giderek, ezelde kesinleşmiş olan ilâhî bilgiyle doğrudan
bağlantılı olarak açıkladığı ecel olayını, yine ezelde takdir ve tayin edilmiş olan kaza ve
kaderin bir parçası olarak algılıyor gibidir. Bu görüşleri yüzündendir ki, onun irade hürriyetini
daralttığı ve Eş’arî’lerin insan fiilleri hususunda genel kaderci teorilerinden olan kesb
nazariyesini kabul etmiş olduğu ileri sürülmüştür. Allâf hakkında eleştiri yapanlar bu tespitle
yetinmeyip, onun kesb nazariyesi’yle örtüşen fikirleri nedeniyle, ilgili nazariyeyi Eş’arî’den
önce savunan muasırı Dırar b. Amr’a yakın olmakla beraber, onunla Mu’tezile Ekolü arasında
doğrudan ilişki kurduğunu da söylemişlerdir.51
Yukarıdaki düşüncelerine ek olarak Allâf, kendi düşünce sisteminin ispatı için aklî
prensiplerden yararlanma yolunu tercih etmiş olduğu kadar, kişisel eğilimlerine Kur’an
ayetlerinden deliller bulmak suretiyle de, tezine uygun görüşlere de yer vermiştir. Ezelî tespit
düşüncesine uygun olarak Allaf’ın yapmış olduğu şu tespit, onun kendi iddialarını
temellendirmek için zaman zaman aklî yorum metodu’nu aşarak, subjektif-öznel
değerlendirmelerde bulunduğunu, hatta delillendirmenin objektif kriterlerini de göz ardı
ederek, sonucunda ise nesnel yaklaşımdan uzaklaştığını da göstermektedir. Bu iddiamızın
ispatının en güzel örneği, düşünürümüz Allâf’ın henüz kesinleşmemiş olan bir durum hakkında
serdetmiş olduğu şu kanaatinden çıkarılabilir: “Maktûl’ un, eğer ölmeseydi yaşayacağı müddet-
öldüğü için yaşayamadığı süre- kendisi için ecel olamaz. Zira öldürülmeseydi de ölürdü.”52
Hâlbuki maktûl, katil tarafından öldürülmeseydi bile, yine de aynı vakitte öleceğini söylemek,
gaybe ait bir konuda kesinlik içeren bir iddiada bulunmaktır ki, bu durumun ifadesi fâni kişiler
için asla anlamlı değildir.
47 Ebu’l-Hüseyin el-Hayyât, Kitabu’l- İntisar ve’r-Redd Âla İbn el-Ravendî el-Mülhîd Âle’l-Müslimîn ve’t-Tâne
Aleyhim, Beyrut 1957, s. 45; Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782; Aydınlı, age, s. 171. 48 Abdülkahir el-Bağdâdî, el- Fark Beyne’l- Firak, Beyrut ts., s. 126. 49 Watt, Hür İrade, s. 84-85; Aydınlı, age, s. 172-173. 50 İbnü’l- Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98. 51 İbnü’l- Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Aydınlı, age, s. 173. 52Nesefî, Tabsıra, II, 686. Allâf, insanın iradeli fiilleri konusunda farklı düşündüğünü de söylemektedir. Buna göre
Allâf: “Allah’ın yaratmasıyla, insanın kendi fiillerindeki sorumluluğunu dengeleyememiş ve de insanın iradeli
fiillerini Yüce Allah’ın yaratmasını, adâlet ve insanın sorumluluğu ilkesine aykırı bularak, fiiller konusunda
yaratma dâhil tüm hususları insana ait görmektedir.” (Bkz. Aydınlı, age, s. 172).
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 55
Mu’tezile Düşünce Okulu’nun önemli şahsiyetlerinden birisi de Ebu Osman Amr b.
Bahr el-Câhız (ö.255/869)’dır. Kendisi aslen mevalî’ den olup, Basra Ekolü’nün reisi olarak
bilinen ve Mu’tezile Mezhebi’nin büyük düşünürü olan Nazzâm’ın öğrencisidir. Arap dilinin
en büyük nesircilerinden olan Câhız, aynı zamanda Mu’tezile kelâmcısı olarak bu düşüncenin
şekillenmesindeki büyük katkısıyla da bilinir. Halife Me’mun döneminde ilmî tartışma
meclislerinin aranan şahsiyeti olan düşünürümüz, yaşadığı dönemdeki gnostik anlayışlarla
mücadele etmiş ve onların sapık fikirlerine karşı İslâm düşüncesinin müdafâsını yapmıştır.
Câhız, kendi dönemi itibariyle yapılmış olan, ecellerin ezelde tespit edilip edilmediği
tartışmasıyla ilgili olarak pek derinlikli fikirler ileri sürmemiş, diğer bir deyişle bu
tartışmalardan yeterince uzak kalmış gibidir. Buna mukâbil olarak Câhız, yine de ezelî
yazgıyla ilgili konuların fikrî bağlamından uzak kalamamış, en önemli eserlerinden birisi olan
el-Beyan ve’t- Tebyîn’ de ecel konusunu kısa da olsa işleyerek, klâsik Mu’tezile geleneğinin
kadîm tartışma konularına kendince katkıda bulunmakla iktifa etmiştir. Görebildiğimiz
kadarıyla Câhız, ecel kavramını, düşünce geleneğine uygun bir şekilde ölüm şeklinde anlamış
ve iki kavramı da aynı anlamda kullanmıştır. Nitekim o, ecel konusunda kısa da olsa kendi
kanaatini izhâr eden şu görüşleri ileri sürmüştür: “Ömürlerin uzun olmasını eceller-ölümler-
kesti. Kişinin devrilmesi de ölümdür.”53
Mu’tezile ekolünün diğer bir şahsiyeti olan Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 303/915), İslâm kültür
geleneğinde saygın bir kişilik olarak kabul edilmektedir. Cübbâî, Mu’tezîlî düşünce içerisinde
yetişmiş olan Ebu ‘l-Hasen el-Eş’arî’nin hocası olarak da bilinmektedir. Düşünürümüz, bir
süreliğine Basra Ekolü’nün büyük üstatlarından olan Ebu’l- Hüzeyl’in öğrenciliğini yapmış,
bilahare diğer hocası eş- Şahhâm’ın vefatından sonra, Basra Mu’tezile Okulu’nun başkanlığını
üstlenmiştir. İlmî gelenek olarak Mu’tezîlî zihniyet içerisinde önemli bir yer almış olan
düşünürümüze göre, takdir edilmiş olan eceller, nihaî olarak Yüce Allah’ın ezelî olan ilmiyle
doğrudan bağlantılı olan bir husustur. Bu gerekçe üzerinden düşünce üretmiş olan
düşünürümüz, kişisel düşüncesini şu cümledeki gibi kesin bir ilke hâline getirmiştir: “Ecel,
Allah’ın ilmine konu olan bir husustur.”54
Benzer şekilde Cübbâî’ye göre: “Maktûl’un eceli,
Yüce Allah’ın nasıl gerçekleşecek ise o şekilde ezelde bildiği bir vakittir. Bu da maktûl’un,
ezeldeki ilmin mahiyetine göre kesinleşmiş olan ölüm vakti demektir. O kişi için başka bir ecel
vakti düşünmek, her ne kadar aklen caiz ise de, bir vakıa olarak mümkün değildir.”55
İbn Murtâzâ, Ebu Ali el-Cübbâî’nin görüşlerini özetlediği eserinde, onu, Ebu Haşim el-
Cübbâî’nin görüşleriyle birlikte Behşemiyye’nin bir parçası olarak tanıtmaktadır. Onun bu
husustaki ifadesi şöyledir: “ Onlara göre, ecel birdir ve o da ölüm vaktidir. Maktul
öldürülmeseydi, yine de ölürdü. Öldürülme işinden sonra eceli kesilir. Başkası da caiz
olmaz.”56
Bu düşünceye göre, maktul, Allah tarafından öldürülmüştür. Eceli de o süredir.
Ölümün sebebi katl olmasaydı, o vakitte bir başka nedenden dolayı ölecekti. Çünkü bilinen
eceli oydu. Katilin harekete geçip maktulu öldürmesi, Allah’ın ilminin önceliği itibariyle
bilinmektedir. Allah’ın takdiri bu şekilde gerçekleşmiştir. Öldürülme, maktulun müsemma olan
ecelini kesemez. Demek ki En’âm Suresi’nin 2. âyetinde de ifade edilmiş olduğu gibi tek ecel
vardır, bu ecel de Allah’ın ilminde bilinen ölüm vaktidir.57
53 Câhız, el-Beyan ve’t-Tebyîn, Kahire 1985, III, 251; Samedî, age, s. 110; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal adlı
ansiklopedik eserinde Câhızıyye ekolünden bahsederken, ekolün kurucusu olarak Ebu Osman Câhız’ı göstermiştir.
(Bkz: Şehristânî, Milel-Nihal, I, 65). 54 Bağdâdî, Usûl, s. 143. 55 Bağdâdî, Usûl, s. 143; Abdurrahman Cezîrî, Tavdihu’l- Akaid Fî İlmi’t- Tevhid, 1932 Yy., s. 151. Ebû Ali el
Cübbâî, aynı zamanda kendi adıyla anılan bir grubun lideri olarak da gösterilmektedir. Cübbâiyye şeklinde
isimlendirilmiş olan bu ekol, bazen de Behşemiyye içerisinde dile getirilmiştir. Cübbâiyye’nin fikirleri için bkz.
Samedi, age, s. 139-141; Şehristânî, age, I, 67-72. Birgili’ye göre bu kol, Kaderiyye-Mu’tezile içerisinde 8. koldur.
Bunlar, katledilen kimse ecelinden önce ölmüştür demekle, A’raf Suresi’nin 34. âyetini inkâr ederler. (Bkz. Birgili
Mehmet Efendi, Tuhfetu’l- Müsterşidin fî Beyani Fırakı Mezahibi’l- Müslimin, DEÜİFD, İzmir 1989, VI, 185, 201). 56 İbnü’l-Murtâza, tek ecel anlayışını eleştirir. Madem ki orada ölmedi, eceli değildir demektedir. En’âm Suresi’nin
2. âyetindeki ikinci ecel, Kıyamet’in ecelidir demektedir. Bkz. İbnü’l-Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid,, s. 98. 57 İbnü’l-Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Subhî, Zeydiyye, I, 371.
Namık Kemal OKUMUŞ 56
Görülüyor ki Cübbâî, tek ecel konusunda kararlı bir tutum sergilemekle birlikte, bazı
Mu’tezile düşünürleri tarafından ileri sürülmüş olan, maktûl öldürülmeseydi kalan süreyi
yaşayabilirdi hususunda ise, bütünüyle kararsız görüntü veren bir eğilim göstermiş, böylelikle
de nihaî kararı Yüce Allah’a bırakmış görünmektedir. Ona göre, eğer maktûl’un eceli, katil
tarafından kesilmemiş olsaydı bile, bu konuda fikir yürütmek ve kesinlik içeren düşünceler
serdetmek doğru bir yaklaşım olmazdı. Bu nedenle Cübbâî : “Bu Allah’a kalmış ve O’nun
bileceği bir iştir. İsterse onu yaşatır, isterse de öldürür”58
demek suretiyle, Mu’tezile düşünce
geleneğinin baskın tartışma konularından olan bu husustaki tartışmalardan uzak kalmayı
yeğlemiştir.
Ebû Ali el-Cübbâî’ nin yukarıda genel hatları verilmiş olan ve bir denge noktası bulma
endişesinden neş’et ettiği intibaını veren ecel görüşünü, Mu’tezîlî düşünce içerisinde daha
akıllıca bulan kişiler de vardır.59
Ona göre aklen caiz olan pek çok şey, vakıa olarak mümkün
olmayabilir, ya da bir durumun aklen caiz olması onun vakıa olarak mutlaka gerçekleşeceği
anlamına gelmez. Bu düşünce, Cübbâî terminolojisinde şu şekilde doktriner hâle getirilmiştir:
“Allah bir kimsenin 20 sene de öleceğini bilirse, o vakitte o kişi ölür ve eceli de o andır. Ölüm
olayının gerçekleştiği an, o kişi için “ölüm eceli” dir. Kişinin bu ecelinden başka bir ecelinin
olması caiz değildir. Bu Allah’ın imkân takdirindedir.”60
Müslüman kelâm geleneğinde Cübbâî’lerden kabul edilen diğer bir kişilik de Ebû Hâşim
el-Cübbâî (ö.321/933)’dir. Büveyhî hanedanı zamanında yaşamış olan ve Behşemiyye ismiyle
anılan Mu’tezile düşünce ekolünün etkin şahsiyetlerinden birisidir. Babası Ebû Ali el- Cübbâî
gibi Basra Mu’tezile okulunun büyük düşünürlerinden kabul edilmektedir. Ebû Hâşim’ in,
Mu’tezile Düşünce Ekolü’nün genel eğilimiyle uyuşmayan ve kendine has pek çok görüşünün
olmasının yanı sıra, imamet konusu gibi bazı konularda Ehl-i Sünnet ile benzer yaklaşım
içerisinde olduğu da bilinmektedir.
Ebû Haşim el- Cübbâî ve onun düşünce okulunun sistemleşmiş eğitim ocağı olan
Behşemiyye grubu, ecel konusunda Mu’tezile düşünce okulunun genel eğilimine uygun kanaat
serdetmişlerdir. Onlara göre, ilâhî ilme göre ezelde takdir edilmiş olan eceller birdir. Kişiler
için ezelde takdir edilmiş olan ecel, dünya içinde başlarına gelecek olan ölüm vakitleri’nden
ibarettir ve bu vaktin son bulmasıyla vukua gelirler. Bu tespitli vakit, hiçbir durumda
değiştirilemez bir kesinlikte kayıt altına alınmıştır. Hatta maktûl konusunda bile ilgili yazının
kesinleşmiş olan hükmü carîdir. Ebû Hâşim ve Behşemiyye’ nin ecel konusundaki kabullerini
şu cümlede özet olarak verebiliriz: “Ecel birdir, o da ölüm vaktidir. Maktûl öldürülmeseydi
yine de o vakitte ölürdü. Kişinin eceli, öldürülme işinden sonra kesilir. Başkası da caiz
olmaz.”61
58 İbnü’-Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98. 59 Gimaret, age, s. 427. 60 İbn Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Gimaret, age, s. 427-428. Mu’tezile’nin Neccâriyye/Hüseyniyye okulu’nun
kurucusu olarak bilinen ve de daha bağımsız düşünebilen bir düşünürü olan Hüseyin b. Muhammed en-Neccâr,
bazen Kaderiyye, bazen de Eş’ariyye ekolüne yakın düşünce serdetmiştir. Onun şu düşüncesi, Eş’arî Ekolü’nün
kabulüyle aynı içerikte ifade edilmiştir: “Ölen de, öldürülen de eceliyle ölmüş ve de öldürülmüştür.” (Bkz. Watt,
Teşekkül, s. 292). Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm es-Sicistânî ( ö.255/869)’nin kurmuş olduğu
Kerrâmiyye’nin de aynı görüşte olduğu söylenmektedir. (Bkz. Bağdâdî, Fark, s. 160, 163; Watt, Hür İrade, s. 134-
135; İbn Hadîd, age, V, 134; Dugaym, age, I, 12). 61 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Bağdâdî, Fark, s. 82; Şehristânî, Milel, II, 67-72. Behşemiyye, Kaderiyye-
Mu’tezile okulunun sekizinci koludur. Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerine göre bu grup, Kur’an âyetlerinin ifade etmiş
olduğu gerçeklikleri reddetmek suretiyle inkârcı bir düşünce niteliğine sahip olduklarından, genel hatlarıyla
Müslümanların düşünceleriyle aynı şeyleri ifade etmezler. Onlar: “Katledilen kimse ecelinden önce ölmüştür”
demek suretiyle, A’raf Suresinin 34. âyetini inkâr ederler.” (Bkz. Birgili, age, VI, 185, 201).
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 57
3. BAĞDAT EKOLÜ VE ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Araştırma süresince de görüldüğü şekliyle, Mu’tezile Düşünce Okulu’nun kurucu ataları
mesabesinde olan kişilerin ezelî yazgı bağlamında kader, ecel, ömür ve ilim düşüncesi, nisbî
konumu itibariyle de olsa insanlığa güçlü bir umut ışığı sağlamaktadır. O kadar ki, mevzî
olarak ilgilenmekte olduğumuz ecel konusunu ele alış biçimleri bile, ezelî yazgı fikriyatının
omurgasını teşkil eden kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda bulunmakta
olduğundan dolayı, onların çabalarının ne derece kıymetli olduğu daha yakından
anlaşılmaktadır. Zira geçmiş dönemlere nazaran bireysel ve toplumsal özgürlüğün
kurumsallaştığı devirleri ifade eden zamanımızda bile, insanlığın ortak algısı gibi dayatılan bir
şekilde ezelde takdir edilmiş olan ecel ve ömür algısı, yine ezelde yazılmış olan kader
düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmektedir. Ne var ki, genelde Mu’tezile düşünce
okulu, özelde ise Basra ve Bağdat ekolü, fikrî muarızlarını mesabesinde olan klâsik Ehl-i
Sünnet, Selef ve Şia düşüncesinden oldukça farklı olarak meseleye yaklaşmış, hatta bu sayede
insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi tanımlamıştır denilebilir. Ancak onların kader
anlayışları da zaman zaman ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde kaldığı içindir ki, beşerin
mutlak ve âdil hesabına taalluk edecek tarzda özgürlük-sorumluluk dizgesinde istenilen verim
bir türlü elde edilememiştir. Belki de sırf bu yüzden, Mu’tezîle’nin bırakmış olduğu boşluk
doldurulamadığı gibi, bu kadîm sorun hâlâ insanlığın başat problemi olmaya devam
etmektedir. Kanaatimizce sorunun çözümünde anahtar mesabesinde olan Mu’tezîlî algı, vahyin
deklere etmiş olduğu insan tasavvuru gölgesinde yeniden reforme edilmeden de sağlıklı bir
sonuca ulaşabilmenin imkânı görülmemektedir.
Mu’tezile Mezhebi’nin ikinci büyük kolu olan Bağdat Okulu, düşünce skalası açısından
Basra Okulu’ndan farklı olarak daha çok felsefî içerikte tartışmalar yapmışlardır denilebilir.
Okulun kurucu babaları, tartışma içeriği olarak ele aldıkları hususlarda kendi iddialarını ispat
etmek için Yunan Felsefesi’nin bazı düşünce ve mantık kalıplarını sıklıkla kullanmış, hatta
felsefî anlayış tarzını mezhebin düşünce kodu olarak benimsemiş görünmektedirler. Adı geçen
kolun varlık anlayışı’na getirmiş oldukları İslâmî açılım, bu iddianın bir ispatı sayılabilir. İnsan
sorumluluğunu temel alan başlıca düşünce okullarından biri olan bu grup, tarihsel olarak da
İslâm kültür ve medeniyeti içerisinde özgür düşünce taraftarı olarak bilinir. İlginç bir şekilde,
Ehl-i Sünnet Ekolü’nün Mu’tezile eleştirileri daha ziyade bu kol üzerinden işlevsel hâle
getirilmiştir.
Bağdat ekolü de ezelî yazgı anlayışı olarak Yüce Allah’ın ilmini önceleyen bir yaklaşımı
benimsemiş görünmektedir. Grup, genel hatları ile kişisel özgürlük sorununu çözmek için Yüce
Allah’ın ilim sıfatından hareket etmiştir. Bu nedenle okulun geneline sirayet etmiş olan bir
yaklaşımla, kavramları bu kabule uygun olarak yeniden tanımlama işine girişmişlerdir. Onlara
göre ecel: “İnsanın öldüğü veya öldürüldüğünün Allah tarafından bilindiği vakittir.”62
Mu’tezile düşüncesinin başlıca temsilcilerinden olan Bağdat Ekolü içerisinde, ecelin
adedi konusunda Basra ekolünden farklı olarak genellikle iki ecel anlayışı hâkimdir. Onlara
göre iki ecel anlayışı temel olarak Kur’an’dan çıkarılan bir gerçekliktir. Zira En’âm Suresi’nin
2. âyetinde belirtildiği gibi: “Ecel ve takdir edilenin ecel O’nun katındadır.” İnsan, Allah’ın
bu takdiriyle ölür. Ecel-i müsemma da O’nun yanındadır. Bu yüzden maktûl öldürülmeseydi
ecel-i müsemma’ya, yani Allah’ın ezelî ilminde kayıtlı olan ecele kadar yaşayacaktı. Bu
nedenledir ki ecelleri geciktirme veya öne alma işindeki esas sorumluluk, öldürme işinden
sorumlu olan katilindir.63
Bağdat ekolünün bu yaklaşımlarının temelinde Yüce Allah’a şer isnadının izalesi
düşüncesi vardır. Nitekim onlar bu düşüncelerini ortaya koyarken katl veya öldürme işinin
kötü/şer bir fiil olduğunu ve şer olan bu fiili Allah’ın yaratmasının mümkün olmadığını ileri
süren geniş bir tenzih fikrinden hareket etmişlerdir. Bu nedenledir ki ekolün büyük düşünürleri,
ezelî takdir mutlak olarak şerr’i de kapsayacağı için, insan fiillerinde önceden takdirli olan ecel
anlayışını reddettiler. Muhtemeldir ki onlar bu yaklaşımlarıyla, haksız yere adam öldürerek şer
62 Subhî, Fî İlm-i Kelâm, I, 272. 63 Subhî, age, I, 272.
Namık Kemal OKUMUŞ 58
işleyen bir kişinin, ilgili fiilini Allah’a isnat etmekten kaçınmak istemişlerdir. Yalnız onların bu
düşüncelerini ortaya koyarken ileri sürmüş oldukları: “Bir kimse öldürüldüğü takdirde, eğer o
vakitte öldürülmemiş olsaydı, yaşaması gereken tarihe kadar mutlak yaşardı” 64
iddiaları,
insanın iradeli fiillerine yönelik güçlü bir kanaati ortaya koymakla kalmaz, sorumluluğun
temeli olan bir hususta kişisel edimlere olan kuvvetli bir güven anlayışını da beraberinde
getirmiştir. Onlara göre öldürme veya öldürülme eylemine mâtuf olan Yüce Allah’ın ezelî
ilminde belirlenmiş olan vakit, kişinin şerr’i tercih etmesiyle değişmemiştir. Çünkü şer, Yüce
Allah’ın kendi iradesiyle isteyip de takdir etmiş olduğu bir vakıa değildir. Bu iş, kulların hür
iradelerine bağlı gelişen kişisel bir durumdur.
Aşağıda Bağdat Mu’tezilesi’ne mensup bazı âlimlerin ezelî yazgı konusundaki
fikirlerine değineceğiz. Efkâr-ı Umûmiye’de bilindiği şekliyle Mu’tezile Mezhebi’nin genel
kanaati denilince, ilk akla gelen grup bu kol olmaktadır. Bu nedenledir ki bahse konu olan
kişilerin ezelî yazgı konusundaki düşüncelerini takip etmemiz, öncelikle ekolün yazgı ve ecel
anlayışı konusundaki genel eğilimi hakkında bizlere doyurucu bir fikir de verecektir.
Bağdat Ekolü’nün önde gelen şahsiyetlerinin başında Ebu’l- Hüseyin el- Hayyât
(ö.300/912) gelmektedir. Mu’tezile Mezhebi’nin önemli düşünürlerinden olan Hayyât, aynı
zamanda ekolün Bağdat Kolu’nun düşünsel anlamda gelişmesinde azımsanmayacak katkıları
olan büyük bir şahsiyettir. Hayyât, yaşadığı devirler itibariyle, klâsik bir kelâm âlimi olarak
İslâm dinine karşı yapılan her türlü fikrî saldırıya cevap vermiş, hatta bu uğurda pek çok eser
de kaleme almıştır. O, Mu’tezile Ekolü içerisinde neşvünema bulmuş olan ve Hayyâtiyye
olarak bilinen düşünce okulunun da önderidir. Hayyât, aynı zamanda ekolün gelişmesinde
büyük katkıları olan Mü’tezîlî âlim olan Ka’bî’nin de hocası olarak tanınmaktadır.65
Hayyât, Mu’tezile düşüncesinin genel kodlarına uyarak insanlar için takdirli olan bir ecel
anlayışından hareket etmektedir. Ancak o, Mu’tezile’nin diğer bazı düşünürlerden farklı olarak
ecellerin yazılı olduğunu da kabul etmektedir. Buna mukabil Hayyât, maktûl konusunda ise
daha özgürlükçü bir yaklaşım sergileyerek şu iddiada bulunmuştur: “ Maktûl, eğer katil
tarafından o vakitte öldürülmeseydi, ezelde Allah’ın ilmine göre kendisi için takdir edilmiş
olan ecelinin sonuna kadar mutlaka yaşardı.” demektedir. 66
Hayyât’ a göre ezelde yazılmış olan eceller konusunda insan için tercih edebileceği bir
irade ve ihtiyar yoktur. O, bu görüşünü kurgusal olarak şöyle bir mantıkî gerekçelendirme ile
kamuoyuna duyurmuştur: “Eceller insanlar için ezelde yazılmıştır. Maktûl konusunda ise
durum böyle midir? Öldürme olayında katilin sorumluluğu var mıdır? Yoksa katil o fiili
işlemeye mecbur mudur? Maktûl eğer o vakitte öldürülmeseydi, yine de ölür müydü? Hayır,
eğer maktûl katil tarafından o vakitte öldürülmeseydi, yaşayacaktı. Çünkü zalim olan bir kişi,
insanların çoğunun tanıdığı bir vakitte ve zamanda öldürüldü ki, bu Allah’ın kazası ve takdiri
olarak nasıl kabul edilebilir?” 67
Denilebilir ki Hayyât, içinde bulunduğu grubun genel eğilimine uygun olarak düşünce
serdetme endişesinden de uzak kalabilmiş güçlü bir şahsiyettir. Nitekim de o, Mu’tezile’nin
genelinin ve diğer Mu’tezîlî grubun düşünürleriyle Yüce Allah’ın ilmi ve insanın mes’ûliyeti
konusunda fikri kararsızlık içerisine düşmeden, büyük bir kararlılıkla kendi düşüncesini
sahiplenebilmiştir. Hayyât, Basra Ekolü’nün genel düşünce kodlarına pek de uymayan bir fikrî
eğilimle, maktûl konusunda ısrarlı bir şekilde şu görüşünü ileri sürmektedir: Eğer maktûl, kâtil
tarafından o vakitte öldürülmeseydi, mutlak olarak ecelinin sonuna kadar yaşayacaktı. 68
Nihayetinde Hayyât, analitik mantık kurallarını işleterek yapmış olduğu bu diyalektik
tartışmadan sonra, netice olarak ezelî ilmin sınırlarını da ifade eden şu kanaate varmıştır:
“Öldürme Allah’ın bilgisinde vardı, ancak o bunu çirkin gördü. Maktûl öldürülmeseydi,
yaşayacaktı.” 69
64 Watt, Hür İrade, s. 85. 65 Şehristânî, age, I, 66-67. 66 Subhî, age, I, 272. 67 Subhî, age, I, 272; Şehristânî, age, I, 66-67. 68 Subhî, age, I, 272. 69 Şehristânî, age, I, 67.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 59
Düşünürümüz Hayyât, Mu’tezile düşünürlerinin ekserisine hâkim bir düşünce formuna
uygun olarak, sadakanın kazayı sildiğine de inanır. Bu anlayış, esas itibariyle değişmez kader
ve kaza algısına karşı olan güçlü bir fikrî kabulü de beraberinde getirmektedir. Zira eğer ki
kader ezelde yazılmış olsaydı, böyle bir ezelî yazgıda sonradan olacak olan değişimlerin
mümkün olmaması gerekirdi. Hâlbuki bazı durumlarda bu kaderin değiştiği bilinmektedir. Bu
nedenlere binaendir ki Hayyât, hadis kültüründe sıklıkla ifade edilmiş olan bazı nasslardan
hareketle, şöyle bir sonuca varmaktadır: “Sadaka bilinen, değişmez, tespitli kaderi giderir. Bu
te’vile açıktır. Yüce Allah, kim zekât malını vermeyi men ederse onu fâcir ve fâsık yapar. Kişi
eğer kendisi infak ederse Yüce Allah, ezelde yazılmış olan kazayı üzerinden alır.”70
Mu’tezile düşüncesinin sistemleşmesinde aklî metodolojiyi sıklıkla kullanan bir düşünür
olan Hayyât, ecelin vakitlice yazıldığını, ancak bu yazının bazı aşamaları da kapsadığını iddia
etmektedir.71
İlâhî takdirin bazı biyolojik aşamaları da kapsadığını ileri sürmüş olan Hayyât,
takdirin oluşabilmesi için insanoğlunun biyolojik gelişim süreçlerini öne çıkararak, ezelî
yazgıyı başka bir formatta açıklama cihetine gitmiş ve takdir edilmiş olan ecellerdeki
değişimin imkânını, meleklerin sayfalarındaki olası değişikliklere hamletmiştir. Ona göre
ezeldeki yazgıya göre daha sonraki zamanlarda meydana gelecek olan her türlü olası
değişiklik, Levh-i Mahfuz’daki yazının ilgisi dâhilinde değildir. Zira bu olası değişiklikler,
ancak değişebilme özelliği içeren sayfalarda mümkün olmaktadır. Binaenaleyh onun bu
şekildeki düşüncesine göre denilebilir ki, ezeldeki yazının aşamaları, birbirini destekler şekilde
bütüncül bir karakterde şu şekilde kaleme alınmıştır: “Yüce Allah vakitlice bir ecel tayin etti. O
ecel meleklerin yazdıkları kitaptadır. Nitekim Allah, insana nutfe iken bir, alaka iken de bir
ecel tayin etti. Büyüyünce ismini değiştirdi, eski eceli sildi, yenisini yazdı. Mudga, sonra çocuk
oldu, daha da büyüyünce bunu da sildi, bâliğ-ergen oldu. Erzel-i ömre-yaşlılık- gelince bunu
sildi, akıl ve güçlü yazdı. Kâfir oldu, bir ecel yazıldı. Mü’min oldu, bu ecel silindi ve yeni bir
ecel yazıldı. Yaşadı, yaşam eceli yazıldı. Öldü, ölüm eceli yazıldı.”72
Mu’tezîlî düşünce içerisinde kişisel özgürlüğe kapı aralayan büyük bir düşünür olan
Hayyât, yazgı konusunda nisbî anlamda da olsa insan tarafında durduğunu deklere etmiş
gibidir. Bu nedenledir ki Hayyât, kitap ve yazgı kavramlarını, ekol içerisinde temerküz edilmiş
olan genel kabulün dışında değerlendirmiştir. Bu fikrî evrimle, onun bireysel özgürlüğe güçlü
bir kapı aralama isteğinden neş’et etmiş gibi durmaktadır. Kanaatimizce onun asıl mücadelesi,
insan sorumluluğuna uygun bir yazgı anlayışını ortaya koyma endişesinden ibaret
görünmektedir. Bu yüzden Hayyât’ın, aşağıdaki şekilde kendi mezhebî düşünce platformuna
uygun bir kavramsallaştırmaya da gittiği görülmektedir: “ Ümmü’l- Kitap, meleklerin yazarak
topladığı ve Allah’ın ilminden önce olmayan, meleklerin topladığı asıl kitaptır. Buradaki yazı,
bütün değişimleri kapsayacak şekilde kaleme alınmıştır. Bazıları da “her ecelin bir kitabı
vardır” âyetini, “her kitabın bir sonu-yazgısı vardır” şeklinde anlamışlardır. Tevrat’ın eceli,
uygulandığı zaman dilimi, İncil’in eceli, uygulandığı kendi dönemi ve Zebur’un da uygulandığı
dönem itibariyle belirli bir eceli vardır. Allah, Kur’an’ ın da bir ecelini tespit ederek dilediğini
silen, dilediğini de serbest bırakan bir iradesinin olduğunu ortaya koymuştur. Asıl kitap, O’nun
yanındadır.”73
Tarihsel olarak Mu’tezile düşünce okulunun karakteristik vasfının kazanmasında
oldukça etkin olan düşünürlerden bir diğeri de Ebu’l Kasım el-Belhî el-Ka’bî (ö.319/931)’dir.
Ka’bî, Bağdat Mu’tezîlî düşüncesinin büyük imamlarından birisi olarak tanınmıştır. Ayrıca o,
kişisel sorumluluğu merkeze almış olduğu düşünceleriyle, içerisinde bulunmuş olduğu düşünce
okulunun gelişimine de büyük katkılarda bulunmuştur. Nihayetinde ise, Ka’biyye şeklinde
kendi ismiyle anılan bir ekolün de kurucusu olarak bilinir.74
70 Hayyât, Kitâbu’l-İntisâr, s. 94-95. 71 Hayyât, age, s. 94. 72 Hayyât, age, s. 94. 73 Hayyât, age, s. 94. 74 Hayreddin ez-Ziriklî, el-Â’lâm, Beyrut 1984, IV, 189; İbn Hazm, Fasl, III, 84; Michel S. J. Ailllard, Le Probleme
des Attribut Divins, Beyrut 1965, s.78; Nesefî, Tabsıra, II, 686.
Namık Kemal OKUMUŞ 60
Ka’bî’nin ecel anlayışı, hem Mu’tezile Mezhebi’nin azımsanmayacak derecedeki
kısmının, hem de Ehl-i Sünnet Düşünce Ekolü’nün büyük çoğunluğunun kabullerinin aksine
olarak iki ecel’ in varlığı üzerine kuruludur. Onun anlayışına göre, Kur’an-ı Kerim’de
belirtilmiş olduğu üzere eceller ikidir. Bunlar, takdir olunmuş olan, yani mukadder olan ecel
ve müsemma olan ecel şeklinde iki başlık altında toplanabilir. Bunlardan birincisi, yani kaza
eceli de denilen ve ezelde takdir edilmiş olan mukadder ecelimiz, şiddet yoluyla olmadan
eriştiğimiz ecelimizdir. Kaza eceli de denilen bu ölüm şekli, Kur’an âyetlerinde kesin bir dille
ifade edilmiş, hatta sonradan meydana gelecek her türlü değişiklikten uzak kalan bir
bağlayıcılıkla kaleme alınmıştır. Dünya hayatımızda kaza eceline mâtuf olarak gerçekleşen
ölüm şekillerimiz, Yüce Allah’ın ezelî olan ilmine göre oluşmakta ve kişileri mutlak olarak
bağlamaktadır. Kur’an âyetlerinde belirtilmiş olan diğer ecel ise müsemma ecel ismiyle bilinen
ve kişilerin serbest iradeleri neticesinde gerçekleşen eceldir. Diğer bir deyişle, müsemma ecel,
katl yani öldürme fiili sonucunda oluşan eceldir. Kâtil, bu eceli, iradeli tercihlerine bağlı olarak
seçmiş olduğu öldürme eylemi neticesinde belirlemektedir.75
Bu nedenle de bütün sorumluluk
kendisine aittir.
Ka’bî’nin düşüncesine göre kâtil, maktûl’un ecelini kesmiştir.76
Bu nedenle de eceller
öne alınabilir. Öyleyse denilebilir ki maktûl için, katl/öldürülme ve kaza, yani normal yollardan
gerçekleşen ölüm olmak üzere, iki ecel vardır. Neticede maktûl’un nezdinde gerçekleşmiş olan
öldürülme ya da ölüm eylemi, ilâhî bir fiil değil, insanî bir fiildir.77
Yani katletme fiilindeki
öldürme tercihi, kulun iradeli tercihlerine bağlı olarak gelişen bir güçle yapılır. İlgili fiilin
nihayetinde gerçekleşen ölüm olayı ise, Yüce Allah tarafından anında yazılır. Bu demektir ki
maktûl, eğer katil tarafından bilinen vakitte öldürülmeseydi, mutlak olarak gerçek anlamda
ölüm zamanı olan ecel-i mukadder’inin gelmesine kadar yaşayacaktı.78
Bize göre Hayyât’ın bu
düşüncesinin pek çok Mu’tezîlî düşünürlerden bariz olan farkı; mevt (ölüm) ile katl (öldürme)
fiilini ayırmış olmasıdır. O, katl olayında, öldürme eylemini insana, ölüm’ü yaratmayı da
Allah’a ait bir fiil olarak görmektedir.79
Düşünürümüz Ka’bî, gerek biyolojik yasalarla,
gerekse de mantık kurallarıyla uygunluk arzeden bu yaklaşımıyla, ezelî yazgı algısının
içerisindeki mevcut güçlüğü aşmak istemiş görünmektedir. Onun bu çabası, son tahlilde, insan
özgürlüğü bağlamında ele alınabilecek olan çok değerli bir uğraştır.
Ka’bî, benimsemiş olduğu iki ecel anlayışının yanı sıra, buna bağlı olarak ömürlerdeki
ziyade’yi de kabul etmektedir. Düşünürümüz, ömürlerdeki ziyade ve noksanlık düşüncesini
irdelerken, genellikle Kur’an âyetlerini kullandığı hâlde, bazen de konuyla ilgili olan hadis
rivayetlerinden faydalanmış, böylelikle de kendi kabullerini âyet ve hadisler bağlamında
temellendirmek istemiştir. Ona göre, ömür hem artabilir hem de azalabilir.80
Bu yüzden
maktûl’ün ömrünü azaltan fiil, katilin kendi iradesiyle seçmiş olduğu öldürme fiilidir. Bu
düşüncenin sahihliğinin ikinci delili de, Kur’an’da kâtilin ceza görmesi gerektiğini bildiren
âyetlerdir. Buna göre Ka’bî: “ Eğer maktûl eceliyle ölmüş olsaydı, katilin cezalandırılması
anlamsız olurdu.”81
demek suretiyle, kanaatimizce dinsel algı olarak da çok doğru bir yerde
durmaktadır. Onun bu yaklaşım tarzı, esasında öldürme fiilindeki kişisel sorumluluğu ön plana
75 Eş’arî, Makâlat, s. 321; İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalaid, s. 98; Bağdâdî, Usul, s. 142-143; Taftâzânî, Şerhu’l-
Makâsid, Beyrut ts., IV, 315; Şerhu’l- Akaid, s. 44; İsferayînî, Şerhu’l-Akaid, s. 176-177; Sırrı Giridi, Nakdu’l-
Kelâm, s. 231; Tokadî, Akaid, s. 6; Sabunî, el-Bidâye, s. 76; Maturidiyye Akaidi, s. 159; Gardet, Dieu, s. 135. 76 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4; el- Mecmû, s. 405; Dugaym, Kader, s. 318; Bağdâdî, Usûl, s. 143. 77 Sabunî, Maturidiyye Akaidi, s. 159; Tahanevî, Keşşaf Istılahâti’l-Fünûn, I, 84. Sırrı Giridi, Mu’tezile
büyüklerinden olan Ka’bî’yi bazı hususlarda Ehl-i Sünnet düşüncesine yakın durmasıyla övüp akabinde şöyle
demektedir: “O, bununla beraber iki ecel anlayışını da kabul eder. Ayrıca, ‘maktûl eceliyle ölmüştür’ der.” (Bkz.
Giridi, age, s. 231). 78 Bağdadî, Usûl, s.142-143; Gimaret, La Doctrine, s. 427. 79 Nesefî, Tabsıra, II, 686; Abdulselam Lekkanî, Şerh Cevheru’t-Tevhid, Mısır 1317, s. 214; Watt, Hür İrade, s. 85.
Bu yaklaşıma itiraz eden Ömer Nasuhi Bilmen, öldürme fiilinin peşi sıra ölümün yaratılmış olmasını carî olan bir
adet-i ilâhiye olarak tanımlamaktadır. Ona göre vâkî olacak olan bu sonucu bildiği için ölüm ezelde Yüce Allah
tarafından değişmez bir kesinlikle yazılmıştır. (Bkz. Bilmen, Muvazzâh İlm-i Kelâm, İstanbul ts., s. 316). 80 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s.780. 81 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s.780; Taftâzânî, Şerhu’l- Akaid, s. 222; Sabunî, Maturidiyye Akaidi, s. 159.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 61
çıkarma endişesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira Ka’bî, maktul konusunda kişisel
değerlendirmesini gerekçelendirirken, öldürülme hadisesinin hemen akabinde şu mantıklı
tespiti yapmaktadır: “Maktûl, katil tarafından öldürülmeseydi, yaşardı.”82
Kanaatimizce onun
bu kabulü, Mu’tezile Ekolü içerisinde bile, Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu özgür insan
modeline uygun olan en doğru yaklaşım olarak görülmelidir.
Büyük bir Mu’tezîlî düşünür olan Ka’bî’ye göre, eğer ecellerin te’hir edilmesi babında
ömürde artma ve eksilme olmasaydı, Hz. Ömer, Şam’da baş gösteren ve salgın hâline gelmiş
olan taun hastalığının sirayeti zamanında, Yüce Allah’a ecelinin te’hiri için dua etmezdi.83
Bu
düşünceyi başka bir açıdan ele alan son dönem Mu’tezîli düşünürlerden olan Zamahşerî de
onaylanmış ve Fatır Suresi’nin 35. âyetini açıklanırken ilgili düşünceye şu şekilde bir eklemede
bulunmuştur. “Hz. Ömer –hastalıktan uzaklaştığı zaman- ecelinin te’hir olacağını bildiği için
-ayrıca bu konuda -dua etmek istememiştir.” 84
Ka’bî’nin insanın bireysel sorumluluğuna istinaden ortaya koymuş olduğu bazı
görüşlerine dayanarak, muhalifler tarafından Mu’tezile Mezhebi’nin tamamını homojen bir
yapıda gösterme eğilimi, İslâm düşünce geleneğinde yeni olmayan bir yaklaşımdır. Hiç de âdil
olmayan bir yaklaşımla bütün bir Mu’tezîlî gelenek, onun özgürlükçü fikirleriyle yargılamak
istenmiştir.85
Üstelik de Mu’tezile Ekolü’ne mensup önemli bazı şahsiyetlerin de kabul etmiş
oldukları veçhile, dünya hayatımızda iki ecelin var olduğu anlayışıyla, Mu’tezile Düşünce
Okulu’nun, Ehl-i Sünnet Ekolü’yle de ortak bir yaklaşım beraberliği içerisinde olduğu noktalar
varken, böyle bir iddianın dillendirilmesi, en hafifinden tarafgirlik olarak yorumlanmalıdır.
Ancak bu fikrî gelenek, tarihsel süreç itibariyle de tevârüs edilmiş gibidir. İki ekolün az sayıda
da olsa düşünce konuları itibariyle birbiriyle uyuştuğunu iddia etme geleneği ise, şaz bir
yaklaşım olarak durmaktadır. Bu eğilim, tarihsel olarak İslâm düşünce ekollerini
yakınlaştırmak için başvurulan yaygın bir kanaat beyan etme üslûbu da değildir.
Maktûl eceliyle ölmüştür iddiasını, Yüce Allah’ın ezelî olan ilmiyle açıklama yolunu
tercih etmiş olan Ka’bî, bu noktada gerçekleşmiş olan işlemin tarafları hakkındaki genel
kanaatini de izhâr etmektedir. Ona göre bu durumun bilinmesi, ezelî olan ilmin bir mahiyeti
dolayısıyladır. Bu ilmin, kâtilin işlemiş olduğu fiile herhangi bir dahli söz konusu olamaz. Bu
nedenledir ki maktul, ezelde bilinmiş olan ve kulun işlemiş olduğu bir ecelle ölmüş olmaktadır.
Düşünürümüz Ka’bî, devam eden süreçte, sosyal anlamda bir ecelin varlığını da
savunmaktadır. Ona göre, insanların veya toplumların takdir edilmiş olan vakitlerinin geldiğini
Yüce Allah, ezeldeki ilmine müstenit olarak bilmektedir. Cenâb-ı Allah’ın carî olan sünnetine
de aykırı olmayan bu bilme eylemine göre eceller, ezelde takdir edilir. Gerçekleşmesine ise o
vakitte hükmedilir. Bu konuda ümmetler de insanlar gibidir. Onların ecelleri öne alınsa da,
yine Allah’ın ilminde mevcut olan ecele göre ölmüşlerdir.86
Ehl-i Sünnet anlayışını doktriner anlamda hatasız kabul eden Bağdâdî, hem genel olarak
Mu’tezîlî düşünce için, hem de özel olarak Ka’bî’nin ilgili konudaki düşüncelerini
değerlendirirken bidat tanımlamasını kullanmıştır. Buna uygun bir şekildedir ki o, ezelî yazgı
konusundaki görüşlerini, kendi düşüncesine muarız olarak gördüğü âlimlerin düşüncelerinin
eleştirisi üzerinden sağlamlaştırmak istemiş gibidir. Bağdadî, Mu’tezile Düşünce Okulu
mensuplarına ezelî yazgı konusunda eleştiri yapmakla kalmaz, daha da ileri giderek ithamlarda
bulunur. Onun, Mu’tezile Mezhebi hakkında hiç de âdil olmayan şu kanaati, İslâ kültür
geleneğinde eleştirel düşüncenin gelmiş olduğu seviye hakkında güzel bir örnek sayılabilir:
“Kaderiyye’den: ‘Öldürülen kimsenin eceli vaktinden önce kesilmiş olur’ iddiasında
82 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4 83 Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki Avami’t-Tenzil ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vil, Beyrut 1987, IV, 604. 84 Zemahşerî, age, IV, 604. 85 Klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesine doğrudan eklemlenmiş olan bu sorunlu anlayış, muhalif gördüğü her düşünce
hakkında, ekol içerisindeki bütün farklılıkları göz ardı ederek, genel bir kanıya istinaden, kendileri için her durumda
kesinlik içeren şu açıklamayı yapmaktan geri durmamıştır: “Onlar derler ki: “Tayin ve tespit edilmiş bir ecel vardır
ve bu ecelden önce ölüm de vardır.” (Bkz. Vasıf Canbay, Hurafesiz İslâm Dini ve Kur’an Dini, Adana 1958, s. 46). 86İsferayînî, Şerhu’l-Akaid’n-i Nesefî, s. 15-16; Sırrı Giridi, age, s. 231; Fahreddin Razî, Tefsir-i Kebîr, Ankara
1989, XVI, 426.
Namık Kemal OKUMUŞ 62
bulunanlar ile: ‘Öldürülen kimse ölü değildir’ diyen ve Allah’ın: ‘Her insan ölümü tadacaktır’
buyruğu, yukarıdaki kimsenin görüşüne aykırıdır. Ka’bî’nin benimsediği bu bidatler, utanç
olarak ona yeter.”87
Netice olarak şu söylenebilir ki, Ehl-i Sünnet Düşüncesi’nin mahsulü olarak bilinen
kitaplarda, genel hatlarıyla düşünürümüz Ka’bî’nin görüşleri olarak verilmiş olan pasajlar,
Mu’tezile Mezhebi’nin görüşlerini tanımlayan doğru bir yaklaşım olmamakla beraber, yine de
Mu’tezile Ekolü’nün geneline ait fikirlermiş gibi sunulmuştur. Sünnî bir bakış açısıyla
değerlendirilmiş olan bu düşünceler, bunlara karşı serdedilmiş olan eleştiriler, az da olsa yine
de büyük bir cesaretle ifade edilmiş olan övgülerin tamamı, kişilerin düşünceleri üzerinden
ekolün geneline yapılmıştır. Ehl-i Sünnet düşünürlerinin bu konuda yapmış oldukları en
belirgin eleştiri, bazı Mu’tezîli düşünürlerin iddia ettikleri iki ecel anlayışı ve buna bağlı olarak
ortaya çıkan kişilerin yazılmış olan ecellerinden önce ölebilme ihtimali’ni ifade eden
yaklaşımlarıdır. Maktûl konusunda Ka’bî’nin dile getirmiş olduğu ve Bağdâdî’nin de eleştirmiş
olduğu; maktul, ölü değildir yaklaşımı, normal ölü değildir, katledilerek öldürülmüştür
iddiasını açıklamak için kullanılmış bir yaklaşım tarzıdır. Kanaatimizce Ka’bî’nin
düşüncesinde eleştiri konusu yapılacak bir husus varsa o da, ecelleri Allah’ın değişmez ilminin
konusu yapmış olmasıdır. Kanaatimizce bu tenzîhi yaklaşım, son tahlilde herkesin ölümünün
yine de Yüce Allah’ın ezelde tespit etmiş olduğu ilmine göre gerçekleştiğini savunmaktadır.
Zira onun sistemleştirmeye çalışmış olduğu bu mutlak durum, Kitabî bir değer olan özgürlük-
hesap anlayışıyla çelişik bir mahiyet içermektedir.
4. EKOL ÜSTÜ BAĞIMSIZ ŞAHSİYETLERİN ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Bu bölümde bahse konu edineceğimiz şahsiyetler den ilki, Mu’tezile düşüncesi
içerisinde yer almakla birlikte, gerek Basra, gerekse de Bağdat Ekolü’nün fikri geleneğinden
bağımsız düşünebilen Kâdî Abdulcabbâr’dır. Bahse konu olan diğer şahsiyet ise, yaşadığı
dönem itibariyle de bilimsel anlamdaki hoşgörünün zirve yapmış olduğu bir devrin düşünce
adamı olarak bilinen Zemahşerî (ö.538/1143)’dir. Düşünürümüz Zemahşerî, itikâdi anlamda
Mu’tezile düşüncesine mensup olmakla beraber, fıkhî olarak Hanefî Mezhebi’ne mensup bir
şahsiyet olarak da tanınmıştır. Son olarak ezelî yazgı konusunda özgün düşüncesine
başvuracağımız bilim insanı İbn Murtazâ (ö. 840/1437)’dır. İbn Murtazâ, tıpkı Zemahşerî gibi
itikâdi bakımdan Mu’tezile düşünce sistemine yakın durmakla beraber, aslen Şiî düşünce
içerisinde sayılabilecek Zeydî geleneğe mensup olan ve son devir Mu’tezîlî düşünceye
azımsanmayacak katkıları bulunan, hatta bu uğurda çeşitli eserler de kaleme almış büyük bir
ansiklopedik âlim olarak da bilinir.
Bilindiği kadarıyla Kâdî Abdulcabbâr (ö.383/1025), Mu’tezile düşüncesinin
sistematikleşmesinde öncülük yapmış kişi olarak bilinmektedir. Mu’tezile Mezhebi içerisinde
kabul edildikleri hâlde, mezhebin iki büyük kolu dışında sayılabilecek bağımsız
düşünürlerimizden ilki olan Kâdî Abdulcabbâr, Mu’tezîlî düşüncenin tanınmasında önemli
katkıları olmuş büyük bir şahsiyettir. Kâdî Abdulcabbâr, Mu’tezile Mezhebi’nin ilmî, siyasî ve
düşünsel hayatı hakkında genel hatları ile en kapsamlı bilgilerin bulunduğu eserlerin yazarı
olarak tanınmıştır. Onun, zaman zaman kendi geleneği içerisinde olan ve Mu’tezile’nin iki
büyük kolunu teşkil eden grupları eleştirerek farklı bir yol izlediği de bilinmektedir. Bu
nedenle denilebilir ki, günümüzde Mu’tezîlî düşüncenin ne’liği hakkındaki en kapsayıcı
bilgileri onun eserlerinde görmekteyiz.
Mu’tezile ekolünün ilmî manada son temsilcilerinden sayılması gereken Kâdî
Abdulcabbâr, kendi geleneği içerisinde hem Basra ekolü hem de Bağdat ekolü ile temelde
farklılaşan düşüncelere de sahiptir. Düşünürümüzün fikrî yelpazesi o kadar geniştir ki, bazı
konularda Ehl-i Sünnet’in Mâtürîdiyye koluyla, özellikle de ecel yaklaşımlarının benzerliği
hususunda ortak görüşlere sahip olduğu bilinmektedir. O kadar ki, Kâdî Abdulcabbâr’ın fikrî
serüvenine bakacak olursak daha ziyade, kişisel özgürlük-sorumluluk dengesini bireyin
aleyhine bozmuş olan gruplar üzerinden eleştiriler yaptığını görürüz. Bu nedenle o, insanın
87 Bağdâdî, Fark, s. 268.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 63
eceli konusundaki kaderci fikirleri nedeniyle Mücebbire ve Müşebbihe’yi şiddetli bir şekilde
eleştirmiştir.88
Eleştirilerini kişisel sorumluluk bandında geliştirmiş olan düşünürümüzün dik
duruşu sayesindedir ki Mu’tezîlî düşünce, özgürlükçü bir eşiğe doğru evrilme gösterebilmiştir.
Uzun zamandır rivayet kültürünün hâkimiyet kurmuş olduğu bir düşünsel ortamda, onun açmış
olduğu akılcı kapı, ümmetin düşünen bireylerine nefes aldıracaktır. Hâlihazır durum için
söyleyecek olursak, onun bu düşünsel tavrı, insanın hesabı konusunda bizlere umut
aşılamaktadır.
Kâdî Abdulcabbâr’a göre ecel: Belirtilmiş bir vakit 89
anlamındadır. Örf’de ise bu
anlamının dışında farklı kullanımlarına da rastlamaktayız. Bu kullanımlar ise kavramın kök
anlamlarına uygun bir şekilde belli bir vakit, hududu ve vukuu belli olan bir süre şeklinde ifade
edilmektedir. Düşünürümüz, bu şekilde kullanılmış olan ecel kavramında, mutlak olarak bir
süre tayininin olması gerektiğini söylemekte ve eğer süre belirtilmemiş ise ecel olmaz
demektedir. Düşünürümüz, ecel kavramını bu kullanımların dışında hayatın eceli, borcun eceli,
ölüm eceli ve diğer alanlarda da kullanarak,90
kavramın insan hayatındaki önemi üzerinde
durmuştur.
Kâdî Abdulcabbâr, ecel kavramını ve bu kavramın olası sınırlarını genel olarak şu
şekilde açıklamaktadır: “Ecel, Allah’ın bir kimse hakkında öleceğini bildiği vakittir. Buna göre
ölen de öldürülen de kendi eceliyle ölür. Bunun delili de ecelden kastın ölüm vakti olmasıdır.
Burada bir hilaf yoktur. İkisi de kendi ölümleri için belirlenmiş olan vakitte ölmüşlerdir. Esas
ayrılık maktûl konusundan çıkmıştır. Kişinin, eğer katil tarafından öldürülmeseydi ölüm ve
yaşam konusundaki durumu ne olacaktı? Bize göre ölen kendi eceliyle öldüğü gibi, yaşayan da
kendi eceliyle yaşar. Öldürülmeseydi kesin olarak ölürdü veya yaşardı denilemez. Katil onu
öldürmeseydi yaşaması caiz olan o döneme ecel denemez. Öyleyse o anda yaşaması veya
ölmesi de mümkündür. Bu konuda bir kesinlik yoktur. Bu iki durumdan birini –ölürdü veya
yaşardı- kesin olarak söyleyemeyiz. Burada imkân vardır. Ebu’l- Hüzeyl’in görüşü hatalıdır.
Çünkü ‘kesin ölürdü’ demek, doğru değildir. Üstelik biz, bâkî ve kadîm olan şeylerde
sınırlamanın mümkün olmadığını iddia etmekteyiz.” 91
Görülüyor ki Kâdî Abdulcabbâr, hem kesin yaşardı hem de kesin ölürdü şeklindeki
Mu’tezîli fikirlerin ortasında, kendine has bir düşünce tarzı olan imkân’ı kabul ederek, içinde
bulunduğu geleneğin düşünsel algısının dışında farklı bir noktada konuşlanmış gibidir. Onun,
hem Mu’tezile Mezhebi’nin büyüklerinden olan Ebu’l- Hüzeyl’in kesin ölürdü tezine, hem de
Kab’î’nin kesin yaşardı tezine itirazı vardır. Ona göre, eğer maktûl öldürülmeseyd, onun kesin
yaşayacağı veya öleceği vakti mukadder ecel olarak alamayız. Hele de maktûl öldürülmeseydi
‘mutlak olarak ecelinin sonuna kadar ulaşırdı’ diye bir kural yoktur. Varabilir de
varamayabilir de. Zira o, ‘eğer maktûl, kesin ölecek idiyse, ecelinin kesilmesi de anlamsız
olurdu’ kanaatini taşımaktadır.92
Kâdî Abdulcabbâr, yukarıdaki açıklamasının hemen arkasından da bu konudaki kesin
kanaatini şu şekilde izhâr etmektedir: “Birisini öldüren onun çocuklarını öldürdü denilebilir
mi? Ölmeseydi, yaşardı ve çocuklarını da beslerdi. Katil, onun malını da kaybetmiştir, zira
ölmeseydi yiyecekti. Bu bir imkândır. Durum ise böyle değildir. Bizden birisi başkasının
mülküne girip onun koyununu keserse, ona iyilik mi etmiş olur? Gerçek böyle değildir.
Kesmese idi, ‘hayvanlar, ecelleri zamanında murdar olarak öleceklerdi’ denilebilir miydi?”93
Ecel düşüncesini genel hatlarıyla imkân seçeneği üzerinde tahkim etmiş olan Kâdî
Abdulcabbâr, kendi düşünsel geleneği içerisinde ifade edilmiş olan; eğer öldürülmeseydi
şartından sonra verilen iki cevabın da eleştirisini yapmaktadır. Ona göre: “Bu gaybe ait bir
88 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782; Muğnî, XI, 4; Mecmû, s. 405; İbn Hadîd, age, V, 133; Taftazânî, Şerhu’l-Akaid,
s. 224. 89 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 781; Mecmû, s. 406; İbn Hadîd, age, V, 133-134. 90 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 781-782; Müteşâbihu’l- Kur’an, I, 165, 180; Mecmû, s. 405; Dugaym, Mustalahat-ı
İlm-i Kelâmi’l-İslâmî, Beyrut 1998, I, 12; Subhî, Zeydiyye, I, 179. 91 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Mecmû, s. 406. 92 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783. 93 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Belhî, Fazlu’l- İtizal, s. 415; Samedî, Adl-i İlâhî, s. 320,324.
Namık Kemal OKUMUŞ 64
konudur, nasıl olur da bu kadar kesin olarak yaşardı veya ölürdü denilebilir?”94
Nitekim o,
kontra bir hareketle müntesibi bulunduğu Mu’tezîlî gelenek içerisinden seslendirilmiş olan bu
gibi iddiaları çürütmek için, hem aklî hem de naklî delillerden yararlanmıştır. Zira bu düşünsel
dizgeye uygun bir şekilde Kâdî Abdulcabbâr, maktûl’un durumu konusunda Bağdat Ekolü’nün
düşüncesini eleştirirken der ki: “Bağdatlılar, bazen derler ki, ‘âdeten biliyoruz ki, büyük bir
cemaat bir anda ölmez. Onların bir anda öldürülmelerine imkân varsa da âdeten böyle bir şey
olmaz.’ Peki, sizin söylediğiniz nasıl doğru olur? Bu konuda ‘kesin yaşayacaktı’ cevabını
nereden buldunuz? Bunu ispatlayacak bir bilginiz var mı? Yoktur! Katil, maktûle hiçbir faydası
olmayan bir zarar vermiştir. Nasıl olur da zâlim olmaz? Bir zararı da ortadan kaldırmamıştır.
Üstelik bu iki durumun aksini iddia edecek bir oluşum da yoktur. Allah, o insan yaşasaydı ona
çeşitli mükâfatlar verecekti, bunu önlediği için katil, zâlim sayılmaz mı? Zira Allah onu
yaşatabilirdi de. Toplu ölümler konusunda ise şunu söyleyebiliriz: “O apaçık bir olaydır. Bir
anda öldürülenler bir anda ölürler. Bu görülmüş bir şeydir. Şam’daki taun-veba olayını bilen
bunu nasıl inkâr edebilir?”95
Genel anlamda ezelî yazgı anlayışı olarak yaratmak, bilmek ve mecbur kılmak
kavramlarının arasını açan Kâdî Abdulcabbâr, kaderin insana dönük bir yönünün bulunduğunu
da kabul etmektedir. Nitekim O, bu konudaki yazgı anlayışını şu şekilde
detaylandırmıştır:“Birisi sana derse ki, eceller Allah’ın kaza ve kaderi ile midir? Ona şu
açıklamayı yapman lazımdır: ‘Kazadan kastın ‘yaratılmak’ ise, evet!’ Yukarıda geçtiği şekilde
ecel, evrenin hareketlerinden ibarettir. Bu da Allah’ın fazlıdır. ‘Mecburiyeti’ kastediyorsan,
hayır! ‘Bildiğini’ kastediyorsan, Allah meleklere bu ölümü bildirebilir, bu caizdir.”96
Kâdî Abdulcabbâr, bu yaklaşımıyla ecelin yazılması konusunda zorlama ve icbar
seçeneklerini reddetmektedir. O, ‘maktûl öldürülmeseydi kesin yaşardı’ veya ‘kesin ölürdü’
iddialarını bir icbar olarak kabul ederek, akabinde şu açıklamayı yapmıştır: “Maktûl’un, eğer
öldürülmeseydi o vakte kadar yaşaması caizdi. Maktûl, öldürülmeseydi ecelinin olduğu o
zamana kadar yaşayabilirdi. Bu ikisinden birinin çirkin olduğunu akıl anlayamaz. Şeriatte de
bunlar için açık bir delil yoktur. Bu konuda biraz şüpheci olmak lazımdır. Elimizde ikisinin de
öyle olduğuna dair kesin bir delilimiz yoktur.”97
Düşünürümüz, yukarıdaki detaylı açıklamasından sonra, imkân anlayışını desteklemek
için Kur’an-ı Kerim’deki bazı âyetlerden çeşitli deliller getirmek suretiyle,98
şahsî kanaatini
pekiştirme işine geçmiştir. Bu meyanda Kâdî Abdulcabbâr, En’âm Suresi’nin 2. âyetinde
belirtilmiş olan iki ecel anlayışını kabul eder. Ona göre yukarıdaki âyette açık olarak belirtilmiş
olan iki ecelden biri dünyada, diğeri ise Âhiret’tedir. İkinci ecel olan musemma ecel,
Âhiret’teki eceldir. 99
Bundan sonra o, kendi geleneği içerisinde yüksek sesle seslendirilmiş
olan: “Ecel birdir, öldürülen eceliyle ölür veya öldürülmeseydi yaşayacaktı, dolayısıyla
eceliyle ölmemiştir” iddialarını, dünya ve Âhiret’te iki eceli kabul ettiği için yanlış bulur.100
Kâdî Abdulcabbâr, öldürme olayı ile ölme olayını birbirinden ayırmaktadır. Ona göre
öldürme fiili kişinin, bu fiilin sonucunda oluşan ölme’nin faili de Yüce Allah’tır. Zira bu
durumun yaratılması ancak Yüce Allah’ a yakışan bir eylemdir. Bunun içindir ki o: “Kişinin
eceli ölüm vaktidir. Bu kavram bazen mecaz olarak da kullanılmıştır: “Ecelini kesti” şeklinde
olduğu gibi. Bize göre öldürülenin durumu, ticaretten men edilenin durumu gibidir. Allah’ın
yaratmasındaki imkânı düşünmeden, bizden birisi öldürülürse eceli kesilmiş olur. Maktûl’un
bunu bilip bilmemesi önemli değildir. Ancak öldürme olayında Allah ve katil arasında şöyle bir
94 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 784; Mecmû, s. 411. 95 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-784; Muğnî, III, 547; Mecmû, s. 411. 96 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-784; Muğnî, III, 547; Mecmû, s. 411. 97 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24; İbn Hadîd, age, V, 137. Kâdî Abdulcabbâr’ın bu yaklaşımını eleştirenler:
“Mukadder olan bir hayatın ve takdirli olan ecelin öncesinde nasıl bir ömür oluşturulabilir ki? Hâlbuki ölüm,
katilin fiili değil, Allah’ın fiilidir. Bundan nihâi olarak bir kaçış mümkün değildir. Ama sıkıntı ve tehlikelerden kaçıp
kurtulmak da mümkündür” diyerek, ecellerin takdir edilmesi olayını fiillerin yaratılması bağlamında ele
almışlardır.” (Bkz. Dugaym, Felsefetu’l-Kader, s. 318-319). 98 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24; Müteşâbihu’l-Kur’an, I, 225. 99 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24. 100 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 65
fark vardır. Allah öldürürse ona vereceği menfaat kalmamıştır. Katil öldürürse, öldürülmediği
sürece yiyeceği rızkı, menfaati vardır. Bu yüzden insanı öldüren de hayvanı izinsiz boğazlayan
da günâh işlemiştir. Allah bu iki fiili- öldürme ve kesme- kula bırakmakla bu eylemlerin
karşılığını vereceğini taahhüt etmiştir. Bunu işleyen de bilerek zalim olmuş olur.” 101
Kâdî Abdulcabbâr’a göre ölüm vakası’nı yaratmak, mutlak mânâda Yüce Allah’a ait bir
iştir. Ancak, Al-i İmrân Suresi’nin 154. âyetinde bahsedilen ölüm, ezelde yazılanların
durumundaki gibi kesinleşmiş olan ölüm olayıyla ilgilidir. Yoksa öldürme fiili, kâtile ait bir
iştir. Bu süreç içerisinde öldürme fiili’nin işlenmesi kâtile, ölüm fiilinin yaratılması da Yüce
Allah’a ait bir yetki olduğundan, kâtil, bu fiili işlediği zaman yasak bir iş yapmış olmaktadır.
Bu nedenden ötürü de kâtil, emre itaatsızlık cezası alır. Öldürme olayındaki izin verme durumu
ise, doğrudan ilim sıfatı içerisine girmiş olan bir iştir. Bu yüzden Al-i İmrân Suresi’nin 154.
âyetindeki Allah’ın izni, Allah’ın ilmi şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak bu durumda bile kişi için,
O’nun emriyle öldü denemez. Çünkü emir, mutlak itaat ve fiile doğrudan te’sir gerektirir.
Hâlbuki Allah, böyle bir iş yapmamıştır. Neticede ise onun ölmesi, Yüce Allah’ın kendisine
ezelde tayin ettiği ecel vaktinde olur.”102
Kâdî Abdulcabbâr, ilim anlayışı konusunda ise, Yüce Allah’ın önceden bilmesi’ni bazı
aklî delillerle açıklama yoluna giderek şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bu şuna benzer.
Bizim birinin önceden öleceğini bilmemiz veya bir yere yazmamız, katil için fiilini yapmasına
zorlayıcı bir neden olamaz. Bunun gibi, Allah’ın da bu öldürme işini önceden bilmesi, bu işin
Allah’a aidiyetini gerekli kılmaz. Allah’ın bilmesi, katilin işlediği fiilin kötülüğünü de ortadan
kaldırmaz.”103
Bu yaklaşıma göre, ezelî ilmin, kişisel davranışlar üzerinde zorlayıcı bir etken
olması seçeneği reddedilmiş, ancak yine de kişisel ecelleri bile ezelî ilmin konusu yapmakla,
Yüce Allah için her şeyi bilme niteliği, insanın fiillerinin takdirinde baskın bir değer olarak
kabul edilmiştir. Buna mukabil Kâdî Abdulcabbâr, ezelî ilmin mahiyetini içeriklendirirken,
farklı bir tutum benimsemiş ve insan fiilleri söz konusu edilince ilmin tek belirleyici oluşunu
sınırlandırmıştır. Onun bu kabulü, kişisel eylemlerdeki sorumluluk ilkesine büyük bir imkân
getirmiştir denilebilir. Bu meyanda o, Hicr Suresi’nin 5. âyetini açıklarken, ezelî takdirin fiiller
üzerindeki olası zecrî tesirini şu ifadelerle reddetmiştir: “Allah’ın ertelemeye veya öne almaya
gücü varsa da, bu konuda takdim ve te’hir caiz değildir. Allah, bu vakitte vuku bulacak diye
emrettiyse hilaf caiz olmaz. Zira ecel, kişinin ölümünün ve helâkının içinde oluştuğu vakittir.
Allah ise bu vakti sınırlandırabilir ve insanı bağlayıcı karar alabilir.” 104
Bize göre ise, takdir
edilmiş olan ecellerde bir imkânın olmuş olması, süreç içerisinde takdim ve te’hirin de
imkânının olmasının doğal bir sonucudur. Ancak Kâdî Abdulcabbâr, bunun imkânlı oluşunu
kabul etmemekte ve emrin kesinleşmiş hâline inanmaktadır.
Ezelî yazgı konusunda ilim algısının sınırları dairesinde dolaşan düşünürümüz, insanın
yaşamında sonradan olacak olan her şeyin da ancak bu bilginin içerisinde takdir edilmiş
olduğunu kabul etmektedir. Kanaatimizce Kâdî Abdulcabbâr, iradî değerler üzerinden
gidebilseydi; ecel konusunu, ezelî ilmin değil, küllî irade’nin bir açılımı olarak görme şansına
sahip olabilirdi. O zaman da çözüm sürecinin daha kolay olduğunun farkına varabilirdi. Ancak
o, ara formüllerle işin çözülebileceği zehâbına kapıldığındandır ki, ezelî yazgının aşamalarını
takdir anlayışının merkezine yerleştirmektedir. Bu anlayışa göre ifadelendirmiş olduğu her
gerekçe, Melekler’in Levhi anlayışına doğru bir eğilim göstermektedir. Zira ona göre Yüce
Allah, her canlını hayatına ve ölümüne bir ecel tayin etmiş ve bunu meleklere de bildirmiştir:
101 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4, II, 547, 550; Aduddin el-Îcî, el-Mevâkıf fî İlm-i Kelâm, Beyrut ts., s. 320;
Cürcanî, Şerhu’l-Mevâkıf, VIII, 170-171; Gimaret, La Doctrine, s. 425. 102 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 165,170, II, 517; İbn Hadîd, age, V,135. 103 Kâdî abdulcabbâr, Müteşâbih, II, 517. 104 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 180, 425. Kâdî Abdulcabbâr, kendi düşünce kodlarına büsbütün uygunluk
arzeder tarzda katl hususunda diğer Mu’tezile âlimi olan Ebu’l- Hüzeyl’i eleştirerek şu düşünceyi ileri sürmektedir:
“Öldürme-öldürülme tek ecelle belirtilen iki emirdir. Mücmelen iki husustur. İlki, katilin onu öldürmesi, ikincisi de
yaşamın müddetinin -ecelin- bitmesidir. “Öldürülme sebeplerinden kaçılarak ölümden kaçılmaz.” İddiası yanlıştır.
Yüce Allah da mutlak olarak ölüneceğini söylemektedir.” (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, age, II, 154, 156, 168; İbn
Hadîd, age, V, 135-136).
Namık Kemal OKUMUŞ 66
“Allah’ın bu süreyi meleklere bildirmesindeki amaç, meleklerin bu zamana riayet ederek iş
yapmalarını temin içindir. Bu konuda kesin olan tek şey, canlıların mutlak olarak öleceği
gerçeğidir ki bu da âdeten bilinir.”105
Genel olarak Mu’tezile içerisindeki zihinsel çizgiyi takip etmiş olan Kâdî Abdulcabbâr,
dünya üzerinde tek ecel olduğu fikrinden hareket etmekle, bazı Mu’tezîlî bilginlerin ileri
sürmüş oldukları iki ecel fikrinin kabul edilemez olduğunu ileri sürmektedir. Bu itibarladır ki
düşünürümüz, bu kabulüne istinaden dünyadaki ecellerin artma ve eksilmesi konusunda
seleflerinden farklı bir noktada durmaktadır. Ona göre: “Ecel sabittir ve ölümün vukû bulduğu
andır. Dünyada iki ecelin olmayışına bağlı olarak onun kesilmesi de mümkün değildir. Ancak,
bazılarının iddia ettikleri gibi iki ecel de dünyadaki hayatta olsaydı, belki kesilmiş olabilirdi.
Hâlbuki En’âm Suresi’nin 2. âyetinde belirtilmiş olan ikinci ecel, dünya eceli değil, Âhiretteki
eceldir. Allah, dünya için bir ecel tayin etmiştir. Bilinen bu vakte gelenler mutlaka ölür. Çünkü
tayin ve takdir edilen bu zaman, onun için yaşaması gereken hayat zamanıdır. Kişinin ölümü
hem bilinen bu vakit içinde, hem de takdir edilen bu vakte ulaşarak oluşur. Yanlış anlaşılan
ikinci ecel ise, yalnızca Âhiretle ilgilidir. O da dünyanın kıyametiyle açıklanmıştır. Bunların
başka türlü oluşuna bir delil yoktur.” 106
Kâdî Abdulcabbâr’a göre Levh-i Mahfuz’da eceller tespitlidir. Dolayısıyla dünyada
ecelin kesilmesi anlamsız olur. Eğer ki dünya hayatı için iki ecel tayin edilmiş olsaydı, o vakit
iki ecelin varlığını ileri sürenler haklı olabilirdi. Ancak ona göre bunun böyle olduğuna dair bir
delil yoktur. Bu nedenledir ki dünya hayatı için takdir edilmiş olan ecel, tek eceldir. Bu ecel de,
sonradan olabilecek olan şeylerle değişim kabul etmeyen bir levhada kesin olarak kayıt altına
alınmıştır. Bu düşüncenin paralelinde fikir geliştirmiş olan Kâdî Abdulcabbâr, bu konudaki
düşüncesini Kur’an âyetleri üzerinden giderek şu şekilde temellendirmiştir: “A’raf Suresi’nin
34. âyetine göre ecellerin kesilmesi düşüncesi anlamsız olur. Bu âyete göre, dünya ecelinin
kesilmesi söz konusu değildir. Öyle olsaydı kâtilin Allah’a galip gelmesi ve Levh’de tespitli
olan yazının kesilmiş olması gerçekleşirdi ki ecel teriminin anlamından bunun imkânsızlığını
çıkarabiliriz. Çünkü ecel her ne şekilde olursa olsun ölümün vukû bulduğu andır. Bu yüzden
‘bedâ’ fikri de yanlıştır. Kâtilin eceli kesmesi veya öldürme olayı, bedâ’ya delâlet etmez. Zira
olayın içinde bulunduğu vakitten kesme olamaz.” 107
Sonradan tespitli bir süre, bir vakit olan
ecel, Yüce Allah’ın bilmesi ve hükmetmesiyle oluşmaktadır. İnsanın veya insanların ölüm
şekillerinden birisini tercih ederek ölmesinde Yüce Allah’ın herhangi bir zorlaması olamaz. O,
biliyor ki, ikisinden biri olmayacaktır. Yaşam varsa ölüm yoktur, ölüm varsa yaşam yoktur.”108
Kâdî Abdulcabbâr, son olarak hayat ve lütûf kavramlarına açıklık getirerek, ezelî ilme
mâtuf bir şekilde kurgulamış olduğu yazgı sistemini, aklî ve naklî deliller üzerinden tahkim
etme yolunu tercih etmiştir. Kanaatimizce hayat, lütûf ve bunlara bağlı olarak insanın
sorumluluğu konusunda, o güne kadar söylenmiş en güzel sözler onunkilerdir. İnsan olmanın
onuru, onun açıklamalarıyla daha da zevkli bir hâle gelmiştir denilebilir. Zira ona göre insan,
Yüce Allah’ın bir rakibi olarak görülemez. Bu nedenle de onun eylem sahası, imkânlarla
donatılmış olmalıdır ki, herhangi bir hesap olgusundan bahsedilebilsin. Kişisel özgürlüğün
105 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 406, 411. 106 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, I, 178, 235; Mecmû, s. 414. Mu’tezile geleneğinin sistemleşmesinin
yanı sıra, sonraki devirler üzerinde etkin bir fikrî yapı oluşturan düşünsel bir tarz hâline gelmesinde önemli
kilometre taşlarından olan Kâdî Abdulcabbâr, Basra Mu’tezilesi’nin büyük düşünürü olan Ebu’l-Hüzeyl’in
düşüncelerini şöyle bir mantıkla eleştirmektedir: “Kâtl fiili sonrasında oluşmuş olan öldürülme ile ölüm olayı,
mucmel olarak tek ecelle belirtilmiş olan iki emirdir, iki husustur. Bunlardan ilki, kâtilin o kişiyi öldürmesi, ikincisi
de ölüm sayesinde yaşamın müddetinin bitmesidir. ‘Öldürülme sebeplerinden kaçılarak ölümden kaçılmaz’ iddiası
yanlıştır. Zira Al-i İmran Suresi’nin 154,156 ve 168. âyetlerinde ifade edildiği gibi bazı durumlarda Yüce Allah
mutlak olarak ölüneceğini bildirmektedir.” İbn Hadîd, age, s. V, 135-136. Düşünürümüz devamla ölümün sebepleri
üzerinden bir tahlil de yaparak konuyu şu şekilde bağlamaktadır. “Ancak Allah’ın bildiği bu vakitte hayatın biteceği
kesin olmayabilir. Ezelî bilgi onu oraya götürür. Hayat, ölümü oluşturan sebeplerle biter. Bu da Allah’ın eşyayı
mahiyetleri icabı bilmesini doğrular. Çünkü Yüce Allah’ın kişinin ölümünü bildiği vakit, katilin onu öldürdüğü
vakittir.” (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, II, 517; İbn Hadîd, age, V, 134,136). 107 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 411,414. 108 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, I, 180.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 67
temel parametrelerini deruhte eden her açıklama gibi, insanın lehine ifade edilmiş olan bu gibi
söylemlere ne kadar da muhtacız! Aklî sorgulamanın bir şaheseri olan aşağıdaki
değerlendirmeler, günümüz Müslümanı için yeteri kadar açıklayıcı gözükmektedir! Nimet-
külfet dengesinin âdil ilkeler üzerinde kurulmuş olduğu bir fikrî eğilime sahip olan
düşünürümüze göre bu durum şöyle açıklanabilir: “Hayatın eceli, insanın içinde yaşadığı
vakittir. Bu lütûf olamaz. Böyle olup olmadığı tartışmalıdır. Zira bir şeyin lütûf olabilmesi için
imkân takaddümü gerekir. Verilmiş bir zaman olmasaydı, mükellefler de istenilen görevleri
yapamaz ve güçlenemezdi. İnsan zaten bu vakitte yaşıyor, bu nasıl lütûf olur? Belki şu
söylenebilir: Zeyd’ in yaşaması, Amr için bir lütûf olabilir, Ancak kendisi için olamaz. Çünkü
o, onunla yaşıyor. Hayatın ecelini lütûf olarak saymazsak, onsuz yaşayamayacağımız şeyleri
de lütûf olarak sayamayız. Bunların hükmü de hayatın ecelinin hükmüyle aynıdır. Ölümün
eceli, ölen için bir lütûf olamaz. Onu tekliften mahrum bırakır. Fakat kişinin mutlaka öleceğini
bilmesi lütûf olabilir.”109
Bizce de bu yaklaşım hem esaslı bir kaynaktan, yani insanın özgür yaratılmış olduğu
kabulünden neş’et etmekte, hem de insanın verili olana şükrü için rasyonel bir alan açmaktadır.
Denilebilir ki insan için şükür vesilesi olacak olan şeyler, onun mecbûri olan yaşam alanına ait
demirbaşlar olmamalıdır. Bunların verili olması eşyanın tabiatı gereğidir. Şükrünü eda
edeceğimiz şeyler, yaşamın mecbûri birikimlerinden uzak, bizler için artı değer olarak sunulan
nimetler olmalıdır. Mesela, havanın varlığı bir şükür unsuru olmamalıdır. Zira hava olmasaydı,
insanın dünya üzerindeki yaşamından ve bu yaşama bağlı olarak temerküz edilen kişisel
sorumluluktan bahsedilemezdi. Aynı şekilde, hesaba müteallik olan her durumda, paket
program denilebilecek kazanımlardan bahsedilecekse, bunların yaratılmış olması şükrün bir
ifadesi değil, sorumlu olmanın yeter şartı sayılmalıdır. Zira hayatın idâmesi için olmazsa olmaz
olan şeyler, şükür konusu değil, ibret konusu olmalıdır diye düşünmekteyiz.
Mu’tezile düşünce sistematiği içerisinde olmakla birlikte genel anlamda yukarıda
bahsedildiği şekliyle ekol üstü şahsiyetler bağlamında ele alabileceğimiz bir diğer şahsiyet de
Ebu’l-Kâsım Mahmud b.Ömer ez-Zemahşerî (ö.538/1143)’dir. Bilindiği kadarıyla Zemahşerî,
yaşadığı dönem itibariyle Mu’tezile Mezhebi içerisinde şekillenmiş ekollerden bağımsız
düşünebilen önemli bir şahsiyettir. Diğer bir deyişle o, Mu’tezile düşüncesinin hem
bidayetinde, hem de nihayetinde ortaya çıkmış olan farklılıkları günümüz ulaştırmış
kişiliklerden kabul edilebilir. Dahası Zemahşerî, son dönem Mu’tezîlî düşünceyi de temsil eden
önemli bir kişiliktir.
Tespit edebildiğimiz kadarıyla Zemahşerî, görüşleri itibariyle daha ziyade Bağdat
ekolüne yakın durmaktadır. Bu nedenden ötürü düşünürümüzün ecel anlayış, adı geçen ekolün
görüşleri paralelinde şekillenmiştir denilebilir. Zemahşerî, ecel anlayışını ifade ederken
öncelikle kavramın kelime anlamları üzerinde durmaktadır. Ona göre ecel kavramı, kelime
anlamları itibariyle zaman, süre ve vakit manasına gelmektedir. Tespit edilmiş olan bu vakit
ise, ezeldeki ilme uygun olarak takdir edilmiş ve yaşadığımız zamanın içerisine konulmuştur.
Kur’an’da Yüce Allah’ın isimlendirdiği ve vaktini tayin ettiği ecel ise, müddetin sonu, zaman,
ay, yıl, ölüm, kıyamet vs. olarak da bilinir.110
Bu eceli ise sadece Allah bilir. Nitekim O, bu
eceli Levh-i Mahfuz’da takdir etmekte ve bir kitapta toplamaktadır. Yüce Allah tarafından
ezelde takdir edilmiş olan dünya eceli ise iki değil, tektir.111
Zemahşerî, ecel kavramını, yukarıdaki kullanımların dışında daha teknik bir içerikle,
günlük yaşamın dilimlerini ifade eden bir zaman aparatı olarak da kullanmıştır. Ona göre: Ecel
kavramı, insan yaşamı için kullanılırsa zaman, ay, yıl, gün ve saat gibi taraflardan birinin
koyduğu bilinen bir vakit de olabilir. Mesela; hasat zamanı deyişinde olduğu gibi. Ancak bu
tür kullanılış daha özeldir.112
109 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 416-417. 110 Zemahşerî, Keşşâf, II, 101, 148; III, 440; IV, 604; Cihat Tunç, Ecel md., TDVİA, İstanbul 1988, X, 381;
Zemahşerî Kelâmının Ana Meseleleri, Ankara 1976, ss. 14-28. 111 Zemahşerî, age, IV, 604. 112 Zemahşerî, age, I, 325.
Namık Kemal OKUMUŞ 68
Mu’tezile Mezhebi’nin son dönem büyük üstatlarından kabul edilmiş olan Zemahşerî,
ezelde takdir edilmiş olan sürelerle ilgili açıklama yaparken, mezhebî anlamda fikrî seleflerinin
izinden giderek, konuyu Yüce Allah’ın ezelî ilmi çerçevesinde ele almaktadır. Ona göre, Yüce
Allah’ın ezelî ilminin kapsamına uygun olarak dünyadaki kişiler için ezelde bir ecel takdir
edilmiştir. Bu konudaki takdir ise, ilmin gerekliliği üzerine bina edilmiştir. Kişiler için ezelde
takdir edilmiş olan ecellere mâtuf olan ölüm zamanı veya ölüm yasası/kitabı, değişimin
mümkün olmadığı levh olan Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır.113
Zira Yüce Allah’ın ezelî ilmi, bu
yazıyı da kapsamaktadır. Bu şekilde takdir edilmiş olan her şey, bir başka levh’de değişimin
olası nedenleri ile kayıt altına alınmıştır. Netice olarak da her türlü değişimi kapsayıcı bir
özellik içeren kitap ise Ümmü’l- Kitap olarak bilinmektedir.114
Etkili bir Mu’tezîlî düşünür olan Zemahşerî, kendi ilmî geleneğinin ekser zevâtının da
kabul etmiş olduğu veçhile, En’âm Suresi’nin 2. âyetinde belirtilmiş olan iki ecel ifadesini,
Mu’tezile Mezhebi’nin genel kanaatine uygun olarak açıklama yolunu tercih etmiştir.115
Onun
düşüncesine göre yukarıdaki âyette ifade edilmiş olan iki ecel kavramından ilki, dünya için
konulmuş olan ecelleri kapsamaktadır. Bu nedenledir ki, insan hayatını ilgilendiren ecel, tek
ecel olmaktadır. Bu ecelin bir diğer ismi de kişiler için belirlenmiş olan ölüm eceli ya da ölüm
vakti olarak tesmiye edilmiştir. Ona göre ilgili âyette bahsedilmiş olan ikinci ecel ise kıyamet
vakti olarak anlaşılmalıdır. Ecelin bu ikinci şeklinin kişilerin hayatlarını doğrudan ilgilendiren
bir tarafı da yoktur. Zemahşerî ye göre dünya için tek olan ilk ecel, ertelenemez ve de öne
alınamaz şekilde takdir edildiğinden, bu tespit onun kesinlikli olan durumunu açık bir şekilde
ifade eder. Dünya hayatı için tek ecel olgusunu temel almış olan üstadımız, konuyu bize göre
pek de anlaşılır olmayan bir gerekçelendirme ile şu şekilde detaylandırmaktadır: “ Nitekim Nuh
Suresi’nin 4. âyetinde belirtilmiş olan ‘erteleme’ olayında ise, Yüce Allah’ın: ‘Eğer Nuh Kavmi
iman ederse ömürleri 1000/bin yıldır, yok eğer küfürlerinde devam ederlerse 950 yılın başında
helâk olurlar. İman edin ki Allah sizi ecel-i müsemma’ya kadar ertelesin’ denilmiştir. Bu
yüzden, geçmiş milletlere helâklerinden önce konulmuş olan bir süre va’di vardır.116
Bu va’din
sonunda gerçekleşecek olan ecel, ‘müsemma’ ismiyle ifade edilmiş olan kıyamet ecelidir. Gök
cisimlerinin gerçek olan eceli de budur. Gece ve gündüzün eceli de böyledir.”117
Î’tizâlî gelenekte müteahhîr dönemin önemli düşünürlerden sayılan Zemahşerî, genel
olarak ilk devir klâsik kelâm tartışmalarının sürükleyici ortamından da uzak kalmıştır. Bu
yüzdendir ki düşünürümüz ilgili konulardaki şahsî fikirlerini, muhalled eseri ola Keşşâf’ta
ifade etmeyi daha uygun bulmuştur. Zemahşerî, bahse konu olan eserinde, tartışma konularına
atıf olabilecek âyetlerin tefsirlerini yaparken, kısa da olsa kendi düşünsel mirasına uygun
açıklamalar da yapmıştır. Onun bu metoduna güzel bir örnek olarak, uyku ve ölüm ecelleri
hakkındaki fikrini delil olarak gösterebiliriz. Ona göre uykunun eceli ile ölümün eceli ayrı ayrı
takdir edilmiştir.118
Esasında Zemahşerî, böyle bir açıklama yapmakla, aslında dünya
yaşamımızda teknik olarak birbirinden bütünüyle farklı olan alanları ifade etmek istemiş
gibidir. Neticede onun bu ayrımı, farklı alanlarda takdir edilmiş olan yasal düzenlemelerin
sınırları üzerinde bir kanatın oluşmasını da sağlayabilir.
Zemahşerî, Kur’an’da ecellerin ertelenme ihtimalinden bahsedilmiş olan Nuh Suresi’nin
4. âyetini tefsir ederken, yaşanılan ömürler hususunda ziyade ve noksanın imkânlı oluşunu da
açık yüreklilikle tartışır. Düşünürümüze göre, biyolojik olarak vukua gelmesi pek de mümkün
olmayan yaşam süreleri, dünya hayatında ömür süren fânî kişiler için mutlak ömür değeri
anlamında, kesinlikle erişebilecekleri yaşam süresi olarak kabul edilemez. Bu nedenle o,
maksimum yaşam sınırları ile ilgili olarak seleflerinden farklı bir tarzda şöyle kurgulamalarda
da bulunmuştur: “Yaşanabilecek en uzun vakit, sizin için tayin olunan ve o süreden öteye
geçemeyeceğiniz 1000 yıldır… Öyleyse bu süre gelmeden önce yapılmış olan ‘iman edin!’
113 Zemahşerî, age, II,534. 114 Zemahşerî, age, I, 424; IV, 604. 115 Zemahşerî, age, II, 4, 45. 116 Zemahşerî, age, II, 101;IV, 615. 117 Zemahşerî, age, II, 502; III, 605; IV, 112. 118 Zemahşerî, age, IV, 615.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 69
daveti, ömürlerde olabilecek olan ziyadeyi açıklar.”119
Onun düşüncesine göre, dünya üzerinde
yaşanabilecek en uzun süre olarak böyle bir maksimum sınırın konulmuş olması, belki de insan
yaşamı hususunda ileriki zamanlarda oluşabilecek tıbbî değişimleri de kapsaması endişesinden
kaynaklanmış olabilir. Zemahşerî, dünya üzerinde yaşanılması muhtemel olan bu nihaî sınırı,
insanoğlunun ömür anlamında yaşayabileceği maksimum süre olarak tanımlanırken, sanki
potansiyel ömür anlayışına dikkat çekmiş olmaktadır. Muhtemeldir ki, kişiler ve toplumlar için
alternatifli bir sorumluluk alanını tahkim eden böyle bir sürenin olmuş olması, ilgili sürenin
nihayetinde her hangi bir ertelemenin de olmayacağını temin etmek içindir.
Zemahşerî’nin ezelî yazgı anlayışına göre, insan yaşamı için olduğu kadar, milletlerin
yaşamları için de bir ecel takdir edilmiştir. Ona göre, tayin ve tespit anlamında mutlak mânâda
kesinlik içeren bu vakit, iyi ameller işlemek ve iman etmekle ertelenebilir veya işlenen kötü
fiillerle öne de alınabilir. Bunlara bağlı olarak helâk edilecek kişi ve toplumlar için ekstra
müdahaleler de vardır.120
Mamafih düşünürümüz Zemahşerî, takdir edilmiş olan süreler
hususunda bazen ön kabulleriyle uyumlu olmayan açıklamalar da yapmaktadır. Kanaatimizce,
ecellerin bir kitapta kayıtlı olduğunu iddia ettikten sonra, aynı kararlılıkla bu sürelerin
değişebileceğini de ileri sürmek, en hafif tabiriyle bir çelişik durum arzetmektedir. Bu
meyanda onun dile getirmiş olduğu şu ifadeler, kesinlik içeren yazgı anlayışıyla uyuşmayan
nitelikteki açıklamalar hükmünde kabul edilmelidir: “İnsanların ve milletlerin tutum ve
davranışları onların ömürlerini artırabilir. Böyle bir artma ve eksilmenin kayıtları da kir
kitapta tespitlidir. Öyle olmasaydı, Hz. Ömer’in bir seferde yaralanması esnasında Ka’b b.
Ahbâr’ın: “Ömer dua etseydi, eceli te’hir edilirdi” açıklamasının anlamı olamazdı.”121
Zemahşerî, ömür anlayışı olarak Ümmü’l-Kitap’taki yazgıyı ve buna bağlı olarak tespit
edilmiş olan ezelî belirlemeyi esas almaktadır. Onun düşüncesine göre ömürlerin uzun veya
kısa olması da Levh-i Mahfuz’da kayıtlıdır. Kişilerin ömrünün 40 veya 60 yıl olması o
kitaptaki ezelî tespitle olur. Ancak sıla-i rahim ile de ömür artabilir. Bunun böyle olacağı da
yine o kitapta kayıtlıdır. Bu anlayışına uygun olarak Zamahşerî, uzun veya kısa ömür dağıtma
işini (muammer) de imkânsız görerek, bu durumu farklı açılardan yorumlamaya çalışmıştır. O,
Fatır Suresi’nin 11. âyetinde bahsedilen uzun ömür verilenler’den kastın, ileride kendisine uzun
ömür verilecek olandır, yoksa fizikî olarak uzun ömürlü olanı kastetmemiştir’ şeklinde
olduğunu açıklamıştır. Buna göredir ki düşünürümüz, muammer ifadesini; gelecekte vâkî
olacak olan uzunluğu ifade eder tarzında anlama cihetine de gitmiştir. Neticede ona göre ömrü
ilgilendiren bu ayrıntı da yine Levh-i Mahfuz’da kayıtlıdır. Buna binaen denilebilir ki, bir
insanın hem uzun ömürlü, hem de kısa ömürlü olması imkânsızdır. İlgili âyetteki kullanım,
toleranslı bir kullanımdır. İnsanlar günlük yaşamda kendi aralarında da böyle ifadeleri
kullanmaktadırlar.122
Netice olarak denilebilir ki, Mu’tezîlî düşüncenin üstatlarından kabul edilen
Zamahşerî’nin yukarıdaki açıklamalarından hareketle, dünyadaki yaşamda tek ecel anlayışını
kabul ettiği yönünde kesin yargılarda bulunulabilir. Ona göre, sonradan meydana gelebilecek
her türlü değişimleri itibariyle, Yüce Allah’ın ezelî ilminde kayıtlı olan ecel ve ömür süreleri;
oluş vaktindeki zamanla takdir edilmiş ve mutlak gerçeklik olarak insana muhatap kılınmıştır.
Bu demektir ki, Levh-i Mahfuz’daki yazıda ömür sürelerindeki artma ve eksilmenin şartları da
kayıtlıdır. Ezelî ilimde tayin ve tespit edilmiş olan ecel ve ömür sürelerinde herhangi bir
değişiklik olamaz. Kavramların farklı anlaşılmasındaki zorluk ise, dildeki zorluktan
kaynaklanmaktadır.123
Gerçek durum ise böyle değildir.
Mu’tezîlî tasavvuru kabul ettiği hâlde ekol üstü kabul edilebilecek olan diğer bir şahsiyet
de Ahmed b. Yahya b. el-Murtazâ (ö.840/1437)’dır. Genel hatları ile Mu’tezîlî düşünce
içerisinde kabul edilebilecek olan İbnü’l-Murtazâ, aynı zamanda Şîa düşünce geleneği
içerisinde bulunan Zeydiyye Mezhebi’nin büyük imâmı ve velûd bir ansiklopedik âlim olarak
119 Zemahşerî, age, IV, 615. 120 Zemahşerî, age, II, 542; III, 460. 121 Zemahşerî, age, IV, 604. 122 Zemahşerî, age, IV, 604, 615. 123 Zemahşerî, age, IV, 604.
Namık Kemal OKUMUŞ 70
da meşhurdur. İtikatta Mu’tezile Mezhebi’nin görüşlerini benimsemiş olan İbnü’l- Murtazâ,
tarihsel olarak Mu’tezile Düşünce Okulu’nun sonraki nesillere tanıtılmasında büyük katkılarda
bulunmakla kalmamış, bu meyanda Tabakâtü’l-Mu’tezile adlı ansiklopedik eseri de kaleme
almıştır. İbnü’l- Murtazâ, Mu’tezile Mezhebi içerisinde düşünsel olarak bulunmuş olan
İmamiyye âlimlerinden bahsetmiş olduğu eserlerinde ise, hem Mu’tezile’nin temel esaslarını
anlatmış, hem de Şia’nın Mu’tezile Mezhebi’yle olan ortak fikrî yapısından bahsetmiştir
Mu’tezîlî düşüncenin zihinsel kurbiyet anlamında son temsilcilerinden kabul edilen
İbnü’l- Murtazâ, esas itibariyle Mu’tezile Mezhebi’nin teknik mânâda bir düşünürü de değildir.
Buna nazaran o, bazı konularda Mu’tezile gibi düşünen Zeydiyye ve ona tâbi olanların
düşüncelerine yakın bir duruş içerisinde yer almıştır. Bu itibarladır ki İbnü’l- Murtazâ, Şiî
düşünsel ekolü içerisinde yer almış olduğu hâlde, Mu’tezile’nin bazı düşünürleri hakkındaki
eleştirilerinden de geri kalmamıştır. İbnü’l-Murtazâ, kendi fikrî yapısını temellendirirken,
sistematik düşünen bütün âlimlerin yaptıkları gibi, ilk önce ilke ve kuralları koymakta, sonra da
ilgili âyetleri bu kurallar çerçevesinde yorumlamaktadır. Bu noktada o, kendi düşüncesine
uygun olmayan farklı anlayışların delillerini de âyetler veya aklî deliller üzerinden giderek
eleştirmektedir.
İbnü’l-Murtazâ’ya göre ecel, Mu’tezile Mezhebi’nin çoğunluğunun iddia etmiş olduğu
veçhile: “Ölenin de öldürülenin de içinde bulunduğu vakittir.” Mezhebin ekser âlimlerinin
düşünce eğilimine uygun olan bu kabul, aynı zamanda şu olası sonuçları da doğurmuştur:
“İnsan için tek ecel vardır, insanın içinde ölmediği vakit onun için ecel olamaz.” 124
İbnü’l-
Murtazâ, En’âm Suresi’nin 2. âyetinde belirtilmiş olan ilk ecelin dünya için, ikinci ecelin ise
kıyamet için olduğunu açıklamıştır. Ona göre zulüm, hak edilen bir şey olmadığı için, birisi
zulümle öldürülürse bu onun yaşayacağı anlamına gelmez. O kişinin o vakitteki ölümü de
Allah’ın takdirine göredir.125
İbnü’l-Murtazâ, ecel anlayışı konusunda diğer düşünürlerden farklı bir eğilim
içerisindedir. Ona göre tek ecel anlayışı doğru değildir. Bu nedenle İbnü’l-Murtazâ, tek ecel
anlayışına sahip olan düşünürlerin fikirlerini eleştirerek, Mu’tezîlî düşüncenin büyük
üstatlarının sahip oldukları düşünceye karşı olan farklı bir fikir ortaya koymuştur. İbnü’l-
Murtazâ, maktûl konusunda akılcı yaklaşımı ön plana alarak durumun sorgulamasını yapar ve
ecelin iki olduğunu, birinin dünyadakiler için diğerinin de kıyamet için va’z edildiğini söyler.
Nitekim İbnü’l-Murtazâ, bu konudaki düşüncesini şu şekilde ifade etmiştir: “ Kişi mademki
orada ölmedi, o vakit onun eceli değildir. En’âm Suresi’nin 2. âyetinde bahsedilen ikinci ecel,
kıyamet için takdir edilmiş olan eceldir.” 126
İbnü’l-Murtazâ, yaşadığımız dünya üzerinde tek ecelin varlığını, Yüce Allah’ın ezelî
olan ilmine mâtuf olan takdiriyle açıklamaktadır. Bunun dışındaki ecel tayinini ise, insanın
iradeli davranışlarının dışında gerçekleşen bir belirleme olan kıyamete süre tayini olarak kabul
ettiğinden, bu durumun Kur’an âyetleriyle de sabit olduğunu ileri sürmektedir. Onun genel
düşünce eğilimine uygun olarak denilebilir ki, ilgili âyette belirtilmiş olan birinci ecel, insanı
ve onun sorumlu olmasını doğrudan ilgilendiren bu dünya yaşamında, ikinci ecel ise, insanı
doğrudan ilgilendirmeyen bir alan olan Kıyamet için bir belirleme yapmaktadır. Bu nedenledir
ki kişilerin hayatları için tanzim edilmiş olan yalnızca bir ecel vardır. O da dünya hayatımızın
bütününü kapsar şekilde takdir edilmiştir.
Kendi düşünsel geleneğinin bir izdüşümü olan fikrî çizgisini ısrarla takip etmiş olan
İbnü’l-Murtazâ, haleflerinin bazılarının yaptığından farklı olarak, Mu’tezîlî algıda sadece tek
ecel anlayışını eleştirmiştir. Bunun dışındaki hususlarda özellikle de maktûl konusunda
geleneksel Mu’tezile Ekolü’nün sadık bir ferdi olarak kişisel düşüncesini ortaya koymuştur
denilebilir. Olmuş olanın mutlak olarak doğru olması gerektiği üzerinden giden düşünürümüze
göre, takdir edilmiş olandan başkası gerçekleşemez. Gerçekleşmiş olan da ezelî takdirin
olmasını istediği sonuçtur. Onun kendi fikrî geleneğine de teğet olan bu kanaati, maktûl’un
124 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 34. 125 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 34, 98; Subhî, Zeydiyye, I, 372. 126 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 71
eceli konusunda şu cümlede açıklıkla ifade edilmiştir: “Maktûl, Allah tarafından öldürüldü,
onun eceli oydu. O zaman ki ölümünün sebebi ‘katl’ olmasaydı, Allah onu o anda başka bir
nedenden dolayı öldürecekti. Çünkü kişinin ezelde tayin edilmiş olan eceli o vakittir.” 127
İbnü’l-Murtazâ, insan fiilleri konusunda kişisel iradeye değil, ezelî ilme öncelik
vermektedir. Ona göre insanların fiil bazında tercih etmiş oldukları her şey, nihayetinde ezelî
ilmin kapsama alanı içerisindedir. Bu nedenledir ki, kişinin işlemiş olduğu fiilleri, ilmin
mahiyetine göre önceden takdir edilmektedir. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, ona göre
katilin harekete geçerek maktûl’u öldürmesi ya da öldürmemesi, kendi elinde olan bir şey
değildir. Yüce Allah’ın ilmi, kişilerin fiillerine öncelikli olduğundan dolayı, katilin bu seçeneği
tercih etmiş olması ezeldeki bilginin mahiyetine göre tayin ve tespit edilerek o kişiye fiil olarak
kaydedilmiştir. Maktûl’un ecelinin takdir edilmiş olması, bilgi olarak Yüce Allah’ın ilmindeki
önceliğini gösterdiğinden, kişinin o andaki ölümü de takdirli bir durumun ifadesidir. Onun
düşünce geleneğinde bu gibi takdirli durumlar, kişisel sorumluluğu iptal edecek bir şekilde
yazıya geçirilmediğinden, işlemiş olduğumuz fiillerimizdeki sorumluluk değeri, insanın hesabı
için yine de önemli bir yer tutmaktadır.
İbnü’l-Murtazâ, Al-i İmrân Suresi’nin 154. âyetinde belirtilmiş olan ölüm vakasını
açıklarken, yukarıda belirtilmiş olan bir takdir anlayışından hareket etmektedir. Ona göre,
gerçekleşmiş olan son durum, olması gereken durumdur. Klâsik kader eğiliminin temel
ilkelerinden birisi olan, olmuş olanı kutsamak düşüncesi, düşünürümüzde belirgin bir fikrî
açılım olarak temâyüz etmiş gibidir. Ona göre olan her şey, başka bir şekilde olma olasılığı
ortadan kalktığı için öyle olmaktadır. Bu nedenle de olana itaat emek kulluk görevidir.
Mevcudun rasyonalizasyonu üzerinden ilerleyen bu eğilim, insanın iradesini iptal ettiğindendir
ki, insanın özgürlüğü lehinde bir yorum olarak ileri sürülemez. Yorumun kutsallığı, mesajın
açılımını engeller bir seviyede algılandığı içindir ki, kültür tarihimiz yorum egemenliği
üzerinden inşâ edilen bir fikrî geleneğin mirasçısı durumundadır. Bu sonuca uygun bir tarzda
düşünce üreten İbnü’l-Murtazâ, müsemma eceli açıklarken şu ifadeleri kullanmaktadır: “Ölen
veya öldürülen o kişinin eceli, ölümün gerçekleştiği o zamanıdır. Kişi savaşta vs.
öldürülmeseydi de kesinlikle o vakitte ölürdü. Yoksa öldürme maktûl’un müsemma olan ecelini
kesemezdi.”128
Netice olarak denilebilir ki, İbnü’l-Murtazâ’ya göre En’âm Suresi’nin 2. âyetinde
bahsedildiği şekilde tek ecel vardır. Âyette zikredilmiş olan ikinci ecel de insanın dünya
hayatını ilgilendiren bir husus şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak bizler için dünya hayatımızda
konulmuş olan tek ecel vardır. Bu ecelin isimlendirilmiş şekli olan müsemma ecel ise, genel
kanaatin aksine Yüce Allah’ın ilminde mündemiç olan ölüm vakti’dir. Ezeldeki bilginin
mahiyetine uygun olarak belirlenmiş olan bu vaktin, davranışlarımız üzerinde doğrudan bir
etkisi yoktur.
127 Nesefî, Tabsıra, II, 686. 128 Subhî, Zeydiyye, I, 371. Bu düşünce grubu içerisinde daha bağımsız düşünebilen Hüseyin b. Muhammed en-
Neccâr ise Eş’arî’nin görüşüne yakın bir fikri savunmaktadır. Neccâriyye-Hüseyniyye’nin kurucusu olarak da bilinen
en- Neccâr, düşünce eğilimi olarak bazı konularda Kaderiyye’ye, bazı konularda ise Eş’ariyye’ye yakın düşündüğü
bilinmektedir. Ona göre “Ölen ve öldürülen de eceliyle ölmüş ve öldürülmüştür.” (Bkz. Watt, Teşekkül, s. 292). Ecel
konusunda ilâhî belirlenimi esas kabul eden Neccâriyye’nin bu düşüncesi, Ebû Abdullah Muhammed b. Kerrâm es-
Sicistânî (ö.255/869)’nin kurucusu olduğu Kerrâmiyye ekolünde de kabul edilmiş görünmektedir. İki ekol de
ecellerin belirlenmiş olduğu noktasında aynı görüşü benimsemiş görünmektedir. (Bkz. İbn Ebi’l-Hadîd, age, V, 134;
Bağdâdî, Fark, s. 181; Dugaym, age, I, 12; Watt, Hür İrade, s. 134-135).
Namık Kemal OKUMUŞ 72
5. MU’TEZİLE’DE ECEL/YAZGI VE İLİM İLİŞKİSİ Mu’tezile Ekolü’nun ilim anlayışı, kaza ve kader inancının bir izdüşümü olarak
görülebilir.129
Zira esas itibariyle gaybe ait bir konu olan ezelî ilim sahasında tam yetkili Yüce
Allah’ın mutlak iradesi olmaktadır. Bu nedenledir ki onlara göre ecel ve maktûl’un eceli
konusu, değişim kabul etmez mahiyette olan ilâhî ilmin kapsamındadır. Bu ilmin kesin bir
verisi olan ecelin takdiri ise, ezelî ilmin kapsamına uygun olarak bütün olası değişimleri de
kapsar nitelikte tespit edilmiştir. Takdirin mahiyetine göre de fiillerin sahipliği meselesi
belirginleşmektedir. Olguyu takdir edenin ezelî bilgisi, insan fiilleri üzerinde zorlayıcı bir
karakter taşımadığından, bu yazgı kişisel iradenin olası sonuçlarına da zarar veremez. Yüce
Allah’ın bilgisinin insanın fiillerine olan önceliği, Levh-i Mahfuz ve Ümmü’l-Kitap’taki kayıtlı
oluşunun da gerçek sebebidir. Ne şekilde olursa olsun insanın eceli, ezelî bilginin mahiyeti
icâbi takdir edilir ve sonradan oluşacak olan değişimler bu yazıya bir zarar veremez.
Mu’tezile Düşünce Ekolü’nün ekser görüşü, ezelî ilmin, kaza ve kader inanışıyla
ilişkisinin olduğu yönündedir. Bu nedenledir ki ezelî ilmin mahiyeti dikkate alınacak olursa,
maktul’un ecelinin tayin ve tespit edilmiş olması gerekmektedir. Çünkü ilâhî bilgi, bu alanda
sonradan oluşacak olan her türlü müdahaleyi reddeder. Bu yüzden Allah bilir ifadesi, şeklen
Allah’a iman kabilinden olup, gerçekte ise hadiseleri ezelî ilme göre takdir eden bir yaratıcıya
olan güveni ifade eder. Bu mutlak irade, faili belli bir sürecin yaratıcısı olmakla, hadiseleri de
ezelde tayin ve takdir edebilir. Onun bilgisi, bütün bunların tavsifini de gerekli kılmaktadır.
Mu’tezile’de bile ezelî ilmin vakalara olan önceliği anlayışı, bu mutlak algı üzerinden
yürümektedir denilebilir.
Bütün eksikliklerine rağmen yine de hür düşüncenin kurucu atası sayılabilecek olan
Mu’tezile Düşünce Okulu, ezelî ilim anlayışı konusunda daha muhafazakâr bir görüntü
vermektedir. Kendi fiilinin yaratıcısı olan insan modelini büyük bir cesaretle savunmuş olan bir
ekol, ilim anlayışı olarak muhaliflerinin gölgesinde kalmış olmasını anlamakta zorluk
çekiyoruz. Zira onların bu eğilimi, düşünsel muhaliflerinin efkâr-ı umûmiye’de güçlü bir mevzi
kazanmasına neden olmuştur denilebilir. Öyle ki ekole sirayet etmiş olan bu klâsik algıya göre,
insanın verili kabiliyetinin kendi fiillerini oluşturacağı inanışı da ezelî ilimde öylece kayıt
altına alınmıştır. Kendi kudretine sahip bir varlık olan insan, atacağı her adım itibariyle ezelî
ilmin evrelerinde kayıtlıdır. Zaman zaman fatalizmin sınırlarında görülen bu muhafazakâr
eğilim, insanın kaderi konusunda mutlak bir hürriyet olgusunu da ileri süremez gibi
algılanmıştır. Onların bu ilim anlayışına göre insan, kendi kaderi için mutlak belirleyici
konumundan çıkarılmıştır. Tercih, tespit ve gözlem dışında kalan bütün alanlar, ezelî ilmin
kuşatıcılığı açısından ilâhî takdire, yani Yüce Allah’a hasredilmiştir. Hâlbuki bu alanda olası
bir teklif, mutlak mânâdaki kudreti ifade etmeliydi.130
Çünkü insanın yaratılışı bu değer
üzerinden kurgulanmıştır. Emanetin yüklenilmiş olmasının anlamı budur.131
İşte o zaman,
sorumlu bir insan projesi hayata aksetmiş olabilirdi.
Ezelî ilmin vasfı üzerinde ayrıntılı bir şekilde duran Mu’tezile Düşünce Okulu, Yüce
Allah’ın ezeldeki tespitinin mahiyetini, icbârsızlık şeklinde ifade etmektedir. Bu meyanda
onlar: “Bizim bir insanın ölüm-öldürme fiilini işleyeceğini önceden bilip bir tarafa yazmamız,
nasıl ki o kişinin fiiline icbârî manada bir etki etmezse, Yüce Allah’ın ezelî tespiti de böyledir.
129 Mu’tezile Ekolü denildiğinde homojen bir gruptan bahsedilemez. Ekol içerisinde birbirinden çok farklı düşünen
kişilikler vardır. Bu nedenledir ki ortak bir kanaate ulaşmak zordur. İlk dönem kaynaklarda onların yeknesâk bir
grup gibi gösterilmiş olduğu görülmektedir. Onlar şunu zannettiler ki, onlardan bazıları der ki, Kaderiyye’nin bir
kısmının icmaı şudur…gibi genel ifadeler, gerçeğin sadece bir kısmını gözler önüne sermektedir. Hüküm genel
itibariyle verildiğinden, sanki Mu’tezile Mezhebi’nin hepsi şu kanaattedir intibası yaratılmaktadır: “Allah, onların
rızkını ve ecelini belirli, bilinen vakte kadar erteledi, kayıt altına aldı. Kim ki, katledilerek eceline varmadan öldü,
rızkından ve ecelinden önce öldü. Ölüm ise, Allah’ın fiilidir. Takdir edilmiş olan ölüm, insanın fiili olamaz. İnsan bu
anlamda yaratıcı değildir.” (Bkz. Malâtî, Tenbîh, s. 176; Tahânevî, age, I, 84; Ebu Ya’lâ el-Ferrâ, Kitabu’l-
Mu’temed, s. 148; Sabûnî, Akidetu’s-Selef, s. 138). 130 Watt, Hür İrade, ss. 86-88. Aydınlanmanın büyük filozofu Kant da insana yapılmış olan bir teklif varsa, bu teklif
mutlak olarak kula ait olan bir kudret’i de içermelidir demektedir. (Bkz. Keskin, age, s. 196). 131 Ahzâb Suresi, 33/72.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 73
Çünkü O’nun ezelî ilminin kulun fiiline öncelikli oluşu, işlenmiş olan bu fiilin Allah’a aidiyetini
doğurmaz.”132
derken, ezelî ilmin tarafsız bir şekilde belirleme yaptığını ileri sürmektedirler.
Yüce Allah’ın ezelî olan bilgisi, sonsuz olan kudreti ile uyumlu işler yaptığındandır ki,
netice olarak ezelî olan bu bilgiden asla zulüm doğmaz. Mâlûm-u âlîdendir ki Yüce Allah’ın
ezelde bilgisi dâhilinde olan bir şeyi kâtilin iradesi ters çeviremez. Zira Yüce Allah’ın ezelî
ilminin değişmesi mümkün değildir. Öyleyse hem katil, hem de maktûl, Allah’ın malûmu ve
takdiri olan bir ilme göre oluşan sonuçlarla karşı karşıyadır. Bu yüzdendir ki ecellerin ezelî
tayin ve takdirle oluşu, Yüce Allah’ın ezelî ilmiyle takdir edilmiş olduğunu gerektirir ki, katilin
buna müdahalesi imkânsızdır.133
Mu’tezile’de kişilerin işlemiş oldukları taât’a binaen olacak artışların ezelî ilme uygun
olarak takdir edildiğini söyler. Artışların ezelde kayıtlı olan bir sürece yönelik olması, ilmin
fiile olan önceliğini ifade eder. Zira ecelin kesilmesi hadisesi de bu ezelî bilginin sınırları
içerisindedir. Neticede ise olası değişimlerin hepsi bu bilginin kapsama alanı içerisindedir.
Bazı Mu’tezîlî aydınların ileri sürmüş olduğu veçhile, ecelin kesilmesinin imkânlı oluşu fikri
ise, yine aynı şekilde ezelî bilginin mahiyeti üzerinden eleştirilmiştir.134
Eleştirilerin odak
noktasında ise, onların ortaya koymuş oldukları bu bilgiye olan güvensizlik yatmaktadır. Bu
konuda mezhep içerisinde büyük bir zihin karmaşası yaşandığı da açık bir gerçekliktir. Çünkü
Mu’tezile’ye göre ilme uygun düşen yaratma mı? Yazma mı? Yoksa kâtilin yaratılanı tercih
etmesi mi?135
olduğu çok net değildir.
Mu’tezile Düşünce Okulu’nun kader algısı, esas olarak Yüce Allah’ın ezelî ilmi
çerçevesinde ele alınmış olması hasebiyle, zaman zaman Ehl-i Sünnet’in yazgıyı merkeze
almış olan düşünce kodlarıyla paralellikler arzettiği de görülmektedir. Bu algının merkez
değeri olan ezelî ilim değeri, konusu bütünüyle muğlâk bırakılmış bir alan olmakla birlikte,
kişisel tercihlere kapalı olan bir ilim sürecini de ifade etmektedir. Denilebilir ki kader ya da
ezelî yazgı anlayışının ilim bandında ele alınmış olması, muhalif iki düşüncenin birbirlerine
teğet olarak ileri sürmüş oldukları önemli bir yaklaşım tarzı olarak da bilinmektedir. Ne
hikmettir ki ilim anlayışlarının paralel değerler üzerinde inşâ edilmiş olmasına rağmen,
yaşamsal değerleri ifade eden olgusal durumun tam zıddına bir şekilde, Ehl-i Sünnet’in genel
algısına göre Mu’tezile Mezhebi, hem kesbi hem de yaratmayı insana vererek, Yüce Allah’ın
ezelî ilmine uygun olmayan bir yaklaşım içerisinde olmuşlardır. Hâlbuki onlar, Sünnî anlayışın
iddialarını dışarıda bırakacak şekilde ilim anlayışları müvacehenesinde derler ki: “Yüce Allah,
kulların yapacak oldukları olası taât ve mâsiyeti önceden bildiği için bu şekilde takdir
etmiştir.”136
İnsanın eylem özgürlüğü bahis konusu olunca Mu’tezile Ekolü, meseleye biraz da ahlâki
açıdan bakmaktadır. Bu nedenle de ezelî ilmin kapsayıcılığı anlayışlarını, icbar anlayışları
üzerinden te’vil yoluna gitmişlerdir. Hiç yoktan iyi kabul edilebilecek olan bu eğilime göre
onlar, yaşanılan ömür ile takdir edilmiş olan hayatın ecelini ayırmışlardır. Onlara göre ilme de
uygun düşen bir ezelî belirleme, takdirli olan bu ikinci alanda gerçekleşmektedir. Bu
nedenledir ki onlar, hayatın ecelini, Yüce Allah’ın ezelde bildiği ve ilmine göre tespit ettiği
süre olarak tanımlamışlardır.137
Bu durumda ezelde takdir edilmiş olan hayatın eceli, potansiyel
takdiri de ifade eder. Ölümün eceli ise, kâtilin sorumluluğunu tazammum eder ki bu durumda
sorumluluk bütünüyle bireysel tercihler üzerinde ikâme edilmiştir. Onlara göre bahis konusu
olan iki durumun da ezelî ilimle olan ilişkisi, zamansal olarak da birbirlerinden farklı
olmaktadır. Bu nedenle kayıt altına alınmaları da değişik zamanlarda olmaktadır.
132Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 170. 133 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 170; II, 517; Sırrı Giridi, Nakdu’l-Kelâm, s. 229-230. 134 Bu eleştirilerin birisinde şöyle denilmektedir: “Bunu iddia edenler, öncelikle Yüce Allah’ın bilgisinin neleri
kapsadığını, sonra da insanın ömrünün süresini bilmeliler ki, böyle bir hükme varabilsinler.” (Bkz. Şârânî, Kitabu’l-
Yevakıt, I, 134). 135 İsferâyinî, Şerhu’l-Akaid, s. 16, 176, 177. 136 Ramazan Efendi, Akâid, s. 212. 137 Ebu Ya’lâ el-Ferrâ, Kitabu’l-Mu’temed, s. 148.
Namık Kemal OKUMUŞ 74
Mu’tezile Mezhebi, kadîm problemin çözümü için genel bir kanaat olarak Allah’ın
bilmesi ile yazmasının arasını açmayı da düşünmüştür. Bu metodoloji sayesinde büyük bir
çelişkiden kurtulacaklarına da inanmışlardır. Durumun nazikliği onların bu tercihlerinin kalıcı
çözüm için güçlü bir aparat olacağını göstermektedir. Çünkü ancak bu şekilde ezelî ilmin
mutlak takdirli olan alanı dışına çıkıp, insana derin bir nefes aldırılabilir. Bu meyanda
denilebilir ki onlara göre Yüce Allah’ın bilmesi söz konusu olunca bilme eylemi, nötr bir
eylemden öte bir şey değildir. Bu bilginin kişisel tercihler üzerinde baskıcı bir yönü yoktur.
Ancak yazma eylemi böyle değildir. Yazma, mutlak bir gerekliliği tazammum eder ki, insanın
eylemleri yapılışları esnasında yazıcı melekler vasıtasıyla kayıt altına alınmaktadır. Belki de
onlar şerr konusundaki sistemli yaklaşımlarını bütün fiillere genişletebilselerdi, insana
gidebileceği bir kapı aralamış olurlardı. Kanaatimizce insanın fiili ilmin değil, iradenin konusu
olmalıdır. Burada etkin olan irade, Yüce Allah’ın değil, insanın iradesidir. Bireyin işlemiş
olduğu fiil hususunda önceden bilip bilmemenin bir etkisi yoktur. Kâtilin tercihini önceden
bilmiş olmak, katil açısından bir tercih dayatmasına neden olmayacağı içindir ki, pratikte ona
bir faydası veya zararı yoktur. Ancak bu bildirimlerin kontrol ve hesap anlamında bir uyarıcı
etkisi olabilir ki, zannımca bu endişeden hareketle böyle bir kesinlikten söz edilmiştir.
Allah’ın bilgisi, takdirin de bilgisidir. Önceden bilme durumu ise, bu takdirin en esaslı
versiyonudur. Rabb’lığı ifade eden güçlü bir kullanım şeklidir. Bu mutlak kullanım, aynı
zamanda İlâhî Kudret’in başka bir kanalla izhârını da ifade eder. Haberiniz olsun, her şeyi
biliyorum. Hem de sizler o fiilleri daha yapmadan biliyorum. Dikkat edin! meâlindeki bir
uyarı, kişisel iradenin olası tercihlerine yönelik çıkış öncesi son uyarı olmaktadır. Değil
yaptıklarının, henüz işlemediklerinin de bilinebilir olması, insanı adeta teyakkuzda
tutabilecektir. Mamafih bu şuur, başıboş bırakılmayan bir varlığa tevcih edilmiş olan en değerli
kudret işareti sayılmalıdır. Çünkü yeryüzünün imarı için insan denilen varlıktan vazgeçmeyen
Yüce Yaratıcı, hem uyarı babında, hem de bilgilendirme niyetiyle durumu açıkça izah
etmektedir. Ezeldeki bilginin vasfına uygun bir şekilde var edilmiş olan ölüm vakası ise,
gerçek bir durum olarak insanın değişmez bir kaderdir ve ilâhî proje bu durumun ezelde
tekdirini genetik kodlama üzerinden yapmıştır. Bu yasal durumun ezelde takdir edilmiş
olmasının herhangi bir sakıncası da yoktur. Zira tercihler üstü bir seçenek olarak önümüzde
duran bu olgu, kişisel tercihlerle hayatiyet bulmaktadır. Denilebilir ki bu takdir, insanoğlunu
mutlak mânâda bağlayıcı bir karakterde kayıt altına alınmıştır.138
İlim anlayışı başta olmak üzere, pek çok konuda te’vil yolunu seçen Mu’tezile Mezhebi,
görünür vakalar üzerinden teorik gerçekliklerin izâhında büyük zorluklar da çekmişlerdir.139
Neticede ise onlar, teori ile pratiğin uyuşmadığı bu gibi noktalarda, te’vil yolunu tercih
etmişlerdir. Denilebilir ki Mu’tezile Ekolü, gabya ait gördükleri bir konuyu, Allah’ın ilminin
mahiyeti üzerinden çözmeye çalışmıştır. Hâlbuki onlar bu sorunu, gaybe ait bir alanda değil,
insan sorumluluğuna değinen irade ezerinden ele almış olsalardı, hem daha sağlıklı bir noktada
durmuş olurlardı, hem de tarihsel olarak böyle bir dışlanmaya da mâruz kalmazlardı. Zira hem
Yüce Allah’ı, hem de insanı kuşatacak bir çözüm, ancak bu yolla elde edilebilir kanaatindeyiz.
Belki de metafizik bir problem olan önceden bilme ile, bireysel ölümlerin arasında zorunlu bir
belirleyici/takdir yoktur. Allah canları meleği aracılığıyla alır140
diyenler, grup içerisinde daha
tutarlı davranmış olan grubu temsil ederler. Bu sorunun ikna edici bir çözümü için, insanı ve
onun sorumluluğunu merkeze alan beşerî bir eğilimin ön plana çıkarılması gerekmektedir.
Kanaatimizce Mu’tezile Düşünce Okulu’nun ilim anlayışındaki esas çelişkili durum,
ezelî takdirin kapsama alanına getirmiş oldukları sınırlayıcı etkidir. Tutarlı olma şartı gereği
onlar, insan fiiller konusunda ya bütünsel bir kapsayıcılığı tercih etmeli idiler, ya da hayır ve
şerri ezelî ilmin kapsama alanından dışarı çıkarmalı idiler. Onlar bu iki durumdan birini tercih
etmek yerine, parçacı bir anlayışı benimsemiş görünmektedirler. Bu anlayışın merkez vurgusu,
kötü olan şeylerin ilâhî iradeyle olan ilişkisini kesmek üzerinde şekillenmiştir. Buna uygun
138 Goldziher, Ecel md., MEBİA, IV, 104; Keskin, age, s. 197. 139 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s. 77-78, 110-111. 140 Güler, age, s. 125.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 75
olarak geliştirmiş oldukları ilim anlayışında ise, şerr diye isimlendirdikleri olgular ile yüce
Allah arasında bir bağlantı kurmamışlar, hatta ezelî ilmin belirleyici oluşunu da bu olguları
bütünüyle dışarıda bıraktığı anlayışıyla te’lif etmişlerdir. Hâlbuki tutarlılık gereği eğer ezelî bir
takdir varsa, bu takdirin insanın şer olan eylemlerini de kapsaması gerekmektedir. İnsanın
kendi fiilini yaratması, ezeldeki ilmin müsâdesi sayesinde olmalıdır ki, ilâhî takdir hür bir
alanda işlerlik kazanabilsin. Bu nedenle de ecel ve kader konusu, ilâhî belirleme alanında değil,
bireysel tercih alanı içerisinde görülmelidir.
Öyle görülüyor ki, Mu’tezile Mezhebi’nin ilkesel bazdaki tutarsızlığı, konuyu irade
dairesinde değil, ilim dairesinde ele almalarına neden olmuştur. Oysaki kader ve ecel
konusunda olası tek çıkış yolu, ilahî iradenin beşerî iradeye belirli bir alan tanımış olması
fikridir. Diğer bir deyişle, Yüce Allah, insanoğluna hesabına müteallik konularda doğrudan
eylem hürriyeti tanıyarak, onun bahane üretmesinin de önüne geçmek istemiştir. Ezelî ilmin bu
konudaki muhtemel rolü, olanı ya da olacak olanı tespit yapmaktan öte bir faaliyet icra
etmemektedir. Bu yüzden de onlar, kişisel sorumluluğu izâh ederken bu denli devasa bir niyet
izharını atladıkları için parçacı gerçekliklerle iktifa etmek zorunda kalmışlardır. Öyle ki,
tutarsız eğilimleri sayesinde zaman zaman aşırı uçlar arasında savrulmuş olan bu ekol
düşünürleri, müzmin muhalifi pozisyonunda olan Ehl-i Sünnet Düşünce Okulu’nun benzer
argümanlarına kapı aralayan neticelere de varabilmişlerdir. Benzer yaklaşımların sergilenmesi
durumu, sorunun algılanmasındaki müşareketten zuhur etmiş olduğu için, Müslüman gelenekte
zihinsel anlamda büyük bir karmaşanın doğmasına da neden olmuştur denilebilir. Sonuçta ise
iradenin konusu olan yaratıcı bir değer, ilmin konusu hâline getirilince, sorun içinden çıkılmaz
bir mecraya sürüklenmiştir. Kâbil-i kıyas babından ifade edecek olursak, şu an itibariyle bile
Eş’arî’nin kesb teorisi’ne benzer bir karmaşık durumla karşı karşıyayız.141
Belki de kendisi
muhalefette, fikriyâtı iktidarda olan etkin bir düşünce yapısının adı olan Mu’tezîlî yaklaşım, ad
belirtilmeden muhalifleri kanalıyla toplumsal tabakalara derinden nüfuz edebilmiştir. Onun
nüfuz alanının etkinlik çerçevesi irdelendiğinde açıkça görülecektir ki, Mu’tezile ekolü, tarih
sahnesinden erkenden çekilmesine rağmen düşünce metodu, yaklaşım tarzı, çözümleri ve özgür
düşünebilen insan olgusunun yanında duran iradesi, şu veya bu şekilde varlığını hâlâ
sürdürmektedir.
Kişisel sorumluluğun tanzimi esnasında istitâat sahibi olma durumu, seçenek belirleme
yetkisinin verilmiş olmasının doğal bir sonucu olmalıdır ki, âdil bir hesaptan bahsedilebilsin.
Eğer sorun, Allah’ın ezelî ilminin mahiyeti üzerinden değil de, insan fiillerinin kaynağı
üzerinden işlevsel kılınabilseydi, kişisel özgürlüğün ilâhî iradeyle olan bağı daha da belirgin
hâle gelebilirdi. Bu tecellinin gecikmesi ise, tenzîhi bir metodolojik tercihten kaynaklanmış
gibidir. Hâlihazırdaki fikrî panorama, ehven-i şer kabilinden olan bu durumun zihinsel
aidiyetleri de etkilediğini göstermektedir. Kanaatimizce ilim ile irade sıfatları arasındaki
zorunlu ilişki yeniden yorumlanabilirse, insanın kurtuluşu için hâlâ güçlü bir seçeneğe sahip
olabiliriz.
6. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Daha önceki bölümlerde, gerek ekoller bazında gerekse de şahıslar bazında yaptığımız
incelemelerde, Mu’tezile düşünürlerinin ezelî yazgı, kader ve ilim anlayışının, içerisinde
yaşadığımız geleneksel algıyla örtüşen yanlarının da olduğunu görmüştük. Özellikle de ekolün
ezelî ilim anlayışı, bazı istisnalar dışarıda bırakılacak olursa, Sünnî düşünce geleneğinin temel
değerlerinden çok da farklı olmadığını görmüştük. Ezelî ilmin insanın iradeli eylemleri de dâhil
olmak üzere, her şeyi kapsayıcı oluşu algısı, neredeyse ortak bir algı gibi durmaktadır. Mezhep
içerisinde zaman zaman ana bünyeden farklılık gösteren bireysel çıkışlar ise, düşünsel gövdede
etkili bir değişime yol açmamıştır. Ya da onlarda değişime yönelik güçlü bir irade
141 Araplar, anlaşılması zor, karmaşık ve kapalı hususlar için ‘ahfâ min kesbi’l-Eş’arî/Eş’arî’nin kesb teorisi’nden
daha kapalı’ şeklinde bir darb-ı mesel söylemeyi âdet edinmişlerdir. (Bkz. A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm
Akâidi ve Kelâm’a Giriş, İstanbul 2012, s. 161).
Namık Kemal OKUMUŞ 76
görülmemiştir. Buna mukabil onlar, ilme dayalı olarak gerçekleştirilmiş olan takdirin şerleri de
kapsadığı hususunda olağanüstü hassas davranmışlardır. Hâlihazırda bu eğilimden kaynaklanan
sorunlar, ekolün genel düşünce seyrini de etkilemiştir. Mezhebin geneline sirayet etmiş olan
baskın algıya göre, insanın iradeli eylemlerinde mevcut olması gereken bireysel gücü, yine
ilme mâtuf bir öncelik anlayışıyla izâh edilmektedir. Neticede onlar da şartları ilim tarafından
belirlenmiş olan bir kudret anlayışını kabul etmiş görünmektedirler.
Bize göre Mu’tezile Mezhebi’nin ezelî yazgıya dayalı olarak ele almış olduğu ecel ve
kader anlayışları temelde ilim kudret sıfatlarına dayandırılmış olması bir hatadır. O yüzden,
buna dayalı olarak yapılmış olan değerlendirmeler de nispeten eksik durmaktadır. Hâlbuki bu
konu ilmin değil, iradenin doğrudan ilgi alanındaki bir konudur. Binaenaleyh Yüce Allah,
sorumlulukla donatmış olduğu insanı tercihli eylemleriyle baş başa bırakmıştır. Nihayetinde
istitaat sahibi olmak, seçeneklerin oluşunu ve bunlar arasındaki bir tercihin iradeye verilmiş
temel bir hak olduğunu gösterir. İlâhî proje, insanın bu gibi yeteneklerle donatılmış olduğu tezi
üzerinde yükselmektedir. Bu durumun beşer lehine tevzîî ise, insanın kurtuluşu için bir kapı
aralayacaktır kanaatindeyiz. Mu’tezîlî düşüncenin gelmiş olduğu bu nokta, özgür düşünce için
bir umut ışığı olmalıyken, klâsik algılarla birebir örtüşen açıklamalar bu ümidin zayıflamasına
da yol açmaktadır. Orta yolu bulma endişesine kapılan her tasavvur biçimi, farklı bakış
açılarının temin edilmesinde köklü yeniliğe kapı aralayan Mu’tezile’nin getirmiş olduğu
sistematik farkları da ortadan kaldırmakta gibidir.
Kanaatimizce sağlıklı bir düşünsel mecraya sürüklenmemizin başat aktörleri
bulunmaktadır. İnsan tarafında bulunan akıl, irade, sorumluluk ve adalet unsurları, Yüce Allah
tarafında bulunan ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla birleşince, ortaya doğrudan muhatap alınmış
olan bir varlık çıkmaktadır. Mamafih bu aktörlerin birlikte hareket etmiş olduğu her zaman
diliminde ezelî yazgı algısının ne’liği sorunu kolaylıkla halledilebilmiştir. Fakat adeta düşünsel
miras olarak tevârüs edilmiş olan kaderci algının dönüşebilmesi için de çözümlenmesi gereken
pek çok temel değer bulunmaktadır. Bunlar Yüce Allah’ın ilminin mahiyeti, bu ilmin insanın
fiillerine olan önceliği, ezelî ilmin kapsamı ve son olarak da insanın iradeli tercihlerinin bu
ilmin neresinde konuşlandığı hususudur.
İnsanın eylemlerinin dayanağı ilim midir, yoksa irade midir? Bu sorunun cevabı kişisel
özgürlük hususundaki yerleşik paradigmanın yeniden dizayn edilmesini gerektirmektedir.
Binnetice olarak şuna inanıyoruz ki, yukarıda izâh edilmiş olan bütün olgusal durumlar, esas
itibariyle bireysel özgürlük bağlamında ele alınıp yorumlanabilseydi, belki de kişisel özgürlük
sorunu bu denli büyümezdi. Bu tartışma tarihsel olarak Yüce Allah’ın ilmi üzerinden değil de,
O’nun iradesi ekseninde yapılmış olsaydı, noktasında Kur’an’ın temel değerlerinden birisi
olan Meleklerin yazması’nın anlamı, izâhı kâbil olan bir husus olurdu. Bu kapının sonuna
kadar açılması, insan için ümit verici bir durumun doğmasının da bileşik bir nedeni olabilir.
İnanıyoruz ki, Müslüman kültürün tarihsel okumaları bağlamında Mu’tezile
düşüncesiyle ilkesel bazda paralel giden pek çok algını oluşması işten bile değildir. Eğer ki,
daha bidayette insan sorumluluğunu merkeze alan böyle bir yola girilebilseydi, kişisel
sorumluluk değeri üzerinde yaratılmış olan insanın pek çok problemi kangren hâline
dönüşmeden çözüm eşiğine gelmiş olabilecekti. Dahası, düşünsel sürecin sağlıklı işlemesi,
sorumlu varlık olan bizlere ikili bir avantaj da kazandırabilecekti. Zira kişisel sorumluluk ilkesi
üzerinde detaylandırılmış olan bir okuma biçimi, hem ezeldeki yazgının boyutlarının daha iyi
anlaşılabilmesinin kapısını aralayacak, hem de insanın irâdî fiilleri konusundaki yeteneğinin
sınırlarını tespit edebilmemizi imkânlı hâle getirebilecekti. Nitekim her iki durumda da kârlı
çıkan yine insanoğlunun kendisi olacaktır. Umulur ki, insanın yaratılış gayesinin de bu amaç
üzere takdir edildiği bir sistemi, yalnız Müslüman bireyin değil, bütün olarak insanlığın
kurtuluşu için yeniden dizayn etme imkânına da kavuşabiliriz.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 77
KAYNAKLAR
Abdulhamid, İrfan, İslâm’da İtikâdi Mezhepler ve Akâid Esasları, çev., M. Saim Yeprem, Marifet
Yayınları, İstanbul 1983.
Aıllard, Michel S. J., Le Probleme des Attribut Divins, Beyrut 1965.
Akdemir, Salih, Son Çağrı Kur’an, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2009.
Altıntaş, Ramazan, Sistematik Dönem Kelam Okulları Mu’tezile: Önemli İsimler, Temel İlkeler ve Ana
Eserler, Kelam Kitabı İçinde, edt. Şaban Ali Düzgün, Grafiker Yayınları, Ankara 2012.
Ammara, Muhammed, Mu’tezile ve Devrim, çev., İ. Akbaba, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1988.
Atay, Hüseyin, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Gelişim Matbaası, Ankara 1983.
Aydınlı, Osman, Mu’tezile’nin Beş Esasının Teşekkülünde Ebu’l-Hüzeyl’in Yeri, Basılmamış Doktora
Tezi, Ankara 1998.
Bağdâdî, Abdulkâhir, el-Fark Beyne’l-Fırak, thk. N. Hüseyin Zerzûr, Mektebetu’l-Asrıyye, Beyrut 2013.
……….Usûlu’d-Din, İstanbul 1928.
Bakıllanî, Ebu Bekr, et-Temhîd Fi’r-Reddi Âle’l-Mülhidi’l-Muattıla ve’r-Rafıza ve’l-Havariç ve’l-
Mu’tezile, Kahire 1947.
Bedevî, Abdurrahman, Mezâhibu’l-İslâmiyye, (I-II), Beyrut 1979.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Muvazzâf İlm-i Kelâm, Bilmen Yayınları, İstanbul ts.
Birgili, Mehmet Efendi, Tuhfetu’l-Müsterşidin fî Beyân-i Fırak-ı Mezâhibi’l-İslâmiyyîn, çev., A. İlhan,
DEÜİFD, C: VI, İzmir 1989.
Cahız, Ebu Osman, el-Beyân ve’t-Tebyîn, (I-IV), thk. A. Harun, Kahire 1985.
Canbay, Vasıf, Hurafesiz İslâm Dini ve Kur’an Dini, Zemin Matbaası, Adana 1958.
Cezîrî Abdurrahman, Tavdihu’l-Akâid fî İlmi’t-Tevhîd, Hadaratu’ş-Şarkıyye, Yy., 1932.
Cürcânî, Seyyid Şerif, Şerhu’l-Mevâkıf, (I-VIII), İstanbul 1325.
Cüveynî, Abdulmelik, Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kevâti’il-Edilleti fî Usûli’l-İtikâd, thk. Esad Temîm, Kutubi’s-
Sakafiyye, Beyrut 1996.
Çubukçu, İ. Agâh, Mu’tezile ve Akıl Meselesi, AÜİFD, C: XII, Ankara 1964.
De Boer, T. J., İslâm’da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, Yy., Ankara 1960.
Dugaym, Semih, Mustalahât-ı İlm-i Kelâmi’l-İslâmî, (I-II), Beyrut 1998.
Ebu’l-Kasım el-Belhî, Fazlu’l-İtîzâl ve Tabakâtu’l-Mu’tezile, thk. F. Seyyid, Tunus 1974.
Ebu Ya’la el Ferrâ, Kitabu’l-Mu’temed fî Usûlu’d-Dîn, thk. H. Zeydan, Beyrut, 1974.
Eş’arî, Ebu’l-Hasen, Kitâbu’l-Luma fi’r-Reddi Âlâ Ehli’z-Ziyâğ ve’l Bedea, thk. A. İzzeddin, nşr. R. J.
Mac Carthy, Beyrut 1952.
……….Makalâtu’l-İslâmiyyin ve İhtilâfu Musallîn, thk. H. Ritter, Wiesbaden 1980.
Gardet, Louis, Dieu et la Destine de L’Homme, Paris 1976.
Gimaret, Daniel, La Doctrine da’l-Ashari, Paris 1990.
Güler, İlhami, Allah’ın Ahlakîliği Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998.
Hasan Basrî, Risâle Fi’l-Kader, thk. M. Ammare, Kahire 1971.
………..Tefsiru Hasan Basrî, (I-II), thk. M. Abdurrahman, Kahire ts.
……….Hasan Basrî’nin Kader Hakkında Halife Abdulmelik b. Mervan’a Mektubu, çev., Lütfi
Doğan, Yaşar Kutluay, AÜİFD, C: III, Ankara 1955.
Dugaym, Semih, Felsefetu’l-Kader fî Fikri’l-Mu’tezile, Dâru’t-Tenvîr, Beyrut 1985.
Namık Kemal OKUMUŞ 78
Fuzûli, Muhammed, Matlau’l-İtikâd fî Ma’rifeti’l- Mebde-i ve’l-Meâd, nşr. M. Cavit Tanci, Ankara
1962.
Goldziher, Ignaz, Ecel Maddesi, MEBİA (I-XII), MEB Yayınları, İstanbul ts.
Hasan Hanefi, Mine’l-Akide, (I-V), Kahire 1988.
Hayyat, Ebu’l-Hüseyin, Kitâbu’l-İntisâr ve’r-Redd Âlâ İbn el-Râvendî el-Mülhîd ve’t-Tâne Aleyhim,
thk. A. N. Nader, Matbaa Katolikiyye, Beyrut 1957.
El-Hüseynî, Yahya, Resâilu’l-Adl ve’t Tevhîd, thk. M. Ammare, Daru’l-Hilal, Yy.,1971.
İbn Abd Rabbih, Ebu Ömer, Kitâbu İkdu’l-Ferîd, (I-VII), Beyrut 1992.
İbn Ebi’l-Hadîd, Şerh Nehcu’l-Belâğa, (I-XX), thk. M. Ebu’l-İbrahim, Beyrut 1965.
İbn Ebi’l-İzz el-Hanefî, Ali, el-Akîdetu’t-Tahâviyye ve Şerhi, çev., M. Beşir Eryarsoy, Guraba
Yayınları, İstanbul 2011.
İbn Hazm, Ebu Muhammed, Kitâbu’l-Fasl Fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal, (I-V), Mısır 1902.
İbn Küteybe ed-Dineverî, Te’vîlu Muhtelifu’l-Hadis, çev., M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Yayınları,
İstanbul 1979.
İbn Manzur, Ebu’l-Fazl, Lisanu’l-Arab, (I-XVIII), Beyrut 1988.
İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid fî Tashîhi’l-Akâid, Beyrut, ts.
………..Tabakâtu’l-Mu’tezile, thk. S. D. Wilzer, Beyrut 1961.
İbn Rüşd, Ahmed, Faslu’l-Makâl, çev., Bekir Karlığa, İşaret Yayınları, İstanbul 1992.
İbn Nedim, Ebu’l-Ferec, Fihrist, thk. Ş. Ramazan, Dâru’l-Fetva, Beyrut 1994.
Îcî, Aduddîn, El-Mevâkıf Fî İlm-i Kelâm, Beyrut ty.
İsferayînî, Ebu’l-Mzaffer, Et-Tabsîr fi’d-Din ve Temyîzu’l-Fırkatı’n-Naciye ani’l-Fırkati’l-Hâlikin, thk.
M. Kevserî, Mısır 1940.
İsferayînî, İbrahim b. Muhammed, Haşiye Âlâ Şerh-i Akâid-i Nesefî li’l-Taftazanî, İstanbul 1288.
İslamoğlu, Mustafa, İman Risalesi, Denge Yayınları, İstanbul 1993.
El-Irakî, ebu Muhammed, El-Fıraku’l-Müfterika Beyne Ehli’z-Zeyğ ve’z-Zanâdika, nşr. Yaşar Kutluay,
AÜİFY, Ankara 1961.
Işık, Kemal, Mu’tezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, AÜİFY, Ankara 1967.
Kâdî Abdulcabbâr, El-Mecmû Li’l-Muhit bi’t-Teklîf, (I-II), thk. J. J. Hauben, Kahire ts.
……….El-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl, (I-XVI), thk. A. Fuad, Mısır 1962.
……….Müteşâbihu’l-Kur’an, (I-II), thk. A. M. Zarzur, Dâru’t-Türas, Kahire 1969.
……….Şerh Usûlu’l-Hamse, Kahire 1988.
Karadeniz, Osman, Ecel Üzerine, Anadolu Matbaası, İzmir 1992.
……….Hasan Basrî ve Kelâmî Görüşleri, DEÜİFD, C: II, İzmir 1985.
Keskin, Halife, İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yayınları, İstanbul 1997.
Kılavuz, A. Saim, Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâm’a Giriş, Ensar Yayınları, İstanbul 2012.
Lekkanî, Abdulselam, Şerh Cevheretu’t-Tevhîd, Mısır 1317.
Makrîzî, Ebu’l-Abbas, Kitâbu’l-Mevâizu ve’l-İtîbâr bî-Zikri’l-Hitat ve’l-Âsâr, (I-II), thk. Emin F.
Seyyid, Türasi’l-İslâmiyye, Londra 1995.
Malatî, Ebu’l-Hüseyin, Kitâbu’t-Tenbîh ve’r-Reddu Âlâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bedâ, thk. M. Zahid el-
Kevserî, Beyrut 1968.
Mes’udî, Ebu’l-Hasan, Murucu’z-Zeheb, (I-IV), thk. M. Abdulhamid, Beyrut 1988.
Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 79
Naşî el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme ve Muktefât Mine’l-Kitâbi’l-Evsâf Fi’l-Makalât-Usûlu’n-Nihal, thk. J.
Wan Ess, Beyrut 1971.
Nesefî, Ebu’l-Mu’in, Tabsıratu’l-Edille, (I-II), thk. C. Salame, Dimeşk 1993.
Nevbahtî, Ebu Muhammed, Kitâbu Fıraku’ş-Şia, thk. H. Ritter, İstanbul 1931.
Ramazan Efendi, Akâid Şerhi, Basın Ofset, İstanbul 1965.
Râzî, Fahrettin, Tefsîr-i Kebîr, (I-XXIII), çev., S. Yıldırım, L. Cebeci, vd., Akçağ Yayınları, Ankara
1989.
Sabunî, Nurettin, El-Bidâye fî Usûli’d-Din, Yy., ts.
………..Matüridiyye Akâidi, çev. Bekir Topaloğlu, DİB Yayınları, Ankara 1991.
Sâmedî, Abdurrahman, El-Adl-i İlâhî, Yy., Beyrut 1996.
Sırrı Giridî, Nakdu’l-Kelâm fî Akâidi’l-İslâm, Dersaadet Yayınları, İstanbul ts.
Subhî, A. Mahmud, Fî İlm-i Kelâm, (I-III), Beyrut 1985.
………. Ez-Zeydiyye, Kahire 1984.
Şarânî, Ebu Abdurrahman, el-Yevâkıt ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir, Mısır 1889.
Şehristanî, Abdulkerim, el-Milel ve’n-Nihal, (I-III), Beyrut 1992.
Taftazanî, Saduddîn, Şerhu’l-Akâid, nşr. Usturumcalı Ömer, İstanbul 1304.
……….Şerhu’l-Makâsid, (I-V), thk. S. M. Şeref, Beyrut ts.
Et-Tahanevî, Muhammed Ali, Keşşâf Istılahâti’l-Fünûn, (I-II), Kahraman Yayınları, İstanbul 1984.
Tamer, Arif, Mu’cem Fıraku’l-İslâmiyye, Beyrut ts.
Tokadî, İshak Efendi, Akâid Manzumesi, İstanbul 1310
Tunç, Cihat, Ecel Maddesi, TDVİA, C: X, İstanbul 1998.
……….Zemahşerî Kelâmının Ana Meseleleri, Ankara 1976.
Uludağ, Süleyman, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982.
Ülken, Hilmi Ziya, İslâm Felsefesi, Selçuk Yayınları, Ankara 1967.
Watt, W. Montgomery, Hür İrade ve Kader, çev., Arif Aytekin, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1996.
..……..İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev., E. Ruhi Fığlalı, Umran Yayınları,
Ankara 1981. ……….İslâmî Tetkikler-I/İslâm Felsefesi ve Kelâmı, çev., Süleyman Ateş,
AÜİFY, Ankara 1968.
Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Avami’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-
Te’vîl, (I-IV), thk. M. H. Ahmed, Dâru’l-Kutûbi’l-Arabî, Beyrut 1987.
Ziriklî, Hayreddin, el-Âlâm, (I-VIII), Beyrut 1984.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 80-97
[201?]
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankalarının Geleceği
The Future of The Participation Banking in Religion and
Capitalism Clamp
İsmail ÇELİK
ÖZ: Özel Finans Kurumları ya da Katılım Bankacılığı, küresel finans pazarındaki yoğunluğu oldukça
derinleşmektedir. Dünyadaki teorik geçmişi 1950’lere, pratikte de “İslâmî Bankacılık” adıyla da 1970’li yıllara
kadar giden katılım bankaları, finansal bağımsızlığın neticesinde finansal alanda yeni bir finansal gelişmenin adıdır.
Bu bankacılık türünün ana hedefi; İslâmî finansman prensipleri dâhilinde, faize titizliği olan tarafların işlem
görmeyen fonlarını uluslararası ekonomiye aktarmaktır. Katılım bankaları faizi ilgilendirmeyen neredeyse genel
konvansiyonel bankacılık faaliyetlerini farklı tekniklerle yapmaktadırlar. Bu bankalar bir taraftan konvansiyonel
bankaların alternatifi olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan da geleneksel bankaları tamamlayıcı ve mali kesime
güven ve renklilik getiren finansal kurumlar olarak değerlendirilmektedir. Mudilerin bu bankaları seçmelerini
belirleyen en önemli etken “hizmet/ürün kalitesi”dir. Bunu “İmaj ve Güven”, “Personel Kalitesi” ve “Dini/Çevresel
motivasyonlar” etkenleri takip etmektedir. Gelecek yıllarda faizsiz finans sistemi bazı ülkelerdeki finansal
servislerin küçümsenmeyecek bir kısmında oldukça etkisini gösterecektir. Katılım bankaları farklı tartışmalara
sahne olmuştur. Hazırlanan bu çalışmada sözü geçen tartışmalar neticesinde elde edilen bilgilere müracaat edilmiş
ve netice olarak da olası tavsiyelerde bulunulmuştur.
Anahtar sözcükler: Özel Finans Kurumları, Katılım Bankacılığı, Kalkınma.
ABSTRACT: Private Financial Corporations or Participation Banking has been deepening its volume in the
global financial market. The participation banks, whose theoretical past goes back to 1950s in the world, has been
practicing since 1970s as “Islamic Banking”. As a result of financial independence is the name of a new financial
developments in the financial field. The main target of the participations is hand on, the unoperational funds of
interest of the parties with rigor in to international economy, inside the Islamic financing principals. The
participation bankings accomplish almost traditional bankings activies in several technics. These banks are
considered as an alternative to the conventional banks on the one hand. On the orher hand, the participation
bankings are considered as financial institutions that supplementary of the traditional banks and trust and variegation
to financial sector Judging by the results achieved. The most important fact affecting the investors’ select of
participation banks is “Product/Service Quality”. “Image and Trust”, “Personnel Quality”,
“Religious/Environmental Motivations” are to follow it. Interest finance system could account for a important
volume of financial duties in different countries. Participation banking was staged to different consultations. This
article describe these consultations and presents creative advices.
Keywords: Private Financial Corporations, Participation Banking, Development.
1. GİRİŞ
Finansal piyasalar, dolaşımda olan finansal araçların sayısı ne kadar çeşitli olursa o
oranda başarılı olacaklardır. Özellikle insanların manevi dinamikleri dikkate alınarak
uygulamaya geçmiş olan finansal araçlar, âtıl olan fonların piyasada döngüsünü
sağlayacaklardır.
Günümüzde katılım bankası olarak isimlendirilen finansal kurumlar, literatürde özel
finans kurumları, İslâm Bankacılığı (Islamic Banking), Faizsiz Bankacılık (Intresless Banking
veya Banking without Interest), Faizden Arınmış Bankacılık (Interest – Free Banking), Kâr
Zarara Katılmalı Bankacılık ( PLS- Profit Loss Sharing Banking) gibi isimlerle geçmektedir
(Akın, 1986:23).
Öğr. Gör. Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya-Türkiye, [email protected]
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 81
Suudi Arabistan Para Ajansı, katılım bankalarının tanımını; “İslâm’ın belirlediği ve teyid
ettiği ilkeler doğrultusunda banka faaliyetleri yapmak” (SAMA, 1980:2) şeklinde ifade
etmiştir.
Bu bankalar faizle bağlantısı olmayan diğer bütün bankacılık işlemlerinin yanı sıra,
sigortacılık, finansal kiralama (leasing), alacakların peşin tahsili (factoring) gibi işlemleri de
hizmet yelpazesi içerisinde bulundurmaktadır. Bu anlamda diğer bankalara bir alternatif olarak
kendilerine bakılırken, faizsiz işlemlerle de finansal sistemde tamamlayıcılık, derinlik ve
rekabet unsuru olarak bulunmaktadır (Özulucan ve Deran, 2009:86).
Çalışma prensibi açısından katılım bankalarını; bankanın kasasında olan paranın mal ve
hizmetlerle etkileşimde olduğu, her nakit hareketinin mutlaka bir mal ve hizmetle eşgüdümlü
çalıştığı, faaliyet sonuçlarının kâr ve zarar esasına göre dağıtıldığı bir bankacılık sistemi
şeklinde açıklamak yerinde olacaktır (Özsoy, Görmez ve Mekik, 2013:188).
Geleneksel bankacılık sisteminde faaliyet iradı, faiz olarak kendini gösterirken, katılım
bankalarında ise faizin bankacılık sisteminden elimine edilmesi üzerine bir anlayış vardır. Hem
haram olan faizin sistemden çıkarılması hem de dinî kaygılarından dolayı değerlendirilemeyen
tasarrufların sisteme dâhil edilmesi katılım bankalarının temel felsefesini oluşturmaktadır.
Ancak, yatırımcılar arasında bu bankaların sunduğu hizmetlerin net olarak bilinmemesi,
farklı dinî mezheplere göre uygulamaların değerlendirmeye tabi tutulması, bu bankalarca ele
geçirilen fonların nerelerde kullanıldığının şeffaf şekilde kamuoyu ile paylaşılmaması gibi
sebeplerle bu bankalardan beklenen finansal piyasadaki rolünün gerçek anlamda ortaya
çıkmasına engel oluşturmaktadır. Bu durumun ortaya çıkmasına sebep olan durum ise;
“toplumsal çevre” ile “iktisadi ve hukuksal çerçevenin” tam olarak sağlanamamış olduğu ifade
edilmektedir (Kalaycı, 2013:14).
Bu çalışmada katılım bankalarının dünyadaki ve Türkiye’deki tarihsel gelişimine yer
verilerek, bu bankacılık hizmetlerine olan tercih sebepleri üzerinde yapılan çalışmalar hakkında
bilgiler aktarıldıktan sonra dini ve kapitalist bakış açısına göre çekiştirilerek yanlış
değerlendirmelere muhatap olmaları ifade edilip gelecekte katılım bankalarının rolü hakkında
bir perspektif çizilmeye çalışılacaktır.
2. KATILIM BANKACILIĞININ TARİHİ-TEORİK TEMELLERİ
Söz konusu bankalar yarım yüzyıla yaklaşmış bir mazisi ve Arap ülkelerine ait
bölgelerde yaşamına başlayıp buralardan Türkiye’ye ve küresel bir coğrafyada kendine giderek
artan yönelimlerle yer bulmaktadır. Bu gelişmeler ana hatları ile aşağıda belirtilecektir.
2.1. Dünyadaki Gelişimi
Katılım bankacılığın ilk uygulamalarının milattan önce 2123-2081 tarihlerinde devlet
yöneticiliği yapan Hammurabi’ye kadar dayandırılmaktadır (Akın, 1986:110).
M.S. 1118 Hristiyan hacıların mal ve canını korumak için kurulmuş olan Temple
mezhebi ve mensubu olan “Templier”’liler yapılan bağışlarla ciddi bir servet ve güç sahibi
olmuşlardır. Avrupa’da 1000’den fazla şubeleri olan bu illegal örgüt askerî ve ticarî amaçlar
için faizsiz borç vermiştir (Akın, 1986:111).
Faizsiz finans müessesesi olarak Avrupa’da üyeleri arasında faizin alınmadığı ve aynı
zamanda tasarruf bankalarının da çekirdeğini oluşturan dostluk ve yardım cemiyetlerini
göstermek mümkündür. Bunlarla birlikte, 19.yüzyıldan önceki bu gelişmeleri faizsiz bankacılık
faaliyetlerinden çok, yardım teşekkülleri olarak ifade etmek yerinde olacaktır (Akın,
1986:111).
İslâm dünyasında ise bankacılık hizmetlerinin ilk rağbet gördüğü dönem Abbasiler (750-
1258) dönemi olmuştur. Özellikle savaş, müsadere gibi siyasi gelişmelerle hazinede aşırı
derecede ganimet ve servet birikimi olmuştur. Bunlarla sosyal ve ekonomik hayata katkı
sağlanmaya çalışılmıştır. Oryantalistler’in çalışmalarına bakıldığında İslâm dünyasının
bankacılık konusunda oldukça ilerlemiş olduğu kaydedilir. İslâm’da kesinlikle faiz içerikli bir
İsmail ÇELİK 82
banka uygulaması söz konusu olmamıştır. Faizsiz kredi işlemleri büyük bir titizlikle devlet
yetkililerince ve kuruluşlarca takip altına alınmıştır (Yusuf, 1971:82-89).
Günümüz şartlarındaki katılım bankacılığının ilk bilimsel gelişmeleri, Hintli ve
Pakistanlı bilim adamlarının 1950’lerden itibaren iktisadi hayata ilişkin uygulamaların İslâmî
kaynaklara göre yorumlanması ile başlamıştır. Dünyadaki ilk fiili uygulama ise Mısır’daki Mit
Gamr yerleşim yerinde gerçekleşmiştir. 1963-1967 arasında bankaların devletleştirilmesi
politikasına bir alternatif olarak denenen bu ilk katılım bankası uygulamasına göre, sınırlı
ölçekte olmasına rağmen bankacılığı, ticari ortaklığı, sigorta hizmetlerini, takas (barter) ve
finansal kiralama (leasing) uygulamalarına benzer finansal araçlarını birlikte ve bu çatı altında
toplayabilmiştir. Diğer taraftan aynı dönemlerde ortaya çıkan ve Hindistan’da Müslüman
yerleşim yerlerinde görülen “kooperatif bankacılık” faaliyetlerinin de ilk kez uygulanan faizsiz
finansman uygulamaları olarak belirtmek yerinde olacaktır (Karakaş, 2002: 43-44).
Günümüz şartlarında katılım bankalarının ilk temellerinin atıldığı gelişme ise; 1970’de
Cidde’de toplanan İslâm devletleri dış işleri bakanları toplantısıdır. Bu bankaların çağdaş ve
küresel çekirdeği İslam Kalkınma Bankası (IDB)’dır. İslâm ülkelerinin yetkililerinin müşterek
kararı ile 1973’te Cidde’de kurulmuştur. Bu bankadan beklenen; İslâm ülkeleri arasında
finansal dayanışmayı gerçekleştirmektir. Bütün bunları Şeriatın gereklerine bağlı kalarak
ekonomik ve sosyal kalkınmaya vesile yapmaktır (Akın, 1986:113-114).
Hali hazırda 56 üyesi olan ve 6 milyar İslâm dinarı tutarındaki sermayesi ile nominal
kıymeti 10.000 İslâm Dinarı üzerinden 600.000 hissesi bulunmaktadır. Türkiye bu oluşumda
%8,4’lik bir paya sahiptir. Bu konuda lider konumunda olan aynı zamanda İslâm Kalkınma
Bankasının başkenti konumundaki Suudi Arabistan’dır (Kalaycı, 2013:54).
İslam Konferansı Teşkilatı’nın üyeleri olarak kabul edilen İslam Kalkınma Bankası
(1973) ve İslam Bankaları Birliği faaliyetlerine başlayınca katılım bankacılığında iki tip akım
ortaya çıktı (Zaim, 2000:250):
Birincisi; İslâm dininin temel değerleri ile örtüşen toplum modeline geçmeye çalışılırken
İslâmî ekonomik sistem içinde mali sistemin ve bankacılık sektörünün yeniden ele alınarak
örgütlenmesinin gerçekleştirilmesidir. İran, Pakistan kısmen de Sudan bu prensipler
doğrultusunda bu modeli hayata geçirmiştir.
İkincisi de, dünya finansal yapısına hâkim olan liberal ekonomi piyasası içinde İslâmî
finansal kuruluşların sisteme dâhil edilerek rakip olmalarının önünün açılmasıdır. İran,
Pakistan ve Sudan dışında kalan diğer üye ülkeler bu modeli uygulamaya geçmişlerdir.
Bununla birlikte 1971’de Mısır’da faaliyete geçirilen “Nasır Sosyal Bankası”, katılım
bankası özelliklerine haiz yerli katılım bankacılık sisteminin kurulmuş önde gelen temsilcisidir.
Küresel alanda kendini ilk gösteren katılım bankası ise İslâm Kalkınma Bankası’dır. Zaman
içerisinde gösterdiği gelişme ile bankacılık sektöründe teknolojik seviyenin gerisine düşmemiş
ve coğrafi olarak kendine İslâm ülkeleri dışında da yer bulmuştur. Gerek Müslümanların dünya
genelinde yaşam sürmeleri gerekse de faiz unsurunun ekonomik hayatı olumsuz etkilemesi bu
bankacılık sistemini genel finansal yaşam içerisinde gerekli kılmaktadır. Bu gelişme seyri
aşağıdaki tabloda ana hatları ile verilmiştir.
Tablo 1: Katılım Banka Faaliyetlerinin Tarihsel Evreleri 1960-1970 1970-1980 1980-1990 1990-2000 2000-
Kuruluşlar
Tasarruf
Bankaları
+ Ticaret Ve
Yatırım
Bankaları
+Öfk, Tekâfül
Şirketleri
+ Varlık
Yönetim
Kuruluşları Ve
Aracı
Müesseseler
+
Elektronik
Banka Şubeleri
Uygulanan
Teknikler
Karz-ı
Hasan
Mudarabe
Muşareke
+Selem
+ Ticarî
Bankacılık
Ürünleri,
Katılım
Hesapları,
Tekâfül
+ Yatırım
Fonları, İslâmî
Bonolar, Hisse
Senetleri
+ Şeriat’a
uyumlaştırılmış
ürünler
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 83
Uygulandığı
Yerler
Müslüman
Ülkeler
(Körfez)
+Müslüman
ülkeler
(Ortadoğu)
+Asya Pasifik,
Türkiye
Aynı bölgeler
+ Bazı Avrupa
ülkeleri ile
Amerika
Birleşik
Devletleri
Alıntı: Kalaycı, 2013:54.
Dünya geneline bakıldığında katılım bankaları hızlı bir şekilde şubeleşme
eğilimindedirler. Özellikle yaklaşık yetmiş beş adet Orta Doğu ve Güney Asya’ya ait yerlerde
üç yüzden ziyade İslâmî finansal aracı kurum faaliyet gerçekleştirmektedir. Bu ülkelerden
başka Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere başta olmak çoğu Avrupa ülkeleri ile Güney
Afrika Cumhuriyeti devleti de bu bankacılık sistemine finansal piyasalarında izin vermişlerdir.
Özellikle İngiltere, İslâmî finansal kesim açısından önemli bir durumdadır. Üç milyona
yaklaşmış İngiltere’de yaşayan Müslüman nüfusu, İslâmî Finansal kurumlar için ciddi
rakamlara ulaşacak işlem değerine sahip iddialı finansal bölge anlamına gelmektedir.
Dünya çapında bankacılık sistemi uygulamalarında söz sahibi olan geleneksel bankacılık
faaliyetinde bulunan dünyanın sayılı bankaları (Citibank, BNP gibi) katılım bankacılığı
pencerelerini bünyelerinde barındırmaktadırlar.
İslâmî bankacılık sisteminin son otuz yılını değerlendirdiği kitabında Chachi (2005: 37-
39),beş anakara, kırk sekiz ülke genelinde organize olmuş iki yüz seksen adet faizsiz işlem
gören bankacılığın dört yüz milyar dolarlık işlem hacmine yaklaştığını ifade etmiştir. Katılım
bankaları özellikle Batı Avrupa ve Japonya’da uygulama alanı bulmuş ve aynı zamanda
küresel bankacılık işlemlerini de gerçekleştirmektedirler (Al-Jarhi,2005:1).
Dünya genelinde uygulama alanı bulan katılım bankacılığı sisteminin en fazla ev
sahipliğini gerçekleştirenler hiç kuşkusuz İslâm ülkeleridir. Özellikle İran ve Pakistan sistemin
tam anlamıyla uygulandığı ülkelerdir. Katılım bankacılığının başlıca İslâm ülkelerinde genel
banka faaliyetlerindeki oranı %20 ile %49 dolaylarında şekillenmiştir. 2019 yılında bu
bankacılık hizmet oranının Suudi Arabistan için %70’ler civarına çıkacağı tahmin
edilmektedir. Geleneksel bankacılık sistemi uygulamalarına göre iki kat daha fazla büyümenin
sağlandığı Malezya’da ise katılım bankacılığın mevduat tutarı toplamı ise 100 milyar doları
aşmış durumdadır. Katar’da ise bankacılık hizmetlerinin %25’lik kısmını katılım bankacılığı
oluştururken bu oranın 2018 sonlarında %34 olarak gerçekleşmesi beklenmektedir
(www.dunya.com).
2.2. Katılım Bankalarının Türkiye’deki Tarihsel Gelişimi
Günümüzde katılım bankacılığının oldukça verimli bir şekilde uygulandığı Türkiye’de,
sürecin başlangıcı, Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası’nın ülke iç ve ülke harici çalışanların
tasarruflarını İslâmî şartlarda ama kaynakların israf edilmeden kâr beklentisinin yüksek olduğu
esaslarına göre bir araya getirerek endüstri dallarına verilmesi koşulu ile 1975 yılında
kurulması ile gerçekleşmiştir. Bu anlamda 1983 yılında ilk defa Türkiye finansal piyasasında
var olma iddiası ile ortaya çıkan katılım bankaları için Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası
bir örneklik oluşturmuştur (Kalaycı, 2013:55).
Katılım bankaları Türkiye’de 16.12.1983 tarihindeki Bakanlar Kurulu Kararı (BKK) ile
özel finans kurumu (ÖFK) adında faaliyete geçmişlerdir. Bankalar kanunu kapsamına 1999
yılında alınarak faaliyetlerini bu yasal alt yapıda sürdürmektedirler (SERPAM, 2013:7).
Türkiye’de katılım bankaları 5411 sayılı 19/10/2005 tarihli Bankalar Kanunu (B.K)’na
bağlı ve diğer geleneksel bankalarla eşit değere sahiptir. Katılım bankaları ticaret hukuku
açısından anonim şirket tüzel kişiliğine haiz olmak zorundadırlar. Bu kuruluşların
gerçekleştirebileceği çalışmalar ilgili yasanın 4. Maddesinde sıralanmıştır. Bu bankalar,
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)’nun icazeti ile kurulup faaliyette
bulunabilirler. Bu bankalara aktarılan katılım fonları diğer tasarruf mevduatları gibi Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) vasıtası ile teminat altında tutulurlar. Diğer taraftan bu
İsmail ÇELİK 84
kuruluşların meslekî gelişmeleri ile ilgili kuruluşlar olan Türkiye Bankalar Birliği ile Türkiye
Katılım Bankaları Birliği’nin çalışma şartları ilgili yasanın 79. maddesinde tanzim edilmiştir
(Resmi Gazete).
Türkiye’de 1984 yılında Faisal Finans A.Ş. ilk kurulan katılım bankasıdır. Bu kuruluşu
takip eden Albaraka Türk Finans A.Ş. ise 1985 yılında faaliyetlerine başlamıştır.. Bunları
sırasıyla Kuveyt Türk (1989), Anadolu Finans(1991), İhlas Finans (1995) ve Asya Finans
(1996) katılım bankaları takip etmiştir. 2001 yılı ekonomik darboğazı sonucunda İhlas Finans
Kurumu tasfiye sürecine girmiştir. 2001 yılı içinde Ülker şirketince Family Finans adındaki
katılım bankası Faisal Finans’ın devir alınması ile kurulmuştur. Devamında bu yeni banka
tekrar bir başka katılım bankası olan Anadolu Finans ile bir araya gelerek 2005 yılında Türkiye
Finans adı ile faaliyetlerine başlamış ve hizmet vermeye devam etmektedir (Özsoy, 2011:22-
23).
Günümüz Türkiye’sinde mevcut 5 adet katılım bankası mevcut olup, Uluslararası
kontrol ve müşavirlik organizasyonu olan Ernst &Young (EY)’ın “Dünya İslami Bankacılık
Rekabet Raporu” verilerinde, 2014 yılı verilerine göre son beş yıllık periyotta bir iyileşme
ortaya çıkarak İslâmî varlıklar 45 milyar $civarına yükselmiştir. Türkiye’nin 2014 yılı itibari
ile pazar payı % 5,9 iken 2023’te ise %15 olması beklenmektedir (EY, 2013-2014 Raporu).
Katılım bankacılığının özel finans kurumu olarak toplumda tanıtımı faizsiz
uygulamalardan dolayı kabul görse de uluslararası finansal sahalarda anlamlandırılması ve
kabul görmesi ciddi bir problem olarak kendini göstermektedir (Yahşi, 2011:76).
Bu isimlendirilmenin dezavantajlarından kurtulmak amacı ile yapılan çalışmalar
sonucunda 5411 sayılı Bankacılık kanunu ile “Katılım Bankası” ismi uygun görülmüştür. Bu
değişiklik bu bankacılığın önündeki engelleri kaldırmış olup iki banka ve iki şube ile finansal
hayatta var olan bu bankacılık faaliyetleri 30/11/ 2011 tespitlerindeki bilgiler dâhilinde dört
merkez ve 680 şube yapılanmasına giderek nicelik ve niteliksel kalkınma kat etmiştir (Akyüz,
2011:34).
Türkiye’de faizsiz bankacılık hizmeti veren katılım bankaları ve bunların kuruluşları ve
finansal yapılanması aşağıdaki Tablo: 2’de verilmiştir.
Tablo 2: Türkiye’de Faaliyette Bulunan Katılım Bankalarının Genel Durumu BANKA ADI KURULUŞU EVRİMİ VE FİNANSAL YAPISI
Türkiye
Finans 1984
İlk adı Faisal Finans kurumudur. Ortaklığın hisselerinin sahibi
bulunan Dar Al-Maal Al-İslâmî grubu 1998 yılında haklarını
İsviçre’de bulunan OLFO adındaki ortaklığa bırakmıştır. 2001
yılında ortaklık haklarının %38,82'si Sabri Ülker tarafından devir
alınmış ve bu yılda bankanın adı Family Finans olarak
belirlenmiştir. 2001 yılı itibari ile Sabri Ülker’in ortaklık hissesi
%98,63'e yükselmiştir. 2005myılında ise daha önce piyasada
faaliyette bulunan Anadolu Finans Kurumu ile bir araya gelerek
Türkiye Finans adı ile faaliyetlerine devam etmektedirler. 2008’e
gelindiğinde ise bankanın %50’den fazlasını The National
Commercial Bank üzerine geçirmiştir. Hali hazırda söz konusu
Suudi Arabistan Milli Ticaret Bankasının hisse oranı %60’ları
geçmiş, diğer büyük hisse ise Gözde Finansal Hizmetler
kurumuna ait bulunmaktadır.
Albaraka Türk 1985
Orta Doğu kökenli kuruluşlardan olan Albaraka Bankacılık
Grubuna sahipliğinde bulunan bankanın %50’den fazla hissesi bu
kuruluşa ait olup %17’ civarındaki kısmı ise halka arz edilmiş
konumdadır.
Kuveyt Türk 1989
İlk olarak Özel Finans Kurumu olarak faaliyetlerine 1989 yılında
başlamış, daha sonra 1999 yılında Kuveyt Türk Katılım Bankası
olarak adını değiştirerek faaliyetlerine devam ettirmektedir.
Hissedarlığın %70’lik dilimine Kuveyt merkezli kuruluşlar sahip
bulunmaktadır.
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 85
Asya 1996
İlk olarak Asya Finans adı ile faaliyetlerine başlamıştır. 2005
yılında ise adına katılım kelimesini ilave ederek adını
değiştirmiştir. Bankacılık faaliyetlerinin yeterince şeffaf
olmadığından dolayı 03/02/2015 tarihinde Bank Asya'nın karar
organını belirleyecek olan imtiyazlı payın yüzde 63'ü TMSF
aracılığıyla şekillendirilmesine BDDK tarafından
onaylandı. 29/05/2015 tarihinde de tamamı fona devredildi.
İhlas Finans 1995
1.000.000 TL sermaye ile kuruldu. 35 şubesiyle faaliyetlerini
sürdüren banka, 2001 yılı itibariyle Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurulu tarafından el konulmuş olup tasfiye süreci
devam etmektedir.
Ziraat Bankası 2015 675.000.000 TL sermaye ile ilk şubesini 29/05/2015 tarihinde
İstanbul/Eminönü’nde açmıştır.
Alıntı: Kalaycı, 2013: 57.
Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de katılım bankalarının devlet bankaları olan
Ziraat, Halk ve Vakıfbank bünyesinde kurulması çalışmalarına başlamıştır.
Güncel bilgilere baktığımızda ise aşağıdaki bilgileri tablo olarak vermek mümkündür.
Tablo 3: Türkiye’de Katılım Bankaları ve Şube Sayıları Katılım Banka Adı Şube Sayısı
Albaraka Türk 209
Asya 200
Kuveyt- Türk 343
Türkiye Finans 285
Ziraat Katılım Bankası 11
Toplam 1048
Alıntı: www.tkbb.org.t(a)
3. LİTERATÜR TARAMASI
Literatür çalışmalarında; bankacılık hizmet maliyetlerinin az tahakkuk etmesi ve uygun
nispetlerde borç alma fırsatları, bankaların şube sayısı, şubelerdeki fizikî standartlar, insan
kaynaklarının bilgi seviyesi, banka çalışanlarının müşterilerine olan alakası, bankanın dinî
referanslara göre faaliyette bulunmaları, bankacılık hizmetlerinin sonuçlandırılmasındaki hız
ve etkinlik, bankanın algılanmasındaki imaj durumu gibi hususlara bu bankaların tercih
edilmesi sebepleri arasında olduğu tespit edilmiştir. (Sarı, 2010: 95-100).
Türkiye’de sınırlı sayıda çalışma yapılmış olmakla birlikte başka ülkelerde katılım
bankacılığının tercih edilmesinin sebeplerini belirlemek üzere yapılan çalışmalardan bazıları
aşağıda tablo halinde verilmiştir.
Tablo 4: Katılım Bankalarını Tercih Sebepleri
Yazar/lar Çalışmanın Niteliği Sonuç
Laroche vd.
(1986) Teorik
-Müşterilerine iyi davranan personel,
-hızlı hizmet sunumu,
-ulaşım kolaylığı ve
-etkin hizmet unsurları bu bankaların tercih
edilmesinde oldukça etkili olduğu sonucuna
ulaşmışlardır.
Kaynak
(1986)
Banka müşterileri ve banka
yöneticileri temelinde yapılan
ve “ Sizin tercihlerinize göre
ideal bir banka nasıl
olmalıdır?” sorusuna alınan
cevaplar.
Bankadan hizmet talep edenler için ilk sıralarda
gelen sebeplerin;
-vaktinde ve verimli hizmet sunumu olduğu,
banka yöneticilerine göre ise;
-toplumda statü elde etmek olduğu sonucuna
varmıştır.
İsmail ÇELİK 86
Erol vd.
(1989)
Ürdün’de ve 434 adet denek
üzerinde gerçekleştirilen anket
çalışmasıdır.
-zamanında ve sonuç odaklı servis sunumu,
- tanınırlık düzeyi, piyasa değerliliği ve güven
derecesi,
-sır saklama ilkesine sadık kalması ilk üç
sıradaki etmenler olarak sıralanmıştır.
-sahiplerine yatırım gelirleri,
-üçüncü kişilerin telkini ve
-inancı ilgilendiren referanslar hizmet tercihinde
yatırımcıların bu bankaları tercih etmelerindeki
diğer sebepler olarak belirtilmiştir.
Omer
(1992)
UK’da yapılmış bir doktora
çalışmasında 300 kişilik bir
anket çalışması.
Katılımcıların çoğunluğunun dinî beklentilerine
uygun finansal hizmet sunumundan dolayı
katılım bankacılığını tercih etikleri
değerlendirilmesi yapılmıştır.
Haron vd
(1994)
Malezya’da 301 Müslüman ve
Gayr-i Müslim müşteri
temelinde yapılan bir anket
araştırması
Anket sonuç değerlemesine göre; her iki müşteri
tipinin tercih sebepleri arasında kayda değer bir
fark olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Müslüman
katılımcılarının ancak %40’lık dilimi dinî
kaygıları gereği bu bankaları tercih ettikleri
tespit edilmiştir. Esas tercih sebepleri ise daha
çok müşterilerin hizmet sunumundaki hız,
samimi olarak yardımcı olan çalışanların varlığı
ve hizmet sunumundaki niteliksel özellikler
konularında yoğunlaştığı kanaatine
ulaşmışlardır.
Hagazy
(1995)
400 katılım bankası müşterisi
ile yapılan bir çalışma.
En etkili olan faktörün yakın arkadaş/akraba
tavsiyeleri olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Hizmet sunumundaki kalite, banka hizmetlerine
ulaşımın kolaylığı, personelin müşterilere
davranış tutumu, kârlılık etkenine bakmaksızın
bankanın topluma hizmet sunma vizyonu en
etkili diğer unsurlar olarak belirtilmiştir
Metwally
(1996)
Suudi Arabistan, Mısır ve
Kuveyt’te ve 385’er kişi ile
gerçekleştirilen telefon
görüşmelerine göre sonuca
ulaşılmaya çalışılmıştır.
Etkili olan en temel unsurların
-din,
-etkinlik ve
-klasik bankacılık hizmetleri olduğu sonucuna
ulaşmıştır
Gerrard vd.
(1997)
Singapur’da 190 kişi ile
birlikte yapılan bir çalışmadır.
Müslümanların %62,1’i beklentilerinin altında
getiri sağlasalar dahi tasarruflarını bu katılım
bankalarında değerlendirmeye devam
edeceklerini belirtmişlerdir. Bu sonuç
yatırımcıların bu bankaları tercih etmelerindeki
en önemli etkenin dinî kaygılar olduğu şeklinde
yoruma sebep olmuştur. Hızlı ve sonuç odaklı
bankacılık hizmetleri ile sır saklama ilkesine
sadık olma sebepleri de diğer tercih sebebi olan
unsurlar arasında ifade edilmiştir.
Metawa vd.
(1998)
Bahreyn’de katılım
bankacılığının müşterilerinden
300 kişi arasında bir anket
çalışmasıdır.
Bankaların İslâmî finans ilkelere sadakati ilk
sırayı alırken ikinci sırayı ise yatırımlarının
kârlılık değerlendirmeleri almıştır. Bu sonuca
ulaşmakla birlikte verilen hizmetlerden tatmin
edildiklerini, fazla servis ücretlerinden de tatmin
edilmedikleri sonucu da saptanmıştır.
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 87
Naser vd.
(1999)
Ürdün’de 206 adet hizmet
alıcısı ile gerçekleştirilen
araştırmasıdır.
Kurum imajı arasında tanınma derecesi, dinî
kaygılar, diğer bankaların sundukları
hizmetlerin katılım bankacılığında da
karşılığının olması bu bankaların müşteri
sayısını artırmasında önemli tercih sebepleri
arasında yer aldığı sonucuna ulaşılmıştır.
Othman vd.
(2001)
Kuveyt’e ait bir bankada
yapılan araştırmadır.
İnanca ve toplumsal değerlere ait unsurların bu
bankacılık faaliyetlerinin talep edilmesinde en
etkili sebepler olduğu tespit edilmiştir.
Ahmad vd.
(2002)
Malezya’da 45 kişiden oluşan
finans yöneticileri ile
yaptıkları bir anket
araştırması.
-Kârlılık ve
-hizmet sunumundaki kalite bu bankaların tercih
edilmesinde daha belirleyici unsurlar olarak
ifade edilmiştir.
Karakaya vd.
(2004)
Türkiye’de yapılan bir
araştırmadır.
-İslâmî kaygılar,
-kurumun toplumda kabul derecesi,
-çevrenin etkileri sıralaması ortaya çıkmış olup
getiri oranlarının etkisi en son sırada yer almış
olarak tespit edilmiştir.
Zainuddin vd.
(2004)
Malezya’da banka müşterileri
ile yaptıkları çalışma.
en önemli unsurun;
-dinî emredici unsurların motive edici olması ve
-güvenirlilik derecesi yüksek eş-dost
yönlendirmelerinin daha baskın şekilde kendini
hissettirdiği sonucuna ulaşmışlardır.
Okumuş
(2005)
Türkiye’de katılım bankacılığı
müşterilerinden 161 adet kişi
konusunda bir araştırmadır.
-Dini unsurlar ilk sırayı alırken,
-geleneksel bankaların sunduğu hizmetlerin bu
finansal kurumlar vasıtası ile veriliyor olması
ikinci unsur olmuş,
-personelin candan ilgisi ise üçüncü sebep
olarak saptanmıştır.
Wakhid vd.
(2007)
Endonezya’daki katılım
bankalarının hizmet
alıcılarının nitelikleri
konusunda bir çalışmadır.
-Dinî referansların halk tarafından bu bankaları
tercih etmelerinde en önemli unsur olduğu
sonucunu elde etmişlerdir.
Dusuki vd.
(2007)
Malezya’da dört farklı
bölgede 750 kişiye sorulan
anket soruları ile şekillenen bir
araştırmadır.
İnsan kaynaklarının bilgili, yetenekli, içten ve
saygılı olması ilk sırada dikkat edilen husus
olarak tespit edilmiştir. Katılım bankasına
ulaşımının kolay olması, kredi oranlarının
uygunluğu ise tercih sebeplerinde diğer önemli
unsurlar olarak saptanmıştır.
Amin
(2008)
Malezya’da yapılan bir
araştırmadır.
-Faiz unsurunun sistemde olmaması,
-uygulanan kredi oranları,
-şeffaf olmaları,
-finansman tedarik işlemlerinin yüz yüze olması
en çok dikkat edilen faktörler arasında kayda
değer bulunmuştur.
Al- Ajmi vd.
(2009)
Bahreyn kaynaklı yaptıkları
geleneksel ve katılım
bankacılığı tercih sebepleri ile
ilgili 655 kişi içerikli bir anket
çalışmasıdır.
-Dinî çekinceler,
-sosyal bilinç,
-hizmet sunumu kalitesi,
-etkin sonuçlandırılan hizmet sayısı,
-müşteri ilişkileri ve
-bankacılık hizmetlerine kolay ulaşma derecesi
katılım bankalarının en önemli tercih
sıralamasında yer almışlardır.
İsmail ÇELİK 88
Apil
(2009)
Türkiye’de yapılan bir
araştırmadır.
-Katılım bankalarının tanınma düzeyi,
-şube çalışanlarının yakın ilgisi ve
-müşteri hizmet kalitesi unsurları müşterilerin
bu bankaların tercih sebepleri arasında ilk
sıralarda yer aldığı ortaya konmuştur.
Diğer taraftan
-dini kaygılar,
-güvenilir insanların tavsiyeleri de müşterilerin
bu bankalara doğru kararlarının şekillenmesinde
etki olan sebepler olduğu ifade edilmiştir.
Bhatti vd.
(2010)
Pakistan temelli İslâmî
bankaların hizmetlerine
muhatap olan 120 kişi ile
yaptıkları değerlendirmedir.
-Dinî kaygılar ve
-kârlılık en ana unsurlar olarak tespit edilmiştir.
Bu unsurların yanında
-düşük maliyet,
-personelin samimi davranışları önemli olan
diğer unsurlar olarak sıralanmıştır.
Marimuthu vd.
(2010)
Malezya temelli yapılan diğer
bir çalışmadır.
-Maliyet- fayda mukayesesi,
-hizmet sunumu,
-etkinliğin sağlanması,
-arkadaş veya akraba referansına olması olarak
sıralanmıştır.
Khattak ve
Rahman
(2010)
Pakistan’da banka müşterileri
üzerinde yapılan bir araştırma
Müşterilerin bankaların sunduğu hizmetler
hakkında yeterli bilgiye bilgi sahibi olmadıkları
belirlenmiş, ayrıca bu bankaların tercih edilme
sebebinin banka şubelerinin konumunun özelliği
en etkin sebep olarak tespit edilmiştir.
Mansour vd.
(2010)
156 Müslüman ve Gayr-ı
Müslim banka çalışanlarına
uygulanan anket
araştırmasıdır.
Müşterilerin daha düşük hizmet bedelinden
dolayı bu bankaları tercih ettikleri birinci sırada
yer alırken bankanın İslâmî niteliği ikinci sırada
yer almıştır.
Lee vd.
(2011)
Pakistan’da bulunan Peshawer
ve İslamabad yerleşim
yerlerinde yaptıkları anket
değerlemesidir.
Müşterilerin çoğunluğu
-dini kanunlara göre faaliyette bulunmalarından
dolayı bu bankaları tercih ettikleri sonucuna
ulaşılmıştır.
Özsoy vd.
(2013)
Türkiye’de 217 kişilik
üzerinden yapılan bir anket
araştırmasıdır.
-Hizmet/Ürün Kalitesi
-İmaj ve Güven
-Personel Kalitesi
-İnanç/ Toplumsal moral değerleri de sonra
gelen etmen olarak sıralanmıştır.
Alıntı: Özsoy vd., 2013:190-193
4. DİN VE KAPİTALİZM KISKACINDAKİ KATILIM BANKALARI
Yapılan araştırmalar ve değerlendirme sonuçları katılım bankalarının geleneksel
bankacılık hizmeti veren bankalardan kayda değer bir farkının olmadığını ortaya koymaktadır.
Bankacılık faaliyetleri bağlamında klasik bankalarla rekabet halinde olan katılım bankalarının,
diğer kuruluş amacı olan dinî kaygıları gereği tasarruflarını yatırımlara aktaramayan tasarruf
sahipleri için uygun bir seçenek olması niteliği, bu bankaları tercih için bir cazibe
oluşturamamıştır.
Böyle bir sonucun ortada olmasının sebepleri irdelendiğinde elbette ki bir takım
çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Ancak bu konunun temellendirilmesi yapıldığında
görülecektir ki, katılım bankalarına bakış açılarının farklı olması bu sonucun ortaya çıkmasını
kaçınılmaz kılmaktadır.
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 89
Özellikle bu kurumlarda çalışanların görüşleri ele alındığında elde edilen sonuçlar da
göstermektedir ki, bu müessesenin onlar için dahi var oluş sebebi helal kazanç yeri olması
değil, prestij aracı olarak bu kurumları değerlendirmeleridir. Özellikle Müslüman olmayan
ülkelerde bu bankaların var oluş sebebine paralel bir müşteri profili ortaya çıkarken (Omer,
1992), Müslüman ülkelerde geleneksel bankacılık hizmetlerine olan talep, daha yoğun bir
şekilde bu bankaların müşteri profilini şekillendirmektedir (Haron vd., 1994). Bu sonuç da
göstermektedir ki; katılım bankaları özellikle Müslüman ülkelerinde yeterli şekilde
anlaşılamamıştır. Burada en önemli sorumluluk katılım bankacılığı hizmeti veren yetkililerde
olduğu bellidir.
Özellikle katılım bankacılığı ile meslek hayatı olan ve bu konuda akademik çalışma
yapanlara sorulan soruların başında hiç kuşkusuz katılım bankaları ne derece İslâmî kurallara
göre faaliyette bulunduğudur. Bu konuda ciddi tartışmaların olduğu da yadsınamayacak
derecededir. Bu tartışmaların temelinde referans farklılığı yatmaktadır. Özellikle İslâmî iktisat
sistemi sadedinde yazılmış olan ender eserler meselenin sadece fıkhî yönünü nazara verirken,
diğer eserler de ise pür iktisadî kurallara ağırlık vererek katılım bankaları faaliyetlerinin
gerekçelerini açıklamaktadırlar (Akın, 1986:12).
Bakış açısının farklılığının neticede tartışmaları da beraberinde getireceği açıktır. Bu
durumda mesele en temelinden alınarak yaklaşım sergilenmelidir. Katılım bankalarının
orijinine bakıldığında dinî hassasiyetlerin olmazsa olmaz bir prensip olarak uygulandığı bir
bankacılık sistemdir. Bu durumda pergelin bir ayağı sürekli burada kalmalı, diğer meseleler de
buna göre açıklığa kavuşturmalıdır. Konunun bu bağlamında katılım bankalarının amaçlarını
orijinindeki pür İslâmî kaygılara göre tekrar gözden geçirmelerinin gerekliliği ifade edilmeye
çalışılacak ve geleceğe ait bir perspektife göre katlım bankalarının nasıl bir duruş sergilemesi
gerektiği ifade edilecektir.
4.1. Faaliyet Konularının Faizli Uygulamalara Benzer Olmasının Önüne Geçilmesi
Başlangıçta hemen belirtmek gerekir ki; katılım bankalarının uygulamalarında faizli
uygulamalar ya da İslâm dinine aykırı faaliyetler vardır anlamına gelecek bir açıklamada
bulunmak istenmemektedir. Sadece bu konunun çok hassas bir konu olduğu ve yanlış
anlamalara meydan verilmesinin önüne geçilmesinin bir titizliği anlamında konu ifade
edilmeye çalışılacaktır. Ayrıçay ve arkadaşlarının ( 2013:128) yaptıkları araştırma da
göstermektedir ki; katılım bankalarının gerek kendilerini gerekse de faaliyetlerini anlatmakta
ve tanıtmakta oldukça yetersiz kaldıkları ileri sürülmüştür. Bu çalışmaya göre; katılım
bankacılığı önündeki engeller sıralamasında katılım bankacılığı hizmetleri ile ilgili bilgi
yetersizliği birinci sırada yer alırken ikinci sırada şube sayılarının azlığı ve üçüncü sırada da
katılım bankalarının reklam ve tanıtımdaki yetersizliği tespit edilmiştir.
“Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların,
“Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram
kılmıştır. Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise
bereketlendirir” (Bakara, 2:275-276) ayetlerinin ifadesine göre faizle ilgili bir meselenin
uygulamada cari olması katılım bankalarının kuruluş felsefesi ile taban tabana zıttır. Hangi
iktisadî yorum olursa olsun bu yorum bu ayetlere karşı bir anlam ifade etmeyecektir.
Diğer taraftan; “Bir şeyin ortaya çıkması ve devamı, onun gerekleri ile birlikte
olgunlaşmasına bağlıdır” (Badıllı, 2011:702) prensibine göre katılım bankacılığı
faaliyetlerinin İslâmî prensiplere ödün vermeden ve bu kaynaktan çözüm üreterek sürdürülmesi
gerekmektedir. En küçük bir geleneksel bankacılık faizli uygulamalarına benzeyiş katılım
bankalarının kabul edilebilirlik derecesini belirsizleştirecektir. Nitekim Tabakoğlu (2011:142-
164) bu konuyu ele almış ve katılım bankalarının geleneksel bankacılıktan tek farkının “sadece
başörtülü kadınların çalıştırılması” şeklinde ifade ederek ciddi bir eleştiri yapmıştır.
Özellikle kuruluşunda faizden arındırılmış bankacılık uygulamalarının yapılacağı,
ortaklığın esas alındığı ve bunlar vasıtasıyla mülkiyetin tabana yayılmasına hizmet edeceği
felsefesinin zamanla “maksimum kâr” olarak reform edilmesinin (Terzi,2013: 73 bir düşünce
İsmail ÇELİK 90
olan “amaç için her yola başvurulabilir” fikrinin uygulanabilirliğini gündeme getireceği için
katılım bankalarının var oluş amacını oldukça erozyona uğratabilecektir.
Yukarıda yazın taramasında da belirtildiği gibi Özsoy ve arkadaşları (2013:201) katılım
bankaları müşteri tercih sebepleri tespitinde, dini motivasyon dördüncü sırada yer alabilmiştir.
Bu sonuçlar katılım bankacılığının zamanla geleneksel bankacılığa yakın hizmet veren bir
finansal kurum olabileceği hakkında ipuçları verebilmektedir.
Diğer taraftan “Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim” (Maide, 5:39) ayeti ile “Her bid’at dalâlettir ve her
dalâlet Cehennem ateşindedir” ( Müslim, Cum’a: 43) hadis-i şerifi İslâm adına ortaya çıkan
bir hareketin sınırlarının ve içeriğinin İslâm kurallarına bağlı kalınarak sürdürülmesi
gerekliliğini ortaya koymaktadır.
İslâm’ın birbirine sıkı sıkıya bağlı bir organlardan müteşekkil bir organizma olduğunu
vurgulayan Akın (1986:11), İslâm hükümlerinin parça parça değil bir bütünlük içinde ele
alınması gerektiğini ifade etmiştir. Çünkü İslâm, şahsi, sosyal, ekonomi, siyasi ortamlar ve
geleceği de ihata ederek bir hüküm koymuştur. Çünkü yukarıda belirtilen ayet İslâm dininin
kıyamete kadar geçerli olabilecek nitelikte bir yönünün olduğunu belirtmiştir.
Neccar (1978:56)’a göre, İslâm bankacılığı konusunda araştırma ya da uygulama yapan
kişilerin de İslâm dinin para ve faiz hakkındaki prensiplerini sürekli gündeminde tutması
gerekir. Bu bakımdan İslâm’ın ekonomik faaliyetlerinin, İslâm’ın sosyo-politik
düzenlemelerinden ayrı bir şekilde ele alınması sakıncalı olabileceği ikazında bulunmuştur.
Akın (1986:14) ise bu konunun çok ciddi bir konu olduğunu nazara verirken sadece dinî
konularda yeterli bilgiye sahip olmanın kâfi gelmediğini, aynı zamanda ekonomi başta olmak
üzere diğer ilimlerle de mücehhez olması gerektiğini ifade etmekte ve en temelde de dinî
salabetin olması lüzumuna vurgu yapmaktadır.
İslâmî bir oluşumun temel kaynakları “kitap” ve “sünnettir” (Akseki, 1974: 25). Ancak
“icma-ı ümmet” ve “kıyas-ı fukaha” uygulamaları da bu oluşumlarda referans alınabilecek
niteliklerdedir. Ancak bu iki metodun da dayanak noktası diğer iki kaynaktır (Uzair, 1978:1-2).
Hal bu merkezde iken gerek bu bankacılık sistemini uygulayanlar gerekse de müşteriler
konuyu dört başı mamul bir şekilde göremeyebileceklerinden katılım bankacılığı
uygulamalarının bu kaynaklara göre temellendirilerek tanıtımının yapılması gerekir. Yoksa
hem sistemi yürütenler hem de bu sisteme entegre olmak isteyenler arasında ciddi bir inatlaşma
olabilecektir. Katılım bankası sahip ve yöneticileri kendi varlıkları noktasından meseleye
bakarken, müşteriler de din noktasından değerlendireceği için çeşitli anlaşmazlık noktaları
olabilecektir.
Nitekim bu bankalar gerçekleştirdikleri mali faaliyetlerin dinî prensiplere göre
gerçekleşme derecesini tetkik etmek ve olur vermek hedefi ile bu konular üzerinde ihtisas
yapmış kişilerden danışmanlık talep etmektedirler. Fakat bu bankalar kurumlarında
oluşturdukları danışma kurullarının oluruyla bu uygulamaları gerçekleştirirken, bazıları ise
sadece katılım bankacılığı konularında ihtisas yapmış akademisyenlerden fikir almaktadırlar.
Bu uygulama da, hem her bankanın kendine göre danışma heyetinin olmasından, hem de
akademik olarak akademisyenlerin konuyu farklı açılardan değerlendirerek açıklamaya
çalışmalarından katılım bankacılığı uygulamalarında farklılıkları beraberinde getirmektedir
(SERPAM, 2013:8).
Nitekim yapılan araştırmaya göre katılım bankaları, haram olduğu konusunda ittifak
edilen katılım bankası uygulamalarını en düşük seviyede uygularlarken, ihtilaflı uygulamalara
daha çok faaliyetlerinde yer vermektedirler. Kâr- Zarar ortaklığı belgesine dayalı ortaklık
uygulamalarına bağlı fon kullanımı ise ancak %2’ler düzeyinde kalmıştır (Terzi, 2013: 73).
Al-Gamal ve İnanoğlu (2005:641-664) ile Arslan ve Ergeç (2010:156-168)’in
araştırmalarından elde edilen sonuçlara göre, bu bankaların, genelde piyasanın etkinliğini
artırmasında etkili olduğu söylenebilir. Çünkü katılım bankaları sunduğu geleneksel bankacılık
hizmetleri ile sektörde ciddi bir rekabeti piyasaya taşımışlardır. Bu da katılım bankalarının
hizmet yelpazesinde bir eksen kayması olduğunu gösteren ayrı bir göstergedir denilebilir.
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 91
Bu gibi gelişmelerin ışığında belirtilmesi gereken; İslâmî ilkelere göre kurulduğunu
iddia eden ve o çıkış noktasına göre hareket ettiğini savunan katılım bankaları hem bu günler
için hem de gelecekte sürekli bankacılık sektöründe var olmaya devam etmek istiyorsa İslâmî
ilkelerden taviz vermeden faaliyetlerine devam etmelidir. Aksi takdirde uygulamalarına İslâm
ilkelerine ters düşecek tarzda yer verirse katılımcılar bu durumda geleneksel bankaları tercih
etmeye devam edeceklerdir. Bu da onlar için uhrevi sorumluluk anlamında ciddi bir tehdit
oluşturabilecektir. Adeta Terzi (2013:1)’nin dediği gibi katılım bankacılığı faaliyetleri, kitaba
uymak tarzında değil kitabına uydurmak şekline dönüşebilecektir.
“İnsanlar üzerine öyle günler gelecek ki, faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak. Yemeyene
dahi tozu toprağı bulaşacak” (İbn Mâce, Ticârât 58) hadisi adeta katılım bankalarının bu
anlamda çok dikkatli davranması gerektiğini tavsiye etmektedir. Çünkü tasarruf sahipleri bu
bankalara faizden arındırılmış bir sistem olması özelliği ile gelmektedir. Eğer bir şekilde İslâm
prensipleri dışı uygulamalar olursa, yatırımcıların geleneksel bankalara müşteri olmaları
dolaylı bir şekilde teşvik edilmiş olacaktır. Bu da “Sebep olan işleyen gibidir” (Müslim, 2/704)
hadisinin sınırlarına girmek anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan katılım bankalarının İslâmî hüviyet altında faaliyetlerini yapmaları eğer
kuruluş felsefesine göre olmazsa dini istismar etmenin finansal boyutu olarak da
anlaşılabilecek ve rekabet durumunda olunan geleneksel bankalar tarafından da bu suiistimal
edilebilecektir.
Bununla birlikte Faizsiz Bankacılık ya da İslâm bankacılığı isimlerinin yerine Katılım
Bankası ismi ile değiştirilmesinde bu bankaları diğer bankalar sırasına dâhil etmenin alt
yapısını oluşturmak anlamına gelebilecek yorumların yapılması için bir sebep
oluşturabilecektir. Yani müşteri çekmek için farklı bir özelliği olduğunu gündeme getirirken,
hayatını kapitalist sistemde devam ettirmek için de geleneksel bankalar görünümünde olma
çabası olduğu yorumlarına yol açabilecektir.
4.2. Gelecekte Katılım Bankalarına Olan İhtiyaç
Yukarıda bahsedilen olgulara rağmen İslâmî bir anlayışa sahip bankacılık faaliyetinin
varlığı ekonomik hayatta bir boşluğun doldurulması için gereklidir. İnançla insanın
eylemlerinin örtüşmesi gereklidir. Bu insan psikolojisi için gerekli olan bir ruh halidir (Harlak,
2000:17).
Çoğu fıkıh kitaplarında faiz, insanı helak edici büyük günahlar sırasında sayılmaktadır.
Diğer taraftan da insanın inancı gereği helal lokma ile hayatını geçirmek istemesi onun faiz
alan ve/veya veren olmadan huzurlu olabileceği bir finansal yapının varlığı ile mümkün
olabilecektir.
“Faiz yiyen, yediren, şahitlik ve kâtipliğini yapan, Allah'ın rahmetinden uzak
kalmıştır” (Müslim, Müsakat, 105). “Bir lokma haram yiyenin kırk gün duası ve namazı kabul
olmaz” (Ramûz-el-Ehadis: 409/4) hadisleri insanın inancı ile amelinin örtüşmesi gerektiğini
ifade etmektedir.
Bu konu, Müslüman nüfusunun önümüzdeki on yıllar içindeki durumu açısından önem
kazanmaktadır. Amerikan araştırma kuruluşu Pew Research Center'ın raporuna göre; dünya
nüfusu %35 artarken Müslüman nüfusundaki artış ise %73 olarak tahmin edilmektedir.
2050’de dünya nüfusunun %31,4’lik dilimini Müslümanlar oluşturarak dünyanın en kalabalık
dini olması öngörülmektedir (www.pewresearch.org).
Tabii Müslüman nüfus artarken aynı zamanda diğer dinlerden İslâm dinine katılmakta
söz konusu olabilecektir. Bütün bu gelişmelerle birlikte milli gelirin de beraberinde artacağı
kabul edildiğinde katılım bankaları için çok uygun bir ortamın şekilleneceğini söylemek
yerinde olacaktır. Önemli olan bu yapıya uygun bir bankacılık sisteminin varlığını sürdürmesi
ve taleplere cevap verilmesidir.
Diğer taraftan yaklaşık 45 yıllık mazisi olan katılım bankacılığı, düşük risk taşıma model
olma özelliği yönü ile ilgililerin göz ardı etmediği bir konudur. Uluslararası finansal krizlerden
cılız bir şekilde etkilenen faizsiz bankacılık uygulamalarına yer veren bazı İslâm ülkeleri,
İsmail ÇELİK 92
Birleşik Krallık başta olmak üzere diğer bazı Avrupa ülkeleri katılım bankacılığı faaliyetleri
için her türlü yasal düzenlemeleri teşvik edici tutum göstermişlerdir. Diğer taraftan Avrupa
ülkelerinde Müslüman nüfusun artış hızı İslâmî finans uygulamalarının giderek önem
kazanacağı anlamına da gelebilmektedir. Bununla birlikte dünyada Müslümanların nüfus
yoğunluğunun 2010-2030 dönemleri içinde %35 artacağı tahmin edilmektedir. Normal olarak
da Ortadoğu ve Asya’da bulunan birçok Müslüman ortaklıkları şirketlerinin İslâmî kaidelere
göre çalışan finansal sisteme göre yapılanması için gerekli çabayı sarf etmektedirler. Bütün
bunlarla birlikte faizsiz bankacılık sistemini uygulayan ülkeler beklenenden fazla büyüme
hamlelerini gerçekleştirmiş, bilhassa söz konusu ülkelere likidite giriş hızını artıran 2009’ten
itibaren meydana gelen petrol ücretlerindeki artışlar bu sektörü canlandırmıştır. Belirtilen
sebepler, yakın gelecekte İslâmî Finans uygulamalarının küresel finans sisteminde söz sahibi
olabilecek yapıda olduğunu ifade etmektedir (SERPAM, 2013:2).
Bu ve emsali gelişmeler göstermektedir ki; gelecek, pür İslâmî finansal uygulamaların
hâkim olduğu katılım bankacılık faaliyetlerini bünyesinde barındıracak özelliklerdeki finansal
aracılara ihtiyaç duyacaktır. Bu durumda olması gereken ise, ortama ve geçerli olan ekonomik
sitem ilkelerine göre değil İslâm’ın belirlediği prensiplere sadık olan katılım bankacılığı
uygulamalarına daha şimdiden ihtiyaç vardır.
Diğer taraftan sadece İslâm dünyasın değil Hristiyan dünyasında da katılım bankacılığı
uygulamalarına hız verilmesi konusunda Papa XVI Benedict tavsiyesi vardır.
(www.tkbb.org.tr) (b).
Bu gelişmelerin yanında ve her türlü sorunlara rağmen katılım bankalarının geleceği
oldukça parlak gözükmektedir. Özellikle girişimciler İslâmî prensiplere göre sunulan finansal
ürünleri daha fazla talep etmektedirler. İslâmî endeksli finansın gelecekte genişlemesini
sağlayacak unsurlar mevcuttur. Bu unsurlar:
- Ticari mal üretimleri sonucunda Müslüman ülkelerde üretim fazlaları oluşmaktadır. Bu
durum ise finansal aracılar kanalıyla dağıtılması kaçınılmaz olacaktır.
- Konvansiyonel bankalar katılım bankası modelinde bünyelerinde bölümler açmakta
Londra, Lüksemburg ve diğer başkentlerde taleplere cevap vermek için İslâmî finans
işlemlerine hız vermektedirler.
- Hizmette kalitenin artırılması ve yeni finansal seçeneklerin geliştirilmesi ile katılım
bankaları yatırımcılar ve tasarruf sahipleri için bir alternatif olmaktadır.
- Müslüman ülkelerdeki siyasi gelişmeler İslâmî finans seçeneklerinin önemini giderek
artıracak bir rol oynamaktadır.
- Borsa işlemlerinde borsaya kayıtlı katılım bankası endeksi uygulamaları, katılım
bankacılığı uygulamalarına olan talebi teşvik edici rol oynamaktadır (Mohieldin, 2012:1).
Ekonomik gelişmenin sağlanması ve istikrarın sürdürülmesinde katılım bankalarına da
görevler düşmektedir. Özellikle faiz uygulamalarının ekonomik kriz riski artırdığı gerçeğinden
hareketle faizsiz uygulamaları ile dikkati çeken katılım bankaları gerekli finansal hareketliliği
sağlayacak yapıdadır. Bir ülkede ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilebilmesinin dört temel
sütunu vardır. Bunlar;
- Ülke için atıl kaynakların finansal yapıya transferinin sağlanması,
- Daha etkili ve akılcı finansal yardımlar,
- Yurt içi özel finans uygulamaları
- Yurt dışı özel finans uygulamalarıdır.
Söz konusu adımların uygulanmasında katılım bankacılığı hizmet seçeneklerinden
faydalanarak daha verimli kılınabileceği ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin
gerçekleştirilmesinde katılım bankacılığının gelecekte oldukça faydalı olacağı belirtilebilir
(Mohieldin, 2015: 30-31).
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 93
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Katılım bankalarının kuruluş felsefesine ve finansal dünyadaki rolüne bakıldığında
sistemde olması gereken bir finansal aracı kurumdur. Finansal sistemde kendisinden beklenen;
âtıl fonları sisteme aktarmak, dinî kaygıları gereği piyasadaki finansal uygulamalardan uzak
duran kişilere yatırım fırsatı sunmaktır. Dinî beklentiler ve kaygılar etrafında kurulan bu
finansal kurumlar, aynı zamanda konjonktürel finansal sahada oldukları için güncel
beklentilere de cevap verebilme çabasındadırlar. Geleneksel bankacılık faaliyetleri yapan
bankalar finansal piyasalarda günün şartları neyi gerektiriyorsa bu şartlara uymakta herhangi
bir ikileme düşmezler. Kapitalist sistem o anda neyi gerektiriyorsa ona göre hareket etme
serbestliği vardır. Ancak, katılım bankalarının böyle bir özgürlüğü mevcut değildir.
Katılım bankaları kurulurken, faaliyetlerini yerine getirirken, yeni finansal uygulamalara
bünyesinde yer verirken daima dinî beklentilere ve emirlere göre hareket etmek zorundadır. Bu
mecburiyet, onları sürekli olarak atılan adımların meşruluğunu gündemde tutmayı gerektirir.
Bu müesseseler kendi bünyelerinde faaliyetlerinin dinsel anlamda temellendirmesini
yapmaktadırlar. Dini kaynaklara göre temellendirilmeyen faaliyetleri bünyesinde bulundurmak
istemezler. Bu anlamıyla katılım bankaları, zamana göre olması gerekeni değil, dine göre
olması gerekli bankacılık uygulamalarına göre hizmet verirler.
Diğer taraftan hem din bilim adamları, hem de finansal anlamda uzman bilim adamları
yapılan katılım bankacılığı uygulamalarını eleştirirken kendi bilgi pencerelerinden
uygulamaları değerlendirirler. Yani meselenin derinlemesine dini referanslarına ve güncel
ekonomik ve finansal meselelere vakıf olmadan değerlendirme ve değerlemesini yaparlar.
Durum böyle olunca da katılım bankaları ne geleneksel bir banka olmakta ne de tam anlamıyla
İslâmî bir kurum olmaktadırlar. Bu eleştiriler de zamanla bilgi kirliliği kanalıyla renk
değiştirerek katılım bankalarından beklenen performans ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Bir
taraftan din adamlarının diğer taraftan da sadece ekonomi ve finansal konularda uzman
olanların katılım bankaları hakkındaki fikirleri bu bankaların kimliğinin sorgulanması için
ortam oluşturmaktadır.
Özellikle hizmet bedeli adı altında alınan karşılıkların geleneksel bankalara ödenen
faizlerle karşılaştırılması yapıldığında ciddi farklar olduğunda müşteriler hizmet alımı için
geleneksel bankalara yönelmektedir.
Bu durumda katılım bankalarının hareketlerini kıskaç altında tutan durumları şöyle
sıralamak mümkündür:
- Dini anlamda uzman olan bilim adamlarının bu bankaları değerlendirmelerindeki
farklılıklar,
- Kapitalist sistem verilerine göre ihtisas yapmış bilim adamlarının konuyu bu verilere
göre değerlendirmeleri,
- Tasarruf sahipleri ile yatırımcıların ceplerinden çıkan giderleri kıyas ederek geleneksel
banka hizmetlerine yönelmeleri,
- Katılım bankalarının uygulamalarında da farklılıkların gözlemlenmesi, gibi sebepler bu
bankaların faaliyet alanını sınırlamaktadır.
Bu gibi hususların varlığı ile birlikte aynı zamanda faiz uygulamalarının olmadığı klasik
bankacılık hizmetleri veren katılım bankaları hizmet kalitesi ve kendi faaliyetlerinin dine
uygun olarak gerçekleştiğine inanan müşterileri sayesinde varlıklarını devam ettirmektedirler.
Yapılan anket çalışmaları ve bu bankaların müşteri profiline bakıldığında dinî kaygıları
gereği oluşan bir müşteri hacmi mevcut değildir. Bu aslında katılım bankacılığının gelecekteki
hedefleri için bir avantaj olarak durmaktadır. Yani dinî kaygıları olan finansal yatırımcılar ve
tasarruf sahipleri daha tam anlamıyla bu bankalara muhatap olmamışlardır. Onların da bu
bankaların müşteri portföyüne girmeleri ile katılım bankalarının iş hacminde artışların
olacağını söylemek yerinde olabilecektir.
Diğer taraftan dünyadaki gelişmelere bakıldığında ve inanç eksenli yaşam beklentilerin
artacağı tahmin edilen önümüzdeki on yıllarda bu bankalara olan ihtiyaç daha ziyade
hissedilebilecektir. Yapılan araştırmaların tespitlerine göre dinî kaygıların ön planda olduğu
İsmail ÇELİK 94
yaşam standartları özellikle finansal anlamda bir beklentiyi beraberinde taşıyacaktır. Bu
beklentilere cevap verecek olan da katlım bankaları olduğuna göre; hem hakkındaki
dedikoduları hem de kalıcılığını sağlamak ve beklentilere cevap vermek için kendini kuruluş
felsefelerine göre finansal piyasada konumlandırmasının yollarını belirleyip gerekli adımları
atması gerekmektedir
Tabii, mesele sadece dini anlamda da değerlendirmemek gerekmektedir. Finansal kurum
olarak ekonomik hayata da katma değer üreten fonksiyonları olduğu için hem diğer
bankalardan farkını korumak hem de ekonomik hayattaki rolünü de düşünerek katılım
bankaları uzun soluklu bir var oluş serüvenini sürdürmelidirler.
Bütün bunların sonucunda katılım bankaları ortaklık uygulamalarını yaygınlaştırarak
dağıtılması gereken kârları İslâmî esaslara göre elde ederek mülkiyeti tabana yayma
fonksiyonunu yerine getirmelidir.
Yapılan araştırmalarda ayrıca ortaya çıkan bir tespite göre fiili ve potansiyel müşterilerin
bu bankaların misyonunu ve faaliyetleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları söz
konusudur. Bu engelin aşılması için yapılabilecek faaliyetleri şu şekilde sıralamak yerinde
olabilecektir:
- Şubelerde katılım bankacılığı konusunda bilgi verebilecek danışma servisi bulunmalı,
bu servis diğer hizmet birimleri gibi çalışmalı, bilgi almaya gelen olmadığı zaman o personel
bankacılık hizmetlerini vermeye devam etmelidir.
- Genelde soru olarak sorulan ve cevaplandırılan konular dini referansları temelinde
broşürler halinde bastırılarak dağıtılmalıdır.
- Bu banka müşterilerinin en karakteristik özelliği din endeksli tercihlere göre olan
müşteri profili olması için gerekli hassasiyet gösterilmekle birlikte, bu beklentinin
gerçekleşmesi içim sivil toplum örgütleri ile birlikte çalışılmalıdır.
- Özellikle dini cemaatlerde katılım bankacığı hizmetlerinin meşruluğu çok konu
edildiği için bu konuda bu sivil kuruluşlar aydınlatılmalıdır. Böylece tek taraflı fetvalara ya da
kulaktan duyma söylentilere çözüm üretilmesinin önüne geçilmiş olunacaktır.
- Geleneksel bankalar arasındaki farklar net bir şekilde ortaya konulmalı ve bu konu
sürekli gündemde tutulmalıdır.
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 95
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmet Hamdi (1974), İslâm Dini, İbadet,İtikat ve Ahlâk, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
26, No. 31/16, Ankara..
Akyüz, Osman (2001), Sabahattin Zaim İslam ve Ekonomi Sempozyumu 4. Tebliğler Kitabı
içinde,İkder (Ed.), Faizsiz Bankacılık ve Günümüz Uygulamaları, İstanbul.
Al-Gamal, Mahmoud, A. and İnanoğu, Hulusi, (2005). “Inefliciency and Heterogeneity in Turkish
Banking: 1990-2000”, Journal of Appliend Econometrics, 20(5).
Al-Jarhi, M. A. (2005), The Case for Universal Banking As a Component of Islamic Banking, Islamic
Economic Studies.
Akın, Cihangir (1986). “Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma”, Kayıhan Yayınları, İstanbul.
Arslan B. G., Ve Ergeç E.H. (2010). “The Efficiency Of Participation and Conventional Banks in
Turkey: Using Data Envelopment Analysis”, International Research Journal of Finance And
Economics, 57.
Ayrıçay, Yüce, Ada, Şebnem, Kaya, Ahmet (2013). Katılım Bankacılığının Önündeki Engeller: Bir Alan
Araştırması, Kahramanmaraş Sütçü imam Üniversitesi İİB fakültesi Dergisi, Sayı 1.
Badıllı, Abdulkadir (2011). Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Envar Neşriyat, İstannbul.
Bashir, A. H. M. (2003), Determinants of Probability in Islamic Banks: Some Evidence from The
Middle East, Islamic Economic Studies.
Bddk,bddk.org.tr/WebSitesi/turkce/Raporlar/Finansal_Piyasalar_Raporlari/Finansal_Piyasalar_Raporlari
.aspx Erişim Tarihi: 25/05/2015.
Chachi, A. (2005). Iqbal-Molyneux: Thirty Yeras Of Islamic Banking. J.KAU: Islamic Economics,
19(1).
Ey, dunya.com/finans/bankacilik/turkiyede-islami-bankacilik-180-milyar-dolar-buyukluge-
gidiyor-248030h.htm. 2013-2014 Raporu, Erişim Tarihi: 25/05/2015.
Harlak, Hacer (2000). Önyargılar, Sistem Yayıncılık, Ankara.
Kalaycı, İrfan (2013). “Katılım Bankacılığı: Mali Kesimde Nasıl Bir Seçenek?”, Uluslararası Yönetim
İktisat ve İşletme Dergisi, Cilt 9, Sayı 19.
Karakaş, Salih (2002), İslami Bankacılık, İstanbul.
Mohieldin, Mahmoud (2012). Realizing the Potential of Islamic Finance, Economic Premise, The World
Bank, May, Number 77.
Mohieldin, Mahmoud, Habib, Ahmed (2015). On the Sustainable Development Goals and the Role of
Islamic Finance, Policy Research Working Paper 7266, May.
Neccar, Ahmed Abdül Aziz En (1978). İslâm Ekonomisine Giriş, (Çev: Ramazan Nazlı), Hilal Yayınevi,
İstanbul.
Özsoy, İsmail (2011). Türkiye'de Katılım Bankacılığı. İstanbul.
Özsoy, İsmail, Görmez, Birol, Mekik, Seden (2013). “Türkiye’de Katılım Bankalarının Tercih Edilme
Sebepleri: Ampirik Bir Tetkik”, Celal Bayar Üniversitesi İ.İ.B.F., Yönetim Ve Ekonomi, Cilt:20
Sayı:1.
Özulucan, Abitter, Deran, Ali (2009). “Katılım Bankacılığı ile Geleneksel Bankaların Bankacılık
Hizmetleri Ve Muhasebe Uygulamaları Açısından Karşılaştırılması”, Mustafa Kemal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:6.
Pew, pewresearch.org/fact-tank/2015/04/23/why-muslims-are-the-worlds-fastest-growing-
religious-group/ e. t: 28/05/2015.
İsmail ÇELİK 96
Resmi Gazete, bddk.org.tr/websitesi/turkce/Mevzuat/Bankacilik Kanunu/15405411 sayılı bankacılık
kanunu.pdf. Erişim tarihi: 25/05/2015.
Sama (1980); Special Paper İs Presented at the Third Meeting of Governers of Cenral Banks and
Monetary Authorities of the Member States of Organisation of Islamic Conference Held in Riyad.
Sarı, Betül (2010). Türkiye’de Faizsiz Bankacılık Sektöründe Müşteri Memnuniyeti Ve Banka Tercihleri
Üzerine Bir Uygulama, İstanbul Ticaret Üniversitesi, No. Yüksek Lisans Tezi.
Serpam (Sermaye Piyasası Araştırma ve Uygulama Merkez) (2013), İslâmî Finans, Araştırma Notları 1,
İslamî Finans Kavramı, Ürünler, Dünyada ve Türkiye’de Gelişimi ve Geleceği.
Uzair, Muhammed (1978). Discussion on the paper “Riba-Free Banking”, Mohammed Mohsin,
presented at the International Seminar on Monatary and Fiscal Economics of Islam, Macca.
Tabakoğlu, Ahmet (2011). Para ve Finansman. Ensar Neşriyat (ed.), İslami İlimlerde Metodoloji – II
İslam Hukuku Açısından Tarihten Günümüze Kredi ve Finans Yöntemleri, İstanbul.
Terzi, Ahmet (2013). “Katılım Bankacılığı: Kitaba Uymak Mı: Kitabına Uydurmak Mı?”, Giresun
Üniversitesi, Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 5, Sayı 9.
Tkbb (a). tkbb.Org.Tr/Banka-Ve-Sektor- Bilgileri-Banka-Bilgileri, Erişim Tarihi 08/09/2015.
Tkbb(b). tkbb.org.tr/haber-detay/faizsiz-bankacilik-urunleri-artarsa-turkiye-pazarin-yuzde-15ini-alir—
haber5 Erişim Tarihi: 27/05/2015.
Yahşi, Fahrettin (2011), Türkiye'de Faizsiz Bankacılığın Tarihsel Gelişimi. İkder (Ed.), Sabahattin Zaim
İslam Ve Ekonomi Sempozyumu 4 Faizsiz Bankacılık Ve Günümüz Uygulamaları Tebliğler Kitabı,
İstanbul.
Yusuf; S.M. (1971). “Economic Justice İn Islam”, Sh. Muhammed Ashraf Kasmiri Bazar, Lahore.
Zaim, Sebahattin (2000). “İktisadi Ve Sosyal Kalkınmada Özel Finans Kurumlarının Yeri”, Kamu
İşverenleri Sendikası Yayın 38, 249-6.
Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 97
Extended Abstract
Interest-Free/Islamic Banking or Participatory Banking has been increasing its share in the world
financial market. The participation banks, whose institutional history goes back to 1950s in the world,
has been working since 1970s as “Islamic Banking”. Today, Participation Banks, previously known as
“Private Financial Corporations” (PFC), represent a reform in the financial sector of Turkey.
The Islamic countries, which were then underdeveloped in technology and heavy industry,
became committed to follow the banks. However the traditional banks were not successful in convincing
the religious capital owners as they worked throught interest system. Subsequent to this, a new banking
system generally called participation banking (also known as Islamic banking or interest – free banking)
was established as an alternative banking system. This new system was established reasoable Islamic
rules.
These establihments that are examined carefully because of the effect of globalisation of capital,
provide new possibilities to developing counutries and also provide that the community which isn't
pleased with interest free banking, presents their aggregations to the economy. On the other hand, the
participation banks has a intercessor role between owners of investment and aggregation as an institution
that the investors could find funds.
Activated by a heightened interest in financial instruments that highlight risk sharing, it has been
attracting grater attention in the wake of the recent financial crisis. Variety of multilateral development
institutions, including the World Bank, have long standing programs to support the development of the
industry and have used Islamic instruments, to varying extents, to tap capital markets. In the coming
years, Islamic finance could account for a critical share of financial services in variety of countries,
meeting the preferences of significant numbers of people, enhancing financial inclusion and transitional,
and furnishing more widely to financial stability and development. İn spite of the aforementioned
challenges, the perspectivies for the expansion of Islamic finance are strong. Contractors in the business
sector are insisting more Islamic products to finance their investments.
Islamic finance rules support socially-inclusive, environmentally-friendly and development-
promoting activities. However in practice, the industry’s provide to these objectives has been below its
latent. And in spite of the fact that it has been growing, its share globally remains small, even in Muslim
countries. Pragmatical sizes are required to eimprove the contribution of the Islamic financial sector to
achieve the sustainable development goals .
As intruduced earlier, financing for development focuses on four foundational pillars: domestic
resource mobilization, better, faster and smarter aid, domestic private finance, and external private
finance. In this context, Islamic finance has the potential to play a major role in supporting all four of
these pillars. Given the greatness of the sustainable development goals and the important role that can be
played by Islamic finance in supporting their application and ensuring more healthy and extensive
growth, the possibility to more closely link Islamic finance with sustainable development cannot be
missed.
Up to now, Islamic finance has been driven ascendantly by supply-side facts and considerations.
However, as highlighted above, there are important factors from the demand side that are likely to
change the dynamics of the practice of Islamic finance. One of the facts worthy of monitoring in the near
future is the growing demand for Islamic financial products by contractors across sectors and with
different sizes of operations.
The second fact is a potential rise in demand by dominant and quasi dominanant establihments in
accessing Islamic capital markets. This would help advance some Islamic finance products that were
developed in theory, but had little chance of being implemented in practice, such as mudarabah and
musharakah. Additionally, with greater significance on risk sharing, Islamic finance could contribute
expresively to financial stability.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 98-111
[201?]
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı Üzerine Bir Uygulama
A Study About Law Enforcement Agency According To
Public Relations
Ensar LOKMANOĞLU
ÖZ: Bu araştırmada emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısını belirlemek ve algıların bağımsız
değişkenlere göre farklılaşma durumunun belirlenmesidir. Günümüz küresel piyasalarında rekabet ortamında
sürdürülebilirliklerini korumak isteyen tüm kurumlar, kuruluşlar ve örgütler için son derece önemli stratejik bir
kavram olan kurum imajına ilişkin olarak yürütülen bu çalışmada kurum imajı, emniyet teşkilatı açısından ele
alınmış ve emniyet teşkilatının kurumsal imajını ve emniyet teşkilatının en önemli iç kaynağı olan polise ilişkin
olarak geliştirilmiş algının belirlenmesine yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Bu çerçevede 902'si (%59,8) İstanbul,
606'sı (%40,2) Rize halkı olmak üzere 1508 kişi üzerinde araştırma yapılmıştır. Araştırmada emniyet teşkilatı kurum
imajını ve polis imajını belirlemeye yönelik iki ölçek kullanılmıştır. Araştırma sonucunda emniyet teşkilatı kurum
imajı genel düzeyinin ve alt boyutlar olarak “teşkilata yönelik hizmet kalitesi”, “toplum destekli asayiş” ile ilgili
kurum imajının yüksek düzeyde algılandığı saptanmıştır. Polis algısı genel düzeyi, mesleğe yönelik imajı, görev ve
sorumluluk imajı yüksek olarak belirlenmiştir. Ayrıca İstanbul ile Rize’de emniyet teşkilatına yönelik imaj ile polis
imajı arasında fark olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Anahtar sözcükler: İmaj, Kurum İmajı, Emniyet Teşkilatı.
ABSTRACT: In this study, to determine the law enforcement agencies and police perception and image of
the differentiation status is determined according to the arguments of perception. For protecting and continuing
sustainability in today’s high competitive global markets, all of the organizations must give enough importance to
corporate image which is an important strategic concept. This study is about corporate image in law enforcement
agency and the perception to the most important domestic fund of corporate image polices. 902's in this context
(59.8%) in Istanbul, 606's of (40.2%) Rize study was done on 1508 people, including the people. Research in police
two scales were used to determine the image and the image of the police institution. Research results in the image of
law enforcement agencies and the general level of the sub-dimensions "organization-oriented service quality",
"community-supported policing" of related corporate image was found that high levels of perceived. Police general
level of perception, the image of the profession, has been identified as a high image duties and responsibilities. It
has also been concluded that there is no difference between the image and the image of the police for the police in
Rize Istanbul.
Keywords: Image, Corporate Image, Law Enforcement Agency.
1. GİRİŞ
Rekabet şartlarının ağırlaşması, küreselleşme, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki
gelişmeler, uzun dönemli rekabet avantajı sağlayan stratejilerin önemini arttırmıştır. Örgütler
için uzun dönemli rekabet avantajı sağlama hususunda önemli stratejilerden biri de kimliğe
ilişkin olan stratejilerdir. Diğer bir ifade ile kimlik faktörleri artık günümüz örgütleri için
rakiplerine yönelik rekabet avantajı sağlamada, müşteriler için birinci tercih olabilmede ve bu
sayede müşteri payını arttırıp sürdürülebilirliklerini koruma anlamında önemlidir. Dolayısıyla
günümüz örgütleri kurumsal kimlik ve kurumsal imaj kavramların son derece önem
vermektedir.
Örgütler açısından ele alındığında kurum imajı, kurumun faaliyetlerinden elde ettiği
getirilerin uzun dönemde artması ve önceden belirlenmiş amaç ve hedeflere ulaşmak
hususunda bir katalizör görevi görmesidir.
Yrd. Doç. Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Bilimsel Araştırma Birimi, Rize, Türkiye,
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 99
Kurum imajı, örgütler açısından vizyon, misyon, amaç, politika, gibi örgütsel unsurları
tüm paydaşlara iletme kapsamında bir köprü görevi görmektedir. Bu köprüye ilişkin süreçler,
ne kadar etkin, sağlam ve doğru olursa, tüm paydaşların, ya da diğer bir ifade ile örgüte ilişkin
tüm çıkar gruplarının örgüte ilişkin doğru ve etkin bilgi alması ve bu sayede de örgüte ilişkin
güvenlerinin artması ve örgütü destekleme düzeylerinin artması beklenmektedir. Ayrıca, doğru
oluşturulmuş ve etkin yönetilen bir kurum imajı örgütler açısından rekabet avantajı sağlamanın
yanı sıra, örgütün hedef kitlelerine doğru ve etkin ulaşmasını sağlamakta ve bu sayede doğru
müşteri ilişkileri kurulmasını sağlamaktadır.
Bu çalışmada, örgütler açısından son derece önemli bir kavram olan kurum imajı
asayişin sağlanması, sosyal refahın arttırılması, suç ve suçlu ile mücadelenin yapılabilmesi
açısından önemli bir kurum olan emniyet teşkilatı açısından ele alınmıştır. Bu kapsamda,
emniyet teşkilatının kurum imajı ve emniyet teşkilatının faaliyetlerini etkin, doğru ve
zamanında yapabilmesi için gerekli olan en önemli insan kaynağı olan polise ilişkin olarak
geliştirilmiş algı incelenmiştir.
1.1. Kurum İmajı
Kurum imajı kavramı detaylandırılmadan önce, kavramın temelini teşkil eden imaj
kavramının ne olduğunun açıklanması yararlı olacaktır. İmaj kavramına ilişkin yapılan
tanımlamaların bir kısmında kavrama olumlu bakış açısı ile yaklaşıldığı, bir kısmında ise imaj
kavramının olumsuz açıdan ele alındığı görülmektedir. Bunun yanı sıra, imaj kavramı özellikle
günümüzde artan bir önem kazanmış ve birçok disiplinde – pazarlama, halkla ilişkiler,
kurumsal yönetim – ele alınan bir kavram halini almıştır.
Literatürde yer alan tanımlamalardan bir tanesine göre imaj; gerçekliğin görsel bir
sunumudur ve fiziksel ya da hayali olabilmektedir (Yazıcı, 1997, s. 12). Diğer bir tanımlamaya
göre ise imaj, bireylerin zihinlerinde yavaş yavaş ve birikimsel olarak biçimlenen, sonsuza
kadar sürdürülebilirliği olmayan imgelerin bütünüdür (Tolungüç, 2000, s. 23). Diğer bir ifade
ile imaj; bir kimsenin bir obje (şey) hakkındaki bir dizi inançları, fikirleri, izlenimleridir
(Kotler, 2000, s. 553).
Bu tanımlamalardan yola çıkarak, imaj kavramının bir anlamda bireyler tarafından
görülen, duyulan ve algılanan davranışlar sonucunda oluşan bir kavram olduğu söylenebilir.
İmaj kavramı, bireylerin gördükleri, duydukları ve algıladıkları davranışlar sonucunda
oluşmanın yanı sıra bireylerin bilgilenme düzeyleri, bireylerin sahip oldukları yargılar,
bireylere sunulan olanaklar ile direkt olarak ilişki içerisindedir (Tolungüç, 2000, s. 23). Diğer
bir ifade ile bireylerin bilgilenme düzeyleri, bireylerin sahip oldukları yargılar ve bireylere
sunulan olanaklar, bireylerin algılama düzeylerini etkileyen öğelerdir. Bu öğeler, bireylerin
algılama düzeylerini etkiledikleri ölçüde imajı oluştururlar (Özüpek, 2005, s. 2005).
Bilindiği gibi küreselleşme, piyasalardaki rekabet düzeylerini arttırmış ve günümüz
piyasalarında sürdürülebilirliklerini korumak zorunda olan firmalar, rekabet avantajı elde
etmek için yeni yöntemler geliştirmekte ve bazı kavramlara daha fazla önem vermektedirler.
İmaj kavramı da, günümüz rekabet ortamında rakiplerine karşı rekabet avantajı yaratarak
varlıklarını sürdürmeyi amaçlayan kurum, kuruluş ve şirketler için önemli bir kavram halini
almıştır. Kurum, kuruluş ve şirketler için önem arz eden ve imaj kavramını bir türü olarak
tanımlanan imaj türü kurum imajıdır.
Kurum imajı en temel anlamda, kurumun dışa yansıyan görüntüsüdür (Peltekoğlu, 2007,
s. 569). Diğer bir tanımlamaya göre ise kurum imajı; bireylerin kurumlara ilişkin olarak
gördükleri, duydukları ya da birebir kurum ile olan ilişkileri sonucunda elde ettikleri kanının
görüntüsüdür (Bilgin, 2008, s. 45). Kurum imajı kavramı Reklam Terimleri ve Kavramları
Sözlüğü’nde aşağıdaki gibi açıklanmaktadır (Gürsoy, 1999, s. 196);
1. Kurum imajı, bir kurum hakkında halk, tüketiciler, müşteriler, rakipler, birlikte
iş yaptığı diğer kuruluşlar ve kitle iletişim araçlarının elde edinmiş olduğu izlenimdir.
2. Kurum imajı, kuruluşun yukarıda sayılan kitlelere yansıtmak istediği izlenimdir.
Ensar LOKMANOĞLU 100
Kurum imajı, özellikle günümüz küresel ve rekabet yoğun piyasalarında, kurumların
pazarlama stratejilerinin ve yönetsel çabalarının başarıya ulaşıp ulaşmadığına ilişkin etkiye
sahip stratejik bir kavramdır. Çünkü kurum imajı, hem kurumun iç ve dış kaynakları,
ortaklıkları, müşterileri, Pazar payı ile direkt olarak ilişki içerisinde olan bir kavramdır. Hem
de, kurumun sürdürülebilirliği ve örgütsel başarıyı elde etmesi hususunda önemli yeri olan
kurum kültürü, kurum iklimi, kurumsal kimlik gibi kavramlar ile direkt olarak ilişkilidir.
Dolayısıyla, kurum imajı, günümüz kurumları için rekabet avantajı yaratacak bir stratejik
öğedir ve iyi bir şekilde yönetilmesi gerekmektedir. Diğer bir ifade ile kurum imajını, örgüt
amaçlarına yönelik olarak örgütü rekabete hazırlayan bütünleşik bir yönetim disiplini olarak
görmek gerekmektedir (Gümüş & Öksüz, 2009, s. 19).
Şekil 1.1: Kurum İmajı ve İlişkili Olduğu Kavramlar (Vural, 1998, s. 190)
Kurum imajına ilişkin olarak yapılan tanımlamalarda görüldüğü gibi, kurum imajı somut
bir kavram değildir. Diğer bir ifade ile kurum imajı bireyler tarafından geliştirilen ve/veya
geliştirilemeyen bir takım duygusal algılardan etkilenmektedir. Bu noktada altının çizilmesi
gereken en önemli nokta kurum imajına ilişkin olarak ele alınan bireylerin kurum hedef
kitlesinin bir parçası değil, tümü olması gerekliliğidir (Bakan, 2005, s. 37). Bu noktada,
sorulması ve cevaplanması gereken soru; kurumlar için son derece önemli ve stratejik bir
kavram olan kurum imajı nasıl oluşur sorusudur.
Kurum imajı, başarılı olarak kabul edilebilmesi için, tutarlı, belirgin ve uyumlu
özelliklere sahip olmalıdır (Peltekoğlu, 1997, s. 125). Kurum imajının başarılı olarak
oluşturulabilmesinin yanı sıra başarı ile inşaa edilmiş kurum imajının sürdürülebilir olması
gerekmektedir. Başarılı ve sürdürülen bir kurum imajının kurumlara olan en önemli getirisi,
kamu önündeki ve gözündeki değerlerini artması ve bu değer artışı ile birlikte bir takım ticari
faktörler hususunda rakiplerine rekabet avantajı sağlamalarıdır.
Kurumlar, başarılı kurum imajı oluşturabilmek adına, kurumlarının ne olduğunu, ne
yaptığını, kurumlarına ilişkin felsefeleri, amaçları, yönetim kalitesini, hedef ve planları, ve tüm
paydaşlara ilişkin olarak duyulan sorumluluğu açık ve net bir şekilde bildirmelidirler (Özüpek,
2005, s. 125).
Kurum imajının on temel belirleyicisi vardır. Bunlar (Keller, 1998, s. 413);
Kurumun Kendisi
Kurumun Çalışanları
Kurumun Sosyal Sorumluluk Projeleri
Kurumun Satış Gücü
Kurumun ürün / hizmetleri
Kurumun fiyatı
Kurumun satış sonrası hizmetleri
Kurumun sahip olduğu dağıtım kanalları
Kurumun iletişim becerisi
Bir kurumun imajı; kurumun yeniliklere açık olup olmaması, sahip olduğu finansal güç,
kurumun mevcut sektöründeki konumu, sektör liderliği, kurumsal yönetimi gibi kurumun
kendisine ilişkin stratejiler, yönetsel süreçler ve bu süreçler ve stratejiler sonucunda elde
ettikleri ile ilgili olabilmektedir. Ayrıca kurum imajı, kurumların en önemli kaynaklarından bir
tanesi olarak kabul edilen insan kaynakları yani çalışanları ile de direkt olarak etkilidir.
Kurumların ürün ve hizmetlerinin oluşturulması ve müşterilere sunulması sürecinde özellikle
hizmet sektöründe faaliyet gösteren örgütler için kritik önem taşıyan insan kaynaklarının
müşteriler ile kurdukları ilişkiler, sahip oldukları eğitim ve kültür seviyesi ile de ilgilidir.
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 101
Ayrıca kurum imajının çalışanlar açısından belirleyicileri ise, çalışanların aldıkları, ücret, prim,
ikramiye gibi maddi haklar ve sahip oldukları eğitim ve terfi olanakları ile alakalıdır. Kurum
imajı üzerinde önem sahibi olan bir diğer önemli değişken ise, kurumun sosyal sorumluluk
projelerine katılması, sosyal sorumluluk projeleri üretmesi ve okul, yol, vb. gibi sosyal hayata
katkı sağlayan ve ülke geleceği ve refahı üzerinde olumlu etki edecek oluşumlarda var olup
olmamasıdır.
Kurum imajına ilişkin olarak çalışmalar sürdüren Garbett, kurum imajına ilişkin olarak
birçok değişkeni, bileşeni incelemiş ve araştırmalarının sonucunda kurum imajına ilişkin olarak
aşağıdaki formülizasyonu oluşturmuştur (Okay, 2005, s. 51).
Şekil 1.2: Garbett’in Kurum İmajı Formülü
Sonuç olarak, kurum imajı, kurumun değerleri, amaçları, hedefler, kültüründen,
felsefesinden etkilenen ve kurumun bir anlamda kendisini görsel olarak tüm paydaşlara ifade
etmesini sağlayan ve tüm paydaş gruplar ile doğru ve etkin iletişim kurulmasını sağlayarak
müşteri payını, müşteri sadakatini olumlu yönde etkileyerek, kurum için uzun dönemli rekabet
avantajı yaratmayı hedefleyen önemli bir stratejidir.
2. YÖNTEM
2.1. Kurum İmajı Ve Polis İmajı Üzerine Bir Araştırma
Araştırma mevcut durumu belirlemeye yönelik ve herhangi bir durumu değiştirmeden
olduğu gibi ortaya koyan ilişkisel tarama modelinde tasarlanmıştır (Karasar, 2009). Bu
çerçevede araştırmada emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısını belirlemek ve algıların
bağımsız değişkenlere göre farklılaşmasının tespiti hedeflenmektedir.
2.2. Çalışma Grubu
Araştırmada çalışma grubu olarak İstanbul ve Rize’de ikamet eden halk alınmıştır. Bu
çerçevede araştırmaya 902'si (%59,8) İstanbul, 606'sı (%40,2) Rize olmak üzere 1508 kişi
alınmıştır. Araştırmaya katılan halk, yaş dağılımına göre 304'ü (%20,2) 19-30 yaş, 609'u
(%40,4) 31-40 yaş, 383'ü (%25,4) 41-50 yaş, 212'si (%14,1) 51-60 yaş olarak; eğitim durumu
dağılıma göre 142'si (%9,4) ilköğretim ve altı, 484'ü (%32,1) lise, 851'i (%56,4)
yüksekokul/üniversite, 31'i (%2,1) yüksek lisans / doktora olarak; cinsiyet dağılımına göre
868'i (%57,6) erkek, 640'ı (%42,4) kadın olarak; çalışılan sektör dağılımına göre 88'i (%5,8)
öğrenci, 835'i (%55,4) kamu sektörü, 350'si (%23,2) özel sektör, 235'i (%15,6) çalışmıyorum
olarak; aylık gelir dağılımına göre 169'u (%11,2) 1000 lira'dan az, 465'i (%30,8) 1001-2500
lira, 573'ü (%38,0) 2501-5000 lira, 241'i (%16,0) 5001-10000 lira, 60'ı (%4,0) 10000 lira üstü
olarak; medeni durum dağılımına göre 856'sı (%56,8) evli, 652'si (%43,2) bekâr olarak
dağılmaktadır.
2.3. Veri Toplama Aracı
Araştırmada veri toplama aracı olarak anket kullanılmıştır. Anket halkın kişisel
bilgilerini belirlemeye yönelik sorular, kurum imajı ölçeği ve polis imajı ölçeğinden
oluşmaktadır. Araştırmada kullanılan her iki ölçek araştırmacı tarafından ilgili literatür
taranarak oluşturulmuştur. Ölçeklerde yanıt aralığı “1- Hiç katılmıyorum” ile “5- Tamamen
Katılıyorum” arası değişmektedir. Kurum imajı ölçeği 11 maddeden oluşmaktadır. Kurum
imajı ölçeği için güvenirlik geçerlilik çalışması yapılmıştır. Ölçeğin güvenirliği α=0,847 olarak
bulunmuştur. Yapılan KMO ve Barlett analizi sonucunda KMO değerinin 0,815 olarak Barlett
değerinin ise 0,05 den küçük olduğu ve faktör analizinin yapılabilir olduğu görülmüştür. Faktör
Ensar LOKMANOĞLU 102
analizi sonucunda toplam varyansı % 63,56 olan 2 faktör oluşmuştur. Bu faktörler “Teşkilata
Yönelik Hizmet Kalitesi”, “Toplum Destekli Asayiş” olarak isimlendirilmiştir. Ölçeğe ait
faktör yükleri 0,501 ile 0,879 arasında değişmektedir. “Teşkilata Yönelik Hizmet Kalitesi” alt
boyutunun güvenirlik katsayısı 0,844 olarak, “Toplum Destekli Asayiş” alt boyutunun
güvenirlik katsayısı 0,875 olarak yüksek bulunmuştur.
Polis imajı ölçeği 28 maddeden oluşmaktadır. Ölçeğin güvenirliği α=0,884 olarak
bulunmuştur. Polis imajı ölçeği için yapılan KMO ve Barlett analizi sonucunda KMO
değerinin 0,809 olarak Barlett değerinin ise 0,05 den küçük olduğu ve faktör analizinin
yapılabilir olduğu görülmüştür. Faktör analizi sonucunda toplam varyansı % 61,44 olan 2
faktör oluşmuştur. Bu faktörler “Mesleğe Yönelik İmaj”, “Görev Ve Sorumluluk İmajı” olarak
isimlendirilmiştir. Ölçeğe ait faktör yükleri 0,495 ile 0,855 arasında değişmektedir. “Mesleğe
Yönelik İmaj” alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,891 olarak, “Görev Ve Sorumluluk İmajı”
alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,879 olarak yüksek bulunmuştur.
2.4. Verilerin İstatistiksel Analizi
Araştırmada elde edilen veriler istatistik paket programı kullanılarak analiz edilmiştir.
Araştırmada tanımlayıcı istatistiksel metotları olarak sayı, yüzde, ortalama, standart sapma
kullanılmıştır. Sürekli değişkenin niceliksel iki gruplu değişkene göre farklığı t-testi ile sürekli
değişkenin ikiden fazla niteliksel grup arasındaki farkını belirlemek için Tek yönlü (One way)
Anova testi uygulanmıştır. Anova testinde farklılığa neden olan grubun tespitinde Scheffe testi
kullanılmıştır. Araştırmada sürekli değişkenler arasındaki ilişkiyi belirlemek üzere Pearson
korelasyon analizi uygulanmıştır. Elde edilen bulgular %95 güven aralığında, %5 anlamlılık
düzeyinde değerlendirilmiştir.
3. BULGULAR
Araştırmanın bu bölümünde emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısına yönelik
bulgulara yer verilmiştir. Emniyet teşkilatı kurum imajı alt boyutlar ile birlikte incelendiğinde
“teşkilata yönelik hizmet kalitesi” düzeyi yüksek (3,672 ± 0,967); “toplum destekli asayiş”
düzeyi yüksek (3,606 ± 0,949); “kurum imajı genel” düzeyi yüksek (3,630 ± 0,927)
bulunmuştur. Polis algısı düzeyi alt boyutları ile birlikte incelendiğinde “mesleğe yönelik imaj”
düzeyi yüksek (3,630 ± 0,887); “görev ve sorumluluk imajı” düzeyi yüksek (3,532 ± 0,888);
“polis imajı genel” düzeyi yüksek (3,573 ± 0,866); olarak bulunmuştur(Şekil 3 ve Tablo 1).
Şekil 3.1: Algılanan Kurum İmajı ve Polis İmajı Boyutları
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 103
Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutları
arasındaki ilişkiler Tablo 1’de görülmektedir.
Tablo 1: Emniyet Teşkilatı Kurum İmajı ve Polis İmajı Alt Boyutları Arasındaki İlişkiler
Ort
ala
ma
Sta
nd
art
Sa
pm
a
Teş
kil
ata
Yö
nel
ik H
izm
et
Ka
lite
si
To
plu
m
Des
tek
li A
say
iş
Ku
rum
İm
ajı
Gen
el
Mes
leğ
e
Yö
nel
ik İ
ma
j
Gö
rev
Ve
So
rum
lulu
k
İmajı
P
oli
s İm
ajı
Gen
el
Teşkilata Yönelik Hizmet
Kalitesi ,672 ,967 1,000
Toplum Destekli Asayiş ,606 ,949 ,874** 1,000
Kurum İmajı Genel ,630 ,927 ,948** ,983** 1,000
Mesleğe Yönelik İmaj ,630 ,887 ,640** ,651** ,667** 1,000
Görev Ve Sorumluluk İmajı ,532 ,888 ,632** ,648** ,662** ,907** 1,000
Polis İmajı Genel ,573 ,866 ,650** ,665** ,679** ,964** ,986** ,000
Toplum Destekli Asayiş ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında yüksek, pozitif
yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.874; p=0,000<0.05). Kurum İmajı Genel ve teşkilata
yönelik hizmet kalitesi arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki
bulunmaktadır(r=0.948; p=0,000<0.05). Kurum İmajı Genel ve toplum destekli asayiş arasında
çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.983; p=0,000<0.05). Mesleğe
Yönelik İmaj ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki
bulunmaktadır(r=0.64; p=0,000<0.05). Mesleğe Yönelik İmaj ve toplum destekli asayiş
arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.651; p=0,000<0.05). Mesleğe
Yönelik İmaj ve kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki
bulunmaktadır(r=0.667; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve teşkilata yönelik
hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.632;
p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve toplum destekli asayiş arasında orta, pozitif
yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.648; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve
kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.662;
p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve mesleğe yönelik imaj arasında çok yüksek,
pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.907; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve
teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki
bulunmaktadır(r=0.65; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve toplum destekli asayiş arasında
orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.665; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve
kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.679;
p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve mesleğe yönelik imaj arasında çok yüksek, pozitif yönde
anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.964; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve görev ve
sorumluluk imajı arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.986;
p=0,000<0.05).
Ensar LOKMANOĞLU 104
Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutlarının
yaşanılan şehre göre düzeyleri aşağıda görülmektedir.
Tablo 2: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Yaşanılan Şehre Göre Farklılık Düzeyleri
Gruplar İstanbul (n=902) Rize (n=606)
t p Ort Ss Ort Ss
Ku
rum
imajı
Teşkilata Yönelik Hizmet
Kalitesi 3,638 ,985 3,723 ,937 -1,670 ,095
Toplum Destekli Asayiş 3,572 ,993 3,656 ,879 -1,697 ,083
Kurum İmajı Genel 3,596 ,963 3,681 ,870 -1,739 ,076
Po
lis
imajı
Mesleğe Yönelik İmaj 3,616 ,932 3,653 ,814 -,797 ,413
Görev Ve Sorumluluk İmaj 3,517 ,924 3,555 ,831 -,829 ,398
Polis Algısı Genel 3,557 ,906 3,595 ,803 -,839 ,390
Araştırmaya katılan halkın teşkilata yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş,
kurum imajı genel, mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imaj, polis algısı genel puanları
ortalamalarının şehir değişkenine göre anlamlı farklılık göstermediği saptanmıştır (p>0,05).
Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutlarının
yaşanılan cinsiyete göre düzeyleri aşağıda görülmektedir.
Tablo 3: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Cinsiyete Göre Ortalamaları
Gruplar Erkek (n=868) Kadın (n=640)
t p Ort Ss Ort Ss
Ku
rum
imajı
Teşkilata Yönelik Hizmet
Kalitesi 3,720 ,950 3,608 ,985 ,220 ,027
Toplum Destekli Asayiş 3,640 ,938 3,560 ,963 ,621 ,105
Kurum İmajı Genel 3,669 ,912 3,577 ,945 ,898 ,058
Poli
s
imajı
Mesleğe Yönelik İmaj 3,680 ,866 3,564 ,910 ,513 ,012
Görev Ve Sorumluluk İmajı 3,573 ,874 3,477 ,904 ,096 ,036
Polis İmajı Genel 3,617 ,847 3,512 ,888 ,333 ,020
Erkeklerin teşkilata yönelik hizmet kalitesi algısı (x=3,720), kadınların teşkilata yönelik
hizmet kalitesi algısından (x=3,608) yüksek bulunmuştur. Erkeklerin mesleğe yönelik imaj
algısı (x=3,680), kadınların mesleğe yönelik imaj algıların (x=3,564) yüksek bulunmuştur.
Erkeklerin görev ve sorumluluk imajı algısı (x=3,573), kadınların görev ve sorumluluk imajı
algıların (x=3,477) yüksek bulunmuştur. Erkeklerin polis imajı genel algıları (x=3,617),
kadınların polis imajı genel algılarından (x=3,512) yüksek bulunmuştur. Araştırmaya katılan
halkın toplum destekli asayiş, kurum imajı genel puanları ortalamalarının cinsiyet değişkenine
göre anlamlı bir farklılık göstermediği saptanmıştır (p>0,05).
Tablo 4: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Aylık Gelire Göre Ortalamaları
Grup N Ort Ss F p Fark
Teşkilata Yönelik
Hizmet Kalitesi
1000 Lira'dan Az 169 3,410 1,122
5,584 ,000 3>1
4>1
1001-2500 Lira 465 3,633 ,974
2501-5000 Lira 573 3,752 ,907
5001-10000 Lira 241 3,782 ,919
10000 Lira üstü 60 3,504 1,025
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 105
Toplum Destekli
Asayiş
1000 Lira'dan Az 169 3,380 1,093
4,489 ,001 3>1
4>1
1001-2500 Lira 465 3,607 ,966
2501-5000 Lira 573 3,670 ,882
5001-10000 Lira 241 3,672 ,934
10000 Lira üstü 60 3,350 ,958
Kurum İmajı
Genel
1000 Lira'dan Az 169 3,391 1,072
5,067 ,000 3>1
4>1
1001-2500 Lira 465 3,616 ,943
2501-5000 Lira 573 3,700 ,863
5001-10000 Lira 241 3,712 ,899
10000 Lira üstü 60 3,406 ,945
Mesleğe Yönelik
İmaj
1000 Lira'dan Az 169 3,487 ,954
2,078 ,081 -
1001-2500 Lira 465 3,680 ,906
2501-5000 Lira 573 3,648 ,824
5001-10000 Lira 241 3,635 ,954
10000 Lira üstü 60 3,462 ,800
Görev Ve
Sorumluluk İmajı
1000 Lira'dan Az 169 3,396 ,962
1,848 ,117 -
1001-2500 Lira 465 3,557 ,944
2501-5000 Lira 573 3,555 ,813
5001-10000 Lira 241 3,569 ,910
10000 Lira üstü 60 3,361 ,784
Polis İmajı Genel
1000 Lira'dan Az 169 3,435 ,929
2,016 ,090 -
1001-2500 Lira 465 3,606 ,909
2501-5000 Lira 573 3,593 ,797
5001-10000 Lira 241 3,599 ,908
10000 Lira üstü 60 3,395 ,759
Aylık gelir değişkenine göre mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis
imajı genel boyutlarında anlamlı farklılık olmadığı görülmektedir(p>0.05). Aylık gelir mesleğe
yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis imajı genel düzeylerini anlamlı ölçüde
etkilememektedir. Aylık gelir değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi
düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını
belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir 2501-5000
lira olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,752 ± 0,907),aylık gelir 1000 Türk
Lirasından az olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,410 ± 1,122) anlamlı
olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir 5001-10000 lira olanların teşkilata yönelik hizmet
kalitesi puanları (3,782 ± 0,919), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların teşkilata yönelik
hizmet kalitesi puanlarından (3,410 ± 1,122) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir
değişkenine bağlı olarak toplum destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu
görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı
post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir 2501-5000 lira olanların toplum destekli asayiş puanları
(3,670 ± 0,882), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların toplum destekli asayiş
puanlarından (3,380 ± 1,093) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir 5001-10000 lira
olanların toplum destekli asayiş puanları (3,672 ± 0,934), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az
olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,380 ± 1,093) anlamlı olarak yüksek
bulunmuştur. Aylık gelir değişkenine bağlı olarak kurum imajı genel düzeyinde anlamlı
farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla
yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir 2501-5000 lira olanların kurum
imajı genel puanları (3,700 ± 0,863), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların kurum imajı
Ensar LOKMANOĞLU 106
genel puanlarından (3,391 ± 1,072) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir5001-10000
lira olanların kurum imajı genel puanları (3,712 ± 0,899), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az
olanların kurum imajı genel puanlarından (3,391 ± 1,072) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.
Tablo 5: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Eğitim Düzeyine Göre Ortalamaları
Grup N Ort Ss F p Fark
Teşkilata
Yönelik Hizmet
Kalitesi
İlköğretim Ve Altı 142 3,701 1,022
4,575 0,003 3>2 Lise 484 3,562 0,998
Yüksekokul/Üniversite 851 3,741 0,941
Yüksek Lisans / Doktora 31 3,379 0,695
Toplum Destekli
Asayiş
İlköğretim Ve Altı 142 3,668 0,989
3,798 0,010 3>4 Lise 484 3,532 0,982
Yüksekokul/Üniversite 851 3,652 0,924
Yüksek Lisans / Doktora 31 3,198 0,785
Kurum İmajı
Genel
İlköğretim Ve Altı 142 3,680 0,973
4,196 0,006 3>2 Lise 484 3,542 0,960
Yüksekokul/Üniversite 851 3,685 0,902
Yüksek Lisans / Doktora 31 3,264 0,709
Mesleğe Yönelik
İmaj
İlköğretim Ve Altı 142 3,848 0,796
5,728 0,001
1>2
1>3
1>4
2>4
3>4
Lise 484 3,616 0,882
Yüksekokul/Üniversite 851 3,619 0,898
Yüksek Lisans / Doktora 31 3,174 0,818
Görev Ve
Sorumluluk
İmajı
İlköğretim Ve Altı 142 3,703 0,841
6,299 0,000
1>4
2>4
3>4
Lise 484 3,532 0,868
Yüksekokul/Üniversite 851 3,525 0,902
Yüksek Lisans / Doktora 31 2,949 0,779
Polis İmajı
Genel
İlköğretim Ve Altı 142 3,761 0,802
6,359 0,000
1>4
2>4
3>4
Lise 484 3,566 0,851
Yüksekokul/Üniversite 851 3,564 0,880
Yüksek Lisans / Doktora 31 3,032 0,743
Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyinde
anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek
amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim
durumu yüksekokul/üniversite olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,741 ±
0,941), eğitim durumu lise olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,562 ±
0,998) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak toplum
destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların
kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim
durumu yüksekokul/üniversite olanların toplum destekli asayiş puanları (3,652 ± 0,924), eğitim
durumu yüksek lisans / doktora olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,198 ± 0,785)
anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak kurum imajı
genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını
belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim
durumu yüksekokul/üniversite olanların kurum imajı genel puanları (3,685 ± 0,902), eğitim
durumu lise olanların kurum imajı genel puanlarından (3,542 ± 0,960) anlamlı olarak yüksek
bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak mesleğe yönelik imaj düzeyinde anlamlı
farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 107
yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların
mesleğe yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim durumu lise olanların mesleğe yönelik
imaj puanlarından (3,616 ± 0,882) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim
durumu ilköğretim ve altı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim
durumu yüksekokul/üniversite olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,619 ± 0,898)
anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların mesleğe
yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların mesleğe
yönelik imaj puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim
durumu lise olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,616 ± 0,882), eğitim durumu yüksek
lisans / doktora olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak
yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların mesleğe yönelik imaj
puanları (3,619 ± 0,898), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların mesleğe yönelik imaj
puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine
bağlı olarak görev ve sorumluluk imajı düzeyinde anlamlı farklılık olduğu
görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı
post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların görev ve sorumluluk
imajı puanları (3,703 ± 0,841), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların görev ve
sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ± 0,779) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim
durumu lise olanların görev ve sorumluluk imajı puanları (3,532 ± 0,868), eğitim
durumu yüksek lisans / doktora olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ±
0,779) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların
görev ve sorumluluk imajı puanları (3,525 ± 0,902), eğitim durumu yüksek lisans / doktora
olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ± 0,779) anlamlı olarak yüksek
bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak polis imajı genel düzeyinde anlamlı
farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla
yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların
polis imajı genel puanları (3,761 ± 0,802), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların
polis imajı genel puanlarından (3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim
durumu lise olanların polis imajı genel puanları (3,566 ± 0,851),eğitim durumu yüksek lisans /
doktora olanların polis imajı genel puanlarından (3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek
bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların polis imajı genel puanları (3,564
± 0,880), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların polis imajı genel puanlarından
(3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.
Tablo 6: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Yaşa Göre Ortalamaları
Grup N Ort Ss F p Fark
Teşkilata Yönelik
Hizmet Kalitesi
19-30 Yaş 304 3,336 1,006
16,445 ,000
2>1
3>1
4>1
31-40 Yaş 609 3,750 ,942
41-50 Yaş 383 3,802 ,921
51-60 Yaş 212 3,697 ,957
Toplum Destekli
Asayiş
19-30 Yaş 304 3,297 ,995
14,014 ,000
2>1
3>1
4>1
31-40 Yaş 609 3,680 ,911
41-50 Yaş 383 3,712 ,933
51-60 Yaş 212 3,644 ,934
Kurum İmajı Genel
19-30 Yaş 304 3,311 ,969
15,829 ,000
2>1
3>1
4>1
31-40 Yaş 609 3,705 ,895
41-50 Yaş 383 3,745 ,900
51-60 Yaş 212 3,663 ,911
Mesleğe Yönelik İmaj 19-30 Yaş 304 3,363 ,990
13,156 ,000 2>1
3>1 31-40 Yaş 609 3,692 ,847
Ensar LOKMANOĞLU 108
41-50 Yaş 383 3,756 ,806 4>1
51-60 Yaş 212 3,609 ,906
Görev Ve Sorumluluk
İmajı
19-30 Yaş 304 3,264 ,959
13,546 ,000
2>1
3>1
4>1
31-40 Yaş 609 3,586 ,837
41-50 Yaş 383 3,672 ,843
51-60 Yaş 212 3,508 ,924
Polis İmajı Genel
19-30 Yaş 304 3,306 ,945
13,968 ,000
2>1
3>1
4>1
31-40 Yaş 609 3,629 ,819
41-50 Yaş 383 3,708 ,808
51-60 Yaş 212 3,548 ,901
Yaş değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyinde anlamlı farklılık
olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan
tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi
puanları (3,750 ± 0,942), yaşı 19-30 olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından
(3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı41-50 olanların teşkilata yönelik
hizmet kalitesi puanları (3,802 ± 0,921), yaşı 19-30 olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi
puanlarından (3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların
teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,697 ± 0,957), yaşı 19-30 olanların teşkilata yönelik
hizmet kalitesi puanlarından (3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş
değişkenine bağlı olarak toplum destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu
görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı
post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların toplum destekli asayiş puanları (3,680 ±
0,911), yaşı 19-30 olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak
yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların toplum destekli asayiş puanları (3,712 ±
0,933), yaşı 19-30 olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak
yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların toplum destekli asayiş puanları (3,644 ±
0,934), yaşı 19-30 olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak
yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak kurum imajı genel düzeyinde anlamlı
farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla
yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların kurum imajı genel
puanları (3,705 ± 0,895), yaşı 19-30 olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969)
anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların kurum imajı genel puanları (3,745 ±
0,900), yaşı 19-30 olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969) anlamlı olarak
yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların kurum imajı genel puanları (3,663 ± 0,911), yaşı 19-
30 olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969) anlamlı olarak yüksek
bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak mesleğe yönelik imaj düzeyinde anlamlı farklılık
olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan
tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların mesleğe yönelik imaj puanları
(3,692 ± 0,847), yaşı 19-30 olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990)
anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,756
± 0,806), yaşı 19-30 olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990) anlamlı
olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,609 ±
0,906), yaşı 19-30 olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990) anlamlı olarak
yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak görev ve sorumluluk imajı düzeyinde
anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek
amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların görev ve
sorumluluk imajı puanları (3,586 ± 0,837), yaşı 19-30 olanların görev ve sorumluluk imajı
puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların görev
ve sorumluluk imajı puanları (3,672 ± 0,843), yaşı 19-30 olanların görev ve sorumluluk imajı
puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların görev
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 109
ve sorumluluk imajı puanları (3,508 ± 0,924), yaşı 19-30 olanların görev ve sorumluluk imajı
puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak
polis imajı genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların
kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40
olanların polis imajı genel puanları (3,629 ± 0,819), yaşı 19-30 olanların polis imajı genel
puanlarından (3,306 ± 0,945) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların polis
imajı genel puanları (3,708 ± 0,808), yaşı 19-30 olanların polis imajı genel puanlarından (3,306
± 0,945) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların polis imajı genel puanları
(3,548 ± 0,901), yaşı 19-30 olanların polis imajı genel puanlarından (3,306 ± 0,945) anlamlı
olarak yüksek bulunmuştur.
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Kurum imajına yönelik olarak yürütülen bu çalışma, Türkiye’nin gerek coğrafik olarak
gerekse sosyolojik ve demografik anlamda farklılık gösteren iki şehri İstanbul ve Rize’de
hayatlarını sürdüren vatandaşların, emniyet teşkilatına ilişkin kurum imaj algılarını ve polis
algılarını belirlemek için yürütülmüştür.
Çalışma kapsamında elde edilen sonuçlar aşağıdaki gibi sıralanabilir;
Çalışmaya katılan vatandaşların emniyet kurumunun sahip olduğu imaj ve öğelerine
ilişkin algılar, emniyet teşkilatının vatandaşlara sunmuş olduğu hizmetlerin kalitesi ile direkt
ve pozitif yönde ilişkilidir. Diğer bir ifade ile emniyet teşkilatı, asayişi sağladığı, hizmet
kalitesini yükselttiği takdirde, vatandaşların emniyete ilişkin imaj algıları pozitif yönde artış
gösterecektir. Diğer bir ifade ile toplumsal refah ve asayişin sağlanamadığı ve emniyet
teşkilatının bünyesindeki hizmetlerin vatandaşlara etkin ve verimli aktarılamadığı sürece,
teşkilatın vatandaşların gözündeki imajı olumsuz olarak oluşacaktır.
Bilindiği gibi İstanbul ve Rize, gerek coğrafi, gerek sosyolojik gerekse demografik
olarak farklılık gösteren iki ildir. Dolayısıyla bu iki ilde ikamet eden vatandaşlara uygulanan
anket kapsamında, vatandaşların emniyet teşkilatına yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli
asayiş, kurum imajı, mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis algısı, gibi algı
boyutlarının farklılaşması beklenmektedir. Ancak, araştırmanın sonuçlarına göre; araştırmaya
katılan Rize ve İstanbul vatandaşlarının bu algı düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık
olmadığı sonucuna varılmıştır. Diğer bir ifade ile ikamet edilen yer ve vatandaşların emniyet
teşkilatına yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş, kurum imajı, mesleğe yönelik imaj,
görev ve sorumluluk imajı, polis algısı değişkenleri arasında herhangi bir ilişki
bulunmamaktadır.
Araştırma kapsamında anket sorularının yöneltildiği vatandaşların ikamet durumları göz
önüne alınmadan cinsiyet kapsamında algı düzeylerinde bir farklılaşma olup olmadığı da
incelenmiştir. Bu kapsamda yapılan analizler sonucunda erkek vatandaşların, mesleğe yönelik
imaj algıları, teşkilata yönelik hizmet kalitesi algıları, görev ve sorumluluğa ilişkin imaj algıları
kadın vatandaşlardan daha yüksektir. Ancak, toplum destekli asayiş, kurum imajı genel algı
düzeyi, cinsiyete göre farklılaşmamaktadır.
Araştırmada yüksek gelirli vatandaşların kurum imajının daha yüksek gördükleri
belirlenmiştir. Az gelir sahibi vatandaşların kurum imajını düşük görmeleri, kurumun onlara
beklenen hizmeti yeteri kadar sağlamadığı önyargısından olduğu düşünülebilir. Polislik
mesleğine yönelik imaj gelir düzeyine göre farklılık göstermediği görülmektedir. Vatandaş
gözünde farklı gelir seviyelerinde mesleğin gözde bir meslek olarak görüldüğü düşünülebilir.
Eğitim seviyesi yüksek olanların kurum imajı algısının yüksek olduğu, eğitim seviyesi
düşük olanlarda ise polis meslek imajının yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Eğitim seviyesi
yüksek olanların kurumu görev ve sorumlulukları yerine getirmesi açısından imajının yüksek
gördükleri düşünülebilir. Eğitim seviyesi düşük olanların polislik mesleğini arzu etme
durumları düşünüldüğünde polis meslek imajını yüksek gördükleri düşünülebilir.
Yaş olarak 30 yaş üstünün hem kurum imajını hem de polis meslek imajını yüksek
gördükleri sonucuna ulaşılmıştır. 19-30 yaş arasındaki vatandaşların daha hareketli bir yaşam
sergilediklerinden bu farklılığın oluştuğu düşünülebilir.
Ensar LOKMANOĞLU 110
Emniyet teşkilatı kurum imajı ve halkın emniyet teşkilatı kurum imajına ilişkin algısının
incelendiği bu çalışmada bir anlamda kurum imajı-algı kavramları arasındaki ilişki
irdelenmiştir. Bu araştırma sonucunda görülmektedir ki, hedef kitlenin (bu çalışma için
emniyet teşkilatının hedef kitlesi olan halkın) algısının kurum imajı ile direkt olarak ilişkisi
bulunmaktadır. Dünyanın gerçeklikten oldukça farklı bir biçimde olabilen resminin çizilmesini
sağlayan, oldukça karışık bir süreç olan algılama (Luthans, 1992, s. 55), kurumların
belirledikleri hedef kitlelere göre farklılaşmaktadır. Çünkü belirlenen hedef kitlenin içerisinde
yer alan bireylerin algılamaları belirlenmeyen ya da doğru tanımlanmadığı için hedef kitlenin
dışında kalan bireylerden oldukça farklıdır.
Aktif bir süreç olarak kabul edilen algılama sürecinin kurum imajı çalışmaları
kapsamında iyi yönetilmesi gerekmektedir. Çünkü kurum imajı en nihayetinde bireylerin
algıladığı kadardır. Dolayısıyla, bireylerin algılarının belirlenmesine yönelik sürdürülen
çabalar etkin ve verimli sonuçlanırsa yani kurumlar tarafından yürütülen stratejiler bireylerin
kuruma ilişkin algılarını istenilen tarafa yönlendirirse, kurumların kurum imajlarının olumlu ve
sürdürülebilir olması içten değildir. Ancak, kurumların, bireylerin algılarını yönlendirebilecek
güce sahip olmaları ancak ve ancak, kurumların bireylerin algılamasının önemini fark etmesi
ile mümkün olacaktır. Kurumlar bireylerin algılarının önemini fark ettikleri takdirde, hedef
kitlelerinin içerisinde yer alan bireylerin algılarını ne şekilde yönlendirebileceklerine ilişkin
olarak doğru adımları atabileceklerdir.
KAYNAKLAR
Bakan, Ö. (2005). Kurumsal İmaj. Konya: Tablet Kitabevi.
Bilgin, L. (2008). Halkla İlişkiler. İstanbul: Kumsaati Yayın Dağıtım.
Gümüş, M., & Öksüz, B. (2009). Turizm İşletmelerinde Kurumsal İtibar Yönetimi. Ankara : Nobel
Basımevi.
Gürsoy, T. (1999). Reklam Terimleri ve Kavramları Sözlüğü. İstanbul: Adam Yayınları.
İnceoğlu, M. (2000). Tutum, Algı, İletişim. Ankara: İmaj Yayıncılık.
Keller, K. (1998). Strategic Brand Management: Building, Measuring, and Managing Brand Equity.
USA: Prentice Hall.
Kotler, P. (2000). Pazarlama Yönetimi. (N.Muallimoğlu, Çev.) İstanbul: Beta Basım Yayın Dağıtım.
Luthans, F. (1992). Organizational Behavior. USA: Mc-Graw Hill Inc.
Okay, A. (2005). Kurum Kimliği. İstanbul: Kapital Medya A.Ş.
Özüpek, M. (2005). Kurum İmajı ve Sosyal Sorumluluk. Konya: Tablet Kitabevi.
Peltekoğlu, F. (1997). Kurumsal İletişim Sürecinde İmajın Yeri. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi
Dergisi(4).
Peltekoğlu, F. (2007). Halkla İlişkiler Nedir? İstanbul: Beta Basım Yayın Dağıtım.
Tolungüç, A. (2000). Turizmde Tanıtım ve Reklam. Ankara: MediaCat Kitapları.
Vural, Z. (1998). Kurum Kültürü.
Yazıcı, İ. (1997). Kitle İletişiminde İmaj. İstanbul: Bilim Yayınları.
Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 111
Extended Abstract
In this study, to determine the law enforcement agencies and police perception and image of the
differentiation status is determined according to the arguments of perception. For protecting and
continuing sustainability in today’s high competitive global markets, all of the organizations must give
enough importance to corporate image which is an important strategic concept. This study is about
corporate image in law enforcement agency and the perception to the most important domestic fund of
corporate image polices. 902's in this context (59.8%) in Istanbul, 606's of (40.2%) Rize study was done
on 1508 people, including the people. Research in police two scales were used to determine the image
and the image of the police institution. Research results in the image of law enforcement agencies and
the general level of the sub-dimensions "organization-oriented service quality", "community-supported
policing" of related corporate image was found that high levels of perceived. Police general level of
perception, the image of the profession, has been identified as a high image duties and responsibilities. It
has also been concluded that there is no difference between the image and the image of the police for the
police in Rize Istanbul.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 112-128
[201?]
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı: Türkiye Örneği
Structural Transformation and Structure of Transformation:
Sample of Turkey
Harun YAKIŞIK*, Özlem FİKİRLİ
**
ÖZ: Bu çalışmada, Türkiye’nin; teorik yaklaşımlar çerçevesinde yapısal dönüşümü 1996-2013 dönemi için
incelenmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) kaynaklarından elde edilen, sektörlerin istihdam, dış ticaret ve
Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH) payları ile ilgili veriler grafikler kullanılarak değerlendirilmiştir. Elde edilen
değerlendirme sonuçlarına göre, Türkiye’nin imalat sanayi, dış ticaret ve istihdam alanlarında, kalkınma teorilerinin
ortaya koyduğu yapısal dönüşüm öngörülerinden sapmalar içerdiği görülmüştür.
Anahtar sözcükler: Yapısal Dönüşüm, Dış Ticaret, Ekonomik Kalkınma.
ABSTRACT: In this study, process of structural transformation of Turkey was evaluated for the period of
1996 to 2013 in the light of theoretical approaches. Data about employment, foreign trade and GDP shares of
sectors, compiled from Turkish Statistical Institute (TurkStat) are evaluated by using graphs. According to the
results, it is observed that structural transformation of Turkey has some deviations from development theories.
Keywords: Structural Transformation, Foreign Trade, Economic Development.
1. GİRİŞ
Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi yapısal dönüşüm süreçlerinde
ortaya çıkmaktadır. Yapısal dönüşüm, sektörlerin istihdam ve GSYİH paylarındaki değişimin
tarımdan, sanayi ve hizmetler sektörüne doğru evrilmesini ifade etmektedir (Yeldan, 2010).
Aynı şekilde imalat sektörü içerisinde tüketim malları üretiminden yatırım malları üretimine
doğru dönüşümün yaşanması yapısal dönüşüm teorileri tarafından öngörülmektedir.
Dolayısıyla dönüşüm sürecinde tarım sektörü küçülürken hem sektörde verim artışı sağlanmalı
hem de küçülme imalat ve hizmet sektörleri çıktılarının ileri teknoloji temelli ürünlerle dış
ticaret ve GSYİH paylarını artırarak telafi edilmelidir.
Tarımdan hizmetler sektörüne doğru değişimin gerekçeleri temel iktisadi yaklaşımlarda
belirtilmektedir. Bu yaklaşımlardan birincisi, tarım ürünlerinin gelir talep esnekliğinin sanayi
ve ileri teknoloji ürünlerine göre düşük olmasıdır (Fisher, 1939). İkincisi ülkelerin gelir
seviyeleri arttıkça toplam talebin nispi olarak sanayi ve ileri teknoloji ürünlerine doğru
kayacağı, sonuncusu ise dış ticaret hadlerinin sürekli tarım ürünleri aleyhine bir seyir
izleyeceği yönündedir (Singer, 1950; Prebish, 1962). Dış ticaretin özellikle dış ticaret yapısı
içerisinde tarım ürünlerinden ileri teknoloji ürünlerine doğru evrilmenin gelişmekte olan
ülkeleri dışa bağımlılıktan kurtarmada önemi yadsınamaz. Bu bağlamda dış ticaretin gelişmiş
batı toplumlarının yapısal dönüşümlerini tamamlama da önemli rol oynaması gelişmekte olan
ülkelerin sürekli dikkatlerini çekmiştir (Tekelioğlu, 1993: 41-42; Öz, 2009).
Gelişmekte olan ülkeler yapısal dönüşümlerini hızlandırmak ve ekonomilerini dışa
bağımlılıktan kurtarmak için 1980 öncesi ithal ikameci politikalar kullanırken 1980 sonrası
dışa açık ve ihracata dayalı sanayileşme politikaları izledikleri görülmektedir. Bu ülkeler ithal
ikameci politikaların öngörüleri doğrultusunda yerli sanayilerini kurma aşamasında finansal ve
* Yrd. Doç. Dr, Çankırı Karatekin Üniversitesi, İİBF, Çankırı-Türkiye, [email protected] * *Arş. Gör, Çankırı Karatekin Üniversitesi, İİBF, Çankırı-Türkiye, [email protected]
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 113
tasarruf açıklarını dış borçlarla finanse etme yollarına gitmişler ve bu durum dış ödeme
açıklarını derinleştirdiği görülmüştür. Derinleşen dış ödeme açıklarını finanse etmek için IMF
ve Dünya Bankası’nın 1970 sonrası uygulamaya koydukları düşük faizli kredi politikaları az
gelişmiş ülkeler açısından cazip hale gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla IMF ve Dünya Bankası
1970 sonrası dış ticaret açıklarını finanse etme güçlüğü çeken az gelişmiş ülkelere düşük faizli
krediler önermeye başlamıştır. Fakat uygulanan politikaların bu ülkelerin dış ticaret açıklarını
daha da derinleştirdiği görülmüştür. Böylece Neo-liberal politikalar 1980 sonrası gelişmekte
olan ülkelerde uygulama alanı bulmaya başlamıştır. Neo-liberal politikalar, özel mülkiyetin
yaygınlaştırılıp kamunun ekonomideki gücünün kırılması temeline dayanan politikalardır.
Gelişmekte olan ülkelerin dış ticaret ve ekonomik kalkınma sorunlarına çözüm üretecek bir
reform paketi olarak sunulan Neo-Liberal politika önermeleri sonucunda; özelleştirme
politiğiyle yabancı sermayenin bu ülkelerde genişleme alanı yarattığı görülmüştür (Soyak,
2003:171-172).
Türkiye, 1980 öncesinde ithal ikameci sanayileşme stratejisi izlerken, dış ticaretini
geliştirmek ve uluslararası piyasalarda rekabet edebileceği yerli sanayisini kurabilmek için
1980 sonrası dışa açık ve ihracata dönük sanayileşme stratejisi izlemeye başlamıştır. Bu süreci
hızlandırmak için 1989 yılında da IMF nezdinde parasını konvertible hale getirmiştir. Dış
ticarette rekabetçi olabilmek ve ürün yelpazesini genişletebilmek amacıyla, 1996 yılında
Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kurulmuştur. Bu uygulamaların temel hedefi, gelişmiş
ülkelerle uyum sağlamak, dış ticareti geliştirmek ve kalkınma dinamiklerinin temellerini
sağlam zemine oturtmak olmuştur.
Bu çalışmanın amacı, 1996 yılından başlayarak 2013 yılına kadar olan süreçte
Türkiye’nin yapısal dönüşümünü değerlendirmektir. Çalışmada Türkiye’nin 1996-2013 yılları
arasında sektörlerin; dış ticaret, GSYH payları ve istihdam oranlarının zaman içindeki değişimi
incelenmiştir. Bu yapısal dönüşümlerin kalkınma teorileriyle paralellik gösterip göstermediği
grafikler kullanılarak ortaya konulmuştur. Ayrıca Türkiye’nin yapısal dönüşümü yeni dönem
dış ticaret ve kalkınma yaklaşımlarıyla bağdaştırılmaya çalışılmıştır.
2. LİTERATÜR
Dış ticaret ve iktisadi kalkınma arasındaki bağıntı, klasik iktisat yaklaşımlarının temel
konularından biri olmuştur. Klasik iktisat yaklaşımlarıyla sistemleşen dış ticaret ve iktisadi
kalkınma ilişkisi, Neo-klasik iktisat yaklaşımıyla devam ettirilmiş ve farklı yaklaşımlardan
geçerek günümüze kadar gelmiştir. Dolayısıyla dış ticaret ve ekonomik kalkınma arasındaki
ilişki ve ilişkinin yönü uzun zamandır araştırmacıların dikkatini çeken konuların başında
gelmiştir. Bu bağlamda dış ticaret ve ekonomik kalkınma alanındaki çalışmaları dört temel
grup altında inceleyebiliriz. Birinci grup çalışmalar, geleneksel dış ticaret ve kalkınma teorileri,
ikinci grup çalışmalar, dış ticaretin ülke kalkınmasına olumlu katkı yaptığını ortaya koyan
çalışmalardır. Üçüncü grup çalışmalar, dış ticaretin ülke kalkınmasına olumsuz etkileri
olabileceğini savunan çalışmalardır. Son grup çalışmalar ise Neo-liberal politikalar, son dönem
dış ticaret yaklaşımları ve iktisadi kalkınma alanında yapılan çalışmalardır.
2.1. Geleneksel Dış Ticaret ve Kalkınma Teorileri
Dış ticaret ve ekonomik kalkınma arasındaki ilişki hem teorik hem de ampirik
çalışmalarda en çok inceleme alanı bulan konularından biridir. Özellikle klasik iktisatçılar,
pazar genişlemesiyle birlikte dış ticaretin iktisadi kalkınmanın önemli unsuru olacağını
vurgulamışlardır. Dış ticaretin teorik temelini oluşturan yaklaşımların ilki; Adam Smith’in
geliştirdiği mutlak üstünlükler teorisidir. Ülkelerin mutlak anlamda daha az maliyetle ürettiği
malın üretiminde uzmanlaşıp, maliyet avantajına sahip olmadığı malların üretiminden
vazgeçerek, bunları ithal etmesi gerektiği temeline dayanır. Ancak bu yaklaşım, bir ülkenin
mutlak anlamda birden fazla ürünü diğer ülkelere göre daha ucuz maliyetle üretmesi
durumunda dış ticaretin nasıl gerçekleşeceğini açıklamamaktadır. Bu açığı kapatmaya çalışan
yaklaşım ise David Ricardo’nun geliştirdiği karşılaştırmalı üstünlükler teorisidir.
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 114
Karşılaştırmalı üstünlükler teorisine göre, uzun dönemde az gelişmiş ülkeler diğer ülkelere
göre, mutlak üstünlüğe sahip olma şartı olmadan, karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu
alanlarda dahi üretim yaparak serbest dış ticaretten hem ülke olarak karlı çıkacak hem de
dünya refahına olumlu katkı yapmış olacaktır.
Mutlak ve karşılaştırmalı üstünlüklere ek olarak ülkeler, farklı doğal kaynak ve
verimlilik seviyelerine sahip olduklarından, uzun dönemde ülkelerin dünya ticaretinde nispi
ağırlığı da farklılık arz etmektedir. Bu bağlamda dünya ticaretini yönlendiren güçlü ülkelerin
yanında bu ülkelerin serbest dış ticaret politika önermeleri ile açık pazarları haline gelmiş
güçsüz ülkelerin olması muhtemel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda
ülkeler arasında oluşan verimlilik, sermaye birikimi ve teknolojik seviye farkı, dünya
ticaretinin gelişmesini ve çeşitlenmesini güçlü ülkeler lehine avantajlı kılacaktır. Bu bağlamda
Ricardo’nun verimlilik farkları ve Heckscher-Ohlin’in faktör donanım farklarıyla açıkladığı dış
ticaret teorileri, uluslararası ticaretin sebeplerini açıklayan teorilerin temellerini
oluşturmaktadır.
Dış ticarette talep yapısının ihmal edildiği Adam Smith, D. Ricardo ve Heckscher-Ohlin
teorilerine karşılık John Stuart Mill “Karşılıklı Talep Kanunu” yaklaşımıyla, talebin şiddetinin
dış ticareti belirleyeceğini açıklamıştır. Alfred Marshall ise, dış ticaret hadlerinin
belirlenmesinde Mill’in geliştirdiği dış ticarette talebin şiddeti yaklaşımına ek olarak teklif
eğrilerinin dış ticareti belirleyeceğini öne sürmüştür. Ayrıca Gottfried Haberler klasik
iktisatçıların ihmal ettiği doğal kaynaklar ve girişimciliğin dış ticaretteki etkinliğini
değerlendirerek dış ticaret analizlerine ayrı bir boyut kazandırmıştır(Taban ve Kar, 2014: 174-
79 ).
Son dönemlerde ise klasik iktisat teorilerinin öngördüğü pazar genişlemesinin, artan
rekabet şartları altında daha da zorlaştığı ancak sürdürülebilir kalkınma açısından öneminin
arttığı görülmüştür. Az gelişmiş ülkelerin dışa bağımlılıktan kurtulması, kalkınmanın
finansmanında sermaye birikiminin sağlanması ve uluslararası piyasalarda rekabet avantajının
elde edilmesi önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda az gelişmiş ülkelerin dış ticaret yapılarını,
teorilerde öngörülen gelişmiş ülke standartlarına uyumlaştırma sürecinde ortaya konulan
parametreler; (i) ihracat ve ithalatın GSMH içerisindeki payları, (ii) ihracat ve ithalat içerisinde
sektörlerin payları, (iii) sektörlerin istihdam payları olarak karşımıza çıkmaktadır.
2. 2. Yapısal Dönüşüm Teorileri, Dış Ticaret ve İktisadi Kalkınmaya Olumlu Etkileri
Literatürde serbest dış ticaretin az gelişmiş ülkelere olumlu katkılar yapacağını ileri
süren teorik ve ampirik çalışmalar geniş yer tutmaktadır. Dış ticaret ve kalkınma teorilerinin
temellerini oluşturan bu çalışmalar özellikle az gelişmiş ülkelerin sektörel yapılarını ve bu
sektörlerin istihdam ve milli gelir paylarındaki dönüşümlerini konu almaktadır. Dış ticaretin en
birincil etkisinin özellikle milli gelir artışı ve ekonomik büyümeye olumlu katkısı olacağı
belirtilmektedir (Taban ve Kar, 2014: 173-78).
Az gelişmiş ülkelerin yapısal dönüşümü gerçekleştirmeleri hem dış ticaretlerini
geliştirmeleri hem de gelir artışı sağlamaları açısından önem arz etmektedir. Ayrıca ülkeler
geliştikçe yapısal dönüşümün kaçınılmaz olacağı literatürde vurgulanmaktadır. Bu anlamda
yapısal dönüşüm ilk teorik temelini Allen G. B. Fisher ve Colin Clark tarafından “Clark-Fisher
Hipotezi” olarak formüle edilen yaklaşımdan almıştır. Bu yaklaşımın öne çıkan özelliği; Bir
ülkenin ekonomik kalkınmasının hızlanmasının tarım (birincil), sanayi (ikincil) ve hizmetler
(üçüncül) olmak üzere üç sektörde uzmanlaşma ve teknolojik gelişme sayesinde sermaye
birikimi ile sağlanmasıdır. Sermaye birikimi tarımdan daha verimli kullanılacağı sanayi
sektörüne doğru kayarak daha fazla istihdam yaratacaktır. Ülkenin geliştikçe tarımdan tarım
dışı sektörlere, öncelikle madencilik ve imalat sanayine, gelişmenin ileri dönemlerinde ulaşım,
iletişim, ticaret, özel ve kamu hizmet işletmelerine kayacağını Kuznets’in de yaklaşımlarında
görmek mümkündür (Kenessey, 1987:362). Dolayısıyla bu yapısal dönüşüm sonucu sektörlerin
istihdam ve GSYH içerisindeki payları tarımdan sanayi ve hizmetler lehine değişecek ve
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 115
ülkelerin iktisadi kalkınmaları hızlanacaktır (Fisher, 1939; Chenery, 1960:624-654; Clark,
1957:493–495). Bununla birlikte az gelişmiş ülkelerin dışa açılmaları sonucu artan ihracat
gelirlerinin, bu ülkelerin gelir dağılımına da olumlu katkılar yapacağı ileri sürülmektedir
(Stolper-Samuelson, 1941:58-73). Aynı zamanda az gelişmiş ülkeler dış ticaret yoluyla dış
pazar genişlemesi yaşayacaktır ve dış ticaret yapılan ülkelerdeki yenilikler ülkeye transfer
edilerek ülkenin toplam faktör verimliliği artışına olumlu katkı sağlanacaktır (Frankel ve
Romer, 1999:379-399; Barro, 2000:5-32). Artan faktör verimliliği neticesinde bu avantajı
kullanan firmalar AR-GE faaliyetleri sonucu yeni ürünler üretme ve dış ticarette rekabet
avantajı sağlayarak çok uluslu şirket haline gelme fırsatları elde edeceklerdir (Krugman,
1979:469-479). Aynı zamanda dış ticarete açık olmanın yaratacağı ölçek ekonomilerine
ulaşma, ileri teknoloji kullanma ve verim artışı fırsatları da yakalanmış olacaktır.
Keesing (1966:249-258) ve Kenen’in (1965:437-460) geliştirdikleri nitelikli işgücü
teorisine göre; zengin ülkeler nitelikli işgücüne sahip olduklarından ürettikleri ürünler de
nitelikli sanayi ürünleri olacaktır. Buna karşın nitelikli insan gücüne sahip olmayan az gelişmiş
ülkeler ise nitelikli ürün avantajına sahip olamamaları neticesinde dış ticarette rekabet etme
şansını kaybedeceklerdir. Ancak az gelişmiş ülkelerin uzun dönemde dış ticarette avantajlı
konuma gelmelerinin emek faktörünü nitelik artırıcı eğitimlerle donanımlı hale getirmeleriyle
gerçekleşeceği önemini korumaktadır. Teknoloji açığı teorisine göre (Posner, 1961:323-341)
bir ülkenin yeni bir ürün ya da yönetsel başarı elde etmesinin sonucunda bu ürünün ihracatçısı
olma şansını elde edeceği belirtilmektedir. Ancak uzun dönemde ülkenin serbest dış ticaret
avantajına sahip olmasının, AR-GE faaliyetleri sonucu aramalı girdilerinin yerli sanayilerle
desteklenmesiyle mümkün olduğu öngörülmektedir (Rivera-Batiz ve Romer, 1991:531-556)
Özetle rekabete dayalı serbest dış ticaret politikalarının az gelişmiş ülkelerin ekonomik
kalkınmalarına katkıları şu şekilde ifade edilebilir;
i. Maliyet avantajına sahip ürünlerin üretiminde uzmanlaşmak,
ii. Ürün geliştirme deneyimlerini artırmak,
iii. Ölçek ekonomilerinden faydalanmak,
iv. Bilginin yayılma etkisi ve teknolojik avantajlar sayesinde üretim faktörlerinin etkin
kullanımını sağlamak,
v. Rekabetin getirdiği kaliteli ürün geliştirme ve etkin pazarlara ulaşma fırsatlarını
yakalamak. (Özgen ve Yenipazarlı, 2002:4).
2.3. Serbest Dış Ticaret ve Kalkınmaya Olumsuz Etkileri
Literatürde serbest dış ticaret politikalarının uzun dönemde az gelişmiş ülkeler için
kontrol edilemeyen olumsuz etkiler yaşatacağını ileri süren yaklaşımlar da bulunmaktadır (List,
1841). List, Özellikle İngiltere’nin yüksek gümrük tarifeleri gibi koruyucu dış ticaret
politikalarıyla gelişmişlik düzeyine ulaştıktan sonra, gelişmekte olan ülkelere serbest ticareti
önermesini eleştirmiştir. Eleştirisini şu şekilde ifade etmiştir:
‘Üretim gücünü ve denizciliğini başka bir ülkenin kendisiyle serbestçe rekabet
edemeyeceği ölçüde geliştiren herhangi bir ülke, büyüklüğünün bu merdivenlerini öteye
fırlatmaktan, diğer ülkelere serbest ticaretin yararlarını vaaz etmekten ve pişmanlık ifadesiyle
şimdiye dek yanlış yolda yürüdüğünü ve şimdi ilk kez gerçeği keşfetmede başarıya ulaştığını
ilan etmekten daha akıllıca bir şey yapamaz.’(List, 1841; Chang, 2002’den aktaran Chang,
2003).
Literatürde List’in ileri sürdüğü sonuçlara benzer bulguların elde edildiğini görmek
mümkündür. Az gelişmiş ülkelerin ihracata dayalı dışa açık sanayileşme stratejisi neticesinde
iktisadi büyümelerinin olumsuz etkileneceği ileri sürülmektedir (Dodaro, 1993:227).
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 116
Özellikle literatüre Singer-Prebish tezi olarak geçen yaklaşım, az gelişmiş ülkelerin
ürettiği ürünlerin gelir-talep esnekliği düşük ürünlerden oluşacağını, az gelişmiş ülkeler için
gelir artışı sağlayamayacağını ve dış ticaret hadlerinin sürekli bu ülkeler aleyhine bozulacağını
ileri sürmektedir (Singer, 1950; Prebish, 1962; Kazgan, 1988: 50-53). Dolayısıyla az gelişmiş
ülkeler dış ticaret hadlerini lehlerine dönüştürecek ileri teknoloji ürünleri üretemediklerinden
ithalata bağımlı olmanın yarattığı dış ticaret açıkları, döviz kıtlığı sorunları yaşamakta ve düşük
teknoloji içeren birincil ürünlerde uzmanlaşmaları sonucu bu ülkelerde teknoloji, beceri,
verimlilik seviyeleri artmamaktadır (Kavoussi, 1985: 379).
İhracat ve ithalatın büyüme üzerine etkilerini ortaya koyan Türkiye’ye yönelik
çalışmalara baktığımızda farklı sonuçların elde edildiği görülmektedir. Şimşek (2003) yaptığı
çalışmada, dışa açık ve ihracata dayalı büyüme hipotezinin Türkiye açısından
desteklenmediğini ortaya koymaktadır. Demirhan’ın (2005) yaptığı çalışma bulgularına göre
ihracattan büyümeye doğru bir nedensellik desteklenirken, ithalattan büyümeye doğru bir
nedensellik desteklenmemektedir.
Güngör ve Kurt (2007) ise, dışa açık bir ekonomik yapı ile ekonomik büyüme arasında
kısa dönemden çok uzun dönemli bir ilişki olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Aktaş (2009)
çalışma sonuçlarını iki yapıda ortaya koymuştur. Kısa dönemde ihracat, ithalat ve ekonomik
büyüme arasında iki yönlü bir nedensellik ilişkisi görülürken uzun dönemde ise ihracattan
ithalata, ithalattan ihracata, büyümeden ihracata ve büyümeden ithalata doğru tek yönlü bir
nedensellik ilişkisi olduğu sonucuna ulaşmıştır. Gerni vd. (2008) yaptıkları çalışmada
Türkiye’nin büyümesinin özellikle ithalata bağımlı olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu
durumun artan cari açıklar sorununu derinleştirmesi sonucu ithalata dayalı dışa açık dış ticaret
politikasının uzun dönemde büyüme üzerinde olumsuz etkilerinin olacağı açıktır. Kıran ve
Güriş (2011) ticari dışa açıklık ile ekonomik büyüme arasında çift yönlü bir ilişki elde
etmelerine karşın finansal dışa açıklık ile ekonomik büyüme arasında anlamlı bir ilişkinin
olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Yükseler ve Türkan’ın (2008) elde ettikleri çalışma
bulgularına göre Türkiye imalat sektörünün dış ticaret hacmi içindeki payını artırmasına karşın
sektörün istihdam ve katma değer yaratma gücünü aynı oranda artıramadığı sonucuna
ulaşmışlardır.
2.4. Neo-Liberal Politikalar ve Yeni Dış Ticaret Yaklaşımları ve İktisadi Kalkınma
Neo-Liberal politikalar, 1970’li yıllarda yaşanan petrol ve borçlanma krizleriyle
gündeme gelmiştir, ancak uygulamalarda gösterdiği etki 1980 sonrası ortaya çıkmıştır. 1980’li
yıllara kadar uygulanan kalkınma teorileri, az gelişmiş ülkelerin sorunlarına çözüm
üretememesinin yanında sorunları daha da derinleştirdiğinden, yeni süreçte sorunların
çözümünün daha liberal politikalarla mümkün olacağı vurgulanmıştır (Altvater, 1984: 43).
Nobel ödüllü parasal iktisatçı Milton Friedman’nın da benzer yaklaşım geliştirdiğini
görmekteyiz. Devletin ekonomik sisteme müdahalesi sonucu, gelişmenin olumsuz
etkileneceğini ve ekonomik sorunların çözümünde serbest piyasa aktörlerinin devlet
müdahalesi gücünden daha etkili olacağını ileri sürmüştür (Friedman, 1988: 322).
Bu döneme damgasını vuran iktisatçılar Milton Friedman’la birlikte Peter Bauer, Ian
Little, Deepak Lal, Bela Balassa, Julian Simon, Jagdish Bhagwati ve Anne Krueger gibi
iktisatçılardır. Bu iktisatçıların vurguladıkları temel konu, geleneksel kalkınma teorilerinin,
gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki kalkınma açıklarının kapanmasına çözüm
üretemediğidir (Bauer, 1956; Little, 1961; Lal,1987; Balassa, 1967; Simon, 1970;
Bhagwati,1994; Krueger,1997). Müdahaleci politikaların uygulama sürecinde kalkınma
açıkları derinleşirken gelir dağılımının bozulduğu görülmüştür. Dünya nüfusunun en zengin
yüzde 20’lik kesimi ile en yoksul yüzde 20’lik kesimi arasında ortalama kişisel gelir farkı 1965
yılında 30 kat iken 1980’li yıllarla birlikte bu fark 60 katına çıkmıştır (Taban ve Kar,
2014:210). Eğer mevcut teoriler bu sorunları daha da derinleştirdiyse, uygulanacak kalkınma
politikalarının daha çok piyasa ve daha az müdahale temelli olması gerektiği ileri sürülmüştür.
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 117
Bu bağlamda ülkelerin kendi iç dinamiklerine uygun kalkınma politikalarının hayata geçirilip
en az müdahaleyle piyasaya bırakılması öngörülmüştür. Gelişmiş ülkelerde daha az devlet ve
daha çok piyasa dinamikleriyle kalkınma politikaları uygulanarak başarı elde edildiğinden, az
gelişmiş ülkelerde aynı süreçlerin yaşanması gerektiği öngörüsünün reform politikalarına da
yansıdığı görülmektedir. Dolayısıyla 1980 sonrası süreçte, Türkiye’de de uygulamaya konulan
Neo-liberal politikalar, hem dış ticareti liberalleştirmiş hem de finansal piyasaların sermaye
akışını hızlandırarak serbest dış ticareti destekler yapıya dönüştürmüştür. Kalkınma iktisatçısı
John Williamson, uygulamaya konulan Neo-liberal politikalar için, 1989 yılında bildiri
hazırlayarak adına ‘Washington Uzlaşısı’ demiştir (Marangos, 2008’den aktaran Tekgül,
2014). Washington Uzlaşısı; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve ABD Hazine
Bakanlığı’nın özellikle az gelişmiş ülkelere önerdiği piyasa temelli iktisat politikalarını
içermektedir. Bu uzlaşıyı Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Merkez Bankası’nın da zaman
içerisinde desteklediği bilinmektedir (Marangos, 2009’dan aktaran Tekgül, 2014).
Neo-liberal politikaların öngörülerinin aksine; (i) ulusal dinamiklerini dikkate alarak
kurumsal yapıyla desteklenen başarılı ekonomik büyüme örnekleri (ii) 1990 sonrası artan
krizler (iii) son küresel krizin oluşumu, Neo-liberal politikaların da tekrar gözden geçirilmesi
gerektiğini gündeme getirmiştir. Neo-liberal politikaların geniş uygulama alanı bulduğu 1990
sonrası, az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında mevcut olan gelişme farklarının genel
anlamda daha da arttığı görülmüştür. Serbest dış ticaret sürecinde az gelişmiş ülkelerin ihracat
desenini oluşturan ürünlerin gelişmiş ülke ihraç ürünleriyle rekabet etme şansının zayıf olması
sonucu gelişmenin yolunu tıkadığı söylenebilir. Uzun dönemde az gelişmiş ülkelerin gelişmiş
ülkelerin yaptırımlarıyla sürekli karşı karşıya kalmaları ve ekonomik yapılarının gelişmiş
ülkelerle entegre olması sonucu dış ticarete konu olan ürünlerinin gelişme trendinden uzak
kalacağı ileri sürülmektedir (Amin, 1991: 180).
Az gelişmiş ülkelerin sanayileşmeleri ve dış ticareti çeşitlendirmelerinde, gelişmiş
ülkelerin gelişme süreçlerindeki yapısal dönüşümleri nasıl gerçekleştirdiklerinin analiz
edilmesi önem arz etmektedir. Gelişmiş ülkelerin geçmişten günümüze taşıdıkları değerler
içerisinde fiziksel, kültürel ve coğrafi faktörlerin ülkelerin farklı gelişme düzeylerine etki
yaptığı yadsınamaz. Dolayısıyla ekonomik kalkınma için her ülke özelinde geçerli olabilecek
bir kalkınma modelinin olamayacağı sonucuna ulaşılmıştır (Adelman ve Moris, 1967).
Az gelişmiş ülkeler için önerilen koşulsuz piyasa mekanizmasına dayalı serbest dış
ticaret, yaratacağı bağımlılık ve onun iktisadi büyüme üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler
çalışmalara konu olmaya başlamıştır. Çalışmalarda önerilen yeni iktisadi paradigmaların
yoğunluklu olarak kamusal destekli yapısal bir sistemin oluşturulması alanında odaklandığı
görülmektedir. Bu yeni döneme damgasını vuran iktisatçılar; Weiss ve Hobson (1999: 12,
279), Hausmann ve Rodrik (2003), Shapiro (2007, Rodrik (2012: 53-6), Chang (2012: 120-5),
Krugman (2001) ve Stiglitz (2000) olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kamu yönlendirmesi olmadan Neo-liberal politikaların insiyatifine bırakılan ekonomik
kararlarla gerekli yapısal dönüşümlerin sağlanamayacağı gibi dış ticarette ileri teknolojik
ürünlerin hâkim olduğu ihracat desenine ulaşılamayacağına dikkat çeken iktisatçıların başında
J. Stiglitz gelmektedir. Bu bağlamda geliştirdiği yaklaşım, Post-Washington uzlaşısıdır
(Kaynak, 2011:46-49). Bu yaklaşıma göre her ülkenin kendi yerel dinamikleri içerisinde
kalkınma modellerini geliştirmesi gerektiği öne sürülmektedir. Yaklaşımın odak noktasını,
Neo-liberal politikaların önermesi olarak tüm ülkeler için geçerli bir kalkınma modelinin
ülkelere dayatılmaya çalışılmasıyla toplumların gelişim süreçleri yapısına aykırı sonuçlar
doğuracağı oluşturmaktadır. Kalkınma sürecinde kamunun, kurumların, koordinasyonun, ortak
aklın ve kurumlar arası eşgüdümün önemi ortaya konulmaktadır (Parasız, 2008:51). Özellikle
Asya krizi sonrası Neo-liberal politikaların uygulanmasına öncülük eden IMF öngörülerini
uygulayan ve uygulamayan ülke örnekleri, kamu yönlendirmesinin önemini ortaya
koymaktadır. IMF politikalarını uygulamayıp kontrollü politikalar uygulayan Çin ve Hindistan
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 118
(sırasıyla yüzde 7.8 ve 5.29) yüksek büyüme yakalarken IMF politikalarını uygulayan Asya’da
krize yakalanan ülkelerin yüzde 8.2 küçüldüğü görülmüştür (Stiglitz, 2000:1075-1086).
Stiglitz’in yaklaşımına benzer şekilde Weiss ve Hobson (1999: 12, 279), devletin,
ülkenin rekabet gücünü artıracak ve ileri teknolojik ürünleri üretecek sanayinin
geliştirilmesinde yönlendirici olabileceğini belirtmektedirler. Çünkü devlet bu hedefe ulaşmada
toplumun tüm paydaşlarını koordine etme gücüne sahip olduğundan, özel çıkar gruplarının
haksız kazanç elde etme pozisyonlarını da kontrol etme özelliğini elinde bulundurmaktadır.
Hausmann ve Rodrik (2003: 603-33) yaptıkları çalışmalarda ülkelerin dünya piyasalarında
rekabet edebilecek ürün üretebilmelerinin, kamu yönlendirmesiyle mümkün olabileceğini
vurgulamaktadırlar. Burada kamunun özel sektöre yönelik teşvik ve desteklemelerinin önemi
açıktır. Kamu, özellikle özel sektörün riskli gördüğü alanları düzenleme ve piyasa
aksaklıklarını giderme gücüne sahip olduğundan süreci hızlandırma şansına sahiptir. Böylece
az gelişmiş ülkelerde zaten kıt olan beşeri, fiziki ve finansal sermaye sistemleştirilmiş kamu
sektörüyle daha verimli kullanılacaktır. Benzer çalışmayı Shapiro (2007) gerçekleştirmiş ve
kurumsal yapının sanayileşme sürecine ivme kazandırıp, piyasa başarısızlıklarını ortadan
kaldırarak etkinliği sağlayacağına işaret etmiştir. Dolayısıyla Stiglitz’in de vurguladığı
Washington uzlaşısının alternatifi olabilecek Post-Washington yaklaşımını içeren köktenci
piyasa yaklaşımının aksine kamunun koordine edici rolü üzerinde durulmaktadır.
Rodrik (2012:53-6) yaptığı çalışma sonuçlarına göre Neo-liberal politikaların önemli
araçlarından olan dış ticaret serbestleşmesi ve özelleştirmenin az gelişmiş ülkelere beklenen
katkıları gösterememesinden dolayı kamunun kalkınma politikalarını yönlendirmesini
önermektedir. Kamu yönlendirme politikalarını gerçekleştirirken sektörlerin
desteklenmesinden çok ekonomik faaliyetlerin desteklenmesini önermektedir. Hedeflenen
başarıların elde edilmesi aynı etkin denetleme sisteminin oluşturulmasına dayandırılmaktadır.
Aynı süreçte özel kamu koordinasyonunun en şeffaf şekilde kurulması gerektiğine işaret
edilmektedir. Kamu mevcut sektörleri teşvik etmenin yanında ülkenin üstünlük yaratabileceği
sektörleri keşfedip bu sektörlere kamu destekleriyle öncelik verilmesini, bu alanlardaki
yatırımların desteklenmesini ve muhtemel risklere karşı risk sermayesinin oluşturulmasını
önermektedir. Chang, (2012: 120-5) ülkelerin kalkınması için sanayileşmesi, sanayileşmesi
için teknolojiyi geliştirmesi ve bu süreçte mevcut sektörlerle birlikte avantajlı olduğu
düşünülen sektörlerin de desteklenerek risklerin minimize edilmesi gerektiğini ileri
sürmektedir.
Krugman (2001) ise gelişmiş ülkeler daha çok kamusal destekli politikalar uygularken
diğer ülkelere politik önermelerinde Neo-liberal politikalar önerilmekte ve bu politikaların
küresel yönlendiricisi olan IMF gibi ülkelerin politik yaklaşımlarının olumlu olumsuz
yönleriyle iyi analiz edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca Grossman ve Helpman
(1993), Krugman’ın çalışmasına benzer yaklaşımlarda bulunmaktadırlar. Bu çalışmalarla
klasik dış ticaret teorileri yerine “yeni dış ticaret teorisi” geliştirilmiştir. Yeni dış ticaret
teorisinin temelleri;
(i) Dış ticaretin karşılaştırmalı üstünlükler teorisine dayandırılması gerekmediği bunun
yerine ölçek ekonomileri ve ortalama maliyetlerin düşürülmesi gerektiğine,
(ii) Dış ticarette avantajlı ülke durumuna gelmenin en önemli şartı, sürekli AR-GE
yaparak yeni ürün geliştirip bunun dış ticarete yaratacağı katma değeri artırmaya
dayandırılmaktadır.
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 119
3. VERİLER
Bu çalışmada kullanılan tüm veriler TÜİK’nun resmi internet sitesinden elde edilmiştir.
İhracat ve ithalat miktarları alınırken, uluslararası sanayi sınıflamasına göre (ISIC Rev.3)
TÜİK verileri kullanılmıştır. GSYH büyüme hızı için kullanılan veriler, 1998-2010 yılları için
TÜİK’ten alınmıştır. Kullanılan veriler 1998 yılı sabit fiyatları için hesaplanmış verilerdir.
Sektörlerin GSYH içindeki oranları, toplam yurt içi hâsıla içerisinde sektörlerin oransal
değerini ifade etmektedir. 1998-2013 oranları için, 1998 yılı sabit fiyatlarıyla sektörler
itibariyle GSYH’yı gösteren TÜİK verileri kullanılmıştır. Tarımın, sanayinin (sanayi = imalat
+ inşaat + madencilik ve taşocakçılığı + enerji) ve hizmetlerin GSYH içindeki oranları
hesaplanmıştır.
İstihdamın sektörel dağılımı, istihdam edilen nüfusun tarım, sanayi ve hizmetlerdeki
oranlarını ifade etmektedir. 1996-2013 yılları için istihdamın dağılım verileri TÜİK’ndan
alınarak düzenlenmiştir.
4. DEĞERLENDİRME SONUÇLARI
4.1. Dış Ticaret Hacmi
Çalışmada ilk olarak Türkiye’nin Gümrük Birliği sonrası yani 1996-2013 yılları
arasındaki dış ticaret hacmi verileri incelenmiştir. Dış ticaret hacminin ithalat ve ihracat
ağırlıklarının tespiti için ihracat/ithalat oranları TÜİK verilerinden alınmıştır. Bu veriler,
GSYH büyüme hızıyla birleştirilerek değerlendirilmiştir.
Grafik 1. Dış Ticaret Hacmi 1996-2013
Grafik 1’de görüldüğü gibi Türkiye’nin dış ticaret resmi özellikle ithalat yoğun
yapıdadır. Türkiye’nin ihracatı 1996 yılında yaklaşık 23,5 miyar dolardan 2013 yılında
yaklaşık 152 milyar dolara çıkmıştır. İthalatına baktığımız zaman 1996 yılında yaklaşık 43,5
milyar dolardan 2013 yılında yaklaşık 252 milyar dolara çıkmıştır. Dolayısıyla ihracat bu süre
içerisinde yaklaşık 6,5 kat atarken ithalatın yaklaşık 5,7 kat arttığını görmekteyiz. İhracat
artarken ithalatın da yaklaşık aynı oranda artığını görmekteyiz. Özellikle ithalatta yaşanan
artışlar ihracat yapısının ithalata bağımlı olduğunu göstermektedir. İhraç ettiği ürünlerin büyük
bir kısmı ara malı ve sermaye malı girdilerine bağımlı olduğundan dış ticaret trendi esas
itibariyle ithalat tarafından belirlenmektedir (Gerni vd., 2008). Bu ithalat yapısına karşılık ihraç
ettiği ürünler ise genel itibariyle tüketim mallarından oluşmaktadır (Acar, 2009). Ayrıca
Türkiye’nin ihracat ettiği ürünleri gelir talep esnekliği düşük ve orta düzeyde teknolojik
ürünlerden oluşmaktadır (Gerni vd., 2008). Aynı şekilde ülke içerisinde üretemediği ileri
teknoloji ürünlerini ithal ettiğinden ithalatın sürekli artış trendi içerisinde olduğu
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 120
görülmektedir. Bunun yanında enerji ithalatının toplam ithalat içerisinde önemli yer tutması da
ithalatı sürekli artıran bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin özellikle 2001
sonrası dönemde dışa açık dış ticaret politikaları neticesinde dış ticaretinin büyümesinde asıl
belirleyicinin ihracat artışından çok ithalat artışından kaynaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla
Grafik 1’de görüldüğü gibi, Türkiye’nin dış ticaret ve iktisadi büyümesinin temel
belirleyicisinin ithalat olduğu daha önce yapılan çalışma bulguları tarafından
desteklenmektedir (Çeştepe vd., 2013:1-37; Gerni vd., 2008)
Grafik 2. GSYH Büyüme Hızı ve İhracatın İthalatı Karşılama Oranı 1996-2013
Grafik 2’de görüldüğü gibi dış ticaret hacminin arttığı yıllarda GSYH büyüme hızı
pozitiftir. Bu durum iktisat literatüründe genel kabul gören dış ticaret hacminin büyüme
üzerindeki olumlu etkisini Türkiye için doğrulamaktadır (Güngör ve Kurt, 2007; Kıran ve
Güriş, 2011:69-80). Bunun yanında Grafik 2 genel anlamda değerlendirildiğinde;
i. İthalat artış oranı ihracat artış oranından yüksek olduğu için ihracatın ithalatı karşılama
oranlarının sürekli düşük kaldığı (incelemenin içerdiği yıllar için ortalama karşılama oranı
yaklaşık yüzde 55),
ii. Dış ticaretin arttığı yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranının düştüğü ve dış
ticaretin azaldığı yıllarda ise ihracatın ithalatı karşılama oranının yükseldiği
iii. Dış ticaret hacminin daraldığı yıllarda GSYH büyüme hızının negatif olduğu ve
ekonominin daraldığı gözlenmektedir. Bu daralmaların özellikle 2001 ve 2009 krizlerinin
olumsuz etkileri sonucu yaşandığı açıkça görülmektedir.
4.2. Sektörlerin İhracat ve İthalat İçindeki Payları 1996-2013 (ISIC Rev.3’e göre)
İhracat ve ithalat hacminin yanı sıra ihracat ve ithalatın içerisindeki ürün deseninin hangi
sektörlerden, hangi oranda oluştuğu dış ticaretin ekonomik kalkınma açısından önemini
göstermektedir. Bu bağlamda çalışmanın kapsadığı yıllar için sektörlerin ihracat ve ithalat
içindeki oranlarına bakılmıştır.
Teorik yaklaşıma göre, ülkede sanayi geliştikçe beraberinde üç farklı değişimi de
meydana getirecektir. Bunlar; (i) bütün sektörler içerisinde imalat sanayinin öneminin artacağı,
(ii) sanayi içerisindeki ara malı ve yatırım mallarının üretiminin artacağı, (iii) üretim sürecinde
üretim teknikleri ve arz kaynaklarının da değişeceğidir (Chenery, 1960).
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 121
İmalatın gıda ve düşük düzeyli teknolojik ürünlerden nitelikli, katma değer yaratan, gelir
talep esnekliği yüksek ve teknolojik yayılmaya katkı sağlayacak ürünlere doğru dönüşüm
gerçekleştirilememesi imalat sektörünün önünde bir engel olarak değerlendirilebilir. Türkiye
bu dönemde düşük teknoloji ürünlerinin payını azaltıp orta teknoloji ürünlerinin payını artırmış
ancak aynı başarıyı ileri teknoloji üretimi ve ihracatında gerçekleştirememiştir. Türkiye’nin
2013 yılı itibariyle ihracatın içerisindeki ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 3’ler
civarındadır. Dolayısıyla Türkiye bu durumuyla orta gelir tuzağından çıkamama sorunsalıyla
karşı karşıyadır (Yeldan vd. 2012). Son dönemlerde ileri teknoloji üretimi ve ihracatıyla
dikkatleri çeken ve kısa sürede orta gelir tuzağından çıkan Güney Kore’nin ileri teknoloji
ürünü ihracatı toplam ihracatın yüzde 26’sı seviyelerindedir. İmalat sanayinin kilit sektör
olması durumunda ekonomik gelişmeyi de hızlandıracağı açıktır. Türkiye imalat sanayinin
yarattığı katma değer 1980-2011 arasında 5 kat artarken, aynı dönemde Güney Kore’de 13 kat
ve Çin’de 23 kat artmıştır. Bu süre içerisinde imalat sektörünün yarattığı katma değer artışı,
Güney Kore ve Çin’den daha az seviyede kalmıştır (Onuncu Kalkınma Raporu, 2014-2018: 8).
Türkiye’nin imalat sektörünün niteliğini artırmak için son dönemlerde bir dizi önlem
aldığı ve bu yapısal dönüşümü hızlandırmak için bir dizi reformu uygulamaya koyduğu
görülmektedir. Bu önlemlerin başında, yurt dışında teknoloji önderliği yapan firmalara nitelikli
beyin göçünün tersine göçe çevrilmesi için sosyoekonomik şartların iyileştirilmesi çalışmaları
gelmektedir. Siyasi otorite, 2023 hedefleri doğrultusunda imalat sanayi ihracatının payını
artırmanın yanında imalat içerisindeki ileri teknoloji ürünlerinin payını da artırmayı
hedeflemektedir. G. Kore’de bilgi ve iletişim teknolojileri (BİT)’nin imalat sektörü içerisindeki
payının 1995-2006 döneminde yüzde 16’dan yüzde 21,1’e çıkarılması önemli ipucu
oluşturmaktadır (Arslanhan ve Kurtsal, 2010:6).
Türkiye’de dış ticaret içerisinde tarım ürünlerinin payına baktığımızda, istihdamın yüzde
23’lere varan oranını oluştururken ihracatın ancak yüzde 7’lere varan kısmını
sağlayabilmektedir. Türkiye’de halen yüksek istihdam yaratmasına karşılık tarımda verimin
düşük olmasından ve endüstriyel tarımda istenen gelişmenin sağlanamamasından ihracattaki
payı düşük seviyelerde seyretmektedir. (TÜİK, 2014).
İktisat literatüründe genel yaklaşım ülke geliştikçe tarım ürünlerinin ihracat payı
azalırken sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payının artacağı yönündedir (Fisher, 1939;
Clark, 1957: 493–495; Kenessey, 1987: 362). Türkiye’de tarımsal ürün ihracatı içerisinde
halen işlenmemiş maden ve hammaddelerin bulunması tarımın GSYİH içerisindeki öneminin
devam etmesine sebep olmaktadır. Buna karşılık Türkiye’de işlenmiş ve katma değeri yüksek
endüstriyel tarım ürünleri ithalatı da yüksek seviyelerdedir. Bu durum hem nüfus artışının hem
de tarımsal ürün talebinin önemini koruduğunu göstermektedir. Türkiye’de devam eden
tarımsal ürün ithalatı bağımlılığının sebepleri olarak küresel ısınmanın sebep olduğu
olumsuzluklar, tarım sektöründe uygulanan yanlış politikalar ve tarım üretiminin iç talebi
karşılayamaması karşımıza çıkmaktadır.
4.3. Sektörlerin GSYH içindeki payları
Az gelişmiş ülkelerde gelişme süreciyle birlikte sektörlerin GSYH paylarında da
dönüşümlerin yaşanacağı önde gelen teorik yaklaşımlar tarafından ortaya konulmaktadır.
Örneğin Fisher (1939) üretim faaliyetlerini üçlü yapıda analiz etmiştir. Ekonomik büyümenin
ilerleyen aşamalarında üretim faaliyetleri yapısının da değişeceği ortaya konulmuştur (Clark,
1940). Özellikle Clark, büyüme sürecinin devam etmesi ve ülkede üretim kapasitesinin ve milli
gelir artışının gerçekleşmesi sonucu birincil sektör olan tarımın milli gelir içerisindeki payı
azalırken, sanayi ve sonraki aşamada üçüncül sektör olan hizmetlerin milli gelir içerisindeki
payının artacağını açıklamaktadır. Bu dönüşümün neden tarım sektöründen sanayi sektörüne
doğru olacağı iki önemli sebebe dayandırılmaktadır. Bunlardan birincisi, gelir arttıkça talebin
birinci ürünlerden sanayi ürünlerine doğru kayması, ikincisi ise sanayi sektöründeki verimlilik
artışının tarım sektörüne göre daha hızlı artmasıdır. Bu gelişimi son dönemlerde gerçekleştiren
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 122
ülkelerin başında G. Kore gelmektedir. G. Kore’de tarım sektörünün GSYİH payı hızlı bir
düşüşe geçmiştir. Özellikle 1970 sonrası sanayinin GSYİH payı hızlı bir artışa geçmiş, yüzde
40 seviyesinin üstüne çıkarmıştır (Arslanhan ve Kurtsal, 2010:4)
Türkiye’nin 2013 yılı itibariyle tarım, sanayi ve hizmet sektörünün GSYH payları sırasıyla
yaklaşık yüzde 9, yüzde 35 ve yüzde 56 seviyelerindedir (TÜİK, 2014). Bu durumun gelişmiş
ülkelerin sektörlerinin GSYH paylarına uyumdan uzak olduğu görülmektedir. Bunun en
belirgin göstergesi tarım sektöründe görülmektedir. Tarım sektörünün yarattığı istihdam yüzde
25’ler civarında iken GSYH payı yüzde 9 civarında seyretmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise
tarımın GSYH payı istihdam yaratma kapasitesi açısından yüzde 3’lerin altındadır (TÜİK,
2014). Türkiye’de tarım sektörünün yüksek istihdam yarattığı ve bu istihdam kapasitesine
rağmen düşük milli gelir payına sahip olduğu için teorilerden ve gelişmiş ülke trendlerinden
sapmalar yaşandığı söylenebilir.
4.4. İstihdamın Sektörel Dağılımı
Ülkenin gelişme trendinde yapısal dönüşümün diğer parametresi sektörlerin istihdam
paylarındaki değişimdir.
Grafik 3. Sektörlerin İstihdam Payları 1996-2013
Veriler incelendiğinde tarımın ve sanayinin istihdam payı düşerken hizmetlerin istihdam
payı artış göstermiştir (Grafik 3). Teoriler neden tarım sektöründen sanayi sektörüne ve oradan
da hizmetler sektörüne istihdam kayması yaşanması gerektiğini tarım sektörünün sanayi
sektörüne nispeten daha düşük verim göstermesi temeline dayandırmaktadır. Türkiye’de sanayi
sektöründe kişi başına düşen katma değerin tarım sektöründen dört kat fazla olması bunu
doğrulamaktadır (Acar, 2009). Bu yaklaşımlar doğrultusunda kaynakların verimsiz olduğu
alanlardan verimli olduğu alanlara kaydırılması rasyonel bir süreç olarak görülmektedir. Yukarıdaki grafik verilerine göre (Grafik 3), Türkiye’de hizmet sektörü istihdam oranı
incelenen zaman dilimi içerisinde artış göstermiştir. Bu durum ise gelişmiş ülkelerin yapısal
dönüşüm süreçlerine benzerlik göstermektedir. Ancak gelişmekte olan bir ülke olarak
Türkiye’nin sektörel istihdam dağılımında tarımdan sanayiye oradan hizmetlere aşamalı geçiş
beklenirken, istihdam yaratan sektör hızlı bir şekilde hizmet sektörü olmuştur. İktisat
literatüründe bu durum istihdamsız büyüme olarak ifade edilir. Türkiye açısından istihdamsız
büyümenin boyutları hakkında yapılan bazı çalışmalara baktığımızda sorunun boyutları
görülmektedir. Bu yapısal dönüşüm süreci iyi kontrol edilemediği takdirde tarımdan hizmet
sektörüne doğru evrilme aşamasında tarımda açığa çıkan aşırı işgücü arzı imalat ve hizmet
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 123
sektörleri tarafından istihdam edilemezse bu durum ülkede işsizlik oranlarının artmasına sebep
olacaktır (Yeldan, 2010). Bu çalışmalardan Sönmez (2010)’e göre, özellikle 1990 sonrası
yoğun olarak yaşanan düşük kur yüksek faiz politikaları sonucu ortaya çıkan kısa vadeli sıcak
para artışıyla büyüme reel sektör dışı istihdam yaratmadan gerçekleşmiştir. Diğer bir çalışma
ise Suiçmez (2007) tarafından gerçekleşmiştir. Çalışmasında ortaya koyduğu sonuç,
Türkiye’de büyümenin teknolojik ve verimlilik tabanlı olmadığından işgücünün istihdamının
eksik düzeylerde kaldığıdır.
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bu çalışmada 1996-2013 yılları arasında Türkiye’de yapısal dönüşümün, teorilerin
öngördüğü yapısal dönüşüm yaklaşımlarına uyum gösterip göstermediği değerlendirilmiştir.
Çalışmada elde edilen sonuçlar yapısal dönüşüm yaklaşımları doğrultusunda
değerlendirildiğinde; Türkiye’de teorilerden sapmaların yaşandığı görülmüştür. Türkiye’nin
yapısal dönüşümü Clark (1957) ve Lewis (1954)’in çalışma öngörüleri çerçevesinde
değerlendirildiğinde, sanayi ve hizmet sektörleri istihdam payları artış gösterse de, bu istihdam
artışının yarattığı reel büyümenin gelişmiş ülke trendlerinin gerisine düştüğü söylenebilir.
İstihdamın tarım sektöründen sanayi ve hizmetler sektörüne doğru evrilmesi için özellikle
sanayi ve hizmet sektörlerinde reel büyüme sağlayacak istihdam politikalarına öncelik
verilmesi önem arz etmektedir. Bu bağlamda politika yapımcılarının uzun vadeli tarım
planlarını istihdam şişmesinin ötesinde verimi artıracak, ve teknolojik dönüşümleri sağlayacak
şekilde yapılandırmaları gerektiği önemini korumaktadır. Sanayi politikalarında ise özel sektör,
AR-GE yatırımları ile ileri teknoloji üretecek yönde teşvik edilmelidir. Hizmet sektörünün aşırı
istihdam yaratmasının ötesinde uluslararası standartlarda hizmet ihracatı sağlayacak ve gelir
getirecek alanların desteklenmesi gerektiği belirgin hale gelmektedir.
Aynı şekilde elde edilen değerlendirme sonuçlarına göre, sektörlerin GSYİH paylarının
gelişmiş ülke verilerinin gerisinde kaldığı görülmüştür. Tarım sektörünün 2014 yılı itibariyle
yarattığı milli gelir payı yaklaşık yüzde 7,1 seviyelerindedir. Aynı şekilde tarım sektörü
istihdamın yüzde 21,4’ünü oluştururken milli gelir payının yüzde 7,2’lerde olması (TÜİK,
2014), teorilerin öngördüğü tarım sektöründe verimin düşük olduğunu aynı zamanda
Türkiye’de gelişmiş ülkelerin teknolojik yapısına ulaşmada gecikmelerin yaşandığını ortaya
koymaktadır (Fisher, 1939; Clark, 1957). Tarımın istihdam ve GSYİH paylarını genel anlamda
değerlendirdiğimiz zaman Türkiye’nin teorilerin öngördüğü yapısal uyumdan sapmalar
yaşadığı görülmektedir. Bu sapmanın iyileştirilmesinde, tarım sektöründe verim artışı
sağlayacak teknolojik altyapının geliştirilmesi ve bu yönde oluşturulacak kamu politikaları
önem arz etmektedir.
Çalışma bulguları genel anlamda değerlendirildiğinde Türkiye’de; sektörlerin istihdam,
dış ticaret ve GSYH payları açısından gelişmiş ülke yapılarından sapmaların yaşandığı
görülmektedir. Türkiye’de özellikle dış ticaret yapısında gelişmiş ülke trendlerinden ciddi
sapmaların yaşanması dış ticaretin sürdürülebirliliği konusunda riskler taşımaktadır.
Türkiye’nin ihraç ettiği ürünler içerisinde ileri teknoloji ürünlerinin payının toplam ihracatın
yüzde 3’ler seviyesinde olması buna karşın bu rakamın gelişmiş ülkelerde yüzde 20’lere
ulaşması yapısal dönüşümün seviyesi hakkında bilgi vermektedir. Dolayısıyla etkin bir yapısal
dönüşümün gerçekleşme dinamiklerinin, ileri teknoloji ürünleri ihracatına dayalı imalat
sektörünün geliştirilmesine dayandırılmasına karşın (Fisher, 1939; Clark, 1940; Chenery, 1960;
Özgen ve Yenipazarlı, 2002), Türkiye’nin dış ticaret yapısının bu öngörülerin gerisinde kaldığı
sonucuna ulaşılmıştır. Bu dönüşümün özellikle ileri teknoloji ürünlerinin üretilmesi ve bu
ürünlerin uluslararası pazarlarda alıcı bulmasıyla ekonomik gelişimi daha da olumlu
etkileyeceği önde gelen çalışmaların ortak sonucudur (Posner,1961; Clark, 1957). Ülkelerin az
gelişmişlikten kurtulma şartı çok sayıda iktisadi yaklaşım tarafından formüle edilmiş, bu
yaklaşımlar; sektörel dönüşüm, verimlilik ve pazar genişlemesi olarak kurgulanmıştır (Weiss
ve Hobson, 1999; Hausmann ve Rodrik, 2003; Shapiro, 2007; Rodrik, 2004; Chang, 2012;
Krugman,2001; Stiglitz, 2000).
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 124
KAYNAKLAR
Acar, O. (2009). Türkiye Ekonomisindeki Yapısal Dönüşümün Dinamikleri, Uluslar arası Ekonomik
Sorunlar Dergisi, Sayı: XXXI
Adelman, I. ve Morris, C. T. (1967). Society Politics an Economic Development: A Quantitative
Approach, Johns Hopkins University Press, Baltimore.
Aktaş, C. (2009). “Türkiye’nin İhracat, İthalat ve Ekonomik Büyüme Arasındaki Nedensellik Analizi”
Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (18) 2009/2.
Altvater, E. (1984). “Neo-Liberal Karşı Devrimin Hiç de Gizli Olmayan Çekiciliği”, Çev: N. Satlıgan,
İktisat Dergisi, Sayı: 241.
Amin, S. (1991). Eşitsiz Gelişme, Çev: A. Kotil, Arba Yayınları, İstanbul.
Ankara Ticaret Odası, www.atonet.org.tr, Gümrükte Kuşatma. (Erişim Tarihi: 10.02.2015)
Arslanhan, S. ve Kurtsal, Y. (2010). Güney Kore İnovasyondaki Başarısını Nelere Borçlu? Türkiye İçin
Çıkarımlar, TEPAV Politika Notu, (Erişim Tarihi: 01.02.2015)
http://www.tepav.org.tr/upload/files/12858286955.
Avrupa Birliği Bakanlığı, www.ab.gov.tr, Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi, Erişim: 17.02.2015
Balassa, В. (1967). Trade Creationand Trade Diversion in the European Common Market. The
Economic Journal, vol. 77.
Barro, R.J. (2000). “Inequality and Growth in a Panel of Countries”, Journal of Economic Growth,
Volume 5.
Bhagwati, J. (1994). "Threatsto the World trading System: Income Distribution and the Selfish
Hegemon" Journal of International Affairs, Spring
Bauer, P. (1956). Lewis’ Theory of Economic Growth: A Review Article. American Economic Review
46(4): 632-41. Reprinted in Bauer (1972).
Bulut, M. (1999). "XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Hollandalı Tüccarların Osmanlı Bölgelerindeki
Faaliyetleri", Osmanlı cilt. 3, Yeni Türkiye Yay. Ankara.
Chenery, H.B. (1960): ‘Patterns of Industrial Growth’, American Economic Review, Cilt 50, Sayı 4.
Clark, C (1940). “The Conditions of Economic Progress”.
Clark, C. (1957). The Conditions of Economic Progress, 3.Edition, London, Macmillan.
Çeştepe, H., Yıldırım, E., Bayar, M. (2013). Doğrudan Yabancı Yatırım, Ekonomik Büyüme ve Dış
Ticaret: Toda-Yamamoto Yaklaşımıyla Türkiye’den Nedensellik Kanıtları, Akdeniz Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 13, Sayı 27.
Demirhan, E. (2005). “Büyüme ve İhracat Arasındaki Nedensellik İlişkisi: Türkiye Örneği” Ankara
Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Cilt 60, Sayı 4.
Dodaro, S. (1993). “ExportsandGrowth: A Reconsideration of Causality”, TheJournal of Developing
Areas.
Fisher, A (1939) Production: Primary, Secondary and Tertiary, Economic Record
Frankel, J. ve Romer, D. (1999). “Does Trade Cause Growth?”, American Economic Review, 89.
Friedman, M. (1998). "A Comment on CSWEP," Journal of Economic Perspectives, American
Economic Association, vol. 12(4).
Gerni, C., Emsen, Ö.S. ve Değer, M.K. (2008). İthalata Dayalı ihracat ve Ekonomik büyüme: 1980-2006
Türkiye Deneyimi, 2. Ulusal İktisat Kongresi, 20-22 Şubat 2008, DEÜ İİBF İktisat Bölümü, İzmir.
http://www.deu.edu.tr/userweb/iibf_kongre/dosyalar/deger.pdf. (Erişim Tarihi: 29.01.2015).
Grossman, G. M. & Helpman, E. (1993). "Trade Wars and Trade Talks," NBER Working Papers 4280,
National Bureau of Economic Research, Inc.
Güngör, B. ve Kurt, M. (2007). “Dışa Açıklık ve Kalkınma İlişkisi (1968 – 2003): Türkiye Örneği”
Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Cilt:21, Erzurum.
Hausmann, R. and Rodrik, D. (2003). ”Economic development as self-discovery. ” Journal of
Development Economics, Volume 72.
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 125
Kaynak, M. (2001). Kalkınma İktisadı, Gazi Kitabevi, Ankara.
Kavoussi, R.M. (1984). “Export Expansion and Economic Growth: Further Empirical Evidence”,
Journal of Development Economics, Vol. 14.
Kazgan, G. (1988). Ekonomide Dışa Açık Büyüme, Son Gelişme ve Rakamlarla Güncelleştirilmiş 2.
Basım, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul.
Keesing, D.B. (1966). Labor Skills and Comparative Advantage. American Economic Review, 56(1/2).
Kenen, P.B. (1965). Nature, Capital and Trade. Journal of Political Economy, 73(5).
Kenessey, Z. (1987) “The Primary, Secondary, Tertiary And Quaternary Sectors Of The Economy”, The
Review of Income and Wealth, Review of Income and Wealth, Volume 33, Issue 4.
Kıran, B. ve Güriş, B. (2011). “Türkiye’de Ticari ve Finansal Dışa Açıklığın Büyümeye Etkisi: 1992-
2006 Dönemi Üzerine Bir İnceleme” Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11, Sayı:2,
Eskişehir.
Krueger, A. O. (1997). Trade Policy and Economic Development: How We Learn The American
Economic Review, Vol. 87, No. 1.
Krugman, P. (1979). “Increasing Returns, Monopolistic Competition and International Trade”. Journal
of International Economics, Vol. 9.
Krugman, P. (2001). Other’s People’s Money, The New York Times, July 18.
Lal, D. (1987). Markets, Mandarins, and Mathematicians. Cato Journal 7 (1).
Lewis, W.A. (1954). Economic Development with Unlimited Supplies of Labour”, Manchester School
of Economic and Social Studies 22:139-91, Çev.: Metin Berk, Ankara:Orta Doğu Teknik
Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Yayınları (1966), Ankara. Kuznets, S. (1963). “Quantitative
Aspects of the Economic Growth of Nations”, Economic Development and Cultural Change, 11(2).
List, F. (1841). The National System of Political Economy, 1841’de yayınlanan Almanca aslından
Sampson Lloyd tarafından 1885’te çevirilen İngilizcesinden alıntı, Longmans, Green, and Company
London; Chang, H.J. (2002). Kicking Away the Ladder – Development Strategy in Historical
Perspective, Anthem Press, London. Chang, H.J. (2003), Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü,
Çev: Tuba Akıncılar Onmuş İletişim Yay. İst. ). Aktaran: Chang, H.J. 2003. ’Sanayileşmenin Gizli
Tarihi’
Little, I. M. (1961). Review of P. Bauer: Indian Economic Policy and Development. Economic Journal
72.
Marangos, J. (2008), “The Evolution of the Anti-Washington Consensus Debate: From ‘Post-
Washington Consensus’ to ‘After the Washington Consensus’, Competition & Change, Vol. 12, No.
3, September 2008. Aktaran: Tekgül, Y. ve Cin M.F. (2014).
Marangos, J. (2009), “The Evolotion of theTerm ‘Washington Consensus’”, Journal of Economic
Surveys Vol. 23, No. 2. Aktaran: Tekgül, Y. ve Cin M.F. (2014).
Onuncu Kalkınma Planı Öncelikli Dönüşüm Programları Eylem Planları
(1c),http://www.kalkinma.gov.tr/Pages/content.aspx?l=aef6c539-6ca3-484c-aea6-
ea4551a35a71&i=686. (Erişim Tarihi: 31.01.2015).
Onuncu Kalkınma Raporu, 2014-2018, Özel İhtisas Komisyonu Raporu,
http://www.kalkinma.gov.tr/Lists/zel%20htisas%20Komisyonu%20Raporlar/Attachments/247/%C4
%B0malat%20Sanayiinde%20D%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCm%20%C3%96zel%20%
C4%B0htisas%20Komisyonu%20Raporu.pdf. (Erişim Tarihi: 01.02.2015).
Öz, S. (2009). Kriz ve Korumacılık: Tarih Tekerrür Edecek mi?
Özgen F.B. ,Yenipazarlı A. (2002). "Globalizasyon Hakkındaki Doğru", Liberal Düşünce Dergisi, Yıl 7,
Sayı 27.
Parasız, İ., (2008). Ekonomik Büyüme Teorileri, Ezgi Kitabevi, 3. Baskı, Bursa.
Posner, M. V. (1961). “International Trade and Technical Change”, Oxford Economic Papers.
Prebisch, P. (1962). The Economic Development of Latin America and Its Principal Problems,
Economic Bulletin for Latin America.
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 126
Rivera-Batız, L. And Romer, P. (1991). "Economic Integration and Endogenous Growth", Quarterly
Journal of Economics, 106 (2).
Rodrik, D. (2012). "Who Needs the Nation State?," CEPR Discussion Papers 9040, C.E.P.R. Discussion
Papers.
Shapiro, C. (2007). Patent Reform: Aligning Reward and Contribution, Working Paper 13141,
http://www.nber.org/papers/w13141.pdf. (Erişim Tarihi: 12.03.2015).
Simon, J. L. (1970). "The Concept of Causality in Economics", Kyklos, Vol. 23, Fasc. 2.
Singer, H. (1950). “The Distributions of Gains Between Investing and Borrowing Countries”, American
Economic Review, Papers and Proceedings, Vol. 40.
Soyak, A. (2003) Türkiye’de İktisadi Planlama: DPT’ye İhtiyaç var Mı? Doğuş Üniversitesi Dergisi,
Cilt 4, Sayı 2.
Sönmez, M. (2010). “Krizle Büyüyen İşsizlik, Güvencesizleştirme”, Özgürlük Dünyası, Sayı.214,
http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/36-sayi-214/308-krizlebuyuyen-issizlik-guvencesizlestirme.
(Erişim Tarihi: 06.01.2014).
Stiglitz, J. (2000). Capital Market Liberalization, Economic Growth and Insatability, World
Development, Vol28, Issue6.
Stolper, W.F., & Samuelson, P.A. (1941). “Protection and Real Wages”, The Review of Economic
Studies, Volume 9, Issue 1.
Suiçmez, H. (2007). “Türkiye’de Ekonomik Büyüme ve Verimlilik Artış Performansı Işığında Nasıl Bir
Kalkınma Politikası Benimsemeli?”, İşveren Dergisi,
http://www.tisk.org.tr/isveren_yazdir.asp?yazi_id=1618&id=84&baslik_id=&yapi=&gecerli_sayfa
=. (Erişim Tarihi: 07.11.2012)
Şimşek, M. (2003). “İhracata Dayalı Büyüme Hipotezinin Türkiye Ekonomisi Verileri İle Analizi: 1960
– 2002” D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:18, İzmir.
Taban, S. ve Kar, M. (2014). Kalkınma Ekonomisi, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa
Taylor, T. (2002). “The Truth About Globalization”, (Çeviren: F.B. Özgen Ve A. Yenipazarlı), Liberal
Düşünce, Yıl:7, Sayı:27.
Tekelioğlu, M. (1993). İktisadi Düşünceler Tarihi, Çukurova Üniversitesi Basımevi, Adana.
Tekgül, Y. ve Cin, M.F., (2014). ‘Neoklasik Paradigma Olarak Washington / Post Washington
Uzlaşısının Yükselişi ve Düşüşü: Post Keynesyen Alternatif Yaklaşım’, International Conference on
Eurasian Economies (2014) Bildirileri, İstanbul: Beykent Üniversitesi.
TÜİK, Veri Tabanları,
http://www.tuik.gov.tr/PreTabloArama.do?metod=search&araType=vt.(Erişim Tarihi: 01.11.2014).
Tüsiad-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu Çalışma Raporu Serisi 0904,
http://core.kmi.open.ac.uk/download/pdf/6504362.pdf. (Erişim Tarihi: 16.09.2014).
Weiss, L. & Hobson, J. M.(1999). Devletler ve Ekonomik Kalkınma, Karşılaştırmalı Bir Tarihsel Analiz,
çev. K. Dündar, Dost Yayınları, Ankara.
Yeldan, E., Taşçı, K., ve Voyvoda, E. (2012). Orta Gelir Tuzağından Çıkış: Hangi Türkiye?
http://turkonfed.org/Files/ContentFile/ogt-1sektorel_analiz.pdf. (Erişim Tarihi: 02.11.2014).
Yeldan, E. (2010). İstihdamsız Büyüme, Esnek İşgücü,
http://yeldane.bilkent.edu.tr/Yeldan251_24Sub10.pdf. (Erişim Tarihi: 02.08.2015).
Yükseler, Z. ve Türkan, E. (2008). Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında Dönüşüm Küresel
Yönelimler ve Yansımalar, TÜSİAD-T/2008-02/453, Mikado Matbaacılık, İstanbul
Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 127
Extended Abstract
1. INTRODUCTION
In developing countries one of the most important problems occurs in structural transformation
process. Structural transformation means sectoral employment and GDP shares convert to industry and
services from agriculture (Yeldan, 2010). Moreover structural transformation theories have foreseen that
production convert to capital goods from consumption goods in manufacturing sector. Hence, in
transformation process agriculture sector becomes smaller. This situation must be compensated with
productivity increase in agriculture sector and production of high technology goods in industry and
services sectors. Accordingly, GDP and external trade shares of industry and services sectors increase.
Basic economic approaches determine the reasons of transformation from agriculture to
services. First of these approaches put forward income elasticity of demand of agriculture goods is lower
than industry and high technology goods (Fisher, 1939). Second one brings forward when countries
GDP values increase, aggregate demand alter to industry and high technology goods relatively. The last
one determines international terms of trade always move along opposed to agriculture goods (Singer,
1950; Prebish, 1962). Transformation of production from agricultural goods to high technology goods is
important for developing countries in liberation from external dependence.
This study evaluates structural transformation of Turkey from 1996 to 2013. In this study,
changes of external trade, GDP and employment shares of sectors are examined. It is analyzed that
whether structural transformation of Turkey is parallel to development theories or not with graphs.
Moreover, structural transformation of Turkey is examined along new period external trade and
development approaches.
2. LITERATURE
The first theoretical principal of structural transformation put forward by Allen G. B. Fisher
and Colin Clark. This principal holds “Clark-Fisher Hypothesis”. It emphasizes that; countries must
provide specialization in agriculture (primary) sector, industry (secondary) sector and services (tertiary)
sector and capital stock with technological progress for acceleration of economic development. Capital
stock is invested to industry sector which is productive and provides more employment than agriculture
sector. In Kuznets’ approach it can be seen that while countries become more developing, capital stock
convert to mining and manufacturing primarily, transportation, communication, trade, services
management of public and private afterwards (Kenessey, 1987:362). Hence, result of structural
transformation, employment and GDP shares of sectors convert to industry and services from agriculture
and economic development of countries accelerate (Fisher, 1939; Chenery, 1960:624-654; Clark,
1957:493-495). All the same result of international expansion export incomes increase and this
increasing affect distribution of income positively (Stolper-Samuelson, 1941:58-73).
Approach which is named Singer-Prebish thesis especially in literature bring forward that goods
produced by developing countries have low income elasticity of demand, don’t provide income
increasing and international terms of trade break down opposed to these countries (Singer, 1950;
Prebish, 1962; Kazgan, 1988:50-53). Hence, developing countries are dependent on import because they
can’t produce high technology goods which affect international terms of trade positively. Consequently,
foreign trade deficit and foreign exchange gap occur. Technology, proficiency and productivity don’t
increase result of specialization on primary (low technology) goods in these countries (Kavoussi,
1985:379).
3. FINDINGS
Pattern of trade of Turkey is import intense especially. In 1996 and 2013, export of Turkey is
23, 5 billion dollars, 152 billion dollars and import of Turkey is 43, 5 billion dollars and 252 billion
dollars respectively. Export increased about % 650 and import increased about % 570 in the meantime.
Especially increasing in import shows that export is dependent on import. Import assigns external trade
because most of export goods are dependent on intermediate goods and capital goods inputs (Gerni vd.,
2008). In spite of import frame export goods are dominated by consumption goods (Acar, 2009).
Furthermore income elasticity of demand of export goods of Turkey is low and these are middle
technological goods (Gerni vd., 2008).
Export share of high technology goods is about %3 in Turkey, in 2013. Hence, Turkey come
across middle income trap in this situation (Yeldan vd., 2012). South Korea which get rid of middle
income gap in short time take attention by producing and exporting of high technology goods, its share
Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 128
of high technology goods about % 26 in export. It is clear that developing of manufacturing sector
enhances economic progress. While added value of manufacturing sector of Turkey increase about %500
from 1980 to 2011, this increasing in South Korea and China %1300, %2300 respectively. Added value
of Turkey lower than South Korea and China in the meantime ( The Tenth Development Plan, 2014-
2018:8).
General approach in economics literature put forward that when countries become more
developed export share of agricultural goods decrease while industry goods increase (Fisher, 1939;
Clark, 1957: 493-495; Kenessey, 1987:362). However opposed to theoretical approaches export of
agriculture goods is high in Turkey currently. This case shows that there is deviation from developed
countries trend in Turkey. GDP share of agriculture is important currently because export of agriculture
goods contain unprocessed mineral and raw material. On the other hand import share of processed and
high value added agriculture goods are high in Turkey. This case shows that population increase and
demand of agriculture goods maintain their importance. Reasons of dependency of agricultural goods
import are wrong policies in agriculture sector and suboptimal agriculture production.
GDP shares of agriculture, industry and services are about % 9, % 35, % 56 respectively in
Turkey, in 2013 (Turkstat, 2014). These shares are far from developed countries’ and the most
significant indicator for this case is agriculture sector. While employment share of agriculture sector is
about % 25 GDP share of agriculture sector is about % 9. Employment share of agriculture sector is less
than % 3 in developed countries (Turkstat, 2014). In Turkey there is deviation from theories and
developed countries trends because employment share of agriculture sector is high and GDP share of
agriculture sector is low.
It is expected that there is a gradual change in sectoral employment distribution of Turkey but
services sector dominate employment mercurially. This case is expressed jobless growth in literature.
There is many studies about Turkey’s jobless growth and the importance of this problem is seen in these
studies. If structural transformation process isn’t checked well, excessive labor supply which appear in
agriculture sector can’t be hired in industry and services sectors. So unemployment rates increase
(Yeldan, 2010).
4. CONCLUSION
In this study it is examined that whether structural transformation in Turkey from 1996 to 2013
parallel to theories or not. Results are evaluated according to structural transformation approaches and it
is seen that there is deviation from theories. Structural transformation of Turkey is analyzed according to
Clark’s (1957) and Lewis’ (1954) approach and it can be said that although employment shares of
industry and services sectors increase, real economic growth which consists of this increasing is lower
than developed countries trends. Therefore it is important that policymakers provide sectoral
productivity increasing and technological transformation in agriculture sector. Private sector is supported
with R&D investments in order to produce high technology goods in industry sector. Finally services
sector is supported in order to export services in international standard and GDP increasing.
When study findings are evaluated in general terms, it can be said that employment and GDP
shares of sectors and foreign trade deviate from developed countries structures. Especially significant
deviations in foreign trade have risk about sustainability of foreign trade.
Hence, although effective structural transformation is based on export of high technology goods
and developed industry sector (Fisher, 1939; Clark, 1940; Chenery, 1960; Özgen ve Yenipazarlı, 2002),
structure of Turkey’s foreign trade get behind the foresights. It is common result in primer frameworks
that production of high technology goods and marketing these goods in international market have
positive affect on economic progress (Posner, 1961; Clark, 1957). There is lots of economics approach
about liberation from underdevelopment. These approaches are built on sectoral transformation,
productivity and market expansion (Weiss ve Hobson, 1999; Hausmann ve Rodrik, 2003; Shapiro, 2007;
Rodrik, 2004; Chang, 2012; Krugman, 2001; Stiglitz, 2000).
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 129-140
Doğu Karadeniz Bölgesi Lojistik Köyünün Bölgesel Entegrasyonu Ve
Uluslararası Rekabet Gücü: Türkiye
Regional Integration And International Competitiveness Of Eastern
Black Sea Region Logistics Village: In Turkey
Filiz KARPUZ 1,*
ÖZ: Bu çalışmanın amacı Doğu Karadeniz Bölgesinde kurulacak lojistik köyün Türkiye’nin doğusunda yer
alan ülkeler ile entegrasyonunu artırarak uluslararası rekabet gücüne sağlaması muhtemel katkıları incelemektir.
Lojistik köyün Türkiye’nin hedeflediği dış ticaret hacminin genişletilmesine hız kazandıracağı düşünülmektedir.
Doğu Karadeniz Bölgesinde lojistik köy kuruluş yeri seçimi ve özellikle bölgenin lojistik öneminin
değerlendirilmesi litedatür incelenmesi ile gerçekleştirilmiştir. Gelişmekte olan ülkelerin bölge üzerinden küresel
pazarlara yakınlaşması zaman ve maliyet tasarrufu ve bunlarla bağlantılı olarak rekabet avantajı sağlayacaktır. Bu
avantajlar bölgenin ulaşım ve lojistik önemini bölgesel, ulusal ve küresel boyutta arttırmaktadır. Lojistik köylerin
kuruluşları sabit sermaye ve altyapı yatırımı gerektirdiğinden finansman yapısında kamu-özel sektör işbirliği
faaliyetleri ile uygulamaya geçilmesi beklenmektedir. Ayrıca ülkeler arası ticareti olumsuz yönde etkilememesi
bakımından güvenlik, ulaşım altyapısı, mevzuat değişiklikleri gibi sorunların aşılması gerekir.
Anahtar Kelimeler: Lojistik Köy, Türkiye, Doğu Karadeniz Bölgesi, Rize (İyidere).
ABSTRACT: This study aims to prospect that the logistics village to be established in the Eastern Black
Sea Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration with Turkey's
eastern neighbour countries. The logistics village is expected to accelerate the expansion of Turkey's foreign trade
volume. The selection of the logistics village's location in the Eastern Black Sea Region and the evaluation of the
logistical importance of the region have been achieved by an examination of the literature. As the developing
countries get closer to the global market through the region, cost and time savings and thereby a competitive
advantage can be achieved. These advantages increase the transportational and logistical importance of the region,
both nationally and globally. Since the construction of the logistics villages require fixed capital and infrastructure
investments, it is expected to be implemented through public-private partnership activities for financial issues. In
addition, the problems such as safety, transport infrastructure and legislative changes must be overcome so that the
international trade will not be adversely affected.
Keywords: Logistics Village, Turkey, Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere).
1 * Ph.D. candidate of Business Administration,
Southern University - IMBL, Rostov-on-Don (Russia)
* Lecturer of the Fındıklı Vocational High School, Department of Business Administration,
Recep Tayyip Erdogan University, Rize (Turkey)
email: [email protected]
Filiz KARPUZ 130
1. INTRODUCTION
Turkey has a strategic and geopolitical position which bridges Asia and Europe. Also, it
is a country surrounded on three sides by the sea with a developing transport infrastructure, an
expanding foreign trade volume and a position close to emerging economies. The growth
recorded in imports and exports has increased the value of the logistics sector in the globalized
world and Turkey. In order to ensure supremacy in global competition, the cost-effectiveness
must be achieved, the supply chain management efficiency must be increased and logistical
operations must be successful. The Logistics sector being one of the service sectors is the basis
for freight and passenger transport between the continents. The growth rate which Turkish
logistics sector has attained in foreign trade since the 2000s, enables it to be a dynamic sector
attracting local and foreign investors. However, Turkey can not make use of this potential
adequately. It is seen that the construction of the logistics villages has had a large space in the
transportation strategies of Turkey's targets in 2023. The construction of the logistics villages
and the activities to put them into service has been continuing rapidly.
The logistics villages/bases/centers which are the areas where the operative needs of the
enterprises can be met, come up frequently in the world and in our country and their number is
increasing rapidly. As our country is situated at the intersection of the east-west and north-
south axis on earth, it could be said to have the potential to become a regional power. The
Eastern Black Sea Region is an important area in terms of logistical activities carried out
through Turkey and transportation corridors.
This study aims to prove that the logistical village to be established in the Eastern Black
Sea Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration
with Turkey's eastern neighbour countries. The logistics village is expected to accelerate the
expansion of Turkey's foreign trade volume. The study is discussed in four parts. In the first
part; the information about the concept of logistics, logistics villages and their general
characteristics is given. In the second part, the development of logistics villages and the
logistics sector in Turkey are described. In the third part; the regional integration of the Eastern
Black Sea Region logistics village has been mentioned and the work has been completed with a
general evaluation in conclusion.
2. THE CONCEPT OF LOGISTICS, THE CONCEPT AND THE STRUCTURE
OF LOGISTICS VILLAGE
2.1. The Definition of Logistics
It was derived from the Greek word "logistikos" meaning "the science of accounting"
and also means "being good at accounting" (lojistikdunyasi.com). It is a word came out of the
process in which the soldiers in Ancient Greek, Roman, Byzantine civilizations meet their
needs by themselves (Logisticsworld.com). According to another definition, it is a term related
to the activity of moving equipment, supplies and people for military operations (Oxford
Advanced Learner's Dictionary). Logistics is a word passed from military terminology to the
civilian one. According to Turkish Language Association Dictionary, logistics is defined as the
effective and efficient planning and implementation of the transportation of all kinds products,
services and information from the standpoint to the destination to meet the needs of people
(tdk.gov.tr). Today, it is defined as the physical movement of the products/services between
one or more parties in the supply chain (Nebol, Uslu, Uzel, 2014: 313). Logistics is the process
which includes the implementation of the forward and reverse flow of transportation of the
goods and services and the relevant information between the source and demand areas meeting
the needs of the customer effectively and efficiently storage; its planning, implementation and
the control of the procedures (cscmp.org). In this definition, the importance of logistics in
terms of management and increasing service quality and customer satisfaction, while reducing
costs, are emphasized.
Regional Integration And International Competitiveness… 131
2.2.The Definition of Logistics Village
"Logistics villages" are generally dealt with its definitive variations of "logistics base"
and "logistics centers" (Elgün, 2011: 205). The concept of the logistics village is called "inland
port" in the USA (Aydın&Öğüt 2013). Due to the different customs procedures, it is also
conceptually called as "logistical park", "transport center", "integrated merchandise center"
(Aydın&Öğüt 2008). It came up as "freight village" in Europe in the late 1960s (Elgün, 2011:
207). Logistics villages are known by different concepts in different countries especially in
Europe. It is defined as "freight villages"in the UK; "plate forme logistique" and "plate forme
multimodal" in France, "güterverkehrszent" (GVZ) in Germany; "interporto" in Italy; "rail
service centre" (RSC) and "tradeports" in the Netherlands and "transport centre" in Denmark
(Yıldıztekin, 2012). Logistics village is a specific area where both national and international
transport, logistics and all the activities related to distribution of goods are implemented by a
variety of operators (Erdal, 2015: Slide No: 14). Beside these activities, they are also particular
regions where the integrated logistics activities such as storage, handling, consolidation,
separation, import, export, customs clearance, transit operations, insurance, banking,
consulting, infrastructure services and manufacturing (Kutlu&Gür, 2008: 6).
2.3.The Structure of Logistics Villages
The increased competition as a result of the growth in global trade also increases the
importance of investment in the logistics field. Therefore, today the logistics villages
integrating airline, land, sea, railway and pipeline transport has gained importance.
Logistics villages where distribution is made from one single center are built near cities
and managed from one single center. Logistics villages, as well as being an investment for the
long term development of cities, should be built in accordance with a master plan. Logistics
villages serve the logistics enterprises. Logistics villages have a structure including indoor-
outdoor storage areas, with intelligent storage system and in which customs procedures are
easily performed, support and assisted services can be provided (Yeşilyurt, 2013). In logistics
villages, container, loading, unloading; and in storage areas; storing and warehousing loads
splitting, merging and packaging services are provided.
When the formation of logistics villages is examined, they seem to be rather high cost in
terms of physical service and technological infrastructure. Logistics villages in Europe are
generally established as multi-partnered with capital support in return for a certain share of
money by public private partnership including municipal or local governments, the region's
boards of trade and industry, transport companies and by third parties. Logistics villages are
generally operated by a single body belonging to public and/or private sector. Hence, logistics
villages should be established by the cooperation of both public and private sectors.
Considering that logistics and trade are inseparable, logistics costs make up 10-20% ,
sometimes 40%, of the overall costs, In economic terms, logistics costs are the end point with
which companies can compete. In economical terms, the last point where the companies can
compete is logistics costs. Logistics includes receiving, warehousing and stocking, packing,
shipping, international and local transport and the integration of information processing related
to the relevant activities. That is to say, logistics is a concept that will always be the case as
long as the difference between the production point and consumption point exists (Tanyaş,
2008).
The logistics information technologies in modern terms, require a specialization in
which communication, human resources management, total quality management, supply chain
management and transportation and engineering are integrated (Gün, 2013).
Filiz KARPUZ 132
3. DEVELOPMENT OF LOGISTICS VILLAGES, LOGISTICS SECTOR
IN TURKEY
3.1. Development of Logistics Villages
When we take into consideration that logistics is based on transportation, it can be said
that this function is as old as humanity. It appeared in the military field in the French army in
the 17th century. Its recognition as a sector in the world dates back to the 1950s and it was
used in industry in the late 20th century. Today, it has been a part of the supply chain, enabling
the supply chain to function efficiently and economically (Nebol, Uslu, Uzel, 2014: 12). With
the increase need for supply, transportation and materials, the “logistics” concept has found its
place in business.
The concept of logistics village was initially born with the development of the industry
in the USA. In Japan, the concept of logistics villages are suggested to reduce the traffic
congestion, environmental, energy and labor costs. Logistics village administration has gone to
Western Europe from the United States. The first examples of it were established, on a large
scale, in Paris regional area: Garanor and Sagoris (Rungis) (Nebioğlu, Tuğrul, Gülec, 2013).
This application was developed in accordance with urban policy.
Since the late 1960s, Logistics villages have appeared in Italy and Germany in logistics
villages, land /rail transportation has facilitated intermodal transportation. In the 1980s and
1990s, the number of logistics villages began to increase rapidly in the world. Logistics
villages, first appeared in the United States, were quickly adopted by the United Kingdom,
France, Germany, Italy, the Netherlands, Denmark and Belgium afterwards (Aydın&Öğüt
2013). The process of globalization connects all the continents: America, Asia, Africa, except
Australia via land, which has increased the importance of logistics activities.
3.2. The Logistics Sector In Turkey
In our country, logistics sector operations including land, air, sea, rail and combined
transport began in the 1980s. The investments made in the field of logistics has gained
momentum in the 1990s. During the 2000s, national and international investments were made
and logistics businesses were set up. The logistics sector comprising import and export, has
come to the fore with large-scale retail and e-commerce. Thanks to the development of Internet
and the establishment of web-based stores has accelerated stocked and even without stock
business model retailing (Erdal et al., 2010: 66). The growth in the retail sector has attracted
many businesses around the world to Turkish market. In the growing market, the merging of
companies reduced the number of companies. Hence, the competition passes from price
focused strategies onto technology and logistics focused strategies. The manufacturing
enterprises in Turkey, meet 75% of logistics activities in Turkey from their own internal
resources. However, manufacturers can concentrate on their core activities by having other
companies do transportation, storage, handling, packaging, inventory, distribution other than its
main activities (Çevik&Kaya, 2010: 22-23).
Logistics villages, which was first pronounced in 2005 in our country, started to be
establised by Turkish State Railways (TCDD) in 2006. Considering the logistics villages in our
country, their establishment have started to be accepted by the private sector as well. The load
stations which have been in the city center, as in European countries, have been set up at 16
points at different scales ensuring effective road transport, an area preferred by customers,
capable of responding to major logistical needs, compatible with technological and economic
development in a modern way (TC State Railways, 2013). Turkey's foreign trade target in 2023
is 1.1 trillion dollars in total being $ 500 billion export and $ 600 billion import. While
logistics sector in the global economy reached $ 6 trillion, in Turkey the sector growing 18
percent last 5 years has reached $50 billion. By 2015, it is estimated to be over $ 120 billion
(yeniasir.com).
Regional Integration And International Competitiveness… 133
Figure 1: Turkey’s yearly foreign trade rates
(Source: Institute of Statistics Official Website Turkey, www.tuik.gov.tr, 2015. Data for 2014 is provisional).
It can be concluded from the table above that Turkey's foreign trade volume which
expanded after the 2000s, has continued to grow at a lower pace. Turkey, which adopted
export-oriented growth model, has $ 157 billion exports in 2014. According to provisional
foreign trade data in January 2015; Turkey's export amounts to 12 billion 331 million dollars
while import amounts to 16 billion 636 million dollars (gtb.gov.tr). In logistics villages where
transportation costs are low thanks to different modes of transport, total freight transport is
estimated to reach $500 billion by 2023, which increases the importance of logistics villages.
The scale of logistics sector is determined in relation to Gross National Product (GNP).
According to OECD reports, 15 % of the total employment is made up by logistics sector
(Gün, 2013:297). There are different evaluations regarding the scale of the sector varying from
country to country. The ratio in the developed countries is seen to range between 11-15% of
the GNP while it is %12 in Turkey. “Looking at the strategic location of Turkey, the GDP is
seen to have reached a total of 25 trillion US dollars. Our country has a strategic location in
terms of its access to the market with a value corresponding to half of the foreign trade in the
world. Providing easy access to the Middle East, North Africa, Eastern Europe and Central
Asia with a versatile bridge function, Turkey has become a base with its geographical location
where more than $ 2 trillion of freight transport is realized. The logistics industry is today
estimated to be 80-100 billion dollars and is expected to reach 108-140 billion dollars till
2017” (Aydın&Öğüt, 2013 ). To be able to attain the goal of being logistics base, Turkey needs
to increase the effectiveness of existing infrastructure and improve the efficiency of alternative
infrastructure investments along with development of alternative infrastructure investments.
A large part of the domestic transport sector is carried out with the highways. After the
year of 2002 with the construction industry of new highways, the sector has flourished.
However, the profitability has been reduced due to the increase in oil prices and road transport
adversely affects the environment.
The investment cost for railway transport is quietly high, but it has been given
importance in recent years. The Ministry of Transport, Turkey Transport and Communication
Strategy Target 2023 indicates railway transport corridors. The places which can be accessed
by means of railway are specified: Istanbul-Basra Railway Corridor, Hejaz Railway Corridor,
Southeast Asia Railway Corridor, the Trans-Anatolian Railway Corridor, Samsun-Antalya
Corridor, West-Vertical Corridor and East-Vertical Corridor.
0
50 000 000
100 000 000
150 000 000
200 000 000
250 000 000
300 000 000
200
0
200
1
200
2
200
3
200
4
200
5
200
6
200
7
200
8
200
9
201
0
201
1
201
2
201
3
201
4*
Exports Imports
Filiz KARPUZ 134
In line with its strategic and geopolitical position, Turkey has a potential to be a transit
center and provide functionality for alternative corridors among the countries in Asia, Europe,
the Middle East, the Arabian Peninsula, Africa. In an environment of an intense competition in
the international transport, Turkey should be integrated with the world. The investments in the
field of logistics will not only raise the sector standards in Turkey but also will speed up
Turkey in terms of its economic development and logistics base. This trade integration is
required to be done to reap the benefits as soon as possible.
4. REGIONAL INTEGRATION OF EASTERN BLACK SEA REGION
LOGISTICS VILLAGE
There are points in our country which has intersection of east-west, north-south axis of
the world. Our country, with its geopolitical and strategic features, has the distinction of being
a regional power. Eastern Black Sea Region is an important place in terms of its logistics
activities and transportation corridors.
This study has been realized with the examination of previous studies about the
evaluation of logistics importance of the region and village settlement selection in the Eastern
Black Sea Region. Determination of the place of logistics center is an important step in
settlement of it. The most important criteria affecting the selection of the place is having a site
which can be used by different transportation modes at the same time (Elgün &Elitaş, 2011:
631). Logistics villages are built in the areas with the related infrastructure and in connection to
principles such as economic, fast, secure, interoperability between the modes of transport.
To meet the clearance requirements in logistics villages and to build facilities for the
provision of combined transport services, the creation of large storage space is required. It is a
big advantage that Rize (İyidere) basin and its environment has the opportunity to expand over
flat terrain on both sides along with the wide river bed. Surface measurements made with
Google Earth shows that this can be extended up to 390,000 m2
area on land area and with sea
embankment.
Table 1: Planned field measurements of some logistics villages located in Turkey
Logistics Village Total Area (m2)
Kayseri (Boğazköprü) 511.000
Balıkesir (Gökköy) 200.000
Denizli (Kalkık) 300.000
Erzurum (Palandöken) 327.000
Konya (Kayacık) 120.000 (Source: The Moment Search, 2015).
When compared to logistics villages in Turkey, 390.000 m2 signifies a positive
measurement. Around the creek bed, there are inert lands that are suitable to build an airport.
This is possible rise in value with the expropriation of the land.
The depth of harbor is important in logistics villages in terms of transit transportation.
The Spice Road that is enlivened by Suez Canal has a 18 m depth (Bacak, 2011). Turkey is not
generally seen to have harbor depth higher than 14 meter. In scientific aspect, the best field to
build logistics village is Rize (İyidere) basin with 300 meter sea embankment and 18 meter sea
depth (rizeninsesi.net). With the formation of this sea depth, the large tonnage of cargo ships
that can visit Rize harbor will be important for the realization of international maritime
transport. Among the modes of transportation container ports has lower expense in maritime
transport, which increases its importance (Erdal, 2008: 522). Thus, maritime transportation
comprises the most important part of the logistics (Korkmaz, 2012: 100). Due to currents
formed by stream channel, the sand will not accumulate in the harbor of Rize (İyidere) basin,
Regional Integration And International Competitiveness… 135
so the harbor depth will not change. This will make the harbors of Eastern Black Sea Region
important.
In connection with the Southeastern Anatolia Region and Black Sea Region; Eastern
Black Sea Region is also bridge in the formation of the North-South axis. Besides the ports, for
Eastern Black Sea Region to become a major transit route, Ovit-Erzurum Tunnel should get
started.
In 1922, the Governor of Erzurum, Mehmet Emin Yurdakul emphasized the importance
of reaching Rize and the sea with the opening of Erzurum-İspir-Ovit road. In 1935, Ekrem
ORHON wrote a thesis on Ovit road in USA. One of the biggest ideals in 1980s was the
construction of a port in Rize, the expansion of the city by filling the sea and the actualizing
Rize-İspir-Erzurum road. It was planned to complete Erzurum road, opening to Middle East
and with this road Iran oil pipelines passing through İyidere and open to Europe (Rize
Municipality, 2010). The former president of Rize Municipality Ekrem ORHON’s opening
Sarp door to tourism and many activities he foresaw are carried out today and the benefits are
offered to the community. Today the ongoing construction of Ovit-İspit-Erzurum tunnel has a
certain construction cost. It is considered that a railway construction can be designed next to
highway by enlarging the tunnel (Karpuz, 2013). Today’s technology has the infrastructure that
allow works such as tunneling and the construction of viaducts on the route of the railway
which will connect Erzincan to the Black Sea Region. When the geographical conditions are
taken into consideration, these methods are easier and more economical than road building
with excavation. This technical work is required to be carried out by concerned public
organizations and primarily TCDD.
With Ovit-Erzurum connection, the transportation from Eastern Black Sea Region to the
east of Turkey, to South Eastern Anatolia Region and to some of the cities situated in the
Eastern Anatolia Region and to Iran will be in the shortest way. Iran’s foreign trade volume has
been 94.5 billion dollar by 11th month, February 2015. When compared to the previous year,
there is an increase of 22% and 12.3% in export and import figures (old.mehrnews.com).
Logistics center that will be established in the Eastern Black Sea Region will provide the
opportunity to serve as a bridge to transport route of Caucasus, Central Asia and the Middle
East.
Turkey, between Europa and Asia, performs a duty as a bridge forming east-west axis.
With the TRAnsport Corridor Europa-Caucasus and Asia (TRACECA) project developed
under the leadership of European Union (EU) leadership, the Silk Road is tried to be
revitalized. It is aimed to improve transportation opportunities between Europe and the Black
Sea and Community of Independent States countries through the Caucasus with railway,
maritime and highway. Turkey's routes in the project (TRACECA) are based on highway.
The member states of TRACECA are Turkey, Georgia, Armenia, Azerbaijan,
Kazakhstan, Kyrgyzstan, Tajikistan, Turkmenistan, Uzbekistan, Moldova, Ukraine, Romania,
Bulgaria and Iran. Although Turkmenistan is a participant, it is not a party MLA. Pakistan’s
membership process continues. The emerge of the new transport corridor has increased the
freight shipment on Asia-Pacific region, Central Asia-Caucasus-Europe (traceca.org.tr).
Strategic importance of the Eastern Black Sea ports is great on North Sea-Danube-Black Sea-
sea route connecting to the ports of Turkey. However, when Georgia's Poti and Batumi ports
were elected in the project, the ports in the Eastern Black Sea Region of Turkey are not
included. The port foreseen to be built in Rize (İyidere) as loading port serving for
transportation will bring Rize and Hopa Ports into prominence (II. Rize Development
Symposium Final Report, 2013). The Eastern Black Sea ports can be connected to Caucasus
and Commonwealth of Independent States (CIS) Railways through Batumi railways. The ports
must be supported by the railroad in the area.
Filiz KARPUZ 136
Within “Turkey Transportation and Communication Strategy Target 2023” Northern
Railway Corridor will provide access from Erzincan to Batumi within the borders of Turkey as
a continuation of Kars-Baku-Kazakhstan-China corridor. Trans-Anatolian Railway Corridor is
a railway project connecting Edirne, Istanbul, Ankara, Sivas, Erzurum, Kars-Tbilisi-Baku. It is
indicated that connection will be provided with Erzincan-Batumi connection to Ufa, from Ufa
to Vladivostok through Trans Siberia. The construction of railway line in the east-west block of
Rize (İyidere) logistic village connecting to Batumi city will create a potential for creating
synergy for freight shipment and tourism. It will also reduce the density of road traffic occurs
in Sarp Border.
Eastern Black Sea region is key area for integration of regions situated in Turkey's east-
west axis and south-north axis. As the region is the closest point of Turkey to markets of
Russia, Ukraine, Central Asia, the Caucasus, Georgia, Iran and Iraq, its logistics significance
has become prominent. When the geographical advantages of the region become operational,
logistics center in the region will become functional. According to the 2014 annual data of TSI,
Iran, Iraq, Russia, Ukranie and Azerbaijan are among 20 countries that Turkey does the most
foreign trade.
5. RESULTS
Since there isn’t enough amount of load to be classified as logistics in the Eastern Black
Sea region, the way to provider adequate and quality services that will attract transit transfer to
the region is to build a logistics village. The arrival of logistics depends on infrastructure. In
the selection of the place for the logistics village organization, the places which are wide
enough to serve multimodal freight forwarding opportunities, storage and transportation
services are taken into consideration. Geographical constraints of the Eastern Black Sea
coastline restrict the storage space. In the region, Rize (İyidere) basin has a width of land to
build a logistics village. In the Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere) basin is also able to
provide the integration of the intersection point for road, rail, navigation and airways. The
western part of Rize (İyidere) is close to Trabzon airport and its southern part is wide enough
host an logistical airport.
The routes of the Transport Corridor Europe Caucasus and Asia-TRACECA passing
through Turkey are based on land transportation. In fact, TRACECA has been developed by
the maritime and rail lines across the Black Sea. Strategic importance of the Eastern Black Sea
ports is great on North Sea-Danube-Black Sea-sea route connecting to the ports of Turkey. Port
must be supported with the railroad in the area. The Eastern Black Sea ports can be connected
to Caucasus and CIS Railways through Batumi railways.
In addition, the Eastern Black Sea-Erzincan railway link will connect the Erzincan-Kars-
Tbilisi-Beijing railway to the Black Sea. On the other hand the Eastern Black Sea ports will
provide links to GAP, Iran and Middle East countries through Erzincan and Bingöl railways.
The revival of the Silk Road will create a competitive advantage in international trade corridor
in the surrounding area. The construction of railway in the east-west block of Rize (İyidere)
logistics village connecting to Batumi city will create a potential for creating synergy for
freight shipment and tourism. Tourist transitions will accelerate the exchange of art and
technology along with culture. Another expectation is that the road traffic density at the border
of Sarp will decrease.
Turkey has a strategic and geopolitical position between the Asia continent and the
European continent. With the establishment of logistics village in Rize (İyidere) basin and the
establishment of ports supported with railways, the strategic importance of the Eastern Black
Sea region will increase. With a fully operating Erzurum-Ovit Tunnel connected to logistics
village the Eastern Black Sea Region will serve as a bridge in the east-west axis and north-
south axis. An additional railway can be built for Erzurum-Ovit tunnel having a certain
Regional Integration And International Competitiveness… 137
construction cost. It is possible to achieve the shortest path to markets in the Eastern part of
country and in Iran and in Iraq. Transport facilities on the route which serves as a bridge
between Caucasus, Central Asia and Middle East countries will speed up the foreign trade.
With an increase in the volume of international trade, maritime transportation which has the
highest transportation capacity will make the region an important transit route. It is possible to
form a deep sea port serving for cargo ships sea embankment. In addition, Russia’s
membership in World Trade Organization (WTO) increases the importance logistics of the
Eastern Black Sea Region. It is a great opportunity the hinterland of the region includes the
developing countries.
Since the construction of the logistics villages requires fixed capital and infrastructure
investments, in financing structure it is expected to be implemented through public-private
partnership activities. With new employment areas, an increase is expected in qualified
workforce and diversity of new jobs. Departments and programs in universities serving for
logistics should be opened and guidance should be made. In addition, not to affect trade
between countries adversely, problems such as safety experienced in the transport sector,
transport infrastructure and changes in legislation should be overcome. Considering there is a
need for plan and policies towards development of other sectors related to freight and
passenger capacity-building, it would be useful to have observation of the process in terms of
technical and political dimension by the related bodies.
Logistics villages provide interesting opportunities for industrial and transportation
works, which will promote economic development of the region. It is expected to provide
expansion into the national and global trade network from the Black Sea Region. This
expansion to all customers in the commercial network, the convergence to the target market
will help them save time and cost. Cost advantage of the resources and subsequent efficient
utilization of the sources will be provided in addition to a competitive advantage. All these
advantages increase the transportational and logistics importance in regional, national and
global dimension. All these indicators clearly demonstrate the importance of the integration
and it has the potential to be the logistics base for the Eastern Black Sea Region.
Filiz KARPUZ 138
REFERENCES
Aydın, G. T. ve Öğüt, K. S. (2008). Lojistik Köy Nedir?, 2. International Railway Symposium, TCDD.,
İstanbul, 15-17.10.2008,Vol. 2, pp.1439-1448.
Aydın, G. T. ve Öğüt, K. S. (2013). “Avrupa ve Türkiye’ de Lojistik Köyleri". Turkey Prime Ministry
Investment Support and Promotion Agency of the Official Website, Accessed: 17.03.2015,
http://www.invest.gov.tr/tr-TR/sectors/Pages/TransportationAndLogistics.aspx
Bacak, M. (2011). Süveyş Kanalı. Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi. No:71, Accessed: 22.04.2013,
http://www.dho.edu.tr/pusula/71/suveys-kanali.html
Çevik, S. ve Kaya, S., (2010). Türkiye’nin Lojistik Potansiyeli ve İzmir’in Lojistik Faaliyetleri
Açısından Durum (Swot) Analizi, R&D Newsletter, 2010 November Sektoral.
Elgün, N. ve Elitaş, C. (2011). Yerel, Ulusal ve Uluslar arası Taşıma ve Ticaret AçısındannLojistik Köy
Merkezlerinin Seçiminde Bir Model Önerisi, CB University Journal of Social Sciences,Vol. 9,
No. 2, pp. 630-645.
Elgün, N. (2011). Ulusal ve Uluslar arası Taşıma ve Ticarette Lojistik Köylerin Yapılanma Esasları ve
Uygun Kuruluş Yeri Seçimi, Afyon Kocatepe University, Journal of Economics and
Administrative Sciences Faculty, Vol.13, No. 2, pp. 203-224.
Erdal, M (2008). Konteyner Deniz ve Liman İşletmeciliği, İstanbul: Beta Edition Release Distribution
Inc., (1st ed).
Erdal, M., Görçün, Ö. F., Görçün, Ö. ve Saygılı, M.S., (2010). Entegre Lojistik Yönetimi, İstanbul: Beta
Edition Release Distribution Inc., (2nd
ed).
Erdal, M. Lojistik Üs Kavramı ve Türkiye Analizi, Accessed: 17.03.2015,
http://utikad.org.tr/pdf/Lojistikuskavrami.pdf
Gün, D. (2013). Değişim Çağında Sürdürülebilir Lojistik Süreç ve Stratejilerinin Yönetimsel Bakış
Açısıyla Değerlendirilmesi ve Küresel Lojistik üs Vizyonu, II. Rize Development Symposium
Proceedings, 3-4 May 2013, the RTE University, pp. 293- 308.
Jointly Organized by the Recep Tayyip Erdogan University and Maltepe University (2013). II. Rize
Development Symposium Final Report. Press Release.
Institute of Statistics Official Website Turkey, Accessed: 21.03.2015,
http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1046
Logisticsworld, Accessed: 14.09.2015, http://www.logisticsworld.com/logistics.htm
Karpuz, F. (2013). Demiryolları Lojistik Köy Konseptinin Rize İli Ekonomik Kalkınması Üzerine
Etkilerinin İncelenmesi, II. Rize Development Symposium Proceedings, 3-4 May 2013, the RTE
University, Oral Presentation.
Korkmaz, O. (2012). Türkiye’de Gemi Taşımacılığının Bazı Ekonomik Göstergelere Etkisi, Business
and Economics Research Lournal. V.3, N.2, pp. 97-109. ISSN: 1309-2448.
Kutlu, S. ve Gür, F. A. (2008). Lojistik Master Planı ve Bir Lojistik Üs Olarak Türkiye, Journal of
Mevzuat, Vol.11, No. 129, pp. 1-9.
Mehrnews.com., Tehran, Accessed: 25.03.2013,
http://old.mehrnews.com/tr/newsdetail.aspx?NewsID=1850656
Nebioğlu, E., Tuğrul, B ve Güleç, N. Türkiye’nin 15 farklı Lokasyonunda Lojistik Köy Projesi,
Accessed: 25.03.2013, http://www.osman.com.tr/upload/kutuphane/kutup98.pdf
Nebol, E., Uslu, T. ve Uzel, E. (2014). Tedarik Zinciri ve Lojistik Yönetimi, İstanbul: Beta Edition
Release Distribution Inc., (3rd
ed).
Moment Search (2015). February, No:45. Türkiye’de Lojistik Köyler Kuruluyor, Accesed: 14.03.2015,
http://www.moment-expo.com/turkiyede-lojistik-koyler-kuruluyor
Oxford Advanced Learner’s Dictionary, Accessed: 13.03.2015,
http://oald8.oxfordlearnersdictionaries.com/dictionary/logistics
Regional Integration And International Competitiveness… 139
Rize Municipality (2010). Ekrem ORHON 1911-1983 Rize Belediyesi Eski Başkanı.
RizeninSesi. 07.05.2015. Rize ve Bölge için Lojistiğe En Uygun Yer, Accessed: 13.03.2015,
http://www.rizeninsesi.net/2013/05/07/rize-ve-bolge-icin-lojistik-master-plani/#ixzz2Svcr3Abw
Supply Chain Management Terms and Glossary, Updated: August 2013, Accessed: 13.03.2015,
http://cscmp.org/sites/default/files/user_uploads/resources/downloads/glossary-2013.pdf
The Official Site of the Ministry of Customs and Trade (2015). Dış Ticaret İstatistikleri, No:18576,
Accessed: 18.03.2015,
http://www.gtb.gov.tr/data/54f072f4f29370a198161b78/Haber_Bulteni.pdf
Traceca National Secretariat of Turkey, Accessed: 13.03.2015, http://www.traceca.org.tr/
Türkiye’de Lojistik Köyler Kuruluyor, Accessed: 14.03.2015, http://www.moment-expo.com/turkiyede-
lojistik-koyler-kuruluyor
Tanyaş, M. (2008). Lojistik Yönetimi, Lecture Notes, Okan University, İstanbul.
Türk Dil Kurumu, Accessed: 13.03.2015,
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.550f9632e99033
.31167416
Turkey Transport and Communication Strategy Target 2023, Accessed: 12.03.2015,
http://www.sp.gov.tr/upload/xSPTemelBelge/files/93C5Y+Turkiye_Ulasim_veIletisim_Stratejisi.
YeniAsir. Lojistik Sektörünün Hacmi 50 Milyar dolara Ulaştı. Accessed: 18.03.2015,
http://www.yeniasir.com.tr/ekonomi/2015/02/21/lojistik-sektorunun-hacmi-50-milyar-dolara-
ulasti
Yeşilyurt, Y. (2013). T. C. Railways Erzincan Erzurum Industrial Manager, Eastern Black Sea Railways
Talks. Erzurum: 02.04.2013.
Yıldıztekin, A. (14.06.2012). Lojistik Köyler, Merkezler, Üsler, Terminaller. Dünya Haber. Accessed:
15.04.2013, http://www.dunya.com/lojistik-koyler,-merkezler,-usler,-terminaller-148673yy.htm
Filiz KARPUZ 140
Extended Abstract
This study aims to prospect that the logistics village to be established in the Eastern Black Sea
Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration with Turkey's
eastern neighbour countries. Since there isn’t enough amount of load to be classified as logistics in the
Eastern Black Sea region, the way to provider adequate and quality services that will attract transit
transfer to the region is to build a logistics village. The arrival of logistics depends on infrastructure. To
meet the clearance requirements in logistics villages and to build facilities for the provision of combined
transport services, the creation of large storage space is required. It is a big advantage that Rize (İyidere)
basin and its environment has the opportunity to expand over flat terrain on both sides along with the
wide river bed. Surface measurements made with Google Earth shows that this can be extended up to
390,000 m2
area on land area and with sea embankment. In the Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere)
basin is also able to provide the integration of the intersection point for road, rail, navigation and
airways. It is possible to form a deep sea port serving for cargo ships sea embankment. With the
establishment of logistics village in Rize (İyidere) basin and the establishment of ports supported with
railways, the strategic importance of the Eastern Black Sea region will increase. With a fully operating
Erzurum-Ovit Tunnel connected to logistics village the Eastern Black Sea Region will serve as a bridge
in the east-west axis and north-south axis. An additional railway can be built for Erzurum-Ovit tunnel
having a certain construction cost. In addition, the Eastern Black Sea-Erzincan railway link will connect
the Erzincan-Kars-Tbilisi-Beijing railway to the Black Sea. The Eastern Black Sea ports can be
connected to Caucasus and CIS Railways through Batumi railways. Also, Russia’s membership in World
Trade Organization (WTO) increases the importance logistics of the Eastern Black Sea Region. It is a
great opportunity the hinterland of the region includes the developing countries. The western part of
Rize (İyidere) is close to Trabzon airport and its southern part is wide enough host an logistical airport.
The routes of the Transport Corridor Europe Caucasus and Asia-TRACECA passing through Turkey are
based on land transportation. On the other hand the Eastern Black Sea ports will provide links to GAP,
Iran and Middle East countries through Erzincan and Bingöl railways. It is possible to achieve the
shortest path to markets in the Eastern part of country and in Iran and in Iraq. The revival of the Silk
Road will create a competitive advantage in international trade corridor in the surrounding area.
Transport facilities on the route which serves as a bridge between Caucasus, Central Asia and Middle
East countries will speed up the foreign trade.
Logistics villages provide interesting opportunities for industrial and transportation works, which
will promote economic development of the region. It is expected to provide expansion into the national
and global trade network from the Black Sea Region. As the developing countries get closer to the
global market through the region, cost and time savings and thereby a competitive advantage can be
achieved. Considering there is a need for plan and policies towards development of other sectors related
to freight and passenger capacity-building, it would be useful to have observation of the process in terms
of technical and political dimension by the related bodies. In addition, the problems such as safety,
transport infrastructure and legislative changes must be overcome so that the international trade will not
be adversely affected. Since the construction of the logistics villages require fixed capital and
infrastructure investments, it is expected to be implemented through public-private partnership activities
for financial issues. With new employment areas, an increase is expected in qualified workforce and
diversity of new jobs. Departments and programs in universities serving for logistics should be opened
and guidance should be made. All these advantages increase the transportational and logistics
importance in regional, national and global dimension. All these indicators clearly demonstrate the
importance of the integration and it has the potential to be the logistics base for the Eastern Black Sea
Region.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2: 141-155
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme
An Examination into the Rugs with a View of Kirsehir
Çiğdem Karaçay*
ÖZ: Kırşehir, Orta Anadolu’nun önemli dokuma merkezlerinden biridir. Kırşehir halılarının bilinen ilk
örnekleri 18. ve 19. yüzyıllardan kalmadır. Genellikle seccade boyutunda olan bu halılarda çeşitli süsleme
kompozisyonları görülür. Bunlardan en dikkat çekeni manzara tasvirleridir. Manzara kompozisyonu, çoğunlukla
geometrik, bazen de natüralist üslupta ağaçlar ve ağaçların aralarında yer alan şematize evlerden oluşmaktadır.
Primitif görünümde tasvir edilen bu manzara kompozisyonu, halı zemini ya da mihrap zemininde üst üste birkaç sıra
tekrarlanır. Yabancı araştırmacılar tarafından mezarlıklı halı olarak adlandırılan bu halıların süsleme
kompozisyonlarında mezarı çağrıştıran motif bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı, Ankara Vakıf Eserleri
Müzesi’nde, depoda ve teşhirde bulunan beş adet manzaralı Kırşehir halı örneğinden yola çıkarak, manzaralı
Kırşehir halılarını çeşitli sanatsal özellikleri ile tanıtmak ve mezarlıklı halı olarak adlandırılmalarının sebeplerini
tartışmaktır.
Anahtar sözcükler: Kırşehir halısı, seccade halısı, manzaralı halı, mezarlıklı halı, motif
ABSTRACT: Kırsehir is one of the most important weaving centres of Central Anatolia. The earliest known
examples of Kırsehir rugs belong to 18th and 19th century. These rugs are mostly in shape of prayer rug and have
various ornament compositions. The most conspicuous of them is landscape design. This landscape design
consisting of schematic house and trees, is referred ‘cemetery rugs’ by foreign researchers. But there is no motives
related to cemetery in the ornament compositions of these rugs. In this study, five piece of Kırsehir rug with
landscape, in Ankara Vakıf Museum, introduced and naming these rugs as ‘cemetery or grave rugs’ discussed.
Keywords: Kırsehir rug, prayer rug, landscape rug, cemetery rug, pattern
1. GİRİŞ
Kökleri Orta Asya’ya kadar uzanan Türk halı sanatı, Türklerin yerleştiği bölgelerde
başlamış ve onlarla birlikte yayılmıştır. Anadolu’ya Türklerle giren halı sanatı, Türklerin
yaşantısında önemli bir yere sahiptir. Türkler yurt tuttukları her yerde halı, kilim ve namazlık
dokumuşlardır. Göçebe halde oldukları için büyük ölçüde halı dokumamış; evde yere sermek,
kırda ve sahrada kuru toprağa oturmamak, üzerinde namaz kılmak için küçük halılar yapmıştır
(Atalay, 1967: 16-17). Anadolu’da ilk ortaya çıkan halı tipleri; namazlık halısı, seccade, yastık,
duvar halısı, sedir halısı, çift halı, döşek halısı, heybe, torba, eğer örtüsü ve at çuludur (Deniz,
2000: 75-77).
Halı türleri içerisinde, seccade halıları önemli bir grubu oluşturmaktadır. Büyük
halıların yetmediği yerleri doldurmak üzere dokunmuş halılara seccade halısı denmektedir. Her
zaman serili halde olan seccade halısı, namazlık değildir (Deniz, 2000: 75). Seccadelerin
mihraplı kompozisyonu kutsal bir mekânı ifade etmekte ve Kâbe yönüne doğrultularak namaz
kılmak için kullanılmaktadır (Tazecan, 1989: 8).
Seccadelerin bilinen en eski örnekleri 15. yüzyıldan kalmadır ve bugün Türk ve İslam
Eserleri Müzesi’ndedir. 15. yüzyılda dokunan Anadolu seccadelerinin bir grubu, 16. yüzyıl
sonuna kadar devam etmiştir. 16. yüzyıl Uşak seccadeleri kaliteleri ile diğer seccade
gruplarından ayrılır. Osmanlı saray halıları grubundan seccadelerin 16. yüzyıl sonunda ve 17.
yüzyılda İstanbul, Edirne ve Bursa tezgâhlarında dokunduğu düşünülmektedir (Aslanapa,
2005: 231-249). Klasik Osmanlı halı tiplerine paralel gelişen Anadolu seccadeleri, 17. yüzyılın
ikinci yarısı ile 18. yüzyılın başından itibaren görülür. Kula, Gördes, Kırşehir, Mucur
* Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı, Doktora öğrencisi
Çiğdem Karaçay 142
örneklerinin yanı sıra Bergama, Lâdik, Konya Karaman, Milas, Yahyalı, Bor, Yağcıbedir ve
Yörük halıları ev atölyeleri ürünü olarak dokunmuştur (Durul, 1965: 7).
Bu merkezler içinde Kırşehir, Orta Anadolu’nun önemli dokuma merkezlerinden biri
olmuştur. Bugün Türkiye’de hemen hemen her müzede Kırşehir halısına rastlamak
mümkündür. Genellikle seccade boyutunda olan Kırşehir halılarının bilinen en erken örnekleri
18. yüzyıl sonu ve daha çok 19. yüzyıldan kalmadır (Deniz, 2000: 46; Deniz, 1984: 25;
Aslanapa, 2005: 269). Gördes düğüm tekniği ile dokunan Kırşehir halılarında; atkı, çözgü ve
ilme ipliğinin hammaddesi yündür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dokunan
halılarda, atkı ve çözgü ipliklerinde pamuk görülür (Deniz, 1984: 32-34). Kırşehir halılarında
kırmızı, yeşil, sarı, mavi, mor, kahverengi, beyaz ve siyah renkler kullanılır. Mihrap zemininde
karakteristik renk kırmızı ve koyu vişnedir. Beyaz hemen hemen bütün Kırşehir halılarında
görülür. Beyaz zemin rengi olabildiği gibi desenlerde de tercih edilmektedir. Siyah çoğunlukla
kontürleri belirginleştirmek için kullanılır (Karaçay, 2011: 125-128).
Kırşehir halıları dıştan içe doğru, dar kenar (dar bordür), enli kenar (enli bordür),
sandık, köşe ve göbek bölümlerinden oluşmaktadır (Deniz, 1984: 76). Bordürlerde farklı
düzenlemeler görülür. En çok tercih edilen bordür tasarımı, iki dar ve ortada bir geniş
bordürdür. Bu düzenleme çift yönlü mihraplı halılarda pek tercih edilmez. Tek yönlü ve
mihrapsız halılarda daha çok uygulanır. Yan yana iki ya da üç dar bordür kullanımı da
yaygındır. Bordür düzeni bakımından çeşitlilik gösteren Kırşehir halılarında ortak olan özellik
bordürler arasında yer alan ince şeritlerdir (Karaçay, 2011: 137-170 ).
Dar bordürler, bitkisel karakterli motiflerle süslenir. Zikzak çizgiler arasına, bir ters bir
düz yerleştirilmiş çiçek motifinin yinelenmesinden meydana gelen çatıkkaş; yaprağa benzer
kıvrımlı bitkisel bir süsleme olan zikzaklı su; bordür boyunca çiçek motiflerinin yinelenmesi ile
oluşan gelin ağlatan, Kırşehir halılarının dar bordürlerinde en çok görülen motiflerdir. Geniş
bordürler, yöredeki baş bağlama şeklinden geliştiği için bağbaşı olarak anılan bitkisel
karakterli motif; çiçek ve yaprakların şaşırtmalı dizilmesinden meydana gelen küpeli; bitkisel
ve geometrik motiflerin karışımından meydana gelen ve deve izine benzediği için halk arasında
deve tabanı ismiyle bilinen motiflerle süslenir (Deniz, 1984: 43-47).
Kırşehir halılarında, mihrabın altında ve üstünde bulunan dikdörtgen çerçeveler ile
mihrap köşeleri de birer süsleme alanıdır. Mihrabın altında ve üzerinde bulunan dikdörtgen
çerçeveler günümüzde sandık ismiyle bilinmektedir. Bu çerçevelerin içerisi, bitkisel desenlerle
ya da yatık “S” şekilli ejder figürüyle doldurulur. Mihrap köşeleri, ağırlıklı olarak bitkisel
karakterli motiflerle süslenir. Bazen bu bölüm noktasal beneklerle doldurulur. Dokuyucular bu
benekleri sinek olarak isimlendirmişlerdir. Bu halılar sinekli Kırşehir adıyla da tanınmaktadır
(Deniz, 2000: 46).
Kırşehir halıları, zemin kompozisyonları esas alınarak, mihraplı ve mihrapsız olarak iki
gruba ayrılır. Mihraplı halılarda, çoğunlukla merdiven halinde daralarak yükselen mihrap, tek
yönlü ya da çift yönlü olabilmektedir. Tek yönlü mihraplı halılarda, mihrap içinin boş
bırakılması Kırşehir için karakteristiktir. Mihraptan sarkan bir kandil motifi de mihrap içini
süsleyebilir. Çift yönlü mihraplı halılarda, mihrap içinde bitkisel kompozisyon hâkimdir.
Kırşehir yöresinde mihrapsız halı fazla dokunmamıştır. Mevcut örneklerin zemini bitkisel
karakterli motiflerle doldurulur (Karaçay, 2011: 133-172).
Mihraplı ve mihrapsız Kırşehir halılarında dikkat çeken süsleme kompozisyonlarından
biri de manzara tasvirleridir. Manzara kompozisyonunu oluşturan motifler şematik tasvir edilir.
Tabiat ve mimari öğelerin natürel bir üslupla ele alındığı örnekler değildir. Manzara
kompozisyonu, çoğunlukla geometrik, bazen de natüralist üslupta ağaçlar ve ağaçların
aralarında yer alan şematize evlerden oluşmaktadır. Ağaç ve ev motiflerinin önünde yatay
veranda uzanır. Primitif görünümde tasvir edilen bu kompozisyon, zemin ya da mihrap
zemininde üst üste birkaç sıra tekrarlanır.
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 143
Çalışmamızda, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde bulunan beş adet manzaralı Kırşehir
halısı detaylı olarak incelenmiştir. Zemin tasarımı, manzara kuşaklarının kompozisyonunu
etkilemektedir. Bu nedenle halılar; tek yönlü mihraplı, çift yönlü mihraplı ve mihrapsız
örneklerden seçilmiştir.
2. KIRŞEHİR MANZARALI HALI ÖRNEKLERİ
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde, 430 envanter numaralı Kırşehir halı seccade; Kastamonu Nasrullah Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir.
Müzenin deposunda bulunan eser, 100x164 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin
dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde tek yönlü mihraplıdır. Mihrapta yatay
manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, yeşil, mor, beyaz, siyah ve mavi renkler kullanılmıştır.
Halı iki dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar yer alır. Birinci bordür, ince
bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda
zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz
yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde,
çengel motifi ile çiçek motifi kaydırmalı olarak yinelenmektedir.
Tek yönlü mihraplı eserin mihrap köşelerini, karanfil motifleri doldurmaktadır.
Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift kuleli bir kapısı bulunan
mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, zikzak çizgilerin içerisine bir ters
bir düz yerleştirilmiş çiçek motifi ile tamamlanır. Zikzak çizgiler, mihrabın üçgen alınlığında
geometrik forma bürünür ve çiçek motifleri olmaksızın devam eder. Mihrabın alt kısmındaki
çift kulede ise birer çiçek motifi ile nihayetlenir. Mihrap formlu bordürün iç ve dış çeperini
şematik karanfil motifleri çevrelemektedir.
Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş beş yatay
manzara kuşağı görülür. Birinci manzara kuşağı, mihrabın alt kısmında yer alan çift kuleli
kapının hemen ortasında başlar. Şematik olarak pencere, kapı ve kırma çatılarıyla yan yana ve
arka arkaya istiflenmiş ve geometrize edilmiş evler sıkışık bir kent dokusunu vurgular.
İkinci, üçüncü ve dördüncü yatay manzara kuşağı, kent dokusu içinden seçilerek alınan
ve simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinden oluşmaktadır. Aynı kompozisyona
sahip olan bu yatay manzara kuşaklarının her birinde, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik
ev motifi, dört ağaç arasında yer almaktadır. Şematik evlerin kırma çatısı ince kontürlerle
belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler.
Şematik evlerin arasında, iki kare öğenin ortasında yükselen, kırma çatısı ve cephesinde yer
alan noktasal motifleri ile pencerelerin tasvir edildiği bir küçük ev motifi daha vardır. Biri
geniş, diğeri dar yapraklı ve natüralist tasvir edilen ağaçlar kaydırmalı olarak devam
etmektedir. Ağaçların dalları arasında yer alan küçük çiçek motifleri boşluk doldurmaktadır.
Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır. Sıralanan
ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. İkinci, üçüncü
ve dördüncü yatay manzara kuşağı, aynı düzenin pozitif ve negatif uygulamasıdır.
Beşinci yatay manzara kuşağı, mihrabın üçgen alınlığında yer almaktadır. Kırma çatısı
ince kontürlerle belirlenmiş bir ev motifi, kompozisyonun merkezindedir. Şematik evin
cephesinde yer alan noktasal motifler pencereleri tasvir etmektedir. Ev motifinin iki yanında
kalın duvarlar vardır. Şematik evin iki yanına simetrik olarak yerleştirilmiş, yine cephesinde
noktasal motiflerle pencerelerin tasvir edildiği, kırma çatılı küçük birer ev motifi daha yer alır.
Bu iki küçük ev, merkezde yer alan eve göre daha önde betimlenmiştir. Şematik evlerin
önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır.
Çiğdem Karaçay 144
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde, 595 envanter numaralı Kırşehir Halı Seccade; Kastamonu Nasrullah Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir.
Müzenin deposunda bulunan eser, 106x167 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin
dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde tek yönlü mihraplıdır. Mihrapta yatay
manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, beyaz, siyah, mavi ve pembe renkler kullanılmıştır.
Halı üç dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar yer alır. Birinci bordür, ince
bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda
zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz
yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde,
yıldız şekilli bir çiçek motifi, geometrize edilmiş yaprak motifi ile kaydırmalı olarak
yinelenmektedir. Geometrize çiçek motifi halının uzun kenarlarında yatay, kısa kenarlarında
düşey yerleştirilmiştir. Üçüncü bordür, birinci bordür ile aynı kompozisyona sahiptir.
Mihrap köşelerini, şematik çiçek motifleri doldurmaktadır.
Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift kuleli bir kapısı bulunan
mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, köşeli sürekli çizgilerden oluşan
geometrik karakterli motifin içerisine bir ters bir düz yerleştirilmiş küçük çiçek motifleri ile
tamamlanmıştır. Geometrik karakterli şekil, mihrabın üçgen alınlığında çiçek motifleri
olmaksızın devam eder. Mihrabın alt kısmındaki çift kulede ise birer çiçek motifi ile
nihayetlenir. Mihrabın iç ve dış çeperini karanfil motifleri çevreler.
Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş üç yatay
manzara kuşağı görülür. Yatay manzara kuşaklarından hemen önce, çift kuleli kapının
ortasında, tomurcukları ile betimlenmiş bir demet çiçek bizleri karşılar. Çiçek motifinden
mihrap nişine doğru devam ettiğimizde, kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik olarak
tekrarlanan üç şematik sokak kesiti yer alır. Aynı kompozisyona sahip olan bu yatay manzara
kuşaklarının her birinde, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize
edilmiş dört ağaç arasında yer almaktadır. Evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir.
Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Evlerin arasında
yer alan küçük kare öğeler boşluk doldurmaktadır. Biri geniş, diğeri dar yapraklı tasvir edilen
ağaçlar kaydırmalı olarak devam etmektedir. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay
veranda ile kompozisyon tamamlanır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir
mekân tanımlaması sunmaktadır.
Mihrabın üçgen alınlığında, çift kuleli kapının ortasında yer alan çiçek motifi ile aynı
tasarıma sahip bir demet çiçek yer alır.
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde 616 envanter numaralı Kırşehir halı seccade; Bursa Ulu Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yolu ile müzeye gelmiştir. Müzenin
deposunda bulunan eser, 96x154 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün
malzeme kullanılmıştır. Mihrapsızdır. Zeminde yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı,
mor, beyaz, gri, mavi, açık kahverengi ve krem rengi kullanılmıştır.
Halı bir dar ve bir geniş bordürlüdür. Birinci bordürde, zikzak çizgiler arasına çiçek
motifleri bir ters bir düz yerleştirilmiştir. Enli olan ikinci bordürde bitkisel kompozisyon
hâkimdir. Çiçek motifleri bordür boyunca yinelenmektedir. İkinci bordürden sonra iki ince
kuşak ile zemine geçilmektedir.
Zemin tasarımı orijinaldir. Zeminde yer alan yatay manzara kuşakları, kenarları zikzak
çizgilerle oluşturulmuş bir platform üzerinde yer almaktadır. Yatay manzara kuşaklarının
etrafı, çiçek motifleri, noktasal beneklerle oluşturulmuş üçgen öğeler ve zeminin zikzak
çizgilerinden uzanan zincir motifleri ile çevrelenmiştir. Tabanlık kısmında, zikzak çizgilerle
zemin duvarı arasında kalan kısımda şematik karanfil motifleri yer alır.
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 145
Halımızın manzara kompozisyonu, kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik
olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinden oluşmaktadır. Zemine üst üste yerleştirilmiş ve
aynı düzenin uygulaması olan üç yatay manzara kuşağının her birinde, simetrik olarak
yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize edilmiş dört ağaç arasında yer almaktadır.
Orijinal zemin tasarımlı bu halımızı, diğer eserlerimizle karşılaştırdığımızda, şematik evler, iki
ağaç arasına sıkıştırılmış izlenimi uyandırmaktadır. Şematik evlerin üzeri, noktasal beneklerle
oluşturulmuş üçgen çatılarla örtülmüştür. Evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve
pencereleri betimler. İki ev arasındaki çiçek motifleri ve ağaçların yaprakları arasında yer alan
küçük çiçek motifleri boşluk doldurmaktadır. Ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile
kompozisyon tamamlanır. Bir sokak üzerinde sıralanmış evleri anımsatan tasarımda, yatay
manzara kuşakları üst üste yerleştirilerek manzaranın sürekliliği vurgulanmıştır. Sıralanan
ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır.
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde 710 envanter numaralı Kırşehir Halı Seccade; Ankara Telli Hacı Halil Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde müzeye gelmiştir. Müzenin
deposunda bulunan eser, 105x157 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün
malzeme kullanılmıştır. Mihrapsızdır. Zeminde yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı,
yeşil, beyaz, siyah ve mavi renkler kullanılmıştır.
Halı altı dar bordürlüdür. Üçüncü ve dördüncü bordürü ince kuşaklar çevrelemektedir.
Birinci bordürde, zikzak şekiller yinelenerek devam etmektedir. İkinci bordürde, çengel motifi
ile çiçek motifi kaydırmalı olarak devam eder. Üçüncü bordürde, ince bir dal motifinin bir
ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda zikzaklı bir yaprak
motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz yerleştirilmiş yine
zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. Dördüncü ve beşinci bordürde,
zikzak çizgiler arasına bir ters bir düz yerleştirilen çiçek motifleri görülmektedir. Altıncı
bordürün süslemesi geometrik karakterlidir. Bordüre, verev olarak yerleştirilmiş zincir
motifleri bordür boyunca yinelenmektedir. Halının kısa kenarında zincir motiflerinin üzerinde
bir sıra çiçek motifi yer alır.
Halımızın manzara kompozisyonu, bahçe tasviri ile başlar. Ağaç çitlerle çevrili
geometrik tasarımlı bitki dokusu, küçük noktasal motiflerle sembolize edilmiştir. Bahçe
tasvirini, ortada ve her iki yanda yükselen sütunlar bölmektedir. Orta kısımdan yükselen sütun,
motiflerin bitiminde iki kola ayrılmakta ve iki yanda yer alan sütunlarla birlikte bahçe
tasvirinin üzerine birer çiçek motifi ile sunulmaktadır. Bahçe tasvirinin devamında, zemine üst
üste yerleştirilmiş üç yatay manzara kuşağı yer alır. Kent dokusu içinden seçilerek alınan ve
simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinin her birinde, geometrize edilmiş dört ağaç
motifi arasında, simetrik olarak yerleştirilmiş üç şematik ev motifi yer almaktadır. Evlerin
kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı
ve pencereleri betimler. Ağaçlar aynı düzenin uygulamasıdır. Yatay manzara kuşaklarının
etrafını çevreleyen şematik karanfil motifleri ile ağaçların dalları arasında yer alan küçük çiçek
motifleri boşluk doldurmaktadır. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile
kompozisyon tamamlanır.
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde, 2068 envanter numaralı Kırşehir Halı
Seccade; Ankara Ağaç Ayak Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir.
Müzede teşhirde sergilenen eser, 101x167 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin
dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde çift yönlü mihraplıdır. Mihrapta üst üste
yerleştirilmiş yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, yeşil, mor, beyaz ve mavi renkler
kullanılmıştır.
Halı üç dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar vardır. Birinci bordür, ince
bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda
zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz
yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde,
Çiğdem Karaçay 146
çengel motifi ile çiçek motifi kaydırmalı olarak yinelenmektedir. Üçüncü bordür, tek sıra
yinelenen karanfil motifleri ile bezenmiştir.
Mihrap köşelerini, karanfil motifleri doldurmaktadır.
Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift yönlü mihrap formlu
bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, köşeli sürekli çizgilerden oluşan geometrik
karakterli motifin içerisine bir ters bir düz yerleştirilen çiçek motifleri ile tamamlanır.
Geometrik karakterli şekil, mihrabın üçgen alınlıklarında, çiçek motifleri olmaksızın devam
eder. Mihrabın üçgen alınlıklarının dış çeperini, şematik karanfil motifleri ile bezenmiş ince bir
kuşak çevrelemektedir. Mihrabın iç çeperi de yine bir sıra şematik karanfil motifleri ile
bezenmiştir.
Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş üç yatay
manzara kuşağı görülür. Manzara kuşakları aynı kompozisyona sahiptir. Her bir yatay manzara
kuşağında, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize edilmiş dört ağaç
arasında yer almaktadır. Şematik evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin
cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Şematik evlerin arasında yer
alan kare öğeler boşluk doldurmaktadır. Biri geniş, diğeri dar yapraklı tasvir edilen ağaçlar
kaydırmalı olarak devam etmektedir. Ağaçların yaprakları arasında yer alan küçük çiçek
motifleri, boşluk doldurmaktadır. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile
kompozisyon tamamlanır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân
tanımlaması sunmaktadır. Bir sokak üzerinde sıralanmış evleri anımsatan tasarımda, yatay
manzara kuşakları üst üste yerleştirilerek manzaranın sürekliliği vurgulanmıştır.
3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Çalışmada yer verilen Kırşehir yöresine ait manzaralı halı örnekleri, bordürlerde ve
mihrap köşelerinde yer alan motifler açısından Kırşehir halılarının karakteristik özelliklerini
yansıtmaktadır. Bu halılar, zeminde ve mihrapta tasvir edilen manzara kompozisyonları ile
Kırşehir halıları içinde ayrı bir grubu temsil etmektedir. Süsleme kompozisyonu; çoğunlukla
geometrik, bazen de natüralist üslupta tasvir edilen ağaçlar ve ağaçların aralarında yer alan
şematize evlerden oluşur. Primitif görünümde tasvir edilen bu kompozisyon, zemin ya da
mihrapta üst üste birkaç sıra tekrarlanır. Kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik
olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinde mezarlığı çağrıştıran motifler yer almaz.
19. yüzyıl Türk halı sanatında, Kırşehir seccade halıları içerisinde süsleme
kompozisyonu açısından ayrı bir grubu oluşturan manzaralı halılar, 20. yüzyılın
ortalarına kadar dokunmaya devam etmiştir.
Çalışmada, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’ne, Türkiye’deki çeşitli camilerden bağış
yoluyla gelen beş adet Kırşehir manzaralı halı incelenmiştir. İncelenen eserlerin iki tanesi
Kastamonu Nasrullah Caminden (Envanter No: 430, 595), bir tanesi Bursa Ulu Caminde
(Envanter No: 616), iki tanesi ise Ankara’da Telli Hacı Halil Cami (Envanter No: 710) ve
Ağaç Ayak Caminden (Envanter No: 2068) 2008 yılında müzeye gelmiştir. 19. yüzyıla ait
eserlerin tamamı seccade boyutundadır ve dokumasında yün malzeme kullanılmıştır.
Çalışmada yer alan halıların zemin (Foto: 4) ve mihrap zemininde (Foto: 1, 2, 5) en
çok kullanılan renk kırmızıdır. Kırmızının yanı sıra krem rengi de mihrapsız bir eserimizde
zemin rengi olarak kullanılmıştır (Foto: 3). Mihraplı halılarda birer süsleme alanı olan mihrap
köşelerinin zemin renginde mavi renk tercih edilmiştir (Foto: 1, 2, 5). Motiflerde görülen ortak
renklerin başında yine kırmızı gelir. Ayrıca, sarı, mavi, beyaz ve siyah çalışmamızda
incelediğimiz halılarda görülen ortak renklerdir. Bu renkler dışında yine Kırşehir halıları için
karakteristik olan yeşil, mor, pembe ve kahverenginin tonları, incelediğimiz eserlerin
motiflerinde kullanılmıştır.
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 147
Halıların dar bordürlerinde en çok uygulanan motif, zikzaklı yaprak ve çiçek motifinin
yinelendiği kompozisyondur (Foto: 1, 2, 4, 5). Yaprak motifinin iki yanına yine zikzaklı
yerleştirilmiş üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. Kırşehir halılarında, boşlukların geometrik
karakterli öğelerle doldurulması sıklıkla karşımıza çıkar. Bir diğer bordür motifi, çengel ve
çiçek motifinin kaydırmalı olarak yinelenmesiyle oluşmaktadır (Foto: 1, 4, 5). Zikzaklı yaprak
ve çiçek motifi ile çengel ve çiçek motifinden oluşan kompozisyon dar bordürlerde yan yana
yer almaktadır (Foto: 1, 4, 5). Halk arasında çatıkkaş olarak bilinen motif (Foto: 3, 4) ve
Kırşehir halılarında birçok alanda süsleme kompozisyonuna dâhil edilen karanfil motifi (Foto:
5) yine dar bordürlerde karşımıza çıkar. Geometrik motifler Kırşehir halılarında pek tercih
edilmez. Buna karşın zincir motifi, dar bordürlerde görülmektedir (Foto: 4). Enli bordürlerde
yine bitkisel kompozisyon hâkimdir. Enli bordür boyunca yinelenen çiçek motifi (Foto: 3) ve
geometrize edilmiş yıldız biçiminde çiçek motifi (Foto: 2) iki eserin enli bordürünü
süslemektedir.
Birer süsleme alanı olan mihrap köşelerini, karanfil motifi (Foto: 1, 5) ve stilize olmuş
çiçek motifleri (Foto: 2) doldurmaktadır.
Çalışmada yer alan eserlerden iki tanesi tek yönlü mihraplı (Foto: 1, 2), iki tanesi
mihrapsız (Foto: 3, 4) ve bir tanesi çift yönlü mihraplıdır (Foto: 5). Mihraplı Kırşehir
manzaralı halılarımızda, yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift yönlü
mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Tek yönlü mihraplı halılarda bu bordür, mihrabın
alt kısmında çift kule ile mihrap içine açılır. Mihrapsız eserlerimizde ise zemini çevreleyen
bordür yatay manzara kuşaklarını duvar formunda çevrelemektedir (Foto: 3, 4).
İncelediğimiz eserlerin tamamında, yatay manzara kuşakları, zemin ya da mihrapta üst
üste tek sıra tasvir edilmiştir. Mihrap formlu bordürün çift kule ile mihraba açıldığı bir
örneğimizde, ilk manzara kuşağı bu kuleli kapının ortasında başlar. Burada yer alan manzara
kompozisyonu, diğer manzara kuşaklarından farklıdır. Şematik olarak pencere, kapı ve kırma
çatılarıyla yan yana ve arka arkaya istiflenmiş ve geometrize edilmiş evler sıkışık bir kent
dokusunu vurgular (Foto: 1). Çift kuleli kapısı olan bir diğer halımızda, çift kulenin ortasında
manzara kuşağı yerine tomurcuklu bir çiçek motifi yer alır (Foto: 2).
Mihrapsız halılarda zeminde, mihraplı halılarda mihrapta yer alan ve aynı düzenin
uygulaması olan yatay manzara kuşakları, simetrik olarak üst üste iki ya da üç sıra halinde yer
almaktadır. Yatay manzara kuşaklarında genel kompozisyon; dört ağaç arasında yer alan iki ya
da üç şematik ev ve önlerinde uzanan yatay verandadan ibarettir. Ağaçlar natüralist üslupta
(Foto: 1) ya da geometrize edilerek verilmiştir (Foto: 2-5). Ağaçların arasında yer alan şematik
evler kırma çatılıdır ve cephelerinde kapı ve pencereleri betimleyen üç düşey açıklık bulunur
(Foto: 1-5). Manzara kompozisyonu, ağaçlar ve şematik evlerin önünde uzanan yatay veranda
ile tamamlanır.
Mihraplı bir eserimizde, mihrabın üçgen alınlığında, farklı formda bir manzara kuşağı
daha yer almaktadır. Bu manzara kuşağı diğerlerinden farklıdır. Bulunduğu alanın şekline
uygun olarak tasarlanmıştır. Merkezde yer alan şematik evin iki yanında, küçük birer ev motifi
daha vardır (Foto: 1).
İncelediğimiz eserlerde, zeminde ya da mihrap içinde sıralanan ağaçlar arasında yer
alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. Çalışmada, manzaralı halılar
olarak değerlendirdiğimiz bu halılar, yabancı kaynaklarda mezarlıklı halı olarak anılmaktadır.
Halı sanatı üzerine yapılan araştırmalar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da başlamıştır. Uzun
yıllar Türk araştırmacılar sahaya uzak kalmış, halıcılık konusunda Batılılar söz sahibi olmuştur
(Erdmann, 1957: 83). Dolayısıyla, Anadolu’da dokunmuş bu halıları mezarlıklı olarak
adlandıranlar Batılılar olmalıdır.
Yabancı kaynaklarda “cemetery rug” ya da “grave rug” ismiyle anılan manzaralı
halılar, ağırlıklı olarak Kırşehir yöresinde dokunmuş olmasına karşın, kaynaklarda özellikle
Çiğdem Karaçay 148
Kula’dan bahsedilmektedir. Yıllar önce Almanya’ya gemi ile bu halılardan çok sayıda
gönderildiğini ve orada “grave rugs” ya da “Friedhofteppiche” olarak bilindiklerini
kaynaklardan öğrenmekteyiz (Hawley, 1970: 172). Halılarda yer alan motiflerin mezarlık ile
alakası olmamasına karşın neden bu ismin yakıştırıldığı konusunda tatmin edici bir neden
sunulmamaktadır. En makul açıklama, batılı tüccarların, manzara kuşaklarında yer alan
ağaçları, servi ağaçlarına benzetmesi ve servi ağaçları ile mezarlık arasında bağlantı kurarak,
bu halıları mezarlıklı olarak adlandırmış olmalarıdır (Formenton, 1972: 95; Formenton, 1984:
93).
Yabancı kaynaklarda kullanılan, cemetery ya da grave rug terimi, Türk halı sanatına
mezarlıklı halı olarak aktarılmıştır. Halı alanında çalışan araştırmacılar, bu ismi benimsemiş ve
kullanımı günümüze kadar süregelmiştir. Mezarlıklı halı terimini kabul etmeyen araştırmacı
Prof. Dr. Rüçhan Arık, “Manzaralı Halılar” isimli makalesinde, farklı bakış açısını nedenleri
ile birlikte sıralamıştır. 18. yüzyılda batı etkilerini yansıtan başlıca motiflerle, manzaralı halılar
arasında bağ kurmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda işlenen manzara tasvirlerinin bazıları
perspektif, gölge ve ışık oyunları bakımından batı özellikleri yansıtmaktadır. Batılı nitelikte
olanların dışında, minyatür geleneğinin resim anlayışına bağlı tasvirler, kavram resmi niteliği
taşımaktadır. Mezarlıklı olarak adlandırılan halılarda bu özellikleri yansıtır. O dönemde Türk
araştırmacıların ilgisini çekmeyen halı sanatı, yabancı araştırmacılar tarafından, dönemin
özelliği bilinmediği için mezarlıklı halı olarak adlandırılmıştır. Mezarlık motifi ile ilgisi
olmayan bu motifler, batılılaşma dönemi süslemelerinin en sevilen motifi olan, aralarına
mimari motifler yerleştirilen hayali manzara tasvirleridir (Arık, 1983: 119-125).
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 149
KAYNAKLAR
Arık, R. (1983). Manzaralı halılar. II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, c. V,
Ankara, 23-30.
Aslanapa, O. (2005). Türk halı sanatının bin yılı. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Atalay, B. (1967). Türk Halıcılığı ve Uşak Halıları. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
Deniz, B. (1984). Kırşehir halıları. Arkeoloji-Sanat Tarihi Dergisi III, 25-81.
Deniz, B. (2000). Türk dünyasında halı ve düz dokuma yaygıları. Ankara: Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yayınları.
Durul, Y. (1965). Bugünkü Türk Halı Sanatındaki İstikrarsızlığın Sebepleri, Halı Semineri Özel
Sayısı, Ankara, 16-18.
Erdmann, K. (tarihsiz). Der Türkische teppiche des 15. jahrhunderts. (çev. Taner, H.), (15. asır
Türk halısı). İstanbul: İ.Ü Edebiyat Fakültesi Yayını.
Formenton, F. (1972). Oriental rugs and carpets. (çev. Phillips, P. L.). London: The Hamlyn
Publishing Group Limited.
Formenton, F. (1984). Le Livre Du Tapis, Milano.
Hawley, W. A. (1970). Oriental rugs antique and modern. New York: Dover Publications.
Karaçay, Ç. (2011). Ankara Etnoğrafya Müzesi’ndeki Kırşehir halıları. Basılmamış yüksek
lisans tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara, TR.
Tazecan, H. (1989). Saf Kilim Seccadeler Üzerine Bir Deneme, Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya.
Çiğdem Karaçay 150
Extended Abstract In this article, a group of Kırsehir rug with landscape, which are both in storehouse and
exposure in Ankara Vakıf Museum, will be introduced. In order to be clearer, general information about
Kırsehir rug will be given. Afterwards; Kırsehir rug with landscape inventory information in Ankara
Vakıf Museum will be given and rugs will be introduced in details. In last section, naming these rugs as
‘cemetery or grave rugs’ will be discussed and the importance of these rugs among Anatolian Turkish
Rugs will be established.
Kırsehir is one of the most important weaving centres of Central Anatolia. Today, there are
Kırsehir rugs in almost every museum. These rugs are mostly in shape of prayer rug. The earliest known
examples of these rugs belong to 18th
and 19th
century. They are weaved in Gordes node technique and
the material of them is wool. In Kırsehir rugs mostly red, green, yellow, blue, purple, brown, white and
black colors are used.
In Kırsehir rugs, there are sections such as ; from outside to inside, narrow border, wide border,
sandık and göbek. In rugs; mostly two narrow and wide borders in middle exist. Sometimes, it can be
two narrow border next to each other or three narrow borders. There are thin sprits between the borders.
Narrow borders are ornamented with floral motives known as Catıkkas, Gelinaglatan, Leblebili su,
Bagbası, Kupeli, Devetabanı colloquially.
In Kırsehir rugs, under and on the mihrab, rectangle frames can be found. Nowadays, these
frames are known as Sandık. These frames are filled with floral pattern or dragon figure in a shape of
sloping ‘S’. Corners of the Mihrab are ornamented with floral patterns. Sometimes, mihrab corners are
filled with little points. These points are known as ‘Sinek’ colloquially and these rugs are acknowledged
as Sinekli Kırsehir.
Kırsehir rugs are divided in to two parts according to ground composition; Mihrab and without
Mihrab. On the ground of the Mihrab, floral compositions, candle pattern with hanging from Mihrab
Niche and landscape description.
Kırsehir Rugs with landscape description is a special group. Five rugs in Ankara Vakıf Museum
is examined. They arrived in museum in 2008. They have been donated by mosques. These rugs are
among prayer rugs and one of them is on display, four of them are in storehouse. They all belong to
Kırsehir region. The colors used are red, yellow, purple, white, black, blue, pink, grey, brown and cream.
Two of them are with one side mihrab , two of them are without mihrab and one of them is with one side
mihrab. Floral ornament can be found on their borders and there are floral pattern on the corners of the
mihrab. Landscape units are inside the mihrab, if there is no mihrab, landscape units are on the ground of
the rug and in both cases , landscape units are described one after the other horizontally. In landscape
units, two or three schematic house motives between four trees. When the house number is two, the
space in the middle is filled with square motives, little houses or floral pattern, and the houses have roof.
Three vertical gaps exist on the sides and they describe doors and windows. Some of the trees are
described geometrical and some are naturalist. One of the trees is narrow and the other one is broadleaf.
A horizontal veranda is described in front of the trees and houses. One more landscape zone can be
found on the triangle niche and there is a house description.
We described these rugs as rugs with landscape. These are named as rugs with ‘cemetery or
grave’ in foreign resources. Turkish researchers did not pay attention on rug art for many years, mostly
western researchers has works on this subject. For this name might have been given by foreigners. On
resources published abroad, these rugs are described as ‘cemetery rug or grave rug’. Most of the rugs
belong to Kırsehir region but foreign resources mention Kula with landscape. Numerous rugs have been
taken Germany many years ago. They are known as “grave rugs” or “friedhofteppiche” in Germany.
There is no explanation on the reason of this name on resources. The trees on landscape zones must have
been liken to cypress tree. Cypress trees are mostly found on cemeteries. In this sense, they must have
established a connection between cypress trees and cemeteries. Most of the Turkish researchers accepted
this name, except from Prof.Dr. Ruchan Arık. Ruchan Arık explains the reasons of disapproval on her
article ‘Landscape Rugs’. According to her; the design on the rugs originates from the effects of the era.
In Turkey, some of the landscape design belonging 18th
and 19th
century, represent western
characteristics. Except those, other designs belonging to miniature tradition painting art. They are
concept paintings and these features are found on the rugs that we mentioned. Foreigners misattributed
these rugs as they did not know the characteristics of the era. These rugs are imaginary landscape
descriptions with architectural motives.
These rugs are in the Museums in Turkey and abroad. Some of them are in the special
collection. We analyzed five examples in our research. There are no cemetery motives in these rugs.
When we are able reach more examples, the uncertainty will go away.
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 151
EKLER
FOTOĞRAFLAR
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi
19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade
Envanter No: 430
Foto: 1
Çiğdem Karaçay 152
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi
19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade
Envanter No: 595
Foto: 2
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 153
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi
19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade
Envanter No: 616
Foto: 3
Çiğdem Karaçay 154
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi
19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade
Envanter No: 710
Foto: 4
Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 155
Ankara Vakıf Eserleri Müzesi
19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade
Envanter No: 2068
Foto: 5
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 156-162
[201?]
Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik
Fictional Reality
Aytaç ÖREN
ÖZ: Kurgu, gerçek malzemelerden farklı bir gerçeklik içinde bir yapı oluşturularak yapılan temsili bir
gerçekliktir. Kurgu, mekân, zaman, karakter, hikâye gibi bütün kurgu öğeleri ile beraber kurgusal olan bir yapıdır.
Gerçeklik bu yapıda dille bir kırılmaya uğrar, farklı bir dünyaya taşınır ve yapısal değişikliğe maruz kalır. Farklı bir
boyutta bir gerçekliğe dönüşür. Edebi eserler hepsi bu şekilde yapılan birer kurgudur ve kurgusal gerçekliği
sunarlar. Bütün kurgular kurgusal olmalarına rağmen, kurgularda gerçekliğin nasıl kurgusallığı gerçek hayatta da
hayatın kurgularla anlaşıldığına işarettir. Dolayısıyla kurgusal gerçekliğin kurguyu aşan bir yönü de vardır ve
gerçekliğin anlaşılmasının bir araçtır.
Anahtar sözcükler: Kurgu, kurgusal, gerçeklik, gerçek, yapı.
ABSTRACT: A fiction is a representative reality made by creating a structure in a different reality from real
materials. Fiction is a fictional structure with all fiction elements like space, time, character and story. Within it,
reality undergoes a break with language; it is carried to a different world and is exposed to structural changes. It is
turned into a reality with a different dimension. Literary works are all fictions made in this way and offer a fictional
reality. Although all fictions are fictional, how reality is fictionalized in fictions is a sign of the fact that life is
understood with fictions in the real life. Thus, the fictional reality has an aspect which exceeds the fiction and is a
means of understanding reality.
Keywords: Fiction, fictional, reality, real, structure.
1. GİRİŞ
1.1. Kurgu Kavramı
David Mikics kurgu (fiction) kavramının, Latince ‘kalıba dökmek’ (to mould) veya ‘bir
tasarımı şekillendirmek’ (to shape to a design) ama aynı zamanda ‘sahtesini yapmak, aldatmak,
uydurmak’ (to fake) anlamına gelen ‘fingere’ kelimesinden türediğini ve Raymond Williams,
ondördüncü yüzyılın sonuna kadar kurgunun anlamlarından birinin ‘hayal ürünü bir eser’
olduğunu belirttiğini söyler (Mikics, 2007: 120). Yani kurgu, gerçeklikle ilgili bilinenden
hareketle göreceli olarak kurulan, oluşturulan, durumu kurgulayan bir ‘yapma, yapıntı veya
yalan’ gibidir. Chris Baldics ise sanat ve edebiyatta çoğu tiyatro oyunları ve şiirlerin kurgusal
olmasına rağmen kurgu kavramının daha çok düzyazı şeklindeki roman, kısa hikâye, novella,
romans, fabl ve bu tarz anlatılar için kullanılan bir terim olduğunu ve bu terimle
uydurulmuş/gerçek olmayan (invented) hikâyeler kastedildiğini belirtir (Baldick, 2001: 96).
Dolayısıyla kurgu, yaşamak dediğimiz şekilsiz bütünün parçalı ve değişken
şekillenişinin adıdır. İnsan bu biçimsiz dışını ancak kurgulayarak anlar. Roman da bir kurgu
türüdür ve bilindiği ve sınırları çizilebildiği kadarı ile kendi tür özellikleriyle yapılan bir
kurgudur. Buradan hareketle Peter Childs ve Rpger Powder ‘kurgu’ teriminin, birçok farklı
zihinsel aktivite ve kültürel kuruluş türlerini altında tutan bir şemsiyesi ve dolayısıyla da
seviyeli bir göreceliğin, anti-pozitivist ve anti-ampirik ikaz odağı olduğunun aşikârlığına dikkat
çeker (Childs ve Fowler, 2006: 89). Dışarıda ‘gerçeklik’ denilen bir meçhul vardır ve bu
gerçeklik ancak kurgularla insan dünyasına girebilmektedir. Kurgulanan bir şeyin sahteliği,
Okt. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu, Rize-Türkiye, [email protected]
Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik… 157
yapma oluşu, kurgunun yapısı gereği doğasında mevcut bulunduğundan, kurguların
doğrulanma ihtiyacının olmaması da onun bazen inanılması zor bir yönüdür.
2. EDEBİYATTA KURGUDA GERÇEKLİK
Edebi anlamda kurgu dünyası, kurgusal bir gerçekliği temsil eder. Gerçeklik dediğimiz
şey değişikliğe uğrayarak edebi eserin içine girmiş ve hayatın gerçekliği ile sanatın gerçekliği
çakışmıştır. Gerçeklik, dil yoluyla kâğıt üzerinde yazılarak ve okunarak birçok farklı
gerçeklikler bir araya getirilerek yeniden üretilir. Kurguda üretilmiş bir gerçeklik vardır. Aslını
isterseniz bütün kurgular bir kurmaca, bütün sanat bir aldatmacadır ve bütün büyük yazarların
dünyaları kendi mantığı, kendi kuralları, kendi rastlantıları ile bir düş dünyasıdır (Nobokov,
1988: 32). Kurmaca metinler, bizim bildiğimiz, duyduğumuz, gördüğümüz insanların,
mekânların, olayların, duyguların, zamanların benzerlerini sunarlar bize, ancak dış dünya
gerçekliği ile kurmaca dünya içinde verilmeye çalışılan gerçeklik, temelde birbirlerinden bir
hayli uzak iki kutbu temsil ederler (Çıkla, 2002: 115). Roman dünyası ile gerçek dünya
arasındaki bağlantı ya taklide (representation) ya da temsile (illustration) dayalı gerçekleşir ve
bazı romanlarda karakterlerin gerçek insanlara, olayların gerçek hayattaki olaylara benzeyişleri
herhangi bir bakımdan anlamlı değildir; bunlar sadece roman dünyasındaki olaylara
okuyucunun dikkatini çekmek için vardır (Scholes & Kellogg, 1988: 341). Yani kurgu bir
‘mimesis’tir.
Edebi kurgular sadece dilsel birer gerçekliktirler ve kendine has kavramları ile içinde
yaşadığımız dünyaya bir alternatif olarak gönderge statülü hayali bir dünyayı dil yoluyla
kurarlar (Waugh, 1984: 100). Kurgular, gerçekliği dil yoluyla değişikliğe uğratarak bir
yanılsama şeklinde aktarırlar. Yani gerçekliği farklı bir ortama çeker ve farklı kuralları olan bir
yerde biçimlendirirler. Doğasından kopan gerçeklik hiçbir suretle orijinal olmayacak, yeni
ortamına kök salamayacak, çatışmalı bir varlık kazanacak, dolayısıyla bir kurgu olduğu özüne
işleyecek ve kurgu üstü bir nitelik taşıyacaktır. Bütün üst-kurgusal metinler gerçeklik ile kurgu
arasındaki yok edilemez çatışmanın varlığını sorgular ve günlük dünyanın veya birbirlerinin
gerçekliği ile yarışan alternatif dünyaların özbilinçsel yapılandırılmasıyla bu sorgulamalarının
izini sürer (Waugh, 1984: 111).
Bu durumda gerçeklik ortam değiştirmiş, doğası bozulmuş ve dille yeniden montelenmiş
ve haliyle bu yeni varoluştan uyumsuzluk ortaya çıkmıştır. Kurguya alınan gerçeklikle
kurgusal gerçekliğin yan yana getirilişi, ikisinin birleştirilmesi, bir arada tutulmaya çalışılması
kurguda kendini gösterir. Bu yerler, gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırların görüldüğü yerler
olur. Bazen yazar araya girecek, yaptığı kurguyla ilgili yorumlar yapacak, bazen yazar anlatıcı
kurgu içi geniş rolünü sergileyecek, bazen okur hedef alınacak, bazen konular gerçek ve kurgu
malzemeleriyle beraber dokunulacak ve bazen de kurgunun bir dilden oluştuğu, sınırının dille
çizildiği hissettirilecektir. Kurgu okuru ise fiziksel olarak kurgu sınırının hemen bitişiğindedir
ama ayrı bir dünyadadır. Buna karşın kurgu da gerçek dünyanın fiziksel olarak bitişiğindedir
ama o da başka bir dünyadadır. Kurgu gibi kurgu bütünü oluşturan her kurgu parçası da
kurgusaldır. Gerçekliğe bir benzeyiş ama bir gerçek olamayış vardır. Örneğin edebi mekân,
nesnelerin ve karakterlerin yerleştirildiği, karakterlerin içinde yaşadığı ve hareket ettiği
ortamlardır (Jahn, 2012: 107). Ama insan, zaman gibi mekânı da edebiyat eserine olduğu gibi
aktarmaz, aktaramaz, bunu bir şekilde kendince yapılandırır (Tekin, 2004: 113). Çünkü
kurmaca esas itibari ile bir terkiptir ve diğer birçok eleman gibi mekân da bu terkibi meydana
getiren önemli bir unsurdur (Tekin, 2004: 129). Yani kurguda mekân, kurmacadır, var
olmayanların yerleştirildiği var olmayan –gerçekte varsa da var olduğu gibi olmayan– bir
yerdir, ama var olan bir kitabın içindedir.
Kurgusal zaman da bir gerçeklik yanılsamasıdır. Kurgu, ister sözle ister yazıyla sunulsun
inşa edilmiş bir yapıdır ve destandan romana kadar uzanan bu inşa edilmiş yapıların zaman
gerçeğinden soyutlanarak ‘inşa’ edilmesi mümkün değildir çünkü bu yapılar zamanla asıl
Aytaç ÖREN 158
değerini bulur ve belirli bir zaman içinde anlaşılır (Tekin, 2004: 110). Dolayısıyla bir anlatı
zamansız olamaz. Anlatı içindeki hikâye/ler belirli veya belirsiz bir zaman içinde geçer. Ama
kurgu dünyası dille oluşturulmuş yapma bir dünyadır ve gerçek dünyanın yazıdaki
yanılsamasıdır. Kurguyu oluşturan her parça gibi zaman da kurguda bir gerçeğimsidir ve
bundan dolayı suni bir dokusu vardır.
Kurgusal zaman, bir kitabın açılmasıyla başlayan ve kapatılması ile biten bir zamandır.
Gerçek zaman sürekli ilerlerken o sabittir. Kitap açılmadıkça başlamaz; açılınca da ancak
okudukça ilerler. Olayların anlatılma zamanları bir kurguda değişmediği için istenirse sayfalar
geriye çevrilerek kurguda geçen herhangi bir zamana dönülebilir. Yazarın yaşadığı, hissettiği,
gözlemlediği veya düşündüğü bir şey sonradan yazıya taşınır, yazıda ise bir zaman içinde
bunlar anlatılır, okur anlatılanları daha da sonra okur ve okurun okuma zamanları sürekli
değişir. Burada yaşanılan veya hissedilen bir zaman, yazılan bir zaman, hikâyede geçen bir
zaman ve okuma zamanı gibi birçok zaman vardır ve hepsi kurguda beraberdir. Aynı anda
birçok zaman yaratılır. Söylem zamanı metnin tamamı okunurken harcanan, metindeki kelime,
satır veya sayfa sayılarıyla ölçülebilen zamandır ama öykü zamanı metindeki bütün eylemin
işgal ettiği kurgusal zamandır (Jahn, 2012: 100).
Bir kurguyu oluşturan temel unsurlardan biri de karakterdir. ‘Karakter’ kelimesi
Almancada ‘figür’ ve Latincede ‘figura’ (şekil veya biçim) kavramının kökeni ‘fingere’den
(yanıltmak, uydurmak) gelmesine karşılık İngilizceye Yunanca ‘kharacter’ (işaret) ve
‘kharaksein’ (kazımak, şekillendirmek) kelimelerinden gelmiştir ve anlamı hem kurmacayı
hem de yazarak bir şeyi şekillendirmeyi içerir (Tepebaşılı,2012: 45). Kurgu yapısında yer alan
diğer bütün öğeler gibi karakterler de ‘yapma’dır. Bütün kurgu öğeleri, bu karakterler için
vardır ve karakterin etrafında döner. Kurmaca dünya onunla bir anlam ve işlev kazanır.
Kurguda geçen olayları yapan, onları gerçekleştiren, olduran karakterdir. O yüzden roman
yazarı oluşturacağı kurgusunda karakterleri belirler, nasıl kullanacağını planlar ve onları bir
kurgu dünyasında canlandırır. Dolayısıyla karakterlerin kurgusallıklarına dair metin içi veriler
de elde etmek mümkündür.
Kurguda anlatılanlar da kurgusal bir gerçekliktir. Gerçek hayatta yaşadığımız olaylar düz
bir zaman çizgisi izler ama bir kurguda olaylar hayattaki sıra takip edilerek anlatılmaz.
Kurguda olaylar, kendine özgü bir biçimde düzenlenir: bazen özetlenir, bazen olduğu gibi
verilir, bezen sıraları değiştirilir ve tüm bu kurgu hammaddeleri olay örgüsüne dönüşürken
sanatın gereklerine göre hayatta rastlayamayacağımız bir yapaylıkla düzenlenir (Moran, 2010:
183). Kurgunun mekân, zaman, karakter gibi olaylar da kurgusal bir biçime sokulur. Böylelikle
parçalar arası bir bütün oluşturulur. Dolayısıyla parçaların/yapay parçaların bir araya
getirilmesi/yapay bütünleme, aslında kurgunun iskeletini, bağlantı yerlerini ve nasıl bir
bütünlük kurduğunu belli eder. Kurgu, kendi içindeki kurgu yapısını oluşturan yapıları açık
veya gizli gösterir. Çünkü kurgu gerçekliğe karşı doğal bir ‘bağdaşmazlık’ refleksi gösterir.
Kurgu, her parçası ve bütünü ile farklı bir gerçekliktir, bir yapıntıdır. Bu inorganik
durum kurguya her anlamda ve her şekilde siner. Gerçeklik kurgusallaşır ve kurgusal bir
gerçekliğe dönüşür. Bu, fiktif bir dünyanın kabulleriyle oluşan bir gerçekliktir. Müdahale ve
yönlendirmeye açıktır. Yazar, bu dünyanın tanrısı gibidir. Aynı anda çok yerde olabilme
yazarın bir ayrıcalığıdır. Çünkü kurgu yazarının dünyalar arası, gerçeklikten kurguya ve
kurgudan gerçekliğe geçişler yapabilme özelliği vardır. Ama okurun bu gerçekliği nasıl
algılayacağına müdahale edemez. Kurgusal gerçeklik okurla beraber farklı boyutlar kazanır.
Her yazınsal metnin temel anlatım örgüsünü o metnin içinde yoğrulduğu ortamın gerçek
ya da düşünsel olguları belirler ve burada önemli olan bu örgü ile gerçek yaşam bağlamının
birçok yönü arasındaki karşılıklı etkileşim ve ilişkidir çünkü ancak böylelikle metnin temel
örgüsü, kimi yerde yaşam bağlamının değişik yönlerine kimi yerde yaşamın toplumsal,
tarihsel, kültürel akışına ve metnin gizli anlam güçlüklerine ışık tutabilir (Göktürk, 2010: 53).
Yazar, içinde yaşadığı dünyayı, kendi yaşamını edebiyatçı kimliği ve birikimi ile birleştirir ve
Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik… 159
kurgu dünyasına yansıtır. Yazar aslında kendini ve dünyasını kurgulayarak yorumlamış ve
gerçekliğin de birer kurgu olabileceği olasılığını göstermiştir. Gerçekten de kurgular yaratmak
suretiyle gerçekliğin baskılarını bertaraf ederiz ve kurgular bizim gerçekliği biçim üzerinden
daha iyi anlayabileceğimiz düşüncesini sağlar (Jusdanis, 2012: 57). Edebiyat bizi sahici bir
yere elbette götürmez ama hayatla olan gerginliğimizi ortaya serer ve dünyayı bilmenin ve
anlamanın yolunun kurgulama gerçekliğinde yattığını bize hatırlatır. Yapılı/yapıntı olanla
gerçeklik arasında sürekli bir gerilim vardır ve kurgu/roman bu gerilimi bize açıkça gösterir.
Sanat vasıtasıyla yaşadığımız gerçekliğin özünde olup biteni görür, yaşadığımızı daha derinden
anlamlandırabilir ve gelip geçici olanın uğultusundan kurtulabiliriz (Cengiz, 2012: 54).
Gerçek hayatta da bize bilgiler yazı/dil yoluyla ulaşır, daha doğrusu yazı ile kurgulanıp
verilir. Sözle dünya arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını bizim onu göstergelerle yeniden
yarattığımızı ve kendimize göre yorumladığımızı, dilin keyfi ve gelişigüzel seçilmiş
sembollerden oluştuğunu unuturuz (Antakyalıoğlu, 2013: 54). Kurgu dünyalar arasında geçiş
yapabilen bir yapı olduğundan bize bunu hatırlatır. Bundan dolayı gerçekliği hem kurgusal ve
hem de kurgusal olmayan anlamda şüpheye düşürür.
Kurgunun gerçeklikle sınırlarının bazen belirli bazen belirsiz olması onun yapısından
kaynaklanır. Kurgu, gerçeklerden beslenir ama farklı bir dünyada var olur. Kurgunun bu ikili
yapısı üst/kurguyu, kurgunun üstü ile ilişkili oluşunu doğurur. Çünkü varın içinde değildir ama
yok da değildir, gerçeğimsidir. Gerçeklikle bağlantısı vardır ancak gerçek değildir. Yazar,
kurguyla ilişkimizi veya gerçeklikle ilişkimizi bu bağlamda şüpheye düşürür ve gerçekliğin ne
olduğu bulanıklaşır. Çünkü kurgunun her zaman bir diğer tarafı vardır: üstkurgu yani kurgunun
üstü. Kurgu ‘dış dünya’nın roman dünyasına girmesine sağlayarak kurgu ile gerçeklik
arasındaki ayırımı bozar ve böyle olunca üst-kurgu, kurgunun diğer tarafının da var olduğunu,
yani kurgusal dünyanın da gerçek dünyaya izinsiz girdiğini daha ustaca ortaya çıkarır (Nicol,
2009: 39). Gerçeklik kurguya sokulurken kurgu da gerçekliğe geçmektedir. İşte bu yüzden
kurgusal sınırlar bulanıktır.
Kurgusal gerçeklik dilsel bir gerçekliktir. Başlangıçta kullandığımız/okuduğumuz
sözcükleri yeniden açıklayamayız çünkü zaman geçmiştir, biz değişmişizdir, artık
başlangıçtaki anlam yoktur. Sayfa üzerindeki sözcüklerin değişmeden kalması anlamların da
değişmeden kalması demek değildir. Metin okuyucu ile oynarken okuyucu da metinle oynar.
Karşılıklı şifreler, çözümler ve yeni şifreler ve çözümler vardır. Metni heyecanlı kılan
ertelenen anlamlardır. Bütün anlam bir anda ele geçmez. Derrida’nın belirttiği gibi, gösterenle
gösterilen arasında birebir bir ilişki olmadığı, gösterilenin bir parçası her zaman bir başka
yerde olduğu, anlamın apaçık olmadığı, anlamın ertelendiği ve dolayısıyla bir metinde anlamın
inşa edilemeyeceği açık bir gerçektir (Uçan, 2008: 477-478). Metinde anlamlar her adımda bir
sonrakine kayar. Dolayısıyla edebiyat metinleri belirsizdir (Lodge, 1993: 274). Yazar, kasıtlı
olarak kurgu yoluyla bizim dünyamızla bir bağ kurar ve okur olarak okuma nedenimizi ve
metinle ilişkimizi bize sorgulatır: yaşadığımız gerçeklik kurgusal olabilir mi?
Bir yapıntı oldukları ne kadar roman başında belirtilse ve kurgu içinde kurgusal
olduklarını ortaya dökse de kurgunun gerçek dünya üzerine bir etkisi, sınır ihlaline bir eğilimi
vardır. Ünlü İngiliz roman ve hikâye kahramanı Şerlok Holmes’un yaşadığı varsayılan 221
Baker Caddesi, Londra adresine her gün yüzlerce mektubun gönderilmiş olduğu düşünülürse
düş ürünü olsun olmasın edebi eserlerin ne derece etkili olduğu anlaşılır ve bundan ötürü
gerçek insanlardan, gerçek ülkelerden bahseden romanlardan ve roman kahramanlarından
kişilerin etkilendikleri inkâr edilemez (Küçükboyacı, 1994: 217). Yazar bu etkiyi hayal
gücüyle yaratır. Ortaya gerçek görünümlü bir kurgu veya kurgu görünümlü bir gerçeklik
çıkarır. Ama sözle kurgu arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını, bizim onu göstergelerle
yeniden yarattığımızı ve kendimize göre yorumladığımızı, dilin keyfi ve gelişigüzel seçilmiş
sembollerden oluştuğunu, gerçekliğin kurgulanarak belleğimize girdiğini, tüm kültürü bu
kurgunun üzerine kurduğumuzu unuturuz ve unutarak yolumuzu anlamlandırmaya, doğrular
bulmaya devam ederiz (Antakyalıoğlu, 2013: 47). Yazar, kurgularını gerçekliğe bir yanaştırıp
Aytaç ÖREN 160
uzaklaştırarak bize aslında gerçek hayatın da bir kurgudan ibaret olduğunu hatırlatır.
Dünyaların farklılığı ile aynılığı arasında zihinlerimizde bir tereddüt oluşur.
Kurgu yazarı, bazen yazar anlatıcı olarak kurgu arasına girerek veya okura varlığını
hissettirerek kurgu ile gerçek dünyanın sınırlarını yer yer çizer. Okur ile kurgu arasına sınır
koyar ve dünyaların farklılığını hatırlatır. Aynı zamanda bir yazar olarak kendi varlığını da
böylesi doğrudan ifadelerle kurgu içinde belli ederek okunanın bir kurgu olduğu ve bu
kurgunun bir yazarı olduğu ve gerçekliklerin de ancak kurgu yoluyla yapılabildiği imasını
iletir. Metnin yazıldığına ilişkin bir gönderme metnin gerisinde gerçek bir yazarın varlığına
dikkat çeker ve kurgusal gerçekliğin görünümünü bozar (Lodge, 1993: 24). Ama kurgusallığın
böylesi açıkça vurgulanması hem roman yazarı ve okurun anlatının temel yapılarını, onların
işleyişlerini daha iyi anlamasına neden olur hem de yaşanılan dünyanın bir insan kurgusu, bir
insan yaratısı olduğuna işaret eder. Bu yolla yazar, kurgunun da gerçeklik üzerine bir söz hakkı
olduğunu ve sınırlarını aşabileceğini bizlere bildirir. Yazar kurgusunu oluştururken aslında
okura ve gerçek dünyaya bir ‘ses’ göndermektedir. Romanla gerçeklik arasındaki ilişki
‘hayal’dir, romanın yaşama benzemesi asla söz konusu olamaz çünkü roman bir yaratı, insan
zihninin malzemesi dil olan bir ürünüdür ve bundan dolayı roman dilin belli kalıplar içinde
kullanılışı, diğer edebi türler gibi yazılı bir metindir ve gerçeklikle ilişkisi herhangi bir metnin
olduğu kadardır (Menteşe, 1996: 100). Çünkü kurgu çoklu dünyalar yaratır ve bu dünyalar
metnin anlattığından daha büyük dünyalardır (Nicol, 2009: 171). Yani gerçekliği kırar ve sahte
bir gerçeklik algısı yaratır.
3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Kısaca söylemek gerekirse kurgunun kendisini oluşturan bütün yapıları, kurgu lehine
işlerken, ona bir bütünlük ve anlamlılık katarken aynı zamanda kurgunun aleyhine bir işlevi
olduğu anlaşılmaktadır. Bu yapılar, kurgu kurulurken onun bir yapma olduğunu da yansıtırlar.
Yazarın kurgusunu kurma stratejisi, yöntemi, tekniği ve yaklaşımı aynı zamanda kurgu içinde
takip edilir, görülür veya sezilir izler bırakır ve bu izler kurguyu üst-kurguya taşır. Kurgu dilsel
bir gerçekliktir ve bu gerçeği kurguyu okurken nasıl gözümüz harflere takılıp onun kurgusal
oluşunu hatırlamamız gibi kurgunun tüm öğeleriyle bir kurma oluşturduğu da kurgu içinde
görülüp anlaşılabilir ve bu gerçeklikle bir kez daha yüz yüze kalınır. Böylelikle kurgunun
ontolojik temelleri sorgulanır ve sarsıntıya uğratılır. Kurgu hem gerçekliğe yakındır hem de
gerçeklikten çok uzaktır. Kurgunun sınırları bazen belli, bazen muğlaktır. Çünkü kurgusal
gerçekliğin sınırlarının nerede başladığı ve bittiği belirsizdir. Bu sınırlar hem kurgu içindedir
hem de kurgu dışına uzanır. Hem yazar hem de okur için dünyalar arası sık geçişler olduğu
için gerçeklik sabitlenemez.
Aslında kurgu, kurgusal gerçekliğin ötesindeki kabullere bir meydan okumadır. Bizim
bildiğimiz ve kabul ettiğimiz gerçekliğin de kurgusal olabileceğine dair bir göndermedir.
Dolayısıyla gerçekliğin sorgulanmasıdır. Çünkü yazar birçok şeyle beraber edebiyattan metin,
teori, eleştiri gibi malzemelerle kurgu hikâyesini oluştururken aslında gerçek hayatta insanın
kurgulama yaparak ve kurgulardan bir şeyler alarak kendi gerçekliğini- ki bu gerçeklik de
kurgusaldır- oluşturduğu imasını verir. Kurgunun nerede başlayıp bittiği şüphesi aslında
gerçekliğin nerede başlayıp nerede bittiği şüphesidir. Kurgu yazarı bu şüpheyi ayrıcalıklı
kimliği ile oluşturur. Çünkü o, gerçek dünya ile kurgu dünyasının gerçekliğini kurguda
birleştirebilen bir kişidir. Dolayısıyla okura da bu boz(dur)ulmuş, yapısı değiş(tiril)miş, doğası
farklılaş(tırıl)mış gerçekliği verir. Bu gerçeklik hem gerçekmiş hem de değilmiş gibi görünür.
Çünkü kurgu bir ‘sahte-gerçek’ veya bir ‘gerçek-sahte’dir. Dolayısıyla edebiyatta gerçeklik
gerçekliğin bir yansımasıdır, gerçeklikten izler taşır ama bunu kendi gerçekliği ile yoğurur ve
ortaya kurgusal, kurgu dünyasının kabullerine bulanmış bir gerçeklik çıkar.
Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik… 161
KAYNAKLAR
Antakyalıoğlu, Zekiye (2013). Roman Kuramına Giriş. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Baldick, Chris (2001). The Concise Oxford Dictionary of LiteraryTerms (2. bs.), New York: Oxford
University Press.
Cengiz, Metin (2012). Platon ve Aristoteles’te Şiir Düşüncesi. İstanbul: Şiirden Yayınevi.
Childs, P.,ve Fowler, R. (2006), The Routledge Dictionary of Literary Terms (3. bs.). New York:
Routledge.
Çıkla, Selçuk (Mayıs 2002) “Romanda Kurmaca ve Gerçeklik”, Hece Dergisi, 65-66-67, 111-129.
Göktürk, Akşit (2010). Okuma Uğraşı (5. bs.). İstanbul:YKY.
Jahn, Manfred (2012). Anlatıbilim: Anlatı Teorisi El Kitabı (2005). (Çev. Bahar Dervişcemaloğlu).
İstanbul: Dergah Yayınları.
Jusdanis, Gregory (2012). Kurgu Hedef Tahtasında (2010). (Çev. Çiçek Öztek). İstanbul: Koç
Üniversitesi Yayınları.
Küçükboyacı, M. Reşit (1994). “Çağdaş İngiliz Edebiyatında Türk İmajı”, Ege İngiliz ve Amerikan
İncelemeleri Dergisi, 10, 200-220.
Lodge, David (1993). A David Lodge Trilogy. London: Penguin Books.
Lodge, David (1993). Art of Fiction. New York: Viking Penguin.
Menteşe, Oya-Batum (1996). “Romanda Kurumlaşmış Biçimin Yıkılışı ve Yenilikçi ‘Avant-Garde’
Görüş”, Bir Düşün Yolculuğu: Edebiyat-Sanat-Eleştiri Yazıları. Ankara: Bilkamat Yayınları, 97-
101.
Mikics, David (2007). A New Handbook of LiteraryTerms. New Haven:Yale University Press.
Moran, Berna (2010). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (20. bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Nicol, Bran (2009). The Cambridge Introduction to Postmodern Fiction. New York:
CambridgeUniversity Press.
Nobokov, Vladimir (1988). Edebiyat Dersleri (1980). (Çev. F. Özgüven, N. Akbulut). İstanbul: Ada
Yayınları.
Scholes, R., Kellogg, R. (1988). “Hayat ve Sanat”, (Ed. Philip Stevick), Roman Teorisi, (Çev. S.
Kantarcıoğlu), (ss. 340-347), Ankara: Gazi Üniversitesi Yayınları.
Tekin, Mehmet (2004). Roman Sanatı 1 (4. bs.). İstanbul: Ötüken Yayınları.
Tepebaşılı, Fatih (2012). Roman İncelemesine Giriş. Konya: Çizgi Yayınları.
Uçan, Hilmi (Ocak 2008). “J. Derrida ve Dil Bağlamında Postmodernizm”, Hece Dergisi, 138-139-140,
467-488.
Waugh, Patricia (1988). Metafiction. New York: Routledge.
Aytaç ÖREN 162
Extended Abstract
Reality is facts in the real world but fiction is different in that it creates a reality in a fictional
world. Fiction is made up of invented, imaginary, representative facts. Both the whole structure of a
fiction and all its parts are fictional. Its artificial characteristic reflects on everywhere in fiction. Because
fiction is known beforehand to be fictional, it is at peace with itself and does not feel uncomfortable with
this situation. On the contrary, it may use this within fiction on the behalf of itself. Shortly, fiction is a
different reality composed of a language.
Fiction is a multi-dimensional structure. It consists of many parts like time, space, character, story
and plot. Every element of it carries this fictionality and reflects this to fiction. Time is not as we know.
Space is not the same as what we perceive it. Characters are different from who we meet in the real
world. It is normal that many unusual things and coincidences happen in an anachronic way in its story.
Plot may seem absurd… In fiction, imagination is combined with reality and distorts it. There is a reality
in fiction as well but it is exposed to a structural alternation and turns into an illusion.
Fictional reality has another important aspect. It shows us that reality is only understood by
fictionalizing it. If it is so, all we know as a reality is, in fact, a fiction because what we call facts is what
we fictionalize from the reality. It can be seen that fiction lies beyond its boundaries, so it opens a door
to understanding what reality is like and raises doubt on ‘reality’: real but how real?. Fiction plays an
important role in apprehending ‘reality’.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 163-175
[201?]
Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar:
Kadınların Kariyer İlerlemelerinde Karşılaştıkları Engeller ve
Etkili Liderlik
Queen Bee in Glass Ceiling Shade: Obstacles Encountered By
Women's Career Advancement And Effective Leadership
Olcay ER*, Orhan ADIGÜZEL
**
ÖZ: Günümüzde iş hayatında üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulunan kadın sayısı erkeklere oranla çok
azdır. Bu çalışmada, özellikle yurt dışı kaynaklardan yararlanmak suretiyle kadın üst düzey yönetici sayısının çok
düşük olması altında yatan nedenlerle ilişkilendirilen birçok etkenden yalnızca ‘kraliçe arı sendromu’ ve ‘cam tavan
sendromu’ üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmaya göre, bu iki sendromdan ilki ile kadınların üst düzey yöneticilik
pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya sahip olması arasında anlamlı bir ilişki olduğu değerlendirilmemiş
iken ikincisi arasında anlamlı bir ilişki olduğu çıkarımında bulunulmuştur. Ayrıca bu çalışmayla, bu iki sendrom da
göz önünde tutulmak suretiyle ‘liderlik’ bağlamında kadınların üst düzey yönetici olmalarının önündeki engelleri
kaldırmada ne tür motive ve teşvik edici unsurların yararlı olabileceği hususu değerlendirilmiştir.
Anahtar sözcükler: Cam Tavan, Kraliçe Arı, Yönetici, Liderlik
ABSTRACT: Nowadays the number of women in senior management positions in business compared to men
is very small. In this study, especially benefited from foreign sources, the underlying cause of several factors related
to the low number of senior women managers in business associated with only the 'queen bee syndrome' and 'glass
ceiling syndrome' are evaluated. According to this study, the first of these two syndromes with women in senior
management positions than men to have a very small share is not considered a significant relationship; on the other
hand, the second is concluded that a significant relationship. In addition, these two syndromes to be kept in mind in
the context of 'leadership' what kind of factors motivating and encouraging women to be senior managers could be
useful in removing the barriers that prevent are evaluated.
Keywords: Glass Ceiling, Queen Bee, Manager, Leadership
1. GİRİŞ
Dünya nüfusunun yarısını kadınların oluşturmasına karşın, her ne kadar son yıllarda
kadınların lehine değişiklik olsa da iş hayatında kadınların bu oranda temsil edilmediği
belirtilmektedir. Bundan da garip olanı ise iş hayatındaki üst düzey yöneticilik pozisyonunda
bulunan kadınların erkeklere oranla çok az bir paya sahip olmasıdır. 1995 yılı rakamlarına göre,
dünya genelinde büyük şirketlerin yönetimle ilgili bölümlerinde çalışanların %44 ünü kadınların
oluşturmasına rağmen, bu şirketlerin kıdemli yönetici pozisyonundaki kadınların sayısı %5’in
altında kalmıştır (Alcom, 1995, s.3). Örneğin, bu konuda dünya ortalamasının üzerinde olan
ABD’de, 1995 yılında 3000 yüksekokul müdürünün yalnızca 364’ünü bayanlar oluşturmakta idi
(Hurt, 1995, s.10). 2010 yılı rakamlarında da durum pek farklılık arz etmemektedir, şöyle ki
ABD’de iş hayatının % 46,5’ini bayanlar oluştururken, yalnızca % 8’i üst düzey yönetici
pozisyonundadır (Mukherji, 2010, ss. 23-42). Yine 2012 yılı rakamlarına göre ABD’de bulunan
en çok kazanan 500 şirketin yalnızca 21 tanesinin en üst düzey yöneticisi kadındır (Grant
Thornton International Business Report, 2013).
* Doktora Öğrencisi, Süleyman Demirel Üniversitesi, S.B.E. İşletme Bölümü, Isparta, Türkiye,
Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, İ.İ.B.F. Sağlık Yönetimi Bölümü, Isparta, Türkiye,
Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 164
Kadın üst düzey yönetici oranının çok düşük olmasının altında sosyolojik, psikolojik ve
kültürel birçok etken yatmaktadır. Bu çalışmada, özellikle yurt dışı akademik kaynaklardan
yararlanmak suretiyle söz konusu durumun altında yatan nedenlerle ilişkilendirilen birçok
etkenden yalnızca ‘kraliçe arı sendromu’ ve ‘cam tavan sendromu’ üzerinde durulmaktadır. Bu
çalışmaya göre, bu iki sendromdan ‘kraliçe arı sendromu’ ile kadınların üst düzey yöneticilik
pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya sahip olması arasında anlamlı bir ilişki olduğu
değerlendirilmemiş iken, ‘cam tavan sendromu’ ile arasında anlamlı bir ilişki olduğu kanaatine
varılmıştır.
Ayrıca, bu çalışmada söz konusu sendromlar da göz önünde tutulmak suretiyle etkili
liderlik becerileri de ele alınmıştır. Bu çalışmanın amacı ‘liderlik’ bağlamında ne tür motive ve
teşvik edici unsurların kadınların üst düzey yönetici olmalarının önündeki engelleri kaldırmada
yararlı olabileceğini tespit etmektir. Bu noktada, görünmez engellerin aşılması ve cam tavanın
kırılıp üst düzey yönetici pozisyonunda daha fazla kadının yer alması için etkili bir liderlik
eğitiminin önemli olduğu çıkarımında bulunulmuştur.
Bu çalışmanın ilk bölümünde ‘kraliçe arı sendromu’ üzerinde durulmuş, bu sendromun
kadınların kariyer ilerlemesinde karşılaşmış oldukları engelleri açıklamakta yetersiz olduğu
hususlar değerlendirilmiştir. İkinci bölümde ‘cam tavan sendromu’ değerlendirilmiş, bu
sendromun hangi manada kullanıldığı üzerinde durulmuş ve kadınların üst mevkilere
gelmesindeki engelleri açıklamada ne ölçüde yeterli olduğu açıklanmıştır. Üçüncü bölümde
kadınlar üzerindeki cam tavanın kırılması için etkili bir liderlik anlayışının önemi gözler önüne
serilmiştir. Son bölümde ise kadınların iş hayatında karşılaşmış oldukları engellerin nasıl
ortadan kaldırılabileceği temelinde çalışmanın ne anlam ifade ettiği ve ileride yapılacak
muhtemel çalışmalarla nasıl ilişkilendirilebileceği hususuna değinilmiştir.
2. KRALİÇE ARI SENDROMU
Arı kovanlarındaki kraliçe arının iktidarını sürdürme mücadelesi herkesçe malumdur.
Buna benzer olarak iş hayatında da kraliçe arı özelliklerini taşıyan kadınların bulunabileceği
öngörülmektedir. Bickford’a (2011) göre, eğer bir kadın idareci altında çalışan bir kadınsanız ve
idareciniz sizin kuyunuzu kazıp, gereksiz yere hayatınızı zorlaştırıyorsa; sizin idarecinizin
kraliçe arı sendromuna kapıldığı söylenebilir. Bu bağlamda kraliçe arı sendromu altındaki kadın
kendini çevresinde bulunan diğer kadınlara karşı tehdit altında hissettiği için çevresindeki
kadınların gelişimini engellemek, gücünü ve pozisyonunu kırmak için çabalar.
George’a (2002, s.16) göre her okulda birkaç etkili kız öğrencinin kendi popülerliklerini
ve güç alanlarını artırmak için diğer sınıf arkadaşlarıyla alay ederek onlara eziyet ettikleri ve
düşmanlığa dayanan bir sınıf atmosferi oluşturdukları da bilinen bir durumdur. Yine George,
erkeklerin kavga ederek veya arabalarını sergileyerek cesaretlerini ve üstünlüklerini diğerlerine
karşı gösterme eğiliminde olduklarının, kızların ise başkalarına karşı üstünlüklerini dedikodu
veya alay ederek diğerlerini manipüle etme gibi daha dolaylı yöntemlerle gösterme eğiliminde
oldukları düşüncesindedir. Ona göre, işte okuldaki bu etkili kızların iş hayatlarında ‘kraliçe arı
sendromuna’ kapılma olasılıkları kuvvetle muhtemeldir.
İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, kadınların üçte ikisi erkeklerin daha açık
konuşmaları sebebiyle erkek bir yönetici ile çalışmak istiyorlar. Almanya’da yapılan bir
araştırmaya göre kadın yönetici altında çalışan kadınların erkek yönetici altında çalışan
kadınlara oranla daha çok sağlık problemlerinin olduğu görülmüştür. Yine ABD’de bulunan
Amerikan Yöneticiler Birliği’ne göre, kadınların %95’i kariyerlerinin herhangi bir aşamasında
başka bir kadın tarafından zarara uğramıştır (Bickford, 2011).
İş hayatında gücü elinde bulunduranlar mevcut güçlerini başkaları ile paylaşmak
istememektedirler. Kirwan-Taylor’a (2013, s.14) göre ‘güç’ sürekliliği olmayan ve geçici bir
durumdur. Bu sebeple gücü elinde bulunduranlar, kendi pozisyonlarının sağlam olmadığının
Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 165
farkındalardır ve bu sımsıkı sarılmış oldukları pozisyonlarının tehdit altında olduğunu
düşünmektedirler. Mevcut iş hayatındaki gücü elinde bulunduranların büyük bir kısmının
erkeklerden oluşması sebebiyle bu noktada ‘kraliçe arı sendromunun’ tutarsız oluğu
görülmektedir.
Hollanda Leiden Üniversitesi’nde profesor olan Belle Derks’in yapmış olduğu bir
araştırmaya göre, kadınların diğer kadınlara uygulamış olduğu kötü muamelelerin müsebbibinin
kadın yöneticiler olmadığıdır, aksine bu kötü muamelelerin çoğunluğunun erkeklerin
oluşturduğu cinsiyet ayrımı gözeten iş ortamının doğal bir sonucu olduğu, kadın yöneticilerin
kendilerini bu erkek egemen iş ortamına adapte etmek niyetiyle bu tarz davranışlarda bulunduğu
görülmüştür (Bickford, 2011). Örneğin, İngiltere seyahat ve turizm alanında iki milyonun
üzerindeki çalışanın %60’ını kadınlar oluşturmasına rağmen, bu sektördeki üst düzey
yöneticilerin yalnızca %6’sını kadınlar oluşturmaktadır. Kadın üst düzey yönetici oranının bu
kadar düşük olmasını yalnızca kraliçe arı sendromu ile açıklamanın yetersiz görülmekte, üst
düzey yöneticilikte daha çok belirgin olan esnek olmayan çalışma saatleri, rol model olabilecek
kadın eksikliği ve etkin bir iletişim ağının olmaması bu düşük oranın asıl sebebi olarak
değerlendirilmektedir (Bickford, 2011).
Kadınların iş hayatında erkeklerden daha geride kalmasının bir diğer sebebi de kadınların
erkeklere nazaran daha fazla ekip çalışmalarında yer almaları ve bireysel olarak ön plana
çıkamamaları düşünülebilir. Örneğin Avrupa Birliği ülkelerinde faaliyet gösteren kar amacı
gütmeyen kuruluşların yöneticilik pozisyonlarının büyük bir kısmını kadınlar oluşturmaktadır
(Claus, Callahan & Sandlin, 2013, s.338). Yine, Rajan (2002, s.9) kadın akademisyen ve bilim
adamlarının bağımsız çalışma yapmaktan daha ziyade grup çalışmasında bulunduklarını ifade
etmektedir. Ona göre, her ne kadar grup çalışmasına katılan kadınlar en az erkekler kadar zeki
olsalar ve en az erkekler kadar bilgi üretseler dahi, çalışma sonuçları toplantılarda genellikle
erkekler tarafından sunum yapılmakta ve çalışmalar erkeklere atfedilmektedir. Rajan’ın bu
açıklamaları, kadın ve erkeklerin oluşturmuş oldukları çalışma gruplarının başarılı
faaliyetlerinin, yalnızca erkeklerin kariyer ilerlemesine sebep olacağı düşüncesini doğurmuş,
işte bu noktada da kraliçe arı sendromundan bahsedilemeyeceği çıkarımında bulunabilinir.
Kraliçe arı sendromunun bir önyargıdan ibaret olduğunu gösteren Bickford (2011),
yapmış olduğu araştırmada başarılı kadınların büyük bir kısmının ekipteki diğer üyeleri
desteklemekte ve onların gelişimi için gayret göstermekte olduğunu görmüştür ve bu kadınlar
ekip arkadaşlarının başarılarını kendilerine bir tehdit olarak algılamamakta ve bu başarılarla
gurur duymaktadır. Bickford’a (2011) göre, ‘Kraliçe arı sendromu’ bayatlamış cinsiyet
ayrımcılığına dayalı bir önyargıdan ibaret olup, kadınlara gerekli eğitimin verilmesi ve düzgün
rol modellerle desteklenmesi ile kadınlar kariyerlerine yukarı doğru daha sağlam adımlarla
ilerleyebileceklerdir.
Bickford (2011), kıdemli kişilerin cinsiyet ayırımı gözetmeden oluşturmuş oldukları
kadınların adil olarak temsil edildikleri ekiplerdeki kadınlar, erkek egemen davranış kalıpları
taklit etme zorunluluğu hissetmemişler ve başarıyı yakalayarak kendilerini ispat etmişlerdir
tespitinde bulunmaktadır. Hem bu tespit hem de buraya kadar değinilen hususlar temelinde
‘kraliçe arı sendromu’ iş hayatındaki üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulunan kadınların
erkeklere oranla çok az bir paya sahip olmasına sebebiyet verecek bir durum olarak
değerlendirilmemektedir. Bu sebeple çalışmanın ikinci bölümünde bu düşük orana sebep olması
muhtemel diğer bir sendrom olarak karşımıza çıkan ‘cam tavan sendromu’ ele alınacaktır.
Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 166
3. CAM TAVAN SENDROMU
İş hayatındaki cinsiyet ayırımcılığının ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmaların hızla
yapılmasına karşın, ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) raporlarına göre sonuçlar beklentilerin
çok altında kalmaktadır. Örneğin, kadın ağırlıklı bir meslek grubu olan öğretmenlikte dahi
yönetici konumundakilerin çoğunu erkekler oluşturmaktadır ve kadınlar diğer birçok meslek
dalında da cam tavan sendromuna takılmaktadırlar. ‘Cam tavan sendromu’ kadınların iş
hayatında gelişimlerinin ve yükselmelerinin engellenmesi olarak tanımlanmaktadır (Kolade &
Kehinde, 2013, ss.79-99). Wall Street Journal’da türetilen ‘Cam tavan sendromu’ bir
organizasyonda çalışan kadınların önüne üstü kapalı ve zımni bir şekilde geçilemez engeller
konularak kurumsal merdivenlerin üst basamaklarına erkeklere oranla daha az tırmanabilmeleri
manasına gelmektedir. Yine Microsoft Encarta World Encyclopedia’ya göre, ‘cam tavan
sendromu’, kariyer ilerlemesinin önündeki engeller veya daha açık ifadesiyle herhangi bir
kişinin cinsiyet, yaş, ırk veya cinsel tercihlerini göz önünde bulundurmak suretiyle üst yönetici
pozisyonuna ulaşmasını engelleyen resmiyette olmayan fakat gerçekte var olan engellemeler
olarak açıklanmıştır (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99).
Eğitim ve iş tecrübesi gibi usule uygun koşullara nazaran, cam tavan engelleri resmi
olarak görünmeyen kültürel, sosyal ve psikolojik kodları olan temelde cinsiyet farklılığına
dayanan bir olgu olarak düşünülmektedir. Mukherji (2010, ss. 23-42), ilk bakışta kadınların iş
hayatında daha üst basamaklara çıkışının önünde engeller oluşturulması gibi görünen ‘cam
tavan’, temelde bunun da ötesinde kadınların iş hayatlarında kendilerini iş ortamına adapte
olamamış ve güçsüz bireyler olarak hissetmelerini sağlayan bir durum olduğu görüşündedir. Bu
görüşünü, ‘cam tavan’ yerine ‘cam ev’ düşüncesiyle kuvvetlendirmektedir ki, ona göre,
kadınların önündeki görünmez engellerin yalnızca dikey olarak düşünülmemesi, aynı zamanda
yatay olarak da bir gerçeklik ifade ettiği anlaşılmaktadır. Yine kendi ifadesiyle, kadınlar
yalnızca üst yöneticilik konumuna yükselirken görünmez engellerle karşılaşmıyorlar, aynı
zamanda orta kademe yöneticilik pozisyonlarında ve hatta alt kademede dahi bir üst konuma
yükseltilme dışında kalan diğer konularda da bu görünmez engellerle karşı karşıya kalıyorlar.
Mukherji’nin buradaki açıklamalarından, iş hayatındaki kadınların öğrenilmiş bir çaresizliğe
itilmesini de cam tavanla açıklamak mümkün görünmektedir.
İster cam tavan veya isterse de bunun ötesinde bir düşünce olan cam ev olarak
düşünülsün, erkeklerden farklı olarak kadınların iş hayatında bir takım zorluklarla karşılaştıkları
muhakkaktır. Bu konuda araştırma yapan Reardon (2014), bu dengesizliği açıklamada tek
başına cinsiyet ayırımcılığının yetersiz olduğunu belirtir. Ona göre bu dengesizliğin altında
yatan asıl sebep süregelen işlevsiz iletişim biçimleri ve kadınlara mal edilmiş kalıplaşmış
yargılardır. O, işlevsiz iletişim biçimlerine örnek olarak kadınların giyinişleri veya bakışları ile
ilgili uygunsuz sözler, onların sözlerinin toplantılarda uygunsuz olarak kesilmesi ve onların
fikirlerinin önemli toplantılardan çıkarılmasını göstermektedir. Yine o, erkeklerin kadınlarla
sosyal hayatta iş hayatından daha kolay iletişimde olabilmesini temel problem olarak görmekte
ve bundan dolayı iş hayatındaki kadınlar erkeklerin kalıplaşmış etiketlemeleri doğrultusunda
anne, kız kardeş veya müstakbel sevgili olarak görülme eğilimindedirler. Reardon bu davranış
biçimini ‘küçük ve şirin görme sendromu’ olarak adlandırmaktadır. Bu sendroma göre ne zaman
ki kadınlar üst bir konuma yükselse onlar daha fazla küçük ve şirin olarak görülmekten çıkarak
bir tehdit unsuru halini almaktadır. Reardon’a (2014) göre kadınların büyük bir kısmı da
kendilerini erkek egemen ortama kabul ettirmek maksadıyla bu sendromun mağduru olana dek
gerekliliklerini yerine getirmektedirler.
Reardon’a (2014) göre kıdemli yönetici pozisyonundaki kadın sayısının artması için iş
hayatında süregelen işlevsiz iletişim biçimlerinin farklı bir iletişim tarzı ile değişmesi
gerekmektedir. Örnek olarak, bir gıda firmasının dört yöneticisinden biri olan 40 yaşındaki tek
kadın yönetici Janet, kendisinden habersiz diğer üç yöneticinin resmi olmayan bir toplantıda
ellerindeki proje ile ilgili önemli bir karar alındığını öğrenmesi üzerine yöneticilerden Fred ile
karşılaşır. Janet Fred’e duygusal bir tarzda sitem ederek kendisini bu proje dışında hissettiğini
Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 167
belirtir, ancak Fred bu duygusallığı sezdiği için Janet’e konuyu kişiselleştirmemesi telkininde
bulunarak Janet’i geçiştirir. İşte bu noktada Reardon, bu işlevsiz iletişim örneğinde Janet'in
duygusal yaklaşımının Fred’e konuyu geçiştirme imkanı sağladığı görüşündedir ve Janet’in
dolaylı ima yerine direk olarak bundan sonra kendisinden habersiz bir toplantı olmamasını
söylemesi gerektiğini belirtmektedir. Reardon’a (2014) göre, kadınların daha fazla üst yönetici
olabilmeleri için, feminist olarak etiketlenme korkularını yenerek ve risk alarak dolaylı iletişim
yerine doğrudan iletişim yollarını kullanmaları gerekmektedir.
Kadınların iş hayatında üretken olmadıkları için erkeklerden geride kaldıkları iddiası da
gerçekleri yansıtmamaktadır. Kadınlar çoğu tarafsız ölçümde imalat sanayiden tutun da ileri
teknoloji pazarına kadar birçok alanda yöneticilik vasıfları ve kabiliyetleri yönünden erkekleri
geride bıraktıkları halde ‘cam tavanla’ karşı karşıya kalmaya devam etmektedirler (Kolade &
Kehinde, 2013, ss.79-99). Yine Kaliforniya’da 52 adet farklı yöneticilik vasıf ve kabiliyetleri
göz önüne alınarak yapılan bir araştırmaya göre yüksek kaliteli çalışma, hedef koyma ve
danışmanlık yapabilme gibi 42 adedinde kadın yöneticilerin erkek yöneticileri geride
bıraktıkları görülmüştür (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99). Fakat erkek egemen iş kültürü
başarıyı elde edilen kazanç, statü ve etki alanının yüksekliği ile değerlendirirken, kadın egemen
iş kültürü ise insanlar arası iletişim ve etkileşimi ön plana almakta ve kendileri gibi olabilme
çabasında, bir yandan çalışma saatlerinin esnek olmasını talep ederken diğer yandan da
işyerlerine anlamlı katkılarda bulunarak hem takımın bir parçası olmak hem de yaptıkları bu
katkının takdir edilmesini istemektedirler (Mukherji, 2010, ss. 23-42).
Kadınların çalışma prensipleri erkeklerden farklılıklar göstermektedir. Niederle’nin
2005’de yapmış olduğu bir araştırmaya göre, kadınların yarışın hakim olduğu bir atmosfer
içinde bulunmaktan hoşlanmadıkları, yarış ve rekabetten uzak durdukları görülmüştür. Ona
göre, bu ruh hali de kadınların daha kazançlı olan üst düzey pozisyonlara ulaşmalarında
erkeklere oranla daha az şanslarının olmalarına sebep olmaktadır. Yine ona göre, işyerindeki
erkek egemen gayrı resmî network rahat ve aynı zamanda takdir toplayacak görevleri kendi
aralarında taksim ederken, hiçbir taliplisi olmayan görevleri ise bu networkun dışında kalan
bayanlara yönlendirmektedir ki, bu da kadınların üst düzey pozisyonlara ulaşmalarının önünde
bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır (Mukherji, 2010, ss. 23-42).
Özellikle kadınların geleneksel olarak erkek egemen yapıda kabul edilen mesleklere
girmesi ile erkek egemen değerleri daha başlangıçta kabul etmiş olmaları kendilerinden
beklenmektedir ki bu da onların daha kararlı, sert, hırslı, iddiacı yapıda olmalarını
gerektirmektedir (Temel, Yakın ve Misci, 2006, s.31). Tarihsel olarak bakıldığında model
olarak gösterilen iyi bir yönetici ‘erkek’ bir kişi olarak algılanmaktadır. Mukherji’ye (2010, ss.
23-42) göre, bu tarihsel yaklaşım işlevselliğini hala sürdürmekle birlikte kadınları fasit bir
daireye sürüklemekte ve onları her şartta mağlup olmakla karşı karşıya bırakmaktadır. Ona göre,
konu eğer tarihsel kalıplaşmış önyargı çerçevesinde değerlendirildiğinde kadının uygun bir
yönetici olmayacağı karşımıza çıkmakta iken, eğer ki kadın gerçekten tutarlı bir yönetici ise
uygun bir kadın olmadığı damgasını yemektedir.
Cam tavanın gerçek bir olgu olduğu kanaati hem batıda hem de diğer toplumlarda
yaygındır. Cam tavan ABD şirketlerinde yaygın olarak gözlenmektedir, şöyle ki yönetici
konumundaki %92 oranındaki kadınlar böyle bir durumun var olduğunu düşünmektedirler. Cam
tavan kadınların iş üretkenliğini düşürmekle ülke ekonomisine çok pahalıya mal olmaktadır.
Ayrıca orta düzey kadın yöneticilerin %80’i de cam tavan sebebiyle mevcut kariyer hayatlarını
sonlandırarak kendi işlerini kurmaya yönelmişlerdir (Belle, Townsend & Mattis, 1998, ss. 28-
42). Batı dünyasında yapılan araştırmalar neticesinde cam tavanın olduğunun birinci göstergesi
olarak kadın erkek arasındaki maaş farkı görülmektedir. İkincisi, erkek egemen yönetim
kültürüdür. Üçüncüsü, bayanların erkeklere nazaran daha yüksek dozajda eleştiri ve tenkide
uğramasıdır. Dördüncüsü, rol model olabilecek üst düzey bayan yönetici eksikliğidir (Mukherji,
2010, ss. 23-42).
Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 168
Nijerya’da yapılan bir araştırmaya göre, Nijerya kadınlarının proje ve inşaat şirketlerinde
çok az temsil edildiğini göstermiş ve bu temsil oranının çok düşük olmasının nedenlerini şöyle
sıralamıştır. Birincisi, kadınların ailelerine karşı sorumluluklarını yerine getirememe endişesidir.
İnşaat sektöründe çok sık şehir değiştirme ile karşılaşılması ve uzun çalışma saatleri
gerektirmesi sebebiyle kadınların çocuklarının belirli bir yaşın üzerine gelmesine değin bu
sektörden gelen teklifleri kabul etmedikleri görülmüştür. İkincisi, kadınlar tarafından inşaat
sektörünün imajının olumsuz algılanmasıdır. Bu sektördeki erkek egemen alt kültür, argo dil
kullanımı ve zor çalışma koşulları sektörün kadınlar tarafından çekici bulunmamasına yol
açmaktadır. Üçüncüsü, inşaat mühendisliği, harita mühendisliği, mimarlık gibi inşaat sektörüne
üst düzey eleman yetiştiren bölümlerdeki ana derslerin her ne kadar resmiyette olmasa da
pratikte kadınlara eğitim imkanı tanımayacak şekilde tasarlanmasıdır. Dördüncüsü, bu sektörün
uzun çalışma saatlerinin ve zor çalışma koşullarının bulunması sebebiyle işverenlerin erkeklere
nazaran daha nazik olan kadınları işe almak ve eğitmekte isteksiz olmalarıdır. Beşincisi, erkek
egemen olan bu sektörde, kadınların kendilerine danışmanlık yapacak ve yönlendirecek kişilere
ulaşılabilecek gayrı resmî iletişim ağlarının bulunmamasıdır. Altıncısı, sektördeki erkeklere
verilen ücretlerin kadınlardan fazla olması, kadınların performanslarının düşük görülmesine
yönelik önyargı ve cinsel taciz gibi cinsiyet ayırımcılığına dayalı davranış ve düşünce
kalıplarının yoğun olmasıdır. Kolade ve Kehinde’ye (2013, ss.79-99) göre eğer burada sayılan
altı faktör gözden geçirilerek iyileştirmeler yapılırsa inşaat sektöründe çalışan daha fazla kadın
görebilme imkânı doğacaktır.
‘Cam tavan sendromu’ ile ilgili olarak batı haricinde yapılan diğer bir araştırmada
Hindistan’da gerçekleşmiştir. Bu araştırmaya göre, Hindistan’da her ne kadar sübjektif
algılamalarda iş hayatında kadın ve erkek arasında fırsat eşitliği olduğu düşünülse de ‘Cam
tavan’ dünyanın diğer bölgelerinde hissedildiği kadar Hindistan’da da hissedilmektedir.
Geleneksel kadın için doğru ve uygun olan davranış kalıpları onları erkek aktivitelerinden uzak
olmalarına yönlendiriyor. Ayrıca erkeklere kadınların iş hayatında ikincil olmaları gerekliliği
direk olarak sorulduğunda ‘hayır’ cevabı alınsa da, yine erkekler dolaylı olarak kadınların
ekmek kazanma görevlerinin olmamasını sebep göstererek kadınların kariyer yapmalarının şart
olmadığı düşüncesindedirler (Mukherji, 2010, ss. 23-42).
Buraya kadar sayılanların yanında ‘cam tavan sendromunun’ gerçek bir olgu olmadığı
hususunda da bazı görüşler mevcuttur. Örneğin, Yousry (2006, ss. 93-111) kadınların
hedeflerine ulaşmasının önündeki algılanamayan engeller olarak takdim edilen ‘cam tavanın’
öfke ve kızgınlığı temel alan bazı feministler tarafından icat edilmiş bir metafor olduğunu iddia
etmektedir. Yousry’ye göre, ‘cam tavan’ bir cam değil, camdan da güçlü olan bir inançtır. Eğer
siz bazılarının sizin başarısız olmanız için çaba gösterdiğine inanmışsanız kaybedeceksinizdir,
eğer siz yukarı kademelere ulaşmanızın cinsiyetiniz, yaşınız, dininiz veya herhangi bir sıfatınız
sebebiyle engelleneceğine inanmışsanız kaybedeceksiniz, ve yine eğer siz başarılı olabilmeniz
için yeni hükümet desteklerine ve yasal kurallara ihtiyacınız olduğuna inanmışsanız
kaybedeceksiniz demektir. Fakat buraya kadar işaret edilen araştırmaları yorumlamak gerekirse,
Yousry’nin tamda aksi istikametinde bir çıkarımda bulunmak gerekmektedir, çünkü ‘cam tavan
sendromu’ Yousry’nin psikolojik indirgemesinin çok daha ötesindedir. Bu sebeple, cam tavanı
iş hayatında kadınların karşılaşmış oldukları engelleri ifade eden pratikte var olan bir olgu
olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu sebeple çalışmanın üçüncü bölümünde söz konusu
olguyu değiştirmeye katkı sağlayacak etkili liderlik teknikleri ele alınacaktır.
Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 169
4. ETKİLİ LİDERLİK TEKNİKLERİ İLE CAM TAVANI KIRMA
Şüphesiz ki iş hayatında kadınlara yönelik bir cam tavan olgusunun varlığının kabul
edilmesi önemlidir fakat yeterli değildir. Cam tavanın kırılması ve iş ortamındaki gerek açık ve
gerekse de gizli engellerin ortadan kaybolması için köklü değişikliklere ihtiyaç vardır (Belle,
Townsend & Mattis, 1998, ss. 28-42). Cam tavan olgusunun gerçek olduğu düşüncesindeki
kadın, çalışma hayatında daha üst basamaklara tırmanmanın imkânsız olduğu inancında olup
çalışma motivasyonundan yoksundur, çünkü sıkı çalışmanın ve azmin iş hayatında karşılığının
olmadığı kanaatindedir (Dreher, 2003, s.542). Bu sebeple hangi faktörlerin kadınların iş
hayatında üst düzey yönetici pozisyonuna gelmelerine katkı sağlayabileceğinin açığa
çıkarılması cam tavanın kırılmasında etkili olacaktır.
Koçel (2013, ss. 572-576) yöneticilik ve liderlik arasında birçok farkın olduğunu ifade
etmektedir. Örneğin yönetici mevcut koşullar altında organizasyonun en iyi sonucu
üretebilmesine çalışırken, liderlik ise işletmenin değişmelere uyabilmesi için gerekli yenilik ve
düzenlemeleri yapmak, organizasyona yeni bir vizyon vermekle ilgilidir, yine yöneticilik
tanımlanan hedeflere ulaşma, liderlik ise değişim ve dönüşüm yapabilme işidir. Ancak, etkili
liderlik özelliklerine sahip olmak bir yönetici de olması gereken vasıfların başında gelmektedir.
Kadın üst yönetici sayısını artırmanın yolunun bu durumun kadın veya erkeklerin ön
yargısından kaynaklandığını iddia ederek değil, üst düzey yönetici olmaya aday olan kadınların
kariyerlerinin yolunu açacak liderlik vasfını onlara kazandırmakla olacağı düşüncesindedir
(Bickford, 2011). Bu bağlamda kadınların bireysel liderlik becerilerinin geliştirilmesinin cam
tavanın kırılmasında en önemli faktör olduğu çıkarımında bulunmak mümkündür. Burada
kadınların cam tavanı kırması için ne tür bir bilgi ve tecrübeye sahip olmaları gerektiği sorusu
ve aynı zamanda nasıl bir liderlik programı ile bu bilgi ve tecrübenin desteklenebileceği durumu
ortaya çıkmaktadır.
Cam tavan sendromu ile ilgili yapılan önceki araştırmalar genellikle orta düzey yönetici
pozisyonundaki kadınların erkek meslektaşları seviyesinde nitelik ve yetkinliklere sahip
olduklarını iddia etmektedir. Fakat sahip olunan bu nitelik ve yetkinliklerin kadınların üst düzey
yönetici olabilmelerinin önünü açmakta yetersiz olduğu gözlenmektedir. Bu bağlamda çeşitli
araştırmalar tarafından orta kademe yönetici pozisyonundaki kadınların üst düzey yönetici
pozisyonlarına geçmelerine yardımcı olabilecek bazı potansiyel başarı faktörleri belirlenmiştir.
İşte bu potansiyel başarı faktörlerini McCarthy (2001, ss.35-38) şu şekilde özetlemektedir:
tutarlı sonuç üretebilme kapasitesine sahip olmak, gizli veya açık kurumsallaşmış engellerin
farkında olmak, informal kültür ve normların farkında olmak, deneyim-beceri yetkinliklerine
sahip olmak, örgütsel politika ve güçler dengesinde kiminle ve nasıl bir stratejik ortaklığa
girileceğini doğru tahmin eden örgütsel koalisyonlar oluşturmak, iletişim becerilerini iyi
kullanabilmek, entelektüel, duygusal, fiziksel ve ruhsal olarak zorluklara tahammül edebilecek
güçte olmak, mevcut işiyle ilgili özel bilgi ve beceriye sahip olmak ve çevresel düşünme
yetenekleri ile büyük resmi görme yeteneğine sahip olmak.
Yeterince kadın yönetici var olmamasından kaynaklı olarak kadınlar yöneticilik
pozisyonlarının hayatın doğal akışı içerisinde yalnızca erkeklere ait olması gerektiği hususunda
önyargı kalıplarına sahip olabilirler (Ibarra, Ely & Kolb, 2013, s.5). Bu önyargıların kırılması
için kadınların liderlik becerilerin geliştirilmesinde onlara yardımcı olacak rehberlere ihtiyaç
duyulmakta ve neticede kadınların çağdaş liderlik vasıflarına sahip olmaları gerekmektedir.
McCarthy (2001, s.7) orta kademe yönetici pozisyonundaki kadınların liderlik gelişimi için
yenilikçi eğitim programının yapılması gerekliliğini iddia etmektedir ki orta kademeden üst
kademeye daha fazla kadın yönetici geçebilsin. Onlara göre, liderlik öğrenilebilen bir olgudur
ve hem üst düzey yönetici pozisyonundaki kadın sayısının yetersizliği hem de üst düzey
yönetici pozisyonundaki kadınlara yönelik eğitim faaliyetlerinin yetersizliği bu öğrenilebilen
liderlik olgusundan kadınları yoksun bırakmaktadır.
Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 170
Kadınların liderlik vasıflarını kullanarak daha fazla üst düzey yönetici olabilmelerini
anlamak için öncelikle eski ve yeni liderlik anlayışını irdelemek gerekmektedir. Tarihsel olarak,
liderlerin seçkin bir aileden doğuştan gelen ve ‘erkek’ olduğu düşünülürdü. Yine son on veya
yirmi yıla kadar ‘lider kadın’ düşünülemez bir olgu olarak görülmekte olup, erkek, teknokrat,
hiyerarşik, kısa vadeli, pragmatik ve materyalist bir lider profili ön plana çıkmakta idi. Fakat 21.
yüzyıla girerken ‘liderlik’ kavramı üzerinde temelde bir değişiklik meydana gelmiş, iletişim ve
motivasyon becerilerini ön plana alan, bireysellikten öte işbirliğine dayalı dönüşümcü bir
liderlik kurumu ortaya çıkmıştır (Conger, 1999, ss.146-150). İşbirliğine ve değişime odaklı bu
liderlik anlayışında kadınlara yer açılmaktan ziyade onlara ihtiyaç hâsıl olmuştur, çünkü örgüt
içerisinde mikro ve makro düzeydeki her türlü işbirliğine dayalı değişim faaliyetlerinde kadınlar
daha etkili ve hızlı bir rol almaktadırlar (McCarthy, 2001, ss.11-12).
Geleneksel liderlik anlayışı düşünce yapısına göre kadın lider adayları bir kaybetme kısır
döngüsündedirler. Şöyle ki; eğer kadınların davranışları kalıplaşmış cinsiyet önyargılarına
dayalı hareket tarzına uyuyorsa onlar iyi bir lider olarak düşünülmemektedir ve eğer kadınların
davranışları iyi bir lider noktasında ise onlar normal bir kadın olarak düşünülmemektedir
(Mukherji, 2010, ss. 23-42). Çağdaş liderlik anlayışında ise kadınların varlığı vazgeçilemezdir
ve işte bu zaruretten dolayı bazı kadın liderlere göre, ‘bir kadın olmak için daha iyi bir zaman
var olmamıştı.’(Ziegler, 2003).
Çoğu araştırmacılar liderlik davranışlarının cinsiyete göre farklılık gösterdiğini
düşünmektedir. Erkekler başarı odaklı, iddialı ve maddi ödüllerle motive olan liderlik
davranışlarını ön plana çıkarmaktadır (Claus, Callahan & Sandlin, 2013, s.333). Kadınlar,
erkekler tarafından pek de önemsenmeyen davranış ve nitelikleri bir liderlik biçimi olarak öne
çıkarmaktadırlar. Bunların arasında özerk ve geleneksel liderlikten ziyade işbirliği ve takım
ortamında çalışma önceliği, yöneticiler ve çalışanlar arasında işbirliği düşüncesi, daha az
kontrol, sezgi, empati ve akılcılığı içeren problem çözme, sevecen, yardımsever, etkin dinleme
becerileri, açık, eşitlikçi, daha iyi ve toplumsal gelişme için bir arzusu olan liderlik davranışları
gelir. İlave olarak kadınlara göre liderlik hiyerarşik bir yapı değildir, bir değişiklik yapma ve bir
yenilik oluşturmadır, etik kurallarla beslenir, çeşitliliklere önem verir, öz farkındalık ve cesaret
gerektirir (McCarthy, 2001, ss.145-147).
Kadınların iş hayatında yükselmelerinin önündeki gizli engellerin ortadan kaldırılmasında
orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların takip edebilecekleri rol modellerin ön plana
çıkarılması gerekmektedir. ABD’de bulunan en zengin 1000 şirkette bulunan yönetici veya
yönetici yardımcısı konumundaki kadınlarla cam tavandan nasıl kurtuldukları hakkında yapılan
araştırma neticesinde; gösterebilecekleri en iyi performansı sergiledikleri, çevredeki erkeklerin
daha rahat davranış sergileyebilecekleri bir profesyonel çalışma stili benimsedikleri, iş hayatları
boyunca yalnızca bir alanda değil farklı alanlardaki görevleri üstlendikleri, mutlaka bir rehber
veya danışmanın fikir ve önerilerinden istifade ettikleri anlaşılmıştır (Belle, Townsend &
Mattis, 1998, ss. 28-42).
Erkeklerin kariyer ilerlemesi için gerekli olan kaçamak kurallar kümesi, bilgi, beceri ve
davranış koduna karşı daha bilinçli oldukları söylenebilir. Orta düzey yönetici pozisyonundaki
kadınların bu kodları öğrenip uygulaması onların üst düzey yöneticiliğe geçmesinde faydalı
olacaktır. Kadınların cam tavanı kırıp yukarı basamağa çıkabilmeleri için yeterlilik, sonuç
alabilme, güçlü ilişkiler geliştirebilme ve dayanıklılık olmak üzere dört kritik başarı faktörü
belirlenmiştir (McCarthy, 2001, s.22). Bu faktörlerin elde edilebilmesi için kadınların benlik
saygılarını olumlu yönde etkileyecek ve onların karşılaştıkları çevresel güçlülüklere karşı
mücadele etmelerine katkıda bulunacak etkili bir liderlik gelişimi programlarına ihtiyaç vardır
(McCarthy, 2001, s.144).
Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 171
Bugün liderlik programlarına katılmak kadınların yüklenmesi gereken bir yük değil,
bilakis iş hayatındaki kadınların hayatının bir parçası haline gelmesi gereken bir durumdur
(Hacıfazlıoğlu, 2010, s. 2267). McCarthy’e (2001, ss. 150-153) göre kadınlara yönelik liderlik
programlarının etkili olabilmesi için programın yalnızca kadınlara yönelik özel hazırlanmış ve
erkeklerden arındırılmış bir ortamda yapılması gerekir, çünkü kadınlar erkeklerin olmadığı
ortamlarda daha dürüst ve içtendirler ki bu da gelişimi olumlu etkilemektedir. Programların
davranış değişimlerine ve bilgi transferine yeteri kadar imkân sağlayacak bir süreye yayılması
gerekir. Ona göre bu programlarda orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların üst düzeyde
bulunanlarla iletişime ve etkileşime geçmelerinin yolu açılmalıdır.
Etkili bir liderlik gelişimi programı alan kadının kendine ait bilgi birikiminin farkında
olması, kendi güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi ve aynı zamanda takım çalışmalarından
rahatsızlık duymayan, doğacak olan başarı ve başarısızlıkları için sorumluluk kabul eden ve her
türlü sonucu tecrübe olarak kabul eder pozisyonda olması gerekir. Bunlara ilaveten söz konusu
programlarla başarılı liderlerde bulunan risk almaktan korkmamak, esnek ve değişime açık
olmak, güvenilirlik, dürüstlük, etik kurallara bağlılık, sabır, adalet ve tutarlılık gibi özellikler de
kadın yöneticilere kazandırılmış olacaktır.
Liderlik daima değişimle ilgilidir, her değişim de liderlik gerektirir (Koçel, 2013, s. 573).
İyi bir liderlik anlayış ve uygulaması eğitilebilen ve geliştirilebilen bir olgu olmakla birlikte
değişen eğilimler ile güncel tutulması gerekmektedir. Görünmez engellerin aşılması ve cam
tavanın kırılıp üst düzey yönetici pozisyonunda daha fazla kadının yer alması için de liderlik
eğitiminin anahtar bir rol oynayacağı yadsınamaz bir gerçektir.
5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Günümüzde kadınlar üst düzey yöneticilik pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya
sahiptir. Fikirlerin derlenmesi neticesinde ortaya çıkan çalışmada bu olgu ile çevresindeki
kadınların gelişimini engellemek, gücünü ve pozisyonunu kırmak için çabalayan kadın
yöneticinin ruh halini yansıttığını varsayılan ‘kraliçe arı sendromu’ arasında anlamlı bir ilişkinin
olmadığı belirlenmiştir. Yine bu olgu ile iş hayatında kadınların önüne üstü kapalı geçilemez
engeller konularak kurumsal merdivenlerin üst basamaklarına erkeklere oranla daha az
tırmanabilmeleri manasına gelen ‘cam tavan sendromu’ arasında anlamlı bir ilişki olduğu
belirlenmiştir. Bu sebeple kadınların daha fazla üst düzey yönetici olabilmelerinin yolunu
açmanın ‘kraliçe arı sendromu’ üzerinde durup onu ortadan kaldıracak yöntemleri üretmekten
daha ziyade ‘cam tavan sendromu’ üzerinde yoğunlaşıp bu sendromu ortadan kaldıracak
yöntemleri üretmekten geçtiği ve söz konusu yöntemlerin başında kadınlara etkili bir liderlik
anlayışının kazandırılması geldiği yargısına varılmıştır.
Kadınların yalnızca cinsiyetlerinden dolayı başarılarına ve liyakatlerine bakılmaksızın
ilerlemelerinde karşılarına çıkan engelleri ifade eden ve pratikte var olan ‘cam tavanı’ ortadan
kaldırmak kadınların karşı karşıya kalmış oldukları gizli ve açık engelleri anlamak ve bu
engelleri aşacak stratejileri geliştirmekle mümkün olabilir. Bu bağlamda kadınların kendilerine
bakan bir sorumlulukları olduğu gibi hem topluma hem de yönetime ait bazı yükümlülüklerin
olduğu da aşikârdır.
Her ne kadar bu çalışma kadınların iş hayatında karşılaştıkları güçlükleri yalnızca
psikolojik boyutuyla ele almanın doğru olmadığı kanaatinde olsa da cam tavan sendromunun
dolaylı olarak kadınları mevcut durumu kanıksamaya itebileceği de imkân dâhilinde
değerlendirilmektedir. Bu sebeple iş hayatındaki kadınların öncelikle etkili bir liderlik gelişimi
programı almaları gerekmektedir ki kendilerini ‘öğrenilmiş çaresizlik’ psikolojisinden
kurtarabilsinler. Bu programın desteği ile kadınlar kendilerine ait bilgi birikiminin farkında
olacak, kendi güçlü ve zayıf yönlerini bilecek, güçlü ilişkiler geliştirebilecek ve karşılaştıkları
çevresel güçlülüklere karşı etkin mücadele edebilecek pozisyona geleceklerdir. İş hayatında
Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 172
kadınların üst düzey yönetici olma oranının çok düşük kalmasının değişmez bir durum
olmadığının öncelikle kadınlar tarafından benimsenmesi gerekir ki kadınlar başarabilme
özgüvenlerine sahip olsunlar ve üst düzey yönetici pozisyonlarına ulaşabilsinler.
Kadınların iş hayatında yükselmelerinin önündeki gizli engellerin ortadan kaldırılmasına
yönelik bir takım çalışmalar yapılsa da, kadınlar bunların uygulanabilir olmadıklarını
düşünmektedirler. Bu sebeple orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların takip
edebilecekleri rol modellerin ön plana çıkarılması gerekmektedir. Söz konusu kadınların başarı
öykülerinin ve uyguladıkları yöntemlerin ayrıntılarıyla paylaşılması diğer kadınlara da iş
hayatındaki merdivenlere tırmanmanın yollarını açacak ve iş hayatındaki kadınlar için
uygulanabilir ve rehber niteliğinde olacaktır.
Kadınların içindeki yaşamış oldukları çevre ve toplum tarafından kabullenilip, üst düzey
yönetici olarak görülmelerinde bir problemin bulunmaması gerekir. Üst düzey yöneticilerin
daha fazla seyahat etme ve daha fazla çalışma durumları ortaya çıkması sebebiyle, üst düzey
yönetici pozisyonundaki kadınların öncelikle ailelerinin bu konuda desteklerini almaları da çok
önemli bir etken olarak değerlendirilmektedir. Ailesinin ve çevresindeki insanların desteğini
alamamış çoğu başarılı kadın ya üst düzey yönetici pozisyonuna gelememiş ya da gelse dahi bu
pozisyonunda uzun soluklu kalamamıştır.
Kadınların iş hayatında daha etkin olabilmeleri için geliştirilecek bir takım strateji ve
politikalara da ihtiyaç vardır. Eğer kadınlara daha öğrenciliklerinden itibaren uygun ortamlarda
stajyerlik ve çıraklık yapma imkânı sağlamak gibi kadınları daha fazla gözeten plan ve
stratejiler uygulamaya konulursa, kadınların kariyer merdivenlilerini tırmanmaları önündeki
engeller hızlı bir şekilde ortadan kalkacaktır. Yine bu geliştirilecek plan ve stratejilere stratejik
konumdaki yönetici pozisyonlarının en az %35’inin kadınlara tahsis edilmesi yönündeki Nijerya
uygulaması örnek olarak gösterilebilir. Başlangıçta zorunluluk olarak görülen bu uygulama
zamanla kendiliğinden gerçekleşecektir. Şöyle ki, bu çalışmada ifade edildiği üzere iş hayatında
kadınların rol model olarak görebilecekleri kadın yönetici eksikliği bu tarz uygulamalarla son
bulacak ve uygun rol modeller önderliğinde daha fazla yönetici konumunda kadın iş hayatında
kendine yer bulacaktır.
Yapılan bu çalışma dünya genelinde iş hayatında kadınların karşılaşmış oldukları
engellerin nelerden kaynaklandığını ve bu engellerin aşılması için nelerin yapılması gerektiğini
açıklığa kavuşturmuştur. Bu araştırma özellikle ülkemizde çalışma yapacak bilim adamlarına ve
akademisyenlere bir ayna tutacaktır. Bu bağlamda bu konuda çalışma yapanların her ülkenin
farklı bir tecrübeye sahip olduğu ve her toplumun kendine has bir değer yargısının bulunduğunu
da göz ardı etmemesi gerekir. Geliştirilen stratejiler ve bu konuda atılacak adımlar farklı tecrübe
ve değer yargıları ile taban tabana zıt olmamalıdır.
Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 173
KAYNAKLAR
Alcorn, B. (19 Haziran 1995). ‘Commitments Cinderella and the Glass Ceiling’ Los Angeles Times (pre-
1997 Fulltext) (Los Angeles, Kaliforniya), s.3.
Belle, R.R., Townsend, B. & Mattis, M. (Şubat 1998).‘Gender gap in the executive suite: CEOs and
Female executives report on breaking the glass ceiling’ The Academy of Management Executive, ,
ss. 28-42.
Bickford, N. (11 Ekim 2011). ‘Queen bees - an evolving species or an office myth?’. financialtimes.com.
Claus, A., Callahan V. & Sandlin J. (18 Jun 2013). ‘Culture and leadership: women in nonprofit and for-
profit leadershippositions within the European Union’, Human Resource Development International,
published online.
Conger, J. A. (Summer 1999). “Charismatic and transformational leadership in organizations: An insider's
perspective on these developing streams of research.” Leadership Quarterly.
Dreher, G. F. (Mayıs 2003). ‘Breaking the glass ceiling: The effects of sex ratios and work-life programs
on female leadership at the top’ Human Relations.
George, P. (Ekim 2002). ‘Out with the "in crowd" the negative power of queen bees’ Leadership for
Student Activities NASC Edition, s.16.
Grant Thornton International Business Report, (2013). ‘Women in senior management: Setting the stage
for growth’.
Hacıfazlıoğlu, Ö. (Güz/Autumn 2010). ‘Yükseköğretimde Lider Olarak Göreve Uyum Sağlama Süreci:
Türkiye ve Amerika’dan Kadın Liderlerin Deneyimleri’, Kuram ve Uygulamada Eğitim
Bilimleri/Educational Sciences: Theory&Practice, ss.2221-2273.
Hurt, J. (18 Ocak 1995). ‘Glass ceiling cracking – slowly’ Milwaukee Journal (Milwaukee, Wis), s.10.
Ibarra, H., Ely, R. & Kolb, D. (September 2013). ‘Spotlight on Women in Leadership, Women Rising:
The Unseen Barriers,’ Harward Business Review.
McCarthy, Siobhain A. (2001). ‘Portals in the Glass Ceiling: The Role of Surreptitious Knowledge in the
Leadership Advancement of High Potential Middle Management Women,’ A dissertation submitted
in partial satisfaction of the requirements for the degree Doctor of Education University of
California, Los Angeles.
Mukherji, S. (Ocak-Mart 2010). ‘The Perception of 'Glass Ceiling' in Indian Organizations: An
Exploratory Study’ South Asian Journal of Management, ss. 23-42.
Kirwan-Taylor, H. (2013). ‘Suffering from ... Queen bee syndrome?’ Management Today, Nisan, s.14.
Koçel, T. (2013). ‘İşletme Yöneticiliği’, Beta Yayınları 14. Baskı.
Kolade, Obamiro J. & Kehinde, O. (Ocak 2013). ‘Glass Ceiling and Women Career Advancement:
Evidence from Nigerian Construction Industry’ Iranian Journal of Management Studies, ss.79-99.
Rajan, T. V. (16 Ekim 2002). ‘The queen bee syndrome’ The Scientist, s.9.
Reardon, Kathleen Kelley (Text Copyright 2014) ‘They don’t get it, do they? Communication in the
workplace_ Closing the gap between women and men’.
Temel, A., Yakın, M. ve Misci, S. (2006). ‘Örgütsel Cinsiyetlerin Örgütsel Davranışsal Yansıması’, Celal
Bayar Üniversitesi Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt:13 Sayı:1,.
Yousry, M. (İlkbahar 2006). ‘The Glass Ceiling - Isn't Glass’, Business Renaissance Quarterly, ss. 93-
111.
Ziegler, M., (25 Ağustos 2003). ‘Picture Brightens for Women in Government’ Federal Times.
Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 174
Extended Abstract
Nowadays the number of women in senior management positions in business compared to men is
very small. In this study, especially benefited from foreign sources, the underlying cause of several
factors related to the low number of senior women managers in business associated with only the 'queen
bee syndrome' and 'glass ceiling syndrome' are evaluated. According to this study, the first of these two
syndromes with women in senior management positions than men to have a very small share is not
considered a significant relationship; on the other hand, the second is concluded that a significant
relationship. In addition, these two syndromes to be kept in mind in the context of 'leadership' what kind
of factors motivating and encouraging women to be senior managers could be useful in removing the
barriers that prevent are evaluated. At this point, implications of effective leadership is very important in
order to overcome the invisible barrier and break the glass ceiling in senior management positions for
more women to take part.
The first section of this study has focused on 'queen bee syndrome' and how this syndrome is
insufficient to explain the obstacles women have faced in their career progression. The second section has
evaluated 'glass ceiling syndrome' and how this syndrome is sufficient to explain the obstacles women
have faced in their career progression. The third section has shown the importance of effective leadership
approach to break the glass ceiling for women. The last part has addressed what the study expresses now
ande how it can be associated with possible future studies on the basis of effective leadership approach
removing the barriers from women’s career progression.
Queen bee in the hives struggles to maintain its power. Likewise, in business it can be found in
women carrying the queen bee features. According to Bickford (2011), if a female boss undermines other
women, shows little support and makes life difficult for them too, she is said to be suffering from ‘Queen
Bee Syndrome’. Rather than wanting to advise, support or mentor them, she tries to suppress their
contribution and development. However, since the majority of boss is men in business life 'queen bee
syndrome' seems inconsistent.
Women also take part in team work more than men. Bickford (2011) says that the majority of
successful women support and develop all the members of their teams and they are not threatened by the
success of colleagues, but take pride in it, particularly if they have taken an active role in supporting that
individual’s career. All these findings as well as the basic issues referred to here show that 'queen bee
syndrome’ is insufficient to explain the obstacles women have faced in their career progression.
Wall Street Journal derived 'glass ceiling syndrome' for the meaning of the apparently invisible
barriers that prevent more than a few women from reaching the top levels of management. According to
Mukherji (2010, ss. 23-42), compared to formal barriers to career advancement such as education or
experience requirement, the glass ceiling barriers are less tangible hindrances- frequently anchored in
culture, society and psychological factors - that impede women's advancement to upper management or
other senior positions. Evidence of the glass ceiling has been described as invisible, covert and overt.
Nevertheles, as a result of research conducted in the western world, there are also some indications that
show glass ceiling such as, a salary difference between men and women, the dominant male management
culture, the higher dosage of critism on women than men, , the lack of senior women managers to be role
models (Mukherji, 2010, pp. 23-42). Thus, glass ceiling in business life should be evaluated in practice
and the relationship between the scarcity of senior women manager in business and the ‘glass ceiling
syndrome’ is significant.
Accepting the existence of a glass ceiling phenomenon for women in business is undoubtedly
important but not sufficient. Fundemental changes are needed to break the glass ceiling. Effective
leadership approach will be one of the most powerful changes that helps women removing the barriers
from their career progression. The development of women’s leadership skills are needed to break the
prejudices that women encountered and consequently will help to guide them. An innovative training
program for leadership development of women in middle management positions can provide them to
climb senior executives positions. At the end of the 20. Century, the concept of ‘leaderhip’ changed
basically from indivisualism to cooperative theme (Conger, 1999, ss.146-150).
Cooperation and exchange-oriented ‘leadership’ concept has become need women, rather than the
place opened to women because the micro and change based on all sorts of cooperation on macro-level
activity within the organization, women are getting a more efficient and rapid role (McCarthy, 2001,
ss.11-12). Leadership program is also an important tool in today’s business life for women in which it is
Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 175
not a burden , it is a situation that should become part of the business life. According to Mc Carthy (2001,
ss. 150-153), this kind of program should be done in a free environment for women where they are more
honest and sincere, which positively affects the development. This program should be a wonderful place
for women in middle-level managers to interact women in senior managers.
This study find outs what kind of syndromes that women encountered in world-wide business life
and how effective leadership may help to overcome obstacles comming from the syndrome of glass
ceiling. This research will be helpful particularly for Turkish scientists and academics for holding a
mirror. In this context, all countries have a different experience and a unique value which canshould not
be ignored in evaluating the situation.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 176-185
[201?]
Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı Yaklaşıma
Yönelik Tutumlarının İncelenmesi*
Investigation of Attitudes of Pre-Service Social Studies Teachers
The Constructivist Approach
Yılmaz GEÇİT**
ÖZ: Bu çalışmada Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim
Fakültelerinin Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dallarında öğrenim gören 316 öğretmen adayının yapılandırmacı
yaklaşıma yönelik görüşleri çeşitli değişkenler açısından analiz edilmiştir. Veri toplama aracı olarak Evrekli ve diğ.
(2009a) tarafından geliştirilen 19 maddelik ölçek sosyal bilgilere uyarlanmış ve ön uygulamada güvenirlik katsayısı
ölçeğin geneli için .93 (Cronbach's Alpha) olarak belirlenmiştir. Cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü ile anne-baba
eğitim durumları ve ailenin aylık gelir değişkenleri SPSS 16 paket programında t testi, Anova ve kruskal wallis
testleri ile analiz edilmiştir. Bu analizler sonucunda kızların erkeklere göre yapılandırmacı yaklaşıma yönelik daha
pozitif tutuma sahip oldukları belirlenmiştir. Ayrıca genel ve meslek lisesi mezunlarının Anadolu Lisesi
mezunlarına göre bu yaklaşıma daha pozitif baktıkları tespit edilmiştir. Son olarak babası üniversite mezunu olan
öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşımı daha fazla benimsedikleri belirlenmiştir.
Anahtar sözcükler: Sosyal bilgiler eğitimi, öğretmen adaylarının görüşleri, yapılandırmacı yaklaşım.
ABSTRACT: This study was carried out to investigate prospective social studies teachers’ attitudes towards
the constructivist approach against certain variables. The study was implemented with 316 students attending Social
Studies Department in Faculty of Education at Recep Tayyip Erdoğan University and Karadeniz Technical
University. For data collection, the scale developed by Evrekli et al. (2009) was used. The scale consisting of 19
items was adapted to social studies. A pilot study was implemented and overall reliability coefficient of the scale
was found as .93 (Cronbach's Alpha). Study variables including gender, grade, type of high school graduated,
parents’ education level and monthly income of families were analyzed with t test, ANOVA and Kruskal-Wallis
tests on SPSS 16. It was found out that girls have a more positive attitude towards constructivist approach than boys.
In addition, graduates of regular high schools and vocational high schools were found to have a more positive
attitude towards this approach than graduates of Anatolian High Schools. Lastly, a higher attitude towards the
constructivist approach was seen among participants whose fathers are university graduates.
Keywords: Social studies education, prospective teachers’ views, constructivist approach.
1. GİRİŞ
2005 yılı sonrası, yapılandırmacı veya yapılandırmacı yaklaşım eğitim literatürümüzde
sıklıkla kullanmaya başladığımız kavramlardandır. Öğrenme ortamlarında öğretmen merkezli
anlayış yerine öğretmen rehberlik anlayışını getiren, çeşitli etkinliklerle öğretim sürecine
öğrenciyi daha fazla çekmeye çalışan, öğrenenin ön bilgileriyle yeni bilgiler arasında bağ kuran
ve bu şekilde öğrencinin anlamı yapısallaştırmasını hedefleyen bir anlayışı benimsemiştir.
Aslında temeli oldukça eskilere dayanan bu yaklaşımının yeniden popüler olması biraz da
günümüz dünyasının ortaya çıkardığı gereksinimlerle ilgilidir. Çünkü oldukça kaotik sorunlarla
çevrili toplumsal ve kültürel çevrelerde kısmen daha rahat bir yaşam için bile olsa bireylerin
daha sorgulayıcı, daha aktif ve daha sorumlu hareket etmeleri gerekmektedir. Bu bağlamda var
olan ve hızla değişen-gelişen bilginin ezberlenmesi değil yeninden yapılandırılması,
yorumlanması ve gerekli durumlarda transferi büyük önem taşımaya başlamıştır. Bu
yaklaşımda öğrenen, öğrenilmiş bir bilgi ile yeni öğrenilen bilgiyi uyumlu hale getirerek
yapılandırdığı bilgiyi, yaşam problemlerini çözmede uygulamaya koyar (Perkins, 1999). Piaget
* Bu çalışmanın daha basit bir bölümü VII. Sosyal Bilimler Eğitimi Kongresinde bildiri olarak sunulmuştur. ** Doç.Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Rize-Türkiye, [email protected]
Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 177
ve Vygotsky gibi bilim insanları yapılandırmacılığın gelişimine oldukça katkı sağlarken,
Socrates’in, "öğretmen ve öğrenenler, karşılıklı konuşup sorular sorarak ruhlarında gizli
bulunan bilgiyi yorumlamalı ve oluşturmalıdırlar" fikrini savunması onun ilk büyük
yapılandırmacı olarak kabul edilebilmesine de olanak sağlamıştır (Erdem ve Demirel, 2002:
82). Öte yandan yapılandırmacılığı benimseyen ilk eğitimcinin 18. yüzyılda İtalya’da yaşayan
Giambatista Vico olduğunu ileri süren görüşlerde bulunmaktadır. Ancak Vico’nun
yapılandırmacı yaklaşımla ilgili görüşleri, o yüzyılda eğitimcilerin fazla dikkatini çekmemiştir
(Duffy ve Cunningham, 1996; Akt., Ünal ve Çelikkaya,2009 ).
Yapılandırmacı yaklaşım, öğrenmenin gerçekleşmesinden önce her bireyin konuya
ilişkin belirli ön bilgiye sahip olduğunu ve yeni bilgileri bu bilgi yapısıyla ilişkilendirerek
öğrenmenin gerçekleştiğini belirtmektedir (Evrekli ve ark., 2009b: 134). Öğretim sürecinde ön
bilgilerin önemi ve bu bilgilerle yeni bilgiler arasında etkin bir bağ kurma süreci büyük önem
taşımaktadır. Bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı ve okul öncesi çağlarda bile bireylerin birçok bilgi
edindiği günümüz dünyasında öğrenenlerin tümüyle boş bir levha olarak görülmesi anlayışı
gerçekçi bir anlayış olamaz. Öte yandan uygulanan öğretim programları öğrenenlerin ön
bilgileriyle ne kadar ilişkilendirilebilinirse başarı şansı o derece yüksek olabilecektir.
Yapılandırmacı yaklaşımda bilginin dışarıdan insan zihnine aktarılamayacağı, tam tersine
bilginin bireylerin zihinlerinde oluşup şekillendiği kabul etmektedir (Schunk, 2004; Akt., Dinç
ve Doğan, 2010). Bu açıdan da bakıldığın yapılandırmacı yaklaşımının ön kabulleri oldukça
önemli görülmektedir. Ancak her yaklaşımın olduğu gibi bu yaklaşımın da bazı sınırlılıklarının
olduğu bir gerçektir. Eğitsel bir başarı da ancak bu sınırlılıkların farkına varılması ve dikkate
alınmasıyla mümkün olabilmektedir. Felsefi yönü ağır basan bu yaklaşım nesnel bilgiyi
tümüyle veya büyük oranda reddederken uzlaşmayı, işbirliğini, kültürü, bilginin değişkenlik,
geçicilik ve durumsallığını temel almakta, öznellik ve göreceliği ise vazgeçilmez ilkeler olarak
görmektedir (Şimşek, 2004: 115). Bu yaklaşım, 2005 yılı sonrasında genel anlamda eğitim
sistemimize özelde de sosyal bilgiler öğretim anlayışına hâkim olmaya başlamış ve programlar
bu bakış açısıyla hazırlanmıştır.
1.1. Amaç
Araştıran, sorgulayan, bilgiyi yapılandıran bireyler yetiştirmeyi hedefleyen
yapılandırmacı yaklaşım uygulamaları esasında çeşitli eleştirilere de maruz kalmıştır. Bazı
eleştirilerin bizzat program uygulayıcıları olan öğretmenlerden gelmesi de dikkat çekicidir
(Çiftçi ve diğ., 2013; Ataman ve diğ., 2009) Çünkü bu anlayışla yetişmeyen ve dolaysıyla
öğrenci ve etkinlik merkezli yaklaşımlara mesafeli duran eğitimcilerin direnişleri,
yapılandırmacı anlayışının tam olarak uygulanmasına ve zemin bulmasına da engel teşkil
edebilmektedir (Geçit ve Bulut, 2012). Bu bağlamda öğretmenlerin, öğretmen adaylarının
hatta öğrencilerin bu yaklaşıma yönelik görüşlerinin hangi değişkenler arasında ve ne ölçüde
değişimler gösterdiğinin belirlenmesi eğitim programlarının uygulanma başarı açısından
önemli görülmektedir. Özellikle sistemin içinde henüz birer çalışan olarak yer almamış aday
öğretmenlerin çeşitli konulardaki gözlem, düşünce ve tutumlarının belirlenmesi ve bu tespitler
ışığında gerekli revizelerin yapılması eğitim sisteminin geleceği açısından büyük önem
taşımaktadır (Beldağ ve Yaylacı, 2014: 92). Yapılan bazı çalışmalarda yapılandırmacı
yaklaşım temelli uygulamaların öğrencilerin akademik başarılarını ve derslere yönelik
tutumlarını artırdığı belirlenmiştir (Karaduman ve Gültekin, 2007; Akar, 2003; Gündoğdu,
2010). Yapılandırmacı yaklaşım uygulamalarına oldukça uygun olan sosyal bilgiler dersinin
vizyonu ise; 21. yüzyılın çağdaş, Atatürk ilkeleri ve inkılâplarını benimsemiş, Türk tarihini ve
kültürünü kavramış, temel demokratik değerlerle donanmış ve insan haklarına saygılı, yaşadığı
çevreye duyarlı, bilgiyi deneyimlerine göre yorumlayıp sosyal ve kültürel bağlam içinde
oluşturan, kullanan ve düzenleyen (eleştirel düşünen, yaratıcı, doğru karar veren), sosyal
katılım becerileri gelişmiş, sosyal bilimcilerin bilimsel bilgiyi üretirken kullandıkları
yöntemleri kazanmış, sosyal yaşamda etkin, üretken, haklarını ve sorumluluklarını bilen,
Yılmaz GEÇİT 178
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını yetiştirmektir (MEB, 2015). Bu derece önemli bir vizyona
sahip olan sosyal bilgiler öğretim programının uygulama başarısı toplumsal gelişimler ve
değişimler açısından da önem arz etmektedir. İşte bu çalışmada esas amaç, bu programı
uygulayacak olan öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının tespiti,
bu tutumların hangi değişkenler açısından farklılık gösterdiği ve çıkabilecek sonuçlar
doğrultusunda çeşitli çözüm önerileri sunmaktır.
2. YÖNTEM
2.1. Araştırma Modeli
Bu çalışma betimsel nitelikli tarama modelinde bir nicel çalışmadır. Tarama modeli
geçmişte veya halen var olan bir durumu var olduğu şekliyle betimlemeyi amaçlayan bir
araştırma yaklaşımıdır (Karasar, 2000).
2.2. Evren ve Örneklem
Çalışmanın evrenini Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ve Karadeniz Teknik
Üniversitesi Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dallarında öğrenim gören öğretmen adayları
oluşturmaktadır. Bu fakültelerde öğrenim gören öğrencilerden tesadüfi örneklem yöntemiyle
seçilen 176 kız ve 140 erkek olmak üzere toplam 316 öğretmen adayı araştırmanın örneklemini
oluşturmuştur.
2.3.Veri Toplama Aracı
Veri toplama aracı olarak Evrekli ve diğ. (2009a) tarafından geliştirilen 19 maddelik
ölçek sosyal bilgilere uyarlanmış ve bazı maddelerde küçük çaplı ifade değişiklikleri
yapılmıştır. Sonrasında 98 öğretmen adayına ön uygulama yaptırılmıştır. Bu çalışma
sonrasında güvenirlik katsayısı ölçeğin geneli için .93 (Cronbach's Alpha) olarak
belirlenmiştir. Kaiser-Meyer katsayısı ,94 ve Bartlett’s Küresellik Testi ,000 düzeyinde anlamlı
bulunmuştur. Bu sonuçlar ölçeğin ön uygulamada yeterli büyüklükteki örnekleme
uygulandığını göstermektedir. Faktör analizi yapıldığında ise tüm maddelerin faktör yük
değerlerinin ,431 ile ,819 arasında değiştiği belirlenmiş ve değerlerin madde seçimi için kabul
edilebilir olduğu söylenebilir. Faktör yük değerinin .63 ve yüksek olması madde seçimi için iyi
bir tercihtir. Ancak bir uygulamada az sayıda madde için bu sınır değer .30’a kadar indirilebilir
(Büyüköztürk, 2011). Buna göre ölçme aracındaki tüm maddelerin faktör yük değerlerinin
uygulama açısından geçerli olduğu söylenebilir. Ölçek 5’li lilert tipli olup, 1 kesinlikle
katılmıyorum, 2 katılmıyorum, 3 kararsızım, 4 katılıyorum, 5 kesinlikle katılıyorum şeklinde
kodlanmıştır. 11 olumlu ve 9 olumsuz ifadeden ibaret olan ölçekteki olumsuz ifadeler ters
yönde yeniden kodlanmıştır.
2.4. Verilerin Analizi
Cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü ile anne-baba eğitim durumları ve ailenin aylık
gelir değişkenleri SPSS 16 paket programında t, anova, kruskal wallis ve scheffe testleri ile
analiz edilmiştir. Nonparametrik testlerden kruskal wallisin tercih nedeni baba eğitim
durumundaki verilerin homojenlik göstermemesidir. Bu test 3 ya da daha fazla değişkeni
karşılaştırmak için kullanılır. Parametrik bir test olan kruskal wallis Anovanın parametrik
olmayan (nonparametrik) karşılığı bir testtir. Bağımsız değişken düzeyi ikiden fazla olan
değişkenlere ilişkin farkların önem kontrolü, varyansların homojenliği durumunda tek yönlü
varyans analizi ile, varyansların homojen olmadığı durumlarda ise parametrik olmayan
testlerden Kruskal Wallis Testi ile belirlenir (Büyüköztürk, 2002).
Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 179
3. BULGULAR
Bu bölümde öğretmen adaylarının çeşitli özelliklerine göre (cinsiyet, mezun olunan lise
türü ve baba eğitim durumları) yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının istatistiksel
analizleri yapılmıştır.
Öğretmen adaylarının cinsiyet değişkenleri açısından yapılandırmacı yaklaşıma yönelik
tutumlarının istatistiksel analizi tablo 1’de gösterilmiştir.
Tablo 1: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Cinsiyet Durumlarına Göre t-Testi
Sonuçları
Cinsiyet N Ortalama Standart
Sapma t sd p
Kız 176 3,818 ,650 3,792 314 ,00*
Erkek 140 3,517 ,762
p<.05 anlamlılık düzeyi
Tablo 1’de görüldüğü üzere öğretmen adaylarının cinsiyet durumlarına göre
yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumları arasında anlamlı bir farklılık görülmektedir, t(314)
= 3,792; p<.05). Kız öğretmen adaylarının tutum düzeyleri erkelere göre daha yüksektir (Kız
=3,818, Erkek=3,517).
Öğretmen adaylarının mezun oldukları lise türlerine göre ortalama tutum puan değerleri
tablo 2’ de gösterilmiştir.
Tablo 2: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların mezun Oldukları Lise Türlerine Göre
Ortalama Puanları Lise Türleri N Ortalama Puan Standart Sapma
Genel Liseler 154 3,806 ,699
Anadolu Liseleri 135 3,504 ,730
Diğer Liseler 27 3,898 ,536
Toplam 316 3,685 ,716
Tablo 2’de görüldüğü üzere tüm lise türü mezunlarının ortalama tutum puanlarının 3’ün
üstünde olduğu görülmektedir. Genel lise ile çoğunluğu meslek lisesi mezunu olan diğer liseler
değişkenlerinde ortalama tutum puanı 3,8 civarındadır. En düşük ortalama tutum puan ise 3,5
ortalama ile Anadolu Lisesi mezunlarına aittir.
Öğretmen adaylarının mezun oldukları lise türlerine göre yapılandırmacı yaklaşıma
yönelik tutumlarının istatistiksel analizi tablo 3’te gösterilmiştir.
Tablo 3: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Mezun Oldukları Lise Türlerine Göre
Anova Testi Sonuçları
Varyans kaynağı Kareler
Toplamı SD
Kareler
Ortalaması F p
Anlamlı Farlılık
(Scheffe)
Gruplar arası 7,894 2 3,947
8,024
,00* Genel >Anadolu
Diğer >Anadolu Gruplar içi 153,97 313 ,492
Toplam 161,87 315
p<.05 anlamlılık düzeyi
Tablo 3’te görüldüğü üzere Sosyal Bilgiler öğretmen adaylarının mezun oldukları lise
türleri ile yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumları arasında anlamlı bir farklılık
görülmektedir. Bu farklılık genel lise mezunları ile Anadolu lisesi mezunları ve diğer lise
mezunları ile Anadolu lisesi mezunları arasında olmak üzere genel ve diğer lise mezunlarının
lehine olarak ortaya çıkmaktadır, (F(2.313)=8,02; p<05).
Baba eğitim durumu değişkeni açısından öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma
yönelik tutumlarının istatistiksel analizi Tablo 4’te gösterilmiştir.
Yılmaz GEÇİT 180
Tablo 4: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Baba Eğitim Durumlarına Göre Kruskal
Wallis Testi Sonuçları
Eğitim Durumu N Sıra
Ort. Sd χ2 p
Anlamlı Fark
(Scheffe)
Okuryazar değil 11 116,45
4
42,74
,00*
Üniversite>Diğer tüm değişkenler
Lise>ortaokul ve okuryazar olmayan
İlkokul 114 158,03
Ortaokul 71 111,85
Lise 62 168,70
Üniversite 58 213,59
Toplam 316
p<.05 anlamlılık düzeyi
Baba eğitim durumları bağlamında yapılan 5’li tasnif (Okuryazar değil, ilkokul,
ortaokul, lise ve üniversite mezun durumları) puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık
görülmektedir.
χ2 (sd=4, n=316)=42,74; p<.05). Grupların sıra puanına bakıldığında üniversite
mezunlarının en yüksek puana sahip oldukları, bunu lise mezunlarının takip ettiği
görülmektedir. Scheffe testine göre gruplar arasında görünen anlamlı fark üniversite mezunları
ile diğer tüm mezun gruplar arasında ayrıca lise mezunları ile okuryazar olmayan ve ortaokul
mezunları arasında görülmektedir (tablo 4).
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
2005 yılı sonrası eğitim sistemimize ve eğitim felsefemize yeni bir bakış açısı ve
uygulama durumu kazandırmayı hedefleyen yapılandırmacı öğretim yaklaşımı sağladığı birçok
yarar yanında bazı sınırlılıklar da ihtiva etmektedir. Özellikle öğretmenlerin bu yeni
programdaki alternatif ölçme ve değerlendirme yaklaşımları uygulamaları konusunda
problemler yaşadıkları bilinmektedir (Akbaş ve Gençtürk, 2013). Öte yandan öğretmenlerin
genel olarak yeni öğretim programını benimsemediğini ve yetersiz olarak gördüğünü gösteren
çalışmalar da bulunmaktadır (İrez ve Yavuz, 2009). Bir programının başarısı öncelikle bu
programı uygulayacakların sahip oldukları pozitif tutumla mümkün olabilmektedir. Bu
bağlamda geleceğin program uygulayıcıları yani öğretmenleri olacak olan öğretmen
adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının bugünden belirlenmesi önem
taşımaktadır.
316 öğretmen adayının bu yaklaşıma yönelik ortalama tutum puanlarının 3,685 olduğu
belirlenmiştir. Bu ortalama puanın “yüksek düzeye” denk geldiği söylenebilir. Çünkü elde
edilen bulguların aritmetik ortalaması ( X ) aşağıdaki aralıklar dikkate alınarak yorumlanır
(Özdamar, 2003: 32): Çok düşük: 1-1.79, düşük: 1.80-2.59, orta: 2.60-3.39, yüksek:3.40-4.19,
çok yüksek: 4.20-5.00.
Bu çalışmada ayrıca cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü, anne ve baba eğitim
durumları ile yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutum arasındaki ilişki düzeyi ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Öğretmen adaylarının sınıf düzeyleri, anne eğitim durumları ve aile
aylık gelir değişkenleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulgulanmamıştır.
Ancak cinsiyet, mezun olunan lise türü ve baba eğitim değişkenleri açısından istatistiksel
olarak anlamlı bir farklılık ortaya çıkmıştır.
Cinsiyet değişkeni açısından bakıldığında kız öğretmen adaylarının daha yüksek bir
tutum puanına sahip olduğu görülmektedir. Bu durum kızların, etkinlik ve oyun merkezli
yaklaşımlara daha yatkın oluşlarıyla ilişkilendirilebilir. Evrekli ve diğ. (2009b) tarafından
yapılan çalışmada da kız öğretmen adaylarının daha yüksek tutum puanına sahip olduğu
belirlenmiş ancak bu durumun istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşturmadığı görülmüştür.
Ancak kızların daha yüksek puana sahip olmasında onların öğretmenlik mesleğine yönelik
Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 181
tutum ve bakış açılarının daha pozitif oluşunun da etkili olduğu belirtilmiştir. Öte yandan
Tanrıögen (1997) ve Çapri ve Çelikkaleli’ye (2008) ait çalışmalarda da tutumun cinsiyete göre
farklılaşmasına öğretmenlik mesleğine toplumsal bakış açısının neden olabileceği belirtilmiştir.
Mezun olunan lise türü açısından bakıldığında, özellikle Anadolu lisesi mezunlarının
genel ve meslek lisesi mezunlarına göre bu yaklaşıma daha negatif baktıkları ortaya
konulmuştur. Bu durum akademik başarısı daha yüksek ve sınav merkezli düşünen lise
türlerindeki öğrencilerin etkinlik ve oyun tarzlı eğitsel yaklaşımlara daha mesafeli olmalarıyla
ilişkilendirilebilir. Evrekli ve diğ.’ne (2009b) ait çalışma sonucunda da Anadolu Lisesi
mezunlarının daha düşük bir puan toplamına sahip oldukları ancak gruplar arasında anlamlı bir
farklılığın oluşmadığı belirlenmiştir.
Gruplararası anlamlı bir farklılığın oluştuğu diğer bir değişken ise baba eğitim
durumudur. Burada özellikle eğitim seviyesi yükseldikçe yapılandırmacı yaklaşıma dönük
pozitif algının yükseldiği görülmektedir. En yüksek tutum puanı üniversite mezunu veli
çocuklarında görülürken en düşük puan ilk ve ortaokul mezunu veli çocuklarına aittir.
Bu genel sonuçlardan sonra şu öneriler sunulabilir:
Erkek öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının daha düşük
düzeyde oluşu tespitinden hareketle onların da bu yaklaşımı daha fazla benimsemelerini
sağlayıcı etkinlik merkezli çalışmalara katılımları sağlanmalıdır. Bu nedenle drama, özel
öğretim yöntemleri ve okul uygulamaları derslerinde bu sonuçların dikkate alınması önemli
görülmektedir.
Anadolu Lisesi mezunlarının daha düşük bir tutum oranına sahip olmaları, onların okulu
ve eğitim öğretim süreçlerini daha çok sınav merkezli düşünmeleriyle ilişkilendirilebilir.
Öğrenci merkezli, etkinlikli ve oyunlu öğretimlerin zaman alıcı oluşu, sınavlara (KPSS, YGS,
LGS gibi) hazırlık sürecinde bir sorun yarattığı algısını doğurabilmektedir. Bu durum esasında
eğitim sistemimizin biraz da çelişkileriyle ilişkilidir. Çünkü öğretim programlarımız
yapılandırmacı yaklaşım merkezli iken sınav sistemlerimiz bu yaklaşıma pek uygun değildir.
Bu durum özellikle akademik kaygısı yüksek olan öğrenciler için önemli bir sorun teşkil
edebilmekte ve yapılandırmacı yaklaşıma yönelik negatif tutumlar beslemelerine yol
açabilmektedir. Bu sorunun en etkili çözümü, sınav sistemlerinin program anlayışları
doğrultusunda yeniden revize edilmesidir.
Yılmaz GEÇİT 182
KAYNAKLAR
Akbaş, Y. ve Gençtürk, E. (2013). Coğrafya öğretmenlerinin alternatif ölçme-değerlendirme
teknikleri ile ilgili görüşleri: kullanma düzeyleri, sorunlar ve sınırlılıklar. Doğu Coğrafya
Dergisi, 18(30), 331-356.
Ataman, G. ve Okay, H.H. (2009). İlköğretim müzik öğretmenlerinin yapılandıramacı
yaklaşıma dayalı ilköğretim müzik dersi öğretim programına yönelik görüşleri (Balıkesir
İli Örneği.). 8. Ulusal Müzik Eğitimi Sempozyumu, 23–25 Eylül 2009, OMÜ.
Akar, H. (2003). Impact of constructivist leariıng process on preservice teacher education
students’ performance, retention, and attitudes. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ortadoğu
Teknik Üniversitesi.
Beldağ, A. ve Yaylacı, A.F. (2014). Sosyal bilgiler öğretmen adaylarının eğitim sistemi
hakkındaki görüşleri. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 13(48), 90-107.
Büyüköztürk, Ş. (2002). Sosyal bilimler için veri analizi el kitabı. Ankara: Pegem A
Yayıncılık.
Büyüköztürk, Ş. (2011). Sosyal bilimler için veri analizi el kitabı: İstatistik, araştırma deseni,
SPSS uygulamaları ve yorum (12. baskı). Ankara: Pegem Yayıncılık.
Çapri, B. ve Çelikkaleli, Ö. (2008). Öğretmen adaylarının öğretmenliğe ilişkin tutum ve
mesleki yeterlik inançlarının cinsiyet, program ve fakültelerine göre incelenmesi. İnönü
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 9(15), 33-53.
Çiftçi, S., Sünbül, A.M. ve Köksal, O. (2013). Sınıf öğretmenlerinin yapılandırmacı yaklaşıma
göre düzenlenmiş mevcut programa ilişkin yaklaşımlarının ve uygulamalarının eğitim
müfettişlerinin görüşlerine göre değerlendirilmesi. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dergisi, 9(1), 281-295.
Dinç, E. ve Doğan, Y. (2010). İlköğretim ikinci kademe sosyal bilgiler öğretim programı ve
uygulanması hakkında öğretmen görüşleri. Sosyal Bilgiler Eğitimi Araştırmaları Dergisi,
1(1), 17-49.
Erdem, E. ve Demirel, Ö. (2002). Program geliştirmede yapılandırmacı yaklaşım. Hacettepe
Eğitim Fakültesi Dergisi, 23,81-87.
Evrekli, E., Didem İ., Balım, A.G.,Kesercioğlu, T. (2009a). Fen öğretmen adaylarına yönelik
yapılandırmacı yaklaşım tutum ölçeği: geçerlilik ve güvenirlik çalışması. Türk Fen Eğitimi
Dergisi, 2, 134-148.
Evrekli, E., Didem İ., Balım, A.G.,Kesercioğlu, T. (2009b). Fen öğretmen adaylarının
yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının incelenmesi. Uludağ Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, XXII (2), 673-687.
Geçit, Y. ve Bulut. N. (2012). “Sınıf Öğretmenlerinin İlköğretim 4 ve 5. Sınıf Sosyal Bilgiler
Programına Yönelik Görüşlerinin Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi”. 11. Ulusal
Sınıf Öğretmenliği Sempozyumu, 24-26 Mayıs, Recep Tayip Erdoğan Üniversitesi, Rize.
Gündoğdu, K. (2010). The effect of constructivist ınstruction on prospective teacher’s
attitudes toward human righs education. Electronic Journal of Resarch in Educational
Psychology, 8(1), 333-352.
İrez, S. ve Yavuz, G. (2009). Biyoloji öğretmenlerinin yeni öğretim programlarının getirdiği
değerlendirme yaklaşımları hakkındaki görüş ve uygulamaları. M.Ü. Atatürk Eğitim
Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 30, 137-158.
Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 183
Karaduman, H. ve Gültekin, M. (2007). the effect of constructıvıst learnıng prıncıples based
learnıng materıals to students’ attıtudes, success and retentıon ın socıal studıes. The
Turkish Online Journal of Educational Technology, 6(3).
Karasar, N. (2000). Bilimsel araştırma yöntemleri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Meb, (2005). Sosyal Bilgiler Dersi 6 ve 7. Sınıflar Öğretim Programı ve Klavuzu. Milli Eğitim
Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Ankara.
Özdamar, K. (2003). Modern bilimsel araştırma yöntemleri. Eskişehir: Kaan Kitabevi.
Perkins, D. N. (1999). The many faces of constructivism. Educational Leadership, 57(3), 6-11.
Şimşek, N. (2004). Yapılandırmacı öğrenme ve öğretime eleştirel bir yaklaşım. Eğitim
Bilimleri ve Uygulama, 3(5), 115-119.
Tanrıogen, A. (1997). Buca Eğitim Fakültesi Öğrencilerinin Öğretmenlik Mesleğine Yönelik
Tutumları. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. 3, 55-58.
Ünal, Ç. ve Çelikkaya, T. (2009). Yapılandırmacı Yaklaşımın Sosyal Bilgiler Öğretiminde
Başarı, Tutum ve Kalıcılığa Etkisi (5. Sınıf Örneği). Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 13 (2): 197-212.
Yılmaz GEÇİT 184
Extended Abstract
Since 2005, constructivism, also called constructivist approach, has been one of the
concepts often used often in our educational literature. With this approach, the teacher-centred
learning environment has been replaced with facilitating role of teachers. Also the
understanding has evolved to attract learners more to the teaching process through various
activities, establish a link between the new information and prior knowledge of learners and
thus help learners structuralize the meaning of what is learnt.
Constructive approach which aims to raise individuals researching, questioning and
structuring the information has been exposed to many critics, in fact. It is quite remarkable that
the harshest criticism is raised by some teachers, the exact actors in charge of implementing the
instructional curriculum. It should be noted that the resistance of the educators not brought up
with this understanding and thus distant to the student-centred and activity-centred approach
has posed a considerable impediment to profound implementation and finding ground of the
constructivist approach. In this context, it seems important for practical success of the
instructional curriculum to determine views of teachers, prospective teachers and even students
on this approach as well as which variables and at what extent their views vary. This study
aims to identify directly attitudes of prospective teachers who will implement this curriculum,
by which variables their attitude varies and lastly to provide recommendations in line with the
results.
For analyzing the views of prospective social studies teachers regarding the
constructivist approach by certain variables, 316 students participated in this study. The
participants were selected from students attending Social Studies Department in Faculty of
Education at Recep Tayyip Erdoğan University and Karadeniz Technical University. An
attitude scale was used for collecting data. A pretreatment was implemented and overall
reliability coefficient of the scale was found as .93 (Cronbach's Alpha). Study variables
included gender, grade, type of high school graduated, parents’ education level and monthly
income of families. These variables were analyzed with t test, ANOVA, Kruskal-Wallis and
Scheffe tests on SPSS 16.
As a result of the data analysis, the average score of the 361 participants in the scale was
found as 3.685, which can be regarded as a “high level” of attitude. As one of the aims of the
study, the level of relationship between the attitude towards the constructivist approach and
study variables such as gender, grade, high school of graduation and parents’ education status
was also investigated. As a result, no significant relationship was found between prospective
teachers’ grade levels and parents’ education level and their attitude towards the constructivist
approach. On the other hand, the relationship was found significant between the attitude of
participants and the variables such as gender, type of high school and parents’ education level.
From the gender aspect, it was found out that female participants obtained higher scores
than males. It can be explained with females’ being more apt to the game and activity-
centeredness. In relation with the high school type, it was seen that graduates of Anatolian
High Schools had a lower attitude towards the constructivist approach than graduates of regular
and vocational high schools. This could be associated with the distance of high-performing,
exam-oriented high schools to the educational approach based on activities and games. Another
significant variance was found between the participants’ attitudes and parents’ education
status. It was seen that the positive attitude towards the constructivist approach increased as
education level increased. The highest attitude score was obtained by the children of
university-educated parents, while the lowest scores were obtained by the students born to
parents with elementary and secondary level of education.
Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 185
In the light of the study findings, following recommendations might be offered: Taking
into account the lower level of attitudes of male participants towards the constructivist
approach, they should be involved in activity-based, in-service training so that they can
internalize the approach better. As another finding, the lower attitude of graduates of Anatolian
High Schools could be caused by their perception of schooling and instruction as an
examination-oriented process. The fact that student-centred, activity and game-flourish
instruction is time-consuming might lead to thinking among students that it constitutes a
problem in the examination preparation stage; i.e. KPSS, YGS, LGS. This, in fact, is associated
with contradictions of our education system to a certain extent because our instructional
curriculum is constructivist-oriented, while the examination system does not align with this
purpose. This might cause an important problem for students who suffer from high levels of
academic concern. As a result, they might develop a negative attitude towards the
constructivist approach. It is thought that revising soonest the examination systems in
accordance with the curriculum would be the most effective solution to this problem.
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEU Journal of Social Sciences) 2 : 186-201
[201?]
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin
Çeşitli Değişkenler Bakımından İncelenmesi
Investigation of Science Teacher Candidates’ Physics Self-Efficacy in
terms of Different Variables
Ayşe SERT ÇIBIK*, Hümeyra TURGUT
**, Çiğdem Selvi AKKUŞ
***
ÖZ: Bu araştırmada fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları; alt boyutlar,
yerleşim yeri, cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I notu değişkenlerine göre
incelenmiştir. Araştırmanın örneklemini; 2013-2014 eğitim-öğretim dönemi bahar yarıyılında Ankara ve Adana’da
bulunan devlet üniversitelerinin Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalında
öğrenim gören, basit seçkisiz örnekleme yoluyla seçilen toplam 111 öğretmen adayı oluşturmuştur. Değişkenlerin
değişiminin belirlenmesinde Fizik Öz-Yeterlik Ölçeği (FÖÖ), veri toplama aracı olarak kullanılmıştır. Araştırma
sonunda; FÖÖ alt boyutlarının orta düzeyde olduğu, Fizik Bilgilerini Hatırlayabilme Öz-Yeterliliği alt başlığı
minimum puanının diğer alt boyutlara göre düşük olduğu tespit edilmiştir. Fizik öz-yeterlik inançlarında, il bazında
anlamlı farklılık olduğu ve bu farklılığın Ankara’daki adaylar lehine olduğu tespit edilmiştir. Cinsiyet değişkeni için
de il bazında anlamlı farklılık olduğu ve bu farkın hem kız hem de erkek öğrencilerde Ankara’daki adaylar lehine
olduğu görülmüştür. Adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançlarının değişiminde, ebeveynlerin öğrenim ve gelir
düzeyi değişkenlerinin anlamlı bir fark yaratmadığı belirlenmiştir. Genel Fizik-I başarısı ve notu ile fizik öz-
yeterliliği arasındaki ilişkide ise farklılığın, yüksek başarılı ve ders notu “85-100” puan aralığında olan adaylar
lehine olduğu görülmüştür.
Anahtar sözcükler: Fen Bilgisi Öğretmen Adayı, Fizik Öz-Yeterlik, Yerleşim Yeri, Cinsiyet, Sosyo-
Ekonomik Düzey, Genel Fizik-I Başarısı ve Notu
ABSTRACT: In this study, self-efficacy beliefs of teacher candidates, who study in department of science
education, towards physics course were investigated. This investigation was carried out according to the sub-
dimensions and living location, gender, socio-economic level, General Physics-I course success and General Physics
I course grade variables. The sample of the study was consisted of a total of 111 teacher candidates who study in
state universities in Ankara and Adana in 2013-2014 academic year spring semester who were selected by a simple
randomized method. Physics Self-Efficacy Scale (PSS) was used as the data collection tool in order to define the
change in variables. Considering the subsections of scale at the end of the study it could be conferred that PSS sub-
dimensions are at mid-level and the minimum score of Self-Efficacy of Remembering Physics Knowledge sub-
dimension is lower than the other sub-dimensions. In terms of living location, there is a meaningful difference and
it’s in favor of candidates from Ankara. In terms of gender, there was again a meaningful difference for living
location; both females and males from Ankara got higher scores than candidates living in Adana. It was observed
that there is no meaningful difference in self efficacy beliefs of teacher candidates in terms of parental education and
income levels. For the relationship between candidates’ grades and success in General Physics-I course and self-
efficacy, the difference was observed in favor of “highly successful” and “grades between 85-100”.
Keywords: Science Teacher Candidate, Physics Self-Efficacy, Location, Gender, Socio-Economic Level,
General Physics-I Success And Grade
* Yrd. Doç. Dr, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği Anabilim
Dalı, [email protected] ** Yüksek Lisans Öğrencisi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği
Anabilim Dalı, [email protected] *** Yüksek Lisans Öğrencisi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği
Anabilim Dalı, [email protected]
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 187
1. GİRİŞ
Eğitim, bütün öğrenimleri içine alan ve hayat boyu devam eden öğrenme faaliyetini
ifade etmektedir (Kurtkan, 82). Eğitimde amaçların gerçekleştirilmesi, sistemin bütün
parçalarının uygun şekilde çalışması ile mümkün olabilir. Çağdaş eğitim anlayışında öğretmen,
öğrenci, yönetici, müfettiş, okul, çevre ve aile birbiri ile sıkı bir etkileşim içinde olan bir
bütünün parçalarıdır. Bunların etkili ve verimli bir şekilde çalışmasını sağlayarak eğitimin
hedeflerine ulaşılmasında kilit konumda öğretmen vardır (Kahyaoğlu ve Yangın, 2007). En
genel tanımlama ile öğretmen; öğretme-öğrenme süreçlerini örgütleyen, iyi bir yönetici, iyi bir
gözlemci ve nitelikli bir rehberdir (Küçükyılmaz ve Duban, 2006). Bu bağlamda, öğretmenlik
mesleği günümüzde daha fazla yeterlik gerektiren bir meslek haline gelmiştir. Eğitimde,
öğrencilerin istenilen eğitim düzeyine ulaşabilmeleri için, öğretmenlerin bazı yeterliklere sahip
olmaları gerektiği düşünülmektedir. Yükseköğrenimini tamamlamış öğretmenler, becerilerini
açıkça ortaya koymaları açısından yeterlik kavramını son zamanlarda sıkça kullanmakta ve
duymaktadırlar (Yenilmez ve Kakmacı, 2008). Yapılan çalışmalar da gösteriyor ki, öz-yeterlik
inancı yüksek olan öğretmenler; öğretim uygulamalarında farklı öğretim yöntemleri
kullanmaya, kullandıkları öğretim yöntemlerini geliştirmek için araştırma yapmaya, öğrenci
merkezli öğretim stratejileri kullanmaya ve yaptıkları uygulamalarda araç-gereç kullanmaya
eğilimlidirler (Henson, 2001; Plourde, 2001).
Öz-yeterlik inancı ilk defa Bandura’nın sosyal öğrenme kuramıyla adını duyurmuştur.
Bu kavram kişilerin karşılaşabilecekleri olası durumlar karşısında, gerekli olan eylemleri ne
kadar iyi yapabileceklerini ifade eden duyuşsal bir faktördür. Diğer bir öz-yeterlik tanımı da:
kişilerin yaşamlarındaki olaylarda, davranış ve becerilerini ortaya koyma kapasiteleri ile ilgili
kendilerine olan inançları şeklindedir. Bu inançlar, kişilerin olaylar karşısındaki hislerinin,
düşüncelerinin ve davranışlarının nasıl olacağını belirlemektedir (Bandura, 1994). Bu
sebeplerden dolayı öz-yeterlik inancı; bireyin etkinlik seçimini, performansını, karşılaştığı
zorlukları çözme çabasını, bu zorluklara karşı gösterdiği sabrı etkilemektedir (Ekici, 2006).
Yani kısacası bireyde meydana gelebilecek değişikliklerde öz-yeterlik inancının önemli rolü
olduğu, akademik başarı, tutum, ilgi gibi değişkenlerin değişiminde de etkisinin olabileceği
söylenebilir. Enochs ve Rubeck (1990), yaptıkları araştırmada düşüncemizi destekler nitelikte
olup çalışmalarında, alan bilgisi zayıf olan öğretmenlerin alan bilgisi güçlü olan öğretmenlere
göre öz-yeterlik inançlarının daha düşük olduğunu belirtmişlerdir. Yani kısacası bireyde
meydana gelebilecek değişikliklerde öz-yeterlik inancının önemli rolü olduğu, akademik
başarı, tutum, ilgi gibi değişkenlerin değişiminde de etkisinin olabileceği söylenebilir.
Öz-yeterliği yüksek ve düşük olan öğretmenler arasında sınıf düzeni, yeni yöntemler
kullanma, öğrenme zorluğu çeken öğrencilere dönütler verme gibi konularda davranış
farklılıklarının olduğu ve bunun da öğrenci motivasyonu ve başarısını etkilediği ortaya
çıkmıştır (Yılmaz, Köseoğlu, Gerçek ve Soran, 2004). Olumlu öz-yeterlik algısının yeni ve
zorlu görevlerle başa çıkabilmeyi sağladığı; olumsuz öz-yeterlik algısının ise kişinin yeterli
çaba harcayabilmedeki güvenini kırdığı düşünülmektedir (Bıkmaz, 2004; Çapri ve Kan, 2006;
Yılmaz ve diğerleri, 2004). Öz-yeterlik algısının günlük hayatta kişinin katılacağı her türlü
faaliyette karşısına çıkan, sosyal ve akademik durumlarını etkileyen bir etmen olduğu göz
önünde bulundurulduğunda “öğretmenlerin öz yeterlik inançları” üzerinde önemle durulması
gerektiği belirtilmektedir (Akbaş ve Çelikkaleli, 2006). Bu kavram ve önemi göz önüne
alındığında son yıllarda öz-yeterlikle ilgili yurt içi ve yurt dışında yapılan çalışmaların,
üniversite öğrencileri ile öğretmenlerin öz-yeterlik inançları üzerinde yoğunlaştığı
görülmektedir (Akbaş ve Çelikkaleli, 2006; Arslan, 2012; Kahyaoğlu ve Yangın, 2007;
Kurbanoğlu, 2004; Özerkan, 2007; Yenilmez ve Kakmacı, 2008; Yeşilyurt, 2013).
Eğitimde öz-yeterliğin önemi düşünüldüğünde, öz-yeterlik kavramının farklı disiplinler
açısından da değerlendirilebileceği ve bunlardan birinin de fizik öz-yeterlik olduğu
söylenebilir. Fizik öz-yeterlik, bireyin fizik dersindeki olası durumların üstesinden gelmek için
öğretim faaliyetlerini düzenlemesi ve gerçekleştirmesi ile ilgili yeteneklerine olan inancıdır
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 188
(Abak, Eryılmaz ve Fakıoğlu, 2002). Ekici, Fettahlıoğlu ve Sert Çıbık (2009), yaptıkları
araştırmada biyoloji öz-yeterlik inancı yüksek olan öğrencilerin derslerle ilgili her türlü
etkinliklere daha istekli katıldıklarını ve bu etkinliklerden elde umdukları beklentilerin daha
yüksek olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu araştırmaların sonuçları fizik de dahil tüm dersler
için öz-yeterliğin bireylerin ileriki öğrenmelerde önemli bir faktör olduğunun göstergesi
sayılabilir. Literatürde fiziğe yönelik öz-yeterliğin; başarı, cinsiyet, sınıf düzeyi gibi
değişkenlere olan etkisinin incelendiği çalışmaların yaygın olduğu görülmektedir (Azar, 2010;
Yenilmez ve Kaymakçı, 2008; Çalışkan, Selçuk ve Özcan, 2010). Bu çalışmada ayrıca sosyo-
ekonomik faktörler ve yerleşim yeri değişkenleri de incelenmiştir.
Sosyo-ekonomik açıdan Türkiye’nin 81 ili göz önüne alınacak olursa Ankara 2., Adana
8. sırada yer almaktadır (Özceylan ve Coşkun, 2012). Sosyo-ekonomik durumun yüksekliği,
eğitim tablosunun da yüksek olması gerektiğini beraberinde düşündürmektedir. Nitekim,
Ankara’daki ebeveyn gelir düzeylerinin, dolayısıyla eğitim durumlarının, Adana’daki
ebeveynlerden yüksek olması beklenebilir. Gelir seviyesi, iş imkânları, devlet ve özel
teşebbüsün istihdam programları bakımından Ankara’dan daha geride olan Adana’nın eğitim
seviyesi olarak da Ankara’dan daha geride olduğu belirtilmektedir (Özceylan ve Coşkun,
2012). TÜİK Nisan 2013 verilerine göre Ankara ili, Türkiye’nin en fazla fakülte ve yüksekokul
mezunu bireyini barındıran il olma unvanına sahiptir. Bu çalışmanın amacını en iyi şekilde
ortaya koymak adına sosyo-ekonomik durumu birbirinden farklı iki şehir seçilmiştir. Ankara
ve Adana illerinde öğrenim gören fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-
yeterliklerinin incelenmesi, literatürde var olan veri boşluğunu giderileceği düşünülmüştür.
Tüm belirtilenler ışığında, bu araştırmada; cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, yaşanılan yer
değişkenleri ile Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I notu değişkenleri değerlendirilerek,
öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin tespit edilmesi amaçlanmıştır.
1.1. Amaç
Bu araştırmada fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin çeşitli
değişkenlere göre incelenmesi amaçlanmıştır. Bu bağlamda araştırmada aşağıdaki problemlere
cevap aranmıştır:
1. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları alt boyutlar açısından
hangi düzeydedir?
2. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları yerleşim yerine
göre nasıl değişmektedir?
3. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları cinsiyet
değişkeni açısından yerleşim yerine göre nasıl değişmektedir?
4. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları sosyo-ekonomik
düzeylere göre nasıl değişmektedir?
5. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları Genel Fizik-I
başarısı ile Genel Fizik-I notuna göre nasıl değişmektedir?
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 189
2. YÖNTEM
2.1. Çalışma Deseni
Bu araştırmada tarama (survey) modeli kullanılmıştır. Tarama modeli; bir konuya ya da
olaya ilişkin katılımcıların görüşlerinin alındığı veya ilgi, yetenek, tutum gibi özelliklerinin
belirlendiği incelemelerin, genellikle büyük örneklemler üzerinde yapıldığı bir araştırma
modelidir (Fraenkel ve Wallen, 2006).
2.2. Çalışma Grubu
Araştırmanın evrenini, Ankara il merkezindeki devlet üniversiteleri ile Adana il
merkezindeki devlet üniversiteleri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini ise 2013-2014
eğitim-öğretim dönemi bahar yarıyılında Ankara ve Adana’daki devlet üniversitelerinin Eğitim
Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalı 1. sınıfta öğrenim gören ve
basit seçkisiz örnekleme yoluyla seçilen toplam 111 öğretmen adayı oluşturmaktadır. Adaylar
araştırmaya gönüllü olarak katılmıştır. Öğretmen adaylarının 57’si (%51.4) Ankara’da, 54’ü
(%48.6) ise Adana’da öğrenim görmektedir. Ayrıca cinsiyete göre dağılım incelendiğinde;
Ankara’daki adayların 45’i (%78.9) kız, 12’si (%21.1) erkek iken Adana’daki adayların 40’ı
(%74.1) kız, 14’ü (%25.9) erkektir. Adayların cinsiyet açısından öğrenim gördükleri illere göre
dağılımı Şekil 1’de gösterilmiştir.
Şekil 1: Öğretmen Adayların Cinsiyetlerinin Öğrenim Gördükleri İllere Göre Dağılımı
2.3. Veri Toplama Araçları
2.3.1. Fizik Öz-Yeterlik Ölçeği (FÖÖ)
Çalışkan, Selçuk ve Erol (2007) tarafından geliştirilen FÖÖ, 30 maddelik olup 5 alt
boyuttan oluşmaktadır. Bunlar;
✓ Boyut 1: Fizik Problemlerini Çözme Öz-yeterliği (FPÇÖ): 10 madde,
✓ Boyut 2: Fizik Ders Başarısı Öz-yeterliği (FDBÖ): 4 madde,
✓ Boyut 3: Fizik Bilgilerini Kullanabilme Öz-yeterliği (FBKÖ): 6 madde,
✓ Boyut 4: Fizik Bilgilerini Hatırlayabilme Öz-yeterliği (FBHÖ): 3 madde,
✓ Boyut 5: Fizik Laboratuar Başarısı Öz-yeterliği (FLBÖ): 7 madde
0
10
20
30
40
50
60
ankara adana
kız
erkek
toplam
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 190
Beşli likert tipinde hazırlanan ölçeğin 28 maddesi olumlu, 2 maddesi ise olumsuzdur.
Ölçekte her bir ifade; “Tamamen Katılıyorum”, “Katılıyorum”, “Kararsızım”, “Katılmıyorum”
ve “Hiç Katılmıyorum” şeklinde hazırlanmış olup üniversite düzeyinde öğrenim gören
öğretmen adaylarının kendileri ile ilgili fizik dersine ait bir işi başarabilmeye yönelik
yargılarını içermektedir. Ölçekte olumlu ifadelere 5, 4, 3, 2, 1 ve olumsuz ifadelere 1, 2, 3, 4, 5
şeklinde puanlar verilerek sonuçlar değerlendirilmiştir. Ölçekten alınabilecek en yüksek puan
150, en düşük puan ise 30’dur. Çalışkan ve diğerleri (2007) tarafından geçerlik ve güvenirlik
analizinin yapıldığı ölçeğin toplam alt boyutlarına göre hesaplanan Cronbach Alpha güvenirlik
katsayısı (α) .94’dür. Bununla birlikte ölçeğin alt boyutlarının Cronbach Alpha güvenirlik
katsayıları sırasıyla; Boyut 1:0.91, Boyut 2:0.79, Boyut 3:0.76, Boyut 4:0.70, Boyut 5:0.86
olarak hesaplanmıştır.
2.3.2. Kişisel Bilgi Formu
Araştırmada ayrıca öğrencilerin sosyo-ekonomik profillerini ortaya çıkarmak için, bu
profillerin yazıldığı “kişisel bilgi formu” uygulanmıştır. Kişisel bilgiler formunda; yerleşim
yeri, cinsiyet, ebeveyn öğrenim ve gelir düzeyi, Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I dönem
sonu notu değişkenleri yer almaktadır. Değişkenlerin analizlerinde kolaylık sağlamak için
kendi içindeki faktörlerin tanımında sayısal rakamlar kullanılmıştır. Bunlar;
√ Ebeveyn öğrenim düzeyi için: 1- Okur-yazar değil, 2- Okur-yazar, 3- İlkokul, 4-
Ortaokul, 5- Lise, 6- Lisans, 7- Lisansüstü.
√ Gelir düzeyi için: 1- 1000-1500TL, 2- 1510-2000TL, 3- 2010-2500TL, 4- 2510-
3000TL, 5- >3010TL
√ Genel Fizik-I başarı için: 1- Başarılıyım (yüksek başarı), 2- Çok başarılı ya da çok
başarısız sayılmam (orta başarı), 3- Sınıf arkadaşlarımdan daha az başarılıyım (az başarı).
√ Genel Fizik-I dönem sonu notu için: 1- 0-44, 2- 45-54, 3- 55-69, 4- 70-84, 5- 85-100.
2.4. Verilerin Analizi
FÖÖ’nden elde edilen verilerin analizinde ölçekten alınabilecek toplam puanlar dikkate
alınmıştır. Verilerin analizinde SPSS-11.5 programı kullanılırken, verilerin çözümlenmesinde
betimsel istatistiklerden frekans (f)-yüzde (%), bağımsız gruplar t-Testi ve tek yönlü ANOVA
analizinden yararlanılmıştır. Bununla birlikte ölçekten elde edilen verilerin analizi için ölçeğin
aralık genişliğinin, “dizi genişliği/yapılacak grup sayısı” (Tekin, 1993) formülü hesaplaması
göz önünde tutulmuştur. Bu bağlamda araştırma bulgularının değerlendirilmesinde esas alınan
aritmetik ortalama ağırlıkları aşağıda belirtilmiştir:
● 1.00–1.80=Kesinlikle Katılmıyorum
● 1.81–2.60=Katılmıyorum
● 2.61–3.40=Kararsızım
● 3.41–4.20=Katılıyorum
● 4.21–5.00=Kesinlikle Katılıyorum
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 191
3. BULGULAR
Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin çeşitli değişkenlere
göre incelendiği bu araştırmanın alt problemlerinden elde edilen bulgulara aşağıda yer
verilmektedir.
3.1. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları alt boyutlar
açısından hangi düzeydedir?
Fen bilgisi öğretmen adaylarının öz-yeterlik inançlarının alt boyutlar açısından hangi
düzeyde olduğunu belirlemek için betimsel istatistik analizi yapılmıştır. Elde edilen sonuçlar
Tablo 1’de verilmiştir. Bununla birlikte, adayların her bir alt boyutta aldıkları maksimum ve
minimum puanlar dikkate alınarak eşit aralıklı ölçeklendirme analizi yapılmıştır. Bu yolla,
adayların öz-yeterlik inanç düzeyleri “düşük, orta ve iyi” olmak üzere 3 farklı şekilde
sınıflandırılmıştır. Elde edilen sonuçlar Tablo 2’de verilmiştir.
Tablo 1: Alt Boyutlar Açısından Fiziğe Yönelik Öz-yeterlik İnancı Betimsel Değerleri Fizik öz-yeterlik inançları
(alt boyutlar)
Betimsel değerler
N X ss Minimum Maksimum
Fizik problemlerini çözme öz-yeterliği 111 3.52 0.49 2.00 5.00
Fizik ders başarısı öz-yeterliği 111 3.57 0.57 2.25 5.00
Fizik bilgilerini kullanabilme öz-yeterliği 111 3.88 0.53 2.17 5.00
Fizik bilgilerini hatırlayabilme öz-yeterliği 111 3.61 0.61 1.67 5.00
Fizik laboratuar başarısı öz-yeterliği 111 3.80 0.56 2.00 5.00
Tablo 1 incelendiğinde öğretmen adayların alt boyutlar açısından ortalama puanlarının
farklılık gösterdiği tespit edilmiştir.
Tablo 2: Alt Boyutlar Açısından Fiziğe Yönelik Öz-yeterlik İnancı Eşit Aralıklı
Ölçeklendirme Değerleri Fizik öz-yeterlik inançları
(Alt boyutlar)
Puan aralıkları
Düşük Orta Yüksek
Fizik problemlerini çözme öz-yeterliği 1<X≤3.03 3.03<X≤4.01 4.01<X≤5.00
Fizik ders başarısı öz-yeterliği 1<X≤3.00 3.00<X≤4.14 4.14<X≤5.00
Fizik bilgilerini kullanabilme öz-yeterliği 1<X≤3.35 3.35<X≤4.41 4.41<X≤5.00
Fizik bilgilerini hatırlayabilme öz-yeterliği 1<X≤3.00 3.00<X≤4.22 4.22<X≤5.00
Fizik laboratuar başarısı öz-yeterliği 1<X≤3.24 3.24<X≤4.36 4.36<X≤5.00
Tablo 2’de alt boyutlar açısından öz-yeterlik inancı ortalama puan dağılımları
verilmektedir. Buna göre adayların tüm alt boyutlardaki öz-yeterlik inançlarının orta düzeyde
olduğu görülmektedir.
3.2. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları yerleşim
yerine göre nasıl değişmektedir?
Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanlarına ilişkin
betimsel istatistik değerleri Tablo 3’de verilmiştir.
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 192
Tablo 3: Adayların Bağımlı Değişkenlere İlişkin Genel Dağılımları
Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları
Betimsel değerler Ankara Adana
N 57 54
X 3.79 3.55
MEDYAN 3.76 3.55
MOD 3.77 3.27
ss .358 .401
Varyans .128 .168
Skewness .634 -.241
Kurtosis 1.077 .397
Ranj 1.93 2.03
Minimum 2.93 2.40
Maximum 4.87 4.43
Tablo 3 incelendiğinde, fen bilgisi öğretmen adaylarının yerleşim yerine göre FÖÖ
puanlarının farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Buna göre Ankara’da öğrenim gören adayların
en yüksek puanının 4.87 en düşük puanının ise 2.93 olduğu görülmektedir. Bu durumda dizi
genişliği 1.93’dür. Diğer yandan Adana’da öğrenim gören adayların en yüksek puanının 4.43
en düşük puanının ise 2.40 olduğu görülmektedir. Bu durumda dizi genişliği 2.03’dür.
FÖÖ’nden elde edilen verilerin “dizi genişliği/yapılacak grup sayısı” formülü hesaplaması göz
önünde tutulduğunda Ankara’da ve Adana’da öğrenim gören adayların fiziğe yönelik öz-
yeterlik inançlarının iyi düzeyde olduğu görülmektedir (Xankara=3.79, Xadana=3.55).
Öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının analizi bağımsız
gruplar t-testi ile yapılmıştır. Elde edilen sonuçlar Tablo 4’ de verilmiştir.
Tablo 4: FÖÖ Toplam Puanların Betimsel İstatistik Değerleri ve Bağımsız Gruplar t-
Testi Sonuçları
Yerleşim yeri Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları
N X ss F t df p
Ankara 57 3.79 .358
.902 -3.319 109
.001*
Adana 54 3.55 .409
*p<.05
Tablo 4 incelendiğinde, Ankara’daki adayların FÖÖ puan ortalaması X=3.79 iken,
Adana’daki adayların X=3.55’dir. Adayların FÖÖ puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı
bir farklılık olduğu ve bu farklılığın Ankara’daki adaylar lehine olduğu görülmektedir [t(109)=-
3.319, p<.05]. Bu durum, fiziğe yönelik öz-yeterlik inancının yerleşim yerine göre değişkenlik
gösterebileceğini ve sonuçlarının çok yönlü olarak tartışılmasının literatüre önemli katkılar
sağlayabileceğini göstermektedir.
3.3. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları cinsiyet
değişkeni açısından yerleşim yerine göre nasıl değişmektedir?
Fen bilgisi öğretmen adaylarının cinsiyet değişkeni açısından yerleşim yerine göre
betimsel istatistik dağılımları Tablo 5’de gösterilmiştir. Ayrıca adayların fiziğe yönelik toplam
öz-yeterlik puanlarının cinsiyet açısından anlamlı olup olmadığının karşılaştırılmasına ilişkin
bağımsız gruplar t-Testi yapılmıştır. Sonuçlar sırasıyla Tablo 6 ve Tablo 7’de verilmiştir.
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 193
Tablo 5: Cinsiyet ve Sınıf Değişkenine Göre Betimsel İstatistik Sonuçları Cinsiyet Yerleşim yeri N %
Kız Ankara 44 39.6
Adana 40 36.0
X(toplam) 84 75.6
Erkek Ankara 13 11.7
Adana 14 12.6
X(toplam) 27 24.4
Tablo 5’e göre çalışma grubunun 84’ü kız, 27’si erkektir. Örneklemin cinsiyet açısından
yerleşim yerine göre dağılımlarının birbirine yakın olduğu görülmektedir.
Tablo 6: Adayların Fiziğe Yönelik Toplam Öz-yeterlik Puanlarının Cinsiyet
Değişkenlerine İlişkin t-Testi Sonuçları Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları
Cinsiyet Yerleşim
yeri
N X ss F t df *p
Kız
Ankara 44 3.80 .353 1.823 -2.213 82 .030
Adana 40 3.61 .415
Toplam 84 3.71 .393
Erkek
Ankara 13 3.77 .388 .279 -2.820 25 .009
Adana 14 3.37 .350
Toplam 27 3.57 .415
*p< .05
Tablo 6 incelendiğinde, kız ve erkek adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik puanlarının
yerleşim yerine göre farklı olduğu görülmektedir. Buna göre; Ankara’daki kız adayların puan
ortalaması X=3.80 iken, Adana’daki kız adayların puan ortalaması X=3.61’dir. Kız adayların
genel puan ortalaması 3.71’dir. Kız adayların yerleşim yerine göre öz-yeterlik inançları
arasında anlamlı farkın olup olmadığı .05 anlamlılık düzeyinde test edildiğinde, aralarında
anlamlı farklılığın olduğu ve bu farklılığın Ankara’daki adaylar lehine olduğu görülmektedir
[F(44-40)=1.823, p<.05]. Öte yandan Ankara’daki erkek adayların puan ortalaması X=3.77 iken,
Adana’daki erkek adayların puan ortalaması X=3.37’dir. Erkek adayların genel puan
ortalaması 3.57’dir. Erkek adayların yerleşim yerine göre öz-yeterlik inançları arasında anlamlı
farkın olup olmadığı .05 anlamlılık düzeyinde test edildiğinde, aralarında anlamlı farklılığın
olduğu ve bu farklılığın da Ankara’daki adaylar lehine olduğu görülmektedir [F(13-14)=.279,
p<.05].
Sonuç itibariyle ortak bir bulgu olarak, hem kız hem de erkek öğrencilerin öz-yeterlik
inançlarının Ankara’da öğrenim gören adaylar lehine anlamlı olarak farklılaştığı
görülmektedir. Bu sonuç, başta öz-yeterlik kavramının değişiminde yerleşim yeri faktörünün
nasıl bir etkiye sahip olduğunun detaylı bir şekilde yorumlanmasını gerektirmektedir.
3.4. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları sosyo-
ekonomik düzeylere göre nasıl değişmektedir?
Fen bilgisi öğretmen adaylarının sosyo-ekonomik düzeylerden, ebeveyn öğrenim
düzeyleri ile gelir düzeylerine ilişkin frekans-yüzde dağılımları yapılmış olup, bu değişkenlere
ilişkin betimsel değerler Tablo 7 ve Tablo 8’de gösterilmiştir. Bununla birlikte, adayların fiziğe
yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının sosyo-ekonomik düzeylere göre değişimine ilişkin
değerleri ortaya çıkarmak için bağımsız gruplar t-Testi yapılmış olup, sonuçlar Tablo 9’da
verilmiştir.
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 194
Tablo 7: Adayların Anne-Baba Öğrenim Düzeylerine Göre Betimsel Değerleri
Öğrenim düzeyi
Ankara Adana
Anne Baba Anne Baba
N % N % N % N %
Okur-yazar değil - - - - - - - -
Okur-yazar - - - - - - - -
İlkokul 16 14.4 8 7.2 26 23.4 19 17.1
Ortaokul 21 18.9 13 11.7 17 15.3 10 9.0
Lise 17 15.3 21 18.9 11 9.9 20 18.0
Lisans 2 1.8 14 12.6 - - 5 4.5
Lisansüstü 1 0.9 1 0.9 - - - -
Tablo 7 incelendiğinde Ankara’daki adayların annelerinin çoğunluğunun (%18.9)
ortaokul, Adana’daki adayların annelerinin çoğunluğunun (%23.4) ilkokul öğrenim düzeyine
sahip oldukları belirlenmiştir. Diğer yandan Ankara ve Adana’daki adayların babalarının
çoğunluğunun lise öğrenim düzeyine sahip oldukları belirlenmiştir.
Tablo 8: Adayların Gelir Düzeylerine Göre Betimsel Değerleri Ankara Adana
Gelir düzeyi N % N %
1000-1500 TL 10 17.5 18 33.3
1510-2000 TL 7 12.3 18 33.3
2010-2500 TL 13 22.8 10 18.5
2510-3000 TL 14 24.6 7 13.0
>3010 TL 13 22.8 1 1.9
Tablo 8 incelendiğinde adayların gelir düzeylerinin yerleşim yerine göre değişkenlik
gösterdiği belirlenmiştir. Buna göre Ankara’daki adayların çoğunluğunun 2010 TL ve üzeri
gelire, Adana’daki adayların çoğunluğunun 1000-2000 TL arası gelire sahip oldukları tespit
edilmiştir.
Tablo 9: Adayların Fiziğe Yönelik Toplam Öz-yeterlik Puanlarının Sosyo-ekonomik
Düzeylere Göre t-Testi ve Tek Yönlü ANOVA Sonuçları Sosyo-ekonomik düzeyler Varyansın kaynağı N X sd F p
Anne öğrenim Gruplar arası
11
1
3.67
4
106
.821 .514 Gruplar içi
Baba öğrenim Gruplar arası
.728 .575 Gruplar içi
Gelir Gruplar arası
1.00 .411 Gruplar içi
Tablo 9’a göre adayların fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının ortalaması
3.67’dir. Adayların öz-yeterlik puanları arasında anne öğrenim düzeyi [F(4-106)=.821], baba
öğrenim düzeyi [F(4-106)=.728], aylık gelire [F(4-106)=1.000] göre istatistiksel olarak anlamlı bir
fark yoktur. Bu bulgular, adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançlarının değişiminde sosyo-
ekonomik faktörlerin anlamlı etkisinin olmadığı yönünde genel bir fikre sahip olmamıza neden
olabilir.
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 195
3.5. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları Genel
Fizik-I başarısı ile Genel Fizik-I notuna göre nasıl değişmektedir?
Adayların yerleşim yerlerine göre, Genel Fizik-I başarısı ile Genel Fizik-I notuna ait
betimsel istatistik dağılımları Tablo 10’da gösterilmiştir. Ayrıca adayların fiziğe yönelik
toplam öz-yeterlik puanlarının, Genel Fizik-I başarısı ile Genel Fizik-I notu açısından anlamlı
olup olmadığının karşılaştırılmasına ilişkin tek yönlü ANOVA yapılmıştır. Sonuçlar Tablo
11’de verilmiştir.
Tablo 10: Genel Fizik-I Başarısı ile Genel Fizik-I Notuna Göre Betimsel İstatistik
Sonuçları
Genel
Fizik-I
başarısı Yerleşim
yeri
Genel Fizik-I notu
Toplam 0-44 45-54 55-69 70-84 85-100
N % N % N % N % N % N %
Yüksek
başarı
Ankara 0 0 1 1.8 3 5.3 4 7.0 3 5.3 11 19.3
Adana 0 0 0 0 0 0 0 0 1 1.9 1 1.9
X(toplam) 0 0 1 0.9 3 2.7 4 3.6 4 3.6 12 10.8
Orta
başarı
Ankara 10 17.5 8 14.0 14 24.6 4 7.0 4 7.0 40 70.2
Adana 11 20.4 17 31.5 15 27.8 5 9.3 0 0 48 88.9
X(toplam) 21 18.9 25 22.5 29 26.1 9 8.1 4 3.6 88 79.3
Az
başarı
Ankara 5 8.8 1 1.8 0 0 0 0 0 0 6 10.5
Adana 1 1.9 1 1.9 3 5.6 0 0 0 0 5 9.3
X(toplam) 6 5.4 2 1.8 3 2.7 0 0 0 0 11 9.9
Toplam
Ankara 15 26.3 10 17.5 17 29.8 8 14.0 7 12.3 57 100
Adana 12 22.2 18 33.3 18 33.3 5 9.3 1 1.9 54 100
X(toplam) 27 24.3 28 25.2 35 31.5 13 11.7 8 7.2 111 100
Tablo 10’a göre adayların (toplamda) %10.8’i Genel Fizik-I dersinde kendisini “yüksek
başarılı”, %79.3’ü “orta başarılı” ve %9.9’u “az başarılı” olarak niteledikleri tespit edilmiştir.
Diğer yandan adayların yerleşim yerine göre, Genel Fizik-I dersi başarıları ile derse yönelik
not dağılımlarının farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Ankara’daki adaylar için; Genel Fizik-I
dersinde “yüksek başarı” ya sahip olduğunu düşünen adayların derse yönelik notu”55-69”,
“70-84” ve “85-100” arasında, “orta başarı” lı adayların derse yönelik notu ”0-44”, “45-54”
arasında, ve “55-69” ve “az başarı” lı adayların derse yönelik notu ”0-44” arasındadır. Sonuç
olarak adayların çoğunluğunun (%70.2) derse yönelik orta başarıya sahip oldukları ve Genel
Fizik-I dersi notlarının çoğunlukla “0-44” ve “55-69” arasında değiştiği tespit edilmiştir.
Adana’daki adaylar için; Genel Fizik-I dersinde “yüksek başarı” ya sahip olduğunu
düşünen adayın derse yönelik notu “85-100”arasında, “orta başarı” lı adayların derse yönelik
notu ”0-44” , “45-54” ve “55-69” arasında, “az başarı” lı adayların derse yönelik notu ”55-69”
arasındadır. Sonuç olarak adayların çoğunluğunun (%88.9) derse yönelik orta başarıya sahip
oldukları ve Genel Fizik-I dersi notlarının çoğunlukla “45-54” ve “55-69” arasında değiştiği
tespit edilmiştir.
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 196
Tablo 11: Adayların Fiziğe Yönelik Toplam Öz-yeterlik Puanlarının Genel Fizik-I Başarısı ile Genel Fizik-I Notu Değişkenlerine İlişkin Tek Yönlü ANOVA Sonuçları
*p<.05
Tablo 11 incelendiğinde, adayların Genel Fizik-I dersi başarısı bakımından fiziğe
yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının birbirinden farklı olduğu görülmektedir. Buna göre;
“yüksek başarı”lı olduklarını düşünen adayların aritmetik ortalaması X=4.14 iken, “orta
başarı”lı olduklarını düşünen adayların aritmetik ortalaması X=3.61’dir. Bununla birlikte “az
başarı”lı olduklarını düşünen adayların aritmetik ortalaması X=3.63’dür. Genel Fizik-I dersi
başarısı açısından toplam öz-yeterlik puanları arasında anlamlı bir farkın olup olmadığı .05
anlamlılık düzeyinde test edildiğinde, aralarında anlamlı farklılığın olduğu görülmektedir.
Genel Fizik-I dersi başarısı arasındaki farkların hangileri arasında olduğunu bulmak
amacıyla yapılan Scheffe testinin sonuçlarına göre, bu farklılığın yüksek başarılı adaylar
lehine olduğu görülmektedir [F(111)=10.695, p<.05]. Buna göre; derse yönelik az ve orta
başarıya sahip olduğunu düşünen adayların, yüksek başarıya göre öz-yeterlik inançlarının
düşük olduğu belirlenmiştir. Öte yandan, adayların derse göre ölçekten aldıkları puanların
istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gösterdiği [F(111)=3.745, p<.05] ve bu farklılığın ders
notu “85-100” puan aralığında olan adayların lehine olduğu görülmektedir. Nitekim ders notu
“0-44” ve “45-54” olan adayların fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puan ortalamalarının (3.55,
3.57), diğer ders notlarına sahip adayların puan ortalamalarından farklı olduğu görülmektedir.
Sonuç itibariyle Genel Fizik-I dersi notu “85-100” puan aralığında olan adayların öz-yeterlik
inançlarının diğer ders notuna sahip adaylara göre yüksek olduğu söylenebilir.
Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları
Genel Fizik-I başarısı N X s sd F *p Scheffe
Yüksek başarı 12 4.14 .412
2 10.695 .000
.006
(1-2)
(1-3) Orta başarı 88 3.61 .373
Az başarı 11 3.63 .276
Genel Fizik-I notu
0-44 27 3.55 .370
4 3.745 .030
.039 (5-1)
(5-2)
45-54 28 3.57 .440
55-69 35 3.69 .335
70-84 13 3.89 .407
85-100 8 4.01 .361
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 197
4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Ankara il merkezi ile Adana il merkezindeki devlet üniversitelerinin Eğitim Fakültesi
İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalında öğrenim gören öğretmen adayları
ile yürütülen bu çalışmada, adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları çeşitli değişkenler
açısından incelenmiştir. İlgili literatür sonuçları incelendiğinde; öğretmenlerin öğretme
yeterliliği ile öğrenci başarısı (Ashton ve Webb, 1986; Gibson ve Dembo, 1984; Ross, 1992),
öğrenci motivasyonu (Midgley, Feldlaufer ve Eccles, 1989) ve öğrencilerin kişisel yeterlik
inançları (Anderson, Greene ve Loewen, 1988; Tschannen-Morgan ve Woolfolk Hoy, 2001)
arasında anlamlı ve güçlü ilişkiler olduğu tespit edilmiştir. İfade edilen faktörler ve yapılan
çalışma doğrultusunda; öğrencilerin lisans eğitimleri boyunca aldıkları derslerin, yaşadıkları
yerleşim yerinin, sosyo-kültürel özelliklerinin ve cinsiyetin öz-yeterliklerini geliştirmede
büyük öneme sahip olduğu söylenebilir. Hem Türkiye’de hem de yurtdışında, fizikte öz-
yeterlik inançlarının belirlenmesinde; başarı, cinsiyet, fizik öğrenme ve öğretim yöntemleri
gibi değişkenlerle ilişkilerinin incelenmesine yönelik sınırlı sayıda araştırmaya rastlanmıştır
(Abak ve diğerleri, 2002; Selçuk, Çalışkan ve Erol, 2008; Shaw, 2004)
Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançlarının; yerleşim yeri,
cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, Genel Fizik-I başarısı ve notu değişkenlerine göre incelendiği
bu çalışmada FÖÖ alt boyutları açısından genel durum orta düzeyde olduğu ve alt boyutlar
arasından Fizik bilgilerini hatırlayabilme öz-yeterliği minimum puanın düşük olduğu
belirlenmiştir. Çalışkan ve diğerleri (2010)’nin öğretmen adaylarıyla yaptıkları çalışmada
benzer bulgular elde edilmiş olup, FÖÖ alt boyutlar açısından genel durumun iyi düzeyde
olduğunu ve sadece Fizik ders başarısı öz-yeterliğin orta düzeyde olduğunu tespit etmişlerdir.
FÖÖ alt boyutlarına yönelik çalışmaların farklı branşlarda yaygın olarak yapılması, başta öz-
yeterlik inancıyla ilgili daha önemli bulgular elde edilmesine ve ileriki aşamalarda daha net ve
açıklayıcı yorumlamaların yapılmasına zemin hazırlayabilecektir.
Çalışmada elde edilen diğer bir bulgu ise adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik puanlarının
yerleşim yeri değişkenine göre değişiklik göstermesidir. Ankara ilinde öz-yeterlik ölçeğinden
alınan puanların ortalaması 3.79 iken Adana’da 3.55 tir. Öğretmen adaylarının fizik öz-yeterlik
inançlarında anlamlı bir farklılık vardır ve bu fark Ankara ilindeki adaylar lehinedir. Ankara
ilindeki ebeveynlerin sosyo-ekonomik düzeylerinin yüksek olmasının bu durumun nedeni
olarak düşünülebilir. Akbaş ve Çelikkale (2006)’nin İzmir, Balıkesir, Mersin, Ankara, Van ve
Sivas illerindeki üniversitelerde öğrenim gören öğretmen adaylarıyla yaptıkları çalışmalarında,
bu çalışmaya paralel olarak öğretmen adaylarının öz-yeterlik inanç puanlarında Ankara ili
lehine sonuçlar elde edilmiştir. Özceylan ve Coşkun (2012)’un sosyo-ekonomik açıdan
gelişmişlik düzeyiyle ilgili yaptıkları çalışmaların sonuçları göz önüne alındığında, Ankara
ilinin; gelir seviyesi, iş imkânları ve ekonomik gücün, yüksekokul ve fakülte mezunu insan
sayısının çok olması gibi nedenlerle, eğitimde ön plana çıktığı bağlantısı kurulabilir. Avantaj
sağladığı düşünülen özellikler diğer illerde de araştırılıp geliştirilebilir. Ayrıca bu boyut
altındaki çalışma sayısı branş bazında da arttırılarak farklı sonuçlara ulaşılabilir.
Adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları ile cinsiyet değişkeni arasında il bazında
anlamlı farklılığın olduğu ve bu farklılığın ortak bir bulgu olarak hem kız hem de erkeklerin
öz-yeterlik inançlarının Ankara’da öğrenim gören adaylar lehine anlamlı olarak farklılaştığı
görülmüştür. Bu bulgu, eğitim seviyesi yüksek olan ebeveynlerin onlara benzer şartlar
sunmaları ve dolayısıyla bilimsel kazanımlar bakımından birbirine yakın becerilere sahip
olabilmeleriyle açıklanabilir. Literatürde cinsiyet değişkeni açısından birçok çalışma olmakla
birlikte; il bazında karşılaştırmaya yönelik herhangi bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Aynı veya
farklı illerde öğrenim gören öğretmen adayları ile yapılabilecek çalışmaların yaygınlaştırılması,
bu çalışmadan elde edilen sonuçların doğru bir şekilde genellenebilmesine olanak sağlayabilir.
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 198
Çalışmada elde edilen başka bir bulgu sosyo-ekonomik düzeyin öz-yeterlik inancına
etkisiyle ilgilidir. Hem il bazında, hem de öğretmen adaylarının toplam öz-yeterlik sonuçlarının
incelendiği bu değişkende; Ankara’daki öğretmen adaylarının anne eğitim durumu çoğunlukla
ortaokul, Adana ilindeki öğretmen adaylarının anne eğitim durumu ise çoğunlukla ilkokul
çıkmıştır. Ankara ve Adana illerindeki öğretmen adaylarının baba eğitim durumları her iki ilde
de lise olarak tespit edilmiştir. Gelir düzeyinin de Ankara ilinde Adana’ya göre daha yüksek
olduğu tespit edilmiştir. Bu aile eğitim durumlarının öğrenci başarısı ve öz-yeterliğine anlamlı
bir etki sağlayabileceği görüşüne ulaşılmasına yol açabilir. Ama genel sonuçlara bakıldığında
gelir düzeyi ve aile eğitim durumunun anlamlı bir fark yaratmadığı sonucu elde edilmiştir. Bu
konuda yapılan çalışma sayısının azlığı bazı genellemelere ulaşılmasını engelleyebilir. Bu
nedenle, bu değişkenle ilgili yapılabilecek çalışmaların arttırılması daha sağlıklı sonuçlara
ulaşmamıza yardımcı olacaktır.
Son olarak adayların Genel Fizik-I başarısı ve notu ile fizik öz-yeterliği arasındaki ilişki
incelenmiş ve başarı notu ile öz-yeterlik arasında anlamlı bir farklılık olduğu ve bu farklılığın
yüksek başarılı adaylar ve ders notu “85-100” puan aralığında olan adayların lehine olduğu
görülmüştür. Ankara ve Adana ilinde öğrencilerin çoğunlukla orta düzey öz-yeterlik
seviyesinde olduğu ve başarı puanlarının da orta aralıkta olduğu tespit edilmiştir. Bu sonuç,
Yenilmez ve Kakmacı (2008) ile Ekici (2008) tarafından öğretmen adaylarına yapılan
araştırma sonuçlarıyla örtüşmektedir. Bu bulguya dayalı olarak, öğretmen adaylarının öz
yeterlik inancının akademik başarıya katkı sağladığı söylenebilir ve lisans derslerinde bu
sonuçlara paralel geliştirme çalışmaları yapılabilir.
Sonuç olarak, fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe karşı öz-yeterliklerinin
belirlenmesi, gelecek nesillerin fen okuryazarlığına hangi yönde katkı sağlayabileceği
açısından önem teşkil etmektedir. Bu sayede oluşabilecek diğer olumsuz durumların
çözümünde önemli bir rol üstlenebileceği düşünülebilir. En nihayetinde gelecek nesilleri
bilimsel becerilerle donatacak olanlar, bahsi geçen öğretmen adayları ve daha niceleridir. Öz-
yeterlik inancının eğitimde temel bir unsur olduğu ve pek çok faktörü etkilemesi yıllar süren
araştırmalar sonucunda bir gerçek haline gelmiştir. Bu nedenle bireylerin fizik öz-yeterlik
inançları daha uzun bir zaman dilimine (üniversite öğrencilik döneminden, aday öğretmenlik
ve öğretmenlikteki ilk birkaç sene) yayılarak incelenebilir ve elde edilecek sonuçlarla daha
nitelikli değerlendirmeler yapılabilir. Yapılacak bu araştırmalar sayesinde öz-yeterlik inancının
pozitif seyrini engelleyen faktörler tespit edilip ortadan kaldırılması için çözüm yolları
üretilebilir.
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 199
KAYNAKLAR
Abak, A., Eryılmaz, A., ve Fakıoğlu, T. (2012, Eylül). Üniversite öğrencilerinin seçilmiş duyuşsal
karakteristiklerinin belirlenmesi. V. Ulusal Fen Bilimleri ve Matematik Eğitimi Kongresi, Ankara.
Akbaş, A., ve Çelikkaleli, O. (2006). Sınıf öğretmeni adaylarının fen öğretimi öz-yeterlik inançlarının
cinsiyet, öğrenim türü ve üniversitelerine göre incelenmesi. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dergisi, 2(1), 98-110.
Anderson, R., Greene, M., & Loewen, P. (1988). Relationships among teachers’ and students’ thinking
skills, sense of efficacy, and student achievement. Alberta Journal of Educational Research, 34, 148-
165.
Arslan, A. (2012). İlköğretim öğrencilerinin öz yeterlik inancı kaynaklarının öğrenme ve performansla
ilgili öz yeterlik inancını yordama gücü. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri,12(3), 1907-1920.
Ashton, P. T., & Webb, R. B. (1986). Making a difference: Teachers’ sense of efficacy and student
achievement. New York: Longman.
Azar, A. (2010). Ortaöğretim fen bilimleri ve matematik öğretmeni adaylarının öz-yeterlilik inançları.
ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 6(12), 235-252.
Bandura, A. (1994). Self-efficacy. In V. S. Ramachaudran (Ed.), Encyclopedia of human behavior (Vol.
4, pp. 71-81). New York: Academic Press. (Reprinted in H. Friedman [Ed.], Encyclopedia of mental
health. San Diego: Academic Press, 1998).
Bıkmaz, H. F. (2004). Sınıf öğretmenlerinin Fen Öğretiminde Öz-yeterlik İnancı Ölçeği’nin geçerlik ve
güvenirlik çalışması. Milli Eğitim Dergisi, 31(161), 172-180.
Çalışkan, S., Selçuk, G. S., & Erol, M. (2007). Development of physics self-efficacy scale. Sixth
International Conference of the Balkan Physical Union, AIP Conference Proceedings, Vol: 899, p.
483-484.
Çalışkan, S., Selçuk, G. S., ve Özcan, O. (2010). Fizik öğretmeni adaylarının öz-yeterlik inançları:
Cinsiyet, sınıf düzeyi ve akademik başarının etkileri. Kastamonu Eğitim Dergisi, 18(2), 449-466.
Çapri, B., ve Kan, A. (2006). Öğretmen Kişilerarası Öz-yeterlik Ölçeğinin Türkçe formunun geçerlik ve
güvenirlik çalışması. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2(1), 48-61.
Ekici, G. (2006). Meslek lisesi öğretmenlerinin öğretmen öz-yeterlik inançları üzerine bir araştırma.
Eurasian Journal of Educational Research, 24, 87-96.
Ekici, G. (2008). Sınıf yönetimi dersinin öğretmen adaylarının öğretmen öz-yeterlik algı düzeyine etkisi
Hacettepe Eğitim Fakültesi Dergisi, 35, 98-110.
Ekici, G., Fettahlıoğlu, P., ve Sert Çıbık, A. (2012). Biology self efficacy beliefs of the students studying
in the department of biology and department of biology teaching. International Online Journal of
Educational Sciences. 4(1), 39-49.
Enoch, L, G., & Riggs, I. M. (1990). Further development of an Elementary Science Teaching Efficacy
Belief Instrument: A Preservice Elementary Scale. School Science and Mathematics, 90(8), 694-
706.
Frankel, J. R., & Wallen, N. E. (2006). How to design and evaluate research in education. (6th ed.) The
McGraw-Hill Companies, Inc.
Gibson, S., & Dembo, M. H. (1984). Teacher efficacy: A construct validation. Journal of Educational
Psychology, 76, 569-582.
Henson, R. K. (2001, January). Teacher self-efficacy: Substantive implications and measurement
dilemmas. Annual Meeting of the Educational Research Exchange, Texas A & M.
Kahyaoğlu, M., ve Yangın S. (2007). İlköğretim öğretmen adaylarının mesleki öz-yeterliliklerine ilişkin
görüşleri. Kastamonu Eğitim Dergisi, 15(1), 73-84.
Kurbanoğlu, S. S. (2004). Öz-yeterlik inancı ve bilgi profesyonelleri için önemi. Bilgi Dünyası, 5(2),
137-152.
Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 200
Kurtkan, A. (1982). Eğitim yolu ile kalkınmanın esasları. Divan Yayınları: İstanbul.
Küçükyılmaz, E. A., ve Duban, N. (2006). Sınıf öğretmeni adaylarının fen öğretimi öz-yeterlik
inançlarının artırılabilmesi için alınacak önlemlere ilişkin görüşleri. Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Dergisi, 3(2), 1-23.
Midgley, C., Feldlaufer, H., & Eccles, J. (1989). Student/teacher relations and attitudes toward
mathematics before and after the transition to junior high school. Child Development, 60, 981-992.
Özceylan, D., ve Coşkun, E. (2012). Türkiye’deki illerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyleri ve
afetlerden sosyal ve ekonomik zarar görebilirlikleri arasındaki ilişki. İstanbul Üniversitesi İşletme
Fakültesi Dergisi, 41, 31-46.
Özerkan, E. (2007). Öğretmenlerin öz-yeterlik algıları ile öğrencilerin sosyal bilgiler benlik kavramları
arasındaki ilişki. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Edirne.
Plourde, L. A. (2001). The genesis of science teaching in the elementary school: The influence of
student teaching. [http://www.ed.psu.edu/CI/Journals/2001aets/su108 plourde.rtf.], Retrieved on
July 8, 2015.
Ross, J. A. (1992). Teacher efficacy an the effect of coaching on student achievement. Canadian Journal
of Education, 17(1), 51-65.
Selçuk, G. S., Çalışkan, S., & Erol, M. (2008). Physics self-efficacy beliefs of student teachers’: The
relationships with gender and achievement perception. Balkan Physics Letters (Special Issue:
Türkish Physical Society 24th International PhysicsCongress), p.648-651.
Shaw, K. A. (2004). The development of a Physics Self-Efficacy Instrument for use in the ıntroductory
classroom. AIP Conference Proceedings, Vol: 720, No:1, p.137-140.
Tekin, H. (1993). Eğitimde ölçme ve değerlendirme. Yargı Kitap ve Yayınevi: Ankara.
Tschannen-Moran, M., & Woolfolk Hoy, A. (2001). Teacher efficacy: Capturing an elusive construct.
Teaching and Teacher Education, 17, 783-805.
Yenilmez, K., ve Kakmacı, O. (2008). İlköğretim matematik öğretmenliği bölümü öğrencilerinin öz-
yeterlik inanç düzeyleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(2), 1-21.
Yeşilyurt, E. (2013). Öğretmen adaylarının öğretmen öz-yeterlik algıları. Elektronik Sosyal Bilimler
Dergisi, 12(45), 88-104.
Yılmaz, M., Köseoğlu, P., Gerçek, C., ve Soran, H. (2004, Eylül). Yabancı dilde hazırlanan bir öğretmen
öz- yeterlik ölçeğinin Türkçe’ ye uyarlanması. VI. Ulusal Fen Bilimleri ve Matematik Eğitimi
Kongresi, 9-11 Eylül, İstanbul: Marmara Üniversitesi.
Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 201
Extended Abstract
It is necessary the teacher, student, director, school, environment and family to be interact with
each other in order to reach the aims of the education. The most important one of these factors is the
teacher. It is considered that teachers require some efficacy for the students to enable them reach the
intended educational level. Efficacy can be defined as the capacity of individuals to reveal their skills.
Self-efficacy belief, along with the efficacy, has been defined as the capacity of the individual to reveal
their behaviors in the events during their lives and as self-efficacy belief. It can be said that the factor of
belief can have a role in the change of the properties and components in different fields such as
individual's academic success, attitude, and interest. It has been determined that there are differences
between the teacher with higher self-efficacy level and the one with the lower self-efficacy level in the
fields such as the class order, the use of new methods, giving feedbacks to the students with learning
disability and so, this situation affects the students motivation and success. When the importance of the
self-efficacy in education is considered, it can be said that this concept can be evaluated by taking
different disciplines as reference and one of these disciplines is physics self-efficacy. Physics self-
efficacy is individual's belief in skills necessary to organize teaching activities in order to cope with the
possible problems in physics and skills that are necessary for the success. When the importance of the
self-efficacy for the positive progress in education is taken into consideration, our aim is to investigate
the variables affecting this factor of the teacher candidates. In this study, it is aimed to determine the
self-efficacy of teacher candidates towards physics in terms of the variables of General Physics-I success
and General Physics-I grade according to the variables of gender, socio-economic level, and location.
Survey model was used in this investigation. The sample of the study was consisted of a total
of 111 teacher candidates who study in state universities in Ankara and Adana in the Faculty of
Education in 2013-2014 academic year spring semester who were selected by a simple randomized
method. Physics Self-Efficacy Scale developed by Çalışkan, Selçuk and Erol (2007) is composed of 30
items and 5 sub dimensions were used in this study. Moreover, "Personal Information Form" in which
the data were written was used in order to reveal the socio-economic profile of the students. Whereas,
SPSS-11.5 programme was used in the analysis of the data, descriptive statistics such as frequency (f),
percent (%), independent groups t-Test, and one-way ANOVA analysis were used for the resolution of
the data.
It has been determined in our study through the findings that general condition regarding the
subsections of the Physics Self-Efficacy Scale is at mid-level. It has been determined PSS sub-
dimensions are at high level and only the Self-Efficacy in Physics Course Success is at mid-level. It has
been revealed that there is meaningful difference in terms of the variable of living location and this
difference is in favor of the candidates from Ankara. It can be considered that such factors as the
development level of Ankara, income level, business opportunity, and economic power, the number of
collage and faculty graduates are effective. There is a meaningful difference in terms of gender on the
basis of the city and this difference is in favor of both males and females from Ankara. There is not a
meaningful difference in terms of the variable of income level parental education. However, when these
variables are investigated, inadequacy of the number of studies made hinders you to generalize. Lastly,
the relation between the General Physics-I success and grade and self-efficacy has been investigated and
it has been seen that there is a meaningful difference between the success score and self-efficacy and this
difference is in favor of the candidates with higher success. Based upon this finding, it can be said that
self-efficacy belief of teacher candidates contributes into their academic success.
Consequently, to determine the self-efficacy of science teacher candidates towards physics is
highly significant in terms of the science literacy of the future generation. Ultimately, the teacher
candidate’s aforementioned are the ones who will equip the future generation with scientific skills. The
information that the self-efficacy belief is one of the man components in education and affects many
other factors becomes a truth as a result of many researches. Thanks to these researches, factors that
hinder the positive progress of the self-efficacy belief can be detected and solutions can be found in
order to clear these factors away.
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
MAKALE YAZIM İLKELERİ
Dergide yayımlanması istenen yazılar, sosyal bilimler alanında, bilime katkısı olan, özgün
çalışmalar olmalı ve aşağıda belirtilen nitelikleri taşımalıdır.
1- Derginin yazı dili Türkçe olmakla birlikte, yaygın olarak kullanılan diğer dillerde yazılmış yazıların yayınlanması yayın kurulunun kararına bağlıdır.
2- Dergiye verilen yazıların, dergi kurallarına göre düzenlenmiş ve basıma hazır hale getirilmiş olması gerekir. Yayın Komisyonu, yazım kurallarına
uymayan yazıları yayınlamama veya düzeltmek üzere yazara iade etme yetkisine sahiptir.
3- Türkçe ve yabancı dildeki başlıklar; yazının kapsamıyla uyumlu; yazının konusunu kısa, açık ve yeterli ölçüde yansıtmalıdır.
4- Türkçe ve yabancı dildeki özetler; yazının amacını, kapsamını ve sonuçlarını yansıtmalı ve yazının diğer bölümlerinden ayrı olarak yayımlanabilecek
biçimde hazırlanmış olmalıdır. Yayıma kabul edilen Türkçe çalışmanın yazar/lar/ından geniş İngilizce özet hazırlamaları beklenmektedir. Geniş
İngilizce özette kaynakçada yer alan her bir referansa atıf yapılması gerekmektedir. Türkçe çalışmalar için talep edilen geniş İngilizce özet, yayım
kabulü alındıktan sonra gönderilmelidir.
5- Yazı, dil ve ifade yönünden, dilbilgisi kurallarına uygun olmalı, açık ve yalın bir anlatım yolu izlemeli, amaç ve kapsam dışına taşan gereksiz
bilgilere yer verilmemeli ve makale yazım kurallarına uygun olmalıdır.
6- Makalenin hazırlanmasında bilinen bilimsel yöntemlere uyulmalı, çalışmanın konusu, amacı, kapsamı, hazırlanma gerekçesi vb. bilgiler yeterli
ölçüde ve belirli bir düzen içinde verilmelidir. Makalede kullanılan şekil, tablo, fotoğraf ve diğer belgeler, bilimsel kurallara uygun olarak hazırlanmalı,
yazının amacına ve kapsamına uygun olarak seçilmeli, yazıda değinilmemiş gereksiz belgelere ve kaynaklara yer verilmemelidir.
7- Makalede kullanılan şekil, tablo, fotoğraf ve diğer belgelerin kolayca anlaşılacak biçimde yalın ve yeterli bir açıklaması bulunmalıdır.
8- Yazıda kullanılan kaynaklar yazım kurallarına uygun olarak düzenlenmeli, değinilen her belge kaynaklar kısmında yer almalı, ancak yazıda
değinilmeyen belgelere kaynaklar kısmında yer verilmemelidir.
9- Sonuçlar, araştırmanın amaç ve kapsamına uygun olmalı, ana çizgileriyle ve öz olarak verilmeli, metinde sözü edilmeyen veri ya da bulgulara yer
verilmemelidir.
10- Makalelerin yayınlanabilmesi için Enstitümüzün tayin edeceği iki hakemden olumlu rapor gelmesi şartı aranır. Bir hakemin olumsuz, diğer
hakemin olumlu görüş bildirmesi halinde çalışma üçüncü bir hakemin incelemesine gönderilir. Böyle bir raporda göz önünde bulundurulacak bilimsel
esaslar şunlardır:
a. Araştırma yöntemi,
b. Konu bütünlüğü,
c. Bilimsel özgünlük
d. İlgili bilim dalının terim bilgisine hakimiyet,
e. Konuyla ilgili eski ve yeni çalışmaları görebilmek,
f. Yararlanılan kaynaklarda uygunluk ve yeterlilik,
g. Değerlendirme yapabilme ve sonuca ulaşabilme,
h. Alanına katkı sağlama,
i. Dil hakimiyeti/anlaşılabilirlik, akıcılık.
Aşağıdaki biçimde düzenlenmiş olmalıdır;
1- Makale hazırlanmasında web sayfamızda yer alan Makale yazım şablonunu kullanınız.
2-Yazılar A4 kâğıdının bir yüzüne 14x20 cm. boyutunda basılır (Yazılar aşağıda belirtilen şekilde olmalıdır:
- Üst: 3 cm
- Sol: 4 cm
- Alt: 3 cm
- Sağ: 3 cm
- Karakter: Times New Roman (11 punto)
- Satır aralığı: Tek
- Paragraf aralığı: 6 nk.
3- Yazılar PC bilgisayarda Microsoft Word programında 11 punto Times karakteri ile tek satır aralıklı olarak yazılır. Özetler 9 punto, yazı içindeki
tablolar, fotoğraflar ve şekil adları ile dipnotlar 9 punto ile yazılır. Kaynaklar listesi satır başlarında 1,0 cm boşluk bırakılarak asılı paragraflar halinde 10
punto ile yazılır.
4- Makalenin başlığı ilk sayfanın başına kalın 14 punto büyük harflerle sayfa ortalanarak yazılır. Türkçe başlığın altına yabancı dilde başlık ilk harfler
büyük diğerleri küçük olarak yazılır. Metin içindeki başlıklar öncesinde 12 punto sonrasında 6 punto boşluk bırakılır.
5- Başlıktan sonra 12 punto aralık verilerek yazar ad(lar)ı unvansız olarak sayfa ortalanarak yazılır. Unvan, çalıştığı kurum ve e.mail adresi dipnot
olarak belirtilir.
6- Çalışma herhangi bir kurumun desteği ile gerçekleşmiş ise kurumun adı ilk sayfanın altında dipnot olarak belirtilir.
7- Yazar adından sonra 12 punto boşluk bırakılarak Türkçe ve yabancı dilde 200 kelimeyi geçmeyen özet yazılır ve yazının ana konusunu tanımlayan
anahtar kelimeler bu özetlerde belirtilir.
8- Makale; tablo, şekil ve fotoğraf ve kaynaklar dâhil 25 sayfayı geçmemelidir.
9- Şekil, tablo ve fotoğraflar bilgisayar ortamında hazırlanıp metin içinde ya da sonunda sayfa boyutlarını (14x20 cm.) aşmayacak şekilde yerleştirilir.
Sayfa boyutlarını aşan şekil, tablo ve fotoğraflar ile renkli basılan sayfaların basım masrafları yazar tarafından karşılanır. Makalede yer alan fotoğraf ve
şekillerin yoğunluğu düşük olmalıdır. Tablo ve şekillerin sayfanın kenarlarının dışına taşmaması sağlanmalıdır. Tablo numaralandırılmalı ve tablonun
başlığı, içeriğini anlatacak şekilde yazılmalı ve tablonun üst tarafında verilmelidir. (Tablo 1: İşçilerin kararlara katılma düzeyleri). Tablo başlığı
ikinci satıra sarkıyor ise ikinci satır tablo numarası hizasından sonra başlamalıdır. Tablo eğer başka bir çalışmadan aktarılmış ise ayrıca tablonun altına,
alıntı yapılan kaynak gösterilmelidir. Kaynak verilirken Kaynak: Yazarın Soyadı, kaynağın basım tarihi: Tablonun kaynaktan alındığı sayfa sayısı ya da
sayfa aralığı (Kaynak: Solak, 2006: 25-26) biçiminde verilmelidir. Tablo sadece yatay ve dikey çizgiler kullanılarak oluşturulmalıdır. Şekiller
numaralandırılmalı, başlıklar da şeklin içeriğini anlatacak şekilde yazılmalı ve şeklin altında yer almalıdır. (Şekil 1: Gelirin yıllara göre dağılımı).
Eğer şekil başka bir kaynaktan aktarıldıysa, şekil açıklamasının altına kaynakla ilgili bilgi verilmelidir. (Kaynak: Solak, 2006: 12). Tablonun kendisi
ortalanmalıdır. Ayrıca tablo ve şekiller, word veya excel formatında hazırlanmalıdır. Fotoğraf şeklinde gönderilmemelidirler.
10- Atıfta bulunulan kaynaklar metin içinde, yazarın soyadı ve yayın yılı parantez içinde gösterilir. Açıklamalar ise sayfa altında dipnot olarak verilir.
Yazılarda kullanılan kaynaklara gönderme metin içinde (Yazarın soyadı, Basım yılı: Sayfa numarası) şeklinde olmalıdır. Örnek: (Demir,
2002: 185)
Kaynak Gösterim Örnekleri
Tek Yazarlı Kitap Örneği:
Demir, A. (2001). Türkiye Ekonomisi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
İki Yazarlı Kitap Örneği:
Egeli, H. ve Özen, A. (2010). Teoride ve Uygulamada Bütçe Politikası. İzmir: Altın Nokta Basım Yayın Dağıtım.
Üç Yazarlı Kitap Örneği:
DiGerenimo, T. F., Grene, A. ve Pavini, J. (2010). Sağlıklı Bebek Yetiştirme Rehberi. İstanbul: Havy Kitap.
En Az Dört Yazarlı Kitap Örneği:
Ayhan, H.,Dodurgalı, A., Köknel, Ö. ve diğerleri. (2010). Çocuk ve Ergen Eğitiminde Anne Baba Tutumları. İstanbul: Timaş Yayınları.
Kitap İçinde Bölüm Örneği: Gür, T. H. (2001). Turizm Sektörü. A. Şahinöz (Ed.). Türkiye Ekonomisi (s. 220-244). Ankara: İmaj Yayınevi.
Tek Yazarlı Makale Örneği: Demir, A. (2001). Türkiye’nin Ekonomik Yapı Sorunları. Mülkiyeliler Dergisi, V(2), 212-226.
Çok Yazarlı Makale Örneği: Aştı, N., Acar, G., Bağcı, H. ve diğerleri. (2005). Sağlık Bakım Profesyoneli Olarak Yetişecek Öğrencilerin Ruhsal Durumları ve
Yaklaşımlar. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı (15), 25-35.
İnternetten Kaynak Kullanımı Örneği:
Erman, K., Şahan, A. ve Can, S. (2008). Sporcu Bayan ve Erkeklerin Benlik Saygısı Düzeylerinin Karşılaştırılması. Erişim tarihi:
21.02.2008,http://www.bilalcoban.com/index.php?id=dokuman&islem=oku&yer=2&kat=14&no=97
Ciltli Eser Örneği: Meydan Larousse. (1998). Bilgi Dünyasına Yolculuk. Cilt (15), Ankara: 3B Yayıncılık.
Yukarıda belirtilmeyen durumlar için APA (AmericanPsychologicalAssociation-Amerikan Psikoloji Derneği) kuralları geçerlidir.
Detaylı bilgi için APA’nın web sitesine (http://www.apastyle.org) başvurunuz.
11- Metin içinde değinilen bütün kaynaklar makalenin sonundaki kaynaklar bölümünde yazar soyadına göre alfabetik olarak dizilir. Kaynakların önüne
sıra numarası konulmaz ve diğer bibliyografya kurallarına uyulur.
Makale teslimedilirken;
1- Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi online olarak yayınlanır ve değerlendirme süreci elektronik ortamda çift-körleme
(double-blinded) yöntemiyle yürütülür. Yayımlanması istenen makaleler, bilgisayar ortamında hazırlanıp online olarak iletilir. Dosyalarda yazar
ad(lar)ı ve adresleri belirtilmez.
2- Makale teslim edilirken, özgün bir yazı olduğunu ve daha önce herhangi bir yerde yayımlanmadığını belirten bir yazı (teslim formu) çıktı
alınarak imzalanır ve daha sonra bu dosya da online olarak iletilir.
3- Hakem önerileri doğrultusunda yeniden düzenlenen ve yayınlanabilir kararı verilen makalenin son şeklini gösteren dosya yine sisteme online
olarak aktarılır.
4- Hakemlerden olumlu rapor alamayan makale yayınlanmaz ve yazarına iade edilmez; bu konuda idari ve adli bir sorumluluk kabul edilmez.
Makale değerlendirme süreci;
1- Makale, MS Word yazılımı (makale şablonu) kullanılarak ve derginin yazım kurallarına uygun bir şekilde yazılmalıdır.
2-Makale, [email protected] e-mail adresine iletilmelidir.
3- Makale, Sosyal Bilimler Dergisi Editör Kurulu tarafından şekil incelemesi tamamlandıktan sonra hakemlere ulaştırılır.
4- Editör, önerilen makaleyi hakemlere göndermeden reddedebilir.
5- Hakem raporlarına göre yazar(lar)a bilgi verilir.
Yazışma Adresi:
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü 53200 – RİZE
Tlf : 0 (464) 217 29 19 Faks: 0 (464) 217 29 18 E-Posta: [email protected] /